Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
HAZİRAN
2020
SAYI : 3
Yayın Kurulu
Hasan Çelikkol
Ömer Çelikkol
Fazıl Alasya
Tasarım ve Uygulama
Ömer Çelikkol
Kapak Resmi
Mehmet Boztaş
Dergide yayınlanan yazılı ve görsel eserlerin sorumluluğu sanatçılara aittir.
Değerli dostlar,
“Keşke bir şiir okumuş
Bir kedi sevmiş olsaydınız.
Belki bu kadar kirletmezdiniz dünyayı…”
Kim bilir hangi duygularda yazmıştı Turgut
Uyar bu dizelerini?
Derler ki her yazar eserlerinde kendini anlatırmış.
Kim bilir biz de kendimizden neler kattık
yazdıklarımızla?
Geçen sayılarda olduğu gibi sayfalarımızda,
deneme, şiir, öykü, fotoğraf, resim ve karikatür var.
Yayla Boztaş, Banu İmer ve Hasan Çelikkol öyküleriyle,
Batucan Emre ve Ömer Çelikkol şiiriyle konuk
bu sayımızda. Bir anıyla usta bir ressam resimleriyle
tanıtılıyor bize. Belgin Usanmaz Egeli “Değişimim
Bilincinde Olmak”, Fazıl Alasya, “Kapatmayın Kapılarınızı”
denemeleriyle katkıda bulundular. Mehmet
Boztaş’tan siyah beyaz bir fotoğraf, Mehmet
Selçuk’tan da karikatür yer aldı.
İÇERİK
Belgin Usanmaz Egeli
Yayla Boztaş
Fazıl Alasya
Hasan Çelikkol
Mehmet Selçuk
Batucan Emre
Banu İmer
Deneme
Değişimin Bilincinde Olmak
Öykü
Şermin Hanım’ın Berjeri
Deneme
Kapatmayın Kapılarınızı
Öykü
Sonra Yağmur Yağdı
Karikatür
Şiir
Kanatlarım’dan
Öykü
Tesadüf
Edebiyat güzeldir. Hele bu koronalı günlerde…
Hasan Çelikkol
Bir Anı Bir Portre
Bütün Renkler Güzeldir - Mehmet Boztaş
Sağlıklı ve iyi bir ay geçirmeniz dileğiyle
şimdilik hoşça kalın.
Saygı ve sevgilerimizle
Düş ve Mitos
Yazılarınızı dusvemitos@gmail.com adresine
Word dosyası halinde gönderebilirsiniz.
Mehmet Boztaş
Ömer Çelikkol
Fotoğraf
Şiir
Sakın Uyuma Bu Saatte
BELGiN USANMAZ EGELi
DEĞİŞİMİN BİLİNCİNDE OLMAK
DENEME
Bir durumu değiştirmek
için önce derinliklerde gömülü
olan düşünce kalıplarımızın farkında
olmalıyız. Bulunduğumuz
ortamdan yakınarak, farklı bir şeylerin
bizde olmasına ihtiyaç duyarız
bazen ya da farklı arayışlarda
kendimiz bulmak isteriz. Her zaman
severek yaptığımız şeylerin
artık bizi bunalttığını ve sıktığını
düşünmeye başlarız, bir şeylerin
büyüsü bozulmuştur artık, hiçbir
şey heyecanlandırmaz olmuştur
içimizdeki gizi. Bu düşüncelerin
kaynamaya başladığı zamanlarda
bir şeyler bizi değişimlere sürekler.
Tam bu esnada; değişim süreci;
oturduğumuz yerden bir parça
kımıldamamız ve hatta ayağa kalkıp,
ufak bir adım atma gayretini
göstermemizi ister. Bu sürece gayretlerimiz,
cesaret, kendinize olan
güven duyguları, inanç ve gelecek
adına olumlu düşünceler katarak
içimizdeki enerjinin dışarı çıkması
yönünde hareketlenmeye başlar.
Hareketlenmeye başlayan
aslında “Hayatı farkında olarak
yaşamak” isteğidir. Değişime girecek
kişiler; mevcut durum ve koşullarını
değerlendirerek, sorumluluk
taşıyan benliğini içindeki sese
kulak vererek, biriken enerjisini
yüzeye çıkarması yönünde anlam
kazandırmaya çabalarlar.
Değişim karar verildiği andan
itibaren kişiler bir anda olumsuz
düşüncelerinin ön plana çıktıklarını
fark etmeye başlarlar.
Burada olumlu düşünceler
olumsuz düşüncelere kişinin içinde
bulunduğu çıkmazdan kurtulması
için bir meydan savaşı açmış
olduğundan bahsedebiliriz. Değişim;
kendisini kolay kabul ettiren
bir olgu değildir. Yılların sorumluluğunu
üzerinde taşır ve taşıdığı bu
yükün hafiflemesi onu boşluklara
sürükleyebileceğinden hep endişe
uyandırır.
Değişim sürecinin bu aşaması
atlatılması zor ve kişilerde
gel - gitlerin yaşandığı bir dönemi
kapsamaktadır. Kişi değişimin
daha ilk başında içinde bulunduğu
çıkmazları mevcut durumunun bozulacağına
olan inancıyla red bile
edebilir. Aslında durumum o kadar
da kötü sayılmaz, ufak bir tatil belki
beni rahatlatır, bazı şeyleri belli
bir süre görmemezlikten gelebilirim,
şeklinde düşünüp, bazen bu
yaşadığı korkulu düşüncelere de
yenik düşebilir. Hatta değişime hazır
olmadığını, kimsenin sorunları
olduğunu düşünmelerini istemediğinden
hayata karşı kırılır ve imajına
zarar gelebileceğini düşünerek
olayları akışına bırakarak, birçok
zamanını bu düşünceler eşliğinde
kaybetme riskini göze alabilir.
Şöyle bir düşünelim insanlar
ne zamanlar ve hangi sıklıkla
yaşamları boyunca değişim arayışlarına
girerler ya da siz ne zaman
böyle bir durumla karşı karşıya
kaldınız?
Kısaca gelin bir anlık alışkanlıklarınızı
düşünelim, sizi siz
yapan değer yargılarınızı, davranışlarınızı,
sorumluluk ve üstlendiğiniz
rolleri... Şimdiye kadarıyla
olan olaylara ve ihtiyaçlarınıza hep
bildiğiniz ve denediğiniz, elde ettiğiniz
tecrübelerden çıkan sonuçlarla
cevap aradınız ve buldunuz
değil mi? Yani denenmiş kolay
yolu seçtiniz desek sanırım yalan
olmaz. Bu verdiğiniz cevaplar sizi
korkutmadı değil mi, çünkü sonuçları
hep belliydi, şimdi değişim
sonrasında sizden farklı yanıtlar
alsak, hani farklı yöntemler seçmenizi
istesek, biraz hayata karşı
kuralların dışına çıkmanızı ve yumuşamanızı
önersek bu durum sizi
ürkütür mü? Yani yöneticisi olduğunuz
şirketten sizi bugün alıp hiç
tanımadığınız bir kuruma, tanımadığınız
insanların çalıştığı bir ortama
yönetici yapsak rahatsızlık duyar
mısınız? Burada aslında net bir
yanıt vermeniz gerekiyor çünkü
değişim sizi bulunduğunuz ortamlardan
uzaklaştırıp hayatınıza yeni
bir yön verip, sizi rutin ve kalıplaşmış
hayatınızdan çıkarmayı amaçlayan
bir olgu olarak araştırılıyor.
Bu esnada kendinizi ispatlamak,
tekrar sağlıklı ilişkiler kurmak ve
işi tanımak belli bir yıldan sonra
çok kolay kabul edilebilir bir şey
değil, biliyorum ama insanın bazı
şeyleri hissetmeden yaşaması ve
hayatın belli bir kısmını anlamaya
çalışması denildiği kadar sözsel
bir şey değil, yaşanası gereken
bir şey, yani sanal değil, gerçek...
Değişim hayatın her döneminde
kişileri ayakta tutan düşünsel zincirlerle
birbirine bağlıdır ve hayata
gösterilen uyumla alakalıdır ve bütünseldir.
İhtiyaç olunduğunda bu
zincir çeşitlenmek ve güçlenmek
ister. Değişimi bu yönde bilinçlendirmeliyiz.
Kişiler hayatın belli dönemlerinde
ki bu kişiden kişiye
değişir içlerinde hep bir arayış hissederler,
ama bu arayışın ön plana
çıkması ve kendi üzerlerinde ve
çevrelerinde yaratacağı etkileşimlerden
hep korkarlar.
Değişim eskiyi olduğu gibi
yerinde bırakmak yeni bir şeylerden
zevk almak arayışını güçlendirip,
belki de hayatın farklı bir
ucundan tutmak isteğidir kim bilir?
Kaç yaşında hangi zaman
diliminde olunursa olunsun, “ Hayatınızla
ilgili olumlu düşünceler
içinde, varlığınızla size verilen
değerlerin bilincinde olmanız” gerekmektedir.
Bu özelliklere sahip
kişiler hayatın anlamını çözmeye
çalışırken ki hepimizin bir şekilde
amacı bu. yaşamdan tat alabilen
kişi olmanın mutluluğunu da yaşarlar.
İnsanoğlu içinde bir ses ve
enerji bileşimi ile dünyaya gözlerini
açar. Bu, ona hayatının belli
kademelerinde kendisi tarafından
keşfedilecek bir güç olarak Tanrı
tarafından verilen bir armağandır.
Yüzlerimiz ve ruh yapılarımız gibi
bu ses ve enerji hepimizde var olmakla
beraber farklıdır. Kişinin
ihtiyacı doğrultusunda kendisini
keşfettiren ses ve ona daima destek
olan ve kendini yenileyen enerji...
