HAYAL KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ SAYI 70
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Editörden
Merhaba sevgili okuyucu,
Baharı bitirip yazı yarıladığımız yeni sayımızda sizlerden ve yazarlarımızdan aldığımız destekle
yine zengin bir sayı hazırladık.
70. sayımızın dosya konusu olarak İkinci Yeni şiirinin temsilcilerinden, 2018 yılında aramızdan
ayrılan kıymetli şair Ülkü Tamer’in şiirine yöneldik. “Hatırladığım kadarıyla / kalabalık bir yerdi
dünya” diyen şairin yokluğunda; kalabalık dünyada Ülkü Tamer şiiri ve onun katmanlarını derinlemesine
incelemek bizim için çok önemliydi.
Bu sayımızda Nezihe Altuğ’un Cengiz T. Asiltürk ile yaptığı söyleşinin yanı sıra kıymetli
şairlerimizden şiirler ve bir öykümüz yer alıyor.
Yaz sayımıza destek veren tüm şair ve yazarlarımıza teşekkür ediyor, eserleriyle bizi yalnız
bırakmayan değerli sanatçımız Funda Açıkgöz’e sevgilerimizi sunuyoruz.
Her şeyin güzel olacağını umut ederek, şiirle ve edebiyatla, direnerek ve gülümseyerek Hayâl
etmeye devam edeceğiz…
Hayal Dergisi yerel süreli yayındır.
Üç ayda bir yayımlanır.
Yayım Türü: Kültür- Sanat-Edebiyat
Sayı: 70
ISSN: 1304 - 4818
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Ahmet DURAN
Editör
Burak ÇAPAN
Hayal Yayıncılık Ltd. Şti. Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Özgen KILIÇARSLAN DANYAL
Kapak Tasarımı
Veysel ŞAYLI
Dizgi
Nihat TAÇYILDIZ
Hukuk Danışmanı
Cihat DUMAN
Hayal Yayınları
Yönetim ve Yazışma Adresi:
Caferağa Mah. Miralay Nazım Sok.
No: 30 / 3
Kadıköy - İstanbul
Tel: 0216 700 28 36
Belgeç: 0216 700 28 37
www.hayalyayinlari.com
bilgi@hayalyayinlari.com
hayal_dergisi@yahoo.com
hayald@gmail.com
Baskı
Ata Basım Sanayii Ticaret A.Ş.
Maltepe Mh. Fazıl Paşa Cad. Sezer San. Sit.
No: 9 / B
Zeytinburnu-Topkapı / İstanbul
info@atabasim.com
Matbaa Sertifika No: 36625
(Dergiye e-posta adresi yolu ile yazı gönderilir. Gönderilen yazı ve şiirler basılsın veya basılmasın iade edilmez. Danışma
ve Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü düzeltmeleri yapabilir. Hayal Dergisi’nde yayımlanan yazıların
sorumluluğu yazarlarına aittir.)
İçindekiler
4 - Veysel Çolak - Şiir
5 - Emin Şir - Şiir
6 - Orhan Göksel - Şiir
7 - Cengis T. Asiltürk & Nezihe Altuğ
Söyleşi
18 - Eşref Yener - Şiir
Dosya
Ülkü Tamer Şiiri
20 - Cevat Akkanat - Dosya
30 - Bâki Ayhan T. - Dosya
33 - Hasan Sakın - Dosya
38 - Aslıhan Tüylüoğlu - Dosya
42 - Önder Çolakoğlu - Dosya
46 - Nurgül Ulu - Şiir
47 - Mehmet Emin Yeniçeri - Öykü
54 - Murat Atıcı - Şiir
56 - Ümit Yaşar Gözüm
Resimde Renkti Uygarlıklar
Seramikte Harlanan Geçmiş
59 - Cemal Toprak - Şiir
60 - Uğur Olgar
Şiirin Jeanne Darc’ı
Emine Erbaş
62 - Ezgi Aslan - Şiir
63 - Neval Savak - Deneme
66 - Hüseyin Çevik - Şiir
67 - Beyza Okumuş - Öykü
68 - Fatma Aras - Şiir
69 - Deniz Dağdelen Düzgün - Şiir
70 - Yasin Uysal - Şiir
71 - Muhammed Yakubi - Şiir
49 - Zeynep Saravin - Şiir
50 - Dizdar Karaduman
Gölge Günah ve Kedi
Veysel ÇOLAK
SOLGUN MAVİ
Bir uçağın dağa çarpması gibi bir şey yaşadıklarım.
Aralıksız kendini yineliyor kötülük
bir adam, kirli, konuştukça din değiştiriyor.
Alıp gitmişler dünyadaki payımı.
Doğduğum gün düşman hazırdı
bu soygun, bu cinayet, bu yalan
bu da katillerin katran karası yüzü.
Bir çift hançer edindim
bir de dedemden kalma tabanca
onunla sınadım arkadaşlığı.
Aklında olsun, her insan silahtır
gün gelir patlar. Dayanıklıdır yalnızlığa
gecikmiş kuşlarını düşünür, bir sevgiliyi
o günden beri yakışıklıdır hüzün.
Hepimiz biraz öyleyiz, boşlukta
düşüyoruz, dibi yok bu kuyunun.
Her gün bir yanlışlık getirir
okyanusu düşünsek boğuluruz
kendimizi bırakıp gideriz bir başkasına
yarım kalan aşkları unutmaz hiçbirimiz.
Funda AÇIKGÖZ
4
Emin ŞİR
KIRIK AKŞAM
1.
şarkıda gül kuruttuk bu akşam
bozuk olan saat mı yoksa
zaman mı diye konuştuk durduk
terkedilmiş avluların kokusunu
biriktirdik mısralar arasında
burnunu eprimiş bir kazağa
gömen anneyi hatırladık
yıllardır yıkamadığı
bu dalga keder dalgası dedim bu kıyı kalbim
“karanlık da bir dil ama…” dedi doktor
“… -sökmek yıllar isteyecek”
kerpetenle söküp aldık balıkçının ağzından
bilmek anlamak susmak
ve orta halli bir yalnızlık
belleğin sakladığı
böyle zamanlarda dedi doktor
düzeni bozulur kalbin dikkat
anarşik davranmasın laf dinlesin kardeşim
gözümü dalgadan ayırmadım aklımı uzaklardan
bir yangından bir yangına
düşe kalka ömrümüz dedim
yansak da bir yanmasak da
2.
mahcup çiçekleri baharın dedi balıkçı
ölüme bunca yakın
ne rüzgârların adını bilirdim ne fırtınaların
ceplerimde çakıl taşları
her sabah bir firardı dünyadan
yüzünün yarısı karanlıkta
yarısı sobanın ateşi ile aydınlanıyor
anlamını alıp gidiyor hayatın
elinden tutacak kelimeler
içinde bir sıkıntı yumağı
“ne bileyim bir türkünün
böyle Veysel olduğunu” diyor
konuşma sırasını savıp
3.
“her şeyi kendime
kurulmuş ince ayarlı bir saat sandım” dedim
rakıdan bir yudum aldım doktor sigarasından bi fırt
içinde genişleyen boşluklardan
derin bir nefes aldı balıkçı açık denizlerden
hep kendine dönmüş
bu kıyıya demirlemiş kelimelerin
arka sokaklarında dolaşmış durmuş
uzun bir parantezin içini sustuk uzun uzun sonra
şarkıda gül kuruttuk bu akşam
5
Orhan GÖKSEL
ASA
Kendime dönüyorum,
Herkesin başladığı yere
Okuyorum sessizliğimi,
Nasıl da yankılı
Adımlarımı ıskaladım,
Gölgeme yetişebilmek için
Valizim hazırdı,
Yol yüzüme kapandı
Kendimi dinliyorum,
Herkesin sustuğu yeri
Adımı çağırın,
Unuttum soyadımı
İnsanım daha zor ne olabilir,
Yaktım göğe yükselemeyen hırkamı
Kendimden başlıyorum,
Herkesin bittiği yerden
Olabildiğince sakin elbette ilaçlı
Hayatıma giren herkesi sevdim
Çıktıkları için,
Mana diyorum, anlamın asası
Kendime gidiyorum,
Herkesin beklendiği yere,
Kabrimde bir taş olmamalı
Hayat yalnız, ölüm yalnız
Kabir yalnız
Söyleyin;
Kim uyduruyor kalabalıkları
Funda AÇIKGÖZ
6
SÖYLEŞİYORUM
Cengis T. Asiltürk - Nezihe Altuğ
“Nasıl ki, dönüş yolculuğu olmayan hikâyeler yarımdır, hayatına
büyük yolculuklar sokmamış insanların da hayatları böyle
yarımmış gibi gelir bana.”
BİR KAYBOLAN YOLCU
Mitos, bireyi yaşamın çeşitli aşamalarına
göre biçimlendirirken, toplumsal grupların
amaç ve ideallerine göre yönlendirir. Onları yaşam
boyu, doğumdan ölüme dek taşır. Mitosun
pedagojik işlevi sayesinde kişi çocukluktaki bağımlılıktan
olgunluğun sorumluluğuna, yaşlılık
bilgeliğinden ölüme kadar yaşamın çeşitli zorlu
aşamalarını ve kriz anlarını aşabilir.
Mitos yaşam akışını tümden yakalaması
için insana yardım eder. Bireylerin psikelerinde
gizlenen gerçekleri keşfetmelerini sağlayarak
(kendini tanı!) sloganı onları bilinçlenmeye yöneltir.
Üstlendiği işlevlerle bağıntılı olarak tüm
mitoslar ağırlıklı biçimde iki temel alanda açığa
çıkarlar: Sanat olarak mitos fantezi ve düş
gücünü yansıtır. Hem eğitme, hem eğlendirme
çabasını birlikte sürdürür; din olarak da mitos
olgusal ya da vahyedilen gerçek niteliğine bürünerek,
tinsel yetkeyi ve zamana (tarihe) egemen
gücü doğrulamak ister.
Sinema, mitos görevini romanla paylaşmaya
başladı. Sinema artık modern bir mitos
görevi üstlenmekte! Modern mitoloji olmakla
kalmayıp kendi kökeninin de mitolojide buluyor.
Günümüz renkli sinemaskop hayatını; roman
yazarı, sinema kuramcısı, yönetmen ve
akademisyen, Cengis T. Asiltürk’e sordum.
7
Nezihe Altuğ: Kendiniz için niye yönetmen
ya da roman yazarı değil de, hikâye anlatıcısı
demeyi yeğliyorsunuz?
Cengis Asiltürk: İnsanlığın ortak yaşantı
deneyimlerini vurgulayan bir makale var:
Hikâye Anlatıcısı... Walter Benjamin tarafından
yazıldı. Benim için önemli olagelmiştir. Henüz
bir sinema okulu öğrencisiyken Hikâye Anlatıcısı
adıyla bir Benjamin filmi de çekmiştim.
Onun “yolculuktan dönenin anlatacak hikâyesi
vardır” sözü çıkış noktasıydı. Muleta başlıklı
romanımın kahramanı Günay Diker (Kırmızılı
Orfel) insan hikâyesi derler. Nasıl ki, dönüş
yolculuğu olmayan hikâyeler yarımdır, hayatına
büyük yolculuklar sokmamış insanların da
hayatları böyle yarımmış gibi gelir bana. Dokuz
beş periyodunda çalışmaya başlayan bir adamın
hikâyesi... Evlenince eski yaşantısını bir
kalemde silip evine kapanarak bambaşka bir
hayatın insanına dönüşen kızların hikâyesi...
Nezihe Altuğ: Suret ses getiren bir eser
oldu. Uluslararası Orontes Sanat Festivali,
SURET romanını Yılın En İyi Romanı Ödülüne
layık buldu.
Cengis Asiltürk: Suret romanı hakkındaki
düşüncelerimi, “bir daha öylesine içime sinen
bir roman yazamam” endişesi duyduğumu söyleyerek
özetleyeyim. Şu sıralar öyle hissediyorum.
Nezihe Altuğ: Suret romanın başarısı
sizi nasıl etkiliyor?
Cengis Asiltürk: Başarının ne olduğunu
doğrusu hiç bilmiyorum ben. Şöyle düşünüyorum,
yani sesli düşünüyorum: Az evvel aşağı
atladığım trenin peşinden, raylar arasından güneşin
battığı tarafa yürüyen kayıp bir yolcu imgesinden
başka neyim evrende? Suret romanı
yazarı, şu sıradan adam; şatafata, şana-şöhrete,
yıldız tozlarına ihtiyacım yok benim. Film ve
roman kahramanlarının kafalarının içini gören,
onların ruhlarıyla meşgul kayıp yolcu... Yazının
icadından önce yaşanmış, sonra unutulmuş o
zamanlardan gelip, sonsuzluğun bilinmezine
yürüyen bir hikâye anlatıcısı belki! Çantamdaki
yük uzak atalarımın mirası, henüz doğmamış
çocukların emaneti. Ben SURET başlıklı romanda
bir hikâye yazdım. Doğu dünyasının kadim
hikâye etme geleneği ile Batı’nın görüntülere
dayalı kültürü... İki dünyayı bilincinde yan yana,
üst üste ve iç içe koyan Suretçiler Şahı Zekeriya
Efendi ile Rüstem Efendi’nin büyülü serüveni...
Bir şey anlatmaktı maksadım. Kime?
Dilin birkaç yüzyıllık ömrü dâhilinde insanlığa
ve dünyaya benim gözlerimle bakanlara...
Niye, şunun için: Dil insan gibi toplum gibi canlı;
onun sarmaladığı hikâyeler de öyle; her canlı
gibi zamanla değişmeye mahkûm.. Söylenmiş
söz, anlatılmış hikâye anlatana göre, dinleyene
göre, dile göre, dilin yaşadığı döneme göre değişir.
Ben, bir şey demek istedim; siz, anlamak
istediniz... Ben dedim, diyeceğimi... Siz okudunuz...
Ne anladığınızdan ben sorumlu değilim.
Onu dile sor, bana sor, kendine sor...
Nezihe Altuğ: Oğuz Atay Günlük’lerinde,
ünlü psikiyatristlerden Eric Berne’ün klinik
çalışmalara dayanarak yazdığı İnsanların
Oynadığı Oyunlar’la ilişkilerin psikolojisi ve
davranış kalıpları hakkında çığır açmış bu kitabından
söz etmiştir. Bern bireylerin içinde
bulundukları ego durumlarının birbiriyle etkileşimini
incelemiştir. Bu kişiler arası etkileşimlere
transaksiyon; günlük yaşamda sürekli
olarak ortaya çıkan ve yinelenen belirli
transaksiyonlara da “oyun” adını vermiştir.
Denediğimiz, oynadığımız ya da oynamaya
zorlandığımız bu rolleri keşfettiğinizde insanlarla
ilişkilerinizdeki bilinçdışı manevraları
ve gizli taktikleri çözebilir, birlikte bir
dakika ya da bir ömür geçirdiğiniz kişilerin
gerçek benliklerini tanıyarak eylemlerinizi
ve tepkilerinizi duruma göre ayarlamayı öğrenebilirsiniz
mesajını vermişti. Siz de Oğuz
Atay gibi oyunlarla mı yaşıyorsunuz? Roman
kahramanlarınızı nasıl oluşturuyorsunuz?
Drama üçgenindeki hangi rollerdeler?
8
Cengis Asiltürk: Oyunlarla yaşıyor muyum?
Böyle soru mu olur? Yoo! Hayır! Haksızlık
etmemeliyim! Bu güzel bir soru. Ancak
şunu üzülerek söylemeliyim ki; hanımefendi,
sert kabuğu açmayacağım. Salt bana ait olan
bende kalır. Şu kadarını söylemeliyim: Muleta’daki
yeni tanıdığı herkese kendini farklı isimle
tanıtan Günay Diker geldi aklıma... Muleta ve
Ölüyaprak Vuruşu adlı kahramanlarım içlerinden
konuşurlar. Dışlarından bir şey söylerken
içlerinden başka bir şey söyler onlar. Açıkça
söylemek istemediklerini... Karşıdaki bunları
duymaz ve bilmez. Bu sessiz konuşma bazen
karşılıklıdır. Çoğu kişi o muzip oyunu karşılıklı
oynar. Bilmezler birbirlerinin içlerinden ne anlattıklarını.
Bunu bir ben bilirim, bir de okuyucular.
Ben, işte dile dökülmeyen, akıldan geçirilen
o kısımları ayraç içinde aktardım romanlarda.
Pardon, pardon, affedersiniz...
Sanırım, kendi oyunlarımın bir kısmını gizlemeyeceğim
sizden... Ben kendimi bildim bileli,
mutlu bir insanım. Sahiden mutlu muyum?
Galiba, evet... Mutsuz olduğum halde bunu gizliyor
muyum? Sanmam... İşte bunu tam olarak
bilemiyorum...
Ölüyaprak Vuruşu’nda; Özgür Güneyli, ilk
gençliğinde babasının iflası, varsıl ve kentsoylu
ailesinin 1980’lerde olmadık hallere düşmesi
sonucu hep gülümseyen, mutlu, eğlenceli bir
kişiliğe dönüşür. Bunu, ailenin derin yarasını
gizlemek için yapar. Oynar tabi. Bize ve kendine
karşı oynar bu oyunu oğlan. Boyuna oynar...
Ben mi? Öyle biri olmayı daha baştan reddettim.
Niçin öyle olayım? “İçerde ne konuşsam?
Şunu sorarsa, şunu mu söylesem?” Yo,
bunun üstünde durmam! Böylesi saçma sapan
monologlara girmem. İçeri girerim diyalog
nasıl gelişiyorsa ona göre doğal bir konuşma
yaparım. Duruma göre oyuncuya dönüşerek,
roller deneyerek şu hayat yaşanır mı?
Belki işi kolaylaştırır bu oyunlar, ama bayan!
Sayın Nezihe Hanım, benim bir tane hayatım
var. Bir tek... Bir kez seyahat edebileceğim
şu güzelim yeryüzünde... Bir romancı, bir yönetmen,
bir insan, bir akademisyen, özellikle
bir baba olarak, bir kez... Ne dedirtiyordu oyuncuya
Gizli Yüz filminde Ömer Kavur: “Bir baba
oğluna yalan söylerse, o artık baba değildir.”
Bunu Akdeniz (oğlum) bile bana şaka yollu
birkaç kez söylemiştir takılmak için, kendisine
yalan söylemeyeceğimi bildiği için... Kimileri
yalancıymış! Kimileri kötüymüş! Kimileri kandırır!
Onların hinliklerine göre tedbir alacaksak,
durumu kurtarmak için yalan söyleyeceksek,
başkasına göre duruş alacaksak, kendimiz ne
olacağız? İki hayatımız olsa, belki birinde öyle
olalım der insan, ama hayatımız bir tane, bir
filmlik, bir romanlık... Onu, nasıl sahte yaşarım
ki? Şu büyük, şu esaslı oyundan söz ediyorsanız,
bayan! Sayın, Nezihe Hanım; şu şimdi
söylediklerimi geri alırım, hatta söylediklerimin
tam aksini söylemeye başlarım: Hayat büyük
bir oyundur, Nezihe Hanım... Bizler, oyunlarda
yaşayanlarız. Ancak hayat benim istediğim gibi
olsa ne roman yazarım, ne hikâyelerimi filme
çekerim! Sinema ve roman benim için niye gerçek
hayattan daha matah sanıyorsunuz?
Nezihe Altuğ: Artık sinema salonları insanların
mitolojik öyküleri, masalları, çeşitli
klasik anlatıları öğrendikleri modem çağ tapınakları
haline geldi. Kültürel mirasları, mitoslar
biçiminde aktarmaksa Şaman Tanrı ya
da kabile ihtiyarlarının görevi değil. Bugünün
film yönetmenleri, yeni mitos yaratıcıları yani
hikâye anlatıcıları oldular. Bu anlamda edebiyat
ve sinema gerçek bir felsefi işlev üstlenmiştir.
Film seyrettiğimizi sanırız. Bu, görünüşte
doğrudur. Dikkatli gözlemle bakarsak
o filmlerin bizi değiştirdiğini fark ederiz. İmgeler
sadece gözlerimizin önünden geçip git-
9
mez. Bizleri derinden etkileyerek dönüşüm
süreci başlatırlar. Sinemanın asıl büyüsü;
duyguların ve imgelerin etkisinde olmasına
karşın kişinin yine de kendisine neler olduğunu
çözümleyebilmesindedir. Siz, bir hikâye
anlatıcısınız. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde,
Muleta, Ölüyaprak Vuruşu, Suret romanlarınız
ya da Albatrosun Yolculuğu, Büyülü Gerçekler,
Esrime, Kayıp Yolcu, daha başka filmleriniz
bizi hangi yönde değiştirecek?
Hikâye anlatıcısı, filmiyle salondaki izleyicilerin
zihnine bir şey yapmalı. Onları dönüştürmeli,
başkalaştırmalı...
Sulandırılmış komedi filmleriyle yitirdiği
hazinesini, o hüznü anımsatmak istiyorum
insana. Filmlerimle ve romanlarımla... Hüzün
üzüntü demek değil. Hastalıklı bir ruh hali değil.
Kurduğum hüzün dünyasında biraz haz,
biraz romantizm, çokça düşünce, en çok sorgulama
var. “Hayır, öyle değil ille de! Böyle de
olabilir” dedim. Biraz kafa tutmak! Ne ki, kimsenin
bahçesini talan etmek derdinde falan değilim.
İnsanlık için gerekiyorsa, o da yapılır ya...
Sinemanın çağdaş mit olduğu düşüncenizi
paylaşıyorum. Film izleme bir tür ritüel! Hikâye
anlatıcılığı sanatının tarih boyunca sürdüğü izin,
bizi (şimdilik) getirdiği son nokta, yani o zincirin
şu anki son halkası sinematografi!
“Kişi sinemaya gidince, şu karanlık salondaki ritüel katılınca bir
şeyler öğrenmeli. Hikâye anlatıcısı, filmiyle salondaki izleyicilerin
zihnine bir şey yapmalı. Onları dönüştürmeli, başkalaştırmalı”
Cengis Asiltürk: Hikâye anlatmaya çok
küçük yaşlarda, babamdan öğrendiğim yöntemle,
bir duvara ellerimin gölgesini yansıtarak
başladım. Sonra anneannemden ve babamdan
dinlediğim ya da kitaplardan okuduğum
hikâyeleri, o sıralarda izlediğim filmleri, arkadaşlarıma
anlatır oldum. Onlar cankulağıyla
dinlerdi. Bendeki anlatma özgüvenini, o günler
yaratmış olabilir. Dört yaşında okur-yazar oldum.
Yazarak anlatmaya başladım erken yaşlarda.
Sonra işte, hep bir şeyler okuyup-yazdım.
İlk kitabım lise ikinci sınıftayken yayınlandı.
İkincisi üniversitede...
Şimdi büyük insanlığın atasının ilk beden
diliyle, sonra söz, yazı icat edilince yazı yoluyla,
hareketli fotoğraflar olanağına kavuşunca
da görüntüyle hikâye anlatma geleneğini, doğal
yoldan öykündüğüm bir hayat çizgim oldu
demeye çabalıyorum. Bu, kader gibi! Galiba,
kaderimde vardı benim hikâye anlatmak. Uzatıyorum,
çünkü soruyu sevdim.
Film izleme eylemi konusunda da sizin
düşüncelerinize yakın düşünceler içinde oldum
hep. Kişi sinemaya gidince, şu karanlık
salondaki ritüel katılınca bir şeyler öğrenmeli.
Dominique Lapierre ile Larry Collins (Yasımı
Tutacaksın romanında..) insanların arenalara
ölüm-kalım savaşını görmeye gitmesini
şuna bağlar: Telörgülerin gerisindeki güvenli
alanda duran seyirci, savaşanlardan birinden
birinin her an bir beceriksizliğe kurban gitmesini
beklerken aslında kendisinin yaşıyor olduğundan,
dolayısıyla ölümsüzlüğünden emin
olmak istemektedir.
Ülkemde yetişmiş önemli bilim adamlarından
Ünsal Oskay Çağdaş Fantazya adlı eserinde,
insanın ölümsüzlüğe erişme arzusuna
film izleme ritüeli üzerinden bir açıklık getirir.
Der ki Oskay; “izleyici film izleme anında kendini
ölümsüz tanrılara dönüşmüş bulur, zira
oyuncuların perdeye yansıyan, kısıtlı bir süreye
10
sığdırılan şu yaşantısının bitmesini gözlerken,
film hikâyesinde her şey olup-bittikten
sonra da kendisi hayatta kalarak bir çeşit
ölümsüzlük başarır. Böylece film oyuncuları
ölümsüz kılmaz; aksine izleyicinin kendini
ölümsüz hissetmesini sağlamış olur.”
Nezihe Altuğ: Bizler, modem kahramanlar
olarak, mağaralara girip, labirentlerdeki
mitsel canavarlarla dövüşemiyoruz, ancak
filmlerle ve romanlarla, bir özel dünyaya giriyor,
derinlerdeki karanlık mağaraya ulaşıyor ve
sizin düşlerinizi izliyoruz. Cengis T. Asiltürk’ün
başka düşleri neler? Sırada ne var?
Cengis Asiltürk: Günümüzde, mitlerdeki
mağaraların uzay boşluğuna, metropolün tuhaf
kalabalıklarına, devasa binaların çevrelediği
sokaklara, kameraların ne var ne yoksa kazıyıp
bize getirdiği deniz diplerine dönüştüğünü
görebiliyorum. Ne ki, kutsal hazinenin tutulduğu
o ünlü mağara kılık değiştirmiş görünüyor.
Biz oralardayız. Dönüş yolculuğu yine çetrefilli,
ikircikli, ama muhteşem maceralar vadediyor.
Suret romanımdaki, tevazudan dolayı Suret
Atölyesi denilen suret üniversitesi (altmış yaşına
kadar talebe, ancak ondan sonra hoca
olunan bir üniversite), esasen tüm anlatılarda
bulunan mağara... Ordadır büyülü anlatılar, tablolar,
aşklar, gizemli suretler, tehlikeler.
Mehmet Akif filmini çekmek istiyorum.
Ölüyaprak Vuruşu filmini çekmek istiyorum.
Simurg filmini çekmek istiyorum. İstanbul’un
Kayıp Rüyası filmini çekmek istiyorum.
Nezihe Altuğ: Bir romanınızda, Muleta
galiba “Bazı hataların tamiri yok! Mona Lisa
tablosunu yakıp yerine yenisini yapamazsınız.
Savaşta oğlunu kaybetmiş bir babaya, taburdan
herhangi birini gönderemezsiniz. Derisini
yüzdüğünüz bir tavşanı aynı deriye sokarak
yeniden koşturamazsınız” diyorsunuz.
Cengis Asiltürk: “Yaşayarak öğrenmek”
palyatif bir iddia. Zira kendi yaşam sürecimiz
pek az şey deneyimlemeye izin verir. Bu nedenle
insanlaşabilmenin yolu, kurmaca yapılardadır,
o serüvenlerde gizli! Kurmacaları deneyimleme
sürecinde; erkek değilken bir erkek, kadın
değilken bir kadın, çocuk değilken bir çocuk,
yaşlı değilken bir yaşlı, baba değilken bir baba,
anne değilken bir anne olursunuz. Hayatında
hiç işçilik yapmamış, hiç şoförlük yapmamış,
hiç duvar örmemiş, hiç boks yapmamış kişi,
bütün bu kahramanların yaşantılarını deneyimler.
Her şeyi yaşayarak öğrenme yanılsaması
ve hatta ukalalığı içindeki kişi çarçur olur. Benim
romanlarım, son kertede bize der ki: “Hayat,
anı biriktirme oyunu değil.” Zaman döngüseldir.
Genel geçer boşboğazlıkla söylenmiş kimi
derinliksiz sözler, sanılandan tehlikeli. “Hayatta
hiçbir şey imkânsız değil! İsteyen başarır!” Böyle
densiz sözlerle dolu kimi kitaplar. Saçma!
Kimi kandırıyorsunuz bu boş sözlerle? Kandırılmaya
müsait kişileri kolayca kandırırlar işte.
Bazı hataların tamiri yok! Herkes her şeyi
yapamaz! Herkesin ressamlığa soyunduğu yerde,
tablo çöplüğü oluşur. İnsanlık, her alanda
olduğu gibi, roman ve sinema sanatlarında da
kendisini yeniden gözden geçirmeli! Tavşanın
derisini yüzmeden iyi düşünecek! Çoğu zaman
ikinci bir yol olamayacağını öngöremeden aptallıklar
yapmış, pişmanlıklar içinde kıvranan
kahramanlarım gibi insanlarla dolu yeryüzü!
Zaman geri alınamaz. Ki, zaman mührünü
mutlaka vurur, izini bırakır.
Nezihe Altuğ: Bazı meslekler tutku ister.
Yeterince karşılığı olmasa da, insan istediği
şeyi yapmaktan mutlu olur. Türkiye gibi
kültüre çok önem vermeyen, eleştiriyi ve
eleştirmeni sevmeyen bir toplumda siz yaptıklarınızın
hakkını aldınız mı? Bir küskünlük
yaşadığınız oldu mu? Tecrübeler ve bakış açınızı,
kişi odaklı yaklaşımınızın özelliklerini,
eğitim sürecinizi bize anlatır mısınız?
11
Cengis Asiltürk: Türkiye’de kültüre önem
verildiğini düşünüyorum... Geçelim... Roman
yazarlığını, yönetmenliği, şairliği tarif ederken
saçma sapan benzetmeler yapılır. “Doğum sancısı”
derler, üretim sürecine; “nefes almak gibi”
derler. “Zahmet ve emekten” söz ederler. Ne
doğum sancısı, ne nefes alması, ne emeği? Bu
sözler bana çiğ gelmiştir daima... İnsana ilkokulda
öğretilir: “Benzeyen değil benzemesini
arzuladığımız hedef şey yüce tutulmalı...” Çin
askeri gibi kalabalık... Kızıl Ordu gibi disiplinli...
