19.01.2021 Views

ZEYREK MECMUA 1. SAYI

  • No tags were found...

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


TÜRK DÜNYASI EDEBİYATI

Dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan Türk

soyundan insanlarının oluşturduğu topluluğa

“Türk dünyası” denir. Günümüzde bu dünyayı

oluşturan Türk boyları, siyasî, sosyal ve kültürel

hayat bakımından bir hayli değişik şartlar

altında varlıklarını sürdürmektedir.

Bunlar arasında bağımsız devletlere sahip

olanlar (Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan,

Kırgızistan, Türkmenistan), başka milletlerin

yönetimi altında bazı siyasî ve kültürel haklar

elde etmiş olarak (Tataristan, Başkurdistan,

Çuvaşistan, Yakutistan ve diğer yerlerde)

yaşayanlar olduğu gibi sebebi ne olursa olsun,

hiçbir siyasî, kültürel hakka sahip olmayanlar

da (Suriye ve İran Türkleri gibi) vardır. Ayrıca

nüfus olarak epeyce azalmış, kendi varlığını

devam ettirmekte zorluk çeken, yok olmaya

yüz tutmuş (Karaylar, Polonya Tatarları) bazı

küçük Türk halkları da bulunmaktadır.

Türk boyları, tarihin en eski zamanlarından

beri, çeşitli sebeplerle, üç kıtaya yayılmış,

gittikleri yerlerde birçok devletler kurmuştur.

Türklerin büyük bir çoğunluğu 9-10. yüzyıldan

itibaren Müslüman olmuşsa da, diğer dinlere

tâbi olanlar da vardır. Günümüzde, nüfusları az

da olsa, eski inançlarını şöyle böyle devam

ettiren Altay dağları yöresinde Tuva (Tuba),

Hakas, Altay Kişi gibi küçük topluluklar vardır.

Doğu Avrupa’da Hristiyan Gagavuzlar, Çin’de

Budist Sarı Uygurlar, Kırım’dan Baltık ülkelerine

kadar dağılmış, sayıları günümüzde epeyce

azalmış Musevî Karaylar bunlar arasında

sayılabilir.

Türk boyları, dünyadaki coğrafî dağılımlarına

göre -Hazar denizi merkez alındığında- basit bir

şekilde Güneybatı Türklüğü, Kuzeybatı-

Kuzeydoğu Türklüğü ve Doğu Türklüğü olmak

üzere üç büyük gurupta toplanabilir. Sözü

edilen bu coğrafî bölgelere hâkim olan ve bu

arazilerde silinmez izler bırakan üç büyük Türk

boyundan söz edilebilir: Güneybatı Türklüğünü

Oğuzlar, Kuzeybatı-Kuzeydoğu Türklüğünü

Kıpçaklar, Doğu Türklüğünü de Karluklar

oluşturur, diyebiliriz. Çuvaş, Yakut, Halaç ve

daha bazı küçük toplulukların bu tasnif dışında

olduğu özellikle belirtilmelidir. Kısacası

çağımızda Türk dünyasını oluşturan Türk

halklarının büyük bir kısmının bu üç büyük

gruptan ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Oğuz boylarının günümüzdeki belli başlı

temsilcileri Türkiye Türkleri, Azerbaycan

Türkleri ve Türkmenlerdir. Gagavuzlar da bu

grupta düşünülmektedir.

TÜRKİYE TÜRKLERİ

Osmanlıların Avrupa’dan çekilme sürecinde

birçok Türk topluluğu özellikle XIX-XX. yüzyıllar

içerisinde değişik tarihlerde devletin sınırları

dışında kalmıştır. Böylece Romanya,

Yunanistan, Kıbrıs, eski Yugoslavya,

Bulgaristan, Suriye ve Irak’ta kalan Türklerin

Türkiye’yle bağları zaman zaman tamamıyla

kopma noktasına gelse de, bu ülkelerdeki Türk

toplulukları, kültür hayatı itibarıyla Türkiye’den

pek uzaklaşmamıştır. İçinde bulundukları

devletlerin siyasî baskılarına rağmen, edebiyat

hayatı Türkiye’yi takip etmiş, kullandıkları

edebî dil de Türkiye Türkçesi olmuştur. Bu

bakımdan eski Osmanlı topraklarında kalan

Türk topluluklarının edebiyatlarını ayrı ayrı

edebiyatlar olarak algılamak doğru değildir.

Sadece bu edebiyatların, içinde yaşanılan

devletin siyasî, kültürel ortamından

etkilendikleri ve zaman zaman o ülkelerin

yönetimi tarafından güdümlü bir edebiyat

konumuna sokuldukları göz önünde

tutulmalıdır. Özellikle Balkanlar ve Kıbrıs’daki

Türk topluluklarının edebiyatlarını ait oldukları

coğrafyanın ismiyle tanımlamak, yani; Kıbrıs

1


Türk Edebiyatı, Yunanistan (veya Batı Trakya)

Türk edebiyatı, Bulgaristan Türk edebiyatı

şeklinde adlandırmak bu edebiyatların ayrı bir

etnik veya millî kimliğe ait olduklarını değil,

sadece oluştukları coğrafyayı gösterir.

Bu topluluklar içinde Moldavya’daki

Gagavuzları ayrıca olarak ele almak gerekir.

Çünkü dinleri itibarıyla (Ortodoks-Hristiyan)

Osmanlı kültürünün belli ölçüde dışında

kalmışlar, Oğuz nitelikleri taşımasına rağmen

farklı bir dil ve alfabe kullanmışlardır. Yine de

dil bakımından en yakın oldukları topluluk

Türkiye Türkleridir.

IRAK TÜRKLERİ

Irak’ta günümüzde “Irak Türkmenlerinin

Edebiyatı” olarak adlandırılan edebiyatı da

Osmanlı edebiyatının bir kolu ve devamı olarak

kabul etmek gerekir. I. Dünya savaşı sonlarına

kadar bu bölgedeki Türkler tamamen Osmanlı

yazılı edebiyatına dâhil idiler. Kullandıkları yazı

veya edebiyat dili Osmanlı Türkçesi idi. 1918-

1932 arasındaki İngiliz mandası sırasında bu

bölgedeki Türkler azınlık durumuna düştü ve

üzerlerindeki Arap milliyetçiliğinin baskısı

artmaya başladı. 1932’de Irak krallığı kuruldu.

1968’de Baas Partisi yönetimi ele geçirdi ve

Türkler üzerindeki baskı zulme dönüştü.

Iraktaki şovenist baskılar sebebiyle Türkler,

kendilerini “Türk” değil “Türkman-Türkmen”

olarak adlandırmak zorunda kaldılar. Bu

sebeple, kökleri bir olsa da günümüzde bunları

eski Sovyet Türkmenistanı’nda bulunan

Türkmenlerle karıştırmamak gerekir; dil ve

kültür itibarıyla onlardan farklılaşmışlardır. Irak

Türkmenlerinin kullandıkları yazı XX. yüzyıl

ortalarından itibaren Osmanlı Türkçesinden

yavaş yavaş mahallî dile doğru kaymaya

başlamıştır.

Türkiye Türkleri 1928-1929’da Latin alfabesine

geçtikten sonra Irak Türkleri Arap alfabesini

kullanmaya devam ettiler. Bilinen sebeplerle

2

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ara Balkanlar ve

Kıbrıs hâriç, Türkiye dışında Türkler olduğunu

kabul ve itiraf etmekten çekinerek onların

problemlerinden uzak durması; Irak

yönetiminin yoğun baskıları; ayrıca Irak’ta

yetişen genç kuşakların Osmanlı mazisini

unutmaya başlaması gibi sebeplerle Irak

Türkleri, zamanla Arapların kendilerine uygun

gördüğü “Türkmen” kimliğini belli ölçüde

kabullendi. Günümüzde artık bu kimliği

kullanıyorlar.

Belirttiğimiz sebeplerle Irak’taki “Türkmen”

edebiyatı, sosyalist Baas Partisi yönetimi

sırasında iyice kendi içine kapandı, belli ölçüde

Türkiye edebiyatından uzaklaşmaya başladı.

Siyasî şartların sevkiyle bir dönem Kuzey ve

Güney Azerbaycan (İran Türk edebiyatı)

edebiyatıyla yakın ilişkiler kuruldu ve bu

ilişkiler edebiyata özellikle de şiire yansıdı. Bu

ilişkilerin kurulmasında Irak Türklerinin bir

kısmının Şiî mezhebine mensup olmalarının da

belli ölçüde rolü olmuştur. Irak’ta Saddam

Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonra yeniden

Türkiye ile yakın ilişkiler kuruldu ve kültür

hayatı tekrar Türkiye’ye yaklaşmaya başladı.

Irak Türkleri, günümüzde Arap alfabesini

kullanıyor. Edebî dilleri de kısaca belirtilen

değişiklikler sebebiyle mahallî bir nitelik

kazanmış; Azerbaycan Türkçesi özellikleri ön

plana çıkmıştır.

