06.04.2020 Views

HAYAL KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ SAYI 70

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Editörden

Merhaba sevgili okuyucu,

Baharı bitirip yazı yarıladığımız yeni sayımızda sizlerden ve yazarlarımızdan aldığımız destekle

yine zengin bir sayı hazırladık.

70. sayımızın dosya konusu olarak İkinci Yeni şiirinin temsilcilerinden, 2018 yılında aramızdan

ayrılan kıymetli şair Ülkü Tamer’in şiirine yöneldik. “Hatırladığım kadarıyla / kalabalık bir yerdi

dünya” diyen şairin yokluğunda; kalabalık dünyada Ülkü Tamer şiiri ve onun katmanlarını derinlemesine

incelemek bizim için çok önemliydi.

Bu sayımızda Nezihe Altuğ’un Cengiz T. Asiltürk ile yaptığı söyleşinin yanı sıra kıymetli

şairlerimizden şiirler ve bir öykümüz yer alıyor.

Yaz sayımıza destek veren tüm şair ve yazarlarımıza teşekkür ediyor, eserleriyle bizi yalnız

bırakmayan değerli sanatçımız Funda Açıkgöz’e sevgilerimizi sunuyoruz.

Her şeyin güzel olacağını umut ederek, şiirle ve edebiyatla, direnerek ve gülümseyerek Hayâl

etmeye devam edeceğiz…


Hayal Dergisi yerel süreli yayındır.

Üç ayda bir yayımlanır.

Yayım Türü: Kültür- Sanat-Edebiyat

Sayı: 70

ISSN: 1304 - 4818

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Ahmet DURAN

Editör

Burak ÇAPAN

Hayal Yayıncılık Ltd. Şti. Adına

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Özgen KILIÇARSLAN DANYAL

Kapak Tasarımı

Veysel ŞAYLI

Dizgi

Nihat TAÇYILDIZ

Hukuk Danışmanı

Cihat DUMAN

Hayal Yayınları

Yönetim ve Yazışma Adresi:

Caferağa Mah. Miralay Nazım Sok.

No: 30 / 3

Kadıköy - İstanbul

Tel: 0216 700 28 36

Belgeç: 0216 700 28 37

www.hayalyayinlari.com

bilgi@hayalyayinlari.com

hayal_dergisi@yahoo.com

hayald@gmail.com

Baskı

Ata Basım Sanayii Ticaret A.Ş.

Maltepe Mh. Fazıl Paşa Cad. Sezer San. Sit.

No: 9 / B

Zeytinburnu-Topkapı / İstanbul

info@atabasim.com

Matbaa Sertifika No: 36625

(Dergiye e-posta adresi yolu ile yazı gönderilir. Gönderilen yazı ve şiirler basılsın veya basılmasın iade edilmez. Danışma

ve Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü düzeltmeleri yapabilir. Hayal Dergisi’nde yayımlanan yazıların

sorumluluğu yazarlarına aittir.)


İçindekiler

4 - Veysel Çolak - Şiir

5 - Emin Şir - Şiir

6 - Orhan Göksel - Şiir

7 - Cengis T. Asiltürk & Nezihe Altuğ

Söyleşi

18 - Eşref Yener - Şiir

Dosya

Ülkü Tamer Şiiri

20 - Cevat Akkanat - Dosya

30 - Bâki Ayhan T. - Dosya

33 - Hasan Sakın - Dosya

38 - Aslıhan Tüylüoğlu - Dosya

42 - Önder Çolakoğlu - Dosya

46 - Nurgül Ulu - Şiir

47 - Mehmet Emin Yeniçeri - Öykü

54 - Murat Atıcı - Şiir

56 - Ümit Yaşar Gözüm

Resimde Renkti Uygarlıklar

Seramikte Harlanan Geçmiş

59 - Cemal Toprak - Şiir

60 - Uğur Olgar

Şiirin Jeanne Darc’ı

Emine Erbaş

62 - Ezgi Aslan - Şiir

63 - Neval Savak - Deneme

66 - Hüseyin Çevik - Şiir

67 - Beyza Okumuş - Öykü

68 - Fatma Aras - Şiir

69 - Deniz Dağdelen Düzgün - Şiir

70 - Yasin Uysal - Şiir

71 - Muhammed Yakubi - Şiir

49 - Zeynep Saravin - Şiir

50 - Dizdar Karaduman

Gölge Günah ve Kedi


Veysel ÇOLAK

SOLGUN MAVİ

Bir uçağın dağa çarpması gibi bir şey yaşadıklarım.

Aralıksız kendini yineliyor kötülük

bir adam, kirli, konuştukça din değiştiriyor.

Alıp gitmişler dünyadaki payımı.

Doğduğum gün düşman hazırdı

bu soygun, bu cinayet, bu yalan

bu da katillerin katran karası yüzü.

Bir çift hançer edindim

bir de dedemden kalma tabanca

onunla sınadım arkadaşlığı.

Aklında olsun, her insan silahtır

gün gelir patlar. Dayanıklıdır yalnızlığa

gecikmiş kuşlarını düşünür, bir sevgiliyi

o günden beri yakışıklıdır hüzün.

Hepimiz biraz öyleyiz, boşlukta

düşüyoruz, dibi yok bu kuyunun.

Her gün bir yanlışlık getirir

okyanusu düşünsek boğuluruz

kendimizi bırakıp gideriz bir başkasına

yarım kalan aşkları unutmaz hiçbirimiz.

Funda AÇIKGÖZ

4


Emin ŞİR

KIRIK AKŞAM

1.

şarkıda gül kuruttuk bu akşam

bozuk olan saat mı yoksa

zaman mı diye konuştuk durduk

terkedilmiş avluların kokusunu

biriktirdik mısralar arasında

burnunu eprimiş bir kazağa

gömen anneyi hatırladık

yıllardır yıkamadığı

bu dalga keder dalgası dedim bu kıyı kalbim

“karanlık da bir dil ama…” dedi doktor

“… -sökmek yıllar isteyecek”

kerpetenle söküp aldık balıkçının ağzından

bilmek anlamak susmak

ve orta halli bir yalnızlık

belleğin sakladığı

böyle zamanlarda dedi doktor

düzeni bozulur kalbin dikkat

anarşik davranmasın laf dinlesin kardeşim

gözümü dalgadan ayırmadım aklımı uzaklardan

bir yangından bir yangına

düşe kalka ömrümüz dedim

yansak da bir yanmasak da

2.

mahcup çiçekleri baharın dedi balıkçı

ölüme bunca yakın

ne rüzgârların adını bilirdim ne fırtınaların

ceplerimde çakıl taşları

her sabah bir firardı dünyadan

yüzünün yarısı karanlıkta

yarısı sobanın ateşi ile aydınlanıyor

anlamını alıp gidiyor hayatın

elinden tutacak kelimeler

içinde bir sıkıntı yumağı

“ne bileyim bir türkünün

böyle Veysel olduğunu” diyor

konuşma sırasını savıp

3.

“her şeyi kendime

kurulmuş ince ayarlı bir saat sandım” dedim

rakıdan bir yudum aldım doktor sigarasından bi fırt

içinde genişleyen boşluklardan

derin bir nefes aldı balıkçı açık denizlerden

hep kendine dönmüş

bu kıyıya demirlemiş kelimelerin

arka sokaklarında dolaşmış durmuş

uzun bir parantezin içini sustuk uzun uzun sonra

şarkıda gül kuruttuk bu akşam

5


Orhan GÖKSEL

ASA

Kendime dönüyorum,

Herkesin başladığı yere

Okuyorum sessizliğimi,

Nasıl da yankılı

Adımlarımı ıskaladım,

Gölgeme yetişebilmek için

Valizim hazırdı,

Yol yüzüme kapandı

Kendimi dinliyorum,

Herkesin sustuğu yeri

Adımı çağırın,

Unuttum soyadımı

İnsanım daha zor ne olabilir,

Yaktım göğe yükselemeyen hırkamı

Kendimden başlıyorum,

Herkesin bittiği yerden

Olabildiğince sakin elbette ilaçlı

Hayatıma giren herkesi sevdim

Çıktıkları için,

Mana diyorum, anlamın asası

Kendime gidiyorum,

Herkesin beklendiği yere,

Kabrimde bir taş olmamalı

Hayat yalnız, ölüm yalnız

Kabir yalnız

Söyleyin;

Kim uyduruyor kalabalıkları

Funda AÇIKGÖZ

6


SÖYLEŞİYORUM

Cengis T. Asiltürk - Nezihe Altuğ

“Nasıl ki, dönüş yolculuğu olmayan hikâyeler yarımdır, hayatına

büyük yolculuklar sokmamış insanların da hayatları böyle

yarımmış gibi gelir bana.”

BİR KAYBOLAN YOLCU

Mitos, bireyi yaşamın çeşitli aşamalarına

göre biçimlendirirken, toplumsal grupların

amaç ve ideallerine göre yönlendirir. Onları yaşam

boyu, doğumdan ölüme dek taşır. Mitosun

pedagojik işlevi sayesinde kişi çocukluktaki bağımlılıktan

olgunluğun sorumluluğuna, yaşlılık

bilgeliğinden ölüme kadar yaşamın çeşitli zorlu

aşamalarını ve kriz anlarını aşabilir.

Mitos yaşam akışını tümden yakalaması

için insana yardım eder. Bireylerin psikelerinde

gizlenen gerçekleri keşfetmelerini sağlayarak

(kendini tanı!) sloganı onları bilinçlenmeye yöneltir.

Üstlendiği işlevlerle bağıntılı olarak tüm

mitoslar ağırlıklı biçimde iki temel alanda açığa

çıkarlar: Sanat olarak mitos fantezi ve düş

gücünü yansıtır. Hem eğitme, hem eğlendirme

çabasını birlikte sürdürür; din olarak da mitos

olgusal ya da vahyedilen gerçek niteliğine bürünerek,

tinsel yetkeyi ve zamana (tarihe) egemen

gücü doğrulamak ister.

Sinema, mitos görevini romanla paylaşmaya

başladı. Sinema artık modern bir mitos

görevi üstlenmekte! Modern mitoloji olmakla

kalmayıp kendi kökeninin de mitolojide buluyor.

Günümüz renkli sinemaskop hayatını; roman

yazarı, sinema kuramcısı, yönetmen ve

akademisyen, Cengis T. Asiltürk’e sordum.

7


Nezihe Altuğ: Kendiniz için niye yönetmen

ya da roman yazarı değil de, hikâye anlatıcısı

demeyi yeğliyorsunuz?

Cengis Asiltürk: İnsanlığın ortak yaşantı

deneyimlerini vurgulayan bir makale var:

Hikâye Anlatıcısı... Walter Benjamin tarafından

yazıldı. Benim için önemli olagelmiştir. Henüz

bir sinema okulu öğrencisiyken Hikâye Anlatıcısı

adıyla bir Benjamin filmi de çekmiştim.

Onun “yolculuktan dönenin anlatacak hikâyesi

vardır” sözü çıkış noktasıydı. Muleta başlıklı

romanımın kahramanı Günay Diker (Kırmızılı

Orfel) insan hikâyesi derler. Nasıl ki, dönüş

yolculuğu olmayan hikâyeler yarımdır, hayatına

büyük yolculuklar sokmamış insanların da

hayatları böyle yarımmış gibi gelir bana. Dokuz

beş periyodunda çalışmaya başlayan bir adamın

hikâyesi... Evlenince eski yaşantısını bir

kalemde silip evine kapanarak bambaşka bir

hayatın insanına dönüşen kızların hikâyesi...

Nezihe Altuğ: Suret ses getiren bir eser

oldu. Uluslararası Orontes Sanat Festivali,

SURET romanını Yılın En İyi Romanı Ödülüne

layık buldu.

Cengis Asiltürk: Suret romanı hakkındaki

düşüncelerimi, “bir daha öylesine içime sinen

bir roman yazamam” endişesi duyduğumu söyleyerek

özetleyeyim. Şu sıralar öyle hissediyorum.

Nezihe Altuğ: Suret romanın başarısı

sizi nasıl etkiliyor?

Cengis Asiltürk: Başarının ne olduğunu

doğrusu hiç bilmiyorum ben. Şöyle düşünüyorum,

yani sesli düşünüyorum: Az evvel aşağı

atladığım trenin peşinden, raylar arasından güneşin

battığı tarafa yürüyen kayıp bir yolcu imgesinden

başka neyim evrende? Suret romanı

yazarı, şu sıradan adam; şatafata, şana-şöhrete,

yıldız tozlarına ihtiyacım yok benim. Film ve

roman kahramanlarının kafalarının içini gören,

onların ruhlarıyla meşgul kayıp yolcu... Yazının

icadından önce yaşanmış, sonra unutulmuş o

zamanlardan gelip, sonsuzluğun bilinmezine

yürüyen bir hikâye anlatıcısı belki! Çantamdaki

yük uzak atalarımın mirası, henüz doğmamış

çocukların emaneti. Ben SURET başlıklı romanda

bir hikâye yazdım. Doğu dünyasının kadim

hikâye etme geleneği ile Batı’nın görüntülere

dayalı kültürü... İki dünyayı bilincinde yan yana,

üst üste ve iç içe koyan Suretçiler Şahı Zekeriya

Efendi ile Rüstem Efendi’nin büyülü serüveni...

Bir şey anlatmaktı maksadım. Kime?

Dilin birkaç yüzyıllık ömrü dâhilinde insanlığa

ve dünyaya benim gözlerimle bakanlara...

Niye, şunun için: Dil insan gibi toplum gibi canlı;

onun sarmaladığı hikâyeler de öyle; her canlı

gibi zamanla değişmeye mahkûm.. Söylenmiş

söz, anlatılmış hikâye anlatana göre, dinleyene

göre, dile göre, dilin yaşadığı döneme göre değişir.

Ben, bir şey demek istedim; siz, anlamak

istediniz... Ben dedim, diyeceğimi... Siz okudunuz...

Ne anladığınızdan ben sorumlu değilim.

Onu dile sor, bana sor, kendine sor...

Nezihe Altuğ: Oğuz Atay Günlük’lerinde,

ünlü psikiyatristlerden Eric Berne’ün klinik

çalışmalara dayanarak yazdığı İnsanların

Oynadığı Oyunlar’la ilişkilerin psikolojisi ve

davranış kalıpları hakkında çığır açmış bu kitabından

söz etmiştir. Bern bireylerin içinde

bulundukları ego durumlarının birbiriyle etkileşimini

incelemiştir. Bu kişiler arası etkileşimlere

transaksiyon; günlük yaşamda sürekli

olarak ortaya çıkan ve yinelenen belirli

transaksiyonlara da “oyun” adını vermiştir.

Denediğimiz, oynadığımız ya da oynamaya

zorlandığımız bu rolleri keşfettiğinizde insanlarla

ilişkilerinizdeki bilinçdışı manevraları

ve gizli taktikleri çözebilir, birlikte bir

dakika ya da bir ömür geçirdiğiniz kişilerin

gerçek benliklerini tanıyarak eylemlerinizi

ve tepkilerinizi duruma göre ayarlamayı öğrenebilirsiniz

mesajını vermişti. Siz de Oğuz

Atay gibi oyunlarla mı yaşıyorsunuz? Roman

kahramanlarınızı nasıl oluşturuyorsunuz?

Drama üçgenindeki hangi rollerdeler?

8


Cengis Asiltürk: Oyunlarla yaşıyor muyum?

Böyle soru mu olur? Yoo! Hayır! Haksızlık

etmemeliyim! Bu güzel bir soru. Ancak

şunu üzülerek söylemeliyim ki; hanımefendi,

sert kabuğu açmayacağım. Salt bana ait olan

bende kalır. Şu kadarını söylemeliyim: Muleta’daki

yeni tanıdığı herkese kendini farklı isimle

tanıtan Günay Diker geldi aklıma... Muleta ve

Ölüyaprak Vuruşu adlı kahramanlarım içlerinden

konuşurlar. Dışlarından bir şey söylerken

içlerinden başka bir şey söyler onlar. Açıkça

söylemek istemediklerini... Karşıdaki bunları

duymaz ve bilmez. Bu sessiz konuşma bazen

karşılıklıdır. Çoğu kişi o muzip oyunu karşılıklı

oynar. Bilmezler birbirlerinin içlerinden ne anlattıklarını.

Bunu bir ben bilirim, bir de okuyucular.

Ben, işte dile dökülmeyen, akıldan geçirilen

o kısımları ayraç içinde aktardım romanlarda.

Pardon, pardon, affedersiniz...

Sanırım, kendi oyunlarımın bir kısmını gizlemeyeceğim

sizden... Ben kendimi bildim bileli,

mutlu bir insanım. Sahiden mutlu muyum?

Galiba, evet... Mutsuz olduğum halde bunu gizliyor

muyum? Sanmam... İşte bunu tam olarak

bilemiyorum...

Ölüyaprak Vuruşu’nda; Özgür Güneyli, ilk

gençliğinde babasının iflası, varsıl ve kentsoylu

ailesinin 1980’lerde olmadık hallere düşmesi

sonucu hep gülümseyen, mutlu, eğlenceli bir

kişiliğe dönüşür. Bunu, ailenin derin yarasını

gizlemek için yapar. Oynar tabi. Bize ve kendine

karşı oynar bu oyunu oğlan. Boyuna oynar...

Ben mi? Öyle biri olmayı daha baştan reddettim.

Niçin öyle olayım? “İçerde ne konuşsam?

Şunu sorarsa, şunu mu söylesem?” Yo,

bunun üstünde durmam! Böylesi saçma sapan

monologlara girmem. İçeri girerim diyalog

nasıl gelişiyorsa ona göre doğal bir konuşma

yaparım. Duruma göre oyuncuya dönüşerek,

roller deneyerek şu hayat yaşanır mı?

Belki işi kolaylaştırır bu oyunlar, ama bayan!

Sayın Nezihe Hanım, benim bir tane hayatım

var. Bir tek... Bir kez seyahat edebileceğim

şu güzelim yeryüzünde... Bir romancı, bir yönetmen,

bir insan, bir akademisyen, özellikle

bir baba olarak, bir kez... Ne dedirtiyordu oyuncuya

Gizli Yüz filminde Ömer Kavur: “Bir baba

oğluna yalan söylerse, o artık baba değildir.”

Bunu Akdeniz (oğlum) bile bana şaka yollu

birkaç kez söylemiştir takılmak için, kendisine

yalan söylemeyeceğimi bildiği için... Kimileri

yalancıymış! Kimileri kötüymüş! Kimileri kandırır!

Onların hinliklerine göre tedbir alacaksak,

durumu kurtarmak için yalan söyleyeceksek,

başkasına göre duruş alacaksak, kendimiz ne

olacağız? İki hayatımız olsa, belki birinde öyle

olalım der insan, ama hayatımız bir tane, bir

filmlik, bir romanlık... Onu, nasıl sahte yaşarım

ki? Şu büyük, şu esaslı oyundan söz ediyorsanız,

bayan! Sayın, Nezihe Hanım; şu şimdi

söylediklerimi geri alırım, hatta söylediklerimin

tam aksini söylemeye başlarım: Hayat büyük

bir oyundur, Nezihe Hanım... Bizler, oyunlarda

yaşayanlarız. Ancak hayat benim istediğim gibi

olsa ne roman yazarım, ne hikâyelerimi filme

çekerim! Sinema ve roman benim için niye gerçek

hayattan daha matah sanıyorsunuz?

Nezihe Altuğ: Artık sinema salonları insanların

mitolojik öyküleri, masalları, çeşitli

klasik anlatıları öğrendikleri modem çağ tapınakları

haline geldi. Kültürel mirasları, mitoslar

biçiminde aktarmaksa Şaman Tanrı ya

da kabile ihtiyarlarının görevi değil. Bugünün

film yönetmenleri, yeni mitos yaratıcıları yani

hikâye anlatıcıları oldular. Bu anlamda edebiyat

ve sinema gerçek bir felsefi işlev üstlenmiştir.

Film seyrettiğimizi sanırız. Bu, görünüşte

doğrudur. Dikkatli gözlemle bakarsak

o filmlerin bizi değiştirdiğini fark ederiz. İmgeler

sadece gözlerimizin önünden geçip git-

9


mez. Bizleri derinden etkileyerek dönüşüm

süreci başlatırlar. Sinemanın asıl büyüsü;

duyguların ve imgelerin etkisinde olmasına

karşın kişinin yine de kendisine neler olduğunu

çözümleyebilmesindedir. Siz, bir hikâye

anlatıcısınız. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde,

Muleta, Ölüyaprak Vuruşu, Suret romanlarınız

ya da Albatrosun Yolculuğu, Büyülü Gerçekler,

Esrime, Kayıp Yolcu, daha başka filmleriniz

bizi hangi yönde değiştirecek?

Hikâye anlatıcısı, filmiyle salondaki izleyicilerin

zihnine bir şey yapmalı. Onları dönüştürmeli,

başkalaştırmalı...

Sulandırılmış komedi filmleriyle yitirdiği

hazinesini, o hüznü anımsatmak istiyorum

insana. Filmlerimle ve romanlarımla... Hüzün

üzüntü demek değil. Hastalıklı bir ruh hali değil.

Kurduğum hüzün dünyasında biraz haz,

biraz romantizm, çokça düşünce, en çok sorgulama

var. “Hayır, öyle değil ille de! Böyle de

olabilir” dedim. Biraz kafa tutmak! Ne ki, kimsenin

bahçesini talan etmek derdinde falan değilim.

İnsanlık için gerekiyorsa, o da yapılır ya...

Sinemanın çağdaş mit olduğu düşüncenizi

paylaşıyorum. Film izleme bir tür ritüel! Hikâye

anlatıcılığı sanatının tarih boyunca sürdüğü izin,

bizi (şimdilik) getirdiği son nokta, yani o zincirin

şu anki son halkası sinematografi!

“Kişi sinemaya gidince, şu karanlık salondaki ritüel katılınca bir

şeyler öğrenmeli. Hikâye anlatıcısı, filmiyle salondaki izleyicilerin

zihnine bir şey yapmalı. Onları dönüştürmeli, başkalaştırmalı”

Cengis Asiltürk: Hikâye anlatmaya çok

küçük yaşlarda, babamdan öğrendiğim yöntemle,

bir duvara ellerimin gölgesini yansıtarak

başladım. Sonra anneannemden ve babamdan

dinlediğim ya da kitaplardan okuduğum

hikâyeleri, o sıralarda izlediğim filmleri, arkadaşlarıma

anlatır oldum. Onlar cankulağıyla

dinlerdi. Bendeki anlatma özgüvenini, o günler

yaratmış olabilir. Dört yaşında okur-yazar oldum.

Yazarak anlatmaya başladım erken yaşlarda.

Sonra işte, hep bir şeyler okuyup-yazdım.

İlk kitabım lise ikinci sınıftayken yayınlandı.

İkincisi üniversitede...

Şimdi büyük insanlığın atasının ilk beden

diliyle, sonra söz, yazı icat edilince yazı yoluyla,

hareketli fotoğraflar olanağına kavuşunca

da görüntüyle hikâye anlatma geleneğini, doğal

yoldan öykündüğüm bir hayat çizgim oldu

demeye çabalıyorum. Bu, kader gibi! Galiba,

kaderimde vardı benim hikâye anlatmak. Uzatıyorum,

çünkü soruyu sevdim.

Film izleme eylemi konusunda da sizin

düşüncelerinize yakın düşünceler içinde oldum

hep. Kişi sinemaya gidince, şu karanlık

salondaki ritüel katılınca bir şeyler öğrenmeli.

Dominique Lapierre ile Larry Collins (Yasımı

Tutacaksın romanında..) insanların arenalara

ölüm-kalım savaşını görmeye gitmesini

şuna bağlar: Telörgülerin gerisindeki güvenli

alanda duran seyirci, savaşanlardan birinden

birinin her an bir beceriksizliğe kurban gitmesini

beklerken aslında kendisinin yaşıyor olduğundan,

dolayısıyla ölümsüzlüğünden emin

olmak istemektedir.

Ülkemde yetişmiş önemli bilim adamlarından

Ünsal Oskay Çağdaş Fantazya adlı eserinde,

insanın ölümsüzlüğe erişme arzusuna

film izleme ritüeli üzerinden bir açıklık getirir.

Der ki Oskay; “izleyici film izleme anında kendini

ölümsüz tanrılara dönüşmüş bulur, zira

oyuncuların perdeye yansıyan, kısıtlı bir süreye

10


sığdırılan şu yaşantısının bitmesini gözlerken,

film hikâyesinde her şey olup-bittikten

sonra da kendisi hayatta kalarak bir çeşit

ölümsüzlük başarır. Böylece film oyuncuları

ölümsüz kılmaz; aksine izleyicinin kendini

ölümsüz hissetmesini sağlamış olur.”

Nezihe Altuğ: Bizler, modem kahramanlar

olarak, mağaralara girip, labirentlerdeki

mitsel canavarlarla dövüşemiyoruz, ancak

filmlerle ve romanlarla, bir özel dünyaya giriyor,

derinlerdeki karanlık mağaraya ulaşıyor ve

sizin düşlerinizi izliyoruz. Cengis T. Asiltürk’ün

başka düşleri neler? Sırada ne var?

Cengis Asiltürk: Günümüzde, mitlerdeki

mağaraların uzay boşluğuna, metropolün tuhaf

kalabalıklarına, devasa binaların çevrelediği

sokaklara, kameraların ne var ne yoksa kazıyıp

bize getirdiği deniz diplerine dönüştüğünü

görebiliyorum. Ne ki, kutsal hazinenin tutulduğu

o ünlü mağara kılık değiştirmiş görünüyor.

Biz oralardayız. Dönüş yolculuğu yine çetrefilli,

ikircikli, ama muhteşem maceralar vadediyor.

Suret romanımdaki, tevazudan dolayı Suret

Atölyesi denilen suret üniversitesi (altmış yaşına

kadar talebe, ancak ondan sonra hoca

olunan bir üniversite), esasen tüm anlatılarda

bulunan mağara... Ordadır büyülü anlatılar, tablolar,

aşklar, gizemli suretler, tehlikeler.

Mehmet Akif filmini çekmek istiyorum.

Ölüyaprak Vuruşu filmini çekmek istiyorum.

Simurg filmini çekmek istiyorum. İstanbul’un

Kayıp Rüyası filmini çekmek istiyorum.

Nezihe Altuğ: Bir romanınızda, Muleta

galiba “Bazı hataların tamiri yok! Mona Lisa

tablosunu yakıp yerine yenisini yapamazsınız.

Savaşta oğlunu kaybetmiş bir babaya, taburdan

herhangi birini gönderemezsiniz. Derisini

yüzdüğünüz bir tavşanı aynı deriye sokarak

yeniden koşturamazsınız” diyorsunuz.

Cengis Asiltürk: “Yaşayarak öğrenmek”

palyatif bir iddia. Zira kendi yaşam sürecimiz

pek az şey deneyimlemeye izin verir. Bu nedenle

insanlaşabilmenin yolu, kurmaca yapılardadır,

o serüvenlerde gizli! Kurmacaları deneyimleme

sürecinde; erkek değilken bir erkek, kadın

değilken bir kadın, çocuk değilken bir çocuk,

yaşlı değilken bir yaşlı, baba değilken bir baba,

anne değilken bir anne olursunuz. Hayatında

hiç işçilik yapmamış, hiç şoförlük yapmamış,

hiç duvar örmemiş, hiç boks yapmamış kişi,

bütün bu kahramanların yaşantılarını deneyimler.

Her şeyi yaşayarak öğrenme yanılsaması

ve hatta ukalalığı içindeki kişi çarçur olur. Benim

romanlarım, son kertede bize der ki: “Hayat,

anı biriktirme oyunu değil.” Zaman döngüseldir.

Genel geçer boşboğazlıkla söylenmiş kimi

derinliksiz sözler, sanılandan tehlikeli. “Hayatta

hiçbir şey imkânsız değil! İsteyen başarır!” Böyle

densiz sözlerle dolu kimi kitaplar. Saçma!

Kimi kandırıyorsunuz bu boş sözlerle? Kandırılmaya

müsait kişileri kolayca kandırırlar işte.

Bazı hataların tamiri yok! Herkes her şeyi

yapamaz! Herkesin ressamlığa soyunduğu yerde,

tablo çöplüğü oluşur. İnsanlık, her alanda

olduğu gibi, roman ve sinema sanatlarında da

kendisini yeniden gözden geçirmeli! Tavşanın

derisini yüzmeden iyi düşünecek! Çoğu zaman

ikinci bir yol olamayacağını öngöremeden aptallıklar

yapmış, pişmanlıklar içinde kıvranan

kahramanlarım gibi insanlarla dolu yeryüzü!

Zaman geri alınamaz. Ki, zaman mührünü

mutlaka vurur, izini bırakır.

Nezihe Altuğ: Bazı meslekler tutku ister.

Yeterince karşılığı olmasa da, insan istediği

şeyi yapmaktan mutlu olur. Türkiye gibi

kültüre çok önem vermeyen, eleştiriyi ve

eleştirmeni sevmeyen bir toplumda siz yaptıklarınızın

hakkını aldınız mı? Bir küskünlük

yaşadığınız oldu mu? Tecrübeler ve bakış açınızı,

kişi odaklı yaklaşımınızın özelliklerini,

eğitim sürecinizi bize anlatır mısınız?

11


Cengis Asiltürk: Türkiye’de kültüre önem

verildiğini düşünüyorum... Geçelim... Roman

yazarlığını, yönetmenliği, şairliği tarif ederken

saçma sapan benzetmeler yapılır. “Doğum sancısı”

derler, üretim sürecine; “nefes almak gibi”

derler. “Zahmet ve emekten” söz ederler. Ne

doğum sancısı, ne nefes alması, ne emeği? Bu

sözler bana çiğ gelmiştir daima... İnsana ilkokulda

öğretilir: “Benzeyen değil benzemesini

arzuladığımız hedef şey yüce tutulmalı...” Çin

askeri gibi kalabalık... Kızıl Ordu gibi disiplinli...