Ne doğumu, ne sancısı, ne nefes alması, Tanrı
aşkına, anlamıyorum! Roman yazmayı, film
çekmeyi ne sanıyor bunlar? Emek harcadığı
için sızlananların durumu ayrı hal! Emek harcayalım
diye kimse rica etmiyor. Bugüne kadar
halk kime film çekmesi ya da roman yazması
için yalvarmış?
Ben mi? Ben, anlatıcı olarak, Tanrı’nın misyoneri
gibi hikâye anlatıyorum. Varlık nedenim
bu... Emekten söz edeceksek değer üretenlerin
emeği kutsal... Film setindeki işçinin, kostümcünün,
ışıkçının emeği kutsal! Maden kazan
adamın emeği kutsal... Roman yazmak, film
yönetmek, resim ya da müzik yapmaksa eğlenceli,
keyifli, haz veren, lüks çalışmalar.
Maden mi kazıyor bu sanatçılar?
Eleştiri... Doğrusu haddini bilmeyen kişinin
eleştirisi hoşuma gitmiyor! Böyle bir durumda
kızmamalıyız tabii ve geçiştirmeliyiz, gülümsemeliyiz...
Eleştirecek kişi belli bir kültür düzeyinde
olmalı, belli bir birikime sahip olmalı.
Ünsal Oskay, Çetin Altan, Adnan Azar, Cengiz
Çekil, Çetin Öner eleştirdi senaryolarımı, filmlerimi,
romanlarımı... Hepsi rahmetli oldu... Mehmet
Çelik, Ayşe Kıran, Salih Bolat, Baki Ayhan,
Hüseyin Alemdar, Şafak Barış, Kemal Ateş, Ahmet
Tezcan, İlhan Öztin, Zeynel Coşkun, Önder
Paker, Derya Tulga, Oğuz Makal, Burak Buyan
eserlerimi eleştirirse, onları dinlerim, notlar
tutarım... Dönemin insanı “bilgi sahibi olmadan,
fikir sahibi...” Nasıl olacak? Bu yüzden, rastgele
kişilerin eleştirisine itibar etmem!
Yaptıklarımın hakkını almak! Beklentilerim
nedir yaptıklarımdan? Sanırım, beklentim yok!
Var belki, ben bunları tartışmadım kendimle.
İyi işler karşılığını buluyor. Eserlerim değer
görüyor. Albatrosun Yolculuğu beklentilerimin
çok ötesine gitti, adeta kült bir film oldu. Romanlarım
değer görüyor. İlk romanıma İnkılap
Kitabevi En İyi Roman ödülü verildiğini hesaba
katarsak, iyi şeyler oluyor. Küskünlük yaşamadım.
Buna hakkım yok! Elbette görüyorum olanı
biteni. Ben yolculuğa bakıyorum. İyi gidiyor
benim serüvenim...
Eğitim sürecim? Ailem bana iyi bir eğitim
olanağı sağladı. Kendim üstüne çok şey koydum.
Bir kütüphanede doğdum, iki kütüphanede
yaşıyorum. Biri evimde, biri üniversitede!
Nezihe Altuğ: Nitelikli filmler ve romanlar
bütün dünya da az ilgi görüyor?
Cengis Asiltürk: “Nitelikli film” kavramıyla,
kastınızın, şu “sanat filmleri” ya da “festival
filmleri” diye anılanlar olmasın! Böyle olmasını
temenni etmem. Filmleri gişe filmi, sanat filmi
ve festival filmi diye kategorize ederken, doğru
iş yapmıyoruz sanki? Sanat sineması ve ticari
sinema derken sınırların net olmadığını bilmeliyiz;
ticari sinema denilince hemen akla Hollywood
filmleri gelir. Sanat sineması denilince
de 1950’ler Fransız Yeni Dalga (La Nouvelle
Vague) filmleri, ama Fransız Yeni Dalga filmlerinin
ticari kaygıyla ortaya çıktığını unutmamak
gerek. Jean-Luc Godard, Claude Chabrol, Alen
Resnais, büyükbabamız Alain Robbe Grillet,
François Truffaut, Amerikan filmi izleyen Fransızları
kendi filmlerine çekmek istediler. Dolayısıyla
sanat sineması böyle ortaya çıktı.
Nezihe Altuğ: Büyükbabanız?
Cengis Asiltürk: Türk sinemasının kanımca
en önemli yönetmeni Ömer Kavur, Fransa’da
doktora eğitimi alırken, Alain Robbe Grillet’nin
asistanı olarak sinemaya başladı. Üç filmde
Ömer Kavur’un asistanlığını yaptım. Gerçi
12
kendime bir baba figürü seçmiş değilim. Angelopoulos
ya da Tarkovski ya da Kurosawa...
Neyse; Hollywood filmlerinin salt emtia olarak
görülmesi doğru mu? Değil... Hollywood Sanayi
Sinemasında üst düzey sanat filmleri vardır...
The Bridge Of Madison County, American Beauty,
The Godfather üçlemesi, Once Upon a Time
in America, Once Upon a Time in West... Bunlar
gişe filmi olmanın yanında, sanat filmleridir.
Evet. Genel olarak, sanat sineması - ticari
sinema ayrımına gidilir. Sanat sineması denilen
filmlerin daha az izlenmesinin ya da kimi büyük
romanların okurunun az olmasının iki nedeni
var: İnsan olaylara, hayata, sanat yapıtlarına,
hatta her şeye birikimleri ölçüsünde bakar. Doğal
olarak bu böyledir... Sanat sineması dediğimizde
-öyle bir sinema varsa- daha fazla bilgi
birikimi ve daha fazla deneyimi olanların tercih
ettiği şu filmler kastedilmiş olur. Kimilerinin o
filmlerden sıkılma nedeni kendileridir. Her şey
herkese göre değildir. Bazı sanat yapıtlarına
ulaşmak için ortaya belli bir çaba koymanız
gerekir. Belli birikimlerinizin olması gerekir. O
filmler kimi kişilere göre değil. Theo Angelopoulos,
Andrei Tarkovski, Ömer Kavur, Akira
Kurosawa filmlerine ulaşamayanlar ve varamayanlar,
onlardan sıkılabilir.
İkinci nedense; sanat kaygısıyla ortaya
çıkarılan başarılı filmlerin yanında bazen gerçekten
anlatmanın becerilemediği filmler var.
Edward Dmytryk derdi ki, “elli yıldır sinemanın
içindeyim, doğru anlatılmış filmi anlamayacak
kişiye rastlamadım.” Doğru bu... Kimi yönetmenler,
yaptıkları işlere sanat filmi diyerek bir
saygınlık peşinde elbette. Başarılamamış filmler
bunlar...
Nezihe Altuğ: Sinemamızın bugünkü
durumu hakanda ne dersiniz? Sinemamız
nasıl dışarı açılıyor?
Cengis Asiltürk: Bugün Türk sinema
değilse de, Türk televizyon dizi sektörü altın
çağını yaşıyor. Televizyonun bu hali, sinemaya
muhakkak yansıyacak. Kaçınılmaz... Dünyada
televizyon dizilerinden en büyük girdiyi sağlayan
beş ülkeden biri Türkiye! Dizileri dünyanın
dört bir yanına ihraç ederek muazzam paralar
kazanıyor ülke yapımcıları. Sinema ve televizyon
alanında öğrenim görenler için Türkiye’de
doğmuş olmak büyük bir şans! Tanrı korusun;
ya İspanya’da, Japonya’da, Çin’de, Rusya’da
doğmuş olsalardı! Yalnız bu açıdan da değil, her
açıdan bu toprakların kıymetini bilmek gerek.
Nezihe Altuğ: Sinema yazarlığı ülkemizde
bir meslek olacak mı?
Cengis Asiltürk: Daha en başta iki tür sinema
yazarından söz edilebilir: Birinciler, filmleri
tanıtırlar. Bunlar çoklukla filmlerin eğlendirici
nitelikleri, piyasa değeri, yönetmenleri,
oyuncuları, film festivalleri, gişe gelirleri, aldığı
ödüllerle ilgili bilgi verir. İkinciler, filmlere daha
bilimsel ve estetik açıdan bakar; filmleri, okunabilen
yapılar olarak, dil, estetik, anlatı açısından
değerlendirir.
Kaldı ki, Atilla Dorsay, Alin Taşçıyan, Sayım
Çınar, Ali Murat Güven, Sadık Yalsızuçarlar,
Ayşe Şasa, Sevin Okyay, Suat Köçer, Sadi Çilingir,
Banu Bozdemir, Murat Çağıltay, Seçil Büker,
Mesut Kara, Ali Hakan çok şey öğrenilebilir
sinema yazarları. Sinema üzerinden yazarlığın
meslek olmasına gelince; Atilla Dorsay, Alin
Taşçıyan, Sayım Çınar, daha niceleri zaten sinema
filmleri hakkında yazma işini bir meslek
haline getirmiş yazarlar.
Nezihe Altuğ: İnsan kendini tümden
tanıyabileceğini, güdülerini, seçimlerinin
ardında yatan hevesleri, eylemlerinin nedenlerini
kolay kavrayabileceğini sanmıştır.
“Kendini bilmek”, özenli, ısrarcı, gerçek bir
çabayı, insanın kendine karşı dürüst olmasını
gerektirir.
Freud’un gösterdiği gibi aslında “kendimizde,
kendimiz için bile saydam olmayan
karanlık bir bölge var. Kendi inançlarımızın,
13
kabullendiklerimizin, yargılarımızın, özünde
bize dalkavukluk eden, kendi nefsimizi okşayan
bir işlevi vardır. İnançlarımızın hatalı
olduğunu kavradığımızda, gerçeği kabullenmekte
büyük güçlük çekeriz: Belirli bir yaşın
üzerindekiler! Gerçek dünyaya getirmiyoruz,
çünkü zihinleri çok şiddetli tepki veriyor.
Gerçekten de belirli bir yaşın sonrasında,
insanı hiçbir şey şaşırtmaz. Bir kez kendi
küçük huzurlu iç dünyasına alıştıysa, evreni
kesin bir veri olarak kabullenir. Çevresini,
dünyayı keşfetmek için heyecan duymaz; şaşırtıcı
ya da inanılmaz gibi görünen olgulara
giderek daha az merak besler. Oysa kendini
bilmek her şeyin özü, bilgeliğin anahtarıdır.
İnsan, kendini bilmiyorsa, başka bilgilerin
bir anlamı kalmaz. Bu bağlamda hiçbir şey
bilmediğini söyleyen bilge Sokrates’in “sorgulanmayan
yaşam, yaşanmaya değmez”
sözü de tam yerine oturur. İnsan, cesaretle
gerçeği seçecek, kendini tanıyacak, kendine
inanacak ve ancak bu bilinçlenme sürecinin
sonunda “seçilmiş” kişi haline gelecektir.
Tıpkı dönüp duran ama bizim göremediğimiz
elektronlar gibi... Kendimizi bilme konusunda
bizim göremediğimiz sizin gördüğünüz
daha başka neler var? Sinemanın bir görevi
de kendini bilmemize yardımcı mı olmaktır?
Cengis Asiltürk: Bu anlamda insanların
kendilerini bilmesi/tanıması imkânsız bir şey
gibi! Benim kendime karşı dürüst olmadığım
dönemlerim oldu mu? Bunu bilmiyorum! Sanmam!
Öteki anlamda durum farklı; o anlamda,
kendimi adım adım inşa ettiğim söyleyebilirim.
Büyük avantaja sahiptim başkalarının alanına
girmeyecek tarz bir yaşam kurabilme yolunda:
İyi bir ailede büyürse kişi, ister istemez kimi
şeyleri belli bir yaştan sonra öğrenmeye mecbur
kalmaz. O kişi kimi şeyleri bizatihi edinmiş
olur. Öteki durum mu? Benim için karmaşık!
Kendimi tümüyle tanıyabileceğimi, güdülerimi,
seçimlerimin ardında duran heveslerimi ya da
eylemlerimin nedenlerini hiçbir zaman kavrayamayacağımı
daha bir çocukken de biliyordum...
Ortaokulda, ders sırasında, pencereden
dışarıyı izlerken, aklım şuralardaydı: “Bu dünya
bir kişi için var. O bir kişi her kişi! Herkes o bir
kişiyi ille de kendisi sanır! Niçin? Şu bahçedeki
söğüt ağacının yaprağının altındaki böcek de,
dünyanın görece en önemli insanı da, zamanın
ve evrenin umurunda bile değil.”
Bunları düşündüğümde, zamana ve evren
içinde bocalayan insana dair bir şeyleri anlar
gibi olmuştum. İlk kez orada, pencereden dışarıyı
izlerken, o ders sırasında, zaten üç dört
yaşından beri kafamı kurcalayan konularla ilgili
bir şeyler kavramaya başladığımı düşündüm.
Bir taraftan herkes kadar önemliydim, ama işte
apaçık görüldüğü gibi zaman ve evrenin umurunda
bile değildi kimse! Ben de öyle elbette...
Şaşırabileceğim her şeye şaşırmış sayılırdım.
Hayır, öyle değil bir taraftan da! Gün bitip gecenin
her şeye hükmetmesi beni halen şaşırtır. İnsan
şaşırmadı mı, dünyayla işi bitmiş demektir.
Günün, gecenin şu hükmünü yeryüzünden tümden
silmesi beni hâlâ heyecanlandırır. Kar var.
Hayatta yağmur var! Arkadaşlık var. Kadın var!
Fırtına var! Bahar var! Gece var! Ektiğin tohumu
yeşerten toprak var! Sabah var! Nehir var! Daha
neler neler var. Geceleyin kayan yıldızlar, serüvenler,
hikâyeler var... Ki, tıkır tıkır işleyen insan
zihninin yanında, o en gelişmiş kurgu cihazı hiçbir
şey değil! İşte insan bir yönüyle çok önemli!
Ben de öyleyim! İşte insan, bir yönüyle, ancak
bir avuç toprak olmaya muktedir canlı. Ben
de öyleyim! İşte pencereden okul bahçesindeki
söğüt ağacını izlerken bunları düşündüğüm
günden beri kimseyi kendimden daha önemli
olarak görmem. Kendimi de kimseden! İnsanın
yaşama hakkı bağlamında kendini başkalarından
önemli sanması, bu berbat bir yanılsama.
Bunlara aldanmamak gerek...
Nezihe Altuğ: Evrenin kesinliği?
Cengis T. Asiltürk: Onu kesin bir veri
olarak kabullenmek benim yapabileceğim şey
değil. Çevremi, dünyayı keşfederken sanırım
14
hep heyecan duyacağım! Bir uyandan “ütopyası
olmayan insan ölü insan” derken, öte yandan
nasıl giderek daha az merak besleyebilirim
dünyaya? Kendini bilmek her şeyin özü... Kendini
bir parça olsun tanımak... Galiba bildiğim
bir şey var: Bir kurbağa, bir karınca, bir at ölüp
toprağa dönüşebilir. Düşünen, tasarlayan, dönüştüren,
eyleyen, söyleyen bir insan nasıl öyle
olabilir? Nasıl bir kurbağa gibi toprağa dönüşebilir?
Hayır! Öyle de değil! Sanırım öyle değil!
Evet, yukarıda söylediklerimle çelişiyor gibiyim!
Hayır, çelişmiyorum. Asla öyle değil. Bu
hayat burada bitmez gibime geliyor. Ne yani,
ölüp toprak mı olacağım? Hayır! Böyle olduğunu
düşünen var mı? Peki, bebeklerin ölümü?
Düşünmeden, tasarlamadan, dönüştürmeden,
eylemeden toprağa dönüşmüş insan yavrusu?
Neyse... Neyse...
Gerçekle yüzleşmek konusunda cesaretle
kararlı olmakla, gerçeği gördüğünü sanmak!
Ayrı gerçeklik alanları onlar! Kendini tanımak!
Kendine inanmak! Bilinçlenmek! Seçilmiş kişi!
Gerçek yazarlar, gerçek sanatçılar elbette bir
biçimde seçilmiş kişilerdir. Bu simülasyonla
sanatçıymış gibi algılanan kişiler türetilir. Bu
-miş gibilerden, beklentiler var. Roman insanlığa
bir şey öğretebiliyor mu? Sinema insanlığa
bir şey öğretebiliyor mu? Ümit etmekten başka
şey bir gelmiyor elimden!
Nezihe Altuğ: Kendini doğanın ayrılmaz
bir parçası olarak gören insan, doğanın döngüsel
sürekliliğini kendi yaşamına yansıtmak
istemiş; doğum-ölüm olgularım ölümden
sonra yaşam ya da yeniden doğuş düşünceleriyle
sürdürmüştür.
İnsanın hayatı anlamlandırmak için gösterdiği
düşsel çaba, zamanın başlangıcından
sonuna dek uzanan bir eksen üzerinde çeşitli
mitolojik tasarımlar yaratmıştır. Matrix
filmi buna en iyi örnektir. Matrix, Sokratesçi
bilginin temel kaynağını vurgulayan öğüdünü
filmin başında hatırlatmayı ihmal etmez:
Kendini Bil!” deyişi Kâhinin kapısının üzerinde
asılıdır ve filmin başkahramanı Neo’ya
tutacağı yolu açıklar, insan, kendini tümüyle
tanıyabileceğini, güdülerini, eylemlerinin nedenlerini,
seçimlerinin ardında yatan heveslerini
kolayca kavrayabileceğini sanır. Kendinizi
Neo’yla özleştirdiğiniz oldu mu?
Cengis Asiltürk: Pekâlâ. Bir önceki cevabımda,
bunları çoğunu söylemiştim. Metrix
filmi de düşük düzeyde olsa bile felsefi konu
irdelemesi açısından önemli. Elbette, her şeyi
bilmiyorum. İnsan her şeyi nasıl bilebilir ki?
Ancak (Dostoyevski’nin belirttiği manada) olup
biteni (sanıyorum olup biten her şeyi) anlamakla
cezalandırılmış olanlardan, hayır tam tersine
böyle ödüllendirilmiş olan biri gibi hissediyorum
çoğu vakit kendimi... İnsanların şu yeryüzünde
şu olup biteni, savaşları nedenleriyle
anlamaması şaşırtıcı...
Nezihe Altuğ: Bilimsel çalışmalarınız,
kuramsal çalışmalarınız, makaleleriniz var. Kitaplarınız
tüm üniversitelerde der kitabı olarak
okutuluyor. Dikkat çeken orijinal çalışmalar.
Cengis Asiltürk: Öğrenciyken yaptığım
okumalar, araştırmalar ve incelemeler; diyalektik
kurgu, şiirsellik, auteur yönetmen veya
sanatçı/yaratıcı yönetmenler ve sinema dili
üzerine yapılan çalışmalar... Gelecek kuşaklara
yarar sağlayacak... Sinemada Diyalektik Kurgu,
Sinemada Şiirsel Anlatım, Sinemada Yaratıcı
Yönetmen bir üçleme oluşturdu. Bakış Boşluğu
(Düşünceler Kitabı) yayınlandı yakın geçmişte.
Kırklı yaşlardaki biri için bunların yeterli bulduğumu
söyleyemem.
Nezihe Altuğ: Yazma serüveni sizi nereye
götürüyor?
Cengis Asiltürk: Romanlarım büyülü gerçekçilik
akımına bağlı. Kaba gerçeğin arayışında
olmadım hiç. Belge romanı yazmıyorum. Ben
gerek romanlarımla, gerek filmlerimle bir gerçeklik
evreni kuruyorum. Beni amacıma büyülü
gerçekçilik götürebilirdi.
15
Nezihe Altuğ: Kimlere sesleniyorsunuz,
hedef aldığınız bir kitle var mı?
Cengis Asiltürk: Ünlü olmak ya da para
kazanmak için yazmadım. Ödüller almak için
yazmadım. Seçkinler için yazmıyorum. Büyük
insanlığın kurulmasına katkım olur diye bir
umutla yazıyorum; adeta Tanrı’nın görevlendirdiği
biri gibi... Büyük filmlerle, büyük romanlarla,
büyük hikâyelerle, büyük metinlerle, yani büyük
kurmacalarla, büyük şiirlerle, büyük müzik
yapıtlarıyla buluşmamış insandan bir halt olmaz.
İster hekim olsun, ister avukat olsun, ister akademisyen
olsun, ister küre kadar ihracat yapsın,
fen alanında bir buluş yapsın! Büyük insanlığın
doğuşuna katılmak için, çocukluk günlerime
doğru yitip giden o saf zamanları yeniden kurabilmek,
onlara birazcık olsun yaklaşabilmek için
roman yazıyorum, film çekiyorum...
Nezihe Altuğ: Ailede ilişkiler nasıldı?
Romancı ve yönetmen, pardon hikâye anlatıcısı
olmanızda ailenizden kimin nasıl etkisi
oldu? Babanız, anneniz?
Cengis T. Asiltürk: Suret adlı romanımın
başkahramanı Rüstem Efendi, edindiği Batı orijinli
kültür doğrultusunda baba-oğul sorunsalını
çözmeyi ister. Henüz on yedi yaşında, babasına
karşı direnir. Sonra onu anlar bağışlar, yani
babasına şefkat duyar. Suretçiler Şahı Zekeriya
Efendi bu konuda ona yardımcı olur, ancak tıpkı
babam (Zekeriya Asiltürk) gibi ağır bir görev
vererek.
Geri bıraktırılmış toplumlarda baba (çoğu
vakit o rolü üstlenen anne) halen belirleyicidir!
Erkek elindeki gücü paylaşmaya yanaşmayan
bir kişilik, kadın çoğu zaman onu ezer! İktidar
olma, erk olma hırsı tuhaf tabi. İlkel arzu bunlar,
mülk düşkünlüğü gibi! Sırlanmış Zamanın
Gölgesinde romanında Balık Yiyen Adam ile
onun oğlu Deli Ağa arasındaki Freudyen iktidar
çatışması bütün topluluğun yazgısını belirler.
Çatışma, Balık Yiyen adamın oğluna yenilmesi,
karısını yanına alıp toplumu terk etmesiyle
sonuçlanır. Balık Yiyen Adam, karısı İguana ve
kendisiyle gelmeyi seçen Çakıl Ali ile birlikte on
yıl dağlarda dolaşır. O süreçte üç kişilik topluluktaki
iktidarını İguana’ya kaptırır. İktidar yerle
bir edilir, ama yeni bir iktidar tutkunu hep çıkar.
Bizim toplumumuzda, çoğu anne (bilinçaltı aldatmacasıyla)
eşsiz zannettiği ve eşsiz bir aşkla
sevdiği(!) aslında bilinçaltının en karanlık yerindeki
yalnızlık korkusuyla, kendinden ayırmak
istemediği zavallı kızına bir önölüm hazırlar.
Gelelim bize. Benim aileme... Ben şanslıydım.
Harikulade bir ailem vardı. Babamla, patırtı
kütürtüye vardırmadan çatışmalar yaşadık.
Futbol oynamama izin vermek istemedi. Küçümsedi
bu işi. Bense bazı ciddi hesaplar içindeydim.
Bu konuda onu dinlemedim.
Annem şair olmamı istedi. Olamadım...
Suret romanımı, Sayın Bedriye Asiltürk’e... diyerek
ithaf etmeme karşın beni bağışladığını
sanmam...
Derinlere gitmek istiyorum: Babaları ve
anneleri tarafından ezilip, koşulsuz boyun eğmeye
zorlanan erkek çocuk ne kadar zayıf
karakterli, kişiliksiz oluyorsa; belli bir yaştan
sonra, babasını halen rakip gibi görüp alt etmeye
çabalayan, dolayısıyla anneye teslim olan
çocuklar da öyle zayıf kişilikli oluyor. İnsan bir
aşamadan sonra babasını yenerek, annesini
aşarak onlara annelik-babalık yapabilmeli. Bu
hem erkek hem kız çocuk için geçerli. Babaoğul
ile anne-kız ilişkisi, beslenmesi değil, bitirilip
gerektiği yere oturtulması gereken ilişkiler.
Lafı uzatmayayım: Zekeriya Asiltürk (babam)
yaşadığı çevrelerde çok güçlü bir toplumsal
kişilikti. Çevresi kamuoyu önderi rolü
vermişti kendisine... Benim için de önemli biri
oldu daima. Okuma-yazmayı ondan öğrendim.
Şehre gelen tüm filmlere ve tiyatro oyunlarına
bizleri götürürdü. Anlatı sanatlarına ilgimi, sanırım
filmlerde ve tiyatro oyunlarında kaybolmayı
seven adamla, yani babamla, beni geceleri
uyuturken harika masallar anlatan bilgeler
bilgesi anneanneme borçluyum.
16
Çocukken bir kelebeğim oldu benim. Üç
dört yaşlarındaydım; derebeyi konağımızın geniş
penceresine vuran güneşin o keskin ışığında
beliren esmer bir kelebek! Kanatlarındaki şu
kırmızı harelerle odamda birkaç tur döndükten
sonra, uzaklaşıp gitti. Pencerede kaldım. Onun,
ufka doğru giderken siyah bir taya dönüştüğünü,
birden durup bana baktığını hayal ettim. İşte
bu hayal, hayat boyu beni terk etmedi. Biliyorum:
Her insanın çocukluğu böyle büyülü anlarla
doludur.
Babamın, “Çocuklarımız bizim gibi olursa,
toplum olarak yerimizde sayarız. Biz onlar
gibi olabilmeliyiz” sözü beni derinden etkilemiştir.
Kendisi nüktedan biriydi. Başına geleni
iyi hikâye ederdi. Yaşadığı olayları anlatırken,
onları size gerçekten yaşatırdı. Nikolay Leskov
gibi bir adam düşünün, öyle biri işte...
Nezihe Altuğ: İnsanı yüzü içinde yüzler
yüzünün göründüğü sırlı ayna. Son kitabınız
Suret romanı yüze yazılı metinleri okuma biçiminiz
mi?
Cengis Asiltürk: Sinema en nihayetinde
yazıyla ya da sözlerle tarif edilen şu imgelerin
(senaryo), görüntülere (film) dönüştürülme
biçimi. Suret’te Suret Atölyesi hocaları, kethüdaları
ve ustaları gördükleri suretleri sözle tarif
ederler. Talebeler, gerçekte görmedikleri bu
suretleri dinler, sözler içindeki imgeleri zihinlerinde
canlandırarak tuvaller üzerinde görüntüye
dönüştürür. Roman başkahramanı Rüstem
Efendi, Şark/Doğu dünyasının güçlü hikâye
anlatma geleneğinin, Garp/Batı dünyasının o
güçlü suret çıkarma geleneğinin kişileşmiş bir
sentezidir aslında.
Nezihe Altuğ: Kadın imgesi önemli romanlarınızda...
Sırlanmış Zamanın Gölgesinde,
Muleta, Ölüyaprak Vuruşu... Kadını iyi
tanıdığınızı söyler okuyucularınız. Yine öyle
mi? Bu sefer, Suret romanı daha fazla bir
erkek hikâyesi diyebilir miyiz? Sırada hangi
kitap var?
Cengis Asiltürk: Değil. Bildiğim ya da
düşleye/bildiğim dünyaları yazıyorum hep; orda
zaman zaman kadınlar öne çıkıyor, zaman zaman
da erkekler... Birisi öne çıksın diye planlamam,
ancak işte şimdi düşündüm; sanırım,
kadınlar iç dünyalarıyla, erkekler savaşımlarıyla
öne çıkıyor. Çocukluğum kadınlarla geçti.
Kadınları iyi tanıyorum. Teyzelerim, halalarım,
onların (hem annem, hem babam, evlerinin en
küçük çocukları...) benden yaşça çok büyük
kızları, komşu kadınları... Sonraki yıllar! İlkokul
öğretmenimden tutun, bugüne dek hayatımı
hep iyi kalpli yönetici kadınlar ya da kötü kalpli
kimi kadar biçimlendirdi. Bunların etkisi olabilir...
Bakış Boşluğu kitabım raflarda yerini aldı.
Nezihe Altuğ: İdolünüz bir romancı var
mı?
Cengis Asiltürk: Aynı soruyu edebiyat öğretmenim
de sormuştu. “Hayır” demiştim ona
da! Sonra kendisini şaşırtan şu sözü ekledim:
“Ben büyük romanlar yazacağım!” Şimdi, Ahmet
Hamdi Tanpınar bana gülümsüyor. “İnsanın
hayatı bütündür.” Orhan Pamuk bana gülümsüyor:
“Bir gün bir kitap okudum...”
Sevgilerimle ve saygılarımla...
17
Eşref YENER
TÜFENGİMDE İFŞA MANGALARI
militan çağıdır ömrümün
ya kırk gülün tetik uykusunu
ya her şeydeki ucuz kahrı düşürürüm tüfengime
düşürürüm de eyvah diyen kim
geldim kuru ilenç çaputlarıyla
geldiysem bir gülü geçiştirmeye
gelip oyalanmak diye yürüdüm
bu insanın kendine yetişemediği,
sokağına yetmediği çağı
gelip de göğe dineldim
yassı bir akşamı çıkmaya, mahvımı denemeye
haddimce dineldiğim göğ
akşama taşırdığım yarım huyla
kan ya da telafi
izah ya da telef
üç kere adınla seslendim güle
göğ soluğundan başlar diye
geldiysem öykümü yola üleştirmeye
geldim şaşkın kavlar halinde
gelip de bu kendimi arsızca sorduğum gülü
bu akşamın getirdiği yaban huyu
ve denilsin ki
susmakla sınandığım bozgun yüzü buldum
kaypak çağıdır ömrümün
şehrin çirkefinden geçer çürüttüğüm her gül
sustukça eskir
kaçak ve yalavuz
döşümde bir usul çocuğu Anadolu’nun
tef ve heba
ve olur olmaz kan isimleri tüfengimde
Funda AÇIKGÖZ
18
v
pT
DOSYA
ÜLKÜ TAMER
ŞİİRİ
umutların arasından
kirpiklerin karasından
döşte bıçak yarasından canım
güneş topla benim için
Ülkü TAMER
Cevat AKKANAT - Bâki Ayhan T. - Hasan SAKIN -
Aslıhan TÜYLÜOĞLU - Önder ÇOLAKOĞLU
19
ÜLKÜ TAMER
VE ŞİİR GELENEĞİ
Cevat AKKANAT
“İlk beş kitabında reel hayata, folklore, somut göndermelere hiç
yüz vermeyen Tamer şiiri, bazen şiirini moderniteden uzaklaştırıp,
gelenekle, Anadolu geleneğiyle çokça iç içe sokmuştur.”