AZERBAYCAN-İRAN TÜRKLERİ

Azerbaycan Türkçesinin oluşum süreci, bir halk

olarak “Azerbaycan Türkleri ”nin oluşum

sürecinden öncedir. Bugün Azerbaycan

Türkçesi olarak nitelendirdiğimiz yazı dilinin

fonetik, morfolojik özellikleri Oğuzcanın içinde

(bir başka yaklaşımla “Eski Anadolu Türkçesi”

döneminde) XIII-XIV. yüzyıldan itibaren

izlenmektedir ve bu dönemde Anadolu Türkleri

ile Türkiye Türkleri arasında, daha doğrusu


kullanılan yazı dilinde, önemli bir farklılık

henüz oluşmamıştır.

Azerbaycan Türklerinin tarih sahnesine çıkışları

ise, aslında Orta Doğu Türklüğünün (batıdaki

Oğuzlarının) ikiye ayrılmasıyla mümkün

olmuştur. Şah İsmail’in kurduğu Safevî Türk

devleti (1501) ve uzun zaman sürüp giden

Osmanlı-Safevî hâkimiyet mücadeleleri, araya

giren mezhep ayrımı (önceleri Kızılbaşlık-

Sünnîlik, sonraları Şiîlik-Sünnîlik çekişmeleri),

asrın iki büyük devleti olan “Osmanlı Türkiyesi”

ve “Türk İran”ın Orta Doğu’yu aralarında

paylaşmasıyla sonuçlanmış ve bu süreç,

zamanla Azerbaycan Türklüğü ile Osmanlı

Türklüğünün ayrışma noktasını oluşturmuştur.

İran’da Safevîleri (1501-1732), Afşarlar (1736-

1795), Kaçarlar (1795-1924) izledi ama, İran

Türk devletinde değişen yalnız hanedanlar

oldu; devletin siyasî, kültürel niteliğinde fazla

bir değişiklik yoktu. Safevîlerin ilk

dönemlerinde Türk diline, devlet dili ve edebî

dil olarak önem verilse de, daha sonra resmî dil

olarak Selçuklularda olduğu gibi Farsça tercih

edildi. Buna rağmen İran’da Türk dilli edebiyat

(Azerbaycan edebiyatı) her zaman varlığını

korudu. Özellikle sözlü edebiyat oldukça zengin

birikimiyle Türk dünyası edebiyatları arasında

seçkin bir yere sahip oldu. İran’daki Türk şair ve

yazarları genellikle iki dilde, Türkçe ve Farsça

eserler verdiler. İran Türk edebiyatı, tarih

boyunca batısında Osmanlı Türk edebiyatını

doğusunda da Çağatay (Türkistan) Türk

edebiyatını yakından takip etti. İki Türk kültür

dairesi arasında köprü vazifesi gördü.

Kafkasya ve İran’da yaşayan Oğuz Türkleri

(günümüzdeki adlandırma ile Azerbaycan

Türkleri) 1804’te başlayan Rus istilası ve

1813’te Rusya ile İran arasında imzalanan

Gülistan Antlaşması’yla ikiye ayrıldı. 1828’de

yine aynı devletlerce imzalanan Türkmençayı

Antlaşması ise bu durumu pekiştirdi. Kuzey

Azerbaycan Rus yönetimine geçti, güney

3

Azerbaycan İran’da kaldı. İran Türkleri, aslında

Osmanlı ve Babür İmparatorluğu gibi, tarihte

uzun ömürlü olan bir devlete sahipti. Onlar

1924-25’e kadar İran’a hâkim oldular. Bu

tarihten itibaren İran devleti, Türk Kaçar

sülalesinden Farsların eline geçti, böylece

Azerbaycan Türkleri arka plana itildi.

Anadolu Türklerinin, yönetiminde yaşadıkları

Osmanlı hanedanın adını benimsemeleri ve

kendilerini “Osmanlı” olarak nitelemelerine

karşılık, İran’daki Türkler günümüze kadar

kendilerini “Türk” olarak tanımlamaya devam

etmiş ve gerekli gördüklerinde “İran Türkü,

Azerbaycan Türkü” gibi daha açık bir tanım

kullanmışlardır.

Rus istilası altında kalan Kuzey Azerbaycan

Türkleri, kendilerini XX. yüzyılın başına kadar

“Müslüman” veya “Türk” olarak adlandırmıştır.

Komşuları olan Ermeni, Gürcü ve Farslar da

onlara “Türk” demekte devam etmiştir.

Osmanlı Türklerinin Batı kültürüne

yaklaşmalarının doğal bir sonucu olarak

Türkiye’de milliyet meselesi ortaya çıkmış, tarih

bilgi ve bilincinin de gelişmesiyle XIX. yüzyıl

sonlarından itibaren “Osmanlı” yerine “Türk”

kimliği kullanılır olmuştur. Balkan ve Birinci

Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de “Türk”

kimliği anlayışı iyice pekişmiş ve yerleşmiştir.

Böylece Türkiye’de Kafkasya ve İran’da yaşayan

Türkler için yeni bir adlandırma ihtiyacı ortaya

çıkmıştır. Bu konuda Türk bilim adamları daha

çok coğrafyadan yararlanmayı ve böylece

Türkiye Türkleri, Anadolu Türkleri, Kafkasya

Türkleri, Azerbaycan Türkleri, İran Türkleri gibi

adlandırmaları doğru bulmuş ve

kullanmışlardır.

Kafkasya’da da aynı problem, Batılılaşmanın bir

sonucu olarak hissedilmiş, Azerbaycan

aydınları, Rusların kendilerini “Tatar”,

“Kafkasya Tatarı” “Azerbaycan Tatarı” veya

sadece “Müslüman” olarak adlandırmalarını


doğru ve yeterli bulmamış, eskiden beri

kullandıkları, tarihî derinliği olan “Türk”

nitelendirmesini tercih etmişlerdir. Bu konuda

özellikle Hüseyinzade Ali Bey’in “Türkler Kimdir

ve Kimlerden İbarettir” (Hayat gazetesi, 1905-

1906) adlı büyük makalesi çok etkili olmuştur.

Onlar da kendilerini diğer Türk gruplarından

ayırmak için yine coğrafyadan yararlanmış millî

kimlikleri için “İran Türkleri”, “Azerbaycan

Türkleri”, “Kafkasya Türkleri” veya aynı manada

“Azerî, Azerbaycanlı” tanımlarını kullanmaya

başlamışlardır. 1918’de Kuzey Azerbaycan’da

kurulan Türk devletinin kendisini “Azerbaycan

Cumhuriyeti” olarak adlandırması, bu

adlandırmanın yaygınlaşması ve halk arasında

millî kimlik olarak kabul görmesiyle birlikte

“Azerbaycan Türkü” ve dolayısıyla da

“Azerbaycan Türkçesi”, “Azerbaycan Türk Dili”,

“Azerbaycan Türk Edebiyatı” veya bunun

kısaltılmış bir ifadesi olan “Azeri” ve

“Azerbaycan” edebiyatı tanımları kullanıla

gelmiştir.

Bu kullanımları karıştıran ve fikirleri bulandıran

Sovyetler Birliği’nde 1926 yılından itibaren

Türkiye Türkleriyle Azerbaycan Türklerini

birbirinden iyice ayırmaya yönelik, kasıtlı

ideolojik yaklaşım ve bu yaklaşımın ortaya

attığı aslı-esası olmayan “Azerbaycan Milleti”,

“Azerbaycan Dili” kavramlarına dayanan tarih

anlayışı olmuştur.

1918’de Kafkasya Türklerinin Ermeni ve

Bolşevik katliamlarından Türkiye askerî

müdahalesi sayesinde kurtulması ve

Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulması,

Anadolu Türkleriyle Kafkasya Türklerinin

asırlarca devam eden Osmanlı-İran, Sünnîlik-

Şiilik rekabet ve çekişmesinin sona erdiğini,

Türklük ve Müslümanlık bağlarının iyice

kuvvetlendiğini gösteriyordu. Zaten XIX. asrın

sonlarına doğru her iki coğrafyada tarih

bilgisinin ve millet bilincinin gelişmesi, XX.

yüzyıl başlarından itibaren aydınlar arasında

4

“Türkçülük” ve İslâmcılık” cereyanlarının

güçlenmesini sağlamıştı. Rusya’da İsmail

Gaspıralı, Azerbaycan’da Hasanbey Melikzade

Zerdabî, Hüseyinzade Ali, Ahmet Ağaoğlu,

Mehmet Emin Resulzade gibi aydınların, 1906-

1917 yılları arasındaki Rusya Müslümanları

Kongreleri’nin ve aynı zamanda Türkiye’deki

“Millî Edebiyat”, dilde sadeleşme

hareketlerinin bu yakınlaşmada, kaynaşmada

büyük rolü olmuştu.