Ne doğumu, ne sancısı, ne nefes alması, Tanrı

aşkına, anlamıyorum! Roman yazmayı, film

çekmeyi ne sanıyor bunlar? Emek harcadığı

için sızlananların durumu ayrı hal! Emek harcayalım

diye kimse rica etmiyor. Bugüne kadar

halk kime film çekmesi ya da roman yazması

için yalvarmış?

Ben mi? Ben, anlatıcı olarak, Tanrı’nın misyoneri

gibi hikâye anlatıyorum. Varlık nedenim

bu... Emekten söz edeceksek değer üretenlerin

emeği kutsal... Film setindeki işçinin, kostümcünün,

ışıkçının emeği kutsal! Maden kazan

adamın emeği kutsal... Roman yazmak, film

yönetmek, resim ya da müzik yapmaksa eğlenceli,

keyifli, haz veren, lüks çalışmalar.

Maden mi kazıyor bu sanatçılar?

Eleştiri... Doğrusu haddini bilmeyen kişinin

eleştirisi hoşuma gitmiyor! Böyle bir durumda

kızmamalıyız tabii ve geçiştirmeliyiz, gülümsemeliyiz...

Eleştirecek kişi belli bir kültür düzeyinde

olmalı, belli bir birikime sahip olmalı.

Ünsal Oskay, Çetin Altan, Adnan Azar, Cengiz

Çekil, Çetin Öner eleştirdi senaryolarımı, filmlerimi,

romanlarımı... Hepsi rahmetli oldu... Mehmet

Çelik, Ayşe Kıran, Salih Bolat, Baki Ayhan,

Hüseyin Alemdar, Şafak Barış, Kemal Ateş, Ahmet

Tezcan, İlhan Öztin, Zeynel Coşkun, Önder

Paker, Derya Tulga, Oğuz Makal, Burak Buyan

eserlerimi eleştirirse, onları dinlerim, notlar

tutarım... Dönemin insanı “bilgi sahibi olmadan,

fikir sahibi...” Nasıl olacak? Bu yüzden, rastgele

kişilerin eleştirisine itibar etmem!

Yaptıklarımın hakkını almak! Beklentilerim

nedir yaptıklarımdan? Sanırım, beklentim yok!

Var belki, ben bunları tartışmadım kendimle.

İyi işler karşılığını buluyor. Eserlerim değer

görüyor. Albatrosun Yolculuğu beklentilerimin

çok ötesine gitti, adeta kült bir film oldu. Romanlarım

değer görüyor. İlk romanıma İnkılap

Kitabevi En İyi Roman ödülü verildiğini hesaba

katarsak, iyi şeyler oluyor. Küskünlük yaşamadım.

Buna hakkım yok! Elbette görüyorum olanı

biteni. Ben yolculuğa bakıyorum. İyi gidiyor

benim serüvenim...

Eğitim sürecim? Ailem bana iyi bir eğitim

olanağı sağladı. Kendim üstüne çok şey koydum.

Bir kütüphanede doğdum, iki kütüphanede

yaşıyorum. Biri evimde, biri üniversitede!

Nezihe Altuğ: Nitelikli filmler ve romanlar

bütün dünya da az ilgi görüyor?

Cengis Asiltürk: “Nitelikli film” kavramıyla,

kastınızın, şu “sanat filmleri” ya da “festival

filmleri” diye anılanlar olmasın! Böyle olmasını

temenni etmem. Filmleri gişe filmi, sanat filmi

ve festival filmi diye kategorize ederken, doğru

iş yapmıyoruz sanki? Sanat sineması ve ticari

sinema derken sınırların net olmadığını bilmeliyiz;

ticari sinema denilince hemen akla Hollywood

filmleri gelir. Sanat sineması denilince

de 1950’ler Fransız Yeni Dalga (La Nouvelle

Vague) filmleri, ama Fransız Yeni Dalga filmlerinin

ticari kaygıyla ortaya çıktığını unutmamak

gerek. Jean-Luc Godard, Claude Chabrol, Alen

Resnais, büyükbabamız Alain Robbe Grillet,

François Truffaut, Amerikan filmi izleyen Fransızları

kendi filmlerine çekmek istediler. Dolayısıyla

sanat sineması böyle ortaya çıktı.

Nezihe Altuğ: Büyükbabanız?

Cengis Asiltürk: Türk sinemasının kanımca

en önemli yönetmeni Ömer Kavur, Fransa’da

doktora eğitimi alırken, Alain Robbe Grillet’nin

asistanı olarak sinemaya başladı. Üç filmde

Ömer Kavur’un asistanlığını yaptım. Gerçi

12


kendime bir baba figürü seçmiş değilim. Angelopoulos

ya da Tarkovski ya da Kurosawa...

Neyse; Hollywood filmlerinin salt emtia olarak

görülmesi doğru mu? Değil... Hollywood Sanayi

Sinemasında üst düzey sanat filmleri vardır...

The Bridge Of Madison County, American Beauty,

The Godfather üçlemesi, Once Upon a Time

in America, Once Upon a Time in West... Bunlar

gişe filmi olmanın yanında, sanat filmleridir.

Evet. Genel olarak, sanat sineması - ticari

sinema ayrımına gidilir. Sanat sineması denilen

filmlerin daha az izlenmesinin ya da kimi büyük

romanların okurunun az olmasının iki nedeni

var: İnsan olaylara, hayata, sanat yapıtlarına,

hatta her şeye birikimleri ölçüsünde bakar. Doğal

olarak bu böyledir... Sanat sineması dediğimizde

-öyle bir sinema varsa- daha fazla bilgi

birikimi ve daha fazla deneyimi olanların tercih

ettiği şu filmler kastedilmiş olur. Kimilerinin o

filmlerden sıkılma nedeni kendileridir. Her şey

herkese göre değildir. Bazı sanat yapıtlarına

ulaşmak için ortaya belli bir çaba koymanız

gerekir. Belli birikimlerinizin olması gerekir. O

filmler kimi kişilere göre değil. Theo Angelopoulos,

Andrei Tarkovski, Ömer Kavur, Akira

Kurosawa filmlerine ulaşamayanlar ve varamayanlar,

onlardan sıkılabilir.

İkinci nedense; sanat kaygısıyla ortaya

çıkarılan başarılı filmlerin yanında bazen gerçekten

anlatmanın becerilemediği filmler var.

Edward Dmytryk derdi ki, “elli yıldır sinemanın

içindeyim, doğru anlatılmış filmi anlamayacak

kişiye rastlamadım.” Doğru bu... Kimi yönetmenler,

yaptıkları işlere sanat filmi diyerek bir

saygınlık peşinde elbette. Başarılamamış filmler

bunlar...

Nezihe Altuğ: Sinemamızın bugünkü

durumu hakanda ne dersiniz? Sinemamız

nasıl dışarı açılıyor?

Cengis Asiltürk: Bugün Türk sinema

değilse de, Türk televizyon dizi sektörü altın

çağını yaşıyor. Televizyonun bu hali, sinemaya

muhakkak yansıyacak. Kaçınılmaz... Dünyada

televizyon dizilerinden en büyük girdiyi sağlayan

beş ülkeden biri Türkiye! Dizileri dünyanın

dört bir yanına ihraç ederek muazzam paralar

kazanıyor ülke yapımcıları. Sinema ve televizyon

alanında öğrenim görenler için Türkiye’de

doğmuş olmak büyük bir şans! Tanrı korusun;

ya İspanya’da, Japonya’da, Çin’de, Rusya’da

doğmuş olsalardı! Yalnız bu açıdan da değil, her

açıdan bu toprakların kıymetini bilmek gerek.

Nezihe Altuğ: Sinema yazarlığı ülkemizde

bir meslek olacak mı?

Cengis Asiltürk: Daha en başta iki tür sinema

yazarından söz edilebilir: Birinciler, filmleri

tanıtırlar. Bunlar çoklukla filmlerin eğlendirici

nitelikleri, piyasa değeri, yönetmenleri,

oyuncuları, film festivalleri, gişe gelirleri, aldığı

ödüllerle ilgili bilgi verir. İkinciler, filmlere daha

bilimsel ve estetik açıdan bakar; filmleri, okunabilen

yapılar olarak, dil, estetik, anlatı açısından

değerlendirir.

Kaldı ki, Atilla Dorsay, Alin Taşçıyan, Sayım

Çınar, Ali Murat Güven, Sadık Yalsızuçarlar,

Ayşe Şasa, Sevin Okyay, Suat Köçer, Sadi Çilingir,

Banu Bozdemir, Murat Çağıltay, Seçil Büker,

Mesut Kara, Ali Hakan çok şey öğrenilebilir

sinema yazarları. Sinema üzerinden yazarlığın

meslek olmasına gelince; Atilla Dorsay, Alin

Taşçıyan, Sayım Çınar, daha niceleri zaten sinema

filmleri hakkında yazma işini bir meslek

haline getirmiş yazarlar.

Nezihe Altuğ: İnsan kendini tümden

tanıyabileceğini, güdülerini, seçimlerinin

ardında yatan hevesleri, eylemlerinin nedenlerini

kolay kavrayabileceğini sanmıştır.

“Kendini bilmek”, özenli, ısrarcı, gerçek bir

çabayı, insanın kendine karşı dürüst olmasını

gerektirir.

Freud’un gösterdiği gibi aslında “kendimizde,

kendimiz için bile saydam olmayan

karanlık bir bölge var. Kendi inançlarımızın,

13


kabullendiklerimizin, yargılarımızın, özünde

bize dalkavukluk eden, kendi nefsimizi okşayan

bir işlevi vardır. İnançlarımızın hatalı

olduğunu kavradığımızda, gerçeği kabullenmekte

büyük güçlük çekeriz: Belirli bir yaşın

üzerindekiler! Gerçek dünyaya getirmiyoruz,

çünkü zihinleri çok şiddetli tepki veriyor.

Gerçekten de belirli bir yaşın sonrasında,

insanı hiçbir şey şaşırtmaz. Bir kez kendi

küçük huzurlu iç dünyasına alıştıysa, evreni

kesin bir veri olarak kabullenir. Çevresini,

dünyayı keşfetmek için heyecan duymaz; şaşırtıcı

ya da inanılmaz gibi görünen olgulara

giderek daha az merak besler. Oysa kendini

bilmek her şeyin özü, bilgeliğin anahtarıdır.

İnsan, kendini bilmiyorsa, başka bilgilerin

bir anlamı kalmaz. Bu bağlamda hiçbir şey

bilmediğini söyleyen bilge Sokrates’in “sorgulanmayan

yaşam, yaşanmaya değmez”

sözü de tam yerine oturur. İnsan, cesaretle

gerçeği seçecek, kendini tanıyacak, kendine

inanacak ve ancak bu bilinçlenme sürecinin

sonunda “seçilmiş” kişi haline gelecektir.

Tıpkı dönüp duran ama bizim göremediğimiz

elektronlar gibi... Kendimizi bilme konusunda

bizim göremediğimiz sizin gördüğünüz

daha başka neler var? Sinemanın bir görevi

de kendini bilmemize yardımcı mı olmaktır?

Cengis Asiltürk: Bu anlamda insanların

kendilerini bilmesi/tanıması imkânsız bir şey

gibi! Benim kendime karşı dürüst olmadığım

dönemlerim oldu mu? Bunu bilmiyorum! Sanmam!

Öteki anlamda durum farklı; o anlamda,

kendimi adım adım inşa ettiğim söyleyebilirim.

Büyük avantaja sahiptim başkalarının alanına

girmeyecek tarz bir yaşam kurabilme yolunda:

İyi bir ailede büyürse kişi, ister istemez kimi

şeyleri belli bir yaştan sonra öğrenmeye mecbur

kalmaz. O kişi kimi şeyleri bizatihi edinmiş

olur. Öteki durum mu? Benim için karmaşık!

Kendimi tümüyle tanıyabileceğimi, güdülerimi,

seçimlerimin ardında duran heveslerimi ya da

eylemlerimin nedenlerini hiçbir zaman kavrayamayacağımı

daha bir çocukken de biliyordum...

Ortaokulda, ders sırasında, pencereden

dışarıyı izlerken, aklım şuralardaydı: “Bu dünya

bir kişi için var. O bir kişi her kişi! Herkes o bir

kişiyi ille de kendisi sanır! Niçin? Şu bahçedeki

söğüt ağacının yaprağının altındaki böcek de,

dünyanın görece en önemli insanı da, zamanın

ve evrenin umurunda bile değil.”

Bunları düşündüğümde, zamana ve evren

içinde bocalayan insana dair bir şeyleri anlar

gibi olmuştum. İlk kez orada, pencereden dışarıyı

izlerken, o ders sırasında, zaten üç dört

yaşından beri kafamı kurcalayan konularla ilgili

bir şeyler kavramaya başladığımı düşündüm.

Bir taraftan herkes kadar önemliydim, ama işte

apaçık görüldüğü gibi zaman ve evrenin umurunda

bile değildi kimse! Ben de öyle elbette...

Şaşırabileceğim her şeye şaşırmış sayılırdım.

Hayır, öyle değil bir taraftan da! Gün bitip gecenin

her şeye hükmetmesi beni halen şaşırtır. İnsan

şaşırmadı mı, dünyayla işi bitmiş demektir.

Günün, gecenin şu hükmünü yeryüzünden tümden

silmesi beni hâlâ heyecanlandırır. Kar var.

Hayatta yağmur var! Arkadaşlık var. Kadın var!

Fırtına var! Bahar var! Gece var! Ektiğin tohumu

yeşerten toprak var! Sabah var! Nehir var! Daha

neler neler var. Geceleyin kayan yıldızlar, serüvenler,

hikâyeler var... Ki, tıkır tıkır işleyen insan

zihninin yanında, o en gelişmiş kurgu cihazı hiçbir

şey değil! İşte insan bir yönüyle çok önemli!

Ben de öyleyim! İşte insan, bir yönüyle, ancak

bir avuç toprak olmaya muktedir canlı. Ben

de öyleyim! İşte pencereden okul bahçesindeki

söğüt ağacını izlerken bunları düşündüğüm

günden beri kimseyi kendimden daha önemli

olarak görmem. Kendimi de kimseden! İnsanın

yaşama hakkı bağlamında kendini başkalarından

önemli sanması, bu berbat bir yanılsama.

Bunlara aldanmamak gerek...

Nezihe Altuğ: Evrenin kesinliği?

Cengis T. Asiltürk: Onu kesin bir veri

olarak kabullenmek benim yapabileceğim şey

değil. Çevremi, dünyayı keşfederken sanırım

14


hep heyecan duyacağım! Bir uyandan “ütopyası

olmayan insan ölü insan” derken, öte yandan

nasıl giderek daha az merak besleyebilirim

dünyaya? Kendini bilmek her şeyin özü... Kendini

bir parça olsun tanımak... Galiba bildiğim

bir şey var: Bir kurbağa, bir karınca, bir at ölüp

toprağa dönüşebilir. Düşünen, tasarlayan, dönüştüren,

eyleyen, söyleyen bir insan nasıl öyle

olabilir? Nasıl bir kurbağa gibi toprağa dönüşebilir?

Hayır! Öyle de değil! Sanırım öyle değil!

Evet, yukarıda söylediklerimle çelişiyor gibiyim!

Hayır, çelişmiyorum. Asla öyle değil. Bu

hayat burada bitmez gibime geliyor. Ne yani,

ölüp toprak mı olacağım? Hayır! Böyle olduğunu

düşünen var mı? Peki, bebeklerin ölümü?

Düşünmeden, tasarlamadan, dönüştürmeden,

eylemeden toprağa dönüşmüş insan yavrusu?

Neyse... Neyse...

Gerçekle yüzleşmek konusunda cesaretle

kararlı olmakla, gerçeği gördüğünü sanmak!

Ayrı gerçeklik alanları onlar! Kendini tanımak!

Kendine inanmak! Bilinçlenmek! Seçilmiş kişi!

Gerçek yazarlar, gerçek sanatçılar elbette bir

biçimde seçilmiş kişilerdir. Bu simülasyonla

sanatçıymış gibi algılanan kişiler türetilir. Bu

-miş gibilerden, beklentiler var. Roman insanlığa

bir şey öğretebiliyor mu? Sinema insanlığa

bir şey öğretebiliyor mu? Ümit etmekten başka

şey bir gelmiyor elimden!

Nezihe Altuğ: Kendini doğanın ayrılmaz

bir parçası olarak gören insan, doğanın döngüsel

sürekliliğini kendi yaşamına yansıtmak

istemiş; doğum-ölüm olgularım ölümden

sonra yaşam ya da yeniden doğuş düşünceleriyle

sürdürmüştür.

İnsanın hayatı anlamlandırmak için gösterdiği

düşsel çaba, zamanın başlangıcından

sonuna dek uzanan bir eksen üzerinde çeşitli

mitolojik tasarımlar yaratmıştır. Matrix

filmi buna en iyi örnektir. Matrix, Sokratesçi

bilginin temel kaynağını vurgulayan öğüdünü

filmin başında hatırlatmayı ihmal etmez:

Kendini Bil!” deyişi Kâhinin kapısının üzerinde

asılıdır ve filmin başkahramanı Neo’ya

tutacağı yolu açıklar, insan, kendini tümüyle

tanıyabileceğini, güdülerini, eylemlerinin nedenlerini,

seçimlerinin ardında yatan heveslerini

kolayca kavrayabileceğini sanır. Kendinizi

Neo’yla özleştirdiğiniz oldu mu?

Cengis Asiltürk: Pekâlâ. Bir önceki cevabımda,

bunları çoğunu söylemiştim. Metrix

filmi de düşük düzeyde olsa bile felsefi konu

irdelemesi açısından önemli. Elbette, her şeyi

bilmiyorum. İnsan her şeyi nasıl bilebilir ki?

Ancak (Dostoyevski’nin belirttiği manada) olup

biteni (sanıyorum olup biten her şeyi) anlamakla

cezalandırılmış olanlardan, hayır tam tersine

böyle ödüllendirilmiş olan biri gibi hissediyorum

çoğu vakit kendimi... İnsanların şu yeryüzünde

şu olup biteni, savaşları nedenleriyle

anlamaması şaşırtıcı...

Nezihe Altuğ: Bilimsel çalışmalarınız,

kuramsal çalışmalarınız, makaleleriniz var. Kitaplarınız

tüm üniversitelerde der kitabı olarak

okutuluyor. Dikkat çeken orijinal çalışmalar.

Cengis Asiltürk: Öğrenciyken yaptığım

okumalar, araştırmalar ve incelemeler; diyalektik

kurgu, şiirsellik, auteur yönetmen veya

sanatçı/yaratıcı yönetmenler ve sinema dili

üzerine yapılan çalışmalar... Gelecek kuşaklara

yarar sağlayacak... Sinemada Diyalektik Kurgu,

Sinemada Şiirsel Anlatım, Sinemada Yaratıcı

Yönetmen bir üçleme oluşturdu. Bakış Boşluğu

(Düşünceler Kitabı) yayınlandı yakın geçmişte.

Kırklı yaşlardaki biri için bunların yeterli bulduğumu

söyleyemem.

Nezihe Altuğ: Yazma serüveni sizi nereye

götürüyor?

Cengis Asiltürk: Romanlarım büyülü gerçekçilik

akımına bağlı. Kaba gerçeğin arayışında

olmadım hiç. Belge romanı yazmıyorum. Ben

gerek romanlarımla, gerek filmlerimle bir gerçeklik

evreni kuruyorum. Beni amacıma büyülü

gerçekçilik götürebilirdi.

15


Nezihe Altuğ: Kimlere sesleniyorsunuz,

hedef aldığınız bir kitle var mı?

Cengis Asiltürk: Ünlü olmak ya da para

kazanmak için yazmadım. Ödüller almak için

yazmadım. Seçkinler için yazmıyorum. Büyük

insanlığın kurulmasına katkım olur diye bir

umutla yazıyorum; adeta Tanrı’nın görevlendirdiği

biri gibi... Büyük filmlerle, büyük romanlarla,

büyük hikâyelerle, büyük metinlerle, yani büyük

kurmacalarla, büyük şiirlerle, büyük müzik

yapıtlarıyla buluşmamış insandan bir halt olmaz.

İster hekim olsun, ister avukat olsun, ister akademisyen

olsun, ister küre kadar ihracat yapsın,

fen alanında bir buluş yapsın! Büyük insanlığın

doğuşuna katılmak için, çocukluk günlerime

doğru yitip giden o saf zamanları yeniden kurabilmek,

onlara birazcık olsun yaklaşabilmek için

roman yazıyorum, film çekiyorum...

Nezihe Altuğ: Ailede ilişkiler nasıldı?

Romancı ve yönetmen, pardon hikâye anlatıcısı

olmanızda ailenizden kimin nasıl etkisi

oldu? Babanız, anneniz?

Cengis T. Asiltürk: Suret adlı romanımın

başkahramanı Rüstem Efendi, edindiği Batı orijinli

kültür doğrultusunda baba-oğul sorunsalını

çözmeyi ister. Henüz on yedi yaşında, babasına

karşı direnir. Sonra onu anlar bağışlar, yani

babasına şefkat duyar. Suretçiler Şahı Zekeriya

Efendi bu konuda ona yardımcı olur, ancak tıpkı

babam (Zekeriya Asiltürk) gibi ağır bir görev

vererek.

Geri bıraktırılmış toplumlarda baba (çoğu

vakit o rolü üstlenen anne) halen belirleyicidir!

Erkek elindeki gücü paylaşmaya yanaşmayan

bir kişilik, kadın çoğu zaman onu ezer! İktidar

olma, erk olma hırsı tuhaf tabi. İlkel arzu bunlar,

mülk düşkünlüğü gibi! Sırlanmış Zamanın

Gölgesinde romanında Balık Yiyen Adam ile

onun oğlu Deli Ağa arasındaki Freudyen iktidar

çatışması bütün topluluğun yazgısını belirler.

Çatışma, Balık Yiyen adamın oğluna yenilmesi,

karısını yanına alıp toplumu terk etmesiyle

sonuçlanır. Balık Yiyen Adam, karısı İguana ve

kendisiyle gelmeyi seçen Çakıl Ali ile birlikte on

yıl dağlarda dolaşır. O süreçte üç kişilik topluluktaki

iktidarını İguana’ya kaptırır. İktidar yerle

bir edilir, ama yeni bir iktidar tutkunu hep çıkar.

Bizim toplumumuzda, çoğu anne (bilinçaltı aldatmacasıyla)

eşsiz zannettiği ve eşsiz bir aşkla

sevdiği(!) aslında bilinçaltının en karanlık yerindeki

yalnızlık korkusuyla, kendinden ayırmak

istemediği zavallı kızına bir önölüm hazırlar.

Gelelim bize. Benim aileme... Ben şanslıydım.

Harikulade bir ailem vardı. Babamla, patırtı

kütürtüye vardırmadan çatışmalar yaşadık.

Futbol oynamama izin vermek istemedi. Küçümsedi

bu işi. Bense bazı ciddi hesaplar içindeydim.

Bu konuda onu dinlemedim.

Annem şair olmamı istedi. Olamadım...

Suret romanımı, Sayın Bedriye Asiltürk’e... diyerek

ithaf etmeme karşın beni bağışladığını

sanmam...

Derinlere gitmek istiyorum: Babaları ve

anneleri tarafından ezilip, koşulsuz boyun eğmeye

zorlanan erkek çocuk ne kadar zayıf

karakterli, kişiliksiz oluyorsa; belli bir yaştan

sonra, babasını halen rakip gibi görüp alt etmeye

çabalayan, dolayısıyla anneye teslim olan

çocuklar da öyle zayıf kişilikli oluyor. İnsan bir

aşamadan sonra babasını yenerek, annesini

aşarak onlara annelik-babalık yapabilmeli. Bu

hem erkek hem kız çocuk için geçerli. Babaoğul

ile anne-kız ilişkisi, beslenmesi değil, bitirilip

gerektiği yere oturtulması gereken ilişkiler.

Lafı uzatmayayım: Zekeriya Asiltürk (babam)

yaşadığı çevrelerde çok güçlü bir toplumsal

kişilikti. Çevresi kamuoyu önderi rolü

vermişti kendisine... Benim için de önemli biri

oldu daima. Okuma-yazmayı ondan öğrendim.

Şehre gelen tüm filmlere ve tiyatro oyunlarına

bizleri götürürdü. Anlatı sanatlarına ilgimi, sanırım

filmlerde ve tiyatro oyunlarında kaybolmayı

seven adamla, yani babamla, beni geceleri

uyuturken harika masallar anlatan bilgeler

bilgesi anneanneme borçluyum.

16


Çocukken bir kelebeğim oldu benim. Üç

dört yaşlarındaydım; derebeyi konağımızın geniş

penceresine vuran güneşin o keskin ışığında

beliren esmer bir kelebek! Kanatlarındaki şu

kırmızı harelerle odamda birkaç tur döndükten

sonra, uzaklaşıp gitti. Pencerede kaldım. Onun,

ufka doğru giderken siyah bir taya dönüştüğünü,

birden durup bana baktığını hayal ettim. İşte

bu hayal, hayat boyu beni terk etmedi. Biliyorum:

Her insanın çocukluğu böyle büyülü anlarla

doludur.

Babamın, “Çocuklarımız bizim gibi olursa,

toplum olarak yerimizde sayarız. Biz onlar

gibi olabilmeliyiz” sözü beni derinden etkilemiştir.

Kendisi nüktedan biriydi. Başına geleni

iyi hikâye ederdi. Yaşadığı olayları anlatırken,

onları size gerçekten yaşatırdı. Nikolay Leskov

gibi bir adam düşünün, öyle biri işte...

Nezihe Altuğ: İnsanı yüzü içinde yüzler

yüzünün göründüğü sırlı ayna. Son kitabınız

Suret romanı yüze yazılı metinleri okuma biçiminiz

mi?

Cengis Asiltürk: Sinema en nihayetinde

yazıyla ya da sözlerle tarif edilen şu imgelerin

(senaryo), görüntülere (film) dönüştürülme

biçimi. Suret’te Suret Atölyesi hocaları, kethüdaları

ve ustaları gördükleri suretleri sözle tarif

ederler. Talebeler, gerçekte görmedikleri bu

suretleri dinler, sözler içindeki imgeleri zihinlerinde

canlandırarak tuvaller üzerinde görüntüye

dönüştürür. Roman başkahramanı Rüstem

Efendi, Şark/Doğu dünyasının güçlü hikâye

anlatma geleneğinin, Garp/Batı dünyasının o

güçlü suret çıkarma geleneğinin kişileşmiş bir

sentezidir aslında.

Nezihe Altuğ: Kadın imgesi önemli romanlarınızda...

Sırlanmış Zamanın Gölgesinde,

Muleta, Ölüyaprak Vuruşu... Kadını iyi

tanıdığınızı söyler okuyucularınız. Yine öyle

mi? Bu sefer, Suret romanı daha fazla bir

erkek hikâyesi diyebilir miyiz? Sırada hangi

kitap var?

Cengis Asiltürk: Değil. Bildiğim ya da

düşleye/bildiğim dünyaları yazıyorum hep; orda

zaman zaman kadınlar öne çıkıyor, zaman zaman

da erkekler... Birisi öne çıksın diye planlamam,

ancak işte şimdi düşündüm; sanırım,

kadınlar iç dünyalarıyla, erkekler savaşımlarıyla

öne çıkıyor. Çocukluğum kadınlarla geçti.

Kadınları iyi tanıyorum. Teyzelerim, halalarım,

onların (hem annem, hem babam, evlerinin en

küçük çocukları...) benden yaşça çok büyük

kızları, komşu kadınları... Sonraki yıllar! İlkokul

öğretmenimden tutun, bugüne dek hayatımı

hep iyi kalpli yönetici kadınlar ya da kötü kalpli

kimi kadar biçimlendirdi. Bunların etkisi olabilir...

Bakış Boşluğu kitabım raflarda yerini aldı.

Nezihe Altuğ: İdolünüz bir romancı var

mı?

Cengis Asiltürk: Aynı soruyu edebiyat öğretmenim

de sormuştu. “Hayır” demiştim ona

da! Sonra kendisini şaşırtan şu sözü ekledim:

“Ben büyük romanlar yazacağım!” Şimdi, Ahmet

Hamdi Tanpınar bana gülümsüyor. “İnsanın

hayatı bütündür.” Orhan Pamuk bana gülümsüyor:

“Bir gün bir kitap okudum...”

Sevgilerimle ve saygılarımla...

17


Eşref YENER

TÜFENGİMDE İFŞA MANGALARI

militan çağıdır ömrümün

ya kırk gülün tetik uykusunu

ya her şeydeki ucuz kahrı düşürürüm tüfengime

düşürürüm de eyvah diyen kim

geldim kuru ilenç çaputlarıyla

geldiysem bir gülü geçiştirmeye

gelip oyalanmak diye yürüdüm

bu insanın kendine yetişemediği,

sokağına yetmediği çağı

gelip de göğe dineldim

yassı bir akşamı çıkmaya, mahvımı denemeye

haddimce dineldiğim göğ

akşama taşırdığım yarım huyla

kan ya da telafi

izah ya da telef

üç kere adınla seslendim güle

göğ soluğundan başlar diye

geldiysem öykümü yola üleştirmeye

geldim şaşkın kavlar halinde

gelip de bu kendimi arsızca sorduğum gülü

bu akşamın getirdiği yaban huyu

ve denilsin ki

susmakla sınandığım bozgun yüzü buldum

kaypak çağıdır ömrümün

şehrin çirkefinden geçer çürüttüğüm her gül

sustukça eskir

kaçak ve yalavuz

döşümde bir usul çocuğu Anadolu’nun

tef ve heba

ve olur olmaz kan isimleri tüfengimde

Funda AÇIKGÖZ

18


v

pT

DOSYA

ÜLKÜ TAMER

ŞİİRİ

umutların arasından

kirpiklerin karasından

döşte bıçak yarasından canım

güneş topla benim için

Ülkü TAMER

Cevat AKKANAT - Bâki Ayhan T. - Hasan SAKIN -

Aslıhan TÜYLÜOĞLU - Önder ÇOLAKOĞLU

19


ÜLKÜ TAMER

VE ŞİİR GELENEĞİ

Cevat AKKANAT

“İlk beş kitabında reel hayata, folklore, somut göndermelere hiç

yüz vermeyen Tamer şiiri, bazen şiirini moderniteden uzaklaştırıp,

gelenekle, Anadolu geleneğiyle çokça iç içe sokmuştur.”