Ülkü Tamer’in gelenekle ilgisi söz konusu
edildiğinde, dikkatler sürekli olarak onun halk
şiiriyle kurduğu köklü bağlantıya çekilir. Sözgelimi
Enis Batur, onun da Cemal Süreya gibi,
‘Türk halk şiiriyle yapıcı, kan dolaşımını hızlandırıcı
bir ilişkiye’ 1 girdiğini kaydeder. Mehmet
Can Doğan ise, aynı bağa, onun şiirlerindeki
şekil unsurlarını incelerken değinir. Buna göre,
şairin ‘hece ölçüsüne ve halk şiirinin bazı biçimlerine
gösterdiği ilgi’, onu ‘İkinci Yeni’nin diğer
şairlerinden ayıran en önemli özellik’ 2 tir. “Mani,
türkü deyişme, ağıt gibi şiir biçimlerini deneyen
şair, bu biçimleri kendi edasıyla yenilemiştir.” 3
Orhan Kahyaoğlu da Ülkü Tamer’i, ‘yerel kavramların
tadını şiirinde yine de en iyi kullanan
şairlerden biri’ 4 olarak anar. Bu özellik, onun
Halk şiirine vakıf oluşundan ötürüdür. Zaten
yazısının devamında da ‘Yerellik değil, folklorik’
şeklinde bir açıklama yapar: “İlk beş kitabında
reel hayata, folklore, somut göndermelere hiç
yüz vermeyen Tamer şiiri, bazen şiirini moderniteden
uzaklaştırıp, gelenekle, Anadolu
geleneğiyle çokça iç içe sokmuştur. Somut bir
yörenin dünyası, duyargalarında gezinir. Bu,
kendi özel geçmişinin kopmaz parçası olan
Gaziantep’tir.” 5
Şiir üzerine yazı yazmaktan ve şiir hakkında
konuşmaktan hoşlanmadığını bir vesileyle 6
söyleyen Ülkü Tamer’in pek tabii olarak gelenek
üzerine neler düşündüğünü şiiri dışındaki
verilerden yeterince öğrenemiyoruz.
Bu yüzden, gelenekle ilgili olarak Ülkü
Tamer’in tespit edebildiğimiz düşünceleri, birkaç
kaynaktan ibaret kalacak. Bunlardan ilki,
bir röportajda verdiği bazı ipuçlarından oluşur.
Buna göre, şair, eserlerinde görülen halk şiiri
özelliklerini, önce mahalli çevreye, doğup büyüdüğü
Gaziantep’e, sonra da müzik sektörüne
bağlar: “Ben şiirde Antep’e dönünce ister
istemez halk şiirine biraz daha yaklaştım. Biraz
20
onu aradım. Tabii bir ara da Zülfü Livaneli’ye
o dönemlerde çok şarkı sözü de yazıyordum.
Onların da vezinli kafiyeli olması gerekiyordu.
‘Güneş Topla Benim İçin’, ‘Selam Olsun’ gibi. İster
istemez onlar da vezinli kafiyeli oldu. Ama
tek neden o değil. Halk şiiriyle ilgileniyorsanız
onun belirli kuralları var. O kurallar içinde oynamanız
gerekiyor.” 7 Ülkü Tamer, başka bir konuşmasında
da ‘ölçülü uyaklı’ sözlerin önemini
vurguladıktan sonra, bazı şiirlerini Karacaoğlan
ve Yunus Emre’nin şiirlerinden ‘yola çıkarak’
yazmış olduğunu belirtir. 8
Şairin gelenekle ilgili görüşlerini dile getirdiği
bir başka metin ise, bir gazete fıkrası
niteliğindedir. Ülkü Tamer, “Önce Araçlarınızı
Tanıyın” 9 başlıklı yazısında, Attila İlhan’ın bir
dergiye verdiği gelenekle ilgili cevaba değinir
ve onu ‘haklı’ bulur. Ardından, kendi görüşlerini
sıralar: “Gençler arasında şiir geleneğimizi,
eski şairlerimizi, vezni, kafiyeyi bilenler var
elbet. Yazdıklarından da belli oluyor bu. Ama
çok kişi, birçok konuda olduğu gibi, yaptığı işi
kendisiyle başlatıyor./ İmzalarını ilk gördüğüm
bazı şairlere bakıyorum. Pırıltılar taşıyorlar, kişilik
belirtileri var. Ama orada kalacakları belli.
Çünkü şiirimizi bilmiyorlar. Şiirin temel araçlarını
bilmiyorlar. Kimi vezinle yazmaya özeniyor,
vezin nedir bilmiyor. Kimi kafiye tutturmaya
özenmiş, kafiyenin temel ilkelerinden habersiz,
‘geliyorum’ ile ‘gidiyorum’u kafiye sanıyor.
(...) Keser kullanmayı bilmeyen bir marangoz
düşünülebilir mi? Kamerasını tanımayan bir
görüntü yönetmeni? Eline steteskop almamış
bir doktor? Bir işe soyunacaksanız, önce o işin
temel özelliklerini, araçlarını, o araçların nasıl
kullanılacağını öğreneceksiniz. Sonra isterseniz
bırakırsınız o araçları, kendi araçlarınızı yaratırsınız.
Ama önce öğreneceksiniz.”
Ülkü Tamer’in, gelenekle ilgili dile getirdiği
başka bir düşüncesine rastlayamadığımızı belirtelim.
Ülkü Tamer’de Divan Şiiri Etkisi Yok mu?
Yanardağın Üstündeki Kuş 10 isimli toplu
şiir kitabını ana malzeme alarak bu çalışmamıza
konu yaptığımız Ülkü Tamer, Divan şiirine,
özellikle de bu şiirin şekil unsurlarına karşı
fazla bir yakınlık kurmuş değildir. Öyle ki, şairin
bu yöne dönük az sayıdaki yakınlaşması, sadece
beyit esasını kullanma tarzındadır. Örneğin
onun şiirlerinden “Bir Anı” (s. 67) tek beyitten
oluşurken, “Aziz Nesin İçin” (s. 163), “Halikarnas
Balıkçısı İçin” (s. 169) ve “Tabiatın Bahçeden
Görünüşü” (s.174) başlıklı şiirleri ikiliklerle
örülmüştür. Fakat bu kullanımların geleneksel
bir ağırlık taşıdığını söyleyemeyiz. Fikir vermesi
amacıyla, “Halikarnas Balıkçısı İçin” şiirini sunuyoruz:
“Kayrak taşlarından yontulmuş
saçları ve merhabası
Bir yıldız yangını deniz debinde
gözleri ve kelimeleri.
Orfozun içindeki mücevher
yüreği ve sürgünü.”
Ülkü Tamer’de Halk Şiiri
a. Dörtlük Nazım Birimi
Ülkü Tamer, İkinci Yeni şairleri arasında,
dörtlük birimiyle yazdığı şiirler bakımından ayrı
bir konuma sahiptir. Şairin dörtlük birimini kullanarak
oluşturduğu metinler şöyle sıralanabilir:
“Kan” (s. 41), “İntihar Anlaşması” (s. 42),
“Yaprak Ağacı” (s. 46), “Arsenik Koydum Biraz”
(s. 47), “Ben Var Ölmek” (s. 48), “Balad” (s. 49),
“Konuşma”(s. 52), “Horoz’a Binen Atlı” (s.53),
“Tavşan Tüylü Tavşan” (s. 54), “Akvaryum” (s.
55), “Derin Mavi Tilki” (s. 56), “Virgül Korsanların
Elinde”(s. 100), “Virgül Sinemada” (s. 107),
“Virgül’ün Kılıcı” (s. 113), “Aralık Ocak Şubat” (s.
128), “Mücap Ofluoğlu’nun 40. Yılı İçin” (s. 166),
“Dağlarca’nın Bir Şiiri Üstüne” (s.167), “Uyku”
(s. 172), “Ağıt” (s. 205), “Üşür Ölüm Bile” (s.
21
206), “Ökkeş’in Türküsü” (s. 231), “Kırda Vurulanların
Türküsü” (s. 232), “Mayın Tarlasında
Maniler” (s. 233), “Şaşıbey’e Maniler” (s. 234),
“Nişan Türküsü” (s. 235), “Yola Düşme Türküsü”
(s. 236), “Atlının Türküsü” (s. 237) “Şahdamar”
(s. 238) “Bizim” (s. 239), “Selam Olsun” (s. 240),
“Güneş Topla Benim İçin”(s. 241), “Akşamüstü
Deyişme”(s. 242), “Geceleyin Maniler” (s. 244),
“Geceleyin” (s. 246).
Bunlardan sadece “Mücap Ofluoğlu’nun 40.
Yılı İçin” şiiri tek başına bir dörtlükten oluşur.
Ayrıca, “Geceleyin Maniler” başlığı altında da
numaralandırılmış yedi maninin bulunduğunu,
bu bakımdan, bunları da tek dörtlükten oluşan
şiirler arasında anmamız gerektiğini belirtelim.
b. Ölçü ve Kafiye
Ülkü Tamer’in dörtlük nazım birimiyle
oluşturulan yukarıdaki şiirlerin bazılarında
ölçü veya kafiye bakımından belli bir düzen ve
uyum yoktur. Bu yönüyle dikkatlere sunacağımız
şiirler “Kan”, “İntihar Anlaşması”, “Derin
Mavi Tilki”, “Virgül Sinemada”, “Aralık Ocak
Şubat”, “Dağlarca’nın Şiiri Üstüne” ve “Üşür
Ölüm Bile” başlıklı metinlerdir. Bunlardan ölçü
bakımından serbest bir nitelik taşıyan “İntihar
Anlaşması”ndan bir bölüm (s. 42) aktarıyoruz:
“Karanlık vurunca gemileri kıyıya
Açarım kapını, kurur mercan;
Denize doğru ölür martılar
Gölgesi kan yüklü bir adadan.
(...)
Ansızın başlanır saçlarımıza,
Çürür yelkenler, kurur mercan;
Ağzını kanla yıkayan çocuk
Usanır ölmeyi aynı silahtan.”
Ülkü Tamer’in dörtlüklerle yazılmış diğer
şiirlerinde hece ölçüsünün 7’li, 8’li, 11’li ve
14’lü kalıpları kullanılmış, bu arada, kafiye örgüleri
de çoğu kez sağlam atılmıştır. Bu şiirleri,
“Hece Ölçüsü”, “Türküler” ve “Maniler” gibi
çalışmamızın değişik alt başlıkları altında geniş
şekilde inceleyeceğimiz için, burada ayrıntılı
örneklemeye girişmiyoruz. Fakat kimisi 11’li,
kimisi 14’lü hece ölçüsüyle yazılmış ve iç içe
geçmiş 15 dörtlükten oluşan “Virgülün Kılıcı”
başlıklı metni diğerlerinden ayırıyor, bir bölüm
sunuyoruz:
“...
Virgül esneyerek ve düşünerek
Gözlerini açtı, kümeste sesler,
Havada yağmurlar, yerde tavuklar,
Tavuklar gidiyor onar on beşer,
Koşsa yetişemez, Mariteş hızlı,
Hem annesi sansar, hem de babası,
Hem yaşı geçkince, görmüş geçirmiş,
Doğum yeri Fasın Oba obası,
(...)
Aksırarak uyandı çiftçilerin çiftçisi,
Eskiden onbaşılar takımında sağ bekti,
Görmeyince virgülü, görünce Mariteşi
Duvardaki tüfeği kapıp tetiği çekti,
...” (s. 114)
Hece ölçüsü bakımından Ülkü Tamer’in şiirleri
oldukça zengindir. Şairin Yanardağın Üstündeki
Kuş kitabındaki dörtlüklerden oluşan
şiirlerinin büyük bir çoğunluğu hece (7’li, 8’li,
11’li veya 14’lü) ölçüsüne sahipken, çok azı da
ölçüsüzdür.
Bunları ölçülerine göre tasnif edecek olursak
şöyle bir tablo çıkar:
7’li hece ölçüsüne sahip olanlar: “Arsenik
Koydum Biraz”, “Ben Var Ölmek”, “Balad”,
“Uyku”, “Mayın Tarlasında Maniler”, “Şaşıbey’e
Maniler”, “Geceleyin Maniler”.
22
8’li hece ölçüsüne sahip olanlar: “Mücap
Ofluoğlu’nun 40. Yılı İçin”, “Ağıt”, “Ökkeş’in
Türküsü”, “Kırda Vurulanların Türküsü”, “Nişan
Türküsü”, “Şahdamar”, “Bizim”, “Selam Olsun”,
“Güneş Topla Benim İçin”, “Geceleyin”.
11’li hece ölçüsünü taşıyanlar: “Yaprak
Ağacı”, “Horoza Binen Atlı”, “Tavşan Tüylü Tavşan”,
“Akvaryum”, “Yola Düşme Türküsü”, “Atlının
Türküsü”, “Akşamüstü Deyişme”.
14’lü Ölçü bulunanlar: “Konuşma”, “Virgül
Korsanların Elinde”.
Ölçüsüz Olanlar: Ülkü Tamer’in dörtlüklerden
oluşan şiirlerinden hece ölçüsü bulunmayanlar
ise şunlardır: “Kan”, “İntihar Anlaşması”,
“Derin Mavi Tilki”, ”Virgül Sinemada”, “Virgül’ün
Kılıcı”, “Aralık Ocak Şubat”, “Dağlarca’nın Bir Şiiri
Üstüne”, “Üşür Ölüm Bile” “Virgül Korsanların
Elinde” (Bu şiirin birinci dörtlüğünün ikinci
mısraı 12’lik, diğer dokuz dörtlükten oluşan
dizeler ise 14’lüktür.)
Yukarıda andığımız şiirlerden belli bir ölçüye
sahip olanları, her gruptan ayrı ayrı olmak
şartıyla en az birer örnekle inceleyeceğiz. Fakat
belirtmek lâzım gelir ki, hayli fazla olan mani
ve türküleri ayrıca ele almak daha faydalı olacaktır.
Bu konuda önce, şairin 7’li hece ölçüsüyle
yazdığı “Arsenik Koydum Biraz” (s. 47) şiirini ele
alalım:
“Arsenik koydum biraz
Usulca bardağına,
Ölsen iyi edersin,
Ceketine baksana.
Neden içiyor herkes
Kirli suları böyle?
Ben biraz temizledim,
Onardım arsenikle.
(...)
Kuşlar beni bekliyor.
Az kaldı arseniğim;
Haydi, çabuk ol artık
Mavi boğazım benim.”(s. 47)
Dikkat edilirse, bu şiirde (abcb, defe, ...)
şeklinde bir kafiye şeması vardır. Bu arada, ilk
beş dizesinde gösterdiğimiz gibi, 7’li hecenin
(3+4), (4+3), (5+2) ve (2+5) gibi çeşitli duraklarına
rastlanılmaktadır. Bu noktada aynı şeyleri
“Ben Var Ölmek”, “Balad” ve “Uyku” şiirlerini incelediğimizde
de görmekteyiz.
8’li hece ölçüsüyle yazılmış olan “Selam
Olsun” (s. 240) şiirinde duraklar (4+4) şeklindedir.
Dört dörtlükten oluşun bu şiirde kafiye
düzeni (abab, cccb, dddb,...) şeklindedir:
“Selam olsun dağa taşa
Yaranlara selam olsun
Ormandaki kurda kuşa
Cerenlere selam olsun
Dünya üstü kara zindan
Boynumuzda yağlı urgan
Yolculardan hancılardan
Soranlara selam olsun
(...)
Kâğıdımız çaput bizim
Kefenimiz bulut bizim
Mesleğimiz umut bizim
Kıranlara selam olsun” (s. 240)
“Selam Olsun” şiirinde var olan özellikler
“Şahdamar”, “Bizim”, “Güneş Topla Benim İçin”
şiirleri için de aynen geçerlidir. “Geceleyin”de
ise kafiye örgüsü (abcb, aded, afgf) şeklindedir.
Bu arada “Selam Olsun”da nakarat olarak
tekrarlanan “...lara selam olsun” benzeri bir
tekrar, diğer şiirlerde de vardır. Bu tekrarlar
23
“Şahdamar”da “...lerde buldum seni”, “Bizim”de
“...ler bizim”, “Güneş Topla Benim İçin”de “Güneş
topla benim için” ve “Geceleyin”de “Geceleyin
karanlıkta” şeklindedir.
8’li ölçüye sahip olan “Mücap Ofluoğlu’nun
40. Yılı İçin” şiiri ise tek dörtlükten oluşur. Bu
şiir (4+4) duraklı olarak ve (aaxa) şeklinde kafiyelenerek
yazılmıştır.
11’li hece ölçüsüyle yazılmış olan “Yaprak
Ağacı” (s. 46) iki dörtlükten oluşur:
“Al bana yirmi beş kuruşluk bir ip
Hemen köşedeki aktara gidip,
Yetişmezse para, üste eklersin,
Ölecek olan ben, sen de terzisin.
Belki sabahleyin kim bilir kaçta
Küçülen gözlerle olur ağaçta
Yirmi beş kuruşluk biraz güvercin,
Böyle işlemeli ölüm dediğin.” (s. 46)
Bu şiirde (aabb, ccbb) şeklinde bir kafiye
kullanılırken, 11’li hece ölçüsünün duraksız ve
(6+5) duraklı kısımları kullanılır. Aynı grup içinde
yer alan “Horoza Binen Atlı” ile “Tavşan Tüylü
Tavşan” şiirleri de iki dörtlükten oluşur. Bu şiirlerin
ilkinde (abcb, dbdb), ikincisinde ise (abcb,
dede) şeklinde kafiye şeması bulunmaktadır.
Her iki şiirde de (6+5) duraklı 11’li hece kullanılır.
(aaba, ccda, eefa) şeklinde kafiyelenen “Akvaryum”
ise, 11’li hecenin üç haliyle (6+5, 5+6
ve duraksız) söylenmiş dizelere sahiptir.
14’lü hece ölçüsüne sahip olan “Konuşma”
(s. 52) şiirinde ikinci dörtlüğün ilk dizesi 13’lü
ölçüye sahipse de, bunun sebebi, bu mısraın ilk
kelimesindeki noksanlık olsa gerektir. Sözkonusu
kelime “İy” şeklinde basılmış. Doğrusunun
“İyi” olma ihtimali vardır. Dizeleri (abab,
aaab) şeklinde kafiyelenen bu şiirde 14’lü ölçü
(7+7) duraklı şekliyle kullanılmıştır:
“- Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.
İyi nişan alırdı kendini asan zenci
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
- Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.”
(s. 52)
Bu arada, Ülkü Tamer’in şiirleri arasında
dörtlük birimiyle yazılmamış, fakat hece ölçüsünün
belli bir kalıbına sahip olan şiirlerine
de göz gezdirmek gerekir: “Saçaklar Altında
Evlenme”(s. 44; Sone tarzıyla yazılmış olan bu
şiir 11’lik hece ölçüsüne sahiptir.) “İlmik” (s.
59; Üç tane ikilikten oluşan bu şiirde 14’lü hece
ölçüsü vardır.) “Ben Sana Teşekkür Ederim” (s.
61; 6 dizelik bu şiir 14’lü ölçüyle yazılmış.) “Korudan”
(s. 77) (Bu şiir üç tane beşlikten oluşmuş
ve şiirimizde çok az kullanılan 9’lu hece
ölçüsüyle yazılmış.) “Virgül Bıçaktan Korkuyor”
(s. 102; Bu şiirin ilk dört bendi dörtlükten oluşurken,
son bent beşliktir. Tamamı 7’li hece
ölçüsüyle yazılmıştır.) “Memik’e Ağıt”(s. 243;
Bu şiirin asıl kısımları dörtlüklerle ve 11’li hece
ölçüsüyle, üç kez tekrarlanan ve iki dizeden
oluşan kavuştak bölümü 8’lik hece ölçüsü ile
oluşturulmuş.), “Delikanlı” (s. 247; Türkü formuyla,
üçlüklerden oluşan iki asıl bent ile kavuştak
mahiyetinde iki ayrı ikilikten oluşan bu
şiirde 11’li hece ölçüsü kullanılır.) Bunlardan
birkaçına örnek verelim:
“Korudan” şiirinden bir bölüm:
“Sevimli, önemsiz, vuruşkan,
Ava çıkardı, şarabı yok,
Kuşu biterdi, serçesi yok,
Beyaz bir köprüydü rüzgârı
Güney dalının yaprağından.
24
...” (s. 77)
“Virgül Bıçaktan Korkuyor”dan:
“Virgüldür bu,/ külhandır, 4+3 duraklı
Silgilere /düşmandır,
Öğretmene /pek kızar,
En sevdiği/ şey kandır,
Ağaçlardan/ kestane,
Kan büyük /döne döne,
Kaçın çocuklar,/ kaçın,
Bıçak geliyor/ yine,
...” (s. 102)
c. Ülkü Tamer’in Türküleri
3+4 duraklı
5+2 duraklı
Ülkü Tamer de, diğer İkinci Yeni şairleri
gibi, şiirlerinden bir kısmını türkü veya ağıt
adıyla anmıştır. Şairin türkü ve ağıt adıyla sunduğu
şiirleri “Ağıt” (s. 205), “Ökkeş’in Türküsü”
(s. 231), “Kırda Vurulanların Türküsü” (s. 232),
“Nişan Türküsü” (s. 235), “Yola Düşme Türküsü”
(s. 236), “Atlının Türküsü” (s. 237) ve “Memik’e
Ağıt” (s. 243)tır. Ayrıca, “Üşür Ölüm Bile” (s.
206), “Akşamüstü Deyişme”(s. 242) ve “Delikanlı”
(s. 247) şiirlerinde ise klâsik türkü formlarıyla
ilişkili şiirlerdir.
Bu türkülerden “Ökkeş’in Türküsü”, “Kırda
Vurulanların Türküsü” ve “Nişan Türküsü” dörtlüklerle
ve 8’li hece ölçüsüyle yazılmışlardır.
“Ökkeş’in Türküsü”nden bir bölüm sunuyoruz:
“Ağa oğlu paşa oğlu
Önünde evinin yolu
Dilinde güneşin balı
Döşünde çiçeğin gülü
Ağaç sende kurt bendedir
Temmuz sende mart bendedir
Yetmiş iki sırt bendedir
Her bir sırtta gurbet çulu
...” (s. 231)
“Nişan Türküsü”nde ise her dörtlükten sonra
tekrarlanan ve ikiliklerden oluşan bir kavuştak bölümü
bulunmaktadır. Bir bölüm aktarıyoruz:
“Anasının adı Güllü
Kızı kendisinden dilli
Derdi günü bir tas bulgur
Göğe bakışından belli
Kız nişanın kutlu olsun
Şekeri de tatlı olsun
Babasının adı Ziya
Yanaşma dururdu beye
Kalenin burcunu gözler
Hızır görünecek diye
Kız nişanın kutlu olsun
Şekeri de tatlı olsun
...” (s. 235)
Ülkü Tamer’in türkülerinden “Yola Düşme
Türküsü”, “Atlının Türküsü”, “Akşamüstü Deyişme”,
“Memik’e Ağıt” ve “Delikanlı”, 11’li hece
ölçüsü ile yazılmışlardır. Bu şiirlerden “Yola
Düşme Türküsü” ile “Atlının Türküsü” üçer
dörtlükten oluşur. Kafiye örgüleri de (abab,
cccb, dddb...) şeklindedir. Birincisinde “Durmak
olmaz gayrı düşek yollara”, ikincisinde ise “Yürü
atım rahvan atım tez yürü” dizesi nakarat olarak
her dörtlüğün sonunda tekrarlanmaktadır.
“Yola Düşme Türküsü”nden iki dörtlük aktarıyoruz:
“Ekmeğin üstünü dikenler sardı
Durmak olmaz gayrı düşek yollara
Uşaklar feryadı Antep’e vardı
Durmak olmaz gayrı düşek yollara
(...)
Pınarın koynunda ateş bekliyor
Analar memede ağu saklıyor
Ecel gelmiş işte canı yokluyor
Durmak olmaz gayrı düşek yollara” (s. 236)
25
11’li ölçüyle yazılmış olan “Akşamüstü Deyişme”
başlıklı şiir ise karşılıklı konuşma (“Karşılıklı
Türküler”) edasıyla söylenmiştir. Diğer
şiirlerden farklı olan bu yapısı, onun bir türkü
çeşidi olan karşılıklı deyiş türkülerine benzerliğini
gündeme getirir. Genellikle Halk hikayelerinde
görülen bu tarzı Ülkü Tamer’in ustaca
kullandığı ortadadır. Kafiye düzeni (abab, cbcb,
dbdb) şeklinde olan bu türküyü de aktarıyoruz:
“- Uruş Gölü’nde mi yudun saçını
Ateşten çözülmüş yalıma benzer
- İçimin kanında yudum saçımı
Yasla tarazlanmış kilime benzer
- Devret Dağı’na mı değdi topuğun
Keklik kanadında gündüze benzer
- Yoksulluk izine değdi topuğum
Sabaha karışan yıldıza benzer
- Nafak Suyu’nu mu gördü gözlerin
Cam üstüne vurmuş geceye benzer
Senin gördüğünü gördü gözlerim
- Güle aşılanmış acıya benzer” (s. 242)
11’li grup içinde yer alan “Memik’e Ağıt” ile
“Delikanlı” türküleri de ana bölümler arasındaki
kavuştaklarla “Nişan Türküsü”ne benzerler. Fakat
bu arada birincisinin kavuştağı aynen tekrardan
oluşurken, ikincisinde bazı değişiklikler
göze çarpar. Konuları ölüm olan bu iki şiirden
“Delikanlı”yı sunuyoruz:
“Döşünün ortası bir gümüş sini
Geceden başlatır aydınlık günü
Sıkılganlık onun nişanlı yanı
Gül alır dalından sabah olunca
Yakar türküsünü inceden ince
Alnının ortası bir uzun şose
Kara kirpikleri yakışır yasa
Sevda candan uzun, can günden kısa
Gül verir dalına akşam olunca
Yakar türküsünü inceden ince” (s. 247)
Adı yas türkülerini çağrıştıran “Ağıt” şiiri
ise adıyla olduğu kadar biçim özellikleriyle de
Halk şiiri etkilerini taşır. 5 dörtlükten oluşan şiirde
4+4 duraklı 8’li hece ölçüsü ve (abab, cccb,
dddb, ...) kafiye şeması kullanılır. İki dörtlüğü
iktibas ediyoruz:
“Bu toprakta kalır adın
Tohumların arasında
Yeşilinde tarlaların
Başakların sarısında
Yıllar geçse de aradan
Kopar gelir ırmaklardan
Işır yine kurşunlanan
Dostlarının yarasında
...” (s. 205)
Ülkü Tamer’in türküleri arasında saydığımız
“Üşür Ölüm Bile” şiiri üç ana dörtlük ile
üç kez tekrarlanan dörtlük halindeki bir kavuştaktan,
yani toplam 6 dörtlükten oluşur.
Bu şiirde şekil türkü formu taşımaktadır. Şiirin
konusu da ölümü ihtiva etmektedir. Dizeleri ölçülü
olmayan bu şiirde ritmi ses benzerlikleri
ve tekrarlar sağlamaktadır. Bir kısmını aşağıya
alıyoruz:
“Bir ormanda tutup onu
Bağladılar ağaca
Yumdu sanki uyur gibi
Gözlerini usulca
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle
Diz çöktüler karşısında
Sonra ateş ettiler
Parçalanan yüreğine
Yuva kurdu mermiler
Bir soğuk yel eser
Üşür ölüm bile
Anlatır akan kanı
Beyaz sesiyle”
26
d. Ülkü Tamer’den Maniler
Halk şiirinin en küçük nazım şekli olan
maniler en genel şekliyle yedişer heceli dört
mısradan oluşurlar. Manilerde birinci, ikinci
ve dördüncü mısralar kendi arasında kafiyeli,
üçüncü mısra ise serbesttir. Yani kafiye örgüsü
(aaxa) şeklindedir. Bunun yanı sıra, birinci
ve üçüncü mısraları serbest, ikinci ve dördüncü
mısraları kafiyeli olan maniler de vardır.
Manilerde asıl söylenecek husus dördüncü
mısrada söylenir. Dolayısıyla önemli olan dördüncü
mısradır. İlk üç mısra ise sanki söylenecek
olana hazırlık için vardır.
Manilerde ele alınan konuların başında aşk
gelmekle birlikte bunları sınırlamak mümkün
değildir.
Buraya kadar manilerin klasik şekilde
olanlarını açıkladık. Bunun dışında, manilerin 5,
6, 7, 8, 9, 10, 14 dizeden oluşan şekillerinin olduğunu,
ayrıca “Kesik” (Cinaslı), “Artık” ve “Karşılıklı”
isimleriyle anılan türlerinin bulunduğunu
belirtelim.
Bu açıklamalardan sonra, Ülkü Tamer’in
şiirleri arasında gördüğümüz ve toplam üç başlık
altında sunulan manilere değinmek istiyoruz.
Ülkü Tamer’in, yukarıda ölçüsüne göre
tasnifini yaptığımız şiirlerinden bir kısmı mani
adıyla anılmaktadır. Şairin bu manileri Yanardağın
Üstündeki Kuş’ta “Mayın Tarlasında Maniler”
(s. 233), “Şaşıbey’e Maniler” (s. 234) ve “Geceleyin
Maniler” (s. 244) isimleriyle yer alırlar.
