Türk Yolu Dergisi - 2
Türk Yolu Strateji ve Araştırma Dergisi 2. Sayı Mayıs 2021
Türk Yolu Strateji ve Araştırma Dergisi 2. Sayı Mayıs 2021
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Sayı: 2 | Mayıs 2021
Türklerin Birleştiği
“Türk Milletinin Yaratılış Nedeni Cihana Hakim Olmasıdır.”
• Dünyaya Ayar Veren Türkiye – Murat Ulutürk
• Oğuz Kağan Aslında Zülkarneyn Peygamber Mi?
Oktan Keleş
• Türklerin Asrı 21. Asra Giden Yol Türk Yolu –
Ahmet S.Arslan
• Bu Salgında Ne Öğrendik. – Prof.dr. İsmail H. Aydın
• Orhun Abideleri Dünya Türklerinin Ortak Değeridir.
Prof.Dr. Ahmet Taşagil
• Esrarengiz Hat İstanbul-Kudüs-Mekke - Rafet Ulutürk
• Dikkat: Zekat-Namaz Dengesi!
Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil
• Hıdrellez – Ahmet Yaşar Ocak
• Anadolu’da Türk İslam Mührü
Prof.Dr. Beyhan Karamağralı
• Türk Dünyasının Yakın Geleceği – İsmail Cengiz
• Kazım Karabekir’den Günümüze Siber Güvenlik
Burak Bozkurtlar
Türklerin Birleştiği Yol
Türk Yolu Dergisi
Yıl: 1 | Sayı: 2 | Mayıs 2021
TÜRK KONSEYİ
Stratejik Araştırma
PLATFORMU
adına İmtiyaz Sahibi
Murat ULUTÜRK
TEMSİLCİLİKLER
ABD
Ali GÖKAY
Afganistan
Abdulhekim MAHDUM
Kırgızistan
Atila GÜVEN
Kırım
Eskender BARİİEV
Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Selim ARSLAN
Genel Yayın Yönetmeni
Rafet ULUTÜRK
Yayın Kurulu Başkanı
Doç. Dr. Süleyman ÖZMEN
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK
Prof. Dr. Hayati DURMAZ
Prof. Dr. Seçkin DİNDAR
Prof. Dr. Ramazan BİÇER
Doç. Gökçe Yükselen A. PELER
Editör:
Raziye ÇAKIR
Yayın Koordinatörü
İbrahim SOYTÜRK
Dış Temsilcilikler
Koordinatörü
Av. Seniha R. SABRİ
Hukuk Danışmanı
Av. Umur ÖZERSİN
Grafik Tasarım
Abdullah EFENDİ
Yönetim Merkezi
Londra - İngiltere
Almanya
Seniha Rasim SABRİ
Azerbaycan
Ekber GÖŞALI
Belçika
Yusuf CİNAL
Bulgaristan - Sofya
Hikmet EFENDİ
Çuvaşistan
Oleg TSEPLENKOV
Dağıstan
Yangurchi ADZHİEV
Gagauzya
Oleg GARİZAN
Hollanda
Fatma AKTAŞ
İspanya
İbrahim ÖZKALEMKAŞ
Karaçay
Hasan HALKOCH
Kazakistan
Nurgali JUSİPBAY
Türkiye:
Avrasya Gıda Tur. İnş. Reklam ve Yayın
San. Tic. Ltd. Şti.
Cevatpaşa Mah. Tevfik Fikret Cad. No:
13/B Bayrampaşa - İstanbul
KKTC
Doç.Dr.Güven ARIKLI
Kosova
Sali SALLAH
Makedonya
Enes İBRAHİM
OMSK
Altınay JUNUSOVA
Özbekistan
Bahtiyor ABDUKARİMOV
Romanya
Erol MENADİL
Rusya - Moskova
Katya TYDYKOVA
Tataristan
Bary DAVLETRAREEV
Türkiye - Ankara
İsmail CİNGÖZ
Türkiye - İstanbul
Nedim BİRİNCİ
Yakutya
Valery LUKOVTSEV
Reklam ve İşbirlikleri için:
merhaba@turkyolu.org
turkyolu.org
instagram.com/turkyoludergi
facebook.com/turkyoludergi
twitter.com/turkyoludergi
2
Türk Yolu
İÇİNDEKİLER
4—Dünyaya Ayar Veren Türkiye - Murat Ulutürk
6—Oğuz Kağan Aslında Zülkarneyn Peygamber Mi? -Oktan Keleş
8—“Türklerin Asrı 21. Asra Giden Yol Türk Yolu” - Ahmet Selim Arslan
10—Özgürlük Anıtı’nın Parasını Osmanlı Sultanı Abdülaziz Vermişti
12—Bu Salgından Ne Öğrendik ? -Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın
14—Dünyanın İlk Tapınağı Göbeklitepe Hakkında Bilmemiz Gereken 14 Şey
16—Orhun Abideleri Dünya Türklerinin Ortak Değeridir - Prof. Dr. Ahmet Taşağıl
18—El Cezeri Kimdir Ve Eserleri Nelerdir?
19—Anadolu’da İpek Yolu Hüviyetindeki Yollar
20— Esrarengiz Hat (İstanbul – Kudüs – Mekke) - Rafet Ulutürk
22—Tarih Boyunca Türklere Karşı Yapılan Soykırımlar
24—Dikkat: Zekât-Namaz Dengesi! - Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
26—Türk Tarihinde Yada Taşı (Yada-Jade-Yeşim)
28—“Covıd 19 / Korona” Biyolojik Silahmıdır.? - BGSAM
29—Savulun Akıncılar Geliyor - Mete Yarar
30—Hıdrellez - Ahmet Yaşar Ocak
32—Su İçme Hakkında Bilinmeyenler
33—Türkiye’nin Gökyüzündeki Başarıları, Yerli İHA ve SİHA’lar
34—Anadolu’da Türk İslam Mührü - 1 - Prof. Dr. Beyhan Karamağralı
36—Haydarpaşa Garı’ndaki Kazılarda 2 Bin 400 Yıllık Anıt Bulundu
37—Dünyanın Merkezi İstanbul’daki Milyon Taşı
38—Türk Dünyası’nın Yakın Geleceği - İsmail Cengiz
40—Kristal Çocuklar
42—Dünya Haritasındaki Büyük Yalanın Sırrı Ne? - Oktay Volkan Alkaya
44—Dünya Tarihinde Yaşanmış Dönüm Noktaları
46—Kazım Karabekir’den Günümüze Siber Güvenlik - Burak Bozkurtlar
48—Üç Boyutlu Yazıcılar İle Neler Yapıldı
50—Türk Yolu Yeni Medeniyetin Yolu - Rafet Ulutürk
3
Türklerin Birleştiği Yol
Dünyaya Ayar
Veren Türkiye
Murat ULUTÜRK
Her Adımında Ekseni Kayan Dünyayı Eksenine Oturtan
Bir Türkiye
Dünyanın yeniden dizayn edilmesi yeni bir uluslararası kuruluş
sürecinden geçtiği bu dönemde
Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik siyasi askerî sosyal ve diplomatik
alanlarda mevcut gücüne güç katarak bölgesinde çok
daha etkin olmak İçin bütün hazırlıklarını bütün çalışmalarını
titizlikle yaptığı çok net gözleniyor.
Görünen o’ki Bu asır TÜRK ASRI olacak.
Büyük Türk İmparatorluğunun Kuruluşunun ayak seslerinin
bütün dünyada hissedildiği bu dönemde
Yeni Büyük Türkiye’nin ve Londra-Pekin hattında oluşturulan
güncellenmiş geliştirilmiş tarihi “İPEK YOLU” Dünya
Türklerinin Birleştiği Büyük TÜRK YOLU’nun güzergahında
bulunan 65 ülkede yaşayan ve nüfus olarak’da çoğunda kahir
ekseriyeti temsil eden TÜRK Halklarının yıldızlarının daha’da
parlayacağı bir asır olacağı gerçeğiyle
Türkiye ve Türkiye Türkleri 21. yüzyılın TÜRK ASRI’nın Kİ-
LİT ÜLKESİ Müracaat ülkesi olacağından en ufak bir şüphemiz
yoktur.
Görülüyorki
Yeni Büyük Türkiye
Libya’da
Suriye’de
Irak’ta
Doğu Akdeniz’de
Karadeniz’de
Azerbaycan-Karabağ’da bugüne kadar emperyalist ve ırkçı
Devletlerin yaptıkları zulüm ve işkencelere soykırımlara dur
diyerek mazlumların ümitleri hamileri olan büyük ve güçlü bir
Büyük Türkiye var.
Büyük Türkiye
Tüm emperyalistlerin bildiği gibi,
Artık Afrika ülkelerinde’de MÜSLÜMAN KİMLİĞİYLE ön
plana çıkan onların uyanarak Büyük Türk İSLAM BİRLİĞİ çatısı
altında sahip oldukları enerji kaynakları yeraltı kaynakları
her türlü zenginlik kaynaklarının kendilerine ait olduğunu ve
ancak kendi iradeleri ile işletilip Dünya’ya arz etmelerinde hayati
bir rol model olan Büyük Türkiye ile birlikte çalışmak İçin
açılan Türk yoluyla çok büyük önem kazanıyor.
21’inci yüzyıl Büyük Türk Yolunun Açılışı Büyük TÜRK AS-
RI’nın inşası TÜRK-İSLAM âlemi ve mazlum Milletlerin İstiklal
ve İstikballerine müjdeli haberlerle geleceği beklenen Büyük
ve Güçlü Büyük Türkiye
Enerjinin kalbi olan
Körfez ülkelerinde
İpek Yolu’nun
Karadeniz
Kafkasya
Kızıldeniz
Akdeniz
Ege ve Balkan coğrafyalarında biraz sancılı’da olsa kendini
göstermeye başlamış Büyük Türk İmparatorluğunun Kuluş Ayak
Seslerini Herkesin Duyması Görmesi Bilinciyle Çalışan Türkiye
Cumhuriyeti
Milletlerin devletlerin ve coğrafyaların tarihlerinde önemli
dönüm noktaları kritik yol ayırımlarını adeta kendisi belirleyip
nakşediyor.
Yaşadığımız coğrafyamız’da ülkemiz’de milletimiz’de işte
4
böyle mükemmel bir dönemden geçiyoruz.
Her doğum sancılı her değişim sıkıntılı olur ve bedel ister.
Artık dünya yeni bir doğuma hazırlık yaparken
Bugün yaşananlar doğum sancısı ve bu sancı çok kısa bir sürede
olup bitecek herhangi bir sancı değil
Geçmişte gördüğünüz yaşadığınız tüm yatırım kalıplarını artık
unutun.
Bu olacaklardan hiç kimse kaçamayacak bu fırtına herkese
dokunacaktır.
Her şey sil baştan yeniden yazılacak yeniden kurulacak
Her şeye hazırlıklı olun uyanık olun
Artık tüm insanlara dikkat etmelisiniz bu yıl tüm enstrümanlar
için geçici vur kaç yılı olacak
Bunların hiçbirinde uzun süreli pozisyon almaya hiç gerek yok
Ani hareketler yapınız ama hemen geri yerinize dönün
Çünkü dışarıda hiç kimse güvende değildir
Ancak her doğumda olduğu gibi mutlu günlerin başlangıcı acı
olsa’da finalde mutluluk ve huzur veren gülücükler sancıların
yaşanmasından sonra olur.
Tek dişi kalmış canavar Batının emperyalist ve faşist Medeniyetlerine
hatta tüm emperyalist dünya medeniyetlerine kafa
tutan
“Londra’dan Pekin’e” Bütün Ana ve Tââli olarak birleşerek
uzanan yolların tam merkezinde İstanbul-Türkiye ve Vefalı Büyük
Türk Milleti vardır.
Londra-Pekin arasında bulunan 65 Devletin Demografik yapısında
Müslüman olmalarının yanında TÜRK asıllı olanları yukarıda’da
bahse konu olduğu üzere kahir ekseriyeti oluşturmakta
olması’da tesis edilerek hizmete sunulan bu yolun isminin’de
“Büyük TÜRK YOLU” olmasını işaret ederek çok büyük
önem taşımaktadır.
“Türklerin Birleştiği Büyük TÜRK YOLU” olarak bizlerde
bu hususta canla başla çalışmalarımıza bıkıp usanmadan devam
edeceğiz
Türkiye’nin bu güçlü pozisyonu
ABD-AB ittifakının canını sıkan elini zayıflatan istenmeyen
yeni krizlere yol açacak olan zorlu bir durumu ifade ediyor.
Yeni dünyanın olası yol haritası üzerinden fikir teatisinde bulunarak
gelecek yılların yol haritasına konacak taşları ve nirengi
noktalarını tartışacak güçler günümüzün güçlü Büyük Türkiye’sinden
ürkerek ABD ile birlikte eski Türkiye’yi arıyorlar
Fakat bundan böyle onların aradıkları eski Türkiye ve Türk
Milleti yok
An itibariyle Emperyalist ve Faşistlerin korkulu rüyaları
Mazlum milletlerin hamisi Güçlü ve Kadim Büyük Türkiye ve
Aziz Türk Milleti var
Çok yakında bunu herkes görecektir.
Evet!
Brüksel’de tansiyon yüksek olacak.
Masaya konacak olan WASHİNGTON-BERLİN ve LOND-
RA-PEKİN HATLARI dosyalarında KİLİT ÜLKE TÜRKİYE
olacaktır.
Washington-Berlin ve Londra-Pekin hatlarındaki KİLİT
ÜLKE TÜRKİYE gerçeğini perçinleyen 15 gün içinde gerçekleşen
iki olaya dikkatle bakmakta yarar var.
a)Avrupa Birliği’nden ayrılan İngiltere hemen Türkiye ile yakınlaşarak
yankı oluşturacak bir anlaşma yaptı.
İngiltere KİLİT ÜLKE TÜRKİYE’Yİ neden seçmek durumunda
kaldı
Türk Yolu
b) Almanya’da Başbakan Angele Merkel’in partisi Hristiyan Demokrat
Birlik Partisi’nin genel başkanlığına Armin Laschet seçildi
Peki siyasilerin “Türklerin Armin’i” lakabını taktığı Laschet
NEDEN SEÇİLMİŞ OLABİLİR
Hiç düşündünüz’mü
Evet derin Almanya’nın KİLİT ÜLKE TÜRKİYE ile daha yakın
ilişki kurma planı olabilir’mi
LONDRA-İSTANBUL-PEKİN Hattı
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) 1 Ocak’ta resmi olarak
ayrıldı
Birleşik Krallığın
AB harici geleneksel müttefiklerine döndüğü bu süreçte öne
çıkan yeni ve güçlü müttefiklerden biri Türkiye oldu
Londra böylece Ankara ile daha güçlü ekonomik bağlar kurma
arayışına girdi
Türkiye ile ortaklık kurmak
İngiltere’nin elini bu bölgelerdeki nüfuzunu sürdürme konusunda
daha’da güçlü kılacağı ortadadır
Aynı zamanda gerçekleşen ekonomik anlaşmalar
Ankara ve Londra’nın
Çin-Doğu Akdeniz-Avrupa hattında daha geniş bir iş birliği
yapmasına zemin oluşturabilecektir
Türkiye ile İngiltere beraberliğinin
Kıbrıs’ta garantör oluşları ve İngiltere’nin Kıbrıs’taki askeri
üslerini’de düşünürsek
Mısır ve Libya’da etkili bir ortaklık yapmaya adaydır
Londra-Pekin hattındaki derin bağlantıların
Türkiye’nin KİLİT ÜLKE KONUMUNA ağırlık kazandıracağı’da
söz konusudur
Bir’de son 10 yılda
Çin’den Türkiye’ye gelen yatırımların boyutu dikkate alındığında
ülkenin Türkiye’deki yatırım hacmini dörde katlamayı
planladığı görülüyor
Çin’in Türkiye’ye yönelik bu ilgisinin temel nedeni
Avrupa’ya kesintisiz bir ticaret hattı kurması, TÜRKİYE’NİN
MERKEZ VE KİLİT ÜLKE OLUŞUDUR
Yani bu hattın merkezi Türkiye’dir
Türkiye’siz bu hat ol(a)maz
İngiltere’nin Türkiye ile yaptığı ekonomik ve nihayetinde siyasi
parlak ilişkileri
Çin’in Türkiye’ye karşı bakışının güçlenmesine yol açtığı’da
unutulmamalıdır.
Çin’in “Bir -Kuşak- Bir -Yol Projesi” kapsamında bölge ülkelerine
yatırımlarını hızlandırırken
Türkiye’yede bu kapsamda daha’da artacak biçimde yatırımlarını
teşvik etmektedir
Londra-İstanbul-Pekin hattında
“Bir-Kuşak-Bir-Yol Projesi” sadece bir altyapı projesi olarak
algılanmıyor
Çin için bu proje yeni bir ekonomik düzene işaret ediyor
Bir kuşak bir yol projesi için (Belt and Road Initiative) en basit
tabiriyle üç kıtada kesintisiz ticaret ve iş birliğini sağlayacak
modern bir ipek yolu konsepti diyor
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 senesinde duyurduğu
ve 2049 senesinde tamamlanması planlanan bu proje Çin ve Avrupa
arasında demir yolu ağı ile kurulacak İpek Yolu ekonomik
kuşağına ek olarak
21. yüzyıl deniz yolu İpek Yolu’nun’da oluşturulmasını hedefliyor
Evet bu projeyi sadece bir finansman ve iş birliği fırsatı olarak
görmek doğru olmadığı gibi sadece bir tuzak olarak ele almak da
doğru olmayacaktır
Türkiye’nin bu projeye iki aşamalı bir stratejiyle yaklaşması
gerektiğini düşünüyorum
Birincisi 2049 senesinde tamamlanması planlanan projenin
altyapı ihtiyaçlarının tespiti ve bu yol üzerinde Türk Halklarını
bilgilendirmesi konularında odaklanmalı
İkincisi 2049 sonrasında bu proje tamamlandıktan ve Çin ile
Avrupa arasında güçlü bir ticaret hattı kurulduktan sonra bizim
nerede duracağımız olmalı
Yeni Büyük TÜRK YOLU eski İpek Yolu’nun dünya tarihindeki
önemi yadsınamaz bir gerçek
Görünen o’ki geçmiş zamanların bu masalsı hikayesi günümüzde
tekrar canlandığında dünya tarihini tıpkı geçmişte olduğu
gibi etkilemeye devam edecektir
Tarihi İpek Yolu bizim deyimimizle “Büyük TÜRK YOLU”-
nun yalnızca malların değil bilginin inançların ve kültürlerin’de
uygarlıklar arasında dolaşımına imkân sağlayacaktır
Avrupa ve Asya kıtalarını birbirine bağlayan ülke olarak Türkiye
Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nde çok önemli bir konumdadır
Türkiye yalnızca coğrafi açıdan değil Türk Halkları ile yakınlığı
ve her iki kıtayla kurduğu ilişkileri açısından’da önemli bir
köprü ülkedir
Korkmamıza gerek yok sadece hazırlıklı olalım
Çin Türkiye’ye yeni ekonomik politikası için kaynak akışını
hızlandırırken
Türkiye’nin Çin’e yaklaşımında kaynakları çeşitlendirme politikasının
etkili olduğu görülüyor.
Türkiye farklı bölgelere yöneliyor.
Türkiye ayağı kalkıyor.
Evet Atalarımızın daha o zaman söylenenlerin değerine şöyle
bir bakınca bugün sanki daha iyi anlaşılıyor.
- Mevlâna Konya’dan seslenmiş insanlara
“Ey Allah’ı Arayan Aradığın Sensin”
- Hacı Bektaş Veli Anadolu’nun başka bir yerinden haykırmış
“Benim Kâbem İnsandır Hiçbir Milleti ve Hiçbir İnsanı
Ayıplamayınız”
Aynı Felsefe Sisteminin bir Büyük Uleması Evliyaların ŞEYHİ
- Şeyh Edebali ise
Batı dünyasında devlet anlayışının oluşmasından ikiyüzelli yıl
üçyüz yıl önce
- Osman Gazi’ye
“Ey oğul insanı yaşat’ki devlet yaşasın”
Bunların anlamları bugün anlaşıldığı haliyle
“İnsanlar mutluluk ve huzur içinde yaşarsa devletler’de var
olur”
Devletlerin var olabilmesi için insanların huzurlu olması gerekir
İnsanın mutlu ve huzurlu olmadığı bir coğrafyada devletin
varlığı’da tehlikeye düşer” olarak yorumlanabilir
Kültürün değerli olmadığı bir toplumda büyük adam’da çıkmaz
Eğer’ki Kültürden Kastımızın Eğitim ve Öğretim Olduğu Anlaşılırsa
Büyük adamın çıkması için onu bekleyen ondan istifade etmek
isteyen bir toplum şarttır.
Büyük adamı toplum yetiştirir.
Böyle bir toplum ise bilim kültür ve sanatla yoğurulur.
İnsanı yaşatmak onun imkanlarını artırmakla olur.
Sevgili dostlarım hepinizin bayramını ayrı ayrı kutluyorum.
Allah bir daha ki Ramazan’a bizleri huzurla eriştirsin.
Sizlerden ricam bu bayram toplu mesajla değil sevdiklerimizi
arayarak bayramı kutlayalım.
Velhasıl
Büyük Türk İmparatorluğunun Kurulduğu,
Büyük TÜRK ASRINDA
“Türklerin Birleştiği Büyük TÜRK YOLU”
Dünya milletlerine,
Mazlum Milletlere ve tüm insanlığa hayırlı uğurlu olsun.
Mutlu Sağlıklı Bereketli Günler dilerim.
Selam Dua Ve Tevekkül İle
Hürmet Ediyor Saygılar Sunuyoruz
5
Türklerin Birleştiği Yol
Oğuz Kağan Aslında
Zülkarneyn Peygamber mi?
Oktan KELEŞ
“TÜRK TARİHİNE AİT YENİ SIRLARI” “Ve tarihi artık Türkler yazıyor” demiştik. Bu makale
ezberleri bozuyordu ve bozmaya da devam edecek. Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının
bilinen ilk yazılı belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden kaçan veya kaçırılan bir gerçek var ki, bu
gerçek de o kitâbelerde gizlidir.
Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının bilinen
ilk yazılı belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden
kaçan veya kaçırılan bir gerçek var ki, bu gerçek de
o kitâbelerde gizlidir.
Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının bilinen
ilk yazılı belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden
kaçan veya kaçırılan bir gerçek var ki, bu gerçek de
o kitâbelerde gizlidir.
Nedir bizim için çok önemli olan bu gerçek?
Bu gerçeği meydana çıkarabilmek için Kur’an-ı Kerim’in
Kehf Suresi’ne bakmamız gerekir. Çünkü asıl sır,
Yüce Vahiy Kitabı Kur’an-ı Kerim’dedir.
Şimdi Orhun Kitâbeleri’ne şöyle kısaca bir göz atalım:
“Ben Türk Bilge Kağan; doğuda gün doğusuna, güneyde
gün ortasına kadar, batıda gün batısına, kuzeyde gece
ortasına kadar hep milletler bana bağlıdır. Bunca milleti
hep düzene soktum, ilerlettim. Doğuya ordu sevk ettim.
Bunca yerlere gittim.
Tanrı (Tengri) yardım ettiği için milletime; gözle görülmeyen,
kulakla işitilmeyen yerler kazandırdım. Tanrı
buyruğu olduğu için, Devletli olduğum için size Kağan
oldum. Tanrı yardım ettiği için dört yöndeki milleti derleyip
topladım.
Ey Türk Milleti; Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe,
ilini, töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti, titre
ve kendine dön!”
Bilge Kağan meâlen ve orijinaldeki aslında şunları
da anlatmaktadır:
“ Gittiğim yerlerde güneşin kavurduğu, güneşin battığı
son millete gittim. Onların arasında hüküm verdim. Sonra
dünyanın öbür ucuna, güneşin doğduğu yere vardım.
Orada bulduğum milleti boyunduruğum altına aldım.
Birbirileriyle olan çekişmelerine son verdim. Ordumla
Tengri buyruğu olarak adalet getirdim. Tengri buyruğu
olarak bunları yaptım….”
Şimdi buraya kadar anlattıklarımız, asıl anlatacağımız
konuya hazırlık için ön bilgilerdi:
Şimdi, Kehf Suresi 85. Ayet ile başlayalım: “ O DA
BİR YOL TUTUP GİTTİ.”
Kehf Suresi 86. Ayet: NİHAYET GÜNEŞİN BAT-
TIĞI YERE VARINCA, ONU KARA BİR BALÇIKTA
BATAR BULDU. ONUN YANINDA (ORADA) BİR
KAVME RASTLADI. BUNUN ÜZERİNE BİZ: EY
ZÜLKARNEYN! ONLARA YA AZAP EDECEK VEYA
HAKLARINDA İYİLİK ETME YOLUNU SEÇECEK-
SİN, DEDİK.
6
Kehf Suresi 89. Ayet: SONRA YİNE BİR YOL TUTTU.
Kehf Suresi 90. Ayet: NİHAYET GÜNEŞİN DOĞ-
DUĞU YERE ULAŞINCA, ONU ÖYLE BİR KAVİM
ÜZERİNE DOĞAR BULDU Kİ, ONLAR İÇİN GÜNE-
ŞE KARŞI BİR ÖRTÜ YAPMAMIŞTIK.
Kehf Suresi incelenirse açıkça:
Bilge Kağan’ın anlattıklarının birebir aynısı olduğu ve
Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu konunun aslının
nakledildiği görülecektir.
Bilge Kağan Kitâbelerinde şöyle devam etmektedir:
“Rahat hayata, zenginliğe, Çin’in ipeğine kanma!
Milletime, altını, beyaz gümüşü kazandırdım. Hükmettiğim
milletlere hakem olup, madenler erittim.”
Şimdi:
Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn (a.s)’den bahsedilirken;
Zülkarneyn (a.s)’ın Allah’ın emri ile (buyruğu ile)
bir ordu kurduğu, güneşin doğduğu yere bir yol tuttuğu,
yine güneşin battığı yere, dünyanın öbür ucuna bir yol
tutup gittiği, Allah’ın, O’na bu kavimler üzerinde; ister
adalet ile hükmet, ister azap et yetkisi verdiği açık açık
belirtilmektedir.Yine Zülkarneyn (a.s) kıssasında;Yecüc
ve Mecüc isminde bozgunculuk yapan kavimden bahsedilmekte,
bu bozguncuları Zülkarneyn (a.s) madenleri
eriterek, set çekerek, engellediği anlatılmaktadır.
Zülkarneyn (a.s)’ın özelliklerine baktığımızda; büyük
bir orduya sahip olması, kendisinin büyük bir komutan
olması, ordusuyla tüm dünyayı gezmesi ve Allah’ın emri
ile gittiği her yere iyilik, adalet ayrıca Allah bilgisi ve
töre götürmesidir.
Özelliklere lütfen dikkat buyurun: Kudretli bir komutan,
büyük bir ordu ve tüm dünyayı gezmesi…Özelliklere
devam edecek olursak; Güneşin en doğduğu ve en
battığı yere ve kuzey ve güneyin uçlarına kadar gitmesi.
Ve aynı zamanda Allah’ın buyruğu ile gittiği yerlerdeki
kavimlere adalet ve iyilik götürmesi…
Şimdi bir de Bilge Kağan’ın yazıtlarda anlattıklarına
bakalım:
Aynı şekilde Bilge Kağan’ın (Bilge denmesi; bilgili,
alim, erdemli bir insan olmasındandır.) Bilge Kağan da,
tıpkı Zülkarneyn (a.s) gibi bir komutan olup, büyük bir
orduya sahiptir. Ordusunun tıpkı Kehf Suresi’ndeki gibi
(O da bir yol tutup gitti ordusuyla) ayeti gibi güneşin en
doğduğu ve en battığı yere, kavimlerin üzerine gittiği
(bu bir Tanrı buyruğudur demesi) yine adaletle hükmetmesi
ve gittiği yerleri milletine kazandırması, buralarla
beraber buraların değerli madenlerini ve zenginliklerini
Türk Yolu
Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının bilinen ilk yazılı
belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden kaçan veya kaçırılan bir
gerçek var ki, bu gerçek de o kitâbelerde gizlidir.
yine milletine kazandırması ve “Ey Türk Milleti, Üstte
gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ( ki burada da
Kıyamete atıf yapılmaktadır.) ilin tören bozulmayacaktır,”
diyerek, Türklerin Allah buyruğu ile hareket ettiklerini
ifade etmesi tıpkı Kehf Suresi ile neredeyse birebir
örtüşmektedir.
Türkler, aynı zamanda genel millet olarak; Hz. Ali’nin
(Kerremallahu veche- Hiç puta tapmamış) sırrında bir
kavimdir.
Atilla yazıtlarında geçen, Atilla Romalıları tarif ederken;
“PUTA TAPAN KAVİMDİR” der ve şöyle devam
eder; “ IRKIMDAN OLAN PUTA TAPMAZ!”
Sanıldığı gibi Türkler Şaman olmamışlardır. Puta da
tapmamışlardır. Var olduklarından beri tek Tengri, tek
Allah inancına sahip olmuşlardır.
Yine yazıtlardan öğrendiğimize göre Türkler; Allah’ın
en büyük Kudret olduğuna, yeri göğü yarattığına, yeri
yeşerttiğine, öldüren ve dirilten O olduğuna inanmışlardır....
Biz burada konuyu kısaca ele alıyoruz.
ZÜLKARNEYN (A.S) BİLGE KAĞANDIR
Tarihin gizlediği ve bilerek gizlendiği bir sırdır….
Peki Bilge Kağan gerçekte kimdir? Biraz sonra o konuya
geleceğiz, konumuza devam edelim:
Şimdi, Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe…
Sözlerinin manalarına bir göz atalım.
Bu sözü söyleyen Bilge Kağan’dır. Şimdi Kehf Suresi’nde
geçen Zülkarneyn (a.s)’ın özelliğinden bahsedelim.
Zülkarneyn (a.s) Yecüc ve Mecüc isimli kavimin
arasına set çeker. Yecüc ve Mecüc kıyamete yakın en büyük
alamet olarak, yine Kur’an’nın ifadesine göre, seddi
delecek ve bu kıyametin büyük alameti olacaktır. (Seddi
delmek ve yerin delinmesi.) Bu ifadeler, daha öncede
söylediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde kıyamet
tarifinin neredeyse birebiridir. (Gök çökerse, yer
delinirse kıyamet olmaz mı? Kur’an ifadesiyle yer beşik
gibi sallanmaz mı? Güneş dürülmez mi?)
Bilge Kağan’da aynı ifadeyi o günkü anlayışa, o günden
bugüne adeta kelimelere bir zaman yolculuğu yaptırarak
anlatmıştır.
Zülkarneyn (a.s)’da, kendi yaşadığı dönemde, çağına
hükmetmiş, kendi döneminde yapmış olduğu sed, kıyamete
yakın delinmesi sebebiyle, bu çağa da hitap etmektedir.
Konu çok daha detaylı olup mümkün mertebe biz
kısaca anlatmaya gayret etmekteyiz.
Bu anlattıklarımızdan sakın bir ırkın öne çıkarılması
yapılıyor sanılmasın. Anlatılmak istenilen açıktır. Türk
ırkının, Türk Milleti’nin Rahmani olduğunun vurgulanmasıdır.
Önemli bir not düşecek olursak:
Zülkarneyn (a.s); ordusuyla dünyanın her yanına gittiğinde,
oradaki kavimlerden de ordusuna asker ve komutanlar
katmıştır. Tıpkı Bilge Kağan’ın yaptığı gibi. Türk
milleti de içinde barındırdığı tüm unsurlarla bir millettir.
Oğuz, Öğüz, Öküz: (Güçlü, dev boynuzlu manasına
gelmektedir.)
Zülkarneyn ise Arapça’da; çift boynuzlu manasına gelmektedir.
Oğuz Kağan; Kendi döneminde, başına giydiği, boynuzları
olan başlıkları ile ünlüdür.
Oğuz denmesinin bir sebebi de çok güçlü olmasındandır.
(Türk gibi güçlü!)
Kur’an-ı Kerim’de; Allah’a kurban edilecek kurbanlıklar
arasında, keçi, koyun, deve, sığır sayılmaktadır.
Bunlardan en makbulü, gücünden dolayı sığırdır. Koyun,
keçi vs. göre daha güçlüdür...
İlahi esrariye de Allah’a kurban millet (gücünden dolayı)
; TÜRK MİLLETİDİR! (Ariflere)
Bilge Kağan acaba Oğuz Kağan mıdır?
(Unutmayalım ki, bilge lakabi bir isimdir, az önce de
söylediğimiz gibi; Bilge denmesi; bilgili, alim, erdemli
bir insan olmasındandır.)
BİLGE KAĞAN (OĞUZ KAĞAN) = ZÜLKAR-
NEYN (A.S)
Şimdi gelelim ilahi mesaja:
Türk Millet’i ahir zamanda büyük rol oynayacaktır.
(Ordusuyla, milletiyle, mayasıyla…)
Gazi Paşa; bu sırrı, ariflere, birkaç kelimeyle şöyle ifade
etmiştir:
“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda
mevcuttur!”
Burada anlatılmak istenen, üstte de anlattığımız gibi
Türk Milleti’nin mayasıdır. O mayanın; bu milletin genlerinde,
karakterinde “unutulmuş bile olsa- yukarıdaki
sırrın, kudretin Allah’tan olduğu bilgisidir.