Bu iki olgu sizi siz yapan değerler
bütünüdür diğer insanlardan farklı
kılan, size ilham veren, sizin tutkularınızı
oluşturan. İçinizdeki sese
kulak verip, enerjinizi ve zamanınızı
kazanılmış yöne çevirmeyi
başarırsanız hayat ta size kendini
anlama fırsatı verir. Hayat en
umulmadık ve en çaresiz anda bile
vardır ve size kendini hissettirmek
adına bir çare taşır. İhtiyacınız olduğu
kadarıyla size kendini gösterir
ve size ışık tutar.
Kişiler kendilerine iyi davranarak,
kendini severek ve çevreye
gösterdiği uyumla eşdeğer değişimi
yaşayabilirler. Unutmayın
geçmişte olan oldu, şimdi yeni bir
an, kendinize ve sizin yaşamınıza
nasıl davranılmasını istiyorsanız
öyle davranın, korku ve cesaretsizliğinizi
değişim sürecinde ve hayata
uyum aşamasında cesarete ve
aşabileceğiniz ölçüde bir hedefe
dönüştürün. Kendinize değişimlere
ayak uydururken acımasız
davranmayın, yapıcı ve başarılı
olduğunuz güçlü yanlarınızın bir
yere yazın ve kendinize tekrar
edip altını çizin.
Unutmayın içinizdeki
ses kendini güvende hissetmiyorsa
sizinle konuşmaz, enerjiniz
boşa harcanıyorsa size belli
bir zaman sonra güç vermez.
İnsanlar doğar, büyür, gelişir ve
kendi başarı ve kabiliyeti ile belli
bir yere gelir, bu esnada çok
yollardan geçer, çok sularda boğulur,
çok düşer tekrar ayağa kalkar
ama tarifi çok zor yaralar da alır,
çıkmazlarda sıkışır ve duygu sellerinde
gözyaşları döker, mutlu olmak
ve iç huzuru bulmak için hep
bir şeyleri zorlar. Hayat insanoğluna
her daim ona doğruları gösterebilecek
bir ışık tutmuştur yeter ki
siz bu ışığı görmek isteyin, uzakta
da olsa onu varlığına inanın ve bir
gün sizi aydınlatacağını bilin. Kimilerine
göre yaşam belki de bu
göz ardı ettiğimiz küçük ayrıntılarda
yatıyordur kim bilebilir?
Değişim aslında ondan
kaçtığın ve onu kabul etmediğin
zaman gelip senin kapını zorlar,
aslında ona ihtiyacın olduğunda
sen onu bir şekilde davet edersin
hiç farkında olmadan. Geç olmadan
bu kararı vermek ve tek düze
hayattan uzaklaşıp, yeniliklerde
buluşmak hayatı farklı bir boyutta
sevimli kılarak ve yeni bir şeyler
tadarak anlam kazandırmaktır belki
de istediğin...
Bir gün nedenlerin
ve nasılların seni boğmaya
başladığı bir saba-
“İnsanlar doğar,
büyür, gelişir ve kendi
başarı ve kabiliyeti ile belli
bir yere gelir, bu esnada
çok yollardan geçer, çok
sularda boğulur, çok düşer
tekrar ayağa kalkar ama
tarifi çok zor yaralar da
alır, çıkmazlarda sıkışır ve
duygu sellerinde gözyaşları
döker, mutlu olmak ve iç
huzuru bulmak için hep bir
şeyleri zorlar.”
ha uyanırsın, içinde bir şeyler değişmeli
ve bugün diğer günlerden
farklı olmalı dersin. Bunu belki
aylar önce arkadaşların senin için
anlamlandırmış ve söylemişlerdir
artık kurtul bu rutin işlerden, kır
artık kabuğunu, bırak katı ve kuralcı
olmayı aslında yabancı değildir
sabah sabah içinden gelen bu
ses, haykıran ve seni uyandıran bu
sabah belki de içindeki sese veren
enerjinin artık dışarı çıkma isteğidir
yaşadıkların, bilemezsin.
Herkes için doğru bir zaman vardır
ve o kendini sırası geldiğinde
mutlaka size hissettirir, ona karşı
koymak seni geriye çeker, enerjini
bitirir, sana hayata karşı zaman
kaybettirir.
Eski düşünceler, olumsuz yaşananlar
zihninizi anlık kontrol altına
alabilir, buna müsaade etmeyin.
Zaman kaybettirecek düşüncelerin
ön plana çıkması bu dönemde çok
başarılı bir rol oynar, insanoğlu gelecekte
henüz belirsizlik olduğunu
düşündüğü zaman değişimden
korkup, kontrolünü yitirebilir bu
duruma sık rastlanır.
Hayatla barışık olmak, kendinize
güvenmek, hayatın yaşanası ve
olumlu tarafından bakmak kabiliyetinde
olmak tamamen sizin elinizde,
bu kişilerle sonradan kazanılacak,
büyümekle elde edilecek
bir şey değil, yaşamın içinden çıkan
hayat notlarından oluşan, sizinle
bütünleşen bireysel düşüncelerdir
onlar. Kişiden kişiye, bakış
açısından, zamana, yaşa, hissettiklerinize,
duyarlı olduğunuz konulara
ve inançlara, enerjinize göre
değişiklik gösterir.
Geçmişte yaşananların sizi üzmesine,
sizi yarı yolda bırakmasına
izin vermeyin. Bilakis geçmişi,
bugünlere ışık tutan bir gelecek
unsuru olarak görün ve “o günler
olmasaydı bu günler olmazdı” deyin.
Kişiler bu görüş ve düşüncelere
hakim olduğu sürece değişimin
olumsuz serpintilerinden az etkilenir
ve çabuk yol alırlar. Dikkatinizi
ve enerjinizi sizi mutlu edecek,
hayatınızı oluşturacak hedef ve
hayallerinize harcayınız. Kendinizi
mümkün olduğunca değişim sürecinde
onaylayınız. İyi gittiğinizi
düşününüz, yeri geldiğinde kendinizi
beğeniniz ve övünüz. Olabilecek
her türlü olumlu olumsuz konuyu
tebessümle karşılayınız. Az
yara alarak olayları atlatmaya çalışınız,
her hareket ve davranışınızın
değişim sürecinde size yararlı ve
farklılık sağlayacağını düşününüz.
Gel şimdi içinde bulunduğun duruma
yeni bir sayfa aç, yaz kendinde
güçlü ve zayıf gelen yanları,
özgür ve korkusuz ol kendine,
içindeki sese kulak ver senin için
dediklerini tanımlandır. Artık ne
zaman kaybet ne de eski düşüncelere
boğulup kendini mahkûm
et. Kişilerin kendinde değişime
uğrayacağı güçlü ve zayıf yönlerini
listelemesi yarı yarıya değişim
sürecine tamamlaması yönündedir.
Çünkü liste, mevcutların yeterliliği
ve yeter dışında kalacakların tespiti
ile uygulanması yönünde kolaylık
sağlar. Kişinin kendi kendini
tanıması ve özelliklerinin farkında
olması yaşamı anlamlı ve kolay
kılar. Değişim sürecinde yolunuza
çok engel çıkacaktır. Unutmayın
çocuklar ilk düşüşlerinde yürümekten
vazgeçselerdi hayat boyu
yürüyemezlerdi.
İnsanoğlu için konu ne olursa olsun
öğrenme süresi daima aynıdır.
Öğrenme ve değişme isteği bir
şeyi yapabilme adına başlangıç
için yeterlidir. Kendinize sık sık
“isteklerimi yapıyorum, elimden
gelenin en iyisi bu, bu imkânlar
bana su anda yeterli gibi” kendinizi
destekleyici cümleler bulun.
Hayat, katı olmayı gerektirecek,
kalıpların dışına çıkmanıza izin
vermeyecek, kendinizi sürekli
yıpratmanıza izin verecek kıvamda
değildir. Değişimleri yaşarken
bile yeni değişimlere hazırlıklı
olun. İnsanoğlu bu anlatılanlar ve
yaşananların yanında hayat içinde
deneme yanılma yoluyla kendine
bir yol çizmeyi amaç edinmiştir.
Dinler, okur, araştırır, kuralları uygular
ama hepsinde mutlaka kendi
kişisel özelliklerini öğrendiklerine
uygulayarak bir sonuç çıkartabilir.
Hiç kimse acının ne olduğunu
bilmeden tatlıdan anlamaz, aşkı
kalbinde taşımadan sevmek nedir
bilemez, bir resme bakıp ağlamadıkça,
kaybetmedikçe yalnızlık
nedir bilemez. Kısaca yenilikler
yaşamı değerli kılarken kişilerden
çok şey alıp götürür, ama yarışta
galibiyet; hep hayatın kendine getirdiklerini
ön planda tutmayı başaranlarındır.
ÖYKÜ
ŞERMİN HANIM’IN BERJERİ
YAYLA BOZTAŞ
Bugün de bu paslı peynir
tenekesini attılar yanıma. Dibinde
kalmış peynir suları üstüme
sıçradı, kumaşıma yapışıp kaldı.
İçim bulandı. Kendimi ondan uzağa
çekmek için boşuna uğraştım.
Bulunduğum yerdeki inşaat atıkları,
tahta parçaları, saksı kırıkları
ayaklarıma kaçacak yer bırakmamıştı,
zaten kırılan ön sağ bacağım
yüzünden fazla hareket edemiyorum…
Geçen gece sarhoşun biri
üzerimde uyudu. Üstüme kusar
diye ödüm koptu… Gerçi kumaşımın
kirlenmedik yeri kalmadı
ya… En çok da kolçaklarımdaki
yırtıklar içimi acıtıyor. Oradan
görünen süngerlerimi kapatmak
için iskeletimi küçültmeye çalışıyorum.
Oysa o kabarık süngerlere
sahip olduğum için ne kadar gururlanırdım.
*
Beyoğlu’nun en lüks mağazasından
seçmişti kumaşımı
Şermin Hanım. Parmağıyla gösterip
“Tam benim düşündüğüm”
derken yüzü aydınlanmış, gözleri
gülmüştü.
Çok gösterişli bir salonda
pencerenin yanına yerleştirilmiştim.