Ruslar I. Dünya Savaşı sırasında kendi

kontrolleri altındaki Doğu Anadolu bölgesinde

savaş ve Ermeni komitelerinin sebep olduğu

yağma, öldürme, kıtlık ve açlık karşısında

sersefil olan Doğu Anadolu Türklerine,

Azerbaycan Cemiyet-i Hayriyesi’nin “Kardaş

Kömeği” olarak adlandırılan yardımlarını,

Rusya’daki siyasî kargaşa sebebiyle

engelleyememişti. 1918’de Türkiye-

Azerbaycan dayanışmasıyla Azerbaycan

Cumhuriyeti’nin kurulmasını, ardından

Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı’nın zaferle

sonuçlanmasını ve daha güçlü bir devlet olarak

Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasını,

“Büyük Ermenistan” rüyalarının tarihe

karışmasını görünce hem Ermeniler hem de

Ruslar, Türkiye-Azerbaycan yaklaşmasına daha

fazla tahammül edemediler. Bu durumu

bölgedeki çıkarlarına aykırı buldular. Ortaya

çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin

“Bolşevikleşmemesi”, Sovyet-Türkiye

yakınlaşmasının da sonunu getirdi. 1924’te

Lenin’in ölmesinden sonra Stalin’in Sovyet

Rusya’nın başına geçmesi ve daha başka

sebeplerle 1926’dan sonra Sovyet

Azerbaycanı’nda kontrolü elinde bulunduran

Rus ve Ermeni Bolşevikleri, Moskova’nın

emriyle sadece Azerbaycan’ı Türkiye’den

uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapmakla

kalmadılar, aynı zamanda Kafkasya’yı

Türklerden temizlemek için kitlesel baskılara,

sürgünlere başladılar. Ermenistan ve Gürcistan

cumhuriyetleri içindeki Türkler sürgün edilerek


bu cumhuriyetlerde etnik temizlik yapıldı (II.

Dünya Savaşı’ndan sonra Ahıska Türkleri de bu

bağlamda sürgün edildi). Bununla da

yetinilmedi Azerbaycan’a ait birçok arazi,

Ermenistan’a terk edildi. 1920’li yıllarda

başlayan aydınları ortadan kaldırma hareketi

1937’ye doğru kitlesel bir kırgın hâlini aldı. On

binlerce Azerbaycan aydını “rejim düşmanı”

ithamı ve bahanesiyle ortadan kaldırıldı veya

Sibirya’ya sürgün edildi. İşte bu hadiseler

sırasında Azerbaycan’da tarih görüşü, “milliyet

anlayışı” Sovyetler tarafından bilinçli olarak

değiştirildi. Kafkasya, İran bölgelerinde tarihin

epeyce eski dönemlerinden beri yaşayan

Türklerin, “aslen İranlı bir halk olduğu ve

Selçukluların bölgeye gelmelerinden sonra

zorla Türkleştirildikleri, aslen Türk olmadıkları

sadece ‘Türk dilli bir halk’ oldukları” gibi hiçbir

tarihî esasa dayanmayan bir tez ileri sürüldü ve

zorla kabul ettirildi. Böylece Sovyet döneminde

Türk kimliği yasaklandı; halkın adı

“Azerbaycanlı”, dilin adı da “Azerbaycanca”

veya “Azerbaycan Dili” olarak tanımlandı. Bu

uyduruk tezi güya ispat etmek için tarihî

bulgular vesikalar tahrif edilerek ciltler dolusu

eserler yazıldı.

Sovyetlerin Kafkasya’da Türklüğü ortadan

kaldırmak için icat etikleri bu uydurma tarih

görüşü yeni İran devletinin de imdadına yetişti.

İran, XX. yüzyıl başlarında Rusya ve

İngiltere’nin kontrolü altına girmeye mecbur

olsa da 1924 yılına kadar iyi kötü bağımsızlığını

ve Türk kimliğini koruyabildi. 1924’te

İngilizlerin de yardımı ile Rıza Han, Türk Kaçar

hanedanını tahttan uzaklaştırarak İran’ın

kontrolünü eline geçirdi ve kendini şah ilan etti.

Böylece 1924’ten sonra İran bir Türk devleti

olmaktan çıktı; siyasî, kültürel yapısında

tamamen Farsların hâkim olduğu bir devlet

hâline geldi. Rıza Han, şovenist Fars

milliyetçilerinin telkiniyle Sovyet tarih tezinin

bir benzerini İran’da uygulamaya başladı.

Ülkedeki Türklerin, “Moğollar zamanında zorla

5

Türkleştirilmiş İranlı bir halk olduğu, bu halkın

adının da ‘Azerî’ olduğu” ileri sürüldü. Böylece

günümüzde nüfusu 30 milyon civarında tahmin

edilen İran Türkleri “Azerî”, dilleri de eski İran

dillerinin bir kolu olduğu var sayılan “Azerîce”

olarak adlandırıldı. 1924-1979 arasında İran’da

Türkçe eğitim ve matbuat tamamen

yasaklandı. Rıza Han’ın kurduğu “Pehlevi”

hanedanı, 1979’da “İran İslâm Devrimi” ile

ortadan kaldırılsa da İran’daki Türkler, devrim

sırasında vaat edilen kültürel, siyasî haklarını

elde edemediler. Hâlen İran’da sıkı bir sansür

uygulanmaktadır. Sansürden izin alınabilirse

Azerbaycan Türkçesiyle kitap ve dergiler

basılabilmektedir

İran’da Azerbaycan Türkleri için resmen

dayatılan kimlik tanımının, 1918’de Azerbaycan

Cumhuriyeti’ni kuran aydınların ve Türkiye’de

Fuat Köprülü ile başlayan “Azerî Türkü”, “Azerî

Türkçesi”, “Azerî edebiyatı”, adlandırmalarıyla

bir ilgisi yoktur. Aynı şekilde daha sonra aynı

anlamda Türkiye’de kullanılan “Azerbaycan

Türkü”, “Azerbaycan Türkçesi” ve “Azerbaycan

Edebiyatı” gibi adlandırmalarla da sadece isim

benzerliği vardır; kastedilen mahiyet ise kısaca

açıkladığımız gibi tamamıyla farklıdır.

Türkiye’de kullanılan terimde “Azerî”ler,

açıkladığımız gibi Oğuz Türklerin bir boyu

olarak nitelendirilir, İran resmî makamları ise

“Azerî”leri, Türkleştirilmiş İran halklarından biri

olarak kabul ederler. Bu kavramların kimler

tarafından ve nasıl bir yaklaşımdan hareketle

kullanıldığı iyice bilinmediğinden, zaman

zaman yanlış yorumlar yapılmaktadır

Geçmişte Sovyetler Birliği’nde, zamanımızda

ise İran’da, hükûmetlerin bu kasıtlı

yaklaşımları, sözü edilen yörelerde Azerbaycan

Türkleri arasında gittikçe yaygınlaşan “Türklük”

bilincin ileride yol açacağından korkulan

hareketleri önleme telaşıyla uygulamaya

konulmuştur. Bu zoraki yaklaşımlar, bilimsel


verilere değil, siyasî, ideolojik görüşlere

dayanmaktadır

1991’deki yeni bağımsızlık döneminden sonra

Azerbaycan’ın önderi Haydar Aliyev’in “Biz bir

millet iki devletiz!” sözleriyle bu konudaki

kargaşaya resmen son verilmiş bulunmaktadır.

Sözü edilen Sovyet tarih anlayışı sadece

Azerbaycan Türkleriyle sınırlı değil idi; onlar

Özbekistan ve Türkmenistan Türkleri için de

benzer tezleri savunmuşlardı. Sovyetlerin

yıkılmasıyla birlikte o ülkelerde de millî tarih

anlayışı, objektif yaklaşımlar ve bilimsel

görüşlerle yer değiştirmeye başlamıştır.

6


TÜRKİYE’DE KADIN ERKEK

ÇATIŞMALARINA PSİKOLOJİK BAKIŞ

AÇISI

Ülkemizdeki kadın erkek arasındaki ilişkiyi

psikolojik bir bakış açısıyla incelemek amacıyla

bu yazının faydası olacağı kanısındayım.

Genel olarak kadın erkek çatışmalarını eşler

arasından tutup iş hayatına kadar bir çok

alanda görmek mümkün. Bir çatışma söz

konusu ve bu çatışmanın kaynağı bilinçte yer

alan durumlardan çok bilinçaltında saklı.

Bilinçaltı demişken önce buradan başlayalım

yani Freud’dan. 0-6 yaş döneminde

karşılanmayan ya da eksik karşılanan ihtiyaçlar

daha sonra bilinçdışı haline gelerek hayatımızın

tamamını gizli bir şekilde etkilemeye başlar. Bu

durumu cinsiyete bağlamak gerekirse, ülkemiz

genel anlamda ataerkil toplum özelliğini hala

devam ettirmekte ve çocuk doğduğu andan

itibaren çocuğun cinsiyet özelliğine uygun bir

kalıba sokulmakta.

Kızlar narin, genelde bir prenses gibi ihtiyaçları

hep ailenin başka bir üyesi tarafından

karşılanan, girişimcilik duygusunun

gelişmesine izin verilmeyen bir biçimde

yetiştirilmektedir. Erkekler ise aslan, kaplan,

her şeye gücü yetebilen adeta bir süper

kahramandır. Peki bu nasıl bilinçaltı haline

gelir? Şöyle ki bir şeyler yapılması gereken bir

dönemde yapılmadığında orada bir saplantı

gerçekleşir. Örneğin kız çocukları bu konuda

daha kısıtlayıcı bir şekilde büyütülüyorlar ,

“Düzgün otur, düzgün konuş, erkek gibi

hareketler yapma” vs. bu örnekler

çoğaltılabilir.