Orhun Kitâbelerinde tek Tanrı için; “Yeri yarattı,
Gök’ü yarattı, ikisinin arasında kişiyi yarattı. Kişi
Gök’teki Tanrı’ya yakardı, yakındı” der.
Tek Allah inancını ve Kur’an-ı Kerimde’ki yaradılışı
ve Âdem (a.s)’ı bu cümlelerde görmek çok açık. Türk
Millet’i var olduğundan beri Tek Allah’a inandı.
Unutulmamalıdır ki, medeniyetler yıkıldı sanılsa da,
yerlerine başkaları gelir ve yıkıldı sandığımız medeniyetler
gerçekte tam kaybolmazlar, birbirlerinin sırlarını,
izlerini taşırlar. Onun içindir ki ön uygarlıklar ve şimdiki
uygarlıklar arasında benzerlikler vardır. Bu kültürlere,
törelere yazılara vs. yansır ve devam ederek gelir.
7
Türklerin Birleştiği Yol
“TÜRKLERİN ASRI
21. ASRA GİDEN YOL
TÜRK YOLU”
Ahmet Selim ARSLAN
Değerli dostlar, saygın okuyucularımız;
İnsanlık âleminin tarihi geçmişinde ilk olarak
İpek yolu, günümüzde ise “TÜRK YOLU” olarak
İnsanlığın birbirlerinden coğrafî yönden çok
uzaklarda farklı kültür ve medeniyetlere sahip
olarak yaşadıkları halde, yaşamın şartları gereği
ticaret, yardımlaşma,inanç, dil, teknoloji transferleri,
ekonomik, ihtiyaçlar sanayi ve sağlık yatırımlarının
yanısıra, zirai üretimlerinden azami ölçüde
faydalanarak,
İnsanların dostluk, akrabalık, kardeşlik, hısımlık,
ticaret, seyahat gibi
“İYİLİK”
hasletleri ile birbirlerine sarılma, dayanışma, hasret
ve sevinçle kucaklaşmaya kısacası,
“VUSLAT”a (Kavuşmaya) hayati olarak ihtiyaçları
vardır.
Aynı şekilde; düşmanlık, hasımlık, rakiplik, fesatlık,
kan davalarına savaşlara kadar uzanan kindarlık
gibi,
“KÖTÜLÜK” hasletlerinin gereği olarak ta birbirlerinden
uzaklaşarak, kavgalı gürültülü, aynı
ortamlarda bulunamamak, kaçmaya çalışmak kısacası,
“FİRAK”a (Ayrılmaya), VUSLAT’ta olduğu gibi
hayati derecede ihtiyaçlarının olduğu bir gerçektir.
VUSLAT’ın (kavuşma, kucakkaşma) İnsan ve
toplum ilişkilerinde ki durumu ne kadar ehemi ise,
FİRAK’ın (Ayrışmanın, Ayrılmanın) da insan ve
toplumlar arasındaki ilişkilerinde ki durumu bir o
kadar ehem’dir.
İnsanlığın, VUSLAT (kavuşma, kucaklaşma) ve
FİRAK’ (ayrışma, ayrılma) ları çeşitli şekillerde
olsa da bunların tamamının,
“YOL” çatısı altında kümelendiklerine şahit olmaktayız.
Devletleri ayrı, ırkları ayrı, yurtları ayrı, renkleri
ayrı, inançları ayrı, dilleri ayrı, kısacası ortak
özellikleri,
İNSAN olmanın dışında her şeyleri ayrı olan insanlığı
bir araya getirerek barış, huzur, özgürlük,
mutluluk ve sevda ile yaşamalarını sağlayan tek
olgu “YOL” dur.
Kırgız yazar, edebiyatçı, çevirmen, diplomat ve
siyasetçi devlet adamı,
Merhum saygı değer,
Cengiz AYMATOV hocamız,
VUSLAT (Yaklaşma) ile ilgili olarak bizlere aşağıda
belirtildiği gibi öğütte bulunmaktadır.
“Bizi birbirimize yaklaştıran, Tarihimiz ve dilimizdir.
Bizden sonrakiler siz ve sizden sonrakiler,
TÜRK DÜNYASI’nın birleşmesine çok önem vermeliler.”
Bu cümleden olarak,
“Türklerin Birleştiği TÜRK YOLU” ile bizlerin
de şaşmaz hedefimiz,
Artık kendi içlerinde ve kurdukları ittifaklarında
bile yana yana gelmekte sorun yaşayan birbirlerine
ters düşen Batılılar ve iflâs bayrağını çeken
TÜRK-İSLAM düşmanı emperyalist Batı Medeniyetlerinin
karşısında yer alacak olan,
8
Türk Yolu
“Bizi birbirimize yaklaştıran, tarihimiz ve dilimidir.
Bizden sonrakiler siz ve sizden sonrakiler.
TÜRK Dünyası’nın birleşmesine çok önem vermeliler.”
Cengiz AYTAMOV
“TÜRK DÜNYASININ” Müslüman âlemi ve
mazlum esir Milletlerin,
Önümüzde ki yüzyılda ASYA ülkelerinin zirvede
olduğu gün gibi aşikâr olarak tüm dünya ülkelerinin
de kabul ettikleri,
“ASYA ASIRI”nda, hak ettikleri yerde, zirvede
olmaları için var gücümüzle yorulmadan, dinlenmeden
çalışmak, mücadele vermektir.
TÜRK-İSLAM âleminin, İnsanlığın özellikle
mazlum ve esir Milletlerin umutları, ümitleri olan
bu birliktelik ve gücün en kısa zamanda,
“TÜRK YOLU” nun katkıları ile gerçekleşmesi
yüce Rabbimizden niyazımızdır.
“İLİM HİNT’DEYSEDE, ÇİN’DEYSEDE GİT
ONU AL” hadisi ile de tüm İslam âlemine,
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav),
o günden bu günleri görerek sanki “TÜRK
YOLU” na atıfta bulunmuştur.
Zira; Efendimizin sağlığında da buna örnek olarak
HİNDİSTAN seyahati bulunmaktadır.
Velhasılı Kelam,”
“21. ASRIN TÜRK ASRI” Olarak tarihin altın
sayfalarında yer almasının itici gücü olarak görünen,
“LODRA-PEKİN” güzergahlı tabiri caiz ise
güncellenmiş, yinelenmiş İPEK YOLU, “TÜRK
YOLU” onun güzergâhında bulunan 65 ülkenin
Demografik yapılarında da ekseriyetle kökleri
TÜRK olan TÜRK soyuna mensup nüfus çoğunluk
pozisyonundadırlar.
Bu nedenle, “LONDRA-PEKİN” hattını birleştiren
yolun, “Türkleri Birleştiren TÜRK YOLU”
olarak bilinip tanınması elzemdir. Uluslararası
Literatürde bu ismin itibar görüp kabullenilmesi
için.
Bizlerde canla başla yılmadan, usanmadan nefes
aldığımız sürede çalışmalarımızı sürdürerek,
“TEK DİŞİ KALMIŞ FAŞİST, EMPETYALİST,
SÖMÜRGECİ BATI MEDENİYETLERİNE”
karşı ekseriyetleri TÜRK-İSLAM ÂLEMİ ve
Ezilerek, İşkence ve Ambargolar la köle haline
getirilen, özellikle Müslüman ve Mazlum Milletlerin
oluşturdukları 21. ASIR TÜRK ASRI’nın
hüküm süreceği günlerin her gün daha da yaklaştığına
inancımız tamdır. Dayanılması zor sancıların
sonunda, uzun YILLAR ya da ASIRLAR
boyunca mutluluk saadet huzur ve BARIŞ dolu
günler vardır.
Bunu içinde tek şart ve yol birlik ve beraberlikten
geçer. Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)
da bir Hadisi Şerifinde, “BİRLİKTE RAHMET
AYRILIKTA AZAP VARDIR.” Buyurmaktadır.
“TÜRK YOLU” ile birlikte “Türklerin Birleştiği
TÜRK YOLU”nun insanlık ve bölge coğrafyasında
bulunan devletler ve akraba toplulukları
için,
“ İYİLİK ve HAYR “ da,
VUSLAT’a vesile olmasını dilerken,
Saygı değer,
“TÜRK YOLU”
dostlarına, sağlıklı, güzel günler, huzur, barış, sevinç
ve özgürlük içerisinde Bayramlara kavuşmalarını
yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Saygı ve muhabbetlerimizle.
Vesselam
9
Türklerin Birleştiği Yol
Özgürlük Anıtı’nın Parasını
Osmanlı Sultanı Abdülaziz
Vermişti
Ögürlük Anıtının Parasını Sultan Abdülaziz Vermişti. Özgürlük Anıtı veya Özgürlük Heykeli
ABDnin New York Inşa Edildiği 1886 Amerika Simgesi Anıtsal Heykeli Ve Gözlem Kulesi.
Özgürlük Anıtı’nın parasını Sultan Abdülaziz vermişti
Tüm dünyanın Amerika’ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük Anıtı’nın
aslında Osmanlı’nın parasıyla ve emriyle yapıldığını biliyor
muydunuz? Mısır’ın Port Said Limanı’na dikilmek üzere Fransız
Heykeltraş Bartholdi’ye sipariş edilen anıtın bedeli Sultan Abdülaziz
Han tarafından peşin ödenmişti. Hem de ‘elinde doğudan yükselen
ışığı simgeleyen meşale ve Osmanlı Sultanı’nı simgeleyen
yedi sivri uçlu tacı olsun” denilerek…
30 Kasım 1854. Sultan Abdülmecid dönemi. Mısır, Osmanlının bir
eyaleti. İçişlerinde bağımsız, dışişlerinde Osmanlı sultanına bağlı.
Mısır Valisi Said Paşa, dünyanın en büyük kanallarından biri olan
Kızıldeniz ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı projesini
hazırlatıp onaylaması için Sultan Abdülmecid’e sunuyor. Said
Paşa, tasdik gecikince projenin gerçekleşmesi için gerekli şirketin
kurulmasını emrediyor. Projeyi onaylamadan vefat eden Abdülmecid
Han’ın yerine geçen Sultan Abdülaziz ise denizciliğe önem
verdiği için zaten başlamış olan proje için gerekli onayı ve parayı
hemen veriyor. İşte o proje içinde bir de heykel bulunuyor. Doğunun,
medeniyet ışığından batıyı da faydalandırdığını anlatmak üzere,
elindeki meşaleyle yüzünü batıya dönecek bir heykel. O heykel
yapılıyor ama konulduğu yer Mısır olmuyor. Evet tahmin ettiğiniz
gibi ama önce hikayenin başına dönelim.
KANALA İNGİLİZ ENGELİ
Said Paşa’nın hazırladığı Süveyş Kanalı Projesi’nin arkasında
Fransa, önünde de bir engel olarak İngiltere duruyordu. Zira Akdeniz
ve Hindistan’daki İngiliz hâkimiyetini sona erdirebilecek bu
kanal, Osmanlının malî gücünün yanında denizlerdeki gücünün de
artmasına sebep olacaktı. Bu yüzden İngiltere, Sultan Abdülmecid
Han’ı, projeyi reddetmesi için sürekli baskı altında tutuyordu.
Said Paşa, bu sebeple Sultan Abdülmecid’in tasdikini beklemedi.
30 Kasım’da Fransız mühendise gereken izni verdi. Fransız sermayesiyle
kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere,
Osmanlıya baskılarını daha da artırdı. Sultan Abdülmecid
ise Said Paşa’nın projesini yıllarca bekletti. Sultan, projenin kendisine
gelişinden yedi sene sonunda Ihlamur Kasrı’nda veremden
vefat ettiğinde proje hala onay bekliyordu. Ancak onaylanmasa da
ağır aksak ilerlemeye devam ediyordu. İki sene sonra Said Paşa da
anîden vefat etti. Yerine geçen İsmail Paşa ise İngiliz taraftarıydı.
Fakat bu kanalın Mısır için hayatî önemini fark etmekte gecikmedi
ve işe dört elle sarıldı.
Sultan Abdülmecid’in vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülaziz
Han’a da İngiliz baskıları devam etti. Ama İngilizlerin
unuttuğu bir şey vardı ve Abdülaziz Han donanma ve denizciliğe
çok önem veriyordu. Sultan, 19 Mart 1866’da yayınladığı fermanla
kanala izin vererek projeyi tasdik etti. Bununla da kalmayıp, Mı-
10
Özgürlük Anıtı/Heykeli
Türk Yolu
Süveyş Kanalı Projesi
sır’ın kanal için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına
alarak, kanal şirketi hisselerine de bizzat kendisi oldukça
yüklü paralar yatırdı.
Said Paşa ile kanalın mühendisi Ferdinand de Lesseps arasında
1854’te yapılan anlaşma maddelerinde, bir de heykel
projesi vardı. Süveyş Kanalı’nın Akdeniz’e açılan sahillerinde
bulunan Port Said şehri limanına dikilecek olan dev
bir kadın heykeli. Bu heykel, hem Osmanlıyı hem Mısırı
temsil edecekti. Bu yüzden Mısır’ı temsîlen firavunlar
dönemi kıyafetlerini giymiş kadın heykelinin başında, 7
iklimin padişahı olan Osmanlı Sultanını temsîlen 7 kıta ve
7 denizi simgeleyen 7 sivri uçlu bir taç olacaktı. Elinde
de bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz Han, heykelin
yüzünün batıya dönük olmasını istedi. Zira elindeki ışığı
doğudan batıya götürdüğünü, ışığın, medeniyetin, uygarlığın,
doğudan yükselip batıyı aydınlattığını simgelemesini
istiyordu padişah.
Heykelin parası da bizzat Sultan Aziz Han tarafından
ödendi. Sipariş, Fransa’nın meşhur heykeltıraşlarından
Frederic Auguste Bartholdi’ye verildi. Frederic Bartholdi,
Fransa’daki atölyesinde çalışmalara başladı. Heykelin bakır
ve çelikten oluşan iskeletini ve mühendislikle alâkalı
kısımlarını, Paris’teki kendi adıyla anılan kuleyi yapan
Gustave Eiffel ile birlikte tamamladı. Heykele Singer dikiş
makinelerinin kurucusu Isaac Singer’in dul eşi Isabelle
Eugenie Boyer modellik yaptı.
HEYKEL DEPODA KALDI
Said Paşa’nın ölümünden sonra yerine vali olan İsmail
Paşa, bu heykelin Müslüman Mısır halkı arasında hoşnutsuzluğa
sebebiyet vereceğini söyleyerek mühendis Ferdinand
de Lesseps’e, heykelin Mısır’a getirilmemesi talimatını
verdi. Mühendisin, İsmail Paşa’yı ikna çalışmaları
fayda vermedi. Nihâyet Kasım 1854’te yapımına başlanılan
Süveyş Kanalı’nın Kasım 1869’da açılışı yapıldı. Dünyanın
dört bir yanından gelen binlerce insanın katılımıyla
oldukça görkemli fakat heykelsiz bir açılış oldu. Çünkü
heykel Fransa’da kaldı. Bartholdi’nin bu muhteşem eseri,
Fransa’daki bir depoda yapayalnız, akıbetini beklemeye
başladı.
“ASYANIN IŞIĞI” ANITI
O yıllar, Amerika ile Fransa’nın dostluk yıllarıydı. Karşılıklı
hediyeleşmeler sırasında Paris’te kurulan Fransız-Amerikan
dostluk grubunun başkanı Edouard Rene Lefebvre
de Laboulaye’den, Fransız hükümetine bir teklif geldi:
Amerika’ya devasa bir heykel hediye edilsin! İkna edilen
Fransız hükümeti, bu heykel için Frederic Bartholdi’yi görevlendirdi.
Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı. Fransa Hükümetinin
istediği heykel, elindeki meşaleye kadar Mısır
için hazırlanan heykele benzerlik arzediyordu.
Özgürlük Anıtının Parasını Sultan Abdülaziz Vermişti. Özgürlük
Anıtı veya Özgürlük Heykeli ABD’nin New York
Inşa Edildiği 1886 Yılından Bu Yana Amerikanın Simgesi
Olan Anıtsal Heykeli Fransa hükümetinden gelen talimata
göre heykel, sol elinde “hukuku temsîlen bir kitap”
tutacak, sağ elinde de, “Dünyayı aydınlatan özgürlüğün
sembolü bir meşale” olacaktı. Yani neredeyse Fransa tarafından
istenen heykel, Abdülaziz Han için hazırlanan
heykelin aynısıydı. Sadece küçük bir iki değişikliğe ihtiyaç
vardı. Bartholdi, heykelin yüzünü tamamen değiştirdi
ve annesi Charlotte’nin yüzünü işledi. Özgürlük Heykeli,
Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle
Amerika’ya 10 yıl gecikmeyle hediye edildi. Heykeltıraş,
heykeli 350 parçaya bölerek, İsere adındaki bir Fransız
gemisiyle Amerika’ya taşıdı. Newyork limanındaki adalardan
birine, daha önce görmeye geldiği Özgürlük Adası’na,
kaidesini Richard Morris Hunt’un hazırladığı yere,
4 ay içinde monte etti. Ve 28 Ekim 1886 da açılışını bizzat
kendisi yaptı. Heykelin sol elindeki kitap üzerinde Bağımsızlık
Bildirgesi’nin ve Amerika’nın kuruluşunun tarihi 4
Temmuz 1776 yazıyor. Heykel 1886 dan beri de Amerika’nın
Newyork adalarından birinde bulunuyor. Ve yüzü
Sultan Abdülaziz Han’ın isteğinin tam aksine doğuya bakıyor.
Lâkin güneş ışığı hâlâ doğudan yükseliyor ve her
sabah Özgürlük Heykeli’nin yüzünde parlıyor.
sultanabdulaziz.com sitesinden alıntıdır.
11
Türklerin Birleştiği Yol
Bu Salgından
Ne Öğrendik ?
Prof. Dr. İsmail Hakkı AYDIN - Bilim Adamı, Beyin Cerrahı,
Düşünür, Edib, Şair, Güftekâr, Mûsıkîşinas, Teolog, Flozof, Hattat.
“Bir musibet bin nasihatten evladır!” sözü bir kez
daha cari olduğunu öğrenmiş olduk. Salgınların, pandemilerin
insanlığın geleceğini nasıl etkilediğinin
daha fazla farkına vardık. Güncel olması bakımından,
geleceğe daha emin adımlar atabilmek için, dünyayı
kasıp kavuran bu corona salgınından öğrendiklerimizden
bazı önemli gördüklerimi maddeler halinde burada
zikr etmek istiyorum.
Evet, bu pandemi ile insanlık olarak biz;
12
1. Özelleştirilmiş sağlık sisteminin, uzun vadede sağlık
sorunlarını çözümlemede ve yönetmede başarısız
bir sistem olduğunu öğrendik.
2. Sağlık çalışanlarının ne kadar önemli olduğunu öğrendik.
48 saatte 6 saat uyuyarak veya uyumayarak,
ağır şartlar altında hizmet edenler ile, evinde oturup tv
karşısında ahkam kesenler arasındaki farkı öğrendik.
3. Sağlık çalışanlarının ya kendisi, ya da yakını bu
hastalığa mutlak maruz kalmıştır ve bu hastalık sürecini
bizzat yaşamışlardır. Motivasyonun, onlar için
ne denli önemli olduğunu fark ettik. Bu sebeple onları
daha iyi anlamayı öğrendik veya öğrenemedik!
4. Ülke için savaşmak ile virüs için savaşmanın, biribirinden
çok da farklı olmadığını öğrendik.
5. Bağlantısallığın önemini bir kez daha öğrendik!
Tümden Gelim (Aristo) ve Tüme Varım (Newton,
Descartes...) değerlendirme yöntemlerinin ötesinde,
“Bağlantısallık Matematiği ile Değerlendirme” yöntemini
öğrendik. Virüs, 30.000 nükleotidden oluşmuş
bir bilgi ağı, bir enformasyonudur. İnsanda ise, 80-
100 trilyon hücrenin her birinde DNA bazı 6 Milyar
bilgi var! Bu Bağlantısallık Bütünselliği Matematiği,
(Bayezyen Matematiği) en küçük parçayı alıp bütünü
arasındaki bilgileri analiz ederek, bilgiyi işleme mekanizmasıdır.
Bu Bağlantısallık sistemi, Beyinde de
Hayatta da aynı şekildeki işletim üzere çalışır!
6. Yeni bir Dünya Düzenini, eskisi ile hiç ilgisi olmayacağını
öğrendik.
7. Öğrenme ve Bilginin önemini öğrendik.
8. Tabiat Kültürünü öğrendik. Hayvanların da tabiatta
hakları olduğunu ve onların hayatlarına müdahale etmemiz
gerektiğini öğrendik.
9. Bu medeniyetin, Newton ve Descartes ile başlayan
“deneycilik uygarlığı” olduğunu ve geliştirilmesi gerektiğini
öğrendik.
10. İnsanın, hatta her şeyin bu Kâinatın sahibi değil,
bir parçası, bir cüzü olduğunu öğrendik. “İnsan-Toplum”,
“Varlık-Kâinat” ilişkisinde olduğu gibi, “Hayattaş”,
“Yaşamdaş” olduğumuzu farkına vardık. Bir
canlının ölümünün, yaşamın sonu olmadığını öğrendik.
11. İnsan ve her canlı ölünce hayatın bitmediğini öğrendik.
Hayat devam ediyor.
12. “Yaşamın bir enformasyon ağı”, insanın ve her
varlığın da bu yaşamın bir parçası olduğunu öğrendik.
13. En büyük yanlışın, “Ben varsam hayat var, yoksam
hayat yoktur” düşüncesinin olduğunu öğrendik.
Bu virüs, bu yanlışımızı tekrar hatırlattı ve “Hayatın
bir bilgi, bir enformasyon ağı” olduğunu öğretti ve
çok iyi bir ders verdi. Her varlığın hayata katkısı olduğunu
öğretti.
14. Bir arının, bir kuşun, bir farenin, bir solucanın,
bir köstebeğin, bir yabani hayvanın, bazen insandan
da daha fazla hayata katkı sağlayabileceğini öğrendik.
15. Ölümü anlamaya çalışmanın, hayatın güzelliğini
anlamakta yattığını öğrendik. Her şeyin bir “Ortak
Matematiğinin” olduğunu fark ettik.
16. “Benlik duygusunun, Sahip olmak ve sahiplenmek
arzusu ile “doğayı sahiplenme gayesi” üzerine kurulu
bir Neoliberalizm’in yanlış olduğunu öğrendik.
17. “Yeni Hukuk” sisteminin, yaşamın hakkının insana
karşı korumasının gerekliliğini öğrendik. İnsanın
hukukundan ziyade, hayatın hukukunun korunmasının
çok daha önemli olduğunu öğrendik.
18. “Kurumların, Kurumsal öğretilme ve eğitilmelerinin
de çok önemli ve insanların eğitim ve öğretiminden
çok daha zor olduğunu öğrendik.
19. “Çalışkanlık ve Zeki” olmaktan ziyade, “İyilik ve
Yaratıcılık”in, hayata çok daha fazla katkı sağladığını
öğrendik. “İyilik eğitimi” ile başlayıp, “Yaratıcılık
eğitimi” ile devam etmeliyiz. Yaratıcılık, ürün üretme
kavramı üzerine kurulu NEOLİBERALİZM düzeninde,
“iyilik” göz ardı edilmemelidir.
20. “Ölüm ve Korkusu”nu öğretti. Ölümü uzaktan
duymak, yakından duymak, ölüme maruz kalmak ve
ölümü yaşamak çok farklı... Ölüm Korkusu, toplumsal
bağlantısallığı etkiler. Kuşlarda olsaydı, bu kadar
önem vermezdik ölüme...
Türk Yolu
Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni Dünya
Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital ortamın nimetlerini
ücretsiz kullananların kişisel bilgileridir!
21. “Bilimin Önemini daha iyi öğrendik. Toplum olarak
ölüm korkusu ve ölüme maruz kalma endişesini
yaşıyoruz. Bu süreçte, çare peşindeyiz. Bilime sarıldık.
Bilimin ne kadar mühim olduğunu öğrendik. Tarihte,
bilimin bu kadar önemli olduğunu insanlık hiç
anlayamamıştı. Bu salgın bir fırsat olmuştur!
22. “Bilim ve Bilimcilik”in farkını daha iyi öğrendik.
Bilimcilik, bilimi kendi emelleri için kullanmaktır. Bu
çok tehlikelidir. Bilimcilik oynamanın ne kadar büyük
bir felaket olduğunu öğrendik. “Dinamik ve Dinamit”
olan bilimin, bilime ihanet edenden de çok acı
intikam aldığını öğrendik.
23. Dünyanın, her yaratılanın hakkı olduğu bir yer,
bir vatan ve bu vatanın tüm insanlığın ve her varlığın
tek vatanı olduğunu öğrendik. Tüm dünya tek bir vatandır.
24. Tüm insanların, “insan olarak kardeş” olduğunu
öğrendik.
25. Şövenist milliyetçiliğin ilim ve bilimle bağdaşmadığının
öğrendik.
26. Bilimin insanlığın ortak mirası olduğunu öğrendik.
27. Toplu cinayetlerin, silah baronlarının ve savaş
provokatörü ve kışkırtıcı ve harlayıcı devletlerin, bir
maskeye muhtaç kaldığını öğrendik.
28. İnsanın esas vazifesinin; bulduğundan ve bulunduğundan
“DAHA İYİ BİR DÜNYA BIRAKMAK”
olduğunu öğrendik.
İşte birkaç aforizmamız...
* Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni
Dünya Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital
ortamın nimetlerini ücretsiz kullananların kişisel bilgileridir!
* Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni
Dünya Düzeni”nde, bir ürüne para ödemiyorsanız,
unutmayın ki, ürün sizsiniz!
* İşletim sisteminin bağlantısallık matematiği, her
şeyin evrensel bütünlüğünden bir parça, en büyük
gücünün bilgi ve fevkalade bir ahenk, armoni, estetik
ve balans düzenindeki tek bir beyin olan “Holistik
Kainat”, kendisinin de ötesinde çok muhteşem ve muazzam,
namütenahi bir akıl, bir güç, bir bilgi ve bir
“BEYİN” tarafından yönetilmektedir.
* Hayatın amiri ve hakimi bilgidir!
* Salgınlar; her yere üniversite(!) diploması alınabilen
bir okul(!), her parasını verene diploma(!), her
diploma(!) alana doktora(!), her doktora(!) satın alana
doçentlik(!), her doçentlik(!) verilene profesörlük(!)
bahşedilmesi, her profesörün(!) “Profesör”,
her profesörün de “Bilim İnsanı” olarak kabul edilmesi
düşüncelerinin çok yanlış ve tehlikeli olduğunu
öğretebilse, hayata büyük fayda sağlamış olur!
* Zamanda vakti değil, vakitte zamanı yaşamak maharet...
* ”Aklen Dîvâne” olmak, hikmet arzusu ve iptilâsı ile,
akıllı olmanın hiç bir yolunun ve manasının bulunmadığını
farkında olarak, zeka parıltılarının aydınlığında,
sonsuzluğun heyecan verici enginliğine, yalnızlığın
soğukluğuna ve huzuruna, sessizliğin karanlığına
ve sükunetine, ufkun derinliğine ve zenginliğine, hayatta
insanın insanda da hayatın, kâinatta tanrının
tanrıda da kâinatın mevcudiyetini fark ederek, her şeyin
canlı, “Hep” ve “Hiç” olduğu bu âlemde, “Benlik
İnşâsı ve Mîmarisi” için, “Var” olabilmek gayesiyle
yelken açmaktır.
* Ürettiler! Uyuttular! Yutturdular! Yeni deney kapıda!
Yeni düzen yakında!
Farklı iki makamda, iki bestekarımız tarafından bestelenen
bir rubaimizle bitirelim.
Segah Şarkı
Güfte; İsmâil Hakkı AYDIN
Beste; Bora Uymaz
Bahçemde segâh, kışta hicaz, yazda nevâsın!
Son devrede bir taze bahar, başka devâsın!
Gönlümde hazan goncası, sultaniyegâh Yâr!
Sen her gece rûhumdaki cân, derde şifâsın!
13
Türklerin Birleştiği Yol
Dünyanın İlk Tapınağı Göbeklitepe
Hakkında Bilmemiz Gereken 14 Şey
İnsanlık tarihi hakkında bildiklerimizi yeniden düşünmemizi sağlayacak, yerleşik tarih anlayışını ve bilgilerini değiştirip,
dinler tarihini sorgulatacak, bir kısmımızın varlığından haberi dahi olmadığı bir arkeolojik çalışma 1995 yılından beri Urfa
Göbeklitepe’de devam ediyor. İnşası Milattan önce 10000 yılına uzanan Göbeklitepe tarihteki en eski ve en büyük ibadet
merkezi olarak biliniyor. Göbeklitepe İngiltere’de bulunan Stonehenge’den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha
eski. Ayrıca yerleşik hayata geçişi temsil eden kültür bitkisi buğdayın atasına da Göbeklitepe eteklerinde rastlanmıştır. İnşa
edildikten 1000 yıl sonra üstleri insanlar tarafından kapatılarak gömülen bu tapınaklar yeniden gün ışığına çıkıyor.
4. Kayaların biçimlendirilmesi ve tapınağın inşası
Göbeklitepe’nin inşa edildiği dönemde insanoğlu bitki
toplayan ve hayvanları avlayan küçük gruplar ha-
14
linde sürekliliğini sağlıyordu. Kayalık bölgelerden,
büyük sütunların ve ağır taşların el arabaları ve yük
hayvanları olmadan 2 kilometre taşınarak Göbeklitepe’ye
getirilmesi için muhtemelen tarihte insanların
ilk defa bu kadar kalabalık bir şekilde bir arada olması
gerekmişti.
1. Göbeklitepe’nin coğrafi konumu
Göbeklitepe, Şanlıurfa’nın 20 kilometre kuzeydoğusundaki
Örencik köyü yakınlarında, yaklaşık 300
metre çapında ve 15 metre yüksekliğinde geniş görüş
alanına hâkim bir konumda yer almaktadır.
2. Göbeklitepe, tarihin bilinen ilk ve en büyük tapınağı
Neolitik döneme ait Göbeklitepe, ilk tapınağın dolayısıyla
yeryüzündeki ilk inancın merkezi olabilmesi açısından
önemli. Bu bölgede yaklaşık 20 tapınak tespit
edilmiş ve şu ana kadar yalnızca 6 tapınak gün ışığına
çıkartılmıştır.
3. En eski yapıttan 7500 yıl daha eskiye ait
Göbeklitepe bu zamana kadar bilinen en eski yapıt ve
tapınaktan 7500 yıl daha eskiye ait. Göbeklitepe’nin
keşfine kadar bilinen en eski tapınak ise Malta’da bulunmakta
ve 5000 yaşında. Ayrıca Stonehenge’den
7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha yaşlı...
5. Mağara duvarlarındaki resimlerden kabartma
hayvan figürlerine
Mağarada duvarlarındaki avcılığı temsil eden resimlerden
ziyade burada hayvan figürleri tek ve kabartma
olarak işlenmiş, sanatsal açıdan farklı bir anlayışı etkileyici
biçimde yansıtmaktadır. Taşlar üzerinde işlenmiş
akrep, tilki, boğa, yılan, yaban domuzu, aslan, turna
ve yaban ördeği figürleri yer almaktadır. Bir kısım
arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret
eden farklı kabilelerin sembolü olarak nitelendiriliyor.
6. Buğdayın atası Göbeklitepe’de
Bölgede yapılan araştırmalar ve elde edilen bulgular
doğrultusunda önemli kültür bitkisi olan ve yüzlerce
genetik varyasyonu bulunan buğdayın atasının ilk olarak
Göbeklitepe eteklerinde yetiştiği ortaya çıkarıldı.
7. T sütunlarda yer alan 3 boyutlu aslan figürü
Arkeologlar boyları 3 ile 6 metre arasında değişen T
biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan figürleri
olduklarını düşünüyorlar. Sütunlar üzerine yansıtılan
diğer figürlerden farklı olarak aşağı doğru iner şekilde
Türk Yolu
tasvir edilen 3 boyutlu aslan kabartması dikkat çekiyor.
Bu ve diğer aslan figürleri neolitik dönemde aslanların
Anadolu’da yaşamış olma ihtimalini güçlendiriyor.
İnsanları temsil eden T sütunlarının ağırlıkları
40 ile 60 ton arasında değişiyor.
8. Çiftçinin bulduğu oymalı taşla gelen arkeolojik
devrim
1983 yılında tarlasını süren Mahmut Kılıç tarlada bulduğu
oymalı taşı müzeye götürdü fakat eser sıradan
bir arkeolojik bulgu olarak Urfa Müzesi’nde sergilenmeye
başlandı. 1963 yılında ise İstanbul Üniversitesi
ve Chicago Üniversitesi ortak bir çalışma yürütmüş,
bölgeyi incelemiş fakat çalışmaların üzerinde durulmamıştır.
9. Ve çalışmalar 1995 yılında başlıyor
Şanlıurfa Müzesi başkanlığında ve Prof. Dr. Klaus
Schmidt’in bilimsel danışmanlığında kazılar başlamıştır.
2007 yılında ise kazı başkanlığına Klaus Schmidt
getirilmiştir.