Bulunduğum yerden uçsuz
bucaksız deniz görünüyordu. Kocaman
bahçenin ağaçları, çiçekleri,
yeşili bitince başlayan, hiçbir
sınırı olmayan bir deniz… Dingin
kıpırtılar, lacivertle kucak kucağa,
gümüş rengi menevişler… Bütün
gün bu güzelliklere bakan ben…
Bordo kadifenin üstüne serpiştirilmiş
altın rengi armalar, kolçaklarımdaki
yumuşak kıvrımlar,
bacaklarımın ceylan bacaklarına
benzeyen zarif oymaları gerçekten
çok güzeldi. Karşı duvarda
asılı antika kristal aynada kendimi
çok beğenirdim. Hele Şermin
Hanım’la aynadaki görüntümüz…
Duvarlardaki tabloların benzeriydik
biz… O da kendine bakarken
gözleri parlar, kumaşım gibi kadife
kadife gülerdi.
Ben Şermin Hanım’ın koltuğuydum.
Yatağından
kalkınca ilk iş pencerenin
önüne gelip oturur,
“Mutluyduk, her şey güzel,
dertsiz, bir öncekinin aynı
sürüp gidiyordu… Denizin
yumuşak süzülüşünün, beyaz
hırçın dalgalarla huzursuz
çırpınışlara dönüştüğü o gün
Şermin Hanım, her zamanki
saatte gelmedi. Önce merak
ettim, sonra kınadım kendimi.”
denizi seyrederdi. Her sabah küçücük
ayaklarının seslerini, ipek
geceliğinin yumuşacık hışırtısını
beklerdim.
Teninin sıcaklığına sinmiş
o güzel kokusunu içime çeker,
mutlu gülümserdim. Onunlayken
deniz, gökyüzü daha bir mavileşirdi
sanki…
Tatil günleri Sedat Bey
daha erken kalkar, kahvesini içerken
karısının ayak seslerini beklerdi.
O, küçük bir çocuk gibi kocasının
dizine oturur, saçını okşayan,
yanağını öpen adamın göğsüne
yaslanırdı.
Sonraki günlerde Şermin
Hanım, daha yavaş adımlarla gelmeye
başladı. Sanki biraz da ağırlaşmıştı.
Oturunca
ellerini kolçaklarıma
dayayıp ayaklarını
ileriye uzattığında kocaman
bir karnı olduğunu
görürdüm aynadan.
Ara sıra ellerini
karnının üstünde gezdirir,
okşar, gözlerinin
içine kadar gülümserdi.
Mutluyduk, her şey
güzel, dertsiz, bir öncekinin aynı
sürüp gidiyordu… Denizin yumuşak
süzülüşünün, beyaz hırçın dalgalarla
huzursuz çırpınışlara dönüştüğü
o gün Şermin Hanım, her
zamanki saatte gelmedi. Önce merak
ettim, sonra kınadım kendimi.
“Koskoca evde bir sen mi varsın?
Odasında oturamaz mı bugün ya
da biraz daha uyumak isteyemez
mi?” diye düşündüm.
Sonra evin içinde telaşlı
koşuşturmalar başladı. Kapılar gü-
rültüyle açılıp kapandı. Bahçede
yankılanan siren sesleri martı çığlıklarına
karıştı. Giderek her yeri,
üşüten bir sessizlik kapladı.
Şermin Hanım ne o gün ne de sonraki
gün geldi. O bir daha hiç gelmedi…
Ben üstüme Şermin Hanım
ve Sedat Bey’den başkasının oturmasını
istemezdim. Ne kadar yanılmışım.
Tanımadığım ne çok kişi
geldi sonraki günlerde. Hiç görmediğim
insanlarla doldu taştı bütün
ev...
Kolçaklarımı iri, kemikli,
narin, romatizmalı, yaşlı eller kavradı.
Kumaşıma öyle kokular bulaştı
ki... Şermin Hanım’ın kokusu
silinmesin diye hiçbirini aklımda
tutmadım...
Hıçkıran kadınların, fazla
konuşmadan, önüne bakarak
oturan “ Biz artık gidelim” diyerek
Sedat Bey’in çökmüş bedenini
kucaklayan koyu renk elbiseli
adamların sayısı giderek azaldı.
Ev sessiz, kokusuz, tatsız bir yere
dönüştü.
Sedat Bey, çoğu kez ışıkları
yakmadan oturuyordu pencerenin
önünde. Deniz, mavisi silinip
uçsuz bucaksız bir karanlığa dönüştüğünde,
ayın ışığında salona
düşüyordu gölgemiz. Başını elinin
arasına alıp ağlayan Sedat Bey ve
onu kucaklamaya çalışan Şermin
Hanım’ın Berjeri…
Ara sıra çok derinden Şermin
Hanım’ın kokusunu alır gibi
oluyordum. Bütün ipliklerim titriyordu.
Bu kokuyu bir daha duyamamak
beni çok üzüyor, o zaman
Sedat Bey’le ben de ağlamak istiyordum…
Sedat Bey artık geceleri
geç geliyordu eve. Hizmetçileri,
bahçıvanı göndermişti. O yaşam
dolu ev, bahçe, deniz eskisi gibi
değildi. Dökülen yaprakları kimse
toplamıyor, güller deli dikenlerle
sarılıyordu duvarlara. Bahçede
sonbahar çürükçül kokular bırakarak
kışa dönüşüyor, açık kepenkler
rüzgârla duvarları dövüyordu.
Şermin Hanım bütün renkleri, kokuları,
ışıkları kendisiyle götürüp
gitmişti. Duvarlarda siyah beyaz
resimler, aynada yalnız ben kalmıştım.
Bir akşam Sedat Bey, ilk
kez gördüğüm iki adamla geldi.
Önce üst kata çıktılar, insansız
evin odalarında adımları yankılandı.
Nefesimi tutup konuşmalarını
dinledim.
“Ben artık bu evde yaşayamam.”
diyordu Sedat Bey. Lütfen
işlemleri hızlandırın. Beni bu sızlatan
anılardan kurtarın.” Anılar
neden sızlatsın? Ben kumaşımda
Şermin Hanım’ın kokusunu, teninin
sıcaklığını duymak için neler
vermezdim ki…
Üst katta çok oyalandılar.
Merdivenlerden inerken Sedat
Bey “ Ben bir hafta içinde buradan
ayrılıyorum. Gerekli işlemleri
tamamlayın. Bir iki özel eşyam
dışında hiçbir şeye dokunmayacağım,
bu şekilde fiyatlandırın.” diyordu
adamlara…
Ne yani biz başkalarına
mı kalacaktık? Beni, Şermin’inin
koltuğunu da mı bırakacaktı Sedat
Bey? Anılar sızlatıyor deyip terk
etmek… Oysa anılar yılları iteler,
hüzünle de olsa yaşatır geçmişi.
Her sızı yüreğe dokunsa da buruk
gülümsetmez mi insanı? Ben bir
koltukken anlıyorum da Sedat Bey
neden anlamıyor?
Sedat Bey kapıya yönelmişken
birden geri döndü. Kadifemin
tüyleri diken diken oldu.
Tamam, işte “Yalnız bu koltuğu
ayırın.” diyecek. Bana kıyamadı,
biliyordum, biliyordum! Yanıma
kadar geldi, bütün tahtalarım, yaldızlarım,
oymalarım nefes alıyor,
kumaşıma sinmiş kokular yayılıyordu
odaya. Elini gezdirdi kumaşımda.
Eridiğim an, becersem minnetle
sürüneceğim eline... Başımda
çok kısa bekleyip sırtını dönerek
çıkıp gitti Sedat Bey... Okşanırken
itelendim… Çığlıklarımı kimse
duymadı… Ben artık odun, iplik,
metaldim yalnızca, ruhsuz, soğuk
ve terk edilmiş.
Sedat Bey gidince, yabancı
adamlar evde dolaşıp ellerindeki
kâğıda bir şeyler yazdılar. Biri
gelip şişman bedeniyle üstüme yayıldı,
kolçaklarıma koydu ellerini.
Yandaki sehpayı çekip ayaklarını
uzattı. Sigarasını yaktı… Çektiği
derin nefesi üfledi dışarı. Benim
için bir ilk. Şermin Hanım’dan
sonra böyle biri…
“Çok rahat bir koltukmuş. Kumaşa
baksana ne kadar yumuşak, kadife
değil mi bu?
“…”
“Yaa, bu koltuğu çok beğendim.
Bunu ben alsam ne olur?
Bir koltuk olmuş olmamış ne fark
eder.”
“Olmaz öyle şey” dedi diğer adam.
“ Evi alacak olan nerden bilecek
böyle bir koltuk olduğunu. Takımın
devamı değil nasıl olsa. Zaten
eşya çok. Ha ne dersin Osman
abi?”
Adam bana göz koydu ya, ben
adamı hiç sevmedim. Hem ağır,
hem kokuyor, hem… Ah Şermin
Hanım…
“Vallahi bilmem ki, sahtekârlık
olmaz mı? Adamlar eşyalı ev diye
alacaklar?
“Aman be abicim, bir koltuk
ya. Tek bir koltuk ne olacak ki!
Evi boşaltmıyoruz ya. Hem hazır
araba da var atıp götüreyim. He de,
bitsin be abi…”
*
Asfalttan çıktı kamyonet. Sağdaki
parke taşlı yolda tekerlekler sarsıldıkça
ben de sarsılıyordum. Doğru
dürüst sarmadılar beni, kamyonetin
kasasına çaptıkça zedeleniyordu
gövdem.
Bir apartmanın önünde
durduk. Şişman adam çıkıp zili
çaldı, kapı açılınca mikrofondan
yukarı seslendi. “Ali gelsin, eşya
var.” Eşya… Şermin Hanım’ın
berjerliğinden bir gecede eşyaya
dönüşmek… Ben artık bir eşya
mıydım?
