26.05.2021 Views

Seyyahname 24 03 2021

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

YIL 1 • SAYI 1 • TEMMUZ 2020 • AYLIK HABER BÜLTENİ

Sema Coşkun Ünal

Başka’nın Mesajı

6’da

Nermin Taylan

Tarihin İçine Sığmayan

Masivanın Kandili

Şimdilerse ise Ümmeti

16’da Muhammed’in Gözyaşı

Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu

Cömert Gönüller

Cömertlik Görecek

Mehmet Fatih Çıtak • ‘‘Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?’’

20’de

Fikret Kerem Alp

Uganda’da Sıradışı

Bir Büyükelçi

8 ’de

24’te


Siz Hayalinizi Paylaşın,

Biz Gerçekleşmesine

Vesile Olalım.

‘‘Afrika, Asya, Balkanlar, Ortadoğu,

Avrupa Seyahatleri ve Organizasyon’’


İÇİNDEKİLER

4

Seyyah’tan Keşkül’e

8

Siz Seyahati Hiç Böyle

Düşündünüz Mü?

Mehmet Fatih Çıtak

16

Ümmet-i Muhammed’in

Gözyaşı

Nermin Taylan

22

Çekirgenin Gözünden

Kabe’yi İzlemek

26

Afrika Hikayeleri

36

Afrika’nın Gülen Yüzü

43

Uganda’da Keçi Dağıtımı

Ayşe Sevim

51

Evliya Çelebi

55

Canlı Sular

Seyahatinize Enerji Katar

Dr. Eyüp Yılmaz

6

Başkan’ın Mesajı

Sema Coşkun Ünal

13

Fatih • Fetih • Ayasofya

Musa Biçkioğlu

20

Cömert Gönüller

Cömertlik Görecek

Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu

24

Uganda’da Sıradışı Bir

Büyükelçi

Fikret Kerem Alp

33 Kara Kıtadan

Mektup Var

Mehmet Polater

42

Afrika Müslümanlarının

‘‘Dava’’ sı

48

İsimsiz Kahramanların

Moro’ya Uzanan Elleri

53

İsviçre’deki

Kanayan Yaramız

Ömür Çelik

59

Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde

Dijital Medyanın Gücü Artıyor

Deniz Ünay

Arkadaslar derginin künyesi icin bize lazim olacak alanlar

-Derginin

-Genel yayın yönetmeni

-Yayin koordinatörü

-Editor

-Finans

-Yayin kurulu ( en az 3 isim)

-Yönetim kurulu danışmanı

-Görsel yönetmen

-Ilesim

-Basım yeri

-Adres


SEYYAH’TAN KEŞKÜL’E

“Kervan yolda düzülür.” “Su akar yolunu bulur.” Atasözleri ne kadar da güzel özetlemiş. Hem

Seyyah hem de Keşkül tam olarak işte böyle yolda kuruldu. Yolu yürürken…

Önce başka diyarları gezmek istedik ama bir turist gibi sadece geçip gidenlerden olmak

niyetinde de değildik. Gittiğimiz yerlerdeki hayatlara dokunmak, onlarla hemhal olmak, gerçek

hayatlarını öğrenmek peşindeydik. Bu geziler bize yeni dostluklar, haliyle de yeni dertler ve sevinçler

getirdi. Öyle ya insan dostuyla güler, eğlenir, sevinir bazen de oturur derdini paylaşır ve

beraber ağlar. Biz de hem gezdik, hem ihtiyacı olanlara elimizden geldiğince yardım ettik, hem

de uzak diyarlardaki muhtaçlara götürülmek üzere 2013’ten bu yana bireysel olarak yardım

severlerin bize emanet ettiği yardımları götürüp dağıttık.

İlerleyen zamanlarda yolculuklarımız da gittiğimiz yerlerin de, yardımların da sayısı arttı, bizi

görenler bizimle gelmek istedi, onlar gelmek istedikçe sorumluluklarımız çoğaldı. Artık gezi ve

yardım işlerimizin birbirinden bağımsız, daha profesyonel ve resmi biçimde yapılması gerekliliği

doğmuştu. Gezi için Seyyah’ı, yardım işleri için Keşkül’ü kurduk. Seyyah malum gezen demek.

Ama öyle boşa gezen de değil; güzeli arayan, insanlara yardım etme peşinde olan, bunu bir bakıma

ibadet için yapan derviştir seyyah. İşte bu seyyah dervişlerin boyunlarında, bir de keşkül

denen çanaklar asılı olurdu. Bu çanaklara yardım etmek isteyen yiyecekler koyar, dervişler

de yine aynı çanaktan ihtiyacı olanlara yardım dağıtırlardı.

İşte isimleri ile müsemma, Seyyah ve Keşkül böyle ortaya çıktı. Seyyah ; İsviçre

merkezli olarak 2015 yılından itibaren tur ve organizasyon alanındaki çalışmalarını

günümüze kadar taşırken, 2018 yılı itibariyle yine İsviçre’de resmi olarak

kurulan Keşkül International Help Organization’a da yardım faaliyetlerini

devretti.

KESKÜL

NE YAPAR ?

Keşkül International Help Organization olarak

bizler, dünya genelinde ihtiyaç sahibi olan insanlara

yardım etmekteyiz. Bazen savaş, deprem ve

sel baskını gibi geçici durumlarda acil yardım, bazen

ise açlık, fakirlik ve kötü yaşam koşulları gibi sürekli durumlarda

genel ve kapsamlı yardımlarda bulunmaktayız.

Fark ettik ki yardıma ihtiyacı olan insanlara geçici yardımlar

ancak kısa süreliğine bir nefes aldırıyor ve bir süre sonra olumsuz

şartlar yeniden ortaya çıkmaya başlıyor. Bu sebeple daha kalıcı işler

yapabilmek adına belli odak noktaları belirledik ve bu odak noktalarına


şartlar hemen her anlamda düzelene kadar

tekrar tekrar gitmeye ve sorunları daha

detaylı çözmeye başladık. Hayatın kaynağının

su olduğunu bildiğimizden susuz

yerleşim yerlerini suya kavuşturmak önceliğimiz

oldu. Ardından gelen gıda için

de yine belli aralıklarla sürekli gıda yardımı

yapmaya devam ettik. Su ve gıdadan

sonra sırada yapı işleri vardı ve cami, okul,

yetim merkezi gibi yapılarımızı da inşa ettik.

Bu çalışmalarımızın sayısı, artık yüzlü

sayılarla ifade edilmektedir.

VİZYONUMUZ

Yıllar içinde, yardım faaliyetlerinde

bulunup tecrübelendikçe farklı yerler

ve sorunlar gördükçe vizyonumuz

da değişti ve gelişti. Amacımız kendi

kendine yetebilen bir sistemler ağı kurmak.

İhtiyaç sahiplerinin asgari gereklilikleri

sağlandıktan sonra onları iş ve aş

sahibi yapacak bilgi ve ortamı kurmak

buna bir örnek olarak verilebilir. Kendi

ihtiyaçlarını karşılamaya başlayan

insanlar yakındaki başka insanlara da

ışık ve yardımcı olabilir. Bu sürdürülebilir

sistemi bir an önce hayata geçirmek

için çalışmalarımıza başladık.

Öyle inanıyoruz ki ihtiyaç sahiplerinin

hayatları düzeldikçe ve refah seviyeleri

arttıkça aralarından çıkacak, ilim insanları,

kanaat önderleri ve iyi yetişmiş

insanlar hem kendi yörelerini hem de

civarlarını, toplumsal, ahlaki ve çevresel

anlamda imar edecek ve kalkındıracaktır.

MİSYONUMUZ

İnsanların birçoğunun yapmak istediği

ancak vakit veya imkân bulamadığı

için yapamadığı işleri yapıyor,

bir nevi onların elçisi oluyoruz. Hem

yardım etmek isteyenin yardımlarının

en doğru yerde değerlendirilmesi hem

de muhtaçların ihtiyaçlarının en uygun

şekilde giderilmesi için çalışıyoruz.

Afrika, Asya ve Türkiye’de yoğunlaştığımız

faaliyetlerimizde herhangi bir

cemaat, tarikat veya partiye bağlı olmaksızın,

tamamen yerel insanlar ve

yerel yöneticilerle iş birliği içerisinde

şeffaf olarak hareket ediyoruz.

Sizlerin bize olan güveni ve desteğiyle

birlikte iyiliği her zaman, her yerde

yaşatacağımıza inanıyor ve biliyoruz.


6

Başkan’ın Mesajı

Başkan’ın Mesajı

B

al… Tatlıdır, şifadır, cennette

akar, temizdir, Ramazan’da şerbet

olur dağıtılır, sanki şu biçare insana

Cenab-ı Hak’dan özel bir hediyedir.

Öyle ki Resul’u Ekrem Efendimiz

şifa için, Kuran ile birlikte bal tavsiye

etmiştir. Çeşit çeşit bal vardır. Yayla

balı, çiçek balı, çam balı ve daha

birçoğu… Bir de balı yapan vardır.

Ufacık kanatlarıyla, dağdan dağa,

ağaçtan ağaca, çiçekten çiçeğe gider

gelir. Arı der insan ona. Bıkmadan,

usanmadan, zorluklara aldırmadan

bu şifalı, lezzetli, altın rengi gıdayı

başkalarına yedirmek için didinir durur.

Sizin beni tanıdığınız ismimle,

Seyyah Sema’dan Müslümanlar’a,

Hristiyanlar’a, Budistler’e, Türkler’e,

Almanlar’a, Brezilyalılar’a, Ugandalılar’a,

Aborjinler’e, siyahlara, beyazlara,

zenginlere, fakirlere, Z kuşağına,

yaşını başını almışlara, kadınlara, erkeklere,

çocuklara ve bütün bunların

dışında ‘İNSAN’a içten bir merhaba.

Sizlere, çıkarmaya başladığımız ilk

dergiden sesleniyor olmanın mutluluğunu

yaşıyorum. Öyle umuyorum ki,

şimdilik üç ayda bir çıkacak dergimizi

yakın bir zamanda aylık olarak sizlerle

buluşturacağız. Daha doğrusu bu

dergi aracılığıyla sizinle buluşacağız.

Hasbihal edeceğiz, dertleşeceğiz,

uzak diyarlardan haberler getireceğiz.

Dergimizde, yazılarını görmekten

mutluluk duyacağınızı bildiğimiz birçok

güzel ve bilgili insanın yazılarını

bulacağınız gibi, zaman zaman sizlere

de yer ayıracağız. Çünkü bu dergi

hepimizin. Gerçek hayatımızı ve hayatınızı

inşallah derli toplu bir biçimde

iki kapak arasına toplayacak; sosyal

medyaların, kulaktan kulağa yayılanların,

haberlerin arasında yorulmadan,

sade ve okunaklı bir biçimde bir

araya getireceğiz.

Yazımın başında baldan ve onu

bizlere sunan arıdan bahsetmiştim.

Böyle başlamak istedim çünkü bal

ve arı bazen Afrika’da bazen Ortadoğu’da

bazen Uzakdoğu’da bir köyden

diğerine geçerken aklıma gelir

durur ve beni kısa süreliğine de olsa

gülümsetir. Herhalde birisi beni arıya,

yaptıklarımı da bala benzetse en

güzel iltifatı etmiş olurdu bana. Bal

beni hep hayrete düşürmüştür. Markette

bir kavanozda gördüğümde

bile, insanların bu kadar mucizevi bir

yiyeceğe bu kadar kolay ulaşabiliyor

olmalarına hâlâ şaşırırım. Peki ya,

arıya ne demeli? Elbette böylesine

bir yiyecek kolay kolay meydana gelemezdi.

Hani derler ya, bir elma için

koca bir bahar gerekir diye. İşte bal

bu imgeyi çok daha rahat anlayabileceğimiz

ve gözlemleyebileceğimiz

bir üretim. O küçücük arı bize adeta

“Evet, Ferhat elbette Şirin için dağları

delmiş olabilir, ne var ki bunda.” diyor,

lisan-ı haliyle; imkânsızları kolay,

yapılamayacakları mümkün, uzakları

yakın gösteriyor.

Bin yıllardır bal hemen her kültürde

şifalı ve ruhani bir gıda olmuştur.

Yani, hem bedeni, hem ruhu beslemiştir.

Atalarımız da, bu özelliğinden

olsa gerek, özel günlerde çeşmelerden,

içenler ferahlasın ve şifa bulsun

diye bal şerbeti akıtırlarmış. Şimdilerde

Uganda’nın bir köyündeki Hacı

Mahmud Çeşmesi’nden de bal şerbeti

akıyor. “Bal mı?” dediğinizi duyar

gibiyim. Evet o çeşmede akan su

benim için bal, hem de en tatlısından.

Hacı Mahmud Çeşmesi’nin hikâyesi,

birçok faaliyetimizde yaşadıklarımız

gibi, hem eşsiz, hem de benzer

hikâyelerden biri. Almanya’dan

kıymetli bir bağışçımız “Gittiğiniz bir

köyde kuyumuzu açın, köye girdiğinizde

gördüğünüz ilk çocuğun ismini

de kuyuya verin lütfen Sema Hanım.”

demişti. O bağışın suya dönüşeceği

gün, Uganda’da, köy köy gezerken,

yoğunluktan telefonuma kilitlenmiş

işlerimi yetiştirmeye çalışıyordum.

Ancak araç durunca, kafamı “Neden

durduk?” demek için kaldırabilmiştim.

Yeni kuyumuzun açılacağı yere

geldiğimizin bilgisini aldım. Pencereden

dışarı baktığımda kuyuya adını

verecek o çocuk ile göz göze gelmiştik.

Hacı Mahmud… Mahmud, köyün

bir bakıma boş verdiği, çırılçıplak

dolaşan zihinsel engelli bir çocuktu.

Seyyah Musa Tekin kardeşim çocuğun

o halini görünce, bir koşu gidip

kıyafetlerinden birini getirdi ve Mahmud’a

giydirdi. Kuyumuz açılınca

Hacı Mahmud Çeşmesi’nin suyuyla,

Mahmud’un güzel yüzünü ve gözlerini

yıkadım. Mahmud’a mı yardım ettim,

onun köyüne mi, bağışçımıza mı,

yoksa kendime mi? Kim bilir? Hakikat

olan, saydıklarımın hepsinin hissesini

aldığıdır. Allah, sarılacak yarası olanlardan

da, yara saranlardan da, razı

olsun ve hepsine merhamet etsin.

Susuzlara su, çıplaklara elbise,

muhtaçlara şefkat… Yolumuz daha

çok uzun. Gidilecek yerler, görülecek

köyler, dokunulacak kalpler ve sevindirilecek

çok muhtaç var. Hani demişler

ya, arılar yok olursa, insanlar

da yok olur diye. Allah bizleri, arıların

yok olduğu, ihtiyaç sahiplerinin yardımına

koşacak hayırseverlerin kalmadığı

bir zamandan esirgesin.

Allah emanet olunuz.


The Message Of The President 7

The Message Of The President

H

oney… It is sweet, healing, clean.

It is flowing in Paradise and becomes

sherbet distributed during

Ramadan as if it is a special gift from

Allah Almighty to this wretched person.

So much that our Messenger

Prophet Mohamed recommended

honey along with the Qur’an for healing.

There are different kinds of honey.

Highland honey, flower honey,

pine honey and many more… There

is also the one that makes honey.

It goes from mountain to mountain,

from tree to tree, from flower to flower

with its tiny wings. The human

being calls him ‘bee’. It always tries

hard to feed this healing, delicious,

golden food to others without getting

tired and exhausted.

A sincere hello from Voyager Sema

(with the name you know me) to all

Muslims, Christians, Buddhists,

Turks, Germans, Brazilians, Ugandans,

Aborigines, blacks, whites,

rich, poor, Z generation, old people,

women, men, children and apart

from all these, to the HUMAN BEING.

I am happy to be speaking to you

from the first magazine we started

to publish. I hope we will bring you

our monthly magazine, which will be

published quarterly for now, in the

near future. More precisely, we will

meet you through this magazine. We

will chat, we will have heart-to-heart

talks, we will bring news from distant

lands. In our magazine, you will

find the articles of many beautiful

and knowledgeable people whom we

know that you will be happy to see

their articles, and we will spare you a

place from time to time. Because this

magazine is for all of us. Inshallah, we

will gather our real life and your real

life neatly between two covers and

we will bring them together in a simple

and legible manner without getting

tired among social media, word

of mouth, and news.

At the beginning of my article, I mentioned

honey and the bee that offered

it to us. I wanted to start like

this because honey and bees sometimes

come to mind when they pass

from one village to another in Africa,

sometimes in the Middle East, and

sometimes in the Far East, and make

me smile for a short time. I guess if

someone compared me to a bee,

and what I do to honey, it would have

been the best compliment for me.

Honey had always amazed me. Even

when I see it in a jar in the grocery

store, I am still surprised that people

have such an easy access to such

a miraculous food. And what about

the bee? Of course, such food could

not come about easily. They say that

for an apple it takes a whole spring.

Here, honey is a production where

we can understand and observe this

image much more easily. That tiny

bee almost tells us, “Yes, Ferhat, of

course, may have drilled the mountains

for Şirin, so what.”, showing

the impossible as easy, undoable

ones as possible, and distant ones

as close.

For thousands of years, honey has

been a healing and spiritual food in

almost every culture. In other words,

it nourished both body and soul. Due

to this feature, our ancestors used to

pour honey sherbet from fountains

on special occasions so that the

people drinking that sherbet would

be relieved and healed. Nowadays,

honey sherbet also comes from the

Hacı Mahmud Fountain in a village in

Uganda. “Is it honey?” I can hear you

say. Yes, the water flowing in that

fountain is honey for me, one of the

sweetest.

The Hacı Mahmud Fountain’s story

is one of the unique and similar ones,

as we have experienced in many of

our activities. One of our esteemed

donors from Germany had said,

“Mrs. Sema, please open our well in

a village you go to and give the name

of the first child you see when you

enter the village.”. On the day when

that donation would turn into water, I

was trying to finish my work and was

busy on my phone, while travelling

from village to village in Uganda. But

when the vehicle stopped, I moved

my head up and asked why we had

stopped. I got the information that

we came to the place where our new

well would be drilled. When I looked

out of the window, we made eye contact

with that boy who would give his

name to the well. Hacı Mahmud…

Mahmud was a mentally disabled boy

who was walking around naked and

somehow neglected by the village.

When my brother, Voyager Musa

Tekin, saw that state of the child,

he went on a run and brought one

of his clothes and dressed Mahmud

up. When our well opened, I washed

Mahmud’s beautiful face and eyes

with the Hacı Mahmud Fountain’s

water. Did I help Mahmud, his village,

our donor or myself? Who knows?

The truth is that all of those counted

here have taken their shares from

this activity. May Allah be pleased

and have mercy with those who have

wounds to heal and those who heal

the wounds.

Water for the thirsty, clothes for the

naked, compassion for the poor…

Our path is much longer. There are

places to go, villages to see, hearts

to touch, and many in need to please.

They said that if the bees disappear,

people will disappear, too. May Allah

save us from a time when bees disappear

and when there are no beneficient

people to run, helping the poor.

May Allah be with you.


8

MEHMET FATİH ÇITAK

Siz Seyahati Hiç Böyle

Düşündünüz Mü?

İ

nsanın var oluşundan bu yana onu

hiç terk etmeyen bazı soru ve sorunları

olmuştur. Bu, insanın problemli

yapısından dolayı değil insanın

kendisini ortaya çıkartmak için bir

arayış ve sorgulamanın tabi neticesidir.

“Ben kimim? Nereden geliyorum?

Nereye gidiyorum? Nasıl oldum? Bu

oluşumun devam etmesi için ne lazım?

Benim varlığımın sonlanması

nasıl olacak? Ölümlü, kaybolup giden

bir varlık olduğum halde, bendeki hiç

yok olmayacak duygusu nereden

gelmekte?” İşte bu sualler insanı muhakkak

surette kuşatır. Cevabını buluncaya

kadar da kalbini, vicdanını,

akıl ve zihnini devamlı meşgul eder,

sorgular, cevap arar. “Ben kimim?”

sorusu aynı zamanda insanın esas

benliğini bulması için bir vesiledir.

