Seyyahname 24 03 2021
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
YIL 1 • SAYI 1 • TEMMUZ 2020 • AYLIK HABER BÜLTENİ
Sema Coşkun Ünal
Başka’nın Mesajı
6’da
Nermin Taylan
Tarihin İçine Sığmayan
Masivanın Kandili
Şimdilerse ise Ümmeti
16’da Muhammed’in Gözyaşı
Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu
Cömert Gönüller
Cömertlik Görecek
Mehmet Fatih Çıtak • ‘‘Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?’’
20’de
Fikret Kerem Alp
Uganda’da Sıradışı
Bir Büyükelçi
8 ’de
24’te
Siz Hayalinizi Paylaşın,
Biz Gerçekleşmesine
Vesile Olalım.
‘‘Afrika, Asya, Balkanlar, Ortadoğu,
Avrupa Seyahatleri ve Organizasyon’’
İÇİNDEKİLER
4
Seyyah’tan Keşkül’e
8
Siz Seyahati Hiç Böyle
Düşündünüz Mü?
Mehmet Fatih Çıtak
16
Ümmet-i Muhammed’in
Gözyaşı
Nermin Taylan
22
Çekirgenin Gözünden
Kabe’yi İzlemek
26
Afrika Hikayeleri
36
Afrika’nın Gülen Yüzü
43
Uganda’da Keçi Dağıtımı
Ayşe Sevim
51
Evliya Çelebi
55
Canlı Sular
Seyahatinize Enerji Katar
Dr. Eyüp Yılmaz
6
Başkan’ın Mesajı
Sema Coşkun Ünal
13
Fatih • Fetih • Ayasofya
Musa Biçkioğlu
20
Cömert Gönüller
Cömertlik Görecek
Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu
24
Uganda’da Sıradışı Bir
Büyükelçi
Fikret Kerem Alp
33 Kara Kıtadan
Mektup Var
Mehmet Polater
42
Afrika Müslümanlarının
‘‘Dava’’ sı
48
İsimsiz Kahramanların
Moro’ya Uzanan Elleri
53
İsviçre’deki
Kanayan Yaramız
Ömür Çelik
59
Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde
Dijital Medyanın Gücü Artıyor
Deniz Ünay
Arkadaslar derginin künyesi icin bize lazim olacak alanlar
-Derginin
-Genel yayın yönetmeni
-Yayin koordinatörü
-Editor
-Finans
-Yayin kurulu ( en az 3 isim)
-Yönetim kurulu danışmanı
-Görsel yönetmen
-Ilesim
-Basım yeri
-Adres
SEYYAH’TAN KEŞKÜL’E
“Kervan yolda düzülür.” “Su akar yolunu bulur.” Atasözleri ne kadar da güzel özetlemiş. Hem
Seyyah hem de Keşkül tam olarak işte böyle yolda kuruldu. Yolu yürürken…
Önce başka diyarları gezmek istedik ama bir turist gibi sadece geçip gidenlerden olmak
niyetinde de değildik. Gittiğimiz yerlerdeki hayatlara dokunmak, onlarla hemhal olmak, gerçek
hayatlarını öğrenmek peşindeydik. Bu geziler bize yeni dostluklar, haliyle de yeni dertler ve sevinçler
getirdi. Öyle ya insan dostuyla güler, eğlenir, sevinir bazen de oturur derdini paylaşır ve
beraber ağlar. Biz de hem gezdik, hem ihtiyacı olanlara elimizden geldiğince yardım ettik, hem
de uzak diyarlardaki muhtaçlara götürülmek üzere 2013’ten bu yana bireysel olarak yardım
severlerin bize emanet ettiği yardımları götürüp dağıttık.
İlerleyen zamanlarda yolculuklarımız da gittiğimiz yerlerin de, yardımların da sayısı arttı, bizi
görenler bizimle gelmek istedi, onlar gelmek istedikçe sorumluluklarımız çoğaldı. Artık gezi ve
yardım işlerimizin birbirinden bağımsız, daha profesyonel ve resmi biçimde yapılması gerekliliği
doğmuştu. Gezi için Seyyah’ı, yardım işleri için Keşkül’ü kurduk. Seyyah malum gezen demek.
Ama öyle boşa gezen de değil; güzeli arayan, insanlara yardım etme peşinde olan, bunu bir bakıma
ibadet için yapan derviştir seyyah. İşte bu seyyah dervişlerin boyunlarında, bir de keşkül
denen çanaklar asılı olurdu. Bu çanaklara yardım etmek isteyen yiyecekler koyar, dervişler
de yine aynı çanaktan ihtiyacı olanlara yardım dağıtırlardı.
İşte isimleri ile müsemma, Seyyah ve Keşkül böyle ortaya çıktı. Seyyah ; İsviçre
merkezli olarak 2015 yılından itibaren tur ve organizasyon alanındaki çalışmalarını
günümüze kadar taşırken, 2018 yılı itibariyle yine İsviçre’de resmi olarak
kurulan Keşkül International Help Organization’a da yardım faaliyetlerini
devretti.
KESKÜL
NE YAPAR ?
Keşkül International Help Organization olarak
bizler, dünya genelinde ihtiyaç sahibi olan insanlara
yardım etmekteyiz. Bazen savaş, deprem ve
sel baskını gibi geçici durumlarda acil yardım, bazen
ise açlık, fakirlik ve kötü yaşam koşulları gibi sürekli durumlarda
genel ve kapsamlı yardımlarda bulunmaktayız.
Fark ettik ki yardıma ihtiyacı olan insanlara geçici yardımlar
ancak kısa süreliğine bir nefes aldırıyor ve bir süre sonra olumsuz
şartlar yeniden ortaya çıkmaya başlıyor. Bu sebeple daha kalıcı işler
yapabilmek adına belli odak noktaları belirledik ve bu odak noktalarına
şartlar hemen her anlamda düzelene kadar
tekrar tekrar gitmeye ve sorunları daha
detaylı çözmeye başladık. Hayatın kaynağının
su olduğunu bildiğimizden susuz
yerleşim yerlerini suya kavuşturmak önceliğimiz
oldu. Ardından gelen gıda için
de yine belli aralıklarla sürekli gıda yardımı
yapmaya devam ettik. Su ve gıdadan
sonra sırada yapı işleri vardı ve cami, okul,
yetim merkezi gibi yapılarımızı da inşa ettik.
Bu çalışmalarımızın sayısı, artık yüzlü
sayılarla ifade edilmektedir.
VİZYONUMUZ
Yıllar içinde, yardım faaliyetlerinde
bulunup tecrübelendikçe farklı yerler
ve sorunlar gördükçe vizyonumuz
da değişti ve gelişti. Amacımız kendi
kendine yetebilen bir sistemler ağı kurmak.
İhtiyaç sahiplerinin asgari gereklilikleri
sağlandıktan sonra onları iş ve aş
sahibi yapacak bilgi ve ortamı kurmak
buna bir örnek olarak verilebilir. Kendi
ihtiyaçlarını karşılamaya başlayan
insanlar yakındaki başka insanlara da
ışık ve yardımcı olabilir. Bu sürdürülebilir
sistemi bir an önce hayata geçirmek
için çalışmalarımıza başladık.
Öyle inanıyoruz ki ihtiyaç sahiplerinin
hayatları düzeldikçe ve refah seviyeleri
arttıkça aralarından çıkacak, ilim insanları,
kanaat önderleri ve iyi yetişmiş
insanlar hem kendi yörelerini hem de
civarlarını, toplumsal, ahlaki ve çevresel
anlamda imar edecek ve kalkındıracaktır.
MİSYONUMUZ
İnsanların birçoğunun yapmak istediği
ancak vakit veya imkân bulamadığı
için yapamadığı işleri yapıyor,
bir nevi onların elçisi oluyoruz. Hem
yardım etmek isteyenin yardımlarının
en doğru yerde değerlendirilmesi hem
de muhtaçların ihtiyaçlarının en uygun
şekilde giderilmesi için çalışıyoruz.
Afrika, Asya ve Türkiye’de yoğunlaştığımız
faaliyetlerimizde herhangi bir
cemaat, tarikat veya partiye bağlı olmaksızın,
tamamen yerel insanlar ve
yerel yöneticilerle iş birliği içerisinde
şeffaf olarak hareket ediyoruz.
Sizlerin bize olan güveni ve desteğiyle
birlikte iyiliği her zaman, her yerde
yaşatacağımıza inanıyor ve biliyoruz.
6
Başkan’ın Mesajı
Başkan’ın Mesajı
B
al… Tatlıdır, şifadır, cennette
akar, temizdir, Ramazan’da şerbet
olur dağıtılır, sanki şu biçare insana
Cenab-ı Hak’dan özel bir hediyedir.
Öyle ki Resul’u Ekrem Efendimiz
şifa için, Kuran ile birlikte bal tavsiye
etmiştir. Çeşit çeşit bal vardır. Yayla
balı, çiçek balı, çam balı ve daha
birçoğu… Bir de balı yapan vardır.
Ufacık kanatlarıyla, dağdan dağa,
ağaçtan ağaca, çiçekten çiçeğe gider
gelir. Arı der insan ona. Bıkmadan,
usanmadan, zorluklara aldırmadan
bu şifalı, lezzetli, altın rengi gıdayı
başkalarına yedirmek için didinir durur.
Sizin beni tanıdığınız ismimle,
Seyyah Sema’dan Müslümanlar’a,
Hristiyanlar’a, Budistler’e, Türkler’e,
Almanlar’a, Brezilyalılar’a, Ugandalılar’a,
Aborjinler’e, siyahlara, beyazlara,
zenginlere, fakirlere, Z kuşağına,
yaşını başını almışlara, kadınlara, erkeklere,
çocuklara ve bütün bunların
dışında ‘İNSAN’a içten bir merhaba.
Sizlere, çıkarmaya başladığımız ilk
dergiden sesleniyor olmanın mutluluğunu
yaşıyorum. Öyle umuyorum ki,
şimdilik üç ayda bir çıkacak dergimizi
yakın bir zamanda aylık olarak sizlerle
buluşturacağız. Daha doğrusu bu
dergi aracılığıyla sizinle buluşacağız.
Hasbihal edeceğiz, dertleşeceğiz,
uzak diyarlardan haberler getireceğiz.
Dergimizde, yazılarını görmekten
mutluluk duyacağınızı bildiğimiz birçok
güzel ve bilgili insanın yazılarını
bulacağınız gibi, zaman zaman sizlere
de yer ayıracağız. Çünkü bu dergi
hepimizin. Gerçek hayatımızı ve hayatınızı
inşallah derli toplu bir biçimde
iki kapak arasına toplayacak; sosyal
medyaların, kulaktan kulağa yayılanların,
haberlerin arasında yorulmadan,
sade ve okunaklı bir biçimde bir
araya getireceğiz.
Yazımın başında baldan ve onu
bizlere sunan arıdan bahsetmiştim.
Böyle başlamak istedim çünkü bal
ve arı bazen Afrika’da bazen Ortadoğu’da
bazen Uzakdoğu’da bir köyden
diğerine geçerken aklıma gelir
durur ve beni kısa süreliğine de olsa
gülümsetir. Herhalde birisi beni arıya,
yaptıklarımı da bala benzetse en
güzel iltifatı etmiş olurdu bana. Bal
beni hep hayrete düşürmüştür. Markette
bir kavanozda gördüğümde
bile, insanların bu kadar mucizevi bir
yiyeceğe bu kadar kolay ulaşabiliyor
olmalarına hâlâ şaşırırım. Peki ya,
arıya ne demeli? Elbette böylesine
bir yiyecek kolay kolay meydana gelemezdi.
Hani derler ya, bir elma için
koca bir bahar gerekir diye. İşte bal
bu imgeyi çok daha rahat anlayabileceğimiz
ve gözlemleyebileceğimiz
bir üretim. O küçücük arı bize adeta
“Evet, Ferhat elbette Şirin için dağları
delmiş olabilir, ne var ki bunda.” diyor,
lisan-ı haliyle; imkânsızları kolay,
yapılamayacakları mümkün, uzakları
yakın gösteriyor.
Bin yıllardır bal hemen her kültürde
şifalı ve ruhani bir gıda olmuştur.
Yani, hem bedeni, hem ruhu beslemiştir.
Atalarımız da, bu özelliğinden
olsa gerek, özel günlerde çeşmelerden,
içenler ferahlasın ve şifa bulsun
diye bal şerbeti akıtırlarmış. Şimdilerde
Uganda’nın bir köyündeki Hacı
Mahmud Çeşmesi’nden de bal şerbeti
akıyor. “Bal mı?” dediğinizi duyar
gibiyim. Evet o çeşmede akan su
benim için bal, hem de en tatlısından.
Hacı Mahmud Çeşmesi’nin hikâyesi,
birçok faaliyetimizde yaşadıklarımız
gibi, hem eşsiz, hem de benzer
hikâyelerden biri. Almanya’dan
kıymetli bir bağışçımız “Gittiğiniz bir
köyde kuyumuzu açın, köye girdiğinizde
gördüğünüz ilk çocuğun ismini
de kuyuya verin lütfen Sema Hanım.”
demişti. O bağışın suya dönüşeceği
gün, Uganda’da, köy köy gezerken,
yoğunluktan telefonuma kilitlenmiş
işlerimi yetiştirmeye çalışıyordum.
Ancak araç durunca, kafamı “Neden
durduk?” demek için kaldırabilmiştim.
Yeni kuyumuzun açılacağı yere
geldiğimizin bilgisini aldım. Pencereden
dışarı baktığımda kuyuya adını
verecek o çocuk ile göz göze gelmiştik.
Hacı Mahmud… Mahmud, köyün
bir bakıma boş verdiği, çırılçıplak
dolaşan zihinsel engelli bir çocuktu.
Seyyah Musa Tekin kardeşim çocuğun
o halini görünce, bir koşu gidip
kıyafetlerinden birini getirdi ve Mahmud’a
giydirdi. Kuyumuz açılınca
Hacı Mahmud Çeşmesi’nin suyuyla,
Mahmud’un güzel yüzünü ve gözlerini
yıkadım. Mahmud’a mı yardım ettim,
onun köyüne mi, bağışçımıza mı,
yoksa kendime mi? Kim bilir? Hakikat
olan, saydıklarımın hepsinin hissesini
aldığıdır. Allah, sarılacak yarası olanlardan
da, yara saranlardan da, razı
olsun ve hepsine merhamet etsin.
Susuzlara su, çıplaklara elbise,
muhtaçlara şefkat… Yolumuz daha
çok uzun. Gidilecek yerler, görülecek
köyler, dokunulacak kalpler ve sevindirilecek
çok muhtaç var. Hani demişler
ya, arılar yok olursa, insanlar
da yok olur diye. Allah bizleri, arıların
yok olduğu, ihtiyaç sahiplerinin yardımına
koşacak hayırseverlerin kalmadığı
bir zamandan esirgesin.
Allah emanet olunuz.
The Message Of The President 7
The Message Of The President
H
oney… It is sweet, healing, clean.
It is flowing in Paradise and becomes
sherbet distributed during
Ramadan as if it is a special gift from
Allah Almighty to this wretched person.
So much that our Messenger
Prophet Mohamed recommended
honey along with the Qur’an for healing.
There are different kinds of honey.
Highland honey, flower honey,
pine honey and many more… There
is also the one that makes honey.
It goes from mountain to mountain,
from tree to tree, from flower to flower
with its tiny wings. The human
being calls him ‘bee’. It always tries
hard to feed this healing, delicious,
golden food to others without getting
tired and exhausted.
A sincere hello from Voyager Sema
(with the name you know me) to all
Muslims, Christians, Buddhists,
Turks, Germans, Brazilians, Ugandans,
Aborigines, blacks, whites,
rich, poor, Z generation, old people,
women, men, children and apart
from all these, to the HUMAN BEING.
I am happy to be speaking to you
from the first magazine we started
to publish. I hope we will bring you
our monthly magazine, which will be
published quarterly for now, in the
near future. More precisely, we will
meet you through this magazine. We
will chat, we will have heart-to-heart
talks, we will bring news from distant
lands. In our magazine, you will
find the articles of many beautiful
and knowledgeable people whom we
know that you will be happy to see
their articles, and we will spare you a
place from time to time. Because this
magazine is for all of us. Inshallah, we
will gather our real life and your real
life neatly between two covers and
we will bring them together in a simple
and legible manner without getting
tired among social media, word
of mouth, and news.
At the beginning of my article, I mentioned
honey and the bee that offered
it to us. I wanted to start like
this because honey and bees sometimes
come to mind when they pass
from one village to another in Africa,
sometimes in the Middle East, and
sometimes in the Far East, and make
me smile for a short time. I guess if
someone compared me to a bee,
and what I do to honey, it would have
been the best compliment for me.
Honey had always amazed me. Even
when I see it in a jar in the grocery
store, I am still surprised that people
have such an easy access to such
a miraculous food. And what about
the bee? Of course, such food could
not come about easily. They say that
for an apple it takes a whole spring.
Here, honey is a production where
we can understand and observe this
image much more easily. That tiny
bee almost tells us, “Yes, Ferhat, of
course, may have drilled the mountains
for Şirin, so what.”, showing
the impossible as easy, undoable
ones as possible, and distant ones
as close.
For thousands of years, honey has
been a healing and spiritual food in
almost every culture. In other words,
it nourished both body and soul. Due
to this feature, our ancestors used to
pour honey sherbet from fountains
on special occasions so that the
people drinking that sherbet would
be relieved and healed. Nowadays,
honey sherbet also comes from the
Hacı Mahmud Fountain in a village in
Uganda. “Is it honey?” I can hear you
say. Yes, the water flowing in that
fountain is honey for me, one of the
sweetest.
The Hacı Mahmud Fountain’s story
is one of the unique and similar ones,
as we have experienced in many of
our activities. One of our esteemed
donors from Germany had said,
“Mrs. Sema, please open our well in
a village you go to and give the name
of the first child you see when you
enter the village.”. On the day when
that donation would turn into water, I
was trying to finish my work and was
busy on my phone, while travelling
from village to village in Uganda. But
when the vehicle stopped, I moved
my head up and asked why we had
stopped. I got the information that
we came to the place where our new
well would be drilled. When I looked
out of the window, we made eye contact
with that boy who would give his
name to the well. Hacı Mahmud…
Mahmud was a mentally disabled boy
who was walking around naked and
somehow neglected by the village.
When my brother, Voyager Musa
Tekin, saw that state of the child,
he went on a run and brought one
of his clothes and dressed Mahmud
up. When our well opened, I washed
Mahmud’s beautiful face and eyes
with the Hacı Mahmud Fountain’s
water. Did I help Mahmud, his village,
our donor or myself? Who knows?
The truth is that all of those counted
here have taken their shares from
this activity. May Allah be pleased
and have mercy with those who have
wounds to heal and those who heal
the wounds.
Water for the thirsty, clothes for the
naked, compassion for the poor…
Our path is much longer. There are
places to go, villages to see, hearts
to touch, and many in need to please.
They said that if the bees disappear,
people will disappear, too. May Allah
save us from a time when bees disappear
and when there are no beneficient
people to run, helping the poor.
May Allah be with you.
8
MEHMET FATİH ÇITAK
Siz Seyahati Hiç Böyle
Düşündünüz Mü?
İ
nsanın var oluşundan bu yana onu
hiç terk etmeyen bazı soru ve sorunları
olmuştur. Bu, insanın problemli
yapısından dolayı değil insanın
kendisini ortaya çıkartmak için bir
arayış ve sorgulamanın tabi neticesidir.
“Ben kimim? Nereden geliyorum?
Nereye gidiyorum? Nasıl oldum? Bu
oluşumun devam etmesi için ne lazım?