Asansöre sığdıramayınca
sinirlenen Ali merdivenlerden
çıkarırken duvarlara sürünmeme
aldırmadı. Duvarın boyası yer yer
kumaşıma bulaştı. Kapıdan zorlukla
sokup bir salona koydular
beni.
Burası ne kadar dolu, süslü
bir salon. Plastik çiçekler, yıldız
gibi parlayan yastıklar; şıngırtılı
salkım saçak avizeler; duvarda
gözlerinde yaş damlası bir erkek
çocuk portresi. Yaldızlı bardaklar,
çanaklar, vazolar. Sehpaların üzerinde
parlak boncuklu mumluklar…
Köşede odanın yarısı kadar
bir televizyon. Tiyatro sahnesi gibi
kat kat perdeler… Aynı hediyelik
eşya satan yerlere benziyor.
Beni nereye koyacaklar ki? Bir
kadın girdi salona, belli ki şişman
adamın karısı. Gözleri ışıdı beni
görünce;
“Ooo Recep nerden düşürdün
bunu? Sen durup dururken
böyle pahalı bir şeye para vermezsin.”
“Beğendin mi sen onu söyle?
Gerisine karışma…”
“Beğenilmeyecek gibi mi?
Mesele nereye koyacağız, salonda
yer yok!
“Biz de yatak odasına koyarız,
hani otellerdeki gibi.”
*
Nefes alamıyorum. Gördüğüm
tek şey önümdeki çatılar,
televizyon antenleri, su depoları,
kocaman güneş enerjisi levhaları.
Nerede deniz, erguvanlar, çamlar,
sarmaşık gülleri? Ara sıra karşıdaki
antene birkaç martı konunca
gözlerim doluyor, denizin kokusunu
alacağım diye seviniyorum. Bütün
gece horultusunu dinliyorum
şişman adamın. Bazen kavgalarını,
gürültülü, kaba sevişmelerini…
Açılıp kapanan dolap kapaklarının,
çekilen çekmecelerin seslerini
dinliyorum… Ya üzerime atılan
giysiler, çamaşırlar, donlar, atletler,
kirli çoraplar…
Herkes uyuyunca kendimi
çok yalnız, mutsuz hissediyorum.
Koltuklar kendini öldüremez mi?
Yatak odasına yeni bir çamaşır dolabı
alınca ara sokaktaki “ Helen
Antik” yazan yere sattı beni şişman
adam.
Hiçbiri diğerine benzemeyen
bir yığın eski eşya; koltuk,
yaldız çerçeveli ayna, avize, üstü
mermerli konsollar, ince bacaklı
formika sehpalar, karpuz şişeli
lambalar; dürülmüş eski halılar
yanları camlı büfe, kolu, bacağı, ya
da kanadı kırılmış porselen melek
heykelcikleri… Hepsi evlerinden
zorla koparılıp buraya kapatılmış,
terk edilmiş yaşlılar gibi boyunları
bükük hüzünle bekliyor.
Kocaman, özensiz, depo gibi
bir yer burası. Küf, toz, eski kokuyor.
Hiçbir eşya gerektiği yerde
değil, koltuğun biri masanın üstünde,
kocaman avize başka bir koltuğun
kucağında. Camları eksik büfenin
vitrininde çiçeklerinin rengi
solmuş, takımı bozulmuş porselen
tabaklar, fincanlar iç içe…
Onların yanında ben yeni duruyorum.
Kendini antikacı sanan sivri
sakallı adam, ilaçlı bir bezi sürterek
bacaklarımı, ceviz oymalarımı
eskitmeye çalışıyor. Çelik bir bizle
delikler açıyor gövdemde. Deliğin
içine un gibi sarı bir toz dolduruyor.
Kadife kumaşımın o güzel
bordosuna pudra püskürtüp rengimi
solduruyor.
Ah Şermin Hanımın berjeri
ah!
İnsanlar gelip gidiyor. Her şeyi
elliyor, kaldırabildikleri eşyaları
ellerine alıp inceliyorlar. Sivri
sakallı adam her şey için “En az
altmış yıllık” diyor devamlı gülen
sinsi suratıyla… Beni, birkaç yeni
halıyla birlikte, güneş gören tarafa
çıkarıyor sabahları. Rengimize
eskiden kalmış görünüşü vermek
istiyor. Şaşırıyorum yenilik ne zaman
suç oldu diye. Dışarıdayım
ya; herkes, çevredeki esnaf, antikacının
arkadaşları hep benim
üstüme oturuyor. Kirleniyorum,
tozlanıyorum, güneş rengimi solduruyor.
Her gün daha çok eskiyorum
ama anlamıyor adam; yaşama
katılmayan bir koltuğun antika
değil eski olduğunu… Şermin Hanım’la
uzun yıllar yaşasaydım, o
evde söylenen şarkılarla, okunan
şiirlerle, pencereden odaya dolan
baharın, denizin kokusuyla, çocuk
gülüşleriyle yaşasaydım antika
olurdum. Oysa ben şimdi, yalnızca
terk edilmiş eski bir koltuğum.
İki yıldır buradayım. Başlarda birkaç
alıcım olmuştu. Çok para istedi
açgözlü adam. Kendisini evlat
edinecek birini bekleyen kimsesiz
çocuklar gibi hâlâ bekleyip duruyorum.
Beni içeri almayı unuttuğu akşamın
gecesinde üstümde bir sokak
köpeği uyudu. Kumaşım Şermin
Hanım’dan sonra ilk kez o gece
üstünde uyuyanın sıcaklığından
mutlu oldu.
Her gün yeni eskiler geliyor; tel
dolaplar, hezaren, Thonet sandalyeler,
zembereği boşalmış gramofonlar,
akrebi kendini zehirlemiş
saatler, kuşunun terk ettiği kafesler,
yaşamayan bestecilerin şarkılarını
okuyan, unutulmuş seslerin
taş plakları… Beyaz gövdesinde
küçük siyah vuruğu olan, kenarları
lacivert, yandan saplı oturaklar
bile geliyor antika diye. Benden
başka her şey antika burada. Ama
ben eskiyim…
Artık beni hiç içeriye almıyor. Satılmadım
diye öfkeli, bakışından
anlıyorum lanetli biri gibi küçümseyerek
bakıyor bana. Giderken
üstüme kalın bir muşamba örtüyor.
Gündüz insanlar oturuyor üstüme,
gece kedi köpekler. Gündüz mutsuz
ve eskiyim, gece mutlu ve antika…
***
Genç bir adam, ölen annesinin eşyalarını
getirdiği gün yer açılsın
diye kendini adam sanan antikacı,
ya da kendini antikacı sanan adam,
beni bu boş arsaya bıraktı. Altı aydır
buradayım. Bugün de bu paslı
tenekeyi attılar yanıma…
DENEME
KAPATMAYIN KAPILARINIZI
FAZIL ALASYA
İnsanın iki kapısı vardır
bence. Biri kendine doğru açılan
“iç kapı”, diğeri ise Dünya’ya doğru
açılan “dış kapı”.
Bu iki kapıyı incelemeden
önce, çağımızda insanoğlunun yaşadığı
karmaşaya bir göz atmak
yerinde olacak sanırım. Günümüz
bireyi sürekli tüketme ihtiyacı taşıyor.
Teknolojinin getirdiği kolaylıklar,
onu “her şeyi ve hemen”
elde etmeye zorluyor. Ancak, giderek
ağırlaşan hayat şartları da,
insanı süratle mutsuzluğa doğru
itiyor.
İşte, teknolojinin tüm desteğine
karşın yine de insan özünde
bir bunalım yaşıyor. Fakirlik çekenler
derin bir ıstıraba gömülürken,
zenginliğin zirvesindekiler de
değişik tatmin arayışlarına gidiyor.
Her iki durum da
insanları kabuğuna
çekilmeye zorluyor.
Hâlbuki kişiye yön
verecek samimi bir
dostun olması durumunda
sorunlar daha
hafif atlatılabilir. Bu
dostunuz size rehber
olup, sıkıntılarınızla
yüzleşmenize yardımcı
olur. Ne yapın
edin, hayatta dertlerinizi
paylaşacağınız bir kimse
olsun.
Peki, sorunlarımızı paylaşacağımız
bir dost yanımızda olmadığı
zaman ne yapacağız? Kalabalıklar
içinde gözüken insan, çoğu
zaman kendinle yalnız kalamıyor.
Aslında, kendimizi de tanımak, hesaplaşmak
ve yaralarımızı sarmak
zorundayız. Genellikle içimizde şu
“üçlü karmaşayı” yaşarız.
“Geçmiş – Şimdi – Gelecek.”
Geçmişteki hatalar, acılar
ve kayıplar bizde pişmanlıklar yaratır.
Onların derin yaralarını bir
türlü silemez, iç bedenimize baskı
yaparız. Yine gelecekte olabilecek
hastalık ve işini kaybetme endişeleri
de bizi strese sokar. Ancak,
geçmişi düzeltemeyiz, geleceği
ise bilemeyiz. O halde doğru olan,
“şimdi” ye odaklanmaktır, çünkü o
elimizdedir.
“Şimdi” ye odaklanmak
konusunda, meşhur Alman spiritüel
danışman Eckhart Tolle şöyle
der : “Sizin geçmiş olarak düşündüğünüz
şey eski bir Şimdi’nin
“Yaşadığımız sıkıntılar ne olursa olsun, fırsat
bulup içimizdeki sessizliği dinlemeliyiz.
Hepimizin içinde, bir köşelerde zenginlik var.
Marifet onu bulup yüzeye çıkarmaktadır. Tıpkı
dikenlerin arasından gülü koklamak gibi.”
zihinde depolanmış anısıdır. Siz
geçmişi hatırladığınızda, bir anıyı
yeniden canlandırır ve bunu şimdi
yaparsınız. Gelecek ise hayal edilen
bir Şimdi’dir. Gelecek geldiğinde,
Şimdi olarak gelir.” *
Büyük düşünür Mevlana da
“Şimdi” konusuna özel önem verir
ve “Dün dündü dünde kaldı cancağazım,
bugün ise yeni şeyler söylemek
lazım” der. Evet, her şey şu
anki zaman üzerinde yoğunlaşıyor.