Aslını bulmak derdi insanlığın en eski,

kadim derdidir. Hatta insan bu dertle

o kadar özdeşleşmiştir ki, böylesi

dert ve düşüncesi olmayan birinin

yavaş yavaş veya birdenbire insanlık

kodlarından fıtrat ve yaradılış özelliklerinden

sıyrıldığını, diğer canlılardan

çok daha düşük seviyelere düştüğünü

görmekteyiz.

Sizlerle bu köşede sohbet ederken

derdimiz felsefi düşünceler ve sorgulamalarla

zihninizi yormak değil.

Ama biraz olsun yaptığımız işleri düşünerek

ve aslında kendi benliğimizi

hissederek ve bu sayede de insanın

madde-mana ilişkisinin ne kadar canlı

şekilde hayatımızda gördüğümüzü

yaşadığımızı hatırlatarak katkı sağlamaya

çalışıyoruz. Evet insan kendini

bulma yolculuğuyla bu dünyaya gönderilmiş

bir seyyahtır. Seyahat etmek

yahut seyyahlık nerden gelip gittiğini

anlamakla ancak mümkündür. Aksi

halde hedefi, gelişi gidişi hakkında


Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?

9

hiçbir bilgiye sahip olmayan hareketli

bir insana seyyah demezsiniz. Hatta

otostopçu bile diyemezsiniz. Burada

benim anlatmak istediğim sadece

bedenini maddi olarak bir yerden bir

yere taşıyan insan modeli değildir.

Devamlı hareket etmek üzere yaratılmış

insanın bu dünya alemindeki

seyahatleri, geliş ve gidişlerinin ona

sağladığı katkıları mercek altına almaktır.

Evet biraz kafalar karıştı,

farkındayım. O halde gelin, insanlık

tarihinin yüz akı ve yegâne numunesi

olan Hazret-i İnsan zirvesini teşkil

eden zatlara bir nazar edelim.

İnsanlığın zirvesini peygamberler

teşkil eder. Peygamberler hem maddi

hem manevi açıdan seçkin, seçilmiş

insanlardır. Tüm peygamberler

masumdur. Hepsi muazzam bir akla

sahiptir. Bedeni, fikri, kalbi ve ruhi

açıdan zirve oluşlarının yanısıra, Allah

Teala ile bağları tüm insanlığa örnek

teşkil edebilecek elçilerdir. Bunlar

peygamberlerin şahıs olarak ortak

yönleridir. Bir de fiil ve ahlak olarak

ortak özellikleri vardır. Mesela hepsinin

yüksek ahlak ve davranış ölçüleriyle

doğru sözlü, sadık, merhametli

oluşlarıyla insanlar arasında seçkin

oluşlarıdır. Lakin acayip bir özellik de

dikkatimizi çekmektedir. Tüm peygamberler

bulundukları toplumdan

başka bir yere göçmek, hicret etmek

davranışını göstermiştir. İlk bakışta

kendi toplumlarından gördükleri baskı

ve zulümden dolayı bunun gerçekleştiğini

düşünürüz. Fakat unutmamak

gerekir ki, peygamberlerin bir

yerden bir yere gidişleri ve hicretleri

hep Allah Teala’nın emri doğrultusunda

olmuştur. Bu bize bazı şeyleri

düşündürmeli. Yani Allah Teala peygamberini

o toplum içerisinde muhafaza

edip hiçbir yere kımıldamayacak

şekilde tutamaz mıydı? Hadiselere

böyle baktığımızda şöyle bir gerçekle

karşılaşırsınız. Demek ki,

insanın tekamül ve gelişimi

için bazı dönemlerde yaşadığı

yerden uzaklaşması,

seyahat etmesi hem mananın

muhafazası, hem

de o mana güzelliğinin

başkalarına aktarılması

için ilahi bir fıtrat, yaradılış

koduyla insanda

murad edilmiştir. Şimdi

bu bilgi bir kenarda

dursun.

Hazreti Adem’den,

Efendimiz sas gelinceye kadar cümle

peygamberlere hac emri gelmiştir.

Kâbe’yi tavaf etmeyen hiçbir peygamber

yoktur. Bunun haricinde

Efendimiz sas’in eksiksiz ve tamam

biçimde bize beyan ettiği İslam dininde

Hac, imkanı olan her Müslümanın

yapması gereken farz ibadettir. Ayrıca

Umre’ye teşvik de edilmiştir. Her

ne kadar Kâbe-i Muazzama hedefte

görünüyor

olsa


10

Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?

da Hac ve Umre’nin satır aralarına

baktığımızda hep insan ilişkileri düzenlemeleri

ve insanın bu alemdeki

seyyah oluşunun şifreleri karşımıza

çıkar. Emrolunan, o mübarek makam

ve mekana belli şartlarda gitmektir.

Lakin bunun gerçekleşmesi ve sıhhati

için ortaya konan şartlara baktığımızda,

seyyah olan insandaki şuur

nazarına bağlıdır. Bunu da bir kenara

koyalım.

Efendimiz sas buyururlar ki “Üç kişi

bir seyahata gitseniz muhakkak aranıza

birini imam tayin ediniz”. Yani

ona itaat ederek o yolculuk sırrını

ve faydasını ancak bu şekilde idrak

edebilirsiniz. Tabi bu arada şunu da

söylemek lazım. Bir yolculukta yahut

herhangi bir ortamda imam ve lider

olan kimse maddi ve manevi yükü

sırtlanmış kimse demektir. İslam ahlakının

bize gösterdiği liderlik vasfı,

sorumlu olduğu kimselerin üstüne

basıp onların omuzları üzerinde yükselen

bir kişi modelini ortaya koymaz.

Bir topluluğun imamı demek o

insanların hizmetçisi olmak demektir.

Neyse bu uzun bir bahis. Ama burada

dikkat çekici olan herhangi bir yolculuğun

dahi şuur ve belli bir gaye niyeti

ile ve öğrenmeyi hedefleyerek olması

meselesidir. Bunu da sonra toparlamak

için bir kenarda tutalım.

Hazreti Ömer Efendimiz zamanında

bir mesele konuşuluyordu. Bu arada

birisi, konuşulan şahıs hakkında

fikir beyan etti. Hazreti Ömer bilgiyi

veren şahsa “Sen bu adamı tanıyor

musun?” diye sorduğunda “Evet.”

cevabını alınca Ömer ra “Yani sen bu

adamla ticaret yaptın mı? Hiç evinde

misafir oldun, yahut o sana geldi de

beraber sabahladın mı? Onunla seyahat

edip yolculuğa çıktın mı?” diye

sorunca adam “Hayır.” dedi. Hazreti

Ömer “O halde sen bu insanı tanımıyorsun.

Alışveriş, beraber uzunca bir

müddet geçirme, onun özel hallerine

şahit olma ve seyahat etme ile ancak

insan tanınır.“ buyurarak o kimsenin

diğer şahıs hakkındaki şehadetini

reddetti.

Son bir şey daha; insanlık tarihinin

müthiş simalarından olan Farabi

bazen ders yaparken talebeleri ile

beraber yürüyerek konuları işlermiş.

“Niye böyle yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda,

“İnsan hareket ettiğinde

beynine daha fazla komut gönderir.

Bedeni hareketin beyni harekete

geçirmesiyle de algı ve anlayış daha

uyanık, zihin daha kıvrak ve hareketli

olur. Böylece dersin ağırlığı talebeler

üzerinden kolaylıkla gidiverir ve insan

hareket ederken bir şeyler öğenebildiğini,

bir yerden bir yere yürürken

bile aslında hayatta daima bir ders

okuduğu şuuruna erişir. İşte bunun

için talebelerime bu usluba öğrensinler

diye dersi yürüyerek anlatıyorum.”

demiş.

Kelime-i Şehadet; namaz, zekât,

oruç, hac ve salih amel dediğimiz

şeylerin hepsi bir harekettir. Allah

Teala; atıl, donuk, hareketsiz bulunmayı

sevmez. Aynı şekilde hareket ve

iş yaptığı halde yaptıklarının farkına

varamamayı ve niçin yaptığını düşünmeden

hareket etmeyi de hiç sevmediğini

kullarına bildirmiştir.


Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?

11

Şimdi buraya kadar ki anlatılanların

hepsini adeta yüzlerce çiçekten toparlanan

öz gibi alıp bir peteğe koymak

istersek şöyle bir resim karşımıza

çıkar.

İnsan hareketli bir varlıktır. İnsanı

hayvandan ayıran şey hareketlerinin,

geliş ve gidişinin farkında olmasıdır.

Sadece yemek, içmek, barınmak ve

çiftleşmek için gezip dolaşmak insanın

haricindeki diğer canlıların da

yaptığı şeylerdir. İnsanın kendisini tanıması

için yaptığı hareketlerin hepsi

fıtrat ve yaradılış kodlarımıza birebir

uymaktadır. Başka insanları mekanları

görmek tanımak kendindeki mevcut

olanı başka vücutlarda mekanlarda

seyretmek ilk insanın yaratıldığı

günden beri gelişim yani tekamül için

ayrılmaz, vazgeçilmez bir davranış

şekli olmuştur.

Hareketi etmeden önce düşünmek

bilgi sahibi olmak bu bilgi ve buluşla

hareket etmek, sonra tekrar bir durup

düşünmek, evet gerçekten de

insanın hayatına baktığımızda bu üç

evreyi doğru programlamasının ona

neler kattığını muhakkak görürsünüz.

Keşke şu sohbet ortamı müsait olsa

da yüzlerce, binlerce örneği sizlere

peşpeşe aktarabilsek. Ama bu satırları

okurken şöyle bir düşünürseniz

aktarmaya çalıştığımız bu üç evreyi

her sahada görürsünüz. Yani durup

düşünen, farkında olan insan, bu fark

ediş ve buluşla hareket eden insan,

en sonunda gelip bu birikimini analiz

eden, bu tecrübeyi kendisinde yaşayıp

bulan insan. Bir kimse bunu kendi

hür iradesiyle yapabildiği zaman tekamül

ve gelişimi de daha sıhhatli bir

zemine oturtur. Lakin unutmayalım

ki, insanın hayat döngüsü de böyledir.

İnsan doğar belli bir çevrede bulunmak

zorunluluğunu yaşar, ayakları

üzerinde durmayı öğrenir, kendini

etrafını keşfetmek macerasına atılır.

Sonra sayısız duygu, düşünce ve

isteklerle bir o yana bir bu yana seyahat

eder, durur. Ve bu dünya hayatındaki

en son durağı, kabir denilen

yerde zorunlu konaklama şeklinde

tamam olur. Bu süreç içerisinde kazandıklarıyla

tamam mı, devam mı,

bundan sonra ne olacağı tüm hayatının

seyahati ile başka bir boyutta

değerlendirmeye alınır.

İnşallah içiniz daralmamıştır. İnsan

kendi hakikati ile ilgili şeyleri öğrenirken

zihnen fikren ne kadar zorlansa

da bir şekilde zevk alır. Asıl ve öz

benliği hakkında bilgi sahibi olmak

her insanın vazgeçemeyeceği, göz

ardı edemeyeceği bir zevktir. O yüzden

sizi başka bir düşünce boyutuna

çekmek istedim. Ama şöyle birkaç

yüz sayfa atlayarak biraz kendi yaşadığımız

hayata nazar edersek, nazariyat

ve fikri boyuttan pratik sahaya

inmiş oluruz.

Günümüz dünyasında insanın seyahat

etmesi bir ihtiyaç halini almıştır.

Sadece rızık ve hayat endişesi ile bir

yerden bir yere gitmeyi konuşmuyorum.

Bugün turizm sektörü dediğinizde

devletlerin bütçelerini bile


12

Siz Seyahati Hiç Böyle Düşündünüz Mü?

doğrudan etkileyen bir sahadan bahsediyoruz.

Bu gösteriyor ki insanın

seyahat etmeye ihtiyacı vardır. Peki

insanın insana ihtiyacı yok mudur?

Yokluk, yoksunluk, ümitsizlik, savaş

gibi etrafımızı saran bu ateş çemberinde

inançlı olsa bile insan insana

ihtiyaç duymaz mı? Sanal ortamda

yahut telefonla bir şekilde iletişim

kurmak belki birbirinden haberdar

olmaktır. Fakat göz görmek istemez

mi? Göz görmek istediği gibi gördüğü

şeyi bile bir insanla paylaşmak ister.

Kendinizce özel, güzel veya önemli

bir şeyi seyrederken onu gösterebilecek

bir insan ararsınız. İnsanla bunu

paylaşmak istersiniz. Hele başkalarına

da verebileceğiniz bir şeyleriniz

varsa. Onlara ulaştırabilecek maddi

manevi güzellikleriniz mevcutsa bunun

insanla paylaşılmasından daha

normal ne olabilir? Yahut soruyu farklı

bir şekilde soralım. İnsan bunu başkalarıyla

paylaşmazsa nasıl insan oluşunu

ve bu güzellikleri idrak edebilir?

Seyahat etmek, insanları tanımak,

gittiği yerlerde gördüklerini anlayabilmek,

idrak edebilmek insanın fıtratında

mevcut bir güzelliktir. Bir kimsenin

oturduğu, durduğu, hareketsiz kaldığı,

bir şeyleri daha iyi idrak edebilmesi

için bu durağanlığın öncesinde

hareket etmesi, bir yerden bir yere

intikal edecek bir davranış şeklinde

bulunması şarttır. Yaradılış kodlarımız

böyle tertip edilmiştir. İnsanlara

bir şey verebilecek, anlatabilecek her

kişinin, başka bir insana doğru adım

atması, onlarla buluşması, aynı manada,

aynı ruh ve bütünlüğü başka

insanlarda seyretmesi gelişimimiz

için şarttır. Medeniyet ve güzelliklerin

ortaya çıktığı mekan ve zamanlara

baktığımızda hep bu hareketin

bereketini görürsünüz. Dünyayı saran

sağlık problemlerini pandemi sürecini

hepiniz yaşadınız, bir araya gelip beş

dakika konuşmamızın bile ne kadar

kıymetli olduğunu sadece siz değil

tüm dünya anladı. İnsanın kendisine

dayatılan şartları değil, kendi yaratılış

kodlarını takip etmesi her türlü zorluktan

kurtuluşun yegâne çaresidir. Bunun

için bilmek, anlamak, bu bilgi ve

anlayışla insanla buluşmak, hareket

etmek ve ondan sonra bu birikimle

belli bir olgunluk makamında yerinizi

makamınızı keşfetmek...

Seyahatle alakalı zihninizde birçok

şeyler duymayı, okumayı hayal ettiğiniz

birçok sözler olabilir. Ben burada

başka bir bakış açısıyla sizlere katkı

sağlamaya gayret ettim. Çok iyi anlatamadım,

ama şayet anlatabilmiş

olsaydım sizlerle beraber şu sorunun

cevabını öğrenmek isterdim.

Siz seyahati hiç böyle düşündünüz

mü?


13

MUSA BİÇKİOĞLU

İ

FATİH•FETİH•AYASOFYA

stanbul’un fethinin hadislerde işaret

edilmesi ve İstanbul’un sahabe

döneminde kuşatılmış olması, İstanbul’un

fethedilmesi ufkunun Müslümanlar

açısından ne kadar derinlere

dayandığını göstermektedir. Sahabe

döneminde İstanbul’un kuşatılmış

olması daha sonraki Müslümanların

harekâtlarına referans ve teşvik edici

bir yol açmıştır.

Farklı zamanlarda Osmanlı Devleti’ne

rakip olan devletlerle iş birliğine

girmekten çekinmeyen Bizans’ın, Osmanlı’nın

güvenliğini tehdit edebildiğini

kestirmek zor olmamalıdır. Fatih

istişare ettiği divan üyeleriyle gazâ

geleneğinin sürdürülmesi ve Osmanlı

Devleti’nin, güvenliğini tehdit ettiği

gerekçeleriyle İstanbul’un fethinin

gerekliliğini kendisiyle aynı düşünen

paşalarla birlikte savunmuştur. İhtiyatlı

davranılmasını öneren ve azınlıkta

kalan bazı divan üyeleri, sonuçta

Fatih ile aynı noktaya gelerek divanda

İstanbul’un fetih kararı alınmıştır.

Ayasofya, ilk defa Konstantinos’un

oğlu Konstantios döneminde tamamlanarak

15 Şubat 360 tarihinde ibadete

açılmışsa da bu yapının ömrü uzun

olmamıştır. 404’te isyan sonucu yanan

Ayasofya 415’de tekrar inşa edilmiştir.

532 yılında çıkan isyan sonucu

yanarak tahrip olan Ayasofya, Lustinianus

döneminde 537 yılında inşaatı

tamamlanarak ibadete açılmıştır.

Lustinianos tarafından Anthemios ile

İsidoros isimli Anadolulu iki mimara

yeniden yaptırılan Ayasofya için Mısır,

Efes, Kyzikos, ve Baalbek’ten işlenmiş

malzeme getirtilmiştir. 10.000

işçinin çalıştığı Ayasofya inşaatı takriben

altı yılda tamamlanarak 27 Aralık

537 günü törenle ibadete açılmıştır.

558, 869 ve 986 depremlerinde hasar

gören yapının bu depremler sonucu

iki defa kubbesinin bir kısmı çökmüşse

de her defasında yeniden tamir

edilmiştir.

1204 Haçlı istilası sırasında tahribata

uğrayan Ayasofya, İstanbul’un

Bizans idaresine geçmesinden sonra


14

Fatih - Fetih - Ayasofya

küçük bir tamir görmüştür. 1317’de

II. Andronikos döneminde daha büyük

bir tamir yaptırılarak duvarlar dışarıdan

payandalarla desteklenmiştir.

1346’da Ayasofya’nın kubbesinin bir

kısmı çökmüştür. Bizans’ın ekonomik

açıdan sıkıntılı olması sebebiyle

ancak halktan toplanan yardımlarla

Ayasofya tamir edilebilmiştir.

Fatih, fetihten sonra Ayasofya’ya

gelerek burada toplanmış ve korku

içinde bekleşen Bizans halkına ve din

adamlarına dokunulmayacağını ilan

ederek eman vermiştir. Fatih, Kubbeye

kadar çıkmış ve bu sırada Ayasofya’nın

kötü durumda olduğunu ifade

eden Farsça bir beyit söylemiştir.

Perdedâri mîkuned der kasr-ı Kayser

ankebût. Bûm nevbet mîzened

der târumu kubbe-i Efrasyâb.”

Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık

ediyor, Efrasiyab’ın sarayında

da baykuş nevbet çalıyordu.

şeklindeki beyit ile Ayasofya’nın ne

derece kötü durumda olduğunu ifade

ediyordu.

Fatih Ayasofya’yı camiye çevirterek

yanında İstanbul’daki ilk eğitim faaliyet

yerlerinden biri olan ve 1934 yılında

yıkılan bir medrese inşa ettirmiştir.

Zamanla minareler eklenen Ayasofya’nın

yakınlarına Sebil sonrada türbeler

inşa edilmiştir.

Osmanlı döneminde de ihtiyaç görüldükçe,

restore edilen Ayasofya’da

II. Mahmut döneminde büyük bir

restorasyon yaptırılmış kısa bir zaman

sonra Şeyhülislam Mekkizade

Mustafa Asım efendinin devlete kalan

serveti, vasiyeti üzerine Ayasofya’nın

restorasyonunda kullanılmıştır. Sultan

Abdülmecid döneminde gerçekleşen

bu restorasyon İsviçreli Mimar

Fossatti tarafından 1847-1849 yılları

Fatih Sultan Mehmet:

21 yaşında İstanbul’u

fethederek çağ açıp çağ

kapatan 2206 yıllık Roma

İmparatorluğu’nun mirasını

devralan, dünya tarihinin

en büyük simalarından

biri olan Fatih sadece savaşçılığı

ile değil savaşları

gölgede bırakacak kadar

değerli diğer icraatlarıyla

da hatırlanmalıdır. Arapça,

Farsça, Yunanca, İtalyanca,

Slavca dillerini bilen

Fatih yoğun bir şekilde ilim

ve bilimle de ilgilenmiştir.

arasında yapılmış ve bu çalışmalar

sırasında mozaiklerin üzerleri açılarak

bir kitaba resmedilmişlerdir. Ayasofya

1894 depreminde zarar görmüş,

1926 yılında Mimar Kemalettin’in nezaretinde

ufak bir tamir görmüştür.