Şair, “Mayın Tarlasında Maniler” başlığı altında,
konu itibariyle birbiriyle ilgili beş maniyi
belli bir bütünlük içinde sunar:
“Kilis’e haber saldım
Hekim gelecek bildim
Kanı bir yana bırak
Revan içinde kaldım
Haber saldım kuş ile
Gagasında yaş ile
Yol gözledim ardından
Bir sıcacık düş ile
Tarlada kara mayın
Beni diriye sayın
Canda tohum taşırım
Tohum sesini duyun
Işık vurmaz karama
Bende şifa arama
Ellerim yok ki artık
Tütün basam yarama
Kilis’e haber saldım
Ne ağladım ne güldüm
Gündüz geceye değdi
Takvim yaprağın yoldum” (s. 233)
Şairin yukarıda özelliklerini anlattığımız
mani nazım şeklinden faydalanarak daha geniş
ve bütünlüklü bir şiire ulaştığı benzer bir metin
“Şaşıbey’e Maniler”dir. Altı maninin toplamından
oluşan bu manzumede de belli bir konu
bütünlüğü vardır:
“Başında poşusu var
Gözünde şaşısı var
Kanmayın beyliğine
Onun da paşası var
Dağ düzünde dolanır
Sabah akşam ilenir
Besni’de kemik duysa
Harkete’den yalanır
Bir bakar iki görür
İkide teki görür
Gökte güneş görmez de
Üzümde leke görür
Evinin önü pınar
Parmağın bala banar
Sofralara çeker de
Gizlide adam sınar
27
Aşı küncülü ekmek
Üstü incili ekmek
Önümüze attığı
İçi sancılı ekmek
Gün olur harman olur
Bizde de derman olur
Şaşıbey’in beyliği
Boynuna ferman olur” (s. 234)
Ülkü Tamer’in “Geceleyin Maniler” adıyla
yayınlanan manileri ise birbirinden rakamla ayrılmış
olan yedi maniden oluşmaktadır. Bunlardan
ikisini aktarıyoruz:
“Yoluma yar mı değdi
Dalıma mor mu değdi
Gönlümü yumuş iken
Külüme kor mu değdi” (s. 244)
“Gül ağacı gül takmış
Bir gülü yana yıkmış
Sevdam burda kalmış da
Yüzüm gurbete çıkmış” (s. -245)
Ülkü Tamer’in bütün manilerinde, klâsik
manilerin kafiye örgüsüne (aaxa) uyulmuş olduğunu,
ayrıca (4+3), (3+4), (5+2) veya (2+5)
duraklı 7’li hece ölçüsüne bağlı kalındığını belirterek
bu bölümü bitiriyoruz.
Ülkü Tamer Şiirinde Gelenekten Faydalanmanın
Diğer Yolları
Ülkü Tamer’in şiirleri arasında Halk edebiyatından
faydalanışın bir başka örneği “Bilmeceler”
(s. 171) şiirinde karşımıza çıkar. Şair
burada, Anonim halk edebiyatındaki ölçülü, kafiyeli
bilmeceleri hatırlatmaktadır. Bu metinde
Ülkü Tamer dört bilmece sorup teker kelimelik
cevaplar verir. Bir bölüm aktarıyoruz:
“- Nedir geceden gündüze geçip
kendine beyaz bir ülke kuran?
- Kan.
- Ne denir onlara,
ıssızlığın ortasında
ıssızlık için savaşırlar?
- Çarşılar.”
Usta şairlerin çoğunda olduğu gibi, Ülkü
Tamer’in şiirinde de geleneksel unsurlara atıflar
yapılmaktadır. Sözgelimi şair, “Selam Olsun”
(s. 240) şiirini “Yunus’a”, “Güneş Topla Benim
İçin” (s. 241) “Karacaoğlan’a” ifadeleri ile yayımlarken,
bir bakıma geleneksel şiirdeki ustalarını
da anmaktadır.
Onun şiirinde geleneğin muhtevayla ilgili
unsurlarının farklı kullanımları da bulunmaktadır:
Örneğin, “Ben Var Ölmek” (s. 48) şiirinde
şair sanki Leyla vü Mecnun’un Mecnun’uyla
özdeşleşir: “Suda görsem kendimi,/Bakarım
ayna olmuş / Ne kemik tarafı var, / Saçımdaysa
üç yüz kuş.” Bu mısralardaki “suda kendini
görmek”le, Divan şiirinde sık kullanılan ‘Nergis’
kıssasına da, bir gönderme vardır. Ayrıca bu şiirdeki
‘kadeh’ ve ‘ayna’ kelimeleri de sanki eski
şiirden alınmış gibidir. Şairin “Bir Yere Gitmek”
(s.74) şiirinde yer alan “Balmumundan bir kayık
götürüyor bizi” ifadesinde bir mübalağanın yanı
sıra Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ından bir sahne
de hatırlanır. “Serçe” (s. 145) şiirinin 4. bölümünde
adı geçen ‘zümrüdüanka’ ise Halk ve
Divan şiirlerinin ortak unsuru olarak anılmaya
değerdir.
28
Bu arada, Ülkü Tamer’in “Bizim” (s. 239)
şiirindeki ‘canlar canı’ ifadesinin Yunus Emre’nin
bir şiirinde geçen “Canlar canını buldum” dizesiyle
benzerlik taşıdığını söyleyebiliriz.
Şairin “Virgülün Başından Geçenler” (s. 97-
117) şiirinde, yer yer masallara özgü bir anlatımı
tercih ettiğini görürüz. Aşağıdaki parçada
bunu sezmek mümkündür:
“...
Sana aferin virgül, silgi sansarı sildi,
Bütün düşmanlar öldü, silgi de öldü,
Piliçler geri dönsün çiftçinin yatağından,
Tirenle geri dönsün, ördek şeftiren olsun,
Tavuklar bando çalsın, horoz da teftiş etsin,
Kazlar madalya versin, sana virgül aferin,
Çünkü sansara bile meydan okudun,
Mor bir kalem gelecek siz hepiniz uyurken,
Düşmanlar öldü diye mışıl mışıl uyurken,
Bir denizi kümesin duvarına çizecek,
...”(s.99)
Atasözleri kullanımı da bir gelenekten faydalanma
yöntemidir. Buna Ülkü Tamer’den
birkaç örnek gösterebiliriz: “Ağaçlar Geçtim
Ordan” (s. 57) isimli şiirinde kullandığı “Demir
tavında dövülür, ağaç yaşken eğilir,” şeklindeki
atasözleri ve “Avlu” (s. 264) başlıklı metninde
yer alan “Doğmamış oğlana don biçerdi boyuna.”
şeklindeki kullanımlar...
Ülkü Tamer’in, “Virgülün Kılıcı” (s. 113)
başlıklı metninin son dörtlüğüne kendi adını
yerleştirmek yoluyla da geleneğe bağlandığını
söyleyebiliriz:
“Nedir bu telaşınız, korkmayın çocuklarım,
Sonunda cezasını bulur o öcü sansar,
Kafam karışır sonra böyle bağırırsanız,
Virgül elbet yetişir, burda Ülkü Tamer var”
Sonuç olarak, İkinci Yeni hareketinin bu
ünlü şairinin geleneğe duyarsız kalmadığı ortadadır.
Kaynaklar
1 Enis Batur, E/Babil Yazıları, YKY, İst., 1995, ss. 100.
2 Mehmet Can Doğan, “Yanardağın Coğrafyası”, Ludingirra dergisi, S. 5 (Bahar 1998), s. 88.
3 age., s. 88-89.
4 Orhan Kahyaoğlu, “Yeniliği Erken Yakalayan Şair”, Ludingirra dergisi, S. 5 (Bahar 1998), s. 90.
5 age., s. 93.
6 Ülkü Tamer, “Ülkü Tamer’le Söyleşi”, (Konuşan: Orhan Kahyaoğlu), Ludingirra dergisi, S. 5 (Bahar 1988),
s. 59.
7 age., s. 50.
8 Ülkü Tamer, “Sinema Tutkunu Bir Şair: Ülkü Tamer” (Konuşan: Nesrin Arman), Broy dergisi, S. 6 (Nisan
1986), s. 5-6
9 Ülkü Tamer, “Önce Araçlarınızı Tanıyın”, Radikal Gazetesi, 28 Nisan 2001, s. 21.
10 Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, (Toplu Şiirler), Adam Yay., İst., 1994; Şairin bu kitabında Soğuk Otların
Altında (1. Bas. 1959), Gök Onları Yanıltmaz (1. Bas. 1960), Ezra İle Gary (1. Bas., 1962), Virgülün Başından
Geçenler (1. Bas. 1965), İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür (1. Bas. 1966), Sıragöller (1. Bas. 1974)
Antep Neresi (1. Bas. Can Yay. 1986,Yanardağın Üstündeki Kuş ile birlikte?) isimli kitapları yer almaktadır
29
ÜLKÜ TAMER İÇTENLİĞİ
Bâki Ayhan T.
“Neredeyse tamamen kendine özgü bir çıkış yapmış olması onun
herhangi bir gelenekle, geçmişle, ustayla bir arada anılmasını
zorlaştırıyor. Anahtar kavram ‘çocuksu duyarlık’tır ve bu anahtar
Tamer’in neden şair olduğunun da göstergesidir aslında.”
Bir şairin sanatının eriştiği değerin layıkıyla
anlaşılabilmesi için üç boyutlu bir aynanın
sınavından geçmesi gerekir: Geçmiş, bugün,
gelecek. Bir başka ifadeyle şairin ortaya
koyduğu yapıtın değerinin, anlamının hilesiz
şekilde belirlenmesi zaman çizgisi üzerindeki
varlığına, tuttuğu yere bağlıdır. Bu varlık, öyle
kolay sağlanabilecek, kolay saptanabilecek bir
varlık değildir. Şairler vardır, yaşadıkları dönemde
baş tacı edilmiş, şöhretin zirvesine çıkmış,
büyük şair sanılmış fakat öldükten sonra
yapıtı unutulmuştur. Hüseyin Suat Yalçın, Ümit
Yaşar Oğuzcan vs. Şairler vardır, yaşadıkları
günlerde arka planda kalmış, önemsenmemiş
ama yapıtlarının değeri ölümlerinden sonra anlaşılmıştır:
Emily Dickinson, Âsaf Halet Çelebi
vd. Şairler de vardır (ki, bunlar en şanslılarıdır)
hem yaşadıkları yıllarda hem de ölümlerinden
sonra değerli addedilmişler, saygı görmüşlerdir.
Dağlarca, Attilâ İlhan, İlhan Berk…
Ülkü Tamer, bu üç boyutlu ayna sınavında
ilginç bir yerde duruyor. Neredeyse tamamen
kendine özgü bir çıkış yapmış olması onun herhangi
bir gelenekle, geçmişle, ustayla bir arada
anılmasını zorlaştırıyor. Anahtar kavram “çocuksu
duyarlık”tır ve bu anahtar Tamer’in neden
şair olduğunun da göstergesidir aslında. 1
Kitaplarla içi içe güzel bir çocukluk yaşamış,
hayal dünyasının zenginliğinin tadını doyasıya
çıkarmış, sorumsuzluğa benzer bir rahatlıkla
doğaya, eşyaya bakmıştır. Buradan yol almıştır
şiire de… Ne İlhan Berk, ne Cemal Süreya,
ne Turgut Uyar… Hiçbirinde yoktur böylesi bir
manzara; trajiktir onlar. Peki, neden edebiyat
tarihçileri onu İkinci Yeni içine yerleştirirler?
Hakikaten yaman bir sorudur Ülkü Tamer’in
hangi kriterler bağlamında İkinci Yeni içinde sayıldığı.
Nedeni açık bu yamanlığın; İkinci Yeni’ye
mal edilen belli başlı kriterlere sığmaz onun
çıkışı. Hepsinden biraz… ama aslında hiçbiri…
Alışılmamış bağdaştırmalar? Evet! Soyutla-
1 Neden söylememeli? Çocuksu duyarlık’ın Türk şiirindeki ilk yetkin yapıtı Dağlarca’nın 1940 tarihli Çocuk ve Allah’ıdır ve
üstelik Ülkü Tamer’de kendi ifadelerinden biliyoruz ki ergenlik günlerinden itibaren sıkı bir Dağlarca okurudur. En sevdiği
filmlerden birinin Cinema Paradiso olması da aynı bağlamda düşünülmelidir. Eh, çocuklardan oluşan bir jüriden ödül almış
olmayı çok önemsemesi de bu çerçeveye sığmalıdır.
30
ma? Abartılmayacak oranda! Dile müdahale,
dilin mantık düzenini bozma? Dozunda! Peki,
o zaman? Olsa olsa ilk şiirlerindeki çağrışım
zenginliği ve “ben var ölmek”, ortak bir kanı
doğurmuştur onu İkinci Yeni içinde görmeye
dair. Yeni yeni uç vermeye başlayan bir eğilim
olarak İkinci Yeni, dönem içinde şiire başlayanların
uzak duramayacakları bir tebeşir dairesi
çizmiş; eski kuşaklardan gelen Edip Cansever,
Turgut Uyar gibi şairler bile buna uzak duramamıştı.
Şiire taze bir başlangıç yapan Ülkü
Tamer de bu şiire kendince merhaba demiş
ama esasen kendi çizgisini yaratma arzusunda
olmuştur. Edip Cansever, İlhan Berk ve Turgut
Uyar’daki keskin dönüşlere rastlanmaz onda.
Şiire, çocukluğun masumiyetini yitirmeden
kısa zamanda kayda geçirmek istermişçesine
hızlı bir giriş yapmış, kısa zamanda birbiri
ardına yayımladığı beş kitapla imzasını kabartmıştır:
Soğuk Otların Altında (1959), Gök Onları
Yanıltmaz (1960), Ezra ile Gary (1962), Virgülün
Başından Geçenler (1965), İçime Çektiğim
Hava Değil Gökyüzüdür (1966). Ülkü Tamer’in
ilk kitabını yayımladığı yıla dek Garip şiiri “azalan
verimler” nedeniyle eksilmiş, dile yeni tatlar
getiren, hayat ve dil ilişkisinde ilginç çıkışlara
imza atan İkinci Yeni belirgin şekilde yol almış 2 ,
yeni şiir için “imge ve çağrışım” ortak katman
olmuştu. Ne ki, Ülkü Tamer şiiri bir dil şiiri olarak
değil, hayat şiiri olarak başlayıp gelişmiştir.
Dil deformasyonlarının, dile gramatikal/etimolojik
müdahalelerin en aza indirgenmiş olması
Tamer’in çıkışında dikkat çeker. Amacı dile
çatarak değil, dili yeniden çatarak bir şiir kurmaktır.
“Ben var ölmek” derken bile sanki dilin
gramatiğine değil, çocuk dilinin hayata ilişkin
yanına dokunur.
Buradan yol alırsak…
Ülkü Tamer şiiri üzerine bir harita çizmeye
çabalayanların karşısına çıkacak ilk argüman
“otobiyografi” olacaktır. Kimi zaman açık kimi
zaman örtülü ama her zaman içselleştirilmiş
olarak onun şiirlerine sızmıştır hayat. Hangi
hayat? Elbette önce çocukluktaki yaşantı ve
sezgiler, sonra da ilkgençlikteki izdüşüm ve hayaller.
3 Hayatın şiire yansıması dönemin ortak
diline yakın şekilde tezahür etmiştir ama Ülkü
Tamer’in şiirine tutulan aynanın yansıtacağı üç
boyutun üçü de hayata dair görüntüler, imgeler,
çağrışımlardır. Soğuk Otların Altında’daki
“Dokuma, Ölümdü Adı, Kiremit Damlı Kırmızı
Ev, Uzak Ev, Utanç, Saçak Altında Evlenme”
vs. gibi şiirlerin izdüşümleri daima yaşanana
eklemlenir. Kitabı meydana getiren şiirlerin
sunduğu metinsel görüntüler enikonu ilginçtir.
Sone, balad, terza rima, hece ölçüsü, dörtlük,
beyit, mensur şiir, serbest teknik… Ne ararsanız
vardır. Yirmili yaşlarının başlarını süren bir
şairin biçimsel kafa karışıklığını anlayışla karşılamak
gerekir; üstelik biçimsel açıdan -birkaçı
hariç- nasıl görünürse görünsün şiirlerin ortak
bir dili, biçemi vardır. Sonradan İkinci Yeni’nin
ortak motiflerinden sayılacak güvercin, çingene,
intihar, çocuk, gemi, çarşı vd. bu şiirlerde
adeta geçit resmi yapması da önemlidir.
Şiiri olgunlaştıkça dille ilişkisi de rayına
oturmuştur. Dilin anlam aktarmadaki işlevinin
sürprizlerle tanımlamayı sever. Şaşırtıcı spontane
buluşları vardır; “Bizim kelimemiz sevgidir,
/ ama sözlükte nefret daha önce gelir” 4
diyerek ilginç bir sözlüksel saptamada bulunur
ve bunu hayata ilişkin kılar. “Hatırladığım ka-
2 İlk şiir olarak İlhan Berk’in “Saint-Antoine’ın Güvercinleri” (1953), ilk kitap olarak ise Cemal Süreya’nın Üvercinka’sı (1958)
İkinci Yeni’nin oluşumunda genel kabul görmüş kilometre taşlarıdır.
3 2016’da Ülkü Tamer hakkında bir tez yazdırdığım değerli öğrencim Hasan Sakın’ın Ülkü Tamer şiirine girişte öncelikle
buradan yola çıkması isabetli olmuştur. Cemal Süreya kadar değil belki ama Ülkü Tamer, dönemdaşları içinde hayatı şiire
dahil etmesiyle beliren imzalardandır. (Bkz. Hasan Sakın, İkinci Yeni İçinde Ülkü Tamer, MÜ TAE, İstanbul 2016)
4 Sıragöller kitabı içindeki “Bir Mektup” başlıklı şiirden: Bkz, Yanardağın Üstündeki Kuş: Toplu Şiirler, YKY, İstanbul 1998,
s. 199
31
darıyla / Kalabalık bir yerdi dünya” 5 diyerek bir
ölünün dilinden dünyaya, hayata ilişkin anımsamaları
kayda geçirir. Türküler ve maniler
söyler hem de sayısız, bunlarda kendi diliyle
anonim dili buluşturur: “Haber saldım kuş ile /
Gagasında yaş ile / Yol gözledim ardından / Bir
sıcacık düş ile” 6 Ülkü Tamer şiirinin aldığı yol, bu
yol üstündeki görünümler okuyanın hemen her
adımda dikkatli olmasını, şaşırmaya hazırlıklı
bulunmasını, hayatın her ayrıntısının bu şiirde
can bulacağının hesaplanmasını gerektirir. Bir
parça şiir, bir parça hayal, daha çok da hayat
bilgisi gereklidir onu anlamak için. Yine de şiirin
şiir içinden hayat bulma, şiirin şiirle sınanması
özelliği onda da görülebilmektedir. Geç zamanda
yayımladığı Antep Neresi (1986) kitabındaki
folklorik dönüşüm bunun göstergesidir. Dikkat
ama; yine hayata dairlik ön planda: “Benim sık
tekrarladığım bir söz var, Jorge Amado’nun bir
sözü: ‘İnsanın anayurdu çocukluğudur.’ Biraz
yaşlanınca insan çocukluğuna, dolayısıyla anayurduna
dönüyor. Ben Antepliyim, doğma büyüme
Antepliyim ve yaşlanıp da çocukluğuma
dönünce, Antep’e döndüm. İnsan her zaman
anılarını hatırlar, anılarıyla yaşar; ama yaşlanmaya
başlayınca bu biraz daha artıyor. Biçime
gelince… Ben ‘Halk Şiiri’ni çok seviyorum; Pir
Sultan’ları; Karacaoğlan’ları… Onların şiirinin
bir uzantısı gibi yazmak istedim Antep Neresi’ndeki
şiirleri.” 7
Şairleri kitap kitap ayırmak ne derece doğrudur
bilmem ama Ülkü Tamer şiiri dendiğinde
benim aklıma ilk gelen kitap İçime Çektiğim
Hava Değil Gökyüzüdür olur. Tamer şiiri için geç
bir kitaptır esasında. Hem zaten ilk kitabıyla dilini
bulmuş, Gök Onları Yanıltmaz’la bu dili pekiştirmiş,
arada Ezra ile Gary gibi sinematografik
ve “lüzumsuz” bir fanteziye girişmiş, hemen
ardından da adeta özür diler gibi Virgülün Başından
Geçenler’le çocukluğun masumiyetini
zirvelere taşımıştır. Yani ilk kitaptan sonra, aradaki
beş yıllık süreçte pek çok şey olup bitmiştir
aslında. Virgülün Başından Geçenler’in bendeki
olağanüstü etkisini elbette inkâr edemem;
hem de Andersen’den Masallar’la aynı günlerde
okumuş olmam asla unutamayacağım bir
okuma serüveni olmuştur benim için. Yine de
“incecik bir melankoli” olarak bende yaşayan
İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür, her nedense
bendeki Ülkü Tamer imgesine yakın durur.
Belki tekrar okumalarla bu değişebilecektir,
modern fabllar kaleme aldığım şu günlerde
Virgül’ün tekrar rol çalarak öne fırlama olasılığı
vardır. İçime Çektiğim…, evet, epey zamandır
ve şimdilik benim temel kitabımdır. Kitabın dilini
kuran epik anlatım belki beni çeken, belki
uzun koşuların soluk soluğa tamamlanışı, belki
de “Aramızda tutuşan her dakikadan / Yeni
bir kuş dirilir” dizeleri veya “Bruegel” şiirindeki
Karda Avcılar tablosunun izdüşümleri. Galiba,
bütün bunların birlikte yarattığı şiirsel atmosfer
beni kitaba çeken ve durup durup bu incecik kitabı
bir solukta okumam.
Biçim, biçem değişiklikleri bir yana, değişmeyen
bir öz var Ülkü Tamer’in şiirinde. Bu öz,
galiba en çok da içtenlik izleğine yaslanıyor. Zaman
zaman oyunlar da oynamış olmakla beraber
daima içten konuşan bir şair bildik Tamer’i.
Cemal Süreya’daki şairlik hırsı, Ece Ayhan’daki
sembol bağnazlığı, Turgut Uyar’da yer yer yapıntıya
varan “sıkıntı” sıkışıklığı yok onda. Sanki
onlara göre daha doğal bir konuşma şekli var.
“Virgül” gibi iddiasız ve çocuksu, biten bir yaz
gibi hüzünlü, kendisini öpene teşekkür edecek
kadar ince, çocukluğu bir melankoli gibi yaşayacak
derecede anılara bağlı…
5 Sıragöller kitabı içindeki “Ay Yolunda” başlıklı şiirden: Bkz, Yanardağın Üstündeki Kuş, s. 191
6 Antep Neresi kitabı içindeki “Mayın Tarlasında Maniler” başlıklı şiirden: Bkz, Yanardağın Üstündeki Kuş: Toplu Şiirler, s. 235
7 Cumhuriyet Kitap, sayı 888, 1988 (Söyleşen: Mehmet Çakır)
32
ÜLKÜ TAMER’İN
SONSUZ YOLCULUĞU
Hasan SAKIN
“Bir yapbozun parçaları gibi, bütün şiirler bir araya geldiğinde
asıl tablo ortaya çıkar. Ülkü Tamer’in şiirlerini bir arada tutan
en önemli iki kavram yolculuk ve çocukluk. ”
Ülkü Tamer şiiri, İkinci Yeni hareketi içinde
kendine özgü renkleriyle pek ziyaret edilmeyen
uzak bir adayı andırır. Aslında bu durum, biraz
da şairin tercihleriyle ilgili. Hayatı boyunca şiir
üzerine hemen hiç konuşmayan şair, kendi şiirinin
anlaşılmasına dönük anahtarları deyim
yerindeyse okurdan köşe bucak saklamayı tercih
etmişti. Yakın zaman önce yitirdiğimiz Ülkü
Tamer’in şiiri, biraz da bu yüzden, vahşi ormanlarla
kaplı, okura yönünü bulmada yardım etmeye
pek de gönüllü olmayan, bununla birlikte
merkezine ulaşıldığında kendini cömertçe sunan
uzak ve ıssız bir adayı andırır.
Üzerine pek düşünülmemiş olan bu şiirleri
anlamlandırmak için onları bir bütünün parçaları
gibi bir arada okumak ve hatırlamak gerekir.
Gerçi her şiir kendi içinde değerli ve anlamlıdır.
Fakat her şiir, aynı zamanda, diğerleriyle
söyleşir gibidir. Bu söyleşim göz ardı edildiğinde
Ülkü Tamer şiirinin bir yanı feda edilmiş olur.
Üstelik böyle bir tercih, bu şiiri anlamlandırmayı
da zorlaştırır. Bir yapbozun parçaları gibi, bütün
şiirler bir araya geldiğinde asıl tablo ortaya
çıkar. Ülkü Tamer’in şiirlerini bir arada tutan en
önemli iki kavram yolculuk ve çocukluk. Bunlar,
ilk bakışta keyfi şekilde bir araya getirilmiş
iki ayrı anlam alanına ait kavramlarmış gibi
görünse de Ülkü Tamer şiiri için bunların bir
aradalığı adeta kader haline gelmiştir. Burada,
bu iki kavramın Ülkü Tamer şiiri için ne anlam
ifade ettiklerini ortaya koymaya çalışacağım.
33
Yolculuk: Zoraki Ayrılış
Yolculuk, Ülkü Tamer şiirinin alegorisi olmaya
aday bir kavram. Üstelik aslında yalnızca
estetik dünyaya ait bir kavram da değil. Hayatla
estetik arasında sallanıp durduğu söylenebilir.
Dolayısıyla Ülkü Tamer’in şiir serüveninde
yolculuğun ne anlam ifade ettiğine bakmadan
önce biyografisine göz atmak faydalı olabilir.
Ülkü Tamer şiirinin kuruluşu, bence, çocuk
yaşta memleketi Antep’ten İstanbul’a göç etmesiyledir.
Şair, öğrenimine Robert Kolej’de
devam etmek üzere henüz 12 yaşındayken
Gaziantep’ten İstanbul’a gönderiliyor. Bu göç
hadisesiyle başlayan süreç, onun hayatının ve
sanatının geleceğini de belirlemiş oluyor bir
bakıma. Diğer bir deyişle, böyle bir yolculuk
sonrasında, hayat ve sanat adeta bir kader gibi
kendiliğinden örülüyor.
Ülkü Tamer şiiri, buna uygun bir başlangıç
manzarası sunar. Bu şiir, gerçekten de bir
değişim kriziyle başlar. Şairin 1959’da yayımlanan
ilk şiir kitabı Soğuk Otların Altında’nın 1
“O Eski Bir Güvercindi” (s. 13) başlıklı ilk şiiri,
böyle bir değişim kriziyle, bir göç hadisesiyle
açılır. Bu ilk kitaptaki bütün şiirlerde, doğadan
koparılan ve şehirde yaşamaya zorlanan aynı
şiir öznesi konuşur. Bu, doğada yaşayan bir
çocuktur. Böylece doğa ve çocukluğun oluşturduğu
bütünlüğün karşısında şehir ve yetişkinlik
durur. Bunun psikolojik karşılığı bir yana, toplumsal
göndermeleri de önemlidir. Çocukluğun
bu denli savunulması, toplumsal olana, şehre,
yetişkinliğe, rasyonaliteye karşıt bir konumda
yer almak anlamına da gelir. Çocuksu söylem
ve çocukluğun yaşam alanı olan doğaya övgü
adeta doğadan şehre, çocukluktan yetişkinliğe,
mitolojiden rasyonaliteye yapılan zoraki geçişin
telafisidir.
Buradaki “geçiş” kavramı doğrudan psikomitolojiktir.
Dolayısıyla Ülkü Tamer şiiri denince,
aslında bir yolculuğu, mitolojilerde “ayrılma-erginlenme-dönüş”
2 formülüne uygun
bir içsel yolculuğu anlamak gerekir her şeyden
önce. Soğuk Otların Altında, ayrılma sürecinin
sancılarını anlatmaya hasredilmiş; 1986 yılında
yayımlanan ve şairin uzun dönem son şiir kitabı
olarak kalan Antep Neresi ise tam anlamıyla
yurda dönüşün coşkusunu terennüm etmiştir.
Üstelik bu dönüş, tam anlamıyla bir yeniden
doğuş olarak ortaya çıkmıştır: Soğuk Otların
Altında, mitolojik motiflerle doludur ve bir kopma
sürecinin sancılarını anlatır. Şiir öznesi,
doğadan/anne karnından/geçmişten kopmayı
reddederek şehre/yetişkinliğe/geleceğe geçiş
sürecine direnir. Oysa Antep Neresi, tam tersi
bir tablo çizerek artık toplumla bütünleşmiş,
içsel yolculuğunun deneyimlerini toplumla paylaşan,
öyle ki çoğu zaman “biz”i kullanan bir şiir
öznesinin ağzından yazılmıştır. Bu açıdan, Ülkü
Tamer’in, Antep Neresi’den sonra yıllarca şiir
kitabı yayımlamaması bu simetrik yapıyı bozmamak
amacını taşıyordu muhtemelen. Zira
yurda/Antep’e dönüşle birlikte bir bakıma şairin
içsel serüveni de sona ermiş, yolculuk tamamlanmıştı.
Uzun bir aranın ardından yayımlanan
Bir Adın Yolculuktu, bu simetriyi bozmuş, şiirsel
serüvenin mitolojik morfolojisini ihlal etmiş gibi
görünüyor. Ne var ki Bir Adın Yolculuktu kitabı
Antep’ten ayrılış ve yıllar sonra yurda dönüş
süreci için bir tür şerh olarak değerlendirilmeli.
Böylece onu yeni bir merhaleden ziyade yıllar
süren yolculuğun bir özeti gibi görmek daha
doğru olacaktır.