Zaten, çağımızın büyülü kelimesi
İnovasyon Mevlana’nın yukarıdaki
sözünde mevcuttur. İnsanoğlu
geleceğe hakim olmak için “bugün
yeni şeyler üretmelidir”.
Şimdi gelelim şu Kapılar
meselesine. Yukarıda bahsedilen
“şimdi” kavramında insan, öncelikle
kendi içine dönük kapıları
açmakla işe başlamalıdır. Yani,
kendiyle tanışmak ve “ruhuyla baş
başa kalmak” zorundadır. Modern
çağda insan günü kovalamaktan
ruhunu neredeyse unutmuştur. Bir
Meksika Efsanesi konuyu daha iyi
açıklayacaktır. Yabancı bir gezgin,
yaşlı bir yerli rehber eşliğinde ormanda
ilerliyormuş. Bir süre
sonra konvoy durmuş, yaşlı
rehber yarım saat kadar yerinden
kalkmadan ve konuşmadan
öylece oturmuş. Daha sonra
tekrar yürümeye başlayınca,
yabancı gezgin yaşlı rehbere
bu durma nedenini sormuş.
Aldığı cevap ise çok
anlamlıdır: “Ormanda o
kadar hızlı gidiyorduk ki
ruhumuz geride kalmıştı.
Ben de oturup ruhumuzun
bize yetişmesini bekledim.”
Evet, günümüzde “her şeyi
hızla yapmak ve her şeye sahip olmak”
adına Ruhumuzu ihmal ediyor,
strese giriyor ve sonunda ru-
humuzu paslandırıyoruz. Aslında
özgürlüğümüzü yitiriyoruz.
Yaşadığımız sıkıntılar ne
olursa olsun, fırsat bulup içimizdeki
sessizliği dinlemeliyiz. Hepimizin
içinde, bir köşelerde zenginlik
var. Marifet onu bulup yüzeye çıkarmaktadır.
Tıpkı dikenlerin arasından
gülü koklamak gibi. İşte
yukarıda sözünü ettiğimiz “İç
Kapı” budur. Gelin, kapınızı içinize
doğru açın, kendinizi dinleyin.
Göreceksiniz, daha huzurlu olacaksınız.
Amerikalı ünlü spiritüel filizof
ve terapist Bradford Keeney,
yüreğimize açacağımız bu kapı
için “İçinde bir fitil var, ruhunun
ışığı olmayı bekliyor. O iç alev pırıl
pırıl yandığı zaman, hayatında
muhteşem bir uyanış hissedeceksin”
diyor.
Gün geçtikçe daha karmaşık
olan modern dünyada; beyninizi,
ruhunuzu ve bedeninizi korumak
üzere, İç ve Dış Kapılarınızı
kapatmayınız.
*Eckhart Tolle - Şimdi’nin Gücü –
Akaşa Yayınları-İstanbul 2018- S:
70
“Yaşadığımız sıkıntılar ne olursa olsun, fırsat bulup
içimizdeki sessizliği dinlemeliyiz.”
Ya “Dış kapı” ne oluyor acaba?
Bazen hayat bizi öyle savuruyor
ki, çaresizlikle kabuğumuza çekiliyoruz.
Bize el uzatan yakınlarımıza
bile açılmayıp, adeta ruhumuzun
kontak anahtarını kapatıyoruz.
Hâlbuki dışarıda hayat var, yani
çözüm var. Sorunlarınızı çözmek
için yardım isteyin, farklı bakış
açıları geliştirin. Okuyun, araştırın
ve iletişimi hiç bırakmayın. Unutmayın,
sizin dış kapınızın hemen
ardında bir arkadaş, bir dost bekliyor
olabilir.
ÖYKÜ
SONRA YAĞMUR YAĞDI
HASAN ÇELiKKOL
İlk acı haberim çivi gibi
saplandı kalbime. Bir genç kadının
cansız bedeni yerle bir etmişti
beni. Hüznün gülümseyebilmesi o
kadar zordu ki. Artık hiçbir şey eskisi
gibi olamazdı ve kim ki daha
çok acı yaşadım derse yıkımın ne
olduğunu bilmiyor demekti.
“Kocası tarafından bıçaklanıp
öldürüldü.”
Sıradan bir cinayeti göz
ardı etmek gibiydi sanki gördüğüm.
İyimser olmak istesem de
boş yere kanatları dökülen kuşlara
yardımcı olamıyordum.
Güneşin öfkeli sıcaklığında
küçücük bir kadın dikkatimi
çekti yolda. Biraz melankolik,
biraz da ürkek bir hali vardı. İhtimal
ki zamanında oynayamadığı
çocukluğunu düşünüyordu. Belki
evi karanlık bir zulme dönüşmüştü
de kimseye söyleyemiyor, ruhu
ve bedeni satın alınmış kölelerin
acılarını yaşıyordu. Buraları bırakıp
gidersem taze yosun kokusunu
koklarım diyordu.
Ama gidemediği belliydi.
Bambaşka dünyada yaşadığını
sanarak günlerini geçiriyor
yapılmalı sorusunu mu sormalıydım
aynaya bilmiyorum. Sanki
tufana uğramış bir ülkede savruk
düşler hâkimdi de kendini ele vermeyen
sırlar var gibi görünüyordu.
Umudumu yitirdiğim anlardan
biriydi o anlar.
Tuhaf yorgunluğu bırakıp
gördüklerimi ve duyduklarımı
unutmak istedim.
Yeryüzünde böyle başka
canlılar var mıdır diye düşündüm
bir an. Aynadaki görüntüler çıkmaya
başladı yüzeye ve o görüntülerden
biri soruyordu bana, sürekli,
sürekli ve sürekli. “Benim suçum
ne?” Güvercinlerin masumluğu
vardı sesinde ve keşke umut ışığı
taşısaydı yüzünde.
“Küller ve düşler karışmıştı. Bakışlarım dumanlı, süresi dolmamış
sonsuzluktu. Bir fırtınaydı yüreğim. Gözlerim, bir sonbahar
ikindisi gibiydi sonsuzlukta. Yüzüm, ilk acıda kırılıp uzak
sulara açılan rüzgâr gibiydi. Deli otu sarmıştı her yanı ve ben
dağılmış hayallerimle boynu bükük kalmıştım.”
Kadınlara takılmış kelepçelerin
ne zaman çıkarılacağını
bilmediğimden utandım.
Yaşadıklarım günahkârların
uçurumdan düşmesi gibi bir
şeydi. Sabaha kadar gündüzün
yorgunluğunu içeride bırakıp öldürülen
kadını ve geride bıraktığı
çocuklarını düşündüm.
x
Hüzün dolu bir sabaha
uyandım.
olmalıydı. Günahsızdı. Adına
anne diyorlardı ama aslında çocuktu
daha.
Çocuk gelinleri düşününce
herkes kendisiyle hesaplaşmalı dedim,
dedim ama hesaplaşmak için
yüz yüze bakılmalıydı. Oysa hiç
kimse aynalara bakmıyordu. Baksalardı
kör olurlardı zaten.
Sessiz mi kalmalıydım
yoksa umudu diri tutmak için ne
Derin uykularda kimin
kimi uyandıracağı belli değildi.
Bazen, “İnsan kendini nasıl öldürebilir
bu kadar insafsızca” dedirten
eylemler görüyordum.
“Kaderimiz kayıp çocukların sonu
gibi olmasın Tanrım” dedim.
x
Yorucu bir sessizlik vardı akşamın
alacasında. Yalnızca sessizlik...
Kaldırımın kenarında yatıyordu
genç kız.
Uyuyor gibiydi.
Ve kaldırıma düşen tozlar
da sessizdi.
Hayal dünyasında bombalardan
uzaklaşıp yeni bir yere ulaşmak
isterken gerçek düşlerini alıp
gitmişti.
Ben ağlarken sarkacın başıma
değdiğini hissettim.
Hüzünle gri bir aradaydı.
Fırlatıp atılan uçucu bir
havaya dönmüştü günler; kaygılı,
kuşkulu, gergin…
Tuzlu güne hapsolmuştu
her şey ve çıkış zor görünüyordu.
Dünya’nın sonu değilse de Ay’ın
gölgesinde karanlık ve çözümsüz
problemler vardı, Satürn’ün halkasında
kuşlar var mıydı bilmiyorum,
ama kum saatinin tersten
okunduğunu hissedebiliyordum.
İsyankâr ruhların derinliklerinde
şimdiye kadar görmediğim
cesetler görüyordum.
Kitapta yazılı olmayan silahlar
ya da sıra dışı kitabın sırlarla
kaplı silahları kadınlara çevrilmişti.
Aldığım nefes dönüp duruyordu
göğüs kafesimde. Şimdiye
kadar hiç bana doğrultulmamıştı
bıçaklar, gittiğim şehirlerde gölgemi
kimse takip etmemişti, oysa
şimdi kaldırımda kan vardı. Delilik
demek bile mümkündü bu duruma.
Kendi kendime mırıldanıyordum.
Umut bu kadar uzak mıydı
bize gerçekten?
Bu kız nişanlısını bekliyordu
karanlık gecede. Bir başkasının
tokadını taşıyordu, yanağında acının
izi sarılıp ölmek için beklerken.
“Neden baktın sen o çocuğa?”
Ve şimdi tozlu kaldırımda
yatıyordu. Uyuyor gibiydi, ama öldürülmüştü
sebepsiz.
İtiraf etsek çürüyen ruhumuzdan
kurtulabilir miydik bilmiyorum.
Aslında bir suçlu varsa
o da bizdik, bendim, sizdiniz. Kaç
yalnızlık vardı, kaç hüzün mevsimi
bilmiyorum.