Adler bu duruma daha farklı bir pencereden

bakıyor. Aşağılık duygusu. Bu duygu insanda bir

üstünlük kurma çabasını tetikliyor. Özellikle

tarihe bakacak olursak önemli işler başarmış

kişilerin genelde ona aşağılık duygusu veren bir

durumu vardır. Sürekli çocuğa onun eksik ya da

yetersiz olduğu yönünde iletim verilirse bu

üstünlük çabasının oluşmasına sebep olabilir.

Burada da gerek anne baba tutumu ,gerek

toplumun empoze ettiği kültürel normlar

,kadın erkek davranışları konusunda önemlidir.

Yetersiz hisseden birey sağlıklı düşünemez ve

bunu karşısındaki kişilere de yansıtır. Burada

bir çatışma gerçekleşebilir. Bu eksikliği bilinçaltı

haline getirmiş olan kadın veya erkek bu

konularda özellikle hassas davranır ve

çatışmaya daha meyilli olabilir.

Son olarak yazıyı Jung ile bitirmek istiyorum.

Jung der ki “insanın içinde her iki cinsin

özellikleri de bulunur. Yeri ve zamanı gelince

insan bunları kullanırsa karşı cinsle sağlıklı

ilişkiler kurabilir. Ama tek bir cinsin özelliğine

ısrarla bağlı olup, diğerini reddederse işte o

zaman çatışma gerçekleşir.” Buna anima ve

animus denir. Karşı cinsle anlaşamayan, sürekli

çatışan bireyler genelde tek tarafın özelliğini

taşıyan bireylerdir. Burada yine devreye

kültürün kadın ve erkeğe biçtiği rol ve

yetiştirme tarzı da girer.

Züleyha YAZNUR

Erkek çocukları ise daha çok serbest bir yaşam

çerçevesinde büyür öyle ki belirli bir yaşa kadar

vücudunu teşhir eden bir şekilde dolaşmasına

bile izin verilir. Freud’a burada bir ara vererek

Adler’e geçelim.

7


TÜRK HALK ŞİİRİ OLUŞUMU

Halk şiirinin içeriği konusunda araştırmacılar

arasında bazı farklı yaklaşımlar olmuştur ama

genel kabul gören yaklaşım ise ; İslamiyet

öncesi Türk şiiri ile İslamiyet sonrasında gelişen

Dinî-Tasavvufi Halk Şiiri ve Aşık Şiiri gibi şairi

belli bazı şiirler ve mani, ninni, türkü gibi

anonim ürünler bu kapsamda ele alınmıştır.

Bu açıdan bakıldığında Türk halk şiirinin köklü

bir tarihsel geçmişi ve bu tarihsel geçmişin

yaşandığı bir o kadar da geniş coğrafyası vardır.

Türklerin dünya üzerindeki en eski ve hareketli

kavimlerden biri olarak tarih boyunca geniş bir

coğrafyaya yayıldıkları dikkate alınırsa, bu

durumun doğal bir sonuç olduğu ortaya

çıkacaktır.

Bu bakımdan ele alınırsa Türk halk şiiri geniş bir

coğrafyada hüküm süren ve çok eski bir tarihe

dayanan şiirdir. Bu yayılış ve kapsam sonucu

Türk Halk Şiiri tarih boyunca farklı renklere

bezenmiş, bir çok kültürden kendine kaynaklık

ederek kendine gelişim göstermiştir.

Doğudan batıya doğru sürekli bir ilerleme

gösteren Türklerin şiiri, doğal olarak farklı

renklerle bezenmiş ve tarihin belirli

dönemlerinde çeşitli adlarla anılmıştır. Türk

halk şiirinin, temasta bulunulan kültürlerin ve

dinlerin de tesiriyle yeni oluşumlara açık bir

yapı kanmış olmakla birlikte tarih boyunca

değişmeyen ortak bir geleneksel dokuyu

koruyup bugüne taşımayı başardığını da

söyleyebiliriz. Hangi dönemde olursa olsun

Türk halk şiirinin özgün ölçü, kafiye, nazım

birimi ile şekillenen nazım biçimleri ile ortak

duygulanışları ifade eden nazım türleri

olmuştur.

Bu bakımdan Türk halk şiiri, değişik devirler,

zümreler ve kültürel etkileşimlerle bazı

çeşitlenmelere uğramakla birlikte özünü ve

özgünlüğünü koruyarak günümüze ulaşmayı

başarabilmiş bir gelenektir.

8

Türk edebiyatıyla ilgili olarak genel kabul

görmüş ve büyük oranda Türk edebiyatı

tarihinin kurucusu M. Fuad Köprülü'ye

yaslanan tasniflerde olduğu gibi Türk Halk

Şiirini de, öncelikle İslâmiyet Öncesi Türk Halk

Şiiri ve İslâmiyet Sonrası Türk Halk Şiiri olmak

üzere ikiye ayırabiliriz. İslâmiyet Sonrası Türk

Halk Şiiri de kendi içinde üç ayrı kısma

ayrılabilir:

1. Anonim Halk Şiiri

2. Dini-Tasavvufi Halk Şiiri

3. Âşık Edebiyatı

Bu tasnif, M. Fuad Köprülü'nün Türk edebiyatı

üzerine yaptığı tasniften hareketle

oluşturulmuştur. Köprülü, Türk edebiyatını

öncelikle İslâmiyet öncesi ve sonrası olarak,

İslâmiyet sonrasındaki Türk edebiyatını ise

"Anonim Halk Edebiyatı", "Dini-Tasavvufi Halk

Edebiyatı" ve "Âşık Tarzı Halk Edebiyatı" olmak

üzere üç kısma ayırmıştır. Ayrıca Köprülü, yakın

dönemdeki edebiyatı da "Batu Uygarlığı

Etkisindeki Türk Edebiyatı" olarak

nitelendirmiştir.

Bu tasnif şüphesiz ağırlıklı olarak Türkiye

merkezlidir, daha sonra önce din olarak

İslâmiyet'i seçmiş, daha sonra da batı

medeniyeti etkisine girmiş Türk toplulukları

dikkate alınarak yapılmıştır.

Din ve medeniyet değişimlerinin edebiyatı

etkilemesi ölçütü üzerine inşa edilmiş olan bu

tasnif, Köprülü'den sonra yazılan edebiyat

tarihlerinde de kullanılarak yaygınlaşmış ve

bazı eleştirilere rağmen genel kabul görmüştür.

Bu yüzden Türk halk şiiri de Köprülü'nün bu

yaklaşımına bağlı olarak İslâmiyet öncesi ve

sonrası olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.

Böyle bir ayrıma gidilmesinde, şüphesiz

İslamiyet'in Türk kültüründe köklü değişiklikler

yapmasının etkisi vardır.


İslâmiyet sonrasındaki halk şirinin tasnifinde

yer alan Anonim Halk Şiirini, din ve medeniyet

değişikliği bağlamında oluşmuş ve kronolojik

olarak tarihsel süreçle ilgili bir küme olarak

değerlendirmek zordur. Nitekim Pertev Naili

Boratav gibi bazı araştırmacılar "Halk Şiiri"

olarak sadece anonim mahiyetteki ürünlerin

değerlendirilmesi gerektiği kanısındadırlar.

Dinî-Tasavvufi Halk Şiiri ile Aşık Şiirini ise ortak

kökleri İslâmiyet öncesine yaslanmakla birlikte,

yeni şartlarda oluşmuş ve olgunlaşmış, eş

zamanlı ancak farklı ortamlarda icra edilen ve

farklı içeriğe sahip şiir akımları olarak ele

alınabilir.

Bilindiği gibi İslâmiyet'in kabulüyle birlikte

oluşan dinî ve tasavvufi içerikli olmalarına

rağmen dil, biçim ve icra ortamları itibariyle

halk şiiri geleneğine bağlı olan bu dönem

şiirine "Dinî-Tasavvufi Halk Şiiri" adı verilmiştir.

Bu şiirlerin konularının tasavvuf, yani ilahî aşk,

icracılarının sufi şairler ve icra ortamlarının

tekkeler olması bir başka adlandırmayı da

beraberinde getirmiştir. Tekke Edebiyatı veya

Tekke-Tasavvuf Edebiyatı.

Bu geleneğin yanı sıra icra merkezinde âşıkların

yer aldığı "âşık edebiyatı / şiiri" de "beşerî aşk”

konulu şiirlerle yeni bir alan açmaktadır. Bu

tasnife özellikle "anonimlik” açısından yapılan

itirazlarda Aşık Edebiyatı ile Dinî-Tasavvufi

Edebiyat ürünlerinin, şairi belli edebiyat

ürünleri grubuna girdiği, halk şiiri içinde yer

almaması gerektiği ve halk şiirinin ilk yakıcısı

belli olmayan, yani anonim şiirler için

kullanılması gerektiği görüşü öne

çıkarılmaktadır.