1 Göndermeler ve metin içindeki sayfa numaraları, şairin toplu şiirlerini içeren şu kitaba aittir: Ülkü Tamer, Güneş Topla
Benim İçin (Toplu Şiirler), Islık Yayınları, İstanbul 2016.
2 Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Çev.: Sabri Gürses, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 42. Campbell’ın
eserini Soğuk Otların Altında ile karşılıklı okumak tam anlamıyla aydınlatıcıdır. Pek çok örnekten yalnızca birine, apaçık bir
erginleme ritüelini anlatan “Büyücü” şiirine işaret etmekle yetinelim.
34
Bütün bunlara bakarak denebilir ki Ülkü
Tamer, Antepli Odysseus’tur. Bir destan kahramanı
gibi yurdundan ayrılma ve türlü maceralar
atlatıp yurda geri dönme simgeciliğinde
somutlaşan içsel bir yolculuğun öznesidir.
Dolayısıyla Ülkü Tamer’in şiir öznesini, kimi
şiirlerde (mesela “Çünkü Çarşılardan Geçtim”)
karşımıza çıkan şehir içinde gezen modernist
flanörden ziyade mitolojik kahramanlarla bir
arada düşünmek daha doğru: Şehrin göz alıcı
görünümleri içinde keyfi bir şekilde yürüyen ve
adımlarını kaplumbağaların hızına uyduran bir
aylaktan ziyade içsel ve fırtınalı bir yolculuğa çıkan,
bilinçdışının karanlıklarına dalıp bir tür yeniden-doğuş
süreci atlatmış, arketip nitelikli bir
yolculuğun maceracısıdır o. Üstelik yolculuğunun
sonunda toplumla bütünleşmiş, tecrübelerini
onunla paylaşmayı kabul etmiş, kısacası
toplumsal bir rol de üstlenmiştir.
“Şehrin göz alıcı görünümleri içinde keyfi bir şekilde yürüyen ve
adımlarını kaplumbağaların hızına uyduran bir aylaktan ziyade
içsel ve fırtınalı bir yolculuğa çıkan, bilinçdışının karanlıklarına
dalıp bir tür yeniden-doğuş süreci atlatmış, arketip nitelikli bir
yolculuğun maceracısıdır o.”
Yaşamak Hatırlamaktır adlı anı kitabında
anlattığına göre, şair, Robert Kolej yıllarında İngilizce
dersinde Edith Hamilton’un Mitologya’sı
ile Homeros’un Odysseia’sını “kısaltılmamış,
tam metinlerden” okumuştur. 3 Daha sonra,
1964’te Hamilton’un Mitologya’sını kendisi
Türkçeye çevirir ve bu çeviri ödül de alır. Şaire,
erken yaşlarda tanıştığı mitoloji, yolculuğu ilham
etmiş, bu ilham kendi hayatıyla da paralellik
taşıdığından bütün şiirinin bir alegorisi haline
gelmiş olmalı. 1965’te yayımlanan Virgülün Başından
Geçenler kitabı, bu mitolojik yolculuğun
bir prototipi olması açısından dikkat çeker. Bir
yazısında çocukluk, yolculuk ve serüven kavramları
arasında bağlantı kuran şair, çocukların
ilgisini olay merkezli öykülerin çektiğini tespit
eder. 4 “Başından geçenler” ifadesi doğrudan
doğruya yolculuk kavramına bağlanır. Hep söylendiği
gibi, “virgül”, Ülkü Tamer’in kendisidir.
Yapılan yolculuklar ise masalsıdır. 1974’te yayımlanan
Sıragöller kitabında yer alan “Serçe”
ise tam anlamıyla bir yolculuk şiiridir. Aslında
şairin hemen bütün kitaplarında kuşlarla çocukluğu
özdeşleştirdiği söylenebilir. Bu açıdan
“Serçe” şiirindeki kuşun yaptığı yolculuk, Ülkü
Tamer’in yolculuğudur.
Çocukluk: İmkansız Dönüş
Çocukluk, Ülkü Tamer şiirinin belki de üzerinde
en çok durulan noktası. Muhtemelen Ülkü
Tamer şiirinin kendine özgü en önemli niteliği
olduğu ve hemen göze çarptığı için bu böyle. Bu
şiir genellikle “çocuksu” olarak değerlendirilir.
Bunu sağlamak için iki şeyden yararlanır şair:
Birisi “çocuksu” denebilecek bir söylem, ikincisi
ise doğa. Çocuksu söylem, Ülkü Tamer şiirinin
belki de en güçlü yanı. Üzerinde de çokça duruldu.
Bunu sağlamakta başarılı olduğu ortada
sanırım. Bir röportajında, kümes kelimesini,
şiirlere “çocuksuluk kattığı için” kullandığını belirtiyor.
5 Dolayısıyla özellikle ilk dönem şiirle-
3 Ülkü Tamer, Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul 2011, s. 75.
4 Bu yazı için bkz. Ülkü Tamer, “Çocuk Kitabı mı? Öykü Anlatacaksınız…”, Sabah, 17 Kasım 2008, http://www.sabah.com.
tr/yazarlar/tamer/2008/11/17/cocuk_kitabi_mi_oyku_anlatacaksiniz (12.05.2019).
5 Mehmet Çakır, “Ülkü Tamer’le Şiirleri Üzerine”, Cumhuriyet Kitap, S. 888, 22 Şubat 2007, s. 20.
35
rinde “çocuksu” söylemi yakalayabilmek adına
bütün imkânları denediği söylenebilir. Doğa ise
çocuklukla doğrudan ilişkili. Zira çocuk, doğada
yaşar, yaşam alanı şehrin dışındaki korudur,
ormandır. Böyle bir evreni tamamlayan doğa
hayvanları, muhtemelen hiçbir Türk şairde olmadığı
kadar Ülkü Tamer’in ilgisini çeker. Pek
çok farklı hayvan, bunlar arasında da kuşlar
şairin şiir evrenini doldurur. Kuş, büyük oranda
çocuklukla özdeşleştirilir. Çocukluk, yukarıda
belirttiğim gibi, aslında doğadan koparılmanın,
yurttan zoraki bir çıkışın, yetişkinliğe geçişin
telafisidir. Ülkü Tamer şirinde çocukluktan ve
doğadan kopmanın acısı, şiirle ve şiirde kullanılan
çocuksu söylemle telafi edilmiştir. Çocuksu
söylem, rasyonel söylemin dışında, masalsı bir
söylemdir. Bu açıdan, rasyonel söylemi reddetmek
topluma dâhil olmayı da imkânsız kılar.
Zira bütün iletişim olanakları bu yolla yok edilir.
Bununla birlikte, Ülkü Tamer şiirindeki poetik
bir dönüşüm, bütün kavramlara olduğu gibi
çocukluğa bakışı da değiştirmiştir. Ülkü Tamer
şiirini belli başlı iki döneme ayırmak mümkün:
Bireysel bir söyleyişe yöneldiği, şiirini toplumsal
sorunlara genel olarak kapattığı modernist
dönem ile toplumsal ve siyasal sorunların gün
yüzüne çıktığı toplumcu gerçekçi dönem. Gerçi
Ülkü Tamer şiirinde, ilk kitaptan itibaren rastladığımız
tema ve motifler son kitaba dek (gittikçe
farklı anlamlar yüklense ve belki daha az görünür
olsa da) devam eder. Ne var ki şairin poetikasında
bir dönüşüm olduğu da muhakkaktır.
İlk dönemde soyut bir görünüm arz eden ve kimi
zaman “atlılar”, kimi zaman “kadınlar ve erkekler”
denilen ve bir tür tehdit unsuru olan, şehirle
ilişkilendirilen toplum, şairin ikinci döneminde
artık daha somuttur ve farklı bir anlam ifade
eder. Şiir öznesi, artık topluma dâhil olmuş,
onun sorunlarını sırtlanmış, ona karşı belirgin bir
sorumluluk duygusuyla hareket etmeye başlamıştır.
Kısacası bir tür erginlenmeden geçmiştir.
Çocukluğa bakış bağlamında yaşanan dönüşümün
izini kimi örnekler üzerinden izlemek
aydınlatıcı olabilir: Şairin ilk şiir kitabındaki şiirlerde
çocukluğun yaşam alanı olan dağ, toplumcu
gerçekçi dönemin ürünü olan Sıragöller
kitabındaki “Dağ” (s. 217) şiirinde artık siyasal
bir simgeye dönüşmüştür. Gerçi dağ, hala şehrin
dışındadır. Fakat artık şehirden gelenlere
kucağını açar, onları iyi karşılar. Soğuk Otların
Altında kitabının çocuk öznesi şimdi büyümüş
ve kendi yaşam alanını başkalarıyla paylaşmaya
karar vermiştir adeta. Aynı şekilde, yine
Sıragöller kitabında, ilk dönem şiirlerde hiç
rastlamadığımız bir imgeyle karşılaşıyoruz: İşçi
çocuk. Bu kitabın “Ölüm Seçen Çocuklar” üst
başlığıyla yayımlanan “Harita” (s. 235) başlıklı
şiirinde kaynakçıda çalışan bir çocukla karşılaşırız.
Bu, ilk dönemin bireysel sorunlarını
terennüm eden şiirlerindeki içe kapanık çocuk
değildir artık. “Yoksulluğun haritasını yapmayı
bilen”, adeta sınıfsal çatışmaların kurbanı olmuş
bir çocuktur. Gerçi ilk dönemde de benzer
şekilde çocuklukla toplum arasında bir çatışma
kurulmuştur. Fakat bu ikinci dönemde, şiir öznesi,
kendisi dışına çıkar, başkalarını izlemeye
başlar. Aynı dizi şiirin “Alacakaranlık” (s. 228)
bölümünde geçen “Yıllarca baktın kendi içine/
Biraz da başka şeylere bak şimdi” dizeleri bu
dönüşümü imler. Toplumcu poetikanın şairin
çocukluğa olan bakışını nasıl değiştirdiğine
ilişkin üçüncü bir örnek verelim: İlk dönemde
“horoz” kelimesi, mesela Virgülün Başından
Geçenler kitabındaki şiirlerde çocuksu dünyanın
mutluluk tablosunu tamamlayan ögelerden
biridir. Fakat ikinci dönemde, Sıragöller
kitabındaki “Düello” (s. 192) şiirinde geçen
“Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;/
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,/
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.”
dizelerinde artık çocuksu bütün çağrışımlarından
arınmış, bir şiddet unsuru haline gelmiştir.
Gerçi “Düello” şiirinde çocuksu bir ton da göze
36
çarpar. Şair, belki de bu çocuksuluğu yakalamak
maksadıyla kullanmıştır “horoz” kelimesini.
Fakat bu söyleyiş artık eski masumiyetini
yitirmiş, çocuksu söyleyişin inşasında adeta bir
acemilik göze çarpmaya başlamıştır. İkinci dönemde,
birkaç şiir dışında, ilk dönemin çocuksu
söyleyişi artık geride kalmıştır. Şair ya bilinçli
olarak böyle yapmıştır ya da bu söyleyişe ulaşması
mümkün olmamıştır.
Bütün bu dönüşüme rağmen, çocukluk
ve çocuksu söylem, bir karşı tavrı, ele avuca
sığmazlığı, hizaya gelmezliği imler. Çocuk,
Baudelaire’in deyimiyle, “her şeyi yeni diye
görür, hep sarhoştur.” 7
Dolayısıyla çocukluk,
büyüklerin monoton ve alışılmış dünyasına
getirilen aykırı bir yorumdur. Tıpkı deliler
gibi… Bunlar, hep sıradan/yaygın olmayan
bir yorum getirirler dünyaya. 8 Fikirleri “ana
akım”, kendileri ise “normal” değildirler ve
“normal”leşmeleri için başta eğitim olmak üzere
birtakım yollarla hizaya çekilmeleri gerekir.
Ne var ki, şiir serüvenine baktığımızda, Ülkü
Tamer’in “çocuk”u, hizaya girmeyi öyle ya da
böyle kabul etmiş, bir cennet düşü olan çocukluktan
koparak yetişkinliğe geçmiş, yetişkinlerin
ideolojik çarpışmalarla dolu dünyasında
yerini almıştır.
6 Ülkü Tamer’in şiirlerinde, ideolojik aygıt olarak eğitim eleştirilir. Zira eğitim, çocuğu topluma dahil eder.
7 Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı – 1846 Salonu, Çev.: Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 209.
8 Rus biçimcilerine göre “sanatın temel rolü, sık yapılan eylemlerin otomatikleşmesinden doğan algılamanın uyuşmasını
engellemektir. (Bunu gerçekleştirmek için yapılacak şey, belleğin kendisini ortadan kaldırmak değil, onun sağladığı normal
bilinçlilik biçimlerini ayarlayan, sürekli güncelleştirilen beklentiler ya da şemalar dizisini, imalı, her yerde hazır ve nazır bütün
araçları ortadan kaldırmak gerekir.)” Louis A. Sass, Delilik ve Modernizm, Çev.: Ender Gürol, Alfa Basım Yayım Dağıtım,
İstanbul 2013, s. 93. Delilik ve çocukluk bu bağlamda birbirine benzer.
Kaynaklar
Baudelaire, Charles, Modern Hayatın Ressamı – 1846 Salonu, Çev.: Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2017.
Campbell, Joseph, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Çev.: Sabri Gürses, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2013.
Çakır, Mehmet, “Ülkü Tamer’le Şiirleri Üzerine”, Cumhuriyet Kitap, S. 888, 22 Şubat 2007.
Sass, Louis A., Delilik ve Modernizm, Çev.: Ender Gürol, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 2013.
Tamer, Ülkü, “Çocuk Kitabı mı? Öykü Anlatacaksınız…”, Sabah, 17 Kasım 2008,
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/tamer/2008/11/17/cocuk_kitabi_mi_oyku_anlatacaksiniz (12.05.2019).
Güneş Topla Benim İçin (Toplu Şiirler), Islık Yayınları, İstanbul 2016.
Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, Doğan Kitap, İstanbul 2011.
37
ÜLKÜ TAMER’İN
POLİTİKLEŞEN ŞİİRİ
Aslıhan TÜYLÜOĞLU
“Daha önemlisi, bu kapitalist - emperyalist çağda yitip gitmekte
olan vefa duygusunun altını çiziyor. Sevgiyi sürdürmenin;
sevginin, sevmenin, dostluğun, bağlılığın önemini vurguluyor.”
Ülkü Tamer’in Soğuk Otların Altında
(1959) , Gök Onları Yanıltmaz (1960), Ezra
ile Gary (1962), Virgülün Başından Geçenler
(1965), İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür
(1966) adlı bu kitaplarının çıkış tarihlerine
bakılınca yedi yılda beş kitap yayımladığı
görülüyor. Bu kitaplarda yer alan şiirler İkinci
Yeni şiir anlayışının, incelikleriyle yüklüdür.
Ülkü Tamer, İkinci Yeni’nin Türk şiirine kazandırdığı
dilsel, biçimsel tüm olanakları kullanıyor
ve bu olanakları geliştiriyor. Bu nokta bir
bekleme sürecine giriyor Ülkü Tamer. Sekiz
yıl aradan sonra, 1960’lı ve 1970’li yıllarda politik,
toplumsal olay ve olgulardan etkilenmiş,
bunları şiirinin odağına koymuş bir şair olarak
Sıragöller (1974) adlı kitabını yayımlıyor.
İnsanî politikleşmenin şiirleridir bu kitaptaki
şiirler. Sıragöller’de (1974) yer alan ‘Aziz Nesin
İçin’, ‘Ira Morris’in Ölümü İçin’, ‘Mücap
Ofluoğlu’nun 40. Yılı İçin’, ‘Dağlarca’nın
Bir Şiiri Üstüne’, ‘Münteki Ökmen İçin’,
‘Halikarnas Balıkçısı İçin’, ‘İzzet Sarayliç
İçin’ başlıklı şiirlerde ise betimlemenin tadını
çıkartıyor. Daha önemlisi, bu kapitalist - emperyalist
çağda yitip gitmekte olan vefa duygusunun
altını çiziyor. Sevgiyi sürdürmenin; sevginin,
sevmenin, dostluğun, bağlılığın önemini
vurguluyor. ‘Tabiatın Bahçeden Görünüşü’,
‘Kırağı’ adlı şiirlerle; doğayla ilişkilenmesini,
doğa algısını yaşamla örtüştürerek bu izleğin
şiirlerini de yazmayı sürdürüyor. Doğayla ilgili
olağanüstü görüntüler oluşturuyor bu şiirlerde.
Şiirde görüntüyü önemsiyor, poetik bir tutum
olarak işlerlikte tutuyor bunu. Bir anlamda şiir
görüntü oluşturma sanatıdır ona göre.
Bu kitabın önceki kitaplarından farkı; şiirin
düzeyinden ödün vermeden toplumsal konulara
doğrudan değinmesidir. Bu şiirlerde dil; ısıran,
batan, deşen, kanatan, acıtan, gerçek olanı
38
iyice somutlaştıran bir nitelik kazanır. Ülkü Tamer
şiirinin politikleşmesidir bu. Örneğin ırkçı
Amerikalıların Nebraska’da bir zenciyi linç edip
nasıl yaktıklarını ve bunu gülerek seyrettiklerini
anlatır ‘Bir Mektup’ adlı şiirinde. Gene bu şiirde
“Vietnam. 1965. Bir Amerikan müzikalini
seyreden askerler. / Akıtılmış kanları
su diye kullanan pirinçlerin üstünde
çektirmişler bu fotoğrafı” dizelerini yazarak
Amerika’nın, Fransa’nın Vietnam’da yaşattığı
vahşete gönderme yapar. “Kayıklarımıza ‘Hanoi’
adını koyup / balığa çıkmaktan başka
ne yapıyoruz ki” dizeleri; konuşmaktan başka
bir şey yapmayan küçük burjuvaların keskin bir
eleştirisidir. “Şapkasını bırakıp olduğu yerde
/ Onurunu alıp giden Allende’yi unutma”
dizelerinin alındığı şiir; 11 Eylül 1973’te Amerika
Birleşik Devletlerinin desteği ve isteğiyle;
general Augusto Pinochet (d.1915 - ö. 2006)
önderliğinde gerçekleştirilen askerî darbeyle
devrilen; nasıl öldüğü / öldürüldüğü bilinmeyen
sosyalist başkan Salvador Allende (d.
1908 - ö. 1973) için yazılmıştır. Okuyucuyu toplumsal,
siyasal gerçeklere gönderir bu şiirler.
1970’li yıllarda eşzamanlı olarak birçok ülkede
faşizm işlerliğe girmiştir. O ülkelerden biri de
Türkiye’dir. Birçok şairin, yazarın yaptığı gibi
Ülkü Tamer de başka ülkelerde yaşananları
anlatarak Türkiye’de olanları çağrıştırıyor aslında.
Böylece suçlanmaktan, tutuklanmaktan
kendini korumuş oluyor. Faşizan yasalara karşı
hile yapıyor bir anlamda.
‘Giyotin’ sözcüğü tarihsel, toplumsal, bireysel
çağrışımlarla yüklü oluşu nedeniyle,
dünyada ve Türkiye’de şairlerin ilgi duyduğu
bir eğretileme olmuştur hep. Cemal Süreya
‘Cellet Havası’ adlı şiirinde, o keskin ironisiyle
giyotinle, kurşuna dizmeyle, baltayla, elektrik
sandalyesiyle, iple insanların nasıl öldürüldüğünü
(idam edildiğini) anlatır. Salâh Birsel,
“Ozan André Chénier’yi / İki böldüğünden
beri Giyotin (...) “ dizeleriyle başlayan ‘Haydar,
Haydar’ adlı kitabındaki ‘Meyhane’ şiirini
yazar. Hem dünyada hem de Türkiye’de giyotini
doğrudan anlatan şiirlerin yanında, giyotine
gönderme yapan şiirler de sayılamayacak
kadar çoktur. Ülkü Tamer de Sıragöller’de
(1974) ‘Giyotin’ genel başlığı altında yer alan
‘Lady Giyotin, Aziz Giyotin, Yurtsever Kısaltıcı,
Ulusal Bıçak, Halkın İntikamcısı’
adlı şiirlerde, tarih boyunca kıyımların nasıl
kurumsallaştırıldığı, siyasi iktidarların tutumları;
bireysel ve toplumsal tragedyalar ortaya
konulurken hep güncel olan politik cinayetlere
göndermeler yapıyor. Bu şiirlerdeki ölüm tema’sının
önceki şiirlerindeki, özellikle Soğuk
Otların Altında’daki (1959) ölüm tema’sıyla;
nedenler bakımından, hiçbir ilişkisi yoktur.
Çünkü ölüm teması kurgusaldı o şiirlerde. Bu
kitaptaki ölüm temalı şiirler ise tanık olunan
ölümlerden esinlenilerek yazılıyor. Memet
Fuat, Zülfü Livaneli ve Ülkü Tamer, yaptıkları
oturumda Memet Fuat bu bağlamda
şu saptamayı yapıyor: “Sevdiği şairler ölüm
temasını çok iyi işliyorlardı. O da öyle bir
tema olarak almış ölümü. Şimdi, Ülkü’nün
sonraki dönemlerinde de ölüm teması var.
O tema yaşamdan geliyor. Orada birtakım
ölümler oldu. O ölümlerin etkisini duydu.
İlk dönemlerdeki ölüm temasından ayrı bir
şeyi işledi.” 1 Ülkü Tamer de “Ayrıca bir de
şu var: “O zaman çok gençtik, ölüm dersek
olgun bir şair oluyorduk sanki.” diyerek katılıyor
Memet Fuat’ın saptamasına. 2 Bu kitapta
kurumlaşmış cinayetlerin getirdiği hüzün yansıtılır;
ama bunun yanında ‘Yenidoğan’, ‘Dağ’
adlı şiirlerde alegorik bir dil kullanarak umudun
da diri tutulduğu görülür.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Yeni A
Dergisi’nin çekirdek kadrosunda yer alarak
toplumsal, siyasal bir yapılanma içerisine girmiş;
bu bağlamda yükümlülük üstlenmiştir
Ülkü Tamer. Bu derginin ‘Yeniden Çıkarken’
başlıklı çıkış bildirisinde; “Amacımız uzun
sürede, değişen sorunlarımıza çözümler
getirmek, geniş etkileriyle karşı karşıya
bulunduğumuz burjuva Batı kültürüyle hesaplaşmak,
geleneksel ve aktüel sanatımı-
39
zın köklü eleştirisini yaparken halkımızın
mücadelesiyle dayanışma sağlamak, sınıfsal
kökleri sağlam bir kültürün ve sanatın
oluşmasına katkıda bulunmak, kısa sürede
ise bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen
somut koşullara karşı kesin tavır almak.” 3
denilmektedir. Ülkü Tamer, Sıragöller’de
(1974) bildiride belirlenen amaca / amaçlara
bağlı kalır; ama 1970’li yıllarda güncel olanın
peşine takılan, gazete haberi gibi şiir yazan
birçok şairin düştüğü yanılgıya düşmez. Her
olayın, her olgunun, her konunun yazılmasına
hoşgörü ile bakar; ama bir şiirin ne dediği kadar,
nasıl dediği de önemlidir onun için.
Politik yönelişinde Ülkü Tamer yalnız
değildir. 1970’li yıllardan yaşananların dayatmasıyla
İkinci Yeni’den gelen Edip Cansever,
Sonrası Kalır (1974); Turgut Uyar, Toplandılar
(1975); Özdemir İnce, Rüzgara Yazılıdır
(1979); Ali Püsküllüoğlu, Onları Unutma
(1979); Cemal Süreya, Beni Öp Sonra Doğur
Beni (1973); Ece Ayhan, Devlet ve Tabiat
(1973) adlı kitaplarında topladıkları şiirlerle
yaşamı sahiplenir, politik baskılara karşı şiirler
yazmaya yönelirler. İlhan Berk de hiçbir kitabına
almadığı gislaved (cızlavet) fabrikasındaki
direnişi ve bir işçinin ölümünü konu alan ‘Hüseyin
Çapkan İçin Ağıt’ adlı şiiri yazma gereği
duyar.
Ülkü Tamer’in yedinci kitabı Antep Neresi
(1986), Sıragöller’den (1974) on iki yıl sonra
yayımlanıyor. Bu kitabındaki şiirlerde önceki
kitaplarında izini sürdüğü / sürdürdüğü şiirden
iyice uzaklaşıyor Ülkü Tamer. İlk kitabından
bu yana hiç kopmadığı heceyle yazılmış şiirlere;
türkülere, ağıtlara, manilere ağırlık veriyor
bu kitapta. Halk şiirinin olanaklarından sonuna
kadar yararlanıyor. Halkın beğenisine uygun
toplumsal temalar özenle işleniyor bu şiirlerde.
Her biri, halk şiirinin özümsendiğini, ustaca yeniden
üretildiğini gösteriyor. Halk şiirinin motiflerine
yaslandırmış şiirleri. Halk şiiri biçimlerine
etkileyici bir duyarlıkla içerikler yüklenmiş.
Bu kitabında Ülkü Tamer’in Anadolu ilgisi yoğun
olarak yansıyor. Anadolu insanını karakteristik
özellikleriyle şiire sokuyor. Ekmek peşine
düşüp göç edenler, kır yoksullarının durumu,
kaçakçıların parçalanarak ölümleri, feodal yapı
içerisinde her şeyi belirleyen ağaların yaptıkları,
çarpıcı biçimde anlatılmış şiirlerde. Bu saptamalara
açıklık getirmesi bakımından bir kaçakçının
yaşamına, onun ölümüne ilişkin olan
‘Memik’e Ağıt’ adlı şiiri aktarıyorum:
On dört yaşım diken ile kaplanmış
Göz ucuma karıncalar toplanmış
Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne
Alın yazım okur gibi saplanmış
Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü
Dağı dağa kavuşturan ben idim
Suyu suya eriştiren can idim
Yükledim mi Humanız’dan kaçağı
Gece vakti ışılayan gün idim
Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü
Kar üstüne düşer serçe çıt diye
Kanatları parça parça çıt diye
Dokandın mı bir ucuna kırılır
Can dediğin cansız sırça çıt diye
Uyu Memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü 4
Bu niteliklerle örülen şiirlerin çoğu bestelendi.
Ahmet Kaya, “Üşür Ölüm Bile”, “Gül
Dikeni”; Zülfü Livaneli, “Memik Oğlan”,
“Güneş Topla Benim İçin” ve Grup Yorum
“Düşenlere” adlı şiirleri seslendirdi. Daha
önceleri de “Üşür Ölüm Bile” adlı şiiri Joan
Baez’in ‘Donna Donna’ şarkısının ezgisine söz
olmuştu. Bu bestelerin ve sözlerin (şiirlerin)
çok sevilmesi; umulur ki Ülkü Tamer’in diğer
şiirlerini de gündeme getirmiş olsun.
Ülkü Tamer’in bu yönelişini yadırgayanlar
da oldu elbette. Mehmet H. Doğan ‘Bir Şiir
Bir Gözlem’ başlıklı yazısında “... halk şii-
40
rini özümlemiş usta işi dizeler bunlar, yoğun
duygular iletiyor insana; ama ne olursa
olsun, yüzyılların şiirine, şiir kalıplarına
ustaca bir uyarlamadan öte gitmiyor. Bir
Yunus Emre ilâhisinin, bir Pir Sultan türküsünün
usta bir sesten, ustaca söylenişi
gibi. Etkisiz mi, ucuz mu? Hiçbiri değil.
Ama yüzyılların şiir birikimini özümlemiş,
onu etinde kanında taşıyan yeni bir sese
ulaşmak gibi bir şey varsa sanatta, bu yok
işte bu şiirlerde. Ülkü Tamer’in imzası pek
silik kalıyor, daha doğrusu yitiyor anonimlik
içinde.” 5
Şarkı sözlerinin şiir sayılamayacağına ilişkin
tartışma da yeniden gündeme geldi. Bunu
üzerine Ülkü Tamer “Her Şarkı Sözü Önce
Şiirdir” adlı yazısında şunları söyleme gereği
duyar:”Besteye söz yazmak, bir şair için yararlı
bir çalışmadır. Hecelerin sayısını, açık
ve kapalı oluşlarını, duraklarını göz önünde
bulunduracaksınız. Şairin her zaman gerek
duyduğu ‘disipline’ bağlı kalacaksınız. Bağlı
kalmak bir yana, o ‘disiplin’i yaratacaksınız.
Kolaylıklara sığınmak olanağınız yok.
Dilediğiniz gibi at koşturmak yok. Yaratmanızı
belirli kalıplar içinde yapacaksınız. Bu
da bir şair için çok yararlı bir çalışma. Her
şarkı sözü tabii bir şiirdir. İyi şiirdir, kötü
şiirdir, ama şiirdir.” 6 Ülkü Tamer bu sözleriyle
bir besteye söz yazarken şairin kendini şiir
eğitiminden geçirdiğini; ayrıca şiir sanatının gereksindiği
disipline bağlı kalındığını, yaratıcılıktan
vazgeçilmediğini söyleyerek savunuyor bu
şiirlerini. Savunurken, üzerinde düşünülmesi
gereken poetik bir sorun koyuyor şiir ilgilerinin
önüne.
Kaynaklar
(1) Memet Fuat- Zülfü Livaneli, Ülkü Tamer’le “Yanardağın Üstündeki Kuş” Üstüne, (Kapalı oturum), Hürriyet Gösteri (Sanat-edebiyat
dergisi), S. 20, Sayı 65, Nisan 1986.
(2) Memet Fuat- Zülfü Livaneli, Ülkü Tamer’le “Yanardağın Üstündeki Kuş” Üstüne, (Kapalı oturum), Hürriyet Gösteri (Sanat-edebiyat
dergisi), S. 20, Sayı 65, Nisan 1986
(3) “Yeniden Çıkarken” (Çıkış bildirisi), Yeni A Dergisi, S. 1, Sayı 1, İstanbul, 1 Nisan 1972
(4). Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, (Bütün Yapıtlarına Doğru - Toplu Şiirler), S. 243, 2. Baskı, İstanbul, Nisan 2002.