Benim varlığımın sonlanması
nasıl olacak? Ölümlü, kaybolup giden
bir varlık olduğum halde, bendeki hiç
yok olmayacak duygusu nereden
gelmekte?” İşte bu sualler insanı muhakkak
surette kuşatır. Cevabını buluncaya
kadar da kalbini, vicdanını,
akıl ve zihnini devamlı meşgul eder,
sorgular, cevap arar. “Ben kimim?”
sorusu aynı zamanda insanın esas
benliğini bulması için bir vesiledir.
Aslını bulmak derdi insanlığın en eski,
kadim derdidir. Hatta insan bu dertle
o kadar özdeşleşmiştir ki, böylesi
dert ve düşüncesi olmayan birinin
yavaş yavaş veya birdenbire insanlık
kodlarından fıtrat ve yaradılış özelliklerinden
sıyrıldığını, diğer canlılardan
çok daha düşük seviyelere düştüğünü
görmekteyiz.
Sizlerle bu köşede sohbet ederken
derdimiz felsefi düşünceler ve sorgulamalarla
zihninizi yormak değil.
Ama biraz olsun yaptığımız işleri düşünerek
ve aslında kendi benliğimizi
hissederek ve bu sayede de insanın
madde-mana ilişkisinin ne kadar canlı
şekilde hayatımızda gördüğümüzü
yaşadığımızı hatırlatarak katkı sağlamaya
çalışıyoruz. Evet insan kendini
bulma yolculuğuyla bu dünyaya gönderilmiş
bir seyyahtır. Seyahat etmek
yahut seyyahlık nerden gelip gittiğini
anlamakla ancak mümkündür. Aksi
halde hedefi, gelişi gidişi hakkında
Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?
9
hiçbir bilgiye sahip olmayan hareketli
bir insana seyyah demezsiniz. Hatta
otostopçu bile diyemezsiniz. Burada
benim anlatmak istediğim sadece
bedenini maddi olarak bir yerden bir
yere taşıyan insan modeli değildir.
Devamlı hareket etmek üzere yaratılmış
insanın bu dünya alemindeki
seyahatleri, geliş ve gidişlerinin ona
sağladığı katkıları mercek altına almaktır.
Evet biraz kafalar karıştı,
farkındayım. O halde gelin, insanlık
tarihinin yüz akı ve yegâne numunesi
olan Hazret-i İnsan zirvesini teşkil
eden zatlara bir nazar edelim.
İnsanlığın zirvesini peygamberler
teşkil eder. Peygamberler hem maddi
hem manevi açıdan seçkin, seçilmiş
insanlardır. Tüm peygamberler
masumdur. Hepsi muazzam bir akla
sahiptir. Bedeni, fikri, kalbi ve ruhi
açıdan zirve oluşlarının yanısıra, Allah
Teala ile bağları tüm insanlığa örnek
teşkil edebilecek elçilerdir. Bunlar
peygamberlerin şahıs olarak ortak
yönleridir. Bir de fiil ve ahlak olarak
ortak özellikleri vardır. Mesela hepsinin
yüksek ahlak ve davranış ölçüleriyle
doğru sözlü, sadık, merhametli
oluşlarıyla insanlar arasında seçkin
oluşlarıdır. Lakin acayip bir özellik de
dikkatimizi çekmektedir. Tüm peygamberler
bulundukları toplumdan
başka bir yere göçmek, hicret etmek
davranışını göstermiştir. İlk bakışta
kendi toplumlarından gördükleri baskı
ve zulümden dolayı bunun gerçekleştiğini
düşünürüz. Fakat unutmamak
gerekir ki, peygamberlerin bir
yerden bir yere gidişleri ve hicretleri
hep Allah Teala’nın emri doğrultusunda
olmuştur. Bu bize bazı şeyleri
düşündürmeli. Yani Allah Teala peygamberini
o toplum içerisinde muhafaza
edip hiçbir yere kımıldamayacak
şekilde tutamaz mıydı? Hadiselere
böyle baktığımızda şöyle bir gerçekle
karşılaşırsınız. Demek ki,
insanın tekamül ve gelişimi
için bazı dönemlerde yaşadığı
yerden uzaklaşması,
seyahat etmesi hem mananın
muhafazası, hem
de o mana güzelliğinin
başkalarına aktarılması
için ilahi bir fıtrat, yaradılış
koduyla insanda
murad edilmiştir. Şimdi
bu bilgi bir kenarda
dursun.
Hazreti Adem’den,
Efendimiz sas gelinceye kadar cümle
peygamberlere hac emri gelmiştir.
Kâbe’yi tavaf etmeyen hiçbir peygamber
yoktur. Bunun haricinde
Efendimiz sas’in eksiksiz ve tamam
biçimde bize beyan ettiği İslam dininde
Hac, imkanı olan her Müslümanın
yapması gereken farz ibadettir. Ayrıca
Umre’ye teşvik de edilmiştir. Her
ne kadar Kâbe-i Muazzama hedefte
görünüyor
olsa
10
Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?
da Hac ve Umre’nin satır aralarına
baktığımızda hep insan ilişkileri düzenlemeleri
ve insanın bu alemdeki
seyyah oluşunun şifreleri karşımıza
çıkar. Emrolunan, o mübarek makam
ve mekana belli şartlarda gitmektir.
Lakin bunun gerçekleşmesi ve sıhhati
için ortaya konan şartlara baktığımızda,
seyyah olan insandaki şuur
nazarına bağlıdır. Bunu da bir kenara
koyalım.
Efendimiz sas buyururlar ki “Üç kişi
bir seyahata gitseniz muhakkak aranıza
birini imam tayin ediniz”. Yani
ona itaat ederek o yolculuk sırrını
ve faydasını ancak bu şekilde idrak
edebilirsiniz. Tabi bu arada şunu da
söylemek lazım. Bir yolculukta yahut
herhangi bir ortamda imam ve lider
olan kimse maddi ve manevi yükü
sırtlanmış kimse demektir. İslam ahlakının
bize gösterdiği liderlik vasfı,
sorumlu olduğu kimselerin üstüne
basıp onların omuzları üzerinde yükselen
bir kişi modelini ortaya koymaz.
Bir topluluğun imamı demek o
insanların hizmetçisi olmak demektir.
Neyse bu uzun bir bahis. Ama burada
dikkat çekici olan herhangi bir yolculuğun
dahi şuur ve belli bir gaye niyeti
ile ve öğrenmeyi hedefleyerek olması
meselesidir. Bunu da sonra toparlamak
için bir kenarda tutalım.
Hazreti Ömer Efendimiz zamanında
bir mesele konuşuluyordu. Bu arada
birisi, konuşulan şahıs hakkında
fikir beyan etti. Hazreti Ömer bilgiyi
veren şahsa “Sen bu adamı tanıyor
musun?” diye sorduğunda “Evet.”
cevabını alınca Ömer ra “Yani sen bu
adamla ticaret yaptın mı? Hiç evinde
misafir oldun, yahut o sana geldi de
beraber sabahladın mı? Onunla seyahat
edip yolculuğa çıktın mı?” diye
sorunca adam “Hayır.” dedi. Hazreti
Ömer “O halde sen bu insanı tanımıyorsun.
Alışveriş, beraber uzunca bir
müddet geçirme, onun özel hallerine
şahit olma ve seyahat etme ile ancak
insan tanınır.“ buyurarak o kimsenin
diğer şahıs hakkındaki şehadetini
reddetti.
Son bir şey daha; insanlık tarihinin
müthiş simalarından olan Farabi
bazen ders yaparken talebeleri ile
beraber yürüyerek konuları işlermiş.
“Niye böyle yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda,
“İnsan hareket ettiğinde
beynine daha fazla komut gönderir.
Bedeni hareketin beyni harekete
geçirmesiyle de algı ve anlayış daha
uyanık, zihin daha kıvrak ve hareketli
olur. Böylece dersin ağırlığı talebeler
üzerinden kolaylıkla gidiverir ve insan
hareket ederken bir şeyler öğenebildiğini,
bir yerden bir yere yürürken
bile aslında hayatta daima bir ders
okuduğu şuuruna erişir. İşte bunun
için talebelerime bu usluba öğrensinler
diye dersi yürüyerek anlatıyorum.”
demiş.
Kelime-i Şehadet; namaz, zekât,
oruç, hac ve salih amel dediğimiz
şeylerin hepsi bir harekettir. Allah
Teala; atıl, donuk, hareketsiz bulunmayı
sevmez. Aynı şekilde hareket ve
iş yaptığı halde yaptıklarının farkına
varamamayı ve niçin yaptığını düşünmeden
hareket etmeyi de hiç sevmediğini
kullarına bildirmiştir.
Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?
11
Şimdi buraya kadar ki anlatılanların
hepsini adeta yüzlerce çiçekten toparlanan
öz gibi alıp bir peteğe koymak
istersek şöyle bir resim karşımıza
çıkar.
İnsan hareketli bir varlıktır. İnsanı
hayvandan ayıran şey hareketlerinin,
geliş ve gidişinin farkında olmasıdır.
Sadece yemek, içmek, barınmak ve
çiftleşmek için gezip dolaşmak insanın
haricindeki diğer canlıların da
yaptığı şeylerdir. İnsanın kendisini tanıması
için yaptığı hareketlerin hepsi
fıtrat ve yaradılış kodlarımıza birebir
uymaktadır. Başka insanları mekanları
görmek tanımak kendindeki mevcut
olanı başka vücutlarda mekanlarda
seyretmek ilk insanın yaratıldığı
günden beri gelişim yani tekamül için
ayrılmaz, vazgeçilmez bir davranış
şekli olmuştur.
Hareketi etmeden önce düşünmek
bilgi sahibi olmak bu bilgi ve buluşla
hareket etmek, sonra tekrar bir durup
düşünmek, evet gerçekten de
insanın hayatına baktığımızda bu üç
evreyi doğru programlamasının ona
neler kattığını muhakkak görürsünüz.
Keşke şu sohbet ortamı müsait olsa
da yüzlerce, binlerce örneği sizlere
peşpeşe aktarabilsek. Ama bu satırları
okurken şöyle bir düşünürseniz
aktarmaya çalıştığımız bu üç evreyi
her sahada görürsünüz. Yani durup
düşünen, farkında olan insan, bu fark
ediş ve buluşla hareket eden insan,
en sonunda gelip bu birikimini analiz
eden, bu tecrübeyi kendisinde yaşayıp
bulan insan. Bir kimse bunu kendi
hür iradesiyle yapabildiği zaman tekamül
ve gelişimi de daha sıhhatli bir
zemine oturtur. Lakin unutmayalım
ki, insanın hayat döngüsü de böyledir.
İnsan doğar belli bir çevrede bulunmak
zorunluluğunu yaşar, ayakları
üzerinde durmayı öğrenir, kendini
etrafını keşfetmek macerasına atılır.
Sonra sayısız duygu, düşünce ve
isteklerle bir o yana bir bu yana seyahat
eder, durur. Ve bu dünya hayatındaki
en son durağı, kabir denilen
yerde zorunlu konaklama şeklinde
tamam olur. Bu süreç içerisinde kazandıklarıyla
tamam mı, devam mı,
bundan sonra ne olacağı tüm hayatının
seyahati ile başka bir boyutta
değerlendirmeye alınır.
İnşallah içiniz daralmamıştır. İnsan
kendi hakikati ile ilgili şeyleri öğrenirken
zihnen fikren ne kadar zorlansa
da bir şekilde zevk alır. Asıl ve öz
benliği hakkında bilgi sahibi olmak
her insanın vazgeçemeyeceği, göz
ardı edemeyeceği bir zevktir. O yüzden
sizi başka bir düşünce boyutuna
çekmek istedim. Ama şöyle birkaç
yüz sayfa atlayarak biraz kendi yaşadığımız
hayata nazar edersek, nazariyat
ve fikri boyuttan pratik sahaya
inmiş oluruz.
Günümüz dünyasında insanın seyahat
etmesi bir ihtiyaç halini almıştır.
Sadece rızık ve hayat endişesi ile bir
yerden bir yere gitmeyi konuşmuyorum.
Bugün turizm sektörü dediğinizde
devletlerin bütçelerini bile
12
Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?
doğrudan etkileyen bir sahadan bahsediyoruz.
Bu gösteriyor ki insanın
seyahat etmeye ihtiyacı vardır. Peki
insanın insana ihtiyacı yok mudur?
Yokluk, yoksunluk, ümitsizlik, savaş
gibi etrafımızı saran bu ateş çemberinde
inançlı olsa bile insan insana
ihtiyaç duymaz mı? Sanal ortamda
yahut telefonla bir şekilde iletişim
kurmak belki birbirinden haberdar
olmaktır. Fakat göz görmek istemez
mi? Göz görmek istediği gibi gördüğü
şeyi bile bir insanla paylaşmak ister.
Kendinizce özel, güzel veya önemli
bir şeyi seyrederken onu gösterebilecek
bir insan ararsınız. İnsanla bunu
paylaşmak istersiniz. Hele başkalarına
da verebileceğiniz bir şeyleriniz
varsa. Onlara ulaştırabilecek maddi
manevi güzellikleriniz mevcutsa bunun
insanla paylaşılmasından daha
normal ne olabilir? Yahut soruyu farklı
bir şekilde soralım. İnsan bunu başkalarıyla
paylaşmazsa nasıl insan oluşunu
ve bu güzellikleri idrak edebilir?
Seyahat etmek, insanları tanımak,
gittiği yerlerde gördüklerini anlayabilmek,
idrak edebilmek insanın fıtratında
mevcut bir güzelliktir. Bir kimsenin
oturduğu, durduğu, hareketsiz kaldığı,
bir şeyleri daha iyi idrak edebilmesi
için bu durağanlığın öncesinde
hareket etmesi, bir yerden bir yere
intikal edecek bir davranış şeklinde
bulunması şarttır. Yaradılış kodlarımız
böyle tertip edilmiştir. İnsanlara
bir şey verebilecek, anlatabilecek her
kişinin, başka bir insana doğru adım
atması, onlarla buluşması, aynı manada,
aynı ruh ve bütünlüğü başka
insanlarda seyretmesi gelişimimiz
için şarttır. Medeniyet ve güzelliklerin
ortaya çıktığı mekan ve zamanlara
baktığımızda hep bu hareketin
bereketini görürsünüz. Dünyayı saran
sağlık problemlerini pandemi sürecini
hepiniz yaşadınız, bir araya gelip beş
dakika konuşmamızın bile ne kadar
kıymetli olduğunu sadece siz değil
tüm dünya anladı. İnsanın kendisine
dayatılan şartları değil, kendi yaratılış
kodlarını takip etmesi her türlü zorluktan
kurtuluşun yegâne çaresidir. Bunun
için bilmek, anlamak, bu bilgi ve
anlayışla insanla buluşmak, hareket
etmek ve ondan sonra bu birikimle
belli bir olgunluk makamında yerinizi
makamınızı keşfetmek...
Seyahatle alakalı zihninizde birçok
şeyler duymayı, okumayı hayal ettiğiniz
birçok sözler olabilir. Ben burada
başka bir bakış açısıyla sizlere katkı
sağlamaya gayret ettim. Çok iyi anlatamadım,
ama şayet anlatabilmiş
olsaydım sizlerle beraber şu sorunun
cevabını öğrenmek isterdim.
Siz seyahati hiç böyle düşündünüz
mü?
13
MUSA BİÇKİOĞLU
İ
FATİH•FETİH•AYASOFYA
stanbul’un fethinin hadislerde işaret
edilmesi ve İstanbul’un sahabe
döneminde kuşatılmış olması, İstanbul’un
fethedilmesi ufkunun Müslümanlar
açısından ne kadar derinlere
dayandığını göstermektedir. Sahabe
döneminde İstanbul’un kuşatılmış
olması daha sonraki Müslümanların
harekâtlarına referans ve teşvik edici
bir yol açmıştır.
Farklı zamanlarda Osmanlı Devleti’ne
rakip olan devletlerle iş birliğine
girmekten çekinmeyen Bizans’ın, Osmanlı’nın
güvenliğini tehdit edebildiğini
kestirmek zor olmamalıdır. Fatih
istişare ettiği divan üyeleriyle gazâ
geleneğinin sürdürülmesi ve Osmanlı
Devleti’nin, güvenliğini tehdit ettiği
gerekçeleriyle İstanbul’un fethinin
gerekliliğini kendisiyle aynı düşünen
paşalarla birlikte savunmuştur. İhtiyatlı
davranılmasını öneren ve azınlıkta
kalan bazı divan üyeleri, sonuçta
Fatih ile aynı noktaya gelerek divanda
İstanbul’un fetih kararı alınmıştır.
Ayasofya, ilk defa Konstantinos’un
oğlu Konstantios döneminde tamamlanarak
15 Şubat 360 tarihinde ibadete
açılmışsa da bu yapının ömrü uzun
olmamıştır. 404’te isyan sonucu yanan
Ayasofya 415’de tekrar inşa edilmiştir.
532 yılında çıkan isyan sonucu
yanarak tahrip olan Ayasofya, Lustinianus
döneminde 537 yılında inşaatı
tamamlanarak ibadete açılmıştır.
Lustinianos tarafından Anthemios ile
İsidoros isimli Anadolulu iki mimara
yeniden yaptırılan Ayasofya için Mısır,
Efes, Kyzikos, ve Baalbek’ten işlenmiş
malzeme getirtilmiştir. 10.000
işçinin çalıştığı Ayasofya inşaatı takriben
altı yılda tamamlanarak 27 Aralık
537 günü törenle ibadete açılmıştır.
558, 869 ve 986 depremlerinde hasar
gören yapının bu depremler sonucu
iki defa kubbesinin bir kısmı çökmüşse
de her defasında yeniden tamir
edilmiştir.
1204 Haçlı istilası sırasında tahribata
uğrayan Ayasofya, İstanbul’un
Bizans idaresine geçmesinden sonra
14
Fatih - Fetih - Ayasofya
küçük bir tamir görmüştür. 1317’de
II. Andronikos döneminde daha büyük
bir tamir yaptırılarak duvarlar dışarıdan
payandalarla desteklenmiştir.
1346’da Ayasofya’nın kubbesinin bir
kısmı çökmüştür. Bizans’ın ekonomik
açıdan sıkıntılı olması sebebiyle
ancak halktan toplanan yardımlarla
Ayasofya tamir edilebilmiştir.
Fatih, fetihten sonra Ayasofya’ya
gelerek burada toplanmış ve korku
içinde bekleşen Bizans halkına ve din
adamlarına dokunulmayacağını ilan
ederek eman vermiştir. Fatih, Kubbeye
kadar çıkmış ve bu sırada Ayasofya’nın
kötü durumda olduğunu ifade
eden Farsça bir beyit söylemiştir.
Perdedâri mîkuned der kasr-ı Kayser
ankebût. Bûm nevbet mîzened
der târumu kubbe-i Efrasyâb.”
Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık
ediyor, Efrasiyab’ın sarayında
da baykuş nevbet çalıyordu.
şeklindeki beyit ile Ayasofya’nın ne
derece kötü durumda olduğunu ifade
ediyordu.
Fatih Ayasofya’yı camiye çevirterek
yanında İstanbul’daki ilk eğitim faaliyet
yerlerinden biri olan ve 1934 yılında
yıkılan bir medrese inşa ettirmiştir.
Zamanla minareler eklenen Ayasofya’nın
yakınlarına Sebil sonrada türbeler
inşa edilmiştir.
Osmanlı döneminde de ihtiyaç görüldükçe,
restore edilen Ayasofya’da
II. Mahmut döneminde büyük bir
restorasyon yaptırılmış kısa bir zaman
sonra Şeyhülislam Mekkizade
Mustafa Asım efendinin devlete kalan
serveti, vasiyeti üzerine Ayasofya’nın
restorasyonunda kullanılmıştır. Sultan
Abdülmecid döneminde gerçekleşen
bu restorasyon İsviçreli Mimar
Fossatti tarafından 1847-1849 yılları
Fatih Sultan Mehmet:
21 yaşında İstanbul’u
fethederek çağ açıp çağ
kapatan 2206 yıllık Roma
İmparatorluğu’nun mirasını
devralan, dünya tarihinin
en büyük simalarından
biri olan Fatih sadece savaşçılığı
ile değil savaşları
gölgede bırakacak kadar
değerli diğer icraatlarıyla
da hatırlanmalıdır. Arapça,
Farsça, Yunanca, İtalyanca,
Slavca dillerini bilen
Fatih yoğun bir şekilde ilim
ve bilimle de ilgilenmiştir.
arasında yapılmış ve bu çalışmalar
sırasında mozaiklerin üzerleri açılarak
bir kitaba resmedilmişlerdir. Ayasofya
1894 depreminde zarar görmüş,
1926 yılında Mimar Kemalettin’in nezaretinde
ufak bir tamir görmüştür.