24 Ekim 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu

kararı ile Cami’den müzeye çevrilmiştir.

Amerikan Enstitüsü’nün mozaikleri

meydana çıkarma izni alarak

1931’de başlattığı çalışma 1970 yılına

kadar devam ettirilmiştir. 8 Ağustos

1980’de hünkar mahfili ibadete açılmışsa

da 14 Eylül 1980’de restorasyon

gerekçesiyle tekrar ibadete kapatılmıştır.

Ayasofya’nın Müzeye Çevrilmesi

mevzusunun konuşuluyor olması bile

tarihimiz ve medeniyetimiz açısından

bir talihsizliktir. Çoğaltılabilecek olan

aşağıdaki maddeler, Ayasofya’ya bakış

açımızın ne olması gerektiği fikrinin

inşasına yöneliktir.

Ayasofya:

916 yıl kilise 481 yıl

cami olarak hizmet gören

Ayasofya dünya sanat ve

mimarlık tarihi açısından

önemli olduğu kadar

siyasi ve dini manada da

önemli sembolik bir değer

taşımaktadır. Başta büyük

kilise anlamında Megalo

Ekklesi olark isimlendirilen

yapı daha sonra

Kutsal Bilgelik anlamına

gelen ‘Hagia Sophia’

Kutsal Bilgelik diye

isimlendirilecektir.

- Kanunen vakıf malın vakfedildiği

amacın dışında kullanılmaması

gerektiği noktasından hareketle cami

olarak vakfedilen yapının müzeye çevrilmesi

yanlıştır. Tapu senedinde Ayasofya

Camii’nin Sahibi, Ebulfeth Sultan

Mehmet Vakfı olarak görülmektedir.

1936 tarihli Bu senedin Müze’ye çevirme

işleminden sonraya ait olduğu

dikkatlerden kaçmamalıdır. 1936 tarihli


Fatih - Fetih - Ayasofya 15

senetle Ayasofya’nın sahibi net bir şekilde

beyan edilmektedir. Bu bağlamda

Ayasofya hakkında tasarruf hak ve yetkisi

Bakanlar Kurulu’na değil sahibine

aittir. Sahibi ise tapu senedinde bellidir.

- Fatih’in Ayasofya’yı camiye

çevirmesi, savaşarak girdiği şehirde

uygulama hakkına sahip olduğu bir

teamülün gereğidir. Ayasofya’nın hem

siyasetten sona ermiş bir devletin mülkü

olduğu, hem de Ortodoks mezhebine

bağlı Bizans’ın fetihten bir süre öncesinden

fetihten sonrasına kadar patriklik

makamının boş olduğu ve patriklik

makamının Fatih tarafından yaptırılan

bir seçimle tekrar hayat kazandırıldığı

dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu bağlamda

hem siyasi liderlik hem dini liderlik

açısından Ayasofya’nın sahipsiz konumu

dikkatlerden kaçmamalıdır.

- Ayasofya’nın, egemenliği sonlandırılan

bir devletin mülkü olduğu ve

bu devletin bakiyesinin, yeni muzaffer

devlete ait olarak tevarüs edildiği gerçeği

göz ardı edilmemelidir. Ayasofya’nın

camiye çevrilmesi, fethedilmiş

bölge insanlarına yönelik fetheden tarafın

egemenlik vurgusunun yapıldığı

bir teamül olarak görülmelidir. Ayasofya’nın

fetihten sonra korunarak camiye

çevrilmesi, Endülüs camilerinin yerle

bir edildiği o günün şartlarında bir jest

olarak görülmelidir.

- Fethin sembolü ve Fatih’in

emaneti Ayasofya, cami olduğu sırada

müzeye çevrilmiştir. Müzeden önce son

olarak cami kullanıldığı ve ibadethane

olarak cami hüviyetinin iade edilmesi

gerekliliği dikkatlerden kaçmamalıdır.

- Cami, ezan ve namazla işi olmayanların

Ayasofya’nın camiye çevrilmesi

konusunda beyan edecekleri

olumsuz görüşlere itibar edilmemelidir.

Bir cami hakkında olumsuz bir tutum

sergileyen ve cami ile ilgisi olmayanların

ne hakla veya neden görüş beyan

ettiklerine, bu görüşleriyle kime hizmet

ettiklerine de dikkat edilmelidir.

- Milli, manevi manada hatta

devletimizin varlığı ve bağımsızlığını

ilgilendirecek seviyede bizden hazzetmeyen

devlet veya milletlerin Ayasofya

üzerinden gösterdikleri tepki ve duruşlar

dikkate alınarak; muhafazakâr olmasa

bile coğrafyamız insanının içinde

yaşadığı toplumun değerlerine uygun

bir tutum sergilemesi topluma, tarihe

ve kendi coğrafyasına karşı sorumluluğunun

gereğidir.

- İnsanlığın din ve vicdan hürriyeti

konusunda daha toleranslı davranmaya

başladığı ve bu konuda bir takım

norm ve beyannamelerin ihdas edilerek

daha çağdaş yaşanmaya başlandığı

gibi bir düşünce; Ayasofya üzerinde bulunan

hakkın kaybedilmesine sebep ve

gerekçe teşkil etmemelidir.

- İnsanlığın eriştiği iddia edilen

medeni ve birlikte yaşayabilme evresinden

söz edilecekse; yaklaşık altı asır

önce fethedilen İstanbul’da kıyım yapmayan

ve Ayasofya’yı vakıflaştırarak

camiye çevirip koruyan Fatih’e mukabil

20. yüzyılın başlarında Balkanlar’da yaşanan

kıyım ve yıkıma bakarak Batı’nın

niyet ve uygulamalarına dikkat edilmelidir.

Ayasofya konusunda atılacak adımla

ilgili hareket noktası, dinimiz, geçmişimiz,

tarihimiz, milli değerlerimiz

ve bağımsızlığımız şeklinde farklı

başlıklar altında ayrı ayrı değerlendirilebilmelidir.

Farklı kesimlerden farklı

düşünceye sahip coğrafyamızın insanı

bu başlıklardan biri veya birkaçı

için Ayasofya’nın camiye çevrilmesi

konusuna olumlu bakmayı sorumluluk

olarak addetmelidir.

Fethi hazmedemeyen Batılıların

Fatih ve Fetih aleyhindeki söylemleri

anlaşılabilir bir durumdur. Ancak

Fatih’in fethettiği şehirde oturup Fatih

ve Fetih’e laf söyleyerek zulmün

1453’te başladığını iddia edenlerin

Orta Asya’ya dönüp Orta Asya’da

yaşamaları, dürüstlüklerini gösteren

önemli bir işaret olarak görülecektir.

Para getireceği gerekçesiyle Ayasofya’nın

müze bırakılması talebi

kabul edilemez bir gerekçedir. Zira

para getirecek diye bir ölçünün kabul

edilmesi para getirmesi muhtemel

kabul edilemez başka seçenekleri de

insanların aklına getirebilecektir. Kaldı

ki din, maneviyat, tarihimiz, geçmişimiz,

Fatih’in emaneti ve değerlerimiz

başta olmak üzere bu meyanda

çoğaltılabilecek gerekçelerden hiçbir

tanesi para veya menfaate mukabil

pazarlık konusu yapılabilecek hususlar

değildir.

Son olarak, medeniyet tarihimizin,

değerlerimizin, dini ve milli kimliğimizin

geçmişten, günümüze günümüzden

de geleceğe taşınabilmesi

ve inşa edilebilmesi açısından Ayasofya’nın

taşıdığı anlam ve misyona

uygun bir statüde tutulması gerekliliği

hiçbir zaman dikkatlerden kaçmamalıdır.


16

NERMİN TAYLAN

Tarihin içine sığmayan

Tüm coğrafyaların ötesinde

Masiva’nın kandili

Gök kubbenin asumanı çınlatan ahdi

Şimdilerde ise Ümmet-i Muhammed’in gözyaşı

Birçok kutsala ev sahipliği yapmış,

tevhit dinlerinin merkezi

olmuş, İslam’a bakıldığında

Mirac’ın ilk basamağı, Hristiyanlığın

çıkış ve tebliğ yeri, Yahudilik’te Davud

Peygamber’in bin yıl önce gönlüne ve

ömrüne düşen şehir…

Süleyman Peygamber’in başkenti,

Hz. Zekeriya’nın çilesi, Hz. Meryem’in

çığlığı, Hz. Yahya’nın hüznü ve elbette

Hz. Ömer’in adalet anahtarı…

Selahaddin’in gözbebeği, Yavuz’un

duası, Kanuni’nin hayratı, Selim’in

infakı, II. Abdülhamit’in çiniyle işlenmiş

Kur’an aşkı…

Kudüs ki; Hürrem Sultan’ın asırları

aşan şefkat eli...

Bilindiği üzere Yahudiler Hz.

Musa’nın arkasında Mısır’dan çıkmış,

önce Ürdün’e oradan da Kudüs’e birkaç

km uzaklıkta olan Nebi Dağı civarına

ulaşmıştı.

Hz. Musa, Hz. Yûşa ve Talut’un

hükümdarlığı döneminde, babasının

ordusunda bir asker olan Davud’un

iri cüsseli, güçlü-kuvvetli, herkesin

karşısında korkup titrediği Kudüs

lideri Golyat’ı attığı bir taş ile yere

düşürmesi ve bizzat Golyat’ın kılıcı ile

yenilmez görülen Golyat’ı öldürmesiyle

Kudüs Yahudilerce fethedilmiştir.

Böylece Davud Peygamber, M.Ö.

1003 yılında babası Talut’un ölümüyle

kral seçilir ve Hebron’da (el-Halil)

krallığı başlamış olur.

Hz. Davud yedi yıl Hebron (el-Halil)

kentinde, 33 yıl da Kudüs’te krallık

yapar. Kral Davud’un ölümüyle Yahudilerin

başına oğul Süleyman geçer.

Hz. Süleyman’ın Kudüs’teki 40 yıllık

krallığı sırasında buraya uzunluğu

25, genişliği 9 ve yüksekliği 13 metre

olan Süleyman mabedini inşa eder.

Süleyman vefat edince Kudüs 587

yılına kadar Yahudiliğin başkenti

unvanını korur. Fakat M.Ö. 587 yılında

Babilonya Kralı Buhtun Nasr Kudüs’ü

alır, Süleyman mabedini yıkar. Şehri

talan edip Yahudiler’in büyük kısmını

kılıçtan geçirir. Kalan 40.000 Yahudi’yi

de Babilonya’ya sürgüne götürür.

Yahudiler’in sürgüne götürülmesi

ve Kudüs’ün yakılıp yıkılması gibi

olaylardan sonra Yahudiler’in bağımsızlığı

artık bitmiş olur.

M.Ö. 142 yılında tekrar bağımsızlıklarını

kazanıncaya kadar geçen

sürede Yahudiler Babiller’in,

Persler’in, Makedonya

Kralı Büyük İskender’in,

Mısır

Pilolama

ailesinin,

Grekselefkoslar’ın

ve


17

Evkitler gibi birçok milletin hâkimiyeti

altında yaşarlar.

M.Ö. 538 yılında Kudüs’e dönmelerine

izin verilip 142 yılında Haşmanaim

sülalesi sayesinde kazandıkları

bağımsızlıkları ise M.Ö. 63 yılında

Roma İmparatorluğu tarafından

sonlandırılır. M.S. 70 yılında Titus

Roma ordusuyla bölgeye gelir, şehri

yakıp-yıkar. Kudüs’ü kan gölüne

çevirip tarihte görülmemiş derecede

büyük bir zulüm uygular. Dönemin

yazarları Titus’un katliamını anlatırken

“insan cesetlerinden dolayı

şehirde dolaşmanın mümkün olmadığını,

Süleyman mabedi civarında

atların üzengilerine kadar ceset ve

kanla dolu olduğunu” kaleme almışlardır.

Titus’un yaşattığı bu acı olaydan

sonra ise Kimon Barkofya isimli bir

Yahudi önderliğinde Kudüs Yahudileri’nin

ayaklanması üzerine

Roma İmparatoru

Hadriyanus

bizzat şehre

gelerek

Mesih

iddiasında

bulunan isyancı başı Kimon Barkofya’yı

öldürüp şehri adeta insan mezbahanesine

çevirir. 132-135 yılları

arasında yaşanan olaylarda Hadriyanus’un

emri ile şehirde taş üzerinde

taş bırakılmaz. Süleyman Mabedini

temellerine kadar söktürür ve bugün

Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu

Muallak Kayası’nın üzerine putperestlik

inancının kutsalı Jupiter adına

bir Pagan tapınağı yaptırır. M.S. 380

yılında Roma Hristiyanlığı kabul ettiğinde

bu tapınak yıkılır ancak yerine

hiçbir şey inşa edilmez. Süleyman

tapınağı yeniden yapılmaz çünkü

Hristiyanlar Yahudileri o bölgeye sokmaz.

Nihayet 633 yılında Hz. Ömer’in

Kudüs’ün anahtarını bizzat Patrik

Sophronius’un elinden almasıyla

Kudüs’te İslam hâkimiyeti başlamış

olur. Hz. Ömer’in bölgede yaşayanlara

gösterdiği adalet ve hoşgörü

bölge insanına asırlar sonra biraz

olsun huzur ortamı sağlar. Verdiği

emanname ve kiliselerine gösterdiği

saygı nice gayrimüslimin Müslüman

olmasıyla neticelenir. Emevi, Abbasi,

Karmati, Fatımi, Selçuklular’ın

döneminde zaman zaman kargaşa

çıkmış olsa da büyük ölçüde sükûn

ortamı yaşayan Kudüs, bu kez 1099

yılında bir Haçlı seferiyle sarsılır ve

Haçlılar’ın bölgeye hâkim olması

neticesinde Müslüman ve Yahudiler’in

feryadı, tabir yerinde ise şayet,

“asumana ulaşır.”

1187 yılında Eyyubi Hükümdarı Selahaddin

Eyyubi’nin Hıttin Savaşı ile

yeniden Müslümanların eline geçen

Kudüs, bu tarihten sonra nihayet

1517 yılında artık Osmanlı hâkimiyetine

girecek ve tarihte gördüğü zulümleri

unutturmak istercesine hemen

hemen tüm Osmanlı padişahları ve

dahi bazı valide sultanlar bölgeyi imar

etmeyi vazife bileceklerdi.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde

Kudüs’ü anlatırken; “Mescid-i

Aksa’ya 800 kişi hizmet etmektedir.

Bu muazzam teşkilatı, Osmanlı devletinin

serveti sağlamış. Dört mezhebin

birer hatibi ve imamı vardır. Elli

müezzini bulunur. Sair hizmet erbabını

ona göre kıyas ediniz.” diyordu.

Osmanlı dönemindeki

Kudüs varlığı

1517 yılında Kudüs’e hâkim olan

Osmanlı, bölgeyi tam 401 yıl idaresi

altında barış ve huzur içerisinde tutmayı

bilmiştir. Bilindiği üzere Yavuz

Sultan Selim Mercidabık Savaşı’nda

Memlükler’i yendikten sonra tüm

Şam bölgesini Osmanlı topraklarına

katmış ve birkaç gün sonra Kudüs

şehrine gelerek Mescid-i Aksa ve

diğer mukaddesatı ziyaret etmiştir.

Kudüs’e girdiğinde Rum Patriği Atali’ye

Hz. Ömer dönemindeki uygulamaların

devam edileceğine, kilise

ve manastırlarında ol-üslûp üzere

ayinlerini yapabileceklerine dair bir

emanname vermiştir. (BOA. A. DVN.

KLS.d 08/7.)


Yavuz

Sultan

Selim’den sonra tahta

geçen Kanuni Sultan Süleyman,

1542 yılında evvela şehrin

surlarını yeniletti. Ağlama Duvarı

ismiyle anılan duvarı imar edip,

Yahudilerden gelen talep üzerine

onların harem dışında kalan duvarda

ağlamalarına müsaade etti. Kudüs

Kalesi’ni büyük ölçüde onardı. 18

çeşme yaptırıp Kubbetü’s-Sahra’nın

yer döşemesini, Mescid-i Aksa’nın

surlarını ve kapılarını yenilettirdi.

Hz. Meryem kapısını açtı, Silsile

kubbesinin fayanslarını yenilettirdi ve

Bab-ı Zehebi kapısını da kapattırdı.

Vakıf bilgilerinden anlaşıldığı üzere,

Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e 40

milyon akçe, bugünkü rayiçle yaklaşık

1 trilyon 500 milyar lira vakfederek

burayı bayındır kılmıştır. Kanuni ile

birlikte eşi Hürrem Sultan da buraya

bir imarethane yaptırmış ve her gün

999 fakirin karnı doyurulmuştur. Hürrem

Sultan’ın bu asırları aşan merhameti

hâlâ devam etmekte, 450 yıl

önce yaptırdığı imarethane her gün

fakir-fukara, garip-gurebaya yemek

vermektedir.

Kanuni Sultan Süleyman Kudüs’e

öyle değer veriyordu ki; oranın

temizliğiyle alakalı bazı sıkıntıları öğ-

ren-

di-

ğinde

derhal

bir

ferman

gönderiyor

ve

bizzat günümüz

Türkçesi’ne

çevrilmiş

şeklinde şöyle

diyordu: Kudüs-i

Şerîf beyine ve

kadısına hüküm

ki: Molla Siyami

gelip haber verdi

ki; Kudüs-i Şerif’te

bulunan Mescid-i Aksa,

Sahratullah-ı Müşerref

(Kubbetü’s-Sahra) ve Hz.

İsa’nın kabri gibi kutsal

mekânlara ibadet ve ziyaret

için gelen bazı kadınlar o

mekânları kirletip, edebe aykırı

davranıyorlarmış. Bu haber üzerine

buyurdum ki: Emrim oraya

vardıktan sonra bu gibi davranışlara

kesinlikle izin vermeyin. Şayet

bunun aksini duyarsam bilesiniz ki

görevden alınmakla kalmazsınız. Sen

ki kadısın bu emrimi sicile kaydet ki

senden sonra gelen kadılar da bu

emrime uysunlar. (BOA. A.DVNS.

MHM. d. 5/191.)

687 yılında Emevi

Halifesi Abdülmelik

b. Mervan

tarafından Peygamberimizin

Mirac’a yükseldiği

kaya üzerine

Mısır’dan alınan

vergilerle yaptırılan

Kubbet’us

Sahra’yı, Kanuni

Sultan Süleyman

1546 yılında

büyük ölçüde

restore etmiş ve

dış cephesini

çini ve mermerle

kaplatmıştır.

Yine Kanuni döneminin

Kudüs

valisi olan Kasım

Paşa, 1525

yılında avluya bir

9 Aralık 1917

günü Kudüs’ün

yönetimi Osmanlı

idaresinden

çıkarak

İngiliz mandasına

geçti ve

1948 tarihinde

İsrail Devleti

Batı Kudüs’te

kuruldu. 1967

tarihinde İsrail

Kudüs’ün

tamamını işgal

etti. Sonrası

malum zulüm,

acı, işkence ve

gözyaşı yüzyıldır

o topraklarda

hiç dinmiyor.

şadırvan yaptırmıştır. Bu şadırvanın

suyu da yine bir Osmanlı eseri olan

sultan havuzundan sağlanmaktadır.