Ülkü Tamer’in gelenekle ilgisi söz konusu

edildiğinde, dikkatler sürekli olarak onun halk

şiiriyle kurduğu köklü bağlantıya çekilir. Sözgelimi

Enis Batur, onun da Cemal Süreya gibi,

‘Türk halk şiiriyle yapıcı, kan dolaşımını hızlandırıcı

bir ilişkiye’ 1 girdiğini kaydeder. Mehmet

Can Doğan ise, aynı bağa, onun şiirlerindeki

şekil unsurlarını incelerken değinir. Buna göre,

şairin ‘hece ölçüsüne ve halk şiirinin bazı biçimlerine

gösterdiği ilgi’, onu ‘İkinci Yeni’nin diğer

şairlerinden ayıran en önemli özellik’ 2 tir. “Mani,

türkü deyişme, ağıt gibi şiir biçimlerini deneyen

şair, bu biçimleri kendi edasıyla yenilemiştir.” 3

Orhan Kahyaoğlu da Ülkü Tamer’i, ‘yerel kavramların

tadını şiirinde yine de en iyi kullanan

şairlerden biri’ 4 olarak anar. Bu özellik, onun

Halk şiirine vakıf oluşundan ötürüdür. Zaten

yazısının devamında da ‘Yerellik değil, folklorik’

şeklinde bir açıklama yapar: “İlk beş kitabında

reel hayata, folklore, somut göndermelere hiç

yüz vermeyen Tamer şiiri, bazen şiirini moderniteden

uzaklaştırıp, gelenekle, Anadolu

geleneğiyle çokça iç içe sokmuştur. Somut bir

yörenin dünyası, duyargalarında gezinir. Bu,

kendi özel geçmişinin kopmaz parçası olan

Gaziantep’tir.” 5

Şiir üzerine yazı yazmaktan ve şiir hakkında

konuşmaktan hoşlanmadığını bir vesileyle 6

söyleyen Ülkü Tamer’in pek tabii olarak gelenek

üzerine neler düşündüğünü şiiri dışındaki

verilerden yeterince öğrenemiyoruz.

Bu yüzden, gelenekle ilgili olarak Ülkü

Tamer’in tespit edebildiğimiz düşünceleri, birkaç

kaynaktan ibaret kalacak. Bunlardan ilki,

bir röportajda verdiği bazı ipuçlarından oluşur.

Buna göre, şair, eserlerinde görülen halk şiiri

özelliklerini, önce mahalli çevreye, doğup büyüdüğü

Gaziantep’e, sonra da müzik sektörüne

bağlar: “Ben şiirde Antep’e dönünce ister

istemez halk şiirine biraz daha yaklaştım. Biraz

20


onu aradım. Tabii bir ara da Zülfü Livaneli’ye

o dönemlerde çok şarkı sözü de yazıyordum.

Onların da vezinli kafiyeli olması gerekiyordu.

‘Güneş Topla Benim İçin’, ‘Selam Olsun’ gibi. İster

istemez onlar da vezinli kafiyeli oldu. Ama

tek neden o değil. Halk şiiriyle ilgileniyorsanız

onun belirli kuralları var. O kurallar içinde oynamanız

gerekiyor.” 7 Ülkü Tamer, başka bir konuşmasında

da ‘ölçülü uyaklı’ sözlerin önemini

vurguladıktan sonra, bazı şiirlerini Karacaoğlan

ve Yunus Emre’nin şiirlerinden ‘yola çıkarak’

yazmış olduğunu belirtir. 8

Şairin gelenekle ilgili görüşlerini dile getirdiği

bir başka metin ise, bir gazete fıkrası

niteliğindedir. Ülkü Tamer, “Önce Araçlarınızı

Tanıyın” 9 başlıklı yazısında, Attila İlhan’ın bir

dergiye verdiği gelenekle ilgili cevaba değinir

ve onu ‘haklı’ bulur. Ardından, kendi görüşlerini

sıralar: “Gençler arasında şiir geleneğimizi,

eski şairlerimizi, vezni, kafiyeyi bilenler var

elbet. Yazdıklarından da belli oluyor bu. Ama

çok kişi, birçok konuda olduğu gibi, yaptığı işi

kendisiyle başlatıyor./ İmzalarını ilk gördüğüm

bazı şairlere bakıyorum. Pırıltılar taşıyorlar, kişilik

belirtileri var. Ama orada kalacakları belli.

Çünkü şiirimizi bilmiyorlar. Şiirin temel araçlarını

bilmiyorlar. Kimi vezinle yazmaya özeniyor,

vezin nedir bilmiyor. Kimi kafiye tutturmaya

özenmiş, kafiyenin temel ilkelerinden habersiz,

‘geliyorum’ ile ‘gidiyorum’u kafiye sanıyor.

(...) Keser kullanmayı bilmeyen bir marangoz

düşünülebilir mi? Kamerasını tanımayan bir

görüntü yönetmeni? Eline steteskop almamış

bir doktor? Bir işe soyunacaksanız, önce o işin

temel özelliklerini, araçlarını, o araçların nasıl

kullanılacağını öğreneceksiniz. Sonra isterseniz

bırakırsınız o araçları, kendi araçlarınızı yaratırsınız.

Ama önce öğreneceksiniz.”

Ülkü Tamer’in, gelenekle ilgili dile getirdiği

başka bir düşüncesine rastlayamadığımızı belirtelim.

Ülkü Tamer’de Divan Şiiri Etkisi Yok mu?

Yanardağın Üstündeki Kuş 10 isimli toplu

şiir kitabını ana malzeme alarak bu çalışmamıza

konu yaptığımız Ülkü Tamer, Divan şiirine,

özellikle de bu şiirin şekil unsurlarına karşı

fazla bir yakınlık kurmuş değildir. Öyle ki, şairin

bu yöne dönük az sayıdaki yakınlaşması, sadece

beyit esasını kullanma tarzındadır. Örneğin

onun şiirlerinden “Bir Anı” (s. 67) tek beyitten

oluşurken, “Aziz Nesin İçin” (s. 163), “Halikarnas

Balıkçısı İçin” (s. 169) ve “Tabiatın Bahçeden

Görünüşü” (s.174) başlıklı şiirleri ikiliklerle

örülmüştür. Fakat bu kullanımların geleneksel

bir ağırlık taşıdığını söyleyemeyiz. Fikir vermesi

amacıyla, “Halikarnas Balıkçısı İçin” şiirini sunuyoruz:

“Kayrak taşlarından yontulmuş

saçları ve merhabası

Bir yıldız yangını deniz debinde

gözleri ve kelimeleri.

Orfozun içindeki mücevher

yüreği ve sürgünü.”

Ülkü Tamer’de Halk Şiiri

a. Dörtlük Nazım Birimi

Ülkü Tamer, İkinci Yeni şairleri arasında,

dörtlük birimiyle yazdığı şiirler bakımından ayrı

bir konuma sahiptir. Şairin dörtlük birimini kullanarak

oluşturduğu metinler şöyle sıralanabilir:

“Kan” (s. 41), “İntihar Anlaşması” (s. 42),

“Yaprak Ağacı” (s. 46), “Arsenik Koydum Biraz”

(s. 47), “Ben Var Ölmek” (s. 48), “Balad” (s. 49),

“Konuşma”(s. 52), “Horoz’a Binen Atlı” (s.53),

“Tavşan Tüylü Tavşan” (s. 54), “Akvaryum” (s.

55), “Derin Mavi Tilki” (s. 56), “Virgül Korsanların

Elinde”(s. 100), “Virgül Sinemada” (s. 107),

“Virgül’ün Kılıcı” (s. 113), “Aralık Ocak Şubat” (s.

128), “Mücap Ofluoğlu’nun 40. Yılı İçin” (s. 166),

“Dağlarca’nın Bir Şiiri Üstüne” (s.167), “Uyku”

(s. 172), “Ağıt” (s. 205), “Üşür Ölüm Bile” (s.

21


206), “Ökkeş’in Türküsü” (s. 231), “Kırda Vurulanların

Türküsü” (s. 232), “Mayın Tarlasında

Maniler” (s. 233), “Şaşıbey’e Maniler” (s. 234),

“Nişan Türküsü” (s. 235), “Yola Düşme Türküsü”

(s. 236), “Atlının Türküsü” (s. 237) “Şahdamar”

(s. 238) “Bizim” (s. 239), “Selam Olsun” (s. 240),

“Güneş Topla Benim İçin”(s. 241), “Akşamüstü

Deyişme”(s. 242), “Geceleyin Maniler” (s. 244),

“Geceleyin” (s. 246).

Bunlardan sadece “Mücap Ofluoğlu’nun 40.

Yılı İçin” şiiri tek başına bir dörtlükten oluşur.

Ayrıca, “Geceleyin Maniler” başlığı altında da

numaralandırılmış yedi maninin bulunduğunu,

bu bakımdan, bunları da tek dörtlükten oluşan

şiirler arasında anmamız gerektiğini belirtelim.

b. Ölçü ve Kafiye

Ülkü Tamer’in dörtlük nazım birimiyle

oluşturulan yukarıdaki şiirlerin bazılarında

ölçü veya kafiye bakımından belli bir düzen ve

uyum yoktur. Bu yönüyle dikkatlere sunacağımız

şiirler “Kan”, “İntihar Anlaşması”, “Derin

Mavi Tilki”, “Virgül Sinemada”, “Aralık Ocak

Şubat”, “Dağlarca’nın Şiiri Üstüne” ve “Üşür

Ölüm Bile” başlıklı metinlerdir. Bunlardan ölçü

bakımından serbest bir nitelik taşıyan “İntihar

Anlaşması”ndan bir bölüm (s. 42) aktarıyoruz:

“Karanlık vurunca gemileri kıyıya

Açarım kapını, kurur mercan;

Denize doğru ölür martılar

Gölgesi kan yüklü bir adadan.

(...)

Ansızın başlanır saçlarımıza,

Çürür yelkenler, kurur mercan;

Ağzını kanla yıkayan çocuk

Usanır ölmeyi aynı silahtan.”

Ülkü Tamer’in dörtlüklerle yazılmış diğer

şiirlerinde hece ölçüsünün 7’li, 8’li, 11’li ve

14’lü kalıpları kullanılmış, bu arada, kafiye örgüleri

de çoğu kez sağlam atılmıştır. Bu şiirleri,

“Hece Ölçüsü”, “Türküler” ve “Maniler” gibi

çalışmamızın değişik alt başlıkları altında geniş

şekilde inceleyeceğimiz için, burada ayrıntılı

örneklemeye girişmiyoruz. Fakat kimisi 11’li,

kimisi 14’lü hece ölçüsüyle yazılmış ve iç içe

geçmiş 15 dörtlükten oluşan “Virgülün Kılıcı”

başlıklı metni diğerlerinden ayırıyor, bir bölüm

sunuyoruz:

“...

Virgül esneyerek ve düşünerek

Gözlerini açtı, kümeste sesler,

Havada yağmurlar, yerde tavuklar,

Tavuklar gidiyor onar on beşer,

Koşsa yetişemez, Mariteş hızlı,

Hem annesi sansar, hem de babası,

Hem yaşı geçkince, görmüş geçirmiş,

Doğum yeri Fasın Oba obası,

(...)

Aksırarak uyandı çiftçilerin çiftçisi,

Eskiden onbaşılar takımında sağ bekti,

Görmeyince virgülü, görünce Mariteşi

Duvardaki tüfeği kapıp tetiği çekti,

...” (s. 114)

Hece ölçüsü bakımından Ülkü Tamer’in şiirleri

oldukça zengindir. Şairin Yanardağın Üstündeki

Kuş kitabındaki dörtlüklerden oluşan

şiirlerinin büyük bir çoğunluğu hece (7’li, 8’li,

11’li veya 14’lü) ölçüsüne sahipken, çok azı da

ölçüsüzdür.

Bunları ölçülerine göre tasnif edecek olursak

şöyle bir tablo çıkar:

7’li hece ölçüsüne sahip olanlar: “Arsenik

Koydum Biraz”, “Ben Var Ölmek”, “Balad”,

“Uyku”, “Mayın Tarlasında Maniler”, “Şaşıbey’e

Maniler”, “Geceleyin Maniler”.

22


8’li hece ölçüsüne sahip olanlar: “Mücap

Ofluoğlu’nun 40. Yılı İçin”, “Ağıt”, “Ökkeş’in

Türküsü”, “Kırda Vurulanların Türküsü”, “Nişan

Türküsü”, “Şahdamar”, “Bizim”, “Selam Olsun”,

“Güneş Topla Benim İçin”, “Geceleyin”.

11’li hece ölçüsünü taşıyanlar: “Yaprak

Ağacı”, “Horoza Binen Atlı”, “Tavşan Tüylü Tavşan”,

“Akvaryum”, “Yola Düşme Türküsü”, “Atlının

Türküsü”, “Akşamüstü Deyişme”.

14’lü Ölçü bulunanlar: “Konuşma”, “Virgül

Korsanların Elinde”.

Ölçüsüz Olanlar: Ülkü Tamer’in dörtlüklerden

oluşan şiirlerinden hece ölçüsü bulunmayanlar

ise şunlardır: “Kan”, “İntihar Anlaşması”,

“Derin Mavi Tilki”, ”Virgül Sinemada”, “Virgül’ün

Kılıcı”, “Aralık Ocak Şubat”, “Dağlarca’nın Bir Şiiri

Üstüne”, “Üşür Ölüm Bile” “Virgül Korsanların

Elinde” (Bu şiirin birinci dörtlüğünün ikinci

mısraı 12’lik, diğer dokuz dörtlükten oluşan

dizeler ise 14’lüktür.)

Yukarıda andığımız şiirlerden belli bir ölçüye

sahip olanları, her gruptan ayrı ayrı olmak

şartıyla en az birer örnekle inceleyeceğiz. Fakat

belirtmek lâzım gelir ki, hayli fazla olan mani

ve türküleri ayrıca ele almak daha faydalı olacaktır.

Bu konuda önce, şairin 7’li hece ölçüsüyle

yazdığı “Arsenik Koydum Biraz” (s. 47) şiirini ele

alalım:

“Arsenik koydum biraz

Usulca bardağına,

Ölsen iyi edersin,

Ceketine baksana.

Neden içiyor herkes

Kirli suları böyle?

Ben biraz temizledim,

Onardım arsenikle.

(...)

Kuşlar beni bekliyor.

Az kaldı arseniğim;

Haydi, çabuk ol artık

Mavi boğazım benim.”(s. 47)

Dikkat edilirse, bu şiirde (abcb, defe, ...)

şeklinde bir kafiye şeması vardır. Bu arada, ilk

beş dizesinde gösterdiğimiz gibi, 7’li hecenin

(3+4), (4+3), (5+2) ve (2+5) gibi çeşitli duraklarına

rastlanılmaktadır. Bu noktada aynı şeyleri

“Ben Var Ölmek”, “Balad” ve “Uyku” şiirlerini incelediğimizde

de görmekteyiz.

8’li hece ölçüsüyle yazılmış olan “Selam

Olsun” (s. 240) şiirinde duraklar (4+4) şeklindedir.

Dört dörtlükten oluşun bu şiirde kafiye

düzeni (abab, cccb, dddb,...) şeklindedir:

“Selam olsun dağa taşa

Yaranlara selam olsun

Ormandaki kurda kuşa

Cerenlere selam olsun

Dünya üstü kara zindan

Boynumuzda yağlı urgan

Yolculardan hancılardan

Soranlara selam olsun

(...)

Kâğıdımız çaput bizim

Kefenimiz bulut bizim

Mesleğimiz umut bizim

Kıranlara selam olsun” (s. 240)

“Selam Olsun” şiirinde var olan özellikler

“Şahdamar”, “Bizim”, “Güneş Topla Benim İçin”

şiirleri için de aynen geçerlidir. “Geceleyin”de

ise kafiye örgüsü (abcb, aded, afgf) şeklindedir.

Bu arada “Selam Olsun”da nakarat olarak

tekrarlanan “...lara selam olsun” benzeri bir

tekrar, diğer şiirlerde de vardır. Bu tekrarlar

23


“Şahdamar”da “...lerde buldum seni”, “Bizim”de

“...ler bizim”, “Güneş Topla Benim İçin”de “Güneş

topla benim için” ve “Geceleyin”de “Geceleyin

karanlıkta” şeklindedir.

8’li ölçüye sahip olan “Mücap Ofluoğlu’nun

40. Yılı İçin” şiiri ise tek dörtlükten oluşur. Bu

şiir (4+4) duraklı olarak ve (aaxa) şeklinde kafiyelenerek

yazılmıştır.

11’li hece ölçüsüyle yazılmış olan “Yaprak

Ağacı” (s. 46) iki dörtlükten oluşur:

“Al bana yirmi beş kuruşluk bir ip

Hemen köşedeki aktara gidip,

Yetişmezse para, üste eklersin,

Ölecek olan ben, sen de terzisin.

Belki sabahleyin kim bilir kaçta

Küçülen gözlerle olur ağaçta

Yirmi beş kuruşluk biraz güvercin,

Böyle işlemeli ölüm dediğin.” (s. 46)

Bu şiirde (aabb, ccbb) şeklinde bir kafiye

kullanılırken, 11’li hece ölçüsünün duraksız ve

(6+5) duraklı kısımları kullanılır. Aynı grup içinde

yer alan “Horoza Binen Atlı” ile “Tavşan Tüylü

Tavşan” şiirleri de iki dörtlükten oluşur. Bu şiirlerin

ilkinde (abcb, dbdb), ikincisinde ise (abcb,

dede) şeklinde kafiye şeması bulunmaktadır.

Her iki şiirde de (6+5) duraklı 11’li hece kullanılır.

(aaba, ccda, eefa) şeklinde kafiyelenen “Akvaryum”

ise, 11’li hecenin üç haliyle (6+5, 5+6

ve duraksız) söylenmiş dizelere sahiptir.

14’lü hece ölçüsüne sahip olan “Konuşma”

(s. 52) şiirinde ikinci dörtlüğün ilk dizesi 13’lü

ölçüye sahipse de, bunun sebebi, bu mısraın ilk

kelimesindeki noksanlık olsa gerektir. Sözkonusu

kelime “İy” şeklinde basılmış. Doğrusunun

“İyi” olma ihtimali vardır. Dizeleri (abab,

aaab) şeklinde kafiyelenen bu şiirde 14’lü ölçü

(7+7) duraklı şekliyle kullanılmıştır:

“- Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,

Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;

Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?

Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci

Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,

Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...

- Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.”

(s. 52)

Bu arada, Ülkü Tamer’in şiirleri arasında

dörtlük birimiyle yazılmamış, fakat hece ölçüsünün

belli bir kalıbına sahip olan şiirlerine

de göz gezdirmek gerekir: “Saçaklar Altında

Evlenme”(s. 44; Sone tarzıyla yazılmış olan bu

şiir 11’lik hece ölçüsüne sahiptir.) “İlmik” (s.

59; Üç tane ikilikten oluşan bu şiirde 14’lü hece

ölçüsü vardır.) “Ben Sana Teşekkür Ederim” (s.

61; 6 dizelik bu şiir 14’lü ölçüyle yazılmış.) “Korudan”

(s. 77) (Bu şiir üç tane beşlikten oluşmuş

ve şiirimizde çok az kullanılan 9’lu hece

ölçüsüyle yazılmış.) “Virgül Bıçaktan Korkuyor”

(s. 102; Bu şiirin ilk dört bendi dörtlükten oluşurken,

son bent beşliktir. Tamamı 7’li hece

ölçüsüyle yazılmıştır.) “Memik’e Ağıt”(s. 243;

Bu şiirin asıl kısımları dörtlüklerle ve 11’li hece

ölçüsüyle, üç kez tekrarlanan ve iki dizeden

oluşan kavuştak bölümü 8’lik hece ölçüsü ile

oluşturulmuş.), “Delikanlı” (s. 247; Türkü formuyla,

üçlüklerden oluşan iki asıl bent ile kavuştak

mahiyetinde iki ayrı ikilikten oluşan bu

şiirde 11’li hece ölçüsü kullanılır.) Bunlardan

birkaçına örnek verelim:

“Korudan” şiirinden bir bölüm:

“Sevimli, önemsiz, vuruşkan,

Ava çıkardı, şarabı yok,

Kuşu biterdi, serçesi yok,

Beyaz bir köprüydü rüzgârı

Güney dalının yaprağından.

24


...” (s. 77)

“Virgül Bıçaktan Korkuyor”dan:

“Virgüldür bu,/ külhandır, 4+3 duraklı

Silgilere /düşmandır,

Öğretmene /pek kızar,

En sevdiği/ şey kandır,

Ağaçlardan/ kestane,

Kan büyük /döne döne,

Kaçın çocuklar,/ kaçın,

Bıçak geliyor/ yine,

...” (s. 102)

c. Ülkü Tamer’in Türküleri

3+4 duraklı

5+2 duraklı

Ülkü Tamer de, diğer İkinci Yeni şairleri

gibi, şiirlerinden bir kısmını türkü veya ağıt

adıyla anmıştır. Şairin türkü ve ağıt adıyla sunduğu

şiirleri “Ağıt” (s. 205), “Ökkeş’in Türküsü”

(s. 231), “Kırda Vurulanların Türküsü” (s. 232),

“Nişan Türküsü” (s. 235), “Yola Düşme Türküsü”

(s. 236), “Atlının Türküsü” (s. 237) ve “Memik’e

Ağıt” (s. 243)tır. Ayrıca, “Üşür Ölüm Bile” (s.

206), “Akşamüstü Deyişme”(s. 242) ve “Delikanlı”

(s. 247) şiirlerinde ise klâsik türkü formlarıyla

ilişkili şiirlerdir.

Bu türkülerden “Ökkeş’in Türküsü”, “Kırda

Vurulanların Türküsü” ve “Nişan Türküsü” dörtlüklerle

ve 8’li hece ölçüsüyle yazılmışlardır.

“Ökkeş’in Türküsü”nden bir bölüm sunuyoruz:

“Ağa oğlu paşa oğlu

Önünde evinin yolu

Dilinde güneşin balı

Döşünde çiçeğin gülü

Ağaç sende kurt bendedir

Temmuz sende mart bendedir

Yetmiş iki sırt bendedir

Her bir sırtta gurbet çulu

...” (s. 231)

“Nişan Türküsü”nde ise her dörtlükten sonra

tekrarlanan ve ikiliklerden oluşan bir kavuştak bölümü

bulunmaktadır. Bir bölüm aktarıyoruz:

“Anasının adı Güllü

Kızı kendisinden dilli

Derdi günü bir tas bulgur

Göğe bakışından belli

Kız nişanın kutlu olsun

Şekeri de tatlı olsun

Babasının adı Ziya

Yanaşma dururdu beye

Kalenin burcunu gözler

Hızır görünecek diye

Kız nişanın kutlu olsun

Şekeri de tatlı olsun

...” (s. 235)

Ülkü Tamer’in türkülerinden “Yola Düşme

Türküsü”, “Atlının Türküsü”, “Akşamüstü Deyişme”,

“Memik’e Ağıt” ve “Delikanlı”, 11’li hece

ölçüsü ile yazılmışlardır. Bu şiirlerden “Yola

Düşme Türküsü” ile “Atlının Türküsü” üçer

dörtlükten oluşur. Kafiye örgüleri de (abab,

cccb, dddb...) şeklindedir. Birincisinde “Durmak

olmaz gayrı düşek yollara”, ikincisinde ise “Yürü

atım rahvan atım tez yürü” dizesi nakarat olarak

her dörtlüğün sonunda tekrarlanmaktadır.

“Yola Düşme Türküsü”nden iki dörtlük aktarıyoruz:

“Ekmeğin üstünü dikenler sardı

Durmak olmaz gayrı düşek yollara

Uşaklar feryadı Antep’e vardı

Durmak olmaz gayrı düşek yollara

(...)

Pınarın koynunda ateş bekliyor

Analar memede ağu saklıyor

Ecel gelmiş işte canı yokluyor

Durmak olmaz gayrı düşek yollara” (s. 236)

25


11’li ölçüyle yazılmış olan “Akşamüstü Deyişme”

başlıklı şiir ise karşılıklı konuşma (“Karşılıklı

Türküler”) edasıyla söylenmiştir. Diğer

şiirlerden farklı olan bu yapısı, onun bir türkü

çeşidi olan karşılıklı deyiş türkülerine benzerliğini

gündeme getirir. Genellikle Halk hikayelerinde

görülen bu tarzı Ülkü Tamer’in ustaca

kullandığı ortadadır. Kafiye düzeni (abab, cbcb,

dbdb) şeklinde olan bu türküyü de aktarıyoruz:

“- Uruş Gölü’nde mi yudun saçını

Ateşten çözülmüş yalıma benzer

- İçimin kanında yudum saçımı

Yasla tarazlanmış kilime benzer

- Devret Dağı’na mı değdi topuğun

Keklik kanadında gündüze benzer

- Yoksulluk izine değdi topuğum

Sabaha karışan yıldıza benzer

- Nafak Suyu’nu mu gördü gözlerin

Cam üstüne vurmuş geceye benzer

Senin gördüğünü gördü gözlerim

- Güle aşılanmış acıya benzer” (s. 242)

11’li grup içinde yer alan “Memik’e Ağıt” ile

“Delikanlı” türküleri de ana bölümler arasındaki

kavuştaklarla “Nişan Türküsü”ne benzerler. Fakat

bu arada birincisinin kavuştağı aynen tekrardan

oluşurken, ikincisinde bazı değişiklikler

göze çarpar. Konuları ölüm olan bu iki şiirden

“Delikanlı”yı sunuyoruz:

“Döşünün ortası bir gümüş sini

Geceden başlatır aydınlık günü

Sıkılganlık onun nişanlı yanı

Gül alır dalından sabah olunca

Yakar türküsünü inceden ince

Alnının ortası bir uzun şose

Kara kirpikleri yakışır yasa

Sevda candan uzun, can günden kısa

Gül verir dalına akşam olunca

Yakar türküsünü inceden ince” (s. 247)

Adı yas türkülerini çağrıştıran “Ağıt” şiiri

ise adıyla olduğu kadar biçim özellikleriyle de

Halk şiiri etkilerini taşır. 5 dörtlükten oluşan şiirde

4+4 duraklı 8’li hece ölçüsü ve (abab, cccb,

dddb, ...) kafiye şeması kullanılır. İki dörtlüğü

iktibas ediyoruz:

“Bu toprakta kalır adın

Tohumların arasında

Yeşilinde tarlaların

Başakların sarısında

Yıllar geçse de aradan

Kopar gelir ırmaklardan

Işır yine kurşunlanan

Dostlarının yarasında

...” (s. 205)

Ülkü Tamer’in türküleri arasında saydığımız

“Üşür Ölüm Bile” şiiri üç ana dörtlük ile

üç kez tekrarlanan dörtlük halindeki bir kavuştaktan,

yani toplam 6 dörtlükten oluşur.

Bu şiirde şekil türkü formu taşımaktadır. Şiirin

konusu da ölümü ihtiva etmektedir. Dizeleri ölçülü

olmayan bu şiirde ritmi ses benzerlikleri

ve tekrarlar sağlamaktadır. Bir kısmını aşağıya

alıyoruz:

“Bir ormanda tutup onu

Bağladılar ağaca

Yumdu sanki uyur gibi

Gözlerini usulca

Bir soğuk yel eser

Üşür ölüm bile

Anlatır akan kanı

Beyaz sesiyle

Diz çöktüler karşısında

Sonra ateş ettiler

Parçalanan yüreğine

Yuva kurdu mermiler

Bir soğuk yel eser

Üşür ölüm bile

Anlatır akan kanı

Beyaz sesiyle”

26


d. Ülkü Tamer’den Maniler

Halk şiirinin en küçük nazım şekli olan

maniler en genel şekliyle yedişer heceli dört

mısradan oluşurlar. Manilerde birinci, ikinci

ve dördüncü mısralar kendi arasında kafiyeli,

üçüncü mısra ise serbesttir. Yani kafiye örgüsü

(aaxa) şeklindedir. Bunun yanı sıra, birinci

ve üçüncü mısraları serbest, ikinci ve dördüncü

mısraları kafiyeli olan maniler de vardır.

Manilerde asıl söylenecek husus dördüncü

mısrada söylenir. Dolayısıyla önemli olan dördüncü

mısradır. İlk üç mısra ise sanki söylenecek

olana hazırlık için vardır.

Manilerde ele alınan konuların başında aşk

gelmekle birlikte bunları sınırlamak mümkün

değildir.

Buraya kadar manilerin klasik şekilde

olanlarını açıkladık. Bunun dışında, manilerin 5,

6, 7, 8, 9, 10, 14 dizeden oluşan şekillerinin olduğunu,

ayrıca “Kesik” (Cinaslı), “Artık” ve “Karşılıklı”

isimleriyle anılan türlerinin bulunduğunu

belirtelim.

Bu açıklamalardan sonra, Ülkü Tamer’in

şiirleri arasında gördüğümüz ve toplam üç başlık

altında sunulan manilere değinmek istiyoruz.

Ülkü Tamer’in, yukarıda ölçüsüne göre

tasnifini yaptığımız şiirlerinden bir kısmı mani

adıyla anılmaktadır. Şairin bu manileri Yanardağın

Üstündeki Kuş’ta “Mayın Tarlasında Maniler”

(s. 233), “Şaşıbey’e Maniler” (s. 234) ve “Geceleyin

Maniler” (s. 244) isimleriyle yer alırlar.