10.Tarihi tapınakta tarihi hırsızlık
2010 yılında, 40 santimetre boyunda, 25-30 kilogram
ağırlığında taştan yapılmış ve üzerinde hayvan figürleri
olan insan başı heykelinin çıkartıldıktan iki gün
sonra kazı alanından çalındığı tespit edildi.
11. Bira için tarım!
Bulgular taş devri insanlarının bira içtiğini de gösteriyor.
Kazılarda şu ana kadar en büyüğü 160 litrelik
kapasiteye sahip kireç taşına oyulmuş, altı bira varili
bulundu. Klaus Schmidt, bulgular ışığında, insanoğlunun
ekmek için değil, bira uğruna tarıma başladığına,
bunun da ilk kez Urfa’da gerçekleştiğine kanaat
getirmiş.
12. Sıvı kullanılarak yapılan törenler
Arkeologlar tapınak kalıntılarındaki zeminlerinin
özellikle sıvıyı geçirmeyecek şekilde yapıldığına dikkat
çekiyor. Buradan, törenleri ne olduğu şu an kesinleşmese
de bir sıvı (kan, su, alkol v.b.) eşliğinde gerçekleştirdikleri
fikri oluşuyor. (Foto: Tunç Süerdaş)
13. Tarımla değil tapınakla gelen yerleşik hayat
Göbeklitepe, yıllardır tarih derslerinde öğretilen “göçebe
toplulukların tarımı öğrenerek yerleşik hayata
geçtiği” tezini de çürütüyor. Yerleşik hayata geçişin
çiftçilik ve hayvancılığın ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleştiği
düşünülüyordu. Schmidt’e göre ise avcı ve
toplayıcı toplulukların Göbeklitepe gibi dini merkezlerde
sürekli olarak bir araya gelmelerinin sonucunda
yerleşik hayata geçilmiştir. Kalabalık toplulukların
ibadet merkezine yakın olma arzusu ve çevrede bu
toplulukların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde
yeterli kaynak bulunmamasından dolayı insanlar tarıma
yönelmişlerdir. Yani tarım yerleşik hayatı getirmemiş,
dini mabetlerin etrafında kalma arzusu sonucunda
yerleşik hayat tarımı getirmiştir.
14. Göbeklitepe UNESCO Dünya Miras Geçici
Listesi’nde
Göbeklitepe 2011 yılında UNESCO tarafından Dünya
Miras Geçici Listesi’ne alınmıştır.
Göbeklitepe’de kazı başkanlığını yürüten Prof. Dr.
Klaus Schmidt yaşadığı kalp krizi sonucu hayatını
kaybetti.
“Göbeklitepe’deki kazılarda elde ettiğimiz bulgularla,
dünyanın bilinen en eski tapınma merkezlerinden
birinin bu bölgede olduğunu ortaya çıkarmıştık.
Ancak, son kazı çalışmalarıyla tapınma merkezinin
dünyanın en büyük tapınma merkezi olduğunu tespit
ettik. Yaptığımız araştırmalarda, Cilalı Taş Devrinde
yaşamış insanların, yabani sığır, akrep, tilki, yılan,
aslan, yaban eşeği, yaban ördeği ve yabani bitki kabartmalarını
incelediğimizde hayvanlarını evcilleştiremedikleri
sonucuna ulaştık. Ayrıca, dikili taşların
(Stel) üzerindeki resimler ve kabartmalar o dönemde
yaşamış olan insanların sanatları hakkında bizlere
fikir veriyor. Buradaki tapınak, dünyanın bilinen en
büyük tapınağı olma özelliğini taşıyor”
15
Türklerin Birleştiği Yol
Orhun Yazıtları, tarihimizin en değerli eserlerinden
birisidir. 750’li yıllarda dikildiği
tahmin edilen bu anıtlar, maalesef asırlar boyunca
bulundukları yerde doğaya terk edilmişti.
Yazıtlar kısa bir süre önce müzeye alınarak kapalı
bir alanda muhafaza edilmeye başlanmıştır.
Anıtlar hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse
bunlardan Kül Tigin yazıtı, 732 yılında abisi Bilge
Kağan tarafından kardeşi Kül Tigin’in vefatı
anısına diktirilmiştir.
Bilge Kağan Yazıtı ise 734’te vefatından bir
yıl sonra, oğlu Tengri Kağan tarafından babasının
anısına diktirilmiştir. Tonyukuk yazıtı ise bu
iki anıtın bulunduğu yerden çok daha uzaktadır.
Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin’in babalarına da
vezirlik yapmış tecrübeli bir devlet adamıydı. Bu
sebeple onun yazdırdıkları da çok mühimdir.
Anıtların çevirileri için Muharrem Ergin ve Talat
Tekin hocalarımızın eserlerinden faydalandık.
Hocalarımızı rahmetle anarak, bize bu eserleri bıraktıkları
için sonsuz teşekkür ediyoruz.
1Kül Tigin Yazıtı Güney Yüzü
Türk hakanı Ötüken dağlarında oturur ise ülkede
hiçbir sıkıntı olmaz. Doğuda Şantung ovasına
kadar ordu sevk ettim denize pek az kala
durdum; güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk
ettim, Tibet’e pek az kala durdum; batıda İnci Irmağı
(Seyhun) geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu
sevk ettim; kuzeyde Yir Bayırku topraklarına kadar
ordu sevk ettim; bunca diyara kadar orduları
yürüttüm ve anladım ki: Ötüken dağlarından daha
iyi bir yer asla yok imiş.
Orhun Abideleri
dünya Türklerinin
ortak değeridir
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL
Orhun Anıtları’nın kopyaları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Türk
Dünyası Kültür Parkı’na taşındı. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Orhun Yazıtları’nın sadece
Türkiye’nin değil, tüm dünya Türklerinin ortak hazinesi olduğunu söylüyor.
Kül Tigin Yazıtı Doğu Yüzü
2 Devletin dağılış sebepleri şu şekilde anlatılıyor:
‘Akılsız hakanlar tahta oturmuş şüphesiz,
kötü hakanlar tahta oturmuş şüphesiz. Kumandanları
da akılsız imişler şüphesiz, kötü imişler
şüphesiz. Beyleri, halkı itaatkar olmadığı için,
Çin halkı hilekar ve sahtekar olduğu için, beylerle
halkı karşılıklı kışkırttığı için, Türk halkı kurduğu
devleti elden çıkarıvermiş.’
Kültigin Yazıtı Kuzey Yüzü
3 Kül Tigin’in ölümü üzerine Bilge Kağan’ın
söyledikleri: ‘Kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kendim
yas tuttum. Gören gözlerim görmez gibi,
eren aklım ermez gibi oldu. Kendim düşünceye
daldım. Zaman tanrısı buyurunca insan oğlu hep
ölümlü yaratılmış. Öyle düşündüm. Gözümden
yaş gelse engel olarak, gönülden feryat gelse geri
çevirerek yas tuttum. Çok yas tuttum.
Bilge Kağan Yazıtı Kuzey Yüzü
4 Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları
yumuşak imiş. Tatlı sözlerle, yumuşak ipekli kumaşlarla
kandırıp uzak halkları öylece yaklaştırırlar
imiş. Tatlı sözlerine, ipekli kumaşlarına aldatıp
Türk halk, çok sayıda öldün! Türk halkı, mutlak
öleceksin! Güneyde Çuğay dağlarına Töğültün
ovasına yerleşeyim dersen, Türk halkı mutlak öleceksin!
Bilge Kağan Yazıtı Kuzey Yüzü
5 Türk halkı! aksisin: acıkırsan doyacağını düşünmezsin,
bir doyarsan acıkacağını düşünmezsin.
Öyle olduğun için besleyip doyurmuş olan
hakanlarının sözlerini almadan her yere gittin,
oralarda hep mahvoldun tükendin. Her ne sözüm
varsa ebedi taşa hakkettim. Ona bakarak öğrenin.
16
Türk Yolu
Türk Tarihinin İlk Yazılı Vesikası
Orhun Kitabelerinden
Öğüt Dolu 12 Alıntı
Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü
6 İkinci Göktürk Hakanlığının kuruluşu şu şekilde
anlatılmış: ‘Türk Tanrısı ve kutsal yer, su
şöyle yapmışlar şüphesiz ki: Türk halkı yok olmasın
diye, halk olsun diye, babam İlteriş Hakanı,
annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinde tutup
yukarı kaldırdılar şüphesiz. Babam 17 erle baş
kaldırmış. ‘baş kaldırıyor’ diye haber alıp şehirdekiler
dağa çıkmış, dağdakiler şehre inmiş, derlenip
toplanıp 70 kişi olmuşlar. Tanrı güç verdiği
için babamın askerleri kurt gibi imiş, düşmanları
koyun gibi imiş. Doğuya ve batıya sefer edip derlemiş
toplanmış. Hepsi 700 kişi olmuşlar.
Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü
7 Bilge Kağan babasının seferlerini anlatıyor:
‘Tanrı öyle buyurduğu için, devletliyi devletsiz
bırakmış, hakanlıyı hakansız bırakmış, düşmanları
bağımlı kılmış, dizlilere diz çöktürmüş, başlılara
baş eğdirmiş. Babam hakan, öylece devleti
yasaları koyup vefat etmiş. Babam hakan vefat
ettiğinde ben sekiz yaşımda kaldım.
Türk Oğuz beyleri, halkı işitin ! Üstte gök çökmedikçe,
altta yer delinmedikçe, Türk halkı senin
devletini, yasalarını kim yıkıp bozabilir idi?
Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü
8 Babamızın, amcamızın kazandığı halkın adı
sanı yok olmasın diye Türk halkı için gece uyumadım,
gündüz oturmadım; kardeşim Kül Tigin
ile iki şad ile ölesiye yitesiye çalıştım, çabaladım.
Halkı besleyip doyurayım diye kuzeyde Oğuz
halkına doğru, doğuda Kıtay, Tatabı halklarına
doğru güneyde de Çin’e doğru 12 sefer ettim, savaştım.
Ondan sonra Tanrı öyle buyurduğu için,
bahtım, talihim olduğu için, ölecek halkı diriltip
doyurdum. Çıplak halkı giyimli kıldım, fakir
halkı zengin kıldım, az halkı çok kıldım, güçlü
devleti olandan, güçlü hakanı olandan daha iyi
kıldım.
9Tonyukuk Yazıtı Doğu Yüzü
Bilge Tonyukuk ben kendim Çin ilindi kılındım.
Türk milleti Çine tabi idi. Türk milleti hanını
bulmayıp Çinden ayrıldı, hanlandı. Hanını
bırakıp Çine tekrar teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir:
Han verdim, hanını bırakıp teslim oldun.
Tonyukuk Yazıtı Doğu Yüzü
10Çin kağanı düşmanımız idi. On Ok kağanı
düşmanımız idi. Fazla olarak Kırgızın kuvvetli
kağanı düşmanımız oldu. O üç kağan akıl akıla
verip Altun ormanı üstünde buluşalım demiş.
Şöyle akıl akıla vermişler: ‘’Doğuda Türk kağanına
karşı ordu sevk edelim. Ona karşı ordu sevk
etmezsek, ne zaman bir şey olsa o bizi ne zaman
bir şey olsa öldürecektir. Her üçümüz buluşup
ordu sevk edelim, tamamen yok edelim’’ demiş.
Tonyukuk Yazıtı Güney Yüzü
11Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk.
Milletin boğazı tok idi. Düşmanımız etrafta
ocak gibi idi, biz ateş gibi idik. İltiriş Kağan bilici
olduğu için, cesur olduğu için, Çine karşı on
yedi defa savaştı, Kıtaya karşı yedi defa savaştı,
Oğuza karşı beş defa savaştı. Onlarda müşaviri,
yine bizzat ben idim.
Tonyukuk Yazıtı(2.Taş) Doğu Cephesi
12İlteriş Kağan kazanmasa ve ben kendim
kazanmasam, il de millet de yok olacaktı. Kazandığı
için, ve kendim kazandığım için il de il oldu,
millet de millet oldu. Kendim ihtiyar oldum, kocadım.
Herhangi bir yerdeki kağanlı millette böylesi
var olsa, ne sıkıntısı mevcut olacakmış ? Türk
Bilge Kağanı ilinde yazdırdım. Ben Bilge Tonyukuk.
17
Türklerin Birleştiği Yol
El Cezeri Kimdir ve Eserleri nelerdir?
Sibernetik; telekomünikasyon, denge kurma ve
ayarlama bilimidir. Sibernetik ve otomasyon sistemlerin
başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes
ve Pascal’ı; Almanlar Leibniz’i, İngilizler Bacon’ı
öne sürseler de, bu şahıslardan tam 6 asır önce sibernetiği
hayatımıza sokan kişi İslam alimidir. Ünlü İslam
alimi El Cezeri Türktür. Doğum ve ölüm tarihi
hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. 12. asırda
Diyarbakır’da yaşamıştır. Artuklu Sultanı Sukman bin
Artuk’un daveti üzerine 1181 yılından itibaren Artuklulara
hizmet etmiştir.
Cezeri, bilim ve teknoloji tarihinde yaptığı olağanüstü
buluşlarla ve robotlarla anılmaktadır. Bu alanda ortaya
koymuş olduğu makine yapımında yararlı bilgiler
ve uygulamalar adlı eseri bu alanda ortaya konulmuş
en ünlü ve en mükemmel kitaplardan biridir.
Cezeri, hayatında 6’sı su saati olmak üzere 4’ü mumlu
saat, 6’sı ibrik, 7’si eğlence amaçlı kullanılan çeşitli
robotlar, 3’ü abdest almak için kullanılan robotlar,
4’ü kan alma teknesi, 6’sı fıskiye, 4’ü kendinden ses
çıkaran araç, 5’i suyu yukarı çıkartan araç, 2’si kilit,
1’i açıölçer, 1’i kayık su saati olmak üzere 49 icat insanlığa
hediye etmiştir.
Bu araçlar hava, boşluk ve denge prensiplerine göre
çalışmaktadır. Cezeri’nin yaptığı icatlar arasında, fil
su saati, tavus kuşlu ibrik, mumlu saatler, abdest almak
için robotlar, fıskiyeler, suyu yukarı çıkaran araçlar
bulunmaktadır.
El-Cezeri’nin İcatları
El Cezeri Hava Boşluk ve Denge Prensibinden Yararlanarak
Ortaya Koyduğu İcatlardan Bazıları:
İbn er-Rezzāz el-Cezerī (600/1200 civarı) kitabının
18
son bölümünde «bir sandığı 12 harfle kilitlemeye yarayan»
şifreli bir kilit yer almaktadır.
Kapak, dört şifreli kilitle ve bir döndürme topuzuna
bağlı iki plakadan oluşmaktadır. Kapak plakası, takılacak
yer olarak hizmet etmektedir. Altında bulunan
plaka, döndürme topuzuyla birlikte birbirinden ayrı
olarak sürülebilen iki yarımdan oluşmaktadır. Bu sadece,
kilitler belirli bir kombinasyon üzere ayarlanırlarsa
mümkündür. Kilitlerdeki daireler daha sonra, alt
plakaya sabitlenmiş emniyet pimlerinin içine kayabileceği
bir kanalı serbest bırakır. Eğer şifreli kilit bu iş
için öngörülen bir sandığın üzerine yerleştirilirse altta
bulunan plaka döndürme topuzu yardımıyla iki girintiye
girebilir. Eş zamanlı olarak bir silindir, kenara
yerleştirilmiş olan bir kılavuza sürülür, böylece alttaki
plaka artık iç içe geçirilemez. Şifrelerin ayarlanmasıyla
silindir emniyet altına alınır. Arapça’da sayısal
bir değere tekabül eden on iki haneli harf şifresi açık
kapakta kolayca değiştirilebilir.
Dört Sürgülü Kapı Kilidi
İbn er-Rezzāz el-Cezerī (600/1200 civarı) el-Cāmiʿ
beyn el-ʿİlm ve-l-ʿAmel adlı eserinin son bölümünde
dört sürgülü kapı kilidini açıklamaktadır: «Bunlar
kapının arkasında bulunan tahta veya demirden olan
dört sürgüdür, dört tarafa doğru, fakat farklı yönlere
ayarlanmıştır. Biri sağa, birisi sola, birisi yukarı ve birisi
aşağıya doğru açılmaktadır. Dört sürgüde, hırsızın
veya kötü niyetli birinin zorla içeri girebileceği bir yer
yoktur. Açmak ve sürgüleri ileri itmek için, yegane
şey anahtardır.» Anahtarın işlevini anlattıktan sonra
el-Cezerī, mekanizmanın ve parçalarının ayrıntılı bir
tarifini vermektedir.
Türk Yolu
ANADOLU’DA İPEK YOLU
HÜVİYETİNDEKİ YOLLAR
Coğrafi konumu nedeniyle, eski çağlardan beri doğu ile
batı arasında bir köprü işlevi gören Anadolu, İpek Yolunu
en önemli kavşak noktalarından biri olmuştur. Orta
Çağ’da, İpek Yolları Çin’den başlayıp Orta Asya’da birden
fazla güzergahı izleyerek ve Anadolu’yu geçerek Trakya
üzerinden Avrupa’ya uzanmıştır. Ayrıca, Ege kıyılarında
Efes ve Milet, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de
Alanya ve Antalya gibi önemli limanları kullanarak deniz
yolu ile de Avrupa’ya ulaşmıştır.
Anadolu’da İpek Yolu;
Kuzeyde : Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Sivas, Tokat,
Amasya, Kastamonu, Adapazarı, İzmit, İstanbul, Edirne,
Güneyde : Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş,
Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Konya, Isparta,
Denizli, Antalya merkezlerini izlemektedir.
Ayrıca, Erzurum, Malatya, Kayseri, Ankara, Bilecik, Bursa,
İznik, İzmit, İstanbul güzergahının da kullanıldığı bilinmektedir.
Selçuklular, Anadolu’daki ticari faaliyetleri canlı tutmak,
güvenliği sağlamak amacıyla önlemler almışlar ve bu yollar
üzerinde hanlar (kervansaraylar) inşa etmişlerdir.
İPEK YOLU PROJESİ
Bakanlığımızın, turizmin ülke sathına ve tüm yıla yaygınlaştırılması
politikası çerçevesinde yürüttüğü çalışmalardan
birisi olan “İpek Yolu Projesi” ile, kültürel mirasımızın
en önemli unsurlarından olan ve çoğu doğaya ve çevresel
etkenlere yenik düşmüş bulunan bu hanların (kervansarayların)
korunması, bir koruma -kullanma dengesi içinde
yaşatılarak “Tarihi İpek Yolu”nun canlandırılması planlanmıştır.
Bu kapsamda yapılan ön çalışmalarda, ana tur güzergahları
ile çakışan İpek Yolları üzerinde yer alan 11 kervansaray
belirlenmiştir. Bunlar;
1- Sultan Hanı (Aksaray) 13 yy.
2- Sarı Han (Nevşehir)
3- Şarapsa Han (Antalya)
4- Ak Han (Denizli)
5- Ağzıkara Han (Aksaray)
6- Alara Han (Antalya)
7- Silahtar Mustafa Paşa
Kervansarayı (Malatya)
8- Çardak Han (Denizli)
9- Susuz Han (Burdur)
10-İncir Han (Burdur)
11-Alay Han (Aksaray) dır. 16. Yy.
Adı geçen kervansarayların turizm amaçlı kullanılabilmelerine
olanak sağlayacak bir işbirliği protokolü Vakıflar
Genel Müdürlüğü ve Bakanlığımız arasında 22 Şubat 1993
tarihinde imzalanmıştır. Bu protokol ile, Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından idare edilen eski eser nitelikli hanların
(kervansaraylar), adı geçen Genel Müdürlük tarafından
2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’na göre ve Bakanlığımız
iş birliği ile ihale edilerek, restore et-işlet-devret modeli
çerçevesinde turizme kazandırılmaları hedeflenmiştir.
Protokol esasları gereği, yatırım projeleri Kültür Varlıkları
Koruma Kurulunca onaylandıktan sonra Bakanlığımızdan
Turizm Yatırım Belgesi ve daha sonra Turizm İşletme Belgesi
alınacaktır.
Protokolün imzalanmasını takiben Eylül 1994’te bir ihale
yapılarak, Nevşehir’deki Sarı Han turizm amaçlı kullanılmak
üzere kiraya verilmiştir. Haziran 1998’de 7 kervansaray
(Denizli-Ak Han ve Çardak Han, Burdur-Susuz Han ve
İncir Han, Antalya-Alara Han, Aksaray-Alay Han, Malatya-Silahtar
Mustafa Paşa Kervansarayı) için açılan ihalede
de Antalya’daki Alara Han, günübirlik tesis olarak restore
edilmek ve kullanılmak üzere, bir yatırımcıya tahsis edilmiştir.
İki han 2001 yılında Turizm İşletme Belgesi alarak
hizmete açılmışlardır.
Protokolde yer alan diğer kervansarayların turizm amaçlı
değerlendirilmelerini sağlamak üzere zaman içerisinde yeniden
ihaleleri planlanmıştır.
12 – 14 Nisan 2002 tarihlerinde toplanan II. Turizm Şurası’nda,
“tescilli tarihi yapıların turizme kazandırılmaları
amacı ile, Türkiye genelinde ve bir kültür başkenti olan
İstanbul’daki mülga Kültür Bakanlığı ve Vakıflar Genel
Müdürlüğü bünyesinde bulunan tarihi yapıların restore
edilerek turizm amaçlı kullanılmalarını sağlamak üzere
Bakanlığımıza tahsis edilmeleri” yönünde alınan ve 57.,
74., 78. maddelerde yer alan kararlar doğrultusunda işbirliği
yapılması önerilmiştir.
İPEK YOLU
İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında
çok önemli bir yer tutmuş; Uzak Doğudan gelen ipek
ve baharat, Bat dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli
bir rol oynamıştır. İpek, ayrıca, Doğu kültürünün Batı tarafından
tanınmasını da sağlamıştır.
Doğunun ipeği ile baharatının kervanlarla batıya taşınması,
Çin’den Avrupa’ya ulaşan ticaret yolların oluşturmuştur.
Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin’in Xian kentinden
hareket ederek Özbekistan’ın Kaşgar kentine gelirler;
burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan
ovalarından Hazar Denizine; diğeri ile de Karakurum Dağlarını
aşarak İran üzerinden Anadolu’ya ulaşırlardı. Anadolu’dan
deniz yolu ile veya Trakya üzerinden karayolu ile
Avrupa’ya giderlerdi.
Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette, daha
önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden
yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipek, porselen,
kağıt, baharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar
arasındaki kültür alışverişine de imkan sağlayan bu
binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları, zaman
içinde ‘’İpek Yolu’’ olarak adlandırılmıştır.
İpek Yolu, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının
ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerin,
dinlerin, ırkların da izlerini taşımakta ve olağanüstü
bir tarihi ve kültürel zenginlik sunmaktadır. Orta Asya
Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından
sonra, İpek Yolunun hem bir ticaret yolu, hem de tarihi ve
kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme
gelmiş, bu yol boyunca inşa edilmiş ve artık kullanılmayan
yapıların, yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları
için çalışmalar başlatılmıştır.
19
Türklerin Birleştiği Yol
Esrarengiz Hat (İstanbul – Kudüs – Mekke)
Rafet ULUTÜRK - BULTÜRK Derneği Genel Başkanı
İstanbul Kudüs Mekke Hattında - Ortadoğu Haritasında - Gizli ve Esrarengiz Bir Hat..! İslam
Aleminin ve Ortadoğu’nun gizemi İstanbul, Kudüs, Mekke ne anlam taşıyor?
İstanbul 29 kez kuşatıldı. İstanbulu alan dünya
yönetimini alıyor. Bu tarihte hep böyle olmuş.
İstanbul Kuddüs Mekke Hattında - Ortadoğu
Haritasında - Gizli ve Esrarengiz Bir Hat..!
İslam Aleminin ve Ortadoğu’nun gizemi
İstanbul, Kudis, Mekke ne anlam taşıyor?
•Altaki haritada Düşünce ve Yönetim Merkezi
Beyin – İSTANBUL olarak belirtilen BAŞ
Bölgesi Beyaz renk ile tasvir edilmiştir.
• İlham ve Duygu Merkezi KALP- Kudüs olarak
belirtilen bölgesi Mavi renk ile tasvir edilmiştir.
•Doğum ve Yaratılış Merkezi KARIN (Rahim)
– “MEKKE” olarak belirtilen RARIN-RA-
HİM Bölgesi Kırmızı renk ile tasvir edilmiştir.
Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların denizin
simgesidir. Sonsuzluğu ve uzak bakışlılığı simgeler.
3.Kırmızı - Doğum ve Yaratılış Merkezi KA-
RIN (Rahim) – “MEKKE”
İştah açıcı özelliği ile bilinir. Bulunduğu her
ortama enerji yayan, yaşam veren, hormon
seviyelerinin yükselmesini sağlayan, yaraların
iyileşmesini kolaylaştırankişilerin düşüncelerini
etkiler. Kırmızı ana renklerden olup, insanların
ilk tercihi arasına girmiş en dominant, en
dinamik renktir.
4.Yeşil İstanbul – Kudüs – Mekke Hattı
Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız
olan kalp organının, bu rengin yaydığı
enerji alanında olduğu düşünülür. Doğanın ve
baharın rengidir. Güven veren renktir.
Kainatın yaratılışında bulunan çok sayıda mucize
ve hikmetlerden olduğuna kanaat ve inancımız
imanımız ve gereği olup aklen de kabul
ve tasdik ediyoruz.
Tüm yaratıklarda özellikle İnsan oğlunda vücut
anatomisi
Baş, Gövde, Kol ve bacaklar gibi diğer yardımcı
organlar olarak bilinir
ve bu dizaynının önemine göre vazife gören
organ ve merkezler yaratıcı tarafından konuşlandırılmıştır.
Tüm canlılarda, Özellikle akıl ve zekâya sahip
olan İnsanoğlunda BAŞ bölgesinde, İnsanı her
yönü ile diğer canlılardan ayıran merkezleri ve
yetileri içinde barındıran BEYİN – BEYİNCİK
– OMİRİLİK SOĞANI bulunmaktadır.
“BEYİN” insanın yaşamak için elzem olarak
bildiği ve gördüğü Akıl, Fikir, Düşünce, Zekâ
ve beş duyu merkezleri (Görme, Tatma, İşitme,
Dokunma ve Koku) ve bunlara yardımcı olarak
denge, yürüyüş ve dik duruş için hizmet
veren yardımcı merkezlerinde BAŞ bölgesinde
komşusu olup kısacası bulunduğu canlıları
özellikle yüce Rabbimiz tarafından, “EŞREFİ
MAHLÛKAT” - “AHSENİ TAKVİM” olarak
Yaratılmışların en güzeli şeklinde onurlandırdığı
İNSAN oğlunun sevk ve idaresini sağlayan
en önemli merkez ve organdır.
•Resimde belirtilen İSTANBUL – KUDÜS –
MEKKE hattı Yeşil renk ile bağlanmıştır.
Bu renklere göre;
1.BEYAZ - Düşünce ve Yönetim Merkezi Beyin
– İSTANBUL
Beyaz-Saflık, barış ve yeni başlangıçların sembolü
olmuş bir renktir. Kutsal, bozulmamış her
şey beyazla ifade edilir. Ortama ışığı en iyi şekilde
yansıtır, enerji ve parlaklık verir. Zarafet,
asalet ve soğukkanlılık en iyi beyazla ifade edilebilir.
Dekorasyonda hijyen ve sağlığın vurgulanmasını
sağlar. Ortama genişlik etkisi verir.
Ancak ışık beyazın etkisini değiştirebilir.
2.Mavi - İlham ve Duygu Merkezi KALP- Kudüs
Daima dinginlik ve huzurun simgesi bir renktir.
20
Değerli okurlarımız, saygın dostlarım;
Üstte gösterilen Dünya Haritası üzerinde hayal
edip düşünülen kıyam vaziyetinde bir insanın
Rabbine dua eder bir pozisyonuna göre,
İnsanın Baş kısmında; İstanbul Kalbin bulunduğu
Göğüs kısmında KUDÜS, İnsanın yaratılış
esrarlarından olan Karın (Rahim) kısmında
ise MEKKE Şehri Görünmektedir.
Kuzey-güney doğrultusunda yaklaşık 2400
Km. mesafede İSTANBUL-MEKKE,
- 1200 Km mesafede İSTANBUL-KU-
DÜS yine 1200Km de ise MEKKE-KUDÜS
yerleşkeleri bulunmaktadır.
Düşünce ve Yönetim Merkezi Beyin - İS-
TANBUL
Söz konusu Harita üzerinde kıyamda dua eder
şekilde bulunan İnsanın BAŞ bölgesinde bulunan
İSTANBUL şehrinde Dünya Milletleri için
adeta bir BEYİN görevi ifa eden bir özellikte
görülmüş olduğundan tarih boyunca 29 kere
muhasara edilmiştir.
Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve
Osmanlı İmparatorluğuna başkent olarak hizmet
veren İSTANBUL aynı zamanda semavi
dinlerin tamamı için bir hilafet merkezi olarak
da vazife icra etmiştir.
-Napolyon;
“İstanbul’u alan Dünyayı yönetir” sözü ile İS-
TANBUL’un Dünya yönetimindeki önemine
işaret etmiştir. İslâm Medeniyetinde ise;
Hz. Muhammed Mustafa (sav) İstanbul ile ilgili
hadisi şerifinde;
- “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu
fetheden kumandan ne güzel kumandandır!
Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!”
buyurarak İstanbul’un dünya medeniyetleri ve
insanlık alemi için olmazsa olmaz olduğuna
işaret buyurmuştur.
Bu hadisi şerifin müjdesine nail olmak isteyen
çok sayıda Müslüman Devlet adamları ve
kumandanlar tarafından İstanbul 11 defa kuşatılarak
en sonunda 29 Mayıs 1453 tarihinde
Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han
Türk Yolu
tarafından Fethedilerek İslam Aleminin yönetildiği
“BEYİN” olarak vazife göreceği Pahyitaht-Başkent
yapmıştır.
Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır seferinden
sonra Hilafet makamını İstanbul’a kutsal emanetler
ile birlikte getirmesiyle İslam Aleminin
de merkezi Hilafet Makamını İstanbul temsil
ederek “BEYİN” e yardımcı unsur denge ve
yürüme ve dik durmayı sağlayan merkez (Beyincik
ve omirilik soğanı) görevini de yerine
getirmiştir.
İlham ve Duygu Merkezi KALP- Kudüs
Canlılarda ve özellikle İnsan vücudunda;
Göğüs ve Göğüs kafesi diye bildiğimiz bölgenin
muhafazası içinde bulunan “KALP”
canlıların özellikle insan oğlunun yaşaması ve
gönül, iman ve aşk duygularının itici gücü motorudur.
Haritada görüldüğü üzre “KUDÜS” insanlık tarihinde
bulunduğu bölgede tüm dinlerde özellikle
semavi dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık
ve İslamiyet için yönlendirici ve etkileyici bir
idari dini ve siyasi merkezidir. Tıpkı insan vücudunda
hayat veren “KALP”te olduğu gibi.
“KUDÜS” çevresinde bulunan dinler ve medeniyetlerin
israrlı koruma ve sahiplenme hareketlerine
maruz kalmış tüm insanlığın ortak
gaye ve hedefleri olmuştur.
Asırlardır bu duygu ve inançlardan dolayı Yahudi
– Hristiyan, Hristiyan – Müslüman, Yahudi
– Müslüman din ve medeniyetleri arasında
son derece kanlı ve yıkıcı mücadelelere sahne
olmuştur. Hristiyanlık’ta ve özellikle Müslümanlıkta
“KUDÜS” ilk ortak kıble ve dini merkez
halinde idi.
Yahudi inancına göre “KUDÜS” vaat edilmiş
topraklar “Arz-Mev’ud”un merkezi olarak bilinmektedir.
Bu nedenle son zamanlarda bölgede
kurulmuş sonradan terör devleti haline
gelmiş Yahudilerin sözde temsilcisi olduklarını
iddia eden İsrail ile Mazlum Müslümanların
kanlı savaşları ile “KUDÜS” asırlardır koruduğu
tüm semavi dinlerin cazibe merkezleri olma
sıfatından yakılıp yıkılarak enkaz haline getirilmektedir.
Bu durum da insan vücudunda yaşam için enerji
sağlayan “KALP”i görevini yerine getiremez
hale sokmaktadır.
Sevgi ve Aşkın Merkezi gönül olarak bildiğimiz
“KALP” ölürse şevkat, merhamet, saygı ve
sevgi de ölür.
Dolayısı ile “KUDÜS” yakılıp yıkılırsa hoşgörü
ve semavi dinlerin merkezi olmaktan çıkarılırsa
tüm dinler ve insanlık alemi onarılması
güç zarar görür.
Yaratanın “KALP”i göğüs kafesinde her şartlara
ve duruma karşı koruduğu gibi insanlık da
“KUDÜS” ü o hassasiyette korumalıdır.
Doğum ve Yaratılış Merkezi KARIN (Rahim)
– “MEKKE”
Canlılarda ve özellikle İnsan vücudunda;
Hayatın ve varoluşun başlangıcında Rahman
ve Rahim olan Yüce Yaratıcımız ALLAH (cc)
İnsanoğlunu inancımıza göre ilk çamurdan yaratarak
çenette mukim kılmıştır.