XVIII. yy. sonunda Napolyon Gazze,

Yafa ve Ramla şehirlerini işgal etmiş

ve Akka valisi Cezzar Ahmet Paşa’ya

para teklif ederek kaleyi teslim etmesini

istemişti. Cezzar Ahmet Paşa

ise Napolyon’a cevap dahi vermeye

tenezzül etmeden taarruza geçmiş

ve Napolyon’u ebediyen geri püskürtmeyi

başarmıştı. Kudüs bundan

sonra 1820 yılında Şam eyaletine

bağlandı. 1831’de Mısır Prensi İbrahim

Paşa Kudüs ve Şam bölgesini

işgal etti ancak Osmanlı 1841 yılında

bölgeye yeniden hâkim oldu.

Osmanlı tahtına geçtikten sonra

Kudüs’te hâkimiyeti yeniden sağlayan

Sultan Abdülmecit, 20.000 altın

harcayarak Mescid-i Aksa’yı restore

ettirdi. Bu dönemde Kudüs’ün

nüfusu artmış, 1858 yılında insanlar

Kudüs surları dışına yerleşmeye

başlamıştır.

Sultan Abdülaziz döneminde 1867

tarihinde, Kudüs çok gelişmeye

başladı ve birçok yol ve çarşı inşa

edildi. (Kudüs-Yafa ve Kudüs-Nablüs

şehri arasındaki yol) Kudüs’ün yolları

mermerlerle döşendi. Mermer döşemelerin

bazıları günümüze kadar

ulaşmıştır. Sultan Abdülaziz

30.000 altın harcayarak

Mescid-i Aksa’nın

restorasyonunu

yaptırdı.

Umeri

Camii’ni

inşa

ettirdi.


19

Sultan II. Abdülhamit Kubbetü’s-Sahra’nın

dış cephesine çinilerle

Yasin-i Şerif yazdırdı. Zeminini İran

halılarıyla döşettirdi. Şimdi Mescid-i

Aksa’nın içinde duran büyük avizeyi

Kubbetü’s-Sahra’nın içerisine, Muallak

Taşı’nın üzerine doğru astırdı.

1892’de Kudüs-Yafa şehri arasında

tren yolu, 1909 yılında el-Halil kapısının

yanına büyük kale inşa edildi ve

yanına çeşme yaptırıldı.

Bu ve daha sayamadığımız pek çok

hizmet, tazim ve hürmet ile Kudüs

şehri Osmanlı hâkimiyetinde

olduğu 401 yıl

boyunca barış ve

huzur içinde

yönetildi.

Fakat 9

Aralık

1917

yılına

gelindiğinde 401 yıllık adaletli

bir yönetim artık nihayete ermiş ve

cephelerdeki mağlubiyet Filistin’de

sonun başlangıcı olmuştu. Filistin ve

Sina cephesi mağlubiyeti Osmanlı’yı

derinden yaralamış ve 5200 Mehmetçik

bu bölgede toprağın kara

bağrına düşmüştü.

Tarihî geçmişine baktığımızda Kudüs

her vakit insanlıktan nasibini almamış,

asla kendisinden başkasına

yaşam hakkı tanımayan Yahudi ve

Hristiyanlar, Müslümanların idaresi

altında kazandıkları hakları şimdilerde

unutmuş. Hz. Davut’un elinde

zorbaya karşı atılan sapan taşı şimdi

Filistinli çocukların ellerinde. Zorbalar

ise tıpkı Golyat gibi zırha bürünmüş

vaziyette.

Süleyman devletini tekrar kurmak

isteyen ve bu uğurda her yolu

kendilerine kutsal bilen Siyonistler,

yeryüzünü tüm diğer din mensuplarından

temizleyip cennetin krallığını

yaşamak isteyen evanjelistler, Kudüs’e

hâkim olma gayesi ile dünyayı

kan gölüne çevirmeye devam ediyor.

Tüm bu zulme karşı duran tek devlet

ise yine Türkiye… Çünkü bizler

biliyoruz ki “Kudüs düşerse, İstanbul

düşer.”

Unutmamak gerekir; 1099’da Kudüs’e

girdiler, 1204 yılında İstanbul’a

girdiler. 1917 yılında Kudüs’ü aldılar,

1918 yılında İstanbul’u işgal ettiler.

1917’de Kudüs’e giren İngiliz Orduları

Kumandanı General Allembi iki

gün geçmeden Şam’daki Selahaddin

Eyyubi’nin türbesinde sandukasını

tekmeliyor ve “Kalk Selahaddin biz

geldik.” diyordu. 1920’de İzmir’i

işgal eden Yunan orduları komutanı

Venizelos’un oğlu Sofokles Osman

Gazi’nin türbesine gidiyor, sandukasını

tekmeliyor ve “Kalk ey koca

sarıklı seni yenmeye geldim.” diye

bağırıyordu.

Hasılıkelam, tarihî gerçekler ortada.

Haçlı ordusu ile siyonistlerin oyunları

gün gibi bedihi. Mekke ve Medine

İslam’ın nasıl ruhu ise Kudüs ve

İstanbul da damarında dolaşan kanıdır.

Kudüs düşerse İstanbul düşer.

Ümmet sendeler, yetim kalır. Bu hep

böyle bilinmeli ve Kudüs’e her dem

sahip çıkılmalı.

Duam odur ki, dinsin artık İsa’nın

bitmeyen elem yolu, kesilsin Meryem’in

gök kubbeyi ağlatan acı

çığlığı, Zekeriya’nın feryadı sürura

gark olsun. Asumanı inletsin Ömer’in

adalet nameleri, Musa’nın hedefi

yeniden Kudüs olsun, Golyat’a galip

gelsin yine Davud.

Ve Mirac’ın ilk basamağı merdiven

olsun Ümmet-i Muhammed’in baki

huzuruna...


20

PROF. DR. NİHAT HATİPOĞLU

Cömert Gönüller

Cömertlik Görecek

D

ünyada kazanılan mal, geçici ve

yok olucudur. Bunun tek istisnası,

Allah yolunda infak edilen maldır.

Rabbimizin rızası için harcanan

her zerre, ebedi âlemde kul için bir

kazanç ve tükenmez bir hazinedir.

Harcanmayan ve elde sımsıkı tutulan

mal, sahibinin dünyayı terk ettiğinde

ayrılmak zorunda kalacağı ve mirasçıları

bu dünyada onun kazancını tüketirken,

onun ise hesabıyla uğraşacağı

bir yük olacaktır.

Allah-u Teâlâ’nın insanlara lutfettiği

malda, elbette ki yakınlardan başlamak

üzere ihtiyaç sahiplerine verilmesi

gereken bir pay vardır.

Zekât, zenginin malındaki fakirin

hakkıdır. Toplumdaki gelir düzeyini

dengeleyen zekât, zenginin malını

manen temizleyip arındırırken, ihtiyaç

sahibine de rahat bir nefes aldırır.

Üstelik fakirin zengine haset etmesinin,

zenginin ise fakiri hor görmesinin

önüne geçer. Böylece sevgi ve kardeşlik

hukuku kuvvetlenir.

Cimrilik edenler hakkında Allah-u

Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın

kereminden kendilerine verdiklerini

(infakta) cimrilik gösterenler,

sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır;

tersine onlar için pek fenadır.

Cimrilik ettikleri şey de kıyamet

gününde boyunlarına dolanacaktır.

Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.

Allah bütün yaptıklarınızdan

haberdardır.” (Al-i İmran, 180)

Hz. Peygamber (sav) ise bu konuda

şöyle buyurmuşlardır:


Cömert Gönüller Cömertlik Görecek

21

“Zekât ile mükellef olup da bunu

yerine getirmeyen her kişiye, kıyamet

gününde ödemediği zekât

borcu, azgın bir yılan haline getirilerek

o kişilerin boyunlarına dolanacaktır!”

(İbn-i Mace, Nesai)

Cimrilik sadece zekât vermemek değildir

elbette, o bütün hayata çirkince

sirayet eden kötü bir ahlaktır.

Kâinata baştan sona rahmet getiren

Peygamberi Efendimiz (sav), cimriliği

şu şekilde yasaklamışlardır:

“Cimrilikten mutlaka sakının!

Çünkü cimrilik bir toplumu zekât

vermeyi terke, akrabalık bağlarını

kesmeye ve birbirlerinin kanını

dökmeye sürükler.”

(Ebu Davud) yine “Şu iki sıfat bir

mü’minde bulunmaz; cimrilik ve

kötü ahlak!” (Tirmizi, Ebu Davud)

buyuran Peygamberimiz (sav):

“Allah’ın adına yemin ederim ki,

hiç bir cimri cennete giremez!” (Suyuti)

ifadeleriyle cimrinin hazin sonuna

işaret etmektedir.

Büyük İslam âlimi İmam-ı Azam Ebu

Hanife (ra) şöyle der: “Ben cimri kişiyi

emin ve güvenilir bulmam. Çünkü

cimrilik onu, her şeyi inceden

inceye hesaplamaya ve aldanma

korkusuyla hakkından fazlasını almaya

sürükler. Bu vasıftaki bir kişi

güvenilir ve emanete layık değildir.”

Bu kötü hasletten korunmak için,

kendimizi ihtiyaç sahiplerinin yerine

koymalı ve Allah yolunda infak etmeye

gayret etmeliyiz.

Bu anlamda Allah için bağış yapmak,

sadaka vermek, borçluyu selamete

çıkarmak, borç vermek, daralmış

olana sahip çıkmak Allah’ın

zekatın yanındaki infak emirlerindendir.

Gani gönüller, susuzluğu giderir,

açlığı bastırır, fakirlikle mücadele

eder ve Rabbin huzuruna emanete

riayet eden olarak gider.


22

D

ÇEKİRGENİN GÖZÜNDEN

KABE’Yİ İZLEMEK

ünyayı saran bir pandemi tehlikesi… Hastalık endişesi

herkesi içe döndürdü, yalnızlaştırdı. Toplu ibadetler

bile evde yapılır oldu. Belki de en etkileyici görüntü

Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa

başta olmak üzere ibadethanelerin mahzun kalışıydı.

Mü’minler bu duruma ne diyeceklerini,

nasıl tepki vereceklerini bilemedi.

Kimsenin alışık olmadığı bu görüntü

karşısında İslam alemi yutkundu, konuşamadı.

Tıpkı diğer dinlere inananların

yaptığı gibi... Ama bir kare… Yalnızca

bir fotoğraf karesi insanoğlunun aslında

bazı şeyleri ne kadar da basite indirgediğini

anlattı bizlere. Kâbe’de tavaf durmazdı

ki.. İnsanlar tavaf etmese melekler tavaf ederdi..

Peygamber efendimiz (S.A.V.);

mübârek elleri ile Kâbe’yi

göstererek; (Ey Kâbe, sen

Allahın evisin. Sen mübâreksin

fakat bir Müslüman,bir

mü’minin kalbini kırsa 70 defa

seni yıkmaktan daha büyük

günaha girer) buyuruyor.

Pandemi sürecinde diğer mescidlerde olduğu gibi

İslam aleminin en kutsal mekanı Kabe’de tavaf alanına

Müslümanların girişi yasaklandı. Tedbir amacıyla alınan

bir önlemdi bu. Üst katlarında ise tavaf devam etti. Virüsün

engellenmesi, salgının durdurulması için tavaf alanının

(mataf) boşaltılıp ilaçlanmasından

daha doğal ne olabilirdi ki? Yanlış bir

hakaket tarzıyla gençken bu ibadeti yerine

getirmek yerine insanlar gençken

Hac ve Umre ibadetlerini yerine getirmek

yerine, yanlış bir hareket tarzıyla,

yaşlanmayı beklerler her nedense.

Beliniz iki büklüm olduğunda, dizlerde

ağrılar arttığında, bağışıklık sisteminiz

zayıflamış hastalıklara da davetiye

çıkarmışken gidilmiş oluyor Kutsal topraklara… Bir de


Çekirgenin Gözünden Kabe’yi İzlemek

23

üzerine Corona virüsünü eklerseniz durumun çok daha

vahim olacağını hatırlatmaya gerek kalmaz bile. İlk bakışta

Suudlar’ın çokça eleştirildiği Mescid-i Haram’ın

cemaatsiz kalması meselesini eleştirenler sonradan sürü

psikolojisiyle hareket ettiklerini kabul etmişlerdir herhalde.

Burada amaç Suudlar’ı kollamak değil yanlış anlaşılmasın.

Ama feryat- figan edeceğiniz asıl yer

Kudüs... Nitekim Mekke yerinde

duruyor. Koparılmaya çalışılan,

çeşitli plan ve projelere kurban

edilmek istenilen yer KU-

DÜS. İşte bu fotoğrafta da

belki Umre’ye gidenlerin

birçoğunun görmek dahi

istemediği, belki bilerek

belki bilmeden üzerine

basıp öldürdüğü ama

büyük çoğunluğunun da

iğrenerek baktığı bir çekirge veriyor bize “KÂBE NASIL

SEVİLİR?” dersini... Saatlerce durduğu yerden Beytullah’ı

izleyen bir çekirge aslında mesafelerin, zorlukların,

engellerin yalnızca zihinlerimizde olduğunu bize haykırıyor.

Anlayan için büyük anlamlar içeriyor. Akleden için

umut vaaz ediyor.

Bir çekirgenin gözünden Kâbe’yi izlemek

demek ki işte böyle oluyor.

.. Sözümüz ile özümüzü bir tutmadığımızda

Kabe’nin etrafı

boşaldı diye feryat etmenin

riyakarlığını Allah (cc) sormaz

mı bizlere?

EDİTÖRÜN YAZISI


24

UGANDA’DA SIRADIŞI BİR BÜYÜKELÇİ

‘‘Konvoy beklerken beni motorsikletin üstünde görünce...’’

Kara kıtanın kilit ülkesi Uganda’da önemli çalışmalara imza atan T.C. Uganda Büyükelçisi Kerem Alp,

Seyyahname Dergi’nin sorularını yanıtladı.

• UGANDA’DA TÜRKİYE OLARAK

HANGİ ÇALIŞMALARI GERÇEK-

LEŞTİRİYORUZ?

İki ülke arasında, insani, siyasi, ticari

ve kültürel ilişkiler başta olmak üzere,

tüm alanlarda işbirliğinin geliştirilmesini

teşvik ediyoruz. Uganda’nın

sürdürülebilir kalkınmasına katkıda

bulunacak etkinliklere, özellikle önem

veriyoruz. Uganda’nın insani ve doğal

kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirmesine

yardımcı olabilecek, mesleki

eğitim, altyapı ve modern tarım tekniklerinin

geliştirilmesi gibi çalışmalar,

önceliklerimiz arasındadır.

• ÖZELLİKLE KIRSAL BÖLGELE-

RİN EN BÜYÜK SORUNU NEDİR?

Su kaynaklarının daha etkin değerlendirilmesi

bence en öncelikli konudur.

Kırsalda insanlara, en büyük

meselelerinin ne olduğunu sorduğumuzda,

hep aynı yanıtı alıyoruz: ”SU”.

Oysa, yüzölçümünün yaklaşık %15’i

su olan, her gün olmasa dahi, haftada

en az 2-3 kez yağmur yağan bir

ülkede, su sıkıntısı çekilmesini doğal

bulmamaktayım.

• MOTOSİKLET YA DA BİSİKLET

NEDEN ÖNEMLİ?

Trafik ve çevre kirliliği sorunu yaratmayan,

gerek maliyeti, gerek bakım

masrafları açısından otomobile kıyasla

çok daha ekonomik olan motosiklet

ve bisiklet gibi taşıtların Uganda için

ideal bir taşımacılık yöntemi olduğunu

düşünüyorum. Uganda’ya geldiğim

ay ben de bir motosiklet aldım.

Bu güzel ülkede bir yerden bir yere

yürümek, mesafe uzaksa da iki teker

üstünde gitmek hem pratik, hem de

çok keyifli oluyor.

• CAMİ, HASTANE VE OKUL GİBİ

İHTİYAÇLAR HAKKINDA BİLGİ VE-

REBİLİR MİSİNİZ?

Bu üç alanda da yapılabilecek çok

şey var. Ülkenin nüfusu göreceli olarak

çok hızlı büyüdüğü için, bu ihtiyaçların

devlet bütçesinden karşılanması

her zaman mümkün olmuyor.

Tabi, binaların yapılması yeterli değil;

bunları kullanacak ve değerlendirecek

imam, doktor, hemşire, öğretmen ve

idari kadroların eğitilmeleri ve maaşlarının

ödenmesi gerekiyor. Bu alanlarda

katkıda bulunmak isteyen hayırseverlerimiz

için çok geniş bir faaliyet

alanı olduğunu söyleyebilirim. Şüphesiz

daha da güzeli, bu tür kurumların

kendi ayakları üzerinde durabilmelerini

ve kendi kendilerine yetecek hale

gelmelerini sağlamak olacaktır.

• UGANDA’DA FAALİYET GÖSTE-

REN YARDIM DERNEKLERİ HAK-

KINDA DÜŞÜNCENİZ NEDİR?

Türkiye’nin ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinden

Uganda’ya yardım eli uzatan,

devletine ve ülkesine bağlı tüm hayırseverlerimizi,

takdir ediyor ve destekliyoruz.

Şimdiye kadar 6-7’si yerleşik


Uganda’da Sıradışı Bir Büyükelçi 25

olmak üzere, 20 kadar farklı dernek ve

vakıf ile, görüşme, bu dernek ve vakıfların

etkinliklerine katılma imkânımız

oldu. Derneklerimiz ülkeyi ne kadar

yakından tanırlarsa o kadar etkin olabiliyorlar.

İnsanların Uganda’ya ilişkin

önyargıları olabiliyor, ancak ülkeye

gelince bunların çoğu alt-üst oluyor,

çok şaşırıyorlar. Bu bakımdan, ülkeyi

ve ihtiyaçlarını bilenlerin, bu bilgileri

diğerleriyle paylaşmalarını öneriyoruz.

Yerelde güvenilir ortakların veya temsilciliklerin

olması bence çok önemli.

Ayrıca, büyükelçiliğimize yapılan kısa

nezaket ziyaretlerinin bile çok ilham

verici olduğu söyleniyor. Özetle, derneklerimizin,

faaliyetlerine başlamadan

önce “ev ödevlerini” yapmalarını;

Uganda’ya geldiklerinde, bize de bir

kahve içimi için uğramalarını tavsiye

ediyoruz.

• KEŞKÜL ORGANİZASYONU

HAKKINDA NELER SÖYLEMEK İS-

TERSİNİZ?

Keşkül’le Uganda’da tanıştım. Açık

fikirli ve duyarlı bir organizasyon olduğu

izlenimi edindim. Projelerinin geliştirilmesi

aşamasında acele etmeyen,

önerilere açık olan ve ön çalışma yapan;

yapılacak projeye karar verdikten

sonra ise, derhal hayata geçirebilen

bir yapısı olduğunu gözlemledim.

• BİRAZ DA SİZİNLE İLGİLİ SO-

RULAR SORMAK İSTERİZ. UGAN-

DA’DA BULUNMAK NASIL BİR

DUYGU? ORADA YAŞAMANIN

ZORLUK VE KOLAYLIKLARI NE-

LERDİR?

Dört mevsim baharı yaşayan, sevecen,

genç ve barışçıl bir halka sahip

olan Uganda’da yaşamanın büyük

bir şans olduğunu düşünüyorum.

Doğal güzellikleri ve insanları bence

Uganda’nın en büyük zenginliği; buna

odaklanıldığı takdirde zorluklara daha

rahat göğüs gerilebiliyor. Bu zorlukların

başında da altyapı eksiklikleri ve

Kampala’nın trafiği akla geliyor. Sivrisinekler

de bazen sinir bozucu olabiliyor.

• YAŞADIĞINIZ VE SİZİN UNUT-

MADIĞINIZ BİR ANI YA DA ANILA-

RINIZ VAR MI?