(5) Mehmet H. Doğan, Şiirin Yalnızlığı, S. 306, Broy yayınları, İstanbul, Nisan 1986.
(6) 42. Ülkü Tamer, Her Şarkı Sözü Önce Şiirdir, Broy şiir dergisi, Sayı 2, İstanbul, Aralık 1985 s. 2
41
ÜLKÜ TAMER
ŞİİRİNDE ÇOCUK İZLEĞİ
Önder ÇOLAKOĞLU
“Türk şiirinde bu kadar renkli, bu kadar içten, coşkulu kaç şair
vardır sorusunu sorduracak kadar büyük şairdir Ülkü Tamer.
Şiirlerindeki ironisiyle, duruşuyla, kendisi olabilmesi ile ikinci
yeninin farklısıdır.”
Bütün şairlerin ana yurdudur, uzak ülkesidir
çocukluk. Sığındığı liman; sevgisini, sıcaklığını
ve hazinelerini sakladığı bir ağaç gölgesidir
çoğu zaman. Sık sık gelip gittiği, bazen
günlerce, aylarca onun toprağında soluduğu bir
coğrafyadır.
Çocukluk anıları, şairin estetik heyecanının
oluşmasında ve şiirin yaratı sürecinde çok
önemli bir yer tutar. Bachelard: “Çocukluğumun
evi hakkında söylemem gereken şeylerin
tümü, beni düşçülük konumuna geçirmeye,
geçmişimde dinleneceğim, düş kurmanın eşiğine
bırakmaya yetecek şeylerdir; ancak çocukluğumuzun,
içimizde canlı ve şiirsel olarak
yaralı kalması, olgular düzleminde değil, düş
kurma düzleminde gerçekleşmiştir. Bu sürekli
çocukluk sayesinde, geçmişin şiirini elimizde
tutarız. Anıların en aşırı inceliğe ulaştığı bu
yerde, incelmiş ruhlara ait belgeleri yalnızca
şairlerden bekleyebiliriz.” derken, bu güzel zamanların
şairlerin en büyük hayal alanları olduğunu
anlatır. “Çocukluk” dönemi, insanın yaşamı
için gerek zihinsel gerekse duygusal bilginin
oluştuğu ve geliştiği bir dönemdir. “Öyle ki
çocukluk, unutulmuş bir ateş gibi yeniden alevlenebilir
içimizde, her zaman.” diyen Bachelard,
çocukluğun; insanın hayat enerjisi, yenilenmesi
için doğal bir kaynak olduğunu vurgular.
“Ülkü Tamer’in şiiri bir aşkınlıktır. Şiirin
insanlaşmasıdır daha doğrusu, bu şiir karşıtların
birlikteliği üzerine gelişir ve süreklilik kazanır.
Tıpkı yaşam gibi örgülü ve dağılgan. Bu nedenle
yaşam kesitlerini bulunduran dil birliklerini
özenle oluşturur Ülkü Tamer.” der Veysel
Çolak. Haksız da değil. Türk şiirinde bu kadar
renkli, bu kadar içten, coşkulu kaç şair vardır
sorusunu sorduracak kadar büyük şairdir Ülkü
Tamer. Şiirlerindeki ironisiyle, duruşuyla, kendisi
olabilmesi ile ikinci yeninin farklısıdır.
Ülkü Tamer şiirinde izlekler dendiğinde
akla çok şey gelse de çocukluk en ön sırayı alır
kanısındayım. Neden mi çocukluk? Şairin ideal
gelecek anlayışı, muhalif olduğu ve mücadele
42
verdiği bileşenlere karşı yeni bir dünya oluşturma
amacını taşır. Bunu da çocuk üzerinden “
yenidoğan” kavramsalıyla ortaya koyar. Çocukluk,
kirlenmemiş, saflığın ve naifliğin sembolü
olarak devinime geçer onun şiirlerinde. Yeni bir
geleceğin inşaasında, bu izlek onun en önemli
kaldıraçlarından biridir. Yani çocukluk izleği,
şairin çocukluğundan imler, izler taşımaktan
öte istediği- özlem duyduğu yaşamın başrollerine
soyundurduğu sembollerdir. Hem çocuk
edebiyatı için yazdıkları hem de çocuklar için
çevirileri bu izlekle bağını kuvvetlendirir. Anılarında
çokça anlattığı Antep kültürünün, kollektif
dayanışmayı ve paylaşımı, çocuk- çocukluk
izleğinde yansımalarını görürüz. Çocukluktan
başka ölüm, doğa, ayrılık da çok kez kullandığı
izleklerdir. Bazen bunları iç içe yapar. Bir
hayvanı ölüme, doğadaki bir olayı çocukluğa
benzetir. “Sıragöller” kitabında yer alan “Ölüm
Seçen Çocuklar” başlıklı şiirde “ölüm” izleğine
“çocuk” izleğini eklemler. Bu bölümdeki “Dere,
Gökyüzü, Bebek, İlkbahar” isimli şiirlerde
“ölüm” izleği “erken yaşta ölmüş ” çocuklar için
ağıt durumundadır.
“Dere boyuna her inişinde
gözlerinin önüne bir sincap getirirdin
şimdi seni anmak için
yüzlerce sincap toplandı kıyıya
Senin bir melek olduğun söylenirdi
okuldan çıkar çıkmaz çantasının sapında
koruya koşan kuzu gözlü bir melek.”
“Memik’e ağıt” şiirinde (Yanardağın Üstündeki
Kuş, s. 253), çocuk- kaçakçı- ölüm üçgenindeki
bir acının fotoğrafı olmuştur dizelerinde
çocukluk izleği. Bu şiir ülkenin halk konserlerinde
binlerce kişinin yüreklerindeki acı bileşkesi
olmuştur, olmaya devam etmektedir.
On dört yaşım diken ile kaplanmış
Göz ucuma karıncalar toplanmış
Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne
Alın yazım okur gibi saplanmış
“Batar Gemisi Belki” şiirinde (Yanardağın
Üstündeki Kuş, s. 36) ise şöyle diyor şair:
“Yeni bir geleceğin inşaasında, bu izlek onun en önemli kaldıraçlarından
biridir. Yani çocukluk izleği, şairin çocukluğundan
imler, izler taşımaktan öte istediği - özlem duyduğu yaşamın
başrollerine soyundurduğu sembollerdir.”
Ülkü Tamer’in çoğu şiirinde yer alan
“çocuk ve çocukluk” izleği 1965 yılında yayımlanan
“Virgülün Başından Geçenler” adlı kitapta
ilk defa göze çarpar. Kitapta “virgül” bir çocuk
saflığındadır, aynı zamanda noktalama işareti
virgülün şiirin öznesi durumuna getirilerek kişileştirilmesi
şüphesiz Türk şiiri için çok önemli
bir renktir.
“Dere” şiirinde çocukluk izleği hem ölüm
hem de doğa izleğiyle birlikte görünmekte (Yanardağın
Üstündeki Kuş, s. 230).
“Melekler ve çocuklar,
En yakın ilgisi sevincin,
Anlamadı bunu birinci Nuh,
Gelirse ikincisi eğer
Hiç yüzme bilmesin.”
Çocukları gemisine almayan Nuh, yalnızca
yakınlarını ve hayvan çiftlerini kurtarıyor. “Böyle
olacaksa gelmesin bir daha yenisi Nuh’un.” diyor.
Meleklerle çocukları bir tutan şair “Böyle
acımasız ve çocukları yok sayacaksa hiç yüzmeyi
bilmesin Nuh.” diye de ekliyor. “Yeni Nuh istemiyoruz
aynısı olacaksa.” istencini ortaya koyar.
43
Ülkü Tamer’ in, Oyuncaklar/Taştan Asker
şiirinde (Yanardağın Üstündeki Kuş, s. 226)
çocuk imgesini bir başka şekliyle ele aldığını
görüyoruz. Her çocuğun hayatında önemli bir
yer tutar oyuncaklar. Anlamlandıramadığı şeyleri
harekete geçirmek ve etiketlemek için çok
önemli bir parçadır çocuk için oyuncaklar. Güç
temelini yarattığı taştan asker imgesi ile babasını
kurtarma amacını ortaya koyarken belki de
geçmişini- özünü geri getir, kurtar salığını veriyor
çocuğa Ülkü Tamer.
Taştan bir asker yaptım
kurtarsın diye babamı,
sonra boyadım onu
yağmurla.
Asker, dağları aş bu gece,
o iri adamın mağarasına git,
köşede duran babamı getir.”
“Dağ” şiirinde (Sıragöller, s. 217) dağ imgesi
baştan aşağı çocuk elbet. Ona gücünü anlatıyor,
gücüyle oluşturacağı ve duracağı yeri
gösteriyor Ülkü Tamer. Bu kirletilmiş dünyada
güzellikle, emekle, sevgiyle çok büyük bir güç
oluşturacağını anlatıyor çocuğa.
“Yavrum,
sen bir dağsın,
tarihin coğrafyaya en soylu armağanısın,
milyarlarca yılı aştın olduğun yerde,
başka dağlara uzaktan sevgiler göndererek
kendini saydırarak tabiata,
seni sen yapan insanoğluna inanarak
içinin kederini umutla besleyerek
hep dağ kaldın,
küçümsenmedin,
taş verdin, maden verdin, mermer sundun
denizleri tuttun, ırmakları bıraktın,
o yüce dağsın sen, yavrum
aşkla gururun ihtiyar çocuğusun.
(...)
Yavrum,
sen bir dağsın,
kanlı göğüslere üfleyen serinliksin.”
Ülkü Tamer, bu çağın insanı hapsettiğini,
soluk alınamaz bir durumda olunduğunu ve
bunu aşmak için yürümesini ve mücadele vermesini
istiyor çocuktan. Her tarafın tabela denen
çitlerle dolu olduğunu, gün gelecek bu düzen
değiştikçe tabelaların indirileceğini anlatıyor,
yeni dünya için önerisini sunarken Çocuk ve Şehir
(Yanardağın Üstündeki Kuş, s. 203) şiirinde.
Yürü, hep durmadan yürü,
o dağ adını vermişti sana köyde
bu sokaklar sadece tabela sunuyor.
Yürü, boyuna yürü, gün gelir
tabelaları indirirsin köşe başlarından,
kimliğini asarsın onların yerine”
Ölüm Seçen Çocuklar bölümü/ Sinema
şiirinde (Sıragöller, s. 226), ölüme doludizgin
giden, ölmeye yakın çocukları anlatır.
“Uyan artık, bildiğim bütün ninniler bitti.
Yutma ağzındaki pıhtıyı
…
Uyan artık,
ağzındaki acıyı bana bırak.”
Mitolojide insanın en yakın dostlarından
biri olan at, insan hayatını kolaylaştıran, onu
koruyan, ona yoldaşlık eden bir semboldür. Ortaktır,
kötü gün dostudur. Bazı Türk mitolojisinde
ve bazı halk hikâyelerinde at sahibiyle birlikte
doğar. Hatta sahibi ölünce arkasından gözyaşı
döker hatta bazı Türk toplumlarında da sahibiyle
birlikte gömülür. Ülkü Tamer’in şiirlerinde at imgesi,
yeni hayat önerisi sunan şair için çocukların
en yakın arkadaşı olarak kendini bulur dizelerde.
Şairin Sandık şiiri (Yanardağın Üstündeki Kuş, s
42) şu dizelerle karşımıza çıkar.
“Bak sana silahımı veriyorum. Atına atla.
Çünkü benim hiçbir zaman silahım yok karşında,
Islak sandığını bırakacaksın, annen öyle istedi;
Üzgünüm. Uzayacak boyun öteki çocuklara
Ama unutma
Belki dünyalar değer bir gece yıllarına”
44
Bu şiirde çocuğa bir bayrak verme durumunda
şair. “Atını ve silahını al, yani güç ve seni
iyi hissettirecek şeyleri yanında tut, büyüyeceksin,
zorluklarla karşılaşacaksın, bu çağda
mücadele edeceğin şeyler olacak ama başaracaksın.”
salığını veriyor. Çocuktan yine bir şey
istiyor düş kurduğu dünya için. Umudu eklemliyor
okuruna çocuk üzerinden.
Harita şiirinde (Yanardağın Üstündeki Kuş,
s. 235), günümüzde bir toplumsal yara olarak
duran çocuk işçilerin emek sömürüsü sorunu
ile ilgili dizeler çıkıyor karşımıza. İkinci yeni
içinde belki toplumsal gerçekçi denen alt başlığın
birinci şairiydi Ülkü Tamer. Çocuk izlekli
şiirlerde bunlara rastlamak çok da tesadüfi bir
şey olmasa gerek.
“Öğleye kadar kaynakçıda çalışıyordu
sonra okula gidip
kulaklarıyla görüyordu karatahtayı
gözbebeklerine yürüyordu
elinde tuttuğu tebeşir.
Bilirdi yoksulluğun haritasını yapmayı,
ama öğretmeni
Avrupa haritası istiyordu ondan”
Ülkü Tamer şiirinde çocukluk izleği, onun
arzuladığı yaşam ve gelecekte bireyin olmasını
istediği yerdir. Şiirlerinde çocuğu hem doğayla
bütünleştirir hem de ölümün en somut yüzüyle
tanıştırır. Eşitsizliğin, yoksulluğun ve yeni dünya
düzeninde çocuğa düşen kötücülüğün, yine
çoçuğun özündeki temizlik ve aydınlıkla aşılacağını
anlatır Ülkü Tamer.
Toplumu ve özellikle de çocukları etkileyen,
adaletsizlikler, sosyal ve ekonomik koşullar
çocuk izleğini onun vazgeçilmezlerinden
yapar. Düzeni eleştirdiğinde çocukların temizliğine
ve aydınlığına inanır, onların üzerinde
olumsuzlukların normal bireylere göre daha
derin izler bıraktığını anlatır. Çocuğa bazen doğanın
içinden isimler ve devinimler yükler (dağ,
dere, rüzgar vs.). Bazen kuşlara benzetir onları,
masumiyet ve özgürlüğün temsilcisi olarak.
Kötülüklerden, haksızlıklardan arınmanın vücut
bulduğu öznedir bazı dizelerde. Çocukluğu
hayatı tazeleme, yenilenme durumuyla özdeşleştirir
bazen de umutla. O çocuktan umudunu
hiç kaybetmemesini ister. Ama ölüm hep yakınındadır
çocuğun, çocukluğun. Onların vakitsiz
ölümlerine hep işaret koyar ve bunun dünyanın
en büyük acısı olduğunu söyler, durur. Asıl
önemli olanın çocukların düşlerinin ölmemesinin
altını çizer. Düşlerini yitirmemesini ister
çocuklardan Ülkü Tamer.
Düşlerimizde bir gerçek kadar yerin var
büyük usta. Şiirini okumak ve anlamak için çocuk
olmak gerekli ilk. Şimdi daha çocuğuz sen
yokken.
Kaynaklar:
1) Gaston Bachelard, (1996), Mekânın Poetikası, Aykut Derman (Çev.), Kesit Yayıncılık, İstanbul, s. 41-44-83.
2) Rahim Tarım, (2006), “Behçet Necatigil Şiirinde Çocuk ve Çocukluk”. Osmanlı Araştırmaları XXVIII, İstanbul 2006, s.196.
3) Gaston Bachelard, (2012), Düşlemenin Poetikası, Alp Tümertekin (Çev.), İthaki Yayınları, İstanbul, s.110-111.
4) Çolak, V. (2001), Ülkü Tamer’e Serçe Bakışı, Dize dergisi, 66, 1.
5) Hüseyin Kaya, Ülkü Tamer Şiirinde Yapı ve İzlek, Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Bölömleri Enstütüsü, 2016, Yüksek
Lisans Tezi.
6) Okan Özkara, Ülkü Tamer’ıin Siirlerinde Yeni Bir Dünyanın Oluşumundaki Rolüyle Çocuk, Karadeniz dergisi, 2017, sayı
36, s. 164-175.
7) Ülkü Taner, Virgülün Başından Geçenler, De Yayınları, (1965).
8) Ülkü Tamer, Sıragöller, Cem Yayınları, (1974).
9) Ülkü Tamer, Yanardağın Üstündeki Kuş, Yky, (2014).
45
Nurgül ULU
MASAL
Ben
Kum,
Zamanın nöbetini tutan saat kırıldığından beri
Çöl
Hiç masal saçlarımdan kayıp zamana düştüğünde
ellerin; yüz ölçümü dağılmış haritalarda hiç varılmamış yorgun yol.
boşluğun izi kireçteki yazı
Kendi renginden utanınca süt.
Duvarı terk eden çiviyi kim bağışladı?
tüm zamanların en büyük suskunu;
Aynalar kırıldığında iki insan arasında artık sır kalmayacak
maviyle kestiğim bileklerimdeki martıları besleyen
hiç doğmamış çocuklarım anlatacak masalı...
Ben çöl
unutulduğumdan beri adım;
vahayla, derya arasında
Dalıp giden gözlerimde
hiç masal yok.
Seni büyütemem
Metal kadar soğuk,
somut,
Aşk!
tek hece ve renge indirgenen adınla,
soyun ve akıt
üzerine uyumsuz kırmızıyı.
Funda AÇIKGÖZ
46
KASABA
Mehmet Emin YENİÇERİ
Öykü
Atike, ürkek gözlerle avukata bakarak,
teklif beklemeden, yumuşak koltuklardan birine
usulca oturdu: “Seni görmeye geldim,”
diyordu endişeli bir sesle. Avukat, ifadesiz bir
yüzle, derin kuyulara bakar gibi gözlerini kırpmadan
Atike’yi dinliyordu; dışı sakindi, içinde
yıkım fırtınaları esiyordu. Bir süre sonra kadının
sesini duyamaz oldu; gözlerinin önündeki sahnede,
belleğinde kalan otuz yıl önceki olaylar
canlanıyor, gri sis katmanı dağılırken görüntüler
netleşiyordu.
Özgür, sahil kasabasına yakın bir köyden
gelirdi okula, o sene liseyi bitirmişlerdi. Kız
kasabalıydı, bilirdi Özgür’ün kendine olan derin
ilgisini; koruluğa doğru uzayıp giden yolun
ucunda buluştular. Bekle beni, İstanbul’a üniversiteye
gidiyorum diyecekti ki, “Bak özgür!
Sen iyi bir çocuksun. Beni sevdiğini de biliyorum,
ama artık görüşmemiz doğru değil,” diyordu.
Delikanlının yüzüne dahi bakmadan,
birkaç kanatıcı cümle daha peş peşe, önceden
ezberlenmiş gibi bir çırpıda döküldü Atike’nin
dudaklarından. Geriye dönüp gitti. Gidenin ardından
bakıp kaldı Özgür. Kız tozlu yolda gittikçe
ufalıyordu. Karınca kadar kalıp gözden kayboldu,
ardından kasaba küçülüyordu. Özgür,
kasabaya yukardan bakan kayalara tırmanmak
için koşuyordu; zirveye ulaştığında nefes nefeseydi.
Şimdi kasabanın tamamı aşağıdaydı. Balıkçı
limanı bir kaşık mavi suya dönüşüyordu,
evler küçülüyordu, deniz küçülüyordu, önünde
uçuşan martılar sineklere dönüşürken; Özgür,
bilmediği bir şeye dönüşüyor, ufuktaki bulutlar
paldır küldür dünyanın üstüne göçüyordu…
Ofiste, gözlerinin önünden birer birer geçen
görüntüler kaybolurken; ta derinlere daldığı
iç yolculuktan yüzeye doğru tırmanırken,
Atike’nin ses kulalarında yeniden beliriyordu.
Hayalindeki sınırın bu tarafına savrulunca, her
şeyi daha net görmeye başladı. Atike’nin elbiseleri
ne eski ne de yeniydi, renkleri biraz solmuştu;
pembe bluzu tozpembeye, yeşil eteği
solmuş yaprak yeşiline, yeni olmayan ayakkabıları
ıslak bezle üstünkörü silinmişe benziyordu.
Saçları yer yer, lime lime dipten başa kadar
ağarmıştı. Pek kilo almamış, dudakları ince,
gözleri iri ve karaydı, ama eskisi kadar canlı
bakmıyordu. Bu Atike, o gökyüzlü kızın ta kendisiydi…
Özgür onun bakışlarını, hayatta kaybedenlerin
gözlerindeki derin denize benzetti bir
anlığına: Yılların Ağırceza avukatıydı ne de olsa.
Her şeyini kaybetmiş insanların mahkûmiyeti
yüzlerine karşı okunduğunda; sessizce, kendi
kazdıkları mezara girmek üzereymişçesine,
yüzleri kireç gibi bembeyaz olur, dünya ile bağlarını
koparırlardı.
Öylesine sorar gibi, “Beni nasıl buldun?”
diye sordu Atike’ye. “Mersin’de seni tanımayan
yok. Kime sorsam adresini tarif ediyordu.
‘Köyle kasabayla bağını kopardı, artık buralara
uğramıyor’ diyorlardı.”
“O bağı ben koparmadım. Yıllar önce; gündüz
güneşi, gece ayı etrafında döndürdüğüm
kara gözlü bir kız kopardı,” deyince; birdenbire
Atike’nin başı önüne, saçları yüzüne düştü.
47
Bakışlarını yerden kaldırmadan, yavaşça, tane
tane konuşarak: “Aylardan beri kendimi azarlıyordum.
Gidip de yüzsüzlük etme diyordum
kendi kendime. Düşünecek çok zamanım oldu.
Dünya gözüyle seni bir kez daha görmek istedim,
hepsi bu!” derken yüreğinde küçük bir
umut vardı. Ömrü kısa olsa da, umut, bazen
beton çatlağında açan minik bir çiçekti.
Atike’nin sözleri üzerine Özgür’ün yüreği
burkuldu. Oysa yıllardan beri acımıyordu hiç
kimseye, “İnsanların sürekli yanlış işler yaparak
doğru sonuçlar beklemesinden bıktım artık,”
derdi meslektaş sohbetlerinde. Diğer avukatlar
da, “Eee, hesapsızlar olmasa biz nasıl
geçineceğiz?” der, basarlardı kahkahayı.
“Bileği güçlü, aklı zayıf bir oğlana gitmiştin.
‘Ekmeğini taştan çıkarın’ diyorlardı kasabalılar.
Ne oldu?”
“Hiç sorma! Evde kamış kırk yaşında bir
kız kurusuyla gitti. Oğlan hapiste. Kız, doğulu
bir garsonla kaçtı. Ben de kasabaya, babamdan
kalan harabe halindeki eve taşındım. Sonumu
bekliyorum!” diyordu.
Özgür’ün yüzü karıncalanmaya başladı,
göğsü sıkışıyordu. Amansız bir uyuşma sol kolun
pençesini geçirdi, bırakmıyordu; sarı sıcak
altında nefes nefese koşarak, kasabaya yukardan
bakan tepeye tırmanır gibi terliyordu.
Başını koltuğun arkalığına yasladı, kravatını
gevşetmek için düğmesini boşandırdı. Sanki
geniş ofiste hava bitmiş de nefes alamıyor
gibiydi. Ama o hala koşuyor, ulaşmak istediği
tepe daha da yükseliyor, erişilmez oluyordu.
Ayakları altındaki toprak kayıyor, kendisini geriye
doğru itiyordu. Artık nerede olduğunu ayırt
edemiyor; tüm dünya, ucu yokuşa ağan tozlu
bir yola dönüşüyor, ‘Bir daha görüşmeyelim’
diyen o kız tozlu yolda gittikçe küçülüyordu…
Atike birden ayağa kalktı. Kapıyı açtı, “İmdat,
yetişin!” diye bir çığlık attı. Sekreter koşarak
geldi. Özgür’ün yaka cebinden el çabukluğuyla
çıkardığı yuvarlak yassı kutudan aldığı
bir dilaltı hapını, iki parmağı ile avukatın dilinin
altına yerleştirdi. Ambulans çağırdı. Özgür hastaneye
götürülürken, son anda, “yakınıyım” diyerek
Atike’de bindi ambulansa. “Benden önce
ölme!” diyor, otuz yıl sonra görebildiği ilk göz
ağrısı için gözyaşı döküyordu. Ambulansta
Özgüre birkaç kez elektroşok verdi görevliler.
Hastaneye ulaştıklarında Atike’nin umutları
tükeniyordu. Acil Servis doktoru Özgür’ü çabucak
muayene etti. Bütün hayata döndürme
uygulamalarını denedi. Özgür’ün gözbebekleri
büyümüş, tavana bakıyordu. Kalp atışlarını taklit
eden osiloskop ekranındaki ışıklı eğri, artık
yukarı doğru zıplamıyor, Doktor başını iki yana
sallayarak “ex!” diyordu.
Şimdi, sarı sıcak altında kavrulan o sahil
kasabasında, Özgür’den başka hiç kimseyi
hatırlamayan, adı ”Deli” ye çıkmış bir kadın
yaşar. Yaşar mı yaşamaz mı orasını da kimse
umursamaz. Ama Atike gündüz güneşi, gece
ayı Özgür’ün yörüngesinde döndürmeye devam
eder hâlâ. “Özgür kim?” diye soran eski tanıyanlarına,”
Bana sırtını dönünce güneş batardı,
gülümseyince ay doğardı,” diyerek yüreğindeki
derin yarayı göstermeye çalışır.
Atike yürürken, asfalttan veya betondan
geçip toprağa basmak zorunda kaldığında; incitmekten
korkarcasına, ayaklarının ucuna bakarak
yürüyor şimdi. Atike toprağı sevmiyor,
tapıyor. Çünkü otuz yıl boyunca kendine dahi
itiraf etmekten korktuğu, ama sevmekten asla
vazgeçmediği adamı onca zaman sonra görmeye
gitmiş, belki de ölümüne sebep olmuştu.
Şimdi o toprağın kucağındaydı. Atike’nin sevdiğini
toprak seviyor, kendisinin yapamadığını
toprak yapıyordu.
Elli yaşındayken biri öldü, diğeri delirdi.
Ama dünyadan hiçbir şey ne eksildi, ne de çoğaldı.
48
Zeynep SARAVİN
MOR LOİN
hiçbir tanrı bilmez
ölü bir kıza mektup yazmanın zorluğunu
ölmekte olan bir çocuğun elini tutamamayı
bu yüzden saklanır bulutların ardına
her hücre yanlış bölünüyor
yanlış doğuyor güneş
yazdığın masalı
biz oynuyoruz
o bulut sana, bu bulut bana
can yakıyor damlalar
günahlarım için hesap vereceğim tanrı
kime hesap verecek
sekiz fırtınası vardır gökyüzünün
birincisi güneşi götürür beraberinde
ikincisi mal satar gibi ruhunu satar
üç gül kokar, cana yakındır
dört gemileri yıkandır
beş ve altı ayrılmaz
birinin öldürdüğünü diğeri gömer
yedi yaz gecesi huzuru taşır koynunda
sekiz
sekizi gören olmamıştır
meleklerin hepsi günahkar
yargıladılar her birini ve durdu fırtınalar
yaşanacak çok şey var daha
okunacak çok kitap
unutulacak çok anı
bırakılacak çok insan
gönderdiğim ölüm haberleri eline ulaştı mı
yoksa kırmızıya mı tapıyorsun hala
bir kız çocuğu sevmiştim
göğe dokunan sarı bir şarkı
yaşı yediydi öldüğünde
hangi vicdansız yazabilir bu kitabı
gök tanrım,
sen de oynayamazsın bu oyunu
kapatma gözlerini
hücrelerini sayacağım
mideni dikeceğim
katliamlar boyunca uyumadın çocuğum
haykırışlar boyunca sevdim seni
ölme çocuğum, bekle
tanrının sırası şimdi
49
GÖLGE GÜNAH VE KEDİ
Dizdar KARADUMAN
Gölge Günah ve Kedi (2017) Aslıhan
Tüylüoğlu’nun beşinci şiir kitabı. İkinci kitabı
Yokuşu Çıkan Su (2011) ile Karşıyaka Belediyesi
Homeros Edebiyat Ödülü ile Metin Eloğlu
Şiir Ödülü’ne (2012) değer görülmüştü. Gölge
Günah ve Kedi ile de Karşıyaka Belediyesi Attila
İlhan Şiir Ödülü (2017) sahibi oldu. Kitap adından
da anlaşılacağı üzere üç bölümden oluşuyor.
Gölge, Günah ve Ölüm, Kedi ve Merak.
Birinci bölümde 14, ikinci bölümde 15,
üçüncü bölümde ise 10 şiir yer alıyor. Gölge
bölümünün ilk şiiri, İrena için Lethe Duası
(s.9) adını taşıyor. Bu şiir, günümüz dünyasını
son derece çarpıcı bir biçimde anlatırken, aynı
zamanda kitabın da yazılış amacının bir özetini
veriyor gibi. Şiir, Grek mitolojisinde yer alan
mitolojik öznelere göndermeler yapıyor.
Şiirde geçen mitolojik özne Lethe, unutmak
anlamına gelen bir nehirle vücut bulan
bir tanrıçanın adı. Nehir de unutuş nehri oluyor
doğal olarak. Hesiodos, Thegonia adlı yapıtında
kavga tanrıçası Eris’in kızı, Gece’nin torunu
olduğunu söyler Lethe’nin. Lethe, ölüler ülkesinde
akan bir ırmaktır. Aslıhan Tüylüoğlu, şiirimizde
Hilmi Yavuz ve Emir Saltat dışında pek
kullanılmayan bu Lethe mitosunu şiirin temasına
uygun olarak ustalıkla kullanıyor ve ona insanın
derinlerine inip hayatını sorgulayışının anlamını
yüklüyor. Çünkü Lethe, öyle bir nehirdir
ki içtiğiniz suyla beraber acılardan kurtulurken
anılardan da kurtulursunuz. İnsanların yaşadığı
ve onların canını yakan bütün acıları silinirken
değer verdiği, sevdiği insanlarla olan güzel ve
mutlu anıları da silinecektir. Hayatta olmanın
duyumsattığı doyumsuz tatları, yaşanmış aşkları
da unutma riski var. Kısaca bizi biz eden her
şey silinip unutulacaktır belleklerimizden. Belki
bir damla, belki bir yudumda gidecek yaşanılan
kötülüklerin yanında güzellikler de.