İnsanlığın Babası “Ebulbeşer” Hz. Adem (as)
e eş olarak yarattığı Hz. Havva annemizle birlikte
cennette yaşamları sürecine bazı yasaklar
koymuştur. Şeytanı aleyhillanenin ısrarlı takip,
kandırma ve mücadelesi ile Hz. Adem (as) ve
Hz. Havva annemiz kendilerine konulan yasağı
çiğnemişlerdir. Bunun üzerine “RAHİM” olan
yaratıcı tarafından üzerlerinde bulunan cennet
elbiseleri soyularak cennetten kovulmuşlardır.
Bir rivayete göre 223 gün sonra Hz. Âdem
(as) ve Hz. Havva annemiz “MEKKE” şehrinin
Arafat dağında Cebrail’in de yardımları ile
günahlarından tövbe ederek buluşup evlenmişlerdir.
“MEKKE” şehri bundan böyle insanlığın çoğalarak
dünya üzerinde neslinin yayılmasında
“RAHİM” (Güvenilir, Esirgeyen, Acıyan,
Koruyan, Merhametli. İyilere de, kötülere de
rahmet eden.) olan ALLAH (cc)’ın sıfatında olduğu
gibi insanlığa hizmette bulunmuş kadim
bir şehirdir.
Yüce ALLAH (cc)’ın kudret eliyle tüm insanlığı
Hz. Adem ve Hz. Havva annemizin aracılığı
ile bir damla sudan yaratığı Kur’anı Kerim’de
bir çok sürede biz insanlara anlatılmaktadır.
Tıpkı insanoğlunun doğup, büyüyüp ölmesinde
olduğu gibi hayat denilen bize göre uzun, ancak
kâinatın ve yaratıcının taktir ve gücüne göre kısacık
ömür “RAHİM” de başlamaktadır.
Kur’ni Kerim’de Mü’minun süresi 13 Ayetinde
yüce ALLAH (cc) biz kullarına “Sonra onu
emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe
(sperma) haline getirdik.” Buyurduğu gibi konu
ile ilgili 11 surede olmak üzere toplam 12 ayet
daha bulunur.
İnsanın yaradılışındaki sırlarda olduğu gibi
kâinatta o sırlara uygun olarak hayat çizgisini
devam ettirmektedir.
“MEKKE” şehri insan oğlunun inançlarına ve
medeniyetlerine “RAHİM” (Güvenilir, Esirgeyen,
Acıyan, Koruyan, Merhametli. İyilere de,
kötülere de rahmet) de bulunarak yaratıcıya
karşı yükümlülük ve sorumlulukların belirlendiği
kabul gördüğü bir kadim medeniyettir.
Tüm semavi dinlerde olduğu gibi ALLAH (cc)
tan yapılan günah ve kötülükler için tövbe edilir,
af dilenir.
İslam dininin beş temel emrinden biri olan
HAC farizasında da “MEKKE” şehrinin Arafat
dağında vakfe duası yapılarak tövbe edilmesi
elzemdir. HAC hakkında Hz. Muhammed (cc)
bir hadisi şerifinde;
“Hac Arafattır” - Buna göre “Hac, Arafat’tır”ın
anlamı; hacda mutlaka Arafat’ta durulması
(vakfe yapılması) gerekir, demektir. Arafat’ta
durmayanın, haccı yoktur (kabul olunmaz).
“MEKKE” şehrine bu önem ve güzelliği sağlayan
şartlar “RAHİM” sıfatının içeriğinde olan
güvenilirlik, Esirgeyen, Acıyan, Koruyan, Merhametli.
İyilere de, kötülere de rahmet vasıfları
ile birlikte dinlerin ve insanlığın biat ettiği mübarek
bir şehir olmasıdır.
Bunların yanı sıra “KABE” nin de “MEKKE”
şehrinde bulunması ve tarihinin insanlık tarihi
kadar eski ve toparlayıcı olduğuna belirtmektedir.
Kabe nasıl yapıldı:
Kâbe’nin yapılışı hakkındaki rivayetler göre,
Hz. Adem ile Havva cennetten çıkarıldıkları
vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraber
batıya doğru yürürler. Kâbe’nin bulunduğu
yere gelirler. Bu esnada Hz. âdem, bu buluşmaya
şükür olmak üzere rabbine, ibadet etmek
ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek
ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendine verilmesini
diler. İşte o nurdan sütun orada tecelli
eder ve Hz. Âdem onun etrafında tavaf ederek
Allah’a ibadet eder. Bu nurdan sütun Hz. Şit
zamanında kaybolur, yerine bir taş kalır. Bunun
üzerine Hz. Şit onun yerine, taştan onun gibi
dört köşe bir bina yapar. Ve o siyah taşı binanın
bir köşesine yerleştirir. İşte bugün hacer-ül esvad
diye bilinen siyah taş odur. Sonra Nuh tufanında
bina, kumlar altında uzunca bir süre kalır
Hz. İbrahim Allah’ın emri ile Kâbe’nin bulunduğu
yere gider, oğlu İsmail ve eşi. hacer ile
orada yerleşir. Sonra İsmail ile Kâbe’nin yerini
kazar. Hz. Şit tarafından yapılan binanın
temellerini bulur. Ve o temeller üzerine bugün
mevcut olan Kâbe’yi inşa ederler. Ayette “Beytullahın
temellerini yükseltiyor.”cümlesi bunu
ifade eder.
İslam eserlerinde Allah’ın Hz. İbrahim’i
Kâbe’yi inşa etmekle görevlendirerek Mekke’ye
gönderdiği yazılıdır. Bununla birlikte,
Kâbe’nin Hz. İbrahim’den çok daha önce eski
bir döneme ait geçmişinden de bahsedilir. Yani,
Kâbe çok önceleri de vardı. Ama Nuh tufanından
sonra yıkılarak kaybolmuştu. İşte Hz. İbrahim
bundan dolayı, kabeyi bulmak ve yeniden
inşa etmek için Allah tarafından görevlendirilmişti.
Kâbe yüz yıllardır ayakta kalan bir yapıdır.
Zaman içerisinde çok hasar görmüş, sel felaketlerine
uğramış, çok çeşitli saldırılara maruz
kalmıştır.
Osmanlı döneminde Kâbe hizmetine çok önem
verilirdi. Bu kutsal mekâna her türlü yardımda
bulunurlar ve kendilerini,”haadimül harameyn”olarak,
yani Mekke ve Medine’nin hizmetçisi
olarak takdim ederlerdi. Bugün Mekke ve
çevresinde bir hayli Osmanlı eserleri mevcuttur.
Kâbe Müslümanların ibadetinde çok önemli bir
yere sahiptir. Her gün dünya üzerinde yaşayan
Müslümanlar, nerede olursa olsun Kâbe’ye
yönlerini döner ve o yöne doğru namaz kılarlar.
Tarihte İstanbul 29 kes kuşatıldı
İstanbul’u alan dünya yönetimini alıyor
Kısaca; İstanbul, Kuddüs ve Mekke’nin harita
üzerinde 1 TEK hat üstünde bulunması.
Üstüne üstlük Kuddüs mesafa olarak Istanbul
ve Mekke’nin TAM ortasında bulunması.
İstanbul-Küdüs 1200km Kudüs-Mekke aralarında
mesafe de 1200 km buna da Altın hat ismi verilir
21
22
Türklerin Birleştiği Yol
Tarih boyunca Türklere karşı Yapılan
SOYKIRIMLAR
1- Norveçliler 1920-1930 yılları arasında NORDİK ırkının
ağırlığını korumak için göçmenleri yani TATARLARI
(Tater) kızlarını zorla kısırlaştırdılar. Norveç toplumu ne
kadar “Tater”i kısırlaştırırsa o kadar kendi ırkını koruduğuna
inanıyordu. Kısırlaştırma yoluyla saf dışı edilmeyenler
insülin ve elektroşok ile saf dışı edildiler.
2- İngilizler 1912-1974 arasında Kıbrıs’ta egemenliği için
Rumların ENOSİS ve Türkleri katline göz yumdu.
3- 1912 yılında Rumlar Kıbrıs’ın 35 yerinde Türklere ait
cami, iş yerleri ve evlerini yaktılar ve Türkleri soykırım
yaptılar.
4- 1952 yılında Kıbrıslı Rumlar EOKA’yı kurdular. EOKA
mensubu Rumlar 30 Türk köyünü yaktılar.
5- 1963 yılında EOKA 500 Türk’e soykırım yaptı. 130
Türk köyünü yaktılar. 25 bin Kıbrıslı Türk evlerini terk etti.
6- 1923 yılında Lozan’da imzalanan Türk-Rum azınlıkların
karşılıklı mücadelesi sonrası; Batı Trakya’da 1923’ten
sonra Yunanistan etnik ve küresel soykırım yaptı.
7- 1970-1989 arasında Bulgaristan, Türkleri Bulgarlaştırma
adı altında 1.5 milyon Türk’e, Türk asıllı Pomaklara ve
çingenelere karşı soykırım yaptı.
8- 1944 yılında Rus askerleri Çeçen-İnguş-Karaçay-Malkarlar-Ahıska
ve Kırım Türklerini Stalin’in emri ile trenlere
bindirerek Sibirya ve Kazakistan’a sürgün etmiş ve bu
sürgünde 500 bini aşan Müslüman Türk yollarda ölmüştür.
9- Sovyetler Birliği komünist rejim döneminde Türk soyundan
gelen milyonlarca Müslüman Türk’e soykırım
yapmıştır.
10- ABD işgal güçleri Irak Felluce’de 1500 Müslüman-Türke
soykırım uygulamıştır. Ayrıca çürümeye terk
etmiş ve cesetler köpeklere atılmıştır ve Felluce’den de
350 bin kişi bölgeden sürüldü.
19- (Osmanlı-Genel Kurmay-TC Devlet ve Azerbaycan)
arşivlerine göre 525 bin Müslüman Türk, (sivil, yaşlı, kadın
ve çocuk) Ermeni çetelerince soykırım yapılmıştır.
20- Ermeni teröristleri 1973-1994 arasında 34 kamu görevlimizi
şehid etmiştir. 800 yıllık birlikte yaşadığımız ve Millet-i
sadıka olan Ermenileri 1876’dan sonra Batı ülkeleri
ve Rusya, Osmanlıya ve Türkiye’ye düşman ettiler.
21- 8 Mayıs 1945 günü 45 bin Cezayirli Türk-Müslüman
bayrakları ile caddelere döküldüler ve Fransa hepsini katletti.
Cezayirliler Fransa’nın kendilerine yalan söylediğini
ve düşmanı olduğunu anladı ve bağımsızlık savaşı başladı.
1962 yılına kadar Fransa 2 milyon Cezayirliyi katletti. Bu
katliamda İsrail Fransa’ya yardım etti. Ayrıca onbinlerce
Cezayirli hapishanelerde çürüdü.
22- Jozef Stalin 1934-1939 arasında 13 milyon Türk’e soykırım
yapmıştır.
23- Mao Tze Dong (Çin) 1966-1969 arasında kültür devriminde
çoğunluğu Türk olan 11 milyon insanı katletti. Toplama
kamplarındaki ölü ve kayıp sayısı belli değil. Halen
Çin devleti bu politikayı Türkler üzerinde Soykırım derecesinde
sürdürmektedir.
31- Menghitsu, Etiyopya’da 1.5 milyon Türk’e soykırım
yapmıştır.
32- Leonid-Brezhnew Rusya, Afganistan’da 1979-1982
arasında 1 milyonun üzerinde Özbek, Türkmen Türk’e
soykırım yapmıştır.
33- Cezayir’de sadece 1954-1962 arasında Charles De
Gaule iktidarında 1 milyon Cezayirli (Osmanlı bakiyesi)
Türk’e soykırım yapmıştır
34- İtalya diktatörü B. Mussolini Yugoslavya ve Etiyopya’da
300 bin Türk’e soykırım yapmıştır.
35- S. Miloseviç Yugoslavya’da tamamı Türk ve Akraba
topluluklarına mensup 1992-1996 arasında 300 bin kişiyi
katlederek soykırım yaptı. Kayıpların sayısı belli değil,
100 bine yakın kişi göç etti.
36- Kıbrıs 1912-1974 arsı 25 bin Türk, İngiliz ve Rumların
zulmü ile göç ettiler. Ve binlerce Türk’e soykırım yaptı.
37- Balkan Savaşında 3 milyonun üzerinde Türk Müslüman
soykırıma uğradı.
38- İspanyollar 1500’lü yıllarda milyonlarca Müslümanı
ve yüzbinlerce Yahudiyi ateşte yakarak öldürdüler. Osmanlı
Müslümanların bunlara gemilerle kuzey Afrika’ya
ve 500 bin Yahudiyi Osmanlı topraklarına kabul ederek
soykırımdan kurtarmıştır.
39- 1816—1917 arasında Ermeni milisler sadece Anadolu’da
500 bin Türk’e soykırım yapmıştır.
40- 1995 yılında sadece Srebnenitsa şehrinde Sırplar, Hollanda
barış gücünün, İngiliz ve Fransız üst rütbeli subayların
desteği ve izni iler 8 bin Müslümana soykırım yapmıştır
41- Yunanlılar bağımsız olunca Türk katliamını soykırım
derecesinde Girit’te Türk’e soykırım yapmıştır.
42- Çarlık Rusya’sının Kafkasya’da Müslümanlara yaptığı
soykırım ve Müslümanların Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına
göçü tarihin en korkunç hadiseleridir.
43- Çin’in Doğu Türkistan’daki soykırımı artan şiddette
devam etmektedir.
44- Çin seddi inşa edildiği tarihte Türklerin sayısı Çinlilerden
fazla idi. İnsanlık tarihinden bu yana dünyanın her
köşesinde Türklere soykırım ve katliamlar yapıldığının
belgesidir.
45- 1911-1918 arasında Osmanlı 7 milyona yakın kişiyi
savaşlarda kaybetti.
46- Keşmir’de 1947’den bu yana katledilen Türk ve Müslüman
sayısı 100 binlerin üzerindedir. Halen devam etmektedir.
47- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı
eserinde 1821 ile 1922 yılları arasında 5 milyondan fazla
Müslümanın Balkan ve Kafkas ülkelerinden sürgün-tehcir
edilmiştir.
48- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinde
5.5 milyon Müslümanın ise soykırıma uğradıklarını
ya da açlıktan ve hastalıktan hayatlarını kaybettiklerini belirtmiştir.
49- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı ese-
Türk Yolu
rinde 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında (93 Harbi) 1.5
milyonu Müslümanın Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine
göç etmek zorunda kalmıştır, Sürgün esnasında hayatını
kaybeden ve soykırıma uğrayanların sayısı ise eski
nüfusun yüzde 17’sine tekabül ediyordu.
50- Arnavutluk dışında Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki
bölümlerinde yaşamakta olan 2 milyon –
- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinde
21 Mayıs 1864 Büyük Kafkasya sürgününün zirveye
ulaştığı tarihtir. Şeyh Şamil’in başkaldırısının son bulması
ardından artan baskılar soykırıma varan bir sürgünle neticelenmiş
ve 2 milyona yakın Kafkasyalı bu soykırımın
konusu olmuştur. Ayrıca sürgün edilen insanlarında ancak
yarısı hayatta kalabilmiştir.
51- Birinci Dünya Savaşı sonrası soykırımlar: Kafkasya’daki
diğer bir sürgün de Stalin döneminde 1944 tarihinde
gerçekleştirilmiştir. Bu sürgün Kafkasya’dan Kazakistan’a,
Özbekistan’a ve Sibirya’ya olmuştur. Sürgünden
etkilenmeyen hiçbir Kafkasyalı Müslüman yok gibidir.
İnsanlar birkaç saat içerisinde askeri birliklerin zorlamasıyla
tren vagonlarına bir mal gibi yüklenmişler, yemeden,
içmeden günlerce yolculuk yapmaya zorlanmışlardır. Sadece
Çeçen ve İnguşlar bu yolculuğa 750 bine yakın nüfuslarıyla
başlamışlar fakat 1957 tarihinde 400 bin kişi ile
dönebilmişlerdir.
1954-62 yılları arasında Fransa, Cezayir’de bir milyondan
fazla Cezayirliye soykırım yapmıştır. 132 yıldır devam
eden işgal sürecinde soykırıma uğrayanların sayısı ise bunun
birkaç katıdır.
52- 1917 Balfour Deklerasyonu ile İngilizler tarafından
Yahudi göçüne resmen izin verilmesinin ardından Filistin
topraklarında başlayan soykırım 1948 tarihinde İsrail devletinin
kurulmasıyla daha sistematik hale gelmiştir.
53- Arakan, Burmalı Budist yönetimce 1937 yılından beri
soykırımlarla kavrulmaktadır. Bu tarihte İngiliz yönetimindeki
Hindistan’dan ayrılan Burma’da Budist askeri
cuntanın tek hedefi Müslüman Arakanlılara da soykırım
yapılmıştır.
54- Tümü beş milyon kilometrekareye varan Türkistan
coğrafyası geçtiğimiz yüzyılın başında altı parçaya ayrıldı.
Bunlardan beşi Rus işgaline uğrarken Doğu Türkistan ise
Çin tarafından işgal edildi.
Ele geçirme dönemlerinde ve Uydurların bağımsızlıkları
uğruna gerçekleştirdikleri başkaldırı ve isyan girişimlerinde
on binlerce Türk-Müslüman soykırıma uğradı. Günümüzde
de söz konusu soykırımlar artarak devam etmektedir.
55- Keşmir’deki soykırım ise yine II. Dünya Savaşı sonrası
1947 Hindistan-Pakistan ayrımı ardından başlamış ve
nüfusun %80’i Müslüman olan Keşmir haksız bir biçimde
Hindu yönetimce işgal edilmiştir. Bu işgalde İngiltere’nin
etkin bir rolü bulunmaktadır. Bölgede yaşamaya çalışan
her Müslüman aileye neredeyse bir Hint askeri düşmekte
ve olağanüstü yetkilerle donatılan bu askerler Keşmir halkına
rahat yüzü göstermemektedir. İstatistiğe göre 1991-
97 sürecinde 100 binden fazla Keşmirli soykırıma tabi
tutulmuştur.
56- Batı’nın soykırım günlüğü arasında anılması gereken
Batılı güçlerin kanlı işgal ve soykırım örneklerinden birisi
de 1979 yılında Rusya eliyle Afganistan’da gerçekleşti ve
2001 yılından itibaren de ABD eliyle hala gerçekleştirilmekte.
79 işgali on yıl sonunda Rusya açısından başarısızlıkla
biterken geride tam bir kadavra ülke bırakılmıştı. 1.6
milyon Afgan bu işgal sürecinin kurbanları olmuş ve beş
milyonu aşkın Afgan da ülkelerini terk etmek durumunda
kalmıştır. İşgal sonrası Afganistan’da huzur sağlanamamış
ve bu kez 2001 Ekim’inden itibaren ABD saldırıları
gerçekleşmiştir. Bu saldırılar neticesinde de binlerce Özbek-Türkmen
soykırıma uğramıştır,
57- Diğer bir önemli nokta da Çeçenistan’dır. Çeçenistan’da
1994 yılından beri üç senelik barış dönemi dışında
dokuz senedir devam etmekte olan katliamlar birkaç özelliğiyle
dikkat çekicidir. Çeçenistan’da her türlü kullanılması
yasak olan silah kullanılmakta, yayılan radyasyon
nedeniyle binlerce Çeçen çocuk sakat doğmaktadır. Soykırımlar
karartmalar nedeniyle dünya gündeminden saklansa
da aslında tüm dünya Çeçenistan’da neler olduğunu gayet
iyi bilmektedir. Savaş öncesinde hayatta bulunan her on
Çeçenden üç tanesi bugün yaşamamaktadır. Bir akrabası
katledilmiş ya da kaybolmamış tek bir Çeçen aile yoktur.
Çernokozova, PAP 1, PAP 5 gibi onlarca toplama kampı
aynı zamanda işkence ve soykırım merkezleri işlevi görmektedir.
Neticede bu zillet, zulüm, soykırımlar, açlık, kıtlık ve cehalet
nasıl sona erer sorusunun cevabı; Büyük ve Güçlü
Türkiye’nin önderliğinde her Müslüman yaratılan ve yaratılacakların
en üstünü, güzeller güzeli şan ve şerefi çok
yüce olan, âlemlere rahmet Sevgili ve Şerefli Peygamber
Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) güzel ahlakı ile
şereflenmekle mümkündür.
23
Türklerin Birleştiği Yol
Dikkat:
Zekât-namaz dengesi!
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
İslam’ın şartlarından biri de zekât vermektir. Cenâb-ı Hak
zengin kullarına mallarından belli bir kısmını fakirlere zekât
vermek için emretmiştir.
Ancak fakirlere zekât almayı emretmemiştir. İsterlerse alırlar.
Şayet almasalar zenginler bir farzı yerine getirmekten
mahrum kalırlardı. Bu itibarla zenginler zekâtını alan fakirlere
ayrıca teşekkür etmelidirler.
Bu konuda Ferideddin Attâr hazretlerinin, “Tezkiretü’l-Evliyâ”
kitabında çok hoş bir anekdot anlatılmaktadır. Şöyle ki:
Cüneyd-i Bağdadî, yedi yaşında idi. Bir gün mektepten gelince,
babasını ağlıyor gördü ve nedenini sordu. Babası;
-Bugün, zekât olarak, dayın Sırrı Sekati’ye birkaç gümüş
göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının,
beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum,
dedi. Cüneyd-i Bağdadî;
-Babacığım, o parayı ver, ben götüreyim deyip, dayısına gitti.
Kapıyı çaldı. Dayısı kim o deyince;
-Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı
olan bu gümüşleri al! dedi. Dayısı, almam, deyince, Cüneyd-i
Bağdadî;
-Adl edip, babama emreden ve ihsan edip, seni serbest bırakan
Allahü teala için al! dedi. Sırrı Sekati hazretleri;
-Babana ne emretti ve bana ne ihsan etti? dedi. Cüneyd-i
Bağdadî;
-Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet
eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabul etmek ve etmemek
arasında serbest bırakmakla ihsan eyledi, dedi.
Bu söz, Sırrî Sekati hazretlerinin çok hoşuna gitmişti. “Oğlum!
Gümüşleri kabul etmeden önce, seni kabul ettim” dedi.
Kapıyı açıp parayı aldı...”
Her bir ibadetin olduğu gibi zekâtın da şartları vardır. Kimlerin
zekât vereceği, hangi mallardan ne ölçüde zekât verileceği
ve kimlere verileceği bellidir. Zekâtın farzı birdir. Her
Müslümanın tam mülkü olan nisap miktarındaki zekât malının
belli zamanda belli miktarını zekât niyeti ile ayırıp emredilen
Müslümanlara vermektir.
Cenâb-ı Hak Tevbe suresi, 34. âyet-i kerimesinde, “Malı,
parayı biriktirip zekâtını, Müslüman fakirlere vermeyenlere
çok acı azabı müjdele!” Buyurmaktadır.
Yine Haşr suresi, 9. âyet-i kerimede, “Zekâtını veren, elbette
kurtulacaktır” buyurarak zekât verenleri müjdelemiştir.
Şanlı Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifte, “Zekât vererek,
malınızı zarardan koruyunuz!” buyuruyor.
Zekât vermek, Kur’ân-ı kerimin otuz iki yerinde, namazla
birlikte emredilmektedir.
Büyük tefsir âlimi Abdurrahman Cevzi hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Kur’ân-ı kerimde üç şey, üç şeyle beraber bildirildi.
Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabul olmaz. Peygambere
(sallallahü aleyhi ve sellem) itaat edilmedikçe,
Allahü tealaya itaat edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükredilmedikçe,
Allahü tealaya şükredilmiş olmaz. Malın
¬zekâtı verilmedikçe, namazlar kabul olmaz.”
Unutulan zekâtlar!
İslam düşmanları son iki asırdır Müslümanlar arasına din
adamı kisvesi altında soktukları din simsarları ile güzel dinimizin
şartları ile oynamaktadırlar. Gerek itikadî gerek amelî
noktalarda Müslümanları ifsad edecek yollar açmaktadırlar.
Bazıları bunu bilerek yaparken bazıları da bilmeden yanlışlara
alet olmaktadırlar.
Nitekim namaz ve oruçta olduğu gibi zekât hususunda da
Müslümanlar çeşitli vesilelerle yanlış yönlendirilmiştir.
Bundan kurtulmanın ve ibadeti doğru yapmanın yolu İslam
âlimlerinin eserlerine uymaktan geçmektedir.
Zekât, altın, gümüş, kâğıt paralar ve ticaret eşyasından verildiği
gibi toprak mahsulleri ile hayvanlardan da verilmektedir.
Milletimiz altın, gümüş ve ticaret eşyasının zekâtını vermeye
dikkat ederken toprak mahsulleri zekâtı (öşür) neredeyse
unutulmuştur.
Bunun iki önemli sebebi vardır:
Birincisi İnönü döneminde bir müddet “aşar” adıyla vergi
toplanmış sonra bu vergi kaldırıldığında insanlar bunu öşür
addederek toprak mahsulleri zekâtını vermez olmuşlardır.
24
Türk Yolu
İkincisi ise toprak mahsulleri zekâtının kalkmasında daha
etkili olmuştur.
Ömer Nasuhi Bilmen Bey Büyük İslam İlmihali’nde topraklarla
ilgili bilgiler verirken memleket arazisi (Miri Arazi)
başlığı altında şunları kaydetmiştir:
“Vaktiyle Müslümanlar tarafından fethedilip bir kimsenin
mülkiyetine geçirilmeksizin bütün Müslümanların yararına
bırakılmış olan topraklardır. Bunlar bütün halk adına devlete
ait olup kullanma hakkı halka tapu ile verilegelmiştir. Bunların
yalnız kullanma hakları belli kimselere aittir. Bu haklara
sahip olanlar icarcı (kiralayan) hükmündedir. Devlete verecekleri
belli hisse veya vergiler de, icar bedeli hükmündedir.
Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür ve diğer bir
nam altında zekât gerekmez. Çünkü öşür ile haraç veya öşür
ile bu hükümde bulunan icar bedeli bir arazide toplanmaz.
Türkiye’deki arazi başlıca bu kısımdandır.”
İşte Sayın Bilmen’in Türkiye topraklarını tamamen miri
arazi addetmesi öşür zekâtını büyük ölçüde unutturmuştur.
Hâlbuki Osmanlı döneminde Anadolu’da miri topraklar olduğu
gibi mülk, vakıf ve mevat topraklar da bulunuyor ve
Müslümanlar öşürlerini veriyorlardı. Kaldı ki Cumhuriyetle
birlikte bütün topraklar mülk olarak sahiplerine tapulanmış
olup onlardan da zekât verilmesi şart olmuştu. Dolayısıyla
“öşür düşmez” sözü toprak mahsulleri zekâtını unutturmuş
ve Müslümanları çok büyük bir vebale sürüklemiştir.
Ekip biçmek için mi, yatırım aracı mı?
Diğer taraftan tarla ve arazi gibi toprak parçaları son yıllara
kadar hiçbir zaman yatırım aracı olmamıştı. Hep ekip biçmek
için yani bir fabrika gibi kullanılmış ve elde edilen üründen
de öşür zekâtı fakire verilmişti.
Ancak son 40-50 yıldır büyükşehir ve merkezlerin etrafındaki
araziler, zenginlerce yatırım amaçlı olarak toplanmakta
ve satılmaktadır.
Fıkıhta zekât konusunda şu önemli bir kaidedir:
“Ticaret için olmayan, yani satılık olmayan evlerin, apartmanların,
sanat âletlerinin, motor, tezgâh, kamyon ve gemilerin
ve ne kadar çok olursa olsun evde kullanılan eşyanın
zekâtı verilmez. Sanat sahipleri, sanayiciler, imalatçılar, ham
ve işlenmiş, mamul eşyanın zekâtını verirler. Demirbaş eşyanın
zekâtı verilmez.”
Ticaret için olduğunda ise bu durum değişmektedir. Bir
fabrikayı çalıştırmakla o fabrikayı değerlendirip satmak için
almak arasında fark vardır. Burada toprağı alanlar yatırım
yaptığını, parselleyip veya değerlendirip satacağını açıkça
beyan etmektedir. Bu durumda o arazi ticaret eşyası olmakta
ve zekât düşmektedir.
Şanlı Peygamber Efendimiz, “Veren el alan elden daha hayırlıdır”
buyurmuştur. Müslümanlar veren el olmak için gayret
etmelidir.
Evet, kişinin benim dediği mal hakikatte elinde geçici bir
emanettir. Zira ondan tek bir parçayı dahi ahiret yolculuğunda
yanına alamayacaktır. Ancak zekâtı verilmemiş mal onun
için dünyada zehir, ahirette de bir azap vesilesi olacaktır!
Onun için Müslümanların zekât meselesine büyük ihtimam
göstermeleri gerekmektedir.
Cenâb-ı Hak zengin-fakir dengesini öylesine gözetmiştir ki
zenginler sadece zekâtlarını hakkıyla verdiklerinde yeryüzünde
aç insan kalmaz.
Bu itibarla zekât verilmediği durumda zenginler fakirlere
büyük bir zulüm yapmış oluyorlar.
Kişiyi zekât vermekten alıkoyan en büyük engel malının
azalacağı korkusu ve vesvesesidir. Zekât verilmekle malın
azalacağını sanmak ise ne büyük bedbahtlıktır.
Zira zekât malı temizler, bereketlendirir ve çoğaltır. Nitekim
Şanlı Peygamber Efendimiz, “Zekât vermek maldan
hiçbir şey eksiltmez” ve “Zekât, kişinin Müslümanlığının bir
delilidir” buyurmaktadır.
Yetmez mi?
TEFEKKÜR
Zekât-ı malı çıkar ki arturur zekât anı
Budandugında agaç katı çog olur engûr
Ahmedî
(Malının zekâtını ver ki zekât da malını arttırsın.
Ağaç budandığında üzümün çoğalması gibi.)
25
TÜRK TARİHİNDE YADA TAŞI
(YADA-JADE-YEŞİM)
Türklerin Birleştiği Yol
26
Türklerin Yağmur yağdıran ‘’Yada’’ taşı
Türk kültür tarihimize baktığımızda ‘’Yada’’ taşı olarak da bilinen taş aracılığıyla
, bir nevi sihir ya da büyü yoluyla kar ve yağmur yağdırıldığını
örneklerle görmekteyiz. Türk Mitolojisinde de kullanılan Yada Taşı , yağmur
yağdırmaktan , düşmanları telef etmeye kadar bir çok amaçlarla kullanıldığı
bilinmektedir. Orta Asya’da yağmurun ‘’Yada’’ taşı sayesinde yağdırıldığına
inanılmaktadır. Yada kelimesi , yad kökünden türetilmiştir. Dışsallık
, erişilmezlik ve gizem anlamları içerir. Moğolca’da Yadah , Tuvaca Yadı
sözcükleri ise ihtiyaç halinde olma ve gerek duyma anlamlarını ifade eder.
Kelime ayrıca yad/yat/yay/zay köküyle bağlantılı olarak yaratmak yaymak
anlamlarına gelir. Bu taş ile büyü yapan kimselere ise Yadacı/Yatçı/cadacı
veya Yayçı adı verilmiştir.
Türk ve Altay şamanizminde ve halk inancında Simyacılık yapmak ya da
Yadlamak da denilir. Türk mitolojilerinde Simya (Dönüştürme) özelliğine
sahip , havayı suya dönüştürerek yağmur yağdırdığına inanılan bir taştır.
‘’Yada’’ taşı Tanrının ulu kamlara armağanıdır. Bir kurt tarafından getirildiğine
dair rivayetler vardır. Kimi rivayetlerde ise kurdun karnından çıkan
bir taştır. Şaman bu taş sayesinde yağmur ve kar yağdırabilir. ‘’Yada Taşı’’
dualar edilerek ve tılsımlar okunarak suya bırakılırsa yağmur yağdırılır , atın
yelesine asılırsa serin rüzgarlar estirilir. Yangının içine atılırsa alevleri söndürür.
Taş kar ve dolu da yağdırabilir. Bir kabın içine kar veya su konularak
içine de bu taş bırakılırsa dilekleri gerçeğe dönüştürür.
Kimilerine göre bu taş Çin’in uzaklarında bulunan madenlerin mahsulüdür.
Kimi kaynaklar ise bu taşın Türk ülkesinde bir dağda bulunduğunu
, hatta bu dağ civarındaki vadilerden geçenlerin , geçiş esnasında taşların
birbirlerine sürtünmesinden yağmur , kar , fırtına ve tufan çıkmasın diye hayvanların
ayaklarını yün ve benzeri yumuşak şeylerle sardıkları kaydedilmektedir.
‘’Yada Taşı’’nın Karluk ülkesinde olduğunu ifade edenler de vardır.
Abdülkadir İnan’ın ‘’Eski Türk Dini Tarihi’’ eserinde ‘’El-Lügat’ün Neviyye’’
sözlüğünde ‘’Yada Taşı’’ hakkında ‘’Yağmur boncuğu derler bir nesnedir
ki , ona kurban kanı sürülmekle yağmur yağar’’ denildiği kayıtlıdır.