Eğer halk şiiri sadece "anonim" olma ölçütü

esasında bakılırsa bu yaklaşım doğru olabilir,

ancak halk şiirinin daha kapsayıcı olduğu da

açıktır.

İlk ve özgün yakıcısı belli olsun olmasın Türk

halk şiiri, sözlü gelenekte yaratılıp aktarılan, bu

aktarım esnasında bazı değişim ve

dönüşümlere uğrayabilen, değişimlere karşı

hafızada kendini koruyabilmesi için

kalıplaşmaya yönelen bir şiirdir. Bu yüzden

ölçü, kafiye, nazım birimi gibi şekil özellikleri

açısından Dini-Tasavvufi, Âşık ve Anonim Halk

Şiiri gelenekleri birbirlerine oldukça benzerdir.

Her üç gelenekte de yoğun olarak hece

ölçüsünün kullanılması, sözlü geleneğin

kuralları doğrultusunda sese bağlı bir kafiye

anlayışının esas alınması ve nazım biriminin de

dörtlük” olması halk şiirinin öne çıkan birkaç

müşterek noktasıdır.

Şekil özelliklerinin yanında halk şiiri adı altında

değerlendirdiğimiz şiirlerde muhteva olarak da

yakınlık söz konusudur. Aşk, ölüm, ayrılık,

gurbet, sevgi, sevgili, vefa gibi şiirlerde çokça

işlenen temaların ifade biçimi, şiirlerde

kullanılan simge ve imajlar, ortak bir kültürel

mirastan beslenmektedir. Bir âşığın söylediği

bir güzelleme ile bir düğünde bir ağıtçı kadının

gelin için söylediği kına türküsünün muhtevası

çok farklı değildir. Çünkü bu şiirleri söyleyenler,

aynı kültür ortamında yetişmiş insanlardır.

Kullandıkları müzik aletleri, ezgiler ve üslûp da

çoğunlukla aynıdır. Bu yüzden, anonim olma

şartına bakılmaksızın halk kültürü ortamında

yetişmiş kişilerin, Türk halk şiirinin sekil ve tür

özelliklerine bağlı olarak oluşturdukları şiirleri,

halk şiiri adı altında değerlendirmek doğru bir

yaklaşım olacaktır.

Halk şiirinin bölümleri arasında yer alan

"anonim halk şiiri" ilk yakıcısı belli olmayan ve

halka mal olmuş anonim şiirler karşılığında

kullanılır. Mani veya türkü gibi anonim halk şiiri

örneklerinde olduğu üzere, bu şiirlerde mahlâs

yoktur, şiirlerin kime ait olduğu belli değildir,

aslında gerekli de değildir. Çünkü duygu

ortaktır, ifade de ortak olmalıdır, halk

kültürünü dokuyan da bu ortak duyuş ve

anlatımdır.

9


Anonim halk şiirinin kapsamına şu nazım

türleri girer: Mani, türkü, ağıt, ninni,

tekerleme, bilmece.

"Tekke şiiri" olarak da adlandırılan "Dinî-

Tasavvufi Halk Şiiri" nin fikir kaynağı ve

ideolojisi, İslâmiyet ve tasavvuftur. Türkler

arasında İslâmiyet'in yayılmasında ve

kökleşmesinde etkili olmuş bir akım olan

tasavvuf, edebiyata da yansımıştır.

"Dinî-Tasavvufi Halk Şiiri", vezin, kafiye, dil ve

üslup özellikleri açısından İslâmiyet'ten önceki

Türk şiirinin etkisindedir, ancak İslâmiyet'ten

sonraki yeni sekil unsurları da Dinî-Tasavvufî

Halk Şiirine girmiştir. Ahmet Yesevi ve Yunus

Emre gibi zirve şahsiyetlerin temsil ettiği bu şiir

tarzı, didaktik özelliklere sahiptir.

İslâm dini, Dini-Tasavvufî Halk Şiiri sayesinde

halk arasında çok kolay anlaşılır hale gelmiş ve

hızla yayılmıştır. Dinî-Tasavvufî Halk Şiirinin

çatısı altında hem divan hem de saz şairleri yer

aldığından, bu şiirin kullandığı nazım

şekillerinde ve türlerinde divan tesiri de vardır

Hece ölçüsünün yanı sıra aruz vezni de

kullanılmıştır. Kısacası Dinî-Tasavvufi Halk Şiiri,

Türklerin İslâmiyet'ten önce de var olan şiir

geleneğiyle tasavvuf kültürünü bir araya

getirerek oluşturdukları yeni bir şiir

geleneğidir.

denmiştir. Büyük oranda hece ölçüsüyle koşma

tarzında şiirler söyleyen âşıklar, İslâmiyet

öncesindeki Türk şiirini, İslami dönemdeki yeni

yaşam şartlarıyla bağdaştırarak ihya

etmişlerdir.

İcra açısından bakıldığında âşık şiiri,

profesyonel bir etkinliktir. Aşık tarzı şiirleri

söyleyenler, ciddi bir eğitimin sonunda ancak

şiir söyleme yeteneği kazanırlar. Usta çırak

ilişkisi içinde yetişen âşıklar, saz çalarak

irticalen şiir söylemeyi ve atışma yapabilmeyi

öğrenirler. Kahvehanelerde, düğünlerde ve

çeşitli sohbet meclislerinde usta malı şiirlerle

birlikte kendilerine ait şiirleri söyleyen ve halk

hikâyeleri anlatan âşıklar, halkı hem

bilgilendirmiş hem de eğlendirmişlerdir. Hem

şekil hem de muhteva açısından milli bir

karaktere sahip âşık şiiri, yüzyıllar boyunca Türk

insanın edebiyat ihtiyacını karşılayarak varlığını

günümüze kadar korumayı başarmıştır. Aşık

şiirinde kullanılan nazım şekilleri, "koşma",

"destan" ve "mani"dir. Bu şiir geleneğinde

"Güzelleme", “Koçaklama", "Taşlama",

"Semai", "Varsağı", "Destan gibi çeşitli nazım

türleri de bulunmaktadır.

Dinî-Tasavvufî Halk Şiirinin belli başlı nazım

şekilleri; koşma, mani, kaside, gazel, mesnevi,

murabba, terci-i bend, terkib-i bend, kıt'a,

tuyuğ, müstezâd iken nazım türleri ise ilâhi,

tevhid, münacaat, na't, mevlid, hilye, hikmet,

devriye, sathiye tarzı şiirlerden oluşur.

Halk şiiri adı altında değerlendirdiğimiz “Aşık

şiiri", Anadolu'da 15. ve 16. Yüzyıllardan

itibaren oluşmuş bir geleneğin adıdır. Kökleri

kamlık ve ozanlık geleneğine uzanan bu şiir

tarzına, saz eşliğinde şiirler söyleyen âşıklardan

hareketle "âşık şiiri" dendiği gibi, saz şiiri de

10


Güzelleme örneği

NASIL VASFEDEYİM GÜZELİM

SENİ

Nasıl vasfedeyim güzelim seni

Rumeli Bosna’yı değer gözlerin

Dünyaya gelmemiş eşin akranın

İzmir’i Konya’yı değer gözlerin

Kimsede görmedim sendeki nazı

Tunus Tırablus Mısır Hicaz’ı

Kars’ı Kağızman’ı Acem Şiraz’ı

Girid’i Yanya’yı değer gözlerin

Mani örneği

Şu dağlar olmasaydı

Çiçeği solmasaydı

Ölüm Allah’ın emri

Ayrılık olmasaydı

Kaşların ok dedikçe

Kirpiğin çok dedikçe

Pek mi gönlün büyüdü

Sen gibi yok dedikçe

Yüzünde görünür Yusuf nişanı

Yüzünü görenler çeker efganı

Büsbütün Gürcistan Erzurum Van’ı

Belh-i Buhaça’yı değer gözlerin

Ruhsatî’m eyledim senin de mehdin

Al yanaktan bir buse ver himmetin

Yüzbin saraf gelse bilmez kıymetin

Âhirî dünyaya değer gözlerin

(Ruhsati)

11


ZAFERE GİDEN YOL

Türk ordusu ocak 1921 de İsmet İnönü

komutasında Eskişehir’de ilk zaferini kazandı.

Yunan kurtuluş savaşı döneminde ilk kez

yenilmişti ve intikam almak için devam eden

zamanda tekrar saldırdı ve 2. İnönü savaşın

hasıl oldu. Mart 1921 de iki ordu tekrar karşı

karşıya geldi ve yunan tekrar yenildi. İnönü

yunanı Metris Tepede gülerek izledi.

İki savaşta da yenilen yunana İngilizler çok

öfkelenmişti, sürekli yunan üzerine baskı

oluşturuyorlardı , zira sırada kendileri vardı

yunan düşmemeliydi, yunan düşerse İstanbul

da işgalde olan kendileri de zarar görecekti.

Bütün bu baskılar sonucunda yunan kendi

ülkesinde seferberlik ilan etti ve ülkesinde

bulunan her yunan vatandaşını Türkiye ye

çağırdı, ordusunu dönemin şartları düşünülürse

en iyi hale getirdi. İngilizlerden de büyük

miktarda askeri malzemeler aldılar. Dönemin

en ağır makineli silahları ellerindeydi artık.