İnsanları şaşırtmak, ezberlerini bozmak

ve kendi ifadeleriyle “yedi nesil

torunlarına anlatacakları anlar yaratmak”

çok hoş oluyor. Bunlardan biri,

geçen yıl Cumhuriyet Bayramımız’da

Ugandalı misafirlerimize, kendi dillerinde,

Lugandaca bir hitapta bulunmamdı.

Anlaşılan, tarihte ilk defa

böyle bir şey olmuş, çok ilgi uyandırdı.

Bir diğer anımı siz de biliyorsunuz.

Keşkül sponsorluğunda aldığımız bir

motosikleti ücra bir köydeki imama

bizzat kullanarak götürdüm ve teslim

ettim. Yolculuk harikaydı, nefis bir

gün, pırıl pırıl bir hava vardı, yol boyu

iki tarafım da yemyeşildi. Covid 19

salgınına karşı uygulanan sokağa çıkma

yasağı nedeniyle trafik çok rahattı.

Köye vardığımızda insanlar belki de

resmi bir konvoyun geleceğini, belki

arkasından da söz konusu motosikletin

bir kamyondan indirileceğini falan

bekliyorlardı sanırım. İmamın önünde

durup kaskımı çıkarınca, imam

önce şaşırdı, sonra katıla katıla güldü.

Anahtarı ve ruhsatı teslim edip hayır

duasını aldık.

• UGANDA VE TÜRK HALKI ARA-

SINDA BENZERLİK VE FARKLILIK-

LAR NELERDİR?

Sanırım en büyük benzerlik, dışarıdan

yeknesak görünse de, her iki halkın

da aslında kendi içinde çok büyük

çeşitlilik barındırmasıdır. Uganda’da

da, bölgeden bölgeye, insanların kültürlerinin,

yaşam tarzlarının, alışkanlıklarının,

inançlarının, dil ve şivelerinin

büyük farklılıklar gösterdiğini gözlemledim.

Ayrıca genç nüfusun çok kalabalık

olması, halkın ortalama yaşının

düşüklüğü, savaş ve çatışmaların hiç

bitmediği coğrafyalarda barış içinde

yaşayabiliyor olunması da benzerlik

gösteriyor. Farklılık saymak gerekirse,

Ugandalıların kendi ifadelerine göre

Türk halkının vatanseverliği, tarihte

kimseye boyun eğmemesi ve kendi

kendini geliştirebilmiş olması en çok

gıpta edilecek özelliğimiz.

• BÜYÜKELÇİLİK OLARAK YAPTI-

ĞINIZ VEYA YAPMAYI PLANLADI-

ĞINIZ PROJELERİNİZ VAR MIDIR?

Açıkçası o kadar çok projemiz var

ki, hepsini bir röportaja sığdırmak zor.

Okul, yetimhane, mesleki eğitim merkezleri,

cami, yol, su kuyuları yapım ve

onarımı gibi altyapı çalışmaları hiç eksik

olmuyor. Ancak içinden geçtiğimiz

ve bir süre daha böyle devam edecek

pandemi döneminde biraz yaratıcı olmakta

fayda var. Çocuklara, uzaktan

eğitimde kullanabilecekleri malzeme

tedarik etmek, mekanize tarım ve sulama

alanında birkaç pilot uygulama

gerçekleştirmek, bunlar arasında sayılabilir.

Bir de, sosyal medyanın cazibesine

rağmen, bu dönemde radyoyu

ve nimetlerini yeniden keşfetmek gerektiğini

düşünüyorum. Kısmet olursa,

belki bu konuda bir projeye öncülük

edebiliriz.



Yüreğim Sende Kaldı

Birinci gün.

Prenses

Öncesinde pek anlayamadım.

Daha çok bir tedirginlik vardı içimde.

Kafamda sorular.

Nasıl toplanır yedi bavul?

Nasıl geçer uçakta sekiz

saat?

Nasıldır hotel?

Nasıldır şu…

Nasıldır bu….

diye diye geçti zaman, verildi cevaplar ve

geldik ilk köye.

Anlayamadım.

Birinci kuyu açıldı.

İkinci kuyu açıldı.

Üçüncü kuyu açıldı.

Uykudaydım sanki.

Uyanamıyordum.

Filmin içindeyim sanki.

Ama oturmuş seyrediyordum.

Bir, iki, üç…

Açtık - devam ettik.

Açtık - devam ettik.

Açtık - devam ettik.

… ve dördüncü kuyuya geldik.

Uzak durdum.

Yaklaşamadım.

Dünyanın en normal şeyi imiş gibi -

insanların suya muhtaç olması.

27

Size bir şey anlatacağım.

Mahcubiyeti anlatacağım.

Uganda’yı anlatacağım.


28

Afrika Hikayeleri

Dünyanın en normal şeyi imiş gibi

- kuyu açıp devam etmesi.

Stop ya! Stop! Durun!!!!

Bu insanlar - bu çocuklar!

Hepsi gerçek!

Ve ben uzaktan izlerken…

Hiç hissetmediğim kadar mahçup

hissettim kendimi!

Hiç olmadığı kadar ezildim bu insanların

şükranı altında!

Çocukların kahkaha sesleri kulaklarımı

delecek gibi olurken, ben

içten içe uzaklaşmak istedim.

Bana teşekkür etmesinler istedim.

Bana -ben onlara su vermiş gibibakmasınlar

istedim.

… çünkü bu insanlar da - bu çocuklar

da - dünyanın her yerinde

olduğu gibi - temiz suya sahip olmayı

hakkediyor.

Hakkediyor.

Ve biz, su kuyusu açmakla çok büyük

iş başarmış olmuyoruz!

Hayır! Kesinlikle! Biz mecburuz!

Suyumuzu - aşımızı - her şeyimizi

paylaşmaya mecburuz!

Bir özge vakte geldik. Yanımızdan

usulca akıp giden zaman nehri

yeni bir çağıltı kazandı. İçimizde

bir titreyiş, bir zelzele başladı. Düzenimizi

dağıttı söz, yeni bir düzen

kurmaya geldi. Toprağımızı karıyor

o günden beri. Dokunuyor bize.

Yağmuruna kavuşan tohumlar gibi

kabuklarımızı soymaya hazırlanıyor.

Çözüyor benliğimizi. Kesiyor

sessizliğimizi. Yırtıyor ılık konforumuzu.

Ayağımızın altından sıcak

kumları çekiyor. (…) (Alıntı - Mukabele

- Senai Demirci)

Size bir şey anlatacağım.

Mahçubiyeti anlatacağım.

Çaresizliği anlatacağım.

Uganda’yı anlatacağım.

İkinci gün.

Yaklaşık altı saat yol gittik. Baya

bir yorulduk. Yine bir köye geldik

su kuyusu açmak için. Uğradığımız

en son köylerden bir tanesi.

Büyük bir köy değildi. Yine çok

güzeldi çocukları.

Kıyafetlerden çıkardık ve bir spor

çantası dolusu ayakkabı. Dolusu

diyorum ama tabi yetmeyecek

yine hepsine vermeye.

Su kuyusu açılırken dikkatler dağılmasın

diye sessizce dizdi Yasin

bir kenarda iki ağacın altına ayakkabıları.

Ben de elime bir kaç tane bebek

ve küçük kız ayakkabısını aldım

bakınıyorum. Bebek bakıyorum,

küçük kız bakıyorum.

Sonrasında bir kaç dakika içinde

dağıtıldı ayakkabılar, penyeler, atletler.

Mutlu mutlu yüzler.

İnci gibi dişler.

Çoraplar kalmış aldım elime ayakkabı

alan çocuklara vereceğim.

Sonra karşıma iki küçük kız durdu.

Dört - beş yaşlarında ellerinde

birer çift ayakkabı. Biri 32 dişini

göstermiş güneş gibi gülüyor, diğeri

dünyanın tüm mutsuzluğunu

yüklenmiş, boynu bükük karşımda

duruyor.

Önce ona yöneldim. Biraz daha


Afrika Hikayeleri

29

küçük, biraz daha narin, elbisesi

çok daha yırtık. Hayır, tümü yırtık.

Aldım çorapları, tuttum ayağını.

Ayağımı altındaki yaraları hissettim.

Ayağının altında kabuk bağlamış

kanı kurumuş yaralara. Yüreğindeki

yaralara.

Ben giydirirken bana bakmayışı.

Ben mahçup olacakken, onun

bana bak(a)mayışı. Çaresizlik sardı

tüm bedenimi.

Giydirdim dikkatlice, bağladım

bağcıkları. Hala yüzü yerde.

O yırtık elbiseden başka hiç bir şey

yok üstünde! Elbisesini kapatacağım

ama nasıl?

Düğme yok. Bağlayacak ip yok.

Dedim ya tümü yırtık. Düğüm attım

artık iki uç bularak. Sarıldım.

Bıraktım.

Ah prenses.

Yüreğim sende kaldı prenses.

Ayaklarının altında kurumuş yaralarda

kırıldı kalbim. Yırtık elbiseni

düğümlemeye çalışırken yırtıldı

ciğerim.

Yüreğim sende kaldı prenses.

Çorapları giydirirken pamuk ayaklarına

dokunurken yandı canım.

Ayakkabılarını bağlarken yüreğim

yüreğinde ağladım.

Yüreğim sende kaldı prenses.

Bir daha sarılmayışımın pişmanlığıyla

yüreğim sende kaldı prenses.

Bir daha görebilecek miyim acaba

seni?

Kaldır yüzünü bana bak diyebilecek

miyim?

”(...)Varlığın boşa var edilmediğini

sen bileceksin. Her şeyin ardında

sakladığı anlamı çözme işini sana

emanet etti Rabbin. Bu yüzden

seni ilgiden yarattı. Sen ilgi kurmadan

edemezsin. Sen parçaları

bütünlemeden rahat edemezsin.”

(Alıntı - Mukabele - Senai Demirci)

MİNA YAŞAR


30 Afrika Hikayeleri

AFRİKA’NIN

RENGİ

Yıllar önce bir yardım organizasyonu

ile Afrika’ya gitmiştim. Kolilerimizde

gıda, tıbbi malzemeler ve sadece bizim

zavallı çocuklarımızın ihtiyacı olan

oyuncak tarzı ıvır zıvır vardı. Bunun

yanında biraz demokrasi, medeniyet,

insanlığın yüksek ideallerini de götürdüğümü

zannediyordum.

Cebimde gelişmiş bir ülkenin pasaportunu,

saygın bir üniversitenin diplomasını,

mezarda bile geçeceğine

inandığım yeşil dolarları taşıyordum.

Bu gezegenin şüphesiz en medeni

üyesiydim ve onlara olağanüstü bir

vizyon sunabilirdim.

Bizi karşılayan kadınlar, gökkuşağını

kıskandıran renklerde kıyafetler giymişlerdi.

Her yerlerine taktıkları boncuklu

takılarla, pürneşe şarkılar söyleyip

dans ediyorlardı.

Bu kadar eksiltilmiş bir kıtada, bu

muhteşem neşeyi beklemiyordum.

Uzun süre yüzlerine baktım. Bir umutsuzluk,

tükenmişlik, çaresizlik belirtisi

aradım. Bize bakarken yüzlerinde

hayranlık, şaşkınlık görmek ve böylece

Batılı olmanın, beyaz olmanın haklı

gururunu yaşamak istiyordum.

Dünyanın gözüne sokamadıkları

varlıklarını renklere, sağır kulaklara

duyuramadıkları çığlıklarını, şarkılara

dökmüşlerdi.

Güneşin insanlarla böyle sarmaş dolaş

olduğu, ışıklarını çocukların gözlerinde

parlattığı başka bir yer görmemiştim.

Kara kıtanın renkli insanları,

beni ağır bir yenilgiye uğratmışlardı.

Elimdekileri utanarak yere bıraktım.

Aylar sonra Afrika’dan dönerken valizimde;

sıcacık renklerle oluşmuş bir

neşeyi ve azala azala büyümüş muhteşem

bir görkemi de yanımda taşıyordum.

HATİCE ŞAHİN


Afrika Hikayeleri 31

Zebra sürüsü, kilometrelerce yürüdükten

sonra nihayet su birikintisine varabildi.

Erkek zebra artık planını hayata

geçirebilirdi. Yavru zebrayı bacağından

tuttuğu gibi suyun kenarına getirdi.

Defalarca ve büyük bir öfkeyle yavruyu

suya daldırıp çıkardı. Bir an önce

ölmesi için elinden geleni yapıyor, en

ufak bir merhamet duygusu hissetmiyordu.

Gururu incinmişti, kendini

aşağılanmış hissediyordu. Sürünün

yetişkin zebraları bunun ne anlama

geldiğini çok iyi biliyordu. Gerekenin

yapılıyor olmasından memnunlardı.

Dişi zebra dehşetle olup biteni izlemeye

başladı. Yavru zebralar her şeyden

habersiz aralarında oynaşıyordu.

Güneş tam tepedeydi. Bir süre sonra

kurtulmaya çalışmaktan vazgeçti yavru.

Artık cansızdı. Erkek zebra, biraz

sakinleşip yavruyu ileriye fırlattı. Yavrunun

babası olmadığına emindi. İçgüdülerine

güveniyordu. Dişi zebraya

bakmadı. Baksa belki onu da öldürecekti.

Dişi zebra boynunu büküp günahını

kabul etti.

Cezasını kestiremiyor, yavrusunun

acısına bir de kendi can korkusunu

ekleyerek bekliyordu. Bir daha günah

işlemeyeceğine yeminler etti içinden.

Sürü su içmek için kıyıya iyice yaklaştı.

Dişi zebra bir yavrusuna bir suya

bakıyordu. Ölmüş yavrunun başında

akbabalar dolaşmaya başladı.

GÜLHAN TÜRKALP


32

Afrika Hikayeleri

NADİDE BİR OKULUZ

Okullarımızda Waldorf, Reggio Emilia,

Montessöri yöntemlerinin harmanlanmasından

oluşan yöntemler

uygulanmakta. Seçilen mobiliya ve

materyallerin doğal malzemelerden,

sağlam ve sade olmasına dikkat edilir.

Sınıflarımızda farklı yaş gruplarından

çocuklar bir arada eğitim ve öğrenim

görür. Böylece çocukların farklı

gözlem ve tecrübelerle eğitim görmelerini

sağlarız. Akıllı tahta da dahil

teknolojik hiçbir unsur sınıflarımızda

yer almaz. Sınıflarda havalandırma

sistemi mevcuttur. Çocukların doğa

ile özellikle de toprak ve çamurla sık

sık temas halinde olmalarına önem

veririz. Bu anlamda eğitime yeni bir

açılım kazandırmış nadide bir okuluz.

• Beyefendi her şey iyi hoş da

ücret biraz yüksek değil mi?

• Efendim taksit seçeneğimiz

var isterseniz. O şekilde ödeme

yapabilirsiniz…

Kayıt için gittiğim okuldan, sırf çocuğum

dünyanın en fakir yerlerindeki

çocuklar gibi eğitim alabilsin, gözleri

onlar kadar ışıldasın diye biriktirdiğim

paranın tamamını sarfetmiş olmanın

mutluluğuyla ayrıldım.

VİLDAN KINALI


33

KARA KITADAN

MEKTUP VAR

U

ganda’da yardım faaliyetleri

gerçekleştiren Mehmet Polater

yazdığı mektupla orada yaşadıklarını

​ Seyyahname ​okurlarına

anlattı.

Ramazan ayına az bi süre kalmış;

hazırlıklarımızı yapıyoruz...

Ortalama 20 mescitte iftar vereceğiz.

Hayır sahiplerine haber veriyoruz.

Bu mescid, Ayhan Ağabey’in,

diğer mescid Sema Hanım’ın, diğer

mescid Tuana kardeşimiz’in derken

20’ye yakın mescidin imamlarıyla

son hazırlıkları yapıyoruz.

Geçen yıl kullandığımız mutfağı

derleyip toparladık.

Bu mutfaktan günlük 15 bin kişilik

iftar çıkacak.

Birden telefonlar çalmaya başladı.

Herkes diyor ki ​-”ülkeler uçuşlarını

kapatıyorlar siz de vatanınıza

dönün!”

Kızım, Hanımım telefon açıyor; -​

”artık gelmeni istiyorum” ​diyor.

Ama sonra -​“orada senden bin-

lerce insan iftar bekliyor. Rabbim

bir kapı açar”​deyince tamam de-

dim, duayı da, izni de almış olduk.

Ramazan için malzeme alırken

Ugandalı esnaf dedi ki

-​”Almakta gecikme! Bu virüs

meselesi çok yayılacak ve malzemelere

zam gelecek.”​Aldım

malzemeyi çıktım.

Kendi kendime ​“küreselleşmeyi bu

kadar derin hissetmemiştim


34

Kara Kıtadan Mektup Var

Uganda’da bir küçük esnaf bunu

hesap ediyorsa artık dünya bir köy

haline hakikaten gelmiştir”​ dedim.

Vakit geçtikçe ülkede kısıtlamalar

başladı. Sokağa çıkma yasağı,

toplu ve şahsi ulaşım yasaklandi.

Tüm ibadethaneler kapatıldı. Toplantılar

yasaklandı. Tüm ülkelere girişler

yasaklandı.

“Burada bu Ramazan hazırlığı

için Türkiye’den 5 kişiyiz. Ne yapacağız,

nasıl bu durumda ümmetin

iftar sofralarına ulaşacağız?”​endişesi

kapladı içimizi.

Ulaşım yasaklanınca hareket edemiyorsunuz.

Köylerden ve mescidlerden

haberler geliyor. Sadece

bir muzla veya sadece bir mango

ile sahur ve iftarlar yapılıyor.

Bazı köylerden haber geliyor -”​bizler

yeni müslümanız bize sahip

çıkın!” Şu sorudaki asalete bakar

mısınız lütfen: ​“Nasıl oruç ibadeti

yapacağımızı öğrendik ama yiyecek

bir şeyimiz yok! Acaba bu

oruç ibadetine zarar verir mi?”

Burada bizim bir iletişim kaynağımız

da muhtarlardır. Muhtarlardan

haberler geliyor: “halk kapımızda

yatıyor bir yardım yok mu?” diye.

Evet, küreselleşme dünyayı bir köy

haline getirdi ama bu köyde neden-


Kara Kıtadan Mektup Var 35

se mazlumların sesini duymuyorlar.

5 kişilik ekip bu haberleri aldıkça

kalbimizin süveydasındaki suları

galeyana getiriyor. Zar zor kamyona

bir şeyler doldurup valiliklerden

yalvar yakar izin alıyor ve köylere

erzak dağıtmaya başlıyoruz.

O kadınların, çocukların sevinçleri

görmek o kadar uzun yolculuğun

zorluğunu, nefes borusunun bile

tozlu olduğunu hissetme duygusunun

önüne geçiyor.

Herkes bizleri vesile ederek

hayır sahiplerine dualar ediyor.

O yeni Müslüman olan köylülerin

endişesi de böylece giderildi. Muzla

mango ile iftar sahur yapanlar

da, kapılarda yatanlar da onlardan

fiziki olarak belki binlerce kilometre

uzakta olan Türkiye’ye ümmet

şuurunun emperyalist engelleri biiznillah

kaldırıp vefanın bayrağını

diktiği için teşekkür üstüne teşekkür,

dua üstüne dua ediyorlar. Ümmet

olarak yalnız değiliz diyorlar.

Ve bu ekibimizle burda kalmamızın

sebebini bu şekilde öğrendik. Elhamdülillah!

Kurban bayramında da sayısız

olay yaşadık. Belki başka bir mektupta

onu da anlatmak nasip olur.

Rabbim yar ve yardımcımız olsun.

Vatana, sevdiklerimize hasreti, Ayasofya’da

ilk namaza hasreti düğüm

düğüm boğazımızda hissederek,

kader-i ilahi bizi burada vazifelendirdiği

için de ferah bularak faaliyetlerimize

durmadan devam ediyoruz.