Şair, “Mayın Tarlasında Maniler” başlığı altında,

konu itibariyle birbiriyle ilgili beş maniyi

belli bir bütünlük içinde sunar:

“Kilis’e haber saldım

Hekim gelecek bildim

Kanı bir yana bırak

Revan içinde kaldım

Haber saldım kuş ile

Gagasında yaş ile

Yol gözledim ardından

Bir sıcacık düş ile

Tarlada kara mayın

Beni diriye sayın

Canda tohum taşırım

Tohum sesini duyun

Işık vurmaz karama

Bende şifa arama

Ellerim yok ki artık

Tütün basam yarama

Kilis’e haber saldım

Ne ağladım ne güldüm

Gündüz geceye değdi

Takvim yaprağın yoldum” (s. 233)

Şairin yukarıda özelliklerini anlattığımız

mani nazım şeklinden faydalanarak daha geniş

ve bütünlüklü bir şiire ulaştığı benzer bir metin

“Şaşıbey’e Maniler”dir. Altı maninin toplamından

oluşan bu manzumede de belli bir konu

bütünlüğü vardır:

“Başında poşusu var

Gözünde şaşısı var

Kanmayın beyliğine

Onun da paşası var

Dağ düzünde dolanır

Sabah akşam ilenir

Besni’de kemik duysa

Harkete’den yalanır

Bir bakar iki görür

İkide teki görür

Gökte güneş görmez de

Üzümde leke görür

Evinin önü pınar

Parmağın bala banar

Sofralara çeker de

Gizlide adam sınar

27


Aşı küncülü ekmek

Üstü incili ekmek

Önümüze attığı

İçi sancılı ekmek

Gün olur harman olur

Bizde de derman olur

Şaşıbey’in beyliği

Boynuna ferman olur” (s. 234)

Ülkü Tamer’in “Geceleyin Maniler” adıyla

yayınlanan manileri ise birbirinden rakamla ayrılmış

olan yedi maniden oluşmaktadır. Bunlardan

ikisini aktarıyoruz:

“Yoluma yar mı değdi

Dalıma mor mu değdi

Gönlümü yumuş iken

Külüme kor mu değdi” (s. 244)

“Gül ağacı gül takmış

Bir gülü yana yıkmış

Sevdam burda kalmış da

Yüzüm gurbete çıkmış” (s. -245)

Ülkü Tamer’in bütün manilerinde, klâsik

manilerin kafiye örgüsüne (aaxa) uyulmuş olduğunu,

ayrıca (4+3), (3+4), (5+2) veya (2+5)

duraklı 7’li hece ölçüsüne bağlı kalındığını belirterek

bu bölümü bitiriyoruz.

Ülkü Tamer Şiirinde Gelenekten Faydalanmanın

Diğer Yolları

Ülkü Tamer’in şiirleri arasında Halk edebiyatından

faydalanışın bir başka örneği “Bilmeceler”

(s. 171) şiirinde karşımıza çıkar. Şair

burada, Anonim halk edebiyatındaki ölçülü, kafiyeli

bilmeceleri hatırlatmaktadır. Bu metinde

Ülkü Tamer dört bilmece sorup teker kelimelik

cevaplar verir. Bir bölüm aktarıyoruz:

“- Nedir geceden gündüze geçip

kendine beyaz bir ülke kuran?

- Kan.

- Ne denir onlara,

ıssızlığın ortasında

ıssızlık için savaşırlar?

- Çarşılar.”

Usta şairlerin çoğunda olduğu gibi, Ülkü

Tamer’in şiirinde de geleneksel unsurlara atıflar

yapılmaktadır. Sözgelimi şair, “Selam Olsun”

(s. 240) şiirini “Yunus’a”, “Güneş Topla Benim

İçin” (s. 241) “Karacaoğlan’a” ifadeleri ile yayımlarken,

bir bakıma geleneksel şiirdeki ustalarını

da anmaktadır.

Onun şiirinde geleneğin muhtevayla ilgili

unsurlarının farklı kullanımları da bulunmaktadır:

Örneğin, “Ben Var Ölmek” (s. 48) şiirinde

şair sanki Leyla vü Mecnun’un Mecnun’uyla

özdeşleşir: “Suda görsem kendimi,/Bakarım

ayna olmuş / Ne kemik tarafı var, / Saçımdaysa

üç yüz kuş.” Bu mısralardaki “suda kendini

görmek”le, Divan şiirinde sık kullanılan ‘Nergis’

kıssasına da, bir gönderme vardır. Ayrıca bu şiirdeki

‘kadeh’ ve ‘ayna’ kelimeleri de sanki eski

şiirden alınmış gibidir. Şairin “Bir Yere Gitmek”

(s.74) şiirinde yer alan “Balmumundan bir kayık

götürüyor bizi” ifadesinde bir mübalağanın yanı

sıra Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ından bir sahne

de hatırlanır. “Serçe” (s. 145) şiirinin 4. bölümünde

adı geçen ‘zümrüdüanka’ ise Halk ve

Divan şiirlerinin ortak unsuru olarak anılmaya

değerdir.

28


Bu arada, Ülkü Tamer’in “Bizim” (s. 239)

şiirindeki ‘canlar canı’ ifadesinin Yunus Emre’nin

bir şiirinde geçen “Canlar canını buldum” dizesiyle

benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz.

Şairin “Virgülün Başından Geçenler” (s. 97-

117) şiirinde, yer yer masallara özgü bir anlatımı

tercih ettiğini görürüz. Aşağıdaki parçada

bunu sezmek mümkündür:

“...

Sana aferin virgül, silgi sansarı sildi,

Bütün düşmanlar öldü, silgi de öldü,

Piliçler geri dönsün çiftçinin yatağından,

Tirenle geri dönsün, ördek şeftiren olsun,

Tavuklar bando çalsın, horoz da teftiş etsin,

Kazlar madalya versin, sana virgül aferin,

Çünkü sansara bile meydan okudun,

Mor bir kalem gelecek siz hepiniz uyurken,

Düşmanlar öldü diye mışıl mışıl uyurken,

Bir denizi kümesin duvarına çizecek,

...”(s.99)

Atasözleri kullanımı da bir gelenekten faydalanma

yöntemidir. Buna Ülkü Tamer’den

birkaç örnek gösterebiliriz: “Ağaçlar Geçtim

Ordan” (s. 57) isimli şiirinde kullandığı “Demir

tavında dövülür, ağaç yaşken eğilir,” şeklindeki

atasözleri ve “Avlu” (s. 264) başlıklı metninde

yer alan “Doğmamış oğlana don biçerdi boyuna.”

şeklindeki kullanımlar...

Ülkü Tamer’in, “Virgülün Kılıcı” (s. 113)

başlıklı metninin son dörtlüğüne kendi adını

yerleştirmek yoluyla da geleneğe bağlandığını

söyleyebiliriz:

“Nedir bu telaşınız, korkmayın çocuklarım,

Sonunda cezasını bulur o öcü sansar,

Kafam karışır sonra böyle bağırırsanız,

Virgül elbet yetişir, burda Ülkü Tamer var”

Sonuç olarak, İkinci Yeni hareketinin bu

ünlü şairinin geleneğe duyarsız kalmadığı ortadadır.

Kaynaklar

1 Enis Batur, E/Babil Yazıları, YKY, İst., 1995, ss. 100.

2 Mehmet Can Doğan, “Yanardağın Coğrafyası”, Ludingirra dergisi, S. 5 (Bahar 1998), s. 88.

3 age., s. 88-89.

4 Orhan Kahyaoğlu, “Yeniliği Erken Yakalayan Şair”, Ludingirra dergisi, S. 5 (Bahar 1998), s. 90.

5 age., s. 93.

6 Ülkü Tamer, “Ülkü Tamer’le Söyleşi”, (Konuşan: Orhan Kahyaoğlu), Ludingirra dergisi, S. 5 (Bahar 1988),

s. 59.

7 age., s. 50.

8 Ülkü Tamer, “Sinema Tutkunu Bir Şair: Ülkü Tamer” (Konuşan: Nesrin Arman), Broy dergisi, S. 6 (Nisan

1986), s. 5-6

9 Ülkü Tamer, “Önce Araçlarınızı Tanıyın”, Radikal Gazetesi, 28 Nisan 2001, s. 21.

10 Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, (Toplu Şiirler), Adam Yay., İst., 1994; Şairin bu kitabında Soğuk Otların

Altında (1. Bas. 1959), Gök Onları Yanıltmaz (1. Bas. 1960), Ezra İle Gary (1. Bas., 1962), Virgülün Başından

Geçenler (1. Bas. 1965), İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür (1. Bas. 1966), Sıragöller (1. Bas. 1974)

Antep Neresi (1. Bas. Can Yay. 1986,Yanardağın Üstündeki Kuş ile birlikte?) isimli kitapları yer almaktadır

29


ÜLKÜ TAMER İÇTENLİĞİ

Bâki Ayhan T.

“Neredeyse tamamen kendine özgü bir çıkış yapmış olması onun

herhangi bir gelenekle, geçmişle, ustayla bir arada anılmasını

zorlaştırıyor. Anahtar kavram ‘çocuksu duyarlık’tır ve bu anahtar

Tamer’in neden şair olduğunun da göstergesidir aslında.”

Bir şairin sanatının eriştiği değerin layıkıyla

anlaşılabilmesi için üç boyutlu bir aynanın

sınavından geçmesi gerekir: Geçmiş, bugün,

gelecek. Bir başka ifadeyle şairin ortaya

koyduğu yapıtın değerinin, anlamının hilesiz

şekilde belirlenmesi zaman çizgisi üzerindeki

varlığına, tuttuğu yere bağlıdır. Bu varlık, öyle

kolay sağlanabilecek, kolay saptanabilecek bir

varlık değildir. Şairler vardır, yaşadıkları dönemde

baş tacı edilmiş, şöhretin zirvesine çıkmış,

büyük şair sanılmış fakat öldükten sonra

yapıtı unutulmuştur. Hüseyin Suat Yalçın, Ümit

Yaşar Oğuzcan vs. Şairler vardır, yaşadıkları

günlerde arka planda kalmış, önemsenmemiş

ama yapıtlarının değeri ölümlerinden sonra anlaşılmıştır:

Emily Dickinson, Âsaf Halet Çelebi

vd. Şairler de vardır (ki, bunlar en şanslılarıdır)

hem yaşadıkları yıllarda hem de ölümlerinden

sonra değerli addedilmişler, saygı görmüşlerdir.

Dağlarca, Attilâ İlhan, İlhan Berk…

Ülkü Tamer, bu üç boyutlu ayna sınavında

ilginç bir yerde duruyor. Neredeyse tamamen

kendine özgü bir çıkış yapmış olması onun herhangi

bir gelenekle, geçmişle, ustayla bir arada

anılmasını zorlaştırıyor. Anahtar kavram “çocuksu

duyarlık”tır ve bu anahtar Tamer’in neden

şair olduğunun da göstergesidir aslında. 1

Kitaplarla içi içe güzel bir çocukluk yaşamış,

hayal dünyasının zenginliğinin tadını doyasıya

çıkarmış, sorumsuzluğa benzer bir rahatlıkla

doğaya, eşyaya bakmıştır. Buradan yol almıştır

şiire de… Ne İlhan Berk, ne Cemal Süreya,

ne Turgut Uyar… Hiçbirinde yoktur böylesi bir

manzara; trajiktir onlar. Peki, neden edebiyat

tarihçileri onu İkinci Yeni içine yerleştirirler?

Hakikaten yaman bir sorudur Ülkü Tamer’in

hangi kriterler bağlamında İkinci Yeni içinde sayıldığı.

Nedeni açık bu yamanlığın; İkinci Yeni’ye

mal edilen belli başlı kriterlere sığmaz onun

çıkışı. Hepsinden biraz… ama aslında hiçbiri…

Alışılmamış bağdaştırmalar? Evet! Soyutla-

1 Neden söylememeli? Çocuksu duyarlık’ın Türk şiirindeki ilk yetkin yapıtı Dağlarca’nın 1940 tarihli Çocuk ve Allah’ıdır ve

üstelik Ülkü Tamer’de kendi ifadelerinden biliyoruz ki ergenlik günlerinden itibaren sıkı bir Dağlarca okurudur. En sevdiği

filmlerden birinin Cinema Paradiso olması da aynı bağlamda düşünülmelidir. Eh, çocuklardan oluşan bir jüriden ödül almış

olmayı çok önemsemesi de bu çerçeveye sığmalıdır.

30


ma? Abartılmayacak oranda! Dile müdahale,

dilin mantık düzenini bozma? Dozunda! Peki,

o zaman? Olsa olsa ilk şiirlerindeki çağrışım

zenginliği ve “ben var ölmek”, ortak bir kanı

doğurmuştur onu İkinci Yeni içinde görmeye

dair. Yeni yeni uç vermeye başlayan bir eğilim

olarak İkinci Yeni, dönem içinde şiire başlayanların

uzak duramayacakları bir tebeşir dairesi

çizmiş; eski kuşaklardan gelen Edip Cansever,

Turgut Uyar gibi şairler bile buna uzak duramamıştı.

Şiire taze bir başlangıç yapan Ülkü

Tamer de bu şiire kendince merhaba demiş

ama esasen kendi çizgisini yaratma arzusunda

olmuştur. Edip Cansever, İlhan Berk ve Turgut

Uyar’daki keskin dönüşlere rastlanmaz onda.

Şiire, çocukluğun masumiyetini yitirmeden

kısa zamanda kayda geçirmek istermişçesine

hızlı bir giriş yapmış, kısa zamanda birbiri

ardına yayımladığı beş kitapla imzasını kabartmıştır:

Soğuk Otların Altında (1959), Gök Onları

Yanıltmaz (1960), Ezra ile Gary (1962), Virgülün

Başından Geçenler (1965), İçime Çektiğim

Hava Değil Gökyüzüdür (1966). Ülkü Tamer’in

ilk kitabını yayımladığı yıla dek Garip şiiri “azalan

verimler” nedeniyle eksilmiş, dile yeni tatlar

getiren, hayat ve dil ilişkisinde ilginç çıkışlara

imza atan İkinci Yeni belirgin şekilde yol almış 2 ,

yeni şiir için “imge ve çağrışım” ortak katman

olmuştu. Ne ki, Ülkü Tamer şiiri bir dil şiiri olarak

değil, hayat şiiri olarak başlayıp gelişmiştir.

Dil deformasyonlarının, dile gramatikal/etimolojik

müdahalelerin en aza indirgenmiş olması

Tamer’in çıkışında dikkat çeker. Amacı dile

çatarak değil, dili yeniden çatarak bir şiir kurmaktır.

“Ben var ölmek” derken bile sanki dilin

gramatiğine değil, çocuk dilinin hayata ilişkin

yanına dokunur.

Buradan yol alırsak…

Ülkü Tamer şiiri üzerine bir harita çizmeye

çabalayanların karşısına çıkacak ilk argüman

“otobiyografi” olacaktır. Kimi zaman açık kimi

zaman örtülü ama her zaman içselleştirilmiş

olarak onun şiirlerine sızmıştır hayat. Hangi

hayat? Elbette önce çocukluktaki yaşantı ve

sezgiler, sonra da ilkgençlikteki izdüşüm ve hayaller.

3 Hayatın şiire yansıması dönemin ortak

diline yakın şekilde tezahür etmiştir ama Ülkü

Tamer’in şiirine tutulan aynanın yansıtacağı üç

boyutun üçü de hayata dair görüntüler, imgeler,

çağrışımlardır. Soğuk Otların Altında’daki

“Dokuma, Ölümdü Adı, Kiremit Damlı Kırmızı

Ev, Uzak Ev, Utanç, Saçak Altında Evlenme”

vs. gibi şiirlerin izdüşümleri daima yaşanana

eklemlenir. Kitabı meydana getiren şiirlerin

sunduğu metinsel görüntüler enikonu ilginçtir.

Sone, balad, terza rima, hece ölçüsü, dörtlük,

beyit, mensur şiir, serbest teknik… Ne ararsanız

vardır. Yirmili yaşlarının başlarını süren bir

şairin biçimsel kafa karışıklığını anlayışla karşılamak

gerekir; üstelik biçimsel açıdan -birkaçı

hariç- nasıl görünürse görünsün şiirlerin ortak

bir dili, biçemi vardır. Sonradan İkinci Yeni’nin

ortak motiflerinden sayılacak güvercin, çingene,

intihar, çocuk, gemi, çarşı vd. bu şiirlerde

adeta geçit resmi yapması da önemlidir.

Şiiri olgunlaştıkça dille ilişkisi de rayına

oturmuştur. Dilin anlam aktarmadaki işlevinin

sürprizlerle tanımlamayı sever. Şaşırtıcı spontane

buluşları vardır; “Bizim kelimemiz sevgidir,

/ ama sözlükte nefret daha önce gelir” 4

diyerek ilginç bir sözlüksel saptamada bulunur

ve bunu hayata ilişkin kılar. “Hatırladığım ka-

2 İlk şiir olarak İlhan Berk’in “Saint-Antoine’ın Güvercinleri” (1953), ilk kitap olarak ise Cemal Süreya’nın Üvercinka’sı (1958)

İkinci Yeni’nin oluşumunda genel kabul görmüş kilometre taşlarıdır.

3 2016’da Ülkü Tamer hakkında bir tez yazdırdığım değerli öğrencim Hasan Sakın’ın Ülkü Tamer şiirine girişte öncelikle

buradan yola çıkması isabetli olmuştur. Cemal Süreya kadar değil belki ama Ülkü Tamer, dönemdaşları içinde hayatı şiire

dahil etmesiyle beliren imzalardandır. (Bkz. Hasan Sakın, İkinci Yeni İçinde Ülkü Tamer, MÜ TAE, İstanbul 2016)

4 Sıragöller kitabı içindeki “Bir Mektup” başlıklı şiirden: Bkz, Yanardağın Üstündeki Kuş: Toplu Şiirler, YKY, İstanbul 1998,

s. 199

31


darıyla / Kalabalık bir yerdi dünya” 5 diyerek bir

ölünün dilinden dünyaya, hayata ilişkin anımsamaları

kayda geçirir. Türküler ve maniler

söyler hem de sayısız, bunlarda kendi diliyle

anonim dili buluşturur: “Haber saldım kuş ile /

Gagasında yaş ile / Yol gözledim ardından / Bir

sıcacık düş ile” 6 Ülkü Tamer şiirinin aldığı yol, bu

yol üstündeki görünümler okuyanın hemen her

adımda dikkatli olmasını, şaşırmaya hazırlıklı

bulunmasını, hayatın her ayrıntısının bu şiirde

can bulacağının hesaplanmasını gerektirir. Bir

parça şiir, bir parça hayal, daha çok da hayat

bilgisi gereklidir onu anlamak için. Yine de şiirin

şiir içinden hayat bulma, şiirin şiirle sınanması

özelliği onda da görülebilmektedir. Geç zamanda

yayımladığı Antep Neresi (1986) kitabındaki

folklorik dönüşüm bunun göstergesidir. Dikkat

ama; yine hayata dairlik ön planda: “Benim sık

tekrarladığım bir söz var, Jorge Amado’nun bir

sözü: ‘İnsanın anayurdu çocukluğudur.’ Biraz

yaşlanınca insan çocukluğuna, dolayısıyla anayurduna

dönüyor. Ben Antepliyim, doğma büyüme

Antepliyim ve yaşlanıp da çocukluğuma

dönünce, Antep’e döndüm. İnsan her zaman

anılarını hatırlar, anılarıyla yaşar; ama yaşlanmaya

başlayınca bu biraz daha artıyor. Biçime

gelince… Ben ‘Halk Şiiri’ni çok seviyorum; Pir

Sultan’ları; Karacaoğlan’ları… Onların şiirinin

bir uzantısı gibi yazmak istedim Antep Neresi’ndeki

şiirleri.” 7

Şairleri kitap kitap ayırmak ne derece doğrudur

bilmem ama Ülkü Tamer şiiri dendiğinde

benim aklıma ilk gelen kitap İçime Çektiğim

Hava Değil Gökyüzüdür olur. Tamer şiiri için geç

bir kitaptır esasında. Hem zaten ilk kitabıyla dilini

bulmuş, Gök Onları Yanıltmaz’la bu dili pekiştirmiş,

arada Ezra ile Gary gibi sinematografik

ve “lüzumsuz” bir fanteziye girişmiş, hemen

ardından da adeta özür diler gibi Virgülün Başından

Geçenler’le çocukluğun masumiyetini

zirvelere taşımıştır. Yani ilk kitaptan sonra, aradaki

beş yıllık süreçte pek çok şey olup bitmiştir

aslında. Virgülün Başından Geçenler’in bendeki

olağanüstü etkisini elbette inkâr edemem;

hem de Andersen’den Masallar’la aynı günlerde

okumuş olmam asla unutamayacağım bir

okuma serüveni olmuştur benim için. Yine de

“incecik bir melankoli” olarak bende yaşayan

İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür, her nedense

bendeki Ülkü Tamer imgesine yakın durur.

Belki tekrar okumalarla bu değişebilecektir,

modern fabllar kaleme aldığım şu günlerde

Virgül’ün tekrar rol çalarak öne fırlama olasılığı

vardır. İçime Çektiğim…, evet, epey zamandır

ve şimdilik benim temel kitabımdır. Kitabın dilini

kuran epik anlatım belki beni çeken, belki

uzun koşuların soluk soluğa tamamlanışı, belki

de “Aramızda tutuşan her dakikadan / Yeni

bir kuş dirilir” dizeleri veya “Bruegel” şiirindeki

Karda Avcılar tablosunun izdüşümleri. Galiba,

bütün bunların birlikte yarattığı şiirsel atmosfer

beni kitaba çeken ve durup durup bu incecik kitabı

bir solukta okumam.

Biçim, biçem değişiklikleri bir yana, değişmeyen

bir öz var Ülkü Tamer’in şiirinde. Bu öz,

galiba en çok da içtenlik izleğine yaslanıyor. Zaman

zaman oyunlar da oynamış olmakla beraber

daima içten konuşan bir şair bildik Tamer’i.

Cemal Süreya’daki şairlik hırsı, Ece Ayhan’daki

sembol bağnazlığı, Turgut Uyar’da yer yer yapıntıya

varan “sıkıntı” sıkışıklığı yok onda. Sanki

onlara göre daha doğal bir konuşma şekli var.

“Virgül” gibi iddiasız ve çocuksu, biten bir yaz

gibi hüzünlü, kendisini öpene teşekkür edecek

kadar ince, çocukluğu bir melankoli gibi yaşayacak

derecede anılara bağlı…

5 Sıragöller kitabı içindeki “Ay Yolunda” başlıklı şiirden: Bkz, Yanardağın Üstündeki Kuş, s. 191

6 Antep Neresi kitabı içindeki “Mayın Tarlasında Maniler” başlıklı şiirden: Bkz, Yanardağın Üstündeki Kuş: Toplu Şiirler, s. 235

7 Cumhuriyet Kitap, sayı 888, 1988 (Söyleşen: Mehmet Çakır)

32


ÜLKÜ TAMER’İN

SONSUZ YOLCULUĞU

Hasan SAKIN

“Bir yapbozun parçaları gibi, bütün şiirler bir araya geldiğinde

asıl tablo ortaya çıkar. Ülkü Tamer’in şiirlerini bir arada tutan

en önemli iki kavram yolculuk ve çocukluk. ”

Ülkü Tamer şiiri, İkinci Yeni hareketi içinde

kendine özgü renkleriyle pek ziyaret edilmeyen

uzak bir adayı andırır. Aslında bu durum, biraz

da şairin tercihleriyle ilgili. Hayatı boyunca şiir

üzerine hemen hiç konuşmayan şair, kendi şiirinin

anlaşılmasına dönük anahtarları deyim

yerindeyse okurdan köşe bucak saklamayı tercih

etmişti. Yakın zaman önce yitirdiğimiz Ülkü

Tamer’in şiiri, biraz da bu yüzden, vahşi ormanlarla

kaplı, okura yönünü bulmada yardım etmeye

pek de gönüllü olmayan, bununla birlikte

merkezine ulaşıldığında kendini cömertçe sunan

uzak ve ıssız bir adayı andırır.

Üzerine pek düşünülmemiş olan bu şiirleri

anlamlandırmak için onları bir bütünün parçaları

gibi bir arada okumak ve hatırlamak gerekir.

Gerçi her şiir kendi içinde değerli ve anlamlıdır.

Fakat her şiir, aynı zamanda, diğerleriyle

söyleşir gibidir. Bu söyleşim göz ardı edildiğinde

Ülkü Tamer şiirinin bir yanı feda edilmiş olur.

Üstelik böyle bir tercih, bu şiiri anlamlandırmayı

da zorlaştırır. Bir yapbozun parçaları gibi, bütün

şiirler bir araya geldiğinde asıl tablo ortaya

çıkar. Ülkü Tamer’in şiirlerini bir arada tutan en

önemli iki kavram yolculuk ve çocukluk. Bunlar,

ilk bakışta keyfi şekilde bir araya getirilmiş

iki ayrı anlam alanına ait kavramlarmış gibi

görünse de Ülkü Tamer şiiri için bunların bir

aradalığı adeta kader haline gelmiştir. Burada,

bu iki kavramın Ülkü Tamer şiiri için ne anlam

ifade ettiklerini ortaya koymaya çalışacağım.

33


Yolculuk: Zoraki Ayrılış

Yolculuk, Ülkü Tamer şiirinin alegorisi olmaya

aday bir kavram. Üstelik aslında yalnızca

estetik dünyaya ait bir kavram da değil. Hayatla

estetik arasında sallanıp durduğu söylenebilir.

Dolayısıyla Ülkü Tamer’in şiir serüveninde

yolculuğun ne anlam ifade ettiğine bakmadan

önce biyografisine göz atmak faydalı olabilir.

Ülkü Tamer şiirinin kuruluşu, bence, çocuk

yaşta memleketi Antep’ten İstanbul’a göç etmesiyledir.

Şair, öğrenimine Robert Kolej’de

devam etmek üzere henüz 12 yaşındayken

Gaziantep’ten İstanbul’a gönderiliyor. Bu göç

hadisesiyle başlayan süreç, onun hayatının ve

sanatının geleceğini de belirlemiş oluyor bir

bakıma. Diğer bir deyişle, böyle bir yolculuk

sonrasında, hayat ve sanat adeta bir kader gibi

kendiliğinden örülüyor.

Ülkü Tamer şiiri, buna uygun bir başlangıç

manzarası sunar. Bu şiir, gerçekten de bir

değişim kriziyle başlar. Şairin 1959’da yayımlanan

ilk şiir kitabı Soğuk Otların Altında’nın 1

“O Eski Bir Güvercindi” (s. 13) başlıklı ilk şiiri,

böyle bir değişim kriziyle, bir göç hadisesiyle

açılır. Bu ilk kitaptaki bütün şiirlerde, doğadan

koparılan ve şehirde yaşamaya zorlanan aynı

şiir öznesi konuşur. Bu, doğada yaşayan bir

çocuktur. Böylece doğa ve çocukluğun oluşturduğu

bütünlüğün karşısında şehir ve yetişkinlik

durur. Bunun psikolojik karşılığı bir yana, toplumsal

göndermeleri de önemlidir. Çocukluğun

bu denli savunulması, toplumsal olana, şehre,

yetişkinliğe, rasyonaliteye karşıt bir konumda

yer almak anlamına da gelir. Çocuksu söylem

ve çocukluğun yaşam alanı olan doğaya övgü

adeta doğadan şehre, çocukluktan yetişkinliğe,

mitolojiden rasyonaliteye yapılan zoraki geçişin

telafisidir.

Buradaki “geçiş” kavramı doğrudan psikomitolojiktir.

Dolayısıyla Ülkü Tamer şiiri denince,

aslında bir yolculuğu, mitolojilerde “ayrılma-erginlenme-dönüş”

2 formülüne uygun

bir içsel yolculuğu anlamak gerekir her şeyden

önce. Soğuk Otların Altında, ayrılma sürecinin

sancılarını anlatmaya hasredilmiş; 1986 yılında

yayımlanan ve şairin uzun dönem son şiir kitabı

olarak kalan Antep Neresi ise tam anlamıyla

yurda dönüşün coşkusunu terennüm etmiştir.

Üstelik bu dönüş, tam anlamıyla bir yeniden

doğuş olarak ortaya çıkmıştır: Soğuk Otların

Altında, mitolojik motiflerle doludur ve bir kopma

sürecinin sancılarını anlatır. Şiir öznesi,

doğadan/anne karnından/geçmişten kopmayı

reddederek şehre/yetişkinliğe/geleceğe geçiş

sürecine direnir. Oysa Antep Neresi, tam tersi

bir tablo çizerek artık toplumla bütünleşmiş,

içsel yolculuğunun deneyimlerini toplumla paylaşan,

öyle ki çoğu zaman “biz”i kullanan bir şiir

öznesinin ağzından yazılmıştır. Bu açıdan, Ülkü

Tamer’in, Antep Neresi’den sonra yıllarca şiir

kitabı yayımlamaması bu simetrik yapıyı bozmamak

amacını taşıyordu muhtemelen. Zira

yurda/Antep’e dönüşle birlikte bir bakıma şairin

içsel serüveni de sona ermiş, yolculuk tamamlanmıştı.

Uzun bir aranın ardından yayımlanan

Bir Adın Yolculuktu, bu simetriyi bozmuş, şiirsel

serüvenin mitolojik morfolojisini ihlal etmiş gibi

görünüyor. Ne var ki Bir Adın Yolculuktu kitabı

Antep’ten ayrılış ve yıllar sonra yurda dönüş

süreci için bir tür şerh olarak değerlendirilmeli.

Böylece onu yeni bir merhaleden ziyade yıllar

süren yolculuğun bir özeti gibi görmek daha

doğru olacaktır.