Hazırlıkları tam 4 ay sürdü ve 4 ayın sonunda

saldırıya geçtiler.

Bu savaşı yönetmek için yunan kralı da işgal

ettikleri İzmir e gelmişti ve savaşı oradan

yönetiyordu.

Hazırlıklar sonucunda savaş başladı ve

Temmuz 1921 de Türk ordusu en büyük

yenilgisini aldı. Afyon ,Eskişehir ve Kütahya

Düşman eline geçmişti. Çok fazla şehidimiz

olmuştu. Türk ordusu geri geri çekildi…

Bütün bunlar olurken Mustafa Kemal Ankara

da maarif kongresi yapıyordu , Kendisine

güveni tamdı, hayalinde kurmayı planladığı

ülkede yeni nesli yetiştirecek olan

öğretmenlerle görüşme yapıyordu.

Kötü haber tez yayılırmış derler ya öyle oldu.

Mustafa Kemal’e Ordunun yenildiği ve geri

çekildiği söylendi.

Ulu Önder derin derin düşündü, kaşları çatıldı

ve İsmet İnönü ye telgraf çekip Orduyu

12

Sakarya ırmağının Doğusuna çekmesini

emretti.

Böylelikle ordu Ankara Polatlı ilçesinde

çekilişini tamamladı, Sakarya ırmağının

üstünde ki bütün köprüler imha edildi ve

beklenmeye başlandı.

Meclis karışmıştı herkes yenilginin suçunu

Mustafa Kemal’e atıyordu. Ciddi bir muhalifle

karşı karşıya kalmıştı Mustafa Kemal Atatürk.

Meclis kürsüsüne geçti ve tarihin tozlu

raflarına geçen konuşmasını yaptı. Meclis’de

bütün mebuslar ses çıkartmadan Mustafa

Kemal’i dinlediler. Mustafa Kemal sustuğunda

dakikalarca ayakta alkışladılar ve çıkan sonuç ;

Ordunun başına Mustafa Kemal geçecek..

Mustafa Kemal Öyle bir etki bırakmıştı ki

Meclis, kendi yetkilerini Mustafa Kemal’e

devretmişti .Mustafa Kemal artık hem

Başkomutan hem de bir meclis olmuştu.

Hiç vakit kaybetmeden Başkomutan orduyu

görmek için Sakarya’nın doğusuna gitti.

Gittiğinde ise harap ve bitap düşmüş durumda

bir ordu gördü.

Canı çok sıkıldı Türk Erlerine hem de çok…

Orduya destek lazımdı ve Tekalifi Milliye

Emirleri’ni hemen yayımladı. Ama Anadolu da

bitik durumdaydı.

Tekalifi Milliye Emirlerinde her zaman

gözlerimi dolduran bir madde :Her aile Orduya

BİR ÇİFT ÇORAP VE ÇARIK VERECEK..

Evet Ordu bir çarığa muhtaç hale gelmişti.

Yıllardan beri süren savaşlar,beceriksiz

padişahlar ,kapitülasyonlar yüzünden hem

Anadolu hem de Türk Ordusu bitmiş

durumdaydı.

Anadolu dan gelecek yardımları beklemeden 2

ay içinde Mustafa Kemal Ordusunu topladı

ve Polatlı da Sakarya Savaşı Başladı ! Bu


savaşa tarihimizde subaylar savaşı dendi.

Mustafa Kemal ise “Melhamei Kübra” dedi.

Savaş başlamasına yakın Mustafa Kemal Şu

tarihi sözünü söylemişti “ Hattı Müdafaa

yoktur ,Sattı Müdafa vardır, O satı Tüm

Vatandır. Vatanın her kanı Vatandaş kanı

ile sulanmadıkça bu Vatan terk olunamaz”

… yani kurulan hilal taktiği sadece savaş

alanında değil Sakarya dan Hatay a

Tüm vatandı..

Tarih 13 Eylül 1921 i gösteriyordu Mustafa

Kemal Duatepe’de savaşı yönetti ve 1683

ikinci Viyana’dan beri geri çekilen Türk

Ordusunun geri çekilmesini durdurdu.

Yunan kesin olarak durduruldu..

Ordu komutanları hiç vakit kaybetmeden tekrar

saldırıya geçmemizi istedi yunan güçlenmeden

hemen bitirelim bunları dediler. Ama Mustafa

Kemal bekledi çünkü bizim ordumuzda yunan

kadar zarar görmüştü, bir çok askerimizi şehit

vermiştik. Cephanemiz bitmek üzereydi.

Başkomutan bunları göze alamazdı ve en

önemlisi Türk Askeri de insandı. Onlarında

dinlenmeye güç kazanmaya hakları vardı.

Mustafa Kemal tam bir yıl bekledi. Çok karşı

çıktılar muhalefet ettiler ama o, kimseleri

dinlemedi bir sene bekledi ve orduyu

güçlendirdi. Ankara da subay okulu açıp subay

yetiştirdi. Doğu ve Güney cephesini kapattı

orada bulunan askerleri batıya yani yanına

getirtti. Orduya çok sıkı bir koşu eğitimi verdi.

(Buna 45 dakika eğitimleri dendi) Amaç

orduya kondisyon kazandırmak ve hiç

durmadan yunanın üstüne saldırmaktı.

Mustafa Kemal her harekine dikkat ederdi,

bilirdi yunan casusları tarafından her an

gözetlendiğini, onlara çok güzel bir aldatmaca

yaptı ve yunan casuslar buna kandılar ve

raporlarında komutanlarına Türkler artık

saldırmaz bu topraklara razılar artık diyorlardı.

Mustafa Kemal bir yazı göndererek ülkede ne

kadar subay varsa onları batı cephesine yanına

çağırdı ve futbol müsabakası yapacağını

13

söyledi. Komutanlar ve mebuslar bu duruma

şaşırdı.

Mustafa Kemal’in amacı dikkat çekmeden

subayları yanına toplamaktı ve öyle de oldu.

Gelen subayların futbol için geldiğine yunan

bile inandı. Çünkü gerçekten de turnuva

yapıldı.

Tabi bunların olduğu yer ise Konya Akşehir.

Atatürk orduyu Akşehir e taşımıştı.

Zaman dolmuştu ve artık savaş başlasın..

Türk Ordusu 26 Ağustos 1922 sabah 5:30 da

harekete geçti ve Afyon Kocatepe de taarruza

kalktı..

O ne müthiş bir saldırıdır ? Mustafa’nın delileri

yunanı parçalıyor!!!

27 Ağustos da yunan mevzilerinin büyük

çoğunluğu ele geçirildi. Mustafa Kemal bu

taarruza Kurt Kapanı demişti. Kurtlar kapanı

kurmuş daraltıyordu. Yakup Şevki Paşa da

kuzeyden Uludu yunan şaşırdı kaldı . 30

Ağustos da Dumlupınar da yunan Kurt

Kapanına tam anlamıyla girmişti …

Yunan ordusunun büyük çoğunluğu imha

edildi ve Mustafa Kemal O tarihi emri verdi !!

ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ

İLERİİİ !!!

Neden Akdeniz ?

Çünkü kaçan yunan askerinin geride tekrar

birleşip bir hat çekmesini engellemek için..

Peki neden orduya koşu eğitimi verilmişti ?

Orduyu kondisyonda tutup durmadan

Akdeniz’e varmak için.

İzmir’e tam 400 km vardı, bir ordu yaya olarak

10 günde 400 km hem koşarak hem çarpışarak

gidebilir mi ? O Türk ordusuysa , Mustafa

Kemal’in Kurtlarıysa evet Gider.. Gitti de!!!


Mustafa Kemal’in Kurtları

1 Eylülde Uşak ,

2 Eylülde Eskişehir ,

2 Eylül yunan komutan tirikopis Fevzi Çakmak

Paşa Tarafından esir alındı. Yani ordu

komutanlarını ele geçirdik.

3 Eylülde Nazilli - Simav – Alaşehir ,

6 Eylül de Balıkesir ve Bilecik ,

7 Eylülde Aydın ,

8 Eylülde Manisa ,

9 Eylülde ise İZMİR,

Ve yunanı denize döktü…

30 Ağustos 1922 zafer bayramı Türk’ün

hayatta kalma sınavından başarı ile çıktığı

yunanın ise büte kaldığı bir sınavdır. Bu zafer

bizim her zaman göğsümüzü kabartmıştır ve

kabartacaktır. O dönemde yaşanan savaşlar ve

kazanılan bağımsızlık sonucu bugünleri

yaşıyoruz. Dönemin şartlarını Anadolu

insanının neler çektiğini Türk Ordusunun ne

hallerde bu savaşları kazandığını her Türk

evladının bilmesi ve kendinden sonrakilere

öğretmesi bir borçtur

Anafartalar Kumandanı Mareşal Başbuğ

Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

e saygı ve özlemle..

Galip ZEYREK

14


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK GÜNLÜĞÜ

Mustafa Kemal’in yaveri Larissalı Şükrü

(Tezer) beyin elinde olan ve bir süre sonra

orta çıkan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün

günlüğünde yazan değerli kelimeler.