24 Ekim 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu
kararı ile Cami’den müzeye çevrilmiştir.
Amerikan Enstitüsü’nün mozaikleri
meydana çıkarma izni alarak
1931’de başlattığı çalışma 1970 yılına
kadar devam ettirilmiştir. 8 Ağustos
1980’de hünkar mahfili ibadete açılmışsa
da 14 Eylül 1980’de restorasyon
gerekçesiyle tekrar ibadete kapatılmıştır.
Ayasofya’nın Müzeye Çevrilmesi
mevzusunun konuşuluyor olması bile
tarihimiz ve medeniyetimiz açısından
bir talihsizliktir. Çoğaltılabilecek olan
aşağıdaki maddeler, Ayasofya’ya bakış
açımızın ne olması gerektiği fikrinin
inşasına yöneliktir.
Ayasofya:
916 yıl kilise 481 yıl
cami olarak hizmet gören
Ayasofya dünya sanat ve
mimarlık tarihi açısından
önemli olduğu kadar
siyasi ve dini manada da
önemli sembolik bir değer
taşımaktadır. Başta büyük
kilise anlamında Megalo
Ekklesi olark isimlendirilen
yapı daha sonra
Kutsal Bilgelik anlamına
gelen ‘Hagia Sophia’
Kutsal Bilgelik diye
isimlendirilecektir.
- Kanunen vakıf malın vakfedildiği
amacın dışında kullanılmaması
gerektiği noktasından hareketle cami
olarak vakfedilen yapının müzeye çevrilmesi
yanlıştır. Tapu senedinde Ayasofya
Camii’nin Sahibi, Ebulfeth Sultan
Mehmet Vakfı olarak görülmektedir.
1936 tarihli Bu senedin Müze’ye çevirme
işleminden sonraya ait olduğu
dikkatlerden kaçmamalıdır. 1936 tarihli
Fatih - Fetih - Ayasofya 15
senetle Ayasofya’nın sahibi net bir şekilde
beyan edilmektedir. Bu bağlamda
Ayasofya hakkında tasarruf hak ve yetkisi
Bakanlar Kurulu’na değil sahibine
aittir. Sahibi ise tapu senedinde bellidir.
- Fatih’in Ayasofya’yı camiye
çevirmesi, savaşarak girdiği şehirde
uygulama hakkına sahip olduğu bir
teamülün gereğidir. Ayasofya’nın hem
siyasetten sona ermiş bir devletin mülkü
olduğu, hem de Ortodoks mezhebine
bağlı Bizans’ın fetihten bir süre öncesinden
fetihten sonrasına kadar patriklik
makamının boş olduğu ve patriklik
makamının Fatih tarafından yaptırılan
bir seçimle tekrar hayat kazandırıldığı
dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu bağlamda
hem siyasi liderlik hem dini liderlik
açısından Ayasofya’nın sahipsiz konumu
dikkatlerden kaçmamalıdır.
- Ayasofya’nın, egemenliği sonlandırılan
bir devletin mülkü olduğu ve
bu devletin bakiyesinin, yeni muzaffer
devlete ait olarak tevarüs edildiği gerçeği
göz ardı edilmemelidir. Ayasofya’nın
camiye çevrilmesi, fethedilmiş
bölge insanlarına yönelik fetheden tarafın
egemenlik vurgusunun yapıldığı
bir teamül olarak görülmelidir. Ayasofya’nın
fetihten sonra korunarak camiye
çevrilmesi, Endülüs camilerinin yerle
bir edildiği o günün şartlarında bir jest
olarak görülmelidir.
- Fethin sembolü ve Fatih’in
emaneti Ayasofya, cami olduğu sırada
müzeye çevrilmiştir. Müzeden önce son
olarak cami kullanıldığı ve ibadethane
olarak cami hüviyetinin iade edilmesi
gerekliliği dikkatlerden kaçmamalıdır.
- Cami, ezan ve namazla işi olmayanların
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
konusunda beyan edecekleri
olumsuz görüşlere itibar edilmemelidir.
Bir cami hakkında olumsuz bir tutum
sergileyen ve cami ile ilgisi olmayanların
ne hakla veya neden görüş beyan
ettiklerine, bu görüşleriyle kime hizmet
ettiklerine de dikkat edilmelidir.
- Milli, manevi manada hatta
devletimizin varlığı ve bağımsızlığını
ilgilendirecek seviyede bizden hazzetmeyen
devlet veya milletlerin Ayasofya
üzerinden gösterdikleri tepki ve duruşlar
dikkate alınarak; muhafazakâr olmasa
bile coğrafyamız insanının içinde
yaşadığı toplumun değerlerine uygun
bir tutum sergilemesi topluma, tarihe
ve kendi coğrafyasına karşı sorumluluğunun
gereğidir.
- İnsanlığın din ve vicdan hürriyeti
konusunda daha toleranslı davranmaya
başladığı ve bu konuda bir takım
norm ve beyannamelerin ihdas edilerek
daha çağdaş yaşanmaya başlandığı
gibi bir düşünce; Ayasofya üzerinde bulunan
hakkın kaybedilmesine sebep ve
gerekçe teşkil etmemelidir.
- İnsanlığın eriştiği iddia edilen
medeni ve birlikte yaşayabilme evresinden
söz edilecekse; yaklaşık altı asır
önce fethedilen İstanbul’da kıyım yapmayan
ve Ayasofya’yı vakıflaştırarak
camiye çevirip koruyan Fatih’e mukabil
20. yüzyılın başlarında Balkanlar’da yaşanan
kıyım ve yıkıma bakarak Batı’nın
niyet ve uygulamalarına dikkat edilmelidir.
Ayasofya konusunda atılacak adımla
ilgili hareket noktası, dinimiz, geçmişimiz,
tarihimiz, milli değerlerimiz
ve bağımsızlığımız şeklinde farklı
başlıklar altında ayrı ayrı değerlendirilebilmelidir.
Farklı kesimlerden farklı
düşünceye sahip coğrafyamızın insanı
bu başlıklardan biri veya birkaçı
için Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
konusuna olumlu bakmayı sorumluluk
olarak addetmelidir.
Fethi hazmedemeyen Batılıların
Fatih ve Fetih aleyhindeki söylemleri
anlaşılabilir bir durumdur. Ancak
Fatih’in fethettiği şehirde oturup Fatih
ve Fetih’e laf söyleyerek zulmün
1453’te başladığını iddia edenlerin
Orta Asya’ya dönüp Orta Asya’da
yaşamaları, dürüstlüklerini gösteren
önemli bir işaret olarak görülecektir.
Para getireceği gerekçesiyle Ayasofya’nın
müze bırakılması talebi
kabul edilemez bir gerekçedir. Zira
para getirecek diye bir ölçünün kabul
edilmesi para getirmesi muhtemel
kabul edilemez başka seçenekleri de
insanların aklına getirebilecektir. Kaldı
ki din, maneviyat, tarihimiz, geçmişimiz,
Fatih’in emaneti ve değerlerimiz
başta olmak üzere bu meyanda
çoğaltılabilecek gerekçelerden hiçbir
tanesi para veya menfaate mukabil
pazarlık konusu yapılabilecek hususlar
değildir.
Son olarak, medeniyet tarihimizin,
değerlerimizin, dini ve milli kimliğimizin
geçmişten, günümüze günümüzden
de geleceğe taşınabilmesi
ve inşa edilebilmesi açısından Ayasofya’nın
taşıdığı anlam ve misyona
uygun bir statüde tutulması gerekliliği
hiçbir zaman dikkatlerden kaçmamalıdır.
16
NERMİN TAYLAN
Tarihin içine sığmayan
Tüm coğrafyaların ötesinde
Masiva’nın kandili
Gök kubbenin asumanı çınlatan ahdi
Şimdilerde ise Ümmet-i Muhammed’in gözyaşı
Birçok kutsala ev sahipliği yapmış,
tevhit dinlerinin merkezi
olmuş, İslam’a bakıldığında
Mirac’ın ilk basamağı, Hristiyanlığın
çıkış ve tebliğ yeri, Yahudilik’te Davud
Peygamber’in bin yıl önce gönlüne ve
ömrüne düşen şehir…
Süleyman Peygamber’in başkenti,
Hz. Zekeriya’nın çilesi, Hz. Meryem’in
çığlığı, Hz. Yahya’nın hüznü ve elbette
Hz. Ömer’in adalet anahtarı…
Selahaddin’in gözbebeği, Yavuz’un
duası, Kanuni’nin hayratı, Selim’in
infakı, II. Abdülhamit’in çiniyle işlenmiş
Kur’an aşkı…
Kudüs ki; Hürrem Sultan’ın asırları
aşan şefkat eli...
Bilindiği üzere Yahudiler Hz.
Musa’nın arkasında Mısır’dan çıkmış,
önce Ürdün’e oradan da Kudüs’e birkaç
km uzaklıkta olan Nebi Dağı civarına
ulaşmıştı.
Hz. Musa, Hz. Yûşa ve Talut’un
hükümdarlığı döneminde, babasının
ordusunda bir asker olan Davud’un
iri cüsseli, güçlü-kuvvetli, herkesin
karşısında korkup titrediği Kudüs
lideri Golyat’ı attığı bir taş ile yere
düşürmesi ve bizzat Golyat’ın kılıcı ile
yenilmez görülen Golyat’ı öldürmesiyle
Kudüs Yahudilerce fethedilmiştir.
Böylece Davud Peygamber, M.Ö.
1003 yılında babası Talut’un ölümüyle
kral seçilir ve Hebron’da (el-Halil)
krallığı başlamış olur.
Hz. Davud yedi yıl Hebron (el-Halil)
kentinde, 33 yıl da Kudüs’te krallık
yapar. Kral Davud’un ölümüyle Yahudilerin
başına oğul Süleyman geçer.
Hz. Süleyman’ın Kudüs’teki 40 yıllık
krallığı sırasında buraya uzunluğu
25, genişliği 9 ve yüksekliği 13 metre
olan Süleyman mabedini inşa eder.
Süleyman vefat edince Kudüs 587
yılına kadar Yahudiliğin başkenti
unvanını korur. Fakat M.Ö. 587 yılında
Babilonya Kralı Buhtun Nasr Kudüs’ü
alır, Süleyman mabedini yıkar. Şehri
talan edip Yahudiler’in büyük kısmını
kılıçtan geçirir. Kalan 40.000 Yahudi’yi
de Babilonya’ya sürgüne götürür.
Yahudiler’in sürgüne götürülmesi
ve Kudüs’ün yakılıp yıkılması gibi
olaylardan sonra Yahudiler’in bağımsızlığı
artık bitmiş olur.
M.Ö. 142 yılında tekrar bağımsızlıklarını
kazanıncaya kadar geçen
sürede Yahudiler Babiller’in,
Persler’in, Makedonya
Kralı Büyük İskender’in,
Mısır
Pilolama
ailesinin,
Grekselefkoslar’ın
ve
17
Evkitler gibi birçok milletin hâkimiyeti
altında yaşarlar.
M.Ö. 538 yılında Kudüs’e dönmelerine
izin verilip 142 yılında Haşmanaim
sülalesi sayesinde kazandıkları
bağımsızlıkları ise M.Ö. 63 yılında
Roma İmparatorluğu tarafından
sonlandırılır. M.S. 70 yılında Titus
Roma ordusuyla bölgeye gelir, şehri
yakıp-yıkar. Kudüs’ü kan gölüne
çevirip tarihte görülmemiş derecede
büyük bir zulüm uygular. Dönemin
yazarları Titus’un katliamını anlatırken
“insan cesetlerinden dolayı
şehirde dolaşmanın mümkün olmadığını,
Süleyman mabedi civarında
atların üzengilerine kadar ceset ve
kanla dolu olduğunu” kaleme almışlardır.
Titus’un yaşattığı bu acı olaydan
sonra ise Kimon Barkofya isimli bir
Yahudi önderliğinde Kudüs Yahudileri’nin
ayaklanması üzerine
Roma İmparatoru
Hadriyanus
bizzat şehre
gelerek
Mesih
iddiasında
bulunan isyancı başı Kimon Barkofya’yı
öldürüp şehri adeta insan mezbahanesine
çevirir. 132-135 yılları
arasında yaşanan olaylarda Hadriyanus’un
emri ile şehirde taş üzerinde
taş bırakılmaz. Süleyman Mabedini
temellerine kadar söktürür ve bugün
Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu
Muallak Kayası’nın üzerine putperestlik
inancının kutsalı Jupiter adına
bir Pagan tapınağı yaptırır. M.S. 380
yılında Roma Hristiyanlığı kabul ettiğinde
bu tapınak yıkılır ancak yerine
hiçbir şey inşa edilmez. Süleyman
tapınağı yeniden yapılmaz çünkü
Hristiyanlar Yahudileri o bölgeye sokmaz.
Nihayet 633 yılında Hz. Ömer’in
Kudüs’ün anahtarını bizzat Patrik
Sophronius’un elinden almasıyla
Kudüs’te İslam hâkimiyeti başlamış
olur. Hz. Ömer’in bölgede yaşayanlara
gösterdiği adalet ve hoşgörü
bölge insanına asırlar sonra biraz
olsun huzur ortamı sağlar. Verdiği
emanname ve kiliselerine gösterdiği
saygı nice gayrimüslimin Müslüman
olmasıyla neticelenir. Emevi, Abbasi,
Karmati, Fatımi, Selçuklular’ın
döneminde zaman zaman kargaşa
çıkmış olsa da büyük ölçüde sükûn
ortamı yaşayan Kudüs, bu kez 1099
yılında bir Haçlı seferiyle sarsılır ve
Haçlılar’ın bölgeye hâkim olması
neticesinde Müslüman ve Yahudiler’in
feryadı, tabir yerinde ise şayet,
“asumana ulaşır.”
1187 yılında Eyyubi Hükümdarı Selahaddin
Eyyubi’nin Hıttin Savaşı ile
yeniden Müslümanların eline geçen
Kudüs, bu tarihten sonra nihayet
1517 yılında artık Osmanlı hâkimiyetine
girecek ve tarihte gördüğü zulümleri
unutturmak istercesine hemen
hemen tüm Osmanlı padişahları ve
dahi bazı valide sultanlar bölgeyi imar
etmeyi vazife bileceklerdi.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde
Kudüs’ü anlatırken; “Mescid-i
Aksa’ya 800 kişi hizmet etmektedir.
Bu muazzam teşkilatı, Osmanlı devletinin
serveti sağlamış. Dört mezhebin
birer hatibi ve imamı vardır. Elli
müezzini bulunur. Sair hizmet erbabını
ona göre kıyas ediniz.” diyordu.
Osmanlı dönemindeki
Kudüs varlığı
1517 yılında Kudüs’e hâkim olan
Osmanlı, bölgeyi tam 401 yıl idaresi
altında barış ve huzur içerisinde tutmayı
bilmiştir. Bilindiği üzere Yavuz
Sultan Selim Mercidabık Savaşı’nda
Memlükler’i yendikten sonra tüm
Şam bölgesini Osmanlı topraklarına
katmış ve birkaç gün sonra Kudüs
şehrine gelerek Mescid-i Aksa ve
diğer mukaddesatı ziyaret etmiştir.
Kudüs’e girdiğinde Rum Patriği Atali’ye
Hz. Ömer dönemindeki uygulamaların
devam edileceğine, kilise
ve manastırlarında ol-üslûp üzere
ayinlerini yapabileceklerine dair bir
emanname vermiştir. (BOA. A. DVN.
KLS.d 08/7.)
Yavuz
Sultan
Selim’den sonra tahta
geçen Kanuni Sultan Süleyman,
1542 yılında evvela şehrin
surlarını yeniletti. Ağlama Duvarı
ismiyle anılan duvarı imar edip,
Yahudilerden gelen talep üzerine
onların harem dışında kalan duvarda
ağlamalarına müsaade etti. Kudüs
Kalesi’ni büyük ölçüde onardı. 18
çeşme yaptırıp Kubbetü’s-Sahra’nın
yer döşemesini, Mescid-i Aksa’nın
surlarını ve kapılarını yenilettirdi.
Hz. Meryem kapısını açtı, Silsile
kubbesinin fayanslarını yenilettirdi ve
Bab-ı Zehebi kapısını da kapattırdı.
Vakıf bilgilerinden anlaşıldığı üzere,
Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e 40
milyon akçe, bugünkü rayiçle yaklaşık
1 trilyon 500 milyar lira vakfederek
burayı bayındır kılmıştır. Kanuni ile
birlikte eşi Hürrem Sultan da buraya
bir imarethane yaptırmış ve her gün
999 fakirin karnı doyurulmuştur. Hürrem
Sultan’ın bu asırları aşan merhameti
hâlâ devam etmekte, 450 yıl
önce yaptırdığı imarethane her gün
fakir-fukara, garip-gurebaya yemek
vermektedir.
Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e
öyle değer veriyordu ki; oranın
temizliğiyle alakalı bazı sıkıntıları öğ-
ren-
di-
ğinde
derhal
bir
ferman
gönderiyor
ve
bizzat günümüz
Türkçesi’ne
çevrilmiş
şeklinde şöyle
diyordu: Kudüs-i
Şerîf beyine ve
kadısına hüküm
ki: Molla Siyami
gelip haber verdi
ki; Kudüs-i Şerif’te
bulunan Mescid-i Aksa,
Sahratullah-ı Müşerref
(Kubbetü’s-Sahra) ve Hz.
İsa’nın kabri gibi kutsal
mekânlara ibadet ve ziyaret
için gelen bazı kadınlar o
mekânları kirletip, edebe aykırı
davranıyorlarmış. Bu haber üzerine
buyurdum ki: Emrim oraya
vardıktan sonra bu gibi davranışlara
kesinlikle izin vermeyin. Şayet
bunun aksini duyarsam bilesiniz ki
görevden alınmakla kalmazsınız. Sen
ki kadısın bu emrimi sicile kaydet ki
senden sonra gelen kadılar da bu
emrime uysunlar. (BOA. A.DVNS.
MHM. d. 5/191.)
687 yılında Emevi
Halifesi Abdülmelik
b. Mervan
tarafından Peygamberimizin
Mirac’a yükseldiği
kaya üzerine
Mısır’dan alınan
vergilerle yaptırılan
Kubbet’us
Sahra’yı, Kanuni
Sultan Süleyman
1546 yılında
büyük ölçüde
restore etmiş ve
dış cephesini
çini ve mermerle
kaplatmıştır.
Yine Kanuni döneminin
Kudüs
valisi olan Kasım
Paşa, 1525
yılında avluya bir
9 Aralık 1917
günü Kudüs’ün
yönetimi Osmanlı
idaresinden
çıkarak
İngiliz mandasına
geçti ve
1948 tarihinde
İsrail Devleti
Batı Kudüs’te
kuruldu. 1967
tarihinde İsrail
Kudüs’ün
tamamını işgal
etti. Sonrası
malum zulüm,
acı, işkence ve
gözyaşı yüzyıldır
o topraklarda
hiç dinmiyor.
şadırvan yaptırmıştır. Bu şadırvanın
suyu da yine bir Osmanlı eseri olan
sultan havuzundan sağlanmaktadır.
