17.04.2021 Views

Lokasyon Dergisi 4.sayı

Nisan Sayımız ile Karşınızdayız. Keyifli Okumalar Dileriz. Bizi instagram/twitter adreslerimizden takip etmeyi unutmayın. @lokasyondergisi https://instagram.com/lokasyondergisi?igshid=dituop782w6l Mail: dergilokasyon@gmail.com

Nisan Sayımız ile Karşınızdayız.
Keyifli Okumalar Dileriz.

Bizi instagram/twitter adreslerimizden takip etmeyi unutmayın.
@lokasyondergisi
https://instagram.com/lokasyondergisi?igshid=dituop782w6l

Mail: dergilokasyon@gmail.com

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

‘‘DOĞA İNSAN OLMADAN DA YAŞAR;

AMA İNSAN DOĞA YOK OLDUKTAN

SONRA YAŞAYAMAZ.’’

NİSAN 2021

SAYI 04



KÜNYE

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

Asuman GÜL

EDİTÖR

Hande ÖZKAYA

YAZARLAR

Nurşen ÇALIK

Ruken Irmak DİNLER

Hasancan KAZAN

Ethem Berkay ÇAĞLAR

Hüseyin Mert ERKAL

Doruk Can MUTLU

Kürşat YÜKSEL

Ezgi KARAAHMET

Selver İMAMOĞLU

Ceren GÜLMEZ

İrem ÖZDEMİR

Elif Ceren CENZGİZ

Necip Asım TOPRAK

Ahmet Onur AÇIKGÖZ

Ahmet Sait AYHAN

Şeyma CAN

GRAFİK TASARIM

Zülal KARAFİL

İLETİŞİM

dergilokasyon@gmail.com

@lokasyondergisi

©Tüm hakları saklıdır.


Başarılı Bir Girişimcinin Öyküsü: Tunç

Berkman İle Röportaj

05

Karma Gerçeklik

09

Servis Dokümantasyonlarının En Etkili

Yolu Swagger

11

İllüstrasyon ve Tasarım: Zülal KARAFİL

Editör: Hande ÖZKAYA

Konfor Alanından Çıkmak İçin 7 Neden

Bugünün ve Geleceğin Düşmanı

‘‘Kuraklık’’

Tek Dişi Kalmış Canavar

Antik Çağın Gökdelenleri: Zigguratlar

13

15

19

23

Bir Buhranı Yaşamak: Franz KAFKA

25

Masalsı Kapadokya

27


Doğal Antibiyotik: Sarımsak

29

Süper Güç Denizanası

31

Dr. Caligari’nin Muayenehanesi

33

‘‘Sosyete Sporu’’ Tenisin Tarihi

35

Heyhat! Bir Hafız Sami Vardı

37

Kalemimle Arama Dünya Girmiş

41

Zamandan Kısa Mesaj

45

Annabel Lee

46

İÇİNDEKİLER


RÖPORTAJ

BAŞARILI BİR GİRİŞİMCİNİN ÖYKÜSÜ:

TUNÇ BERKMAN İLE RÖPORTAJ

Röportaj: Nurşen ÇALIK

teklifleri gelmeye başladı

ve medya hiç bilmediğim

bir alandı, bende merak

uyandırması sebebiyle

ajans teklifini kabul ederek

3 sene boyunca ajansın

genel müdürlüğünü yaptım.

Yılların ve tecrübelerimin

birikimi sonucu One Digital

isimli bir ajans kurdum.

Ayrıca bir arkadaşımla ortak

kurduğumuz Chado Tea

isimli bir çay markamız var.

Dünyanın her yerine çay

satıyoruz.

Tunç BERKMAN kimdir?

Bize biraz kendinizden

bahsedebilir misiniz?

1990’dan 2000 yılına dek

Amerika’da bulundum. Orada

Syracuse Üniversitesi’nde

Ekonomi, daha sonra

Babson F.W Olin Graduate

School of Business MBA

eğitimi aldım. New York’da

2 senelik danışmanlık

tecrübem oldu. Monitor

Company isimli bir şirkette

çalışıyordum.

2000 senesinde Ali Koç ile

Koç Grubu’nda iş geliştirmeci

olarak çalışmaya başladım

ve burada birçok proje

yürüttüm. Bunlardan birisi

Koç Holding bünyesinde

kurmuş olduğumuz, lise

arkadaşım Engin Oytaç’ın

fikri olan Tanı Marketing

Corporation’dir ve şu

anda da büyük bir şirket

pozisyonundadır. Daha

sonraki 4 yıl Arçelik’te

İş Geliştirme, Stratejik

Planlama Müdürü

olarak geçti.

İçimde hep bir yer edinmiş

olan mobil alanda çalışma

isteği daha sonrasında

Avea’dan gelen teklif ile

hayat bulmuş oldu ve

Avea’da Strateji Planlama

ve Pazarlama Müdürü

olarak işe başladım. 3 sene

burada çalıştım. Girdiğim

işlerde çoğunlukla iş

geliştirme üzerine çalışıyor,

gelenekçi şirketler içinde

yenilikçi alanlar açmaya

çalışıyordum. Daha sonra

Vodafone ve ajanslardan iş

Daha sonra Vestel’e

geçiyorum. Burada

Pazarlama Genel Müdür

Yardımcısı olarak çalıştım. 5

yılın ardından IOT dediğimiz

alanla ilgili çalışmaların

satış sorumluluğunu da

üstlendim. Böylece farklı

alanlarda kendimi geliştirme

fırsatı buldum. Hep bir

yatırımcı, melek yatırımcı,

fikirlere yatırım, iş geliştirme

alanlarında çalışmış

fakat fiilen girişimcilik

yapmamıştım.

2019 Kasım’da kendi

işlerimle ilgilenmek,

girişimciliği denemek

amacıyla Vestel’den

ayrıldım. TBS Investment &

Management isimli bir şirket

kurdum ve burada Şirketlere

Pazarlama ve Marka

danışmanlığı yapıyorum.

Happy Education Academy

isimli dijital pazarlama

ağırlıklı olan ve girişimcilere

yönelik eğitimleri olan bir

akademi kurdum. Dersler

2020 Eylül’de başladı.

05


Bu start-up her geçen

gün büyüyor ve gelişiyor.

Bir yandan da Milliyet

gazetesinde köşem var ve

orada girişimcilik üzerine

yazılar yazıyorum. Tunç

Berkman ile Ezberi Boz isimli

bir Youtube kanalım da

bulunuyor. Orada gençlerin

sorularını yanıtlıyorum,

farklı farklı konular işliyoruz.

Yüksek Teknoloji ve Business

Türkiye dergilerinde yazı

yazıyorum.

Çevremizdeki çoğu insan

Amerika gibi bir ülkede

yaşamak ile ilgili hayaller

kuruyor ya da gidebilmek

için bazı çalışmalar yapıyor.

Peki sizin Türkiye’ye geri

dönmenizi sağlayan en büyük

etmen neydi?

Ben Amerika’ya gittiğimde

19, döndüğümde ise 29

yaşımdaydım. Biraz aile ve

arkadaş özlemi ve tabii Ali

Koç ile tanışmam gibi birçok

şeyin üst üste gelmesi

Türkiye’ye geri dönmemde

etkili oldu. Şu an bakınca

biraz daha kalabilirmişim

diyorum aslında. Biraz daha

tecrübe kazanıp, daha farklı

işler yapabilir ve buraya,

ülkeme getireceğim birikim

açısından daha faydalı

olabilirdim.

Pazarlama zor bir alandır.

İnsan psikolojisini iyi analiz

etmeyi gerektirir. Sizce iyi bir

pazarlama yapmak için hangi

yöntemleri uygulamalıyız?

Yani bize pazarlama ile ilgili

birkaç tüyo verebilir misiniz?

Pazarlama söylediğiniz

gibi psikolojiyle çok

alakalı. Aslında birkaç

tane ayağı var. Bir ürün

tarafı var: Ürün ve Hizmet,

Fiyatlandırma tarafı, o Ürün

ve Hizmeti insanlar için

doğru tanımlama tarafı,

onları doğru insanlara

anlatabilme tarafı var.

Markanı, hizmetini, ürününü

farklılaştırma tarafı, doğru

kanallardan bunları satmak

için strateji geliştirme tarafı

ve fiyat tarafı var. Bazıları

çok somut, ölçülebilir

bazıları da soyut psikoloji

gibi ama artık o soyut

kavramda ölçülebilir hale

geldi. Mesela insanlar sosyal

medyada birçok duygularını

yorumlarda paylaşabiliyorlar.

Artık insanların alışkanlıkları

dijital ortamda var.

Okuduğunuz

kitaplardan tutun yemek

yediğiniz yerlerdeki

paylaşımlarınızdan,

izlediğiniz filmlerden,

videolar altına yaptığınız

yorumlardan, Twitter’da

kullandığınız hastaglerden

çok rahat bir şekilde

profiliniz ortaya çıkabilir ve

zaten artık yapay zekalar

bunu yapıyor. O yüzden

pazarlama artık bilimsel

olmaya başladı. Bu duyguları

alacaksınız bir tarafa;

psikoloji uzmanını, sosyoloji

uzmanını, business analist

06


RÖPORTAJ

ve veri analistlerini bir yerde

toplayacaksınız ve onları

segment bazlı hatta kişisel

bazlı analiz edeceksiniz.

Ondan sonra markaların

esas yaptığı şey duygusal

bağ kurmak ve bir deneyim

yaratmak. O duygusal bağı

kurarken iç görülü hareket

etmeniz lazım. İçgörü aslında

zor bir şey değil sadece

bazısı insandan insana fark

eden bir şey bazısı ortak.

Mesela takım tutmak, aidiyet

duygusundan gelen bir şey.

Bir insan bir şeyi neden

yapar? Beğenilmek ve takdir

edilmek için. Aslında temelde

iyi hissetmek için yapar.

Spor yaparsın iyi hissedersin,

takdir edilirsin iyi

hissedersin… Ürün, hizmet,

marka da böyle bir şey. Sen

o ürün ve hizmetleri aldığın

zaman (iyi bir restoranda

yemek yediğin zaman ya

da garson sana ismin ile

hitap ettiğinde tanınmış

biri olarak hissediyorsun) iyi

hissediyorsun. Markalarında

artık dijitali kullanarak

müşterilerini iyi tanıması

lazım ve onları takip ettiğini

gösteriyor olması lazım.

Kısaca pazarlama müşterini

iyi hissettirmek, ihtiyaçlarını

tanımak, ihtiyaçlarına

yönelik çözümler sunmak, o

çözümleri sunduktan sonra

onları doğru bir lisanda

müşterilere anlatabilmektir.

Birkaç iş kurma deneyiminiz

bulunuyor. Büyük bir cesaret

gerektiren bir durum ve

zor bir iş, herkes kendi işini

kurabilecek yetkinlikte

olmuyor. Sizce kendi işini

kurabilecek kişilerde olması

gereken nitelikler neler olmalı?

Bence çok değişken.

Birincisi meraklı olması

gerekir. İkincisi gerçekten

etrafı (gündemi, ihtiyaçları)

takip etmesi gerek. Fikir

herkes üretebiliyor ama

asıl önemli olan bu fikri

gerçekten düzgün bir

şekilde icra edebilmektir.

Bu noktada da biraz şans,

biraz zamanlama ve biraz

çevre etkili oluyor. Ama en

önemlisi tecrübe. Yani bu

işle ilgili doğru insanları bir

araya getirebilme tecrübesi

ve o insanları işler kötüye

gittiğinde motive edebilme.

Tabii kendi kendini önce

motive etmen gerekiyor.

Beceriksizliğe karşı toleranslı

olman lazım, günlük

sıkıntılardan düşmemen,

paranı iyi hesap etmen

lazım. Gelirler her zaman ön

gördüğün gibi oluyor ama

giderler ön gördüğünden

fazla olabiliyor o yüzden hep

bir emniyet bırakacaksın

giderde. Belirsizlik ve önünü

görememekten rahatsız

olmamak lazım.

Yaşamınız boyunca birçok

zorluklardan geçmişsinizdir.

Sizi en çok zorlayan durum

neydi ve bu zorlukla nasıl

mücadele ettiniz?

Kurumsal hayata

baktığınızda beni en çok

zorlayan insanların egoları. İş

yaparken maalesef insanlar

egolarını bırakamıyorlar.

Hep takım çalışmasının

öneminden bahsederler

ama insanlar birbirinin

üstüne basarak ilerlemeye

çalışıyorlar, birlikte

ilerlemeye çalışmıyorlar.

Yani bir yere kadar birlikte

ilerliyorsun ama daha

sonra seni tehdit olarak

görüyorlarsa arkandan

bir anda işler çevirmeye

başlıyorlar. Ve bunu hiç

beklemediğin insanlar bile

yapabiliyorlar. Ben de iş

hayatımda çok cana yakın

bir insanım ama bu çok

çalışmıyor. Çok sonradan

dersimi aldım, oyunun

kuralının bu olduğunu

öğrendim. Tabii çok güzel

dostluklar da kurdum. Bir

de iş değişikliği döneminde

kimin kalıcı kimin gidici

olduğunu görüyorsun. E

tabii bir yerden sonra bunu

yönetmeyi öğreniyorsun. Bu

da bir politika neticesinde.

Çok yoğun bir hayatınız

olduğunu görüyorum. İş

ve özel hayatınızı nasıl

dengeliyorsunuz?

İyi planlama yapıyorum. Kendi

hayatına bakmak diğer işlerin

için de önem arz ediyor. Beynini

boşaltmak, kendine vakit

ayırmak bedenine ve zihnine

iyi geldiği için yaptığın işin

performansını da etkiliyor.

Bu hayatta sizi motive eden

şeyler nelerdir?

Beni en çok motive

eden şey tecrübelerimi

aktarabilmek ve bu

doğrultuda insanların

geliştiğini görüp bundan

mutluluk duymak. Mesela

üniversite öğrencileri ile

yaptığım bir toplantıda

onların iyi enerjileri,

mutlulukları beni iyi

hissettiriyor ve o günkü

negatif duygularımı

dengeliyor. O yüzden bu

tür etkinlikler yapmaya

devam ediyorum. Ve tabii

07


ki yaptığım işte başarıya

ulaşmak, başka insanlara

iş kapısı açmış olmak beni

motive ediyor.

Biz gençlere, geleceğe

dair hangi alanlara yatırım

yapmamızı önerirsiniz?

Bence artık herkesin yazılım

lisanı öğrenmesi, İngilizce’yi

bilmek gibi önemli. Özellikle

Swift yazılım dili ve Phyton.

10 sene sonra iş hayatında

yürüyen, kahve getiren ve

buna benzer işler yapan

robotlar göreceksiniz. Yapay

zeka çok önemli. Mesela

pazarlama amaçlı verileri

makineler toplayacak ve

analizleri bizlere gösterecek.

Bu noktada veri analizleri

okuyabilmek de önemli.

Robotlardan, makinelerden

bahsettik ama insan hâlâ

ön planda. Psikolojiyi,

antropolojiyi, sosyolojiyi

hangi alanda eğitim

görmüş olursanız olsun

muhakkak öğrenmek lazım

çünkü işin temelinde o var.

Ticarette, insan ilişkisinde,

uluslararası politikalarda

kısaca her yerde var. Bir de

en temel önereceğim şey

meraklı olmak, okumak. İlla

okumak da değil artık her

konuda videolar da var.

Teknoloji nereye gidiyor,

insanlık nereye gidiyor

araştıracaksın. Son olarak da

ahlaklı rekabet konusunda

kendinizi geliştirmeniz

hem toplumsal hem de

kişisel olarak gençleri ileri

götürecektir.