Vatan’dan 7000 km uzakta

Afrika’nın ücra bir kosesinde Dua

bekleyen Mehmet POLATER

MEHMET POLATER



Afrika’nın Gülen Yüzü 37


38

Afrika’nın Gülen Yüzü


Afrika’nın Gülen Yüzü 39


40

Afrika’nın Gülen Yüzü


Afrika’nın Gülen Yüzü 41


SÖYLEŞİ

Türkiye’den binlerce kilometre

uzakta Afrika’da

açlık, susuzluk, yoklukla hayatlarını

sürdürmeye çalışan

insanlara yardım etmek için

tarihe altın harflerle yazılacak

bir çalışma yürütülüyor.

Türkiye ve dünyanın farklı

yerlerinden yardım dernekleri

insani drama “dur” diyebilmek

için var güçleriyle

çalışıyorlar.

Mesafelerin bu denli uzak,

imkanların bu kadar kısıtlı

oluşu yerel derneklerle çalışma

zorunluluğunu ortaya

çıkarıyor.

Burada da yerel derneklerin

güvenilirliği ve organizasyon

becerisi ön plana çıkıyor.

Uganda’da faaliyet gösteren

“DAWA” adlı yardım

grubunun neler yaptığını

grubun lideri ve aynı zamanda

kendisi de bir imam

olan Remazan Nasur ile

konuştuk. Ortaya keyifli ve

bir o kadar da bilgilendirici

bir röportaj çıktı.

AFRİKA

MÜSLÜMANLARININ

‘‘DAVA’’SI

• Grubunuzu nasıl ve

neden oluşturdunuz?

Bismillahirrahmanirrahim. Uganda’da

birçok kırsal bölge mevcut.

Buradaki sınırlı sayıdaki mescitin

yükü Teso alt bölgesinde tek

kentsel camiye yüklenmekte. Burada

kastettiğimiz şey, insanların

dini, yaşamsal ve daha birçok ihtiyacı

var. Bunu karşılamaları ise

imkansız. O yüzden bizlere ihtiyaçlarını

ilettiklerinde kendilerine

daha faydalı olabilmek için kurduk

grubumuzu. Bu grubu, dünyadaki

Müslüman kardeşlerimizden,

Uganda’daki köylerde İslam’ı yükseltmek

ve yaymak için destek

almak üzere kurduk.

• İsmi ne manaya geliyor?

Amacımız dünyadaki her bir insanın

kendi dünyasından sıyrılıp

bizim yaşadığımız ülkelerdeki gibi

hatta daha yoksul ülkelerdeki gibi

yaşamları öğrenmeleri, o yaşamlara

dokunabilmeleri. Grubumuzun

adı da; her bir insanın İslam’ın

mesajını alması ve tek gerçek dini

takip etmesi için İslam bilgisini bir

yerden bir yere genişletmek anlamına

gelir.


Afrika Müslümanlarının ‘‘Dava’’ sı 43

• Kaç kişilik bir ekipsiniz?

Çalışma arkadaşlarınızın

çoğunluğu neden imamlardan

oluşuyor?

Toplamda 55 kişilik çekirdek bir

kadromuz var. İmamlar ilk elden bilgi

alan liderler oldukları için bizlerin

doğal ve samimi çalışma arkadaşlarımız.

Bizler gelen yardımları ihtiyacı

olanlara dağıtırken, o yardımın doğru

ellere ulaşması için mücadele vermekteyiz.

İmamlar sürekli yoksul insanların

dertleriyle meşguller. Kimin

gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunu

çok iyi biliyorlar. Ayrıca İslam dinini

merak edenlere de kolayca ulaşabildiklerinden,

o alanda çalışmalar

yapmamıza da katkı sağlıyorlar. Durum

böyle olunca biz bir imamın en

az 300 gönüllüden daha fazla katkı

sağladığına şahit oluyoruz. Bir yandan

dini faaliyetlerine devam ederken,

diğer yandan Müslüman kardeşlerimiz

başta olmak üzere, bölge

insanının ihtiyaçlarını da karşılıyorlar.

Ancak onların da bazı ihtiyaçları var.

Ülkemize gelen yardımlar kısıtlı. Gönüllülük

esasına göre çalışan imam

arkadaşlarımızın gıda, barınma, gibi

temel ihtiyaçlarını karşılamada bile

güçlük çekmekteyiz. Buna rağmen

herkes İslam’a hizmet etme şuuruyla

hareket ettiğinden, bu bizler için büyük

bir sorun teşkil etmiyor.

• Uganda’da İslamı yaşama

konusunda zorluklar

çekiyor musunuz? Diğer

dinlerle kıyasladığınızda

Müslümanlar nasıl bir

hayat yaşıyor?

Karşılaştığımız en büyük zorluk

dünya çapındaki İslam

imajı. Bizler kıt kanaat imkanlarla

insanlara faydalı

olmayı bu sayede dinimizi

de Gayrimüslimlere tanıtmayı

amaçlıyoruz. O

sırada karşımıza sürekli Müslümanların

terörist olduğunu tekrarlayan

din düşmanları çıkıyor. Bu noktada

kendimizi anlattığımızda insanları

ikna edebiliyoruz, ama herkesin fikrini

etkileme gücüne de sahip değiliz.

Afrika gibi coğrafyalarda dünya Müslümanları

hakkında çok olumsuz yorumlar

yapan binlerce kişi dolaşıyor.

Sahada bu tiplerle karşılaştığımızda,

nadir olsa da gerçek dini anlattığımızda

belli klişelerle bizi lekelemekten

başka birşey yapamıyorlar. Ancak

çalışmalarımızın zaman zaman bu

bahanelerle tehlikeye atılması bizim

için asıl büyük sorun.

• Kaç senedir çalışmalarınızı

sürdürüyorsunuz?

Bu grubu kurmamızın üzerinden dokuz

yıl geçti. Ilk yılları gerçekten zor

oldu. Şimdilerde geri baktığımızda

gelen yardımların dağıtımı konusunda

ne kadar uzun bir yol katettiğimizi farkediyoruz.

Bu bizi çok mutlu ediyor.

• Şimdiye kadar kaç kişinin

Müslüman olmasına

vesile oldunuz? Çalışmalarınızın

İslam’a ve Müslümanlara

en çok hangi

noktada faydalı olduğunu

düşünürsünüz? Nasıl

hazırlık yapıyorsunuz?

Nasıl çalışıyorsunuz anlatır

mısınız?

Elhamdülillah şimdiye kadar

2000’den fazla kişinin İslam’la şereflenmesine

vesile olduk. Hepsini kayıt

altına aldık. Biz sadece yardım faaliyetleri

yapan bir oluşum değiliz. Farklı

alanlarda çalışıyoruz.

Yaptığımız çalışmalardan bahsedecek

olursak;

- Gayrimüslimlerin, İslam’ı gerçek ilahi

ve barışçı bir din olarak anlamalarını

sağlamaya çalışıyoruz. Bıkmadan

usanmadan onlara İslam’ı anlatmaya

çabalıyoruz.

- Evleri, işyerlerini, köyleri, medyayı

vb. ziyaret ediyoruz.

- İslam’ı, onun iyi ahlakını göstermesi

için Hıristiyanlığa kıyasla öğretiyoruz.

Misyonerlerin yoğun baskısı altında

zihinleri karışmış insanlara rehberlik

ediyoruz. Onlara doğru yolu göstermeye

çalışıyoruz.

• Misyonerlerin yoğun

propagandasına maruz

kalan Hristiyanlar sizi

nasıl karşılıyorlar ve çalışmanızı

nasıl sürdürüyorsunuz?

Uganda’da Hristiyan, Yahudi ve

Müslümanlar aralarında bir sorun çıkmadan

barış içinde yaşamakta. Ancak

son zamanlarda hemen hemen

her köyde rastladığımız misyonerler,

halk tarafından emperyalist devletlerin

emellerini gerçekleştirmede dini

bir araç olarak kullanmakla suçlanıyorlar.

İnsanlar eskisi gibi her anlatılana

inanmaktan uzak. Kendi kararını

kendisi vermek istiyor. Mensubu olduğu

dinin hamisi olan Batılı devletlerin

çıkarlarına hizmet etmek kimsenin

işine gelmiyor artık. Bizler ise İslam’ın

güzelliğini, hak din olduğunu anlattıkça

ilgileri artıyor. Şu anda maddi

anlamda diğer dinlerin misyonerlerin

gücüne yaklaşamasak da manevi

anlamda onların çok önünde olduğumuzu

söyleyebilirim. Insanların fikri

de bu yönde. Çoğu, kendilerine dikte

edilmiş varsayımsal ideolojiler nedeniyle

İslam’ı okuma ve anlama şansı

bulamamışlar, bu yüzden onlara gerçeği

verdiğimiz için için bizi saygıyla

karşılıyorlar.

• Kurban Bayramları sizin

için ne anlama geliyor?

Bayramla ilgili ne

çalışmalar yapıyorsunuz?


44

Afrika Müslümanlarının ‘‘Dava’’ sı

Buradaki çalışmalarımız muhtaç kişilere

maddi yardımdan öte zihinsel

güç veriyor. Yoksulluk nedeniyle insanların

büyük çoğunluğu hac ibadetini

gerçekleştiremese de bu vesileyle

kurbanları ulaştırdığımız Müslümanlar

İslam’ın beşinci şartı kısmen yerine

getirme coşkusuna kavuşuyorlar.

• Dawa ekibi olarak çalışmalarınızı

yaparken

yaşadığınız ilginç hikayelerden

örnekler verir

misiniz?

Anlatacak binlerce örnek var. Ama

daha genel olan bir şeyi paylaşmak

istiyorum. Bazı köylerde yaşayan insanların,

İslam’ı sadece bizlerin iyi

karakterlerimizi algılayarak kabul etmeleri

ilginç. Altını çizmek gerekir ki

bu harika bir şey değil. Çünkü bizler

her yönüyle mükemmel insanlar değiliz.

Ve her müslüman aynı bilinçle

hareket etmiyor. İnsanlar bir gülümsemeye,

bir dokunuşa, bir güzel hoş

sohbete önem veriyor. İslam dinini de

bu yüzden tercih ediyorlar.

• Uganda halkı için Türkiye’deki

Türkler olarak

sizlere nasıl yardımcı

olabiliriz? Türkiye’yi ne

kadar tanıyorsunuz?

Uganda halkı olarak öncelikli

olarak bizlerden

beklediğiniz nedir?

Bizler Afrika’nın en avantajlı halkı

olmamıza rağmen dünyanın geri

kalanıyla kıyaslandığında yokluk,

yoksulluk ve türlü belalarla uğraşıyoruz.

Su kaynaklarımız kısıtlı, tarım noktasında

bir bilinç yok.

Kaynaklarımızın sınırlı olduğu

alanlarda desteğinize büyük ihtiyaç

duyuyoruz.

- Türkiye, Afrika’daki çoğu Müslüman

halka yardım eden, tümü

Müslümanlardan oluşan bir İslam

ülkesidir.

- Ugandalılar olarak, herkesin

İslam’ı öğrenmesini kolaylaştıracak

çalışmalar bekliyoruz. Bu,

bazen bir gıda yardımı, bazen bir

Kur’an-ı Kerim, bazense burada

düzenlenen bir etkinlik olabiliyor.

Uganda, Afrika’da İslam’ın yayılmasında

kilit rol oynayabilir.

- Ziyaretlerinizin ülkemizde karşılığının

çok olumlu olduğunu

da belirtmeliyim. Bu ziyaretler

sayesinde yıllarca halkımıza

zulmetmiş beyaz

adamın Müslüman olunca

nasıl şefkat timsali, nasıl

yardımsever birine dönüştüğünü

de görerek,

toplumumuzda İslam’ın

algılanmasını bekliyoruz.

• Sizin çalışmalarınız

açısından,köyler

ve şehirler kıyas edilirse,

ne gibi avantajlar,

dezavantajlar bulunmaktadır?

Şehirlerde insanlar işkolik oldukları

için, işleri zamanlarının çoğunu

tüketmektedir. Köylerdeki insanlar

gibi dini meseleleri dinlemeye

vakitleri yoktur. Ayrıca medyanın

İslam hakkındaki olumsuz propagandasına

maruz kalmaktadırlar.

Diğer yandan ulaşım yetersizlikleri

sebebiyle köydeki insanlara

ulaşmamız zor almaktadır.

• Dawa grubunun amacı,

hedefi nedir?

Dawa grubunun amacı İslam’ı

savunmasız nüfusa yaymaktır.

Bizler yoksul, umutsuz bezgin bir

topluluğa İslam’ı anlatmaya çalışıyoruz.

Yıllarca emperyalist zulmün

inim inim inlettiği bu coğrafyada

çıkarları gereği insanların dinleriyle

uğraşan bazılarının oyununu

ancak böyle bozabiliriz. Biz her

köye, her kırsal alana ulaşmaya

çalışıyoruz. Ülkemizde ayak basmadık

yer bırakmak istemiyoruz.

Bu noktada İslam ülkelerinin de

yardımına ihtiyacımız var.

• Türkiye halkına söylemek

istediğiniz sözler

nelerdir?

Ülkemizde, çoğunlukla Teso

bölgesinde İslam’ın yaygınlaşması

yolunda yaptığınız şeyler için

çok teşekkür ediyoruz,

Camiler ve sondaj merkezleri,

yetimhaneler inşa ettiniz, muhtaç

kişilere yiyecek veriyorsunuz,

Kurban bayramı sırasında yardım

ediyorsunuz ve çok daha fazlası.

Yüce Allah sizi bolca ödüllendirsin,

size dünyada ve ahirette ecri

versin.


43

UGANDA’DA

KEÇİ DAĞITIMI

N

“ Köprüde karşılaşmış iki inatçı

keçi/ Ha ha hay ha ha hay / Hep

huysuzluk inatçılık bu keçilerin

suçu /Ha ha hay ha ha hay /Büyük

keçi demiş : -Yol ver önce ben

geçeceğim/ Küçük keçi demiş:

-Verirsem öleceğim/ Ha ha hay ha

ha hay…

Şarkının sonunu sanırım hepimiz

biliyoruz. Keçiler suya düşüp

boğuluyorlar. Şarkının ana fikri: “Oh

olmuş, inatçı ve huysuz olanın hak

ettiği budur. Ha ha hay ha ha hay”

sanırım.

e fena değil mi? Aslında, Batı’dan

kucak kucak aldığımız masalları,

çocuk şarkılarını incelersek rahat

uyku uyuyamayız. Ağustos böceğinin

donarak ölmesini seyreden psikopat

karıncayı, sürekli bir cadı tarafından

kazanda pişirileceğini düşünen Hansel

ve Gratel’i, kurdun karnı deşilerek

dışarıya çıkarılan Kırmızı Başlıklı Kızı

çocuklarımıza anlattığımıza ben hala

inanamıyorum.

Neyse biz şarkıdaki fena keçilere

tekrar dönelim. Keçilerle alakalı fena

düşüncemi destekleyen şeylerden

biri de ilkokulda öğrendiğim bilgiler

olmuştu. “Keçi ormanın düşmanıdır,

bitki örtüsünü tahrip eder.” cümlesini

Hayat Bilgisi kitabımda okuyunca

kaşlarımı çatmıştım. Zavallı keçicik bu

fotoğrafı çekilirken her gün binlerce

okulda, on binlerce öğrencinin kendisine

kaşlarını çatarak düşman gibi

bakacağını nereden bilebilirdi ki? Fakat

kapkara önlükleri içinde, çantaları

yanlarındaki beslenmeleri yüzünden

peynir ekmek kokan öğrenci ordusu

ona topluca kızıyordu işte. Bu öğrencilerin

hiç görmediği ormanları hupur

hupur yiyordu bu hayvan çünkü.

Ona kaş çatan çocuklar yıllar sonra

keçinin altın değerinde olduğunu şaşkınlıkla

öğreneceklerdi gerçi. Çünkü


46

Uganda’da Keçi Dağıtımı

bilim adamları ellerini şakaklarına dayayıp

keçilerin ormanlara bıraktıkları

gübrenin faydalı olduğunu, yedikleri

otlar sayesinde makilik alanlarda

koridor açarak yangın şeritleri oluşturduğunu

ilan edeceklerdi. Sütünün

anne sütüne çok yakın olduğunu söyleyeceklerdi.

Sarp yerleri sevip hiçbir

hayvanın ulaşamadığı yüksekliklerde

karınlarını doyurdukları için etinin

dertlere deva olduğunu makalelerinde

yazacaklardı.

Bu bilim adamları beyaz önlüklerinin

kopmuş düğme yerleriyle oynarken

diyeceklerdi ki: “İklim sebebiyle tarım

yapılamayan yerlerde, mesela Afrika’da

ailelere birkaç keçi bağışlanırsa

şayet, çok doğru bir iş yapılmış olur.

Keçi şartlar nasıl olursa olsun “Yaşayacağım

ben arkadaş” deyip tepelerdeki

otlarla beslenir. Koyun gibi “Hani

otum hani suyum” demez, zamanla

da çoğalır. Biz de insanlara balık hediye

etmek yerine balık tutmasını öğretmiş

oluruz”

İşte Keşkül Derneğiyle Uganda’ya

geldiğimde elimizde bu keçiler vardı.

Ailelere onları dağıtırken, görevlilerden

biri burada yabancıların uyguladıkları

bir uygulamadan bahsetti.

Misyonerler de keçi dağıtımında bulunuyormuş.

Fakat onlar verdikleri

bir dişi ve erkek keçiyi bir sene sonra

geri alıyorlarmış. O esnada sen

hayvanı çoğaltacaksın yani. Bana bu

başta çok mantıklı geldi. Hızlıca siyah

önlüklü halime geri döndüm, ders kitaplarında

öğretilenlerle hesap kitap

yapan o çocuk karşıma geçti dedi ki:

“Çok doğru yapılıyor, bu şekilde üretim

de devam eder”. Ben böyle bilmiş

bilmiş dolaşırken Keşkül Derneği’nin

kurucusu Sema şöyle dedi: “Bu keçiler

insanların zekât ve hayır paralarıyla

alınıyor, zekât olarak verdiğin

bir şeyi Müslümanlara nasıl

kullanacağını söyleyemezsin, ister

üretir ister keser yer. O kısmı bizi

ilgilendirmez, biz hediyemizi şartla

veremeyiz”. Suratım asıldı. Gidip pek

çok Ugandalı’nın yaptığı gibi toprağa

bağdaş kurup oturdum. Az ötemde

keçiler sahiplerine veriliyor, tavuklar

dağıtılıyor, kıyafetler çocuklara giydiriliyordu.

Basından gelen arkadaşlar

fotoğraflar çekiyor, sıcak yüzünden

iki de bir alınlarını siliyorlardı.

Ben böyle oturup insanların çalışmasını

seyrederken bir hayal geldi ve

gözlerimin önüne oturdu. Altı ay sonrasını

görüyordum. Biz bu ülkeden

çoktan dönmüş, Türkiye’ye varmıştık,

ailemizin yanındaydık. Burada ise


Uganda’da Keçi Dağıtımı 47

ani yağmurlar başlamış, ekinler zayi

olmuştu. Erkekler aralarında yüksek

sesle tartışıyordu. Çocuklardan kimisi

hastaydı, bitkisel yollarla tedaviye

uğraşan yaşlı kadınlar ocakta tuhaf

kokulu otları kaynatmaya çalışıyordu.

Bizim getirdiğimiz keçileri gördüm.

Bir adam besmeleyle kesiyordu

onları. Öylesine, canları istediği için

kesilmiyordu keçiler. Köyde gerçekten

yiyecek bir şey yoktu. Avrupalıların

yardım yaparken koştukları şart

kendilerine göreydi. “Bir sene sonra

hayvanını alırım ne yap et sağlıklı yaşat

onları, üret, aç kalsan da kesme,

ekinlerin zayi olsa da kesme,” diyen

sesin yanında, “Senindir” diyen bizim

sesimiz, Müslümanların sesi vardı.

dım ettim. Sağa solan zıplayan keçileri

çocuklar kovalıyordu. Yüzlerinde

kocaman bir gülümseme vardı artık.