Larissalı Şükrü (Tezer)

7 Kasım 1916

Silvan’dan Bitlis’e gitmek üzere hareket

ettim.

Batman köprüsünü geçer geçmez yol

üzerinde ölü gibi yatmış kalmış bir adam,

açlıktan. Köprü ile konak mahallimiz arasında

aynı halde iki adam. Muhacir imişler. Batman

köprüsü ile Silvan arasında ve köprüden

sonra yeni ölmüş iki beygir, insanlar ve

hayvanlar açlıktan ölüyorlar.

9 Kasım 1916

Ziyareti Veyselkarani’den hareket olundu.

Ziyaret önünde Şeyh Hazret gönüllülerinden

150 kişiye tesadüf ettik. Bunları gözden

geçirdim, iaşelerinin temini istirhamında

bulundular. Erzak taşıyan bir Kürt istidası (3

hayvanını Kürtler almışlar). Yollarda birçok

muhacir gördük, Bitlis’e avdet ediyorlar.

Cümlesi aç, sefil, ölüme mahkum bir halde 4-

5 yaşlarında bir çocuğu ebeveyni yol üzerinde

terk etmişler, bu da bir karı kocanın peşine

takılmış. Onları ağlayarak 100 metreden takip

ediyor. Kendilerini niçin çocuğu almadıkları

için tekdir ettim. “Bizim evladımız değildir”

dediler.

10 Kasım 1916

Öksürükten ve çadırın fena kurulmuş

olmasından ve rüzgârdan dolayı pek fena

uyudum. Öksürüğü teskin için çay

içtim. Ordudan zata mahsus mahrem bir şifre

ile; düşmanın Bitlis cephesine taarruzu

halinde daha 30 tabur verilebileceği ve bu

noktai nazardan tetkikat yapılmasına dair.

Duhan şimalindeki ordugâhtan hareket. Yol

boyunca iki yerde insan laşesi ve kemikleri

görüldü. Açlıktan ölüp kalan hayvanat gibi…

12 Kasım 1916

Alay 14 karargâhına hareket. Akşama kadar

karargâh civarındaki birinci ve üçüncü tabur

barakalarını ve barakalarda efradı teftiş

ettim. Refet Paşa buraya olan mesafeyi dört

saat söylemişti. Gelmemiş, bilmiyor. Akşam

rakı büfesi hazırlamışlar. Diğer zabitan için de

böyle. Askere bu kadar yakın bulunan zabitan

için bu hali muvafık görmedim. Yeni Fırka

Kumandanı Ali Fuat Bey’le bu husus

görüşüldü.

13 Kasım 1916

Keltepe civarında kar vardır. Fırka, alay ve

tabur kumandanlarıyla mevzi ve tertibat

hakkında görüştüm. Yolda 300 kadar milis

efradına tesadüf ettim. Aç olduklarını

söylediler. Bitlis’e iade ettim ve fırka

kumandanına, bunların karınlarını doyurup

kendilerinden istifade esbabını temin

eylemesini söyledim.

16 Kasım 1916

Bitlis’teki hastaneleri teftiş ettim. Şeyh

Hazret, ki bir kolunu kesmişler, onunla

görüştüm. Şerefiye denilen camii gezdim,

hayvanat laşeleriyle ve müzahrafat ile

maliydi. Harap olmuş. Yolda 12 yaşında Ömer

namında öksüz bir çocuk gördüm. Bunu

yanıma aldım. Bu görülünce daha üç tane

böyle anası, babası ölmüş yetimler getirdiler,

onlara da para vermekle iktifa ettim.

15


18 Kasım 1916

El şeyhuttani El Halidi Mehemmed El

Nakşibendi Küfrevi’nin Kızılmescit

mahallindeki türbesini ziyaret ettim. Küçük

bir türbe. Şeyhin merkadinin örtüsü sırma

işlemeli, elmas, yakut gibi taşlarla müzeyyen.

Bu taşların elmas, yakut, zebercet olduğunu

türbedar söylemişse de hakiki olmayacak.

Bu türbeye Ruslar ilişmemiş. Türbenin

kapıları gümüş ve altın kakma. Kıymetli

halılar var fakat ekserisi çürümüş. Bu türbeyi

Sultan Hamit yaptırmış. Badehu Bitlis’in daha

bir iki harap türbe gibi yerlerini gördükten

sonra ikametgâhıma avdet.

19 Kasım 1916

Alphonse Daudet’nin “Sapho-Soeurs

Parisiennes” namında canım sıkıldıkça

okuduğum romanı hitam buldu.

20 Kasım 1916

Nuri (Conker), İsmail, Halil, Salih (Bozok)

Beyler’e ve Zübeyde Hanım’a birer kartpostal

gönderdim. Madam Corinne’e de.

Hacı Mustafa Bey’in biraderi Nuh Bey kendi

tayını getirdi. Hediye etmek istedi, kabul

etmedim.

21 Kasım 1916

Yaverin odasında, Bitlis’in bana Pompei

harabelerini hatırlattığı ve Ninova harabeleri

münasebetiyle tarihten bahsolundu.

Yolda gelirken zihnimden geçen şeyler: Bazı

noktai askeriye (Terbiyei Ruhiye ve Usuli

Muaşeret-i Askeriye) hakkında bir eser

yazayım. Bunun için Fransızca bildiğim bir

eser var. Onu da evvela okuyayım ve bu

zemine ait esaslı sualleri umum zabitana

vazife olarak vereyim. Mühim noktalar

16

hakkında bazı büyük kumandanların

mütalaasını talep edeyim.

22 Kasım 1916

Erkânıharp Reisi’yle sohbet;

1) Muktedir ve hayata vâkıf valide

yetiştirmek,

2) Kadınlara serbestisini vermek,

3) Kadınlarla müşareketi umumiye,

erkeklerin ahlakıyatı, efkârı, hissiyatı

üzerinde müessirdir.

23 Kasım 1916

Kelhük köyünde bulunan Alay 23, Tabur 1’i

teftiş için hareket. Kıtayı iadeden sonra bir

harp oyunu yaptım. Odada Nazım Nazmi ve

Fuat (Bulca) ile tensikatı memlekete dair

biraz konuştuk. (Ömer) Naci’nin kaybına

üzüntü. Şimdi Fuat ud çalıyor.

25 Kasım 1916

Tabur kumandanından Arıburnu’nda

İngilizlerden alınmış bir masa ve örtüsü ve

bir mitralyöz sınıfına mensup bir küçük

kasatura aldım. Buna mukabil İtalya

muharebesinden beri muhafaza ettiğim bir

İtalyan dürbünü ve bir masa verdim.

26 Kasım 1916

Yarın Siirt’e harekete karar verdim.

Ahmet Efendi’den, mühim bir kumandanlığa

tayin olunmak üzere İstanbul’a gideceğime

dair bir şayia üzerine, validemin Bursa’dan

Dersaadet’e geldiği şifreli telgrafname ile

bildiriliyordu.


1 Aralık 1916

Allah’ı İnkâr Mümkün Müdür? (Filibeli Ahmet

Hilmi’nin) nam eseri okuyorum.

3 Aralık 1916

Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? eserini

bitirdim. Bütün feylesofların, edyanı

muhtelifeye mensup tabiiyyun, zihniyyun,

maddiyyun, hukema, mütefekkirin,

mutasavvıfinin kâffesi ruh’un mevcut ve

ademi bekasını tetkik ediyor.

Bu tetkikatta, ilim ve fenne istinat edenler

makbul. İmam Gazali, İbni Sina, İbni Rüşd gibi

eimme-i müsliminin beyanatı dahi telakkiyatı

amiyaneden büsbütün başkadır; yalnız

ifadelerinde çok rumuz var. Dindar

mütefekkirin, kavaid ve ulum ve fünun ve

felsefeyi, beyanatı şeraiti tefsir için evirip

çevirmeye gayret etmişler.

4 Aralık 1916

Kitap okumakla vakit geçirdim.

Öğleden sonra (Yüzbaşı) Şevki Bey’in evine

gittim. Beş liraya bir halı ve bir liraya bir

hamam takımı aldım.

5 Aralık 1916

Hamama gittim. Yemekten evvel Arıburnu

raporunu not ettirmeye devam.

8 Aralık 1916

Sadık Bey ve hemen bütün erkânıharbiyem

birlikte tavşan avına gittik. Hava fevkalade

sisli idi. 4 tavşan, 1 tilki tutuldu. Badehu kırda

yemek yedik.

9 Aralık 1916

Sabahleyin erkenden Rauf geldi. Sadık Bey’in

görmek istediğini söyledi, kabul ettim. Bir tay

hediye etmek istiyordu, kabul etmedim.

10 Aralık 1916

Sabah pek ziyade bir nezleye yakalanmış

kalktım. (Namık) Kemal Bey’in “Makalât-ı

Siyasiye ve Edebiye”sini okudum.Kemal

Bey’in “Tarihi Osmani”sini takibe başladım.