TEKNOLOJIj

KARMA GERÇEKLİK

Yazar: Ruken Irmak DİNLER

Daha önce Sanal gerçeklik ve

Artırılmış gerçeklik teknolojilerini

muhakkak duymuşsunuzdur.

Sanal gerçeklik (Virtual Reality;

VR), teknoloji kullanılarak

oluşturulan kurgular ile gerçek ve

hayalin birleştirilmesidir. Artırılmış

gerçeklik ise (Augmented

Reality; AR), gerçek dünyadaki

çevrenin ve içindekilerin,

bilgisayar tarafından üretilen;

ses, görüntü, ve grafik verileriyle

zenginleştirilerek meydana

getirilen canlı veya dolaylı fiziksel

görünümüdür. Birbirine yakın

tanımlar gibi gözüküyorlar fakat

bazı temel farkları var.

Sanal gerçeklik gerçek hayattan

tamamıyla soyutlanmış bir

deneyim sunmayı hedefler,

artırılmış gerçeklik ise gerçek

hayatın üzerine inşa edilerek onu

daha interaktif hale getirmeyi

amaçlar. Sanal gerçeklikte

bulunduğunuz ortam tamamen

yeniden oluşturulmuş ve gerçekte

var olmayan bir ortamdır.

Artırılmış gerçeklikte ise sanal

olan gerçeğin yerini almamakta,

aksine onu tamamlayarak bir

bütün oluşturmaktadır.

Özetle Sanal gerçeklik;

görüntü, hologram, ses, konum

ve benzeri duyusal unsurların

gerçek dünyanın bir taklidi olarak

oluşturulmasıdır. Sanal gerçeklik

ortamları genellikle bir bilgisayar

ekranı yoluyla edinilen görsel

tecrübelerden ibarettir. Artırılmış

gerçeklik ise oluşturulan duyusal

unsurların gerçek zamanlı olarak

zenginleştirerek fiziksel dünya

ile etkileşiminin bir sonucudur.

Kısacası gerçek ve sanalın

birbirinden tamamen ayrılmadığı,

tam tersine bu iki dünyanın daha

da iç içe geçtiği bir gerçekliktir.

Şimdi biraz daha ileri gideceğiz.

Bugün size diğerlerinden daha

az bilinen, sanal gerçeklik ve

arttırılmış gerçekliği kapsayan

Karma Gerçeklik (Mixed Reality;

MR) kavramını anlatacağım. Size

yeni bir teknoloji gibi gelebilir

fakat bu dijital teknoloji ilk

kez günümüzden 27 yıl önce

1994 yılında telaffuz edildi. O

yıllarda bu tür düşünceler ve

fikirler ‘bilim kurgu’ ürünü olarak

değerlendirilirmiş, filmlerde ve


teknolojinin tasarım, eğitim,

eğlence, askeri eğitim ve sağlık

hizmetleri gibi pek çok alanda da

aktif bir şekilde kullanılması

planlanıyor. HoloLens2 geçen

yıl ilk olarak, ABD, Fransa,

Almanya, İrlanda, Yeni Zelanda,

Avusturalya ve İngiltere’de satışa

sunuldu. Cihazın fiyatı ise 3.500

dolar olarak belirlendi.

kitaplarda insanların ilgisini

çekmek için kullanılmış. Bu

zamana kadar izlediğiniz çoğu

bilim kurgu filminde gördüğünüz

havada bilgisayar ekranlarını

kullanma, şekiller oluşturma

gibi sahneler karma gerçekliğin

bir ürünüdür. Karma gerçeklik

teknolojisi temelinde gerçek

ve sanal dünyayı birleştirerek

tek bir potada eritiyor. Bu iki

dünyanın bir araya gelmesi hem

daha gerçekçi hem de sınırları

olmayan bir deneyim sunuyor.

MR (Mixed Reality), gerçek

dünyayı dijital öğelerle bir araya

getiriyor. Genelde bir gözlük ya

da başlık aracılığı ile bağlantı

sağlanıyor. Kullandığınız sistem

sadece sizi değil bulunduğunuz

ortamı ve o ortamdaki her

nesneyi algılıyor. Bu sayede

fiziksel ve sanal ortamlarla

etkileşimde bulunabiliyor ve

onları yönetebiliyorsunuz.

Karma Gerçeklik, başlığınızı

hiç çıkarmadan ellerinizi

kullanarak sanal bir ortamla

etkileşimde bulunsanız dahi

içinde bulunduğunuz dünyayı

görmenize ve kendinizi bu

dünyanın içine bırakmanıza

olanak tanıyor. Bir eliniz gerçek

dünyada diğerinin ise hayali bir

yerde olmasını sağlıyor. Kısacası

MR gerçek ve hayal arasındaki

temel kavramları yıkıyor.

Karma Gerçeklik uzun zamandır

üstünde çalışılan bir teknoloji

fakat günlük yaşamımıza sanal

gerçeklik ya da arttırılmış

gerçeklik kadar girmiş değil. 1994

yılında telaffuz edilen bu teknoloji

dünyanın en büyük firmalarından

biri olan Microsoft’un 2016’da

yaptığı bir basın açıklaması

ile uygulanabilir hale geliyor.

Genellikle bilgisayar oyunları için

tasarlanan bu sistemi Microsoft

geliştirdikleri HoloLens2 adlı

sanal gözlüğü ile kurumsal

müşterilerine iş ortamında karma

gerçeklik deneyimini sunuyor.

Microsoft Mesh platformunu

kullanan uygulamalar sayesinde

kişiler nerede olursa olsunlar

sanal bir şekilde iş arkadaşları

veya diğer kişiler ile bir

araya gelerek çalışmalarını

sürdürebiliyorlar. Özellikle Corona

virüs salgını nedeniyle pek

çoğumuzun evlerden çalıştığı

bu dönemde Microsoft Mesh

teknolojisi uzaktan çalışmaya

yeni bir boyut kazandırmayı

amaçlıyor. Aynı zamanda bu

Karma gerçeklik ile ilgili bir

diğer hamle ise yakın zamanda

Apple tarafından geldi. Apple ile

ilgili yaptığı doğru tahminler ile

tanınan ünlü analist Ming-Chi

Kuo’nin tahminlerine göre Apple

tarafından üretilecek olan karma

gerçeklik gözlüğü önümüzdeki

yıl tanıtılması bekleniyor. Karma

gerçeklik gözlüğünün Hololens2

gibi kask benzeri bir tasarıma

sahip olacağı düşünülüyor.

Önümüzdeki yıl satışa sunulması

beklenen karma gerçeklik

gözlüğünün fiyatının ise 1000

dolar seviyelerinde olması

bekleniyor.

Karma gerçeklik teknolojisi

tıpkı sanal ve artırılmış gerçeklik

teknolojileri gibi yolun henüz

başında olduğunu söylemek

yanlış olmayacaktır. Fakat

karma gerçeklik teknolojisinin

günümüzün en heyecan verici

teknolojilerinden olduğu da bir

gerçek. Karma gerçekliğin günlük

hayatımızda kullandığımız bir

teknoloji haline gelmesine birkaç

yıl daha var gibi görünüyor.

Teknoloji geliştikçe yeni

gerçeklikler oluşmaya devam

edecek gibi görünüyor. Tıpkı

rüyalarımızı uyanıkken görmek

gibi bizlere harika bir deneyim

sunacağını düşünüyorum.

10


BILGISAYAR j j PROGRAMLARI

SERVİS DOKÜMANTASYONLARININ

EN ETKİLİ YOLU SWAGGER

Yazar: Hasancan KAZAN

Merhabalar, bu yazımda biraz

swagger hakkında bildiklerimi,

kullanılmasının neden faydalı

olacağı, kimlerin kullanabildiği

gibi konulara değinmek

istiyorum. Bu değinmelerimiz

sonrasında ufak bir örnek ile

swagger kullanımını göreceğiz.

Bu hizmet hakkında bilgi sahibi

olabileceğiniz en azından yol

gösterici nitelikte bir yazı

olması amacıyla burada bunları

paylaşıyor olacağım.

Günümüzde çoğu sistemlerde

bildiğimiz üzere API (Application

Programming Interface) tabanlı

birçok uygulama hayatımızda

mevcut şekilde yer edinmekte.

Gerçek dünyada, yani çalışma

hayatımızda dış servislerle

bağlantılı çalıştığımız, ortak

olarak iş süreçlerini yönettiğimiz

çok fazla geliştirme talepleri

ve ihtiyaçları ile karşı karşıya

kalıyoruz. Peki bu süreçlerde ne

gibi sorunlar yaşıyoruz?

Öncelikle burada şuna

değinmemiz gerekiyor. Biliyoruz

ki yazmış olduğumuz bu API’ler

birileri tarafından kullanılacak.

Bizim bu API’imizi kullanacak

ekiplerin farkında olmaları ve

bilgi sahibi olmaları gereken

bazı konular vardır. Bunlar tabi

ki tahmin edilebileceği üzere API

bilgisi elinde mevcut kişilerin:

1. Hangi endpointleri

kullanacağı

2. Kullandıkları bu endpointlerin

ne gibi bir işlemi yerine getirdiği

3. Bu işlemi yapabilmek için

nasıl bir request ihtiyacı olduğu

4. Yollanacak modellerin ne

gibi propertyleri içerdiği ve

zorunlulukları

5. Response olarak alacağımız

bu çıktının nasıl olacağı ve

hangi HTTP kodu ile bize karşılık

vereceği gibi…

Kendimizin yazıp kullandığı

API’ler için gerçek manada çok

fazla ihtiyacını hissetmesek de

yukarıda bahsettiğim şekilde

bizlerden bağımsız ekiplerle bir

çalışma içerisine girdiğimizde

bahsettiğim maddeleri de

içerisinde bulunduran bir

doküman ihtiyacı ortaya

çıkmaktadır. Bu doküman

ihtiyaçları genellikle mail

üzerinden dönen konuşmalar

ile hazırlanmış API dokümanları

ile sağlanabiliyor. Fakat çoğu

noktada karşılaşılan en bariz

konu bu dokümanların güncel

tutulmaması ya da bahsettiğim

gibi sadece mail üzerindeki bazı

konuşmalardan ibaret olduğudur.

Swagger burada imdadımıza

yetişmiş oluyor diyebiliriz.

Swagger’ın bizlere sağladığı

avantaj ile bu ihtiyaçları

karşılayabiliyor ve farklı

geliştirmeler sonucunda

oluşan değişiklikler için bir

dokümantasyonun güncellenmesi

gibi durumlar söz konusu

olmaktan çıkıyor. Yazdığımız

API’ler için bizlere eş zamanlı

olarak güncel tutabildiğimiz

bir doküman hazırlama imkanı

sunulmuş oluyor diyebiliriz.

Bu sayede swagger

tarafından hazırlanmış

dokümantasyonumuzu

verdiğimiz kişiler rahatlıkla

swagger üzerinden endpointlere

ulaşabiliyor.Testlerini

gerçekleştirebiliyor ve aynı

zamanda bu endpointlerin ne gibi

bir görevi olduğu konusunda fikir

sahibi olabiliyorlar.

Aslında daha önce Postman ya

da SoapUI gibi araçları kullanarak

birçok kez apilerinizi test etmiş

olabilirsiniz. Restfull servisleriniz

için Swagger çok daha kolay,

anlaşılır, maliyeti düşük ve

zahmetsiz bir araç oluyor. Tek

yapmanız gereken projenize

Swagger’ı implemente etmek ve

konfigrasyon ayarlarının ardından

URL’e doğru path ile erişmek

olacaktır.

11


Şimdi gelgelelim Swagger’ın

bizler için sağladığı arayüzü

tanımaya ve ardından ufak bir

örnek ile kullanımını görmeye.

Hemen atlamadan belirtmek

istediğim bir nokta var ki

o da şu; HCK DEMO API

başlığının hemen alt tarafında

/swagger/hck/swagger.

json şeklinde bir ibarenin

yer aldığını görüyorsunuz.

Tıklandığında bu URL’de bir yola

yönlendirilirsiniz ve göreceğiniz

şey oluşturulan dokümanın json

formatındaki içeriğidir. Yani

daha açık söyleyecek olursam

title, description, email, bank

controllerı altındaki actionlar,

aynı şekilde weather altındaki

actionlar (HTTP metotlarına

kadar görürsünüz get, post, put,

delete gibi), model içerikleriniz

şeklindedir.

Biraz daha yukarılarda

bahsettiğimiz bir özellik vardı.

Bu da her bir endpoint için

yazılmış olan yorumların

aslında o action ne iş yapıyor

gibi bir soruya cevap veren

açıklamanın Swagger arayüzünde

gözüktüğüydü. Hemen aşağıya

bunun nasıl bir görsel olduğunu

gösterdiğimiz örneğimizi

ekliyorum.

Kullandığınız dile göre

implementasyonunu

yaptıktan sonra apilerinizi

dış dünyaya rahatlıkla servis

edebilir testlerinizi buradan

gerçekleştirebilirsiniz. Bir sonraki

seride görüşmek üzere…

12


KIȘISEL j j GELIȘIM j j

KONFOR ALANINDAN

ÇIKMAK İÇİN 7 NEDEN

Yazar: Ethem Berkay ÇAĞLAR

Hayatımızda çoğu kez

duyduğumuz konfor alanı

nedir? Herkesin dilinde olan

konfor alanından çıkmalısın

lafı neyi ifade ediyor?

Konfor alanını ilk duyduğum

zaman 2017-2018 yılları

arasında bir eğitimdeydim.

Eğitmen hocam konfor

alanından bahsettiğinde

ciddi derecede etkilendiğimi

hatırlıyorum. Hayatımdaki

köklü değişikliklere sebep olan

bu konuyu yazıya dökmek

benim için inanılmaz bir

duygu bunları söylemeden

geçemedim.

Konfor alanını şu şekilde

betimlemek istiyorum.

Hayatınızda yaşamınızı idame

ettirdiğiniz her şeyi bir çember

içine alınız. Çemberin içindeki

noktalar bunlar olabilir:

Sağlığınız, ailevi durumunuz,

maddi durumunuz, psikolojik

durumunuz, fiziksel durumuz…

Arzu ettiğiniz ve her zaman

ulaşmak istediğiniz bütün

kriterleri ise bu çemberin

dışına koyunuz. Bu çemberin

dışındaki isteklerinizi çember

içine almak için hareket

halinde olmanız şarttır.

Yani çemberin dışına çıkıp

almalısınız bu da demek

oluyor ki o çemberi terk

etmelisiniz. Konfor alanınız

dışına çıkmalısınız ki

arzularınıza, isteklerinize

ulaşasınız.

1-) Kendini Gerçekleştirme

Konfor alanının

dışına çıkıldığı zaman

kesinlikle üreticilik artar.

Çemberin dışındakilere

ulaşmak için çaba sarf ettikçe

üretkenliğiniz ve düşünme

beceriniz gelişecektir.

Abraham Maslow’un (1943)

teorisi, bu konu hakkındaki

görüşü şu şeklide popüler hale

geldi: “Bir insan ne olabilir,

olmalı. Bu ihtiyaca kendini

gerçekleştirme diyebiliriz.”

Moslow’un hiyerarşisi şu

şekilde devam eder. Güvenlik

ve fiziksel ihtiyaçlar konfor

alanı içinde sayılabilir.

Yukarı çıkmaya başladıkça

konfor alanını terk ederek

hayatınızda adım adım

başarıya yürüyorsunuz

demektir.

2-) Tutkuyu Keşfetmek

Tutkuyu keşfetmek için

konfor alanının dışına

çıkmalısınız. Tutkular hiçbir

zaman konfor alanının

içinde yer almaz. Tutkulara,

zevklere, başarıya ulaşmak

rahatsızlıktan zevk alarak

başlar.