Ben uyumaya yatarken
geceye Ay düşmüştü ve yine ben
hayatın eksik yanlarını görmeye
başladığımdan beri topyekûn alkol
komasına girmiştim. İtiraf etmeliyim
ki o an öyle ihtiyacım vardı ki
birilerini cehenneme göndermeye.
Pek çok insan çıkarları uğruna ihanet
ediyordu ve sırf bu yüzden tüm
karanlıklar örtülüyordu.
Kendimi boşluğa bırakıp
bir aynanın içinde kaybolmak istedim.
x
Un ufak olmuş, derbeder
bir halde uyandım. Kaderin rengini
hala çıkaramamıştım. Kıyılarda
med - cezir zamanıydı ve yaşadıklarımın
hepsi simgelerden ibaret
bir düş yansımasıydı.
Umutsuzluk hakim oluyordu
hiç istemeden.
Yaşananları gördükçe;
unuturum belki diye yazmaya başladım.
Bellek unutkandı ve kaderimiz
hiç de elimizde tutulmayan bir
durum değildi. Yazılanlar olmasaydı
bu dünyaya ait olduğumuza
inanmak zordu. Kuşlara sorulabilirdi
belki ama cevap hiçbir zaman
gelmezdi, cevap gelse de gördüklerini
değil ruhlarından sızıp gelenleri
kâğıda döktükleri hemen
anlaşılırdı.
Ferhat’ın kör düğümü olabilirdi
bu çıkmazlar.
Acıları, ezilenleri, adaletsizlikleri
anlatabilmek için su değmemiş
yerlere yağmur yağdırmak
istedim.
Kimseye anlatmaz, yazmaz,
susarsam çığlıklar duyulmazdı
ve bunca şairlerin bana öğrettiği
her şey boşa giderdi.
Küller ve düşler karışmıştı.
Bakışlarım dumanlı, süresi dolmamış
sonsuzluktu. Bir fırtınaydı
yüreğim. Gözlerim, bir sonbahar
ikindisi gibiydi sonsuzlukta. Yüzüm,
ilk acıda kırılıp uzak sulara
açılan rüzgâr gibiydi. Deli otu
sarmıştı her yanı ve ben dağılmış
hayallerimle boynu bükük kalmıştım.
Öfkelenmiştim. Kırılan
boşlukta geri geri gitmiş, yanlış
masalları dinlerken okyanusun kıyısında
fesleğen kokusunu içime
çekmiştim, güncelerimde öcü diyetine
girmiştim.
gelip defterime şiirler yazdı.
Hisler bütünleşti. Yürüyüp giderken
işe, eve, Güneş hep yüzümüze
güldü.
Sonra yağmur yağdı.
Yağmur hem beni ıslattı
hem de sizi, yerdeki kanları temizledi
mi bilmiyorum.
Sonsuz bir deniz vardı
önümde.
Elbette yazdıklarım suya yazılı şiirlere
benzese de düşlere eklenen
bir umudu kıyılara göndereceğim
kesindi.
Mücadele etmemek çaresizlik
kadar ağırdı, her şeyden çok
daha ağır, gözyaşından bile...
Eriyip giden saatler geçmişti
önümden. Sanki istemeden
boş kâğıtlara imza atılmıştı ve yalanlar
top yekûn saldırıya geçmişti.
Kendimi buz mavisi suların içinde
buldum.
“Mücadele etmemek çaresizlik kadar
ağırdı, her şeyden çok daha ağır,
gözyaşından bile...”
Kuşkusuz mavi suların dışına
çıkmayı bilmeli ve haykırmalıydım.
Sonra acılar bir
nar gibi çatlayıp tuzlu sudan
ibar et gözyaş larım dindi.
Güneş batarken bir bulut
MEHMET SELCUK
KARİKATÜR
ŞİİR
KANATLARIM’DAN
BATUCAN EMRE
Güneşe küskün bir sokak ağlar ardından,
Adımlarını üstünden sakındığından.
Hep aynı yerdedir avuçlarım,
Soğuk bir kış günü susamış gibi sıcak bir soluğa,
Beklemekten hiç usanmayan üşümüş dudaklarımda
bekleyen,
Yorgunluktan değil titremesi,
Söylemek istediklerini bir türlü söyleyememesinden,
Korktuğundan değil suskunluğu,
Yüzünü hiç bana dönmediğinden.
Sokak ağlar ardından,
Sokak bekler sabahı.
Bir martı denizin gökyüzünü öptüğü çizgiye uçar,
Ben martının gözlerindeki nem,
Şafak ağarırken görürüm seni,
Suyun üstünde sıçrayan bir yunusta,
Açılmak isterken kayıtsızlığa, üstüne bindiğin kıyıya
vuran her dalgada,
Yol almaktan değildir kanatlarımın titremesi,
Sana doğru uçamamasından,
Korktuğundan değil yükselmesi bulutlara,
Bir martının yine denizde boğulmasından.
“Korktuğundan değil yükselmesi
bulutlara,
Bir martının yine denizde
boğulmasından.”
Deniz ağlar ardımdan,
Deniz gözler sabahı.
Hep aynı yere dönüktür avuçlarım,
Ve sensiz bir martıya zimmetlidir kanatlarım.
BANU iMER
TESADÜF
ÖYKÜ
Cumartesi günü ofisteki
işi erken bittiğinden kendini hemen
dışarı attı. İmbat, denizin sarhoşluk
veren kokusunu yayıyordu
etrafa. Burnuna, ciğerlerine doldurdu
tuzlu, temiz havayı. Güneşin
bütün renkleri birleşmiş, nesneleri
kendilerine ait olmayan renklere
boyuyordu. Sarılıp bahar güneşine
yürüye yürüye iskeleye vardı.
Vapurun gelmesini beklerken kendini
çimenlere bırakıverdi. Göğün
maviliğine daldı coşkuyla. Huzur
veren bulutların beyazlığınca düşlere
daldı. Baharın heyecanıyla gelişigüzel
öten kuşların oluşturduğu
koroyu dinledi. Bir kedi sokuldu
yanına usulca. Coşkusuna ortak etmek
ister gibi kucağına aldı kediyi.
Yumuşak tüylü gövdesini sevdi.
Kedi, iyice yayıldı; mırıl mırıl sesler
çıkardı mutluluğunu belli edercesine.
Çığırtkan martılar vapurun
habercisi oldu. Yerinden doğruldu,
ağız dolusu bir mutlulukla birkaç
adımda ulaştı vapura.
Vapurdan indiğinde kafelerin
sıralandığı kaldırımdan yürümeye
başladı. Rüzgârın hafifçe
kımıldattığı yaprakların verdiği
serinliği ruhuna doldurdu. Sayısız
heyecanla dolu, çocuksu, yaratıcı,
ümit dolu anlar sunan baharın koluna
girdi.
Yan yana sıralanmış kafeler,
haftanın yorgunluğunu atmaya
hazırlanan insanlar tarafından doldurulmuştu.
Bazıları istemedikleri
şeyler peşinden koşarak yaşamlarını
tüketen, bazıları yaşamdan
zevk alan, bazıları da dünyanın
kötülüklerine yas tutan insanlardı
bunlar. İçlerinden bir yüze takıldı
gözleri. Kaynaşan insanlar arasında
evinde tek başına oturur gibi
suskun oturan bir adam sigarasını
yakmak üzereydi.
İnsan bazen sıradan şeylerin
sessizliği içindeyken ya da
önemsiz bir işle meşgulken karşılaştığı
durumların tesadüf olduğunu
düşünür. Ona da öyle geldi.
Aynı şehirde yaşamıyor üstelik haberleşecek
kadar da sık görüşmüyorken
karşılaşmaları ancak güzel
bir tesadüf olabilirdi.
Mavi yeşil ışığın yumuşaklığında
masaya doğru ilerledi.
İncecik huzmeler arasından uzanan
eli tuttu, kendine çekti. Sarıldılar.
Birbirlerinin hayatında hep
varlarmış gibi sohbete koyuldular.
Zamanın akıp gittiğinin farkına
varmadan sürüp gitti konuşmaları.
Bir kahve içer kalkarım dediği bu
masadan ancak birkaç saat sonra
kalkabilmesine de bunu isteksizce
yapmasına da şaşırdı. Vedalaşırken
bedenleri istemsizce yakınlaştı.
Her şey bir an için dondu.
Silik bir dekor içinde başı adamın
omzuna düştü. Sessizlik, ruhunu
uzaklara sürükledi. Başını zorlukla
kaldırdığında ne söyleyeceğini bilememenin
telaşıyla sen gitmeden
belki bir kahve daha içeriz, diyebildi.
Gün batmak üzereydi. Akşam
güneşi etrafı kızıla boyamış,
kuşlar korosu susmuştu. Ağaçlar
dallarını silkeledi. Aynı anda soğuk,
ılık ve sıcak hissettiği hava
bedenindeki huzurda gedik açtı.
Kendine gelmek, ne olduğunu anlamak
istedi. Sadece yüreğinden
bütün bedenine yayılan sıcaklık
vardı.
Eve geldiğinde kendini
balkona attı. Bir kahve hazırladı
kahvenin onu ayıltmasını umarak.
Yaşadığı anı defalarca izledi zihninin
ekranından. Kendisinin seyircisiydi.
Hep aynı yerde, başının o
omza düştüğü yerde, kalp atışları
hızlandı. Ruhuyla gerçeklik arasındaki
boşluğun farkına vardı.
Yüreğinin hissettiğini aklı anlasın
istemedi.
Çalan zille kendine geldi.
Derin bir nefes alıp açtı kapıyı.
Her cumartesi olduğu gibi elinde
öteberiyle gelen kocası, koltuğunun
altına da bir şişe rakı sıkıştırmıştı.