XVIII. yy. sonunda Napolyon Gazze,
Yafa ve Ramla şehirlerini işgal etmiş
ve Akka valisi Cezzar Ahmet Paşa’ya
para teklif ederek kaleyi teslim etmesini
istemişti. Cezzar Ahmet Paşa
ise Napolyon’a cevap dahi vermeye
tenezzül etmeden taarruza geçmiş
ve Napolyon’u ebediyen geri püskürtmeyi
başarmıştı. Kudüs bundan
sonra 1820 yılında Şam eyaletine
bağlandı. 1831’de Mısır Prensi İbrahim
Paşa Kudüs ve Şam bölgesini
işgal etti ancak Osmanlı 1841 yılında
bölgeye yeniden hâkim oldu.
Osmanlı tahtına geçtikten sonra
Kudüs’te hâkimiyeti yeniden sağlayan
Sultan Abdülmecit, 20.000 altın
harcayarak Mescid-i Aksa’yı restore
ettirdi. Bu dönemde Kudüs’ün
nüfusu artmış, 1858 yılında insanlar
Kudüs surları dışına yerleşmeye
başlamıştır.
Sultan Abdülaziz döneminde 1867
tarihinde, Kudüs çok gelişmeye
başladı ve birçok yol ve çarşı inşa
edildi. (Kudüs-Yafa ve Kudüs-Nablüs
şehri arasındaki yol) Kudüs’ün yolları
mermerlerle döşendi. Mermer döşemelerin
bazıları günümüze kadar
ulaşmıştır. Sultan Abdülaziz
30.000 altın harcayarak
Mescid-i Aksa’nın
restorasyonunu
yaptırdı.
Umeri
Camii’ni
inşa
ettirdi.
19
Sultan II. Abdülhamit Kubbetü’s-Sahra’nın
dış cephesine çinilerle
Yasin-i Şerif yazdırdı. Zeminini İran
halılarıyla döşettirdi. Şimdi Mescid-i
Aksa’nın içinde duran büyük avizeyi
Kubbetü’s-Sahra’nın içerisine, Muallak
Taşı’nın üzerine doğru astırdı.
1892’de Kudüs-Yafa şehri arasında
tren yolu, 1909 yılında el-Halil kapısının
yanına büyük kale inşa edildi ve
yanına çeşme yaptırıldı.
Bu ve daha sayamadığımız pek çok
hizmet, tazim ve hürmet ile Kudüs
şehri Osmanlı hâkimiyetinde
olduğu 401 yıl
boyunca barış ve
huzur içinde
yönetildi.
Fakat 9
Aralık
1917
yılına
gelindiğinde 401 yıllık adaletli
bir yönetim artık nihayete ermiş ve
cephelerdeki mağlubiyet Filistin’de
sonun başlangıcı olmuştu. Filistin ve
Sina cephesi mağlubiyeti Osmanlı’yı
derinden yaralamış ve 5200 Mehmetçik
bu bölgede toprağın kara
bağrına düşmüştü.
Tarihî geçmişine baktığımızda Kudüs
her vakit insanlıktan nasibini almamış,
asla kendisinden başkasına
yaşam hakkı tanımayan Yahudi ve
Hristiyanlar, Müslümanların idaresi
altında kazandıkları hakları şimdilerde
unutmuş. Hz. Davut’un elinde
zorbaya karşı atılan sapan taşı şimdi
Filistinli çocukların ellerinde. Zorbalar
ise tıpkı Golyat gibi zırha bürünmüş
vaziyette.
Süleyman devletini tekrar kurmak
isteyen ve bu uğurda her yolu
kendilerine kutsal bilen Siyonistler,
yeryüzünü tüm diğer din mensuplarından
temizleyip cennetin krallığını
yaşamak isteyen evanjelistler, Kudüs’e
hâkim olma gayesi ile dünyayı
kan gölüne çevirmeye devam ediyor.
Tüm bu zulme karşı duran tek devlet
ise yine Türkiye… Çünkü bizler
biliyoruz ki “Kudüs düşerse, İstanbul
düşer.”
Unutmamak gerekir; 1099’da Kudüs’e
girdiler, 1204 yılında İstanbul’a
girdiler. 1917 yılında Kudüs’ü aldılar,
1918 yılında İstanbul’u işgal ettiler.
1917’de Kudüs’e giren İngiliz Orduları
Kumandanı General Allembi iki
gün geçmeden Şam’daki Selahaddin
Eyyubi’nin türbesinde sandukasını
tekmeliyor ve “Kalk Selahaddin biz
geldik.” diyordu. 1920’de İzmir’i
işgal eden Yunan orduları komutanı
Venizelos’un oğlu Sofokles Osman
Gazi’nin türbesine gidiyor, sandukasını
tekmeliyor ve “Kalk ey koca
sarıklı seni yenmeye geldim.” diye
bağırıyordu.
Hasılıkelam, tarihî gerçekler ortada.
Haçlı ordusu ile siyonistlerin oyunları
gün gibi bedihi. Mekke ve Medine
İslam’ın nasıl ruhu ise Kudüs ve
İstanbul da damarında dolaşan kanıdır.
Kudüs düşerse İstanbul düşer.
Ümmet sendeler, yetim kalır. Bu hep
böyle bilinmeli ve Kudüs’e her dem
sahip çıkılmalı.
Duam odur ki, dinsin artık İsa’nın
bitmeyen elem yolu, kesilsin Meryem’in
gök kubbeyi ağlatan acı
çığlığı, Zekeriya’nın feryadı sürura
gark olsun. Asumanı inletsin Ömer’in
adalet nameleri, Musa’nın hedefi
yeniden Kudüs olsun, Golyat’a galip
gelsin yine Davud.
Ve Mirac’ın ilk basamağı merdiven
olsun Ümmet-i Muhammed’in baki
huzuruna...
20
PROF. DR. NİHAT HATİPOĞLU
Cömert Gönüller
Cömertlik Görecek
D
ünyada kazanılan mal, geçici ve
yok olucudur. Bunun tek istisnası,
Allah yolunda infak edilen maldır.
Rabbimizin rızası için harcanan
her zerre, ebedi âlemde kul için bir
kazanç ve tükenmez bir hazinedir.
Harcanmayan ve elde sımsıkı tutulan
mal, sahibinin dünyayı terk ettiğinde
ayrılmak zorunda kalacağı ve mirasçıları
bu dünyada onun kazancını tüketirken,
onun ise hesabıyla uğraşacağı
bir yük olacaktır.
Allah-u Teâlâ’nın insanlara lutfettiği
malda, elbette ki yakınlardan başlamak
üzere ihtiyaç sahiplerine verilmesi
gereken bir pay vardır.
Zekât, zenginin malındaki fakirin
hakkıdır. Toplumdaki gelir düzeyini
dengeleyen zekât, zenginin malını
manen temizleyip arındırırken, ihtiyaç
sahibine de rahat bir nefes aldırır.
Üstelik fakirin zengine haset etmesinin,
zenginin ise fakiri hor görmesinin
önüne geçer. Böylece sevgi ve kardeşlik
hukuku kuvvetlenir.
Cimrilik edenler hakkında Allah-u
Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın
kereminden kendilerine verdiklerini
(infakta) cimrilik gösterenler,
sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır;
tersine onlar için pek fenadır.
Cimrilik ettikleri şey de kıyamet
gününde boyunlarına dolanacaktır.
Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.
Allah bütün yaptıklarınızdan
haberdardır.” (Al-i İmran, 180)
Hz. Peygamber (sav) ise bu konuda
şöyle buyurmuşlardır:
Cömert Gönüller Cömertlik Görecek
21
“Zekât ile mükellef olup da bunu
yerine getirmeyen her kişiye, kıyamet
gününde ödemediği zekât
borcu, azgın bir yılan haline getirilerek
o kişilerin boyunlarına dolanacaktır!”
(İbn-i Mace, Nesai)
Cimrilik sadece zekât vermemek değildir
elbette, o bütün hayata çirkince
sirayet eden kötü bir ahlaktır.
Kâinata baştan sona rahmet getiren
Peygamberi Efendimiz (sav), cimriliği
şu şekilde yasaklamışlardır:
“Cimrilikten mutlaka sakının!
Çünkü cimrilik bir toplumu zekât
vermeyi terke, akrabalık bağlarını
kesmeye ve birbirlerinin kanını
dökmeye sürükler.”
(Ebu Davud) yine “Şu iki sıfat bir
mü’minde bulunmaz; cimrilik ve
kötü ahlak!” (Tirmizi, Ebu Davud)
buyuran Peygamberimiz (sav):
“Allah’ın adına yemin ederim ki,
hiç bir cimri cennete giremez!” (Suyuti)
ifadeleriyle cimrinin hazin sonuna
işaret etmektedir.
Büyük İslam âlimi İmam-ı Azam Ebu
Hanife (ra) şöyle der: “Ben cimri kişiyi
emin ve güvenilir bulmam. Çünkü
cimrilik onu, her şeyi inceden
inceye hesaplamaya ve aldanma
korkusuyla hakkından fazlasını almaya
sürükler. Bu vasıftaki bir kişi
güvenilir ve emanete layık değildir.”
Bu kötü hasletten korunmak için,
kendimizi ihtiyaç sahiplerinin yerine
koymalı ve Allah yolunda infak etmeye
gayret etmeliyiz.
Bu anlamda Allah için bağış yapmak,
sadaka vermek, borçluyu selamete
çıkarmak, borç vermek, daralmış
olana sahip çıkmak Allah’ın
zekatın yanındaki infak emirlerindendir.
Gani gönüller, susuzluğu giderir,
açlığı bastırır, fakirlikle mücadele
eder ve Rabbin huzuruna emanete
riayet eden olarak gider.
22
D
ÇEKİRGENİN GÖZÜNDEN
KABE’Yİ İZLEMEK
ünyayı saran bir pandemi tehlikesi… Hastalık endişesi
herkesi içe döndürdü, yalnızlaştırdı. Toplu ibadetler
bile evde yapılır oldu. Belki de en etkileyici görüntü
Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa
başta olmak üzere ibadethanelerin mahzun kalışıydı.
Mü’minler bu duruma ne diyeceklerini,
nasıl tepki vereceklerini bilemedi.
Kimsenin alışık olmadığı bu görüntü
karşısında İslam alemi yutkundu, konuşamadı.
Tıpkı diğer dinlere inananların
yaptığı gibi... Ama bir kare… Yalnızca
bir fotoğraf karesi insanoğlunun aslında
bazı şeyleri ne kadar da basite indirgediğini
anlattı bizlere. Kâbe’de tavaf durmazdı
ki.. İnsanlar tavaf etmese melekler tavaf ederdi..
Peygamber efendimiz (S.A.V.);
mübârek elleri ile Kâbe’yi
göstererek; (Ey Kâbe, sen
Allahın evisin. Sen mübâreksin
fakat bir Müslüman,bir
mü’minin kalbini kırsa 70 defa
seni yıkmaktan daha büyük
günaha girer) buyuruyor.
Pandemi sürecinde diğer mescidlerde olduğu gibi
İslam aleminin en kutsal mekanı Kabe’de tavaf alanına
Müslümanların girişi yasaklandı. Tedbir amacıyla alınan
bir önlemdi bu. Üst katlarında ise tavaf devam etti. Virüsün
engellenmesi, salgının durdurulması için tavaf alanının
(mataf) boşaltılıp ilaçlanmasından
daha doğal ne olabilirdi ki? Yanlış bir
hakaket tarzıyla gençken bu ibadeti yerine
getirmek yerine insanlar gençken
Hac ve Umre ibadetlerini yerine getirmek
yerine, yanlış bir hareket tarzıyla,
yaşlanmayı beklerler her nedense.
Beliniz iki büklüm olduğunda, dizlerde
ağrılar arttığında, bağışıklık sisteminiz
zayıflamış hastalıklara da davetiye
çıkarmışken gidilmiş oluyor Kutsal topraklara… Bir de
Çekirgenin Gözünden Kabe’yi İzlemek
23
üzerine Corona virüsünü eklerseniz durumun çok daha
vahim olacağını hatırlatmaya gerek kalmaz bile. İlk bakışta
Suudlar’ın çokça eleştirildiği Mescid-i Haram’ın
cemaatsiz kalması meselesini eleştirenler sonradan sürü
psikolojisiyle hareket ettiklerini kabul etmişlerdir herhalde.
Burada amaç Suudlar’ı kollamak değil yanlış anlaşılmasın.
Ama feryat- figan edeceğiniz asıl yer
Kudüs... Nitekim Mekke yerinde
duruyor. Koparılmaya çalışılan,
çeşitli plan ve projelere kurban
edilmek istenilen yer KU-
DÜS. İşte bu fotoğrafta da
belki Umre’ye gidenlerin
birçoğunun görmek dahi
istemediği, belki bilerek
belki bilmeden üzerine
basıp öldürdüğü ama
büyük çoğunluğunun da
iğrenerek baktığı bir çekirge veriyor bize “KÂBE NASIL
SEVİLİR?” dersini... Saatlerce durduğu yerden Beytullah’ı
izleyen bir çekirge aslında mesafelerin, zorlukların,
engellerin yalnızca zihinlerimizde olduğunu bize haykırıyor.
Anlayan için büyük anlamlar içeriyor. Akleden için
umut vaaz ediyor.
Bir çekirgenin gözünden Kâbe’yi izlemek
demek ki işte böyle oluyor.
.. Sözümüz ile özümüzü bir tutmadığımızda
Kabe’nin etrafı
boşaldı diye feryat etmenin
riyakarlığını Allah (cc) sormaz
mı bizlere?
EDİTÖRÜN YAZISI
24
UGANDA’DA SIRADIŞI BİR BÜYÜKELÇİ
‘‘Konvoy beklerken beni motorsikletin üstünde görünce...’’
Kara kıtanın kilit ülkesi Uganda’da önemli çalışmalara imza atan T.C. Uganda Büyükelçisi Kerem Alp,
Seyyahname Dergi’nin sorularını yanıtladı.
• UGANDA’DA TÜRKİYE OLARAK
HANGİ ÇALIŞMALARI GERÇEK-
LEŞTİRİYORUZ?
İki ülke arasında, insani, siyasi, ticari
ve kültürel ilişkiler başta olmak üzere,
tüm alanlarda işbirliğinin geliştirilmesini
teşvik ediyoruz. Uganda’nın
sürdürülebilir kalkınmasına katkıda
bulunacak etkinliklere, özellikle önem
veriyoruz. Uganda’nın insani ve doğal
kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirmesine
yardımcı olabilecek, mesleki
eğitim, altyapı ve modern tarım tekniklerinin
geliştirilmesi gibi çalışmalar,
önceliklerimiz arasındadır.
• ÖZELLİKLE KIRSAL BÖLGELE-
RİN EN BÜYÜK SORUNU NEDİR?
Su kaynaklarının daha etkin değerlendirilmesi
bence en öncelikli konudur.
Kırsalda insanlara, en büyük
meselelerinin ne olduğunu sorduğumuzda,
hep aynı yanıtı alıyoruz: ”SU”.
Oysa, yüzölçümünün yaklaşık %15’i
su olan, her gün olmasa dahi, haftada
en az 2-3 kez yağmur yağan bir
ülkede, su sıkıntısı çekilmesini doğal
bulmamaktayım.
• MOTOSİKLET YA DA BİSİKLET
NEDEN ÖNEMLİ?
Trafik ve çevre kirliliği sorunu yaratmayan,
gerek maliyeti, gerek bakım
masrafları açısından otomobile kıyasla
çok daha ekonomik olan motosiklet
ve bisiklet gibi taşıtların Uganda için
ideal bir taşımacılık yöntemi olduğunu
düşünüyorum. Uganda’ya geldiğim
ay ben de bir motosiklet aldım.
Bu güzel ülkede bir yerden bir yere
yürümek, mesafe uzaksa da iki teker
üstünde gitmek hem pratik, hem de
çok keyifli oluyor.
• CAMİ, HASTANE VE OKUL GİBİ
İHTİYAÇLAR HAKKINDA BİLGİ VE-
REBİLİR MİSİNİZ?
Bu üç alanda da yapılabilecek çok
şey var. Ülkenin nüfusu göreceli olarak
çok hızlı büyüdüğü için, bu ihtiyaçların
devlet bütçesinden karşılanması
her zaman mümkün olmuyor.
Tabi, binaların yapılması yeterli değil;
bunları kullanacak ve değerlendirecek
imam, doktor, hemşire, öğretmen ve
idari kadroların eğitilmeleri ve maaşlarının
ödenmesi gerekiyor. Bu alanlarda
katkıda bulunmak isteyen hayırseverlerimiz
için çok geniş bir faaliyet
alanı olduğunu söyleyebilirim. Şüphesiz
daha da güzeli, bu tür kurumların
kendi ayakları üzerinde durabilmelerini
ve kendi kendilerine yetecek hale
gelmelerini sağlamak olacaktır.
• UGANDA’DA FAALİYET GÖSTE-
REN YARDIM DERNEKLERİ HAK-
KINDA DÜŞÜNCENİZ NEDİR?
Türkiye’nin ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinden
Uganda’ya yardım eli uzatan,
devletine ve ülkesine bağlı tüm hayırseverlerimizi,
takdir ediyor ve destekliyoruz.
Şimdiye kadar 6-7’si yerleşik
Uganda’da Sıradışı Bir Büyükelçi 25
olmak üzere, 20 kadar farklı dernek ve
vakıf ile, görüşme, bu dernek ve vakıfların
etkinliklerine katılma imkânımız
oldu. Derneklerimiz ülkeyi ne kadar
yakından tanırlarsa o kadar etkin olabiliyorlar.
İnsanların Uganda’ya ilişkin
önyargıları olabiliyor, ancak ülkeye
gelince bunların çoğu alt-üst oluyor,
çok şaşırıyorlar. Bu bakımdan, ülkeyi
ve ihtiyaçlarını bilenlerin, bu bilgileri
diğerleriyle paylaşmalarını öneriyoruz.
Yerelde güvenilir ortakların veya temsilciliklerin
olması bence çok önemli.
Ayrıca, büyükelçiliğimize yapılan kısa
nezaket ziyaretlerinin bile çok ilham
verici olduğu söyleniyor. Özetle, derneklerimizin,
faaliyetlerine başlamadan
önce “ev ödevlerini” yapmalarını;
Uganda’ya geldiklerinde, bize de bir
kahve içimi için uğramalarını tavsiye
ediyoruz.
• KEŞKÜL ORGANİZASYONU
HAKKINDA NELER SÖYLEMEK İS-
TERSİNİZ?
Keşkül’le Uganda’da tanıştım. Açık
fikirli ve duyarlı bir organizasyon olduğu
izlenimi edindim. Projelerinin geliştirilmesi
aşamasında acele etmeyen,
önerilere açık olan ve ön çalışma yapan;
yapılacak projeye karar verdikten
sonra ise, derhal hayata geçirebilen
bir yapısı olduğunu gözlemledim.
• BİRAZ DA SİZİNLE İLGİLİ SO-
RULAR SORMAK İSTERİZ. UGAN-
DA’DA BULUNMAK NASIL BİR
DUYGU? ORADA YAŞAMANIN
ZORLUK VE KOLAYLIKLARI NE-
LERDİR?
Dört mevsim baharı yaşayan, sevecen,
genç ve barışçıl bir halka sahip
olan Uganda’da yaşamanın büyük
bir şans olduğunu düşünüyorum.
Doğal güzellikleri ve insanları bence
Uganda’nın en büyük zenginliği; buna
odaklanıldığı takdirde zorluklara daha
rahat göğüs gerilebiliyor. Bu zorlukların
başında da altyapı eksiklikleri ve
Kampala’nın trafiği akla geliyor. Sivrisinekler
de bazen sinir bozucu olabiliyor.
• YAŞADIĞINIZ VE SİZİN UNUT-
MADIĞINIZ BİR ANI YA DA ANILA-
RINIZ VAR MI?