Köylüler de gülümsüyordu, Afrika insanının

gülümsemesi bitmiyor zaten.

Bizim her şeyi hesap eden, gelecek

endişesiyle buruşan yüzümün aksine

bu insanlar da masum bir neşe var.

Okul sıralarında büyüyüp her şeyi ölçüp

biçmedikleri, parmaklarını sallamadıkları

için böyleler galiba.

Gittiğimiz her köyde Keşkül Derneği’nin

açtığı su kuyusu burada da

açıldı tabii. Dualar edildi. Sonra da

kuyudan gelen suyla çocuklar bağıra

çağıra oynamaya başladı. İçimden

mırıldanıyordum onları seyrederken

ben de.

“Afrika’da karşılaşmış keçiler

ve çocuklar/ Ha ha

hay ha ha hay / Hep tatlılık

hep güzellik buradaki yaşam/Ha

ha hay ha ha hay /

Çocuklar demiş ki: Yaşasın

taze süt içip peynir yiyeceğiz/

Keçi demiş ki: -Burada

yaşamaktan çok mutluyum/

Ha ha hay ha ha hay…’’

AYŞE SEVİM

Ayağa kalktım ve dağıtımlara yar-


İSİMSİZ KAHRAMANLARIN

MORO’YA UZANAN ELLERİ

F

ilipinler’e gelmemiz kadar, buralarda

kalmak fikrini, hayatımıza

yön veren manevi değerler ve bakış

açısının bize verdiği ilham sağladı…

Bu hislerle kendimizi bu uzak diyarlarda

bulduk diyebilirim.

İnsan sadece bedeninden müteşekkil

bir varlık olmadığından, kendisinde

mevcut olan haz ve mutluluk odaklı

hislerinin arkasından bir ömür koşması

da; maddi, kısa, ani ve geçici zevkler

üzerine bir hayat inşa etmesi de

beni tatmin etmeye yetmiyordu. İnsanın

değer ve kıymeti, hedef ve gayesine

göre bilinir ve ölçülür. Bu yüzden

bencilce ve ego tatmini için bir hayat

kurup yaşamaktansa, hayat yolculuğuma

başka insanların mutlu olduğunu

görerek, gülümsemelerine ve

dualarına vesile olarak, yalnızlıklarına

ortak olarak, sorunlara karşı çözüm

bulabilmeye çalışarak ve hayatlarına

kolaylıkla devam etmelerini sağlamaya

çalışarak yaşamayı tercih etmem

ve belki de bu yolda bulduğum huzur

ve sükunet buralarda kalmama sebep

oldu.

Maddiyat asrının fırtınaları içerisinde

kaybolan manevi hisler, günlük hayatın

geçim meşgalesi ve koşuşturmaları

içinde unuttuğumuz ve bizi hakiki

insan yapan erdemler, iyi ve güzel

huylar, niyetler ve bunları hatırlatacak,

canlı ve diri tutacak birilerinin varlığına

olan ihtiyacı hissetmemizdendi belki

de, insani yardım gönüllüsü olarak bu

uzak diyarlarda kalmamızın sebebi…

Asil ve necip milletimiz, a’li seciyyeleri

doğrultusunda, vicdanı tefessüh

etmemiş olan dünyanın neresinde

olursa olsun mazlumun çığlıklarına

yetişmeye çalışmakta, bizzat gidemese

de yüreğinde hissetmektedir.

‘Seyyah’ bu yolculuğa çıkan milyonlarla

var olur. Bu onun ümitlerini hep

diri tutar. Bizim de, sonunda hep iyiliğin

kazanacağından hiç şüphemiz

olmadı.

Filipinler’de bir Türk olarak karşılaşabileceğiniz

zorluklardan bir tanesi

herhalde Asya mutfağının Anadolu

mutfağından farklı olmasıdır. Asyalılar

sabah kahvaltısında haşlanmış pirinç

ve balık çok tüketirler. Yemek kültürlerinin

farklı oluşu, Filipinler’e çeşitli

vesilelerle Türkiye’den ziyarete gelenlerin

uzun süre kalamayışlarına bir

sebep teşkil etmistir.

Asya toplumlarının genelinde gözlemleyebileceğiniz

sabırlı olmak, sakinlik,

kibar ve güleryüzlülük, neşeli hal ve

tavırlar Filipinliler’de de görülmektedir.

Nüfus yoğunluğunun fazla olması

sebebiyle ülkede ulaşım ve alışveriş

merkezlerindeki aşırı yoğunluk

zamanlarında sabırlı ve sakin halleri

saygı ve nezaket içerisindeki hal ve

tavırları, dikkate değer yönlerinden

bazılarıdır. BAMBU bitkisinden yapmış

oldukları tek odalı küçük evlerinde

çok sayıda aile ferdiyle birlikte kalmaya

çalışan Filipinliler, simalarında

yine de gülümsemeyi eksik etmiyorlar.

Türkiye’den gelen misafirlerin bu

küçük kuş yuvası gibi evleri görünce,

evi ve eşyalarını sürekli değiştirmek

isteyen eşlerinin de gelip görmelerini

istemeleri zihinlerimizde kalmış. Sahip

olduğumuz şeylerin şükrünü eda

etmek ve kıymetini bilmek için küçük

bir hatıra olarak bunu sizlerle paylaşmak

istedim…


İsimsiz Kahramanların Moro’ya Uzaman Elleri

49

İsimsiz Kahramanların

Moro’ya Uzanan Elleri

Artık kara yolculuğumuz başlamıştı...

Bizim araçta “SEYYAH SEMA”

mahlasıyla tanıdığımız Sema abla ve

kıymetli eşi Ayhan abiyle yolculuğumuz

esnasında, gerek şahsımızı daha

iyi tanıtmakla ilgileniyor, gerekse

Moro’daki Müslümanların durumları,

problemleri, savaş mağdurları ve yetimler

gibi mevzulardan bahsediyorduk.

Ve o mağdur insanlar için ‘neler

yapabiliriz’in mesuliyetini yüreğinde

hisseden, kalbi kocaman ve güzel bu

iki hayır yolcusuyla yollarımız o gün

Filipinler’de Morolu Müslümanlar’ın

yaşadığı topraklarda buluşmuştu.

Misafirlerimizin samimi ve mütevazı

tavırları sıcak ve hoş sohbetleri eşliğinde

kamplara ulaşmıştık.

Misafirlerimiz Türkiye’den ve İsviçre’den

gönüllülerin kendilerine emanet

ettikleri zekât, sadaka, fitre ve

hazırladığımız gıda paketlerini muhtaç

Morolu ailelere ve yetimlere, onların

ihtiyaçlarını, hayat yüklerini ve problemlerini

bir nebze de olsa hafifletmek

amacıyla teslim ettiler.

Hatıra fotoğrafları eşliğinde, kamptaki

yetimlerin başı okşandı, onlara

oyuncaklar, balonlar, hediyeler verildi…

Kahkahaları semada yankı bulan,

gözlerinin içi gülen yetimlerimizle

unutamayacağımız bir gün yaşamıştık.

İnsani yardım gönüllüleri misafirlerimiz

çadırlara uğrayarak, Morolu

Müslümanlar’ın, hem Ramazan aylarını

tebrik ediyor, hem de kendilerine

emanet edilen zekat ve fitrelerı dağıtıyorlardı.

Bu manzaralara şahitlik eden Morolu

yaşlı insanlar, kendilerine uzanan

bu yardım eli karşısında teşekkür

ediyorlar ve bizlere “Siz kimlersiniz?,

Nerelerden geliyorsunuz?” diye sualler

yöneltiyorlar... Biz de şöyle cevap

veriyoruz: “Bunlar Osmanlı’nın torunları…

Türkiye’den geliyorlar. Başınıza

gelen musibeti işitmişler... Bu insanlar

sizleri bu Ramazan ayında yalnız bırakmamak

için binlerce kilometre öteden

rahat yataklarını, evlerini, çocuklarını

geride bırakıp yola revan olmuş

‘hayır seyyah’larıdır”.

Arkamızdan duaya kalkan eller ve

araçların arkasından el sallayarak koşan

çocuklar eşliğinde, kamplardaki

Morolular bizleri yolcu etmişlerdi. Bizler

de birkaç gün sonra misafirlerimizi

karşıladığımız havaalanına, tekrar,

bu sefer onları Türkiye’ye uğurlamak

amacıyla gelmiştik. Artık ayrılık vakti

gelmişti. Kucaklaşmalar ve helalleşmeler

sonrası, onlar başka ufuklara

hayır ve iyilik adına güzellikler götürmek

için ayrılmışlardı.

Aradan uzun bir vakit geçmemişti

ki, Seyyah Organizasyon ve Keşkül

Uluslararası Yardım Derneği insani

yardım gönüllüsü arkadaşlar, Moro

kamplarındaki yetim ve maddi imkanlardan

yoksun ailelerin çocuklarının

eğitimlerine destek sağlamak amacıyla

bizimle irtibata geçmişlerdi. On-


50

İsimsiz Kahramanların Moro’ya Uzaman Elleri

ları unutmamaları bizleri sevindirmisti.

Çünkü iç savaştan dolayı evlerini,

işlerini kaybetmiş aileler, çocuklarının

eğitimini karşılayamıyordu. Dolayısıyla,

yüzlerce çocuğun eğitimden

mahrum kalacakları bir zamanda yardımlarına,

Türkiye ve İsviçre’deki hayırseverler

koşmuşlardı…

O hayırseverler ki, alınan okul çantası,

kırtasiye malzemeleri, okul elbiseleri

ve ayakkabılarla yüzlerce yetimin

ve maddi imkanlardan yoksun çocuğun

tekrar okula başlamasına vesile

oldular.

İsimsiz kahramanların Keşkül Derneği

vesilesiyle çocukların gelecekleriyle

alakalı böyle ehemmiyetli bir

vazifede bulunmalarının, umutların

tekrar yeşermesine vesile olduğunu

belirtmek istiyorum.

Ayrıca kamplardaki beslenme yetersizliklerinden

kaynaklanan hastalıkların

önünü almak için dağıtılan

sıcak yemek yardımlarının, kesilen

adak kurbanlarının, dağıtılan etlerin

hayatlar kurtardığını belirtmek istiyorum.

STK’ların ve onlara destek veren

hayırseverlerin ne kadar önemli işlere

beraber imza attıklarını bölgede bizzat

müşahede etmekteyiz.

“Seyyah Sema” ablamızın, çıktığı bu

hayır yolunda, kendisine destek veren

gönüllülerin katkılarıyla, Türkiye’den

Asya’ya, mesafeleri engel tanımadan

BİYOGRAFİ

ABDULLAH ……….

1983 yılında Malatya’da doğdu.

Anadolu Üniversitesi Felsefe bölümü

mezunu…

Evli ve iki kız çocuğu babası…

Halen 2013 yılında gittiği Filipinler’in

Mindanao Adası’nda ikamet

editor. İngilizce eğitiminin ardından

Mindanao Devlet Üniversitesi’nin

açmış olduğu Yüksek Lisans

Sınavını kazanarak İslami İlimler

Fakültesi’nde tezli Yüksek Lisans

ögrencisi olmaya hak kazandı.

Buradaki eğitimin ardından 2016

yılında Filipin-Türk İnsani Yardım

Derneği’ni kurdu. Dernek, Türkiye

ve Avrupa’da bulunan STK’ların

destekleriyle çalışmalarına devam

ediyor.

kurulan hayır köprüleri ile binlerce

yetimin ve muhtaç ailenin yardımına

koşması ve onların duasını alması,

bir İslam aliminin şu veciz sözünü

hatırlattı: Ahirette seni kurtaracak bir

eserin olmadığı taktirde, fani dünyada

bıraktığın eserlere de kıymet verme…

Evet, bu fani dünyada atılan iyilik ve

hayır tohumlarının, sahipleri için cennette

bir Şecere-i Tuba ağacı olarak

altında gölgelenecekleri mücessem

bir hale dönüşeceğinden hiç şüphemiz

yoktur.

NE MUTLU ONLARA ALLAH

YOLUNDA İNFAK EDENLERE!

Ve bu vesileyle, Türkiye ve Avrupa’daki

STK’ları ve müteşebbislerini,

Filipinler’e, Morolu Müslümanlar’ın

barış, huzur ve kalkınmasına katkı

sağlayacak projeler, yardımlar ve yatırımlar

yapmaları için bölgeye davet

ediyoruz.


P

O

RTRE

EVLİYA ÇELEBİ

• Yazdıkları sayesinde birçok yerle ilgili detaylı

bilgi vermiş olsa da kendi hayatı hakkında

bilinenler az sayılır. Seyahatname adlı

eseri on ciltlik hatıralarını içerir.

• Tam ve gerçek adı halen bilinmiyor. “Evliya

Çelebi” nin adı olmaktan öte lakabı olduğu

düşünülür.

• Yaşamı boyunca kırk yılı aşkın bir süre

boyunca hemen hemen bütün Osmanlı ülkesini

ve diğer memleketleri dolaşarak Türk

kültür tarihinde örneğine rastlanmayan büyük

bir seyahatnâme kaleme almış ve günümüzde

önemi giderek artan bu eseriyle âdeta bütünleşmiştir.

• Padişahın yakın çalışma ekibindeydi.

Kilâr-ı Hâs’a alındı. Burada eğitildi.

• Kendi ifadesine göre sık sık IV. Murad’ın

huzuruna çıkıyor, nükte ve hoş sözlerle onu

oyalıyor, hatta padişah sinirli zamanlarında

kendisini çağırtıyordu.

• Sarayda edindiği çevre onun bilgi ve

görgüsünün artmasında önemli bir rol oynadı.

Araştırma - öğrenme arzusunu hayatı boyunca

hiç yitirmedi.

• İlk seyahatinin sebebini gördüğü meşhur

rüyaya bağlamaktadır. İstanbul Sirkeci’deki

Ahî Çelebi Camii’nde Hz. Peygamber’i kalabalık

bir cemaatle birlikte görür, heyecana

kapılıp Resûl-i Ekrem’in elini öperken, “Şefaat

yâ Resûlellah” diyecek yerde “Seyahat

yâ Resûlellah” der. Hz. Peygamber tebessüm

ederek şefaati, seyahati ve ziyareti ona müjdeler;

cemaatte bulunan ashabın duasını alır.

Sa‘d b. Ebû Vakkas da gördüklerini yazması


P

O

RTRE

temennisinde bulunur. Bu rüyayı tabir ettirdiği

Kasımpaşa Mevlevîhânesi şeyhi Abdullah

Dede’nin tavsiyesiyle gezmeye, gördüklerini

yazmaya karar verir.

• Osmanlı coğrafyasını adım adım gezdi.

Gittiği memleketlerde gözlemler yaptı. Notlar

aldı. Tarihe geçen Seyahatname’sini böyle

yazdı.

• Gizemler ve farklı anlatımlarla dolu olan

Seyahatnâme’nin X. cildinin birdenbire bitmesi

Evliya Çelebi’nin eserini bitiremeden vefat

ettiğini akıllara getirir. Vefat yeri ve tarihi

hakkında da kesin bilgi yoktur.

• Devlet ricalinden çokça tanıdığa sahip olmasına

rağmen tevazuyla hayatını seyahate

vakfetmesi takdire şayandır.

• Seyahatlerine yardımcı olması için zaman

zaman mektup götürüp getirmek, köyleri

tahrir etmek, vergi toplamak gibi görevleri kabul

etmiştir. Bazan elçi kafilelerine katılarak

daha emniyetli bir yolculuk yapma fırsatını

değerlendirmiştir.

• Ailesinin zengin olması, uzun seyahatleri

için gerekli kaynağı teminde kolaylık

sağlamıştır. Bunun yanında yerine getirdiği

hizmetler karşılığında aldığı atıyyeler, seferlerde

payına düşen ganimetler ve satışlardan

elde ettiği kârlar da ona yeni gelirler sağlıyordu.


53

İSVİÇRE’DEKİ

Ömür Çelik

Post Gazetesi İsviçre Temsilcisi

İ

KANAYAN YARAMIZ

sviçre’nin, dünyadaki ülkeler ara-

arazileri bakımından fakir olmakla bir-

sındaki farklı konumunu yazmakla

bitiremeyiz. Bu ülke birçok sektörde

dünyanın en önemli şirketlerine ve

kurumlarına sahiptir. Ülkenin yakaladığı

bu başarının altında İsviçre’de

var olan doğal zenginliklerin yattığını

söyleyemeyiz. Zaten yeraltı madenleri

olmayan, dağ silsileleri arasında

bulunan, maden yoksunu bir coğrafyaya

sahip olan İsviçre’yi birçok

sahada dünya markası yapan tek

ve bitmeyen kaynak, yüksek eğitimli

insanlarının olması veya bu vasıflı insanların,

çalışmak için burayı tercih

etmesidir. İsviçre, bilginin ve tecrübenin

hayata geçirildiği ve dünyaya

pazarlandığı bir ülkedir.

Örneğin bu ülke dünyadaki

saatlerin yüzde 5’i gibi küçük

bir bölümünü üretir, lakin

yüzde 95’lik gelirini elde

eder. Diğer yandan, tarım

likte, hazır gıda üretiminde dünya şirketleri

arasında en üst seviyelerdedir.

Çok fonksiyonlu İsviçre çakısı ülkeyi

birebir anlatmaya yeter.

Böyle bir ülkede, 50 yılı aşkın bir zamandır,

sayıları 130 bini geçen Türk

vatandaşı yaşıyor. Türk iş insanlarının,

farklı sahalarda ülkenin disiplinine

uyarak, başarılı çalışmalar yaptığını

görmekteyiz.


54

İsviçre’deki Kanayan Yaramız

Fakat bir türlü başaramadığımız bir

gerçek var ki, o da eğitim seviyemizi

yükseltmektir. Dünyanın birçok

ülkesinden insanlar, çocuklarını İsviçre’nin

uluslararası üniversitelerinde

okutabilmek için mallarını mülklerini

feda ederlerken, bu ülkede yaşayan

biz Türkler, çocuklarımıza bir türlü

yüksek eğitim aldıramıyoruz. Ülkede

yaşayan yabancılar arasında eğitim

seviyesi en aşağılarda olan topluluk

maalesef biziz.

Eksiğimizi bilmemize rağmen bir türlü

kanayan bu yarayı dindiremedik.

Üniversiteye giden gençlerimizin sayısı

üç rakamlı hanelerden, dört rakamlı

hanelere çıkamadı. Gerekçesi

ne olursa olsun bu durumda olmamamız

lazım. Dil yetersizliği bir mazeret

değil; parayla öğretmen tutar

geliştirirsiniz. ‘Yabancısın’ denilerek

ayrımcılığa uğrarsanız da, hukuki yolları

kullanarak netice alırsınız. Gerekçelerin

ardına sığınmak çözüm değil.

Bunun bilincinde olan Türkiye, devlet

olarak oradaki çocuklarımızın başarılı

olabilmeleri için öğretmenler göndermektedir.

İsviçre’de yaşıyor ve bu

ülkenin uluslararası itibarini yakalamak

istiyorsak eğitimli bir toplum olmaktan

başka şansımız yoktur. Okul

aile birliklerinin birinci vazifesi yüksek

eğitimi teşvik etmek olmalıdır. Eğitimli

bir toplumun, yaşadığı ülkeye olduğu

kadar mensubu olduğu millete de

faydası vardır. Eğitim seviyemizi yükseltmek

milli bir vazifedir.

Şu anda İsviçre Türk toplumu arasında

ön plana çıkan ve topluma önderlik

eden insan sayımız bir elin parmaklarını

geçmeyecek seviyede. Bugün

eksiklik gibi görmediğimiz birçok şey

gelecekte kangren olarak karşımıza

gelecektir. Yıllardır emek vererek

geliştirdiğimiz kurumlarımızı emanet

edeceğimiz yetenekli ve lider vasıflı

gençleri yetiştiremedik. Toplum olarak,

bu acı gerçeğin farkında olarak,

küçük olumsuzluklarla ve kendi kendimizle

uğraşmayı bırakıp, geleceğimiz

ve yarınlarımız olan gençlerimizin,

dolayısıyla toplumumuzun ikbali

için gayret göstermeliyiz.

Eğitim yoksa cahillik vardır. Cahillik

her kötülüğün kökenidir. Cahilliğin

tedavisi ise eğitimdir. Daha çok vakit

geçmeden, elimizde fırsat varken, bu

hastalığın çaresine, hep birlikte bakmalıyız.

“Kalem kılıçtan keskindir”

atasözümüzü kendimize rehber edinmeliyiz.


55

DR. EYÜP YILMAZ

CANLI SULAR

SEYAHATİNİZE

ENERJİ KATAR

A

slında seyahat etmek bir yeni tat

arayışıdır...

Seyahat etmek yeni bir su lezzeti keşfetme

fırsatıdır...

Bu yüzden gezilen her yörenin özel sularını

araştırmanızı öneririm.

Bu suların fizyolojimiz için şifa vesilesi

olduğunu düşünüyorum. Bu durum her

şehir için geçerli diye inanırım bu yüzden

bu tür suları içmek varken pet şişelerden

su içmem.

Örneğin; Balıkesir Bayat Köyü suyu bağırsak

temizliği hemoroid, böbrek taşlarının

düşürülmesine yardımcı olur,

Manisa Demirci Köyü,

Manisa Pelitalan Köyü,

Batman Gercüş ilçesi Tel-a suyu,

Antalya’da Damlataş içmesi,

Bunlar birer örnek. Gezdiğimiz yörelere

özel çeşmeler olduğunu hatırlatmak

istedim.

Söz sudan açılmışken,

“Tıbbi Beslenme” bakış açısına göre

biraz sudan bahsetmekte yarar olmaz

mı?

Mesela suya olan ihtiyaç, yemekten

önemlidir dersem, neden?

Çünkü bedenimizin %70’i sudur.

Ne yerseniz “o” olursunuz, sözünün

daha da doğrusu Ne içerseniz “o” sunuz.

Bu kadar suya neden ihtiyacımız var?

Daha genç kalmak için,

Nasıl?


56

Canlı Sular Seyahatinize Enerji Katar

İnsanları yaşlandıran en büyük gerçek

yediklerimizin oluşturduğu atıkların

yaptığı hasarlardır, su ise bu atıkların en

güçlü temizleyicisidir.

Peki suyun gücü artırılabilir ise yaşlanma

hızı yavaşlatılamaz mı?

Evet daha genç kalabilmenin sırrı antioksidan

alkali iyonize su ile mümkündür.

Sağlığınız için, kilo kontrolünüz için ve

daha da önemlisi kanserden korunmak

için antioksidan alkali iyonize suyu

bilmenizde yarar olacağına inanıyorum.

İYONİZE SU NEDEN

DAHA GÜÇLÜDÜR?

Çünkü sular üç temel özelliği ile daha

güçlü hale getirilebilir.

Bu özelliklerdeki suları içmek sizi

daha genç tutar, (1) kilo sorunlarını

size unutturur, bağırsaklarınızı temiz

tutar, (2) kansere yakalanma riskinizi

%80 azaltır (3)

Öncelikle mikronize edilmiş yani

hegzagonal su olmalıdır. Yani; ceviz

büyüklüğünden nohut büyüklüğüne

getirilmiş sudan bahsetmekteyim,

Bunun bize katkısı ne olur?

Suların hücre içine giriş kapılarından

kolay kolay girebilmesi için mikronize

olması belirleyici bir faktördür.

O zaman ne yapmalı?

Damacanalarda bekleyen sular büzüşerek

30-40 lı su molekülünün kümelenmesi

ile makro moleküler sulara

dönüşür, oysa iyonize sular 5-10 su

molekülünün kümelenmesinden dolayı

mikronize sulardır.

Yaşlanmanın tanımı nedir demiştik?

Yediklerimizin oluşturduğu atıkların

yaptığı hasarların sonucudur, o zaman

genç kalabilmenin formülü nedir?

En az atık üreten besinlerle beslenmeyi

öğrenmek veya oluşan atıkları

beklemeden atabilmek olmalıdır.

Mutfağımızdan farkı yok, çöpleri vaktinde

atmazsanız ertesi gün kötü kokularla

uyanırsınız.

Mikronize su hücre içine hızlı girer ve

ortamda oluşan atıkları bekletmeden

alır atar.

İkinci sırada önem arz eden konu,

suların alkali düzeyleri. Suların çözücü

değerini yani toksinlerin atılabilme

miktarını değiştiren bir faktör olarak

karşımıza çıkmaktadır.

Ancak çok önemli bir detayı paylaşmalıyım,

eğer alkali düzeylerinin mineraller

ile yani suya katılan kalsiyum

magnezyum ile yapılan suları içersek

maksadımızın aksi ile tokat yeriz!


Canlı Sular Seyahatinize Enerji Katar

57

Çünkü bu yöntem ile elde edilen sular

biyolojik fayda vermemektedir.

Bunu nereden biliyoruz? Bu tarz

su içirilen kedilerin kısa bir zamanda

ölümlerine neden olmuştur. Çiçeklerin

yaşamlarına zarar vermiştir.

Aksine iyonizasyon yöntemi ile elde

edilen suların kedilerin sağlığına ekstradan

yarar sağladığı, bitkilerin daha

canlandığına şahitlik edersiniz.

Sonuç olarak mineralize alkali sular

yani revers osmozis suları yeniden

mineralize etmek yöntemi ile elde

edilen sular ile istenen sağlıklı sonuçları

vermekten uzak ve fizyolojimiz ile

uyumlu olmadığı unutulmamalıdır zarar

verici bir rolü var.

Üçüncü detay bence suyun en

önemli özelliği yani canlı olduğunu

gösteren en önemli göstergesi ORP

düzeyidir, genelde içtiğimiz sular pozitif

ORP’li sağlıksız hatta yaşlandırıcı

sulardan kurtulup negatif ORP değerleri

olan antioksidan alkali iyonize sular

içmek ile çok ama çok daha güçlü

sular içmiş oluruz, bunu şöyle izah

etmek mümkün,

Mor şalgamın ORP değeri - 800, nar

- 350 ORP değerlerinde bir besin

iken düşünün ki iyonize sular - 500

değerlerinde güçlü sulardır. Mineral

değerleri ile de şaşırırsınız bir bardak

iyonize sudaki kalsiyumun 2 bardak

sütün değerlerindedir. Ve bu kalsiyum

iyonize olduğu için daha da biyoaktif

olduğunu da belirtmiş olayım.

Peki iyonize su içince sağlığımıza

katkıları neler olur?

• Kilo alamazsınız, bilakis diyetten

bağımsız bir şekilde ideal kilonuza

gelirsiniz.

• Şekeriniz daha kolay kontrol edilir.

• Kansere karşı bir koruma kalkanı

olur.

• Kabız olamazsınız.

• Daha genç görünürsünüz, cildinizin

su dengesi sağlandığı için kurumaz,

ışıldar.

• Migren veya fibromyalji ataklarını

durdurabilecek kadar güçlü ağrı kesicidir.

Sonuç olarak WHO’nun 2004 yılında

düzenlediği su kongresi bildirgesinde

belirttiği gibi “Antioksidan

alkali iyonize su içmek kanser dahil

tüm hastalıkların tedavisini destekleyeceğinden

kuşku yoktur.”

Sonuç bildirgesinde ilan edildi.

Yine aynı bildiride arıtma cihazları

olarak bilinen revers ozmozis su

içmek orta vadede yani 10 yıl içinde

kollajen doku hastalıklarından sorumlu

tutulmuştur.

Başta obezite, diyabet ve kanserin

artışından sorumlu tutulmuştur. Suyun

biyolojiniz ile uyumundan emin

olun.

Çünkü ne yersen “o” sun ama %70’i

su olan fizyolojimiz diyor ki ne içerseniz

“o” sunuz.


58

Canlı Sular Seyahatinize Enerji Katar

SPORCUNUN

YAŞLANMASINI

YAVAŞLATAN SU...

Öncelikle şunu bilmenizi isterim

ki antioksidan alkali iyonize su içmek

sporcuların bedeninde oluşan

asidozu hızla temizleyerek

• Performansı artırır,

• Yorulmalarına engel olur,

• Spor sonrası kas ve kandaki

asidozu hızla temizleyerek hızla

toparlanmalarını sağlar.

Bunu davranış haline getiren

sporcu daha genç kalır.

Çünkü ORP değeri eksi 500 değerlerine

ulaşan güçlü antioksidan

sular damar endotel yapısını koruyucu

etki gösterir; spor esnasında

en ciddi yaşlandırıcı etki vücudumuzda

oluşan aşırı serbest radikallerden

kaynaklanır, iyonize su

buna karşı en büyük silahımızdır.

Suyunuzu Değiştirin, Hayatınız

Değişsin!

ŞEKER HASTALARI

İYONİZE SUYU NASIL

İÇMELİ

Bildiğiniz gibi şeker hastalığının

ürkütücü olmasının nedeni asidik

özelliğe sahip şekerin göz, böbrek

gibi dokulardaki damarların

iç yüzeyini yakarak oluşturduğu

hasarlardan kaynaklanır. Antioksidan

alkali sular bu asidozu durdurarak

şekerin zarar verici etkisine

engel olur.


59

DENİZ ÜNAY

Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde

Dijital Medyanın Gücü Artıyor

Geniş kitlelere ulaşma yeteneği sayesinde

sosyal medya günümüzde en

etkili iletişim araçları arasında yerini

almayı başarmıştır. Kısa sürede geniş

kitleleri etkileme gücü, sosyal medyanın

hem dezavantajları hem de avantajları

arasında sayılabilir. Bu gücün

doğru biçimde yönetimi sayesinde

günümüzde; sivil toplum kuruluşları,

resmi kurum ve kuruluşlar, kurumsal

şirketler ve bireyler birçok önemli konuda

farkındalık yaratarak sosyal sorumluluk

projeleri ve kampanyalarını

geniş bir kesime duyurmayı

başarıyor.

Intagram, Twitter ve Facebook

vb. popüler sosyal

medya ağları, kitlelerle

doğrudan bağlantı

kurulmasına olanak tanımaktadır.

Sosyal

medya araçlarını kullanarak

geniş çapta kampanyalar yürüterek

farkındalık yaratmak ve sosyal

sorumluluk projelerine çok daha hızlı

bir şekilde geri dönüşler almak kolaylaşmıştır.

Dijital medya araçları arasında bu

tür kampanya ve faaliyetlerin ilk basamağı

olarak Instagram öne çıkar.

Çeşitli gönderilerle hedef kitleye özel

sponsorlu reklamlar sayesinde birçok

konuda sosyal sorumluluk faaliyeti

gerçekleştirilebilir. Çevre, hayvan

hakları, aile içi ve kadına şiddet vb.

konularda insanların daha duyarlı

olmaya ve bu tip konular hakkında

yaşanan sorunlar için farkındalık yaratmak

adına sosyal medyanın gücünden

yararlanmak mümkündür.

Sosyal Medya Araçlarıyla

Farkındalık Yaratmak Mümkün

Sosyal medya araçları hedef

kitlesiyle doğrudan bağlantı

kurmaya olanak tanıyan bir

dijital medya aracıdır. Ancak

bu platformlar üzerinden

bir kampanya

yürütürken kişilerin çok

fazla mesai harcamaları

gerekebilir.


60

Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde Dijital Medyanın Gücü Artıyor

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı

tarafından yayımlanan Sosyal

Medya Kullanım Kılavuzu’na göre,

günümüzde sosyal medya ağları arasında

%35’lik bir oranla Instagram ilk

sıralarda yer alır. Kullanım oranlarına

göre YouTube ve Facebook’un ardından

gelen Instagram, yeni bir sosyal

sorumluluk kampanyası başlatmak

ve kitlelerin dikkatini çekmek için bu

nedenle ilk basamak olarak kabul edilebilir.

Sosyal medya araçlarını kullanarak

etkili bir kampanya yürütmek için bu

araçların etki alanlarının belirlenmesi

ve kullanıcı sayısı ile kullanım oranları

yüksek platformlardan başlamak gerekir.

Örneğin bir STK tarafından hayvan

hakları ile ilgili başlatılacak sosyal

sorumluluk projesinde kampanyanın

duyurulması için yüksek takipçi oranına

sahip hesaplardan destek istenebilir.

Öte yandan kampanya için sık

kullanım oranına ve fazla kullanıcı sayısına

sahip platformlar kampanyanın

duyurusunu yapmak için seçilmelidir.

Sonrasında eş zamanlı olarak tüm

çevrim içi ve konvansiyonel medya

araçlarıyla kampanya duyuruları yapılmaya

devam eder.

Instagram Sosyal

Sorumluluk Faaliyetlerinin

İlk Basamağı

Sosyal medya araçlarını kullanarak

kısa sürede sosyal sorumluluk kampanyaları

duyurmak ve önemli konulara

dikkat çekmek için Instagram’ın

görsel gücünden yararlanılabilir. Son

yıllarda özellikle online pazarlama

alanına ön plana çıkan Instagram, aktif

kullanıcı sayısıyla firmalar için çok

daha fazla müşteriye ulaşma imkanı

tanımıştır. Bu unsur aynı zamanda

projelerini geniş kitlelere anlık olarak

ulaştırmak isteyen sivil toplum örgütlerinin

veya kişilerin de etki alanlarını

genişletmesini sağlamıştır. 300

milyondan fazla aktif kullanıcı sayısı

olduğu belirlenen Instagram, bu tip

faaliyetlerin başlatılabileceği ilk ortam

olabilir.

Dünya genelinde sosyal sorumluluk

faaliyetlerinin başlama noktası genellikle

Twitter ve Instagram olmaktadır.

Twitter doğrudan yetkililer, sanatçılar

ve gerçek kişiler ile bağlantı kurulmasını

sağlarken, Instagram ise yine

gerçek kişilerle daha hızlı ve anlık iletişim

avantajı sağlar. Hashtag, konum

ekleme, etiket vb. sosyal medya araçları

kullanılarak kampanyanın ulaştırılmak

istendiği hedef kitleye göre etkili


Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde Dijital Medyanın Gücü Artıyor 61

bir yöntem kullanılabilir. Öte yandan

sponsorlu sosyal medya reklamları

ağırlıklı olarak ticari faaliyetler için kullanılsa

bile sosyal projeler konusunda

da bu projelerinde geniş kitlelere

ulaşmasını sağlayabilir.

Instagram’ın Kurumsal

Sosyal Sorumluluk

Faaliyetlerine Etkileri

Sivil toplum örgütlerinin dışında Instagram

üzerinden kurumsal firmalar

da ürünlerini ve güncel kampanyalarını

geniş kitlelere ulaştırmak için faaliyet

göstermektedir. İster ticari ister

kar amacı gütmeyen bir kampanya

olsun fark etmeksizin, her bir sosyal

medya ağı için bu ağların kendine

özgü paylaşım matematiği bulunur.

Herhangi bir kampanya yürütmek için

bu nedenle söz konusu algoritmalara

göre içerik geliştirmek ve aynı zamanda

bu kampanyalar için çok fazla mesai

harcamak gerekebilir. Tüm sosyal

medya araçları için etkili ve geniş kitlelere

ulaşacak bir özgün içerik üretimi

bu nedenle farklılık gösterecektir.

Instagram’ın yaygın kullanım alanı

ve geniş çaplı aktif kullanıcı sayısına

sahip olması bu tür kampanya

ve faaliyetler için en etkili

araçlar arasında yerini

almıştır. Özellikle

görsel

gücünü

iletişimin

kullanarak

daha kolay

insanların

dikkatinin

çekilebildiği

Instagram’da

yeni

bir kampanya

başlatmak için

fazla

takipçi

sayılarına sahip kişisel veya kurumsal

hesaplardan destek istenmesi gerekir.

Farkındalık yaratılmak istenen

proje için viral bir içerik geliştirerek

kısa sürede beklenen hedef kitlenin

kampanyaya dikkati çekilebilir. Örneğin

kanser hastalığına dikkat çekmek

için pembe renk kurdele fotoğrafı

paylaşmak veya terör olaylarına dikkat

çekmek için siyah ekran paylaşmak

gibi çeşitli akımlar hızla yayılarak

farkındalık oluşturulması mümkündür.

STK’lar Instagram ve

Diğer Mecralarda

Geniş Kitlere Ulaşabiliyor

Sivil toplum kuruluşlarının sosyal

medyanın gücünü keşfetmesi uzun

sürmemiştir. Özellikle dikkat çekilmek

istenen bir konuda üyelerinin sosyal

medyada kampanyaları paylaşarak

her kesimden insana kampanyayı

ulaştırmaları mümkün hale gelmiştir.

Sosyal sorumluluk projeleri için kullanıcıların

hızlı geri dönüşler yapmaları

da bu ağların en önemli avantajıdır.

Kurumsal markalar, kişiler ve kurumlar

ile diğer kullanıcılar arasında

çiftli yönlü bir etkileşim olanağı taşıyan

Instagram gibi mecralar, farkındalık

yaratmak için geniş kitlelere

ulaşmanın en etkili yolu olabilir.

Intagram üzerinden yürütülen bir

sosyal sorumluluk projesi, kampanya

için üretilen içeriğin geri bildirim ve etkileşim

almasına bağlı olarak nitelik ve

kalite bakımından geliştirilebilir. Kelebek

etkisi yaratma gücüne sahip

Instagram, doğru bir sosyal

medya kullanımı sayesinde

birçok farklı avantaj

sağlayacaktır.


62

Sosyal Sorumluluk Faaliyetlerinde Dijital Medyanın Gücü Artıyor

Hedef Kitleye Yönelik

Sosyal Sorumluluk

Kampanyaları

Big data adı verilen ve kullanıcıların

bilgilerinin ye aldığı büyük veri, kullanıcı

eğilimlerini barındırmaktadır. Bu

sayede kişiler veya kurumlar; reklam,

tanıtım, kampanya ve duyurularını etkin

biçimde gerçekleştirme fırsatı yakalar.

Sosyal medyada ve internette

kullanıcıların ilgi alanlarına ve eğilimlerine

göre özel kampanya ve içerikler

geliştirilebilir. Özellikle belirli bir hedef

kitleye yönelik kampanya yürütmek

için sosyal medyanın bu gücünden

yararlanmak da mümkündür. Örneğin

bir kampanyanın sadece belirli bir

bölgedeki kişilere ulaşmasını istiyorsanız,

sadece o bölgede yaşayanlar

için özel reklamlar ve paylaşımlar gerçekleştirilebilir.

Instagram, YouTube, Twitter, Facebook,

Pinterest gibi sosyal medya

platformları etkili bir kampanya başlatmanın

ve yürütmenin en etkili araçlarıdır.

Günümüzde geleneksel medya

araçlarından bile daha etkin bir hale

gelen sosyal medya platformları yeni

bir sosyal sorumluluk projesinin başlatılarak

kısa sürede geniş kitlelere

ulaştırılması için son derece etkilidir.

Sosyal medyada bilgilerin hızla yayılması

ve aynı şekilde olağanüstü durumlarda

toplumun bilgilendirilmesi

için önemli bir güce sahiptir.

Aktif kullanıcı sayısı yüksek sosyal

medya araçlarını kullanarak kısa süre

de aynı değerleri taşıyan kişilerle bağlantı

kurularak yeni gruplar oluşturulabilir.

Ortaya çıkan bu grupların her

paylaşımı da projenin daha geniş bir

kitleye ulaşmasını ve küresel düzeyde

etki gücü elde etmesini sağlayabilir.

Sosyal medya araçlarının doğru ve etkili

kullanımı sayesinde birçok konuda

hızlı geri dönüşler alınabilir.


BULMACA

S

U

D

O

K

U

L

A

B

İ

R

E

N

T


Fakirin, Yetimin ve Mazlumun

Umudu Olun...

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!