1 Göndermeler ve metin içindeki sayfa numaraları, şairin toplu şiirlerini içeren şu kitaba aittir: Ülkü Tamer, Güneş Topla

Benim İçin (Toplu Şiirler), Islık Yayınları, İstanbul 2016.

2 Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Çev.: Sabri Gürses, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 42. Campbell’ın

eserini Soğuk Otların Altında ile karşılıklı okumak tam anlamıyla aydınlatıcıdır. Pek çok örnekten yalnızca birine, apaçık bir

erginleme ritüelini anlatan “Büyücü” şiirine işaret etmekle yetinelim.

34


Bütün bunlara bakarak denebilir ki Ülkü

Tamer, Antepli Odysseus’tur. Bir destan kahramanı

gibi yurdundan ayrılma ve türlü maceralar

atlatıp yurda geri dönme simgeciliğinde

somutlaşan içsel bir yolculuğun öznesidir.

Dolayısıyla Ülkü Tamer’in şiir öznesini, kimi

şiirlerde (mesela “Çünkü Çarşılardan Geçtim”)

karşımıza çıkan şehir içinde gezen modernist

flanörden ziyade mitolojik kahramanlarla bir

arada düşünmek daha doğru: Şehrin göz alıcı

görünümleri içinde keyfi bir şekilde yürüyen ve

adımlarını kaplumbağaların hızına uyduran bir

aylaktan ziyade içsel ve fırtınalı bir yolculuğa çıkan,

bilinçdışının karanlıklarına dalıp bir tür yeniden-doğuş

süreci atlatmış, arketip nitelikli bir

yolculuğun maceracısıdır o. Üstelik yolculuğunun

sonunda toplumla bütünleşmiş, tecrübelerini

onunla paylaşmayı kabul etmiş, kısacası

toplumsal bir rol de üstlenmiştir.

“Şehrin göz alıcı görünümleri içinde keyfi bir şekilde yürüyen ve

adımlarını kaplumbağaların hızına uyduran bir aylaktan ziyade

içsel ve fırtınalı bir yolculuğa çıkan, bilinçdışının karanlıklarına

dalıp bir tür yeniden-doğuş süreci atlatmış, arketip nitelikli bir

yolculuğun maceracısıdır o.”

Yaşamak Hatırlamaktır adlı anı kitabında

anlattığına göre, şair, Robert Kolej yıllarında İngilizce

dersinde Edith Hamilton’un Mitologya’sı

ile Homeros’un Odysseia’sını “kısaltılmamış,

tam metinlerden” okumuştur. 3 Daha sonra,

1964’te Hamilton’un Mitologya’sını kendisi

Türkçeye çevirir ve bu çeviri ödül de alır. Şaire,

erken yaşlarda tanıştığı mitoloji, yolculuğu ilham

etmiş, bu ilham kendi hayatıyla da paralellik

taşıdığından bütün şiirinin bir alegorisi haline

gelmiş olmalı. 1965’te yayımlanan Virgülün Başından

Geçenler kitabı, bu mitolojik yolculuğun

bir prototipi olması açısından dikkat çeker. Bir

yazısında çocukluk, yolculuk ve serüven kavramları

arasında bağlantı kuran şair, çocukların

ilgisini olay merkezli öykülerin çektiğini tespit

eder. 4 “Başından geçenler” ifadesi doğrudan

doğruya yolculuk kavramına bağlanır. Hep söylendiği

gibi, “virgül”, Ülkü Tamer’in kendisidir.

Yapılan yolculuklar ise masalsıdır. 1974’te yayımlanan

Sıragöller kitabında yer alan “Serçe”

ise tam anlamıyla bir yolculuk şiiridir. Aslında

şairin hemen bütün kitaplarında kuşlarla çocukluğu

özdeşleştirdiği söylenebilir. Bu açıdan

“Serçe” şiirindeki kuşun yaptığı yolculuk, Ülkü

Tamer’in yolculuğudur.

Çocukluk: İmkansız Dönüş

Çocukluk, Ülkü Tamer şiirinin belki de üzerinde

en çok durulan noktası. Muhtemelen Ülkü

Tamer şiirinin kendine özgü en önemli niteliği

olduğu ve hemen göze çarptığı için bu böyle. Bu

şiir genellikle “çocuksu” olarak değerlendirilir.

Bunu sağlamak için iki şeyden yararlanır şair:

Birisi “çocuksu” denebilecek bir söylem, ikincisi

ise doğa. Çocuksu söylem, Ülkü Tamer şiirinin

belki de en güçlü yanı. Üzerinde de çokça duruldu.

Bunu sağlamakta başarılı olduğu ortada

sanırım. Bir röportajında, kümes kelimesini,

şiirlere “çocuksuluk kattığı için” kullandığını belirtiyor.

5 Dolayısıyla özellikle ilk dönem şiirle-

3 Ülkü Tamer, Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul 2011, s. 75.

4 Bu yazı için bkz. Ülkü Tamer, “Çocuk Kitabı mı? Öykü Anlatacaksınız…”, Sabah, 17 Kasım 2008, http://www.sabah.com.

tr/yazarlar/tamer/2008/11/17/cocuk_kitabi_mi_oyku_anlatacaksiniz (12.05.2019).

5 Mehmet Çakır, “Ülkü Tamer’le Şiirleri Üzerine”, Cumhuriyet Kitap, S. 888, 22 Şubat 2007, s. 20.

35


rinde “çocuksu” söylemi yakalayabilmek adına

bütün imkânları denediği söylenebilir. Doğa ise

çocuklukla doğrudan ilişkili. Zira çocuk, doğada

yaşar, yaşam alanı şehrin dışındaki korudur,

ormandır. Böyle bir evreni tamamlayan doğa

hayvanları, muhtemelen hiçbir Türk şairde olmadığı

kadar Ülkü Tamer’in ilgisini çeker. Pek

çok farklı hayvan, bunlar arasında da kuşlar

şairin şiir evrenini doldurur. Kuş, büyük oranda

çocuklukla özdeşleştirilir. Çocukluk, yukarıda

belirttiğim gibi, aslında doğadan koparılmanın,

yurttan zoraki bir çıkışın, yetişkinliğe geçişin

telafisidir. Ülkü Tamer şirinde çocukluktan ve

doğadan kopmanın acısı, şiirle ve şiirde kullanılan

çocuksu söylemle telafi edilmiştir. Çocuksu

söylem, rasyonel söylemin dışında, masalsı bir

söylemdir. Bu açıdan, rasyonel söylemi reddetmek

topluma dâhil olmayı da imkânsız kılar.

Zira bütün iletişim olanakları bu yolla yok edilir.

Bununla birlikte, Ülkü Tamer şiirindeki poetik

bir dönüşüm, bütün kavramlara olduğu gibi

çocukluğa bakışı da değiştirmiştir. Ülkü Tamer

şiirini belli başlı iki döneme ayırmak mümkün:

Bireysel bir söyleyişe yöneldiği, şiirini toplumsal

sorunlara genel olarak kapattığı modernist

dönem ile toplumsal ve siyasal sorunların gün

yüzüne çıktığı toplumcu gerçekçi dönem. Gerçi

Ülkü Tamer şiirinde, ilk kitaptan itibaren rastladığımız

tema ve motifler son kitaba dek (gittikçe

farklı anlamlar yüklense ve belki daha az görünür

olsa da) devam eder. Ne var ki şairin poetikasında

bir dönüşüm olduğu da muhakkaktır.

İlk dönemde soyut bir görünüm arz eden ve kimi

zaman “atlılar”, kimi zaman “kadınlar ve erkekler”

denilen ve bir tür tehdit unsuru olan, şehirle

ilişkilendirilen toplum, şairin ikinci döneminde

artık daha somuttur ve farklı bir anlam ifade

eder. Şiir öznesi, artık topluma dâhil olmuş,

onun sorunlarını sırtlanmış, ona karşı belirgin bir

sorumluluk duygusuyla hareket etmeye başlamıştır.

Kısacası bir tür erginlenmeden geçmiştir.

Çocukluğa bakış bağlamında yaşanan dönüşümün

izini kimi örnekler üzerinden izlemek

aydınlatıcı olabilir: Şairin ilk şiir kitabındaki şiirlerde

çocukluğun yaşam alanı olan dağ, toplumcu

gerçekçi dönemin ürünü olan Sıragöller

kitabındaki “Dağ” (s. 217) şiirinde artık siyasal

bir simgeye dönüşmüştür. Gerçi dağ, hala şehrin

dışındadır. Fakat artık şehirden gelenlere

kucağını açar, onları iyi karşılar. Soğuk Otların

Altında kitabının çocuk öznesi şimdi büyümüş

ve kendi yaşam alanını başkalarıyla paylaşmaya

karar vermiştir adeta. Aynı şekilde, yine

Sıragöller kitabında, ilk dönem şiirlerde hiç

rastlamadığımız bir imgeyle karşılaşıyoruz: İşçi

çocuk. Bu kitabın “Ölüm Seçen Çocuklar” üst

başlığıyla yayımlanan “Harita” (s. 235) başlıklı

şiirinde kaynakçıda çalışan bir çocukla karşılaşırız.

Bu, ilk dönemin bireysel sorunlarını

terennüm eden şiirlerindeki içe kapanık çocuk

değildir artık. “Yoksulluğun haritasını yapmayı

bilen”, adeta sınıfsal çatışmaların kurbanı olmuş

bir çocuktur. Gerçi ilk dönemde de benzer

şekilde çocuklukla toplum arasında bir çatışma

kurulmuştur. Fakat bu ikinci dönemde, şiir öznesi,

kendisi dışına çıkar, başkalarını izlemeye

başlar. Aynı dizi şiirin “Alacakaranlık” (s. 228)

bölümünde geçen “Yıllarca baktın kendi içine/

Biraz da başka şeylere bak şimdi” dizeleri bu

dönüşümü imler. Toplumcu poetikanın şairin

çocukluğa olan bakışını nasıl değiştirdiğine

ilişkin üçüncü bir örnek verelim: İlk dönemde

“horoz” kelimesi, mesela Virgülün Başından

Geçenler kitabındaki şiirlerde çocuksu dünyanın

mutluluk tablosunu tamamlayan ögelerden

biridir. Fakat ikinci dönemde, Sıragöller

kitabındaki “Düello” (s. 192) şiirinde geçen

“Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;/

Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,/

Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.”

dizelerinde artık çocuksu bütün çağrışımlarından

arınmış, bir şiddet unsuru haline gelmiştir.

Gerçi “Düello” şiirinde çocuksu bir ton da göze

36


çarpar. Şair, belki de bu çocuksuluğu yakalamak

maksadıyla kullanmıştır “horoz” kelimesini.

Fakat bu söyleyiş artık eski masumiyetini

yitirmiş, çocuksu söyleyişin inşasında adeta bir

acemilik göze çarpmaya başlamıştır. İkinci dönemde,

birkaç şiir dışında, ilk dönemin çocuksu

söyleyişi artık geride kalmıştır. Şair ya bilinçli

olarak böyle yapmıştır ya da bu söyleyişe ulaşması

mümkün olmamıştır.

Bütün bu dönüşüme rağmen, çocukluk

ve çocuksu söylem, bir karşı tavrı, ele avuca

sığmazlığı, hizaya gelmezliği imler. Çocuk,

Baudelaire’in deyimiyle, “her şeyi yeni diye

görür, hep sarhoştur.” 7

Dolayısıyla çocukluk,

büyüklerin monoton ve alışılmış dünyasına

getirilen aykırı bir yorumdur. Tıpkı deliler

gibi… Bunlar, hep sıradan/yaygın olmayan

bir yorum getirirler dünyaya. 8 Fikirleri “ana

akım”, kendileri ise “normal” değildirler ve

“normal”leşmeleri için başta eğitim olmak üzere

birtakım yollarla hizaya çekilmeleri gerekir.

Ne var ki, şiir serüvenine baktığımızda, Ülkü

Tamer’in “çocuk”u, hizaya girmeyi öyle ya da

böyle kabul etmiş, bir cennet düşü olan çocukluktan

koparak yetişkinliğe geçmiş, yetişkinlerin

ideolojik çarpışmalarla dolu dünyasında

yerini almıştır.

6 Ülkü Tamer’in şiirlerinde, ideolojik aygıt olarak eğitim eleştirilir. Zira eğitim, çocuğu topluma dahil eder.

7 Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı – 1846 Salonu, Çev.: Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 209.

8 Rus biçimcilerine göre “sanatın temel rolü, sık yapılan eylemlerin otomatikleşmesinden doğan algılamanın uyuşmasını

engellemektir. (Bunu gerçekleştirmek için yapılacak şey, belleğin kendisini ortadan kaldırmak değil, onun sağladığı normal

bilinçlilik biçimlerini ayarlayan, sürekli güncelleştirilen beklentiler ya da şemalar dizisini, imalı, her yerde hazır ve nazır bütün

araçları ortadan kaldırmak gerekir.)” Louis A. Sass, Delilik ve Modernizm, Çev.: Ender Gürol, Alfa Basım Yayım Dağıtım,

İstanbul 2013, s. 93. Delilik ve çocukluk bu bağlamda birbirine benzer.

Kaynaklar

Baudelaire, Charles, Modern Hayatın Ressamı – 1846 Salonu, Çev.: Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2017.

Campbell, Joseph, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Çev.: Sabri Gürses, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2013.

Çakır, Mehmet, “Ülkü Tamer’le Şiirleri Üzerine”, Cumhuriyet Kitap, S. 888, 22 Şubat 2007.

Sass, Louis A., Delilik ve Modernizm, Çev.: Ender Gürol, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 2013.

Tamer, Ülkü, “Çocuk Kitabı mı? Öykü Anlatacaksınız…”, Sabah, 17 Kasım 2008,

http://www.sabah.com.tr/yazarlar/tamer/2008/11/17/cocuk_kitabi_mi_oyku_anlatacaksiniz (12.05.2019).

Güneş Topla Benim İçin (Toplu Şiirler), Islık Yayınları, İstanbul 2016.

Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul 2011.

37


ÜLKÜ TAMER’İN

POLİTİKLEŞEN ŞİİRİ

Aslıhan TÜYLÜOĞLU

“Daha önemlisi, bu kapitalist - emperyalist çağda yitip gitmekte

olan vefa duygusunun altını çiziyor. Sevgiyi sürdürmenin;

sevginin, sevmenin, dostluğun, bağlılığın önemini vurguluyor.”

Ülkü Tamer’in Soğuk Otların Altında

(1959) , Gök Onları Yanıltmaz (1960), Ezra

ile Gary (1962), Virgülün Başından Geçenler

(1965), İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür

(1966) adlı bu kitaplarının çıkış tarihlerine

bakılınca yedi yılda beş kitap yayımladığı

görülüyor. Bu kitaplarda yer alan şiirler İkinci

Yeni şiir anlayışının, incelikleriyle yüklüdür.

Ülkü Tamer, İkinci Yeni’nin Türk şiirine kazandırdığı

dilsel, biçimsel tüm olanakları kullanıyor

ve bu olanakları geliştiriyor. Bu nokta bir

bekleme sürecine giriyor Ülkü Tamer. Sekiz

yıl aradan sonra, 1960’lı ve 1970’li yıllarda politik,

toplumsal olay ve olgulardan etkilenmiş,

bunları şiirinin odağına koymuş bir şair olarak

Sıragöller (1974) adlı kitabını yayımlıyor.

İnsanî politikleşmenin şiirleridir bu kitaptaki

şiirler. Sıragöller’de (1974) yer alan ‘Aziz Nesin

İçin’, ‘Ira Morris’in Ölümü İçin’, ‘Mücap

Ofluoğlu’nun 40. Yılı İçin’, ‘Dağlarca’nın

Bir Şiiri Üstüne’, ‘Münteki Ökmen İçin’,

‘Halikarnas Balıkçısı İçin’, ‘İzzet Sarayliç

İçin’ başlıklı şiirlerde ise betimlemenin tadını

çıkartıyor. Daha önemlisi, bu kapitalist - emperyalist

çağda yitip gitmekte olan vefa duygusunun

altını çiziyor. Sevgiyi sürdürmenin; sevginin,

sevmenin, dostluğun, bağlılığın önemini

vurguluyor. ‘Tabiatın Bahçeden Görünüşü’,

‘Kırağı’ adlı şiirlerle; doğayla ilişkilenmesini,

doğa algısını yaşamla örtüştürerek bu izleğin

şiirlerini de yazmayı sürdürüyor. Doğayla ilgili

olağanüstü görüntüler oluşturuyor bu şiirlerde.

Şiirde görüntüyü önemsiyor, poetik bir tutum

olarak işlerlikte tutuyor bunu. Bir anlamda şiir

görüntü oluşturma sanatıdır ona göre.

Bu kitabın önceki kitaplarından farkı; şiirin

düzeyinden ödün vermeden toplumsal konulara

doğrudan değinmesidir. Bu şiirlerde dil; ısıran,

batan, deşen, kanatan, acıtan, gerçek olanı

38


iyice somutlaştıran bir nitelik kazanır. Ülkü Tamer

şiirinin politikleşmesidir bu. Örneğin ırkçı

Amerikalıların Nebraska’da bir zenciyi linç edip

nasıl yaktıklarını ve bunu gülerek seyrettiklerini

anlatır ‘Bir Mektup’ adlı şiirinde. Gene bu şiirde

“Vietnam. 1965. Bir Amerikan müzikalini

seyreden askerler. / Akıtılmış kanları

su diye kullanan pirinçlerin üstünde

çektirmişler bu fotoğrafı” dizelerini yazarak

Amerika’nın, Fransa’nın Vietnam’da yaşattığı

vahşete gönderme yapar. “Kayıklarımıza ‘Hanoi’

adını koyup / balığa çıkmaktan başka

ne yapıyoruz ki” dizeleri; konuşmaktan başka

bir şey yapmayan küçük burjuvaların keskin bir

eleştirisidir. “Şapkasını bırakıp olduğu yerde

/ Onurunu alıp giden Allende’yi unutma”

dizelerinin alındığı şiir; 11 Eylül 1973’te Amerika

Birleşik Devletlerinin desteği ve isteğiyle;

general Augusto Pinochet (d.1915 - ö. 2006)

önderliğinde gerçekleştirilen askerî darbeyle

devrilen; nasıl öldüğü / öldürüldüğü bilinmeyen

sosyalist başkan Salvador Allende (d.

1908 - ö. 1973) için yazılmıştır. Okuyucuyu toplumsal,

siyasal gerçeklere gönderir bu şiirler.

1970’li yıllarda eşzamanlı olarak birçok ülkede

faşizm işlerliğe girmiştir. O ülkelerden biri de

Türkiye’dir. Birçok şairin, yazarın yaptığı gibi

Ülkü Tamer de başka ülkelerde yaşananları

anlatarak Türkiye’de olanları çağrıştırıyor aslında.

Böylece suçlanmaktan, tutuklanmaktan

kendini korumuş oluyor. Faşizan yasalara karşı

hile yapıyor bir anlamda.

‘Giyotin’ sözcüğü tarihsel, toplumsal, bireysel

çağrışımlarla yüklü oluşu nedeniyle,

dünyada ve Türkiye’de şairlerin ilgi duyduğu

bir eğretileme olmuştur hep. Cemal Süreya

‘Cellet Havası’ adlı şiirinde, o keskin ironisiyle

giyotinle, kurşuna dizmeyle, baltayla, elektrik

sandalyesiyle, iple insanların nasıl öldürüldüğünü

(idam edildiğini) anlatır. Salâh Birsel,

“Ozan André Chénier’yi / İki böldüğünden

beri Giyotin (...) “ dizeleriyle başlayan ‘Haydar,

Haydar’ adlı kitabındaki ‘Meyhane’ şiirini

yazar. Hem dünyada hem de Türkiye’de giyotini

doğrudan anlatan şiirlerin yanında, giyotine

gönderme yapan şiirler de sayılamayacak

kadar çoktur. Ülkü Tamer de Sıragöller’de

(1974) ‘Giyotin’ genel başlığı altında yer alan

‘Lady Giyotin, Aziz Giyotin, Yurtsever Kısaltıcı,

Ulusal Bıçak, Halkın İntikamcısı’

adlı şiirlerde, tarih boyunca kıyımların nasıl

kurumsallaştırıldığı, siyasi iktidarların tutumları;

bireysel ve toplumsal tragedyalar ortaya

konulurken hep güncel olan politik cinayetlere

göndermeler yapıyor. Bu şiirlerdeki ölüm tema’sının

önceki şiirlerindeki, özellikle Soğuk

Otların Altında’daki (1959) ölüm tema’sıyla;

nedenler bakımından, hiçbir ilişkisi yoktur.

Çünkü ölüm teması kurgusaldı o şiirlerde. Bu

kitaptaki ölüm temalı şiirler ise tanık olunan

ölümlerden esinlenilerek yazılıyor. Memet

Fuat, Zülfü Livaneli ve Ülkü Tamer, yaptıkları

oturumda Memet Fuat bu bağlamda

şu saptamayı yapıyor: “Sevdiği şairler ölüm

temasını çok iyi işliyorlardı. O da öyle bir

tema olarak almış ölümü. Şimdi, Ülkü’nün

sonraki dönemlerinde de ölüm teması var.

O tema yaşamdan geliyor. Orada birtakım

ölümler oldu. O ölümlerin etkisini duydu.

İlk dönemlerdeki ölüm temasından ayrı bir

şeyi işledi.” 1 Ülkü Tamer de “Ayrıca bir de

şu var: “O zaman çok gençtik, ölüm dersek

olgun bir şair oluyorduk sanki.” diyerek katılıyor

Memet Fuat’ın saptamasına. 2 Bu kitapta

kurumlaşmış cinayetlerin getirdiği hüzün yansıtılır;

ama bunun yanında ‘Yenidoğan’, ‘Dağ’

adlı şiirlerde alegorik bir dil kullanarak umudun

da diri tutulduğu görülür.

Yukarıda sözünü ettiğimiz Yeni A

Dergisi’nin çekirdek kadrosunda yer alarak

toplumsal, siyasal bir yapılanma içerisine girmiş;

bu bağlamda yükümlülük üstlenmiştir

Ülkü Tamer. Bu derginin ‘Yeniden Çıkarken’

başlıklı çıkış bildirisinde; “Amacımız uzun

sürede, değişen sorunlarımıza çözümler

getirmek, geniş etkileriyle karşı karşıya

bulunduğumuz burjuva Batı kültürüyle hesaplaşmak,

geleneksel ve aktüel sanatımı-

39


zın köklü eleştirisini yaparken halkımızın

mücadelesiyle dayanışma sağlamak, sınıfsal

kökleri sağlam bir kültürün ve sanatın

oluşmasına katkıda bulunmak, kısa sürede

ise bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen

somut koşullara karşı kesin tavır almak.” 3

denilmektedir. Ülkü Tamer, Sıragöller’de

(1974) bildiride belirlenen amaca / amaçlara

bağlı kalır; ama 1970’li yıllarda güncel olanın

peşine takılan, gazete haberi gibi şiir yazan

birçok şairin düştüğü yanılgıya düşmez. Her

olayın, her olgunun, her konunun yazılmasına

hoşgörü ile bakar; ama bir şiirin ne dediği kadar,

nasıl dediği de önemlidir onun için.

Politik yönelişinde Ülkü Tamer yalnız

değildir. 1970’li yıllardan yaşananların dayatmasıyla

İkinci Yeni’den gelen Edip Cansever,

Sonrası Kalır (1974); Turgut Uyar, Toplandılar

(1975); Özdemir İnce, Rüzgara Yazılıdır

(1979); Ali Püsküllüoğlu, Onları Unutma

(1979); Cemal Süreya, Beni Öp Sonra Doğur

Beni (1973); Ece Ayhan, Devlet ve Tabiat

(1973) adlı kitaplarında topladıkları şiirlerle

yaşamı sahiplenir, politik baskılara karşı şiirler

yazmaya yönelirler. İlhan Berk de hiçbir kitabına

almadığı gislaved (cızlavet) fabrikasındaki

direnişi ve bir işçinin ölümünü konu alan ‘Hüseyin

Çapkan İçin Ağıt’ adlı şiiri yazma gereği

duyar.

Ülkü Tamer’in yedinci kitabı Antep Neresi

(1986), Sıragöller’den (1974) on iki yıl sonra

yayımlanıyor. Bu kitabındaki şiirlerde önceki

kitaplarında izini sürdüğü / sürdürdüğü şiirden

iyice uzaklaşıyor Ülkü Tamer. İlk kitabından

bu yana hiç kopmadığı heceyle yazılmış şiirlere;

türkülere, ağıtlara, manilere ağırlık veriyor

bu kitapta. Halk şiirinin olanaklarından sonuna

kadar yararlanıyor. Halkın beğenisine uygun

toplumsal temalar özenle işleniyor bu şiirlerde.

Her biri, halk şiirinin özümsendiğini, ustaca yeniden

üretildiğini gösteriyor. Halk şiirinin motiflerine

yaslandırmış şiirleri. Halk şiiri biçimlerine

etkileyici bir duyarlıkla içerikler yüklenmiş.

Bu kitabında Ülkü Tamer’in Anadolu ilgisi yoğun

olarak yansıyor. Anadolu insanını karakteristik

özellikleriyle şiire sokuyor. Ekmek peşine

düşüp göç edenler, kır yoksullarının durumu,

kaçakçıların parçalanarak ölümleri, feodal yapı

içerisinde her şeyi belirleyen ağaların yaptıkları,

çarpıcı biçimde anlatılmış şiirlerde. Bu saptamalara

açıklık getirmesi bakımından bir kaçakçının

yaşamına, onun ölümüne ilişkin olan

‘Memik’e Ağıt’ adlı şiiri aktarıyorum:

On dört yaşım diken ile kaplanmış

Göz ucuma karıncalar toplanmış

Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne

Alın yazım okur gibi saplanmış

Uyu Memik oğlan uyu

Öte geçelerde büyü

Dağı dağa kavuşturan ben idim

Suyu suya eriştiren can idim

Yükledim mi Humanız’dan kaçağı

Gece vakti ışılayan gün idim

Uyu Memik oğlan uyu

Öte geçelerde büyü

Kar üstüne düşer serçe çıt diye

Kanatları parça parça çıt diye

Dokandın mı bir ucuna kırılır

Can dediğin cansız sırça çıt diye

Uyu Memik oğlan uyu

Öte geçelerde büyü 4

Bu niteliklerle örülen şiirlerin çoğu bestelendi.

Ahmet Kaya, “Üşür Ölüm Bile”, “Gül

Dikeni”; Zülfü Livaneli, “Memik Oğlan”,

“Güneş Topla Benim İçin” ve Grup Yorum

“Düşenlere” adlı şiirleri seslendirdi. Daha

önceleri de “Üşür Ölüm Bile” adlı şiiri Joan

Baez’in ‘Donna Donna’ şarkısının ezgisine söz

olmuştu. Bu bestelerin ve sözlerin (şiirlerin)

çok sevilmesi; umulur ki Ülkü Tamer’in diğer

şiirlerini de gündeme getirmiş olsun.

Ülkü Tamer’in bu yönelişini yadırgayanlar

da oldu elbette. Mehmet H. Doğan ‘Bir Şiir

Bir Gözlem’ başlıklı yazısında “... halk şii-

40


rini özümlemiş usta işi dizeler bunlar, yoğun

duygular iletiyor insana; ama ne olursa

olsun, yüzyılların şiirine, şiir kalıplarına

ustaca bir uyarlamadan öte gitmiyor. Bir

Yunus Emre ilâhisinin, bir Pir Sultan türküsünün

usta bir sesten, ustaca söylenişi

gibi. Etkisiz mi, ucuz mu? Hiçbiri değil.

Ama yüzyılların şiir birikimini özümlemiş,

onu etinde kanında taşıyan yeni bir sese

ulaşmak gibi bir şey varsa sanatta, bu yok

işte bu şiirlerde. Ülkü Tamer’in imzası pek

silik kalıyor, daha doğrusu yitiyor anonimlik

içinde.” 5

Şarkı sözlerinin şiir sayılamayacağına ilişkin

tartışma da yeniden gündeme geldi. Bunu

üzerine Ülkü Tamer “Her Şarkı Sözü Önce

Şiirdir” adlı yazısında şunları söyleme gereği

duyar:”Besteye söz yazmak, bir şair için yararlı

bir çalışmadır. Hecelerin sayısını, açık

ve kapalı oluşlarını, duraklarını göz önünde

bulunduracaksınız. Şairin her zaman gerek

duyduğu ‘disipline’ bağlı kalacaksınız. Bağlı

kalmak bir yana, o ‘disiplin’i yaratacaksınız.

Kolaylıklara sığınmak olanağınız yok.

Dilediğiniz gibi at koşturmak yok. Yaratmanızı

belirli kalıplar içinde yapacaksınız. Bu

da bir şair için çok yararlı bir çalışma. Her

şarkı sözü tabii bir şiirdir. İyi şiirdir, kötü

şiirdir, ama şiirdir.” 6 Ülkü Tamer bu sözleriyle

bir besteye söz yazarken şairin kendini şiir

eğitiminden geçirdiğini; ayrıca şiir sanatının gereksindiği

disipline bağlı kalındığını, yaratıcılıktan

vazgeçilmediğini söyleyerek savunuyor bu

şiirlerini. Savunurken, üzerinde düşünülmesi

gereken poetik bir sorun koyuyor şiir ilgilerinin

önüne.

Kaynaklar

(1) Memet Fuat- Zülfü Livaneli, Ülkü Tamer’le “Yanardağın Üstündeki Kuş” Üstüne, (Kapalı oturum), Hürriyet Gösteri (Sanat-edebiyat

dergisi), S. 20, Sayı 65, Nisan 1986.