İnsanları şaşırtmak, ezberlerini bozmak
ve kendi ifadeleriyle “yedi nesil
torunlarına anlatacakları anlar yaratmak”
çok hoş oluyor. Bunlardan biri,
geçen yıl Cumhuriyet Bayramımız’da
Ugandalı misafirlerimize, kendi dillerinde,
Lugandaca bir hitapta bulunmamdı.
Anlaşılan, tarihte ilk defa
böyle bir şey olmuş, çok ilgi uyandırdı.
Bir diğer anımı siz de biliyorsunuz.
Keşkül sponsorluğunda aldığımız bir
motosikleti ücra bir köydeki imama
bizzat kullanarak götürdüm ve teslim
ettim. Yolculuk harikaydı, nefis bir
gün, pırıl pırıl bir hava vardı, yol boyu
iki tarafım da yemyeşildi. Covid 19
salgınına karşı uygulanan sokağa çıkma
yasağı nedeniyle trafik çok rahattı.
Köye vardığımızda insanlar belki de
resmi bir konvoyun geleceğini, belki
arkasından da söz konusu motosikletin
bir kamyondan indirileceğini falan
bekliyorlardı sanırım. İmamın önünde
durup kaskımı çıkarınca, imam
önce şaşırdı, sonra katıla katıla güldü.
Anahtarı ve ruhsatı teslim edip hayır
duasını aldık.
• UGANDA VE TÜRK HALKI ARA-
SINDA BENZERLİK VE FARKLILIK-
LAR NELERDİR?
Sanırım en büyük benzerlik, dışarıdan
yeknesak görünse de, her iki halkın
da aslında kendi içinde çok büyük
çeşitlilik barındırmasıdır. Uganda’da
da, bölgeden bölgeye, insanların kültürlerinin,
yaşam tarzlarının, alışkanlıklarının,
inançlarının, dil ve şivelerinin
büyük farklılıklar gösterdiğini gözlemledim.
Ayrıca genç nüfusun çok kalabalık
olması, halkın ortalama yaşının
düşüklüğü, savaş ve çatışmaların hiç
bitmediği coğrafyalarda barış içinde
yaşayabiliyor olunması da benzerlik
gösteriyor. Farklılık saymak gerekirse,
Ugandalıların kendi ifadelerine göre
Türk halkının vatanseverliği, tarihte
kimseye boyun eğmemesi ve kendi
kendini geliştirebilmiş olması en çok
gıpta edilecek özelliğimiz.
• BÜYÜKELÇİLİK OLARAK YAPTI-
ĞINIZ VEYA YAPMAYI PLANLADI-
ĞINIZ PROJELERİNİZ VAR MIDIR?
Açıkçası o kadar çok projemiz var
ki, hepsini bir röportaja sığdırmak zor.
Okul, yetimhane, mesleki eğitim merkezleri,
cami, yol, su kuyuları yapım ve
onarımı gibi altyapı çalışmaları hiç eksik
olmuyor. Ancak içinden geçtiğimiz
ve bir süre daha böyle devam edecek
pandemi döneminde biraz yaratıcı olmakta
fayda var. Çocuklara, uzaktan
eğitimde kullanabilecekleri malzeme
tedarik etmek, mekanize tarım ve sulama
alanında birkaç pilot uygulama
gerçekleştirmek, bunlar arasında sayılabilir.
Bir de, sosyal medyanın cazibesine
rağmen, bu dönemde radyoyu
ve nimetlerini yeniden keşfetmek gerektiğini
düşünüyorum. Kısmet olursa,
belki bu konuda bir projeye öncülük
edebiliriz.
Yüreğim Sende Kaldı
Birinci gün.
Prenses
Öncesinde pek anlayamadım.
Daha çok bir tedirginlik vardı içimde.
Kafamda sorular.
Nasıl toplanır yedi bavul?
Nasıl geçer uçakta sekiz
saat?
Nasıldır hotel?
Nasıldır şu…
Nasıldır bu….
diye diye geçti zaman, verildi cevaplar ve
geldik ilk köye.
Anlayamadım.
Birinci kuyu açıldı.
İkinci kuyu açıldı.
Üçüncü kuyu açıldı.
Uykudaydım sanki.
Uyanamıyordum.
Filmin içindeyim sanki.
Ama oturmuş seyrediyordum.
•
Bir, iki, üç…
Açtık - devam ettik.
Açtık - devam ettik.
Açtık - devam ettik.
… ve dördüncü kuyuya geldik.
Uzak durdum.
Yaklaşamadım.
Dünyanın en normal şeyi imiş gibi -
insanların suya muhtaç olması.
27
Size bir şey anlatacağım.
Mahcubiyeti anlatacağım.
Uganda’yı anlatacağım.
28
Afrika Hikayeleri
Dünyanın en normal şeyi imiş gibi
- kuyu açıp devam etmesi.
Stop ya! Stop! Durun!!!!
Bu insanlar - bu çocuklar!
Hepsi gerçek!
Ve ben uzaktan izlerken…
Hiç hissetmediğim kadar mahçup
hissettim kendimi!
Hiç olmadığı kadar ezildim bu insanların
şükranı altında!
•
Çocukların kahkaha sesleri kulaklarımı
delecek gibi olurken, ben
içten içe uzaklaşmak istedim.
Bana teşekkür etmesinler istedim.
Bana -ben onlara su vermiş gibibakmasınlar
istedim.
… çünkü bu insanlar da - bu çocuklar
da - dünyanın her yerinde
olduğu gibi - temiz suya sahip olmayı
hakkediyor.
Hakkediyor.
Ve biz, su kuyusu açmakla çok büyük
iş başarmış olmuyoruz!
Hayır! Kesinlikle! Biz mecburuz!
Suyumuzu - aşımızı - her şeyimizi
paylaşmaya mecburuz!
Bir özge vakte geldik. Yanımızdan
usulca akıp giden zaman nehri
yeni bir çağıltı kazandı. İçimizde
bir titreyiş, bir zelzele başladı. Düzenimizi
dağıttı söz, yeni bir düzen
kurmaya geldi. Toprağımızı karıyor
o günden beri. Dokunuyor bize.
Yağmuruna kavuşan tohumlar gibi
kabuklarımızı soymaya hazırlanıyor.
Çözüyor benliğimizi. Kesiyor
sessizliğimizi. Yırtıyor ılık konforumuzu.
Ayağımızın altından sıcak
kumları çekiyor. (…) (Alıntı - Mukabele
- Senai Demirci)
•
Size bir şey anlatacağım.
Mahçubiyeti anlatacağım.
Çaresizliği anlatacağım.
Uganda’yı anlatacağım.
•
İkinci gün.
Yaklaşık altı saat yol gittik. Baya
bir yorulduk. Yine bir köye geldik
su kuyusu açmak için. Uğradığımız
en son köylerden bir tanesi.
Büyük bir köy değildi. Yine çok
güzeldi çocukları.
Kıyafetlerden çıkardık ve bir spor
çantası dolusu ayakkabı. Dolusu
diyorum ama tabi yetmeyecek
yine hepsine vermeye.
Su kuyusu açılırken dikkatler dağılmasın
diye sessizce dizdi Yasin
bir kenarda iki ağacın altına ayakkabıları.
Ben de elime bir kaç tane bebek
ve küçük kız ayakkabısını aldım
bakınıyorum. Bebek bakıyorum,
küçük kız bakıyorum.
Sonrasında bir kaç dakika içinde
dağıtıldı ayakkabılar, penyeler, atletler.
Mutlu mutlu yüzler.
İnci gibi dişler.
•
Çoraplar kalmış aldım elime ayakkabı
alan çocuklara vereceğim.
Sonra karşıma iki küçük kız durdu.
Dört - beş yaşlarında ellerinde
birer çift ayakkabı. Biri 32 dişini
göstermiş güneş gibi gülüyor, diğeri
dünyanın tüm mutsuzluğunu
yüklenmiş, boynu bükük karşımda
duruyor.
Önce ona yöneldim. Biraz daha
Afrika Hikayeleri
29
küçük, biraz daha narin, elbisesi
çok daha yırtık. Hayır, tümü yırtık.
Aldım çorapları, tuttum ayağını.
Ayağımı altındaki yaraları hissettim.
Ayağının altında kabuk bağlamış
kanı kurumuş yaralara. Yüreğindeki
yaralara.
Ben giydirirken bana bakmayışı.
Ben mahçup olacakken, onun
bana bak(a)mayışı. Çaresizlik sardı
tüm bedenimi.
Giydirdim dikkatlice, bağladım
bağcıkları. Hala yüzü yerde.
O yırtık elbiseden başka hiç bir şey
yok üstünde! Elbisesini kapatacağım
ama nasıl?
Düğme yok. Bağlayacak ip yok.
Dedim ya tümü yırtık. Düğüm attım
artık iki uç bularak. Sarıldım.
Bıraktım.
•
Ah prenses.
Yüreğim sende kaldı prenses.
Ayaklarının altında kurumuş yaralarda
kırıldı kalbim. Yırtık elbiseni
düğümlemeye çalışırken yırtıldı
ciğerim.
Yüreğim sende kaldı prenses.
Çorapları giydirirken pamuk ayaklarına
dokunurken yandı canım.
Ayakkabılarını bağlarken yüreğim
yüreğinde ağladım.
Yüreğim sende kaldı prenses.
Bir daha sarılmayışımın pişmanlığıyla
yüreğim sende kaldı prenses.
Bir daha görebilecek miyim acaba
seni?
Kaldır yüzünü bana bak diyebilecek
miyim?
•
”(...)Varlığın boşa var edilmediğini
sen bileceksin. Her şeyin ardında
sakladığı anlamı çözme işini sana
emanet etti Rabbin. Bu yüzden
seni ilgiden yarattı. Sen ilgi kurmadan
edemezsin. Sen parçaları
bütünlemeden rahat edemezsin.”
(Alıntı - Mukabele - Senai Demirci)
MİNA YAŞAR
30 Afrika Hikayeleri
AFRİKA’NIN
RENGİ
Yıllar önce bir yardım organizasyonu
ile Afrika’ya gitmiştim. Kolilerimizde
gıda, tıbbi malzemeler ve sadece bizim
zavallı çocuklarımızın ihtiyacı olan
oyuncak tarzı ıvır zıvır vardı. Bunun
yanında biraz demokrasi, medeniyet,
insanlığın yüksek ideallerini de götürdüğümü
zannediyordum.
Cebimde gelişmiş bir ülkenin pasaportunu,
saygın bir üniversitenin diplomasını,
mezarda bile geçeceğine
inandığım yeşil dolarları taşıyordum.
Bu gezegenin şüphesiz en medeni
üyesiydim ve onlara olağanüstü bir
vizyon sunabilirdim.
Bizi karşılayan kadınlar, gökkuşağını
kıskandıran renklerde kıyafetler giymişlerdi.
Her yerlerine taktıkları boncuklu
takılarla, pürneşe şarkılar söyleyip
dans ediyorlardı.
Bu kadar eksiltilmiş bir kıtada, bu
muhteşem neşeyi beklemiyordum.
Uzun süre yüzlerine baktım. Bir umutsuzluk,
tükenmişlik, çaresizlik belirtisi
aradım. Bize bakarken yüzlerinde
hayranlık, şaşkınlık görmek ve böylece
Batılı olmanın, beyaz olmanın haklı
gururunu yaşamak istiyordum.
Dünyanın gözüne sokamadıkları
varlıklarını renklere, sağır kulaklara
duyuramadıkları çığlıklarını, şarkılara
dökmüşlerdi.
Güneşin insanlarla böyle sarmaş dolaş
olduğu, ışıklarını çocukların gözlerinde
parlattığı başka bir yer görmemiştim.
Kara kıtanın renkli insanları,
beni ağır bir yenilgiye uğratmışlardı.
Elimdekileri utanarak yere bıraktım.
Aylar sonra Afrika’dan dönerken valizimde;
sıcacık renklerle oluşmuş bir
neşeyi ve azala azala büyümüş muhteşem
bir görkemi de yanımda taşıyordum.
HATİCE ŞAHİN
Afrika Hikayeleri 31
Zebra sürüsü, kilometrelerce yürüdükten
sonra nihayet su birikintisine varabildi.
Erkek zebra artık planını hayata
geçirebilirdi. Yavru zebrayı bacağından
tuttuğu gibi suyun kenarına getirdi.
Defalarca ve büyük bir öfkeyle yavruyu
suya daldırıp çıkardı. Bir an önce
ölmesi için elinden geleni yapıyor, en
ufak bir merhamet duygusu hissetmiyordu.
Gururu incinmişti, kendini
aşağılanmış hissediyordu. Sürünün
yetişkin zebraları bunun ne anlama
geldiğini çok iyi biliyordu. Gerekenin
yapılıyor olmasından memnunlardı.
Dişi zebra dehşetle olup biteni izlemeye
başladı. Yavru zebralar her şeyden
habersiz aralarında oynaşıyordu.
Güneş tam tepedeydi. Bir süre sonra
kurtulmaya çalışmaktan vazgeçti yavru.
Artık cansızdı. Erkek zebra, biraz
sakinleşip yavruyu ileriye fırlattı. Yavrunun
babası olmadığına emindi. İçgüdülerine
güveniyordu. Dişi zebraya
bakmadı. Baksa belki onu da öldürecekti.
Dişi zebra boynunu büküp günahını
kabul etti.
Cezasını kestiremiyor, yavrusunun
acısına bir de kendi can korkusunu
ekleyerek bekliyordu. Bir daha günah
işlemeyeceğine yeminler etti içinden.
Sürü su içmek için kıyıya iyice yaklaştı.
Dişi zebra bir yavrusuna bir suya
bakıyordu. Ölmüş yavrunun başında
akbabalar dolaşmaya başladı.
GÜLHAN TÜRKALP
32
Afrika Hikayeleri
NADİDE BİR OKULUZ
Okullarımızda Waldorf, Reggio Emilia,
Montessöri yöntemlerinin harmanlanmasından
oluşan yöntemler
uygulanmakta. Seçilen mobiliya ve
materyallerin doğal malzemelerden,
sağlam ve sade olmasına dikkat edilir.
Sınıflarımızda farklı yaş gruplarından
çocuklar bir arada eğitim ve öğrenim
görür. Böylece çocukların farklı
gözlem ve tecrübelerle eğitim görmelerini
sağlarız. Akıllı tahta da dahil
teknolojik hiçbir unsur sınıflarımızda
yer almaz. Sınıflarda havalandırma
sistemi mevcuttur. Çocukların doğa
ile özellikle de toprak ve çamurla sık
sık temas halinde olmalarına önem
veririz. Bu anlamda eğitime yeni bir
açılım kazandırmış nadide bir okuluz.
• Beyefendi her şey iyi hoş da
ücret biraz yüksek değil mi?
• Efendim taksit seçeneğimiz
var isterseniz. O şekilde ödeme
yapabilirsiniz…
Kayıt için gittiğim okuldan, sırf çocuğum
dünyanın en fakir yerlerindeki
çocuklar gibi eğitim alabilsin, gözleri
onlar kadar ışıldasın diye biriktirdiğim
paranın tamamını sarfetmiş olmanın
mutluluğuyla ayrıldım.
VİLDAN KINALI
33
KARA KITADAN
MEKTUP VAR
U
ganda’da yardım faaliyetleri
gerçekleştiren Mehmet Polater
yazdığı mektupla orada yaşadıklarını
Seyyahname okurlarına
anlattı.
Ramazan ayına az bi süre kalmış;
hazırlıklarımızı yapıyoruz...
Ortalama 20 mescitte iftar vereceğiz.
Hayır sahiplerine haber veriyoruz.
Bu mescid, Ayhan Ağabey’in,
diğer mescid Sema Hanım’ın, diğer
mescid Tuana kardeşimiz’in derken
20’ye yakın mescidin imamlarıyla
son hazırlıkları yapıyoruz.
Geçen yıl kullandığımız mutfağı
derleyip toparladık.
Bu mutfaktan günlük 15 bin kişilik
iftar çıkacak.
Birden telefonlar çalmaya başladı.
Herkes diyor ki -”ülkeler uçuşlarını
kapatıyorlar siz de vatanınıza
dönün!”
Kızım, Hanımım telefon açıyor; -
”artık gelmeni istiyorum” diyor.
Ama sonra -“orada senden bin-
lerce insan iftar bekliyor. Rabbim
bir kapı açar”deyince tamam de-
dim, duayı da, izni de almış olduk.
Ramazan için malzeme alırken
Ugandalı esnaf dedi ki
-”Almakta gecikme! Bu virüs
meselesi çok yayılacak ve malzemelere
zam gelecek.”Aldım
malzemeyi çıktım.
Kendi kendime “küreselleşmeyi bu
kadar derin hissetmemiştim
34
Kara Kıtadan Mektup Var
Uganda’da bir küçük esnaf bunu
hesap ediyorsa artık dünya bir köy
haline hakikaten gelmiştir” dedim.
Vakit geçtikçe ülkede kısıtlamalar
başladı. Sokağa çıkma yasağı,
toplu ve şahsi ulaşım yasaklandi.
Tüm ibadethaneler kapatıldı. Toplantılar
yasaklandı. Tüm ülkelere girişler
yasaklandı.
“Burada bu Ramazan hazırlığı
için Türkiye’den 5 kişiyiz. Ne yapacağız,
nasıl bu durumda ümmetin
iftar sofralarına ulaşacağız?”endişesi
kapladı içimizi.
Ulaşım yasaklanınca hareket edemiyorsunuz.
Köylerden ve mescidlerden
haberler geliyor. Sadece
bir muzla veya sadece bir mango
ile sahur ve iftarlar yapılıyor.
Bazı köylerden haber geliyor -”bizler
yeni müslümanız bize sahip
çıkın!” Şu sorudaki asalete bakar
mısınız lütfen: “Nasıl oruç ibadeti
yapacağımızı öğrendik ama yiyecek
bir şeyimiz yok! Acaba bu
oruç ibadetine zarar verir mi?”
Burada bizim bir iletişim kaynağımız
da muhtarlardır. Muhtarlardan
haberler geliyor: “halk kapımızda
yatıyor bir yardım yok mu?” diye.
Evet, küreselleşme dünyayı bir köy
haline getirdi ama bu köyde neden-
Kara Kıtadan Mektup Var 35
se mazlumların sesini duymuyorlar.
5 kişilik ekip bu haberleri aldıkça
kalbimizin süveydasındaki suları
galeyana getiriyor. Zar zor kamyona
bir şeyler doldurup valiliklerden
yalvar yakar izin alıyor ve köylere
erzak dağıtmaya başlıyoruz.
O kadınların, çocukların sevinçleri
görmek o kadar uzun yolculuğun
zorluğunu, nefes borusunun bile
tozlu olduğunu hissetme duygusunun
önüne geçiyor.
Herkes bizleri vesile ederek
hayır sahiplerine dualar ediyor.
O yeni Müslüman olan köylülerin
endişesi de böylece giderildi. Muzla
mango ile iftar sahur yapanlar
da, kapılarda yatanlar da onlardan
fiziki olarak belki binlerce kilometre
uzakta olan Türkiye’ye ümmet
şuurunun emperyalist engelleri biiznillah
kaldırıp vefanın bayrağını
diktiği için teşekkür üstüne teşekkür,
dua üstüne dua ediyorlar. Ümmet
olarak yalnız değiliz diyorlar.
Ve bu ekibimizle burda kalmamızın
sebebini bu şekilde öğrendik. Elhamdülillah!
Kurban bayramında da sayısız
olay yaşadık. Belki başka bir mektupta
onu da anlatmak nasip olur.
Rabbim yar ve yardımcımız olsun.
Vatana, sevdiklerimize hasreti, Ayasofya’da
ilk namaza hasreti düğüm
düğüm boğazımızda hissederek,
kader-i ilahi bizi burada vazifelendirdiği
için de ferah bularak faaliyetlerimize
durmadan devam ediyoruz.