Yemekten evvel (Mehmet) Emin Bey’in

“Türkçe Şiirleri”yle (Tevfik) Fikret’in “Rübab-ı

Şikeste”sinden aynı zeminde bazı parçalarını

okuyarak bir mukayese yapmak istedim. İkisi

de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda

da, diğerinde de aynı derecede Arapça,

Farsça kelimat var.

12 Aralık 1916

(Harbiye Nezareti’nden) Tahsin Bey’den bir

sene kıdem zammolunduğu ve İzzet Paşa’nın

gaybubeti müddetince İkinci Ordu’ya

vekâleten tayin buyurulduğum telgrafı geldi.

Otomobil ile Telmih nam köyüne gittim.

Batman vadisine nazır bir tepecikte kâin olup

öteden beri nazarı dikkatimi celbeden evin

içine girdim, damına çıktım.

6 Aralık 1916

(George L. Fonsgrive eseri) Mebadi-i

Felsefe namında bir eseri okumaya başladım.

17


PLASTİK ATIKLAR

Kıyılarımıza ve denizlerimize ulaşan plastik

atıklar bu ekosistemlerdeki canlı yaşamı için

önemli bir tehlike oluşturuyor.

Dünyada her yıl 8 milyon ton plastik atık

denizlere karışıyor. Türkiye, OECD ülkeleri

arasında başarılı atık yönetimi konusunda son

sıralarda yer alıyor; söz konusu denizlere

karışan plastik olduğunda da dünyadaki en

büyük altıncı kaynak ülke.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) Haziran

2018’de yayımladığı rapora göre, dünyada en

fazla plastik atık üreten dördüncü bölge olan

Akdeniz’deki atıkların %95’ini plastik maddeler

oluşturuyor. Her yıl yaklaşık 0,57 milyon ton

plastik atığa maruz kalan Akdeniz’in her

kilometrekaresinde, boyutları 5 milimetreden

küçük 1,25 milyon plastik parça bulunuyor. Bu,

her dakika denize 33 bin 800 plastik şişenin

atılmasına eşdeğer. Bu hızla devam etmesi

hâlinde, plastik atık miktarının 2050 yılında

dört katına çıkacağı öngörülüyor.

Mısır, Türkiye ve İtalya, Akdeniz’e karışan

plastiklerin üçte ikisinden sorumlu. Her yıl

yaklaşık 7,8 milyon ton plastik üretilen

Türkiye’de 3,7 milyon ton plastik atık oluşuyor

ve bunun 1,1 milyon tonu doğaya karışıyor.

Geri dönüşüm oranı ise yaklaşık %6.

Bu bozuk sistemin neden olduğu sızıntı, yalnız

insanı değil, doğayı da etkiliyor. Bugüne kadar,

Akdeniz’de yaşayan 134 tür deniz canlısının

plastik atıkları yediği, 270’ten fazla hayvan

türünün plastik atıklara takıldığı, 240’tan fazla

türün ise plastik yuttuğu kaydedildi. Ayrıca, her

yıl tükettiğimiz gıda ve suyla birlikte biz de

plastik yutuyoruz ve bunun sağlığımız

üzerindeki etkilerini henüz tam olarak

bilmiyoruz.

Gezegenimiz, hâli hazırda, bir plastik krizinin

tam ortasında. Kıyılarımıza ve denizlerimize

ulaşan plastik atıklar bu ekosistemlerdeki canlı

18

yaşamı için önemli bir tehlike oluşturuyor.

WWF–Türkiye, kıyılarımızdaki ve

denizlerimizdeki atık sorununun niteliklerini

daha iyi anlamak amacıyla pilot alanlarda

araştırma çalışmaları yürütüyor.

Yapılan çalışmalarda ortaya çıkan durum şöyle:

Kıyılarımızda sıklıkla rastlanan atıkların çoğu,

sırasıyla polimer (pet şişeler, pet şişe halkaları,

plastik alışveriş torbaları vb.), kauçuk (araba

lastiği vb.), tekstil (elbise atıkları, çuval vb.),

kağıt (karton kutu, sigara paketi vb.), ahşap

(dondurma sapı vb.), metal (alüminyum içecek

kutusu vb.), cam (cam şişe, seramik atık vb.) ve

diğer malzemelerden oluşuyor.

Kış mevsiminde yapılan ölçümlerde plastik

alışveriş torbaları, pet ve plastik şişe, kapak ve

halkalarının ağırlıklı olduğu polimer atıklar

daha fazla iken, bahar aylarında yapılan

ölçümlerde ise izmarit ve plastik alışveriş

torbaları öne çıkıyor.

Bu küresel krizi durdurmak için

denizlerimizdeki plastik kirliliğine karşı bir

uluslararası sözleşmeye acil ihtiyaç var. Bu

nedenle, 2030 yılına kadar denizlerimizdeki

plastik kirliliğini durduracak, küresel ölçekte ve

bağlayıcı yeni bir Birleşmiş Milletler

Sözleşmesi’nin düzenlenmesi şart. Hatta, bu

sürece öncülük edecek ülkeler arasında

Türkiye’nin de yer alması çözüm yolunda

önemli bir ivme yaratabilir. Bununla birlikte,

denizlerimizde en fazla bulunan tek kullanımlık

10 plastik ürünün çöpe dönüşmeden

kaynağında durdurulmasını amaçlayan Avrupa

Birliği Tek Kullanımlık Plastik Direktifi de bir an

önce ülkemizde uygulamaya alınmalı.

Hepimizin ortak meselesi olan plastik atık

sorunu ancak güçlü ve uyumlu küresel

çabalarla çözülebilir. Ve denizlerimizin

plastikten arındırılmasında ülkemizin

üstleneceği liderlik rolü de son derece anlamlı.

(Aralık 2019 Natıonal Geographıc )


SEVGİ CUMHURİYETİ

Benimle kal hep bir ömür

Gezelim hisler ülkesinde

Diyar diyar dolaşalım

Pınar başlarında uyuyalım

Manzaramız

Anılarla sarmaşıklanmış

Dört yana kök salmış

Hislerimiz le boyalı olsun.

Sonra yönümüzü çevirelim

Uluların ulusunun

Kurmuş olduğu Başkentine

Ulular ulularımız olsun

Taarruza kalkılmış olsun

Son gidenin ardından

Biz gidelim

Bizde olsun başlangıç

Haberler yayılsın!

Hisler ülkesinin dört bir köşesine

Son gidenler oldu başlangıç!

Yaşasın sevgi cumhuriyeti!

Sevgi cumhuriyetinde gözler gülsün

Çocuklar koşsun

Atlar çerilere selam dursun

Ve sen Gülümse

Ekimde güya sonbahar başlatılır ya

Bizim sevgi cumhuriyetimizde

Herşey gönlümüzce olsun

Bahar Başlasın

Ekim 29 dan başlasın

Bizim birimiz 29 olsun

Sen bana bir söz ver

Ve hep Gülümse

19

Sakın deme hiç: bir birdir

Olurmu hiç 29 diye

Ona bakarsan sen bir gülümse

Nisan başlasın 23 ile

Tekrar duralım

Zaman kavramıyla biraz daha oynayalım

Bir gemiye binelim seyre dalalım karadenizi

Gemide olsun 19 tane kuş

Mayıs akşamı güvertede oturalım

Bir yıldız kaysın

Işığı Sevgi ülkesini aydınlatsın

Mavinin üstünde, sarı bir ışık saçsın

Sonra sen bana dön

Artık Kemal'e erelim de

Ben cevap vereyim

Ocağımıza Ata olayım.

Sevgi ülkesinde durmak yok

Ama sen Gülümse

Devrimler olsun cumhuriyette

Sen sürekli gülümse

Bozkırda yüzelim

Denizde koşalım

Karda ısınalım

Elmayı içelim

Ve sen Gülümse

Gönül Dağına yerleşelim

Ellerimizde kalemlerle

Toprağı eşeleyelim

Ben Ay olayın, Sen Yıldız

Ululuar bizi çağırsın

-Gelin

Bizi ilelebet birleştirsin

Hilalin aya aşkı yasalaşsın


Cumhuriyeti çekelim içimize

6 kere geri verelim

Gözlerimizde ışıklar belirsin

9 pare göğe dağılsın

Gökbörü bize haber salsın

-Yetiş

Mayısımız üçü önüne katsın

Bayram günümüz olsun

Oğlumuz olsun

Adı Hatay olsun

Kızımız olsun

Adı Kıbrıs olsun

Baş Ulu, göklerden bize gülümsesin

Başımızı ona kaldıralım

Senin karnını ona gösterelim

Kerkük yolda diyelim

Ee Sevgi Cumhuriyeti bu

Dize dize akar hislere

Dokunur dinleyenlerin

Güzel kalplerine

Sen kalbine iyi bak

Orada yanan Ekim ışığını söndürme

Zeyrek mayıs olur gelir hep gönlüne

Söz olsun..

Ve..

Sen hep gülümse.

(11 Şubat 2020 /Kumru)

Galip ZEYREK

20


ZEYREK

MECMUA

K A S I N 2 0 2 0

" M U H T A Ç O L D U Ğ U N K U D R E T D A M A R L A R I N D A K İ A S İ L K A N D A

M E V C U T T U R "

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!