3-) İvme Yaratın

Konfor alanı terk edildikçe

elde edilen ve küçük gibi

gözüken başarılar bir süre

sonra yığılmaya başlar.

Artık küçük ve önemsiz gibi

gözüken başarılar yığın

olmuş ve durdurulamaz

hale gelmiştir. Önemsiz gibi

13


gözüken detayların üstünde

durmak her zaman sizi diğer

insanlardan ayıran büyük bir

özellik olacaktır.

4-) Verimlilik

Verimlilik konfor alanının

dışında yatan inanılmaz bir

detaydır. Konfor alanın dışına

çıkıldıkça artan üretkenlik,

öz güven ve çalışma azmi ile

hayatınızın daha verimli bir

hale geldiğini net bir şekilde

göreceksiniz. Yaşamlarımızın

uzunluğu üzerinde sıfır

kontrole sahip olsak da bunun

genişliği ve derinliği üzerinde

%100 kontrole sahibiz. Bu

verimlilik ile kendi hayatınıza

ve bedeninize ciddi katkılar

yaptığınız zaman bu olaydan

asla çıkamayacaksınız. Artık

rahat olmak yerine çalışma

arzusu ve başarma tutkusu

içinde büyüyen bir birey

olacağınızdan eminim.

5-) Performans Bölgesi

Sınırları germek, zorlamak,

yeni fikirler test etmek,

hızlı bir şekilde başarısız

olmak ve bu başarısızlıktan

çabuk toparlanmak, kendi

başarılarınızı taklit ederek

daha fazla başarıya ulaşmak,

daha sıkı çalışmak.

Performans bölgesi,

inanılmaz sonuçlar verdiğiniz,

bir şeylerin gerçekleşmesini

sağladığınız bölgedir.

6-) Kişisel Gelişim

Gelişmeye açılan bir beyin ve

bundan zevk almaya başlayan

bir insanı asla eski haline

çeviremezsiniz. Hepimizin

temel düzeyde karşılaması

gereken temel ihtiyaçlardan

bir tanesi büyümedir. Başarılı

insanları diğer insanlardan

ayıran en büyük özellik

ise zamanlarının çoğunu

büyümeye ve gelişmeye

ayırmalarıdır. Hayatlarında

ustalaştıkları becerilerden

birisi ise rahatsız olmaktan,

rahatlarının bozulmasından,

yeni limanlara yelken

açmaktan zevk almalarıdır.

7-) Başkaları Üzerine Etki

Konfor alanınızın dışına adım

atarak ve zaman harcayarak

iki harika şey elde edeceksiniz.

Öncelikle bir mıknatıs

gibi olursunuz. Gelişimde

ve hedeflerinizde yardımcı

olabilecek karakterdeki

insanları hayatınıza katarsınız.

İkincisi, başkalarının

büyümesine yardım edersiniz,

bilinçli veya bilinçsiz olarak

bir rol model, bir akıl

hocası, bir koç olursunuz.

Başkalarının takip etmesi ve

arzulaması için yanıp sönen

bir işaret haline gelirsiniz

ve başkalarının yaşamları

üzerinde olumlu bir etki

yaratmak, inanılmaz derecede

yüksek duyguları barındıran

bir histir.

“Tekne limanda

güvendedir. Ama teknenin

amacı bu değildir.”

14


EVREN

BUGÜNÜN VE GELECEĞİN

DÜŞMANI “KURAKLIK”

Yazar: Hüseyin Mert ERKAL

Dünya, çeşitli nimetlerle

dolu olup bizim tek yaşama

alanımızdır. İnsanlar olarak

yaşamak için dünyamızın suyunu

ve toprağını kullanırız. Topraktan

çeşitli gıdalar, hammaddeler

üreterek yaşamaya devam

ederiz. Tabii bunun yanında

dünyanın nimetlerinden nasıl

yararlanıyorsak bir o kadar da

bu güzel gezegeni korumamız

gerekir fakat maalesef

koruyamıyoruz. Bildiğiniz üzere

son yüzyıl içinde küresel ısınma,

hava kirliliği, kuraklık vb. olaylar

giderek arttı. Kuraklık ise

günümüzün baş sorunlarından

birisi haline geldi ve gelecekte de

bir önlem alınmazsa sorun teşkil

etmeye devam edecek. Zaten

Dünya’daki su sıkıntısı bizim için

oldukça büyük bir problemdir.

Kuraklık, nem miktarının

dengesizliğinden dolayı oluşan

su kıtlığına denir. Kuraklık

aslında doğal bir iklim olayıdır.

Herhangi bir zaman diliminde

ve her yerde meydana gelebilir.

Kuraklık yavaş gelişen ve uzun

süren bir dönemdir. Yağış miktarı

ne kadar azalırsa kuraklık da bir

o kadar artar. Kuraklığın etkileri

olarak hava kütleleri, coğrafi

özellikler, enlem dereceleri,

yükselti, ve basınç yapıları

kuraklık için ciddi etkenlerdir.

Ayrıyeten kuraklığın oluşmasında

insanlar çok büyük bir rol

oynuyor. İnsanlar olarak doğayı

çok tahrip ediyoruz bundan

dolayı da doğanın ekolojik

dengesi bozuluyor. Sonuç olarak

kuraklık artışı baş gösteriyor.

Özellikle ormanların yok edilmesi

havadaki nem miktarını ciddi

anlamda bozuyor. “Ormanlarımız

dünyamızın akciğerleridir” sözü

boşuna denmemiştir.

Kuraklığın genel olarak üç

çeşidi vardır bunlar; Meteorolojik

kuraklık, tarımsal kuraklık, ve


hidrolojik kuraklık olmak üzere

üçe ayrılır. Bu üç kuraklık çeşidini

ele alalım.

Meteorolojik kuraklık uzun

zaman periyotlarında yağışlarda

büyük düşüş yaşanmasıdır.

Düşük nem oranından

kaynaklanan yağış azlığı ile

kuraklık büyük ölçüde artış

gösterir ve farklı bölgelere

yayılırlar. Aylık ve yıllık yağış

miktarlarında önemli değişikler

olması bu tür kuraklıkların

meydana gelmesindeki en büyük

etkenlerdir.

Tarımsal kuraklık meteoroloji ile

ilişkili olup, toprağın su yetersizliği

sonucunda oluşan bir kuraklık

çeşididir. Yağış oranının az olması

toprağı verimsizleştirir ve tarımsal

kuraklık meydana gelir. Bunun

sonucunda tarımda istenilen

verim elde edilemez, hasat azlığı

meydana gelir.

Hidrolojik kuraklık, su

birikimleri, yer altı kaynaklarının

olumsuz etkilenmesi, yağışlardaki

dengesizlikler hidrolojik kuraklığı

meydana getirmektedir.

Kuraklığı önlemek aslında

hiç de zor değildir. Bunun için

insanlar açısından en önemli

kavram bilinçtir. Çevre bilinci

oluşturulmalıdır. Çevre bilinci

olan insan doğasını korur ve

sahip çıkar. En etkili ve en basit

çözüm ormanlık alanlarının

artırılmasıdır. Bir fidan bile birçok

şeyi değiştirebilir. Yeşillik artıkça,

kuraklık da azalır ve ekolojik

denge sağlanmış olur.

Şimdi de kuraklığı önleyebilmek

adına birtakım çözümlere

değineceğim. İlki, insanlar olarak

doğadan su kaçırmayı bırakmamız

lazım. Yer üstü yetmezmiş gibi

özellikle son dönemlerde yeraltı

sularını çok fazla kullanıyoruz.

Yapay göller, barajlar yapmak için

suyu çok israf ediyoruz.

İkinci olarak, kirlettiğimiz,

kullandığımız suları tamamen

temizleyip geri vermemiz

gerekir. Bu konuda su arıtma

tesisleri önemli bir yere sahiptir.

Kullandığımız sular tamamen

arıtılmıyor. TÜİK verilerine göre

2016’da suların %86’sı arıtılarak

doğaya bırakılmış. Fena bir rakam

değil ama ben dilerim ki hepsi

arıtılsın.

Üçüncüsü ise gereksiz yere

beton kullanmasak iyi ederiz.

Çünkü şöyle demek gerekirse

her 1 kg çimento için yaklaşık

yarım litre su kullanılır. Ülkemiz

yılda yaklaşık 70 milyon çimento

üretiyor. Bu demek oluyor ki

beton için 35 milyon ton su

tüketiliyor. Oldukça fazla ve üzücü

bir rakam yani oraya buraya

dökmezsek kazançlı çıkarız.

Diğer bir madde ise fazla asfalt

kullanımıdır. Ne kadar fazla asfalt

kullanılırsa o kadar su toprağa

kavuşamaz. Bu sebepten dolayı

fazla asfalt kullanımlarından

kaçınmamız gerekiyor. Bir diğer

madde ise fazla çim ekiminden

kaçınmak lazım, çim sulamaları

yüzünden oldukça fazla su

boşa gidiyor. Gerekmedikçe

çim ekmeyelim. Mermer ve

taş ocakları konusunda aşırıya

kaçılmamalıdır. Çünkü mermer ve

taş ocakları yer altı sularına zarar

veriyor. Yer altı suları ülkemizin

damarlarıdır. Bu yüzden çok

önemlidir.

Son olarak da arabalarımızı

fazla yıkamamak gerekir. Toplum

16


EVREN

olarak nasıl iş makinelerine

bakmayı seviyorsak bir o kadar

da araba yıkamayı seviyoruz.

Bu konuda üstümüze yoktur

diyebilirim. Türkiye’de 20

milyondan fazla motorlu taşıt var

hepsini araba olarak farz etsek

ve bir vatandaş arabasını yılda en

az 10 kez yıkasa yılda yaklaşık en

az 10 milyon metreküp su ediyor.

Şunu da hatırlatayım, dünyada

araba yıkamayı yasaklayan

fazla sayıda şehir vardır. Bırakın

aracınız tozlu kalsın önemli

günlerde yıkarsınız. Evet belli

başlı önemli özellikleri saydım.

Kısacası kuraklığı önlemek bizim

elimizde ve bunu başarabiliriz.

Gelecekte de çocuklarımıza su

sıkıntısı yaşatmayız.

Tabii doğal süreçlerden ve

iklim şartlarından dolayı kurak

yerler de söz konusudur. Şimdi

de dünyanın en kurak 10 yerini

listeleyeceğim. Dünya genelinde

yağmurun yağmadığı bölgelerde

mevcuttur. Aynı zamanda bu

bölgelerde neredeyse hiçbir canlı

da yaşamaz. Buralarda yaşam

imkansızdır. İşte dünyanın en

kurak 10 yeri;

• Aoulef-Cezayir (yıllık yağış

ortalaması 12mm)

• Pelikan Bölgesi – Namibya

(8.13 mm)

• IQUIQUE-Şili ( Atacama

Çölünde yer alır 5 mm)

• Halfa vadisi-Sudan (2.45mm)

• Ica-Peru (2.29 mm)

• Luksor- Mısır (0,8 mm)

• Aswan- Mısır (0.8 mm)

• El kufrah- Libya (0,8 mm)

• Arıca- Şili

• Kurak vadiler- Antarktika

Değerli okurlar son olarak


önemli birkaç konuya daha

değinmek istiyorum. Resmen

korkunç rakamlar havada

uçuşuyor. Her yıl kuraklık ve

çölleşme yüzünden 12 milyon

hektar kayboluyor. Bu durum

ekilebilir toprak kaybına, kıtlığa,

zorunlu göçlere sebebiyet

vermektedir. 1,5 milyar insanı

tehdit etmektedir.

Çevre sorunlarında

kuraklaşmada çölleşmede başı

çeken kıta Afrika’dır. Afrika’nın

üçte ikisi zaten kurak alandır ve

184 milyon kişinin bozulmuş tarım

alanlarında yaşadığı belirtiliyor.

Asya Kıtası da oldukça kurak bir

iklime sahiptir. Topraklarının 1,7

milyar hektarı ya kurak ya yarı

kurak ya da kuru nemli olan Asya

kıtası kuraklık ve çölleşmede

en çok insanın etkilendiği

kıtadır. Aklınıza belki Afrika kıtası

gelmiş olabilir lakin Dünyada en

fazla insanın yaşadığı kıta Asya

kıtasıdır. Sadede gelecek olursak

Dünyada kurak yerler oldukça

fazla. İnsanlar olarak dünyayı

daha da kuraklaştırmayalım. Bu

bizim elimizde ve hep birlikte

başarabiliriz.

Diğer yazımda görüşmek üzere

esen kalın.


TARIH j

TEK DİŞİ KALMIŞ CANAVAR

Yazar: Doruk Can MUTLU

“Medeniyet”in göbeğinde

Bosna Savaşı ve Srebrenitsa

Katliamı

5 Nisan 1992. Bosna-Hersek

Cumhuriyeti bağımsızlığını

ilan eder. Bundan tam olarak

29 sene önce. Avrupa’nın

göbeğinde binlerce insanın

öldürüldüğü, binlerce kadının

tecavüze uğradığı, binlerce

insanın evlerinin yağmalandığı

bir savaş başlayacaktır. Genç

bir Bosnalı kadının yaşadıklarını

kendi dilinden, 32. Gün Arşivinden

dinliyoruz: “Haftanın 6 gecesi

tecavüze uğradım. Bazen bir

gecede iki ya da üç adam tecavüz

etti. Hepsi de komşumuzdu,

nasıl bu kadar canavarlaştılar

anlayamıyorum.”

Bosna Savaşını anlayabilmek

için önce Yugoslavya’yı bilmek

gerekmektedir. 90’lı yıllarda

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler

Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla

birlikte SSCB’nin balkanlardaki

komünist üyesi Yugoslavya’da

da parçalanma sinyalleri

görülmeye başlamaktadır.

İlk olarak Yugoslavya’dan

ayrılan ülke Slovenya ve

Hırvatistan olur. Yugoslavya’da

ordu ve devlet -bilinçli bir

şekilde- ağırlıklı olarak Sırplar

tarafından oluşturulmuştur.

Yugoslav Federal ordusu ilk

olarak Slovenya ve Hırvatistan

yerel birlikleri ile savaşarak

parçalanmayı önlemek ister.

Karşılaştığı güçlü direnişlerde

binlerce insan ölür ama

parçalanmanın önüne geçemez.

Bosna-Hersek Cumhuriyetinin

bağımsızlığını ilan etmesiyle

birlikte Srebrenitsa’nın hemen

dışında bulunan Bratunac

köyünde 350 Müslüman işkence

edilerek öldürülür. Bu daha

başlangıçtır.

Aslında o coğrafyadaki

insanlar yıllarca kardeşlik içinde

yaşamışlardır. İkinci Dünya

savaşından sonraki Soğuk Savaş

döneminde gittikçe kutuplaşan

dünyada Yugoslavya’daki

bu kutuplaşma da içten içe

artmıştır. Bu öfke birikimi ülkenin

dağılmasıyla sivillere ve özellikle

Müslümanlara patlamıştır.

Savaşın ilerleyen zamanlarında

Birleşmiş Milletler ve NATO

tarafından Sırplara ambargo

uygulanmış ama bu ambargonun

da bir faydası olmamıştır.

Birleşmiş Milletlerin bölgeye

göndermiş olduğu “Barış Gücü”ne

rağmen Sırplar saldırılarına

devam etmiş, insanları

acımasızca öldürmüştür. Sırplar

Müslümanları öldürüp toplu

mezarlara gömer ve dünyadan

gizlemeye çalışır. Lâkin doğa,

insana yaptığı sürprizlerden

birini gerçekleştirmenin farklı

bir yolunu tutar. Cesetler,

muhafaza edildikleri gizli

bölgede Artemis adında çiçekleri

beslemeye çoktan başlamıştır.