Vatan’dan 7000 km uzakta
Afrika’nın ücra bir kosesinde Dua
bekleyen Mehmet POLATER
MEHMET POLATER
Afrika’nın Gülen Yüzü 37
38
Afrika’nın Gülen Yüzü
Afrika’nın Gülen Yüzü 39
40
Afrika’nın Gülen Yüzü
Afrika’nın Gülen Yüzü 41
SÖYLEŞİ
Türkiye’den binlerce kilometre
uzakta Afrika’da
açlık, susuzluk, yoklukla hayatlarını
sürdürmeye çalışan
insanlara yardım etmek için
tarihe altın harflerle yazılacak
bir çalışma yürütülüyor.
Türkiye ve dünyanın farklı
yerlerinden yardım dernekleri
insani drama “dur” diyebilmek
için var güçleriyle
çalışıyorlar.
Mesafelerin bu denli uzak,
imkanların bu kadar kısıtlı
oluşu yerel derneklerle çalışma
zorunluluğunu ortaya
çıkarıyor.
Burada da yerel derneklerin
güvenilirliği ve organizasyon
becerisi ön plana çıkıyor.
Uganda’da faaliyet gösteren
“DAWA” adlı yardım
grubunun neler yaptığını
grubun lideri ve aynı zamanda
kendisi de bir imam
olan Remazan Nasur ile
konuştuk. Ortaya keyifli ve
bir o kadar da bilgilendirici
bir röportaj çıktı.
AFRİKA
MÜSLÜMANLARININ
‘‘DAVA’’SI
• Grubunuzu nasıl ve
neden oluşturdunuz?
Bismillahirrahmanirrahim. Uganda’da
birçok kırsal bölge mevcut.
Buradaki sınırlı sayıdaki mescitin
yükü Teso alt bölgesinde tek
kentsel camiye yüklenmekte. Burada
kastettiğimiz şey, insanların
dini, yaşamsal ve daha birçok ihtiyacı
var. Bunu karşılamaları ise
imkansız. O yüzden bizlere ihtiyaçlarını
ilettiklerinde kendilerine
daha faydalı olabilmek için kurduk
grubumuzu. Bu grubu, dünyadaki
Müslüman kardeşlerimizden,
Uganda’daki köylerde İslam’ı yükseltmek
ve yaymak için destek
almak üzere kurduk.
• İsmi ne manaya geliyor?
Amacımız dünyadaki her bir insanın
kendi dünyasından sıyrılıp
bizim yaşadığımız ülkelerdeki gibi
hatta daha yoksul ülkelerdeki gibi
yaşamları öğrenmeleri, o yaşamlara
dokunabilmeleri. Grubumuzun
adı da; her bir insanın İslam’ın
mesajını alması ve tek gerçek dini
takip etmesi için İslam bilgisini bir
yerden bir yere genişletmek anlamına
gelir.
Afrika Müslümanlarının ‘‘Dava’’ sı 43
• Kaç kişilik bir ekipsiniz?
Çalışma arkadaşlarınızın
çoğunluğu neden imamlardan
oluşuyor?
Toplamda 55 kişilik çekirdek bir
kadromuz var. İmamlar ilk elden bilgi
alan liderler oldukları için bizlerin
doğal ve samimi çalışma arkadaşlarımız.
Bizler gelen yardımları ihtiyacı
olanlara dağıtırken, o yardımın doğru
ellere ulaşması için mücadele vermekteyiz.
İmamlar sürekli yoksul insanların
dertleriyle meşguller. Kimin
gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu
çok iyi biliyorlar. Ayrıca İslam dinini
merak edenlere de kolayca ulaşabildiklerinden,
o alanda çalışmalar
yapmamıza da katkı sağlıyorlar. Durum
böyle olunca biz bir imamın en
az 300 gönüllüden daha fazla katkı
sağladığına şahit oluyoruz. Bir yandan
dini faaliyetlerine devam ederken,
diğer yandan Müslüman kardeşlerimiz
başta olmak üzere, bölge
insanının ihtiyaçlarını da karşılıyorlar.
Ancak onların da bazı ihtiyaçları var.
Ülkemize gelen yardımlar kısıtlı. Gönüllülük
esasına göre çalışan imam
arkadaşlarımızın gıda, barınma, gibi
temel ihtiyaçlarını karşılamada bile
güçlük çekmekteyiz. Buna rağmen
herkes İslam’a hizmet etme şuuruyla
hareket ettiğinden, bu bizler için büyük
bir sorun teşkil etmiyor.
• Uganda’da İslamı yaşama
konusunda zorluklar
çekiyor musunuz? Diğer
dinlerle kıyasladığınızda
Müslümanlar nasıl bir
hayat yaşıyor?
Karşılaştığımız en büyük zorluk
dünya çapındaki İslam
imajı. Bizler kıt kanaat imkanlarla
insanlara faydalı
olmayı bu sayede dinimizi
de Gayrimüslimlere tanıtmayı
amaçlıyoruz. O
sırada karşımıza sürekli Müslümanların
terörist olduğunu tekrarlayan
din düşmanları çıkıyor. Bu noktada
kendimizi anlattığımızda insanları
ikna edebiliyoruz, ama herkesin fikrini
etkileme gücüne de sahip değiliz.
Afrika gibi coğrafyalarda dünya Müslümanları
hakkında çok olumsuz yorumlar
yapan binlerce kişi dolaşıyor.
Sahada bu tiplerle karşılaştığımızda,
nadir olsa da gerçek dini anlattığımızda
belli klişelerle bizi lekelemekten
başka birşey yapamıyorlar. Ancak
çalışmalarımızın zaman zaman bu
bahanelerle tehlikeye atılması bizim
için asıl büyük sorun.
• Kaç senedir çalışmalarınızı
sürdürüyorsunuz?
Bu grubu kurmamızın üzerinden dokuz
yıl geçti. Ilk yılları gerçekten zor
oldu. Şimdilerde geri baktığımızda
gelen yardımların dağıtımı konusunda
ne kadar uzun bir yol katettiğimizi farkediyoruz.
Bu bizi çok mutlu ediyor.
• Şimdiye kadar kaç kişinin
Müslüman olmasına
vesile oldunuz? Çalışmalarınızın
İslam’a ve Müslümanlara
en çok hangi
noktada faydalı olduğunu
düşünürsünüz? Nasıl
hazırlık yapıyorsunuz?
Nasıl çalışıyorsunuz anlatır
mısınız?
Elhamdülillah şimdiye kadar
2000’den fazla kişinin İslam’la şereflenmesine
vesile olduk. Hepsini kayıt
altına aldık. Biz sadece yardım faaliyetleri
yapan bir oluşum değiliz. Farklı
alanlarda çalışıyoruz.
Yaptığımız çalışmalardan bahsedecek
olursak;
- Gayrimüslimlerin, İslam’ı gerçek ilahi
ve barışçı bir din olarak anlamalarını
sağlamaya çalışıyoruz. Bıkmadan
usanmadan onlara İslam’ı anlatmaya
çabalıyoruz.
- Evleri, işyerlerini, köyleri, medyayı
vb. ziyaret ediyoruz.
- İslam’ı, onun iyi ahlakını göstermesi
için Hıristiyanlığa kıyasla öğretiyoruz.
Misyonerlerin yoğun baskısı altında
zihinleri karışmış insanlara rehberlik
ediyoruz. Onlara doğru yolu göstermeye
çalışıyoruz.
• Misyonerlerin yoğun
propagandasına maruz
kalan Hristiyanlar sizi
nasıl karşılıyorlar ve çalışmanızı
nasıl sürdürüyorsunuz?
Uganda’da Hristiyan, Yahudi ve
Müslümanlar aralarında bir sorun çıkmadan
barış içinde yaşamakta. Ancak
son zamanlarda hemen hemen
her köyde rastladığımız misyonerler,
halk tarafından emperyalist devletlerin
emellerini gerçekleştirmede dini
bir araç olarak kullanmakla suçlanıyorlar.
İnsanlar eskisi gibi her anlatılana
inanmaktan uzak. Kendi kararını
kendisi vermek istiyor. Mensubu olduğu
dinin hamisi olan Batılı devletlerin
çıkarlarına hizmet etmek kimsenin
işine gelmiyor artık. Bizler ise İslam’ın
güzelliğini, hak din olduğunu anlattıkça
ilgileri artıyor. Şu anda maddi
anlamda diğer dinlerin misyonerlerin
gücüne yaklaşamasak da manevi
anlamda onların çok önünde olduğumuzu
söyleyebilirim. Insanların fikri
de bu yönde. Çoğu, kendilerine dikte
edilmiş varsayımsal ideolojiler nedeniyle
İslam’ı okuma ve anlama şansı
bulamamışlar, bu yüzden onlara gerçeği
verdiğimiz için için bizi saygıyla
karşılıyorlar.
• Kurban Bayramları sizin
için ne anlama geliyor?
Bayramla ilgili ne
çalışmalar yapıyorsunuz?
44
Afrika Müslümanlarının ‘‘Dava’’ sı
Buradaki çalışmalarımız muhtaç kişilere
maddi yardımdan öte zihinsel
güç veriyor. Yoksulluk nedeniyle insanların
büyük çoğunluğu hac ibadetini
gerçekleştiremese de bu vesileyle
kurbanları ulaştırdığımız Müslümanlar
İslam’ın beşinci şartı kısmen yerine
getirme coşkusuna kavuşuyorlar.
• Dawa ekibi olarak çalışmalarınızı
yaparken
yaşadığınız ilginç hikayelerden
örnekler verir
misiniz?
Anlatacak binlerce örnek var. Ama
daha genel olan bir şeyi paylaşmak
istiyorum. Bazı köylerde yaşayan insanların,
İslam’ı sadece bizlerin iyi
karakterlerimizi algılayarak kabul etmeleri
ilginç. Altını çizmek gerekir ki
bu harika bir şey değil. Çünkü bizler
her yönüyle mükemmel insanlar değiliz.
Ve her müslüman aynı bilinçle
hareket etmiyor. İnsanlar bir gülümsemeye,
bir dokunuşa, bir güzel hoş
sohbete önem veriyor. İslam dinini de
bu yüzden tercih ediyorlar.
• Uganda halkı için Türkiye’deki
Türkler olarak
sizlere nasıl yardımcı
olabiliriz? Türkiye’yi ne
kadar tanıyorsunuz?
Uganda halkı olarak öncelikli
olarak bizlerden
beklediğiniz nedir?
Bizler Afrika’nın en avantajlı halkı
olmamıza rağmen dünyanın geri
kalanıyla kıyaslandığında yokluk,
yoksulluk ve türlü belalarla uğraşıyoruz.
Su kaynaklarımız kısıtlı, tarım noktasında
bir bilinç yok.
Kaynaklarımızın sınırlı olduğu
alanlarda desteğinize büyük ihtiyaç
duyuyoruz.
- Türkiye, Afrika’daki çoğu Müslüman
halka yardım eden, tümü
Müslümanlardan oluşan bir İslam
ülkesidir.
- Ugandalılar olarak, herkesin
İslam’ı öğrenmesini kolaylaştıracak
çalışmalar bekliyoruz. Bu,
bazen bir gıda yardımı, bazen bir
Kur’an-ı Kerim, bazense burada
düzenlenen bir etkinlik olabiliyor.
Uganda, Afrika’da İslam’ın yayılmasında
kilit rol oynayabilir.
- Ziyaretlerinizin ülkemizde karşılığının
çok olumlu olduğunu
da belirtmeliyim. Bu ziyaretler
sayesinde yıllarca halkımıza
zulmetmiş beyaz
adamın Müslüman olunca
nasıl şefkat timsali, nasıl
yardımsever birine dönüştüğünü
de görerek,
toplumumuzda İslam’ın
algılanmasını bekliyoruz.
• Sizin çalışmalarınız
açısından,köyler
ve şehirler kıyas edilirse,
ne gibi avantajlar,
dezavantajlar bulunmaktadır?
Şehirlerde insanlar işkolik oldukları
için, işleri zamanlarının çoğunu
tüketmektedir. Köylerdeki insanlar
gibi dini meseleleri dinlemeye
vakitleri yoktur. Ayrıca medyanın
İslam hakkındaki olumsuz propagandasına
maruz kalmaktadırlar.
Diğer yandan ulaşım yetersizlikleri
sebebiyle köydeki insanlara
ulaşmamız zor almaktadır.
• Dawa grubunun amacı,
hedefi nedir?
Dawa grubunun amacı İslam’ı
savunmasız nüfusa yaymaktır.
Bizler yoksul, umutsuz bezgin bir
topluluğa İslam’ı anlatmaya çalışıyoruz.
Yıllarca emperyalist zulmün
inim inim inlettiği bu coğrafyada
çıkarları gereği insanların dinleriyle
uğraşan bazılarının oyununu
ancak böyle bozabiliriz. Biz her
köye, her kırsal alana ulaşmaya
çalışıyoruz. Ülkemizde ayak basmadık
yer bırakmak istemiyoruz.
Bu noktada İslam ülkelerinin de
yardımına ihtiyacımız var.
• Türkiye halkına söylemek
istediğiniz sözler
nelerdir?
Ülkemizde, çoğunlukla Teso
bölgesinde İslam’ın yaygınlaşması
yolunda yaptığınız şeyler için
çok teşekkür ediyoruz,
Camiler ve sondaj merkezleri,
yetimhaneler inşa ettiniz, muhtaç
kişilere yiyecek veriyorsunuz,
Kurban bayramı sırasında yardım
ediyorsunuz ve çok daha fazlası.
Yüce Allah sizi bolca ödüllendirsin,
size dünyada ve ahirette ecri
versin.
43
UGANDA’DA
KEÇİ DAĞITIMI
N
“ Köprüde karşılaşmış iki inatçı
keçi/ Ha ha hay ha ha hay / Hep
huysuzluk inatçılık bu keçilerin
suçu /Ha ha hay ha ha hay /Büyük
keçi demiş : -Yol ver önce ben
geçeceğim/ Küçük keçi demiş:
-Verirsem öleceğim/ Ha ha hay ha
ha hay…
Şarkının sonunu sanırım hepimiz
biliyoruz. Keçiler suya düşüp
boğuluyorlar. Şarkının ana fikri: “Oh
olmuş, inatçı ve huysuz olanın hak
ettiği budur. Ha ha hay ha ha hay”
sanırım.
e fena değil mi? Aslında, Batı’dan
kucak kucak aldığımız masalları,
çocuk şarkılarını incelersek rahat
uyku uyuyamayız. Ağustos böceğinin
donarak ölmesini seyreden psikopat
karıncayı, sürekli bir cadı tarafından
kazanda pişirileceğini düşünen Hansel
ve Gratel’i, kurdun karnı deşilerek
dışarıya çıkarılan Kırmızı Başlıklı Kızı
çocuklarımıza anlattığımıza ben hala
inanamıyorum.
Neyse biz şarkıdaki fena keçilere
tekrar dönelim. Keçilerle alakalı fena
düşüncemi destekleyen şeylerden
biri de ilkokulda öğrendiğim bilgiler
olmuştu. “Keçi ormanın düşmanıdır,
bitki örtüsünü tahrip eder.” cümlesini
Hayat Bilgisi kitabımda okuyunca
kaşlarımı çatmıştım. Zavallı keçicik bu
fotoğrafı çekilirken her gün binlerce
okulda, on binlerce öğrencinin kendisine
kaşlarını çatarak düşman gibi
bakacağını nereden bilebilirdi ki? Fakat
kapkara önlükleri içinde, çantaları
yanlarındaki beslenmeleri yüzünden
peynir ekmek kokan öğrenci ordusu
ona topluca kızıyordu işte. Bu öğrencilerin
hiç görmediği ormanları hupur
hupur yiyordu bu hayvan çünkü.
Ona kaş çatan çocuklar yıllar sonra
keçinin altın değerinde olduğunu şaşkınlıkla
öğreneceklerdi gerçi. Çünkü
46
Uganda’da Keçi Dağıtımı
bilim adamları ellerini şakaklarına dayayıp
keçilerin ormanlara bıraktıkları
gübrenin faydalı olduğunu, yedikleri
otlar sayesinde makilik alanlarda
koridor açarak yangın şeritleri oluşturduğunu
ilan edeceklerdi. Sütünün
anne sütüne çok yakın olduğunu söyleyeceklerdi.
Sarp yerleri sevip hiçbir
hayvanın ulaşamadığı yüksekliklerde
karınlarını doyurdukları için etinin
dertlere deva olduğunu makalelerinde
yazacaklardı.
Bu bilim adamları beyaz önlüklerinin
kopmuş düğme yerleriyle oynarken
diyeceklerdi ki: “İklim sebebiyle tarım
yapılamayan yerlerde, mesela Afrika’da
ailelere birkaç keçi bağışlanırsa
şayet, çok doğru bir iş yapılmış olur.
Keçi şartlar nasıl olursa olsun “Yaşayacağım
ben arkadaş” deyip tepelerdeki
otlarla beslenir. Koyun gibi “Hani
otum hani suyum” demez, zamanla
da çoğalır. Biz de insanlara balık hediye
etmek yerine balık tutmasını öğretmiş
oluruz”
İşte Keşkül Derneğiyle Uganda’ya
geldiğimde elimizde bu keçiler vardı.
Ailelere onları dağıtırken, görevlilerden
biri burada yabancıların uyguladıkları
bir uygulamadan bahsetti.
Misyonerler de keçi dağıtımında bulunuyormuş.
Fakat onlar verdikleri
bir dişi ve erkek keçiyi bir sene sonra
geri alıyorlarmış. O esnada sen
hayvanı çoğaltacaksın yani. Bana bu
başta çok mantıklı geldi. Hızlıca siyah
önlüklü halime geri döndüm, ders kitaplarında
öğretilenlerle hesap kitap
yapan o çocuk karşıma geçti dedi ki:
“Çok doğru yapılıyor, bu şekilde üretim
de devam eder”. Ben böyle bilmiş
bilmiş dolaşırken Keşkül Derneği’nin
kurucusu Sema şöyle dedi: “Bu keçiler
insanların zekât ve hayır paralarıyla
alınıyor, zekât olarak verdiğin
bir şeyi Müslümanlara nasıl
kullanacağını söyleyemezsin, ister
üretir ister keser yer. O kısmı bizi
ilgilendirmez, biz hediyemizi şartla
veremeyiz”. Suratım asıldı. Gidip pek
çok Ugandalı’nın yaptığı gibi toprağa
bağdaş kurup oturdum. Az ötemde
keçiler sahiplerine veriliyor, tavuklar
dağıtılıyor, kıyafetler çocuklara giydiriliyordu.
Basından gelen arkadaşlar
fotoğraflar çekiyor, sıcak yüzünden
iki de bir alınlarını siliyorlardı.
Ben böyle oturup insanların çalışmasını
seyrederken bir hayal geldi ve
gözlerimin önüne oturdu. Altı ay sonrasını
görüyordum. Biz bu ülkeden
çoktan dönmüş, Türkiye’ye varmıştık,
ailemizin yanındaydık. Burada ise
Uganda’da Keçi Dağıtımı 47
ani yağmurlar başlamış, ekinler zayi
olmuştu. Erkekler aralarında yüksek
sesle tartışıyordu. Çocuklardan kimisi
hastaydı, bitkisel yollarla tedaviye
uğraşan yaşlı kadınlar ocakta tuhaf
kokulu otları kaynatmaya çalışıyordu.
Bizim getirdiğimiz keçileri gördüm.
Bir adam besmeleyle kesiyordu
onları. Öylesine, canları istediği için
kesilmiyordu keçiler. Köyde gerçekten
yiyecek bir şey yoktu. Avrupalıların
yardım yaparken koştukları şart
kendilerine göreydi. “Bir sene sonra
hayvanını alırım ne yap et sağlıklı yaşat
onları, üret, aç kalsan da kesme,
ekinlerin zayi olsa da kesme,” diyen
sesin yanında, “Senindir” diyen bizim
sesimiz, Müslümanların sesi vardı.
dım ettim. Sağa solan zıplayan keçileri
çocuklar kovalıyordu. Yüzlerinde
kocaman bir gülümseme vardı artık.