Hafta sonlarında balkona
kurdukları masada birkaç kadeh
içip sohbet etmek yaşamlarındaki
en büyük hareketti. Bazen masalarına
eşlik eden bir iki dostla bu
rutine biraz renk katılır sonra sıradanlık
tüm ağırlığıyla hüküm
sürmeye devam ederdi. Bu güzel
bahar akşamı da öncekilerden pek
farklı değildi. Hemen mutfağa girip
bir şeyler hazırladı. Birazdan
birkaç mezeyle kadehlere dolmayı
bekleyen buz gibi rakı masanın
üzerindeydi.
Gelecek güzel günlere,
diye kaldırdılar kadehlerini. Henüz
nasıl olacağını bilmedikleri ama
illa ki güzel olmasını umdukları
günlere… Zihinlerinde, daha iyi
ve güzel olmasını bekledikleri gelecek
yaşamın fragmanını izlerken
yanı başlarından akıp giden, şimdiki
hayatlarıydı oysa. Tekrarına
alışılmış sözlerden oluşan kuru bir
diyalog başladı aralarında. Günün
nasıl geçtiğine dair bir iki küçük
ayrıntıdan sonra sessizliğe teslim
oldular. Aslında uzun zamandır
sessizlerdi. Farklı yoğunluktaki iki
sıvının bir araya geldiğinde birleşmemesine
benzer bir durumdu
bu. Yıllardır bir aradaydılar ama
bir değillerdi. Bazı şeyler vardır,
hissedilir; gel anlat dense anlatılmaz.
Sözcükler, ifade edecekleri
hiçbir anlama sığmıyormuşçasına
yetersiz kalır. Gerçekte söylenmesi
gereken şeyler frenlenir.
Kabul gören her şeye meydan
okuyacak cesareti
bulmak için beklenir.
Böyle durumlarda fitili
ateşleyecek bir şeyler
gerekir. Ancak fitili
ateşleyebilme, bunu
yapmanın yaratacağı
sonuçları göğüsleyebilme
cesaretiyle yakından
ilgilidir.
Sessizlik içinde uzayıp giden
gecede günün yaşattığı heyecanla
doluydu yüreği. Açık olmayan
düşünceleri arasından sızan
sezgisi onu tedirgin etmişti. Ruhu,
akordu bozuk bir müzik aleti gibi
inlemekteydi. Kulak tırmalayan
sesler dayanılmaz biçimde yükselip
alçalıyordu. Kendi sesini duymamak
için müziğin sesini açtı,
rakısından bir yudum aldı. Gece
ilerliyordu.
“Bazı şeyler vardır, hissedilir; gel anlat
dense anlatılmaz. Sözcükler, ifade edecekleri
hiçbir anlama sığmıyormuşçasına
yetersiz kalır.”
Öğleye doğru telefonun
sesiyle uyandı, ekranda görünen
isme baktı. Beklemiyordu aranmayı.
Heyecanlandı, boğazını temizleyip
açtı telefonu. Kahve içmek
için oturduklarında sadece yarım
saat geçmişti aradan. Hayatın
içinden, yaşamlarından, havadan
sudan konuşurken akıp giden zamanın
farkına varmadılar. Bir heyecan
dalgasıyla uzaklara sürüklendiler.
Gözlerinin içinde parlak
ışıklar yandı. Muhteşem bir gün
batımı dekoruyla büyülü gerçeklik
birbirine karıştı. Bu, kendinden
daha geniş ve büyük olanın içinde
olmanın verdiği bambaşka bir duyguydu.
Saran, yayılan, yakıcı bir
duygu… Hislerinin doruğa ulaştığı
bir anda her şeyden kopup bedenlerinin
sıcaklığında birleştiler.
Belki bir gündüz düşüydü yaşadıkları,
belki uyanmak istemedikleri
bir rüyadaydılar. Yine de buna bir
isim vermemeyi yeğlediler.
Bazen içinden kopup gelen
kocaman bir dalganın, önünde ne
varsa sürüklediğini hissedersin.
Geride ne tür bir ruh bırakacaktır
bilemezsin. Hissettiklerin karşısında
gerçek yaşam mahkûmiyet gibi
gelir. İçinde düşlerde yaşamak için
bir özlem oluşur. Hiçbir zaman can
alıcı tarafı olmamış bir hikâyenin
kahramanıyken karşındakinin
nasıl biri olabileceğini, seni neye
sürükleyebileceğini düşünmeden
yaşamın üstüne umutla, cömertçe,
müthiş bir kumara girişmek istersin.
Aslında hikâyenin yazarı kendinsindir.
Onu istediğin biçimde
yazabilirsin. Yazdıkların yağmurdan
sonraki gökkuşağı gibi hazza
da dönüşebilir, ruhunda yaralar da
açabilir.
Eve dönerken kafası düşüncelerle
dopdoluydu. Düpedüz
vasat bir hayat yaşadığını fark etmenin
verdiği sıkışıklığı hissetti.
Pek çok yara izi taşıyan, hırpalanan
evliliğini düşündü. Huzursuz
bir sessizlik kapladı içini. Bunu
devam ettirmek, yeni mücadelelerle
dolu zorlu bir yolculuğu sürdürmekti.
Su aldığı halde açık denizde
ilerlemeye çalışan köhne bir
gemideydi sanki. Yaşamının suya
gömülüşüne kayıtsız kaldığını
görmek acı vericiydi. Oysa şimdi
kaderin kendisine sunduğu mutluluğu
yaşama konusunda arzuluydu.
Basit bir tesadüfün ateşlediği
ruhunda bir ışık yandı. Günün renk
değiştiren ışıkları içinde yürürken
trajediye dönüşebilecek bir gösteride
heyecan duymayı, vasat bir
yaşamın içinde umutsuzca yaşamaya
tercihe hazırdı.
HASAN ÇELiKKOL
BÜTÜN RENKLER GÜZELDİR
BİR ANI BİR PORTRE : MEHMET BOZTAŞ
Canım sıkkındı, hatta öfkeliyim
bile diyebilirdim. Yaptığım
resimler için bir arkadaşım,
“Bu çizdiklerin de resim mi Hasan?”
diye eleştirmişti. “Bence bir
kursa gitsen iyi olur.”
Arkadaşımın söylediklerine
hem inandım hem inanmadım.
Önce gerçeği boş verip buralardan
uzaklaşsam dedim. Bu gün de çizgilerimde
sırlar yer almasın dedim,
sonsuzca sarhoş olmuş gibi ben bu
işi kendim de ilerletebilirim pekala
dedim. Belli ki bu söylediklerimle
gerçeklerden uzak kendi cennetimi
yaratıp iç içe yaşamak istiyordum.
Sonra tarifsiz hallerimle eleştirilerden
ve yeni öğretilerden korkmamam
gerektiğini düşündüm.
Resim, kurallarına uymaya gerek
yok diyeceğim bir sanat dalı olamazdı.
Ne olduysa artık kuralların
yokluğunda neler olacağını düşününce
tüm bedenimin sarsıldığını
fark ettim. Acı veren tüm unsurlar
sarmıştı bir anda.
Belki pek çok insan başını
kumlara gömüp yoluna devam
edebilirdi ya da etmek isterdi. Kalabalığın
ortasında birilerine görünmeden
yürümesine devam edebilirdi,
ama ben öyle yapmadım.
Hesaplaşacaksam doğru yerde hesaplaşmalıyım
dedim. Adı konulamayan
bir zorluk içinde yerlerinin
tarifini almak için telefon ettim.
Aynı gün öğleden sonra,
tam da yağmur yağarken telefonda
söz ettiği metro istasyonunda buluştuk.
İlk karşılaşmamız böyle oldu. Selamlaşmadan,
hal hatır faslının hemen
ardından atölyesine gittik.
Duvarlarda resimler, resimleri,
resimler vardı. Kendi eserleriyle
atölyeye gelen öğrencilerin
resimleriymiş.
Çalışılan ve çalışılmayı
bekleyen şövaleler vardı. Birisi de
sana hizmet etmeyi bekliyor dedi
gülerek.
Ve koyu bir yağlı boya kokusu
hakimdi odalarda.
İlk dikkatimi çeken hususlar
bunlardı. Atölyedeki çalışan arkadaşlarla
kısa bir tanışmadan sonra,
ben biraz kendimden söz ettim,
o da kendinden söz etti. İki neskafe
yapıp masaya geldi.
Ben yanımda getirdiğim
resim defterine yaptıklarımı gösterdim.
O “güzel” dedi. “Ben sana
şimdiye kadar edindiğim bilgileri
aktaracağım” diyerek devam etti.
Ve ilk derse başlamış olduk
.
“Önce resimde sağlam bir
desen çok önemlidir. Eğer desen
iyi değilse yapacağın çalışma asla
istediğin gibi bir resim olamaz.
Bunun için de sürekli çizmelisin.
Elin iyice alışmalı. Ayrıca ustaların
resimlerine de bakmalısın.
Bak kütüphanede sayısız kitap var.
Her zaman yararlanabilirsin. Göreceksin
ki bütün büyük ressamların
desenleri çok iyidir. Onlar da
resimlerine başlamadan önce hiç
üşenmeden desen çizerler. Planlama
yaparlar. Koyu, açık ve orta
değerleri iyice belirlerler. Sonrası
renkleri oluştururlar.”
Daha ilk derste, o zamana
kadar bilmediğim iki konunun
önemini kavramıştım.
Desen
Koyu, açık, orta renk dengesi
Söylediklerinde haklıydı.
Bunca gerçeklerin arasında çizdiklerimin
sadece acemice çalışmalar
olduğunu fark etmiştim. Terlediğimi
hissettim o an. Öyle ki daha
düne kadar her şeyi resmederim
diyen bendim ve şimdi resme başka
pencerelerden bakıyor, resim
sanatının incelikleriyle yüzleşiyordum.
Keşke daha önceden yüzleşip
boyaların etkisini resim fırçalarının
izinde görebilseydim.
x
Peki kimdi atölyesine katıldığım
ressam?
1948 yılında Konya’nın
Ereğli ilçesinde doğmuş, çocukluğu
zorluklarla geçmiş bir aydın.