Şöyle bir değerlendirme yaptığımızda
geçmişe sahip çıkıp acılar, kederler, dertler ve
hastalıklarla beraber devam etmek mi; yoksa
bir yudumda bir ömür boyu biriktirilen her şeyi
silmek mi ikilemiyle karşı karşıya kalırız! Karar
vermemiz çok güçleşir böylesi yaman bir
soruya karşı. İşte insanlara bu ikilemi sürekli
yaşatan nehirdir Lethe. İnsanlara hayatı sorgulatan,
taşınan yüküyle yaşanan güzelliklerin
muhakemesini yaptırıp terazide tarttıran içsel
bir yolculuktur bir anlamda.
“Sana çaresizlik verilmiş İrena / Boş bir
peri masalına kananlar için / Ares çalışırken
ölüme şafakla / Sen ölülerini toplayan yasta”
(s.9, İrena İçin Lethe Duası) dizelerinde geçen
Ares, Yunan mitolojisinde Savaş Tanrısı’dır.
Zeus ve Hera’nın oğlu ve On İki Olimposlu’dan
biridir. Aslıhan, bu şiirde mitolojik söylenceden
anıştırma (telmih) yoluyla günümüz savaş baronlarıyla
barışsever güçlerin arasında süren
tarihsel ve diyalektik mücadelenin hiç bitmeyeceğini
vurguluyor.
Grek Mitolojisine göre Lethe, uzun ve acı
suyuyla cehennemde Styx nehrinin komşu
nehridir. İnsanlar acılarını unutmak için şarap
içer kanlarına üzüm suyu karışır unuturlardı
dünyadaki çilelerini bir an için. Ertesi gün yine
acı çekmeye devam ederlerdi. İnsanlığın acısı
50
hiçbir zaman dinmeyecekti. Acılardan kurtulmak
için bu lanetli gözyaşlarıyla sulanmış çamurdan
yoğrulmuş bedeni bu dünyada bırakmak
gerekti, ölmek gerekti, ruhların kaçması
gerekti… Ölümün karanlık soluğunu hissettiği
zaman karanlıklar ülkesine inerdi ruhlar. Styx
nehrine yaklaşıp kayıkçının (charon) gelmesini
beklerlerdi. Karşıya geçmek için ızdırap dolu
yıllar geçirirlerdi ruhlar. Cehennemin ateşli kıyıları,
bu ruhların çığlıklarıyla beslerdi kendini.
Cehennemin kapısında üç başlı köpek Kerberos
beklerdi. Ruhların kaçmaması için. Ruhlar
Lethe’nin yanına gelir, onun kıyısında oturur
ve ağlarlardı. Çığlıklar yükselirdi ansızın. Acı
çeken ruhlar, içerlerdi suyundan unuturlardı
geçmişlerini, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Baktığı zaman insan, nehrin sularına acılarının
nasılda akıp gittiğini görürdü. İsyan ve çığlıklar
nehir sularıyla birlikte cehennemin karanlık
kuyusuna giderdi ve herkes arınırdı acılarından,
ızdıraplarından. Ve aslında ölümün asla bir son
olmadığına inanırlardı ve kendilerini korkunun
kollarına bırakırlardı çünkü bir daha dirileceklerdi
ve acı çekeceklerdi... “Delilik, çok büyük
acıların Lethe’sidir” diyordu Schopenhauer.
“Akşam da senin kadar bitmiş / Senin kadar
hüzünlü, yenilmiş / Cehennemden çıkma
çocuklarına / Bir Lethe yudum bağışla / Bir Lethe
yeniden dayanma / Her şeyi silen yeşil sularda”
(s.9,İrena İçin Lethe Duası)
Kitapta yer alan şiirler içinde benim en çok
dikkatimi çeken şiirdi İrena İçin Lethe Duası. Lethe
ifadesine ve motiflerine birçok önemli edebi
yapıtlarda rastlanmaktadır. Her ne kadar farklı
yapıtlarda hem birbirinden hem de mitolojideki
tasvirinden farklı bir biçimde yer alsa da temel
özelliği olan unutkanlık vermesi pek değişikliğe
uğramaz. Örnek olarak Dante’nin İlahi Komedya
adlı yapıtında yer alır. Dante Araf’ta bulunan bir
ırmağa adını vermiştir. Suyunu içenlere geçmişlerini
unutturan bir ırmaktır Dante’ye göre. Bu
şiir, yaşanılan acıların unutulması ile bu acıları
yaşatanların asla unutulmaması çelişkisinin de
güzel bir örneği sayılabilir.
Hayattan insanı bıktıran, nefret ettiren, giderek
sıkan, boğan ve özgürce bir nefes alacak
yer bıraktırılmayan bu kahrolası dünyada bunca
kötülüğe ve uğursuzluğa gözlerini kapayan,
yaşanılan bunca savaş, kıyım ve vahşet karşısında
kılı kıpırdamayan ve duyarsızlaştırılan
insanların yaşadığı bu dünya, Aslıhan’a bir iğne
gibi batıp durur hep, kalemini daha da sivriltmesi
için. “Bu uğursuzluğu taşımaktan usanmış
/ Usanmış duymaktan sessizliğin çığlığını /
İğne gibi batıp duran hayatta / Tekillik biriktiren
sonsuz yanlarından onun / Düğümlü sokaklarından
/ Evini kaybetmiş bir kedi kadar üzgün
dönüyorum...” (Avare Acılık, s.10)
Bu yüzden derdi olan bir şair Aslıhan, salt
yazmak için yazmıyor. Yaşadığı bu dünyada kötü
giden bir şeyler var. Bunları göstermek, bunlarla
insanları yüzleştirmek ve bunların düzeltilebilmesi
için de birilerinin taşın altına elini sokması
ve sorumluluk alması gerektiğine inanıyor. Bütün
bunlar için de her şeyden önce sanatçı duyarlılığı
ve sorumluluğu gerek. İşte Aslıhan da bu bilinçle
yazıyor.
51
Aslıhan, bir şair olarak insana dair yaşanılan
bütün acıları, kendi acısı kılabilen bir anlayış
ve duyarlıkla çalıştırıyor kalemini. Bunu gerçekleştirirken
kendi acısını da tüm insanlığın
acısı olarak şiirine yediriyor. Bunu da hayatın
içinden çıkararak yapıyor Aslıhan. Onun şiirini,
zaman zaman insanı çıldırtacak, insanın kanını
donduracak kadar yaşanılan korkunç olaylar
beslerken, kimi zaman da kimsenin önemsemediği,
fark etmediği küçük, sıradan yaşantılar
oluşturuyor. Kısaca hayatın diyalektiğine uygun
değişenin içindeki değişmeyen insani değerleri
ve erdemleri yakalayıp okura hem düşünsel
hem de estetiksel düzlemde bir duyarlık kazandırmayı
amaçlıyor. Bunu başarabilmek içinde
kurgulamaya çalıştığı şiir diliyle de yüzleşerek
hesaplaşarak kuruyor şiirini.
Şiirlerinde anlatımı güçlendirmek, sözü
daha etkili kılmak için alışılmamış bağdaştırmalara,
sanatlı söyleyişlerle özgün buluşlara
ve imgelere yer veriyor. Benzetmelerden, eğretilemelerden,
kişileştirmelerden, aktarmalardan
telmihlerden, abartmalardan, tezatlardan
yararlanıyor aşağıdaki örneklerde olduğu gibi.
“Koskoca bir yanlış boyandı duvara / Ellerine
haftaların kiri / Korkuya el uzatır geceler /
Gözyaşı içinde mendilin / Kınında bekleyen kara
gözlü öfke / Bastırdıkça çoğalan tiksinti / Cansız
bir yaprak kaldı hayat ağacında / Yanılmış bir
gül kışta, gönül üzgünlüğü…” (Güvercin,s.12),
“Güneş öldürerek geçiyorum zamanı / Sarışın
bir kız çocuğunun ışıklı saçları saçlarında //…
“Bu uğursuzluğu taşımaktan usanmış / Usanmış
duymaktan sessizliğin çığlığını” (Avare Acılık,
s.10)
Hayatın getirdiği çelişkilerden besleniyor
onun şiiri. Aslıhan bu çelişkilerden hareketle
çok ince tezatlı imgelerle anlam ve çağrışım
zenginliği yaratmayı amaçlıyor. Örneğin “Cansız
bir yaprak kaldı hayat ağacında” (s,12, Güvercin)
ve “Usanmış duymaktan sessizliğin çığlığını/
İğne gibi batıp duran hayatta” (s.10,Avare
Acılık) örneklerde görüldüğü gibi bunu çoğu
şiirlerinde başarılı bir biçimde gerçekleştiriyor.
“Yaşamak kirlenmek değil miydi sanki /
Bir yangın gibi kokarak yaşayalım” (s.14) dizesi
Can Yücel’in Sevgi Duvarı başlıklı şiirine
göndermeler var: “çöpçülerin elleriyle okşardın
beni / yalnızlığım benim süpürge saçlım / ne kadar
kötü kokarsak o kadar iyi”
Frederico Garcia Lorca’a için yazdığı Kül
(s.17) şiirde İspanya iç savaşında Cumhuriyetçilere
karşı Franko faşizminin kirli yüzüne gönderme
yapılırken Lorca’nın 19 Ağustos 1936’da
Granada’da faşist birliklerce kurşuna dizilerek
öldürülüşü anıştırma yoluyla veriliyor. 1936
yazında Lorca’yı kurşuna dizen ölüm timi, aynı
dönemde yüzlerce solcuyu, devrimciyi de infaz
etmişti. Bu pis iş karşılığında 500 peseta ödül
alıyorlardı. Bunların aralarında gönüllüler olmasına
rağmen, bazı polis görevlileri de vardı.
Kül başlıklı şiir, Lorca’nın faşistlerce kurşuna
dizilmesinden duyulan hüznü bir kez daha hatırlatıyor
bellek tutulmasına uğrayanlara. “lorca
bir akşamdır / Kanayan balkonlarda / Ölülerin
ince dili / Rüzgârın şarkısındaki isim / Yolculuklar
aşrı dağlara”
“İstesem de gidemem bu gelişi / İstesem
de yolum kopuk bir kolye / Bir gün serili bir
gün toplanmış / Bir gün umut bir gün çöküntü”
(s.20, Öte Geçit), Aslıhan, şiirde ön, paralel
ve karşıt yapılı yinelemelerle bir yandan anlamı
güçlendirip pekiştirirken; bir yandan da sözcüklerdeki
kavramı genişletip zenginleştirmeye
çalışıyor. Kitabın genelinde ses, sözcük ve
dize tekrarlarıyla, zaman zaman dize sonlarında
redif ve uyaklarla şiirde ahengi (ses ve ritmi)
sağlıyor.
Aslıhan, bir yandan deyimleri şiirin anlamına
uygun bir şekilde kullanırken öte yandan
onları küçük değişiklerle yapısal sapmaya uğratarak
anlam zenginliği yaratıyor. “uydurduğun
düşlerden yapılmış / gerçek sandığın adam
/ ne Aslısı var ne de astarı onun” (s.25; Kovgun
Zaman), “Tamamladım teklerini söküğünü
diktim / Başıma ördüğüm akılsız çorapların”
(s.14,Özür ve Düzeltme)
52
Turgut Uyar: “Belki yağmura da gerek
kalmazdı, / İnsanlar bu kadar kirli olmasaydı.”
demişti. Çünkü insanı bu dünyada kirleten yine
doymak bilmez, açgözlü, bencillikten vicdanları
kararmış para babalarından başkası değildir.
Emperyalizmin kanlı yüzü, savaş ve ölü sevicilerdir.
Çünkü onlar para, güç ve iktidar için her
şeyi bozuyorlar, kirletiyorlar yarattıkları sistemle,
düzenle, kültürle… Buna itirazdır biraz
da Aslıhan’ın bu kitabı.
Bu kitabında çok taze ve özgün buluşlar
ve söyleyişlerle şiirlerini adeta bir inci dizer gibi
kurguluyor Aslıhan. Ancak zaman zaman “aşkın
kanatlı sözleri dursun” (s.18) gibi Homeros’tan
beri şiirde bir zamanlar çok kullanılan “kanatlı
sözler” imgesinin yeniden kullanılması şiire pek
bir yenilik getirmiyor imge yönünden.
Aslıhan, şiiri kurgularken sözcüklerin yatay
kurgulanmasında alışılmamış bağdaştırmalara
sık sık yer veriyor, bu bağdaştırmaları daha
çok sıfat ve ad tamlamalarından bazen de karma
tamlamalardan kuruyor. Böylece nesneleri
ve onlara ait kavramları daha belirgin kılarak
okuyucunun zihninde çağrışım yaratmayı, sezdirmek
istediği anlamın okurda karşılığını bulmasını
amaçlıyor. Sözgelimi, “Kınında bekleyen
kara gözlü öfke”(s.12),“Tapınmanın en kuytu
sokağında/ yakılmış günlerimden çekip çıkan
bu aşkı / adını bilmediğin bir mavi çiçek”(s.24,
Haziran ve Manolya), “dağılgan günün son ışıltısı
/ kalbinin ucunda batık gemiler / düzmece bir
aşk... // eritilmiş gözlerinden / uzak, göçmen ve
yaralı bir aşk geçer ”(s.25,Kovgun Zaman) dizelerinde
görüldüğü gibi yarattığı özgün imgelerle
okurla şair arasında duygu geçirgenliğini
ustalıkla yansıtmaya çalışıyor. Bunu yaparken
de benzetme, eğretileme, kişileştirme, abartma,
anıştırma (telmih), tevriye, hüsn-i ta’lil gibi
söz ve anlam sanatlarından yararlanıyor.
“Islanırım, gözyaşım denizi kıskandırır”
(s.24), “aynalarda manolyalar gezinir sen yokken”
(s.25), “her sevinç karnından bıçaklanıyor
burda” (s.27), “Halktır bu bugün çıkartırsa yarın
indirir / Bu dünya kalmamış bir süleymana”
(s.28), “sessizlik dayanılmaz gürültülü” (s.32),
“sancılı bir kentin çalgın yazında” (s.33) ”Bir ahla
yaktım kendimi / Sığmadı göğe külüm / Ne toprak
örtebilir beni / Ne deniz yıkayabilir” (S.37)
Kitaptaki şiirlere biçim yönünden baktığımızda
dizelerin kümelenişinde belli birim gözetilmediğini
görüyoruz. Her şiir yatay ve dikey
olarak farklı dize kümeleriyle düzenlenmiş.
Sadece Özür ve Düzeltme (s.13) başlıklı şiirde
dizeler tamamen yatay ve dikey olarak her hangi
bir bölümleme yapılmadan yazılmış. Yine bu
kitabındaki şiirlerde Kovgun ve Zaman (s.25)
başlıklı şiirin dışında bütün şiirlerin dizeleri büyük
harfle başlatılmış. Bunların yanı sıra noktalama
işaretleri de çoğu şiirde işlevsel olmaktan
uzak, gelişi güzel kullanılmış.
Gülemiyorsun ya, gülmek / Bir halk gülüyorsa
gülmektir” diyordu Edip Cansever Mendilimde
Kan Sesleri’nde. Gölge Günah ve Kedi
kitabında dünyada bu kadar kötülük varken, bu
kadar acı çeken insanlar varken gülebilmenin
ve yaşanılan bunca acıların da unutulmasının
imkânsızlığı dile getirilirken, öte yandan da büyük
insanlığın mutsuzluğu üstüne kurulmuş
olan kapitalizmin nimetlerinden yararlanan bir
avuç mutlu azınlığın tarihsel ve diyalektik çelişkisi
şiirlerdeki güzel örneklerle işleniyor. Gölge
Günah ve Kedi kitabını okumazsanız bir eksik
kalırsınız.
53
Murat ATICI
KİNEMA
objektif:
imgeden arınınca nesne
taraflı bir göz oluyor, kadrajından yorulmuş aynaya karşı
murç üzeri çekiç gibi bakıyor
madenci dulu.
flu sahne:
maden: tarık akan-cüneyt arkın kol kola
akşam, dünyaya matemli bir kadın gibi karalar giydirmiş.
can pazarı galeriler, bir adım ötesidir
omuzlarda göçük
gözlerin senin, yassı keski.
derinlik (diyaframın üç anlamı):
- öncelikli objeye odaklanmak
- nefesi kadar bağırması gerçeğin
- haykırmak yorulmadan.
yakın plan:
fırçaların bıçak bıçak çizdiği bedenler
karalanmış memeleriyle başsız kadınlar, göz önü sergisinde.
54
arka plan:
saydam kalabalıklar art(ık) resimleri geziyor.
kabuğu kırılmış yeryüzü sahnesinden devamla;
fırsat bu fırsat, bir ülke kuruyoruz
göz, gördüğü karalardan utanıyor
yollara düşüyoruz, ‘’karanlıkta uyananlar’’ın peşinden.
soyunurken başka, giyinirken başka
yedi sanatın en birincisi, isyancıl elbisen.
şefkat, kadınların elinde aşk
dudaklarında kıyam sebebi.
düşün ki, o günün perdesinde
bileklerimizde iz, kırılmış zincirlerden
ter,
sade sevişmelerden.
başucumuzun caddesinde istiklal
galatasaray’da çocuklarının-ertesi anneler
ellerinde şükran gülleri.
gözlerinin şenliği yanında bulunsun
yeni dalgası saçlarının,
bir de sabahlar için örs cıvıltısı.
Funda AÇIKGÖZ
55
RESMİNDE RENKTİ
UYGARLIKLAR, SERAMİKTE
HARLANAN GEÇMİŞ!
Ümit Yaşar GÖZÜM
hep toprakla uğraşıp çamuru yoğurur muyduk?
Ya da her eserin sanatın geleceğine adanmış
bir ışık olduğunu algılayabilir miydik? Bütün bu
felsefi sorular, kendisini toplumsal aydınlanmanın
bir parçası gören her sanatçının zihnini
kurcalar sanırım!
Aydınların, geçmiş zamanın sessiz tanıklarını
yaşadığı dönemle buluşturma çabası bir
geriye gidiş arzusunu değil, aksine gelenekselle
güncel arasında kurulan bağla geleceğe akışı
sürekli kılma bilincine dayanır. Bu yöndeki çalışmalarıyla
Açıkgöz, belleğini zamanın derinliklerinde
seyahate çıkaran bir düş gezginidir.
Funda Açıkgöz’ün sanatı üzerine izdüşerken,
yanıtı belleğimde saklı ‘sanatçı tarihten
dersler çıkarır mı?’ sorusuyla baş başa buldum
kendimi. Evet sanatçı köken kültürden hem de
çok dersler çıkarmalı, hatta sanatçının bir ayağı
sürekli geçmiş zaman yolculuğunda olmalı.
Eğer tarihi bütünüyle sorgulamış ve geride
kalan gizemi çözmüş olsaydık sanat açısından
Ressam ve Seramik Sanatçıçısı Funda
Açıkgöz’ün, her şartta eserin plastik yönünü
hedefleyen bir sanat algısına sahip olduğunu
görüyoruz . Muhakkak ki doğru olan budur;
ancak vurgulanması gereken, endüstrinin kuşattığı
seramik gibi bir sanat alanında ilkeli kalmanın
ve üretmenin çok da kolay olmadığıdır.
Şairin Romanı’nda “Bütün zamanlar
birbirine benzerler, birbirine benzemeyen
‘an’lardır...” der yazar dostum Murathan Mungan.
Katılmamak mümkün mü? Funda Açıkgöz
adeta yazarı haklı çıkarmaya çalışır gibi,
birbirine benzeyen zamanlardan arındırdığı
‘an’ların kalıcılığına izler düşer.
56
Bazen herkesin geçmişi unuttuğunu düşünür
ve hüzünlenirsiniz. Oysa sanatçının sorumluluğu;
unutulmuş, bir kenara bırakılmış olanları
da unutmamak gibi kavi bir sorumluluktur.
Gerçekte sanatçının biçimlendirdiği, düşünce
ve düşleridir. Aslında ne düşündüyse ne
söylemek istediyse onu biçimlendirerek kendisini
ifade etme yolunu seçer.
Bu yüzden sanat eserleri, sanatçının imzası
olmanın ötesinde, onu sonsuza taşıyacak
‘söz’leridir.
Geçmişin Sessiz Tanıklarının İzinde
Plastik Değer Yaratmak…
Açıkgöz, gerek resimlerinde gerekse seramik
çalışmalarında kültürel ve tarihi mirası
köklerinin üzerine yükselen ağaçların varoluş
öyküsü olarak algılar.
Kuşkusuz ki, seramiğin yeni kültür formları
yaratma arayışlarında önemli katkısı var.
Hatta uygarlaşmanın temel araçlarına dönüşerek
değişim ve dönüşümün de vazgeçilmezi
olduğu sanat tarihinin önemli bir gerçeği.
Öyle ki, her uygarlık kendi izlerini bıraktı
çamurda, her kültür kendi biçimlerini yaratarak
kalıcı oldu tarihte. Bu yüzdendir ki, seramik
insanlığın geçmişinden günümüze uzanan köprüsüdür.
Bu gelenekten beslenen Açıkgöz, farklı
çamur türlerini, farklı plastik teknikleri birlikte
harmanlayarak yeni teknikler denemekten
kendisini alamasa da geleneksel mirası işlemekten
vazgeçmedi.
Seramik eserlerin yorumlanması genelde
geleneksel ve endüstriyel tarzın doğurduğu
farklı bakışların yanılsamalarını içerir. Ancak
gerçek olan tarihsel alandan beslenen çağdaş
yorumların her zaman ilgi alanı yarattığıdır.
Tarihin izleğinde kendisini bulan formları
günümüze taşıyarak, izleyicinin konumunu
sorgulatıp, onları geçmişe doğru analitik bir
yolculuğa çıkarıyor Açıkgöz.
Geçmiş zaman düşleri sanatçının belleğini
zorlamaya başladığında esere dönüşür ve geçmiş
zamanın sessiz tanıkları olarak buradayım
diye seslenir izleyiciye.
İnanç düzleminden, toplumsal sosyal tabakalara
hatta uygarlıklara uzanan bir serüvendir.
Anadolu coğrafyasının ev sahipliğinde
uygarlıkların birikimlerine tanıklık eden, Sümerlerden
Urartu’ya, Selçukludan Osmanlıya
ve Cumhuriyete uzanan ironiyle karşılaşıyoruz.
Resim ve seramik çalışmalarındaki ortak
nokta, farklı teknik ve malzemelerin birbirini
tamamlayan yanları ve izleyicide yarattığı algıdır.
Genelde plastik sanatlarda tek alan hakimiyetinin
sağladığı kolaylık, iki farklı alanda
üreten sanatçının içinde yaşadığı süreç gibi
karmaşık değildir.
Şöyle ki, farklı alanların sağladığı doyumsuz
kurgu ve tekniğin birbirini tamamlama,
görme ve hissetme duygusu işin
diğer bütün zorluklarını unutturmakta sanatçıya.
Bir yanda seramikte özgün form ve teknikler
arayışını yoğurmak diğer yanda fırça ve
boyanın ahengini kurguya yansıtarak üretmek,
eş zamanlı olarak iki farklı doyumu yaşamak.
Funda Açıkgöz sanatının teknik özellikleri
kadar kurgulamalarına yöneldiğimizde, geleneksel
etnografik kompozisyonların özüne
sadık kalmak kaydıyla yeni figür ve formlarla
sanatçının tarihi olanı algılama gücüne dönüştüğünü
görüyoruz.
57
Düşlerimizde Her Kapı Bir Lale Bahçesine
Açılır…
Kapılar ve laleler; Funda Açıkgöz’ün her iki
plastik alandaki kurgusunun mihenk taşlarıdır.
Onu öğrencilik yıllarında sanata yönelten
ve böylece yaşamına dokunan hocaları
Ankara’nın taşrasındaki mahalle kültürünün,
tarihi sokakların ve taş ve ahşabın estetik birer
forma dönüştüğü mekanların bütün haşmetini
de görmesine de aracı oldular.
Bu coğrafyanın sanatçısı olarak, köklerin
kalıcılığını eserde göstererek yaşatma yolunu
seçtiğinde, sanatın umutlarını, meraklarını ve
coşkusunu tetiklediğini algıladı.
Anadolu mimarisinin vazgeçilmezi ahşap
kapılara dayanan kurgunun temelinde; bir
yanda her gün dokunduğumuz estetize edilmiş
nesnellik, diğer yanda dışa kapalı yaşanan öznelliğe
vurgu yatıyor. Tıpkı bir kapının arkasındayken
bize kapalı görünmesi gibi.
Her kapı, yeni umutlar ve ufuklarla dolu
aydınlığa açıldığı gibi, bireyin yaşamını şekillendiren
sosyalleşme sürecinin de başladığı yerdir.
Kapılar nesnelliğin ötesinde bir değere kendisinden
farklı başka bir değere açılan yolun başlangıcıdır.
Sanatçının tarihi kapı ve kapı tokmaklarına
içkin göndermelerinin temelinde; kapalı kapılar
ardında yaşananların gizeminin merak duygusunu
körüklemesi yatar.
Kendini dışa kapatma, güvene alma, bölüşerek
paylaşma ve önemli toplumsal yanı
da özgüvenin kazanıldığı yuva olmasıdır. Ya da
çokluk içerisinde yaşanılan bir tek başınalık
duygusudur. İlişki yoksunlukları, kısıtlanmış
özgürlüklerin dayattığı bir hapishane veya sınırların
kalktığı öznelliği barındıran sabah akşam
birkaç kez dokunduğumuz estetik yanımız.
Ahşap kapılar üzerindeki lale figürünün
hilal şeklindeki kıvrımıyla kucakladığı kapı tokmaklarının
üzerindeki kilit ve köşelerine farklı
renkle düşülen kapı numaralarıyla başlayan
kader birliği! Sanatçı, tesadüf olarak düşündüğümüz
bir çok şeyi, aslında yaratış teorisindeki
yazgının kuşatmışlığını, nesneye yükleyen ezoterik
anlatıya dönüştürüyor.
Kim bilir farklı dönemlerin ve uygarlıkların
motiflerini taşıyan kapıların ardında yaşanan
aşkları, ihanetleri, aç veya toklukları, şiddeti,
sevgiyi ve gizemi… Hele bu kapılar göçlerin,
sürgünlerin, gurbetin bütün sis perdesi gibi
kapladığı Anadolu motiflerinin izleri ve formlarıyla
süslenmişse!
Sanatçı bütün bunları kurgulayarak renk
vurur tuvaline. Kropotkin’in sarkacında olduğu
gibi düşünür sanatçı, inişte olmamız çıkışa bir
göndermedir aynı zamanda.
Açıkgözün her çalışmasında ateşte pişen
uygarlıkların renk ve motiflerinin stilize formlarıyla
karşılaşırız. Hayat ağacının ömrümüzü
sorgulattığı yükselişine yaban keçilerinin ürkek
tırmanışları ayrı bir görsel haz katmakta.
Sanatçının terakotalarına, beyaz seramik
hamuruyla biçimlendirdiği Selçuklunun çift
başlı kartalı, Anadolu arslanı ve turnalar eşlik
eder. Lale ve karanfil motiflerinin özgün renklerinin
yanı başında tavus kuşlarının görkemli
büyüsüne kapılırız.
Eski zaman düşlerinden fışkıran mimari
yapılar üzerinden yaratıcıya ulaşacaklara yol
gösterircesine düştüğü ‘vav’lar, hat’tın plastik
sanatlardaki ‘teşbihi/ benzetmesi’dir.
Funda Açıkgöz ile tanıştığımda kaosun ortasında
sakin bir liman olduğunu anlamıştım
ta ki, sanattan söz açana kadar sürmüştü bu
dinginlik. Sonrası bir sanat masalının ortasında
tuvalde renge, ateşte pişen seramiğe dönüştüğüne
tanıklık etmek oldu.
58
Cemal TOPRAK
KIRIK MEVSİM
direnir bileklerin
sokaklarımızın bittiği yerde
adın alnımda çizgi
sıcaklığın tenimde
anlatsam hasretini
keskin kılıçlar kırılır
gözlerinin oylumunda değil
avuçlarım ışık halkasında
katmerlenir buğusu güneşin
sancılar ortasında
mevsim eşiğindeyim
ertelenmiş yazında
kırılır karanfil
uzansam saçlarına
Funda AÇIKGÖZ
59
ŞİİRİN JEANNE D’ARC’I:
EMİNE ERBAŞ
(OSMANAĞAOĞLU)
Uğur OLGAR
Değerli şair Emine Erbaş’ın üç kitabı birden
bugünlerde elimin altında. Şiirleri masaya
yatırdım, alıcı gözle okuyor, inceliyor, tadına
varmaya çalışıyorum. Birbirinden ilginç ve
güzel şiirleri okumakta zorlanıyorum, çünkü
okuma eylemim sürerken sık sık şiirlerde bir
şeyler oluyor; birden bir lale ya da gül fışkırıyor
gökyüzüne, orada sevdalı bir bulutun gözyaşlarını
siliyor. Bir de bakmışsın ki mutluluk bir kuş
misali gelip avuçlarına konuyor şairin. Sonra
bir orman yangınının içinde gövdenizden dışarı
fışkırmış elleriniz yaprak yaprak, dallarınız çiçeğe
durmuş buluveriyorsunuz kendinizi şiirle
bütünleşerek. Üstelik dokuz aylık hamilesiniz
ne dizelere, şiirlere…
Emine Erbaş, şairlerin yaşlanmadıklarını
kanıtlarcasına yazmış şiirlerini. Önemli olan şiirin
genç olması değil mi zaten? Yıllara meydan
okuyan Jeanne D’arc azizeliğinde elinde kılıç
gibi tuttuğu kalemiyle savaşmış edebiyat cephelerinde.