Köylüler de gülümsüyordu, Afrika insanının
gülümsemesi bitmiyor zaten.
Bizim her şeyi hesap eden, gelecek
endişesiyle buruşan yüzümün aksine
bu insanlar da masum bir neşe var.
Okul sıralarında büyüyüp her şeyi ölçüp
biçmedikleri, parmaklarını sallamadıkları
için böyleler galiba.
Gittiğimiz her köyde Keşkül Derneği’nin
açtığı su kuyusu burada da
açıldı tabii. Dualar edildi. Sonra da
kuyudan gelen suyla çocuklar bağıra
çağıra oynamaya başladı. İçimden
mırıldanıyordum onları seyrederken
ben de.
“Afrika’da karşılaşmış keçiler
ve çocuklar/ Ha ha
hay ha ha hay / Hep tatlılık
hep güzellik buradaki yaşam/Ha
ha hay ha ha hay /
Çocuklar demiş ki: Yaşasın
taze süt içip peynir yiyeceğiz/
Keçi demiş ki: -Burada
yaşamaktan çok mutluyum/
Ha ha hay ha ha hay…’’
AYŞE SEVİM
Ayağa kalktım ve dağıtımlara yar-
İSİMSİZ KAHRAMANLARIN
MORO’YA UZANAN ELLERİ
F
ilipinler’e gelmemiz kadar, buralarda
kalmak fikrini, hayatımıza
yön veren manevi değerler ve bakış
açısının bize verdiği ilham sağladı…
Bu hislerle kendimizi bu uzak diyarlarda
bulduk diyebilirim.
İnsan sadece bedeninden müteşekkil
bir varlık olmadığından, kendisinde
mevcut olan haz ve mutluluk odaklı
hislerinin arkasından bir ömür koşması
da; maddi, kısa, ani ve geçici zevkler
üzerine bir hayat inşa etmesi de
beni tatmin etmeye yetmiyordu. İnsanın
değer ve kıymeti, hedef ve gayesine
göre bilinir ve ölçülür. Bu yüzden
bencilce ve ego tatmini için bir hayat
kurup yaşamaktansa, hayat yolculuğuma
başka insanların mutlu olduğunu
görerek, gülümsemelerine ve
dualarına vesile olarak, yalnızlıklarına
ortak olarak, sorunlara karşı çözüm
bulabilmeye çalışarak ve hayatlarına
kolaylıkla devam etmelerini sağlamaya
çalışarak yaşamayı tercih etmem
ve belki de bu yolda bulduğum huzur
ve sükunet buralarda kalmama sebep
oldu.
Maddiyat asrının fırtınaları içerisinde
kaybolan manevi hisler, günlük hayatın
geçim meşgalesi ve koşuşturmaları
içinde unuttuğumuz ve bizi hakiki
insan yapan erdemler, iyi ve güzel
huylar, niyetler ve bunları hatırlatacak,
canlı ve diri tutacak birilerinin varlığına
olan ihtiyacı hissetmemizdendi belki
de, insani yardım gönüllüsü olarak bu
uzak diyarlarda kalmamızın sebebi…
Asil ve necip milletimiz, a’li seciyyeleri
doğrultusunda, vicdanı tefessüh
etmemiş olan dünyanın neresinde
olursa olsun mazlumun çığlıklarına
yetişmeye çalışmakta, bizzat gidemese
de yüreğinde hissetmektedir.
‘Seyyah’ bu yolculuğa çıkan milyonlarla
var olur. Bu onun ümitlerini hep
diri tutar. Bizim de, sonunda hep iyiliğin
kazanacağından hiç şüphemiz
olmadı.
Filipinler’de bir Türk olarak karşılaşabileceğiniz
zorluklardan bir tanesi
herhalde Asya mutfağının Anadolu
mutfağından farklı olmasıdır. Asyalılar
sabah kahvaltısında haşlanmış pirinç
ve balık çok tüketirler. Yemek kültürlerinin
farklı oluşu, Filipinler’e çeşitli
vesilelerle Türkiye’den ziyarete gelenlerin
uzun süre kalamayışlarına bir
sebep teşkil etmistir.
Asya toplumlarının genelinde gözlemleyebileceğiniz
sabırlı olmak, sakinlik,
kibar ve güleryüzlülük, neşeli hal ve
tavırlar Filipinliler’de de görülmektedir.
Nüfus yoğunluğunun fazla olması
sebebiyle ülkede ulaşım ve alışveriş
merkezlerindeki aşırı yoğunluk
zamanlarında sabırlı ve sakin halleri
saygı ve nezaket içerisindeki hal ve
tavırları, dikkate değer yönlerinden
bazılarıdır. BAMBU bitkisinden yapmış
oldukları tek odalı küçük evlerinde
çok sayıda aile ferdiyle birlikte kalmaya
çalışan Filipinliler, simalarında
yine de gülümsemeyi eksik etmiyorlar.
Türkiye’den gelen misafirlerin bu
küçük kuş yuvası gibi evleri görünce,
evi ve eşyalarını sürekli değiştirmek
isteyen eşlerinin de gelip görmelerini
istemeleri zihinlerimizde kalmış. Sahip
olduğumuz şeylerin şükrünü eda
etmek ve kıymetini bilmek için küçük
bir hatıra olarak bunu sizlerle paylaşmak
istedim…
İsimsiz Kahramanların Moro’ya Uzaman Elleri
49
İsimsiz Kahramanların
Moro’ya Uzanan Elleri
Artık kara yolculuğumuz başlamıştı...
Bizim araçta “SEYYAH SEMA”
mahlasıyla tanıdığımız Sema abla ve
kıymetli eşi Ayhan abiyle yolculuğumuz
esnasında, gerek şahsımızı daha
iyi tanıtmakla ilgileniyor, gerekse
Moro’daki Müslümanların durumları,
problemleri, savaş mağdurları ve yetimler
gibi mevzulardan bahsediyorduk.
Ve o mağdur insanlar için ‘neler
yapabiliriz’in mesuliyetini yüreğinde
hisseden, kalbi kocaman ve güzel bu
iki hayır yolcusuyla yollarımız o gün
Filipinler’de Morolu Müslümanlar’ın
yaşadığı topraklarda buluşmuştu.
Misafirlerimizin samimi ve mütevazı
tavırları sıcak ve hoş sohbetleri eşliğinde
kamplara ulaşmıştık.
Misafirlerimiz Türkiye’den ve İsviçre’den
gönüllülerin kendilerine emanet
ettikleri zekât, sadaka, fitre ve
hazırladığımız gıda paketlerini muhtaç
Morolu ailelere ve yetimlere, onların
ihtiyaçlarını, hayat yüklerini ve problemlerini
bir nebze de olsa hafifletmek
amacıyla teslim ettiler.
Hatıra fotoğrafları eşliğinde, kamptaki
yetimlerin başı okşandı, onlara
oyuncaklar, balonlar, hediyeler verildi…
Kahkahaları semada yankı bulan,
gözlerinin içi gülen yetimlerimizle
unutamayacağımız bir gün yaşamıştık.
İnsani yardım gönüllüleri misafirlerimiz
çadırlara uğrayarak, Morolu
Müslümanlar’ın, hem Ramazan aylarını
tebrik ediyor, hem de kendilerine
emanet edilen zekat ve fitrelerı dağıtıyorlardı.
Bu manzaralara şahitlik eden Morolu
yaşlı insanlar, kendilerine uzanan
bu yardım eli karşısında teşekkür
ediyorlar ve bizlere “Siz kimlersiniz?,
Nerelerden geliyorsunuz?” diye sualler
yöneltiyorlar... Biz de şöyle cevap
veriyoruz: “Bunlar Osmanlı’nın torunları…
Türkiye’den geliyorlar. Başınıza
gelen musibeti işitmişler... Bu insanlar
sizleri bu Ramazan ayında yalnız bırakmamak
için binlerce kilometre öteden
rahat yataklarını, evlerini, çocuklarını
geride bırakıp yola revan olmuş
‘hayır seyyah’larıdır”.
Arkamızdan duaya kalkan eller ve
araçların arkasından el sallayarak koşan
çocuklar eşliğinde, kamplardaki
Morolular bizleri yolcu etmişlerdi. Bizler
de birkaç gün sonra misafirlerimizi
karşıladığımız havaalanına, tekrar,
bu sefer onları Türkiye’ye uğurlamak
amacıyla gelmiştik. Artık ayrılık vakti
gelmişti. Kucaklaşmalar ve helalleşmeler
sonrası, onlar başka ufuklara
hayır ve iyilik adına güzellikler götürmek
için ayrılmışlardı.
Aradan uzun bir vakit geçmemişti
ki, Seyyah Organizasyon ve Keşkül
Uluslararası Yardım Derneği insani
yardım gönüllüsü arkadaşlar, Moro
kamplarındaki yetim ve maddi imkanlardan
yoksun ailelerin çocuklarının
eğitimlerine destek sağlamak amacıyla
bizimle irtibata geçmişlerdi. On-
50
İsimsiz Kahramanların Moro’ya Uzaman Elleri
ları unutmamaları bizleri sevindirmisti.
Çünkü iç savaştan dolayı evlerini,
işlerini kaybetmiş aileler, çocuklarının
eğitimini karşılayamıyordu. Dolayısıyla,
yüzlerce çocuğun eğitimden
mahrum kalacakları bir zamanda yardımlarına,
Türkiye ve İsviçre’deki hayırseverler
koşmuşlardı…
O hayırseverler ki, alınan okul çantası,
kırtasiye malzemeleri, okul elbiseleri
ve ayakkabılarla yüzlerce yetimin
ve maddi imkanlardan yoksun çocuğun
tekrar okula başlamasına vesile
oldular.
İsimsiz kahramanların Keşkül Derneği
vesilesiyle çocukların gelecekleriyle
alakalı böyle ehemmiyetli bir
vazifede bulunmalarının, umutların
tekrar yeşermesine vesile olduğunu
belirtmek istiyorum.
Ayrıca kamplardaki beslenme yetersizliklerinden
kaynaklanan hastalıkların
önünü almak için dağıtılan
sıcak yemek yardımlarının, kesilen
adak kurbanlarının, dağıtılan etlerin
hayatlar kurtardığını belirtmek istiyorum.
STK’ların ve onlara destek veren
hayırseverlerin ne kadar önemli işlere
beraber imza attıklarını bölgede bizzat
müşahede etmekteyiz.
“Seyyah Sema” ablamızın, çıktığı bu
hayır yolunda, kendisine destek veren
gönüllülerin katkılarıyla, Türkiye’den
Asya’ya, mesafeleri engel tanımadan
BİYOGRAFİ
ABDULLAH ……….
1983 yılında Malatya’da doğdu.
Anadolu Üniversitesi Felsefe bölümü
mezunu…
Evli ve iki kız çocuğu babası…
Halen 2013 yılında gittiği Filipinler’in
Mindanao Adası’nda ikamet
editor. İngilizce eğitiminin ardından
Mindanao Devlet Üniversitesi’nin
açmış olduğu Yüksek Lisans
Sınavını kazanarak İslami İlimler
Fakültesi’nde tezli Yüksek Lisans
ögrencisi olmaya hak kazandı.
Buradaki eğitimin ardından 2016
yılında Filipin-Türk İnsani Yardım
Derneği’ni kurdu. Dernek, Türkiye
ve Avrupa’da bulunan STK’ların
destekleriyle çalışmalarına devam
ediyor.
kurulan hayır köprüleri ile binlerce
yetimin ve muhtaç ailenin yardımına
koşması ve onların duasını alması,
bir İslam aliminin şu veciz sözünü
hatırlattı: Ahirette seni kurtaracak bir
eserin olmadığı taktirde, fani dünyada
bıraktığın eserlere de kıymet verme…
Evet, bu fani dünyada atılan iyilik ve
hayır tohumlarının, sahipleri için cennette
bir Şecere-i Tuba ağacı olarak
altında gölgelenecekleri mücessem
bir hale dönüşeceğinden hiç şüphemiz
yoktur.
NE MUTLU ONLARA ALLAH
YOLUNDA İNFAK EDENLERE!
Ve bu vesileyle, Türkiye ve Avrupa’daki
STK’ları ve müteşebbislerini,
Filipinler’e, Morolu Müslümanlar’ın
barış, huzur ve kalkınmasına katkı
sağlayacak projeler, yardımlar ve yatırımlar
yapmaları için bölgeye davet
ediyoruz.
P
O
RTRE
EVLİYA ÇELEBİ
• Yazdıkları sayesinde birçok yerle ilgili detaylı
bilgi vermiş olsa da kendi hayatı hakkında
bilinenler az sayılır. Seyahatname adlı
eseri on ciltlik hatıralarını içerir.
• Tam ve gerçek adı halen bilinmiyor. “Evliya
Çelebi” nin adı olmaktan öte lakabı olduğu
düşünülür.
• Yaşamı boyunca kırk yılı aşkın bir süre
boyunca hemen hemen bütün Osmanlı ülkesini
ve diğer memleketleri dolaşarak Türk
kültür tarihinde örneğine rastlanmayan büyük
bir seyahatnâme kaleme almış ve günümüzde
önemi giderek artan bu eseriyle âdeta bütünleşmiştir.
• Padişahın yakın çalışma ekibindeydi.
Kilâr-ı Hâs’a alındı. Burada eğitildi.
• Kendi ifadesine göre sık sık IV. Murad’ın
huzuruna çıkıyor, nükte ve hoş sözlerle onu
oyalıyor, hatta padişah sinirli zamanlarında
kendisini çağırtıyordu.
• Sarayda edindiği çevre onun bilgi ve
görgüsünün artmasında önemli bir rol oynadı.
Araştırma - öğrenme arzusunu hayatı boyunca
hiç yitirmedi.
• İlk seyahatinin sebebini gördüğü meşhur
rüyaya bağlamaktadır. İstanbul Sirkeci’deki
Ahî Çelebi Camii’nde Hz. Peygamber’i kalabalık
bir cemaatle birlikte görür, heyecana
kapılıp Resûl-i Ekrem’in elini öperken, “Şefaat
yâ Resûlellah” diyecek yerde “Seyahat
yâ Resûlellah” der. Hz. Peygamber tebessüm
ederek şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler;
cemaatte bulunan ashabın duasını alır.
Sa‘d b. Ebû Vakkas da gördüklerini yazması
P
O
RTRE
temennisinde bulunur. Bu rüyayı tabir ettirdiği
Kasımpaşa Mevlevîhânesi şeyhi Abdullah
Dede’nin tavsiyesiyle gezmeye, gördüklerini
yazmaya karar verir.
• Osmanlı coğrafyasını adım adım gezdi.
Gittiği memleketlerde gözlemler yaptı. Notlar
aldı. Tarihe geçen Seyahatname’sini böyle
yazdı.
• Gizemler ve farklı anlatımlarla dolu olan
Seyahatnâme’nin X. cildinin birdenbire bitmesi
Evliya Çelebi’nin eserini bitiremeden vefat
ettiğini akıllara getirir. Vefat yeri ve tarihi
hakkında da kesin bilgi yoktur.
• Devlet ricalinden çokça tanıdığa sahip olmasına
rağmen tevazuyla hayatını seyahate
vakfetmesi takdire şayandır.
• Seyahatlerine yardımcı olması için zaman
zaman mektup götürüp getirmek, köyleri
tahrir etmek, vergi toplamak gibi görevleri kabul
etmiştir. Bazan elçi kafilelerine katılarak
daha emniyetli bir yolculuk yapma fırsatını
değerlendirmiştir.
• Ailesinin zengin olması, uzun seyahatleri
için gerekli kaynağı teminde kolaylık
sağlamıştır. Bunun yanında yerine getirdiği
hizmetler karşılığında aldığı atıyyeler, seferlerde
payına düşen ganimetler ve satışlardan
elde ettiği kârlar da ona yeni gelirler sağlıyordu.
53
İSVİÇRE’DEKİ
Ömür Çelik
Post Gazetesi İsviçre Temsilcisi
İ
KANAYAN YARAMIZ
sviçre’nin, dünyadaki ülkeler ara-
arazileri bakımından fakir olmakla bir-
sındaki farklı konumunu yazmakla
bitiremeyiz. Bu ülke birçok sektörde
dünyanın en önemli şirketlerine ve
kurumlarına sahiptir. Ülkenin yakaladığı
bu başarının altında İsviçre’de
var olan doğal zenginliklerin yattığını
söyleyemeyiz. Zaten yeraltı madenleri
olmayan, dağ silsileleri arasında
bulunan, maden yoksunu bir coğrafyaya
sahip olan İsviçre’yi birçok
sahada dünya markası yapan tek
ve bitmeyen kaynak, yüksek eğitimli
insanlarının olması veya bu vasıflı insanların,
çalışmak için burayı tercih
etmesidir. İsviçre, bilginin ve tecrübenin
hayata geçirildiği ve dünyaya
pazarlandığı bir ülkedir.
Örneğin bu ülke dünyadaki
saatlerin yüzde 5’i gibi küçük
bir bölümünü üretir, lakin
yüzde 95’lik gelirini elde
eder. Diğer yandan, tarım
likte, hazır gıda üretiminde dünya şirketleri
arasında en üst seviyelerdedir.
Çok fonksiyonlu İsviçre çakısı ülkeyi
birebir anlatmaya yeter.
Böyle bir ülkede, 50 yılı aşkın bir zamandır,
sayıları 130 bini geçen Türk
vatandaşı yaşıyor. Türk iş insanlarının,
farklı sahalarda ülkenin disiplinine
uyarak, başarılı çalışmalar yaptığını
görmekteyiz.
54
İsviçre’deki Kanayan Yaramız
Fakat bir türlü başaramadığımız bir
gerçek var ki, o da eğitim seviyemizi
yükseltmektir. Dünyanın birçok
ülkesinden insanlar, çocuklarını İsviçre’nin
uluslararası üniversitelerinde
okutabilmek için mallarını mülklerini
feda ederlerken, bu ülkede yaşayan
biz Türkler, çocuklarımıza bir türlü
yüksek eğitim aldıramıyoruz. Ülkede
yaşayan yabancılar arasında eğitim
seviyesi en aşağılarda olan topluluk
maalesef biziz.
Eksiğimizi bilmemize rağmen bir türlü
kanayan bu yarayı dindiremedik.
Üniversiteye giden gençlerimizin sayısı
üç rakamlı hanelerden, dört rakamlı
hanelere çıkamadı. Gerekçesi
ne olursa olsun bu durumda olmamamız
lazım. Dil yetersizliği bir mazeret
değil; parayla öğretmen tutar
geliştirirsiniz. ‘Yabancısın’ denilerek
ayrımcılığa uğrarsanız da, hukuki yolları
kullanarak netice alırsınız. Gerekçelerin
ardına sığınmak çözüm değil.
Bunun bilincinde olan Türkiye, devlet
olarak oradaki çocuklarımızın başarılı
olabilmeleri için öğretmenler göndermektedir.
İsviçre’de yaşıyor ve bu
ülkenin uluslararası itibarini yakalamak
istiyorsak eğitimli bir toplum olmaktan
başka şansımız yoktur. Okul
aile birliklerinin birinci vazifesi yüksek
eğitimi teşvik etmek olmalıdır. Eğitimli
bir toplumun, yaşadığı ülkeye olduğu
kadar mensubu olduğu millete de
faydası vardır. Eğitim seviyemizi yükseltmek
milli bir vazifedir.
Şu anda İsviçre Türk toplumu arasında
ön plana çıkan ve topluma önderlik
eden insan sayımız bir elin parmaklarını
geçmeyecek seviyede. Bugün
eksiklik gibi görmediğimiz birçok şey
gelecekte kangren olarak karşımıza
gelecektir. Yıllardır emek vererek
geliştirdiğimiz kurumlarımızı emanet
edeceğimiz yetenekli ve lider vasıflı
gençleri yetiştiremedik. Toplum olarak,
bu acı gerçeğin farkında olarak,
küçük olumsuzluklarla ve kendi kendimizle
uğraşmayı bırakıp, geleceğimiz
ve yarınlarımız olan gençlerimizin,
dolayısıyla toplumumuzun ikbali
için gayret göstermeliyiz.