1968 yılında Devlet Güzel
Sanatlar Akademisi Yüksek Resim
Bölümü’ne giren, Fethi Kayaalp,
Sabri Berkel’den baskı resim;
Ferruh Başağa’dan vitray, mozaik;
Neşet Günal’dan resim dersleri
alan, 1974 yılında mezun
olan ressam.
1977 yılında Tekirdağ
Saray Lisesi’ne
resim-sanat tarihi öğretmeni
olarak atanmış.
1980 yılında Milli Eğitim
Bakanlığı’nın açtığı
sınavı kazanarak Buca
Yüksek Öğretmen Okulu’na
atanan. Dokuz
Eylül Üniversitesi Buca
Eğitim Fakültesi’nde 31
yıl 6 ay çalışarak Yrd.
Doç. olarak emekli olan
bir ressam.
Eserleri, Japonya,
İngiltere, Amerika’da,
kültür bakanlığı
ve özel koleksiyonlarda
yer alan 30’dan fazla kişisel,
100’den çok karma
resim sergisinde sanatseverler
ile buluşmuş
usta bir sanatçı.
Resmin yanında
fotoğrafçılıkla da ilgilenen bir
isim. DGSA Fotoğraf Yarışması
2.cilik ödülü (1974), Akbank Fotoğraf
Yarışması Mansiyon Ödülleri
(1974-1980), İFSAK Fotoğraf
Yarışması 1.lik ödülü (1978),
İFSAK Uluslararası Saydam ve
Renkli Baskı dalında ödül (1979),
Doğal Hayatı Koruma Derneği
2.lik ödülü (1980), Kültür Bakanlığı
Devlet Fotoğraf Yarışması
3.lük ödülü (1983), DYO Resim
Yarışması onur ödülü (1976), Ege
Üniversitesi Obezite Derneği Resim
Yarışması 1.lik ödülü (2004)
sahibi.
Mehmet Boztaş.
Mehmet Boztaş bir aydın.
Bir toplantıda söyledikleri onun
sanatçı kimliğini belli ediyor.
“Sanatçı çevreye duyarlı insandır.
Yaşamı dikkatli izleyen, onları
insanlara tekrar sunan kişidir.
Yani toplumdaki olumsuzlukları,
sıkıntıları görüp onları işleyen ve
onları çözüm için topluma tekrar
sunandır. Sanatçı toplumdaki
olumsuzluğa duyarsız kalan
kişi değildir, zaten olmamalıdır
da. Yani sanatçının topluma
karşı bir sorumluluğu
vardır. Sırf meyve yaparak,
çiçek, böcek resmi yaparak
mutlu olmaz ressam. Acıları
da resmeder. Haksızlıklara
karşı çıkar. Özgürlüğü savunur.
Çünkü sanatçı özgür
düşüncelidir. Resim, yapan
sanatçının yaşam anlayışını
yansıtır ve insana ulaşmayan
resim eksiktir.”
Söyledikleri sanatın olması
gereken yerini belirliyordu.
“Sanat toplum içindir”
Ona göre haksızlığa karşı
susmak ölüm demekti. Bütün
renkler güzeldi ama kırmızı
daha güzeldi.
İçimden “doğru yerdesin”
dedim.
Vadileri aşacağımı hissettim
o an. Çünkü ışıklı bir yolda
usta bir ressam eşlik edecekti bana.
Bir şiirimde dediğim gibi, yok olmak
bana göre değildi.
“Sanatçı çevreye duyarlı
insandır. Yaşamı dikkatli
izleyen, onları insanlara
tekrar sunan kişidir. Yani
toplumdaki olumsuzlukları,
sıkıntıları görüp onları
işleyen ve onları çözüm
için topluma tekrar sunandır”
“Sanatçının topluma karşı bir sorumluluğu vardır. Haksızlıklara karşı çıkar.
Özgürlüğü savunur. Çünkü sanatçı özgür düşüncelidir. Resim, yapan sanatçının
yaşam anlayışını yansıtır ve insana ulaşmayan resim eksiktir.”
RESİMLER :Mehmet BOZTAŞ
MEHMET BOZTAŞ
FOTOĞRAF
“Fotoğrafa bakınca, ilk önce ne geçiyordu aklından acaba, elindeki değneği öküzü dürterken adamın diyorum.
Bilmiyorum tabi. Böyle durumlarda gözlerimi kapatmak geliyor içimden. Kapatıyorum, açıyorum, tekrar kapatıyorum.
Evlenmeden önce karısına verdiği sözleri düşündüğünü görüyorum çok eskilerden kalan. Sonra
aklına bile gelmeyen dizili ağaçların tam ortasındaki dut ağacının altına kimseler görmesin diye gömdüğü
dilek kağıdı beliriyor gözlerimin önüne. Yetmiyor bütün bunlar bana, tekrar açıp kapıyorum gözlerimi. Birden
o günlerdeki halini görüyorum adamın, bir çam ağacının altında şimdi toprağı beraberce işlediği karısıyla,
gençliğinde el ele tutuşması şekilleniyor. Henüz askerden yeni dönmüş. Hayalleri, hayalleri, hayalleri... İnadına
gözlerimi tekrar açıp kapıyorum yeni bir şeyler görürüm diye. Bu defa bir soru karşılıyor beni. Buralardan
göçüp ne zaman gideceğiz Memet diyor kadın adama. Adamın adı demek Memet. Tekrar açıp kapatıyorum
gözlerimi adamın verdiği cevabı öğrenmek için. Bir oyun sanki gözlerimi açıp kapatmak. Nedense hep köyde,
tarlaların arasında görüyorum onları. Nafile başka yer yok hayatlarında. Üç çocuk var evde. İki kız bir oğlan.
Boy boy. Ama köyden uzaklaşan bir atlı yok. Defalarca açıp kapatıyorum ne olacağını merak ederek. Olup
biten değişmiyor. Sabah erken saatlerinde kalkıp tarlaya geliyorlar her gün. Öğleyin hazırladıkları azıkları
çıkarıp karınlarını doyuruyorlar. Sonra yeniden toprağın sürülmesi. Öyle ya bekleyen bir tarla var. Deli yükseltilerin
hemen yanında. Sürüldüğünde yol, sürülmediğinde sadece toprak olan.
Gözlerimi açıp kapamaktan vazgeçiyorum.”
ŞİİR
SAKIN UYUMA BU SAATTE
ÖMER ÇELiKKOL
Sakın uyuma bu saatte,
Ellerinle it kararan arsız göz kapaklarını geriye,
Uyuma bu saatte,
Ben uyumadım, gece uyumadı, ben yine uyumadım
işte,
Sakın okuma bunları,
Bir avuç sulanmış kelimeleri sürme yüzüne,
Daha fazla kusmadan kulakların,
Dinleme beni,
Sövme.
Sigaranı yak ne bileyim başladıysan yine,
Uykuda kaybolur derler insanlar,
Orda mısın değil misin bilmeden, ben değilim işte,
Gece bildiğin aynı gece sorarsan,(-ki sormazsın)
Ben aynı havada,
Merak ettin mi gerçekten yalın süzülen sözlerimi
yoksa aşinamıyım dinliyorum diyen gözlerine,
Uyudun mu sahi,
Sakın uyuma bu saatte,
Aslında akrep nerde yelkovan hangi yönün esiri kimin
umurunda,
Her saat sana uyanmaya çalan metal bir ses sadece,
Dinleme beni yine,
Fısıldama.
Sessiz pencereler var ara ara,
Renksiz fena,
Ve rüzgar giremiyor içeriye,
Bu kışın en kötü tarafı bu işte,
Nefes sonraya saklanıyor bu mevsimde,
Solunmuyor aşklar,
Boğuyor aynı mekanda, aynı bedende,
Aç pencereni,
Nefes alsın ellerin,
Gözlerin bir renk,
İlham alsın düşlerin,
Sessiz pencereler var ara ara,
Sensiz talihsiz aydınlıklar,
Zevksiz hayatlar,
Dinleme beni yine,
Sakın uyuma bu saatte,
Sessiz değil sokaklar,
Her köşede enkaz altında kalan dudaklar var,
Uyuma,
Çok soğuk,
Sözlerim soğuk, gece soğuk,
Pencereler karanlık,
Her gölgenin altında bir hikayesi var sahibinden çaldığı
sokak lambalarının,
Önce saklar geceden, herkesten,
Sonra unutur ertesi gün yeni bir kırık hikaye döküldüğünde
ayaklarına,
Sonra yine unutur,
Sonra yine,
Bu yüzden tazedir sokaklar,
Aydınlıktır kara kara hikayeler anlatsa da insanlar,
Soğuktur her söze ama biraz aşina,
Sakın uyuma daha,
Dinleme beni,
Diyorum ki,
Sen sevme,
Ama ellerin sevsin beni.
Sakın uyuma bu saatte,
Bakma gecenin aldatmacasına,
Geceye geç kalır hep ışıklar,
Sabaha erken,
Sevsin beni ellerin, öyküler yazsın yeniden,
Sen bakma bu tarafa,
Dinleme beni ben okurken.
Derin bir soluk çıkıyor içimden,
Titriyor dudaklarımdaki heceler,
Oysa yazarken konuşmazdım ben, bilirsin,
Şiirlerim hep sessizdi,
Yine derin bir soluk yeniden,
Seslenmiyorum sana,
Dinleme o yüzden,
Yazamıyorum seni okurken.
Sakın uyuma bu saatte,
Sabaha ne kaldı şurda,
Ne olur ki biraz daha dinlemesen beni,
Okumasan,
Aklı havada bir dünya bu,
Ayak uydurmak zorunda mısın her anına,
Çıkman mı gerekir her yokuşuna,
Uyuma,
Bırak, oluruna,
Sakın uyuma bu saatte,
Tavana bakmakta bir şeydir herhangi bir rengi barındırmasa
da bünyesinde,
Dinleme beni,
Sevme.
2020
www.hasancelikkol.com
dusvemitos@gmail.com