Bu hususta Çin kaynaklarında da olduğu gibi Arap , Fars ve Osmanlı kaynaklarında
da bu konu hakkında bilgiler vardır. Arapça İslam kaynaklarında
Hacerü’l Metar , Farsça kaynaklarda Seng-i Metar(Yağmur Taşı) , Seng-i
Ceda (Ceda taşı) diye geçen taşa , muhtelif Türk lehçelerinden Yakutça’da
‘’sata’’ , Altaycada ‘’cata’’ , Kıpçak lehçelerinde de ‘’Cay’’ , Çağatayca’da
ise’’Yeşim Taşı’’ adı verilmektedir. (1)
***
Kaşgarlı Mahmut işte bu yağmur taşını ‘’yat’’ ismi ile isimlendirmektedir.
Kaşgarlı ‘’yada taşı’’ hakkında ‘’Bir türlü Kamlıktır(Kahinlik). Belli başlı
taşlarla yapılır (Yada taşıyla). Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır , rüzgar
estirilir.Bu , Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde
gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi ; bu suretle kar
yağdırıldı ve Ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü.’’(2) demektedir.
Kırgız Sözlüğünde de ; ‘’ Caytaş : Güya koyun işkembesinde bulunan ve
yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş’’ şeklinde geçmektedir. Tarama
Sözlüğünde ‘’ Yada taşı eskiden usulüne göre kullanılınca yağmur yağdırıldığına
inanılan bir yağmur taşı’’ şeklinde geçerken, İngilizce bir sözlükte
‘’ Yede , Cebrail tarafından Nuh Peygamber’e verildiği bilinen bir taştır. Yağmurun
yağışına ve yağan yağmurun kontrolüne vesile olur’’ denilmektedir.
Yahudi inançlarından da beslenen İslam Motifli Türk efsanesine göre ;
Nuh Peygamber , tufandan sonra gemisinden çıkınca Ham,Sam ve Yafes
adındaki oğullarından her birini bir ülkeye göndermiştir. Yafes’i Türk ülkesine
göndermeden önce ona ‘’Yada’’ taşını vermiştir. Yasef de taşı oğlu Türk’e
bırakmıştır. Sonra bu taş Oğuz Han’a kadar gelmiş ve kullanılmıştır.
Kaşgarlı Mahmut’un çağdaşı olan Gardizi’nin “Zeynül Ahbar” adlı eserinde
yat taşının menşei hakkında şöyle bir rivayet nakledilmektedir: “Peygamber
Nuh Aleyhisselam cihanı dört oğlu arasında taksim ettiği zaman
Türklerin atası olan Yafes’e de şark diyarlarını vermişti. Nuh Peygamber
Tanrı’ya, oğlu Yafes’e istediği zaman yağmur yağdırabilmesi mümkün kılacak
bir dua öğretmesini niyaz ediyor.
Türklerin atalarına, Tanrının yağmur yağdırma gücü verdiğine dair çeşitli
söylentiler, Çin, Hıristiyan ve İslâm kaynaklarında yer alır. İslâm yazarlarına
göre Türklerin atası olan Yafes’in babası Türkistan’ı oğluna verir. Yafes,
kurak bir ülkede ne yapacağını sorar. Babası da oğluna “yağmur taşı”nın
gücünden bahseder ve ihtiyaç duyduğunda Allah’a yağmur yağdırması için
dua etmesini söyler ve üzerinde dua yazılmış tılsımlı taşı ona verir. Bir efsaneye
göre “Yada Taşını” Yafes’ten Oğuz Han almıştır ve bu taş Oğuzların
eline geçtiği için de onlarla Karluklar, Hazarlar ve diğer Türkler arasındaki
savaş bitmek bilmemiştir.. Bazen de bu taşın koruyucusunun Zada Han olduğu
söylenir.
***
13. asırda yaşamış bir müellif de yağmur taşının şekli ve menşei hakkındaki
sözleri şöyle hulasa etmiştir; “Yağmur taşı yumuşak, büyük bir kuş yumurtası
büyüklüğünde olup üç türlüdür. Bu taş hakkında muhtelif fikirler
vardır. Bazılarının zannına göre bu taş, Çin’in doğu sınırlarında bulunan
madenlerden hasıl olmaktadır. Bazılar derler ki bu taş, Çin’in serhaddindeki
sürhab adlı kırmızı kanatlı büyük bir su kuşunun mahsulüdür” demektir.
Türklerin kültür hayatı, folkloru, etnografyası üzerinde yapmış olduğu
araştırmalarla tanınan Radloff, 1861 yılında Altay’da Abakan ırmağı kaynağı
çevresinde bulunduğu sırada yağmur taşı ile ilgili bir olaya tanık oluyor. Bu
defa şiddetli yağmurdan kurtulmak için rehberi olan şahıs, aynı zamanda
yadacı olduğundan yağmurun durması ve gökyüzünün açılması için efsun
mahiyetinde manzume okuduğunu kaydetmiştir.
Yada taşı ile ilgili olarak Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre , Göktürkler’in
kurttan türeyişini anlatan efsanelerden birinde , Göktürkler’in atalarının
kabile reisinin on yedi kardeşinin olduğu ve kurttan doğmuş olduğu
ve diğerlerinden farklı olduğu belirtilmektedir. Tabiat üstü bir kudrete ve
özelliklere sahip olan kardeşin , yağmurun yağdırılması , rüzgarın estirilmesi
hususunda emirler verebildiğini belirtir. (3) Bunların ataları Hunlardan geliyordu.
Zira Hunlar düşmanlarına karşı yağmur dolu ve kar yağdırarak veya
fırtına ve rüzgar çıkararak onları mağlup ediyor ve bunu yapabilen kahinlere
sahiplerdi. Onların 5. asırda kuvvetlenen Cücen(Juan-Juan)lerin istilasına
karşı kendilerini bu sayede korudukları belirtilmiştir.(4) Bu sayede Cücenler’in
onda üçü sellerde boğulmuş ve soğuktan kırılmıştır.
Altay-Türk masallarından olan Kara-atlı Masal kahramanlarından Kara-atlı
Han’ın oğlunun üstün kuvvet ve cesareti yanında , attığı mara ile dokuz
karış kar yağdırdığı , her yandan rüzgar çıktığı zikredilir.(5)
Alplerin silahları arasında da Yada taşı bulunmaktadır , isterlerse havayı
istedikleri gibi değiştirebilirlerdi. Manas Destanına göre Alp Almanbet çok
usta bir Yadacıydı. Bozkır destanlarında Ya da geleneği çok önemli bir yer
tutmaktadır.
Evliya Çelebi(1611-1682) , Kafkasya yollarında seyehat ederken(1641) ,
bir yerli büyücünün galip efsunlarla bulutlar gökte toplayıp sağanak boşandırdığını
anlatmıştır.
Gökalp’in değerlendirmesine göre , İslamiyetten öncesi devre ait Türk
destanlarından olan Böğü Tekin efsanesi , bu taşın gökten inen altın ışıktan
meydana geldiğini gösteriyor. Bu efsaneye göre Kutlu Dağ’ı vücuda getirmiştir.
Kutlu dağ , yeşim taşından bir kayadır ki , Türklerin elinde bulundukça
Türk Hakanlığı dünyaya hakimmiş. Yulun Tekin zamanında Çinliler , bu
gafil hükümdarı aldatarak Türklerin bu kıymetli tılsımını elinden almışlardır.
Bunun akabininde Türklerin büyük göçü meydana gelerek Türkler her tarafa
dağılmış ve bu sırada Uygurlar da Beşbalık ülkesine kadar girmişlerdir. Bu
rivayet Yada taşının eski Türk hayatındaki ehemmiyetini göstermektedir.(6)
***
Türk Yolu
Şaban Şifai’nin 4.Mehmet’e yazdığı iddia edilen ‘’Risale-i Şifaiyye Fi
Beycini Enva-i Ahcar’’ isimli eserde de bu taşın yer aldığı bilinmektedir.
Eserde ‘’ Hiç bulut olmadığı halde Yada Taşı ile yapılan işlemden iki saat
İslam inancıyla bağdaşır bulunmaması bu adetin unutulmasında etkilidir.
Son olarak ise Yadacıların her yada yapışlarına müteakip mutlak suretle bir
zarara maruz kalmalarına dair olan yaygın kanaat dolayısıyla Yadanın zamanla
unutulmasında etkili rol oynamıştır. İslam sonrası yağmur duası bu
uygulamanın kısmen yerini almıştır.
Marco Polo , Türkler’le karışan Keşmir halklarında da Yada Taşı ve yağmur
yağdırma sanatının bulunduğunu yazmaktadır. Moğol döneminde Farsçaya
geçen Yadamışı/Cadamışı deyimleri sihirli güçlerle yağmur yağdırmak
anlamına gelmektedir. Türklerin Yada Taşı’nı kullanmaları üzerine kaynaklarda
ayrıntılı bilgi vardır. Örneğin bir eserde şöyle denilmektedir.
“Türkler arasında, türlü renk ve cinsleri olan Yat Taşı (Yada Taşı) vardır
ki onun madeni Hıtay ve Tavgaç Dağları’ndan çıkar. Bu taş aracılığı ile
yağmur, kar, dolu çekilir. Türkler, bu sanatı bilip uygulayanlara Yatçı derler.
Bu işte yetenekli olanlar, köyün bir yanına yağmur ve kar getirdiklerinde,
köyün öbür yanında Güneş açar. Türkler bu taşı yanlarında taşırlar ve bu taş
sayesinde düşmanlarına üstünlük sağlarlar. Türkistan’da bir tepeden çıkan
bu taşları kentlere götürürler, suya asar ve yağmur yağdırırlar.’’
***
Yada taşının savaşlarda silah olarak kullanılışın son örneğini 18.yy’ın
son yarısında gerçekleşen 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşında görmekteyiz.
Kaynaklara göre bu savaşta Osmanlı Ordusunun uğradığı ilk büyük hezimet
bu yüzdendir. Rus ordusunun dörtte birini oluşturan Kalmuk Türkleri tarafından
, Müslüman Osmanlı Türklerine karşı silahın kullanılması sonucu
perişan olan Osmanlı Ordusu , pek büyük kayıplar vermiş ve Karadeniz’in
kuzeyindeki bütün topraklarını terk ederek , Tuna Nehri’nin gerisine çekilmek
zorunda kalmıştır.
sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar ve ardından bereketli yağmurlar
yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak
Yadacı’nın hünerine bağlıdır. Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle
siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır.
Beyaz olup üzerinde kırmızı noktalar olanlara da rastlanmıştır. Büyükleri bir
kuş yumurtası kadardır’’ şeklinde yer almıştır. Kaşgarlı Mahmud’un eserinde
ise söz konusu taşın iki türlü olduğunu ve bazı yörelerde birine ‘’Örünk
Kaş’’(beyaz) , diğerine ise ‘’Kara Kaş’’ bilgisi yer almaktadır.
Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda çeşitli rivayetler vardır.
Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu
, bazıları da bu taşın kullanışını yalnız Türklerin Bildiğini , bunu kimseye
söylemeyip sır tuttuklarını , kimseye öğretmediklerini söylüyor. (11)
Türkler ve Moğollar , tabiatın hassas dengesini korumak hususunda son
derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve süngü törenlerinde tabiatın
dengesini bozmamak için dikkatli davranmışlardır. Yat törenlerini bilhassa
kışın yapmamak gerekir. Çünkü bu işlem bitki ve hayvanlara zarar verir.
Yazın ona sık başvurmamak lazımdır , zira pek çok kurt ve böceğin ortaya
çıkmasına sebep olur.
Yadacıların durumunda ise ; Yadacılığı meslek edinmiş kimselerin hepsi
yoksul kimselerdir. Yadacıların Yada yapışlarında çoluk çocuklardan birinin
ölmesi veya elindeki malını yitirmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir
felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar ise Yadacıların
kayıplarını her defasında tazmin etmeye çalışmıştır.
Çağdaş Türk halklarının folklarında yada taşı efsanesi en çok yayılmış
efsanelerden biridir.
Bu taş Yakutlara göre, at, inek, ayı, kurt gibi hayvanların midesinde bulunur.
En kuvvetli sata taşı, kurdun karnından çıkarılan taştır. Sata taşı ile
şamanlar yağmur, yazın kar yağdırabilirler; müthiş fırtına estirilir. Sata taşı
Yakutlara göre canlı bir cisimdir. İnsan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı,
ağzı çok net görülür. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa
ölür, kuvvetini kaybeder. Canlı sata’yı ele alıp yukarı kaldırılırsa derhal soğuk
rüzgar eser, yağmur veyahut kar yağar. Elinde bu taşı bulunduran adam,
uzak yola çıkar ve bunu da atının yelesi veya kuyruğu altına bağlarsa at
terlemez, daima esen serin rüzgar altında rahat rahat seyahat eder” Yada taşı
daima rüzgar esen dağlarda bulunur. Bu taşı elde emek için Yadacı, bütün
mal ve mülkünü feda edebilir.”
Yadacılığın her ne kadar İslamdan sonra yapıldığına rastlansa da , bu adetin
unutulmasında Türklerin İslamiyet’e girmiş olmalarının rolü yüksektir.
Kaynaklarda da ifade edildiği gibi , Yadacıların Yada esnasında söyledikleri
sözlerin bir Müslüman için küfre götürücü olması , Allah’ın takdiri kabul
edilen rüzgarın esmesi , yağmurun yağması gibi tabii olaylara müdahaleyi
Büyülü olan ‘’Yada Taşı’’ ile yağmur yağdırmak için yapılan törenlerde
duaların da önemini unutmamak gerekir. Dualar gök tanrıya ve ata ruhlara
yapılmaktadır. Dua sırasında kollar yukarı kaldırılır , ileri uzatılarak elin
üstü havaya , avuçlar da yere doğru açılır. Dua eden şamanın bu halde duran
elleri üzerinden dua süresince su dökülür ve suların parmaklar arasından
yere akarak yağmur sembolize edilmiş , bu şekilde de yağmur yağdırılması
amaçlanmıştır. Yağmur töreni sırasında insanlar kırlara,tepelere ve özellikle
de su kenarlarına giderler. Kurbanlar kesilmiş , suya kuru at kafası ve taşlar
atılırmış.
Yada taşı, Türk dini tarihi içinde yağmur taşı (Yada, yat), Doğulu ve Batılı
araştırmacıların dikkatini üzerine çekmiştir.Çok eski devirlerden beri Türk
kavimlerindeki yaygın bir inanca göre, büyük Türk Tanrısı, Türklerin ceddi
âlâsına yada (yahut cada, yat) denilen sihirli bir taş armağan etmiştir. Türkler
bu taşla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır ve fırtına çıkartabilirdi.
Bu taş her devirde Türk kamlarının ve büyük Türk komutanlarının ellerinde
bulunmuştur. Şamanlara göre, zamanımızda da büyük kamların ve yadaçların
ellerinde de bulunmaktadır.
Bugün Anadolu’da bu geleneğin izlerinin var olduğu ve bir şekilde devam
ettirildiği de açıktır. “Anadolu’nun bazı bölgelerinde “yağmur duası”
ile ilgili gelenekler arasında kırk bir taşa dua okunup suya atmak adeti tespit
edilmiştir.” Yine Anadolu’da her türlü tehlikeyi uzaklaştıracağına inanılarak
çocuklara takılan bir taşa da yat taşı, yat boncuğu dendiği bilinmektedir.
Bu adetlerinde “Yada taşı” inancına bağlı olduğunu söylemek mümkündür.
Büyük kuraklık zamanlarında, gölün ve ırmağın olmadığı veya kuruduğu
yerlerde suya kavuşma Yada taşıyla olmuştur. Gökte bulunan suyun yağmur
olarak yere akıtılması için Yada taşı devreye sokulmuştur. Yağmur, kar ve
dolu yağdırdığına inanılan bu taş sayesinde hem kuraklıktan ve susuzluktan
kurutulmuş hem de çok fazla yağmur yağdırmak suretiyle de düşmanlar
helak edilmiştir.
Yada taşı, hem taş kültü hem de su kültü ile ortak bir ilişki de olması münasebetiyle
farklı bir değere sahiptir. Bu yüzden taş kültü ile ilgili olarak en
yaygın olan taş Yada taşı olmuştur. Her ne kadar farklı bir telaffuzla ve farklı
isimlerle adlandırılsa da işlev olarak ortaktır. Yani Araplardaki Hacerül Matar
ile Farslardaki Senki Yede ve Türk lehçelerindeki Cay, Cada, Yada olarak
adlandırılan taşlar aynı işlevdedir. Türk halkları, belli dönemlerde bu taşı
elde etmek için mücadele vermiştir. Hatta uzun ve kanlı savaşların yapıldığı
kaydedilmektedir.
Yada taşının yağmur yağdırmasının yanında azgın yağan yağmurun durdurulması
için de bazı işlemler yapılmaktadır. Yada taşıyla yağmur yağdıran
kişiler bazı zamanlarda bir felâkete sebep olduklarından dolayı ya öldürülmekte
ya da memleketten uzaklaştırılmaktadır.
Yada taşının rengi, şekli, bulunduğu yer ve kullanılış şekli hakkındaki
bilgiler büyük oranda ortaktır.
27
Korona biolojik bir silahtır, BGSAM (Bulgaristan
Stratejik Araştırma Merkezi) mizin konuyla ilgili yapmış
olduğu Dünyada ve Ülkemizde,
“COVID 19 / KORONA” ile ilgili yapılan çalışmalar
hakkında yapmış olduğu araştırma sonucunda,
Söz konusu Virüs ve nedeni olduğu hastalıkların Laboratuarlarda
üretilerek insanlığın başına belâ olarak
sunulmuş bir illet ve (NBC) silahı olduğuna dair kanaat
ve bilgilere ulaşmıştır.
Bu konuda bilimsel makale analizler çok yapıldı ancak
küresel güçlerin elinde dünya medyası olduğu için
onları pek göremiyoruz.
Yazılanlar çizilenlerin üzeri kapatıldı.
Bildiğiniz gibi bu küresel gücün elinde olan medya
aynı zamanda bu virüsü üretenler de kendileri oldukları
için elleri her yere ulaşıyor.
İnsanların çoğunu bu konuda yönledirdiler ve halen
büyük büyük devletlerinin içerisinde kendi uşakları
vazıtası ile yönlendirmekteler. Dolayısı ile kendilerini
deşifre etmelerini de bekleyemeyiz.
Bu konuda çalışan namuslu dürüst bilim adamları
avukatlar veya doktorlar da yok değil.
Bu küresel güçler sınırsız güce ulaştılar bunları yargılayacak
kişiler yoktu. Evet;
200 yıldır bunlar dünyayı yalanlarla yönettiler, fakat
bu gücün sonuna geldiler.
Çünkü artık insanları geçtiler direkt olarak kendilerini
dünyada Allahın yerine koydular.
PORTEKİZDE;
“COVID 19 CORONA” Pisiar testleri konusunda bir
karar verdi ve kararda bu Corona 19 ile ilgili bir yargılama
oldu.
Bunu da duyan pek olmadı, hemen her zaman yaptıkları
gibi üzerini kapattılar ve dünya medyalarında pek
göremedik.
Evet;
Portekiz yerel mahkemesi pisiar testlerinin yanlış verdiğine
dair bir karar verdi.
Bir üst mahkeme bu kararı hemen iptal etti. Küreselciler
hemen devreye girdiler ve üzerini kapattılar.
Demek oluyor ki, bu gidişat kendilerine ulaşacağını
gördüler
Bu gidişatın sonunda kendilerine ulaşılacağını anladılar.
Bu davayı kapattıklarını sandılar amma bu yara kapanmayacak,
hatta daha yeni başladı.
İşte dünya artık bu güçlerin karşısında durmaya başladı
ve bu farkındalık artarak devam edecektir.
PERUDA DA BİR DAVA AÇILDI ve KARAR VE-
RİLDİ;
BGSAM
Aynı şekilde Peru’da, yerel mahkemede de bir mahkeme
dava açıldı.
28
Türklerin Birleştiği Yol
“COVID 19 / KORONA”
BİYOLOJİK SİLAHMIDIR.?
Evet saygı değer okurlarımız,
Peki neydi bu dava;
Covid 19 virusu üretikleri ve insanların başına bela
ettikleri gerekçesiyle
Rockefeller Vakfı (İngilizce: Rockefeller Foundation)
George Soros Vakfı
Bill Gates ve Melinda Gates vakfı
Evet bu vakıfları hakkında bir karar verildi ve bunlar
hepsi suçlu bulundular.
Bunlar ne kadar dünya medyasına düşmese de haber
olmasa da ciddi anlamda ses getirdi.
Medya hala ellerinde olduğu için maalesef o az sayıda
ki insanların sesi bir türlü çıkmıyor.
Burada da aynı şekilde yüksek mahkeme devreye girerek
o kararı veren,
Rockefeller Vakfı , George Soros Vakfı, Bill Gates ve
Melinda Gates vakfı
Bu vakıfların tamamı suçlu oldukları kararı alan mahkeme
üyeleri açığa alındı.
“Bir üst mahkeme bunları görevden aldı aldırdılar.”
İyi insanlar yılmazlar, bunlar insanlığa karşı suç işlediler
ve bu suçun da cezasını çekmek zorundalar.
Yoksa bunları durduramaz isek bunlar çok daha büyük
suçlar işleyecekler.
Daha büyük ve yıkıcı biolojik silah üreterek insanlığı
canından bezdirecekler.
Evet bu korona sürecini başlatanlar, biolojik silahı
yapanlar, yayanlar insanı korkutanlar, aşı pasportunu
çıkartanlar, aşıyı zorunlu tutanlar bunların hepsi yargılanabilmesi
için belge ve bilgi toplamaya başladılar
Almanyada bir grup.
Bunin üzerinde avukat, doktor vs.
Korona virüse sebep olan korkusunu yayan yanlış tedavi
uygulayan, aşı pasaportlarını çıkaran ve aşıyı zorunlu
tutan kişilerin yargılanması için harekete geçti.
Evet yeni bir oluşum var bunun adı da “Uluslararası
korona komitesi”
Bu oluşum Almanya’da kuruldu. Bu organizasyon
ciddi çalışmalar başladı nezaman başladılar temmuz
2020 den beri çalışıyorlar.
BUNLARIN TAMAMI VE BUNLARA YARDIM
EDEN HERKES MAHKEMEYE ÇIKARTILMA-
LIDIR VE CEZALARINI ÇEKMELİDİRLER
Çünkü, bunların suçu - İNSANLIĞA KARŞI İŞLEN-
MİŞ SUÇTUR
Gerçekler çok yakında ortaya çıkacaktır.
Saygıkarımızla,
Tüm insanlık için sağlıklı ve güzel günler diliyoruz.
Türk Yolu
SAVULUN AKINCILAR GELİYOR
Savunma sanayiinde nereye geldiğimizi tam olarak birkaç
yıl sonra anlayabileceğiz. Şu anda bu noktayı anlatmaya
çalışsak da anlaşılamayacağını veya bazılarının ısrarla
inkar edeceğini düşünüyorum.
Bir yıl önce Erzincan’da konferans sırasında bir lise öğrencisi
kardeşimiz bana bir soru yöneltmişti: Savunma sanayisinde
geldiğimiz noktayı kar topu teorisi ile açıklayabilir
misiniz?
Tam da onun dediği gibi kar topu teorisiyle konuyu açıklayabiliriz.
Zaman geçtikçe çıkan özgün ürün miktarı kar
topunun yuvarlanırken topladığı kar miktarı ile artıyor.
Kar topunun yüzeyi büyüdükçe daha fazla kar toplamaya
devam ediyor. Daha fazla özgün ürün çıkartabiliyoruz.
İHA yaptıktan sonra hızlıca SİHA’ya geçebilmemiz de
bu sayede oldu. Nitekim ilk kartopu İHA idi. Şimdi ise
taaruzzi İHA Akıncı’yı üretim bandına koyabildik.
Savunma sanayiinde oldukça akılcı bir şekilde ilerleme
kaydediliyor. Aslında burada izlenen uygulama diğer bakanlıklar
için de bir model teşkil edebilir. Her projede gereken
parçalar azami yerlilik oranı için Türk sanayisinden
tedarik edebilmeye çalışılıyor. Bu sayede hem sanayimize
AR-GE fırsatı sunuluyor hem de kaynak aktarılabiliyor.
Mete YARAR
Bunu hafif zırhlı araç geliştirmede, helikopter üretiminde,
mühimmat ve hava savunma sistemleri geliştirmede de
aktif olarak kullanabiliyoruz. Çünkü onların artık kar toplayacakları
bir ürünleri var. Onlar da altyapıyı kullanarak
ürünlerini bir üst modele taşıyabiliyorlar.
H H H
Türkiye’nin önünde aşması gereken iki temel nokta olduğunu
düşünüyorum. Bunlardan birincisi her türlü ağır
araç sınıfında kullanılacak motor üretimi ve ilk yerli savaş
uçağının üretimi. Bu üretimler Türkiye’nin dışa bağımlılığı
en alt düzeye indirecektir.
Türkiye bu noktaya rastlantı sonucunda gelmedi. Müttefiklerimizin
çıkar çatışması yaşandığımız zamanlarda
bizi nasıl sattıklarını anladığımızda bu değişimin ilk kıvılcımları
çıkmaya başladı. Bugün ise ülke büyüdükçe projelere
daha büyük kaynak aktarmaya başladık. Alınacak
ürünlere onda bir fiyat ödemeye başladıkça tasarruf edilen
miktarlarla daha fazla Ar-Ge ye para aktarabildik. Türkiye
savunma sanayisinde kırılma noktasını çoktan geçti.
Bu kısır döngüyü kırabildiği için de yerli ve milli olabildi.
Şimdi gururla herkese şunu söyleyebiliyoruz. Savulun,
Türkiye’nin yeni akıncıları geliyor! Şimdi sırada Türkiye’nin
yeni finans, enerji, sanayi modellerine koyacağımız
isimlere ihtiyacımız var. Özgün modeller bu ülkeye
‘kendi hikayesini yazdıracak’.
29
Türklerin Birleştiği Yol
HIDRELLEZ
Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında
aldığı şekilden ibaret olan
hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta
Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına
dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs
kavramları etrafında dinî bir muhtevaya
bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu
bayram, merkezini özellikle Anadolu ve
Balkanlar’ın, Kırım, Irak ve Suriye’nin
teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün
kullanılmakta olan Gregoryen takvimine
göre 6 Mayıs (eski Jülyen takvimine göre
23 Nisan) günü kutlanmaktadır.
Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük
sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri
denizde darda kalanlara yardım ettiklerine
inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin
yılda bir defa bir araya geldikleri gün
olarak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte,
ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada
İlyâs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hızır
motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu
bayramda icra edilen bütün merasimler
Hızır’la ilgilidir. Bunun temel sebebi, İslâm
öncesi devirlerde yukarıda zikredilen
üç büyük kültürün hâkim olduğu alanda
bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kutlanan
insan üstü varlıkların daha ziyade Hızır’ın
şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla
özdeşleşmesidir.
Osmanlı Devleti’nde 6 Mayıs (23 Nisan)
halk arasında yaz mevsiminin başlangıç
tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski
takvimde yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan’dan
(6 Mayıs) 26 Ekim’e (8 Kasım)
kadar süren 186 gün “Hızır günleri” adıyla
yaz mevsimini, 23 Nisan’a kadar devam
eden 179 gün de “Kasım günleri” adıyla
kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de
kışın sona erip yazın başladığı gün olarak
kutlanmaktadır.
Hızır ve İlyâs’a tahsis edilen bu gün,
İslâm dünyasının her tarafında kutlanmadığı
gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi
ve yapılan merasimler aynı değildir. Her
şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile
İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve
efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir
defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde
bu gün belirlenmiş değildir; hatta Türk
dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama
günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak
olan şudur ki, İslâm dünyasının önemli
bir kısmında ve bu arada Türkler arasında
30
Ahmet Yaşar OCAK
her zaman hıdrellez adı altında olmasa da
Hızır ile İlyâs’ın birleştiği günün hâtırası
çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde
kutlanmaktadır. Nitekim XVI.
yüzyılda İstanbul’a yerleşen Yesevî tarikatına
mensup Türkistanlı müellif Hazînî,
bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak
olan Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr
adlı eserinde (s. 196), başta Buhara ve
Semerkant olmak üzere bütün Mâverâünnehir’de
Hızır-İlyâs adına şenlikler yapıldığını
kaydeder. Ayrıca Türkiye’deki
Alevîler ve İran’daki Kızılbaş Karakoyunlu
Türkmenleri (Çihiltenler) arasında
şubat ayı ortalarında “Hızır nebî bayramı”
adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen
bir bayramın kutlandığı bilinmektedir.
Nevruz’dan altı hafta öncesine rastlayan
bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimindeki
yılbaşına tekabül etmekteydi
(Mélikoff, VI [1975], s. 60-61).
Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak
ve Suriye Türkleri’ne mahsus bir halk
şenliği olan hıdrellezin buralarda özellikle
6 Mayıs’ta kutlanması iklim ve tabiat
şartlarıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü
edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine
geçişi belirlemekte olup hicrî takvim
sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs’ı
6 Mayıs’a bağlayan gece güneşin Ülker
burcuna girdiği bir zaman parçasıdır. Bu
tarihten 7-8 Kasım’a kadar bu burcu güneşin
batışından sonra görmek mümkün
değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker
burcu güneş battıktan kısa bir süre sonra
görülebilmektedir. Bu suretle astronomik
gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir
şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsime
bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle
kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs’a
rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda
yazın başlangıç tarihini oluşturmaktadır
(Gökalp, Quand le crible était dans la
paille, s. 211-231). Pek çok arşiv belgesi,
Osmanlılar döneminde devlet nezdinde
bile işlerin yılın bu iki mevsimine, yani
“rûz-i Hızır’dan (Hızır-İlyâs’tan) rûz-i
Kasım’a” veya “rûz-i Kasım’dan rûz-i
Hızır’a” kadar olan iki döneme göre planlandığını
göstermektedir (meselâ bk. BA,
MD, nr. 5, s. 295, 305; nr. 58, s. 83).
Öte yandan 6 Mayıs, Türkler’in Anadolu’ya
yahut daha genel bir ifadeyle
Ortadoğu’ya geldikten sonra tanıdıkları
bir tarihtir. Zira Doğu Hıristiyanlığı’nın
Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios,
Saint George) ya da Yeşil Yorgi kültü bu
tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı’nda
çok önemli bir yeri olan bu kült zaman
içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek
özdeşleşmiş ve bu suretle 6 Mayıs tarihi
Ortadoğu ve Balkanlar’da hıristiyan-müslüman
kültür etkileşimi sonucunda hem
Aziz Yorgi hem de Hızır-İlyâs kültünün
iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlanmaya
başlanmıştır (iki kült arasındaki
bu özdeşliğin nasıl meydana geldiği konusunda
bk. HIZIR).
Müslümanlarca Hızır ve hıristiyanlarca
Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen
doğrudan doğruya İslâm’la da Hıristiyanlık’la
da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve
Balkanlar’da hem müslümanların hem
de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz
bayramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık
öncesi İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve
Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopotamya
ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki
ülkelerde bazı tanrılar adına bahar
veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinlerin
yapıldığı bilinmektedir. Milâttan önce
III. binyılın sonlarında, Mezopotamya
ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fırat
ve Dicle nehirlerinin hayat verici gücünü
simgeleyen Tammuz (Dumuzi) ilâhı adına
bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya’daki
Ur şehrinde görkemli âyinler
yapıldığını gösteren tabletler bulunmaktadır
(James, s. 42). Tammuz, tabiatın ölüşü
(sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar,
yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir
tanrı kabul edilmiştir (ER, IV, 512-513).
Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz
kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır
üzerinden eski Yunanistan’a ve Anadolu’ya
geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis
adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi’nde
bulunan Boğazköy tabletleri, benzer
âyinlerin Hititler zamanında Anadolu’da
yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı
Telipinus için icra edildiğini göstermektedir
(James, s. 190-192). Ayrıca eski
İran’da yine yeşillik ve su kavramlarıyla
ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı
için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı,
Nevruz’un da bunlardan doğduğu
bilinmektedir (Widengren, s. 28, 35, 86,
126). Avesta’da dişi varlıklar olarak kabul
edilen Haurvatât suların, Ameretât ise
bitkilerin koruyucusudur (bk. HÂRÛT ve
MÂRÛT).
Türk Yolu
Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde
darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yılda bir
defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir.
Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi demek
olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda
dünyanın her tarafındaki insanların hayatında
önemli bir olaydı. Bu olayın birtakım
tabiat üstü güçlerle temsil edilmesi
ve bunların şerefine âyinler düzenlenmesi
evrensel bir hadise olmalıdır. Nitekim
eski Orta Asya’daki Türk boylarında da
benzer âyinlerin yapıldığı bilinmektedir.
Bu âyinler Yakutlar’da nisan, Tunguzlar’da
mayıs, diğer bazı boylarda mart
ayında icra ediliyor ve büyük merasimlerle
kutlanıyordu (Harva, s. 377-379).
Kısacası, hıdrellez bayramının kökünde
bütün bu kültürlerdeki bahar ve yaz bayramları
geleneklerinin uzun asırlar süren
katkılarını kabul etmek doğru olacaktır.
Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve
İlyâs’ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî
halk kültürüdür.
Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu
esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili
birtakım uygulamalar, bu halk bayramının
putperest köklerini çok daha belirgin
bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim
İslâm âlimleri bu durumun farkına vararak
bu konuda yasaklayıcı fetvalar bile
vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de hıdrellez
kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı
olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüzyılda
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin
fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssuûd
Efendi, böyle bir günün kutsallığına
inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin,
yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söylemektedir
(Düzdağ, s. 117). Mouradgea
d’Ohsson da hıdrellez merasimlerinin Osmanlılar
döneminde çok yaygın biçimde
kutlandığını belirterek bunun vazgeçilmez
bir gelenek halini aldığını ifade etmiştir
(Tableau général, I, 187-188).
Türkiye’de “hıdırellez”, Kırım ve
Dobruca’da “hıdırlez”, Makedonya’da
“edirlez” (ederlez), Kosova bölgesinde
“hıdırles” (hedirles, hadırles) gibi değişik
biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri,
çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta
tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir.
Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı
gibi genellikle bolluk ve bereketi
simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının
öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazan
içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde
kutlanan merasimlerdir. 5 Mayıs günü temizlik
yapıp yiyecek ve içecek hazırlama
gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün
merasimleri, âdet ve gelenekleri dört
grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve
sağlık talebine yönelik olanlar. 2. Uğura,
bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar.
3. Mal mülk, mevki ve servet talebine
yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih açmaya
yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez günü kır
çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin
hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez
gecesi bütün sulara nur yağacağından
o gece suya girmenin her türlü hastalığa
karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci
gruba örnek gösterilebilir. Genellikle hıdrellez
gecesi Hızır’ın yeryüzünde dolaştığı
ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği
inancı çok yaygın olduğundan o gece
evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağzının
açık bırakılması, dileklerin bir kâğıda yazılarak
gül ağaçlarının dibine konulması
vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara
örnek sayılabilir. Bunlara benzer
pek çok örneğe her yerde rastlamak mümkündür.
Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyâs’ın
buluşmasına atfen hemen daima toplu
olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba
ve şehirlerin yakınında yeşillik bir
mekândan oluşan ve “hıdırlık” denen,
insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği
bir mesire yeri bulunur. Bu yerlerde icra
edilen merasimler, eski devirlerde aynı
zamanda evlenme yaşına gelmiş genç kız
ve erkeklerin birbirlerini görüp beğenmelerine
de imkân vermekteydi. Dolayısıyla
hıdrellez merasimlerinin geleneksel Türk
toplumlarında sosyal iletişim aracı olmak
gibi pratik yönleri de bulunmaktaydı.
Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda
olduğu gibi edebiyata da köklü biçimde
yansımış ve Gılgamış destanından
bu yana mitoslar halinde yazılı ve sözlü
edebiyat geleneğinde yer almıştır. Anadolu’nun
pek çok yerinde hıdırlık denilen
mesirelerin bulunması ve hıdrellez başta
olmak üzere bahar eğlencelerinin buralarda
düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez temasının
canlı tutulmasına sebep olmuştur.
Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim,
Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk,
Köroğlu gibi kahramanların hayatı
etrafında teşekkül eden destanî romanlarda
gerek Hızır ve İlyâs’ın kişilikleri,
gerek hıdrellez günü, gerekse hıdırlıklarda
devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler
ekseninde yer yer hıdrellezin de
zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri
“evvel bahar”ı andıkları zaman genellikle
hıdrellez günlerini kastetmekte ve baharı
konu edinen şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya
bu günleri anlatmaktadırlar.
Bazı mesnevilerde de hıdrellez ve hıdırlık
bir çevre öğesi olarak anılır. Meselâ
Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa’nın Hurşîdnâme’sinde
Hurşid, uğruna ölen âşıkının
mezarına türbe yaptırır ve adını Hıdrellez
koyup burada sık sık Ferahşâd ile buluşur.
Halk şiiri geleneğinde “bâdeli âşık”ların
Hızır elinden dolu içmeleri (klasik şiirde
de ağzına Hızır’ın tükürdüğü kişinin güzel
şiir söyleyeceği rivayeti) ve zaman
zaman hıdırlık mevkiinde saz çalıp şiir
söylemeleri gelenektendir. Hıdrellez ile
alâkalı zengin folklor malzemesinin bulunduğu
en önemli eser Evliya Çelebi’nin
Seyahatnâme’sidir (bk. II, 232-233; III,
90 vd.).
Hıdrellez şenlikleri yapılırken özellikle
dilek tutan genç kızlar tarafından söylenen
aşk ve hasret dolu mâniler anonim
halk edebiyatının önemli bir bölümünü
oluşturur. Bu tür mânilere bütün Türk
dünyasında rastlamak mümkündür. Bunun
yanında halk şiiri geleneğine uyularak
bazı saz şairlerince hıdrellezi konu
alan şiirler de söylenmiştir. Divan edebiyatında
da hıdrellez çeşitli özellikleriyle
birçok beyitte yer almıştır. Osman
Şems Efendi’nin bir hıdrellez günü İstanbul’dan
Bursa’ya gitmek için vapura
binerken söylediği, “Devran bizi yârân-ı
kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile
İlyâs mülâkī” beyti bunun bir örneğidir.
Modern Türk şiirinde de hıdrellezden
ilham alan manzumeler tertiplenmiştir;
Arif Nihat Asya’nın “Hıdırellezde Kızlar”
adlı şiiri bunlardan biridir.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
31
Türklerin Birleştiği Yol
SU İÇME HAKKINDA BİLİNMEYENLER
“Ye yağlıyı iç suyu donarsa donsun. Ye tatlıyı içme suyu yanarsa yansın” Türk ATASÖZÜ
SU İÇİLMEYEN HALLER
1 - Banyodan sonra su içilmez içilirse organlar yaşlanır
2 - Acı yedikten sonra su içilmez içilirse reflü gastrid ve bağırsak
rahatsızlığı yapar
3 - Uyku arasında içilmez çünkü beyni etkiler
4 - Meyveden sonra içilmez içilirse asit ortaya çıkar
5 - Koşup yorulduktan sonra içilmez karaciğer ve dalak büyür
6 - Tatlı yedikden sonra şeker yükselmesine sebep olur
7 - Kustuktan sonra içilirse vebaya sebep olur.
SU İÇİLEN HALLER
1 - Et yedikten sonra
2 - Yağlı yedikten sonra
3 - Korkunca.
4 - Yemekten önce bol su içilir.
BİR BARDAK SUDA 7 SÜNNET VAR
1) Besmele İle İçmek
2) Oturarak İçmek
3) Sağ Elle İçmek
4) Üç Yudumla İçmek
5) Bardağa Üflememek
6) Aile Arasında’da Olsa İkram Etmek
7) Bitirince ELHAMDÜLİLLAH Demek
SU İÇME ADABI
1– Su bardak ve benzeri bir kaba konularak “besmele” çekilerek
içilir
2– Su ayakta ve yatarak vaziyette içilmez
3–Su içmeye başlamadan önce suyun bulunduğu kabı kontrol
edilmeli
4–Su içerken su kabından su akmamasına damlamamasına
dikkat edilmeli
5–Su içerken nefes almamaya geğirmemeye dikkat edilmeli
6–Suyu üç yudumda içmeli
Birinci yudum az ikinci yudum orta üçüncü yudum’da kanaat
edinceye kadar olmalı
7–Su içtikten sonra “elhamdülillah” denilmeli
Daha makbul olanı
İk yudumdan sonra “elhamdülillah”
İkinci yudumdan sonra “elhamdülillahı Rabbil âlemin”
Üçüncü yudumdan sonrada “elhamdülillahı Rabbil alemin
errahmanır rahim” denilir.
SÜNNETE GÖRE SU İÇME USULÜ
1- Suyu hızlı değil yavaş içmek
Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir
Peygamber Efendimiz (asm)
“Su içtiğinizde emerek için ağzınıza dökercesine içmeyin”
buyurmuştur
32
2- Suyu bir defada değil iki veya üç defada içmek ve içerken
içine nefes vermemek
Ebû Katâde (ra) bildirmiştir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu’ki
“Sizden biriniz su içtiğinde su kabına üflemesin”
Ebû Saîd (ra) anlatmıştır
Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu’ki
“Su bardağını ağzından uzaklaştır sonra nefes al”
3- Suyu mümkünse oturarak içmek mümkün değilse ayakta
içmek
Ebû Said el-Hudrî
Resûlullah’ın (asm) suyu ayakta dikilerek içmeyi yasakladığını
bildirmiştir
Fakat Hazret-i Ali’den (ra) gelen bir rivayet de şöyledir
Hazret-i Ali (ra) Kûfe mescidinin kapısında ayakta su içti
ve şöyle dedi
“Bazı kimseler birisinin ayakta su içtiğini fena görürler
Hâlbuki ben Peygamber Efendimiz’in (asm) benim içtiğimi
gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm”
4- Suyu sağ eliyle içmek
İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu’ki
“Biriniz yemek yediği zaman sağ eli ile yesin
İçtiği zaman’da sağ eliyle içsin
Çünkü şeytan sol eli ile yer sol eli ile içer”
5- Suyu içerken “Bismillahirrahmanirrahîm” demek
İçtikten sonra Allah’a hamd etmek yani “Elhamdülillah” demek
Ebû Hüreyre (ra) uzunca bir hadisin sonunda bildirmiştir
“Resûlullah (asm) süt kâsesini aldı Besmele çekti içti ve Allah’a
hamd etti”
Ömer ibn-i Seleme (ra) bildirmiştir
Ben Resûlullah’ın (asm) terbiyesinde bulunuyordum
Yemek yerken elim yemek kabının her tarafında dolaşırdı
Resûlullah (asm) bana
“Çocuğum Allah’ın adını an
Sağ elinle ye ve sana yakın olan taraftan ye” buyurdu
6- Suyu aile içinde de olsa ikram etmek
İrbad bin Sâriye (ra) bildirmiştir
Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu
“Erkek hanımına su dahi içirse ondan sevap kazanır.
Türk Yolu
ATMACA GEMİSAVAR FÜZESİ
ATAK FAZ-II
4 km menzilli KORKUT AİHSS
8 km menzilli
ATILGAN
40 km menzilli HAWK HSS
33
Anadolu’da Türk İslam Mührü - 1
Prof. Dr. Beyhan KARAMAĞRALI - Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türklerin Birleştiği Yol
Mezar taşları, tarihli olmaları sebebiyle, etnografik
ve sanat tarihi eserleri için “terminus
post quem” ve “ante quem” olarak da belge hüviyeti
taşırlar. Kısaca mezar taşları yapıldıkları çevrenin ve
devrin inançlarının, adetlerinin, sanat geleneklerinin,
tabii, iktisadi ve sosyal şartlarının müşterek mahsulüdür.
Türk mezar taşları, milli kültürümüzün nesiller
boyu devam edegelmiş belgeleridir. Onlar halkın
duygu ve düşüncelerinin, sanat zevkinin, örf ve adetlerinin
akisleridir. Mezar taşları sadece bir milletin yayıldığı
ülkelerdeki kültür birliğini ortaya çıkarmakla
kalmaz, aynı zamanda o milletin menşeini de ortaya
koyarak ona damgasını basar. Onlar bir milletin tapu
senetleridir.
Türklerin zaman zaman hükümleri
altında bulundukları Türkistan,
Azerbaycan, Macaristan, Yugoslavya,
Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk,
Romanya ve Arap ülkelerinde
yapmış oldukları mezar taşları
ile Türkiye’deki örnekler arasında
ayrı kültürü paşlaşmaktan doğan
benzerlik dikkati çeker.
Düzensiz şehirleşme sonucu bir kısım mezarlık arsa
haline getirilmiş ve buralardaki bazı mezar taşları müzelere
yığın halinde atılmıştır. Bu taşların envanterleri
de eğer yapılmış ise yanlış olmuş baş ve ayak taşları
ile sandukaları birbirine karışmıştır.
Mezarlıklar
Mezarlıkları bakımından Ahlat, bütün Ortaçağ İslam
dünyasında müstesna bir yer işgal eder. S. Eyice,
bölgeyi dolaşan İngiliz seyyah H. B. Lynch’nin
1901 yılında yayımlanan kitabında bu mezarlığı,
Kensal Green ve Pere Lachaise mezarlıkları ile mukayese
ettiğini, bu mezar taşlarını sanata çok değer
veren, çok seviyeli bir medeniyetin temsilcisi olarak
gördüğünü söylediğini, Doğu Anadolu’yu dolaşan W.
Bachmann’ın da Lych’in sözlerini tekrarladığını, ifade
etmektedir. (B. Karamağaralı, Ahlat Mezar taşları,
1972).
Ahlat’ta muhtelif yerlerde görülen küçük mezarlıklardan
başka tarihi değer taşıyan ve büyük sahalar
kaplayan altı mezar vardır.
1.Harabe Şehir Kabristanı
Bu mezarlık Selçuklu Kalesi içindeki Harabe Şehir’de
bulunmaktadır. Etrafı taş bir duvarla çevrili
olan kabristanda alelade mezar taşları ile iki “akıt”
(tümülüs tarzında mezar) bulunmaktadır.
2.Taht-ı Süleyman Kabristanı
Hasan Padişah Kümbeti’nin güneybatısında, adını
taşıdığı mahallede bulunmaktadır. Burada XIV. asra
34
ait pek çok şahideli mezar taşı, bir akıt ve bir koç heykeli
mevcuttur. Mezar taşları itina ile işlenmiştir. Bir
kısım mezar taşları Meydanlık Kabristanı’nda isimleri
bulunan sanatkârların kitabelerini taşımaktadır.
Bununla beraber buradaki eserler Meydanlık Kabristanı’na
göre ikinci sınıf eserlerdir. Bu mezarlığa Kara
Şeyh Mezarlığı da denilmektedir.
3.Kırklar Mezarlığı
Kırklar Mahallesi’nde bulunan bu mezarlıktaki kabirlerin
bir kısmı XIII-XIV. asırlara aittir. Bunlar da
şahide ve sandık şeklinde mezar kısmını ihtiva eden
tiptedirler. Kitabeli ve sanatkâr imzalı olmakla beraber,
küçük ölçüde ve kabaca işlenmişlerdir. Fakat
sütun şeklindeki bir sanduka, bu tipin, Ahlat mezarlıklarında
bulunanların en itinalılarındandır. Bu mezarlıkta
Orta Asya balballarını hatırlatan insan şekli
arkaik şahideler mevcuttur. Bunlar yuvarlak bir baş ile
omuzları belirleyen taş blokları halindedir.
4.Merkez Kabristanı
Merkez Mahallesi’nde Şeyh Necmeddin ve Erzen
Kümbetleri’nin bulunduğu sahadır. Çoğu harap olmuş
basit mezar taşlarını ihtiva etmektedir. Bu mezarlığın
bulunduğu mahalleye “kayı” dan muarref olarak
“Kaya” denmektedir. Mezarlık da aynı zamanda Kaya
Mezarlığı olarak anılmaktadır. Erken Osmanlı devri
yazmalarından Kayı Boyunun ilk durağının Ahlat olduğu
kayıtlıdır. Civarda “Kınık” isimli bir köyün de
olduğu söylenmektedir. Bu sebeple “Kaya” denen
bölgede Kayıların oturdukları düşünülebilir.
5.Meydanlık Kabristanı
Ahlat’ın en mühim ve en büyük mezarlığı budur.
Bugün kuzeyden güneye Taht-ı Süleyman yolu ile
Tatvan şoşesi, doğudan batıya İki Kubbe Mahallesi
ile Harabe Şehir arasındaki geniş düzlüğü kaplayan
mezarlığın çevresi kısmen tarla haline getirilmiş ve
şahıslara tapulanmıştır. Bugün Taht-ı Süleyman yolunu,
Tatvan şoşesine bağlayan yol, mezarlık içinden
geçirilmiş ve pek çok mezar bu yola rastlandığı için
bozulmuştur. Mezarlıkta, bir oda, bir hol şeklinde
veya birkaç odalı akıtlara rastlanmaktadır. Meydanlık
Kabristanı XII. asrın başından XVI. asra kadar tarihlenen
muhtelif tiplerden, takriben bin kadar mezar taşı
ihtiva etmektedir. Mezar taşları sıralanışlarına göre
bize devirleri, istilâ ve savaşları göstermektedir. Bu
bakımdan Meydanlık Kabristanı bulunmaz bir tarihi
belge durumundadır.
6.Kale Mezarlığı
Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’nden sonra
inşasına başlayan ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında
tamamlanan Osmanlı Kalesi dışında bulunan bu
mezarlık, Osmanlı devri mezar taşlarını ihtiva eder.
Türk Yolu
Tezyinat yalnızca şahidelerin yan yüzlerinde, kuş ve
hançer motiflerinden ibarettir. Kitabesinden “Şeyh”
olduğunu öğrendiğimiz Eyyup’un mezar taşı 1644
tarihlidir. Diğer bir mezar taşında da ölen kimsenin
ilim ve kalem sahibi olup ve yine aynı tarihte, 1644’te
öldüğü anlaşılmaktadır. Bu mezar taşları, Ahlat’ta bu
sanat kolunun artık sönmüş bulunduğunu ve Ahlat’ın
bir mezar merkezi olma hüviyetini kaybettiğini göstermektedir.
7.Koç Heykelleri
Ahlat’ta üzerinde kitabesi bulunan
kırmızı tüften yapılmış iki
koç heykeli de bulunmaktadır.
Bunların ikisinin de başları kopmuştur.
Ortaokulun bahçesinde
müzeye kaldırılmış bulunan
100×0.60×0.43 m. ölçüsündedir.
Bu heykel karın kısmından ikiye ayrılmıştır. Sırtını
kaplayan kitabe 1400-1401 tarihini verir. Diğer heykel
Kırklar mezarlığında yarıya kadar toprağa gömülü
vaziyette bulunmuştur. Bu mezar taşı 1.06×0.60×0.41
m. ölçüsündedir. Taşın sırtında itinasız dişi olarak
yazılmış mezar kitabesi bulunmaktadır. Doğu Anadolu’nun
pek çok bölgesinde bu tip mezar taşlarına
rastlanmaktadır. Bunlar içinde üzerinde haz bulunanlar
da vardır. Bizanslılar ve diğer Hırıstiyanlar topluluklarında
koç, koyun ve at şeklinde mezar heykeli
mevcut olmadığı için, Ermeni ve Gürcüler tarafından
yapılmış bulunan bu tip mezar taşları köksüz kalmaktadır.
Kanaatimizce bunlar Türk kültürünün Ermeni
ve Gürcülere tesirinin belgeleridir; ya da bu topluluklar
tarafından Hıristiyanlaştırılan fakat kendi inanç ve
adetlerini yaşatan Türklerin bıraktıkları hatıralardır.
Koç ve koyun heykellerinin Doğu Anadolu’dan başka,
Seyitgazi, Afyon ve Akşehir gibi İç Anadolu bölgesinde
rastlanması bunların Türklerden başka hiçbir
topluluğa ait olamayacağını ortaya koyar.
bu mezarlar sayıca fazla değildir. Mezarlıkların satıhları
çoğunda boş bırakılmıştır. Yazı bulunan bir lâhitte
“Besmele”den başka ölünün hüviyetini bildiren bir
kitabe de görülür. Yazı arkaik bir kûfî’dir.
Bu tip mezar taşları Ahlat’ın bilinen en erken taşlarıdır.
XI. asrın sonu veya XII. asrın başına ait olan
örnekleridr.
II. Şahidesiz Sandukalar
Bu mezar taşları İslâm âleminde her bölgede ve
devirde sevilerek yapılmışlardır. Bunların en eskileri
Ahlat’ın Meydanlık Kabristanı’nda görülür. Kabristanın
kuzeydoğusunda toplu olarak bulunan bu tipin,
güney-batıya doğru seyrekleştikleri müşahede edilir.
Bunlar iki gruba ayrılırlar:
1.Yekpare gövdeli Sandukalar
Bunlar kaidesiz veya alçak ve ensiz birkaç basamaklı
bir kaide ile birlikte kesilmiş, beş kenarlı prizma
biçiminde, yekpare bir kitle teşkil eden basit sandukalardır.
Çoğu gri tüften yapılmıştır.
Uzunlukları 1.91-2.15 m. yükseklikleri 0.60-0.90
m. arasında değişmektedir. Bunlar Meydanlık Mezarlığı’nın
kuzeydoğusunda orta kısımlarda yer alırlar.
Bu sandukalarda, iki yanda çatıyı teşkil eden satıhlarda
dişi olarak ölünün hüviyetini bildiren kitabe
yer alır. Ayrıca “Besmele” ve “İhlas” surelerinin baş
kısımlarına tesadüf edilmektedir. Kitabeler mail kesimdir.
Hiçbirinde sanatkâr ve tarih kitabesi yoktur.
Bu eserler de XI. asrın sonundan XII. asrın ilk çeyreği
arasında tarihlenebilirler.
2.Gövdeli ve Kapaklı Sandukalar
Gövdeli ve kapaklı sandukalar olarak ele aldığımız
bir grup sanduka daha vardır. Bu sandukalar yekpare
sandıkların batısında yer alırlar.
Bunlar içi boş bir sandık şeklinde gövde ile onun
üzerine konulmuş olan prizmatik kapaktan meydana
gelmişlerdir. Ancak çoğunda kapak kaybolmuş, gövde
toprak altında kalmıştır. Bunlar H. Karamağralı tarafından
yapılan kazı sırasında toprak üstüne çıkarılmış
ve temizlenmiştir. 1.94-2.18 m. uzunluğunda ve
0.27-0.68 m yüksekliğindedirler. Bu tip mezarlar Orkun
vadisinde Bilge Kağan Anıtı civarında da görülmektedir.
Orta Asya’da pek çok örnek bulunan bu tip
sandukaların diğer örneklerini Gaznelilerde de bulmaktayız.
Şam’da, Halep’te başka örnekleri vardır.
Ahlat Mezar taşları genel vasıflarına göre; I. Çatma
lahitler, II. Şahidesiz prizmatik sandukalar, III.
Şahideli mezarlar olarak üç ana grup içinde incelenebilir.
I. Çatma Lâhideler
Bunlar gri tüften kesilmiş iki uzun levhanın kenarlarından
bir açı teşkil edecek şekilde birbirine çatılması
ile meydana gelen bir lâhitle, baş ve ayak uçlarındaki
üçgen boşlukları kapatmak üzere yerleştirilen
dikdörtgen bloklardan meydana gelmişlerdir. Meydanlık
Kabristanı’nın kuzeydoğu köşesinde bulunan
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 208-217
Not: Yazının devamı sonraki sayıda gelecektir.
35
Türklerin Birleştiği Yol
Haydarpaşa Garı’ndaki Kazılarda
2 Bin 400 Yıllık Anıt Bulundu
Haydarpaşa Garı’nda arkeolojik kazılarda M.Ö. 4 ve
3’üncü yüzyıllara tarihlenen yapı bulundu. Arkeologların
anıt/anıt mezar olduğunu düşündüğü yapı, bugüne
kadar kazılarda bulunan en eski mimari eser.
Kadıköy Haydarpaşa Garı’ndaki arkeolojik kazılarda
Helenistik Döneme ait 4.-3. yüzyıllara tarihlenen bir yapı
bulundu. Arkeologların bugüne kadar yapılan kazılarda bulunan
en eski mimari eser olarak belirttikleri ve anıt ya da
anıt mezar olduğunu düşündükleri yapıyla ilgili çalışmalar
devam ediyor.
Gar kazılarında bugüne kadar 35 binin üzerinde kasa
eser çıkarıldı. Kazı alanından çıkarılan kalıntılar, yine aynı
yerde kasalara konularak, temizlik çalışmaları için sınıflandırılıyor.
Ayrıca alandan çıkarılan büyük parçalar, sütunlar
burada fişlenerek envantere geçiriliyor.
‘En eski mimari kalıntımız bu...’
Haydarpaşa arkeolojik kazısı baş arkeoloğu Mehmet Ali
Polat, çalışmalarla ilgili bilgi vererek, “Burası oldukça büyük
bir alan, yaklaşık 350 bin metrekarelik bir kazı alanı.
65 bin metrekarelik alanında kazı çalışması gerçekleştirdik.
Bugüne kadar en eski bulgularımız küçük buluntu
olarak milattan önce 5’inci-6’ncı-7’nci yüzyıla ait küçük
buluntular, çanak çömlekler, sikkeler. Ama mimari olarak
en eski yapımız milattan önce 4’üncü-3’üncü yüzyıla ait
kareye yakın bir plan veren kesme taştan bir anıt veya anıt
mezar olabileceğini düşündüğümüz bir yapı kalıntısı var.
En eski mimari kalıntımız bu. Bunun dışında burada mimari
bir yoğunluk var. Bunların çok büyük bir kısmı milattan
sonra 4’üncü-3’üncü yüzyılda inşa edilmiş yapılar. Bu
yapılara 5’inci-6’ncı yüzyıllarda eklentiler yapılmış. Burada
4’üncü-5’inci yüzyıla ait, bir sahilde sonlanan bir ana
cadde ve sağında, solunda yapı kümeleri var. Burası Khalkedon
antik kentinin kuzeybatı limanı, antrepo olabilecek
büyük bir depo yapısı, yolun öteki tarafında ise küçük bir
yazlık saray olabilecek yapı topluluğu görüyoruz” dedi.
‘Osmanlı izleri yok.’
Polat, “Burada farklı boyutta ve nitelikte mimari yapılar
söz konusu. 4’üncü yüzyıldan, 7’nci yüzyıla kadar yoğun
bir kullanım görmüş” diyerek, şu ifadeleri kullandı: “7’nci
yüzyıldan, İmparator Herakleios zamanından sonra burası
artık çok yoğun olarak kullanılmamış. Yani yapılar yıkılmış,
birkaç yüzyıl burada pek iz göremiyoruz, daha sonra
orta Bizans döneminde tekrar burası yavaş yavaş etkin
hale geliyor. Geç Bizans döneminde burada sadece küçük
atölyelerin olduğunu biliyoruz çıkardığımız kalıntılardan.
Osmanlı döneminde ise burada neredeyse hiçbir mimari
öğeye rastlamıyoruz. Bunun nedeni ayrılık suyunu alüvyonları
burayı kapatıyor ve Osmanlı döneminde artık çayırlık
olarak kullanılıyor.”
Mehmet Ali Polat, kazıda 10 binin üzerinde sikke bulunduğunu
belirterek, “Bunların büyük çoğunluğu okunuyor.
En eskisi milattan önce 5’inci yüzyıldan. Zaten Khalkedon’un
ilk sikke basımı milattan önce 5’inci yüzyıldır. Bu
tarihten itibaren kesintisiz olarak milattan sonra 12’nci
yüzyıla kadar her döneme ait sikke var” dedi.
36
Türk Yolu
Dünyanın merkezi
İstanbul’daki Milyon Taşı
Tüm zamanların en gözde kentlerinden olan İstanbul’daki
‘Milyon Taşı’, asırlarca dünyanın merkezi
oldu. Tarih araştırmacısı Ahmet Dilbaz, ‘Bütün yollar Roma’ya
çıkar’ tabirinde kullanılan ‘Roma’ aslında İtalya’nın
başkenti için değil, İstanbul’daki Milyon Taşı için kullanılmıştır’
dedi.
İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında
bulunan ve bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden
yanından geçtiği Milyon Taşı’nın tarihi özelliği bilenleri
şaşırtıyor. Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından
4’üncü yüzyılda diktirilen sütun İstanbul’a ulaşan Antik
Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer
şehirlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında
kullanılan sıfır noktasıydı. Dolayısıyla dünyada birçok
ülke, saatlerini İstanbul’a göre ayarlardı. Hatta haritalar bu
nokta esas alınarak hazırlanır ve yönler buraya göre bulunurdu.
1884 yılında Washington’da Uluslararası Meridyen
Kongresi adıyla düzenlenen toplantıyla sıfır meridyeninin
konumu İstanbul’dan İngiltere’nin Greenwich Kasabası’na
taşındı.
Dünyadaki bazı şehirlerin Milyon Taşı’na
uzaklıkları şöyle belirlenmiştir:
“Lefkoşa 1846 kilometre, Bakü 1756 kilometre,
Moskova 1757 kilometre, Mekke 2 bin 407 km,
Berlin 1740 kilometre, Amsterdam 2 bin 214 km
Tahran 2 bin 40 km, Roma 1377 km,
Paris 2 bin 258 kilometre, Şam 1488 kilometre,
Tokyo 8 bin 954 kilometre ve Londra 2 bin 502 km.”
“GÜNÜMÜZE ERİŞMİŞ EN KIYMETLİ TAŞTIR”
Milyon Taşı’nın hikayesinin ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’
söylemiyle başladığını söyleyen Tarih Araştırmacısı
Mehmet Dilbaz, “Bir sütun halinde kalmış olan bu küçük
kaide aslında Konstantinopolis’ten günümüze erişmiş en
eski ve en kıymetli taştır.
Şehrin kurucusu İmparator I. Konstantin, kenti dünyanın
kalbi olarak inşa ettirdiğinde o döneme kadar imparatorluk
başkenti olan Roma’yı Konstantinapolis’te taşıdı ve kendi
adını verdiği şehirde bir merkez noktası tespit ettirdi.
Bu merkez noktasına dört tarafa doğru heykellerin bulunduğu
güzel harika bir yapı yaptırdı ve bu esere de milyon
noktası denilirdi” ifadelerini kullandı.
“DÜNYANIN BAŞLANGIÇ NOKTASI OLARAK
KABUL EDİLİYORDU”
İmparator Konstantin’in şehrin merkezine bu anıtı diktirdiğinde
artık ‘Her yol Roma’ya çıkar’ tabirinin kaynağının
İstanbul olduğunu söyleyen Dilbaz, “Buradaki anıt ve kaide
zamanla harap oluyor.
1204’teki Latin işgalinde anıt üzerindeki heykeller zarar
görüyor. Osmanlı’nın son döneminde de hemen kaidenin
yan tarafında bulunan çeşmenin su yollarının ve su terazisini
inşaatıyla elimizde şu an sadece bir tane sütun kalıyor.
İmparator Konstantin bu taşı anıt taşı İstanbul’a Kudüs’ten
getirtmiştir ve ‘Milyon Taşı’ olarak bilinen bu sütuna Hz.
İsa’nın dokunduğuna inanılır.
Konstantin, Hristiyanlar için son derece önemli ve kutsal
bir taşı buraya getirip dikerek imparatorluğun merkezini bu
şekilde tescillemiş oldu.
Dolayısıyla bütün yollar Roma’ya çıkar tabirinde ki kullandığımız
‘Roma’ tabiri aslında İtalya’nın başkenti olan
Roma değil, İstanbul’daki Milyon Taşı’dır.
1884 yılında Amerika’da alınan karara kadar, dünyanın
başlangıç noktası olarak “Milyon Taşı kabul ediliyordu”
dedi.
37
Öncelikle şu gerçeği bilmemiz gerekir ki; “Türk Dünyası,
çok büyük bir coğrafyayı ifade eder. Ortak soy, ortak
dil, ortak din, ortak tarih, ortak kültür ve benzeri diğer
ortak değerler, hep birlikte, bu coğrafyanın sınırlarını çizer.
Türk Dünyası dediğimiz olgunun temelinde, tarihin süzgecinden
geçerken; kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez
bir bütün halinde hareket ediş, kendini bir bütünün
ayrılmaz parçası olarak görüş vardır. Farklı etnik kökenden
gelse, farklı bir dili konuşsa, farklı bir dine mensup olsa
da, ortaklaşa olarak paylaşılan, aynı bir bütüne ait olma –
kendini o bütünün bir parçası olarak görme – duygusu söz
konusudur.”
“Teorik açıdan bakıldığında etnik köken elbette ki, temel
belirleyicidir. Ancak, pratiğe –yani tarihe- dönülüp bakıldığında
Türk Dünyasının sadece etnik temelli olarak görülmediği;
bu öğeyi de ihtiva eden, daha geniş bir içeriğe
sahip olduğu gerçeği ile karşılaşılır. Esasen; eğer kaynaklar
kıt ve uluslar arası ilişkiler de özde bir kıt kaynak mücadelesi
ise, Türk Dünyasının bu geniş içerikte ele alınması,
milli menfaatler açısından, daha faydacı ve daha doğru bir
yaklaşım olacaktır.”(Prof. Metin Öztürk)
Prof. Öztürk’ün yukarıdaki yorumundan; Türk Dünyasının
hayat sahasının üç kıtada, aşağı yukarı 19 milyon
km2’lik bir coğrafyayı oluşturduğu gerçeği ortaya çıkar.
Ne var ki, her bakımdan zengin kaynaklara, kültürel ve
turizm değerlerine ve dinamik nüfus potansiyeline sahip
olan bu coğrafya üzerindeki 7 bağımsız Türk Devleti arasında
sağlam bir birliktelikten söz etmek mümkün değildir.
Türkmenistan, bağımsız olduğundan bu yana Türk Kengeşi’ne
üye değildir. Hala KKTC bu kardeş ülkeler tarafından
tanınmamıştır.
İşin özeti; “yatağımız” bir ama “yorganlarımız” farklı.
Ayrıca “öncelikler” ve “ihtiyaçlar” da farklı olabiliyor.
Böyle olunca; bir ucu “Ankara”dan başlayıp, “Astana”ya
uzanan; Urumçi’yi Taşkent’i, Duşembe’yi, Aşkabat’ı, Bişkek
ve Bakü’yü içine alan Avrasya coğrafyası üzerindeki
Türk Devlet ve Topluluklarının yüzyılı aşkın süredir “ortak
bir duruş” sergileyemedikleri görülmektedir.