Çiçeklerin günden güne

yetişmesi ve artması sonucunda

ise sadece Artemis kokusuna

gelen ve bundan beslenen mavi

kelebeklerin bölgede birikmesi

dikkat çeker.


“Bizi toprağa gömdüler fakat tohum

olduğumuzu bilmiyorlardı.”

Aliya İZZETBEGOVİÇ

Mavi kelebeklerin bölgede

birikmesi öncelikle farklı bir

doğa olayı gibi algılanır. Bunun

kaynağını anlamak isteyen

araştırmacılar ise bölgede

toplanarak çalışmalarına başlar.

Kaynağın ne olduğu çok zaman

geçmeden anlaşılır. Toplu Mezar

Enstitüsü’nün yaptığı bu çalışma

neticesinde bölgede yirmi binden

fazla cesedin olduğu tespit

edilmiştir. Bunun sonucunda

ise Srebrenitsa, artık hüzünlü

hikâyesini bir kelebeğin kanadına

sığdırarak tarih sahnesinde

varlığını koruyacaktır.

Bosna’da yaşananlar dünyadaki

Müslümanları da harekete

geçirmiş, mücahitler dediğimiz

gönüllü Müslüman milisler kaçak

yollarla Bosna’ya girip Bosnalılar

için savaşmaya başlamıştır.

Türkiye’de dahil olmak üzere

birçok ülkeden mücahitler gelip

savaşmıştır. O yılları yaşayan

büyüklerimize sorduğunuz

zaman yaşanan atmosferi size

aktaracaklardır.

Yaşananları anlatırken mutlaka

bir kişinin adını geçireceklerdir.

“Bilge Kral” Aliya İzzetbegoviç.

Bosna-Hersek’in bağımsızlığını

kazanmasında büyük emekleri

olan devlet adamı. Tüm dünyanın

gözünün önünde katliamlar

yaşanırken kimse bir şey

yapmıyordu. Türkiye el altından

silah, gıda desteği verse de askeri

müdahale şarttı. Lâkin Birleşmiş

Milletler o coğrafyayla kültürel

geçmişimizin olması bahanesi

ile askeri müdahaleye izin

vermiyordu. Türkiye’nin yetersiz

çabaları sonuca ulaşmıyordu.

Üzerinden 29 sene geçti. Ama

unutmadık, unutmayın! Sırp

askerler Müslümanları öldürürken

Türkler diye sesleniyorlardı. Bu

öfkem sadece Sırplara değil,

bütün dünyaya. Birleşmiş Milletler

denilen kukla yapıya. Okuyun

ve unutmayın. “Savaşta büyük

zulme uğradınız. Zalimleri affedip


TARIH j

affetmemekte serbestsiniz. Ne

yaparsanız yapın ama soy kırımı

unutmayın. Çünkü unutulan soy

kırım tekrarlanır.” diyor Bilge Kral.

Yazımı Aliya İzzetbegoviç’in

Türklere, yani sana yazmış olduğu

mektubun bir bölümü ile bitirmek

istiyorum.

“Merhaba efendim, ben Aliya.

Aliya İzzetbegoviç. Bosna-

Hersek’in cumhurbaşkanıyım.

Sizi Devlet-i Aliyye’nin en

güzel şehirlerinden birinden,

Bosna Sarayı’ndan, sizin

daha sık kullandığınız haliyle

Saraybosna’dan selamlıyorum.

Bu kısacık sohbetimizde,

parçası olduğumuz Avrupa’dan,

Avrupa’nın ve Batı’nın aslında

ne olduğuna dair bazı

tecrübelerimden bahsetmek

istiyorum. Belki bilirsiniz, benim

dedem Devlet-i Aliyye’nin

ordusunda askerlik yapmıştı,

Üsküdar’da. Bosna’da 3 halk

yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar,

Hırvatlar. Aslında onlar bizi

Müslüman diye ayırmıyorlardı,

bize Türk diyorlardı. Sırpların

gözünde 1389 Kosova Savaşı’nda

burayı fetheden Türkler

bizdik yani Boşnaklar. (Siz de

sorguladınız mı bilmiyorum

ama ben 28 Haziran 1389 ile 28

Haziran 1914 arasında küçük de

olsa kurnaz bir bağ olduğunu

düşünmüşümdür. Hatırlarsınız,

28 Haziran 1914 günü,

Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi

olan Gavrilo Princip’in ateşlediği

kurşun Birinci Dünya Savaşı’nı

başlatmıştı. Bu savaşın en önemli

amacı ise Devlet-i Aliyye’yi

çökertmek ve sömürgecilere

karşı direnen son kaleyi tarumar

etmekti. Bunu başardılar da.)

Boşnaklara sorarsanız, tarihi

hafızamızda üç tarihin çok

önemli olduğunu söylerler.

Birisi bu 1918. İkincisi Devlet-i

Aliyye’nin Bosna topraklarından

çekilmeye başladığı, Avusturya-

Macaristan’ın yavaş yavaş hüküm

sürdüğü 1878. Son olarak da artık

Türk hâkimiyetinin tamamen son

bulduğu ve Sultan Abdülhamid’in

resimlerinin duvarlardan

indirilip Avusturya Macaristan

imparatorunun resimlerinin

asıldığı 1908. Babam o günleri

gözü dolarak anlatırdı hep. Çünkü

1908’den sonra biz Boşnaklar çok

büyük sıkıntılar yaşadık.

Efendim. Boşnak kime deniliyor?

Sırplara ve onları himaye eden

Avrupalılara sorarsanız, Avrupa’ya

İslam’ı yaymaya çalışan Türklere

deniyor. Peki, Türklere sorarsanız

nasıl bir cevap alacaksınız?

21


“Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız

şey; düşmanlarımızın sözleri değil,

dostlarımızın sessizliği olacaktır.”

Aliya İZZETBEGOVİÇ

Çoğu, Boşnakları Müslüman

olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor.

Benim için ırk zaten önemli

değil. Hele 1992- 1995 arasında

yaşadıklarımızdan sonra Boşnak

isminin anlamı çok değişti. Ben

size Boşnak’ı “Kültürünü, dinini,

kimliğini sömürmeye çalışan

güçlere karşı canı pahasına

direnen millet” diye tanımlasam

ne dersiniz, bilmiyorum. Benim

gözümde, Türkiye’den bize destek

olmak için gelen savaşçılar da

Boşnak’tır. Bosna ismini duyduğu

an, kalbinin bir köşesinde küçük

bir sızı hisseden başka milletlerin

insanları da. Dedelerimizin seksen

yıl önce Çanakkale’de ve Yemen’de

korumaya çalıştıkları şey neyse

bizim Saraybosna’da ayakta

tutmaya çalıştığımız şey oydu.”

22


MIMARI j j YAPILAR

ANTİK ÇAĞIN GÖKDELENLERİ:

ZİGGURATLAR

Yazar: Kürşat YÜKSEL

Bu zamana kadar mimari

yapılar kısmında genel olarak

yapının daha somut ve rasyonel

özelliklerini irdeledik. Bu sayıda

ise yapının bu özelliklerin yanı

sıra günümüzle de bağlantı

kurarak yapının oluşmasındaki

arka planı inceleyeceğiz. Gelin

hep beraber bu keyifli yolculuğa

başlayalım.

Ziggurat (Akatça anlamı

“yükselmiş yere kurmak”)

Antik Mezopotamya vadisinde

ve İran’da terası bulunan

piramitlere benzeyen tapınak

kulesidir. Her ne kadar tapınak

yapısı olarak bilinse de detaylı

araştırmalar Zigguratlarda;

depo, mezar, gözlemevi, okul,

ticari birimlerinin de olduğu

günümüzdeki gökdelenler gibi çok

fazla fonksiyonlu yapılar olarak

kullanıldığını ortaya koymaktadır.

Elbette günümüzdeki gökdelenler

gibi yüzlerce metre yüksekliğe

sahip değillerdi fakat fonksiyon

olarak neredeyse çevremizdeki

gökdelenler ile aynı işleyişe

sahiplerdi.

Zigguratların mimari özelliklerini

incelediğimizde coğrafyanın

yapılar üzerindeki etkisini çok

net bir şekilde görmekteyiz.

Mezopotamya, killi toprağın bol

olduğu ağaç ve taş malzemenin


kısıtlı olduğu bir bölgedir. Bundan

dolayı Antik Mezopotamyalılar

günümüz gökdelenlerine

benzettiğimiz Zigguratlarını

yüksek yapmak isteseler de

toprak malzemeden dolayı bunu

çok başaramamışlardır. Yapı

malzemesinin bu denli kısıtlı

olduğu bu coğrafyada bir yapı

içerisinde birden fazla işlevin

olması, yapının konumu, farklı

zamanlardaki mekan kullanımları

oldukça çeşitlilik göstermiştir.

İşte bunun sonucunda çok işlevli

Zigguratlar ortaya çıkmıştır.

kadar zaman geçerse geçsin

insan yaşantısı mekanları

direkt etkilemektedir.

Geçmişte Zigguratlar…

Günümüzde Gökdelenler…

Antik Mezopotamya’da yapı

malzemesinden kaynaklanan

sıkıntıdan dolayı çok fonksiyonlu

yapıların oluştuğunu söyledik

fakat günümüzde her yerde yapı

malzemesine erişim oldukça

kolay iken neden çok fonksiyonlu

gökdelenler yapıyoruz? Bu soruya

cevap vermeden önce şuna

değinmek

istiyorum; mimarlık dışardan

göründüğü gibi sadece yapı

tasarımı ile uğraşmaz, yapı

tasarımıyla beraber o yapı

içerisindeki kullanıcının mekan

yaşantısını da tasarlayan bir

disiplindir.

Modern çağda kullanıcı

yaşantısını derinden etkileyen

faktörlerin başında da şüphesiz

ki zamanı etkin kullanma

gelmektedir. Aynı anda birçok

işi yapma isteği, artan insan

nüfusundan dolayı “az yerde çok

kişi” düşüncesi, güç gösterisi için

oldukça yükseğe çıkma isteği,

yapı malzemesi kalitesi gibi

sebeplerden dolayı modern çağda

gökdelenleri oluşturduk.

Görüldüğü gibi üzerinden ne

24


BIYOGRAFIj

j

BİR BUHRANI YAŞAMAK:

FRANZ KAFKA

Yazar: Ezgi KARAAHMET

Kafka. Babası tarafından sürekli

psikolojik şiddet gördü ve o

zamanlarda başlayan bu nefreti

yazılarına yansıttı. Babaya

Mektup adlı kitabında maruz

kaldığı öfkeden şöyle bahsediyor;

“Çocukluk yıllarımda aklımda

kalan sadece bir anı var. Sen de

hatırlayacaksındır. Bir gece su

içmek için sızlanıp duruyordum.

Belki gerçekten susamıştım,

belki seni kızdırmak, biraz

da kendimi eğlendirmek için

yapmıştım bunu. Birkaç öfkeli

tehdidin işe yaramadıktan

sonra beni yatağımdan alıp

evin avlusuna koymuştun ve

beni pijamalarımla orada öylece

bırakıp kapıyı kapamıştın.

Bundan yıllar sonra bile ruhuma

işkence eden o anı beni rahatsız

etti.”

Merhaba sevgili Lokasyon

okuyucuları. Yazılarında derin

anlamlar aradığınız, bazen de

nefretinin ya da merakının

aslında neye olduğunu merak

ettiğiniz yazarlar oldu mu hiç?

Ben Franz Kafka’nın yazılarındaki

benlik arayışının nedenini hep

merak ettim. Bu biyografimizde

Kafka’nın hayata bakışını hatta

yıllarca dindiremediği öfkesinin

asıl sahibini okuyacaksınız.

Kafka’yı bu kez anlatıcı değil de

kahraman olarak göreceksiniz.

Kafka, günümüzde Çek

Cumhuriyeti’nin başkenti

olan Prag’da, Almanca

konuşan Yahudi orta sınıf bir

ailede dünyaya geldi. Ailesi

tarafından kardeşleri ve Kafka

Almanca eğitime yönlendirildi.

Yahudiler tarafından Almanca

konuştukları için, Almanlar

tarafından ise Yahudi oldukları

için dışlandılar. Otoriter babası

ve sessiz bir yapıya sahip olan

annesi uzun saatler çalıştığı

için yalnızlık içinde büyüdü

Babası Franz’a merhamet

etmemişti. Karşılık vermesine izin

verilmeyen bir ailede büyüdüğü

için gelecek hayatında da

insanlara karşı daha savunmasız

hissetti.

“Benim yalnızlığım insanlarla

dolu...”

Henüz bebekken ölen 2 erkek

kardeşi olan Kafka’nın büyürken

yalnızlığını paylaştığı 3 kız kardeşi

vardı. Hukuk eğitimi almıştı

fakat bir sigortacıda çalışıyordu.

Çalıştığı işten hiç de memnun

olmayan Kafka, sık sık yazı

yazmaya zamanı kalmadığından

yakınırdı. Kafka’nın yazı

yazmasına karşı olan hatta

yazdıklarını okumaktan şiddetle

kaçınan babasına şu sözleri yazdı;

25


“Yazıyordum çünkü senin buna

karşı çıkışların aslında bana “Artık

Özgürsün!” anlamı verdiği için iyi

hissediyordum.”

Özgür hissetmenin bir yolunun

da evlilik olduğunu düşündü.

Nişanlandığı Felice ile birçok kez

ayrılıp barıştı ama hayatının

aşkı o olmayacaktı. Uğruna

kitaplar yazdığı Milena’ydı

kalbinin sahibi. Hatta Milena’ya

son mektubunda ne zaman

yazılarını tamamlamak için

otursa kendini bir şekilde ona

mektup yazarken bulduğunu

yazmıştı. Ortak arkadaşları

sayesinde tanışmışlardı ve

ikisi de edebiyata düşkündü.

Başkasıyla evli olan bu kadın

da yapayalnız hissettiği

evinde kendine bir kaçış

olarak görmüştü Kafka’yı.

Edebiyat tarihinde sözü

geçen ve asla kavuşulamamış

bir aşktı. Milena uzun yıllar

sonra, 1944 yılında Alman

toplama kampında hayatını

kaybetti.

“Ama sen hastaydın

Milena, hasta bir adamı

sevecek kadar hastaydın.”

ölümünden sonra eserlerin

yakılması için vasiyet verdi.

Franz Kafka 3 Haziran 1924 günü

hayata veda etti. Ölümünden

sonra Max Brod vasiyeti

dinlemedi, eserleri bastırarak

edebiyat tarihine kazandırdı.

Franz Kafka, ne kadar iyi bir yazar

olduğunu ve kaç insanın hayatına

dokunduğunu bilmeden öldü ama

siz artık onun iç dünyasını daha

iyi biliyorsunuz.

“Anlamaya başlamanın ilk

işaretlerinden biri ölme isteğidir

Çanakkale Savaşı’nda vatan

toprağını korumak için canla başla

savaşan tüm kahramanlarımıza

saygıyla.

“Anlamaya başlamanın ilk

işaretlerinden biri ölme isteğidir.”

Kafka’nın larinjeal

tüberkülozu vardı. Hasta

olduğu zamanlarda

onunla en sevdiği kardeşi

Ottla ilgileniyordu. Bu

hastalık yüzünden yemek

yiyemiyordu. Açlık Sanatçısı

eserini bu zamanlarda

yazdı. Kafka son haftalarını

senatoryumda geçirdi.

Yazarın eserlerinin çok azı o

hayattayken basılmış fakat

ses getirmemişti. Birçok eseri

yarım kalmıştı. Bu süreçte en

yakın arkadaşı Max Brod’a

26


j j j

BIRLIKTE GEZELIM

MASALSI KAPADOKYA

olmuş bir bölgedir. Çarşısında el

yapımı ürünler satan dükkanları

dolaşabilir, sakin bir tatil

istiyorsanız konaklama yerinizi

buradan seçebilirsiniz. Uçhisara

gitmişken görünce şok olacağınız

‘peribacası deresi’ diye de anılan

Cevizli’ye ve Uçhisar’ın ikinci

büyük kalesi olan Tığraz Kalesi’ne

gitmeyi unutmayın.

Yazar: Selver İMAMOĞLU

Masalları andıran bir yere

götürmek istiyorum sizi bu

yazıda. Peri bacaları desem, uçan

devasa balonlar desem? Bingo!

Birlikte Kapadokya’yı gezeceğiz.

Kapadokya, 60 milyon yıl önce

Erciyes, Hasandağı ve Göllüdağ’ın

püskürttüğü lav ve küllerin

oluşturduğu yumuşak tabakaların

milyonlarca yıl boyunca

yağmur ve rüzgâr tarafından

aşındırılmasıyla ortaya çıkan

bölgedir. Kapadokya bölgesi doğa

ve tarihin bütünleştiği, farklı

bir atmosfere sahip bir yerdir.

Coğrafi olaylar peri bacalarını

oluştururken, tarih boyunca

insanlar bu peri bacalarının

içlerine evler, kiliseler oymuş ve

fresklerle süsleyerek binlerce

yıllık medeniyet izleri günümüze

kadar taşınmış. Eğer rotanız

buraya düşerse görmeden

gitmemeniz gereken birkaç

yerden bahsetmek istiyorum.

kadar bozulmadan nasıl geldiği

gerçekten şaşırtıcı. Bu muhteşem

yeryüzü şekillerinin en güzellerini

Göreme Milli Parkında, Aşıklar

Vadisinde Zelve Ören Yeri ziyareti

esnasında yakından görebilirsiniz.

Uçhisar Kalesi

Uçhisar kalesi sanki

Kapadokya’nın çatısı gibi;

Erciyes’in karlı başını, Kızılçukur’u,

Ürgüp, Avanos’u daha doğrusu

tüm bölgeyi ayaklarınızın altına

seriyor. Gün batımını izleyip asla

doyamayacağınız bir yer. Uçhisar,

İpek Yolu üzerinde önemli

bir durak olduğu için kültürel

anlamda zengin çeşitliliğe sahip

Ihlara Vadisi

Tarihi değerleri ve

Manzarasıyla gitmeniz gereken

bir diğer yer Melendiz Çayı’nın

yumuşak tabanı aşındırmasıyla

oluşmuş Ihlara Vadisi. Vadideki

kayaların bir kısmı 9. yüzyıldan

itibaren oyularak kilise haline

getirilmiş. Doğayla iç içe bir

yerde konaklamak istiyorsanız

çevredeki yerlerde kalabilirsiniz.

Vadideki Ağaçaltı, Pürenliseki,

Kokar, Yılanlı ve Sümbüllü

kiliselerini ziyaret ederseniz,

günümüze kadar gelen

duvar resimlerini inceleme

fırsatı yakalayabilirsiniz. Vadi

içerisindeki keyifli yürüyüşünüzü

gün sonunda dere kıyısına

kurulmuş restoranda yerel

lezzetlerin tadına bakabileceğiniz

bir yemekle sonlandırabilirsiniz.

Peri Bacaları

Etraftaki yanardağların

etkisiyle oluşan peri bacalarının

insan barınağı olarak kullanımı

Paleolitik döneme kadar

uzanıyor. İnsanların içlerinde

nasıl yaşadığı ve günümüze

27


Derinkuyu Yeraltı Şehri

8 kattan oluşan yeraltı şehri;

ilk Hıristiyanlık döneminde

Roma İmparatorluğu’nun

zulmünden kaçanların Antakya

ve Kayseri üzerinden gelerek

sığındıkları yerdir. O dönemde

fark edilmeyen şekilde girişi

sayesinde güvenli bir ortam

oluşmuş ve sığınmacıların tüm

ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri

bölümler inşa edilmiş. Odaların

birbirlerine dar koridorlarla

bağlandığı şehirde kilise ve

manastır gibi dini yapıların

yanı sıra erzak depoları,

şarap imalathanesi, su

kuyuları ve toplantı salonları

görebileceğiniz alanların bir

kısmını oluşturuyor. Ayrıca

Derinkuyu’da yine bir yeraltı

şehri olan Kaymaklı’dan farklı

olarak bir misyoner okulu

bulunuyor. Kaymaklı Yeraltı

Şehri Adını aldığı kasabanın

sınırları içerisinde yer alan

Kaymaklı Yeraltı Şehri, tıpkı

Derinkuyu’daki türdeşi gibi

8 katlı; ancak günümüzde

sadece 4 katı gezilebiliyor.

M.Ö. 3.000 civarında Hititler

tarafından yapılan bu şehir,

Roma ve Bizans dönemlerinde

genişletilerek 25.000 kişinin

yaşayabileceği bir sığınak

haline getirilmiş. Ana

havalandırma bacasının

etrafına kurulmuş yeraltı

kentini dolaşırken koridorlarla

birbirlerine bağlanmış

mezarlıkları, kiliseleri,

depoları, yaşam alanlarını

ve kuyuları görebilirsiniz.

Balon Turu Kontrolleri yapılan

güvenli firmalar tarafından

düzenlenen balon turları

genellikle Göreme ve Uçhisar

bölgesinde oluyor. Hava

şartları elverişli olan her gün

sabah saat 5’te başlayan

balon turu 1-2 saatliğine

sizi gökyüzüne çıkarıp

Kapadokya’yı ayağınızın

altına seriyor doğrusu. Aşırı

bir yükseklik korkunuz yoksa

gökyüzüne doğru süzülmenizi

ve muhteşem manzaranın

keyfini çıkarmanızı tavsiye

ederim. Yok ben balona

binemem diyorsanız da

gökyüzündeki cümbüşü

izlemek ve bol bol fotoğraf

çekmek için gitmelisiniz.

Çoğunluğu Nevşehir–Ürküp–

Avanos üçgeni arasında yer

alan Kapadokya Mağaralarını,

doğa yürüyüşü yapmayı

seviyorsanız Güvercinlik

Vadisini, müze tutkunuysanız

Güray Müze, Etnoğrafya

Müzesi, Saç Müzesi ve

diğer müzeleri, gezginlerin

alışveriş yapmak için tercih

ettiği Ürgüp’ü de ziyaret

edebilirsiniz. Bölgenin kendiyle

özgünleşmiş meşhur testi

kebabını yemeyi unutmayın.

Ihlara Vadisi


SAGLIKLI G YAȘAM

DOĞAL ANTİBİYOTİK: SARIMSAK

Yazar: Ceren GÜLMEZ

Herkese yeniden merhabalar.

19 Nisan Dünya Sarımsak Günü

yaklaşırken mucizevi faydalar

barındıran bu doğal antibiyotik

besin hakkında beraber

bilgilenmemiz için sizlere bu ayki

yazımda sarımsaktan bahsetmek

istiyorum.

Sarımsak, soğangiller ailesinden

olan yıllık bir bitkidir. Doğada

yabani ortamda yetişmeyen

sarımsak için bir kültür bitkisi

diyebiliriz. Germanyum ve

selenyum bakımından zengin

topraklarda yetişen sarımsak

bitkisi Türkiye’de en fazla

Kastamonu’nun Taşköprü

ilçesinde yetişmektedir. Raf

ömrü uzun olan sarımsağın

güçlü kokusu, lezzeti ve tadı

nedeniyle yemeklerde kullanılma

konusunda oldukça popülerdir.

Sarımsak kullanımı Mısırlılar,

Babilliler, Yunanlılar, Romalılar

ve Çinliler de dahil olmak üzere

birçok büyük uygarlık tarafından

belgelenmiştir. Binlerce yıldır

insanlar tarafından hem mutfak

hem de sağlık ve tedavi yararları

için kullanılmıştır.

Sarımsak %84,09 su, %13,38

organik madde, %1,53 inorganik

madde içerir. İçeriğinde ayrıca,

33 çeşit kükürt bileşiği, 17 çeşit

amino asit (bunlara vücut için

elzem aminoasitlerin tümü

dahildir), germanyum, çinko, A, B1

ve C vitaminleri bulunmaktadır.

Sarımsağın pek çok yararı

bir kükürt bileşiği olan Allisin

(sarımsağa koku ve lezzet veren)

maddesinden kaynaklanmaktadır.

SARIMSAĞIN FAYDALARI

Sarımsağın içerisinde bulunan

allisin ve kükürt bileşikleri, her

türlü patojen mikroorganizma

ve parazitlere (bakteriler,

virüsler, mantarlar, amipler,

solucanlar) karşı öldürücü özelliğe

sahiptir. Bu nedenle sarımsak,

kimyasal antibiyotiklerin

aksine sağlıklı bağırsak

florasının korunmasını

destekleyen doğal bir

antibiyotiktir.

• Güçlü bir antioksidandır.

• Bağırsak kurtları ve vücutta

bulunan diğer parazitleri öldürür.

• Bağışıklık sisteminin

güçlenmesine katkı sağlar.

• İnsülin direncini azaltmada

etkilidir.

• Kanın akışkanlığını düzenleyerek

aşırı yüksek tansiyonun

normalleşmesine katkıda bulunur.

Kan lipidlerinin (kolesterol)

düzenlenmesinde olumlu etkileri

olan ikincil bitki maddeleri içerir.

Böylelikle gelişmiş bir kan akışına

ve damarların artan esnekliğine

katkı sağlar.

• Kalbi besleyen koroner

damarları genişletir.

• Mide ve bağırsaklarda oluşan

enfeksiyonları öldürerek

dezenfekte eder.


• Düzenli tüketildiğinde kolon

kanseri, özofagus kanseri, cilt

kanseri ve mide kanseri gibi

çeşitli kanser türlerine karşı

koruma sağlar.

• Saç tedavisinde de kullanılan

sarımsak saç dökülmesini

yavaşlatır.

• Mantar tedavisine yardımcı olur.

• İdrar yolları ve böbreklerde taş

oluşumunun önüne geçer.

• Sarımsak, kemik hücrelerinin

hasardan korunmasına yardımcı

olarak kemik sağlığını korur.

Özellikle kadınlarda osteoartrit

(kireçlenme) seviyelerini düşürür.

• Sarımsak cildi serbest

radikallerin etkisinden korur,

kolajen kaybını yavaşlatarak

cilde elastikiyet kazandırır

ve cilt hastalıklarına karşı

koruma sağlar.

• Yapılmış olan pek çok bilimsel

araştırma, sarımsağın genlerimizi

etkilediğini ve DNA diziliminde

hücre yıkımını önleyerek

yaşlanmayı geciktirdiğini

göstermiştir.

Sarımsak Nasıl Tüketilmeli?

Sarımsak en çok çiğ

olarak tüketildiğinde besin

değerlerinden maksimum

seviyede yararlanılmaktadır.

Sarımsağın içeriğinde bulunan

allisin, yalnızca sarımsağın hücre

duvarları hasar gördüğünde

(rendelendiğinde veya

kesildiğinde) oluşur. Bu nedenle

sarımsak, ezilip birkaç dakika

bekledikten sonra tüketilmeli,

uzun süreli pişirilmemelidir.

Sarımsağı sadece birkaç dakika

pişirerek, en uygun etki elde

edilmelidir. Çünkü kükürt

bileşikleri ısıya duyarlıdır.

Günlük sarımsak tüketimi ne

kadar olmalı?

Hem besin değerleri hem de

içeriği açısında günlük sarımsak

tüketimi belli bir miktarda

olmalıdır. Ek bir hastalığınız varsa

kesinlikle bir uzman hekimden

görüş alınmalıdır. Sağlıklı bir

birey günde 2 diş çiğ sarımsak

yenilebilir.

Fazla Sarımsak Tüketmek

Zararlı Mı?

• Her şeyin fazlasının zarar

olduğu gibi sarımsağın da fazlası

zararlı olabilir. Aşırı tüketildiğinde

midede ağrı ve ciltte kaşıntı

ortaya çıkabilir.

• Aşırı tüketim sonucunda

halsizlik ve baş ağrısı gibi

sorunlar oluşabilir.

• Kan inceltici ilaç kullanan

hastalar, düşük tansiyon, tiroit

sorunları ya da devam eden

sağlık sorunları olan kişiler

doktorlarına danışmadan

kullanmamalıdırlar.

• Bazı uzmanlar doğum kontrol

haplarının etkisini azalttığını ileri

sürmektedirler.

• Herhangi bir mide bağırsak

problemi olanlar dikkatli şekilde

tüketmelidirler. Ülserli kişiler çiğ

sarımsaktan uzak durmalıdır.

• Fazla çiğ sarımsak tüketmek

ağızda veya midede yanma

hissine, ağız kokusuna, mide

ekşimesine, gaz, şişkinliğe, mide

bulantısına, kusmaya, vücut

kokusuna ve ishale neden olabilir.

• Hamilelik ve emzirme

döneminde sarımsak tüketimi

doktora danışılmalıdır..

Sevgili okurlar, yeterli ve dengeli

beslenmeyi unutmayın. İlaçlarınız

sağlıklı besinler olsun. Herkese

keyifli okumalar, sağlıkla geçen

günler diliyorum.

30


CANLILAR

SÜPER GÜÇ DENİZANASI

Yazar: İrem ÖZDEMİR

Denizanası Fransızca’da

bulunan méduse kelimesinden

alıntıdır. Bu kelime Eski Yunanca

Medoúsa mitolojide bulunan

yılan saçlı tanrıça ifadesinden

gelmektedir. Araştırmalar,

denizanasının ilginç özelliklere

sahip olduğunu ve süper güç

olarak adlandırılabileceğini

göstermiştir.

Milyonlarca yıldır aramızda olan

denizanalarını hep birlikte bu

yazıda tanıyacağız. Denizanası

yaklaşık 650 milyon yıl önce

ortaya çıktı ve yüzeyden derin

suya kadar her okyanusta

bulundu. Bazıları tatlı suda da

bulunur.

Sölenters dalındaki denizanası

omurgasızdır. Diğer bir deyişle

balık ve kuşların aksine iç

iskeletleri yoktur. Kafaları

şemsiyedir ve şeffaftır. Bazı

denizanalarının yalnızca

dokunaçları vardır. Diğerlerinin

dokunaçları ve kolları vardır.

Antendeki yanan hücreler,

zehirli iplik benzeri yapılarla dolu

hücrelerden oluşur. Bu hücreler,

düşman saldırılarından onları

beslemek veya korumak için

avlarını zehirler.

Yiyecekleri çoğunlukla

zooplankton adı verilen küçük

deniz canlılarıdır. Genellikle sığ

kıyılarda görülmelerine rağmen,

bilim insanları 9000 metre

derinlikte yaşayan türlerini de

tespit etmiştir.

Denizanası üreyerek kendileri

çoğalabilir ve klonlayabilir.

Yumurta ve sperm yoluyla

çoğalırlar ancak eşeysiz olarak

çoğalabilirler. Eşeysiz üreme,

onları üreme biçimlerine

ayırmaktır.

Denizanasında iki sürekli üreme

vardır; eşeyli üreme ve eşeysiz

üreme. Cinsel üreme aşaması,

bir dişi yumurta hücresi ile bir

erkek sperm hücresi tarafından

döllendiğinde ortaya çıkar.

Vücuttaki gonadlarda bulunan

germ hücreleri suya dökülür

ve yumurtalar suda döllenir.

Döllenme sonucunda yumurta

önce larvaların içinden geçip

daha sonra polip aşamasına

girer. Başka bir deyişle,

yumurtadan çıkan larvalar

poliplere dönüştükten sonra

denizanasına dönüşebilirler.

Bazen polip olarak yaşamaya

devam ederler.

Denizanalarının beyni, kalbi,

bacakları, kemikleri, organ ve

uzuvları bulunmamaktadır. Bazı

denizanalarının gözleri vardır.

Aslında, bazı türler için görme

çok karmaşık olabilir. Örneğin

kutu denizanası, karmaşık

görme sensörleri olan 24 gözü

sayesinde dünyayı 360 derece

görebilen az sayıdaki canlıdan

biridir. Vücutlarının %98’i sudan

oluşmaktadır. Bu yüzden karaya

tamamen vurduklarında

buharlaşırlar.


Denizanası şeffaf yapısı

sayesinde çevreyi yansıtır.

Jelatinimsi gövdeleri o kadar

incedir ki, ancak difüzyon yoluyla

nefes alabilirler. İlkel bir sinir

sistemine sahipler.

Her şeyden önce denizanası

bir besin kaynağıdır. Deri sırtlı

kaplumbağalar, penguenler

ve bazı balıklar denizanasıyla

beslenir. Bazı denizanaları diğer

denizanaları tarafından yenir.

Hatta Güneydoğu Asyalılar başta

olmak üzere insanlar için de bir

lezzet kaynağıdır.

Araştırmacılar, kristal

denizanasından yeşil floresan

protein adı verilen bir floresan

maddeyi çıkararak biyotıp

alanını tamamen değiştirdiler.

Bu denizanası türünün çanının

kenarındaki noktadan yeşil ışık

yaydığı bilinmektedir. İlk mavi

ışık, acuorin adlı bir molekülden

gelir ve yeşil floresan protein

tarafından emilir. Bunun

yerine yeşil ışık yayacaktır. Bu

olaya neden olan gen dizisinin

ortaya çıkarılmasıyla, hayvan

hücrelerine yeşil floresan protein

eklenmesinin de mümkün olduğu

gösterilmiştir.

Denizanasının süper güçlerine

son bir örnek olarak tarak adı

verilen bir tür denizanasının

ömür boyu ışık yayabilmesidir.

Başka bir tropikal denizanası,

fotosentetik alglerle simbiyotik

bir ilişki kurarak algleri

güneş paneli olarak kullanır

ve bir tür ay denizanası

yaklaşık 400.000 bebek

doğurabilir. Birçok denizanası

biyolüminesan özelliklere sahiptir.

Biyolüminesans, canlıların ışık

üretmesine ve yaymasına neden

olur. Denizanası, bu ışığı avını

çekmek veya avcılarını rahatsız

etmek gibi birçok nedenle

kullanır. Bazı denizanaları

biyolüminesan özelliklere sahiptir

Biyolüminesans, canlıların ışık

üretmesine ve yaymasına

neden olur.

32


SINEMA j

DR. CALIGARI’NİN MUAYENEHANESİ

Yazar: Elif Ceren CENGİZ

Almanya için 1920’li

yıllar büyük bunalımların

yaşandığı bir çöküş dönemi

olarak adlandırılır. I. Dünya

Savaşı’ndan yenik ayrılmaları

gibi ülkede yaşanan

gelişmeler insanların

ruhlarında büyük çalkantılar

yaratmıştır ve sanatçılar bu

atmosferin etkisiyle yeni bir

anlayışa yani dışavurumculuğa

yönelmişlerdir. Dışa

vurumculuk; izlenimciliği,

gerçekçiliği, doğacılığı

reddederek öznel ve içsel

gerçeğin yansıtılmasını

savunur. Kabul görmüş,

yerleşik tüm yapı ve

geleneklere başkaldırarak

toplum dışına itilenlerin

yanında yer alır. Bu akımın

sinemadaki ilk temsilcileri

Robert Weine, Fritz Lang ve

Friedrich Wilhelm Murnau

olmuştur. Robert Weine’nin

yönettiği Dr. Caligari’nin

Muayenehanesi filmi ise

bu akımın ilk örneği olarak

kabul edilmiştir.

Filmi konu olarak ilk bakışta

birçok açıdan inceleyebiliriz.

Filmin çekildiği dönemi

ironik bir şekilde yansıtan ve

günümüzde dahi geçerliliğini

sürdüren yapıdaki bir toplum

eleştirisi olarak görülebilir.

O dönemde Almanya’nın

yaşadığı fiziksel acıların

yanında psikolojik buhran,

çekilen ekonomik ve toplumsal

sıkıntılar bireyleri acılarını dışa

vurmaya itmiştir.

Film, zaman ve mekanın

kestirilmediği bir noktada

iki karakterin karşılıklı

konuşmasıyla açılır. Ana

karakter Francis, bir

arkadaşına başından geçen

öyküyü anlatmaktadır. İlk

cümlelerinden sonra film,

hikayesine Francis’in aklının

içinden devam etmeye başlar.

Bu andan sonra izleyici onun

dünyasına girerek, yaşananları

onun gözüyle görür. Kendini

bir anda karanlık bir

atmosferin içinde bulur. Ancak

ruh sağlığı bozuk bir insanın

kafasında oluşturabileceği,

garip şekillerle oluşturulmuş

dekorların, sıra dışı ışık ve

gölgelerin arasında sıkışmışlık

hissine kapılır.

Olaylar ve karakterler de

klasik sinema anlatısından

çok uzaktadır. Sinemada

görmeye alışık olmadığımız

makyajlar ve abartılı mimikler

söz konusudur. Bunun

33


yapılmasının nedeni de

dönemin sinemasına yapılan

bir başkaldırıdır.

Dr. Caligari, karanlık bir

dünyanın ürünü, toplumdan

uzak, sorunlu, ruh hastası

bir insan olarak tanımlanır.

Bir efsaneye takıntılı

olarak kurduğu dünyasında

hipnozlu bir karakteri kendi

güçleriyle yönlendirerek ona

cinayetler işletmektedir.

Bu aynı zamanda super

ego ve id çatışmasının

sinemada kullanılan ilk

yansımalarından biridir.

Doktor, içinde toplum

baskısıyla saklı tuttuğu şiddet

dürtüsünü, Sezar karakteriyle

ortaya çıkarma şansı

bulmuştur. Onun için Sezar,

idini kısa süreliğine de olsa

özgür bırakabildiği bir sibop

vazifesi görmektedir. İşlenen

cinayetler serisi, baskı ve

yasaklar düzeninin insanı asla

kontrol altına alamayacağının,

yok edilmiş gibi görünen

şiddet eğilimlerinin farklı

şekillerde açığa vurulacağının

bir örneğini sergilemiştir.

Doğadaki güç kazanma

içgüdüsünün insan aklı

tarafından şekillenmesi ve

otorite tarafından uygulanan

baskıcı rejimin sonucunda

bu içgüdünün sapkın bir

tutkuya dönüştürülmesi,

filmin sorguladığı diğer önemli

konulardır. Aynı zamanda

bu karakterin ruh ve sinir

hastalıkları hastanesinin

başhekimi olması seyirciye

farklı bir tezatlık sunar,

toplumsal bir alegori

oluşturur. Deli ile akıllının

ayırt edilemediği bu dünya

seyirciye ilk başta normalle

normal olmayan, yönetilenle

yöneten, suçlayanla suçlu

sorgulaması yaptırır.

Film daha sonra finaliyle

bu sorgulamayı çok daha

uç noktalara götürür. Bu

finalde Francis’in şizofreni

hastası olduğu gösterilir.

Bu son, başından beri

tanık olduğumuz filmin

sıra dışı dünyasının da bir

açıklaması niteliğindedir.

Fakat aslında bundan da

tam olarak emin olamayız.

Eğer Francis’in akıl hastası

olduğu gösterilmeseydi

dönem hükümeti ve sinema

camiası tarafında sıkıntılarla

karşılaşabilirdi. Son plandaki

başhekim, Dr. Caligari gibi

gülmesine rağmen suratı

tamamen farklıdır.

Gerçek ve gerçek olmayan

izleyicinin kafasında

tamamen bulanık bir hale

getirilmiştir. Toplum ve

insan konularından uzaklaşıp

neyin gerçek olduğuyla

yüzleşmek zorunda kalınır.

Bu son, sinema tarihinde

nesnel gerçekliğe getirilen ilk

ve en sert eleştirilerden biri

olarak da çok büyük önem

taşımaktadır.

İlk izleyişte garip bir

izlenim bırakan tüm bu

kullanımlar, aslında izleyiciye

tüm hikâyenin hissiyatını

verir. Dışavurumculuğun da

sinemada ortaya çıkışı budur.

İzleyici artık yönetmenin

dünyasındadır. Garipsediği,

anlamlandıramadığı birçok

şeyle karşılaşır ancak

“bunun burada ne işi var”

diyemez. Her şey izleyiciyi

daha da filmin içerisine

sokmaktadır. Renklerin ve

şekillerin sembollerinin etkili

kullanımı, izleyicide bilinçaltını

yoklayarak anlamlandırma

süreci başlatır. Bu da pasif

bir izleyiciyi yerine, aktif ve

dinamik bir izleyici gerektirir.

Sonuç olarak, film ulaşmak

istediği noktaya sadece

hikayesiyle değil, görsel

kullanımlarıyla da hizmet

etmesi sinema tarihinde bir

devrim niteliği taşımasını

sağlamıştır. Tüm sinema

öğelerini etkin olarak

kullanarak yönetmenin

seyirciyi içine soktuğu bu farklı

dünya, sonrasında fantastik,

korku ve film-noir türlerine

referans olmuştur. Sadece

sinemayı değil, diğer sanat

dallarını da etkisi altına

alarak kült filmler arasındaki

yerini almıştır.

34


SPOR

“SOSYETE SPORU’’ TENİSİN TARİHİ

Yazar: Necip Asım TOPRAK

Antik Roma Dönemi’nde çıplak

elle veya eldivenle oynanan

‘’Trigon’’ adı verilen bir oyundan

söz edilse de, sevilen ve ilgi

gören spor dallarından biri

olan tenisin kökeni tam olarak

bilinmiyor aslında. Benzer bir

oyunun ilk kez Meksika’da, Toltec

yerlileri tarafından oynandığı

da ileri sürülmektedir. Ayrıca,

Mısır ve İspanya’da bulunan

fresklerde ve Rönesans Dönemi

İtalya’sından kalma resimlerde

‘’Giocco Del Pallonne’’ ve ‘’Juego

De Pelota’’ adları altında paralel

oyunların duvarla çevrili alanlarda

oynandığı bilinmektedir.

Tarih sayfalarını derinden

incelediğimizde ise bugünkü tenis

oyunu karşımıza 13. yüzyılda

Fransa’da kralın huzurunda

oynanan ‘’Jeu de Paume’’

adlı oyun ile çıkıyor. Manastır

duvarlarına ya da avluya asılan

bir ipin üzerinden gerçekleştirilen

bu spor, Fransızların servis

atarken “almak’’ anlamına gelen

“tenez” kelimesini kullanmasıyla

birlikte şekillenme sürecine

girmiştir.

Tudor Hanedanı’nın, 1625 yılında

Hampton Court Sarayı’nda

düzenlediği kort günümüzde aktif

bir tenis kulübüne ev sahipliği

yapmaktadır.

Tenis sporunun gelişimi

beraberinde büyük değişimleri

de getirmiştir. Zaman içerisinde

açık oyun alanlarının yerini

kapalı kortlar alırken, başlangıçta

ahşap olan toplar yerini selüloz

malzeme ile doldurulmuş

zıplayan deri toplara bıraktı.

Oyunun ilk dönemlerinde insanlar

sadece ellerini kullanırken,

Bu süreci takip eden birkaç

yüzyıl boyunca oyunun

popülaritesi gitgide artmıştır.

‘’Jeu de Paume’’nin ünü zamanla

manastır duvarlarını aşmış ve

Avrupa’daki soylular tarafından

da benimsenmeye başlamıştır.

Popülerlik seviyesinin üst sınırlara

ulaşması Papa ve Kral IV. Louis’i

rahatsız etmiş, her iki isim de

sonuçsuz kalacak yasaklama

çabalarına girişmiştir.

VII. Henry ile VIII. Henry, kısa

süre sonra Büyük Britanya

Adası’na da sıçrayan oyunun en

büyük hayranları haline gelmiştir.

Ülke çapında birçok oyun alanının

inşa edilmesinde başrol oynayan

35


1500’lü yıllara gelindiğinde koyun

bağırsağı ile bağlanmış ahşap

bir çerçeve raket kullanmaya

başlamıştır. Yaklaşık 30 gram

ağırlığındaki mantar topu da

tüm bu yeniliklere dahil etsek

bile, günümüzde kort tenisi

olarak adlandırılan küresel spor,

kendi içerisinde büyük farklılıklar

barındırmaktadır.

Sahip olduğu popülariteyi

1700’lü yıllarda kaybeden

tenis sporu, takvimler 1850

yılını gösterdiğinde Charles

Goodyear’ın devrimine tanıklık

etti. Amerikalı mucidin geliştirdiği

‘’vulkanizasyon’’ işlemi sayesinde

tenis topları daha dayanıklı

bir malzemeyle kaplandı ve

bunun sonucunda oyun çim

kortlara taşındı. Goodyear’ın

bu hamlesiyle modern tenisin

temelleri de atılmış oldu.

Büyük Goodyear

devriminin ardından etkisi

küçümsenemeyecek olaylar

yaşanmaya devam etti

tenisin tarih sayfalarında.

İngiliz ordusunun en tanınmış

subaylarından biri olan Binbaşı

Walter Clopton Wingfield, 1874’te

‘’Sphairistike’’ adını verdiği bir

oyunun patentini aldı. Kuralları

birçok yönden eleştirilen ve birçok

kez değiştirilen Sphairistike’nin

tenis üzerindeki ilk etkileri

Birleşik Devletler, Çin, Hindistan,

Rusya ve Kanada’da görüldü.

Oyunun ekipmanları arasında

yer alan kroketin o dönemde

her yerde bulunabiliyor olması,

aynı zamanda tenis ile kolay

bir şekilde entegre edilebileceği

anlamını taşıyordu. ‘’All England

Club Croquet’’ isimli asırlık tenis

kulübü, 1877 yılında ilk Wimbledon

Turnuvası’nı düzenlemeye karar

verdiğinde de kroket ve tenis

arasındaki evlilik tescillendi.

Wimbledon Tenis Turnuvası ise

kısa sürede tüm dünyadaki en

prestijli tenis organizasyonuna

dönüşmüş, kulübün adı da

hızla ‘’All England Croquet

ve Lawn Tennis Club’’ olarak

değiştirilmiştir.

Şampiyonanın ilk yılındaki

tek klasman ‘’Tek Erkekler’’

kategorisi olurken, 1884

senesine kadar kadınlar

kategorisi listedeki yerini

alamamıştır. Yarışan sporcuların

şapka ile kravat takması ve

topuklu ayakkabı ile beyaz

giyinmesi gibi yazılı olmayan

kuralların bulunduğu turnuva,

1922’ye kadar Worple Caddesi’nin

hemen dışında bulunan özel

bir kulüpte gerçekleştirilirken,

bu tarihten sonra Church Road

üzerindeki mevcut konumuna

taşınmıştır. Wimbledon’da

kurallar ilk günden itibaren çok

büyük bir değişikliğe

uğramazken, göze çarpan tek

değişiklik eşitlik bozma kuralının

getirilmesi olmuştur.

Günümüzde Avustralya Açık,

Fransa Açık (Roland Garros) ve

Amerika Açık ile 4 büyük Grand

Slam tenis turnuvasından

biri olan Wimbledon Tenis

Turnuvası, çim kortta oynanan

tek Grand Slam turnuvasıdır.

Tenis ise dünyanın en fazla

yapılan sporlarından biri

olmakla birlikte, mali getirisi ve

ekonomik düzeyiyle de en üst

noktada yer almaktadır.

Tenis yaşam dilini kullanır. Avantaj, servis,

hata, mola, aşk… Tenisin temel unsurları,

günlük varoluşlardır, çünkü her maç mini

bir yaşamdır.

ANDRE AGASSI

36


DÜȘÜNCE

HEYHAT! BİR HAFIZ SAMİ VARDI

Yazar: Ahmet Onur AÇIKGÖZ

“7 yaşımda idim. Duygumda

bir şeylerin fevkaladeliklerin

dalgalandığını ve beni

sarsmakta olduklarını sezerdim.

Lakin bunların ne olduklarını

anlayamazdım. Yaş 15 deyince

anladım ki sinirlerimi yakan o

ateşler aşkmış.”

Hafız Sami Efendi bugünkü

Bulgaristan sınırları içindeki

Filibe’de 1874 yılında doğdu.

Erken yaşlarda ailesi ile İstanbul’a

göçen Sami çocukluk döneminde

devrin önemli üstatlarından ilmî-i

kıraat, tashih-i huruf, ta’limi

Kur’an, musiki gibi dersler almış

olup küçük yaşlarda sesindeki

fevkaladelik fark edilmiştir.

Hafız Sami Efendi, bir

arkadaşı vasıtasıyla Klasik Türk

Musikisinin son büyük bestekârı

ve musikişinası kabul edilen

Zekai Dede Efendiyle kendisine

müzik meşk etmesi amacıyla

tanıştırıldığında; genç Sami’nin

sesindeki istidatı ve muhabbeti

fark eden Zekai Dede:

“Oğlum, sana Hüda meşk etmiş,

benim sana meşk edecek hiçbir

şeyim yok” diyerek ne derece

büyük yetenek ile karşı karşıya

geldiğini beyan etmiştir.

20. yüzyılın en büyük

okuyucularından biri olan Hafız

Sami Efendi; Kuran-ı Kerim,

mevlit, kaside, şarkı gibi birçok

farklı alanda ustalıkla eserleri

icra etmiştir. Hafız Sami Efendi

herhangi bir eseri okuyacağı

zaman okuduğu eserin ne

olduğuna oldukça dikkat ederdi.

Söz gelimi Kuran-ı Kerim tilavet

edeceği zaman büyük bir edep

takınır gereksiz nağme ve

uzatmalardan kaçınıp tecvit

kurallarına dikkat ederek

dinleyenleri mest eden ve

hayrete düşüren tilavetlerde

bulunurdu. Bu tilavetlere yakın

arkadaşı olması sebebiyle sık

sık tanık olan Ali Rıza Sağman

Meşhur Hafız Sami Merhum adlı

kitabında:

“…İkinci rükûda makam

değişecek yüksek bir perdeden

başlamak lazım. Segâh

makamında bu iş için yol fa

perdesidir. Bu perdede ve

yanlarında biraz dolaştıktan

sonra yine Müstear, Hüzzam

çeşnileriyle birlikte Segâhta

karar kılar. Ondan sonra

sıra Gerdaniye’ye gelmiştir.

Segâh, Müstear, Hüzzam gibi

makamlarda Gerdaniye dediğimiz

sol perdesi çok yakışık alır. Bir

Mahmur çeşnisi pek hoş kaçar.

Dikkat et! Üstat seni aldatır.

Mahur yapacağını zannedersin.

Peste doğru meyleder.

Sol, fa, mi, re der; bu perde de

karara benzer bir şeyler yapmaya

başlar. Sen de işin farkına

varırsın. ‘Mahur değil, Isfahan

yapacak’ dersin. Ne yazık ki yine

37


caizse tereyağından kıl çeker gibi,

hiç zorlanmadan kolaylıkla icra

ederdi.

aldandın. Çünkü ses neva=re

üzerinde seni biraz oyaladıktan,

zihninde Isfahan ve Neva

çeşnileri uyandırdıktan sonra

aşağıya doğru değil, yukarıya

doğru yürümeye başlamıştır:

Re, mi, fa, sol, la, si Tiz Segâh

mı yapıyor? Evet, ona benziyor.

Çeşni odur. Hay kurnaz! Yine

anlatmadı. İşte tiz Segâh’tan

birdenbire Gerdaniye’ye düştü.

Gerdaniye makamı yapıyor,

baksana. Mahur’a benzeterek

indi, Dügâh dediğimiz ‘la’ da karar

kıldı. Bal gibi Gerdaniye. Ses

Gerdaniye’yi seviyor. Dügâhta

karardan sonra yine Gerdaniye

perdesi etrafında dolaşıyor, Tiz

Segâh, Gerdaniye arasında bir iki

zikzaktan sonra, birdenbire Rast

adını verdiğimiz ‘sol’ perdesine

düşüyor ama Mahur değil Zavil

yapıyor. Zavil’den sonra ise misk

gibi bir Mahur yaparak Rast’ta

karar ediyor gibi ama bilgililer

yine aldanmıştır. Çünkü üstat,

kaba sol perdesi etrafında

birkaç ayet okuyup, kulaklara

Mahur, Zavil, Rast, çeşnilerini

iyice yerleştirdikten sonra, artık

karar verecek fikrini verir vermez

hemen yükselmiş ve Tiz Segâhta

karar kılmış olur.”

diyerek Hafız Sami Efendi’nin

ne derece usta bir okuyucu

olduğunu göstermiş ve

hayretlerini belirtmiştir.

Yine Tanzimat Dönemi

Türk Edebiyatının önemli

temsilcilerinden Ahmet Mithat

Efendi 1898 yılında Tarik

gazetesinde yazdığı makalesinde

Hafız Sami Efendinin kıraati için:

“Kıraati-ı Şerife’ye makam-ı

Uşşaktan girerek, bir aralık semt-i

Hicaza tahvil-i avaze ile Saba

ve Neva yollarında dolaşmış

ve Hüseyni ve Şedaraban

nağmeleriyle müstemi’leri nail-i

zevku vecd eyledikten sonra

Rast makamına inerek, anın

aksamından olan Suzi-i nak ve

Nihavent hükümlerini vermiştir.

Bu sıralarda bazen Bayati

ve bazen Saba makamlarını

müzeyyen olarak kullanmakta

hakikaten pek büyük bir maharet

göstermiştir”

diyerek aynı Ali Rıza Sağman

gibi Sami’nin okuyuşunu

ve musiki bilgisini takdirle

karşılamıştır. Hafız Sami Efendi

tüm bu makam geçkilerini tabiri

Yine Hafız Sami Efendiye dair

anlatılan hatıralardan birinde;

Meşrutiyet yıllarında Esat Efendi

Tekkesinde Sure-i Mülkü okuyan

hafızın o eşsiz okuyuşundan

dolayı kendinden geçen cemaat

kendilerini yerlere vurmaya

adeta göğe doğru sıçramaya

başlar. Bunun üzerine vaziyetin

kötüye gittiğini hisseden Şeyh

Efendi, cezbe halindeki cemaatin

birbirlerine zarar vereceğinden

çekindiği için El- Fatiha demek

suretiyle hafızın okuyuşunu

yarıda kesmek zorunda kalmıştır.

İşte böyle bir Kuran-ı Kerim

okuma aşkı ve tarzına sahip

olan Hafız Sami Efendiden Kuran

dinleme bahtiyarlığına sahip olan

İstanbul halkı belki de yüzyılda

bir gelecek büyük sanatçı Hafız

Sami Efendinin nerde ne zaman

okuyacağını takip etmiş, kıraatte

bulunduğu camileri özellikle

takip edip ruhlarını sürur ile

doldurmuşlardır.

Kuran-ı Kerime olan saygısından

ve ilmî-i kırattan dolayı Hafız

Sami Efendi Kuran okumalarında

her zaman teeddüp halinde

olup sesinin en esrarengiz ve

ihtişamlı özelliklerini bu sahada

göstermemiştir. Lakin iş gazel ve

mevlit okumaya geldiğinde Hafız

Sami Efendiyi tanımlamakta

lügatte kelime bulmak epey zor

olacaktır ve bulunan kelimeler de

eksik kalacaktır.

Hafız Sami Efendi okuduğu

gazelleri sadece okumakla

kalmayıp, güfte içindeki deruni

manalarda kaybolup kendisine

bahşedilmiş kabiliyetini

tüm sarihliğiyle dış dünyaya

aksettirmekteydi. Arkadaşlarının

yeminle ve kendisinin bir bahiste

de anlattığı üzere, güzel bir

38


DÜȘÜNCE

İstanbul baharında ağaçların

altında oturup etrafı seyreden

Hafız Sami’nin çevresinde

ötüşmekte olan bülbüller Hafız

Sami’nin gazele başlamasıyla

birdenbire ses kesmişler, Sami

okumasını bitiresiye dek de

ötmemişlerdir.

Yine bir gün Hafız Sami Efendi

bir bahçede gazel okurken

bu büyülü ana şahit olan 4

Avusturyalı asker “Bu hançerenin

kirişleri mutlaka platindendir,

bizde olsa hançeresini şimdiden

satın alırlar” diyerek ne derece

büyük bir sanatçı ile karşı karşıya

kaldıklarını söylemişlerdir.

Gazelde olduğu gibi mevlit

okumalarında da zirve olan

Sami’nin okuyuş maharetini

yakın arkadaşı Ali Rıza Sağman

tarafından şöyle anlatıyor:

“Miraç bahrindeyiz. Sami

‘hep gök ehli’ güftelerine tiz

Segâh perdesinden giriyor. O

perde üzerinde ve etrafında

durarak, dolaşarak ‘Kıldılar’a

geliyor. Siz durup soluk

alacak dersiniz. Çünkü siz

yoruldunuz. Solumak ihtiyacına

düştünüz. O ise soluğunun

daha başındadır. ‘Merhabendik’

sözüne tiz nevadan girmiştir.

Ya Muhammed! Nidasını tiz ‘’fa’’

üzerinden bir kavis yaparak icra

etmiş, Muhammed münadası

üzerinde ‘San’at-ı Nida’yı’ ifa

eylemiş, ‘dediler’ güftesindeki

perde yine tiz nevadır. Siz

yoruldunuz. Çatlayacaksınız.

Okuyucu soluk almadan nasıl

okuyor diye hayretiniz saniyeden

saniyeye artıyor; o ise kendisi

çatlamayacak, fakat hayretiniz

sizi çatlatacaktır. Tiz ‘mi’ üzerinde

ve etrafında ‘Yürü kim…’ diyerek

dolaşmaya devam ediyor, en son;

hiç yorgunluk eseri göstermeden

beytin sonundaki ‘bu gece’

kelimesini tiz Segâh perdesine

bırakıyor.’’

Yine Hafız Sami Efendi ve diğer

karilerin Süleymaniye Camii’nde

okuduğu bir mevlitte sırayla

mevlitten pasajlar okunurken

ikinci kez kendisine sıra gelen

Hafız Sami’nin okuyuşuna dair

Ali Rıza Sağman şunları anlatır:

“Miraca yine Sami çıktı. Artık

nasıl okuduğunu anlatmak için

ben kelime bulamıyorum. Çok

güzeldi desem az gelir. Fevkalade

idi desem, bir şey söylemiş

olmam. Ne diyeyim? Bilmem

amma Mimar Sinan’ın yaptığı

kubbenin dinlediği ve inlediği ilk

ve son ses olsa gerektir.”

Ne yazık ki bu kadar muhteşem

bir okuyuşa sahip Sami’nin

elimizde birkaç iptidai plak

kaydından başka bir şey yok. Bu

durum en büyük sebebi Hafız

Sami Efendinin 1910 yılından

sonra okumayı bırakarak adeta

yaşama küsmesi, pek nadir

olarak okumasıdır. O içinde

bulunduğu manevi buhranların

da etkisiyle bu dünyadaki

hayattan büyük oranda elini

eteğini çekmiş nadirattan

da olsa yaptığı okumalar o

gün “duydunuz mu bugün

Sami Fatih caminde okumuş”

veyahut “üstadı meclisin birinde

gazel okurken duymuşlar,

Sami hala aynı Sami mest

etti gene herkesi” muhtevalı

konuşmalarda koca İstanbul

ahalisinin gündemi olmuştur.

Hatta bir umut Sami’nin

okumasına denk geliriz diye

İzmit, İzmir, Ankara gibi başka

şehirlerden, İstanbul’a gelenler

bile olmuştur. Ne yazık ki Hafız

Sami yaşadığı yoğun duygu ve

buhranlar sebebiyle okumayı

çok erken yaşta bırakmış, plak

teknolojisinin eskiye nispeten

oldukça geliştiği tarihlerde

peşinden adeta koşturan plak

şirketi sahiplerinin kendisine

plak okuması için sundukları

akılalmaz teklifleri bir an için bile

düşünmeksizin reddetmiştir.

Hafız Sami Efendi para, mal,

mülk, şöhret gibi elde etme

imkânına sahipken tüm bunları

elinin tersiyle itmiş, kendisine

Hünkâr imamlığı teklif edildiğinde

“Kurb-i sultan ateş-i sûzan

büved (Sultana yakın olan ateşe

de yakın olur)” diyerek makam

ve mevki budalası olmadığını

göstermiştir. Daha sonraları Enver

39


Paşa tarafından eser okuması için

çağrıldığında ben kimsenin kölesi

değilim diyerek bu teklifi de geri

çevirdiği rivayet edilir.

Tüm hayatı ıstıraplarla ve

manevi buhranlarla geçen Hafız

Sami etrafındakilerin tedavi

görmesi için bulunduğu telkinlere

bir süre Gülhane Hastanesine

yatırılmışsa da Hafız Sami

hastalığının cismani değil ruhi

olduğu gerekçesiyle ilaçlardan

bir fayda ummayıp içten içe

yanmaya devam etmiştir.

Yaşadığı acılara daha fazla

dayanamayan Hafız Sami Efendi;

hemşiresinin ısrarları üzerine

doktora gitmek üzere çıktığı 26

Nisan 1943 yılında son sözleri

“Allah” olarak bu dünyadaki

yaşamını tamamladı.

Bu dünyadan bir Hafız Sami

geldi geçti. 20 yüzyılımızın

sehl-i mümtenisi, musikimizin

yitik hazinesi, külü nice kora

bedel, terennümü bile çağlayan,

gazel başlarında çektiği ahları

ve amanları kubbelerde hoş

birer seda olup yankılanan,

bülbül sesli, bülbülleri susturan,

platin hançereli, garip gelip

garip yaşayıp garip giden, ruhu

ölmeden önce de bedenine

sığmayan, bir dertli, bir gamlı

hazan. Yazının ortalarında da

yazılan gibi lügat ile tarife kabil

olmayan bir zat.

Belki de Hafız Sami Efendiye

dair en iyi tarif yine Üstadın

okuduğu Fuzuliye ait bir gazelde

mündemiç:

Derdime vâkıf değil cânân

beni Handan bilir Hakkı vardır

şâd olanlar herkesi şâdân bilir

Söylesem tesiri yok sussam

gönül razı değil Çektiğim âlâmı

bir ben bir de Allah’ım bilir.


DÜȘÜNCE

KALEMİMLE ARAMA

DÜNYA GİRMİŞ

Yazar: Ahmet Sait AYHAN

Korkunun Sesi

Canlıların belirsizliğe veya

tehdit hissettikleri bir şeye

verdiği tepkiye korku deriz.

Hepimizin hayatlarımızda

en küçük hücremize kadar

hissettiğimiz, varlığını

bildiğimiz bir olguyu

açıklaması ne kadar zor değil

mi?

Korkunun sözlüklerdeki

tanımı bir tehlike veya

tehlike düşüncesi karşısında

duyulan kaygı, üzüntü olarak

tanımlanmış peki bu tanım

korkuyu ifade etmek için

yeterli midir? Korku sadece

kötü bir olgu mudur?

Biyolojik olarak düşünürsek

korku, her şeyden önce

insanın sağlıklı ve hayatta

kalabilmesine yardımcı

olan bir duygu halidir.

Canlılar korkmadan ateşe

yaklaşabilseydi, hayati tehlike

arz edebilecek yanıklara

maruz kalmaları çok kolay

olurdu. Düşmekten korkmak

bizi yüksek yerlerde düşme

tehlikesine karşı tetikte

tutar. Korku bizim herhangi

bir duruma karşı savunma

mekanizmamız olarak

düşünülebilir. Dışarıdan gelen

bir tehlike karşısında insan;

bedenen, hissi olarak ve akıl

seviyesinde alarma geçer, bu

sayede dışarıdan gelebilecek

tehlikelere karşı hazırlıklı olur.

Korku canlıların doğuştan

sahip olduğu ancak neyden

korkacaklarını sonradan

öğrendikleri bir duygudur.

Sobalı evlerde aileler küçük

çocukların elini sobaya

değdirirler ve böylece o çocuk

sobaya yaklaşmamayı öğrenir.

Sobanın canını yakabilecek

olduğunu ancak sobadan

dolayı canı yanarak öğrenmiş

olur ve içinde sobaya karşı bir

korku oluşur. İnsan büyüdükçe

öğrendiği korkular birikmeye

devam eder ve öyle bir

büyüklüğe ulaşır ki biriken

korkular kişinin peşine düşer.

İlginçtir ki kendi

oluşturduğumuz korkularla

bir savaşa gireriz, adeta

bir ourobus gibi ve bu

oluşturduğumuz savaşın bir

galibi olmaz bu savaş bizi

fark etmeden şekillendirmeye

başlar hatta bazı durumlarda

bu savaşın kendisi bizi kontrol

eder.

Korku o kadar güçlü bir

olgudur ki korkularımızı,

korkularımızla verdiğimiz

savaşı fark ettiğimizde bile bu

savaşın kendisi bizi korkutur.

Henry David Thoreau “Hiçbir

şey korkudan daha korkunç

değildir” demiştir. Her insanın

kendi içindeki döngü, bu

döngünün içerisinde olduğunu

fark ettiğinde başlar. Bütün

hikâye işte o zaman başlar

ve döngünün yönettiği bir

birey olmaktan çıkar insan.

Gölgelerle savaşmayı bırakıp

mağaradan ışığa adımı atar

ve işte o zaman savaştığı

41


gölgeleri oluşturan şeyleri

gerçek manasıyla görebilir.

Cesur dediğimiz insanlar

korkularını ortadan

kaldırmamışlardır, korkularına

hükmetmemişlerdir.

Korkularıyla verdikleri savaşı

fark edip bu döngüyle

yaşamanın bir yolunu

bulmuşlardır. lrvin D. Yalom’un

deyimiyle “Korkular da

yıldızlar gibi hep oradadırlar;

ama gün ışığı onları gizler.”

Mevlana’nın korku tanımı

adeta korkunun gerekliliğini

ortaya koyar: “Bir yanda

korkun bir yanda umudun

varsa iki kanatlı olursun, tek

kanatla uçulmaz zaten.”

Korkunun elindeki güç

korkutucudur. Bireyleri

hatta kitleleri kontrol

etmek için kullanılabilecek

adeta büyük bir silahtır.

Bildiğiniz üzere yüzyıllar

önce kiliselerde cennetten

topraklar satıyorlardı. Halk

ise, “ölünce cennette yerimiz

hazır olsun” diye bu oyuna

alet oluyor, böylece papazlar

ve kilise zenginleşiyordu. Bu

korkunun bir kandırmaca

olduğunu, cennetten toprak

satın alınamayacağını

söyleyen Martin Luther King

mahkemeye çıkarılmıştı.

Yargı, o zamanlar da dini

kullananların elinde oyuncaktı.

Duruşma sırasında Martin

yargıçlara seslendi; “Milleti

cehennemle korkutup, cenneti

para karşılığı satıyorsunuz.

Sıkıysa cehennemi satsanız

ya?” Yargıçlardan biri sordu:

“Cehennemi kim alır ki?”

Martin Luther “ben alıyorum,

neyse parası vereyim” dedi.

Yargıçlar cehennemi Martin’e

bedava verdiler. Duruşma

sonunda Martin kapının önüne

çıkar ve duruşma sonucunu

merak eden binlerce kişiye

seslenir: “Cehennemi satın

aldım, benimdir. Bundan

sonra oraya kimseyi

almayacağım, korkmayın!”

Cehennem korkusu kaybolan

halk böylece kilise baskısından

kurtulmuştu. Bundan sonra

halk özgür beyinlere sahip

olmaya başladı ve Almanya

aydınlanması 500 yıl önce

böylece sıradan ve çok akıllı

bir olayla başlamış oldu.


DÜȘÜNCE

Hitlerin bir korku simgesi

haline gelmesi gibi korku

yanlış ellerde tehlikeli bir

silah haline gelebilir. Bu

durum Bertrand Russell’ın şu

sözüyle açıklanabilir; “Korku,

batıl inancın ana kaynağı ve

zulmün ana kaynaklarından

biridir. Korkuyu fethetmek

bilgeliğin başlangıcıdır.”

Cesaret bireyin yaptığı

hareketlerle değil kendi

korkularının varlığını kabul

ettiğinde başlar. Pek çok

kimse, kaçmaktan korktuğu

için cesur zannedilmiştir. İnsan

korkularının esiri olmaktan

sadece ve sadece korkularını

kabullenerek kurtulur.

Paulo Coelho “Cesurluk

korkunun yokluğu değil,

korkuya rağmen ilerlemeye

devam etmenin gücüdür.”

demiştir.

Korkularımızdan saklanmak

yerine korkularımızın

anlattıkları hikayeleri

dinlemeyi denemenin vakti ne

zaman gelecek? O anlatılan

hikâyenin kahramanının kim

olduğunu başka ne türlü

öğrenebiliriz ki?

Yolda Karşılaştıklarımız…

Stefan Zweig Korku

kitabında bir kadının

korkularıyla verdiği savaşı

anlatmıştır adeta bütün

insanların yaşadıkları keşkeler

gibi.

“Sahip olduğumuz şeylerin

kıymetini anlamamız için

her zaman onları kaybetme

noktasına gelmemiz gerekiyor

galiba. Irene sekiz yıllık bir

evlilikten doğan iki çocuk

ve muhteşem bir kocaya

sahipti. Maddi durumları

oldukça iyi, hatta çocukları

yetiştiren mürebbiyeler evi

temizleyecek hizmetçilere

sahipti. Kendisi ise her gün,

her akşam düzenlenen

balolarda; tiyatrolarda, vakıf

toplantılarında dolaşıyordu.

43


Bu ayın kitabı Korku’yu, korkularıyla verdiği savaşı

izlemeye cesareti olanlar için seçtik, iyi yolculuklar.

Hayatı aynı monotonlukta

devam ettiği için elde ettiği

her şeyden sıkılan ve sahip

olduklarının kıymetini bilmeyen

bir kadına dönüşmüştü.

Bir akşam yine katıldığı

bir davetde hünerlerini

gösteren bir piyanistle

tanışan Irene, piyanist

olan Eduard ile görüşmeye

başlar. Samimilikleri ilerleyip,

evliliğine ihanet eden Irene, bir

süre sonra suçluluk duygusu

duymaya başlar. Irene’nin

yaşadığı bu suçluluğun

yerini her şeyi kaybetme

korkusu alır. Irene bu korku ile

savaşmaya başlar ancak bu

korku öyle büyür ki Irene’ni

tüketmeye başlar. “

Korku cezadan çok daha

beterdir, çünkü ceza bellidir,

ağır da olsa, hafif de olsa,

hiçbir zaman belirsizliğin

dehşeti kadar, o sonsuz

gerilim ürkünçlüğü kadar

kötü değildir.

-Stefan Zweig

44


HAYATA DAIR j

ZAMANDAN KISA MESAJ

Yazar: Şeyma CAN

İlk olarak yazıyı okumaya

başlayan tüm okuyuculara

kıymetli zamanınızı ayırdığınız

için teşekkür ediyorum. Bu

yazıyı okuyor olman, bir

şekilde bu yazıyla karşılaşmış

olman bir tesadüf değil. Çünkü

biliyorum ki herkes gibi senin

de ertelediğin, yapmayı içten

içe istediğin bir eylem vardır.

Okumak istediğin bir kitap,

yarım bırakılmış çizilmeyi

bekleyen bir resim, öğrenmek

istediğin bir dil ya da teslim

tarihi yaklaşmış proje ödevin

elbet vardır. Bunlardan biri

değilse bile seni iyi hissettiren

ruhuna iyi gelen bir şeyler

vardır ve köşede solmaya

başlamış bir menekşe gibi

birçok yeteneğin seni bekliyor.

Sürekli bir şeyleri

yetiştirememekten ya da can

sıkıntısından dem vuruyoruz.

Ne bir şeyleri yetiştirmek

için erken -daha doğrusu

zamanında- başlıyoruz ne de

can sıkıntımız için yapacak

uğraşlar buluyoruz. Yaşıyoruz

fakat düz bir çizgi üzerinde,

yani “sadece” yaşıyoruz.

Yaşamak buysa tabi. Canımız

sıkıldığında hobilerimizi,

yeteneklerimizi açığa çıkarsak

zaman daha güzel geçmez

mi? Ve biz daha iyi hissetmez

miyiz? Eğer böyle zamanlarda

gerçekten yapacak bir şey

bulamadığınızı söylüyorsanız

maalesef henüz kendinizle

tanışmamışsınız demektir.

Biliyoruz ki zaman parayla

alınamayan ön önemli

şeylerden ve biliyoruz ki

insan yaşamı çok kısa ve hem

zaman hem de insanın dinçliği

sınırlı. O yüzden kendisiyle

tanışmayan herkes bir an

önce tanışmalı. Israrla neden

bunu söylediğimi sorarsanız

sizlere Schopenhauer’dan

birkaç cümle paylaşmak

isterim; “Sıradan insanlar

sadece zamanlarını nasıl

harcayacaklarını düşünürler;

herhangi bir yeteneğe

sahip insan zamanını nasıl

kullanacağıyla meşgul olur”

zamanın su gibi aktığını

düşünürsek insanda zamanda

yolunu bulmalı.

Özellikle boş zamanlarımızın

çok olduğu bu karantina

sürecinde insanlar boş

zamanlarının içindeki boşlukta

sanki kayboldu. Düşünün

bakalım bir sene önceki

karantinaya girdiğimiz ilk

süreçten şimdiye kadar

hayatımızda neler değişti?

Evde olduğumuz bu süreçte

neler öğrendiniz? Zaman

geçiyor ama biz hala

aynı yerdeyiz belki de. Bir

başka karantina sürecine

girdiğimiz bu ramazan

ayında zamanımızı daha

güzel kullanalım. Aklınızdaki

ertelenenler listenizin her

maddesini gerçekleştirmenizi

diliyorum. Zamanı geçirmeyin

zamanı yaşayın. Şimdi

başlama vakti.

45


ȘIIR jj

ANNABEL LEE

Senelerce senelerce evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz

İsmi; Annabel Lee

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekten başka beni

O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi

Sevdalı değil karasevdalıydık

Ben ve Annabel Lee

Göklerde uçan melekler

Kıskanırlardı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi

O deniz ülkesinde

Üşüdü bir rüzgarından bulutun

Güzelim Annabel Lee

Götürdüler el üstünde

Koyup gittiler beni

Mezarı oradadır şimdi

O deniz ülkesinde

Biz daha bahtiyardık meleklerden

Onlar kıskanırdı bizi

Evet! Bu yüzden ‘Şahidimdir herkes ve deniz

ülkesi’

Bir gece rüzgarından bulutun

Üşüdü gitti Annabel Lee

Sevdadan yana kim olursa olsun

Yaşça başça ileri

Geçemezlerdi bizi

Ne yedi kat göklerdeki melekler

Ne deniz dibi cinleri

Hiç biri ayıramaz beni senden

Güzelim Annabel Lee Ay gelir ışır, hayalin erişir

Güzelim Annabel Lee

Orda gecelerim uzanır beklerim

Sevgilim sevgilim hayatım gelinim

O azgın sahildeki

Yattığın yerde seni...

Çev. Melih Cevdet Anday

EDGAR ALLAN POE

46


Kaynakça

KARMA GERÇEKLİK

• https://codemodeon.com/tr

• https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanal_ger%C3%A7eklik

• https://tr.wikipedia.org/wiki/Art%C4%B1r%C4%B1lm%C4%B1%C5%9F_ger%C3%A7eklik

• https://webrazzi.com/2021/03/09/karma-gerceklik-ve-microsoft-mesh

• https://www.idildergisi.com/makale/pdf/1595247863.pdf

• https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/840617

• https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/710628

• https://sarkac.org

BUGÜNÜN VE GELECEĞİN DÜŞMANI “KURAKLIK”

• https://www.mardinlife.com/kuraklik-nedir-kuraklik-neden-olur.html

• https://www.veryansintv.com/haberleri/kuraklik/

• https://www.aa.com.tr/tr/yasam/her-yil-12-milyon-hektar-toprak-kayboluyor/1176351

• https://tr.wikipedia.org/wiki/Kurakl%C4%B1k

ANTİK ÇAĞIN GÖKDELENLERİ: ZİGGURATLAR

• R. Chadwick, “Calendars, Ziggurats, and the Stars”. The Canadian Society for Mesopotamian

Studies Bulletin

• Leo Oppenheim, Ancient Mesopotamia

BİR BUHRANI YAŞAMAK: FRANZ KAFKA

• https://tr.wikipedia.org/wiki/Franz_Kafka

• https://www.youtube.com/watch?v=g4LyzhkDNBM


• https://www.youtube.com/watch?v=pOIr0NoaoPk&t=552s

• https://onedio.com/haber/franz-kafka-ve-babasinin-bilinmeyen-aile-iliskileri-777827

• https://www.milliyet.com.tr/dunya/franz-kafka-kimdir

MASALSI KAPADOKYA

• https://tr.wikipedia.org/wiki/Kapadokya

• https://gezipgordum.com/kapadokya-gezilecek-yerler/

SÜPER GÜÇ DENİZANASI

• https://bilimgenc.tubitak.gov.tr/yeryuzu-turkiyenin-denizanalari

• https://tr.wikipedia.org/wiki/Denizanas%C4%B1

DR. CALIGARI’NİN MUAYENEHANESİ

• https://filmhafizasi.com/sinemada-disavurumculuk-ve-dr-caligari/

• https://icimdekikaos.blogspot.com/2017/03/dr-caligarinin-muayenehanesi-1919.html

• https://www.bilimkurgukulubu.com/sinema/disavurumcu-alman-sinemasindan-bir-basyapit-drcaligarinin-muayenehanesi/

HEYHAT! BİR HAFIZ SAMİ VARDI

• Ahmet Mithat Efendi, Tarik Gazetesi, 16 Kanun-ı sani 1314

• Sağman , Meşhur Hafız Sami Merhum , sayfa 32-73

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!