(2) Memet Fuat- Zülfü Livaneli, Ülkü Tamer’le “Yanardağın Üstündeki Kuş” Üstüne, (Kapalı oturum), Hürriyet Gösteri (Sanat-edebiyat

dergisi), S. 20, Sayı 65, Nisan 1986

(3) “Yeniden Çıkarken” (Çıkış bildirisi), Yeni A Dergisi, S. 1, Sayı 1, İstanbul, 1 Nisan 1972

(4). Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, (Bütün Yapıtlarına Doğru - Toplu Şiirler), S. 243, 2. Baskı, İstanbul, Nisan 2002.

(5) Mehmet H. Doğan, Şiirin Yalnızlığı, S. 306, Broy yayınları, İstanbul, Nisan 1986.

(6) 42. Ülkü Tamer, Her Şarkı Sözü Önce Şiirdir, Broy şiir dergisi, Sayı 2, İstanbul, Aralık 1985 s. 2

41


ÜLKÜ TAMER

ŞİİRİNDE ÇOCUK İZLEĞİ

Önder ÇOLAKOĞLU

“Türk şiirinde bu kadar renkli, bu kadar içten, coşkulu kaç şair

vardır sorusunu sorduracak kadar büyük şairdir Ülkü Tamer.

Şiirlerindeki ironisiyle, duruşuyla, kendisi olabilmesi ile ikinci

yeninin farklısıdır.”

Bütün şairlerin ana yurdudur, uzak ülkesidir

çocukluk. Sığındığı liman; sevgisini, sıcaklığını

ve hazinelerini sakladığı bir ağaç gölgesidir

çoğu zaman. Sık sık gelip gittiği, bazen

günlerce, aylarca onun toprağında soluduğu bir

coğrafyadır.

Çocukluk anıları, şairin estetik heyecanının

oluşmasında ve şiirin yaratı sürecinde çok

önemli bir yer tutar. Bachelard: “Çocukluğumun

evi hakkında söylemem gereken şeylerin

tümü, beni düşçülük konumuna geçirmeye,

geçmişimde dinleneceğim, düş kurmanın eşiğine

bırakmaya yetecek şeylerdir; ancak çocukluğumuzun,

içimizde canlı ve şiirsel olarak

yaralı kalması, olgular düzleminde değil, düş

kurma düzleminde gerçekleşmiştir. Bu sürekli

çocukluk sayesinde, geçmişin şiirini elimizde

tutarız. Anıların en aşırı inceliğe ulaştığı bu

yerde, incelmiş ruhlara ait belgeleri yalnızca

şairlerden bekleyebiliriz.” derken, bu güzel zamanların

şairlerin en büyük hayal alanları olduğunu

anlatır. “Çocukluk” dönemi, insanın yaşamı

için gerek zihinsel gerekse duygusal bilginin

oluştuğu ve geliştiği bir dönemdir. “Öyle ki

çocukluk, unutulmuş bir ateş gibi yeniden alevlenebilir

içimizde, her zaman.” diyen Bachelard,

çocukluğun; insanın hayat enerjisi, yenilenmesi

için doğal bir kaynak olduğunu vurgular.

“Ülkü Tamer’in şiiri bir aşkınlıktır. Şiirin

insanlaşmasıdır daha doğrusu, bu şiir karşıtların

birlikteliği üzerine gelişir ve süreklilik kazanır.

Tıpkı yaşam gibi örgülü ve dağılgan. Bu nedenle

yaşam kesitlerini bulunduran dil birliklerini

özenle oluşturur Ülkü Tamer.” der Veysel

Çolak. Haksız da değil. Türk şiirinde bu kadar

renkli, bu kadar içten, coşkulu kaç şair vardır

sorusunu sorduracak kadar büyük şairdir Ülkü

Tamer. Şiirlerindeki ironisiyle, duruşuyla, kendisi

olabilmesi ile ikinci yeninin farklısıdır.

Ülkü Tamer şiirinde izlekler dendiğinde

akla çok şey gelse de çocukluk en ön sırayı alır

kanısındayım. Neden mi çocukluk? Şairin ideal

gelecek anlayışı, muhalif olduğu ve mücadele

42


verdiği bileşenlere karşı yeni bir dünya oluşturma

amacını taşır. Bunu da çocuk üzerinden “

yenidoğan” kavramsalıyla ortaya koyar. Çocukluk,

kirlenmemiş, saflığın ve naifliğin sembolü

olarak devinime geçer onun şiirlerinde. Yeni bir

geleceğin inşaasında, bu izlek onun en önemli

kaldıraçlarından biridir. Yani çocukluk izleği,

şairin çocukluğundan imler, izler taşımaktan

öte istediği- özlem duyduğu yaşamın başrollerine

soyundurduğu sembollerdir. Hem çocuk

edebiyatı için yazdıkları hem de çocuklar için

çevirileri bu izlekle bağını kuvvetlendirir. Anılarında

çokça anlattığı Antep kültürünün, kollektif

dayanışmayı ve paylaşımı, çocuk- çocukluk

izleğinde yansımalarını görürüz. Çocukluktan

başka ölüm, doğa, ayrılık da çok kez kullandığı

izleklerdir. Bazen bunları iç içe yapar. Bir

hayvanı ölüme, doğadaki bir olayı çocukluğa

benzetir. “Sıragöller” kitabında yer alan “Ölüm

Seçen Çocuklar” başlıklı şiirde “ölüm” izleğine

“çocuk” izleğini eklemler. Bu bölümdeki “Dere,

Gökyüzü, Bebek, İlkbahar” isimli şiirlerde

“ölüm” izleği “erken yaşta ölmüş ” çocuklar için

ağıt durumundadır.

“Dere boyuna her inişinde

gözlerinin önüne bir sincap getirirdin

şimdi seni anmak için

yüzlerce sincap toplandı kıyıya

Senin bir melek olduğun söylenirdi

okuldan çıkar çıkmaz çantasının sapında

koruya koşan kuzu gözlü bir melek.”

“Memik’e ağıt” şiirinde (Yanardağın Üstündeki

Kuş, s. 253), çocuk- kaçakçı- ölüm üçgenindeki

bir acının fotoğrafı olmuştur dizelerinde

çocukluk izleği. Bu şiir ülkenin halk konserlerinde

binlerce kişinin yüreklerindeki acı bileşkesi

olmuştur, olmaya devam etmektedir.

On dört yaşım diken ile kaplanmış

Göz ucuma karıncalar toplanmış

Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne

Alın yazım okur gibi saplanmış

“Batar Gemisi Belki” şiirinde (Yanardağın

Üstündeki Kuş, s. 36) ise şöyle diyor şair:

“Yeni bir geleceğin inşaasında, bu izlek onun en önemli kaldıraçlarından

biridir. Yani çocukluk izleği, şairin çocukluğundan

imler, izler taşımaktan öte istediği - özlem duyduğu yaşamın

başrollerine soyundurduğu sembollerdir.”

Ülkü Tamer’in çoğu şiirinde yer alan

“çocuk ve çocukluk” izleği 1965 yılında yayımlanan

“Virgülün Başından Geçenler” adlı kitapta

ilk defa göze çarpar. Kitapta “virgül” bir çocuk

saflığındadır, aynı zamanda noktalama işareti

virgülün şiirin öznesi durumuna getirilerek kişileştirilmesi

şüphesiz Türk şiiri için çok önemli

bir renktir.

“Dere” şiirinde çocukluk izleği hem ölüm

hem de doğa izleğiyle birlikte görünmekte (Yanardağın

Üstündeki Kuş, s. 230).

“Melekler ve çocuklar,

En yakın ilgisi sevincin,

Anlamadı bunu birinci Nuh,

Gelirse ikincisi eğer

Hiç yüzme bilmesin.”

Çocukları gemisine almayan Nuh, yalnızca

yakınlarını ve hayvan çiftlerini kurtarıyor. “Böyle

olacaksa gelmesin bir daha yenisi Nuh’un.” diyor.

Meleklerle çocukları bir tutan şair “Böyle

acımasız ve çocukları yok sayacaksa hiç yüzmeyi

bilmesin Nuh.” diye de ekliyor. “Yeni Nuh istemiyoruz

aynısı olacaksa.” istencini ortaya koyar.

43


Ülkü Tamer’ in, Oyuncaklar/Taştan Asker

şiirinde (Yanardağın Üstündeki Kuş, s. 226)

çocuk imgesini bir başka şekliyle ele aldığını

görüyoruz. Her çocuğun hayatında önemli bir

yer tutar oyuncaklar. Anlamlandıramadığı şeyleri

harekete geçirmek ve etiketlemek için çok

önemli bir parçadır çocuk için oyuncaklar. Güç

temelini yarattığı taştan asker imgesi ile babasını

kurtarma amacını ortaya koyarken belki de

geçmişini- özünü geri getir, kurtar salığını veriyor

çocuğa Ülkü Tamer.

Taştan bir asker yaptım

kurtarsın diye babamı,

sonra boyadım onu

yağmurla.

Asker, dağları aş bu gece,

o iri adamın mağarasına git,

köşede duran babamı getir.”

“Dağ” şiirinde (Sıragöller, s. 217) dağ imgesi

baştan aşağı çocuk elbet. Ona gücünü anlatıyor,

gücüyle oluşturacağı ve duracağı yeri

gösteriyor Ülkü Tamer. Bu kirletilmiş dünyada

güzellikle, emekle, sevgiyle çok büyük bir güç

oluşturacağını anlatıyor çocuğa.

“Yavrum,

sen bir dağsın,

tarihin coğrafyaya en soylu armağanısın,

milyarlarca yılı aştın olduğun yerde,

başka dağlara uzaktan sevgiler göndererek

kendini saydırarak tabiata,

seni sen yapan insanoğluna inanarak

içinin kederini umutla besleyerek

hep dağ kaldın,

küçümsenmedin,

taş verdin, maden verdin, mermer sundun

denizleri tuttun, ırmakları bıraktın,

o yüce dağsın sen, yavrum

aşkla gururun ihtiyar çocuğusun.

(...)

Yavrum,

sen bir dağsın,

kanlı göğüslere üfleyen serinliksin.”

Ülkü Tamer, bu çağın insanı hapsettiğini,

soluk alınamaz bir durumda olunduğunu ve

bunu aşmak için yürümesini ve mücadele vermesini

istiyor çocuktan. Her tarafın tabela denen

çitlerle dolu olduğunu, gün gelecek bu düzen

değiştikçe tabelaların indirileceğini anlatıyor,

yeni dünya için önerisini sunarken Çocuk ve Şehir

(Yanardağın Üstündeki Kuş, s. 203) şiirinde.

Yürü, hep durmadan yürü,

o dağ adını vermişti sana köyde

bu sokaklar sadece tabela sunuyor.

Yürü, boyuna yürü, gün gelir

tabelaları indirirsin köşe başlarından,

kimliğini asarsın onların yerine”

Ölüm Seçen Çocuklar bölümü/ Sinema

şiirinde (Sıragöller, s. 226), ölüme doludizgin

giden, ölmeye yakın çocukları anlatır.

“Uyan artık, bildiğim bütün ninniler bitti.

Yutma ağzındaki pıhtıyı

Uyan artık,

ağzındaki acıyı bana bırak.”

Mitolojide insanın en yakın dostlarından

biri olan at, insan hayatını kolaylaştıran, onu

koruyan, ona yoldaşlık eden bir semboldür. Ortaktır,

kötü gün dostudur. Bazı Türk mitolojisinde

ve bazı halk hikâyelerinde at sahibiyle birlikte

doğar. Hatta sahibi ölünce arkasından gözyaşı

döker hatta bazı Türk toplumlarında da sahibiyle

birlikte gömülür. Ülkü Tamer’in şiirlerinde at imgesi,

yeni hayat önerisi sunan şair için çocukların

en yakın arkadaşı olarak kendini bulur dizelerde.

Şairin Sandık şiiri (Yanardağın Üstündeki Kuş, s

42) şu dizelerle karşımıza çıkar.

“Bak sana silahımı veriyorum. Atına atla.

Çünkü benim hiçbir zaman silahım yok karşında,

Islak sandığını bırakacaksın, annen öyle istedi;

Üzgünüm. Uzayacak boyun öteki çocuklara

Ama unutma

Belki dünyalar değer bir gece yıllarına”

44


Bu şiirde çocuğa bir bayrak verme durumunda

şair. “Atını ve silahını al, yani güç ve seni

iyi hissettirecek şeyleri yanında tut, büyüyeceksin,

zorluklarla karşılaşacaksın, bu çağda

mücadele edeceğin şeyler olacak ama başaracaksın.”

salığını veriyor. Çocuktan yine bir şey

istiyor düş kurduğu dünya için. Umudu eklemliyor

okuruna çocuk üzerinden.

Harita şiirinde (Yanardağın Üstündeki Kuş,

s. 235), günümüzde bir toplumsal yara olarak

duran çocuk işçilerin emek sömürüsü sorunu

ile ilgili dizeler çıkıyor karşımıza. İkinci yeni

içinde belki toplumsal gerçekçi denen alt başlığın

birinci şairiydi Ülkü Tamer. Çocuk izlekli

şiirlerde bunlara rastlamak çok da tesadüfi bir

şey olmasa gerek.

“Öğleye kadar kaynakçıda çalışıyordu

sonra okula gidip

kulaklarıyla görüyordu karatahtayı

gözbebeklerine yürüyordu

elinde tuttuğu tebeşir.

Bilirdi yoksulluğun haritasını yapmayı,

ama öğretmeni

Avrupa haritası istiyordu ondan”

Ülkü Tamer şiirinde çocukluk izleği, onun

arzuladığı yaşam ve gelecekte bireyin olmasını

istediği yerdir. Şiirlerinde çocuğu hem doğayla

bütünleştirir hem de ölümün en somut yüzüyle

tanıştırır. Eşitsizliğin, yoksulluğun ve yeni dünya

düzeninde çocuğa düşen kötücülüğün, yine

çoçuğun özündeki temizlik ve aydınlıkla aşılacağını

anlatır Ülkü Tamer.

Toplumu ve özellikle de çocukları etkileyen,

adaletsizlikler, sosyal ve ekonomik koşullar

çocuk izleğini onun vazgeçilmezlerinden

yapar. Düzeni eleştirdiğinde çocukların temizliğine

ve aydınlığına inanır, onların üzerinde

olumsuzlukların normal bireylere göre daha

derin izler bıraktığını anlatır. Çocuğa bazen doğanın

içinden isimler ve devinimler yükler (dağ,

dere, rüzgar vs.). Bazen kuşlara benzetir onları,

masumiyet ve özgürlüğün temsilcisi olarak.

Kötülüklerden, haksızlıklardan arınmanın vücut

bulduğu öznedir bazı dizelerde. Çocukluğu

hayatı tazeleme, yenilenme durumuyla özdeşleştirir

bazen de umutla. O çocuktan umudunu

hiç kaybetmemesini ister. Ama ölüm hep yakınındadır

çocuğun, çocukluğun. Onların vakitsiz

ölümlerine hep işaret koyar ve bunun dünyanın

en büyük acısı olduğunu söyler, durur. Asıl

önemli olanın çocukların düşlerinin ölmemesinin

altını çizer. Düşlerini yitirmemesini ister

çocuklardan Ülkü Tamer.

Düşlerimizde bir gerçek kadar yerin var

büyük usta. Şiirini okumak ve anlamak için çocuk

olmak gerekli ilk. Şimdi daha çocuğuz sen

yokken.

Kaynaklar:

1) Gaston Bachelard, (1996), Mekânın Poetikası, Aykut Derman (Çev.), Kesit Yayıncılık, İstanbul, s. 41-44-83.

2) Rahim Tarım, (2006), “Behçet Necatigil Şiirinde Çocuk ve Çocukluk”. Osmanlı Araştırmaları XXVIII, İstanbul 2006, s.196.

3) Gaston Bachelard, (2012), Düşlemenin Poetikası, Alp Tümertekin (Çev.), İthaki Yayınları, İstanbul, s.110-111.

4) Çolak, V. (2001), Ülkü Tamer’e Serçe Bakışı, Dize dergisi, 66, 1.

5) Hüseyin Kaya, Ülkü Tamer Şiirinde Yapı ve İzlek, Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Bölömleri Enstütüsü, 2016, Yüksek

Lisans Tezi.

6) Okan Özkara, Ülkü Tamer’ıin Siirlerinde Yeni Bir Dünyanın Oluşumundaki Rolüyle Çocuk, Karadeniz dergisi, 2017, sayı

36, s. 164-175.

7) Ülkü Taner, Virgülün Başından Geçenler, De Yayınları, (1965).

8) Ülkü Tamer, Sıragöller, Cem Yayınları, (1974).

9) Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, Yky, (2014).

45


Nurgül ULU

MASAL

Ben

Kum,

Zamanın nöbetini tutan saat kırıldığından beri

Çöl

Hiç masal saçlarımdan kayıp zamana düştüğünde

ellerin; yüz ölçümü dağılmış haritalarda hiç varılmamış yorgun yol.

boşluğun izi kireçteki yazı

Kendi renginden utanınca süt.

Duvarı terk eden çiviyi kim bağışladı?

tüm zamanların en büyük suskunu;

Aynalar kırıldığında iki insan arasında artık sır kalmayacak

maviyle kestiğim bileklerimdeki martıları besleyen

hiç doğmamış çocuklarım anlatacak masalı...

Ben çöl

unutulduğumdan beri adım;

vahayla, derya arasında

Dalıp giden gözlerimde

hiç masal yok.

Seni büyütemem

Metal kadar soğuk,

somut,

Aşk!

tek hece ve renge indirgenen adınla,

soyun ve akıt

üzerine uyumsuz kırmızıyı.

Funda AÇIKGÖZ

46


KASABA

Mehmet Emin YENİÇERİ

Öykü

Atike, ürkek gözlerle avukata bakarak,

teklif beklemeden, yumuşak koltuklardan birine

usulca oturdu: “Seni görmeye geldim,”

diyordu endişeli bir sesle. Avukat, ifadesiz bir

yüzle, derin kuyulara bakar gibi gözlerini kırpmadan

Atike’yi dinliyordu; dışı sakindi, içinde

yıkım fırtınaları esiyordu. Bir süre sonra kadının

sesini duyamaz oldu; gözlerinin önündeki sahnede,

belleğinde kalan otuz yıl önceki olaylar

canlanıyor, gri sis katmanı dağılırken görüntüler

netleşiyordu.

Özgür, sahil kasabasına yakın bir köyden

gelirdi okula, o sene liseyi bitirmişlerdi. Kız

kasabalıydı, bilirdi Özgür’ün kendine olan derin

ilgisini; koruluğa doğru uzayıp giden yolun

ucunda buluştular. Bekle beni, İstanbul’a üniversiteye

gidiyorum diyecekti ki, “Bak özgür!

Sen iyi bir çocuksun. Beni sevdiğini de biliyorum,

ama artık görüşmemiz doğru değil,” diyordu.

Delikanlının yüzüne dahi bakmadan,

birkaç kanatıcı cümle daha peş peşe, önceden

ezberlenmiş gibi bir çırpıda döküldü Atike’nin

dudaklarından. Geriye dönüp gitti. Gidenin ardından

bakıp kaldı Özgür. Kız tozlu yolda gittikçe

ufalıyordu. Karınca kadar kalıp gözden kayboldu,

ardından kasaba küçülüyordu. Özgür,

kasabaya yukardan bakan kayalara tırmanmak

için koşuyordu; zirveye ulaştığında nefes nefeseydi.

Şimdi kasabanın tamamı aşağıdaydı. Balıkçı

limanı bir kaşık mavi suya dönüşüyordu,

evler küçülüyordu, deniz küçülüyordu, önünde

uçuşan martılar sineklere dönüşürken; Özgür,

bilmediği bir şeye dönüşüyor, ufuktaki bulutlar

paldır küldür dünyanın üstüne göçüyordu…

Ofiste, gözlerinin önünden birer birer geçen

görüntüler kaybolurken; ta derinlere daldığı

iç yolculuktan yüzeye doğru tırmanırken,

Atike’nin ses kulalarında yeniden beliriyordu.

Hayalindeki sınırın bu tarafına savrulunca, her

şeyi daha net görmeye başladı. Atike’nin elbiseleri

ne eski ne de yeniydi, renkleri biraz solmuştu;

pembe bluzu tozpembeye, yeşil eteği

solmuş yaprak yeşiline, yeni olmayan ayakkabıları

ıslak bezle üstünkörü silinmişe benziyordu.

Saçları yer yer, lime lime dipten başa kadar

ağarmıştı. Pek kilo almamış, dudakları ince,

gözleri iri ve karaydı, ama eskisi kadar canlı

bakmıyordu. Bu Atike, o gökyüzlü kızın ta kendisiydi…

Özgür onun bakışlarını, hayatta kaybedenlerin

gözlerindeki derin denize benzetti bir

anlığına: Yılların Ağırceza avukatıydı ne de olsa.

Her şeyini kaybetmiş insanların mahkûmiyeti

yüzlerine karşı okunduğunda; sessizce, kendi

kazdıkları mezara girmek üzereymişçesine,

yüzleri kireç gibi bembeyaz olur, dünya ile bağlarını

koparırlardı.

Öylesine sorar gibi, “Beni nasıl buldun?”

diye sordu Atike’ye. “Mersin’de seni tanımayan

yok. Kime sorsam adresini tarif ediyordu.

‘Köyle kasabayla bağını kopardı, artık buralara

uğramıyor’ diyorlardı.”

“O bağı ben koparmadım. Yıllar önce; gündüz

güneşi, gece ayı etrafında döndürdüğüm

kara gözlü bir kız kopardı,” deyince; birdenbire

Atike’nin başı önüne, saçları yüzüne düştü.

47


Bakışlarını yerden kaldırmadan, yavaşça, tane

tane konuşarak: “Aylardan beri kendimi azarlıyordum.

Gidip de yüzsüzlük etme diyordum

kendi kendime. Düşünecek çok zamanım oldu.

Dünya gözüyle seni bir kez daha görmek istedim,

hepsi bu!” derken yüreğinde küçük bir

umut vardı. Ömrü kısa olsa da, umut, bazen

beton çatlağında açan minik bir çiçekti.

Atike’nin sözleri üzerine Özgür’ün yüreği

burkuldu. Oysa yıllardan beri acımıyordu hiç

kimseye, “İnsanların sürekli yanlış işler yaparak

doğru sonuçlar beklemesinden bıktım artık,”

derdi meslektaş sohbetlerinde. Diğer avukatlar

da, “Eee, hesapsızlar olmasa biz nasıl

geçineceğiz?” der, basarlardı kahkahayı.

“Bileği güçlü, aklı zayıf bir oğlana gitmiştin.

‘Ekmeğini taştan çıkarın’ diyorlardı kasabalılar.

Ne oldu?”

“Hiç sorma! Evde kamış kırk yaşında bir

kız kurusuyla gitti. Oğlan hapiste. Kız, doğulu

bir garsonla kaçtı. Ben de kasabaya, babamdan

kalan harabe halindeki eve taşındım. Sonumu

bekliyorum!” diyordu.

Özgür’ün yüzü karıncalanmaya başladı,

göğsü sıkışıyordu. Amansız bir uyuşma sol kolun

pençesini geçirdi, bırakmıyordu; sarı sıcak

altında nefes nefese koşarak, kasabaya yukardan

bakan tepeye tırmanır gibi terliyordu.

Başını koltuğun arkalığına yasladı, kravatını

gevşetmek için düğmesini boşandırdı. Sanki

geniş ofiste hava bitmiş de nefes alamıyor

gibiydi. Ama o hala koşuyor, ulaşmak istediği

tepe daha da yükseliyor, erişilmez oluyordu.

Ayakları altındaki toprak kayıyor, kendisini geriye

doğru itiyordu. Artık nerede olduğunu ayırt

edemiyor; tüm dünya, ucu yokuşa ağan tozlu

bir yola dönüşüyor, ‘Bir daha görüşmeyelim’

diyen o kız tozlu yolda gittikçe küçülüyordu…

Atike birden ayağa kalktı. Kapıyı açtı, “İmdat,

yetişin!” diye bir çığlık attı. Sekreter koşarak

geldi. Özgür’ün yaka cebinden el çabukluğuyla

çıkardığı yuvarlak yassı kutudan aldığı

bir dilaltı hapını, iki parmağı ile avukatın dilinin

altına yerleştirdi. Ambulans çağırdı. Özgür hastaneye

götürülürken, son anda, “yakınıyım” diyerek

Atike’de bindi ambulansa. “Benden önce

ölme!” diyor, otuz yıl sonra görebildiği ilk göz

ağrısı için gözyaşı döküyordu. Ambulansta

Özgüre birkaç kez elektroşok verdi görevliler.

Hastaneye ulaştıklarında Atike’nin umutları

tükeniyordu. Acil Servis doktoru Özgür’ü çabucak

muayene etti. Bütün hayata döndürme

uygulamalarını denedi. Özgür’ün gözbebekleri

büyümüş, tavana bakıyordu. Kalp atışlarını taklit

eden osiloskop ekranındaki ışıklı eğri, artık

yukarı doğru zıplamıyor, Doktor başını iki yana

sallayarak “ex!” diyordu.

Şimdi, sarı sıcak altında kavrulan o sahil

kasabasında, Özgür’den başka hiç kimseyi

hatırlamayan, adı ”Deli” ye çıkmış bir kadın

yaşar. Yaşar mı yaşamaz mı orasını da kimse

umursamaz. Ama Atike gündüz güneşi, gece

ayı Özgür’ün yörüngesinde döndürmeye devam

eder hâlâ. “Özgür kim?” diye soran eski tanıyanlarına,”

Bana sırtını dönünce güneş batardı,

gülümseyince ay doğardı,” diyerek yüreğindeki

derin yarayı göstermeye çalışır.

Atike yürürken, asfalttan veya betondan

geçip toprağa basmak zorunda kaldığında; incitmekten

korkarcasına, ayaklarının ucuna bakarak

yürüyor şimdi. Atike toprağı sevmiyor,

tapıyor. Çünkü otuz yıl boyunca kendine dahi

itiraf etmekten korktuğu, ama sevmekten asla

vazgeçmediği adamı onca zaman sonra görmeye

gitmiş, belki de ölümüne sebep olmuştu.

Şimdi o toprağın kucağındaydı. Atike’nin sevdiğini

toprak seviyor, kendisinin yapamadığını

toprak yapıyordu.

Elli yaşındayken biri öldü, diğeri delirdi.

Ama dünyadan hiçbir şey ne eksildi, ne de çoğaldı.

48


Zeynep SARAVİN

MOR LOİN

hiçbir tanrı bilmez

ölü bir kıza mektup yazmanın zorluğunu

ölmekte olan bir çocuğun elini tutamamayı

bu yüzden saklanır bulutların ardına

her hücre yanlış bölünüyor

yanlış doğuyor güneş

yazdığın masalı

biz oynuyoruz

o bulut sana, bu bulut bana

can yakıyor damlalar

günahlarım için hesap vereceğim tanrı

kime hesap verecek

sekiz fırtınası vardır gökyüzünün

birincisi güneşi götürür beraberinde

ikincisi mal satar gibi ruhunu satar

üç gül kokar, cana yakındır

dört gemileri yıkandır

beş ve altı ayrılmaz

birinin öldürdüğünü diğeri gömer

yedi yaz gecesi huzuru taşır koynunda

sekiz

sekizi gören olmamıştır

meleklerin hepsi günahkar

yargıladılar her birini ve durdu fırtınalar

yaşanacak çok şey var daha

okunacak çok kitap

unutulacak çok anı

bırakılacak çok insan

gönderdiğim ölüm haberleri eline ulaştı mı

yoksa kırmızıya mı tapıyorsun hala

bir kız çocuğu sevmiştim

göğe dokunan sarı bir şarkı

yaşı yediydi öldüğünde

hangi vicdansız yazabilir bu kitabı

gök tanrım,

sen de oynayamazsın bu oyunu

kapatma gözlerini

hücrelerini sayacağım

mideni dikeceğim

katliamlar boyunca uyumadın çocuğum

haykırışlar boyunca sevdim seni

ölme çocuğum, bekle

tanrının sırası şimdi

49


GÖLGE GÜNAH VE KEDİ

Dizdar KARADUMAN

Gölge Günah ve Kedi (2017) Aslıhan

Tüylüoğlu’nun beşinci şiir kitabı. İkinci kitabı

Yokuşu Çıkan Su (2011) ile Karşıyaka Belediyesi

Homeros Edebiyat Ödülü ile Metin Eloğlu

Şiir Ödülü’ne (2012) değer görülmüştü. Gölge

Günah ve Kedi ile de Karşıyaka Belediyesi Attila

İlhan Şiir Ödülü (2017) sahibi oldu. Kitap adından

da anlaşılacağı üzere üç bölümden oluşuyor.

Gölge, Günah ve Ölüm, Kedi ve Merak.

Birinci bölümde 14, ikinci bölümde 15,

üçüncü bölümde ise 10 şiir yer alıyor. Gölge

bölümünün ilk şiiri, İrena için Lethe Duası

(s.9) adını taşıyor. Bu şiir, günümüz dünyasını

son derece çarpıcı bir biçimde anlatırken, aynı

zamanda kitabın da yazılış amacının bir özetini

veriyor gibi. Şiir, Grek mitolojisinde yer alan

mitolojik öznelere göndermeler yapıyor.

Şiirde geçen mitolojik özne Lethe, unutmak

anlamına gelen bir nehirle vücut bulan

bir tanrıçanın adı. Nehir de unutuş nehri oluyor

doğal olarak. Hesiodos, Thegonia adlı yapıtında

kavga tanrıçası Eris’in kızı, Gece’nin torunu

olduğunu söyler Lethe’nin. Lethe, ölüler ülkesinde

akan bir ırmaktır. Aslıhan Tüylüoğlu, şiirimizde

Hilmi Yavuz ve Emir Saltat dışında pek

kullanılmayan bu Lethe mitosunu şiirin temasına

uygun olarak ustalıkla kullanıyor ve ona insanın

derinlerine inip hayatını sorgulayışının anlamını

yüklüyor. Çünkü Lethe, öyle bir nehirdir

ki içtiğiniz suyla beraber acılardan kurtulurken

anılardan da kurtulursunuz. İnsanların yaşadığı

ve onların canını yakan bütün acıları silinirken

değer verdiği, sevdiği insanlarla olan güzel ve

mutlu anıları da silinecektir. Hayatta olmanın

duyumsattığı doyumsuz tatları, yaşanmış aşkları

da unutma riski var. Kısaca bizi biz eden her

şey silinip unutulacaktır belleklerimizden. Belki

bir damla, belki bir yudumda gidecek yaşanılan

kötülüklerin yanında güzellikler de.

Şöyle bir değerlendirme yaptığımızda

geçmişe sahip çıkıp acılar, kederler, dertler ve

hastalıklarla beraber devam etmek mi; yoksa

bir yudumda bir ömür boyu biriktirilen her şeyi

silmek mi ikilemiyle karşı karşıya kalırız! Karar

vermemiz çok güçleşir böylesi yaman bir

soruya karşı. İşte insanlara bu ikilemi sürekli

yaşatan nehirdir Lethe. İnsanlara hayatı sorgulatan,

taşınan yüküyle yaşanan güzelliklerin

muhakemesini yaptırıp terazide tarttıran içsel

bir yolculuktur bir anlamda.

“Sana çaresizlik verilmiş İrena / Boş bir

peri masalına kananlar için / Ares çalışırken

ölüme şafakla / Sen ölülerini toplayan yasta”

(s.9, İrena İçin Lethe Duası) dizelerinde geçen

Ares, Yunan mitolojisinde Savaş Tanrısı’dır.

Zeus ve Hera’nın oğlu ve On İki Olimposlu’dan

biridir. Aslıhan, bu şiirde mitolojik söylenceden

anıştırma (telmih) yoluyla günümüz savaş baronlarıyla

barışsever güçlerin arasında süren

tarihsel ve diyalektik mücadelenin hiç bitmeyeceğini

vurguluyor.

Grek Mitolojisine göre Lethe, uzun ve acı

suyuyla cehennemde Styx nehrinin komşu

nehridir. İnsanlar acılarını unutmak için şarap

içer kanlarına üzüm suyu karışır unuturlardı

dünyadaki çilelerini bir an için. Ertesi gün yine

acı çekmeye devam ederlerdi. İnsanlığın acısı

50


hiçbir zaman dinmeyecekti. Acılardan kurtulmak

için bu lanetli gözyaşlarıyla sulanmış çamurdan

yoğrulmuş bedeni bu dünyada bırakmak

gerekti, ölmek gerekti, ruhların kaçması

gerekti… Ölümün karanlık soluğunu hissettiği

zaman karanlıklar ülkesine inerdi ruhlar. Styx

nehrine yaklaşıp kayıkçının (charon) gelmesini

beklerlerdi. Karşıya geçmek için ızdırap dolu

yıllar geçirirlerdi ruhlar. Cehennemin ateşli kıyıları,

bu ruhların çığlıklarıyla beslerdi kendini.

Cehennemin kapısında üç başlı köpek Kerberos

beklerdi. Ruhların kaçmaması için. Ruhlar

Lethe’nin yanına gelir, onun kıyısında oturur

ve ağlarlardı. Çığlıklar yükselirdi ansızın. Acı

çeken ruhlar, içerlerdi suyundan unuturlardı

geçmişlerini, sanki hiçbir şey olmamış gibi.

Baktığı zaman insan, nehrin sularına acılarının

nasılda akıp gittiğini görürdü. İsyan ve çığlıklar

nehir sularıyla birlikte cehennemin karanlık

kuyusuna giderdi ve herkes arınırdı acılarından,

ızdıraplarından. Ve aslında ölümün asla bir son

olmadığına inanırlardı ve kendilerini korkunun

kollarına bırakırlardı çünkü bir daha dirileceklerdi

ve acı çekeceklerdi... “Delilik, çok büyük

acıların Lethe’sidir” diyordu Schopenhauer.

“Akşam da senin kadar bitmiş / Senin kadar

hüzünlü, yenilmiş / Cehennemden çıkma

çocuklarına / Bir Lethe yudum bağışla / Bir Lethe

yeniden dayanma / Her şeyi silen yeşil sularda”

(s.9,İrena İçin Lethe Duası)

Kitapta yer alan şiirler içinde benim en çok

dikkatimi çeken şiirdi İrena İçin Lethe Duası. Lethe

ifadesine ve motiflerine birçok önemli edebi

yapıtlarda rastlanmaktadır. Her ne kadar farklı

yapıtlarda hem birbirinden hem de mitolojideki

tasvirinden farklı bir biçimde yer alsa da temel

özelliği olan unutkanlık vermesi pek değişikliğe

uğramaz. Örnek olarak Dante’nin İlahi Komedya

adlı yapıtında yer alır. Dante Araf’ta bulunan bir

ırmağa adını vermiştir. Suyunu içenlere geçmişlerini

unutturan bir ırmaktır Dante’ye göre. Bu

şiir, yaşanılan acıların unutulması ile bu acıları

yaşatanların asla unutulmaması çelişkisinin de

güzel bir örneği sayılabilir.

Hayattan insanı bıktıran, nefret ettiren, giderek

sıkan, boğan ve özgürce bir nefes alacak

yer bıraktırılmayan bu kahrolası dünyada bunca

kötülüğe ve uğursuzluğa gözlerini kapayan,

yaşanılan bunca savaş, kıyım ve vahşet karşısında

kılı kıpırdamayan ve duyarsızlaştırılan

insanların yaşadığı bu dünya, Aslıhan’a bir iğne

gibi batıp durur hep, kalemini daha da sivriltmesi

için. “Bu uğursuzluğu taşımaktan usanmış

/ Usanmış duymaktan sessizliğin çığlığını /

İğne gibi batıp duran hayatta / Tekillik biriktiren

sonsuz yanlarından onun / Düğümlü sokaklarından

/ Evini kaybetmiş bir kedi kadar üzgün

dönüyorum...” (Avare Acılık, s.10)

Bu yüzden derdi olan bir şair Aslıhan, salt

yazmak için yazmıyor. Yaşadığı bu dünyada kötü

giden bir şeyler var. Bunları göstermek, bunlarla

insanları yüzleştirmek ve bunların düzeltilebilmesi

için de birilerinin taşın altına elini sokması

ve sorumluluk alması gerektiğine inanıyor. Bütün

bunlar için de her şeyden önce sanatçı duyarlılığı

ve sorumluluğu gerek. İşte Aslıhan da bu bilinçle

yazıyor.

51


Aslıhan, bir şair olarak insana dair yaşanılan

bütün acıları, kendi acısı kılabilen bir anlayış

ve duyarlıkla çalıştırıyor kalemini. Bunu gerçekleştirirken

kendi acısını da tüm insanlığın

acısı olarak şiirine yediriyor. Bunu da hayatın

içinden çıkararak yapıyor Aslıhan. Onun şiirini,

zaman zaman insanı çıldırtacak, insanın kanını

donduracak kadar yaşanılan korkunç olaylar

beslerken, kimi zaman da kimsenin önemsemediği,

fark etmediği küçük, sıradan yaşantılar

oluşturuyor. Kısaca hayatın diyalektiğine uygun

değişenin içindeki değişmeyen insani değerleri

ve erdemleri yakalayıp okura hem düşünsel

hem de estetiksel düzlemde bir duyarlık kazandırmayı

amaçlıyor. Bunu başarabilmek içinde

kurgulamaya çalıştığı şiir diliyle de yüzleşerek

hesaplaşarak kuruyor şiirini.

Şiirlerinde anlatımı güçlendirmek, sözü

daha etkili kılmak için alışılmamış bağdaştırmalara,

sanatlı söyleyişlerle özgün buluşlara

ve imgelere yer veriyor. Benzetmelerden, eğretilemelerden,

kişileştirmelerden, aktarmalardan

telmihlerden, abartmalardan, tezatlardan

yararlanıyor aşağıdaki örneklerde olduğu gibi.

“Koskoca bir yanlış boyandı duvara / Ellerine

haftaların kiri / Korkuya el uzatır geceler /

Gözyaşı içinde mendilin / Kınında bekleyen kara

gözlü öfke / Bastırdıkça çoğalan tiksinti / Cansız

bir yaprak kaldı hayat ağacında / Yanılmış bir

gül kışta, gönül üzgünlüğü…” (Güvercin,s.12),

“Güneş öldürerek geçiyorum zamanı / Sarışın

bir kız çocuğunun ışıklı saçları saçlarında //…

“Bu uğursuzluğu taşımaktan usanmış / Usanmış

duymaktan sessizliğin çığlığını” (Avare Acılık,

s.10)

Hayatın getirdiği çelişkilerden besleniyor

onun şiiri. Aslıhan bu çelişkilerden hareketle

çok ince tezatlı imgelerle anlam ve çağrışım

zenginliği yaratmayı amaçlıyor. Örneğin “Cansız

bir yaprak kaldı hayat ağacında” (s,12, Güvercin)

ve “Usanmış duymaktan sessizliğin çığlığını/

İğne gibi batıp duran hayatta” (s.10,Avare

Acılık) örneklerde görüldüğü gibi bunu çoğu

şiirlerinde başarılı bir biçimde gerçekleştiriyor.

“Yaşamak kirlenmek değil miydi sanki /

Bir yangın gibi kokarak yaşayalım” (s.14) dizesi

Can Yücel’in Sevgi Duvarı başlıklı şiirine

göndermeler var: “çöpçülerin elleriyle okşardın

beni / yalnızlığım benim süpürge saçlım / ne kadar

kötü kokarsak o kadar iyi”

Frederico Garcia Lorca’a için yazdığı Kül

(s.17) şiirde İspanya iç savaşında Cumhuriyetçilere

karşı Franko faşizminin kirli yüzüne gönderme

yapılırken Lorca’nın 19 Ağustos 1936’da

Granada’da faşist birliklerce kurşuna dizilerek

öldürülüşü anıştırma yoluyla veriliyor. 1936

yazında Lorca’yı kurşuna dizen ölüm timi, aynı

dönemde yüzlerce solcuyu, devrimciyi de infaz

etmişti. Bu pis iş karşılığında 500 peseta ödül

alıyorlardı. Bunların aralarında gönüllüler olmasına

rağmen, bazı polis görevlileri de vardı.

Kül başlıklı şiir, Lorca’nın faşistlerce kurşuna

dizilmesinden duyulan hüznü bir kez daha hatırlatıyor

bellek tutulmasına uğrayanlara. “lorca

bir akşamdır / Kanayan balkonlarda / Ölülerin

ince dili / Rüzgârın şarkısındaki isim / Yolculuklar

aşrı dağlara”

“İstesem de gidemem bu gelişi / İstesem

de yolum kopuk bir kolye / Bir gün serili bir

gün toplanmış / Bir gün umut bir gün çöküntü”

(s.20, Öte Geçit), Aslıhan, şiirde ön, paralel

ve karşıt yapılı yinelemelerle bir yandan anlamı

güçlendirip pekiştirirken; bir yandan da sözcüklerdeki

kavramı genişletip zenginleştirmeye

çalışıyor. Kitabın genelinde ses, sözcük ve

dize tekrarlarıyla, zaman zaman dize sonlarında

redif ve uyaklarla şiirde ahengi (ses ve ritmi)

sağlıyor.

Aslıhan, bir yandan deyimleri şiirin anlamına

uygun bir şekilde kullanırken öte yandan

onları küçük değişiklerle yapısal sapmaya uğratarak

anlam zenginliği yaratıyor. “uydurduğun

düşlerden yapılmış / gerçek sandığın adam

/ ne Aslısı var ne de astarı onun” (s.25; Kovgun

Zaman), “Tamamladım teklerini söküğünü

diktim / Başıma ördüğüm akılsız çorapların”

(s.14,Özür ve Düzeltme)

52


Turgut Uyar: “Belki yağmura da gerek

kalmazdı, / İnsanlar bu kadar kirli olmasaydı.”

demişti. Çünkü insanı bu dünyada kirleten yine

doymak bilmez, açgözlü, bencillikten vicdanları

kararmış para babalarından başkası değildir.

Emperyalizmin kanlı yüzü, savaş ve ölü sevicilerdir.

Çünkü onlar para, güç ve iktidar için her

şeyi bozuyorlar, kirletiyorlar yarattıkları sistemle,

düzenle, kültürle… Buna itirazdır biraz

da Aslıhan’ın bu kitabı.

Bu kitabında çok taze ve özgün buluşlar

ve söyleyişlerle şiirlerini adeta bir inci dizer gibi

kurguluyor Aslıhan. Ancak zaman zaman “aşkın

kanatlı sözleri dursun” (s.18) gibi Homeros’tan

beri şiirde bir zamanlar çok kullanılan “kanatlı

sözler” imgesinin yeniden kullanılması şiire pek

bir yenilik getirmiyor imge yönünden.

Aslıhan, şiiri kurgularken sözcüklerin yatay

kurgulanmasında alışılmamış bağdaştırmalara

sık sık yer veriyor, bu bağdaştırmaları daha

çok sıfat ve ad tamlamalarından bazen de karma

tamlamalardan kuruyor. Böylece nesneleri

ve onlara ait kavramları daha belirgin kılarak

okuyucunun zihninde çağrışım yaratmayı, sezdirmek

istediği anlamın okurda karşılığını bulmasını

amaçlıyor. Sözgelimi, “Kınında bekleyen

kara gözlü öfke”(s.12),“Tapınmanın en kuytu

sokağında/ yakılmış günlerimden çekip çıkan

bu aşkı / adını bilmediğin bir mavi çiçek”(s.24,

Haziran ve Manolya), “dağılgan günün son ışıltısı

/ kalbinin ucunda batık gemiler / düzmece bir

aşk... // eritilmiş gözlerinden / uzak, göçmen ve

yaralı bir aşk geçer ”(s.25,Kovgun Zaman) dizelerinde

görüldüğü gibi yarattığı özgün imgelerle

okurla şair arasında duygu geçirgenliğini

ustalıkla yansıtmaya çalışıyor. Bunu yaparken

de benzetme, eğretileme, kişileştirme, abartma,

anıştırma (telmih), tevriye, hüsn-i ta’lil gibi

söz ve anlam sanatlarından yararlanıyor.

“Islanırım, gözyaşım denizi kıskandırır”

(s.24), “aynalarda manolyalar gezinir sen yokken”

(s.25), “her sevinç karnından bıçaklanıyor

burda” (s.27), “Halktır bu bugün çıkartırsa yarın

indirir / Bu dünya kalmamış bir süleymana”

(s.28), “sessizlik dayanılmaz gürültülü” (s.32),

“sancılı bir kentin çalgın yazında” (s.33) ”Bir ahla

yaktım kendimi / Sığmadı göğe külüm / Ne toprak

örtebilir beni / Ne deniz yıkayabilir” (S.37)

Kitaptaki şiirlere biçim yönünden baktığımızda

dizelerin kümelenişinde belli birim gözetilmediğini

görüyoruz. Her şiir yatay ve dikey

olarak farklı dize kümeleriyle düzenlenmiş.

Sadece Özür ve Düzeltme (s.13) başlıklı şiirde

dizeler tamamen yatay ve dikey olarak her hangi

bir bölümleme yapılmadan yazılmış. Yine bu

kitabındaki şiirlerde Kovgun ve Zaman (s.25)

başlıklı şiirin dışında bütün şiirlerin dizeleri büyük

harfle başlatılmış. Bunların yanı sıra noktalama

işaretleri de çoğu şiirde işlevsel olmaktan

uzak, gelişi güzel kullanılmış.

Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa

gülmektir” diyordu Edip Cansever Mendilimde

Kan Sesleri’nde. Gölge Günah ve Kedi

kitabında dünyada bu kadar kötülük varken, bu

kadar acı çeken insanlar varken gülebilmenin

ve yaşanılan bunca acıların da unutulmasının

imkânsızlığı dile getirilirken, öte yandan da büyük

insanlığın mutsuzluğu üstüne kurulmuş

olan kapitalizmin nimetlerinden yararlanan bir

avuç mutlu azınlığın tarihsel ve diyalektik çelişkisi

şiirlerdeki güzel örneklerle işleniyor. Gölge

Günah ve Kedi kitabını okumazsanız bir eksik

kalırsınız.

53


Murat ATICI

KİNEMA

objektif:

imgeden arınınca nesne

taraflı bir göz oluyor, kadrajından yorulmuş aynaya karşı

murç üzeri çekiç gibi bakıyor

madenci dulu.

flu sahne:

maden: tarık akan-cüneyt arkın kol kola

akşam, dünyaya matemli bir kadın gibi karalar giydirmiş.

can pazarı galeriler, bir adım ötesidir

omuzlarda göçük

gözlerin senin, yassı keski.

derinlik (diyaframın üç anlamı):

- öncelikli objeye odaklanmak

- nefesi kadar bağırması gerçeğin

- haykırmak yorulmadan.

yakın plan:

fırçaların bıçak bıçak çizdiği bedenler

karalanmış memeleriyle başsız kadınlar, göz önü sergisinde.

54


arka plan:

saydam kalabalıklar art(ık) resimleri geziyor.

kabuğu kırılmış yeryüzü sahnesinden devamla;

fırsat bu fırsat, bir ülke kuruyoruz

göz, gördüğü karalardan utanıyor

yollara düşüyoruz, ‘’karanlıkta uyananlar’’ın peşinden.

soyunurken başka, giyinirken başka

yedi sanatın en birincisi, isyancıl elbisen.

şefkat, kadınların elinde aşk

dudaklarında kıyam sebebi.

düşün ki, o günün perdesinde

bileklerimizde iz, kırılmış zincirlerden

ter,

sade sevişmelerden.

başucumuzun caddesinde istiklal

galatasaray’da çocuklarının-ertesi anneler

ellerinde şükran gülleri.

gözlerinin şenliği yanında bulunsun

yeni dalgası saçlarının,

bir de sabahlar için örs cıvıltısı.

Funda AÇIKGÖZ

55


RESMİNDE RENKTİ

UYGARLIKLAR, SERAMİKTE

HARLANAN GEÇMİŞ!

Ümit Yaşar GÖZÜM

hep toprakla uğraşıp çamuru yoğurur muyduk?

Ya da her eserin sanatın geleceğine adanmış

bir ışık olduğunu algılayabilir miydik? Bütün bu

felsefi sorular, kendisini toplumsal aydınlanmanın

bir parçası gören her sanatçının zihnini

kurcalar sanırım!

Aydınların, geçmiş zamanın sessiz tanıklarını

yaşadığı dönemle buluşturma çabası bir

geriye gidiş arzusunu değil, aksine gelenekselle

güncel arasında kurulan bağla geleceğe akışı

sürekli kılma bilincine dayanır. Bu yöndeki çalışmalarıyla

Açıkgöz, belleğini zamanın derinliklerinde

seyahate çıkaran bir düş gezginidir.

Funda Açıkgöz’ün sanatı üzerine izdüşerken,

yanıtı belleğimde saklı ‘sanatçı tarihten

dersler çıkarır mı?’ sorusuyla baş başa buldum

kendimi. Evet sanatçı köken kültürden hem de

çok dersler çıkarmalı, hatta sanatçının bir ayağı

sürekli geçmiş zaman yolculuğunda olmalı.

Eğer tarihi bütünüyle sorgulamış ve geride

kalan gizemi çözmüş olsaydık sanat açısından

Ressam ve Seramik Sanatçıçısı Funda

Açıkgöz’ün, her şartta eserin plastik yönünü

hedefleyen bir sanat algısına sahip olduğunu

görüyoruz . Muhakkak ki doğru olan budur;

ancak vurgulanması gereken, endüstrinin kuşattığı

seramik gibi bir sanat alanında ilkeli kalmanın

ve üretmenin çok da kolay olmadığıdır.

Şairin Romanı’nda “Bütün zamanlar

birbirine benzerler, birbirine benzemeyen

‘an’lardır...” der yazar dostum Murathan Mungan.

Katılmamak mümkün mü? Funda Açıkgöz

adeta yazarı haklı çıkarmaya çalışır gibi,

birbirine benzeyen zamanlardan arındırdığı

‘an’ların kalıcılığına izler düşer.

56


Bazen herkesin geçmişi unuttuğunu düşünür

ve hüzünlenirsiniz. Oysa sanatçının sorumluluğu;

unutulmuş, bir kenara bırakılmış olanları

da unutmamak gibi kavi bir sorumluluktur.

Gerçekte sanatçının biçimlendirdiği, düşünce

ve düşleridir. Aslında ne düşündüyse ne

söylemek istediyse onu biçimlendirerek kendisini

ifade etme yolunu seçer.

Bu yüzden sanat eserleri, sanatçının imzası

olmanın ötesinde, onu sonsuza taşıyacak

‘söz’leridir.

Geçmişin Sessiz Tanıklarının İzinde

Plastik Değer Yaratmak…

Açıkgöz, gerek resimlerinde gerekse seramik

çalışmalarında kültürel ve tarihi mirası

köklerinin üzerine yükselen ağaçların varoluş

öyküsü olarak algılar.

Kuşkusuz ki, seramiğin yeni kültür formları

yaratma arayışlarında önemli katkısı var.

Hatta uygarlaşmanın temel araçlarına dönüşerek

değişim ve dönüşümün de vazgeçilmezi

olduğu sanat tarihinin önemli bir gerçeği.

Öyle ki, her uygarlık kendi izlerini bıraktı

çamurda, her kültür kendi biçimlerini yaratarak

kalıcı oldu tarihte. Bu yüzdendir ki, seramik

insanlığın geçmişinden günümüze uzanan köprüsüdür.

Bu gelenekten beslenen Açıkgöz, farklı

çamur türlerini, farklı plastik teknikleri birlikte

harmanlayarak yeni teknikler denemekten

kendisini alamasa da geleneksel mirası işlemekten

vazgeçmedi.

Seramik eserlerin yorumlanması genelde

geleneksel ve endüstriyel tarzın doğurduğu

farklı bakışların yanılsamalarını içerir. Ancak

gerçek olan tarihsel alandan beslenen çağdaş

yorumların her zaman ilgi alanı yarattığıdır.

Tarihin izleğinde kendisini bulan formları

günümüze taşıyarak, izleyicinin konumunu

sorgulatıp, onları geçmişe doğru analitik bir

yolculuğa çıkarıyor Açıkgöz.

Geçmiş zaman düşleri sanatçının belleğini

zorlamaya başladığında esere dönüşür ve geçmiş

zamanın sessiz tanıkları olarak buradayım

diye seslenir izleyiciye.

İnanç düzleminden, toplumsal sosyal tabakalara

hatta uygarlıklara uzanan bir serüvendir.

Anadolu coğrafyasının ev sahipliğinde

uygarlıkların birikimlerine tanıklık eden, Sümerlerden

Urartu’ya, Selçukludan Osmanlıya

ve Cumhuriyete uzanan ironiyle karşılaşıyoruz.

Resim ve seramik çalışmalarındaki ortak

nokta, farklı teknik ve malzemelerin birbirini

tamamlayan yanları ve izleyicide yarattığı algıdır.

Genelde plastik sanatlarda tek alan hakimiyetinin

sağladığı kolaylık, iki farklı alanda

üreten sanatçının içinde yaşadığı süreç gibi

karmaşık değildir.

Şöyle ki, farklı alanların sağladığı doyumsuz

kurgu ve tekniğin birbirini tamamlama,

görme ve hissetme duygusu işin

diğer bütün zorluklarını unutturmakta sanatçıya.

Bir yanda seramikte özgün form ve teknikler

arayışını yoğurmak diğer yanda fırça ve

boyanın ahengini kurguya yansıtarak üretmek,

eş zamanlı olarak iki farklı doyumu yaşamak.

Funda Açıkgöz sanatının teknik özellikleri

kadar kurgulamalarına yöneldiğimizde, geleneksel

etnografik kompozisyonların özüne

sadık kalmak kaydıyla yeni figür ve formlarla

sanatçının tarihi olanı algılama gücüne dönüştüğünü

görüyoruz.

57


Düşlerimizde Her Kapı Bir Lale Bahçesine

Açılır…

Kapılar ve laleler; Funda Açıkgöz’ün her iki

plastik alandaki kurgusunun mihenk taşlarıdır.

Onu öğrencilik yıllarında sanata yönelten

ve böylece yaşamına dokunan hocaları

Ankara’nın taşrasındaki mahalle kültürünün,

tarihi sokakların ve taş ve ahşabın estetik birer

forma dönüştüğü mekanların bütün haşmetini

de görmesine de aracı oldular.

Bu coğrafyanın sanatçısı olarak, köklerin

kalıcılığını eserde göstererek yaşatma yolunu

seçtiğinde, sanatın umutlarını, meraklarını ve

coşkusunu tetiklediğini algıladı.

Anadolu mimarisinin vazgeçilmezi ahşap

kapılara dayanan kurgunun temelinde; bir

yanda her gün dokunduğumuz estetize edilmiş

nesnellik, diğer yanda dışa kapalı yaşanan öznelliğe

vurgu yatıyor. Tıpkı bir kapının arkasındayken

bize kapalı görünmesi gibi.

Her kapı, yeni umutlar ve ufuklarla dolu

aydınlığa açıldığı gibi, bireyin yaşamını şekillendiren

sosyalleşme sürecinin de başladığı yerdir.

Kapılar nesnelliğin ötesinde bir değere kendisinden

farklı başka bir değere açılan yolun başlangıcıdır.

Sanatçının tarihi kapı ve kapı tokmaklarına

içkin göndermelerinin temelinde; kapalı kapılar

ardında yaşananların gizeminin merak duygusunu

körüklemesi yatar.

Kendini dışa kapatma, güvene alma, bölüşerek

paylaşma ve önemli toplumsal yanı

da özgüvenin kazanıldığı yuva olmasıdır. Ya da

çokluk içerisinde yaşanılan bir tek başınalık

duygusudur. İlişki yoksunlukları, kısıtlanmış

özgürlüklerin dayattığı bir hapishane veya sınırların

kalktığı öznelliği barındıran sabah akşam

birkaç kez dokunduğumuz estetik yanımız.

Ahşap kapılar üzerindeki lale figürünün

hilal şeklindeki kıvrımıyla kucakladığı kapı tokmaklarının

üzerindeki kilit ve köşelerine farklı

renkle düşülen kapı numaralarıyla başlayan

kader birliği! Sanatçı, tesadüf olarak düşündüğümüz

bir çok şeyi, aslında yaratış teorisindeki

yazgının kuşatmışlığını, nesneye yükleyen ezoterik

anlatıya dönüştürüyor.

Kim bilir farklı dönemlerin ve uygarlıkların

motiflerini taşıyan kapıların ardında yaşanan

aşkları, ihanetleri, aç veya toklukları, şiddeti,

sevgiyi ve gizemi… Hele bu kapılar göçlerin,

sürgünlerin, gurbetin bütün sis perdesi gibi

kapladığı Anadolu motiflerinin izleri ve formlarıyla

süslenmişse!

Sanatçı bütün bunları kurgulayarak renk

vurur tuvaline. Kropotkin’in sarkacında olduğu

gibi düşünür sanatçı, inişte olmamız çıkışa bir

göndermedir aynı zamanda.

Açıkgözün her çalışmasında ateşte pişen

uygarlıkların renk ve motiflerinin stilize formlarıyla

karşılaşırız. Hayat ağacının ömrümüzü

sorgulattığı yükselişine yaban keçilerinin ürkek

tırmanışları ayrı bir görsel haz katmakta.

Sanatçının terakotalarına, beyaz seramik

hamuruyla biçimlendirdiği Selçuklunun çift

başlı kartalı, Anadolu arslanı ve turnalar eşlik

eder. Lale ve karanfil motiflerinin özgün renklerinin

yanı başında tavus kuşlarının görkemli

büyüsüne kapılırız.

Eski zaman düşlerinden fışkıran mimari

yapılar üzerinden yaratıcıya ulaşacaklara yol

gösterircesine düştüğü ‘vav’lar, hat’tın plastik

sanatlardaki ‘teşbihi/ benzetmesi’dir.

Funda Açıkgöz ile tanıştığımda kaosun ortasında

sakin bir liman olduğunu anlamıştım

ta ki, sanattan söz açana kadar sürmüştü bu

dinginlik. Sonrası bir sanat masalının ortasında

tuvalde renge, ateşte pişen seramiğe dönüştüğüne

tanıklık etmek oldu.

58


Cemal TOPRAK

KIRIK MEVSİM

direnir bileklerin

sokaklarımızın bittiği yerde

adın alnımda çizgi

sıcaklığın tenimde

anlatsam hasretini

keskin kılıçlar kırılır

gözlerinin oylumunda değil

avuçlarım ışık halkasında

katmerlenir buğusu güneşin

sancılar ortasında

mevsim eşiğindeyim

ertelenmiş yazında

kırılır karanfil

uzansam saçlarına

Funda AÇIKGÖZ

59


ŞİİRİN JEANNE D’ARC’I:

EMİNE ERBAŞ

(OSMANAĞAOĞLU)

Uğur OLGAR

Değerli şair Emine Erbaş’ın üç kitabı birden

bugünlerde elimin altında. Şiirleri masaya

yatırdım, alıcı gözle okuyor, inceliyor, tadına

varmaya çalışıyorum. Birbirinden ilginç ve

güzel şiirleri okumakta zorlanıyorum, çünkü

okuma eylemim sürerken sık sık şiirlerde bir

şeyler oluyor; birden bir lale ya da gül fışkırıyor

gökyüzüne, orada sevdalı bir bulutun gözyaşlarını

siliyor. Bir de bakmışsın ki mutluluk bir kuş

misali gelip avuçlarına konuyor şairin. Sonra

bir orman yangınının içinde gövdenizden dışarı

fışkırmış elleriniz yaprak yaprak, dallarınız çiçeğe

durmuş buluveriyorsunuz kendinizi şiirle

bütünleşerek. Üstelik dokuz aylık hamilesiniz

ne dizelere, şiirlere…

Emine Erbaş, şairlerin yaşlanmadıklarını

kanıtlarcasına yazmış şiirlerini. Önemli olan şiirin

genç olması değil mi zaten? Yıllara meydan

okuyan Jeanne D’arc azizeliğinde elinde kılıç

gibi tuttuğu kalemiyle savaşmış edebiyat cephelerinde.

Ya da Aya Tekla gibi sanki bir edebiyat

bazilikasında yıllar yılı kapalı kalıp inzivaya

çekilerek iyi şiirin ses ve tınılarıyla, imgelerin

damak tatlarının peşinde koşmuş hep. Bazilikasından

dışarı çıktığı zamanlarda ise, kitaplarla,

dergilerle, etkinliklerle biriktirdiklerini

insanlarla paylaşmayı bilmiş bir şair.

Toplu şiirlerden oluşan “Korkuya Doğru

Yürüdüm”, Mart 2011’de Broy Yayınevi’nden

çıkmış. “Perizat Hanım Akasya”, “Denizin Kalbi”,

“Öpüyorum Sizi Parçalanmış Ağzınızdan”,

“İstanbul Annem”, “Aşk Lirikleri” kitaplarındaki

şiirlerden oluşmuş. Artshop şiir dizisi kapsamında

Nisan 2016’da 2. Baskısı yapılan “Aşk

Lirikleri” yukarıda sözünü ettiğim Toplu Şiirler

kitabından ayrı olarak elimin altında. Bir

de, Hayâl Yayınları tarafından Şubat 2019’da

ışık yüzü gören çiçeği burnunda “İnce Zamanlar”

adlı şiir kitabı var masada. Masam oldukça

varsıl diyebilirim. Şiir kelebekleri havalanıyor

masamdan tavana, oradan da odamın her yanına.

Açık olan bahar penceresinden dışarı uçup

güzel çiçeklere konuyorlar. Daha doğrusu; her

çiçek güzeldir, her çiçeğe konuyorlar, her çiçekten

her çiçeğe yaşam taşıyorlar habire.

“İnce Zamanlar” kitabı “Rüzgârın Su’ya

Söylediğidir” şiiriyle başlar. Şiirin ilk iki dizesi;

“Biz iki kişiyiz ya bu akşam, ne güzel biziz/

Ortada bir masa ve üstünde ellerimiz” derken,

odamdaki masaya yatırdığım kitaplardaki şiirlerin

üstünde gezinen ellerim geliyor usuma.

Şiirlerin üstünde gezinirken ellerim kâh yanıyor

cayır cayır, kâh bu yangına su sıkıyor görünmez

birisi. “Şimdi seninle biz/ Bir okyanus geçeceğiz

sevgilim” dizesi ise bir umut ve kararlılığı

dile getiriyor. Benim sevgilim de bana böyle

seslense, değil okyanusu, galaksileri, sonsuz

evrenleri aşarız birlikte. Şiirden aldığımız güçle,

çünkü insana en çok yaşama gücü veren, onu

60


dimdik ayakta tutan şeydir şiir. Şiir, okyanuslardan

ve galaksilerden geniştir. Evrenin en

ücra köşesinden bile seslenip çağırsa şiir, koşa

koşa giderim yıldız tarihlerini biriktirip değiştirerek.

“Aşk Lirikleri” kitabında dikkatimi çeken

izleklerden bazıları; Aşk, ölüm, ölümsüzlük,

mevsimler, eller… Hele “Eller”, o denli önemli

ki, Gülpınar Dergisinin eski sayılarından birinde,

şiir ışıkları içinde yatmasını dilediğim Güzide

Gülpınar Taranoğlu’nun “Eller” diye bir yazısı

geldi usuma. Kalem tutmaktan, dua etmeye

kadar birçok şeyi ellerimizle yaptığımızdan ve

ellerimizin kutsal olduğundan söz ediyordu yazısında.

Emine Erbaş da kitabın 22. sayfasındaki

“Eller” adlı şiirinde “Ellerin incecik, ellerin sıcak/

Bir damla su, bir yanardağ ellerin/ Ellerini hiç

b kadar sevmemiştim” diye seslenerek, “Ellerin

öldürüyor beni/ Neden yanımda değilsin” diyor

şiirinin tam orta yerinde. “Ellerin sokak feneri/

Ellerin ayrılık/ Ellerin ölü sokağın teni// Ellerin

bu gün bu an/ Hiç korkmamıştım böylesine onlardan/

Ellerin yangın yeri/ kaçmalıyım/ Ellerin

sürgünüm/ Üzgünüm///” diye bitiriyor şiirini.

Ellerin yaratıcılığı imlediğinin, emeği betimlediğinin,

belki de en şiirsel uzvumuz olduğunun da

ayırdında şair.

Şair Emine Erbaş’ın şiir anlayışını ana çizgilerle

irdelersek; şiirde izlediği güzergâhın insan,

doğa, bilinç, şiir doğrultusunda olduğunu,

şiirdeki nesnenin değil, nesnedeki şiirin peşinde

koştuğunu, doğayı değil, doğayı nesneleştiren

şiiri yazma ereğinde olduğunu, lirik ve

romantik bir şiirin izini sürdüğünü, dolayısıyla

da üst gerçekçi modernist bir şiire yakın sularda

kulaç attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun

şiir yolunda imge, eğretileme ve düzdeğişmece

mutlaka üstünde yürünmesi gereken kaldırım

taşlarındandır. Ayrıca şair, şiirsel dile de çok

önem vermekte, kendi şiir dilini oluşturma çabası

içinde okurda şiirsel bir damak tadı bırakmakta,

okura dizelerden bazı sözcükleri atmak

ya da eklemek isteği vermemektedir.

Emine Erbaş, çok nitelikli ve özgün şiirlere

imza atmış olmasına karşın, hayatta olup da

şiirlerinin kadri bilinmemiş, değeri fazla anlaşılamamış

şairlerimizden biridir. Bu ise şiir ve

edebiyatımızın sorunlarından biridir. ‘Şıracının

şahidi bozacı’ deyimini doğrularcasına herkes

birbirini kollamakta, dar kadro zihniyetçiliği,

dergi ile ödül milliyetçiliği ve tutuculuğu içerisinde

adeta ‘al gülüm ver gülüm’ oyunu oynanmakta,

değerli birçok şair ve yazar göz ardı

edilmekte, görülmek istenmemektedir.

Şairin “İnce Zamanlar” kitabındaki “İstanbul

Açık Kent” şiirindeki, içinde yine “eller” olan

şu dizelerin güzelliğine bakın tanrı aşkına:

“Gel komşum ol. Umudum, rengim / Zaman

amansız bir koşu, birlikte baş edelim/

Ellerim ol/ başım, gözüm, gökyüzüm// Namussuz

bir akşam bu/ Açık alanlara dokunma,

koru/ Dokunulmazlara dokunma demiştim//

Gramofona bir Dede Efendi koyuver/ Akşamın

sessiz gürültüsünde/ Cennetin kayboluşunu izleyelim/

Münevver…///”

Emine Erbaş’lar başımızdan hiç eksilmesin.

Onun gibi yaşayan ve yaşatan anıtlar kıblemiz

olsun…

61


Ezgi ASLAN

ELLER EN FAZLA İNANMAYI ANLATIR

eller en fazla inanmayı anlatır

akşamın sefalığında

görülen değil, bakılan pencere arkalarında

bir sesli su

gökyüzü’ ne gün toplatıyor

dolup dolup taşıyor

yüzümün ırmağına

sesim ile yer arasını

unutuyorum

yüz’de kurumayan iklimin sîmâsında

sızan her şey, saydam olana dökülüyor

akışında dinleniyorbütünlenen

anlam

eğilip

zamanı yumuşatmak için

dilim

hakikât

duru

sudan

o

keskin

tuz

tadına

söyleyeceklerim karışıyor

gölgeli susku(n)luğun baş kısmında

kıyının hikâyesini içime çekiyorum

sökülen günlerin karşısına

(rüzgar ile kuruyan ellerimi

numed’in dallarına bağlıyorum)

inliyorum

Funda AÇIKGÖZ

nefesimi yasladığım mavilikteki uyanacağım yere

sabahı dikiyorum!

62


ÖLÜ BİR ŞAİRE

SIZLAMALARDAN SIZINTILAR

Neval SAVAK

“Kuşlardan alıyorum haberleri. Eteklerini toplayan bir kadının

gelişi gibi bahar. Ne garip, her şey ne tuhaf!... Ansızın beliriveren

rüzgâr gibi içimi boğan karamsarlık bir yumru gibi gelip oturuyor

göğsüme.”

“Sokakların ökçe sesinde bulabilirsin ancak

beni / veya ölülerin kollarında upuzun /

hınk demeden yerlere serilmiş bir sonbahar

halinde.”

Sokağın köşesindeki dürümcünün kepenk

şakırtılarıyla inliyor bir anda sabah. Hırçın bir

dargınlık yayılıyor etrafa. Tuhafiyecinin kapının

önüne koyduğu paspasta uyumakta olan

köpek, usulca başını kaldırıp meraklı gözlerle

gürültünün geldiği yöne doğru bakıyor. Sonra

yine, paspasa uzattığı patilerinin üzerine başını

usulca eğiyor. Aç kediler, çöp tenekelerine doğru

birer ikişer ilerliyor. Gün, bir öncekinin aynısı,

beni aynı saatte uyandıran his de öyle.

Perdeleri kafama kadar çekiyorum. Karanlık

biraz daha karanlık olmalıydı ki anlamını

bulsun. Boğazıma kadar işsizim. Eskiden sabaha

uyanmanın bir anlamı vardı benim için.

Şimdi, ne sabahın ne gelen mevsimin... “Kökeninde

aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan

hiçbir “yeni” hayat görmedim şimdiye kadar.

Her insanın zaman içinde ilerleyip bunaltılı bir

geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme

niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla

karşılaşıp kendi içine düştüğünü

gördüm...” Emil Michel Cioran’a katılmamak

mümkün değil. Bu bunaltıcı, aldatıcı, bu boğucu

yaşamlar, deneyimler zaman zaman çürümenin

başlangıcı gibi gözükse de bazen bir yıldız

gibi karanlıkta parlamasına sebep olabiliyor

bazı insanların. Yorgunluk yüzyıllık miras gibi

bazen de. Son zamanlarda neyi sevsen, kime

el atsan elinde çürüyor. Bu yıkımdan, büyüleyici

derecede sanatla yıkanarak çıkabilmek de

mümkün. Yazmak, yazabilmek bu çağda, ellerini

cehenneme sokup çıkarmaya benziyor. Yanıyorsun,

kemiklerinin sızısında, titreşimlerle

dökülüyor sözcükler.

Kuşlardan alıyorum haberleri. Eteklerini

toplayan bir kadının gelişi gibi bahar. Ne garip,

her şey ne tuhaf!... Ansızın beliriveren rüzgâr

63


gibi içimi boğan karamsarlık bir yumru gibi

gelip oturuyor göğsüme. Belki de geriye hiçbir

şey kalmamalı bizden. Çünkü, seni benimle tanıştıran

“Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak” adlı

kitabını masamın köşesinde, elimin uzanabileceği

yerde tutuyorum. Bir şairden geriye acı

kalmamalı diyorum. Öldürüldüğünü düşündükçe;

daralıyorum sabahlardan biraz da. Öleceğim

sabahı düşünüyorum devamlı, biraz da kendi

ölümümü planlar buluyorum hep bu sıralar.

Kendi cenaze törenini düzenlemek ne kadar

trajikse bir o kadar da neşeli bir hâl alıveriyor

ansızın, anlayamazsın. Herkesin gelmesini,

bazen de hiç kimsenin gelmemesini istiyorum.

Belediye alsın bu işe yaramaz bedeni, götürüp

atıversin kimsesizler mezarlığına. Böyle istiyorum

evet...

Bilirsin, geçtiğin zorlu yaşamın basamaklarını...

Her şeyi bilirken hiçbir şeyi bilememenin

noktasındayım. Karanlık o günden bir

miras gibi kaldı bana bu durum. Bir anda kırk

iki yılım karanlığa gömüldü. Yaşayan bir ceset

gibi dolaşıyorum bu günlerde. Hatırlamak istiyorum...

Hatırlamak istemiyorum! Gürültülü

bir kavganın kalanısın bana. Şimdi o kavganın

adına ne dersen de. İçindeyiz yaşıyor muyuz

delirircesine bilemiyorum. Sonsuz cehenneme

benzer günler birbirinin tekrarında. Şimdi,

dilimde parlıyor geceden kalmış bir şarkı.

İnsan nasıl yaşıyor kendi ölümünü beklerken?

Çürümek işte bu! Her gün yeni değil her gün

bugün ölecek miyim diye uyanmak! Korkuyorum!

Artık korkuyorum uyanmaktan. Geceden

bir tüy gibi düştüğüm yatağımda öylece kalmak

istiyorum. Öylece asırlarca...

“İyi ki yazmak var. İçinden taşan tüm karamsarlığı dökmek ve

yeniden yaşama sevinci var. Bu hem yazarken hem de tesadüfen

adını duymadığın birinin kitabını okurken daha da çoğalıyor. Yazmak

ve okumak ne kadar ikiz...”

Dört beş yıldır, içimde böyle konuşan birini

taşıyorum. Bilsen ne ağır böyle birini taşımak.

Benden sonrası da acı... Başka ne bırakabilirim

ki kendi gerçekliğimden geriye. Acıyla harmanlanıyor

bizim günlerimiz. Mutlu olmak artık

anlık bir mesele. Bir gülüp on ağlamak gibi yaşamak.

Her şeyim ve bir an geliyor hiçbir şey.

Sen, içinde yarınlara umutlar uçuran, avuçlarında

aydınlığı taşıyan şair, diyorsun ki; “Ekmek

kavgasında ölünür mü bilmiyordum.” ölünüyor

hem de nasıl... Bazen kanın sokaklara akarak,

bazen de ağır ağır çalışırken... Milyonlar var

belki bunu yaşayan; ama kimse benim kadar

bunun ıstırabını kanına kazıyamaz diyorum, hiç

kimse! Yetmiş yaşında bir kadının ellerini taşıyorum.

Bazen canım sıkılıyor, o ellere bakınca.

Ne çok kalem tutmuşluğu vardı; oysa ne çok

daktilosunun tuşlarına dokunmuşluğu... Her

şey şimdi hafızasını kaybeden zaman gibi dönüyor

etrafımda.

Giderek zorlaşan bir sanatın göbeğinde

zaman. Ya bizdensin ya da silinmeyi hak edenler

tavrıyla çizginin ortasında durabilen insanlar

var. Bizdensin tavrına dönmüyorum asla

yüz vermiyorum. “Şiirin öncelikle bir duygu işi

olduğunu unutuyorsunuz.” demiş Voltaire. Bir

hesap kitap işi değil de, yaşamı gözledikten

sonra içinde biriktirdiğin duyguları dökmekti

aslında şiir. Şiirdeki duygu, eskiyen bir eşya

gibi çoktan tozlu raflarda yerini almış. Ben benden

taraf oluyorum duygudan yana her zaman

kendi gölgemin çizgisinde. Ellerim durmadan

yazıyor bir şeyler; fakat ne işe yaradıklarını ve

yarayacaklarını aklım bir türlü kestiremiyor.

Gökyüzüne bakıyorum yazarken. Bir boşluğa

durmadan yazmak nedir bilir misin? Siyah bir

noktanın içinde silik bir beyazım işte. Tüm kavga,

kirlenmemek adına. Ne ekmek, ekmek gibi

kokuyor ne de deniz, deniz gibi!

64


“Gülmeyi, umut etmeyi unutur mu insan?”

deme sakın. İçimde saklıyorum dizeni; “Bir durumun

geçici simgesidir yaşamak, ışıl ışıl günlere

erişeceğiz.”Umut işte ne bileyim insanın

büyümeyen yanında saklanması gibi bir şey. Ne

tuhaf, karamsarlıkla dolu bir bedende yine de

barınabilmesi... Belki de yarına bu olguyla erişebiliyoruz.

“Her şey geçer. Sarsılmaz sanat./ Bir tek o

sonsuzdur. / Tanrılar bile ölür. / Ama yüce dizeler

/ Tunçtan daha güçlü.” T.Gautier’in ifadesiyle

belki de, bu çağı ittikleri çirkin çukurda, şiir, en

vazgeçilmez güç oluyor insan yaşamında. Özellikle

şairlerin yaşamında tutunabileceği yegâne

dal.

Biraz okumak biraz daha... Geçmişini bilmeyen

yeni bir gelecek oluşturamaz çünkü. Temelleri

neyin üzerine kurduğumuzu iyi bilmeliyiz,

geçmişten bize bırakılanı, ama acıyla, ama

umutla saklayıp yeşertmeliyiz. Kırılgan yanım

direnç gösteriyor çoğu zaman. Hele de biraz

önce bir roman kapı çalmışken. Tutunuyorum.

İyi ki yazmak var. İçinden taşan tüm karamsarlığı

dökmek ve yeniden yaşama sevinci var. Bu

hem yazarken hem de tesadüfen adını duymadığın

birinin kitabını okurken daha da çoğalıyor.

Yazmak ve okumak ne kadar ikiz... Her gün

insanın kendinden uzaklaşarak yürüdüğü çağ

bu. Sızlıyor kanım. Yaşamdan haince koparılıp

alınışını unutmayacağım. Masumiyetin Kanatlarını

erkenden kesip attı insanoğlu.

“Mutlaka ayırdedeceğim beni götürecek

sancıyı.” Neler keşfetmez ki gençler senden geriye

kalan şiirlerinde. İnsan hiç elini sıkmadığı,

tanımadığı insanı da uzakları da severmiş anladım

bir defa daha. İkindi kuşları telaş içinde.

Kalkıp çay koymalıyım sıcak ekmek kokusunun

yanına. Beni umutlu yarınlara hazırlamak için

gelen romanıma başlamalıyım. Bir sözcük dokunur

insana sonra bir yerlerde yeşerir de kitap

olarak döner sana. İşte böyle... Seninle tanıştığım

anda sana yazdığım dizelerle şimdilik son

veriyorum bu içlidökülüşerime.

“senden sonra dürülmüş yıldızlar çağındayız

duruyorsun geçmişin yapraklarında beyaz

haziran nehirlerince gri

gümüş aynaların ışıltısında toplanan bin

acıyla

bir boşluğun kararı

gibi havada asılı suret bu

yüz kurşun şarjöründe kankırmızı.”

Okumalar

* Emil Michel Cioran - Çürümenin Kitabı

* Bedrettin Cömert - Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak

65


Hüseyin ÇEVİK

Funda AÇIKGÖZ

İNANMAK

dedim, duman alevden

sıcaktır, desem sana

dedi, elim var benim

ben ona inanırım

dedim,demir pamuktan

hafiftir, desem sana

dedi, belim var benim

ben ona inanırım

dedim, biber şekerden

tatlıdır, desem sana

dedi, dilim var benim

ben ona inanırım

dedim, akıl nakilden

üstündür, desem sana

dedi, yolum var benim

ben ona inanırım

66


ESKİ DOST

Beyza OKUMUŞ

Öykü

Kâbuslarımı resmeden bir dostum vardı

eskiden. Pırıl pırıl zekâsı ve keskin bir kalemi

vardı. Ben ağlayarak anlattıkça yüzüne yeni

şeyler keşfeden bir çocuğun ışığı inerdi. Ne

gördümse tüm detaylarıyla tasvir etmemi ister,

kâğıdı kalemi önüne çekerek saatlerce çizimler

yapardı. Son rüyamda hamileyim, bir dilek

ağacının altına gidiyorum. Karnımı bir bıçakla

yarıp bebeğin kordonunu ağacın dalına bağlıyorum.

İçime yerleşen o dehşet duygusunu

anlatabilmem mümkün değil. Arkadaş gülümsüyor,

oysa ben delirdiğimi düşünüyorum. “Bu

bir hastalık değil.” diyor bana, sırtımı sıvazlıyor.

“Bu yaratıcılıktır.” diyor, bilinçaltımı serbest bırakmam

gerektiğini söylüyor. Bir korku alışverişi

sürüp gidiyor aramızda. Ve bu beni kaygılandırıyor

en başta.

“Başına ne oldu?” diye soruyor bana. Gözüm

uzaklara dalıyor ister istemez. Duvara

vurup beynimi parçalamak istediğimi biliyor

gibiydi. Elleri dikişlerimde geziyor bir süre.

“Ama sana ayrı bir hava katmış.” diyor gülümseyerek.

Kaç tane?” diye soruyor. “On.” diyorum

mahcup bir ifadeyle. Bana öyle bir bakıyor

ki kendimi kahraman gibi hissediyorum o an.

İlk defa kel oluşumu ve kafamdaki dikiş izlerini

önemsemiyorum. Yaralarım yara olmaktan çıkıyor,

şeref madalyasına dönüşüyor.

Sormadan anlatmaya başlıyor, “Ben iflah

olmaz bir alkoliğim.” diyor. “Peki, senin neyin

var?” “Hiç.” diyorum omuz silkerek. “Mesele

hiçlik meselesi. Mazoşizmin kıyılarında gezip,

boğulurken bile deniz manzarasına bakarak

sigara yakma isteği. Anlatsam anlayacak mısın?”

diyorum küçümser bir edayla. “Senin ıstırabın

kibir kokuyor.” diyor. Acı çekerken bile

havalı olmayı nasıl başardığımı merak ediyor.

İkimizin de kafası karışıyor birbirimizden, o

günden sonra doktorlar birbirimize zarar verdiğimize

kanaat getiriyor ve aynı anda bahçeye

çıkmamıza yasak getiriyor.

Doktor, asistanları ile odama giriyor. Nasıl

olduğumu soruyorlar. Ben de arkadaşımla

beni aynı bahçeye salmadıkları sürece ağzımdan

laf alamayacaklarını söylüyorum. İzin

veriyorlar. Uzun zaman sonra ilk defa rujumu

sürüyor ve koşar adım iniyorum merdivenlerden.

“Ben de seni bekliyordum.” diyor. Kimse

beni beklememişti oysaki. Çünkü kimsenin

sabrı kalmamış artık, insanın kendini beklerken

dahi duyduğu o yorgunluk varken. İçten

içe mutlu oluyorum.. “Dünden bana ne getirdin?”

diye soruyor. Başlıyorum anlatmaya…

“Yarım saatimiz var.” diyor. Bahçe izni kısıtlı

olduğundan hızlı hızlı bir şeyler karalamaya

çalışıyor. Ne çizdiğine bakmak istiyorum lakin

göstermiyor. “Zamanı gelince göreceksin” diyor.

İyice meraklanmaya başlıyorum.

Ertesi sabah tekrar bahçeye iniyorum. Biz

sürekli olarak aynı saatte aynı banka otururuz.

Ne kadar süre o bankta oturdum bilmiyorum.

Koğuşuna gitsem beni almazlar ki içeri. Merak

içindeyim. İçimde bir sıkıntı… Rüyamda cansız

bedenini gördüm dün akşam. Nasıl anlatılır ki

bu? Tam o esnada alt koğuşta bir hareketlenme

başlıyor, insanlar panik halinde. Anlam veremiyorum.

Kalbimin sıkıştığını hissediyorum. Yatıp

uyumalıyım diyorum yukarı çıkıp. Sonra içime

bir kurt düşüyor. Alt koğuşta neler olduğunu

soruyorum. Uğur, hemşirelerden istediği çarşaflarla

kendini asmış meğer. Elime bir tomar

kâğıt tutuşturuyorlar. Bir köşeye oturup incelemeye

başlıyorum. Kâbuslarım tüm detaylarıyla

kâğıda işlenmiş, vücut bulmuş. Ve en alt resimde

ise beni bankta otururken çizmiş göğsümde

kendi fotoğrafıyla… Altında da bir not ;

“Gerçekleşmek için vardır rüyalar.”

67


Fatma ARAS

KUŞLARIN GÖĞÜ, GÜLÜN TOPRAĞI

Yakıcı sorular ki dolanıyor aklımda!

Yeşil sarıya dönerken renkler çığlık atar mı?

mevsimler, sevgili, sessiz kalp atışında

siyah, beyaz arası bir yaşam çizgisi mi?

bu tanrının yok saydığı yazgıdır

karanlıkta aşk aradık, durmadan

su gücü de korkutuyor camlarda

Dikey, yatay gölgeler sonsuzluk sınırında

Biz çok gördük hıçkıran kalemleri, ağlayan mektupları

olgun diye ham biçilen ekinleri, biz gördük

göletler deniz sanmış kendini

ısırgan otu dalamış suları

geçip gider üstümüzden bu arsız gök gürültüsü

kadehleri değdiririz gülüşlerin ucuna

İşte

kuşlar göğe, gül toprağa sevdalı, ama

acılar kısalmıyor

gece koynuna çekilmiş eşikte kedi yavrusu.

Funda AÇIKGÖZ

68


Deniz Dağdelen DÜZGÜN

TABULARIN DEMİR SORGUSU

uyandırılır mı bu saatte

kimsin

nerelisin

yok memleketim

kimliğime bakma aldanmak sana yakışmaz

beni izmir diye bir tarih annesinin

memesinden emzirmişler

nasıl var olduğunu unuttun mu

ya ömrün ne olduğunu

çoğu senin marifetin

ve biraz da

annemle babamın şehvetli emrivakisi

ömür

demirden bulutun heybemdeki çisentisi

ve ben

demirci ustası değilim

demirci ustalarını neden sevmezsin

trenlerin altında uğuldardı

raylar ve çakıl taşları

çakıl taşları :

rayların elle tutulur ak çığlığıdır

ağır gözyaşları döktü demirciler

o beyaz çığlıklara

ellerini sildiler

ve o ellerle ağır demirler döktü demirciler

trenlere

rayları uğuldatmak için

ömür heybende demir yükse

hiç mi sevmedin yaşamayı

bu yaşam ki tanrım

üstelik demirci ustalarının trenlerinde

terk etmek istemediğim tek sürgün yeri

benden ne istersin

bir sonu var duvarı çivilere çakmanın

beyhude yorulmanın

sivri bir sonu var

sen de bilirsin ya

karanlıkta can veremem

ülkem yeterince öldürmüyor

pas tutma vakti geldiğinde demirin

mavi bir gezegen sür gözlerime

69


Yasin UYSAL

ÜÇ EYLEM

(KESMEK BEKLEMEK ALDANMAK)

Tutup da uzamış bir günü kesiyorum

Yıldızlar gibi uzaklaşıyordum başka başka ömürlerden

Dayanamadım kestim günü

Yeniden filizlenecek günleri bekliyorum

Başka başka ömürlere kendimi sığdırıp

Bir toz zerresi oluncaya kadar bekleyeceğim

Yanılgılar tutacak beni, beklememi kesecek

Resimler solup bitecek, arkası renk

Renk olan bir kelime çizilecek

Defterler sayfası kadarımca yaşayacağım

Şöyle ki yine uzak yine yalnız

Bakmış olduklarım, bakılası değilmişler

Aldan aldan bitmedi, hani uzaktı şu ömürler

Her keresinde yanlışım öyle çok

Öyle gün ortasında ki

Gülümsemeler bile hüznünü açıyor yüzümde

Susmuş bir duvarın tam karşısında

Kesmişim beklemişim aldanmışım

Ah nasıl da insanmışım! Ben

Günü geceye sürüp öyle kendime katıyorum düşünceyi.

Funda AÇIKGÖZ

70


Muhammed YAKUBİ

HAYİDE

ben ki yalnızlığı dağılmış bir ırmağı(n) değişken derinliğinde yonttum

karanlıklar karışırdı saçlarımın arasına ikindi vakitleri

alnımın şafağı(n)/da uçuşan ikiz merdivenler

ve ikimiz; evet ikimiz

rengi sönmüş ve ışığı kaymış; buğulu ve karanlık: yıldızları cilalardık

elin elim’in üstünde

bir acemiye zımpara tutmasını öğretircesine

evet ikimiz

sonra tarihî kalıntısız bir babil’de mütemadiyen kanardı asma bahçeleri

güllerden

ve bülbüllerden

dikenlere soyunurdu gölgeler

halbuki ben

yani evet ikimiz

artık dünyaya b(ır)akıyoruz

korku(yu)

ümid(i)

ve sevmeye layık

ne varsa veya yoksa

zira gordion düğümünün yaftasına asmışız kendimizi

yazık serzenişler(le)

keskin bir kılıç gibi yar(ıl)mış

alnımızın ortasıdan yazgımız(ı)

ve lanetlenmiş kelimelerini taşlamışız yarım yamalak cümlelerin

ki şu bizim ırmağın üstünde ayaklanmaya kalkan çocuksu sesimiz

rüzgârsız bir sessizlikle kesilmiş

yapay dağların dar ağaçları arasında

71


Hayal Dergisi 2019 Abonelik Formu

Soyad: .......................................................

Ad: .............................................................

T. C. Kimlik No:.........................................

Adres: ..........................................................................................................................

......................................................................................................................................

İlçe / Semt: .................................. Posta Kodu: ................... İl: ................................

Tel: ..................................... Faks: ................................E Posta: ...............................

Abonelik Süresi:

1 Yıl ‮

Hayal Yayıncılık

İŞBANKASI

ÇARŞI KADIKÖY ŞUBESİ İSTANBUL

Iban No:

TR 02 0006 4000 0011 1871 4837 32

Telefon: (0216) 700 28 36

Faks: (0216) 700 28 37

E Posta: hayald@gmail.com

E Posta: bilgi@hayalyayinlari.com

E Posta: hayal_dergisi@yahoo.com

72

Abonelik Ücreti:

1 Yıl: 70 TL.

Abonelik için yukarıda belirtilen banka ya da posta hesap numaralarına abonelik

bedeli yatırıldıktan sonra, form doldurulurak dekontla birlikte aşağıdaki adrese

gönderilmelidir.

(Bir yıllık abonelik dört sayıdır.)

Caferağa Mah. Miralay Nazım Sok.

No: 30 Daire: 3

Kadıköy - İstanbul

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!