38
TÜRK DÜNYASI’nın
Yakın Geleceği
Türklerin Birleştiği Yol
İsmail CENGİZ - Avrasya Türk Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı,
Sürgünde Doğu Türkistan Hükümeti Başkanı
Öncelikle altını çizerek şu hususu dikkatlerinize sunmak
istiyorum: Ankara’dan Astana’ya uzanan “Avrasya Coğrafyası”
yeni yüzyılın hammadde deposudur. Aynı zamanda
Japonya’dan Avrupa’ya uzanan enerji koridorunun merkezini
oluşturan Ortadoğu ile bağlantılı Avrasya Coğrafyası
üzerindeki Türk Devlet ve Topluluklarının sırat köprüsü
misali çok ciddi bir geçiş süreci yaşadığını bilmemiz ve
gelişen küresel ve bölgesel olayları da buna göre yorumlamamız
gerekir.
Şu bir gerçek ki, içinde yaşadığımız dünya ihtiyaçlara
göre yeniden şekillenmektedir. 2000 yılından itibaren “Tek
Dünya Hükümeti”ni gerçekleştirmek için İsrail ve ABD
tarafından projelendirilen; “Büyük Ortadoğu Projesi” ve
“”Trans-Pasifik Ortaklığı” olarak adlandırılan küreselleşme
politikası, arzulanan tek kutuplu yeni dünya düzeni kurulamadan
iflas etmeye başlamıştır.
Çok taraflı serbest ticaret görüşmelerinin askıya alınması,
BM’lerin bir çok olayın sonlandırılmasında ve sorunun
çözümünde etkisiz kalması, küçük etnik unsurların hatta
dini unsurların dahi özerklik, eyalet gibi söylemlerle bağımsız
olma talep ve girişimleri küreselleşme projesinin en
azından askeri ve ekonomik bakımdan bir işe yaramadığının
göstergesidir.
Petrol ve doğal gaz kaynaklarında yaşanan sıkıntılar,
engellenemeyen uranyumu zenginleştirme programları,
Rusya ve Çin’in Şanghay İşbirliği Örgütü altında bir araya
gelmeleri, özellikle Çin’in küresel gelişmelere paralel her
alanda yeni politikalar üretmesi; “Tek Dünya Hükümeti”
projesini çöküntüye uğratmıştır. Artık çok taraflı küresel
çıkarlar değil, daha dengeli, az ortaklı bölgesel işbirliği
ve entegrasyon politikaları ön plana çıkmaya başlamıştır.
“Yeni Dünya”; ulusal devletlerin ve ülkelerin komşuluk ve
milli çıkarlarına göre kurulmaktadır.
Ancak bu noktadaki en büyük sıkıntılardan biri; küreselleşme
akımının özellikle Türkiye’de yirmi yıl içinde milli
devlet ve değerlerine bağlı millet mekanizmalarını tahrip
etmiş olmasıdır. Özellikle 1990’lı yıllarda bağımsızlıklarını
elde etmiş olan Azerbaycan ve Türkistan Cumhuriyetleri’nin
bir asra yakın zamandır sömürge zihniyetiyle yönetilmiş
olması, dini ve milli değerlerin dejenerasyonuna
neden olmuştur. Ayrıca yeraltı kaynakları sömürülmüş,
üretim ve imalat sanayi çökmüş, toplumu bir arada tutan
“moral kaynakları” tarumar edilmiştir. Bir asrı aşkın süredir
“teslimiyetçi politikalar” veya “nemelazımcı siyaset
anlayışı” nedeniyle binlerce yıldır içinde bulunduğumuz
coğrafyamız sürekli kuşatma altında tutulmuştur.
Türk Yolu
Orta Asya’dan Balkanlar’a
Avrasya Coğrafyası
Bu manzaradan hareketle Türk Cumhuriyetleri “yeni
dünya” arayışında birlik ve dayanışma halinde her alanda
birbirleriyle işbirliklerini artırmak ve üniter devlet yapısına
yönelen tehditleri bertaraf etmek durumundadırlar.
TÜRK KENGEŞİ
Türk Cumhuriyetleri’nin üst şemsiye kuruluşu olan
“Türk Kengeşi”nin kuruluş yapısı itibariyle bütün Türk
Dünyasını temsil ettiğini söylememiz zor. Türkmenistan’ın
üye olmadığı Türk Kengeşi’nde bırakın Doğu Türkistan
sorununu, Tataristan’da, Başkurdistan’da, Afganistan’da,
Güney Azerbaycan’da yaşanan sorunları dahi dile
getirmeniz mümkün değil. Suriye Türkmenleri veya Irak
Türkmenleri konusunda yaptırıma yönelik bir ortak söylemin
çıkması da mümkün değil.
Türk Kengeşi’nde bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nin
yanı sıra farklı coğrafyalarda veya farklı ülkelerin sınırları
içinde kalan veya yaşayan Doğu Türkistan gibi, Kırım
gibi, Gagauzeli gibi, Güney Azerbaycan gibi, Afganistan
gibi, Nogaylar gibi Türk topluluklarının da alt komite de
resmi üye olarak temsil edilmeleri sağlanmalıdır.
Türk Kengeşi; yalnız bağımsız Türk Cumhuriyetleri’ni
değil, Orta Asya’dan Balkanlar’a bütün Türk Devlet ve
Topluluklarını, Özerk Türk Cumhuriyetlerini, Özerk Türk
Bölgelerini de temsil edecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Bulgaristan Türkleri de, Batı Trakya Türkleri de
hatta Karapapaklar da, Sahra Türkmenleri de bu kengeş
içerisinde temsil edilmelidir.
Türk Kengeşi; bünyesinde oluşturulacak Sekretarya ile
aktif çalışarak, farklı coğrafyalar arasında birlik ve beraberliğimizi
pekiştirecek ortak iletişimi sağlamalı, ortak
projeler üretmelidir.
HEDEF: DÜNYA DEVLETİ BÜYÜK TÜRKİYE
Güçlü bir siyasi organizmanın üç temel şartı olduğu söylenir:
Genişlik... Dışarıda hareket serbestisi... İçeride birlik
ve beraberlik...
“Genişlik”ten kasıt, coğrafi alandır. Türkiye; Adriyatik’den
Çin Seddi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada söz
sahibi, pay sahibi ülkelerin başında yer almaktadır.
“Hareket Serbestisi” bakımından da Türkiye; bir ayağı
Avrupa’da, bir ayağı Asya’da, bir kolu Ortadoğu’da olmak
gibi avantajlı bir konuma sahip olan ender birkaç ülkeden
biridir. Bu özellik Kazakistan için de geçerlidir, Özbekistan,
Azerbaycan için de.
“İçeride birlik ve beraberlik” ise her bakımdan her sahada
mevcuttur. Folklorumuz, Dilimiz, İnançlarımız, Nevruzumuz,
Kaşgarlı Mahmudumuz, Yusuf Has Hacibimiz,
Fuzulimiz, Abay’ımız, Mahdumkulu’muz, Nesreddin
Ependimiz bu birlik ve beraberliğin en önemli kanıtlarıdır.
Velhasıl Türk Halkları ve Devletleri olarak “dünya devleti
bir ülke” veya “bölgesinde lider ülke” olmamamız için
hiçbir neden yoktur.
Sıkıntı, aslında Türk Devletlerinin temelinde var olan ve
5000 yıllık maziye sahip olan “örtülü milli siyaset”in uygulanmasında
yaşanan zorluklardır...
Birlik ve beraberliğimizi tehdit eden İçimizdeki virüsleri,
değerlerimizi kemiren fareleri temizlediğimizde; genişliğimizi
oluşturan coğrafi alanımız üzerindeki her Türk’ün
derdine sahip çıktığımızda; dışarıda tıpkı Atatürk’ün yaptığı
gibi mazlum ve mağdur milletlerin dertlerine derman
olduğumuzda işte o zaman sözü dinlenir
saygın bir ülke oluruz...
NEREDE BİR TÜRK VARSA ORADA TÜRKİYE
OLMALI
Sözün özü; bu geniş coğrafya üzerinde serbestçe hareket
edilmek isteniyorsa... iktisadi kaynaklarımız ve çıkarlarımız
korunmak isteniyorsa... velhasıl bölgesinde lider,
dünya devleti olmak istiyorsak bir tek şart vardır, o da;
“Nerede Türk varsa, orada Türkiye olmalıdır...Nerede bir
Kazak” varsa orada Kazakistan olmalıdır... Kazakistan’ın
derdine Türkiye derman oluyorsa, Türkiye’nin sevincine
Kazakistan ortak olabiliyorsa; Özbek, Kırgız’ın gözyaşına
mendil tutabiliyorsa; Türkmen, Uygur’un feryadına kulak
veriyorsa bilin ki; Türk Birliği için ümit, umut var demektir…
Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan
ve Azerbaycan’ın mevcut ekonomik ve nüfus potansiyelini
de değerlendirerek birlik ve beraberlik içinde,
dayanışma halinde asgari müştereklerde ortak duruş sergilemeleri,
bu ülkeler topluluğunu yakın gelecekte yalnız
Avrasya coğrafyasında değil, İslam coğrafyasında etkin
rol oynamasını sağlayacaktır.
39
Kristal Çocuklar
Yeni Çağcılar 1998-2012 arasında büyük bir değişim
yaşanacağını iddia ediyorlar. Bu değişimi başarıyla
gerçekleştirenler kolektif şuur dönüşümünü
yaşamış ve başarmış olarak müjdelenen Yeni Çağın
öncüleri olacaklar; günlük yaşamımızın içinde kristal
enerjiyi çocuk saflığında kullanan büyükler olduğu
gibi bu dönem içinde bir başka gezegene gitmişiz
etkisi uyandıran yüksek zekalı çocukların doğduğuna
da tanık olacağız. Aslında şu anda da oluyoruz zaten.
Bu yüksek zekalı çocuklar İndigo’ların ardından gelen
Kristal Çocuklar. Kristal Çocukları nasıl tanıyacağız?
İlk bakacağımız yer onların gözleridir; iri, derin, anlam
dolu ve her şeyi anlıyormuş gibi bakan gözlere
sahipler. Mutluluk ve sevinç dağıtıyorlar; yargısızlar.
Kristal Çocuklar büyükleri olan İndigo Çocuklardan
epey farklıdırlar. İndigo’ların ruhları savaşçıdır,
amaçları eski düşünceleri yani önceki eğitim, yönetim
ve yasal sistemleri yenilemek ve değiştirmektir. Onlar
başkaldırıyı severler. Kristal çocuklar ise daha yumuşak,
bilgeliğe daha yakın ve şefkatlidirler. Dünyayı ve
çevrelerini tanır ve keşfederken kendilerine güvenmekte,
sevmekte ve eğlenmektedirler. Araştırmaktan
ve keşfetmekten büyük zevk alırlar. Ayrıca çok neşelidirler,
bulundukları ortama neşe ve sevinç katarlar…
Kristal Çocukların özellikleri:
-1995’li yıllardan sonra doğmaya başlamışlardır,
-Derin, anlamlı ve araştırmacı bakan gözleri vardır,
-Doğal yapılarında manyetik bir gücün çekim etkisi
vardır,
-Çok sevecen,neşeli ve eğlencelidirler,
-Şefkatli, duyarlı ve iletişime açık çocuklardır,
-Müziği ve sanatı çok severler,
-Yaratıcılıkları yüksektir,
-Telepattırlar, düşündüğünüzü ve gerçek niyetinizi
hissederler,
-Konuşmaya başlayınca geçmiş yaşam anılarını anlatmaya
ve sizi haylice şaşırtmaya adaydırlar,
-Doğal beslenmeyi çok severleri,
-Her konuda denge ararlar, denge duyguları mükemmeldir,
-Zihinsel iletişim yetenekleri yüzünden geç konuşabilirler,
yüksek algıların nedeniyle zaten pek çok şeyi
hissetmektedirler.
-Yüksek seslerden, gürültüden, kalabalık içinde bulunmaktan,
çok sıcak veya soğuk ortamlardan, dağınıklık
ve
düzensizlikten hiç hoşlanmazlar.
-Kristal Çocuklar yüksek enerjiye sahipler, uyurken
bir şey kaçırmak istemediklerinden uykuyu pek sevmezler.
-Kristal Çocuklar, bizim zaman anlayışımızı değil,
kendi iç zamanlarını kullandıkları için zaman anlayışımız
birbirine pek uymayabilir.
40
Türklerin Birleştiği Yol
Psişik Duyarlılık:
Psişik Yetenekleri ve Psişik Duyarlılıkları hayli
yüksek olan ve Kristal çocuklar olarak tanımlanan bu
çocuklar ilk yedi çakrası aktive olarak gelmiş çocuklardır.
Ve bu çocuklar, bilgi çağının getirdiği avantajlarla,
uyaranlarının daha fazla olması nedeniyle daha
çabuk öğrenme ve hatırlama kapasitesine sahiptirler.
Ama burada önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor:
İçinde bulunduğumuz çağ nedeniyle de, bu çocuklar
daha donanımlı geliyorlar. Kısaca, daha yüksek
potansiyelde doğuyorlar ama bu potansiyeli yaşama
geçirebilmeleri, bulundukları koşullara ve aile eğitimlerine
bağlı. Farkındalık yolunda çok hızlı da yürüyebilirler
veya bizim anlayışsızlığımız nedeniyle bir
yerde takılı da kalabilirler.
Doğum Haritası:
İndigo ve Kristal Çocukları daha iyi anlamak için
öncelikle onların doğum haritalarını çıkarttırmak faydalı
olabilir çünkü sık sık metafizik konulardan; Tanrı’dan,
meleklerden, dualardan, öte alemden söz edebilen
bu küçük filozoflarla baş edebilmek için sizin
de kalkanlarınız olmalı. Öyle değil mi! Çünkü onların
psişik yetenekleri vardır; örneğin psikokinezi yapabilirler
yani bazı küçük eşyaları düşünceleriyle hareket
ettirebilirler. Anne veya babalarına onların ilk anne ve
babaları olmadıklarını hatta daha ileri gidip daha önce
başka yerde yaşadıklarını söyleyen Kristal Çocuklar
da vardır. Elektronik araçları etkileyen Kristal Çocuklar
da izlenmektedir. Onların telepatik yeteneklerine
çok dikkat edilmelidir. Anne ve babalarına veya diğer
yakınlarına bazen o etkileyici ve derin gözleriyle uzun
uzun bakmalarıyla ünlüdürler. Eğer iyi gözlenirse birçok
Kristal Çocuğun annesinin isteklerini sözel aktarım
olmadan yaptıkları izlenebilir.
Bu yeteneklerin sergilenmesindeki amaç, insanlığın
doğal yeteneklerinin büyüklere hatırlanması şeklinde
yorumlansa bile bu küçük filozof-bilgelerle ya da
büyüklerin deyimiyle çok bilmişlerle baş etmek için
sizin öncelikle tercih edeceğiniz donanımlara bir an
önce sahip olmaya çalışmanızda yarar vardır.Dikkat
edilecek noktalar
Kristal Çocuklarla ilgili yazı yazan İnternet sitele-
Türk Yolu
rinde yayınlanan Danışman psikolog ve terapist Doreen
Virtue önerilerine kısaca bir göz gezdirebiliriz.
Dilerseniz İndigo veya Kristal Çocuk yazıp bu konuda
daha aktif sitelere de danışabilir, yüreğinizin
ve aklınızın sesini dinleyerek, çocuğunuzla ilgili yanılgıya
düşmemek için tıp desteğini de asla göz ardı
etmeden iletişim kurabilirsiniz.
* Onların görsel olduklarını unutmayın, sözel değil,
görsel yöntemlerle eğitin,
* Hiçbir konuda zorlamayın, açıklamalarda bulunun,
* Onlara bağlanın yani sık sık beraber olun ve dokunun,
* Hayvanları örnek gösterin; “Bak köpek seni izliyor…”
gibi,
* Kuralcı olmayın, dürüst olun ve onlara kendileri
olma özgürlüğünü verin,
* Siz kendinize iyi bakın, temiz, bakımlı ve etkili
olun,
* Onları asla küçümsemeyin, arkadaş gibi ilişki
kurun,
* Sesinizi melodik biçimde yani tonlayarak kullanın,
* Meraklarını giderin, öğrenin ve öğretin,
* Dikkatinizi verin, onları ihmal etmeyin, yalan
söylemeyin,
* Sabırlı, tutarlı ve gerçekçi olun, onlara süreklilik
sağlayın,
* Siz ne düşünürseniz onlar öyle olacaklardır; onları
negatif tanımlamalarla tanımlamayın, onlardan
da bir şeyler öğrenebilirsiniz.
* Onların imgelerine yani canlandırmalarına veya
hayallerine katılın,
* Onlara enerji yardımı yapın. Mümkünse meditasyon
ve yoga öğretin,
* Onları tartışmasız sevin.
* Onlara kendi negatif, ayrımcı, bölücü, fanatik,
tutucu, geleneksel ve zarar verici düşüncelerinizi
aşılamayın.
Çünkü geçmişte ve şu anda hiçbir konuda haklı ve
başarılı değilsiniz…
Kristal Titreşimi Taşıyan Büyükler,
Kristal Çocuklar konusunda yalnız onlardan söz
etmek yeterli değildir. Bizler de bundan sonraki yıllarda
Kristal Titreşimi taşıyan yetişkinler olarak yeni
bir bakış açısı ile yaşama şansını elde ederken sessizce
doğan Kristal Doğuşlara da tanık olmaya devam
edeceğiz. Kristal Çocuklardan söz ederken, bu
yetenekleri taşıyan Kristal Büyükleri unutmamalıyız.
Kristal büyükler de bundan böyle saklandıkları
yerden çıkacaklar ve öykülerini dünya ile paylaşmak
isteyecekler. Ayrıca, son zamanlarda içinden geçmiş
olduğunuz enerjideki değişimler nedeni ile, çoğumuz
alışkın olmadığımız bu niteliklerden bazılarını geliştirmeye
başladık bile. Bireysel Gelişime önem verenler
her birimizin içindeki Kristal Çocuğun Uyanışını
rahatlıkla gözlemliyorlar. Dün yaptıklarını bugün
yapmadıklarını izleyip, şaşkınlıkla; “bu yanım değişmez
sanırdım, ne de kolay değişmişim” demekteler.
Bu yetişkinler ve çocuklar gelmeye devam ederken
ve güçlerini kullanırken,bu tüm insanlıkta bu yetenekleri
uyandıracaklar. Bu kolektif ve mucizevi bir
uyanış hali.
Halk masallarımızdaki ünlü Keloğlan öykülerini
bilmeyen yoktur. Bu tanımlar yapılmadan önce de
Anadolu insanı kendi halk kahramanlarında ve halk
masallarında o kendine has ruhsal ve özgün yanını
yaşamayı ve yaşatmayı bildi. Kuantum fiziğinin
‘sende haklısın sen de’ küresel mantığıyla birebir örtüşen
Nasreddin Hoca fıkralarımızdan başka Kristal
Çocuk ya da büyük olmaya en güzel örnekleri Keloğlan
masalları ve deyişleri veriyor…
İNDİGO ÇOCUKLARIN ÖZELLİKLERİ NE-
LERDİR?
1- Onlar dünyaya bir asalet duygusuyla gelirler ve
öyle davranırlar.
2- Burada olmayı hak ettiklerini hisseder ve başkalarının
bu hissi paylaşmadıklarını görünce çok şaşırırlar.
3- Kendi değerlerini bilmek onlar için bir sorun
değildir.
4- Mutlak otorite karşısında zorluk yaşarlar.
5-Belli şeyleri kesinlikle yapmazlar. Örneğin kuyruğa
girmek gibi.
6- Ritüel, yönelimli ve yaratıcılık gerektirmeyen
sistemler karşısında düş kırıklığı yaşarlar.
7- Herhangi bir sisteme uyum sağlamazlar ve sistem
yıkıcılar gibi görünürler.
8- Kendi türleriyle birlikte olmadıklarında anti-sosyal
görünürler.
9- Suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.
10- İhtiyaçlarını bildirmekten çekinmezler.
İndigo çocuklar şu anda aşağı yukarı yedi ile yirmi
beş yaşları arasında bulunuyorlar. Kristal çocuklar
ile bazı ortak özellikleri paylaşmaktadırlar Her iki
kuşakta son derece duyarlı ve psişiktir ve önemli yaşam
amaçlarına sahiptirler. Aradaki esas fark onların
mizaçları, zihinsel ve duygusal yapılarıdır.
41
Türklerin Birleştiği Yol
Dünya haritasındaki büyük yalanın sırrı ne?
Oktay Volkan Alkaya
Dünya haritasına bakış açınızı değiştirecek
bir gerçeğin ardındaki komplo teorilerine
inanamayacaksınız. İşte dünya
haritasının ardında yatan sır...
Hürriyet gazetesi yazarı Savaş Özbey
“Bugüne kadar gördüğünüz bütün haritalar
yalan!” başlıklı yazısında Merkatör
Projeksiyonu’na değindi. Peki Merkatör
Projeksiyonu nedir? Günümüzde hemen
her okulda, kurumda ve daha bir çok
alanda karşılaşabileceğiniz dünya haritalarının
tamamı Merkatör Projeksiyonu
esas alınarak çizilen haritalardır. Ve işin
doğrusunu söylemek gerekirse, dünyanın
doğru kabul edilen en büyük ve yaygın
yalanıdır. Merkatör Projeksiyonu, son
derece yanlış hesaplamalarla çizilen haritalar
ortaya koyar. Sadece ekvator çizgisi
hizasında doğru sonuçlar verebilen harita,
kuzey ve güney uçlarda gerçeği yansıtmayan
ölçümler ortaya koyar.
1500’lü yıllarda ortaya atılan bu harita
türü, her ne kadar teknik imkansızlıklardan
ortaya çıkmış masum bir hata gibi
görünse de aslında büyük bir propaganda
malzemesidir. Çünkü ilerleyen yıllarda
doğru ölçümlerle oluşturulan haritalar,
kabul görmemiş ve Merkatör Projeksiyonu
kullanılmaya devam etmiş. Neden?
Bilimsel her türlü gelişmeye kucak açan
insanlık, neden Merkatör Projeksiyonu
gibi ilkel, teknik hatalarla dolu bir ölçüme
bağlı kalmış? Anlatacaklarımız komplo
teorisi gibi görünebilir ancak bilimsel veriler
yüzlerce yıllık bir yalanı tüm çıplaklığıyla
gözler önüne seriyor.
Ancak öncesinde bu haritayı çizen Gerardus
Mercator’ü bir analım; Asıl adı:
Gerard De Kremer olan Gerardus Mercator,
16. yüzyılın en önemli matematikçileri
ve kartograflarından biri olarak
tanınır. 5 Mart 1512 Rupelmonde, Flandre’de
doğmuş, 2 Aralık 1594 Duisburg’da
ölmüştür. Yazıda konu ettiğimiz komplo
teorisi ile direkt bir bağı yoktur, kendisi
haritayı kuzey denizlerinde yolculuk yapacak
gemiciler için bu projeksiyonda
çizmiştir. Komplo teorisi ve bir noktada
algı operasyonuna dönüşen durum ise bu
haritanın kusurlu görünümüne rağmen
“doğru dünya haritası” olarak yaygınlaştırılmasıdır.
42
GERÇEKLERİN GÜN IŞIĞINA
ÇIKMASI
Büyük yalan ilk önce, kaşifler tarafından
fark ediliyor. Ölçeklendirmesi hakkında
net bilgiler verilmeyen Merkatör
Projeksiyonunu esas alarak dünyayı gezmek
için denizlere açılan yüzlerce amatör
kaşif, gittikleri yerlerde garipliklerle karşılaşıyorlar.
Grönland’ın güney kıyılarına
yanaşan gemilerden inen kaşifler kuzeye
doğru ‘uzun’ bir yolculuğa çıktıklarını
düşünüyorlar ancak yolculuk sandıklarından
çok kısa sürüyor. Benzer şekilde Orta
Afrika’da keşfe çıkan gruplar Merkatör
Projeksiyonuyla hazırlanmış haritalara
göre yaptıkları yolculukta, Ümit Burnu’na
hesapladıkları sürede bir türlü varamıyorlar.
İlk defa kafalarda soru işareti
uyandıran tespitler bazı konferanslarda
dile getirilince, haritalara paralel ve meridyenler
eklenerek, kuzey ve güneydeki
paralel-meridyen aralıklarının boyutu büyültülüyor.
Böylece haritalar çok dikkat
çekmeyen çizgilerle gerçek bir görünüm
sunuyormuş gibi şekillendiriliyor. Ancak
yine de haritada bir şeylerin yanlış olduğu
çeşitli kesimlerce iddia edilse de, geçiştiriliyor.
Geçiştirilen iddialar, sadece kaşiflerin
değil astronomların da ilgisini çekiyor. İskoç
astronom James Gall’ın 19. yüzyılda
yaptığı çalışmalar sonrasında, haritacılar
Merkatör Projeksiyon haritaların altına
bir not düşmek zorunda kalıyorlar; “Güney
Amerika Grönland’ın 5 katı büyüklüğündedir”.
Bu ufak detay başlarda kimsenin
ilgisini çekmiyor. Çekse de üstünde
çok fazla düşünülmüyor. Ta ki, aradan
100 yıl geçene kadar.
Sene 1974. Dünya 400 yıla yakın bir
süredir inandırılan bir yalanın peşinde
dünyayı tanımaya çalışıyor. Geçmişinde
film yapımcılığı gibi işler bulunan, Berlin
doğumlu Alman bilim adamı Arno Peters,
Avrupa merkezli dünya fikri üzerine tezler
üzerine çalışıyor. Çalışmalarında dikkatini
antik haritalar üstüne yönlendiriyor.
Antik çağlardaki kaşiflerin haritalarının
tümünün, bilinen dünya haritasından belli
başlı özelliklerle farklılaşması garibine
gidiyor. “Hepsi yanılmış olamaz” diyor
Peters ve mevcut dünya haritasını mercek
altına alıyor. Peters, James Gall’ın çalışmaları
üstünden en doğru harita projeksiyonunu
hazırlamak için kolları sıvıyor.
Ortaya çıkan sonuç sarsıcı boyutlarda
oluyor. Bilinen dünya haritasının önemli
bir bölümünün yalandan ibaret olduğu
anlaşılıyor.
YANLIŞTA ISRAR
1974 yılında Peters, çalışmalarını dünya
ile paylaşıyor. Gerçek dünya haritası
yukarıda gördüğümüz şekilde ortaya koyuluyor.
Peters’ın geliştirdiği Peters-Galls
Projeksiyonu bilim çevrelerince dünyanın
en doğru haritası olarak kabul ediliyor.
Peters’ın hazırladığı haritalar dünyaya
yayılmak üzere 80 milyon adet basılıyor.
Ama bu haritalar; ne okullara, ne kurumlara
girebiliyor ne de medya tarafından
yayınlanıyor. 1989 yılında Peters, “Peters’ın
Dünya Atlası” adında bir harita kitabı
da bastırıyor ancak kitap da kitlelere
bir türlü ulaşamıyor. Dünya ortaya çıkan
bir gerçeği görmezden geliyor ve yalanda
ısrar ediyor. Merkatör Projeksiyonlu haritalar
dünyanın yüzü olarak nesilden nesile
aktarılmaya devam ediyor.
MERKATÖR PROJEKSİYO-
NU’NUN ASIL SORUNU
Merkatör Projeksiyonu temel sorun
olarak, küre şeklinde bir cismin düzleme
çevrilirken yaşadığı eğilmeler ve bükülmelerle
karşılaştığı için yanıltıcı bilgiler
verir. Ya da bize öyle söylenir çünkü masum
görünen bu eğilme ve bükülmeler
doğal değildir. Eğilip bükülmeler kuzey
ve güneydeki alanların olduğundan büyük
görünmesini sağlayabilir ancak asla orta
alanlarda daralmaya sebep olmaz. Merkatör
Projeksiyonu, kuzey ve güneydeki
alanları abartılı bir şekilde büyük göstermekle
kalmaz, Afrika gibi dünyanın
ortasında yer alan devasa bir kıtayı da olduğundan
daha küçük gösterir. Merkatör
Projeksiyonun asıl sorunu geometri değil,
propagandadır. Batı dünyasının propagandasına
maruz kalmış bir dünyanın eğilip
bükülüşünün kanlı canlı kanıtıdır!
BÜYÜK PROPAGANDA
Peki Merkatör Projeksiyonu kimin işine
yarıyor? Ya da bu yalanı kabul etmek
kimin işine geliyor? İşte size örnekler:
Kanada: Merkatör projeksiyonuna göre
Kanada, ABD’nin Kuzeyinde devasa bir
ülke gibi duruyor. Ama gerçek boyutla-
Türk Yolu
rında dünyanın kuzeyine sıkışmış bir ülke
görünümünde.
ABD: Merkatör Projeksiyonunda Kuzey
Amerika Güney Amerika ile hemen
hemen aynu hatta daha büyük bir kıta konumunda.
Ancak gerçekte Güney Amerika,
Kuzey Amerika’dan gözle görülür bir
şekilde daha büyük. ABD’de bu ölçeklendirme
içinde Güney Amerika’nın karşısında
daha küçük görünüyor.
İngiltere: Merkatör Projeksiyonu, İngiltere’yi
Dünya’ya hakim bir noktaya
konumlandırır. Gerçek dünya haritasında
ise İngiltere kuzeydenizinde bir ada gibi
görünmekte.
Avrupa: Dünyanın küresel gücü ABD
değil mi? Merkatör Projeksiyonu’na göre
dünya ABD merkezli gibi olması gerekmez
mi? Ama bir zamanlar dünyanın küresel
gücü Avrupa ülkeleriydi. Merkatör
Projeksiyonuna bakarsanız, Avrupa ülkeleri
dünyanın merkezinde durur. Gerçek
Dünya haritasında ise merkezde Kuzey
Afrika ila Orta Afrika civarında bir bölge
duruyor.
Rusya: Topraklarının büyük çoğunluğunu
Sibirya’nın karlar altındaki arazilerinin
oluşturduğu Rusya, Merkatör
Projeksiyonunda korkunç boyutlarda büyük
görünüyor. Ama Gerçek dünya haritasında
Asya’nın kuzeyinde bir çizgiden
ibaret.
Baltık Ülkeleri
Merkatör Projeksiyonu sayesinde daha
gözle görülür bir alanda karşımıza çıkar
Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler
de aslında gerçek dünya haritasında kuzeye
sıkışmış ülkeler konumundalar. Hatta
bir baltık ülkesi olarak sayılan Danimarka
bile Grönland sayesinde adını büyük
harflerle dünyanın gözüne sokabiliyor.
Dünya haritasında neredeyse Afrika’dan
daha büyük duran Grönland, gerçek dünya
haritasında ise kuzeye sıkışmış küçük
bir ada görünümünde.
NE YAPILMAYA ÇALIŞILIYOR?
Peki Merkatör Projeksiyonuyla ne yapılmaya
çalışılıyor? aslında bu haritanın
ekmeğini yiyen ülkelere baktığımız zaman
ne yapılmaya çalışıldığı son derece
açık. Ama bir de “Markatörzede” ülkelere
bakalım. Yalanlarla dolu bir haritadan
kimler zararlı çıkıyor?
Afrika Ülkeleri: Hemen hemen bütün
Afrika ülkeleri gerçekte olduğundan çok
daha küçük bir şekilde Merkatör Projeksiyonunda
gösteriliyor, çünkü zaten Afrika
kıtası bütünüyle küçültülmüş!
Çin: Çin Merkatör haritasında bile zaten
büyük bir ülke gözükürken, gerçek
dünya haritasında aslında ne kadar büyük
olduğunu daha rahat bir şekilde görebiliyoruz.
Bu noktada Rusya’nın Çin ile arasındaki
boyut dengesinde inanılmaz farklılıklar
otraya çıkıyor.
Arap Yarım Adası: Dünyaya dayatılan
haritada Arap Yarım Adası olarak bilinen
alanın ne kadar küçük olduğu gözlerden
kaçmıyor. Gerçek dünya haritasında ise
Arap Yarım Adasının büyüklüğü ortaya
çıkıyor.
Meksika: Aynı şekilde Merkatör Projeksiyonu
Meksika’yı olduğundan daha
küçük gösterme eğiliminde. Gerçek Dünya
haritasına göre ise Meksika oldukça
büyük bir alan kaplıyor.
İran ve Hindistan: İran ve Hindistan
da gerçek dünya haritasında, dayatılmaya
çalışılan haritaya oranla daha büyük bir
alanı kaplıyor.
Güney Amerika: Güney Amerika kıta
halinde, Kuzey Amerika’dan daha büyük
bir alanı kapladığı halde, Merkatör Projeksiyonuyla
yapılan haritalarda abartılmış
bir Grönland adasıyla birlikte Kuzey
Amerika, Güney Amerika’dan daha büyük
gözükmekte.
BÖLGELER ARASI DENGE
Kıtalara mevcut dayatılan harita üzerinden
objektif bir yorumla bakacak olursak;
Büyük bir Rusya, büyük bir Kuzey Amerika,
küçük ama merkezde bir Avrupa,
bastırılmış bir Afrika ve sıkıştırılmış bir
Ortadoğu görüyoruz. Dünyayı politik açıdan
değerlendirecek olursanız hemen hemen
aynı yorumu yapabilirsiniz. Coğrafi
olarak olmasa da politik açıdan gerçekleri
yansıtan bir harita karşımızda durmuyor
mu? Peki ya dünyaya egemen olan politika,
gerçek dünya haritasıyla paralel doğrultuda
olsaydı, nasıl bir dünyada yaşıyor
olurduk ve dünyaya hangi güçler egemen
olurdu?
SONUÇ
Dayatılmaya çalışılan dünya haritasında
büyük gözüken ülkelerle, gerçek dünya
haritasında büyük gözüken ülkeleri
karşılaştırdığımız zaman ortaya çıkan sonuçlara
baktığımız zaman ister propaganda
olarak tanımlayın isterseniz komplo
teorisi, büyük bir kandırmacaya hala inanıyor
olduğumuz yadsınamaz bir gerçek.
43
Dünya Tarihinde
Yaşanmış Dönüm Noktaları
Türklerin Birleştiği Yol
4.5 Milyar Yıllık Dünya Tarihinde Yaşanmış Dönüm Noktaları
Yaklaşık olarak 4.5 milyar yıldır yaşamı sürdürmekte
olan gezegenimiz bu süreç içerisinde
birçok evrime ve değişime uğradı. Bu değişimler arasında
yeryüzünün oluşumundan tutunda uzayın şekillenmesine
kadar birçok olay yer alıyor. Bu içerikte gezegenimizin
şuan ki haline gelmesini sağlayan dönüm
noktalarını sizler için derledik.
Dünyanın Doğuşu
Dünya, toz ve taşlardan oluşan bir bulut topluluğundan
meydana gelmiştir. Oluşan çekim kuvvetinin de
etkisi ile birlikte kayalar ve diğer maddeler çekilmiş
ve dünyanın şeklinin temelleri oluşmuştur.
Yaşantının Kökeni
Yaşamın ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemekle
birlikte tek hücreli canlılara ait ilk fosiller 3.5
milyar yıl öncesini işaret etmektedir. Yaşantı, bu süreçten
daha öncede başlamış olabilir fakat şimdiye
kadar yaşantının ne zaman ve nerede başladığına dair
kesin bir bulgu bulunamadı.
Güneş Işığı Enerjisinin Kullanımı: Fotosentez
Küçük ya da büyük fark etmeksizin bütün yaşam
formları enerjiye ihtiyaç duymaktadır, enerjinin en
büyük kaynağı ise güneştir. Oluşumun ilk süreçlerinde
mikroorganizmalar fotosentez sayesinde basit molekülleri
karbonhidratlara dönüştürebilecek şekilde
çeşitli evrimlere uğramışlardır.
Kıtaların Şekillenmesi
Kıtaların şekillenmesi süreci yaklaşık 3 milyar yıl
önce levha tektoniği hareketleri ile birlikte başlamıştır.
Solunabilir Hava
Dünya yaşının neredeyse yarısı kadarında havada
oksijen bulunmuyordu. Daha sonra güneş ışığını kullanan
bazı bakteriler karbondioksit ve suyu karbonhidrata
dönüştürmeye başladı. Bu dönüşümün atığı ise
oksijen olarak atmosfere salındı.
Karmaşık Hücreler
Dünyadaki ilk organizmalar günümüz bakterilerine
oldukça benzemekte olan basit hücrelerden oluşuyordu.
Çiftleşmenin Başlangıcı
1.8 milyar ve 800 milyon yıl öncesi arasında bir
44
süreçte mikroorganizmalar basitçe ikiye bölünerek
çoğalmak yerine seks yolu ile çoğalmak üzere evrim
geçirdiler. Bu da dünya tarihinin en büyük evrimleri
arasında yer aldı.
Çok Hücreli Yaşam
Yaşam tek hücreli canlılardan ibaret olmaktan çıktı
ve çok hücreli canlılar oluşmaya başladı. Bu sayede
günümüz canlıların temelleri oluştu.
Kartopuna Dönüşen Dünya
200 milyon yıllık süre içerisinde gezegenimiz 2 defa
tamamen donmuş bir hale dönüştü. Bu buz evrelerinin
karmaşık hayvanların oluşumunu sağlayan evrimleri
tetiklediği düşünülüyor.
Kambriyen Patlaması
Kambriyen patlamasının gerçekleşmesi ile birlikte
modern hayvan grupları yaşam buldu. Ayrıca hayvan
grupları genişledi ve farklar ortaya çıkmaya başladı.
Denizden Çıkış ve Karalarda Kolonileşme
Kara parçalarının ilk sakinleri bitkiler oldu. Yeşil
alglerin akrabaları olarak kabul edilen ilk bitkiler, hızlı
bir şekilde evrimleşerek çeşitli haller aldılar.
İlk Toplu Yok Oluş
Dünyada meydana gelen aşırı soğuma ile birlikte
deniz canlılarının %85’inin soyu tükendi. Sonucunda
ise balıklar daha geniş bir yaşam alanında var olmaya
başladı.
Karada Yürüyen Balık
Bitkilerden sonra karaya çıkan şey balıklar oldu.
Denizden çıkan balıklar çeşitli evrimlere uğrayarak,
büyük omurgalı ve semender benzeri görünümde olan
canlılar farklı uzuvlar üretti
Sürüngenlerin Şafağı
Yaklaşık 320 milyon yıl önce evrimleşen ilk sürüngenler
kara yaşantısının temellerindendir. Güçlü
yumurtalarını denize taşımak zorunda olmayan sürüngenler
bağımsız kara yaşantısının ilk örnekleri arasında
yer almaktadır.
Pangea
Çoğumuzun bildiği bir süreç. 300 milyon yıl önce
tüm kıtalar birleşti ve tek kıta haline gelerek pangea’yı
Türk Yolu
oluşturdular. Ardından pangeanın ayrılmaya başlaması
ile birlikte günümüz kıtaları oluşmaya başladı.
Büyük Yok Oluş
Permiyen yok oluşu olarak da adlandırılan bu dönem
dünya tarihinin en kötü yok oluşu olarak kabul
edilmektedir. Deniz ve kara türlerinin %96’sı yok olmuştur.
Bu olayın gerçekleşme sebebi olarak büyük
volkanik patlamalar gösteriliyor.
İlk Memeliler
Dinozorların ortaya çıkarak çeşitlendiği bu dönemde
ilk memelilerin evrimi de gerçekleşti. Bu canlıların
geceleri aktif olan ve kıllı ya da kürklü canlılardan
oluşmakta olduğu tahmin ediliyor.
Triyasik Yok Oluş
Dinozorlar karanın en güçlü ve gösterişli canlıları
iken, denizde yer alan ‘ihtiyozor’ adı verilmekte olan
sürüngenler ise denizlerin en büyük yırtıcıları haline
geldi. Nedeni bilinmeyen triyasik yok oluşun ardından
dinozorlar daha da büyüyerek, oldukça dominant
bir tür haline geldiler.
İlk Kuşların Ortaya Çıkması
Yaklaşık 160 milyon yıl önce ilk kuş çeşitleri, tüylü
dinozorlardan evrimleşerek ortaya çıkmışlardır.
Çiçeklerin Ortaya Çıkması – Bitki Devrimi
Bitkiler 465 milyon yıldır karada yaşıyor olsalar da
çiçeklerin ömrü yaklaşık olarak 130 milyon yıldan
oluşmaktadır.
Dinozorların Yok Oluşu – Dünyanın Beşinci Kez
Yok Olması
65 milyon yıl önce günümüzde Meksika’nın bulunduğu
bölgeye büyük bir göktaşı düştü. Çok şiddetli
bir patlama sonucunda dünyadan yükselen toz bulutu,
atmosferin üst katmanlarına kadar yükseldi ve güneş
ışığının dünyaya ulaşmasını engeller hale geldi.
Ardından, dünya karanlık ve soğuk bir hale geldi.
Bunun sonucunda meydana gelen beşinci yok oluşta
dinozorların yanı sıra büyük deniz sürüngenleri de
dahil olmak üzere birçok canlının soyu tükendi.
İlk Primatların Evrimi
Güneş ışığını kullanarak, besin ihtiyaçlarını karşılamak
adına şeker üreten bitkiler fotosentezlerini geliştirdi
ve bu işi daha iyi yapar hale geldi.
İlk Hominidler – İnsanlığa Doğru Giden Yol
İlk kuyruksuz ve iri maymunlar Afrika kıtasında 25
milyon yıl kadar önce ortaya çıktılar. Bu grup kendi
arasında çeşitli evrimler geçirerek insanlar, şempanzeler,
orangutanlar ve goriller gibi çeşitli türlerin
oluşmasını sağladılar. Bu ayrımın tam olarak ne zaman
gerçekleştiği bilinmiyor olsa da bilinen en eski
hominid yaklaşık 7 milyon önce yaşamıştır.
İnsan Türünün Ortaya Çıkması
İnsan türünün dünyadaki yaşamı 200 bin yıl öncesine
dayanmaktadır. Dünyanın en genç türü olan insan,
Afrika’dan bütün kıtalara doğru hızlı bir şekilde yayılmışlardır.
Belki de bizim yaptıklarımızda dünyayı altıncı yok
oluşa doğru sürükleyecek ve yeni bir türün ortaya çıkmasına
neden olacaktır. Buna rağmen dünya tarihinde
yaşanan olayları bir araya getirip, sentezleyerek çözümleyen
ilk tür insandır.
45
Türklerin Birleştiği Yol
Kazım Karabekir’den
Günümüze Siber Güvenlik
Burak Bozkurtlar - Siber Güvenlik Uzmanı
Kazım Karabekir Paşa’ya sonsuz hürmet duyanlar olduğu
gibi ebedi bir düşmanlık besleyenler hep olmuştur.
Hürmet duyulmasının en belirgin nedeni, paşanın olaylara
her daim objektif olarak bakması, değişken durumlar
karşısında pratik zekasını çalıştırması ve makamları liyakatsızlıkla
işgal edenleri açıkça dile getirip, akıl dolu çözümleri
ile dikkat çekmesi diyebiliriz.
Düşmanlık besleyenler ise akıl, zeka ve izandan yoksun
olarak akıllarını kiraya vermeleri ve birazda atalarının izinden
gitmeyip, peşinden gittiğini iddia ettikleri şahısların
kişisel oyuncaklarına dönüşmeleri neticesinde kişisel menfaatine
hareket ettikleri için paşayı sevmezlerdi…
Kazım Karabekir’i ister sevin ister sevmeyin, kadim
Türk devlet geleneğinin günümüze kadar uzanan askeri
kurmay zekası ile istihbarat teşkilatında bıraktığı izleri her
yerde görmeye devam ediyoruz.
Bu çalışmada mektepli olan Kazım Karabekir Paşa ile
alaylı olan Kuşçubaşı Eşref’in liyakat ve hakikat ekseninde
yaptığı çalışmaların günümüzde büyük önem kazanan
“Siber İstihbarat” kavramı üzerine teknik iz düşümleri irdelenmektedir.
Dönemin hükümet yetkililerinin etrafını saran dalkavukluk
seddinin yıkılması hayli vakit almış, yöneticilerin akıl
tutulması epeyce artmış ve kişisel menfaatler ile arzuların
coşkunluğu gibi nedenlerle devleti yönetenlerin açığa çıkmaması
gereken kişisel bilgileri, yabancı servislerin eline
geçmiştir. Böylelikle bu donelerle şahsiyetler üzerinden
devlet ele geçirilmeye çalışılmıştır.
Karabekir Paşa’nın gerek hatıralarında gerekse kaleme
aldığı eserlerde dikkat çektiği hususların temelinde, devleti
yöneten idarecilerin, gaflet ve dalalet içerisinde bulunanların
hıyanete varan süreçlerini sonlandırmak amacıyla
oluşturulan İttihat ve Terakki gibi oluşumların yine farklı
gurupların etkileriyle amaçlarının dışında faaliyetlere sebebiyet
verilmesinden bahsedilir.
Özellikle Turan fikrinin ve Türk’ün töresinden yola çıkan
birtakım ifadelerin farklı ülkelerin haber alma servislerince
istismar edilmeye çalışıldığına da dikkat çekilmiştir.
Kazım Karabekir’in Genelkurmay İstihbarat Başkanı olduğu
dönemde telefon ve telgraf pek yaygın olan bir iletişim
türüydü. Tren altyapıları yabancı ülkelerin desteği ile
46
kurulabildiği gibi telefon ve telgraf hatları da yine yabancı
devletlerin desteği ile ülkemizde kullanılabilmekteydi.
Telefon ve telgraf konuşmalarının diğer devletlerin istihbarat
birimleri tarafından izlenebilir olması nedeniyle farklı
biçimlerde geliştirilen şifreleme yöntemleri de kullanılmaktaydı.
Tıpkı günümüzde kullanılan asimetrik şifreleme
algoritmalarına benzer yöntemler o dönemlerde de kullanılmaktaydı.
Belki de hızla gelişen teknolojiler karşısında
bağımsız ve millî bir iletişim yöntemi olmaması nedeniyle,
millî manipülasyon tekniklerinin gelişimi de o günlere dayanıyordu.
Yine günümüzde tüm bilişim altyapısı yabancı ülkelere
ait patentli teknolojiler, ülkemizdeki iletişim ve bilişim
teknolojilerinin kullanımına olanak sağlamaktadır.
Askeri teknolojiler ve halkın kullanımına sunulan birçok
teknoloji gerek ( CMMI ) NATO standartları gerekse uluslararası
standartların bir parçası olarak hayatımızın içerinde
yerini almıştır.
Askeri, sivil, iç güvenlik ve haber alma servislerimize
ait tüm bilişim altyapısının global olarak kabul gören teknolojiler
eşliğinde kullanıldığını göz önünde bulundurduğumuzda,
iletişimde milli ve yerli manipülasyon tekniklerinin
kullanımının ihtiyaçtan öte zorunluluk olduğu da
yadsınamaz bir gerçektir.
Özellikle son yıllarda darbe kalkışması deneyecek kadar
devletin içerisinde yapılanan terör örgütü mensuplarına
biat etmiş kripto elemanlarının yanı sıra devleti kendi
dükkanı gibi gören birtakım yapılanmaların da tıpkı Karabekir
Paşa’nın eserlerinde dikkat çektiği gibi günümüzde
de farklı isimlerle karşımıza çıkması ise ‘tarih tekerrürden
ibarettir.’ sözünün ne denli kıymetli olduğunun bir göstergesidir.
Günümüzde üstünsüz geçiş hakkı, geçişlerde ve iletişimde
öncelik hakkına sahip olmanın insan nefsine hoş gelen
kısımlarının, vatan savunmasında zafiyete yol açabilecek
durumlara yol açması ise ayrı bir tehlike olarak önümüzde
durmaktadır.
Global teknolojiler ile kurgulanan istihbarat teknolojileri
ve bu teknolojileri kullanan haber alma elemanlarının ister
istemez aynı teknolojileri kullanan diğer ülkelerin haber
alma servisleri ile de organik bir bağ kurulmasına sebebiyet
vermektedir.
Türk Yolu
Daha somut bir örnek vermek gerekirse yabancı bir istihbarat
servisinde çalışan bir Türk’e hayranlık beslenilmekte
ve daha gelişmiş istihbarat teknolojilerinin ülkemize entegrasyonu
için de avantaj sağladığı düşünülmektedir.
Dönemin idarecilerinin Türk askeri birliklerin komutasını
Alman kumandanlara bıraktıkları gibi günümüz idarecileri
de uzun yıllardır askeri, sivil, iç güvenlik ve haber
alma servislerini, geliştirilmeyip hazır olarak alınan
ve tersine mühendislikle millileştirilmemiş olan teknik
ekipmanlar vasıtasıyla gizlilik gerektiren bilgilerimizi five
eyes ülkelerinden Çin’e kadar birçok ülkeye teslim etmiş
durumdadırlar.
Her ne kadar 5G’ye geçiş süreci devlet başkanlığımız
tarafından 4.5G ile geciktirilmiş olsa da terör örgütünün
kripto elemanları ve bir takım cemiyetlerin etkisiyle başta
5G olmak üzere daha birçok yeni nesil iletişim ve bilişim
teknolojisi ülkemizde aktif edilmeye çalışılmaktadır.
Günümüzde hükümet yetkililerinin “Yatak odamıza kadar
girmişler.” şeklinde açıkça belirttikleri güvenlik zafiyetlerinin
tamamı yukarıda kısaca belirttiğimiz hususlarda
yeteri kadar önlem alınamaması nedeniyle olmuş ve olmaya
devam etmektedir.
Bu tip zafiyetler nedeniyle hassas görevlerde bulunan
idarecilerin manipüle edilerek dış güçlerin güdümünde
ülkeye faydadan daha çok zarar verebileceği de ayan beyan
ortadadır. Benzer zaaflar defalarca Milli Güvenlik Kurul’unda
yazılı olarak kayıt altına alınmıştır.
Konvansiyonel olmayan savaş teknikleri arasında yerini
alan ve özellikle sosyal medya ve denetlenemeyen uygulamalar
aracılığıyla tüm dünyada toplumsal olayları tetikleyen
siber savaş kavramı üzerine, geçmişte Türk toplumu
üzerinde yıkıcı etkilere neden olan stratejilerin günümüze
evrilmiş tekniklerini görmezden gelemeyiz.
Analog bir düşünce yapısı ile dijital silahların kullanım
hakkına sahibiz diye sevinenleri Karabekir Paşa’nın şu
sözleriyle deşifre etmekte fayda var:
Askerlerini iyi sevk edemeyen ve işgüzarlığından askerlerin
telef olmasına sebep olup toplumu kargaşaya sürükleyen
hallerin mimarına zamanında dediği gibi; “Kabahat
dünyadan haberi olmayan tüfekçilikten yetişme Abdi
Bey’e o vazifeyi verende!.. Daha büyüğü de bu gibi adamları
layık olmadıkları bu makamlara çıkaranlarındır.”
Günümüzde liyakatsizlikten bitap düşen kamu kurumlarımıza
bir de hiçbir denetime tabi tutulmadan her alanda
kullanılan bilişim teknolojileri de eklenince bir toplumun
konvansiyonel hiçbir silah kullanılmadan nasıl rehin alınabileceği,
gelecek nesillerin ipotek edilerek kendi kendini
imha eden bir topluma evrilme riski giderek majör boyutlara
ulaşmaktadır.
Yasa çıkarma yetkisi bulunan milletvekillerinin kullandığı
yabancı bilişim teknolojileri arasında telefon, bilgisayar,
elektronik posta ve saat gibi enstrümanları sıralayabiliriz.
Bu enstrümanların işlediği, aldığı ve manipüle ettiği
ne gibi parametreler vardır? Sorusunun sorulacağı ilgili bir
kurumun olmayışı, haliyle duyulmak istenmeyen yanıtların
neticesindeki sorunlara da çözüm getirmeyi imkansız
hale getirmektedir.
Kişisel veriler üzerinden gerçek bir soykırım yaşanması
içten bile değilken, kimin tarafından kontrol edildiği
-manipülasyona maruz kalıp yanlış ya da uygulanabilirliği
mümkün olmayan yasaların çıkarılmasına katkı sağlayabilecek-
vekillerin, milletten daha çok milleti köleleştiren
yabancı teknolojilerin meşruluğu adına manipüle edilmiş
dijital vekillere dönüştüğünü kim inkar edebilir?
Birçok kurumun iç tüzüğüne aykırı olan ve defaatle yayınlanan
genelgeler olmasına rağmen, genelgede imzası
bulunan kurum müdürleri ve başkanları dahi sunucuları
Türkiye’de bulunmayan, yabancı haber alma servislerinin
dijital silahı olan mesajlaşma uygulamalarını kullanıyor ve
kullanımını teşvik ediyor.
Görüldüğü üzere yasa var, ancak yasayı uygulayabilecek
irade adeta yok hükmünde.
En son, en hızlı, en gelişmiş teknolojileri kullanmanın
makam ve mevkiinin gücünü yansıttığını sanmak basit bir
yanılgıdan öte, ‘liyakatsizliğin dijital ordularının gönüllü
askerleriyiz.’ demekle eşdeğer bir durumdur.
İvedilikle yapılması gerekenleri sıralamadan önce, Kazım
Karabekir’den Günümüze Siber Güvenlik isimli çalışmamızın
önemini ve kıymetini anlayıp ‘Devlet ebed
müddet.’ ilkesini şiar edinen tohum ağaçlarımızdan can
suyumuzun ve sırat köprüsüne benzeyen yolumuza varabilmek
için kestiğimiz kurbanların hak tarafından kabulünü
diler, yolu kararan gençliği aydınlığa kavuşturacak olan
gerçek Asena’ya da selam ederim…
Devamı gelecek…
47
Türklerin Birleştiği Yol
ÜÇ BOYUTLU YAZICILAR İLE NELER YAPILDI
Avrupa’nın
ilk üç boyutlu
yazıcıyla
üretilen
‘yaşanabilir evi’
Hollanda’da
inşa edildi
Hollanda’nın Eindhoven kentinde
inşa edilen Avrupa’nın ilk yaşanabilir
üç boyutlu baskı evi kiracılarına
teslim edildi.
Avrupa’da ilk kez üç boyutlu yazıcıyla
üretilen ev Eindhoven Teknik
Üniversitesi, Eindhoven Belediyesi ve
İnşaat firmalarının ortaklaşa geliştirdikleri
proje kapsamında inşa edildi.
Evin ilk sakinleri Amsterdam’da yaşayan
emekli çift Elize Lutz ve Harrie
Dekkers oldu. Evde ilk günlerini
geçiren çift kısmen kullanmaya başladıkları
eve ağustos ayı itibariyle yerleşeceklerini
belirtti.
AA muhabirine konuşan çift evde
fark edilen ilk detayın ses yalıtımı olduğunu
vurguladı.
Lutz, ev için “Çok güzel” ifadesini
kullanan Lutz, “Ses ve ısı yalıtımı çok
iyi” olduğunu söyledi. Eşi Dekkers
ise evin tıpkı bir sığınak gibi güvende
hissettirdiğini belirti.
Yüzde 30 daha az malzeme ile inşa
edildi
Eindhoven Teknik Üniversitesinden
Prof. Dr. Theo Salet, 3 boyutlu yazıcı
ile üretilen evin yüzde 30 daha az malzeme
ile yapıldığını aktardı.
Eindhoven’daki bir fabrikada imal
edilen 94 metrekarelik evin duvarlarının
yazdırılması yaklaşık 120 saat
sürdü.
94 metrekarelik evin duvarları 120
saatte yazdırıldı
Fabrikada yazdırılan ev daha sonra
kamyonetle taşınarak Bosrijk bölgesindeki
Beatrix kanalının kıyısına getirildi.
Burada çatı ve pencerelerinin
takıldı.
Duvarlar kamyonetle taşındı, çatı ve
pencere inşaat alanında yerleştirildi
Üç boyutlu yazıcıyla inşa edilen evin,
normal yöntemle inşa edilenlere göre
daha pahalıya mal olduğuna dikkat
çekildi.
Son yıllarda, kısmen 3 boyutlu baskı
ile özellikle Fransa ve ABD’de inşa
edilen evlerin ardından, dünyada 3 boyutlu
baskıların kullanıldığı projeler
artmaya devam ediyor.
1995-96 yıllarında MIT’de 3D baskı teknolojileriyle
üretilen bir Ayasofya modeli.
11 Aralık 2000’de 3D baskı teknolojileriyle üretilen ve
başarılı olan ilk insan böbreği.
48
Türk Yolu
3 Boyutlu Yazıcıdan Kişiye Özel Araba!
İki firma İtalyan araba parçaları üreten
X Electrical Vehicle ve 3 boyutlu
yazıcı firması Polymaker, 3 boyutlu
baskıdan otomobil üretmek için önemli
bir işbirliğine gitmişti. Bu yapılan işbirliğinden
sonra 3 boyutlu yazıcıdan
basılmış 2 kişilik bir otomobil üretildi.
Tasarım programları kullanılarak modellenen
araç için ilk aşamada özel
olarak 3D yazıcılar üretildi. Ardından
bu 3D yazıcılar kullanılarak otomobil
üretilmiş. Üretilen araç ilk aşama da
saatte 70 km hız yapabiliyor ve 150
km’lik bir menzile sahip. Çin’de kurulması
planlanan üretim tesisi ile maliyetlerin
azaltılması planlanıyor. Ayrıca
kurulacak Ar-Ge tesisi ile kişiye
özel araçlarda üretileceği açıklandı.
Şuan için 7000 sipariş alındığını
belirten şirket, yılda 500 adet aracın
üretimini yapacağını açıkladı. Geleneksel
arabalarda kullanılan binlerce
parça yerine daha az parça ile üretilen
bu araç için ilk aşamada 10 bin dolar
gibi bir fiyat belirtiliyor. 450 kg ağırlığına
sahip araç, ayrıca güvenlik önlemlerine
de sahip olacağı açıklandı.
3D Yazıcı İle Neler Yapılabilir
49
Türklerin Birleştiği Yol
Türk Yolu
Yeni Medeniyetin Yolu
Rafet ULUTÜRK - BULTÜRK Derneği Genel Başkanı
Topraktan geldik, toprağa döneceğiz. Bu iş nasıl
bir iş?
Anlamı, cevabı bulunamayan bir soru.
“Türk Yolu!” Milattan 4-5 yüz yıl önce yürüdüğümüz
ve döşediğimiz medeniyetler yolu. Bizim
için ana kurdun memesinden aldığımız güçle, Ergenekon
dağlar silsilesindeki volkanik patlamayla
Moğolistan’dan Karadeniz’in kuzeyinden Kırım
Yarımadasından ve Tuna’ya kadar saçılmamız ve
TURAN topraklarına yerleşmemiz anlamı taşır.
Ve atalarımız adına Orta Asya bozkırları denen
bu topraklarda belirmezden önce aynı bozkırlarda
6 bin yıl Hint-Avrupa uygarlığı varmış. Onlar da
hayvancılıkla geçinen göçebe halklarmış. Altay
Türkleri, Moğollar ve Mançurlar karşısına dikilince
sıkıştırılmışlar. Kaçtan kaçı Avrupa’ya kaçarak
kurtulmuş ve diğerlerine ne olmuş? Dikili
taşlardaki yazılar henüz herşeyi anlatmıyor ya da
biz okuyamıyoruz.
Dile gelen ve kanıtlar sunan kadim tarih TU-
RAN kurucusu Hint-Avrupa medeniyetidir, terk
edildiğinde zarına Türkler farklı bir kimlikle dolarlar.
Altay insanı Türkçe konuşur ve Türk uygarlığını
kurandır.
Tarih M.Ö. V. yüzyıldır! O gün bugün Orta Asya’dan
Hazar’a, Kafkaslara, Karadeniz’e, Anadolu’ya,
Balkanlara ve Orta Avrupa’ya Türk akımı
asla durmamıştır.
•1071 Malazgirt Zaferi,
•1389 Kosova Zaferi,
•1453’te İstanbul’un fethi,
•1529 Birinci Viyana kuşatması,
•1683 İkinci Viyana kuşatması,
•1918 Çanakkale Zaferi,
•1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu,
•Macaristan Cumhuriyeti,
•1974’te KKTC’nin ilanı,
Bulgaristan Türklerinin 1989 İsyanı, vs.vs hep
bu durmayan akımın zafer aşamalarıdır.
1992’de Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Sovyetler
Birliğinden ayrılarak bağımsızlıklarını ve
egemenliklerini ilan ettiler. 2020’de Karabağ zaferi
Çin sınırından Akdeniz Türk ve TURAN yolunu
ardına kadar açtı. XX. yüzyıl boyunca süren
bölgesel Rusya İmparatorluğu ve Sovyet egemenliği
tasını tarağını topladı. TURAN dünyası yeniden
dirildi ve şahlandı.
Ankara “Beştepe Cumhurbaşkanlığı” Türk
Dünyası’nın Batı Başkenti ilan edildi.
Yeni medeniyet çağında gönül gelişmeler birbirini
izliyor.
Bu yeni medeniyetin büyük önderi Türkiye
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı hükümeti Başkanı
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Tüm dünya bilir ki, uzun ve şaibeli deniz yolları
Türk Yolu raylarına oturmadan ve Orta Asya TU-
RAN dünyası doğal gaz ve petrolü boru hatlarıyla
Batı Avrupa’ya ve Çin’e akmadan sökülenler sökülmeye,
didişenler didişmeye ve çökenler çökmeye
devam edecektir.
Yeni medeniyetin üzerine bina olacağı kilit
taşı Türk kimliği, Türk ruhu ve zekâsıdır.
Bu yenidünya medeniyeti Büyük Okyanus’tan
Atlantik Okyanusuna Asya ve Avrupa “Türk
Yolu” etrafında uzanırken dolayında dünyanın
tam yarısı – 4 milyar insan yaşayacak ve yaratacaktır.
İnsanlığın tüm umutlarının toplandığı bu
demiryolunun boyunda Güneş doğup batarken 65
Türk boyunun birliği ve beraberliği hayata nabız
verecek ve esin olacaktır.
50
Türk Yolu
Yeni medeniyetin üzerine bina olacağı kilit taşı
Türk kimliği, Türk ruhu ve zekâsıdır.
Orta Asya halkları arasında tarih sahnesine son
çıkan Türkler, o zaman oldukları gibi bugün de
hepsinden daha atılgan ve zekidir. At üstünde
uçarken ok atarak geniş coğrafyaya yayılıp yerleştiler.
Bugün de “Covid-19” insanlığı boğazlayınca
aşıyı yine bir Türk buldu. Biz Türker’de
öncü olmak kaderimizdir.
Altay Türkleri Hint-Avrupa halkları medeniyetinin
mirasçılarıdır.
Moğollar dünya imparatorluklarından en büyünü
kursalar da yorulup kabuklarına çekildiler.
Selçuklu, Osmanlı ve III. Roma medeniyetlerini
bugün de yaşatan Türkler Cumhurbaşkanlığı hükümet
düzenini kurdu.
Orta Asya ve Sibirya Türk kıtasına bir gün
“Rusya” diyenler, bozkırları yeni bir medeniyetle
yeşertemeyince, tükenmiş ve dünyaya dağılıyor.
XXI. yüzyılın başında dinlenmiş, uyanmış ve dirilen
bir Orta Asya, Kafkaslar, Anadolu, Balkanlar
ve Batı Avrupa Türk ruhu görüyoruz. Develeri,
atları ve çarşı pazarlarıyla tarihte kalan “İpek
Yolu” medeniyetine biz “Türk Yolu” deyince,
Türk medeniyeti “kopyadır” deyip dil uzatmaya
çalışanlar belirdi. Temellerindeki Türk dilinin özgünlüğüne
bir şey diyemediler. Türklerin yazı dili
TURAN medeniyetine motor olmuştu. “Gözleri
mavi, yüzlerinde Hint-Avrupa çizgileri var” -
karışmışlar – deseler de ANT sözü, soya, tarihe
ve yarattıkları medeniyete vefa ve sadakatleri nefes
kesti.
Altay halkları insanlık tarihine çözülmeyen, sökülmeyen,
yıkılmayan, yenilmez, geri dönmez,
boyun eğmez çok sert bir bütün olarak girmişti ve
eski medeniyetin temel düşüncesini değiştirirken,
inanç ve imanı, ahlak ve edebi merkeze çekmiştir.
Tan gri (Tangra) onların tanrısıdır. Tarih boyu
Türk kimliğindeki halkların düşünce temelinde
TURAN dünya görüşü vardı. Türk devletlerinden
hangisinin vatandaşı olursa olsun Türk bireyin,
soyun ve halkın özünde Altaylı oluş özü korunmuştur.
Türklük adına ve uğruna her an can feda
etmeye hazır oluş güçlenmiş, ata-erkil köklerde
aile, soy ve devlet yapısı her yerde dikey kalmış,
dine bağlılık, iman güçlenmiş, tek Tanrılı inanç
ve tek hükümdarlı düzen yaşatılmıştır. İslam’a
geçtikten sonra da aynı ilkeler Sofizme işlenmiş,
yeşermiş ve güçlenmiştir.
Tarihsel açıdan çok yakında, Orta Asya ve
Anadolu tarihimizde Moğol saldırılarına hedef
olsak da Türkler öz medeniyetlerini koruyup
yeni koşullara aktarmıştır.
Türkler başka milletlere öfke ve düşmanlık beslemeyen
bir bütündür. Diğer milletlerin özünü
yaşatarak onlarla bütünleşmek yalnız kendilerine
ait olan bir özelliktir. Türk halkları insanlığa
emsalsiz bir birlikte yaşama kültürü, daha önce
bilinmeyen çok zengin bir maneviyat getirmiştir.
Yediden yetmişe asker, tek yürek, göçebe bir millet
olsalar da her zaman ve her yerde dikey soyluların
TURAN toplumu olarak yaşamışlardır.
Emsalsiz oluşlarına büyük abide Kazakistan
Yeşil Kentteki Ahmet Yesevi Hoca anıt kabridir.
Her devirde her zaman en yüce değer olan Türk
simgesi Kazakistan ALTIN İNSAN TAPINA-
ĞI’NDA yaşar. Modern Türk tarihinin en yüce
mozolesi ise Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara
Anıt Kabridir.
Bunlar yeni TURAN medeniyetinin yol taşlarıdır.
Kalın sağlıcakla,
51
turkyolu.org