Eğitim yoksa cahillik vardır. Cahillik
her kötülüğün kökenidir. Cahilliğin
tedavisi ise eğitimdir. Daha çok vakit
geçmeden, elimizde fırsat varken, bu
hastalığın çaresine, hep birlikte bakmalıyız.
“Kalem kılıçtan keskindir”
atasözümüzü kendimize rehber edinmeliyiz.
55
DR. EYÜP YILMAZ
CANLI SULAR
SEYAHATİNİZE
ENERJİ KATAR
A
slında seyahat etmek bir yeni tat
arayışıdır...
Seyahat etmek yeni bir su lezzeti keşfetme
fırsatıdır...
Bu yüzden gezilen her yörenin özel sularını
araştırmanızı öneririm.
Bu suların fizyolojimiz için şifa vesilesi
olduğunu düşünüyorum. Bu durum her
şehir için geçerli diye inanırım bu yüzden
bu tür suları içmek varken pet şişelerden
su içmem.
Örneğin; Balıkesir Bayat Köyü suyu bağırsak
temizliği hemoroid, böbrek taşlarının
düşürülmesine yardımcı olur,
Manisa Demirci Köyü,
Manisa Pelitalan Köyü,
Batman Gercüş ilçesi Tel-a suyu,
Antalya’da Damlataş içmesi,
Bunlar birer örnek. Gezdiğimiz yörelere
özel çeşmeler olduğunu hatırlatmak
istedim.
Söz sudan açılmışken,
“Tıbbi Beslenme” bakış açısına göre
biraz sudan bahsetmekte yarar olmaz
mı?
Mesela suya olan ihtiyaç, yemekten
önemlidir dersem, neden?
Çünkü bedenimizin %70’i sudur.
Ne yerseniz “o” olursunuz, sözünün
daha da doğrusu Ne içerseniz “o” sunuz.
Bu kadar suya neden ihtiyacımız var?
Daha genç kalmak için,
Nasıl?
56
Canlı Sular Seyahatinize Enerji Katar
İnsanları yaşlandıran en büyük gerçek
yediklerimizin oluşturduğu atıkların
yaptığı hasarlardır, su ise bu atıkların en
güçlü temizleyicisidir.
Peki suyun gücü artırılabilir ise yaşlanma
hızı yavaşlatılamaz mı?
Evet daha genç kalabilmenin sırrı antioksidan
alkali iyonize su ile mümkündür.
Sağlığınız için, kilo kontrolünüz için ve
daha da önemlisi kanserden korunmak
için antioksidan alkali iyonize suyu
bilmenizde yarar olacağına inanıyorum.
İYONİZE SU NEDEN
DAHA GÜÇLÜDÜR?
Çünkü sular üç temel özelliği ile daha
güçlü hale getirilebilir.
Bu özelliklerdeki suları içmek sizi
daha genç tutar, (1) kilo sorunlarını
size unutturur, bağırsaklarınızı temiz
tutar, (2) kansere yakalanma riskinizi
%80 azaltır (3)
Öncelikle mikronize edilmiş yani
hegzagonal su olmalıdır. Yani; ceviz
büyüklüğünden nohut büyüklüğüne
getirilmiş sudan bahsetmekteyim,
Bunun bize katkısı ne olur?
Suların hücre içine giriş kapılarından
kolay kolay girebilmesi için mikronize
olması belirleyici bir faktördür.
O zaman ne yapmalı?
Damacanalarda bekleyen sular büzüşerek
30-40 lı su molekülünün kümelenmesi
ile makro moleküler sulara
dönüşür, oysa iyonize sular 5-10 su
molekülünün kümelenmesinden dolayı
mikronize sulardır.
Yaşlanmanın tanımı nedir demiştik?
Yediklerimizin oluşturduğu atıkların
yaptığı hasarların sonucudur, o zaman
genç kalabilmenin formülü nedir?
En az atık üreten besinlerle beslenmeyi
öğrenmek veya oluşan atıkları
beklemeden atabilmek olmalıdır.
Mutfağımızdan farkı yok, çöpleri vaktinde
atmazsanız ertesi gün kötü kokularla
uyanırsınız.
Mikronize su hücre içine hızlı girer ve
ortamda oluşan atıkları bekletmeden
alır atar.
İkinci sırada önem arz eden konu,
suların alkali düzeyleri. Suların çözücü
değerini yani toksinlerin atılabilme
miktarını değiştiren bir faktör olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Ancak çok önemli bir detayı paylaşmalıyım,
eğer alkali düzeylerinin mineraller
ile yani suya katılan kalsiyum
magnezyum ile yapılan suları içersek
maksadımızın aksi ile tokat yeriz!
Canlı Sular Seyahatinize Enerji Katar
57
Çünkü bu yöntem ile elde edilen sular
biyolojik fayda vermemektedir.
Bunu nereden biliyoruz? Bu tarz
su içirilen kedilerin kısa bir zamanda
ölümlerine neden olmuştur. Çiçeklerin
yaşamlarına zarar vermiştir.
Aksine iyonizasyon yöntemi ile elde
edilen suların kedilerin sağlığına ekstradan
yarar sağladığı, bitkilerin daha
canlandığına şahitlik edersiniz.
Sonuç olarak mineralize alkali sular
yani revers osmozis suları yeniden
mineralize etmek yöntemi ile elde
edilen sular ile istenen sağlıklı sonuçları
vermekten uzak ve fizyolojimiz ile
uyumlu olmadığı unutulmamalıdır zarar
verici bir rolü var.
Üçüncü detay bence suyun en
önemli özelliği yani canlı olduğunu
gösteren en önemli göstergesi ORP
düzeyidir, genelde içtiğimiz sular pozitif
ORP’li sağlıksız hatta yaşlandırıcı
sulardan kurtulup negatif ORP değerleri
olan antioksidan alkali iyonize sular
içmek ile çok ama çok daha güçlü
sular içmiş oluruz, bunu şöyle izah
etmek mümkün,
Mor şalgamın ORP değeri - 800, nar
- 350 ORP değerlerinde bir besin
iken düşünün ki iyonize sular - 500
değerlerinde güçlü sulardır. Mineral
değerleri ile de şaşırırsınız bir bardak
iyonize sudaki kalsiyumun 2 bardak
sütün değerlerindedir. Ve bu kalsiyum
iyonize olduğu için daha da biyoaktif
olduğunu da belirtmiş olayım.
Peki iyonize su içince sağlığımıza
katkıları neler olur?
• Kilo alamazsınız, bilakis diyetten
bağımsız bir şekilde ideal kilonuza
gelirsiniz.
• Şekeriniz daha kolay kontrol edilir.
• Kansere karşı bir koruma kalkanı
olur.
• Kabız olamazsınız.
• Daha genç görünürsünüz, cildinizin
su dengesi sağlandığı için kurumaz,
ışıldar.
• Migren veya fibromyalji ataklarını
durdurabilecek kadar güçlü ağrı kesicidir.
Sonuç olarak WHO’nun 2004 yılında
düzenlediği su kongresi bildirgesinde
belirttiği gibi “Antioksidan
alkali iyonize su içmek kanser dahil
tüm hastalıkların tedavisini destekleyeceğinden
kuşku yoktur.”
Sonuç bildirgesinde ilan edildi.
Yine aynı bildiride arıtma cihazları
olarak bilinen revers ozmozis su
içmek orta vadede yani 10 yıl içinde
kollajen doku hastalıklarından sorumlu
tutulmuştur.
Başta obezite, diyabet ve kanserin
artışından sorumlu tutulmuştur. Suyun
biyolojiniz ile uyumundan emin
olun.
Çünkü ne yersen “o” sun ama %70’i
su olan fizyolojimiz diyor ki ne içerseniz
“o” sunuz.
58
Canlı Sular Seyahatinize Enerji Katar
SPORCUNUN
YAŞLANMASINI
YAVAŞLATAN SU...
Öncelikle şunu bilmenizi isterim
ki antioksidan alkali iyonize su içmek
sporcuların bedeninde oluşan
asidozu hızla temizleyerek
• Performansı artırır,
• Yorulmalarına engel olur,
• Spor sonrası kas ve kandaki
asidozu hızla temizleyerek hızla
toparlanmalarını sağlar.
Bunu davranış haline getiren
sporcu daha genç kalır.
Çünkü ORP değeri eksi 500 değerlerine
ulaşan güçlü antioksidan
sular damar endotel yapısını koruyucu
etki gösterir; spor esnasında
en ciddi yaşlandırıcı etki vücudumuzda
oluşan aşırı serbest radikallerden
kaynaklanır, iyonize su
buna karşı en büyük silahımızdır.
Suyunuzu Değiştirin, Hayatınız
Değişsin!
ŞEKER HASTALARI
İYONİZE SUYU NASIL
İÇMELİ
Bildiğiniz gibi şeker hastalığının
ürkütücü olmasının nedeni asidik
özelliğe sahip şekerin göz, böbrek
gibi dokulardaki damarların
iç yüzeyini yakarak oluşturduğu
hasarlardan kaynaklanır. Antioksidan
alkali sular bu asidozu durdurarak
şekerin zarar verici etkisine
engel olur.
59
DENİZ ÜNAY
Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde
Dijital Medyanın Gücü Artıyor
Geniş kitlelere ulaşma yeteneği sayesinde
sosyal medya günümüzde en
etkili iletişim araçları arasında yerini
almayı başarmıştır. Kısa sürede geniş
kitleleri etkileme gücü, sosyal medyanın
hem dezavantajları hem de avantajları
arasında sayılabilir. Bu gücün
doğru biçimde yönetimi sayesinde
günümüzde; sivil toplum kuruluşları,
resmi kurum ve kuruluşlar, kurumsal
şirketler ve bireyler birçok önemli konuda
farkındalık yaratarak sosyal sorumluluk
projeleri ve kampanyalarını
geniş bir kesime duyurmayı
başarıyor.
Intagram, Twitter ve Facebook
vb. popüler sosyal
medya ağları, kitlelerle
doğrudan bağlantı
kurulmasına olanak tanımaktadır.
Sosyal
medya araçlarını kullanarak
geniş çapta kampanyalar yürüterek
farkındalık yaratmak ve sosyal
sorumluluk projelerine çok daha hızlı
bir şekilde geri dönüşler almak kolaylaşmıştır.
Dijital medya araçları arasında bu
tür kampanya ve faaliyetlerin ilk basamağı
olarak Instagram öne çıkar.
Çeşitli gönderilerle hedef kitleye özel
sponsorlu reklamlar sayesinde birçok
konuda sosyal sorumluluk faaliyeti
gerçekleştirilebilir. Çevre, hayvan
hakları, aile içi ve kadına şiddet vb.
konularda insanların daha duyarlı
olmaya ve bu tip konular hakkında
yaşanan sorunlar için farkındalık yaratmak
adına sosyal medyanın gücünden
yararlanmak mümkündür.
Sosyal Medya Araçlarıyla
Farkındalık Yaratmak Mümkün
Sosyal medya araçları hedef
kitlesiyle doğrudan bağlantı
kurmaya olanak tanıyan bir
dijital medya aracıdır. Ancak
bu platformlar üzerinden
bir kampanya
yürütürken kişilerin çok
fazla mesai harcamaları
gerekebilir.
60
Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde Dijital Medyanın Gücü Artıyor
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı
tarafından yayımlanan Sosyal
Medya Kullanım Kılavuzu’na göre,
günümüzde sosyal medya ağları arasında
%35’lik bir oranla Instagram ilk
sıralarda yer alır. Kullanım oranlarına
göre YouTube ve Facebook’un ardından
gelen Instagram, yeni bir sosyal
sorumluluk kampanyası başlatmak
ve kitlelerin dikkatini çekmek için bu
nedenle ilk basamak olarak kabul edilebilir.
Sosyal medya araçlarını kullanarak
etkili bir kampanya yürütmek için bu
araçların etki alanlarının belirlenmesi
ve kullanıcı sayısı ile kullanım oranları
yüksek platformlardan başlamak gerekir.
Örneğin bir STK tarafından hayvan
hakları ile ilgili başlatılacak sosyal
sorumluluk projesinde kampanyanın
duyurulması için yüksek takipçi oranına
sahip hesaplardan destek istenebilir.
Öte yandan kampanya için sık
kullanım oranına ve fazla kullanıcı sayısına
sahip platformlar kampanyanın
duyurusunu yapmak için seçilmelidir.
Sonrasında eş zamanlı olarak tüm
çevrim içi ve konvansiyonel medya
araçlarıyla kampanya duyuruları yapılmaya
devam eder.
Instagram Sosyal
Sorumluluk Faaliyetlerinin
İlk Basamağı
Sosyal medya araçlarını kullanarak
kısa sürede sosyal sorumluluk kampanyaları
duyurmak ve önemli konulara
dikkat çekmek için Instagram’ın
görsel gücünden yararlanılabilir. Son
yıllarda özellikle online pazarlama
alanına ön plana çıkan Instagram, aktif
kullanıcı sayısıyla firmalar için çok
daha fazla müşteriye ulaşma imkanı
tanımıştır. Bu unsur aynı zamanda
projelerini geniş kitlelere anlık olarak
ulaştırmak isteyen sivil toplum örgütlerinin
veya kişilerin de etki alanlarını
genişletmesini sağlamıştır. 300
milyondan fazla aktif kullanıcı sayısı
olduğu belirlenen Instagram, bu tip
faaliyetlerin başlatılabileceği ilk ortam
olabilir.
Dünya genelinde sosyal sorumluluk
faaliyetlerinin başlama noktası genellikle
Twitter ve Instagram olmaktadır.
Twitter doğrudan yetkililer, sanatçılar
ve gerçek kişiler ile bağlantı kurulmasını
sağlarken, Instagram ise yine
gerçek kişilerle daha hızlı ve anlık iletişim
avantajı sağlar. Hashtag, konum
ekleme, etiket vb. sosyal medya araçları
kullanılarak kampanyanın ulaştırılmak
istendiği hedef kitleye göre etkili
Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde Dijital Medyanın Gücü Artıyor 61
bir yöntem kullanılabilir. Öte yandan
sponsorlu sosyal medya reklamları
ağırlıklı olarak ticari faaliyetler için kullanılsa
bile sosyal projeler konusunda
da bu projelerinde geniş kitlelere
ulaşmasını sağlayabilir.
Instagram’ın Kurumsal
Sosyal Sorumluluk
Faaliyetlerine Etkileri
Sivil toplum örgütlerinin dışında Instagram
üzerinden kurumsal firmalar
da ürünlerini ve güncel kampanyalarını
geniş kitlelere ulaştırmak için faaliyet
göstermektedir. İster ticari ister
kar amacı gütmeyen bir kampanya
olsun fark etmeksizin, her bir sosyal
medya ağı için bu ağların kendine
özgü paylaşım matematiği bulunur.
Herhangi bir kampanya yürütmek için
bu nedenle söz konusu algoritmalara
göre içerik geliştirmek ve aynı zamanda
bu kampanyalar için çok fazla mesai
harcamak gerekebilir. Tüm sosyal
medya araçları için etkili ve geniş kitlelere
ulaşacak bir özgün içerik üretimi
bu nedenle farklılık gösterecektir.
Instagram’ın yaygın kullanım alanı
ve geniş çaplı aktif kullanıcı sayısına
sahip olması bu tür kampanya
ve faaliyetler için en etkili
araçlar arasında yerini
almıştır. Özellikle
görsel
gücünü
iletişimin
kullanarak
daha kolay
insanların
dikkatinin
çekilebildiği
Instagram’da
yeni
bir kampanya
başlatmak için
fazla
takipçi
sayılarına sahip kişisel veya kurumsal
hesaplardan destek istenmesi gerekir.
Farkındalık yaratılmak istenen
proje için viral bir içerik geliştirerek
kısa sürede beklenen hedef kitlenin
kampanyaya dikkati çekilebilir. Örneğin
kanser hastalığına dikkat çekmek
için pembe renk kurdele fotoğrafı
paylaşmak veya terör olaylarına dikkat
çekmek için siyah ekran paylaşmak
gibi çeşitli akımlar hızla yayılarak
farkındalık oluşturulması mümkündür.
STK’lar Instagram ve
Diğer Mecralarda
Geniş Kitlere Ulaşabiliyor
Sivil toplum kuruluşlarının sosyal
medyanın gücünü keşfetmesi uzun
sürmemiştir. Özellikle dikkat çekilmek
istenen bir konuda üyelerinin sosyal
medyada kampanyaları paylaşarak
her kesimden insana kampanyayı
ulaştırmaları mümkün hale gelmiştir.
Sosyal sorumluluk projeleri için kullanıcıların
hızlı geri dönüşler yapmaları
da bu ağların en önemli avantajıdır.
Kurumsal markalar, kişiler ve kurumlar
ile diğer kullanıcılar arasında
çiftli yönlü bir etkileşim olanağı taşıyan
Instagram gibi mecralar, farkındalık
yaratmak için geniş kitlelere
ulaşmanın en etkili yolu olabilir.
Intagram üzerinden yürütülen bir
sosyal sorumluluk projesi, kampanya
için üretilen içeriğin geri bildirim ve etkileşim
almasına bağlı olarak nitelik ve
kalite bakımından geliştirilebilir. Kelebek
etkisi yaratma gücüne sahip
Instagram, doğru bir sosyal
medya kullanımı sayesinde
birçok farklı avantaj
sağlayacaktır.
62
Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde Dijital Medyanın Gücü Artıyor
Hedef Kitleye Yönelik
Sosyal Sorumluluk
Kampanyaları
Big data adı verilen ve kullanıcıların
bilgilerinin ye aldığı büyük veri, kullanıcı
eğilimlerini barındırmaktadır. Bu
sayede kişiler veya kurumlar; reklam,
tanıtım, kampanya ve duyurularını etkin
biçimde gerçekleştirme fırsatı yakalar.
Sosyal medyada ve internette
kullanıcıların ilgi alanlarına ve eğilimlerine
göre özel kampanya ve içerikler
geliştirilebilir. Özellikle belirli bir hedef
kitleye yönelik kampanya yürütmek
için sosyal medyanın bu gücünden
yararlanmak da mümkündür. Örneğin
bir kampanyanın sadece belirli bir
bölgedeki kişilere ulaşmasını istiyorsanız,
sadece o bölgede yaşayanlar
için özel reklamlar ve paylaşımlar gerçekleştirilebilir.
Instagram, YouTube, Twitter, Facebook,
Pinterest gibi sosyal medya
platformları etkili bir kampanya başlatmanın
ve yürütmenin en etkili araçlarıdır.
Günümüzde geleneksel medya
araçlarından bile daha etkin bir hale
gelen sosyal medya platformları yeni
bir sosyal sorumluluk projesinin başlatılarak
kısa sürede geniş kitlelere
ulaştırılması için son derece etkilidir.
Sosyal medyada bilgilerin hızla yayılması
ve aynı şekilde olağanüstü durumlarda
toplumun bilgilendirilmesi
için önemli bir güce sahiptir.
Aktif kullanıcı sayısı yüksek sosyal
medya araçlarını kullanarak kısa süre
de aynı değerleri taşıyan kişilerle bağlantı
kurularak yeni gruplar oluşturulabilir.
Ortaya çıkan bu grupların her
paylaşımı da projenin daha geniş bir
kitleye ulaşmasını ve küresel düzeyde
etki gücü elde etmesini sağlayabilir.
Sosyal medya araçlarının doğru ve etkili
kullanımı sayesinde birçok konuda
hızlı geri dönüşler alınabilir.
BULMACA
S
U
D
O
K
U
L
A
B
İ
R
E
N
T
Fakirin, Yetimin ve Mazlumun
Umudu Olun...