Ya da Aya Tekla gibi sanki bir edebiyat
bazilikasında yıllar yılı kapalı kalıp inzivaya
çekilerek iyi şiirin ses ve tınılarıyla, imgelerin
damak tatlarının peşinde koşmuş hep. Bazilikasından
dışarı çıktığı zamanlarda ise, kitaplarla,
dergilerle, etkinliklerle biriktirdiklerini
insanlarla paylaşmayı bilmiş bir şair.
Toplu şiirlerden oluşan “Korkuya Doğru
Yürüdüm”, Mart 2011’de Broy Yayınevi’nden
çıkmış. “Perizat Hanım Akasya”, “Denizin Kalbi”,
“Öpüyorum Sizi Parçalanmış Ağzınızdan”,
“İstanbul Annem”, “Aşk Lirikleri” kitaplarındaki
şiirlerden oluşmuş. Artshop şiir dizisi kapsamında
Nisan 2016’da 2. Baskısı yapılan “Aşk
Lirikleri” yukarıda sözünü ettiğim Toplu Şiirler
kitabından ayrı olarak elimin altında. Bir
de, Hayâl Yayınları tarafından Şubat 2019’da
ışık yüzü gören çiçeği burnunda “İnce Zamanlar”
adlı şiir kitabı var masada. Masam oldukça
varsıl diyebilirim. Şiir kelebekleri havalanıyor
masamdan tavana, oradan da odamın her yanına.
Açık olan bahar penceresinden dışarı uçup
güzel çiçeklere konuyorlar. Daha doğrusu; her
çiçek güzeldir, her çiçeğe konuyorlar, her çiçekten
her çiçeğe yaşam taşıyorlar habire.
“İnce Zamanlar” kitabı “Rüzgârın Su’ya
Söylediğidir” şiiriyle başlar. Şiirin ilk iki dizesi;
“Biz iki kişiyiz ya bu akşam, ne güzel biziz/
Ortada bir masa ve üstünde ellerimiz” derken,
odamdaki masaya yatırdığım kitaplardaki şiirlerin
üstünde gezinen ellerim geliyor usuma.
Şiirlerin üstünde gezinirken ellerim kâh yanıyor
cayır cayır, kâh bu yangına su sıkıyor görünmez
birisi. “Şimdi seninle biz/ Bir okyanus geçeceğiz
sevgilim” dizesi ise bir umut ve kararlılığı
dile getiriyor. Benim sevgilim de bana böyle
seslense, değil okyanusu, galaksileri, sonsuz
evrenleri aşarız birlikte. Şiirden aldığımız güçle,
çünkü insana en çok yaşama gücü veren, onu
60
dimdik ayakta tutan şeydir şiir. Şiir, okyanuslardan
ve galaksilerden geniştir. Evrenin en
ücra köşesinden bile seslenip çağırsa şiir, koşa
koşa giderim yıldız tarihlerini biriktirip değiştirerek.
“Aşk Lirikleri” kitabında dikkatimi çeken
izleklerden bazıları; Aşk, ölüm, ölümsüzlük,
mevsimler, eller… Hele “Eller”, o denli önemli
ki, Gülpınar Dergisinin eski sayılarından birinde,
şiir ışıkları içinde yatmasını dilediğim Güzide
Gülpınar Taranoğlu’nun “Eller” diye bir yazısı
geldi usuma. Kalem tutmaktan, dua etmeye
kadar birçok şeyi ellerimizle yaptığımızdan ve
ellerimizin kutsal olduğundan söz ediyordu yazısında.
Emine Erbaş da kitabın 22. sayfasındaki
“Eller” adlı şiirinde “Ellerin incecik, ellerin sıcak/
Bir damla su, bir yanardağ ellerin/ Ellerini hiç
b kadar sevmemiştim” diye seslenerek, “Ellerin
öldürüyor beni/ Neden yanımda değilsin” diyor
şiirinin tam orta yerinde. “Ellerin sokak feneri/
Ellerin ayrılık/ Ellerin ölü sokağın teni// Ellerin
bu gün bu an/ Hiç korkmamıştım böylesine onlardan/
Ellerin yangın yeri/ kaçmalıyım/ Ellerin
sürgünüm/ Üzgünüm///” diye bitiriyor şiirini.
Ellerin yaratıcılığı imlediğinin, emeği betimlediğinin,
belki de en şiirsel uzvumuz olduğunun da
ayırdında şair.
Şair Emine Erbaş’ın şiir anlayışını ana çizgilerle
irdelersek; şiirde izlediği güzergâhın insan,
doğa, bilinç, şiir doğrultusunda olduğunu,
şiirdeki nesnenin değil, nesnedeki şiirin peşinde
koştuğunu, doğayı değil, doğayı nesneleştiren
şiiri yazma ereğinde olduğunu, lirik ve
romantik bir şiirin izini sürdüğünü, dolayısıyla
da üst gerçekçi modernist bir şiire yakın sularda
kulaç attığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun
şiir yolunda imge, eğretileme ve düzdeğişmece
mutlaka üstünde yürünmesi gereken kaldırım
taşlarındandır. Ayrıca şair, şiirsel dile de çok
önem vermekte, kendi şiir dilini oluşturma çabası
içinde okurda şiirsel bir damak tadı bırakmakta,
okura dizelerden bazı sözcükleri atmak
ya da eklemek isteği vermemektedir.
Emine Erbaş, çok nitelikli ve özgün şiirlere
imza atmış olmasına karşın, hayatta olup da
şiirlerinin kadri bilinmemiş, değeri fazla anlaşılamamış
şairlerimizden biridir. Bu ise şiir ve
edebiyatımızın sorunlarından biridir. ‘Şıracının
şahidi bozacı’ deyimini doğrularcasına herkes
birbirini kollamakta, dar kadro zihniyetçiliği,
dergi ile ödül milliyetçiliği ve tutuculuğu içerisinde
adeta ‘al gülüm ver gülüm’ oyunu oynanmakta,
değerli birçok şair ve yazar göz ardı
edilmekte, görülmek istenmemektedir.
Şairin “İnce Zamanlar” kitabındaki “İstanbul
Açık Kent” şiirindeki, içinde yine “eller” olan
şu dizelerin güzelliğine bakın tanrı aşkına:
“Gel komşum ol. Umudum, rengim / Zaman
amansız bir koşu, birlikte baş edelim/
Ellerim ol/ başım, gözüm, gökyüzüm// Namussuz
bir akşam bu/ Açık alanlara dokunma,
koru/ Dokunulmazlara dokunma demiştim//
Gramofona bir Dede Efendi koyuver/ Akşamın
sessiz gürültüsünde/ Cennetin kayboluşunu izleyelim/
Münevver…///”
Emine Erbaş’lar başımızdan hiç eksilmesin.
Onun gibi yaşayan ve yaşatan anıtlar kıblemiz
olsun…
61
Ezgi ASLAN
ELLER EN FAZLA İNANMAYI ANLATIR
eller en fazla inanmayı anlatır
akşamın sefalığında
görülen değil, bakılan pencere arkalarında
bir sesli su
gökyüzü’ ne gün toplatıyor
dolup dolup taşıyor
yüzümün ırmağına
sesim ile yer arasını
unutuyorum
yüz’de kurumayan iklimin sîmâsında
sızan her şey, saydam olana dökülüyor
akışında dinleniyorbütünlenen
anlam
eğilip
zamanı yumuşatmak için
dilim
hakikât
duru
sudan
o
keskin
tuz
tadına
söyleyeceklerim karışıyor
gölgeli susku(n)luğun baş kısmında
kıyının hikâyesini içime çekiyorum
sökülen günlerin karşısına
(rüzgar ile kuruyan ellerimi
numed’in dallarına bağlıyorum)
inliyorum
Funda AÇIKGÖZ
nefesimi yasladığım mavilikteki uyanacağım yere
sabahı dikiyorum!
62
ÖLÜ BİR ŞAİRE
SIZLAMALARDAN SIZINTILAR
Neval SAVAK
“Kuşlardan alıyorum haberleri. Eteklerini toplayan bir kadının
gelişi gibi bahar. Ne garip, her şey ne tuhaf!... Ansızın beliriveren
rüzgâr gibi içimi boğan karamsarlık bir yumru gibi gelip oturuyor
göğsüme.”
“Sokakların ökçe sesinde bulabilirsin ancak
beni / veya ölülerin kollarında upuzun /
hınk demeden yerlere serilmiş bir sonbahar
halinde.”
Sokağın köşesindeki dürümcünün kepenk
şakırtılarıyla inliyor bir anda sabah. Hırçın bir
dargınlık yayılıyor etrafa. Tuhafiyecinin kapının
önüne koyduğu paspasta uyumakta olan
köpek, usulca başını kaldırıp meraklı gözlerle
gürültünün geldiği yöne doğru bakıyor. Sonra
yine, paspasa uzattığı patilerinin üzerine başını
usulca eğiyor. Aç kediler, çöp tenekelerine doğru
birer ikişer ilerliyor. Gün, bir öncekinin aynısı,
beni aynı saatte uyandıran his de öyle.
Perdeleri kafama kadar çekiyorum. Karanlık
biraz daha karanlık olmalıydı ki anlamını
bulsun. Boğazıma kadar işsizim. Eskiden sabaha
uyanmanın bir anlamı vardı benim için.
Şimdi, ne sabahın ne gelen mevsimin... “Kökeninde
aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan
hiçbir “yeni” hayat görmedim şimdiye kadar.
Her insanın zaman içinde ilerleyip bunaltılı bir
geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme
niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla
karşılaşıp kendi içine düştüğünü
gördüm...” Emil Michel Cioran’a katılmamak
mümkün değil. Bu bunaltıcı, aldatıcı, bu boğucu
yaşamlar, deneyimler zaman zaman çürümenin
başlangıcı gibi gözükse de bazen bir yıldız
gibi karanlıkta parlamasına sebep olabiliyor
bazı insanların. Yorgunluk yüzyıllık miras gibi
bazen de. Son zamanlarda neyi sevsen, kime
el atsan elinde çürüyor. Bu yıkımdan, büyüleyici
derecede sanatla yıkanarak çıkabilmek de
mümkün. Yazmak, yazabilmek bu çağda, ellerini
cehenneme sokup çıkarmaya benziyor. Yanıyorsun,
kemiklerinin sızısında, titreşimlerle
dökülüyor sözcükler.
Kuşlardan alıyorum haberleri. Eteklerini
toplayan bir kadının gelişi gibi bahar. Ne garip,
her şey ne tuhaf!... Ansızın beliriveren rüzgâr
63
gibi içimi boğan karamsarlık bir yumru gibi
gelip oturuyor göğsüme. Belki de geriye hiçbir
şey kalmamalı bizden. Çünkü, seni benimle tanıştıran
“Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak” adlı
kitabını masamın köşesinde, elimin uzanabileceği
yerde tutuyorum. Bir şairden geriye acı
kalmamalı diyorum. Öldürüldüğünü düşündükçe;
daralıyorum sabahlardan biraz da. Öleceğim
sabahı düşünüyorum devamlı, biraz da kendi
ölümümü planlar buluyorum hep bu sıralar.
Kendi cenaze törenini düzenlemek ne kadar
trajikse bir o kadar da neşeli bir hâl alıveriyor
ansızın, anlayamazsın. Herkesin gelmesini,
bazen de hiç kimsenin gelmemesini istiyorum.
Belediye alsın bu işe yaramaz bedeni, götürüp
atıversin kimsesizler mezarlığına. Böyle istiyorum
evet...
Bilirsin, geçtiğin zorlu yaşamın basamaklarını...
Her şeyi bilirken hiçbir şeyi bilememenin
noktasındayım. Karanlık o günden bir
miras gibi kaldı bana bu durum. Bir anda kırk
iki yılım karanlığa gömüldü. Yaşayan bir ceset
gibi dolaşıyorum bu günlerde. Hatırlamak istiyorum...
Hatırlamak istemiyorum! Gürültülü
bir kavganın kalanısın bana. Şimdi o kavganın
adına ne dersen de. İçindeyiz yaşıyor muyuz
delirircesine bilemiyorum. Sonsuz cehenneme
benzer günler birbirinin tekrarında. Şimdi,
dilimde parlıyor geceden kalmış bir şarkı.
İnsan nasıl yaşıyor kendi ölümünü beklerken?
Çürümek işte bu! Her gün yeni değil her gün
bugün ölecek miyim diye uyanmak! Korkuyorum!
Artık korkuyorum uyanmaktan. Geceden
bir tüy gibi düştüğüm yatağımda öylece kalmak
istiyorum. Öylece asırlarca...
“İyi ki yazmak var. İçinden taşan tüm karamsarlığı dökmek ve
yeniden yaşama sevinci var. Bu hem yazarken hem de tesadüfen
adını duymadığın birinin kitabını okurken daha da çoğalıyor. Yazmak
ve okumak ne kadar ikiz...”
Dört beş yıldır, içimde böyle konuşan birini
taşıyorum. Bilsen ne ağır böyle birini taşımak.
Benden sonrası da acı... Başka ne bırakabilirim
ki kendi gerçekliğimden geriye. Acıyla harmanlanıyor
bizim günlerimiz. Mutlu olmak artık
anlık bir mesele. Bir gülüp on ağlamak gibi yaşamak.
Her şeyim ve bir an geliyor hiçbir şey.
Sen, içinde yarınlara umutlar uçuran, avuçlarında
aydınlığı taşıyan şair, diyorsun ki; “Ekmek
kavgasında ölünür mü bilmiyordum.” ölünüyor
hem de nasıl... Bazen kanın sokaklara akarak,
bazen de ağır ağır çalışırken... Milyonlar var
belki bunu yaşayan; ama kimse benim kadar
bunun ıstırabını kanına kazıyamaz diyorum, hiç
kimse! Yetmiş yaşında bir kadının ellerini taşıyorum.
Bazen canım sıkılıyor, o ellere bakınca.
Ne çok kalem tutmuşluğu vardı; oysa ne çok
daktilosunun tuşlarına dokunmuşluğu... Her
şey şimdi hafızasını kaybeden zaman gibi dönüyor
etrafımda.
Giderek zorlaşan bir sanatın göbeğinde
zaman. Ya bizdensin ya da silinmeyi hak edenler
tavrıyla çizginin ortasında durabilen insanlar
var. Bizdensin tavrına dönmüyorum asla
yüz vermiyorum. “Şiirin öncelikle bir duygu işi
olduğunu unutuyorsunuz.” demiş Voltaire. Bir
hesap kitap işi değil de, yaşamı gözledikten
sonra içinde biriktirdiğin duyguları dökmekti
aslında şiir. Şiirdeki duygu, eskiyen bir eşya
gibi çoktan tozlu raflarda yerini almış. Ben benden
taraf oluyorum duygudan yana her zaman
kendi gölgemin çizgisinde. Ellerim durmadan
yazıyor bir şeyler; fakat ne işe yaradıklarını ve
yarayacaklarını aklım bir türlü kestiremiyor.
Gökyüzüne bakıyorum yazarken. Bir boşluğa
durmadan yazmak nedir bilir misin? Siyah bir
noktanın içinde silik bir beyazım işte. Tüm kavga,
kirlenmemek adına. Ne ekmek, ekmek gibi
kokuyor ne de deniz, deniz gibi!
64
“Gülmeyi, umut etmeyi unutur mu insan?”
deme sakın. İçimde saklıyorum dizeni; “Bir durumun
geçici simgesidir yaşamak, ışıl ışıl günlere
erişeceğiz.”Umut işte ne bileyim insanın
büyümeyen yanında saklanması gibi bir şey. Ne
tuhaf, karamsarlıkla dolu bir bedende yine de
barınabilmesi... Belki de yarına bu olguyla erişebiliyoruz.
“Her şey geçer. Sarsılmaz sanat./ Bir tek o
sonsuzdur. / Tanrılar bile ölür. / Ama yüce dizeler
/ Tunçtan daha güçlü.” T.Gautier’in ifadesiyle
belki de, bu çağı ittikleri çirkin çukurda, şiir, en
vazgeçilmez güç oluyor insan yaşamında. Özellikle
şairlerin yaşamında tutunabileceği yegâne
dal.
Biraz okumak biraz daha... Geçmişini bilmeyen
yeni bir gelecek oluşturamaz çünkü. Temelleri
neyin üzerine kurduğumuzu iyi bilmeliyiz,
geçmişten bize bırakılanı, ama acıyla, ama
umutla saklayıp yeşertmeliyiz. Kırılgan yanım
direnç gösteriyor çoğu zaman. Hele de biraz
önce bir roman kapı çalmışken. Tutunuyorum.
İyi ki yazmak var. İçinden taşan tüm karamsarlığı
dökmek ve yeniden yaşama sevinci var. Bu
hem yazarken hem de tesadüfen adını duymadığın
birinin kitabını okurken daha da çoğalıyor.
Yazmak ve okumak ne kadar ikiz... Her gün
insanın kendinden uzaklaşarak yürüdüğü çağ
bu. Sızlıyor kanım. Yaşamdan haince koparılıp
alınışını unutmayacağım. Masumiyetin Kanatlarını
erkenden kesip attı insanoğlu.
“Mutlaka ayırdedeceğim beni götürecek
sancıyı.” Neler keşfetmez ki gençler senden geriye
kalan şiirlerinde. İnsan hiç elini sıkmadığı,
tanımadığı insanı da uzakları da severmiş anladım
bir defa daha. İkindi kuşları telaş içinde.
Kalkıp çay koymalıyım sıcak ekmek kokusunun
yanına. Beni umutlu yarınlara hazırlamak için
gelen romanıma başlamalıyım. Bir sözcük dokunur
insana sonra bir yerlerde yeşerir de kitap
olarak döner sana. İşte böyle... Seninle tanıştığım
anda sana yazdığım dizelerle şimdilik son
veriyorum bu içlidökülüşerime.
“senden sonra dürülmüş yıldızlar çağındayız
duruyorsun geçmişin yapraklarında beyaz
haziran nehirlerince gri
gümüş aynaların ışıltısında toplanan bin
acıyla
bir boşluğun kararı
gibi havada asılı suret bu
yüz kurşun şarjöründe kankırmızı.”
Okumalar
* Emil Michel Cioran - Çürümenin Kitabı
* Bedrettin Cömert - Kalmasın Ellerim Sizlerden Uzak
65
Hüseyin ÇEVİK
Funda AÇIKGÖZ
İNANMAK
dedim, duman alevden
sıcaktır, desem sana
dedi, elim var benim
ben ona inanırım
dedim,demir pamuktan
hafiftir, desem sana
dedi, belim var benim
ben ona inanırım
dedim, biber şekerden
tatlıdır, desem sana
dedi, dilim var benim
ben ona inanırım
dedim, akıl nakilden
üstündür, desem sana
dedi, yolum var benim
ben ona inanırım
66
ESKİ DOST
Beyza OKUMUŞ
Öykü
Kâbuslarımı resmeden bir dostum vardı
eskiden. Pırıl pırıl zekâsı ve keskin bir kalemi
vardı. Ben ağlayarak anlattıkça yüzüne yeni
şeyler keşfeden bir çocuğun ışığı inerdi. Ne
gördümse tüm detaylarıyla tasvir etmemi ister,
kâğıdı kalemi önüne çekerek saatlerce çizimler
yapardı. Son rüyamda hamileyim, bir dilek
ağacının altına gidiyorum. Karnımı bir bıçakla
yarıp bebeğin kordonunu ağacın dalına bağlıyorum.
İçime yerleşen o dehşet duygusunu
anlatabilmem mümkün değil. Arkadaş gülümsüyor,
oysa ben delirdiğimi düşünüyorum. “Bu
bir hastalık değil.” diyor bana, sırtımı sıvazlıyor.
“Bu yaratıcılıktır.” diyor, bilinçaltımı serbest bırakmam
gerektiğini söylüyor. Bir korku alışverişi
sürüp gidiyor aramızda. Ve bu beni kaygılandırıyor
en başta.
“Başına ne oldu?” diye soruyor bana. Gözüm
uzaklara dalıyor ister istemez. Duvara
vurup beynimi parçalamak istediğimi biliyor
gibiydi. Elleri dikişlerimde geziyor bir süre.
“Ama sana ayrı bir hava katmış.” diyor gülümseyerek.
Kaç tane?” diye soruyor. “On.” diyorum
mahcup bir ifadeyle. Bana öyle bir bakıyor
ki kendimi kahraman gibi hissediyorum o an.
İlk defa kel oluşumu ve kafamdaki dikiş izlerini
önemsemiyorum. Yaralarım yara olmaktan çıkıyor,
şeref madalyasına dönüşüyor.
Sormadan anlatmaya başlıyor, “Ben iflah
olmaz bir alkoliğim.” diyor. “Peki, senin neyin
var?” “Hiç.” diyorum omuz silkerek. “Mesele
hiçlik meselesi. Mazoşizmin kıyılarında gezip,
boğulurken bile deniz manzarasına bakarak
sigara yakma isteği. Anlatsam anlayacak mısın?”
diyorum küçümser bir edayla. “Senin ıstırabın
kibir kokuyor.” diyor. Acı çekerken bile
havalı olmayı nasıl başardığımı merak ediyor.
İkimizin de kafası karışıyor birbirimizden, o
günden sonra doktorlar birbirimize zarar verdiğimize
kanaat getiriyor ve aynı anda bahçeye
çıkmamıza yasak getiriyor.
Doktor, asistanları ile odama giriyor. Nasıl
olduğumu soruyorlar. Ben de arkadaşımla
beni aynı bahçeye salmadıkları sürece ağzımdan
laf alamayacaklarını söylüyorum. İzin
veriyorlar. Uzun zaman sonra ilk defa rujumu
sürüyor ve koşar adım iniyorum merdivenlerden.
“Ben de seni bekliyordum.” diyor. Kimse
beni beklememişti oysaki. Çünkü kimsenin
sabrı kalmamış artık, insanın kendini beklerken
dahi duyduğu o yorgunluk varken. İçten
içe mutlu oluyorum.. “Dünden bana ne getirdin?”
diye soruyor. Başlıyorum anlatmaya…
“Yarım saatimiz var.” diyor. Bahçe izni kısıtlı
olduğundan hızlı hızlı bir şeyler karalamaya
çalışıyor. Ne çizdiğine bakmak istiyorum lakin
göstermiyor. “Zamanı gelince göreceksin” diyor.
İyice meraklanmaya başlıyorum.
Ertesi sabah tekrar bahçeye iniyorum. Biz
sürekli olarak aynı saatte aynı banka otururuz.
Ne kadar süre o bankta oturdum bilmiyorum.
Koğuşuna gitsem beni almazlar ki içeri. Merak
içindeyim. İçimde bir sıkıntı… Rüyamda cansız
bedenini gördüm dün akşam. Nasıl anlatılır ki
bu? Tam o esnada alt koğuşta bir hareketlenme
başlıyor, insanlar panik halinde. Anlam veremiyorum.
Kalbimin sıkıştığını hissediyorum. Yatıp
uyumalıyım diyorum yukarı çıkıp. Sonra içime
bir kurt düşüyor. Alt koğuşta neler olduğunu
soruyorum. Uğur, hemşirelerden istediği çarşaflarla
kendini asmış meğer. Elime bir tomar
kâğıt tutuşturuyorlar. Bir köşeye oturup incelemeye
başlıyorum. Kâbuslarım tüm detaylarıyla
kâğıda işlenmiş, vücut bulmuş. Ve en alt resimde
ise beni bankta otururken çizmiş göğsümde
kendi fotoğrafıyla… Altında da bir not ;
“Gerçekleşmek için vardır rüyalar.”
67
Fatma ARAS
KUŞLARIN GÖĞÜ, GÜLÜN TOPRAĞI
Yakıcı sorular ki dolanıyor aklımda!
Yeşil sarıya dönerken renkler çığlık atar mı?
mevsimler, sevgili, sessiz kalp atışında
siyah, beyaz arası bir yaşam çizgisi mi?
bu tanrının yok saydığı yazgıdır
karanlıkta aşk aradık, durmadan
su gücü de korkutuyor camlarda
Dikey, yatay gölgeler sonsuzluk sınırında
Biz çok gördük hıçkıran kalemleri, ağlayan mektupları
olgun diye ham biçilen ekinleri, biz gördük
göletler deniz sanmış kendini
ısırgan otu dalamış suları
geçip gider üstümüzden bu arsız gök gürültüsü
kadehleri değdiririz gülüşlerin ucuna
İşte
kuşlar göğe, gül toprağa sevdalı, ama
acılar kısalmıyor
gece koynuna çekilmiş eşikte kedi yavrusu.
Funda AÇIKGÖZ
68
Deniz Dağdelen DÜZGÜN
TABULARIN DEMİR SORGUSU
uyandırılır mı bu saatte
kimsin
nerelisin
yok memleketim
kimliğime bakma aldanmak sana yakışmaz
beni izmir diye bir tarih annesinin
memesinden emzirmişler
nasıl var olduğunu unuttun mu
ya ömrün ne olduğunu
çoğu senin marifetin
ve biraz da
annemle babamın şehvetli emrivakisi
ömür
demirden bulutun heybemdeki çisentisi
ve ben
demirci ustası değilim
demirci ustalarını neden sevmezsin
trenlerin altında uğuldardı
raylar ve çakıl taşları
çakıl taşları :
rayların elle tutulur ak çığlığıdır
ağır gözyaşları döktü demirciler
o beyaz çığlıklara
ellerini sildiler
ve o ellerle ağır demirler döktü demirciler
trenlere
rayları uğuldatmak için
ömür heybende demir yükse
hiç mi sevmedin yaşamayı
bu yaşam ki tanrım
üstelik demirci ustalarının trenlerinde
terk etmek istemediğim tek sürgün yeri
benden ne istersin
bir sonu var duvarı çivilere çakmanın
beyhude yorulmanın
sivri bir sonu var
sen de bilirsin ya
karanlıkta can veremem
ülkem yeterince öldürmüyor
pas tutma vakti geldiğinde demirin
mavi bir gezegen sür gözlerime
69
Yasin UYSAL
ÜÇ EYLEM
(KESMEK BEKLEMEK ALDANMAK)
Tutup da uzamış bir günü kesiyorum
Yıldızlar gibi uzaklaşıyordum başka başka ömürlerden
Dayanamadım kestim günü
Yeniden filizlenecek günleri bekliyorum
Başka başka ömürlere kendimi sığdırıp
Bir toz zerresi oluncaya kadar bekleyeceğim
Yanılgılar tutacak beni, beklememi kesecek
Resimler solup bitecek, arkası renk
Renk olan bir kelime çizilecek
Defterler sayfası kadarımca yaşayacağım
Şöyle ki yine uzak yine yalnız
Bakmış olduklarım, bakılası değilmişler
Aldan aldan bitmedi, hani uzaktı şu ömürler
Her keresinde yanlışım öyle çok
Öyle gün ortasında ki
Gülümsemeler bile hüznünü açıyor yüzümde
Susmuş bir duvarın tam karşısında
Kesmişim beklemişim aldanmışım
Ah nasıl da insanmışım! Ben
Günü geceye sürüp öyle kendime katıyorum düşünceyi.
Funda AÇIKGÖZ
70
Muhammed YAKUBİ
HAYİDE
ben ki yalnızlığı dağılmış bir ırmağı(n) değişken derinliğinde yonttum
karanlıklar karışırdı saçlarımın arasına ikindi vakitleri
alnımın şafağı(n)/da uçuşan ikiz merdivenler
ve ikimiz; evet ikimiz
rengi sönmüş ve ışığı kaymış; buğulu ve karanlık: yıldızları cilalardık
elin elim’in üstünde
bir acemiye zımpara tutmasını öğretircesine
evet ikimiz
sonra tarihî kalıntısız bir babil’de mütemadiyen kanardı asma bahçeleri
güllerden
ve bülbüllerden
dikenlere soyunurdu gölgeler
halbuki ben
yani evet ikimiz
artık dünyaya b(ır)akıyoruz
korku(yu)
ümid(i)
ve sevmeye layık
ne varsa veya yoksa
zira gordion düğümünün yaftasına asmışız kendimizi
yazık serzenişler(le)
keskin bir kılıç gibi yar(ıl)mış
alnımızın ortasıdan yazgımız(ı)
ve lanetlenmiş kelimelerini taşlamışız yarım yamalak cümlelerin
ki şu bizim ırmağın üstünde ayaklanmaya kalkan çocuksu sesimiz
rüzgârsız bir sessizlikle kesilmiş
yapay dağların dar ağaçları arasında
71
Hayal Dergisi 2019 Abonelik Formu
Soyad: .......................................................
Ad: .............................................................
T. C. Kimlik No:.........................................
Adres: ..........................................................................................................................
......................................................................................................................................
İlçe / Semt: .................................. Posta Kodu: ................... İl: ................................
Tel: ..................................... Faks: ................................E Posta: ...............................
Abonelik Süresi:
1 Yıl
Hayal Yayıncılık
İŞBANKASI
ÇARŞI KADIKÖY ŞUBESİ İSTANBUL
Iban No:
TR 02 0006 4000 0011 1871 4837 32
Telefon: (0216) 700 28 36
Faks: (0216) 700 28 37
E Posta: hayald@gmail.com
E Posta: bilgi@hayalyayinlari.com
E Posta: hayal_dergisi@yahoo.com
72
Abonelik Ücreti:
1 Yıl: 70 TL.
Abonelik için yukarıda belirtilen banka ya da posta hesap numaralarına abonelik
bedeli yatırıldıktan sonra, form doldurulurak dekontla birlikte aşağıdaki adrese
gönderilmelidir.
(Bir yıllık abonelik dört sayıdır.)
Caferağa Mah. Miralay Nazım Sok.
No: 30 Daire: 3
Kadıköy - İstanbul
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -