08.06.2021 Views

Türk Yolu Dergisi - 2

Türk Yolu Strateji ve Araştırma Dergisi 2. Sayı Mayıs 2021

Türk Yolu Strateji ve Araştırma Dergisi 2. Sayı Mayıs 2021

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Sayı: 2 | Mayıs 2021

Türklerin Birleştiği

“Türk Milletinin Yaratılış Nedeni Cihana Hakim Olmasıdır.”

• Dünyaya Ayar Veren Türkiye – Murat Ulutürk

• Oğuz Kağan Aslında Zülkarneyn Peygamber Mi?

Oktan Keleş

• Türklerin Asrı 21. Asra Giden Yol Türk Yolu –

Ahmet S.Arslan

• Bu Salgında Ne Öğrendik. – Prof.dr. İsmail H. Aydın

• Orhun Abideleri Dünya Türklerinin Ortak Değeridir.

Prof.Dr. Ahmet Taşagil

• Esrarengiz Hat İstanbul-Kudüs-Mekke - Rafet Ulutürk

• Dikkat: Zekat-Namaz Dengesi!

Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil

• Hıdrellez – Ahmet Yaşar Ocak

• Anadolu’da Türk İslam Mührü

Prof.Dr. Beyhan Karamağralı

• Türk Dünyasının Yakın Geleceği – İsmail Cengiz

• Kazım Karabekir’den Günümüze Siber Güvenlik

Burak Bozkurtlar


Türklerin Birleştiği Yol

Türk Yolu Dergisi

Yıl: 1 | Sayı: 2 | Mayıs 2021

TÜRK KONSEYİ

Stratejik Araştırma

PLATFORMU

adına İmtiyaz Sahibi

Murat ULUTÜRK

TEMSİLCİLİKLER

ABD

Ali GÖKAY

Afganistan

Abdulhekim MAHDUM

Kırgızistan

Atila GÜVEN

Kırım

Eskender BARİİEV

Yazı İşleri Müdürü

Ahmet Selim ARSLAN

Genel Yayın Yönetmeni

Rafet ULUTÜRK

Yayın Kurulu Başkanı

Doç. Dr. Süleyman ÖZMEN

Yayın Kurulu

Prof. Dr. Ahmet ÇOLAK

Prof. Dr. Hayati DURMAZ

Prof. Dr. Seçkin DİNDAR

Prof. Dr. Ramazan BİÇER

Doç. Gökçe Yükselen A. PELER

Editör:

Raziye ÇAKIR

Yayın Koordinatörü

İbrahim SOYTÜRK

Dış Temsilcilikler

Koordinatörü

Av. Seniha R. SABRİ

Hukuk Danışmanı

Av. Umur ÖZERSİN

Grafik Tasarım

Abdullah EFENDİ

Yönetim Merkezi

Londra - İngiltere

Almanya

Seniha Rasim SABRİ

Azerbaycan

Ekber GÖŞALI

Belçika

Yusuf CİNAL

Bulgaristan - Sofya

Hikmet EFENDİ

Çuvaşistan

Oleg TSEPLENKOV

Dağıstan

Yangurchi ADZHİEV

Gagauzya

Oleg GARİZAN

Hollanda

Fatma AKTAŞ

İspanya

İbrahim ÖZKALEMKAŞ

Karaçay

Hasan HALKOCH

Kazakistan

Nurgali JUSİPBAY

Türkiye:

Avrasya Gıda Tur. İnş. Reklam ve Yayın

San. Tic. Ltd. Şti.

Cevatpaşa Mah. Tevfik Fikret Cad. No:

13/B Bayrampaşa - İstanbul

KKTC

Doç.Dr.Güven ARIKLI

Kosova

Sali SALLAH

Makedonya

Enes İBRAHİM

OMSK

Altınay JUNUSOVA

Özbekistan

Bahtiyor ABDUKARİMOV

Romanya

Erol MENADİL

Rusya - Moskova

Katya TYDYKOVA

Tataristan

Bary DAVLETRAREEV

Türkiye - Ankara

İsmail CİNGÖZ

Türkiye - İstanbul

Nedim BİRİNCİ

Yakutya

Valery LUKOVTSEV

Reklam ve İşbirlikleri için:

merhaba@turkyolu.org

turkyolu.org

instagram.com/turkyoludergi

facebook.com/turkyoludergi

twitter.com/turkyoludergi

2


Türk Yolu

İÇİNDEKİLER

4—Dünyaya Ayar Veren Türkiye - Murat Ulutürk

6—Oğuz Kağan Aslında Zülkarneyn Peygamber Mi? -Oktan Keleş

8—“Türklerin Asrı 21. Asra Giden Yol Türk Yolu” - Ahmet Selim Arslan

10—Özgürlük Anıtı’nın Parasını Osmanlı Sultanı Abdülaziz Vermişti

12—Bu Salgından Ne Öğrendik ? -Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın

14—Dünyanın İlk Tapınağı Göbeklitepe Hakkında Bilmemiz Gereken 14 Şey

16—Orhun Abideleri Dünya Türklerinin Ortak Değeridir - Prof. Dr. Ahmet Taşağıl

18—El Cezeri Kimdir Ve Eserleri Nelerdir?

19—Anadolu’da İpek Yolu Hüviyetindeki Yollar

20— Esrarengiz Hat (İstanbul – Kudüs – Mekke) - Rafet Ulutürk

22—Tarih Boyunca Türklere Karşı Yapılan Soykırımlar

24—Dikkat: Zekât-Namaz Dengesi! - Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

26—Türk Tarihinde Yada Taşı (Yada-Jade-Yeşim)

28—“Covıd 19 / Korona” Biyolojik Silahmıdır.? - BGSAM

29—Savulun Akıncılar Geliyor - Mete Yarar

30—Hıdrellez - Ahmet Yaşar Ocak

32—Su İçme Hakkında Bilinmeyenler

33—Türkiye’nin Gökyüzündeki Başarıları, Yerli İHA ve SİHA’lar

34—Anadolu’da Türk İslam Mührü - 1 - Prof. Dr. Beyhan Karamağralı

36—Haydarpaşa Garı’ndaki Kazılarda 2 Bin 400 Yıllık Anıt Bulundu

37—Dünyanın Merkezi İstanbul’daki Milyon Taşı

38—Türk Dünyası’nın Yakın Geleceği - İsmail Cengiz

40—Kristal Çocuklar

42—Dünya Haritasındaki Büyük Yalanın Sırrı Ne? - Oktay Volkan Alkaya

44—Dünya Tarihinde Yaşanmış Dönüm Noktaları

46—Kazım Karabekir’den Günümüze Siber Güvenlik - Burak Bozkurtlar

48—Üç Boyutlu Yazıcılar İle Neler Yapıldı

50—Türk Yolu Yeni Medeniyetin Yolu - Rafet Ulutürk

3


Türklerin Birleştiği Yol

Dünyaya Ayar

Veren Türkiye

Murat ULUTÜRK

Her Adımında Ekseni Kayan Dünyayı Eksenine Oturtan

Bir Türkiye

Dünyanın yeniden dizayn edilmesi yeni bir uluslararası kuruluş

sürecinden geçtiği bu dönemde

Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik siyasi askerî sosyal ve diplomatik

alanlarda mevcut gücüne güç katarak bölgesinde çok

daha etkin olmak İçin bütün hazırlıklarını bütün çalışmalarını

titizlikle yaptığı çok net gözleniyor.

Görünen o’ki Bu asır TÜRK ASRI olacak.

Büyük Türk İmparatorluğunun Kuruluşunun ayak seslerinin

bütün dünyada hissedildiği bu dönemde

Yeni Büyük Türkiye’nin ve Londra-Pekin hattında oluşturulan

güncellenmiş geliştirilmiş tarihi “İPEK YOLU” Dünya

Türklerinin Birleştiği Büyük TÜRK YOLU’nun güzergahında

bulunan 65 ülkede yaşayan ve nüfus olarak’da çoğunda kahir

ekseriyeti temsil eden TÜRK Halklarının yıldızlarının daha’da

parlayacağı bir asır olacağı gerçeğiyle

Türkiye ve Türkiye Türkleri 21. yüzyılın TÜRK ASRI’nın Kİ-

LİT ÜLKESİ Müracaat ülkesi olacağından en ufak bir şüphemiz

yoktur.

Görülüyorki

Yeni Büyük Türkiye

Libya’da

Suriye’de

Irak’ta

Doğu Akdeniz’de

Karadeniz’de

Azerbaycan-Karabağ’da bugüne kadar emperyalist ve ırkçı

Devletlerin yaptıkları zulüm ve işkencelere soykırımlara dur

diyerek mazlumların ümitleri hamileri olan büyük ve güçlü bir

Büyük Türkiye var.

Büyük Türkiye

Tüm emperyalistlerin bildiği gibi,

Artık Afrika ülkelerinde’de MÜSLÜMAN KİMLİĞİYLE ön

plana çıkan onların uyanarak Büyük Türk İSLAM BİRLİĞİ çatısı

altında sahip oldukları enerji kaynakları yeraltı kaynakları

her türlü zenginlik kaynaklarının kendilerine ait olduğunu ve

ancak kendi iradeleri ile işletilip Dünya’ya arz etmelerinde hayati

bir rol model olan Büyük Türkiye ile birlikte çalışmak İçin

açılan Türk yoluyla çok büyük önem kazanıyor.

21’inci yüzyıl Büyük Türk Yolunun Açılışı Büyük TÜRK AS-

RI’nın inşası TÜRK-İSLAM âlemi ve mazlum Milletlerin İstiklal

ve İstikballerine müjdeli haberlerle geleceği beklenen Büyük

ve Güçlü Büyük Türkiye

Enerjinin kalbi olan

Körfez ülkelerinde

İpek Yolu’nun

Karadeniz

Kafkasya

Kızıldeniz

Akdeniz

Ege ve Balkan coğrafyalarında biraz sancılı’da olsa kendini

göstermeye başlamış Büyük Türk İmparatorluğunun Kuluş Ayak

Seslerini Herkesin Duyması Görmesi Bilinciyle Çalışan Türkiye

Cumhuriyeti

Milletlerin devletlerin ve coğrafyaların tarihlerinde önemli

dönüm noktaları kritik yol ayırımlarını adeta kendisi belirleyip

nakşediyor.

Yaşadığımız coğrafyamız’da ülkemiz’de milletimiz’de işte

4

böyle mükemmel bir dönemden geçiyoruz.

Her doğum sancılı her değişim sıkıntılı olur ve bedel ister.

Artık dünya yeni bir doğuma hazırlık yaparken

Bugün yaşananlar doğum sancısı ve bu sancı çok kısa bir sürede

olup bitecek herhangi bir sancı değil

Geçmişte gördüğünüz yaşadığınız tüm yatırım kalıplarını artık

unutun.

Bu olacaklardan hiç kimse kaçamayacak bu fırtına herkese

dokunacaktır.

Her şey sil baştan yeniden yazılacak yeniden kurulacak

Her şeye hazırlıklı olun uyanık olun

Artık tüm insanlara dikkat etmelisiniz bu yıl tüm enstrümanlar

için geçici vur kaç yılı olacak

Bunların hiçbirinde uzun süreli pozisyon almaya hiç gerek yok

Ani hareketler yapınız ama hemen geri yerinize dönün

Çünkü dışarıda hiç kimse güvende değildir

Ancak her doğumda olduğu gibi mutlu günlerin başlangıcı acı

olsa’da finalde mutluluk ve huzur veren gülücükler sancıların

yaşanmasından sonra olur.

Tek dişi kalmış canavar Batının emperyalist ve faşist Medeniyetlerine

hatta tüm emperyalist dünya medeniyetlerine kafa

tutan

“Londra’dan Pekin’e” Bütün Ana ve Tââli olarak birleşerek

uzanan yolların tam merkezinde İstanbul-Türkiye ve Vefalı Büyük

Türk Milleti vardır.

Londra-Pekin arasında bulunan 65 Devletin Demografik yapısında

Müslüman olmalarının yanında TÜRK asıllı olanları yukarıda’da

bahse konu olduğu üzere kahir ekseriyeti oluşturmakta

olması’da tesis edilerek hizmete sunulan bu yolun isminin’de

“Büyük TÜRK YOLU” olmasını işaret ederek çok büyük

önem taşımaktadır.

“Türklerin Birleştiği Büyük TÜRK YOLU” olarak bizlerde

bu hususta canla başla çalışmalarımıza bıkıp usanmadan devam

edeceğiz

Türkiye’nin bu güçlü pozisyonu

ABD-AB ittifakının canını sıkan elini zayıflatan istenmeyen

yeni krizlere yol açacak olan zorlu bir durumu ifade ediyor.

Yeni dünyanın olası yol haritası üzerinden fikir teatisinde bulunarak

gelecek yılların yol haritasına konacak taşları ve nirengi

noktalarını tartışacak güçler günümüzün güçlü Büyük Türkiye’sinden

ürkerek ABD ile birlikte eski Türkiye’yi arıyorlar

Fakat bundan böyle onların aradıkları eski Türkiye ve Türk

Milleti yok

An itibariyle Emperyalist ve Faşistlerin korkulu rüyaları

Mazlum milletlerin hamisi Güçlü ve Kadim Büyük Türkiye ve

Aziz Türk Milleti var

Çok yakında bunu herkes görecektir.

Evet!

Brüksel’de tansiyon yüksek olacak.

Masaya konacak olan WASHİNGTON-BERLİN ve LOND-

RA-PEKİN HATLARI dosyalarında KİLİT ÜLKE TÜRKİYE

olacaktır.

Washington-Berlin ve Londra-Pekin hatlarındaki KİLİT

ÜLKE TÜRKİYE gerçeğini perçinleyen 15 gün içinde gerçekleşen

iki olaya dikkatle bakmakta yarar var.

a)Avrupa Birliği’nden ayrılan İngiltere hemen Türkiye ile yakınlaşarak

yankı oluşturacak bir anlaşma yaptı.

İngiltere KİLİT ÜLKE TÜRKİYE’Yİ neden seçmek durumunda

kaldı


Türk Yolu

b) Almanya’da Başbakan Angele Merkel’in partisi Hristiyan Demokrat

Birlik Partisi’nin genel başkanlığına Armin Laschet seçildi

Peki siyasilerin “Türklerin Armin’i” lakabını taktığı Laschet

NEDEN SEÇİLMİŞ OLABİLİR

Hiç düşündünüz’mü

Evet derin Almanya’nın KİLİT ÜLKE TÜRKİYE ile daha yakın

ilişki kurma planı olabilir’mi

LONDRA-İSTANBUL-PEKİN Hattı

İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) 1 Ocak’ta resmi olarak

ayrıldı

Birleşik Krallığın

AB harici geleneksel müttefiklerine döndüğü bu süreçte öne

çıkan yeni ve güçlü müttefiklerden biri Türkiye oldu

Londra böylece Ankara ile daha güçlü ekonomik bağlar kurma

arayışına girdi

Türkiye ile ortaklık kurmak

İngiltere’nin elini bu bölgelerdeki nüfuzunu sürdürme konusunda

daha’da güçlü kılacağı ortadadır

Aynı zamanda gerçekleşen ekonomik anlaşmalar

Ankara ve Londra’nın

Çin-Doğu Akdeniz-Avrupa hattında daha geniş bir iş birliği

yapmasına zemin oluşturabilecektir

Türkiye ile İngiltere beraberliğinin

Kıbrıs’ta garantör oluşları ve İngiltere’nin Kıbrıs’taki askeri

üslerini’de düşünürsek

Mısır ve Libya’da etkili bir ortaklık yapmaya adaydır

Londra-Pekin hattındaki derin bağlantıların

Türkiye’nin KİLİT ÜLKE KONUMUNA ağırlık kazandıracağı’da

söz konusudur

Bir’de son 10 yılda

Çin’den Türkiye’ye gelen yatırımların boyutu dikkate alındığında

ülkenin Türkiye’deki yatırım hacmini dörde katlamayı

planladığı görülüyor

Çin’in Türkiye’ye yönelik bu ilgisinin temel nedeni

Avrupa’ya kesintisiz bir ticaret hattı kurması, TÜRKİYE’NİN

MERKEZ VE KİLİT ÜLKE OLUŞUDUR

Yani bu hattın merkezi Türkiye’dir

Türkiye’siz bu hat ol(a)maz

İngiltere’nin Türkiye ile yaptığı ekonomik ve nihayetinde siyasi

parlak ilişkileri

Çin’in Türkiye’ye karşı bakışının güçlenmesine yol açtığı’da

unutulmamalıdır.

Çin’in “Bir -Kuşak- Bir -Yol Projesi” kapsamında bölge ülkelerine

yatırımlarını hızlandırırken

Türkiye’yede bu kapsamda daha’da artacak biçimde yatırımlarını

teşvik etmektedir

Londra-İstanbul-Pekin hattında

“Bir-Kuşak-Bir-Yol Projesi” sadece bir altyapı projesi olarak

algılanmıyor

Çin için bu proje yeni bir ekonomik düzene işaret ediyor

Bir kuşak bir yol projesi için (Belt and Road Initiative) en basit

tabiriyle üç kıtada kesintisiz ticaret ve iş birliğini sağlayacak

modern bir ipek yolu konsepti diyor

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 senesinde duyurduğu

ve 2049 senesinde tamamlanması planlanan bu proje Çin ve Avrupa

arasında demir yolu ağı ile kurulacak İpek Yolu ekonomik

kuşağına ek olarak

21. yüzyıl deniz yolu İpek Yolu’nun’da oluşturulmasını hedefliyor

Evet bu projeyi sadece bir finansman ve iş birliği fırsatı olarak

görmek doğru olmadığı gibi sadece bir tuzak olarak ele almak da

doğru olmayacaktır

Türkiye’nin bu projeye iki aşamalı bir stratejiyle yaklaşması

gerektiğini düşünüyorum

Birincisi 2049 senesinde tamamlanması planlanan projenin

altyapı ihtiyaçlarının tespiti ve bu yol üzerinde Türk Halklarını

bilgilendirmesi konularında odaklanmalı

İkincisi 2049 sonrasında bu proje tamamlandıktan ve Çin ile

Avrupa arasında güçlü bir ticaret hattı kurulduktan sonra bizim

nerede duracağımız olmalı

Yeni Büyük TÜRK YOLU eski İpek Yolu’nun dünya tarihindeki

önemi yadsınamaz bir gerçek

Görünen o’ki geçmiş zamanların bu masalsı hikayesi günümüzde

tekrar canlandığında dünya tarihini tıpkı geçmişte olduğu

gibi etkilemeye devam edecektir

Tarihi İpek Yolu bizim deyimimizle “Büyük TÜRK YOLU”-

nun yalnızca malların değil bilginin inançların ve kültürlerin’de

uygarlıklar arasında dolaşımına imkân sağlayacaktır

Avrupa ve Asya kıtalarını birbirine bağlayan ülke olarak Türkiye

Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nde çok önemli bir konumdadır

Türkiye yalnızca coğrafi açıdan değil Türk Halkları ile yakınlığı

ve her iki kıtayla kurduğu ilişkileri açısından’da önemli bir

köprü ülkedir

Korkmamıza gerek yok sadece hazırlıklı olalım

Çin Türkiye’ye yeni ekonomik politikası için kaynak akışını

hızlandırırken

Türkiye’nin Çin’e yaklaşımında kaynakları çeşitlendirme politikasının

etkili olduğu görülüyor.

Türkiye farklı bölgelere yöneliyor.

Türkiye ayağı kalkıyor.

Evet Atalarımızın daha o zaman söylenenlerin değerine şöyle

bir bakınca bugün sanki daha iyi anlaşılıyor.

- Mevlâna Konya’dan seslenmiş insanlara

“Ey Allah’ı Arayan Aradığın Sensin”

- Hacı Bektaş Veli Anadolu’nun başka bir yerinden haykırmış

“Benim Kâbem İnsandır Hiçbir Milleti ve Hiçbir İnsanı

Ayıplamayınız”

Aynı Felsefe Sisteminin bir Büyük Uleması Evliyaların ŞEYHİ

- Şeyh Edebali ise

Batı dünyasında devlet anlayışının oluşmasından ikiyüzelli yıl

üçyüz yıl önce

- Osman Gazi’ye

“Ey oğul insanı yaşat’ki devlet yaşasın”

Bunların anlamları bugün anlaşıldığı haliyle

“İnsanlar mutluluk ve huzur içinde yaşarsa devletler’de var

olur”

Devletlerin var olabilmesi için insanların huzurlu olması gerekir

İnsanın mutlu ve huzurlu olmadığı bir coğrafyada devletin

varlığı’da tehlikeye düşer” olarak yorumlanabilir

Kültürün değerli olmadığı bir toplumda büyük adam’da çıkmaz

Eğer’ki Kültürden Kastımızın Eğitim ve Öğretim Olduğu Anlaşılırsa

Büyük adamın çıkması için onu bekleyen ondan istifade etmek

isteyen bir toplum şarttır.

Büyük adamı toplum yetiştirir.

Böyle bir toplum ise bilim kültür ve sanatla yoğurulur.

İnsanı yaşatmak onun imkanlarını artırmakla olur.

Sevgili dostlarım hepinizin bayramını ayrı ayrı kutluyorum.

Allah bir daha ki Ramazan’a bizleri huzurla eriştirsin.

Sizlerden ricam bu bayram toplu mesajla değil sevdiklerimizi

arayarak bayramı kutlayalım.

Velhasıl

Büyük Türk İmparatorluğunun Kurulduğu,

Büyük TÜRK ASRINDA

“Türklerin Birleştiği Büyük TÜRK YOLU”

Dünya milletlerine,

Mazlum Milletlere ve tüm insanlığa hayırlı uğurlu olsun.

Mutlu Sağlıklı Bereketli Günler dilerim.

Selam Dua Ve Tevekkül İle

Hürmet Ediyor Saygılar Sunuyoruz

5


Türklerin Birleştiği Yol

Oğuz Kağan Aslında

Zülkarneyn Peygamber mi?

Oktan KELEŞ

“TÜRK TARİHİNE AİT YENİ SIRLARI” “Ve tarihi artık Türkler yazıyor” demiştik. Bu makale

ezberleri bozuyordu ve bozmaya da devam edecek. Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının

bilinen ilk yazılı belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden kaçan veya kaçırılan bir gerçek var ki, bu

gerçek de o kitâbelerde gizlidir.

Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının bilinen

ilk yazılı belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden

kaçan veya kaçırılan bir gerçek var ki, bu gerçek de

o kitâbelerde gizlidir.

Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının bilinen

ilk yazılı belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden

kaçan veya kaçırılan bir gerçek var ki, bu gerçek de

o kitâbelerde gizlidir.

Nedir bizim için çok önemli olan bu gerçek?

Bu gerçeği meydana çıkarabilmek için Kur’an-ı Kerim’in

Kehf Suresi’ne bakmamız gerekir. Çünkü asıl sır,

Yüce Vahiy Kitabı Kur’an-ı Kerim’dedir.

Şimdi Orhun Kitâbeleri’ne şöyle kısaca bir göz atalım:

“Ben Türk Bilge Kağan; doğuda gün doğusuna, güneyde

gün ortasına kadar, batıda gün batısına, kuzeyde gece

ortasına kadar hep milletler bana bağlıdır. Bunca milleti

hep düzene soktum, ilerlettim. Doğuya ordu sevk ettim.

Bunca yerlere gittim.

Tanrı (Tengri) yardım ettiği için milletime; gözle görülmeyen,

kulakla işitilmeyen yerler kazandırdım. Tanrı

buyruğu olduğu için, Devletli olduğum için size Kağan

oldum. Tanrı yardım ettiği için dört yöndeki milleti derleyip

topladım.

Ey Türk Milleti; Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe,

ilini, töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti, titre

ve kendine dön!”

Bilge Kağan meâlen ve orijinaldeki aslında şunları

da anlatmaktadır:

“ Gittiğim yerlerde güneşin kavurduğu, güneşin battığı

son millete gittim. Onların arasında hüküm verdim. Sonra

dünyanın öbür ucuna, güneşin doğduğu yere vardım.

Orada bulduğum milleti boyunduruğum altına aldım.

Birbirileriyle olan çekişmelerine son verdim. Ordumla

Tengri buyruğu olarak adalet getirdim. Tengri buyruğu

olarak bunları yaptım….”

Şimdi buraya kadar anlattıklarımız, asıl anlatacağımız

konuya hazırlık için ön bilgilerdi:

Şimdi, Kehf Suresi 85. Ayet ile başlayalım: “ O DA

BİR YOL TUTUP GİTTİ.”

Kehf Suresi 86. Ayet: NİHAYET GÜNEŞİN BAT-

TIĞI YERE VARINCA, ONU KARA BİR BALÇIKTA

BATAR BULDU. ONUN YANINDA (ORADA) BİR

KAVME RASTLADI. BUNUN ÜZERİNE BİZ: EY

ZÜLKARNEYN! ONLARA YA AZAP EDECEK VEYA

HAKLARINDA İYİLİK ETME YOLUNU SEÇECEK-

SİN, DEDİK.

6

Kehf Suresi 89. Ayet: SONRA YİNE BİR YOL TUTTU.

Kehf Suresi 90. Ayet: NİHAYET GÜNEŞİN DOĞ-

DUĞU YERE ULAŞINCA, ONU ÖYLE BİR KAVİM

ÜZERİNE DOĞAR BULDU Kİ, ONLAR İÇİN GÜNE-

ŞE KARŞI BİR ÖRTÜ YAPMAMIŞTIK.

Kehf Suresi incelenirse açıkça:

Bilge Kağan’ın anlattıklarının birebir aynısı olduğu ve

Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bu konunun aslının

nakledildiği görülecektir.

Bilge Kağan Kitâbelerinde şöyle devam etmektedir:

“Rahat hayata, zenginliğe, Çin’in ipeğine kanma!

Milletime, altını, beyaz gümüşü kazandırdım. Hükmettiğim

milletlere hakem olup, madenler erittim.”

Şimdi:

Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn (a.s)’den bahsedilirken;

Zülkarneyn (a.s)’ın Allah’ın emri ile (buyruğu ile)

bir ordu kurduğu, güneşin doğduğu yere bir yol tuttuğu,

yine güneşin battığı yere, dünyanın öbür ucuna bir yol

tutup gittiği, Allah’ın, O’na bu kavimler üzerinde; ister

adalet ile hükmet, ister azap et yetkisi verdiği açık açık

belirtilmektedir.Yine Zülkarneyn (a.s) kıssasında;Yecüc

ve Mecüc isminde bozgunculuk yapan kavimden bahsedilmekte,

bu bozguncuları Zülkarneyn (a.s) madenleri

eriterek, set çekerek, engellediği anlatılmaktadır.

Zülkarneyn (a.s)’ın özelliklerine baktığımızda; büyük

bir orduya sahip olması, kendisinin büyük bir komutan

olması, ordusuyla tüm dünyayı gezmesi ve Allah’ın emri

ile gittiği her yere iyilik, adalet ayrıca Allah bilgisi ve

töre götürmesidir.

Özelliklere lütfen dikkat buyurun: Kudretli bir komutan,

büyük bir ordu ve tüm dünyayı gezmesi…Özelliklere

devam edecek olursak; Güneşin en doğduğu ve en

battığı yere ve kuzey ve güneyin uçlarına kadar gitmesi.

Ve aynı zamanda Allah’ın buyruğu ile gittiği yerlerdeki

kavimlere adalet ve iyilik götürmesi…

Şimdi bir de Bilge Kağan’ın yazıtlarda anlattıklarına

bakalım:

Aynı şekilde Bilge Kağan’ın (Bilge denmesi; bilgili,

alim, erdemli bir insan olmasındandır.) Bilge Kağan da,

tıpkı Zülkarneyn (a.s) gibi bir komutan olup, büyük bir

orduya sahiptir. Ordusunun tıpkı Kehf Suresi’ndeki gibi

(O da bir yol tutup gitti ordusuyla) ayeti gibi güneşin en

doğduğu ve en battığı yere, kavimlerin üzerine gittiği

(bu bir Tanrı buyruğudur demesi) yine adaletle hükmetmesi

ve gittiği yerleri milletine kazandırması, buralarla

beraber buraların değerli madenlerini ve zenginliklerini


Türk Yolu

Bilindiği gibi Orhun Kitâbeleri Türk dünyasının bilinen ilk yazılı

belgeleridir. Ancak yüzyıllardan beri gözden kaçan veya kaçırılan bir

gerçek var ki, bu gerçek de o kitâbelerde gizlidir.

yine milletine kazandırması ve “Ey Türk Milleti, Üstte

gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, ( ki burada da

Kıyamete atıf yapılmaktadır.) ilin tören bozulmayacaktır,”

diyerek, Türklerin Allah buyruğu ile hareket ettiklerini

ifade etmesi tıpkı Kehf Suresi ile neredeyse birebir

örtüşmektedir.

Türkler, aynı zamanda genel millet olarak; Hz. Ali’nin

(Kerremallahu veche- Hiç puta tapmamış) sırrında bir

kavimdir.

Atilla yazıtlarında geçen, Atilla Romalıları tarif ederken;

“PUTA TAPAN KAVİMDİR” der ve şöyle devam

eder; “ IRKIMDAN OLAN PUTA TAPMAZ!”

Sanıldığı gibi Türkler Şaman olmamışlardır. Puta da

tapmamışlardır. Var olduklarından beri tek Tengri, tek

Allah inancına sahip olmuşlardır.

Yine yazıtlardan öğrendiğimize göre Türkler; Allah’ın

en büyük Kudret olduğuna, yeri göğü yarattığına, yeri

yeşerttiğine, öldüren ve dirilten O olduğuna inanmışlardır....

Biz burada konuyu kısaca ele alıyoruz.

ZÜLKARNEYN (A.S) BİLGE KAĞANDIR

Tarihin gizlediği ve bilerek gizlendiği bir sırdır….

Peki Bilge Kağan gerçekte kimdir? Biraz sonra o konuya

geleceğiz, konumuza devam edelim:

Şimdi, Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe…

Sözlerinin manalarına bir göz atalım.

Bu sözü söyleyen Bilge Kağan’dır. Şimdi Kehf Suresi’nde

geçen Zülkarneyn (a.s)’ın özelliğinden bahsedelim.

Zülkarneyn (a.s) Yecüc ve Mecüc isimli kavimin

arasına set çeker. Yecüc ve Mecüc kıyamete yakın en büyük

alamet olarak, yine Kur’an’nın ifadesine göre, seddi

delecek ve bu kıyametin büyük alameti olacaktır. (Seddi

delmek ve yerin delinmesi.) Bu ifadeler, daha öncede

söylediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde kıyamet

tarifinin neredeyse birebiridir. (Gök çökerse, yer

delinirse kıyamet olmaz mı? Kur’an ifadesiyle yer beşik

gibi sallanmaz mı? Güneş dürülmez mi?)

Bilge Kağan’da aynı ifadeyi o günkü anlayışa, o günden

bugüne adeta kelimelere bir zaman yolculuğu yaptırarak

anlatmıştır.

Zülkarneyn (a.s)’da, kendi yaşadığı dönemde, çağına

hükmetmiş, kendi döneminde yapmış olduğu sed, kıyamete

yakın delinmesi sebebiyle, bu çağa da hitap etmektedir.

Konu çok daha detaylı olup mümkün mertebe biz

kısaca anlatmaya gayret etmekteyiz.

Bu anlattıklarımızdan sakın bir ırkın öne çıkarılması

yapılıyor sanılmasın. Anlatılmak istenilen açıktır. Türk

ırkının, Türk Milleti’nin Rahmani olduğunun vurgulanmasıdır.

Önemli bir not düşecek olursak:

Zülkarneyn (a.s); ordusuyla dünyanın her yanına gittiğinde,

oradaki kavimlerden de ordusuna asker ve komutanlar

katmıştır. Tıpkı Bilge Kağan’ın yaptığı gibi. Türk

milleti de içinde barındırdığı tüm unsurlarla bir millettir.

Oğuz, Öğüz, Öküz: (Güçlü, dev boynuzlu manasına

gelmektedir.)

Zülkarneyn ise Arapça’da; çift boynuzlu manasına gelmektedir.

Oğuz Kağan; Kendi döneminde, başına giydiği, boynuzları

olan başlıkları ile ünlüdür.

Oğuz denmesinin bir sebebi de çok güçlü olmasındandır.

(Türk gibi güçlü!)

Kur’an-ı Kerim’de; Allah’a kurban edilecek kurbanlıklar

arasında, keçi, koyun, deve, sığır sayılmaktadır.

Bunlardan en makbulü, gücünden dolayı sığırdır. Koyun,

keçi vs. göre daha güçlüdür...

İlahi esrariye de Allah’a kurban millet (gücünden dolayı)

; TÜRK MİLLETİDİR! (Ariflere)

Bilge Kağan acaba Oğuz Kağan mıdır?

(Unutmayalım ki, bilge lakabi bir isimdir, az önce de

söylediğimiz gibi; Bilge denmesi; bilgili, alim, erdemli

bir insan olmasındandır.)

BİLGE KAĞAN (OĞUZ KAĞAN) = ZÜLKAR-

NEYN (A.S)

Şimdi gelelim ilahi mesaja:

Türk Millet’i ahir zamanda büyük rol oynayacaktır.

(Ordusuyla, milletiyle, mayasıyla…)

Gazi Paşa; bu sırrı, ariflere, birkaç kelimeyle şöyle ifade

etmiştir:

“Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda

mevcuttur!”

Burada anlatılmak istenen, üstte de anlattığımız gibi

Türk Milleti’nin mayasıdır. O mayanın; bu milletin genlerinde,

karakterinde “unutulmuş bile olsa- yukarıdaki

sırrın, kudretin Allah’tan olduğu bilgisidir.

Orhun Kitâbelerinde tek Tanrı için; “Yeri yarattı,

Gök’ü yarattı, ikisinin arasında kişiyi yarattı. Kişi

Gök’teki Tanrı’ya yakardı, yakındı” der.

Tek Allah inancını ve Kur’an-ı Kerimde’ki yaradılışı

ve Âdem (a.s)’ı bu cümlelerde görmek çok açık. Türk

Millet’i var olduğundan beri Tek Allah’a inandı.

Unutulmamalıdır ki, medeniyetler yıkıldı sanılsa da,

yerlerine başkaları gelir ve yıkıldı sandığımız medeniyetler

gerçekte tam kaybolmazlar, birbirlerinin sırlarını,

izlerini taşırlar. Onun içindir ki ön uygarlıklar ve şimdiki

uygarlıklar arasında benzerlikler vardır. Bu kültürlere,

törelere yazılara vs. yansır ve devam ederek gelir.

7


Türklerin Birleştiği Yol

“TÜRKLERİN ASRI

21. ASRA GİDEN YOL

TÜRK YOLU”

Ahmet Selim ARSLAN

Değerli dostlar, saygın okuyucularımız;

İnsanlık âleminin tarihi geçmişinde ilk olarak

İpek yolu, günümüzde ise “TÜRK YOLU” olarak

İnsanlığın birbirlerinden coğrafî yönden çok

uzaklarda farklı kültür ve medeniyetlere sahip

olarak yaşadıkları halde, yaşamın şartları gereği

ticaret, yardımlaşma,inanç, dil, teknoloji transferleri,

ekonomik, ihtiyaçlar sanayi ve sağlık yatırımlarının

yanısıra, zirai üretimlerinden azami ölçüde

faydalanarak,

İnsanların dostluk, akrabalık, kardeşlik, hısımlık,

ticaret, seyahat gibi

“İYİLİK”

hasletleri ile birbirlerine sarılma, dayanışma, hasret

ve sevinçle kucaklaşmaya kısacası,

“VUSLAT”a (Kavuşmaya) hayati olarak ihtiyaçları

vardır.

Aynı şekilde; düşmanlık, hasımlık, rakiplik, fesatlık,

kan davalarına savaşlara kadar uzanan kindarlık

gibi,

“KÖTÜLÜK” hasletlerinin gereği olarak ta birbirlerinden

uzaklaşarak, kavgalı gürültülü, aynı

ortamlarda bulunamamak, kaçmaya çalışmak kısacası,

“FİRAK”a (Ayrılmaya), VUSLAT’ta olduğu gibi

hayati derecede ihtiyaçlarının olduğu bir gerçektir.

VUSLAT’ın (kavuşma, kucakkaşma) İnsan ve

toplum ilişkilerinde ki durumu ne kadar ehemi ise,

FİRAK’ın (Ayrışmanın, Ayrılmanın) da insan ve

toplumlar arasındaki ilişkilerinde ki durumu bir o

kadar ehem’dir.

İnsanlığın, VUSLAT (kavuşma, kucaklaşma) ve

FİRAK’ (ayrışma, ayrılma) ları çeşitli şekillerde

olsa da bunların tamamının,

“YOL” çatısı altında kümelendiklerine şahit olmaktayız.

Devletleri ayrı, ırkları ayrı, yurtları ayrı, renkleri

ayrı, inançları ayrı, dilleri ayrı, kısacası ortak

özellikleri,

İNSAN olmanın dışında her şeyleri ayrı olan insanlığı

bir araya getirerek barış, huzur, özgürlük,

mutluluk ve sevda ile yaşamalarını sağlayan tek

olgu “YOL” dur.

Kırgız yazar, edebiyatçı, çevirmen, diplomat ve

siyasetçi devlet adamı,

Merhum saygı değer,

Cengiz AYMATOV hocamız,

VUSLAT (Yaklaşma) ile ilgili olarak bizlere aşağıda

belirtildiği gibi öğütte bulunmaktadır.

“Bizi birbirimize yaklaştıran, Tarihimiz ve dilimizdir.

Bizden sonrakiler siz ve sizden sonrakiler,

TÜRK DÜNYASI’nın birleşmesine çok önem vermeliler.”

Bu cümleden olarak,

“Türklerin Birleştiği TÜRK YOLU” ile bizlerin

de şaşmaz hedefimiz,

Artık kendi içlerinde ve kurdukları ittifaklarında

bile yana yana gelmekte sorun yaşayan birbirlerine

ters düşen Batılılar ve iflâs bayrağını çeken

TÜRK-İSLAM düşmanı emperyalist Batı Medeniyetlerinin

karşısında yer alacak olan,

8


Türk Yolu

“Bizi birbirimize yaklaştıran, tarihimiz ve dilimidir.

Bizden sonrakiler siz ve sizden sonrakiler.

TÜRK Dünyası’nın birleşmesine çok önem vermeliler.”

Cengiz AYTAMOV

“TÜRK DÜNYASININ” Müslüman âlemi ve

mazlum esir Milletlerin,

Önümüzde ki yüzyılda ASYA ülkelerinin zirvede

olduğu gün gibi aşikâr olarak tüm dünya ülkelerinin

de kabul ettikleri,

“ASYA ASIRI”nda, hak ettikleri yerde, zirvede

olmaları için var gücümüzle yorulmadan, dinlenmeden

çalışmak, mücadele vermektir.

TÜRK-İSLAM âleminin, İnsanlığın özellikle

mazlum ve esir Milletlerin umutları, ümitleri olan

bu birliktelik ve gücün en kısa zamanda,

“TÜRK YOLU” nun katkıları ile gerçekleşmesi

yüce Rabbimizden niyazımızdır.

“İLİM HİNT’DEYSEDE, ÇİN’DEYSEDE GİT

ONU AL” hadisi ile de tüm İslam âlemine,

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav),

o günden bu günleri görerek sanki “TÜRK

YOLU” na atıfta bulunmuştur.

Zira; Efendimizin sağlığında da buna örnek olarak

HİNDİSTAN seyahati bulunmaktadır.

Velhasılı Kelam,”

“21. ASRIN TÜRK ASRI” Olarak tarihin altın

sayfalarında yer almasının itici gücü olarak görünen,

“LODRA-PEKİN” güzergahlı tabiri caiz ise

güncellenmiş, yinelenmiş İPEK YOLU, “TÜRK

YOLU” onun güzergâhında bulunan 65 ülkenin

Demografik yapılarında da ekseriyetle kökleri

TÜRK olan TÜRK soyuna mensup nüfus çoğunluk

pozisyonundadırlar.

Bu nedenle, “LONDRA-PEKİN” hattını birleştiren

yolun, “Türkleri Birleştiren TÜRK YOLU”

olarak bilinip tanınması elzemdir. Uluslararası

Literatürde bu ismin itibar görüp kabullenilmesi

için.

Bizlerde canla başla yılmadan, usanmadan nefes

aldığımız sürede çalışmalarımızı sürdürerek,

“TEK DİŞİ KALMIŞ FAŞİST, EMPETYALİST,

SÖMÜRGECİ BATI MEDENİYETLERİNE”

karşı ekseriyetleri TÜRK-İSLAM ÂLEMİ ve

Ezilerek, İşkence ve Ambargolar la köle haline

getirilen, özellikle Müslüman ve Mazlum Milletlerin

oluşturdukları 21. ASIR TÜRK ASRI’nın

hüküm süreceği günlerin her gün daha da yaklaştığına

inancımız tamdır. Dayanılması zor sancıların

sonunda, uzun YILLAR ya da ASIRLAR

boyunca mutluluk saadet huzur ve BARIŞ dolu

günler vardır.

Bunu içinde tek şart ve yol birlik ve beraberlikten

geçer. Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav)

da bir Hadisi Şerifinde, “BİRLİKTE RAHMET

AYRILIKTA AZAP VARDIR.” Buyurmaktadır.

“TÜRK YOLU” ile birlikte “Türklerin Birleştiği

TÜRK YOLU”nun insanlık ve bölge coğrafyasında

bulunan devletler ve akraba toplulukları

için,

“ İYİLİK ve HAYR “ da,

VUSLAT’a vesile olmasını dilerken,

Saygı değer,

“TÜRK YOLU”

dostlarına, sağlıklı, güzel günler, huzur, barış, sevinç

ve özgürlük içerisinde Bayramlara kavuşmalarını

yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.

Saygı ve muhabbetlerimizle.

Vesselam

9


Türklerin Birleştiği Yol

Özgürlük Anıtı’nın Parasını

Osmanlı Sultanı Abdülaziz

Vermişti

Ögürlük Anıtının Parasını Sultan Abdülaziz Vermişti. Özgürlük Anıtı veya Özgürlük Heykeli

ABDnin New York Inşa Edildiği 1886 Amerika Simgesi Anıtsal Heykeli Ve Gözlem Kulesi.

Özgürlük Anıtı’nın parasını Sultan Abdülaziz vermişti

Tüm dünyanın Amerika’ya ait olduğunu zannettiği Özgürlük Anıtı’nın

aslında Osmanlı’nın parasıyla ve emriyle yapıldığını biliyor

muydunuz? Mısır’ın Port Said Limanı’na dikilmek üzere Fransız

Heykeltraş Bartholdi’ye sipariş edilen anıtın bedeli Sultan Abdülaziz

Han tarafından peşin ödenmişti. Hem de ‘elinde doğudan yükselen

ışığı simgeleyen meşale ve Osmanlı Sultanı’nı simgeleyen

yedi sivri uçlu tacı olsun” denilerek…

30 Kasım 1854. Sultan Abdülmecid dönemi. Mısır, Osmanlının bir

eyaleti. İçişlerinde bağımsız, dışişlerinde Osmanlı sultanına bağlı.

Mısır Valisi Said Paşa, dünyanın en büyük kanallarından biri olan

Kızıldeniz ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Süveyş Kanalı projesini

hazırlatıp onaylaması için Sultan Abdülmecid’e sunuyor. Said

Paşa, tasdik gecikince projenin gerçekleşmesi için gerekli şirketin

kurulmasını emrediyor. Projeyi onaylamadan vefat eden Abdülmecid

Han’ın yerine geçen Sultan Abdülaziz ise denizciliğe önem

verdiği için zaten başlamış olan proje için gerekli onayı ve parayı

hemen veriyor. İşte o proje içinde bir de heykel bulunuyor. Doğunun,

medeniyet ışığından batıyı da faydalandırdığını anlatmak üzere,

elindeki meşaleyle yüzünü batıya dönecek bir heykel. O heykel

yapılıyor ama konulduğu yer Mısır olmuyor. Evet tahmin ettiğiniz

gibi ama önce hikayenin başına dönelim.

KANALA İNGİLİZ ENGELİ

Said Paşa’nın hazırladığı Süveyş Kanalı Projesi’nin arkasında

Fransa, önünde de bir engel olarak İngiltere duruyordu. Zira Akdeniz

ve Hindistan’daki İngiliz hâkimiyetini sona erdirebilecek bu

kanal, Osmanlının malî gücünün yanında denizlerdeki gücünün de

artmasına sebep olacaktı. Bu yüzden İngiltere, Sultan Abdülmecid

Han’ı, projeyi reddetmesi için sürekli baskı altında tutuyordu.

Said Paşa, bu sebeple Sultan Abdülmecid’in tasdikini beklemedi.

30 Kasım’da Fransız mühendise gereken izni verdi. Fransız sermayesiyle

kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere,

Osmanlıya baskılarını daha da artırdı. Sultan Abdülmecid

ise Said Paşa’nın projesini yıllarca bekletti. Sultan, projenin kendisine

gelişinden yedi sene sonunda Ihlamur Kasrı’nda veremden

vefat ettiğinde proje hala onay bekliyordu. Ancak onaylanmasa da

ağır aksak ilerlemeye devam ediyordu. İki sene sonra Said Paşa da

anîden vefat etti. Yerine geçen İsmail Paşa ise İngiliz taraftarıydı.

Fakat bu kanalın Mısır için hayatî önemini fark etmekte gecikmedi

ve işe dört elle sarıldı.

Sultan Abdülmecid’in vefatıyla Osmanlı tahtına geçen Sultan Abdülaziz

Han’a da İngiliz baskıları devam etti. Ama İngilizlerin

unuttuğu bir şey vardı ve Abdülaziz Han donanma ve denizciliğe

çok önem veriyordu. Sultan, 19 Mart 1866’da yayınladığı fermanla

kanala izin vererek projeyi tasdik etti. Bununla da kalmayıp, Mı-

10

Özgürlük Anıtı/Heykeli


Türk Yolu

Süveyş Kanalı Projesi

sır’ın kanal için yaptığı dış borçları devlet garantisi altına

alarak, kanal şirketi hisselerine de bizzat kendisi oldukça

yüklü paralar yatırdı.

Said Paşa ile kanalın mühendisi Ferdinand de Lesseps arasında

1854’te yapılan anlaşma maddelerinde, bir de heykel

projesi vardı. Süveyş Kanalı’nın Akdeniz’e açılan sahillerinde

bulunan Port Said şehri limanına dikilecek olan dev

bir kadın heykeli. Bu heykel, hem Osmanlıyı hem Mısırı

temsil edecekti. Bu yüzden Mısır’ı temsîlen firavunlar

dönemi kıyafetlerini giymiş kadın heykelinin başında, 7

iklimin padişahı olan Osmanlı Sultanını temsîlen 7 kıta ve

7 denizi simgeleyen 7 sivri uçlu bir taç olacaktı. Elinde

de bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz Han, heykelin

yüzünün batıya dönük olmasını istedi. Zira elindeki ışığı

doğudan batıya götürdüğünü, ışığın, medeniyetin, uygarlığın,

doğudan yükselip batıyı aydınlattığını simgelemesini

istiyordu padişah.

Heykelin parası da bizzat Sultan Aziz Han tarafından

ödendi. Sipariş, Fransa’nın meşhur heykeltıraşlarından

Frederic Auguste Bartholdi’ye verildi. Frederic Bartholdi,

Fransa’daki atölyesinde çalışmalara başladı. Heykelin bakır

ve çelikten oluşan iskeletini ve mühendislikle alâkalı

kısımlarını, Paris’teki kendi adıyla anılan kuleyi yapan

Gustave Eiffel ile birlikte tamamladı. Heykele Singer dikiş

makinelerinin kurucusu Isaac Singer’in dul eşi Isabelle

Eugenie Boyer modellik yaptı.

HEYKEL DEPODA KALDI

Said Paşa’nın ölümünden sonra yerine vali olan İsmail

Paşa, bu heykelin Müslüman Mısır halkı arasında hoşnutsuzluğa

sebebiyet vereceğini söyleyerek mühendis Ferdinand

de Lesseps’e, heykelin Mısır’a getirilmemesi talimatını

verdi. Mühendisin, İsmail Paşa’yı ikna çalışmaları

fayda vermedi. Nihâyet Kasım 1854’te yapımına başlanılan

Süveyş Kanalı’nın Kasım 1869’da açılışı yapıldı. Dünyanın

dört bir yanından gelen binlerce insanın katılımıyla

oldukça görkemli fakat heykelsiz bir açılış oldu. Çünkü

heykel Fransa’da kaldı. Bartholdi’nin bu muhteşem eseri,

Fransa’daki bir depoda yapayalnız, akıbetini beklemeye

başladı.

“ASYANIN IŞIĞI” ANITI

O yıllar, Amerika ile Fransa’nın dostluk yıllarıydı. Karşılıklı

hediyeleşmeler sırasında Paris’te kurulan Fransız-Amerikan

dostluk grubunun başkanı Edouard Rene Lefebvre

de Laboulaye’den, Fransız hükümetine bir teklif geldi:

Amerika’ya devasa bir heykel hediye edilsin! İkna edilen

Fransız hükümeti, bu heykel için Frederic Bartholdi’yi görevlendirdi.

Bartholdi’nin eseri zaten hazırdı. Fransa Hükümetinin

istediği heykel, elindeki meşaleye kadar Mısır

için hazırlanan heykele benzerlik arzediyordu.

Özgürlük Anıtının Parasını Sultan Abdülaziz Vermişti. Özgürlük

Anıtı veya Özgürlük Heykeli ABD’nin New York

Inşa Edildiği 1886 Yılından Bu Yana Amerikanın Simgesi

Olan Anıtsal Heykeli Fransa hükümetinden gelen talimata

göre heykel, sol elinde “hukuku temsîlen bir kitap”

tutacak, sağ elinde de, “Dünyayı aydınlatan özgürlüğün

sembolü bir meşale” olacaktı. Yani neredeyse Fransa tarafından

istenen heykel, Abdülaziz Han için hazırlanan

heykelin aynısıydı. Sadece küçük bir iki değişikliğe ihtiyaç

vardı. Bartholdi, heykelin yüzünü tamamen değiştirdi

ve annesi Charlotte’nin yüzünü işledi. Özgürlük Heykeli,

Fransa tarafından kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle

Amerika’ya 10 yıl gecikmeyle hediye edildi. Heykeltıraş,

heykeli 350 parçaya bölerek, İsere adındaki bir Fransız

gemisiyle Amerika’ya taşıdı. Newyork limanındaki adalardan

birine, daha önce görmeye geldiği Özgürlük Adası’na,

kaidesini Richard Morris Hunt’un hazırladığı yere,

4 ay içinde monte etti. Ve 28 Ekim 1886 da açılışını bizzat

kendisi yaptı. Heykelin sol elindeki kitap üzerinde Bağımsızlık

Bildirgesi’nin ve Amerika’nın kuruluşunun tarihi 4

Temmuz 1776 yazıyor. Heykel 1886 dan beri de Amerika’nın

Newyork adalarından birinde bulunuyor. Ve yüzü

Sultan Abdülaziz Han’ın isteğinin tam aksine doğuya bakıyor.

Lâkin güneş ışığı hâlâ doğudan yükseliyor ve her

sabah Özgürlük Heykeli’nin yüzünde parlıyor.

sultanabdulaziz.com sitesinden alıntıdır.

11


Türklerin Birleştiği Yol

Bu Salgından

Ne Öğrendik ?

Prof. Dr. İsmail Hakkı AYDIN - Bilim Adamı, Beyin Cerrahı,

Düşünür, Edib, Şair, Güftekâr, Mûsıkîşinas, Teolog, Flozof, Hattat.

“Bir musibet bin nasihatten evladır!” sözü bir kez

daha cari olduğunu öğrenmiş olduk. Salgınların, pandemilerin

insanlığın geleceğini nasıl etkilediğinin

daha fazla farkına vardık. Güncel olması bakımından,

geleceğe daha emin adımlar atabilmek için, dünyayı

kasıp kavuran bu corona salgınından öğrendiklerimizden

bazı önemli gördüklerimi maddeler halinde burada

zikr etmek istiyorum.

Evet, bu pandemi ile insanlık olarak biz;

12

1. Özelleştirilmiş sağlık sisteminin, uzun vadede sağlık

sorunlarını çözümlemede ve yönetmede başarısız

bir sistem olduğunu öğrendik.

2. Sağlık çalışanlarının ne kadar önemli olduğunu öğrendik.

48 saatte 6 saat uyuyarak veya uyumayarak,

ağır şartlar altında hizmet edenler ile, evinde oturup tv

karşısında ahkam kesenler arasındaki farkı öğrendik.

3. Sağlık çalışanlarının ya kendisi, ya da yakını bu

hastalığa mutlak maruz kalmıştır ve bu hastalık sürecini

bizzat yaşamışlardır. Motivasyonun, onlar için

ne denli önemli olduğunu fark ettik. Bu sebeple onları

daha iyi anlamayı öğrendik veya öğrenemedik!

4. Ülke için savaşmak ile virüs için savaşmanın, biribirinden

çok da farklı olmadığını öğrendik.

5. Bağlantısallığın önemini bir kez daha öğrendik!

Tümden Gelim (Aristo) ve Tüme Varım (Newton,

Descartes...) değerlendirme yöntemlerinin ötesinde,

“Bağlantısallık Matematiği ile Değerlendirme” yöntemini

öğrendik. Virüs, 30.000 nükleotidden oluşmuş

bir bilgi ağı, bir enformasyonudur. İnsanda ise, 80-

100 trilyon hücrenin her birinde DNA bazı 6 Milyar

bilgi var! Bu Bağlantısallık Bütünselliği Matematiği,

(Bayezyen Matematiği) en küçük parçayı alıp bütünü

arasındaki bilgileri analiz ederek, bilgiyi işleme mekanizmasıdır.

Bu Bağlantısallık sistemi, Beyinde de

Hayatta da aynı şekildeki işletim üzere çalışır!

6. Yeni bir Dünya Düzenini, eskisi ile hiç ilgisi olmayacağını

öğrendik.

7. Öğrenme ve Bilginin önemini öğrendik.

8. Tabiat Kültürünü öğrendik. Hayvanların da tabiatta

hakları olduğunu ve onların hayatlarına müdahale etmemiz

gerektiğini öğrendik.

9. Bu medeniyetin, Newton ve Descartes ile başlayan

“deneycilik uygarlığı” olduğunu ve geliştirilmesi gerektiğini

öğrendik.

10. İnsanın, hatta her şeyin bu Kâinatın sahibi değil,

bir parçası, bir cüzü olduğunu öğrendik. “İnsan-Toplum”,

“Varlık-Kâinat” ilişkisinde olduğu gibi, “Hayattaş”,

“Yaşamdaş” olduğumuzu farkına vardık. Bir

canlının ölümünün, yaşamın sonu olmadığını öğrendik.

11. İnsan ve her canlı ölünce hayatın bitmediğini öğrendik.

Hayat devam ediyor.

12. “Yaşamın bir enformasyon ağı”, insanın ve her

varlığın da bu yaşamın bir parçası olduğunu öğrendik.

13. En büyük yanlışın, “Ben varsam hayat var, yoksam

hayat yoktur” düşüncesinin olduğunu öğrendik.

Bu virüs, bu yanlışımızı tekrar hatırlattı ve “Hayatın

bir bilgi, bir enformasyon ağı” olduğunu öğretti ve

çok iyi bir ders verdi. Her varlığın hayata katkısı olduğunu

öğretti.

14. Bir arının, bir kuşun, bir farenin, bir solucanın,

bir köstebeğin, bir yabani hayvanın, bazen insandan

da daha fazla hayata katkı sağlayabileceğini öğrendik.

15. Ölümü anlamaya çalışmanın, hayatın güzelliğini

anlamakta yattığını öğrendik. Her şeyin bir “Ortak

Matematiğinin” olduğunu fark ettik.

16. “Benlik duygusunun, Sahip olmak ve sahiplenmek

arzusu ile “doğayı sahiplenme gayesi” üzerine kurulu

bir Neoliberalizm’in yanlış olduğunu öğrendik.

17. “Yeni Hukuk” sisteminin, yaşamın hakkının insana

karşı korumasının gerekliliğini öğrendik. İnsanın

hukukundan ziyade, hayatın hukukunun korunmasının

çok daha önemli olduğunu öğrendik.

18. “Kurumların, Kurumsal öğretilme ve eğitilmelerinin

de çok önemli ve insanların eğitim ve öğretiminden

çok daha zor olduğunu öğrendik.

19. “Çalışkanlık ve Zeki” olmaktan ziyade, “İyilik ve

Yaratıcılık”in, hayata çok daha fazla katkı sağladığını

öğrendik. “İyilik eğitimi” ile başlayıp, “Yaratıcılık

eğitimi” ile devam etmeliyiz. Yaratıcılık, ürün üretme

kavramı üzerine kurulu NEOLİBERALİZM düzeninde,

“iyilik” göz ardı edilmemelidir.

20. “Ölüm ve Korkusu”nu öğretti. Ölümü uzaktan

duymak, yakından duymak, ölüme maruz kalmak ve

ölümü yaşamak çok farklı... Ölüm Korkusu, toplumsal

bağlantısallığı etkiler. Kuşlarda olsaydı, bu kadar

önem vermezdik ölüme...


Türk Yolu

Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni Dünya

Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital ortamın nimetlerini

ücretsiz kullananların kişisel bilgileridir!

21. “Bilimin Önemini daha iyi öğrendik. Toplum olarak

ölüm korkusu ve ölüme maruz kalma endişesini

yaşıyoruz. Bu süreçte, çare peşindeyiz. Bilime sarıldık.

Bilimin ne kadar mühim olduğunu öğrendik. Tarihte,

bilimin bu kadar önemli olduğunu insanlık hiç

anlayamamıştı. Bu salgın bir fırsat olmuştur!

22. “Bilim ve Bilimcilik”in farkını daha iyi öğrendik.

Bilimcilik, bilimi kendi emelleri için kullanmaktır. Bu

çok tehlikelidir. Bilimcilik oynamanın ne kadar büyük

bir felaket olduğunu öğrendik. “Dinamik ve Dinamit”

olan bilimin, bilime ihanet edenden de çok acı

intikam aldığını öğrendik.

23. Dünyanın, her yaratılanın hakkı olduğu bir yer,

bir vatan ve bu vatanın tüm insanlığın ve her varlığın

tek vatanı olduğunu öğrendik. Tüm dünya tek bir vatandır.

24. Tüm insanların, “insan olarak kardeş” olduğunu

öğrendik.

25. Şövenist milliyetçiliğin ilim ve bilimle bağdaşmadığının

öğrendik.

26. Bilimin insanlığın ortak mirası olduğunu öğrendik.

27. Toplu cinayetlerin, silah baronlarının ve savaş

provokatörü ve kışkırtıcı ve harlayıcı devletlerin, bir

maskeye muhtaç kaldığını öğrendik.

28. İnsanın esas vazifesinin; bulduğundan ve bulunduğundan

“DAHA İYİ BİR DÜNYA BIRAKMAK”

olduğunu öğrendik.

İşte birkaç aforizmamız...

* Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni

Dünya Düzeni”nde en büyük güç ve sermaye, dijital

ortamın nimetlerini ücretsiz kullananların kişisel bilgileridir!

* Hayatın amirinin ve hakiminin bilgi olduğu “Yeni

Dünya Düzeni”nde, bir ürüne para ödemiyorsanız,

unutmayın ki, ürün sizsiniz!

* İşletim sisteminin bağlantısallık matematiği, her

şeyin evrensel bütünlüğünden bir parça, en büyük

gücünün bilgi ve fevkalade bir ahenk, armoni, estetik

ve balans düzenindeki tek bir beyin olan “Holistik

Kainat”, kendisinin de ötesinde çok muhteşem ve muazzam,

namütenahi bir akıl, bir güç, bir bilgi ve bir

“BEYİN” tarafından yönetilmektedir.

* Hayatın amiri ve hakimi bilgidir!

* Salgınlar; her yere üniversite(!) diploması alınabilen

bir okul(!), her parasını verene diploma(!), her

diploma(!) alana doktora(!), her doktora(!) satın alana

doçentlik(!), her doçentlik(!) verilene profesörlük(!)

bahşedilmesi, her profesörün(!) “Profesör”,

her profesörün de “Bilim İnsanı” olarak kabul edilmesi

düşüncelerinin çok yanlış ve tehlikeli olduğunu

öğretebilse, hayata büyük fayda sağlamış olur!

* Zamanda vakti değil, vakitte zamanı yaşamak maharet...

* ”Aklen Dîvâne” olmak, hikmet arzusu ve iptilâsı ile,

akıllı olmanın hiç bir yolunun ve manasının bulunmadığını

farkında olarak, zeka parıltılarının aydınlığında,

sonsuzluğun heyecan verici enginliğine, yalnızlığın

soğukluğuna ve huzuruna, sessizliğin karanlığına

ve sükunetine, ufkun derinliğine ve zenginliğine, hayatta

insanın insanda da hayatın, kâinatta tanrının

tanrıda da kâinatın mevcudiyetini fark ederek, her şeyin

canlı, “Hep” ve “Hiç” olduğu bu âlemde, “Benlik

İnşâsı ve Mîmarisi” için, “Var” olabilmek gayesiyle

yelken açmaktır.

* Ürettiler! Uyuttular! Yutturdular! Yeni deney kapıda!

Yeni düzen yakında!

Farklı iki makamda, iki bestekarımız tarafından bestelenen

bir rubaimizle bitirelim.

Segah Şarkı

Güfte; İsmâil Hakkı AYDIN

Beste; Bora Uymaz

Bahçemde segâh, kışta hicaz, yazda nevâsın!

Son devrede bir taze bahar, başka devâsın!

Gönlümde hazan goncası, sultaniyegâh Yâr!

Sen her gece rûhumdaki cân, derde şifâsın!

13


Türklerin Birleştiği Yol

Dünyanın İlk Tapınağı Göbeklitepe

Hakkında Bilmemiz Gereken 14 Şey

İnsanlık tarihi hakkında bildiklerimizi yeniden düşünmemizi sağlayacak, yerleşik tarih anlayışını ve bilgilerini değiştirip,

dinler tarihini sorgulatacak, bir kısmımızın varlığından haberi dahi olmadığı bir arkeolojik çalışma 1995 yılından beri Urfa

Göbeklitepe’de devam ediyor. İnşası Milattan önce 10000 yılına uzanan Göbeklitepe tarihteki en eski ve en büyük ibadet

merkezi olarak biliniyor. Göbeklitepe İngiltere’de bulunan Stonehenge’den 7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha

eski. Ayrıca yerleşik hayata geçişi temsil eden kültür bitkisi buğdayın atasına da Göbeklitepe eteklerinde rastlanmıştır. İnşa

edildikten 1000 yıl sonra üstleri insanlar tarafından kapatılarak gömülen bu tapınaklar yeniden gün ışığına çıkıyor.

4. Kayaların biçimlendirilmesi ve tapınağın inşası

Göbeklitepe’nin inşa edildiği dönemde insanoğlu bitki

toplayan ve hayvanları avlayan küçük gruplar ha-

14

linde sürekliliğini sağlıyordu. Kayalık bölgelerden,

büyük sütunların ve ağır taşların el arabaları ve yük

hayvanları olmadan 2 kilometre taşınarak Göbeklitepe’ye

getirilmesi için muhtemelen tarihte insanların

ilk defa bu kadar kalabalık bir şekilde bir arada olması

gerekmişti.

1. Göbeklitepe’nin coğrafi konumu

Göbeklitepe, Şanlıurfa’nın 20 kilometre kuzeydoğusundaki

Örencik köyü yakınlarında, yaklaşık 300

metre çapında ve 15 metre yüksekliğinde geniş görüş

alanına hâkim bir konumda yer almaktadır.

2. Göbeklitepe, tarihin bilinen ilk ve en büyük tapınağı

Neolitik döneme ait Göbeklitepe, ilk tapınağın dolayısıyla

yeryüzündeki ilk inancın merkezi olabilmesi açısından

önemli. Bu bölgede yaklaşık 20 tapınak tespit

edilmiş ve şu ana kadar yalnızca 6 tapınak gün ışığına

çıkartılmıştır.

3. En eski yapıttan 7500 yıl daha eskiye ait

Göbeklitepe bu zamana kadar bilinen en eski yapıt ve

tapınaktan 7500 yıl daha eskiye ait. Göbeklitepe’nin

keşfine kadar bilinen en eski tapınak ise Malta’da bulunmakta

ve 5000 yaşında. Ayrıca Stonehenge’den

7000, Mısır piramitlerinden ise 7500 yıl daha yaşlı...

5. Mağara duvarlarındaki resimlerden kabartma

hayvan figürlerine

Mağarada duvarlarındaki avcılığı temsil eden resimlerden

ziyade burada hayvan figürleri tek ve kabartma

olarak işlenmiş, sanatsal açıdan farklı bir anlayışı etkileyici

biçimde yansıtmaktadır. Taşlar üzerinde işlenmiş

akrep, tilki, boğa, yılan, yaban domuzu, aslan, turna

ve yaban ördeği figürleri yer almaktadır. Bir kısım

arkeoloğa göre bu hayvan figürleri tapınağı ziyaret

eden farklı kabilelerin sembolü olarak nitelendiriliyor.

6. Buğdayın atası Göbeklitepe’de

Bölgede yapılan araştırmalar ve elde edilen bulgular

doğrultusunda önemli kültür bitkisi olan ve yüzlerce

genetik varyasyonu bulunan buğdayın atasının ilk olarak

Göbeklitepe eteklerinde yetiştiği ortaya çıkarıldı.

7. T sütunlarda yer alan 3 boyutlu aslan figürü

Arkeologlar boyları 3 ile 6 metre arasında değişen T

biçimindeki sütunların stilize edilmiş insan figürleri

olduklarını düşünüyorlar. Sütunlar üzerine yansıtılan

diğer figürlerden farklı olarak aşağı doğru iner şekilde


Türk Yolu

tasvir edilen 3 boyutlu aslan kabartması dikkat çekiyor.

Bu ve diğer aslan figürleri neolitik dönemde aslanların

Anadolu’da yaşamış olma ihtimalini güçlendiriyor.

İnsanları temsil eden T sütunlarının ağırlıkları

40 ile 60 ton arasında değişiyor.

8. Çiftçinin bulduğu oymalı taşla gelen arkeolojik

devrim

1983 yılında tarlasını süren Mahmut Kılıç tarlada bulduğu

oymalı taşı müzeye götürdü fakat eser sıradan

bir arkeolojik bulgu olarak Urfa Müzesi’nde sergilenmeye

başlandı. 1963 yılında ise İstanbul Üniversitesi

ve Chicago Üniversitesi ortak bir çalışma yürütmüş,

bölgeyi incelemiş fakat çalışmaların üzerinde durulmamıştır.

9. Ve çalışmalar 1995 yılında başlıyor

Şanlıurfa Müzesi başkanlığında ve Prof. Dr. Klaus

Schmidt’in bilimsel danışmanlığında kazılar başlamıştır.

2007 yılında ise kazı başkanlığına Klaus Schmidt

getirilmiştir.

10.Tarihi tapınakta tarihi hırsızlık

2010 yılında, 40 santimetre boyunda, 25-30 kilogram

ağırlığında taştan yapılmış ve üzerinde hayvan figürleri

olan insan başı heykelinin çıkartıldıktan iki gün

sonra kazı alanından çalındığı tespit edildi.

11. Bira için tarım!

Bulgular taş devri insanlarının bira içtiğini de gösteriyor.

Kazılarda şu ana kadar en büyüğü 160 litrelik

kapasiteye sahip kireç taşına oyulmuş, altı bira varili

bulundu. Klaus Schmidt, bulgular ışığında, insanoğlunun

ekmek için değil, bira uğruna tarıma başladığına,

bunun da ilk kez Urfa’da gerçekleştiğine kanaat

getirmiş.

12. Sıvı kullanılarak yapılan törenler

Arkeologlar tapınak kalıntılarındaki zeminlerinin

özellikle sıvıyı geçirmeyecek şekilde yapıldığına dikkat

çekiyor. Buradan, törenleri ne olduğu şu an kesinleşmese

de bir sıvı (kan, su, alkol v.b.) eşliğinde gerçekleştirdikleri

fikri oluşuyor. (Foto: Tunç Süerdaş)

13. Tarımla değil tapınakla gelen yerleşik hayat

Göbeklitepe, yıllardır tarih derslerinde öğretilen “göçebe

toplulukların tarımı öğrenerek yerleşik hayata

geçtiği” tezini de çürütüyor. Yerleşik hayata geçişin

çiftçilik ve hayvancılığın ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleştiği

düşünülüyordu. Schmidt’e göre ise avcı ve

toplayıcı toplulukların Göbeklitepe gibi dini merkezlerde

sürekli olarak bir araya gelmelerinin sonucunda

yerleşik hayata geçilmiştir. Kalabalık toplulukların

ibadet merkezine yakın olma arzusu ve çevrede bu

toplulukların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde

yeterli kaynak bulunmamasından dolayı insanlar tarıma

yönelmişlerdir. Yani tarım yerleşik hayatı getirmemiş,

dini mabetlerin etrafında kalma arzusu sonucunda

yerleşik hayat tarımı getirmiştir.

14. Göbeklitepe UNESCO Dünya Miras Geçici

Listesi’nde

Göbeklitepe 2011 yılında UNESCO tarafından Dünya

Miras Geçici Listesi’ne alınmıştır.

Göbeklitepe’de kazı başkanlığını yürüten Prof. Dr.

Klaus Schmidt yaşadığı kalp krizi sonucu hayatını

kaybetti.

“Göbeklitepe’deki kazılarda elde ettiğimiz bulgularla,

dünyanın bilinen en eski tapınma merkezlerinden

birinin bu bölgede olduğunu ortaya çıkarmıştık.

Ancak, son kazı çalışmalarıyla tapınma merkezinin

dünyanın en büyük tapınma merkezi olduğunu tespit

ettik. Yaptığımız araştırmalarda, Cilalı Taş Devrinde

yaşamış insanların, yabani sığır, akrep, tilki, yılan,

aslan, yaban eşeği, yaban ördeği ve yabani bitki kabartmalarını

incelediğimizde hayvanlarını evcilleştiremedikleri

sonucuna ulaştık. Ayrıca, dikili taşların

(Stel) üzerindeki resimler ve kabartmalar o dönemde

yaşamış olan insanların sanatları hakkında bizlere

fikir veriyor. Buradaki tapınak, dünyanın bilinen en

büyük tapınağı olma özelliğini taşıyor”

15


Türklerin Birleştiği Yol

Orhun Yazıtları, tarihimizin en değerli eserlerinden

birisidir. 750’li yıllarda dikildiği

tahmin edilen bu anıtlar, maalesef asırlar boyunca

bulundukları yerde doğaya terk edilmişti.

Yazıtlar kısa bir süre önce müzeye alınarak kapalı

bir alanda muhafaza edilmeye başlanmıştır.

Anıtlar hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse

bunlardan Kül Tigin yazıtı, 732 yılında abisi Bilge

Kağan tarafından kardeşi Kül Tigin’in vefatı

anısına diktirilmiştir.

Bilge Kağan Yazıtı ise 734’te vefatından bir

yıl sonra, oğlu Tengri Kağan tarafından babasının

anısına diktirilmiştir. Tonyukuk yazıtı ise bu

iki anıtın bulunduğu yerden çok daha uzaktadır.

Tonyukuk, Bilge ve Kül Tigin’in babalarına da

vezirlik yapmış tecrübeli bir devlet adamıydı. Bu

sebeple onun yazdırdıkları da çok mühimdir.

Anıtların çevirileri için Muharrem Ergin ve Talat

Tekin hocalarımızın eserlerinden faydalandık.

Hocalarımızı rahmetle anarak, bize bu eserleri bıraktıkları

için sonsuz teşekkür ediyoruz.

1Kül Tigin Yazıtı Güney Yüzü

Türk hakanı Ötüken dağlarında oturur ise ülkede

hiçbir sıkıntı olmaz. Doğuda Şantung ovasına

kadar ordu sevk ettim denize pek az kala

durdum; güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk

ettim, Tibet’e pek az kala durdum; batıda İnci Irmağı

(Seyhun) geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu

sevk ettim; kuzeyde Yir Bayırku topraklarına kadar

ordu sevk ettim; bunca diyara kadar orduları

yürüttüm ve anladım ki: Ötüken dağlarından daha

iyi bir yer asla yok imiş.

Orhun Abideleri

dünya Türklerinin

ortak değeridir

Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL

Orhun Anıtları’nın kopyaları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Türk

Dünyası Kültür Parkı’na taşındı. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, Orhun Yazıtları’nın sadece

Türkiye’nin değil, tüm dünya Türklerinin ortak hazinesi olduğunu söylüyor.

Kül Tigin Yazıtı Doğu Yüzü

2 Devletin dağılış sebepleri şu şekilde anlatılıyor:

‘Akılsız hakanlar tahta oturmuş şüphesiz,

kötü hakanlar tahta oturmuş şüphesiz. Kumandanları

da akılsız imişler şüphesiz, kötü imişler

şüphesiz. Beyleri, halkı itaatkar olmadığı için,

Çin halkı hilekar ve sahtekar olduğu için, beylerle

halkı karşılıklı kışkırttığı için, Türk halkı kurduğu

devleti elden çıkarıvermiş.’

Kültigin Yazıtı Kuzey Yüzü

3 Kül Tigin’in ölümü üzerine Bilge Kağan’ın

söyledikleri: ‘Kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kendim

yas tuttum. Gören gözlerim görmez gibi,

eren aklım ermez gibi oldu. Kendim düşünceye

daldım. Zaman tanrısı buyurunca insan oğlu hep

ölümlü yaratılmış. Öyle düşündüm. Gözümden

yaş gelse engel olarak, gönülden feryat gelse geri

çevirerek yas tuttum. Çok yas tuttum.

Bilge Kağan Yazıtı Kuzey Yüzü

4 Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları

yumuşak imiş. Tatlı sözlerle, yumuşak ipekli kumaşlarla

kandırıp uzak halkları öylece yaklaştırırlar

imiş. Tatlı sözlerine, ipekli kumaşlarına aldatıp

Türk halk, çok sayıda öldün! Türk halkı, mutlak

öleceksin! Güneyde Çuğay dağlarına Töğültün

ovasına yerleşeyim dersen, Türk halkı mutlak öleceksin!

Bilge Kağan Yazıtı Kuzey Yüzü

5 Türk halkı! aksisin: acıkırsan doyacağını düşünmezsin,

bir doyarsan acıkacağını düşünmezsin.

Öyle olduğun için besleyip doyurmuş olan

hakanlarının sözlerini almadan her yere gittin,

oralarda hep mahvoldun tükendin. Her ne sözüm

varsa ebedi taşa hakkettim. Ona bakarak öğrenin.

16


Türk Yolu

Türk Tarihinin İlk Yazılı Vesikası

Orhun Kitabelerinden

Öğüt Dolu 12 Alıntı

Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü

6 İkinci Göktürk Hakanlığının kuruluşu şu şekilde

anlatılmış: ‘Türk Tanrısı ve kutsal yer, su

şöyle yapmışlar şüphesiz ki: Türk halkı yok olmasın

diye, halk olsun diye, babam İlteriş Hakanı,

annem İlbilge Hatun’u göğün tepesinde tutup

yukarı kaldırdılar şüphesiz. Babam 17 erle baş

kaldırmış. ‘baş kaldırıyor’ diye haber alıp şehirdekiler

dağa çıkmış, dağdakiler şehre inmiş, derlenip

toplanıp 70 kişi olmuşlar. Tanrı güç verdiği

için babamın askerleri kurt gibi imiş, düşmanları

koyun gibi imiş. Doğuya ve batıya sefer edip derlemiş

toplanmış. Hepsi 700 kişi olmuşlar.

Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü

7 Bilge Kağan babasının seferlerini anlatıyor:

‘Tanrı öyle buyurduğu için, devletliyi devletsiz

bırakmış, hakanlıyı hakansız bırakmış, düşmanları

bağımlı kılmış, dizlilere diz çöktürmüş, başlılara

baş eğdirmiş. Babam hakan, öylece devleti

yasaları koyup vefat etmiş. Babam hakan vefat

ettiğinde ben sekiz yaşımda kaldım.

Türk Oğuz beyleri, halkı işitin ! Üstte gök çökmedikçe,

altta yer delinmedikçe, Türk halkı senin

devletini, yasalarını kim yıkıp bozabilir idi?

Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü

8 Babamızın, amcamızın kazandığı halkın adı

sanı yok olmasın diye Türk halkı için gece uyumadım,

gündüz oturmadım; kardeşim Kül Tigin

ile iki şad ile ölesiye yitesiye çalıştım, çabaladım.

Halkı besleyip doyurayım diye kuzeyde Oğuz

halkına doğru, doğuda Kıtay, Tatabı halklarına

doğru güneyde de Çin’e doğru 12 sefer ettim, savaştım.

Ondan sonra Tanrı öyle buyurduğu için,

bahtım, talihim olduğu için, ölecek halkı diriltip

doyurdum. Çıplak halkı giyimli kıldım, fakir

halkı zengin kıldım, az halkı çok kıldım, güçlü

devleti olandan, güçlü hakanı olandan daha iyi

kıldım.

9Tonyukuk Yazıtı Doğu Yüzü

Bilge Tonyukuk ben kendim Çin ilindi kılındım.

Türk milleti Çine tabi idi. Türk milleti hanını

bulmayıp Çinden ayrıldı, hanlandı. Hanını

bırakıp Çine tekrar teslim oldu. Tanrı şöyle demiştir:

Han verdim, hanını bırakıp teslim oldun.

Tonyukuk Yazıtı Doğu Yüzü

10Çin kağanı düşmanımız idi. On Ok kağanı

düşmanımız idi. Fazla olarak Kırgızın kuvvetli

kağanı düşmanımız oldu. O üç kağan akıl akıla

verip Altun ormanı üstünde buluşalım demiş.

Şöyle akıl akıla vermişler: ‘’Doğuda Türk kağanına

karşı ordu sevk edelim. Ona karşı ordu sevk

etmezsek, ne zaman bir şey olsa o bizi ne zaman

bir şey olsa öldürecektir. Her üçümüz buluşup

ordu sevk edelim, tamamen yok edelim’’ demiş.

Tonyukuk Yazıtı Güney Yüzü

11Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk.

Milletin boğazı tok idi. Düşmanımız etrafta

ocak gibi idi, biz ateş gibi idik. İltiriş Kağan bilici

olduğu için, cesur olduğu için, Çine karşı on

yedi defa savaştı, Kıtaya karşı yedi defa savaştı,

Oğuza karşı beş defa savaştı. Onlarda müşaviri,

yine bizzat ben idim.

Tonyukuk Yazıtı(2.Taş) Doğu Cephesi

12İlteriş Kağan kazanmasa ve ben kendim

kazanmasam, il de millet de yok olacaktı. Kazandığı

için, ve kendim kazandığım için il de il oldu,

millet de millet oldu. Kendim ihtiyar oldum, kocadım.

Herhangi bir yerdeki kağanlı millette böylesi

var olsa, ne sıkıntısı mevcut olacakmış ? Türk

Bilge Kağanı ilinde yazdırdım. Ben Bilge Tonyukuk.

17


Türklerin Birleştiği Yol

El Cezeri Kimdir ve Eserleri nelerdir?

Sibernetik; telekomünikasyon, denge kurma ve

ayarlama bilimidir. Sibernetik ve otomasyon sistemlerin

başlangıcı konusunda; Fransızlar Descartes

ve Pascal’ı; Almanlar Leibniz’i, İngilizler Bacon’ı

öne sürseler de, bu şahıslardan tam 6 asır önce sibernetiği

hayatımıza sokan kişi İslam alimidir. Ünlü İslam

alimi El Cezeri Türktür. Doğum ve ölüm tarihi

hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. 12. asırda

Diyarbakır’da yaşamıştır. Artuklu Sultanı Sukman bin

Artuk’un daveti üzerine 1181 yılından itibaren Artuklulara

hizmet etmiştir.

Cezeri, bilim ve teknoloji tarihinde yaptığı olağanüstü

buluşlarla ve robotlarla anılmaktadır. Bu alanda ortaya

koymuş olduğu makine yapımında yararlı bilgiler

ve uygulamalar adlı eseri bu alanda ortaya konulmuş

en ünlü ve en mükemmel kitaplardan biridir.

Cezeri, hayatında 6’sı su saati olmak üzere 4’ü mumlu

saat, 6’sı ibrik, 7’si eğlence amaçlı kullanılan çeşitli

robotlar, 3’ü abdest almak için kullanılan robotlar,

4’ü kan alma teknesi, 6’sı fıskiye, 4’ü kendinden ses

çıkaran araç, 5’i suyu yukarı çıkartan araç, 2’si kilit,

1’i açıölçer, 1’i kayık su saati olmak üzere 49 icat insanlığa

hediye etmiştir.

Bu araçlar hava, boşluk ve denge prensiplerine göre

çalışmaktadır. Cezeri’nin yaptığı icatlar arasında, fil

su saati, tavus kuşlu ibrik, mumlu saatler, abdest almak

için robotlar, fıskiyeler, suyu yukarı çıkaran araçlar

bulunmaktadır.

El-Cezeri’nin İcatları

El Cezeri Hava Boşluk ve Denge Prensibinden Yararlanarak

Ortaya Koyduğu İcatlardan Bazıları:

İbn er-Rezzāz el-Cezerī (600/1200 civarı) kitabının

18

son bölümünde «bir sandığı 12 harfle kilitlemeye yarayan»

şifreli bir kilit yer almaktadır.

Kapak, dört şifreli kilitle ve bir döndürme topuzuna

bağlı iki plakadan oluşmaktadır. Kapak plakası, takılacak

yer olarak hizmet etmektedir. Altında bulunan

plaka, döndürme topuzuyla birlikte birbirinden ayrı

olarak sürülebilen iki yarımdan oluşmaktadır. Bu sadece,

kilitler belirli bir kombinasyon üzere ayarlanırlarsa

mümkündür. Kilitlerdeki daireler daha sonra, alt

plakaya sabitlenmiş emniyet pimlerinin içine kayabileceği

bir kanalı serbest bırakır. Eğer şifreli kilit bu iş

için öngörülen bir sandığın üzerine yerleştirilirse altta

bulunan plaka döndürme topuzu yardımıyla iki girintiye

girebilir. Eş zamanlı olarak bir silindir, kenara

yerleştirilmiş olan bir kılavuza sürülür, böylece alttaki

plaka artık iç içe geçirilemez. Şifrelerin ayarlanmasıyla

silindir emniyet altına alınır. Arapça’da sayısal

bir değere tekabül eden on iki haneli harf şifresi açık

kapakta kolayca değiştirilebilir.

Dört Sürgülü Kapı Kilidi

İbn er-Rezzāz el-Cezerī (600/1200 civarı) el-Cāmiʿ

beyn el-ʿİlm ve-l-ʿAmel adlı eserinin son bölümünde

dört sürgülü kapı kilidini açıklamaktadır: «Bunlar

kapının arkasında bulunan tahta veya demirden olan

dört sürgüdür, dört tarafa doğru, fakat farklı yönlere

ayarlanmıştır. Biri sağa, birisi sola, birisi yukarı ve birisi

aşağıya doğru açılmaktadır. Dört sürgüde, hırsızın

veya kötü niyetli birinin zorla içeri girebileceği bir yer

yoktur. Açmak ve sürgüleri ileri itmek için, yegane

şey anahtardır.» Anahtarın işlevini anlattıktan sonra

el-Cezerī, mekanizmanın ve parçalarının ayrıntılı bir

tarifini vermektedir.


Türk Yolu

ANADOLU’DA İPEK YOLU

HÜVİYETİNDEKİ YOLLAR

Coğrafi konumu nedeniyle, eski çağlardan beri doğu ile

batı arasında bir köprü işlevi gören Anadolu, İpek Yolunu

en önemli kavşak noktalarından biri olmuştur. Orta

Çağ’da, İpek Yolları Çin’den başlayıp Orta Asya’da birden

fazla güzergahı izleyerek ve Anadolu’yu geçerek Trakya

üzerinden Avrupa’ya uzanmıştır. Ayrıca, Ege kıyılarında

Efes ve Milet, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Akdeniz’de

Alanya ve Antalya gibi önemli limanları kullanarak deniz

yolu ile de Avrupa’ya ulaşmıştır.

Anadolu’da İpek Yolu;

Kuzeyde : Trabzon, Gümüşhane, Erzurum, Sivas, Tokat,

Amasya, Kastamonu, Adapazarı, İzmit, İstanbul, Edirne,

Güneyde : Mardin, Diyarbakır, Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş,

Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Konya, Isparta,

Denizli, Antalya merkezlerini izlemektedir.

Ayrıca, Erzurum, Malatya, Kayseri, Ankara, Bilecik, Bursa,

İznik, İzmit, İstanbul güzergahının da kullanıldığı bilinmektedir.

Selçuklular, Anadolu’daki ticari faaliyetleri canlı tutmak,

güvenliği sağlamak amacıyla önlemler almışlar ve bu yollar

üzerinde hanlar (kervansaraylar) inşa etmişlerdir.

İPEK YOLU PROJESİ

Bakanlığımızın, turizmin ülke sathına ve tüm yıla yaygınlaştırılması

politikası çerçevesinde yürüttüğü çalışmalardan

birisi olan “İpek Yolu Projesi” ile, kültürel mirasımızın

en önemli unsurlarından olan ve çoğu doğaya ve çevresel

etkenlere yenik düşmüş bulunan bu hanların (kervansarayların)

korunması, bir koruma -kullanma dengesi içinde

yaşatılarak “Tarihi İpek Yolu”nun canlandırılması planlanmıştır.

Bu kapsamda yapılan ön çalışmalarda, ana tur güzergahları

ile çakışan İpek Yolları üzerinde yer alan 11 kervansaray

belirlenmiştir. Bunlar;

1- Sultan Hanı (Aksaray) 13 yy.

2- Sarı Han (Nevşehir)

3- Şarapsa Han (Antalya)

4- Ak Han (Denizli)

5- Ağzıkara Han (Aksaray)

6- Alara Han (Antalya)

7- Silahtar Mustafa Paşa

Kervansarayı (Malatya)

8- Çardak Han (Denizli)

9- Susuz Han (Burdur)

10-İncir Han (Burdur)

11-Alay Han (Aksaray) dır. 16. Yy.

Adı geçen kervansarayların turizm amaçlı kullanılabilmelerine

olanak sağlayacak bir işbirliği protokolü Vakıflar

Genel Müdürlüğü ve Bakanlığımız arasında 22 Şubat 1993

tarihinde imzalanmıştır. Bu protokol ile, Vakıflar Genel

Müdürlüğü tarafından idare edilen eski eser nitelikli hanların

(kervansaraylar), adı geçen Genel Müdürlük tarafından

2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’na göre ve Bakanlığımız

iş birliği ile ihale edilerek, restore et-işlet-devret modeli

çerçevesinde turizme kazandırılmaları hedeflenmiştir.

Protokol esasları gereği, yatırım projeleri Kültür Varlıkları

Koruma Kurulunca onaylandıktan sonra Bakanlığımızdan

Turizm Yatırım Belgesi ve daha sonra Turizm İşletme Belgesi

alınacaktır.

Protokolün imzalanmasını takiben Eylül 1994’te bir ihale

yapılarak, Nevşehir’deki Sarı Han turizm amaçlı kullanılmak

üzere kiraya verilmiştir. Haziran 1998’de 7 kervansaray

(Denizli-Ak Han ve Çardak Han, Burdur-Susuz Han ve

İncir Han, Antalya-Alara Han, Aksaray-Alay Han, Malatya-Silahtar

Mustafa Paşa Kervansarayı) için açılan ihalede

de Antalya’daki Alara Han, günübirlik tesis olarak restore

edilmek ve kullanılmak üzere, bir yatırımcıya tahsis edilmiştir.

İki han 2001 yılında Turizm İşletme Belgesi alarak

hizmete açılmışlardır.

Protokolde yer alan diğer kervansarayların turizm amaçlı

değerlendirilmelerini sağlamak üzere zaman içerisinde yeniden

ihaleleri planlanmıştır.

12 – 14 Nisan 2002 tarihlerinde toplanan II. Turizm Şurası’nda,

“tescilli tarihi yapıların turizme kazandırılmaları

amacı ile, Türkiye genelinde ve bir kültür başkenti olan

İstanbul’daki mülga Kültür Bakanlığı ve Vakıflar Genel

Müdürlüğü bünyesinde bulunan tarihi yapıların restore

edilerek turizm amaçlı kullanılmalarını sağlamak üzere

Bakanlığımıza tahsis edilmeleri” yönünde alınan ve 57.,

74., 78. maddelerde yer alan kararlar doğrultusunda işbirliği

yapılması önerilmiştir.

İPEK YOLU

İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında

çok önemli bir yer tutmuş; Uzak Doğudan gelen ipek

ve baharat, Bat dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli

bir rol oynamıştır. İpek, ayrıca, Doğu kültürünün Batı tarafından

tanınmasını da sağlamıştır.

Doğunun ipeği ile baharatının kervanlarla batıya taşınması,

Çin’den Avrupa’ya ulaşan ticaret yolların oluşturmuştur.

Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin’in Xian kentinden

hareket ederek Özbekistan’ın Kaşgar kentine gelirler;

burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan

ovalarından Hazar Denizine; diğeri ile de Karakurum Dağlarını

aşarak İran üzerinden Anadolu’ya ulaşırlardı. Anadolu’dan

deniz yolu ile veya Trakya üzerinden karayolu ile

Avrupa’ya giderlerdi.

Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette, daha

önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden

yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipek, porselen,

kağıt, baharat ve değerli taşların taşınmasının yanında kıtalar

arasındaki kültür alışverişine de imkan sağlayan bu

binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları, zaman

içinde ‘’İpek Yolu’’ olarak adlandırılmıştır.

İpek Yolu, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının

ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerin,

dinlerin, ırkların da izlerini taşımakta ve olağanüstü

bir tarihi ve kültürel zenginlik sunmaktadır. Orta Asya

Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından

sonra, İpek Yolunun hem bir ticaret yolu, hem de tarihi ve

kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme

gelmiş, bu yol boyunca inşa edilmiş ve artık kullanılmayan

yapıların, yeni işlevler kazandırılarak korunmaları ve yaşatılmaları

için çalışmalar başlatılmıştır.

19


Türklerin Birleştiği Yol

Esrarengiz Hat (İstanbul – Kudüs – Mekke)

Rafet ULUTÜRK - BULTÜRK Derneği Genel Başkanı

İstanbul Kudüs Mekke Hattında - Ortadoğu Haritasında - Gizli ve Esrarengiz Bir Hat..! İslam

Aleminin ve Ortadoğu’nun gizemi İstanbul, Kudüs, Mekke ne anlam taşıyor?

İstanbul 29 kez kuşatıldı. İstanbulu alan dünya

yönetimini alıyor. Bu tarihte hep böyle olmuş.

İstanbul Kuddüs Mekke Hattında - Ortadoğu

Haritasında - Gizli ve Esrarengiz Bir Hat..!

İslam Aleminin ve Ortadoğu’nun gizemi

İstanbul, Kudis, Mekke ne anlam taşıyor?

•Altaki haritada Düşünce ve Yönetim Merkezi

Beyin – İSTANBUL olarak belirtilen BAŞ

Bölgesi Beyaz renk ile tasvir edilmiştir.

• İlham ve Duygu Merkezi KALP- Kudüs olarak

belirtilen bölgesi Mavi renk ile tasvir edilmiştir.

•Doğum ve Yaratılış Merkezi KARIN (Rahim)

– “MEKKE” olarak belirtilen RARIN-RA-

HİM Bölgesi Kırmızı renk ile tasvir edilmiştir.

Mavi renk gökyüzünün ve geniş ufukların denizin

simgesidir. Sonsuzluğu ve uzak bakışlılığı simgeler.

3.Kırmızı - Doğum ve Yaratılış Merkezi KA-

RIN (Rahim) – “MEKKE”

İştah açıcı özelliği ile bilinir. Bulunduğu her

ortama enerji yayan, yaşam veren, hormon

seviyelerinin yükselmesini sağlayan, yaraların

iyileşmesini kolaylaştırankişilerin düşüncelerini

etkiler. Kırmızı ana renklerden olup, insanların

ilk tercihi arasına girmiş en dominant, en

dinamik renktir.

4.Yeşil İstanbul – Kudüs – Mekke Hattı

Duygusal olarak bizi en çok etkileyen bir organımız

olan kalp organının, bu rengin yaydığı

enerji alanında olduğu düşünülür. Doğanın ve

baharın rengidir. Güven veren renktir.

Kainatın yaratılışında bulunan çok sayıda mucize

ve hikmetlerden olduğuna kanaat ve inancımız

imanımız ve gereği olup aklen de kabul

ve tasdik ediyoruz.

Tüm yaratıklarda özellikle İnsan oğlunda vücut

anatomisi

Baş, Gövde, Kol ve bacaklar gibi diğer yardımcı

organlar olarak bilinir

ve bu dizaynının önemine göre vazife gören

organ ve merkezler yaratıcı tarafından konuşlandırılmıştır.

Tüm canlılarda, Özellikle akıl ve zekâya sahip

olan İnsanoğlunda BAŞ bölgesinde, İnsanı her

yönü ile diğer canlılardan ayıran merkezleri ve

yetileri içinde barındıran BEYİN – BEYİNCİK

– OMİRİLİK SOĞANI bulunmaktadır.

“BEYİN” insanın yaşamak için elzem olarak

bildiği ve gördüğü Akıl, Fikir, Düşünce, Zekâ

ve beş duyu merkezleri (Görme, Tatma, İşitme,

Dokunma ve Koku) ve bunlara yardımcı olarak

denge, yürüyüş ve dik duruş için hizmet

veren yardımcı merkezlerinde BAŞ bölgesinde

komşusu olup kısacası bulunduğu canlıları

özellikle yüce Rabbimiz tarafından, “EŞREFİ

MAHLÛKAT” - “AHSENİ TAKVİM” olarak

Yaratılmışların en güzeli şeklinde onurlandırdığı

İNSAN oğlunun sevk ve idaresini sağlayan

en önemli merkez ve organdır.

•Resimde belirtilen İSTANBUL – KUDÜS –

MEKKE hattı Yeşil renk ile bağlanmıştır.

Bu renklere göre;

1.BEYAZ - Düşünce ve Yönetim Merkezi Beyin

– İSTANBUL

Beyaz-Saflık, barış ve yeni başlangıçların sembolü

olmuş bir renktir. Kutsal, bozulmamış her

şey beyazla ifade edilir. Ortama ışığı en iyi şekilde

yansıtır, enerji ve parlaklık verir. Zarafet,

asalet ve soğukkanlılık en iyi beyazla ifade edilebilir.

Dekorasyonda hijyen ve sağlığın vurgulanmasını

sağlar. Ortama genişlik etkisi verir.

Ancak ışık beyazın etkisini değiştirebilir.

2.Mavi - İlham ve Duygu Merkezi KALP- Kudüs

Daima dinginlik ve huzurun simgesi bir renktir.

20

Değerli okurlarımız, saygın dostlarım;

Üstte gösterilen Dünya Haritası üzerinde hayal

edip düşünülen kıyam vaziyetinde bir insanın

Rabbine dua eder bir pozisyonuna göre,

İnsanın Baş kısmında; İstanbul Kalbin bulunduğu

Göğüs kısmında KUDÜS, İnsanın yaratılış

esrarlarından olan Karın (Rahim) kısmında

ise MEKKE Şehri Görünmektedir.

Kuzey-güney doğrultusunda yaklaşık 2400

Km. mesafede İSTANBUL-MEKKE,

- 1200 Km mesafede İSTANBUL-KU-

DÜS yine 1200Km de ise MEKKE-KUDÜS

yerleşkeleri bulunmaktadır.

Düşünce ve Yönetim Merkezi Beyin - İS-

TANBUL

Söz konusu Harita üzerinde kıyamda dua eder

şekilde bulunan İnsanın BAŞ bölgesinde bulunan

İSTANBUL şehrinde Dünya Milletleri için

adeta bir BEYİN görevi ifa eden bir özellikte

görülmüş olduğundan tarih boyunca 29 kere

muhasara edilmiştir.

Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve

Osmanlı İmparatorluğuna başkent olarak hizmet

veren İSTANBUL aynı zamanda semavi

dinlerin tamamı için bir hilafet merkezi olarak

da vazife icra etmiştir.

-Napolyon;

“İstanbul’u alan Dünyayı yönetir” sözü ile İS-

TANBUL’un Dünya yönetimindeki önemine

işaret etmiştir. İslâm Medeniyetinde ise;

Hz. Muhammed Mustafa (sav) İstanbul ile ilgili

hadisi şerifinde;

- “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu

fetheden kumandan ne güzel kumandandır!

Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!”

buyurarak İstanbul’un dünya medeniyetleri ve

insanlık alemi için olmazsa olmaz olduğuna

işaret buyurmuştur.

Bu hadisi şerifin müjdesine nail olmak isteyen

çok sayıda Müslüman Devlet adamları ve

kumandanlar tarafından İstanbul 11 defa kuşatılarak

en sonunda 29 Mayıs 1453 tarihinde

Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet Han


Türk Yolu

tarafından Fethedilerek İslam Aleminin yönetildiği

“BEYİN” olarak vazife göreceği Pahyitaht-Başkent

yapmıştır.

Yavuz Sultan Selim Hanın Mısır seferinden

sonra Hilafet makamını İstanbul’a kutsal emanetler

ile birlikte getirmesiyle İslam Aleminin

de merkezi Hilafet Makamını İstanbul temsil

ederek “BEYİN” e yardımcı unsur denge ve

yürüme ve dik durmayı sağlayan merkez (Beyincik

ve omirilik soğanı) görevini de yerine

getirmiştir.

İlham ve Duygu Merkezi KALP- Kudüs

Canlılarda ve özellikle İnsan vücudunda;

Göğüs ve Göğüs kafesi diye bildiğimiz bölgenin

muhafazası içinde bulunan “KALP”

canlıların özellikle insan oğlunun yaşaması ve

gönül, iman ve aşk duygularının itici gücü motorudur.

Haritada görüldüğü üzre “KUDÜS” insanlık tarihinde

bulunduğu bölgede tüm dinlerde özellikle

semavi dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık

ve İslamiyet için yönlendirici ve etkileyici bir

idari dini ve siyasi merkezidir. Tıpkı insan vücudunda

hayat veren “KALP”te olduğu gibi.

“KUDÜS” çevresinde bulunan dinler ve medeniyetlerin

israrlı koruma ve sahiplenme hareketlerine

maruz kalmış tüm insanlığın ortak

gaye ve hedefleri olmuştur.

Asırlardır bu duygu ve inançlardan dolayı Yahudi

– Hristiyan, Hristiyan – Müslüman, Yahudi

– Müslüman din ve medeniyetleri arasında

son derece kanlı ve yıkıcı mücadelelere sahne

olmuştur. Hristiyanlık’ta ve özellikle Müslümanlıkta

“KUDÜS” ilk ortak kıble ve dini merkez

halinde idi.

Yahudi inancına göre “KUDÜS” vaat edilmiş

topraklar “Arz-Mev’ud”un merkezi olarak bilinmektedir.

Bu nedenle son zamanlarda bölgede

kurulmuş sonradan terör devleti haline

gelmiş Yahudilerin sözde temsilcisi olduklarını

iddia eden İsrail ile Mazlum Müslümanların

kanlı savaşları ile “KUDÜS” asırlardır koruduğu

tüm semavi dinlerin cazibe merkezleri olma

sıfatından yakılıp yıkılarak enkaz haline getirilmektedir.

Bu durum da insan vücudunda yaşam için enerji

sağlayan “KALP”i görevini yerine getiremez

hale sokmaktadır.

Sevgi ve Aşkın Merkezi gönül olarak bildiğimiz

“KALP” ölürse şevkat, merhamet, saygı ve

sevgi de ölür.

Dolayısı ile “KUDÜS” yakılıp yıkılırsa hoşgörü

ve semavi dinlerin merkezi olmaktan çıkarılırsa

tüm dinler ve insanlık alemi onarılması

güç zarar görür.

Yaratanın “KALP”i göğüs kafesinde her şartlara

ve duruma karşı koruduğu gibi insanlık da

“KUDÜS” ü o hassasiyette korumalıdır.

Doğum ve Yaratılış Merkezi KARIN (Rahim)

– “MEKKE”

Canlılarda ve özellikle İnsan vücudunda;

Hayatın ve varoluşun başlangıcında Rahman

ve Rahim olan Yüce Yaratıcımız ALLAH (cc)

İnsanoğlunu inancımıza göre ilk çamurdan yaratarak

çenette mukim kılmıştır.

İnsanlığın Babası “Ebulbeşer” Hz. Adem (as)

e eş olarak yarattığı Hz. Havva annemizle birlikte

cennette yaşamları sürecine bazı yasaklar

koymuştur. Şeytanı aleyhillanenin ısrarlı takip,

kandırma ve mücadelesi ile Hz. Adem (as) ve

Hz. Havva annemiz kendilerine konulan yasağı

çiğnemişlerdir. Bunun üzerine “RAHİM” olan

yaratıcı tarafından üzerlerinde bulunan cennet

elbiseleri soyularak cennetten kovulmuşlardır.

Bir rivayete göre 223 gün sonra Hz. Âdem

(as) ve Hz. Havva annemiz “MEKKE” şehrinin

Arafat dağında Cebrail’in de yardımları ile

günahlarından tövbe ederek buluşup evlenmişlerdir.

“MEKKE” şehri bundan böyle insanlığın çoğalarak

dünya üzerinde neslinin yayılmasında

“RAHİM” (Güvenilir, Esirgeyen, Acıyan,

Koruyan, Merhametli. İyilere de, kötülere de

rahmet eden.) olan ALLAH (cc)’ın sıfatında olduğu

gibi insanlığa hizmette bulunmuş kadim

bir şehirdir.

Yüce ALLAH (cc)’ın kudret eliyle tüm insanlığı

Hz. Adem ve Hz. Havva annemizin aracılığı

ile bir damla sudan yaratığı Kur’anı Kerim’de

bir çok sürede biz insanlara anlatılmaktadır.

Tıpkı insanoğlunun doğup, büyüyüp ölmesinde

olduğu gibi hayat denilen bize göre uzun, ancak

kâinatın ve yaratıcının taktir ve gücüne göre kısacık

ömür “RAHİM” de başlamaktadır.

Kur’ni Kerim’de Mü’minun süresi 13 Ayetinde

yüce ALLAH (cc) biz kullarına “Sonra onu

emin ve sağlam bir karargâhta (rahimde) nutfe

(sperma) haline getirdik.” Buyurduğu gibi konu

ile ilgili 11 surede olmak üzere toplam 12 ayet

daha bulunur.

İnsanın yaradılışındaki sırlarda olduğu gibi

kâinatta o sırlara uygun olarak hayat çizgisini

devam ettirmektedir.

“MEKKE” şehri insan oğlunun inançlarına ve

medeniyetlerine “RAHİM” (Güvenilir, Esirgeyen,

Acıyan, Koruyan, Merhametli. İyilere de,

kötülere de rahmet) de bulunarak yaratıcıya

karşı yükümlülük ve sorumlulukların belirlendiği

kabul gördüğü bir kadim medeniyettir.

Tüm semavi dinlerde olduğu gibi ALLAH (cc)

tan yapılan günah ve kötülükler için tövbe edilir,

af dilenir.

İslam dininin beş temel emrinden biri olan

HAC farizasında da “MEKKE” şehrinin Arafat

dağında vakfe duası yapılarak tövbe edilmesi

elzemdir. HAC hakkında Hz. Muhammed (cc)

bir hadisi şerifinde;

“Hac Arafattır” - Buna göre “Hac, Arafat’tır”ın

anlamı; hacda mutlaka Arafat’ta durulması

(vakfe yapılması) gerekir, demektir. Arafat’ta

durmayanın, haccı yoktur (kabul olunmaz).

“MEKKE” şehrine bu önem ve güzelliği sağlayan

şartlar “RAHİM” sıfatının içeriğinde olan

güvenilirlik, Esirgeyen, Acıyan, Koruyan, Merhametli.

İyilere de, kötülere de rahmet vasıfları

ile birlikte dinlerin ve insanlığın biat ettiği mübarek

bir şehir olmasıdır.

Bunların yanı sıra “KABE” nin de “MEKKE”

şehrinde bulunması ve tarihinin insanlık tarihi

kadar eski ve toparlayıcı olduğuna belirtmektedir.

Kabe nasıl yapıldı:

Kâbe’nin yapılışı hakkındaki rivayetler göre,

Hz. Adem ile Havva cennetten çıkarıldıkları

vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraber

batıya doğru yürürler. Kâbe’nin bulunduğu

yere gelirler. Bu esnada Hz. âdem, bu buluşmaya

şükür olmak üzere rabbine, ibadet etmek

ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek

ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendine verilmesini

diler. İşte o nurdan sütun orada tecelli

eder ve Hz. Âdem onun etrafında tavaf ederek

Allah’a ibadet eder. Bu nurdan sütun Hz. Şit

zamanında kaybolur, yerine bir taş kalır. Bunun

üzerine Hz. Şit onun yerine, taştan onun gibi

dört köşe bir bina yapar. Ve o siyah taşı binanın

bir köşesine yerleştirir. İşte bugün hacer-ül esvad

diye bilinen siyah taş odur. Sonra Nuh tufanında

bina, kumlar altında uzunca bir süre kalır

Hz. İbrahim Allah’ın emri ile Kâbe’nin bulunduğu

yere gider, oğlu İsmail ve eşi. hacer ile

orada yerleşir. Sonra İsmail ile Kâbe’nin yerini

kazar. Hz. Şit tarafından yapılan binanın

temellerini bulur. Ve o temeller üzerine bugün

mevcut olan Kâbe’yi inşa ederler. Ayette “Beytullahın

temellerini yükseltiyor.”cümlesi bunu

ifade eder.

İslam eserlerinde Allah’ın Hz. İbrahim’i

Kâbe’yi inşa etmekle görevlendirerek Mekke’ye

gönderdiği yazılıdır. Bununla birlikte,

Kâbe’nin Hz. İbrahim’den çok daha önce eski

bir döneme ait geçmişinden de bahsedilir. Yani,

Kâbe çok önceleri de vardı. Ama Nuh tufanından

sonra yıkılarak kaybolmuştu. İşte Hz. İbrahim

bundan dolayı, kabeyi bulmak ve yeniden

inşa etmek için Allah tarafından görevlendirilmişti.

Kâbe yüz yıllardır ayakta kalan bir yapıdır.

Zaman içerisinde çok hasar görmüş, sel felaketlerine

uğramış, çok çeşitli saldırılara maruz

kalmıştır.

Osmanlı döneminde Kâbe hizmetine çok önem

verilirdi. Bu kutsal mekâna her türlü yardımda

bulunurlar ve kendilerini,”haadimül harameyn”olarak,

yani Mekke ve Medine’nin hizmetçisi

olarak takdim ederlerdi. Bugün Mekke ve

çevresinde bir hayli Osmanlı eserleri mevcuttur.

Kâbe Müslümanların ibadetinde çok önemli bir

yere sahiptir. Her gün dünya üzerinde yaşayan

Müslümanlar, nerede olursa olsun Kâbe’ye

yönlerini döner ve o yöne doğru namaz kılarlar.

Tarihte İstanbul 29 kes kuşatıldı

İstanbul’u alan dünya yönetimini alıyor

Kısaca; İstanbul, Kuddüs ve Mekke’nin harita

üzerinde 1 TEK hat üstünde bulunması.

Üstüne üstlük Kuddüs mesafa olarak Istanbul

ve Mekke’nin TAM ortasında bulunması.

İstanbul-Küdüs 1200km Kudüs-Mekke aralarında

mesafe de 1200 km buna da Altın hat ismi verilir

21


22

Türklerin Birleştiği Yol

Tarih boyunca Türklere karşı Yapılan

SOYKIRIMLAR

1- Norveçliler 1920-1930 yılları arasında NORDİK ırkının

ağırlığını korumak için göçmenleri yani TATARLARI

(Tater) kızlarını zorla kısırlaştırdılar. Norveç toplumu ne

kadar “Tater”i kısırlaştırırsa o kadar kendi ırkını koruduğuna

inanıyordu. Kısırlaştırma yoluyla saf dışı edilmeyenler

insülin ve elektroşok ile saf dışı edildiler.

2- İngilizler 1912-1974 arasında Kıbrıs’ta egemenliği için

Rumların ENOSİS ve Türkleri katline göz yumdu.

3- 1912 yılında Rumlar Kıbrıs’ın 35 yerinde Türklere ait

cami, iş yerleri ve evlerini yaktılar ve Türkleri soykırım

yaptılar.

4- 1952 yılında Kıbrıslı Rumlar EOKA’yı kurdular. EOKA

mensubu Rumlar 30 Türk köyünü yaktılar.

5- 1963 yılında EOKA 500 Türk’e soykırım yaptı. 130

Türk köyünü yaktılar. 25 bin Kıbrıslı Türk evlerini terk etti.

6- 1923 yılında Lozan’da imzalanan Türk-Rum azınlıkların

karşılıklı mücadelesi sonrası; Batı Trakya’da 1923’ten

sonra Yunanistan etnik ve küresel soykırım yaptı.

7- 1970-1989 arasında Bulgaristan, Türkleri Bulgarlaştırma

adı altında 1.5 milyon Türk’e, Türk asıllı Pomaklara ve

çingenelere karşı soykırım yaptı.

8- 1944 yılında Rus askerleri Çeçen-İnguş-Karaçay-Malkarlar-Ahıska

ve Kırım Türklerini Stalin’in emri ile trenlere

bindirerek Sibirya ve Kazakistan’a sürgün etmiş ve bu

sürgünde 500 bini aşan Müslüman Türk yollarda ölmüştür.

9- Sovyetler Birliği komünist rejim döneminde Türk soyundan

gelen milyonlarca Müslüman Türk’e soykırım

yapmıştır.

10- ABD işgal güçleri Irak Felluce’de 1500 Müslüman-Türke

soykırım uygulamıştır. Ayrıca çürümeye terk

etmiş ve cesetler köpeklere atılmıştır ve Felluce’den de

350 bin kişi bölgeden sürüldü.

19- (Osmanlı-Genel Kurmay-TC Devlet ve Azerbaycan)

arşivlerine göre 525 bin Müslüman Türk, (sivil, yaşlı, kadın

ve çocuk) Ermeni çetelerince soykırım yapılmıştır.

20- Ermeni teröristleri 1973-1994 arasında 34 kamu görevlimizi

şehid etmiştir. 800 yıllık birlikte yaşadığımız ve Millet-i

sadıka olan Ermenileri 1876’dan sonra Batı ülkeleri

ve Rusya, Osmanlıya ve Türkiye’ye düşman ettiler.

21- 8 Mayıs 1945 günü 45 bin Cezayirli Türk-Müslüman

bayrakları ile caddelere döküldüler ve Fransa hepsini katletti.

Cezayirliler Fransa’nın kendilerine yalan söylediğini

ve düşmanı olduğunu anladı ve bağımsızlık savaşı başladı.

1962 yılına kadar Fransa 2 milyon Cezayirliyi katletti. Bu

katliamda İsrail Fransa’ya yardım etti. Ayrıca onbinlerce

Cezayirli hapishanelerde çürüdü.

22- Jozef Stalin 1934-1939 arasında 13 milyon Türk’e soykırım

yapmıştır.

23- Mao Tze Dong (Çin) 1966-1969 arasında kültür devriminde

çoğunluğu Türk olan 11 milyon insanı katletti. Toplama

kamplarındaki ölü ve kayıp sayısı belli değil. Halen

Çin devleti bu politikayı Türkler üzerinde Soykırım derecesinde

sürdürmektedir.

31- Menghitsu, Etiyopya’da 1.5 milyon Türk’e soykırım

yapmıştır.

32- Leonid-Brezhnew Rusya, Afganistan’da 1979-1982

arasında 1 milyonun üzerinde Özbek, Türkmen Türk’e

soykırım yapmıştır.

33- Cezayir’de sadece 1954-1962 arasında Charles De

Gaule iktidarında 1 milyon Cezayirli (Osmanlı bakiyesi)

Türk’e soykırım yapmıştır

34- İtalya diktatörü B. Mussolini Yugoslavya ve Etiyopya’da

300 bin Türk’e soykırım yapmıştır.

35- S. Miloseviç Yugoslavya’da tamamı Türk ve Akraba

topluluklarına mensup 1992-1996 arasında 300 bin kişiyi

katlederek soykırım yaptı. Kayıpların sayısı belli değil,

100 bine yakın kişi göç etti.

36- Kıbrıs 1912-1974 arsı 25 bin Türk, İngiliz ve Rumların

zulmü ile göç ettiler. Ve binlerce Türk’e soykırım yaptı.

37- Balkan Savaşında 3 milyonun üzerinde Türk Müslüman

soykırıma uğradı.

38- İspanyollar 1500’lü yıllarda milyonlarca Müslümanı

ve yüzbinlerce Yahudiyi ateşte yakarak öldürdüler. Osmanlı

Müslümanların bunlara gemilerle kuzey Afrika’ya

ve 500 bin Yahudiyi Osmanlı topraklarına kabul ederek

soykırımdan kurtarmıştır.

39- 1816—1917 arasında Ermeni milisler sadece Anadolu’da

500 bin Türk’e soykırım yapmıştır.

40- 1995 yılında sadece Srebnenitsa şehrinde Sırplar, Hollanda

barış gücünün, İngiliz ve Fransız üst rütbeli subayların

desteği ve izni iler 8 bin Müslümana soykırım yapmıştır

41- Yunanlılar bağımsız olunca Türk katliamını soykırım

derecesinde Girit’te Türk’e soykırım yapmıştır.

42- Çarlık Rusya’sının Kafkasya’da Müslümanlara yaptığı

soykırım ve Müslümanların Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına

göçü tarihin en korkunç hadiseleridir.

43- Çin’in Doğu Türkistan’daki soykırımı artan şiddette

devam etmektedir.

44- Çin seddi inşa edildiği tarihte Türklerin sayısı Çinlilerden

fazla idi. İnsanlık tarihinden bu yana dünyanın her

köşesinde Türklere soykırım ve katliamlar yapıldığının

belgesidir.

45- 1911-1918 arasında Osmanlı 7 milyona yakın kişiyi

savaşlarda kaybetti.

46- Keşmir’de 1947’den bu yana katledilen Türk ve Müslüman

sayısı 100 binlerin üzerindedir. Halen devam etmektedir.

47- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı

eserinde 1821 ile 1922 yılları arasında 5 milyondan fazla

Müslümanın Balkan ve Kafkas ülkelerinden sürgün-tehcir

edilmiştir.

48- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinde

5.5 milyon Müslümanın ise soykırıma uğradıklarını

ya da açlıktan ve hastalıktan hayatlarını kaybettiklerini belirtmiştir.

49- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı ese-


Türk Yolu

rinde 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında (93 Harbi) 1.5

milyonu Müslümanın Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine

göç etmek zorunda kalmıştır, Sürgün esnasında hayatını

kaybeden ve soykırıma uğrayanların sayısı ise eski

nüfusun yüzde 17’sine tekabül ediyordu.

50- Arnavutluk dışında Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’daki

bölümlerinde yaşamakta olan 2 milyon –

- ABD’li tarihçi MC. Carty “Ölüm ve Sürgün” adlı eserinde

21 Mayıs 1864 Büyük Kafkasya sürgününün zirveye

ulaştığı tarihtir. Şeyh Şamil’in başkaldırısının son bulması

ardından artan baskılar soykırıma varan bir sürgünle neticelenmiş

ve 2 milyona yakın Kafkasyalı bu soykırımın

konusu olmuştur. Ayrıca sürgün edilen insanlarında ancak

yarısı hayatta kalabilmiştir.

51- Birinci Dünya Savaşı sonrası soykırımlar: Kafkasya’daki

diğer bir sürgün de Stalin döneminde 1944 tarihinde

gerçekleştirilmiştir. Bu sürgün Kafkasya’dan Kazakistan’a,

Özbekistan’a ve Sibirya’ya olmuştur. Sürgünden

etkilenmeyen hiçbir Kafkasyalı Müslüman yok gibidir.

İnsanlar birkaç saat içerisinde askeri birliklerin zorlamasıyla

tren vagonlarına bir mal gibi yüklenmişler, yemeden,

içmeden günlerce yolculuk yapmaya zorlanmışlardır. Sadece

Çeçen ve İnguşlar bu yolculuğa 750 bine yakın nüfuslarıyla

başlamışlar fakat 1957 tarihinde 400 bin kişi ile

dönebilmişlerdir.

1954-62 yılları arasında Fransa, Cezayir’de bir milyondan

fazla Cezayirliye soykırım yapmıştır. 132 yıldır devam

eden işgal sürecinde soykırıma uğrayanların sayısı ise bunun

birkaç katıdır.

52- 1917 Balfour Deklerasyonu ile İngilizler tarafından

Yahudi göçüne resmen izin verilmesinin ardından Filistin

topraklarında başlayan soykırım 1948 tarihinde İsrail devletinin

kurulmasıyla daha sistematik hale gelmiştir.

53- Arakan, Burmalı Budist yönetimce 1937 yılından beri

soykırımlarla kavrulmaktadır. Bu tarihte İngiliz yönetimindeki

Hindistan’dan ayrılan Burma’da Budist askeri

cuntanın tek hedefi Müslüman Arakanlılara da soykırım

yapılmıştır.

54- Tümü beş milyon kilometrekareye varan Türkistan

coğrafyası geçtiğimiz yüzyılın başında altı parçaya ayrıldı.

Bunlardan beşi Rus işgaline uğrarken Doğu Türkistan ise

Çin tarafından işgal edildi.

Ele geçirme dönemlerinde ve Uydurların bağımsızlıkları

uğruna gerçekleştirdikleri başkaldırı ve isyan girişimlerinde

on binlerce Türk-Müslüman soykırıma uğradı. Günümüzde

de söz konusu soykırımlar artarak devam etmektedir.

55- Keşmir’deki soykırım ise yine II. Dünya Savaşı sonrası

1947 Hindistan-Pakistan ayrımı ardından başlamış ve

nüfusun %80’i Müslüman olan Keşmir haksız bir biçimde

Hindu yönetimce işgal edilmiştir. Bu işgalde İngiltere’nin

etkin bir rolü bulunmaktadır. Bölgede yaşamaya çalışan

her Müslüman aileye neredeyse bir Hint askeri düşmekte

ve olağanüstü yetkilerle donatılan bu askerler Keşmir halkına

rahat yüzü göstermemektedir. İstatistiğe göre 1991-

97 sürecinde 100 binden fazla Keşmirli soykırıma tabi

tutulmuştur.

56- Batı’nın soykırım günlüğü arasında anılması gereken

Batılı güçlerin kanlı işgal ve soykırım örneklerinden birisi

de 1979 yılında Rusya eliyle Afganistan’da gerçekleşti ve

2001 yılından itibaren de ABD eliyle hala gerçekleştirilmekte.

79 işgali on yıl sonunda Rusya açısından başarısızlıkla

biterken geride tam bir kadavra ülke bırakılmıştı. 1.6

milyon Afgan bu işgal sürecinin kurbanları olmuş ve beş

milyonu aşkın Afgan da ülkelerini terk etmek durumunda

kalmıştır. İşgal sonrası Afganistan’da huzur sağlanamamış

ve bu kez 2001 Ekim’inden itibaren ABD saldırıları

gerçekleşmiştir. Bu saldırılar neticesinde de binlerce Özbek-Türkmen

soykırıma uğramıştır,

57- Diğer bir önemli nokta da Çeçenistan’dır. Çeçenistan’da

1994 yılından beri üç senelik barış dönemi dışında

dokuz senedir devam etmekte olan katliamlar birkaç özelliğiyle

dikkat çekicidir. Çeçenistan’da her türlü kullanılması

yasak olan silah kullanılmakta, yayılan radyasyon

nedeniyle binlerce Çeçen çocuk sakat doğmaktadır. Soykırımlar

karartmalar nedeniyle dünya gündeminden saklansa

da aslında tüm dünya Çeçenistan’da neler olduğunu gayet

iyi bilmektedir. Savaş öncesinde hayatta bulunan her on

Çeçenden üç tanesi bugün yaşamamaktadır. Bir akrabası

katledilmiş ya da kaybolmamış tek bir Çeçen aile yoktur.

Çernokozova, PAP 1, PAP 5 gibi onlarca toplama kampı

aynı zamanda işkence ve soykırım merkezleri işlevi görmektedir.

Neticede bu zillet, zulüm, soykırımlar, açlık, kıtlık ve cehalet

nasıl sona erer sorusunun cevabı; Büyük ve Güçlü

Türkiye’nin önderliğinde her Müslüman yaratılan ve yaratılacakların

en üstünü, güzeller güzeli şan ve şerefi çok

yüce olan, âlemlere rahmet Sevgili ve Şerefli Peygamber

Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) güzel ahlakı ile

şereflenmekle mümkündür.

23


Türklerin Birleştiği Yol

Dikkat:

Zekât-namaz dengesi!

Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

İslam’ın şartlarından biri de zekât vermektir. Cenâb-ı Hak

zengin kullarına mallarından belli bir kısmını fakirlere zekât

vermek için emretmiştir.

Ancak fakirlere zekât almayı emretmemiştir. İsterlerse alırlar.

Şayet almasalar zenginler bir farzı yerine getirmekten

mahrum kalırlardı. Bu itibarla zenginler zekâtını alan fakirlere

ayrıca teşekkür etmelidirler.

Bu konuda Ferideddin Attâr hazretlerinin, “Tezkiretü’l-Evliyâ”

kitabında çok hoş bir anekdot anlatılmaktadır. Şöyle ki:

Cüneyd-i Bağdadî, yedi yaşında idi. Bir gün mektepten gelince,

babasını ağlıyor gördü ve nedenini sordu. Babası;

-Bugün, zekât olarak, dayın Sırrı Sekati’ye birkaç gümüş

göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının,

beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum,

dedi. Cüneyd-i Bağdadî;

-Babacığım, o parayı ver, ben götüreyim deyip, dayısına gitti.

Kapıyı çaldı. Dayısı kim o deyince;

-Ben Cüneyd’im. Dayıcığım kapıyı aç ve babamın zekâtı

olan bu gümüşleri al! dedi. Dayısı, almam, deyince, Cüneyd-i

Bağdadî;

-Adl edip, babama emreden ve ihsan edip, seni serbest bırakan

Allahü teala için al! dedi. Sırrı Sekati hazretleri;

-Babana ne emretti ve bana ne ihsan etti? dedi. Cüneyd-i

Bağdadî;

-Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet

eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabul etmek ve etmemek

arasında serbest bırakmakla ihsan eyledi, dedi.

Bu söz, Sırrî Sekati hazretlerinin çok hoşuna gitmişti. “Oğlum!

Gümüşleri kabul etmeden önce, seni kabul ettim” dedi.

Kapıyı açıp parayı aldı...”

Her bir ibadetin olduğu gibi zekâtın da şartları vardır. Kimlerin

zekât vereceği, hangi mallardan ne ölçüde zekât verileceği

ve kimlere verileceği bellidir. Zekâtın farzı birdir. Her

Müslümanın tam mülkü olan nisap miktarındaki zekât malının

belli zamanda belli miktarını zekât niyeti ile ayırıp emredilen

Müslümanlara vermektir.

Cenâb-ı Hak Tevbe suresi, 34. âyet-i kerimesinde, “Malı,

parayı biriktirip zekâtını, Müslüman fakirlere vermeyenlere

çok acı azabı müjdele!” Buyurmaktadır.

Yine Haşr suresi, 9. âyet-i kerimede, “Zekâtını veren, elbette

kurtulacaktır” buyurarak zekât verenleri müjdelemiştir.

Şanlı Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerifte, “Zekât vererek,

malınızı zarardan koruyunuz!” buyuruyor.

Zekât vermek, Kur’ân-ı kerimin otuz iki yerinde, namazla

birlikte emredilmektedir.

Büyük tefsir âlimi Abdurrahman Cevzi hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Kur’ân-ı kerimde üç şey, üç şeyle beraber bildirildi.

Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabul olmaz. Peygambere

(sallallahü aleyhi ve sellem) itaat edilmedikçe,

Allahü tealaya itaat edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükredilmedikçe,

Allahü tealaya şükredilmiş olmaz. Malın

¬zekâtı verilmedikçe, namazlar kabul olmaz.”

Unutulan zekâtlar!

İslam düşmanları son iki asırdır Müslümanlar arasına din

adamı kisvesi altında soktukları din simsarları ile güzel dinimizin

şartları ile oynamaktadırlar. Gerek itikadî gerek amelî

noktalarda Müslümanları ifsad edecek yollar açmaktadırlar.

Bazıları bunu bilerek yaparken bazıları da bilmeden yanlışlara

alet olmaktadırlar.

Nitekim namaz ve oruçta olduğu gibi zekât hususunda da

Müslümanlar çeşitli vesilelerle yanlış yönlendirilmiştir.

Bundan kurtulmanın ve ibadeti doğru yapmanın yolu İslam

âlimlerinin eserlerine uymaktan geçmektedir.

Zekât, altın, gümüş, kâğıt paralar ve ticaret eşyasından verildiği

gibi toprak mahsulleri ile hayvanlardan da verilmektedir.

Milletimiz altın, gümüş ve ticaret eşyasının zekâtını vermeye

dikkat ederken toprak mahsulleri zekâtı (öşür) neredeyse

unutulmuştur.

Bunun iki önemli sebebi vardır:

Birincisi İnönü döneminde bir müddet “aşar” adıyla vergi

toplanmış sonra bu vergi kaldırıldığında insanlar bunu öşür

addederek toprak mahsulleri zekâtını vermez olmuşlardır.

24


Türk Yolu

İkincisi ise toprak mahsulleri zekâtının kalkmasında daha

etkili olmuştur.

Ömer Nasuhi Bilmen Bey Büyük İslam İlmihali’nde topraklarla

ilgili bilgiler verirken memleket arazisi (Miri Arazi)

başlığı altında şunları kaydetmiştir:

“Vaktiyle Müslümanlar tarafından fethedilip bir kimsenin

mülkiyetine geçirilmeksizin bütün Müslümanların yararına

bırakılmış olan topraklardır. Bunlar bütün halk adına devlete

ait olup kullanma hakkı halka tapu ile verilegelmiştir. Bunların

yalnız kullanma hakları belli kimselere aittir. Bu haklara

sahip olanlar icarcı (kiralayan) hükmündedir. Devlete verecekleri

belli hisse veya vergiler de, icar bedeli hükmündedir.

Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür ve diğer bir

nam altında zekât gerekmez. Çünkü öşür ile haraç veya öşür

ile bu hükümde bulunan icar bedeli bir arazide toplanmaz.

Türkiye’deki arazi başlıca bu kısımdandır.”

İşte Sayın Bilmen’in Türkiye topraklarını tamamen miri

arazi addetmesi öşür zekâtını büyük ölçüde unutturmuştur.

Hâlbuki Osmanlı döneminde Anadolu’da miri topraklar olduğu

gibi mülk, vakıf ve mevat topraklar da bulunuyor ve

Müslümanlar öşürlerini veriyorlardı. Kaldı ki Cumhuriyetle

birlikte bütün topraklar mülk olarak sahiplerine tapulanmış

olup onlardan da zekât verilmesi şart olmuştu. Dolayısıyla

“öşür düşmez” sözü toprak mahsulleri zekâtını unutturmuş

ve Müslümanları çok büyük bir vebale sürüklemiştir.

Ekip biçmek için mi, yatırım aracı mı?

Diğer taraftan tarla ve arazi gibi toprak parçaları son yıllara

kadar hiçbir zaman yatırım aracı olmamıştı. Hep ekip biçmek

için yani bir fabrika gibi kullanılmış ve elde edilen üründen

de öşür zekâtı fakire verilmişti.

Ancak son 40-50 yıldır büyükşehir ve merkezlerin etrafındaki

araziler, zenginlerce yatırım amaçlı olarak toplanmakta

ve satılmaktadır.

Fıkıhta zekât konusunda şu önemli bir kaidedir:

“Ticaret için olmayan, yani satılık olmayan evlerin, apartmanların,

sanat âletlerinin, motor, tezgâh, kamyon ve gemilerin

ve ne kadar çok olursa olsun evde kullanılan eşyanın

zekâtı verilmez. Sanat sahipleri, sanayiciler, imalatçılar, ham

ve işlenmiş, mamul eşyanın zekâtını verirler. Demirbaş eşyanın

zekâtı verilmez.”

Ticaret için olduğunda ise bu durum değişmektedir. Bir

fabrikayı çalıştırmakla o fabrikayı değerlendirip satmak için

almak arasında fark vardır. Burada toprağı alanlar yatırım

yaptığını, parselleyip veya değerlendirip satacağını açıkça

beyan etmektedir. Bu durumda o arazi ticaret eşyası olmakta

ve zekât düşmektedir.

Şanlı Peygamber Efendimiz, “Veren el alan elden daha hayırlıdır”

buyurmuştur. Müslümanlar veren el olmak için gayret

etmelidir.

Evet, kişinin benim dediği mal hakikatte elinde geçici bir

emanettir. Zira ondan tek bir parçayı dahi ahiret yolculuğunda

yanına alamayacaktır. Ancak zekâtı verilmemiş mal onun

için dünyada zehir, ahirette de bir azap vesilesi olacaktır!

Onun için Müslümanların zekât meselesine büyük ihtimam

göstermeleri gerekmektedir.

Cenâb-ı Hak zengin-fakir dengesini öylesine gözetmiştir ki

zenginler sadece zekâtlarını hakkıyla verdiklerinde yeryüzünde

aç insan kalmaz.

Bu itibarla zekât verilmediği durumda zenginler fakirlere

büyük bir zulüm yapmış oluyorlar.

Kişiyi zekât vermekten alıkoyan en büyük engel malının

azalacağı korkusu ve vesvesesidir. Zekât verilmekle malın

azalacağını sanmak ise ne büyük bedbahtlıktır.

Zira zekât malı temizler, bereketlendirir ve çoğaltır. Nitekim

Şanlı Peygamber Efendimiz, “Zekât vermek maldan

hiçbir şey eksiltmez” ve “Zekât, kişinin Müslümanlığının bir

delilidir” buyurmaktadır.

Yetmez mi?

TEFEKKÜR

Zekât-ı malı çıkar ki arturur zekât anı

Budandugında agaç katı çog olur engûr

Ahmedî

(Malının zekâtını ver ki zekât da malını arttırsın.

Ağaç budandığında üzümün çoğalması gibi.)

25


TÜRK TARİHİNDE YADA TAŞI

(YADA-JADE-YEŞİM)

Türklerin Birleştiği Yol

26

Türklerin Yağmur yağdıran ‘’Yada’’ taşı

Türk kültür tarihimize baktığımızda ‘’Yada’’ taşı olarak da bilinen taş aracılığıyla

, bir nevi sihir ya da büyü yoluyla kar ve yağmur yağdırıldığını

örneklerle görmekteyiz. Türk Mitolojisinde de kullanılan Yada Taşı , yağmur

yağdırmaktan , düşmanları telef etmeye kadar bir çok amaçlarla kullanıldığı

bilinmektedir. Orta Asya’da yağmurun ‘’Yada’’ taşı sayesinde yağdırıldığına

inanılmaktadır. Yada kelimesi , yad kökünden türetilmiştir. Dışsallık

, erişilmezlik ve gizem anlamları içerir. Moğolca’da Yadah , Tuvaca Yadı

sözcükleri ise ihtiyaç halinde olma ve gerek duyma anlamlarını ifade eder.

Kelime ayrıca yad/yat/yay/zay köküyle bağlantılı olarak yaratmak yaymak

anlamlarına gelir. Bu taş ile büyü yapan kimselere ise Yadacı/Yatçı/cadacı

veya Yayçı adı verilmiştir.

Türk ve Altay şamanizminde ve halk inancında Simyacılık yapmak ya da

Yadlamak da denilir. Türk mitolojilerinde Simya (Dönüştürme) özelliğine

sahip , havayı suya dönüştürerek yağmur yağdırdığına inanılan bir taştır.

‘’Yada’’ taşı Tanrının ulu kamlara armağanıdır. Bir kurt tarafından getirildiğine

dair rivayetler vardır. Kimi rivayetlerde ise kurdun karnından çıkan

bir taştır. Şaman bu taş sayesinde yağmur ve kar yağdırabilir. ‘’Yada Taşı’’

dualar edilerek ve tılsımlar okunarak suya bırakılırsa yağmur yağdırılır , atın

yelesine asılırsa serin rüzgarlar estirilir. Yangının içine atılırsa alevleri söndürür.

Taş kar ve dolu da yağdırabilir. Bir kabın içine kar veya su konularak

içine de bu taş bırakılırsa dilekleri gerçeğe dönüştürür.

Kimilerine göre bu taş Çin’in uzaklarında bulunan madenlerin mahsulüdür.

Kimi kaynaklar ise bu taşın Türk ülkesinde bir dağda bulunduğunu

, hatta bu dağ civarındaki vadilerden geçenlerin , geçiş esnasında taşların

birbirlerine sürtünmesinden yağmur , kar , fırtına ve tufan çıkmasın diye hayvanların

ayaklarını yün ve benzeri yumuşak şeylerle sardıkları kaydedilmektedir.

‘’Yada Taşı’’nın Karluk ülkesinde olduğunu ifade edenler de vardır.

Abdülkadir İnan’ın ‘’Eski Türk Dini Tarihi’’ eserinde ‘’El-Lügat’ün Neviyye’’

sözlüğünde ‘’Yada Taşı’’ hakkında ‘’Yağmur boncuğu derler bir nesnedir

ki , ona kurban kanı sürülmekle yağmur yağar’’ denildiği kayıtlıdır.

Bu hususta Çin kaynaklarında da olduğu gibi Arap , Fars ve Osmanlı kaynaklarında

da bu konu hakkında bilgiler vardır. Arapça İslam kaynaklarında

Hacerü’l Metar , Farsça kaynaklarda Seng-i Metar(Yağmur Taşı) , Seng-i

Ceda (Ceda taşı) diye geçen taşa , muhtelif Türk lehçelerinden Yakutça’da

‘’sata’’ , Altaycada ‘’cata’’ , Kıpçak lehçelerinde de ‘’Cay’’ , Çağatayca’da

ise’’Yeşim Taşı’’ adı verilmektedir. (1)

***

Kaşgarlı Mahmut işte bu yağmur taşını ‘’yat’’ ismi ile isimlendirmektedir.

Kaşgarlı ‘’yada taşı’’ hakkında ‘’Bir türlü Kamlıktır(Kahinlik). Belli başlı

taşlarla yapılır (Yada taşıyla). Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır , rüzgar

estirilir.Bu , Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde

gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi ; bu suretle kar

yağdırıldı ve Ulu Tanrı’nın izniyle yangın söndürüldü.’’(2) demektedir.

Kırgız Sözlüğünde de ; ‘’ Caytaş : Güya koyun işkembesinde bulunan ve

yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş’’ şeklinde geçmektedir. Tarama

Sözlüğünde ‘’ Yada taşı eskiden usulüne göre kullanılınca yağmur yağdırıldığına

inanılan bir yağmur taşı’’ şeklinde geçerken, İngilizce bir sözlükte

‘’ Yede , Cebrail tarafından Nuh Peygamber’e verildiği bilinen bir taştır. Yağmurun

yağışına ve yağan yağmurun kontrolüne vesile olur’’ denilmektedir.

Yahudi inançlarından da beslenen İslam Motifli Türk efsanesine göre ;

Nuh Peygamber , tufandan sonra gemisinden çıkınca Ham,Sam ve Yafes

adındaki oğullarından her birini bir ülkeye göndermiştir. Yafes’i Türk ülkesine

göndermeden önce ona ‘’Yada’’ taşını vermiştir. Yasef de taşı oğlu Türk’e

bırakmıştır. Sonra bu taş Oğuz Han’a kadar gelmiş ve kullanılmıştır.

Kaşgarlı Mahmut’un çağdaşı olan Gardizi’nin “Zeynül Ahbar” adlı eserinde

yat taşının menşei hakkında şöyle bir rivayet nakledilmektedir: “Peygamber

Nuh Aleyhisselam cihanı dört oğlu arasında taksim ettiği zaman

Türklerin atası olan Yafes’e de şark diyarlarını vermişti. Nuh Peygamber

Tanrı’ya, oğlu Yafes’e istediği zaman yağmur yağdırabilmesi mümkün kılacak

bir dua öğretmesini niyaz ediyor.

Türklerin atalarına, Tanrının yağmur yağdırma gücü verdiğine dair çeşitli

söylentiler, Çin, Hıristiyan ve İslâm kaynaklarında yer alır. İslâm yazarlarına

göre Türklerin atası olan Yafes’in babası Türkistan’ı oğluna verir. Yafes,

kurak bir ülkede ne yapacağını sorar. Babası da oğluna “yağmur taşı”nın

gücünden bahseder ve ihtiyaç duyduğunda Allah’a yağmur yağdırması için

dua etmesini söyler ve üzerinde dua yazılmış tılsımlı taşı ona verir. Bir efsaneye

göre “Yada Taşını” Yafes’ten Oğuz Han almıştır ve bu taş Oğuzların

eline geçtiği için de onlarla Karluklar, Hazarlar ve diğer Türkler arasındaki

savaş bitmek bilmemiştir.. Bazen de bu taşın koruyucusunun Zada Han olduğu

söylenir.

***

13. asırda yaşamış bir müellif de yağmur taşının şekli ve menşei hakkındaki

sözleri şöyle hulasa etmiştir; “Yağmur taşı yumuşak, büyük bir kuş yumurtası

büyüklüğünde olup üç türlüdür. Bu taş hakkında muhtelif fikirler

vardır. Bazılarının zannına göre bu taş, Çin’in doğu sınırlarında bulunan

madenlerden hasıl olmaktadır. Bazılar derler ki bu taş, Çin’in serhaddindeki

sürhab adlı kırmızı kanatlı büyük bir su kuşunun mahsulüdür” demektir.

Türklerin kültür hayatı, folkloru, etnografyası üzerinde yapmış olduğu

araştırmalarla tanınan Radloff, 1861 yılında Altay’da Abakan ırmağı kaynağı

çevresinde bulunduğu sırada yağmur taşı ile ilgili bir olaya tanık oluyor. Bu

defa şiddetli yağmurdan kurtulmak için rehberi olan şahıs, aynı zamanda

yadacı olduğundan yağmurun durması ve gökyüzünün açılması için efsun

mahiyetinde manzume okuduğunu kaydetmiştir.

Yada taşı ile ilgili olarak Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre , Göktürkler’in

kurttan türeyişini anlatan efsanelerden birinde , Göktürkler’in atalarının

kabile reisinin on yedi kardeşinin olduğu ve kurttan doğmuş olduğu

ve diğerlerinden farklı olduğu belirtilmektedir. Tabiat üstü bir kudrete ve

özelliklere sahip olan kardeşin , yağmurun yağdırılması , rüzgarın estirilmesi

hususunda emirler verebildiğini belirtir. (3) Bunların ataları Hunlardan geliyordu.

Zira Hunlar düşmanlarına karşı yağmur dolu ve kar yağdırarak veya

fırtına ve rüzgar çıkararak onları mağlup ediyor ve bunu yapabilen kahinlere

sahiplerdi. Onların 5. asırda kuvvetlenen Cücen(Juan-Juan)lerin istilasına

karşı kendilerini bu sayede korudukları belirtilmiştir.(4) Bu sayede Cücenler’in

onda üçü sellerde boğulmuş ve soğuktan kırılmıştır.

Altay-Türk masallarından olan Kara-atlı Masal kahramanlarından Kara-atlı

Han’ın oğlunun üstün kuvvet ve cesareti yanında , attığı mara ile dokuz

karış kar yağdırdığı , her yandan rüzgar çıktığı zikredilir.(5)

Alplerin silahları arasında da Yada taşı bulunmaktadır , isterlerse havayı

istedikleri gibi değiştirebilirlerdi. Manas Destanına göre Alp Almanbet çok

usta bir Yadacıydı. Bozkır destanlarında Ya da geleneği çok önemli bir yer

tutmaktadır.

Evliya Çelebi(1611-1682) , Kafkasya yollarında seyehat ederken(1641) ,

bir yerli büyücünün galip efsunlarla bulutlar gökte toplayıp sağanak boşandırdığını

anlatmıştır.

Gökalp’in değerlendirmesine göre , İslamiyetten öncesi devre ait Türk

destanlarından olan Böğü Tekin efsanesi , bu taşın gökten inen altın ışıktan

meydana geldiğini gösteriyor. Bu efsaneye göre Kutlu Dağ’ı vücuda getirmiştir.

Kutlu dağ , yeşim taşından bir kayadır ki , Türklerin elinde bulundukça

Türk Hakanlığı dünyaya hakimmiş. Yulun Tekin zamanında Çinliler , bu

gafil hükümdarı aldatarak Türklerin bu kıymetli tılsımını elinden almışlardır.

Bunun akabininde Türklerin büyük göçü meydana gelerek Türkler her tarafa

dağılmış ve bu sırada Uygurlar da Beşbalık ülkesine kadar girmişlerdir. Bu

rivayet Yada taşının eski Türk hayatındaki ehemmiyetini göstermektedir.(6)

***


Türk Yolu

Şaban Şifai’nin 4.Mehmet’e yazdığı iddia edilen ‘’Risale-i Şifaiyye Fi

Beycini Enva-i Ahcar’’ isimli eserde de bu taşın yer aldığı bilinmektedir.

Eserde ‘’ Hiç bulut olmadığı halde Yada Taşı ile yapılan işlemden iki saat

İslam inancıyla bağdaşır bulunmaması bu adetin unutulmasında etkilidir.

Son olarak ise Yadacıların her yada yapışlarına müteakip mutlak suretle bir

zarara maruz kalmalarına dair olan yaygın kanaat dolayısıyla Yadanın zamanla

unutulmasında etkili rol oynamıştır. İslam sonrası yağmur duası bu

uygulamanın kısmen yerini almıştır.

Marco Polo , Türkler’le karışan Keşmir halklarında da Yada Taşı ve yağmur

yağdırma sanatının bulunduğunu yazmaktadır. Moğol döneminde Farsçaya

geçen Yadamışı/Cadamışı deyimleri sihirli güçlerle yağmur yağdırmak

anlamına gelmektedir. Türklerin Yada Taşı’nı kullanmaları üzerine kaynaklarda

ayrıntılı bilgi vardır. Örneğin bir eserde şöyle denilmektedir.

“Türkler arasında, türlü renk ve cinsleri olan Yat Taşı (Yada Taşı) vardır

ki onun madeni Hıtay ve Tavgaç Dağları’ndan çıkar. Bu taş aracılığı ile

yağmur, kar, dolu çekilir. Türkler, bu sanatı bilip uygulayanlara Yatçı derler.

Bu işte yetenekli olanlar, köyün bir yanına yağmur ve kar getirdiklerinde,

köyün öbür yanında Güneş açar. Türkler bu taşı yanlarında taşırlar ve bu taş

sayesinde düşmanlarına üstünlük sağlarlar. Türkistan’da bir tepeden çıkan

bu taşları kentlere götürürler, suya asar ve yağmur yağdırırlar.’’

***

Yada taşının savaşlarda silah olarak kullanılışın son örneğini 18.yy’ın

son yarısında gerçekleşen 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşında görmekteyiz.

Kaynaklara göre bu savaşta Osmanlı Ordusunun uğradığı ilk büyük hezimet

bu yüzdendir. Rus ordusunun dörtte birini oluşturan Kalmuk Türkleri tarafından

, Müslüman Osmanlı Türklerine karşı silahın kullanılması sonucu

perişan olan Osmanlı Ordusu , pek büyük kayıplar vermiş ve Karadeniz’in

kuzeyindeki bütün topraklarını terk ederek , Tuna Nehri’nin gerisine çekilmek

zorunda kalmıştır.

sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar ve ardından bereketli yağmurlar

yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak

Yadacı’nın hünerine bağlıdır. Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle

siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır.

Beyaz olup üzerinde kırmızı noktalar olanlara da rastlanmıştır. Büyükleri bir

kuş yumurtası kadardır’’ şeklinde yer almıştır. Kaşgarlı Mahmud’un eserinde

ise söz konusu taşın iki türlü olduğunu ve bazı yörelerde birine ‘’Örünk

Kaş’’(beyaz) , diğerine ise ‘’Kara Kaş’’ bilgisi yer almaktadır.

Yada taşı ile nasıl yağmur yağdırıldığı hususunda çeşitli rivayetler vardır.

Bazılarının bu taşı yüksekten alçağa doğru akan suyun içine konulduğunu

, bazıları da bu taşın kullanışını yalnız Türklerin Bildiğini , bunu kimseye

söylemeyip sır tuttuklarını , kimseye öğretmediklerini söylüyor. (11)

Türkler ve Moğollar , tabiatın hassas dengesini korumak hususunda son

derece dikkatli davranmışlardır. Özellikle av ve süngü törenlerinde tabiatın

dengesini bozmamak için dikkatli davranmışlardır. Yat törenlerini bilhassa

kışın yapmamak gerekir. Çünkü bu işlem bitki ve hayvanlara zarar verir.

Yazın ona sık başvurmamak lazımdır , zira pek çok kurt ve böceğin ortaya

çıkmasına sebep olur.

Yadacıların durumunda ise ; Yadacılığı meslek edinmiş kimselerin hepsi

yoksul kimselerdir. Yadacıların Yada yapışlarında çoluk çocuklardan birinin

ölmesi veya elindeki malını yitirmesi veya hayvanlarının çalınması gibi bir

felakete uğradıkları kendilerinden duyulmuştur. Hükümdarlar ise Yadacıların

kayıplarını her defasında tazmin etmeye çalışmıştır.

Çağdaş Türk halklarının folklarında yada taşı efsanesi en çok yayılmış

efsanelerden biridir.

Bu taş Yakutlara göre, at, inek, ayı, kurt gibi hayvanların midesinde bulunur.

En kuvvetli sata taşı, kurdun karnından çıkarılan taştır. Sata taşı ile

şamanlar yağmur, yazın kar yağdırabilirler; müthiş fırtına estirilir. Sata taşı

Yakutlara göre canlı bir cisimdir. İnsan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı,

ağzı çok net görülür. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa

ölür, kuvvetini kaybeder. Canlı sata’yı ele alıp yukarı kaldırılırsa derhal soğuk

rüzgar eser, yağmur veyahut kar yağar. Elinde bu taşı bulunduran adam,

uzak yola çıkar ve bunu da atının yelesi veya kuyruğu altına bağlarsa at

terlemez, daima esen serin rüzgar altında rahat rahat seyahat eder” Yada taşı

daima rüzgar esen dağlarda bulunur. Bu taşı elde emek için Yadacı, bütün

mal ve mülkünü feda edebilir.”

Yadacılığın her ne kadar İslamdan sonra yapıldığına rastlansa da , bu adetin

unutulmasında Türklerin İslamiyet’e girmiş olmalarının rolü yüksektir.

Kaynaklarda da ifade edildiği gibi , Yadacıların Yada esnasında söyledikleri

sözlerin bir Müslüman için küfre götürücü olması , Allah’ın takdiri kabul

edilen rüzgarın esmesi , yağmurun yağması gibi tabii olaylara müdahaleyi

Büyülü olan ‘’Yada Taşı’’ ile yağmur yağdırmak için yapılan törenlerde

duaların da önemini unutmamak gerekir. Dualar gök tanrıya ve ata ruhlara

yapılmaktadır. Dua sırasında kollar yukarı kaldırılır , ileri uzatılarak elin

üstü havaya , avuçlar da yere doğru açılır. Dua eden şamanın bu halde duran

elleri üzerinden dua süresince su dökülür ve suların parmaklar arasından

yere akarak yağmur sembolize edilmiş , bu şekilde de yağmur yağdırılması

amaçlanmıştır. Yağmur töreni sırasında insanlar kırlara,tepelere ve özellikle

de su kenarlarına giderler. Kurbanlar kesilmiş , suya kuru at kafası ve taşlar

atılırmış.

Yada taşı, Türk dini tarihi içinde yağmur taşı (Yada, yat), Doğulu ve Batılı

araştırmacıların dikkatini üzerine çekmiştir.Çok eski devirlerden beri Türk

kavimlerindeki yaygın bir inanca göre, büyük Türk Tanrısı, Türklerin ceddi

âlâsına yada (yahut cada, yat) denilen sihirli bir taş armağan etmiştir. Türkler

bu taşla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır ve fırtına çıkartabilirdi.

Bu taş her devirde Türk kamlarının ve büyük Türk komutanlarının ellerinde

bulunmuştur. Şamanlara göre, zamanımızda da büyük kamların ve yadaçların

ellerinde de bulunmaktadır.

Bugün Anadolu’da bu geleneğin izlerinin var olduğu ve bir şekilde devam

ettirildiği de açıktır. “Anadolu’nun bazı bölgelerinde “yağmur duası”

ile ilgili gelenekler arasında kırk bir taşa dua okunup suya atmak adeti tespit

edilmiştir.” Yine Anadolu’da her türlü tehlikeyi uzaklaştıracağına inanılarak

çocuklara takılan bir taşa da yat taşı, yat boncuğu dendiği bilinmektedir.

Bu adetlerinde “Yada taşı” inancına bağlı olduğunu söylemek mümkündür.

Büyük kuraklık zamanlarında, gölün ve ırmağın olmadığı veya kuruduğu

yerlerde suya kavuşma Yada taşıyla olmuştur. Gökte bulunan suyun yağmur

olarak yere akıtılması için Yada taşı devreye sokulmuştur. Yağmur, kar ve

dolu yağdırdığına inanılan bu taş sayesinde hem kuraklıktan ve susuzluktan

kurutulmuş hem de çok fazla yağmur yağdırmak suretiyle de düşmanlar

helak edilmiştir.

Yada taşı, hem taş kültü hem de su kültü ile ortak bir ilişki de olması münasebetiyle

farklı bir değere sahiptir. Bu yüzden taş kültü ile ilgili olarak en

yaygın olan taş Yada taşı olmuştur. Her ne kadar farklı bir telaffuzla ve farklı

isimlerle adlandırılsa da işlev olarak ortaktır. Yani Araplardaki Hacerül Matar

ile Farslardaki Senki Yede ve Türk lehçelerindeki Cay, Cada, Yada olarak

adlandırılan taşlar aynı işlevdedir. Türk halkları, belli dönemlerde bu taşı

elde etmek için mücadele vermiştir. Hatta uzun ve kanlı savaşların yapıldığı

kaydedilmektedir.

Yada taşının yağmur yağdırmasının yanında azgın yağan yağmurun durdurulması

için de bazı işlemler yapılmaktadır. Yada taşıyla yağmur yağdıran

kişiler bazı zamanlarda bir felâkete sebep olduklarından dolayı ya öldürülmekte

ya da memleketten uzaklaştırılmaktadır.

Yada taşının rengi, şekli, bulunduğu yer ve kullanılış şekli hakkındaki

bilgiler büyük oranda ortaktır.

27


Korona biolojik bir silahtır, BGSAM (Bulgaristan

Stratejik Araştırma Merkezi) mizin konuyla ilgili yapmış

olduğu Dünyada ve Ülkemizde,

“COVID 19 / KORONA” ile ilgili yapılan çalışmalar

hakkında yapmış olduğu araştırma sonucunda,

Söz konusu Virüs ve nedeni olduğu hastalıkların Laboratuarlarda

üretilerek insanlığın başına belâ olarak

sunulmuş bir illet ve (NBC) silahı olduğuna dair kanaat

ve bilgilere ulaşmıştır.

Bu konuda bilimsel makale analizler çok yapıldı ancak

küresel güçlerin elinde dünya medyası olduğu için

onları pek göremiyoruz.

Yazılanlar çizilenlerin üzeri kapatıldı.

Bildiğiniz gibi bu küresel gücün elinde olan medya

aynı zamanda bu virüsü üretenler de kendileri oldukları

için elleri her yere ulaşıyor.

İnsanların çoğunu bu konuda yönledirdiler ve halen

büyük büyük devletlerinin içerisinde kendi uşakları

vazıtası ile yönlendirmekteler. Dolayısı ile kendilerini

deşifre etmelerini de bekleyemeyiz.

Bu konuda çalışan namuslu dürüst bilim adamları

avukatlar veya doktorlar da yok değil.

Bu küresel güçler sınırsız güce ulaştılar bunları yargılayacak

kişiler yoktu. Evet;

200 yıldır bunlar dünyayı yalanlarla yönettiler, fakat

bu gücün sonuna geldiler.

Çünkü artık insanları geçtiler direkt olarak kendilerini

dünyada Allahın yerine koydular.

PORTEKİZDE;

“COVID 19 CORONA” Pisiar testleri konusunda bir

karar verdi ve kararda bu Corona 19 ile ilgili bir yargılama

oldu.

Bunu da duyan pek olmadı, hemen her zaman yaptıkları

gibi üzerini kapattılar ve dünya medyalarında pek

göremedik.

Evet;

Portekiz yerel mahkemesi pisiar testlerinin yanlış verdiğine

dair bir karar verdi.

Bir üst mahkeme bu kararı hemen iptal etti. Küreselciler

hemen devreye girdiler ve üzerini kapattılar.

Demek oluyor ki, bu gidişat kendilerine ulaşacağını

gördüler

Bu gidişatın sonunda kendilerine ulaşılacağını anladılar.

Bu davayı kapattıklarını sandılar amma bu yara kapanmayacak,

hatta daha yeni başladı.

İşte dünya artık bu güçlerin karşısında durmaya başladı

ve bu farkındalık artarak devam edecektir.

PERUDA DA BİR DAVA AÇILDI ve KARAR VE-

RİLDİ;

BGSAM

Aynı şekilde Peru’da, yerel mahkemede de bir mahkeme

dava açıldı.

28

Türklerin Birleştiği Yol

“COVID 19 / KORONA”

BİYOLOJİK SİLAHMIDIR.?

Evet saygı değer okurlarımız,

Peki neydi bu dava;

Covid 19 virusu üretikleri ve insanların başına bela

ettikleri gerekçesiyle

Rockefeller Vakfı (İngilizce: Rockefeller Foundation)

George Soros Vakfı

Bill Gates ve Melinda Gates vakfı

Evet bu vakıfları hakkında bir karar verildi ve bunlar

hepsi suçlu bulundular.

Bunlar ne kadar dünya medyasına düşmese de haber

olmasa da ciddi anlamda ses getirdi.

Medya hala ellerinde olduğu için maalesef o az sayıda

ki insanların sesi bir türlü çıkmıyor.

Burada da aynı şekilde yüksek mahkeme devreye girerek

o kararı veren,

Rockefeller Vakfı , George Soros Vakfı, Bill Gates ve

Melinda Gates vakfı

Bu vakıfların tamamı suçlu oldukları kararı alan mahkeme

üyeleri açığa alındı.

“Bir üst mahkeme bunları görevden aldı aldırdılar.”

İyi insanlar yılmazlar, bunlar insanlığa karşı suç işlediler

ve bu suçun da cezasını çekmek zorundalar.

Yoksa bunları durduramaz isek bunlar çok daha büyük

suçlar işleyecekler.

Daha büyük ve yıkıcı biolojik silah üreterek insanlığı

canından bezdirecekler.

Evet bu korona sürecini başlatanlar, biolojik silahı

yapanlar, yayanlar insanı korkutanlar, aşı pasportunu

çıkartanlar, aşıyı zorunlu tutanlar bunların hepsi yargılanabilmesi

için belge ve bilgi toplamaya başladılar

Almanyada bir grup.

Bunin üzerinde avukat, doktor vs.

Korona virüse sebep olan korkusunu yayan yanlış tedavi

uygulayan, aşı pasaportlarını çıkaran ve aşıyı zorunlu

tutan kişilerin yargılanması için harekete geçti.

Evet yeni bir oluşum var bunun adı da “Uluslararası

korona komitesi”

Bu oluşum Almanya’da kuruldu. Bu organizasyon

ciddi çalışmalar başladı nezaman başladılar temmuz

2020 den beri çalışıyorlar.

BUNLARIN TAMAMI VE BUNLARA YARDIM

EDEN HERKES MAHKEMEYE ÇIKARTILMA-

LIDIR VE CEZALARINI ÇEKMELİDİRLER

Çünkü, bunların suçu - İNSANLIĞA KARŞI İŞLEN-

MİŞ SUÇTUR

Gerçekler çok yakında ortaya çıkacaktır.

Saygıkarımızla,

Tüm insanlık için sağlıklı ve güzel günler diliyoruz.


Türk Yolu

SAVULUN AKINCILAR GELİYOR

Savunma sanayiinde nereye geldiğimizi tam olarak birkaç

yıl sonra anlayabileceğiz. Şu anda bu noktayı anlatmaya

çalışsak da anlaşılamayacağını veya bazılarının ısrarla

inkar edeceğini düşünüyorum.

Bir yıl önce Erzincan’da konferans sırasında bir lise öğrencisi

kardeşimiz bana bir soru yöneltmişti: Savunma sanayisinde

geldiğimiz noktayı kar topu teorisi ile açıklayabilir

misiniz?

Tam da onun dediği gibi kar topu teorisiyle konuyu açıklayabiliriz.

Zaman geçtikçe çıkan özgün ürün miktarı kar

topunun yuvarlanırken topladığı kar miktarı ile artıyor.

Kar topunun yüzeyi büyüdükçe daha fazla kar toplamaya

devam ediyor. Daha fazla özgün ürün çıkartabiliyoruz.

İHA yaptıktan sonra hızlıca SİHA’ya geçebilmemiz de

bu sayede oldu. Nitekim ilk kartopu İHA idi. Şimdi ise

taaruzzi İHA Akıncı’yı üretim bandına koyabildik.

Savunma sanayiinde oldukça akılcı bir şekilde ilerleme

kaydediliyor. Aslında burada izlenen uygulama diğer bakanlıklar

için de bir model teşkil edebilir. Her projede gereken

parçalar azami yerlilik oranı için Türk sanayisinden

tedarik edebilmeye çalışılıyor. Bu sayede hem sanayimize

AR-GE fırsatı sunuluyor hem de kaynak aktarılabiliyor.

Mete YARAR

Bunu hafif zırhlı araç geliştirmede, helikopter üretiminde,

mühimmat ve hava savunma sistemleri geliştirmede de

aktif olarak kullanabiliyoruz. Çünkü onların artık kar toplayacakları

bir ürünleri var. Onlar da altyapıyı kullanarak

ürünlerini bir üst modele taşıyabiliyorlar.

H H H

Türkiye’nin önünde aşması gereken iki temel nokta olduğunu

düşünüyorum. Bunlardan birincisi her türlü ağır

araç sınıfında kullanılacak motor üretimi ve ilk yerli savaş

uçağının üretimi. Bu üretimler Türkiye’nin dışa bağımlılığı

en alt düzeye indirecektir.

Türkiye bu noktaya rastlantı sonucunda gelmedi. Müttefiklerimizin

çıkar çatışması yaşandığımız zamanlarda

bizi nasıl sattıklarını anladığımızda bu değişimin ilk kıvılcımları

çıkmaya başladı. Bugün ise ülke büyüdükçe projelere

daha büyük kaynak aktarmaya başladık. Alınacak

ürünlere onda bir fiyat ödemeye başladıkça tasarruf edilen

miktarlarla daha fazla Ar-Ge ye para aktarabildik. Türkiye

savunma sanayisinde kırılma noktasını çoktan geçti.

Bu kısır döngüyü kırabildiği için de yerli ve milli olabildi.

Şimdi gururla herkese şunu söyleyebiliyoruz. Savulun,

Türkiye’nin yeni akıncıları geliyor! Şimdi sırada Türkiye’nin

yeni finans, enerji, sanayi modellerine koyacağımız

isimlere ihtiyacımız var. Özgün modeller bu ülkeye

‘kendi hikayesini yazdıracak’.

29


Türklerin Birleştiği Yol

HIDRELLEZ

Hızır ve İlyâs isimlerinin halk ağzında

aldığı şekilden ibaret olan

hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta

Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına

dayanan, Hızır yahut Hızır ve İlyâs

kavramları etrafında dinî bir muhtevaya

bürünmüş halk bayramının adıdır. Bu

bayram, merkezini özellikle Anadolu ve

Balkanlar’ın, Kırım, Irak ve Suriye’nin

teşkil ettiği Batı Türkleri arasında, bugün

kullanılmakta olan Gregoryen takvimine

göre 6 Mayıs (eski Jülyen takvimine göre

23 Nisan) günü kutlanmaktadır.

Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük

sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri

denizde darda kalanlara yardım ettiklerine

inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin

yılda bir defa bir araya geldikleri gün

olarak kabul edilir. Ancak bu beraberlikte,

ismi yaşatılmasına rağmen uygulamada

İlyâs’ın şahsiyeti tamamıyla silinerek Hızır

motifi öne çıkarılmıştır. Dolayısıyla bu

bayramda icra edilen bütün merasimler

Hızır’la ilgilidir. Bunun temel sebebi, İslâm

öncesi devirlerde yukarıda zikredilen

üç büyük kültürün hâkim olduğu alanda

bu yaz bayramı vesilesiyle kültleri kutlanan

insan üstü varlıkların daha ziyade Hızır’ın

şahsiyetine uygun düşmesi ve onunla

özdeşleşmesidir.

Osmanlı Devleti’nde 6 Mayıs (23 Nisan)

halk arasında yaz mevsiminin başlangıç

tarihi sayılmaktaydı. Nitekim eski

takvimde yıl ikiye ayrılmış olup 23 Nisan’dan

(6 Mayıs) 26 Ekim’e (8 Kasım)

kadar süren 186 gün “Hızır günleri” adıyla

yaz mevsimini, 23 Nisan’a kadar devam

eden 179 gün de “Kasım günleri” adıyla

kış mevsimini oluşturuyordu. Hıdrellez de

kışın sona erip yazın başladığı gün olarak

kutlanmaktadır.

Hızır ve İlyâs’a tahsis edilen bu gün,

İslâm dünyasının her tarafında kutlanmadığı

gibi kutlandığı yerlerde de adı, tarihi

ve yapılan merasimler aynı değildir. Her

şeyden önce İslâm folklorunda Hızır ile

İlyâs hakkında çok zengin bir inançlar ve

efsaneler literatürü ve bu ikisinin yılda bir

defa görüştüğü inancı mevcut olduğu halde

bu gün belirlenmiş değildir; hatta Türk

dünyasının her tarafında 6 Mayıs kutlama

günü olarak bilinmez. Fakat muhakkak

olan şudur ki, İslâm dünyasının önemli

bir kısmında ve bu arada Türkler arasında

30

Ahmet Yaşar OCAK

her zaman hıdrellez adı altında olmasa da

Hızır ile İlyâs’ın birleştiği günün hâtırası

çok eskiden beri değişik günlerde ve biçimlerde

kutlanmaktadır. Nitekim XVI.

yüzyılda İstanbul’a yerleşen Yesevî tarikatına

mensup Türkistanlı müellif Hazînî,

bu tarikatla ilgili çok önemli bir kaynak

olan Cevâhirü’l-ebrâr min emvâci’l-bihâr

adlı eserinde (s. 196), başta Buhara ve

Semerkant olmak üzere bütün Mâverâünnehir’de

Hızır-İlyâs adına şenlikler yapıldığını

kaydeder. Ayrıca Türkiye’deki

Alevîler ve İran’daki Kızılbaş Karakoyunlu

Türkmenleri (Çihiltenler) arasında

şubat ayı ortalarında “Hızır nebî bayramı”

adıyla hıdrellezden ayrı ve oruçla geçirilen

bir bayramın kutlandığı bilinmektedir.

Nevruz’dan altı hafta öncesine rastlayan

bu bayram, eski on iki hayvanlı Türk takvimindeki

yılbaşına tekabül etmekteydi

(Mélikoff, VI [1975], s. 60-61).

Yalnız Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak

ve Suriye Türkleri’ne mahsus bir halk

şenliği olan hıdrellezin buralarda özellikle

6 Mayıs’ta kutlanması iklim ve tabiat

şartlarıyla bağlantılıdır. Bu tarih, sözü

edilen bölgelerde ilkbahardan yaz mevsimine

geçişi belirlemekte olup hicrî takvim

sistemiyle hiçbir ilgisi yoktur. 5 Mayıs’ı

6 Mayıs’a bağlayan gece güneşin Ülker

burcuna girdiği bir zaman parçasıdır. Bu

tarihten 7-8 Kasım’a kadar bu burcu güneşin

batışından sonra görmek mümkün

değildir. Yılın diğer günlerinde ise Ülker

burcu güneş battıktan kısa bir süre sonra

görülebilmektedir. Bu suretle astronomik

gözlemlere ve tabiat şartlarına uygun bir

şekilde yıl kış ve yaz olmak üzere iki mevsime

bölünmüştür. 8 Kasım bütün özellikleriyle

kışın başlangıç tarihini, 6 Mayıs’a

rastlayan hıdrellez günü de gerçek anlamda

yazın başlangıç tarihini oluşturmaktadır

(Gökalp, Quand le crible était dans la

paille, s. 211-231). Pek çok arşiv belgesi,

Osmanlılar döneminde devlet nezdinde

bile işlerin yılın bu iki mevsimine, yani

“rûz-i Hızır’dan (Hızır-İlyâs’tan) rûz-i

Kasım’a” veya “rûz-i Kasım’dan rûz-i

Hızır’a” kadar olan iki döneme göre planlandığını

göstermektedir (meselâ bk. BA,

MD, nr. 5, s. 295, 305; nr. 58, s. 83).

Öte yandan 6 Mayıs, Türkler’in Anadolu’ya

yahut daha genel bir ifadeyle

Ortadoğu’ya geldikten sonra tanıdıkları

bir tarihtir. Zira Doğu Hıristiyanlığı’nın

Aziz Yorgi (Aya Yorgi, Hagios Georgios,

Saint George) ya da Yeşil Yorgi kültü bu

tarihte kutlanmaktaydı. Doğu Hıristiyanlığı’nda

çok önemli bir yeri olan bu kült zaman

içinde Hızır-İlyâs kültü ile birleşerek

özdeşleşmiş ve bu suretle 6 Mayıs tarihi

Ortadoğu ve Balkanlar’da hıristiyan-müslüman

kültür etkileşimi sonucunda hem

Aziz Yorgi hem de Hızır-İlyâs kültünün

iç içe girmesinin bir sonucu olarak kutlanmaya

başlanmıştır (iki kült arasındaki

bu özdeşliğin nasıl meydana geldiği konusunda

bk. HIZIR).

Müslümanlarca Hızır ve hıristiyanlarca

Aziz Yorgi adına kutlanmasına rağmen

doğrudan doğruya İslâm’la da Hıristiyanlık’la

da ilgisi olmayan, Ortadoğu ve

Balkanlar’da hem müslümanların hem

de hıristiyan halkların kutladığı bu yaz

bayramının kökü İslâm ve Hıristiyanlık

öncesi İlkçağ Anadolu, Mezopotamya ve

Orta Asya kültürlerinde aranmıştır. Mezopotamya

ve bütün Doğu Akdeniz çevresindeki

ülkelerde bazı tanrılar adına bahar

veya yazın gelişiyle ilgili birtakım âyinlerin

yapıldığı bilinmektedir. Milâttan önce

III. binyılın sonlarında, Mezopotamya

ovasını sulayarak etrafı yeşillendiren Fırat

ve Dicle nehirlerinin hayat verici gücünü

simgeleyen Tammuz (Dumuzi) ilâhı adına

bahar mevsimi başlangıcında Mezopotamya’daki

Ur şehrinde görkemli âyinler

yapıldığını gösteren tabletler bulunmaktadır

(James, s. 42). Tammuz, tabiatın ölüşü

(sonbahar, kış) ve dirilişiyle (ilkbahar,

yaz) birlikte ölen ve yeniden dirilen bir

tanrı kabul edilmiştir (ER, IV, 512-513).

Yeşillik ve bereketin timsali olan Tammuz

kültü, İbrânîler kanalıyla Suriye ve Mısır

üzerinden eski Yunanistan’a ve Anadolu’ya

geçmiş, burada da aynı tanrı Adonis

adıyla tanınmıştır. Louvre Müzesi’nde

bulunan Boğazköy tabletleri, benzer

âyinlerin Hititler zamanında Anadolu’da

yaz başlangıcında bitki ve yeşillik tanrısı

Telipinus için icra edildiğini göstermektedir

(James, s. 190-192). Ayrıca eski

İran’da yine yeşillik ve su kavramlarıyla

ilgili Haurvatât ve Ameretât adlı iki tanrı

için bahar mevsiminde özel âyinler yapıldığı,

Nevruz’un da bunlardan doğduğu

bilinmektedir (Widengren, s. 28, 35, 86,

126). Avesta’da dişi varlıklar olarak kabul

edilen Haurvatât suların, Ameretât ise

bitkilerin koruyucusudur (bk. HÂRÛT ve

MÂRÛT).


Türk Yolu

Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada, diğeri denizde

darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyâs peygamberlerin yılda bir

defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir.

Tabiatın âdeta yeniden dirilmesi demek

olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda

dünyanın her tarafındaki insanların hayatında

önemli bir olaydı. Bu olayın birtakım

tabiat üstü güçlerle temsil edilmesi

ve bunların şerefine âyinler düzenlenmesi

evrensel bir hadise olmalıdır. Nitekim

eski Orta Asya’daki Türk boylarında da

benzer âyinlerin yapıldığı bilinmektedir.

Bu âyinler Yakutlar’da nisan, Tunguzlar’da

mayıs, diğer bazı boylarda mart

ayında icra ediliyor ve büyük merasimlerle

kutlanıyordu (Harva, s. 377-379).

Kısacası, hıdrellez bayramının kökünde

bütün bu kültürlerdeki bahar ve yaz bayramları

geleneklerinin uzun asırlar süren

katkılarını kabul etmek doğru olacaktır.

Bu katkıların en sonuncusu da Hızır ve

İlyâs’ın şahsiyeti etrafında gelişen İslâmî

halk kültürüdür.

Hıdrellez merasimlerinin icrası ve bu

esnada yeşillik ve su kavramlarıyla ilgili

birtakım uygulamalar, bu halk bayramının

putperest köklerini çok daha belirgin

bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim

İslâm âlimleri bu durumun farkına vararak

bu konuda yasaklayıcı fetvalar bile

vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde de hıdrellez

kutlamalarının dinî açıdan sakıncalı

olup olmadığının tartışıldığı, XVI. yüzyılda

Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin

fetvalarından anlaşılmaktadır. Ebüssuûd

Efendi, böyle bir günün kutsallığına

inanmamak şartıyla sadece eğlenmenin,

yiyip içmenin sakıncalı olmadığını söylemektedir

(Düzdağ, s. 117). Mouradgea

d’Ohsson da hıdrellez merasimlerinin Osmanlılar

döneminde çok yaygın biçimde

kutlandığını belirterek bunun vazgeçilmez

bir gelenek halini aldığını ifade etmiştir

(Tableau général, I, 187-188).

Türkiye’de “hıdırellez”, Kırım ve

Dobruca’da “hıdırlez”, Makedonya’da

“edirlez” (ederlez), Kosova bölgesinde

“hıdırles” (hedirles, hadırles) gibi değişik

biçimlerde söylenen hıdrellez merasimleri,

çeşitli ülke ve yörelerde teferruatta

tabii olarak birtakım farklılıklar gösterebilir.

Ancak bunlar Hızır adının çağrıştırdığı

gibi genellikle bolluk ve bereketi

simgeleyen, su ve yeşillik kavramlarının

öne çıktığı, ağacın bol bulunduğu, bazan

içinde türbe de yer alan mesire yerlerinde

kutlanan merasimlerdir. 5 Mayıs günü temizlik

yapıp yiyecek ve içecek hazırlama

gibi işlerle başlayan hıdrellezle ilgili bütün

merasimleri, âdet ve gelenekleri dört

grupta toplamak mümkündür. 1. Şifa ve

sağlık talebine yönelik olanlar. 2. Uğura,

bereket ve bolluk talebine yönelik olanlar.

3. Mal mülk, mevki ve servet talebine

yönelik olanlar. 4. Kısmet ve talih açmaya

yönelik olanlar. Meselâ hıdrellez günü kır

çiçeklerinin kaynatılarak suyundan içilmesinin

hastalıklara şifa vereceği, hıdrellez

gecesi bütün sulara nur yağacağından

o gece suya girmenin her türlü hastalığa

karşı bağışıklık sağlayacağı inancı birinci

gruba örnek gösterilebilir. Genellikle hıdrellez

gecesi Hızır’ın yeryüzünde dolaştığı

ve dokunduğu şeylere bereket getirdiği

inancı çok yaygın olduğundan o gece

evlerdeki yiyecek ve içeceklerin ağzının

açık bırakılması, dileklerin bir kâğıda yazılarak

gül ağaçlarının dibine konulması

vb. şeyler ikinci grubu teşkil eden uygulamalara

örnek sayılabilir. Bunlara benzer

pek çok örneğe her yerde rastlamak mümkündür.

Hıdrellez merasimleri Hızır ile İlyâs’ın

buluşmasına atfen hemen daima toplu

olarak gerçekleştirildiği için bazı kasaba

ve şehirlerin yakınında yeşillik bir

mekândan oluşan ve “hıdırlık” denen,

insanların bir arada yiyip içtiği, eğlendiği

bir mesire yeri bulunur. Bu yerlerde icra

edilen merasimler, eski devirlerde aynı

zamanda evlenme yaşına gelmiş genç kız

ve erkeklerin birbirlerini görüp beğenmelerine

de imkân vermekteydi. Dolayısıyla

hıdrellez merasimlerinin geleneksel Türk

toplumlarında sosyal iletişim aracı olmak

gibi pratik yönleri de bulunmaktaydı.

Hıdrellez inanış ve âdetleri folklorda

olduğu gibi edebiyata da köklü biçimde

yansımış ve Gılgamış destanından

bu yana mitoslar halinde yazılı ve sözlü

edebiyat geleneğinde yer almıştır. Anadolu’nun

pek çok yerinde hıdırlık denilen

mesirelerin bulunması ve hıdrellez başta

olmak üzere bahar eğlencelerinin buralarda

düzenlenmesi edebiyatta hıdrellez temasının

canlı tutulmasına sebep olmuştur.

Dede Korkut’tan itibaren Ebû Müslim,

Battal Gazi, Dânişmend Gazi, Sarı Saltuk,

Köroğlu gibi kahramanların hayatı

etrafında teşekkül eden destanî romanlarda

gerek Hızır ve İlyâs’ın kişilikleri,

gerek hıdrellez günü, gerekse hıdırlıklarda

devam eden sosyal faaliyetler ve gelenekler

ekseninde yer yer hıdrellezin de

zikredildiği görülür. Klasik Türk şairleri

“evvel bahar”ı andıkları zaman genellikle

hıdrellez günlerini kastetmekte ve baharı

konu edinen şiirlerinde (bahâriyye) ekseriya

bu günleri anlatmaktadırlar.

Bazı mesnevilerde de hıdrellez ve hıdırlık

bir çevre öğesi olarak anılır. Meselâ

Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa’nın Hurşîdnâme’sinde

Hurşid, uğruna ölen âşıkının

mezarına türbe yaptırır ve adını Hıdrellez

koyup burada sık sık Ferahşâd ile buluşur.

Halk şiiri geleneğinde “bâdeli âşık”ların

Hızır elinden dolu içmeleri (klasik şiirde

de ağzına Hızır’ın tükürdüğü kişinin güzel

şiir söyleyeceği rivayeti) ve zaman

zaman hıdırlık mevkiinde saz çalıp şiir

söylemeleri gelenektendir. Hıdrellez ile

alâkalı zengin folklor malzemesinin bulunduğu

en önemli eser Evliya Çelebi’nin

Seyahatnâme’sidir (bk. II, 232-233; III,

90 vd.).

Hıdrellez şenlikleri yapılırken özellikle

dilek tutan genç kızlar tarafından söylenen

aşk ve hasret dolu mâniler anonim

halk edebiyatının önemli bir bölümünü

oluşturur. Bu tür mânilere bütün Türk

dünyasında rastlamak mümkündür. Bunun

yanında halk şiiri geleneğine uyularak

bazı saz şairlerince hıdrellezi konu

alan şiirler de söylenmiştir. Divan edebiyatında

da hıdrellez çeşitli özellikleriyle

birçok beyitte yer almıştır. Osman

Şems Efendi’nin bir hıdrellez günü İstanbul’dan

Bursa’ya gitmek için vapura

binerken söylediği, “Devran bizi yârân-ı

kadîmden ayırdı / Oldukları gün Hızır ile

İlyâs mülâkī” beyti bunun bir örneğidir.

Modern Türk şiirinde de hıdrellezden

ilham alan manzumeler tertiplenmiştir;

Arif Nihat Asya’nın “Hıdırellezde Kızlar”

adlı şiiri bunlardan biridir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

31


Türklerin Birleştiği Yol

SU İÇME HAKKINDA BİLİNMEYENLER

“Ye yağlıyı iç suyu donarsa donsun. Ye tatlıyı içme suyu yanarsa yansın” Türk ATASÖZÜ

SU İÇİLMEYEN HALLER

1 - Banyodan sonra su içilmez içilirse organlar yaşlanır

2 - Acı yedikten sonra su içilmez içilirse reflü gastrid ve bağırsak

rahatsızlığı yapar

3 - Uyku arasında içilmez çünkü beyni etkiler

4 - Meyveden sonra içilmez içilirse asit ortaya çıkar

5 - Koşup yorulduktan sonra içilmez karaciğer ve dalak büyür

6 - Tatlı yedikden sonra şeker yükselmesine sebep olur

7 - Kustuktan sonra içilirse vebaya sebep olur.

SU İÇİLEN HALLER

1 - Et yedikten sonra

2 - Yağlı yedikten sonra

3 - Korkunca.

4 - Yemekten önce bol su içilir.

BİR BARDAK SUDA 7 SÜNNET VAR

1) Besmele İle İçmek

2) Oturarak İçmek

3) Sağ Elle İçmek

4) Üç Yudumla İçmek

5) Bardağa Üflememek

6) Aile Arasında’da Olsa İkram Etmek

7) Bitirince ELHAMDÜLİLLAH Demek

SU İÇME ADABI

1– Su bardak ve benzeri bir kaba konularak “besmele” çekilerek

içilir

2– Su ayakta ve yatarak vaziyette içilmez

3–Su içmeye başlamadan önce suyun bulunduğu kabı kontrol

edilmeli

4–Su içerken su kabından su akmamasına damlamamasına

dikkat edilmeli

5–Su içerken nefes almamaya geğirmemeye dikkat edilmeli

6–Suyu üç yudumda içmeli

Birinci yudum az ikinci yudum orta üçüncü yudum’da kanaat

edinceye kadar olmalı

7–Su içtikten sonra “elhamdülillah” denilmeli

Daha makbul olanı

İk yudumdan sonra “elhamdülillah”

İkinci yudumdan sonra “elhamdülillahı Rabbil âlemin”

Üçüncü yudumdan sonrada “elhamdülillahı Rabbil alemin

errahmanır rahim” denilir.

SÜNNETE GÖRE SU İÇME USULÜ

1- Suyu hızlı değil yavaş içmek

Hazret-i Ali (ra) bildirmiştir

Peygamber Efendimiz (asm)

“Su içtiğinizde emerek için ağzınıza dökercesine içmeyin”

buyurmuştur

32

2- Suyu bir defada değil iki veya üç defada içmek ve içerken

içine nefes vermemek

Ebû Katâde (ra) bildirmiştir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu’ki

“Sizden biriniz su içtiğinde su kabına üflemesin”

Ebû Saîd (ra) anlatmıştır

Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu’ki

“Su bardağını ağzından uzaklaştır sonra nefes al”

3- Suyu mümkünse oturarak içmek mümkün değilse ayakta

içmek

Ebû Said el-Hudrî

Resûlullah’ın (asm) suyu ayakta dikilerek içmeyi yasakladığını

bildirmiştir

Fakat Hazret-i Ali’den (ra) gelen bir rivayet de şöyledir

Hazret-i Ali (ra) Kûfe mescidinin kapısında ayakta su içti

ve şöyle dedi

“Bazı kimseler birisinin ayakta su içtiğini fena görürler

Hâlbuki ben Peygamber Efendimiz’in (asm) benim içtiğimi

gördüğünüz gibi su içtiğini gördüm”

4- Suyu sağ eliyle içmek

İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu’ki

“Biriniz yemek yediği zaman sağ eli ile yesin

İçtiği zaman’da sağ eliyle içsin

Çünkü şeytan sol eli ile yer sol eli ile içer”

5- Suyu içerken “Bismillahirrahmanirrahîm” demek

İçtikten sonra Allah’a hamd etmek yani “Elhamdülillah” demek

Ebû Hüreyre (ra) uzunca bir hadisin sonunda bildirmiştir

“Resûlullah (asm) süt kâsesini aldı Besmele çekti içti ve Allah’a

hamd etti”

Ömer ibn-i Seleme (ra) bildirmiştir

Ben Resûlullah’ın (asm) terbiyesinde bulunuyordum

Yemek yerken elim yemek kabının her tarafında dolaşırdı

Resûlullah (asm) bana

“Çocuğum Allah’ın adını an

Sağ elinle ye ve sana yakın olan taraftan ye” buyurdu

6- Suyu aile içinde de olsa ikram etmek

İrbad bin Sâriye (ra) bildirmiştir

Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu

“Erkek hanımına su dahi içirse ondan sevap kazanır.


Türk Yolu

ATMACA GEMİSAVAR FÜZESİ

ATAK FAZ-II

4 km menzilli KORKUT AİHSS

8 km menzilli

ATILGAN

40 km menzilli HAWK HSS

33


Anadolu’da Türk İslam Mührü - 1

Prof. Dr. Beyhan KARAMAĞRALI - Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Türklerin Birleştiği Yol

Mezar taşları, tarihli olmaları sebebiyle, etnografik

ve sanat tarihi eserleri için “terminus

post quem” ve “ante quem” olarak da belge hüviyeti

taşırlar. Kısaca mezar taşları yapıldıkları çevrenin ve

devrin inançlarının, adetlerinin, sanat geleneklerinin,

tabii, iktisadi ve sosyal şartlarının müşterek mahsulüdür.

Türk mezar taşları, milli kültürümüzün nesiller

boyu devam edegelmiş belgeleridir. Onlar halkın

duygu ve düşüncelerinin, sanat zevkinin, örf ve adetlerinin

akisleridir. Mezar taşları sadece bir milletin yayıldığı

ülkelerdeki kültür birliğini ortaya çıkarmakla

kalmaz, aynı zamanda o milletin menşeini de ortaya

koyarak ona damgasını basar. Onlar bir milletin tapu

senetleridir.

Türklerin zaman zaman hükümleri

altında bulundukları Türkistan,

Azerbaycan, Macaristan, Yugoslavya,

Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk,

Romanya ve Arap ülkelerinde

yapmış oldukları mezar taşları

ile Türkiye’deki örnekler arasında

ayrı kültürü paşlaşmaktan doğan

benzerlik dikkati çeker.

Düzensiz şehirleşme sonucu bir kısım mezarlık arsa

haline getirilmiş ve buralardaki bazı mezar taşları müzelere

yığın halinde atılmıştır. Bu taşların envanterleri

de eğer yapılmış ise yanlış olmuş baş ve ayak taşları

ile sandukaları birbirine karışmıştır.

Mezarlıklar

Mezarlıkları bakımından Ahlat, bütün Ortaçağ İslam

dünyasında müstesna bir yer işgal eder. S. Eyice,

bölgeyi dolaşan İngiliz seyyah H. B. Lynch’nin

1901 yılında yayımlanan kitabında bu mezarlığı,

Kensal Green ve Pere Lachaise mezarlıkları ile mukayese

ettiğini, bu mezar taşlarını sanata çok değer

veren, çok seviyeli bir medeniyetin temsilcisi olarak

gördüğünü söylediğini, Doğu Anadolu’yu dolaşan W.

Bachmann’ın da Lych’in sözlerini tekrarladığını, ifade

etmektedir. (B. Karamağaralı, Ahlat Mezar taşları,

1972).

Ahlat’ta muhtelif yerlerde görülen küçük mezarlıklardan

başka tarihi değer taşıyan ve büyük sahalar

kaplayan altı mezar vardır.

1.Harabe Şehir Kabristanı

Bu mezarlık Selçuklu Kalesi içindeki Harabe Şehir’de

bulunmaktadır. Etrafı taş bir duvarla çevrili

olan kabristanda alelade mezar taşları ile iki “akıt”

(tümülüs tarzında mezar) bulunmaktadır.

2.Taht-ı Süleyman Kabristanı

Hasan Padişah Kümbeti’nin güneybatısında, adını

taşıdığı mahallede bulunmaktadır. Burada XIV. asra

34

ait pek çok şahideli mezar taşı, bir akıt ve bir koç heykeli

mevcuttur. Mezar taşları itina ile işlenmiştir. Bir

kısım mezar taşları Meydanlık Kabristanı’nda isimleri

bulunan sanatkârların kitabelerini taşımaktadır.

Bununla beraber buradaki eserler Meydanlık Kabristanı’na

göre ikinci sınıf eserlerdir. Bu mezarlığa Kara

Şeyh Mezarlığı da denilmektedir.

3.Kırklar Mezarlığı

Kırklar Mahallesi’nde bulunan bu mezarlıktaki kabirlerin

bir kısmı XIII-XIV. asırlara aittir. Bunlar da

şahide ve sandık şeklinde mezar kısmını ihtiva eden

tiptedirler. Kitabeli ve sanatkâr imzalı olmakla beraber,

küçük ölçüde ve kabaca işlenmişlerdir. Fakat

sütun şeklindeki bir sanduka, bu tipin, Ahlat mezarlıklarında

bulunanların en itinalılarındandır. Bu mezarlıkta

Orta Asya balballarını hatırlatan insan şekli

arkaik şahideler mevcuttur. Bunlar yuvarlak bir baş ile

omuzları belirleyen taş blokları halindedir.

4.Merkez Kabristanı

Merkez Mahallesi’nde Şeyh Necmeddin ve Erzen

Kümbetleri’nin bulunduğu sahadır. Çoğu harap olmuş

basit mezar taşlarını ihtiva etmektedir. Bu mezarlığın

bulunduğu mahalleye “kayı” dan muarref olarak

“Kaya” denmektedir. Mezarlık da aynı zamanda Kaya

Mezarlığı olarak anılmaktadır. Erken Osmanlı devri

yazmalarından Kayı Boyunun ilk durağının Ahlat olduğu

kayıtlıdır. Civarda “Kınık” isimli bir köyün de

olduğu söylenmektedir. Bu sebeple “Kaya” denen

bölgede Kayıların oturdukları düşünülebilir.

5.Meydanlık Kabristanı

Ahlat’ın en mühim ve en büyük mezarlığı budur.

Bugün kuzeyden güneye Taht-ı Süleyman yolu ile

Tatvan şoşesi, doğudan batıya İki Kubbe Mahallesi

ile Harabe Şehir arasındaki geniş düzlüğü kaplayan

mezarlığın çevresi kısmen tarla haline getirilmiş ve

şahıslara tapulanmıştır. Bugün Taht-ı Süleyman yolunu,

Tatvan şoşesine bağlayan yol, mezarlık içinden

geçirilmiş ve pek çok mezar bu yola rastlandığı için

bozulmuştur. Mezarlıkta, bir oda, bir hol şeklinde

veya birkaç odalı akıtlara rastlanmaktadır. Meydanlık

Kabristanı XII. asrın başından XVI. asra kadar tarihlenen

muhtelif tiplerden, takriben bin kadar mezar taşı

ihtiva etmektedir. Mezar taşları sıralanışlarına göre

bize devirleri, istilâ ve savaşları göstermektedir. Bu

bakımdan Meydanlık Kabristanı bulunmaz bir tarihi

belge durumundadır.

6.Kale Mezarlığı

Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’nden sonra

inşasına başlayan ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında

tamamlanan Osmanlı Kalesi dışında bulunan bu

mezarlık, Osmanlı devri mezar taşlarını ihtiva eder.


Türk Yolu

Tezyinat yalnızca şahidelerin yan yüzlerinde, kuş ve

hançer motiflerinden ibarettir. Kitabesinden “Şeyh”

olduğunu öğrendiğimiz Eyyup’un mezar taşı 1644

tarihlidir. Diğer bir mezar taşında da ölen kimsenin

ilim ve kalem sahibi olup ve yine aynı tarihte, 1644’te

öldüğü anlaşılmaktadır. Bu mezar taşları, Ahlat’ta bu

sanat kolunun artık sönmüş bulunduğunu ve Ahlat’ın

bir mezar merkezi olma hüviyetini kaybettiğini göstermektedir.

7.Koç Heykelleri

Ahlat’ta üzerinde kitabesi bulunan

kırmızı tüften yapılmış iki

koç heykeli de bulunmaktadır.

Bunların ikisinin de başları kopmuştur.

Ortaokulun bahçesinde

müzeye kaldırılmış bulunan

100×0.60×0.43 m. ölçüsündedir.

Bu heykel karın kısmından ikiye ayrılmıştır. Sırtını

kaplayan kitabe 1400-1401 tarihini verir. Diğer heykel

Kırklar mezarlığında yarıya kadar toprağa gömülü

vaziyette bulunmuştur. Bu mezar taşı 1.06×0.60×0.41

m. ölçüsündedir. Taşın sırtında itinasız dişi olarak

yazılmış mezar kitabesi bulunmaktadır. Doğu Anadolu’nun

pek çok bölgesinde bu tip mezar taşlarına

rastlanmaktadır. Bunlar içinde üzerinde haz bulunanlar

da vardır. Bizanslılar ve diğer Hırıstiyanlar topluluklarında

koç, koyun ve at şeklinde mezar heykeli

mevcut olmadığı için, Ermeni ve Gürcüler tarafından

yapılmış bulunan bu tip mezar taşları köksüz kalmaktadır.

Kanaatimizce bunlar Türk kültürünün Ermeni

ve Gürcülere tesirinin belgeleridir; ya da bu topluluklar

tarafından Hıristiyanlaştırılan fakat kendi inanç ve

adetlerini yaşatan Türklerin bıraktıkları hatıralardır.

Koç ve koyun heykellerinin Doğu Anadolu’dan başka,

Seyitgazi, Afyon ve Akşehir gibi İç Anadolu bölgesinde

rastlanması bunların Türklerden başka hiçbir

topluluğa ait olamayacağını ortaya koyar.

bu mezarlar sayıca fazla değildir. Mezarlıkların satıhları

çoğunda boş bırakılmıştır. Yazı bulunan bir lâhitte

“Besmele”den başka ölünün hüviyetini bildiren bir

kitabe de görülür. Yazı arkaik bir kûfî’dir.

Bu tip mezar taşları Ahlat’ın bilinen en erken taşlarıdır.

XI. asrın sonu veya XII. asrın başına ait olan

örnekleridr.

II. Şahidesiz Sandukalar

Bu mezar taşları İslâm âleminde her bölgede ve

devirde sevilerek yapılmışlardır. Bunların en eskileri

Ahlat’ın Meydanlık Kabristanı’nda görülür. Kabristanın

kuzeydoğusunda toplu olarak bulunan bu tipin,

güney-batıya doğru seyrekleştikleri müşahede edilir.

Bunlar iki gruba ayrılırlar:

1.Yekpare gövdeli Sandukalar

Bunlar kaidesiz veya alçak ve ensiz birkaç basamaklı

bir kaide ile birlikte kesilmiş, beş kenarlı prizma

biçiminde, yekpare bir kitle teşkil eden basit sandukalardır.

Çoğu gri tüften yapılmıştır.

Uzunlukları 1.91-2.15 m. yükseklikleri 0.60-0.90

m. arasında değişmektedir. Bunlar Meydanlık Mezarlığı’nın

kuzeydoğusunda orta kısımlarda yer alırlar.

Bu sandukalarda, iki yanda çatıyı teşkil eden satıhlarda

dişi olarak ölünün hüviyetini bildiren kitabe

yer alır. Ayrıca “Besmele” ve “İhlas” surelerinin baş

kısımlarına tesadüf edilmektedir. Kitabeler mail kesimdir.

Hiçbirinde sanatkâr ve tarih kitabesi yoktur.

Bu eserler de XI. asrın sonundan XII. asrın ilk çeyreği

arasında tarihlenebilirler.

2.Gövdeli ve Kapaklı Sandukalar

Gövdeli ve kapaklı sandukalar olarak ele aldığımız

bir grup sanduka daha vardır. Bu sandukalar yekpare

sandıkların batısında yer alırlar.

Bunlar içi boş bir sandık şeklinde gövde ile onun

üzerine konulmuş olan prizmatik kapaktan meydana

gelmişlerdir. Ancak çoğunda kapak kaybolmuş, gövde

toprak altında kalmıştır. Bunlar H. Karamağralı tarafından

yapılan kazı sırasında toprak üstüne çıkarılmış

ve temizlenmiştir. 1.94-2.18 m. uzunluğunda ve

0.27-0.68 m yüksekliğindedirler. Bu tip mezarlar Orkun

vadisinde Bilge Kağan Anıtı civarında da görülmektedir.

Orta Asya’da pek çok örnek bulunan bu tip

sandukaların diğer örneklerini Gaznelilerde de bulmaktayız.

Şam’da, Halep’te başka örnekleri vardır.

Ahlat Mezar taşları genel vasıflarına göre; I. Çatma

lahitler, II. Şahidesiz prizmatik sandukalar, III.

Şahideli mezarlar olarak üç ana grup içinde incelenebilir.

I. Çatma Lâhideler

Bunlar gri tüften kesilmiş iki uzun levhanın kenarlarından

bir açı teşkil edecek şekilde birbirine çatılması

ile meydana gelen bir lâhitle, baş ve ayak uçlarındaki

üçgen boşlukları kapatmak üzere yerleştirilen

dikdörtgen bloklardan meydana gelmişlerdir. Meydanlık

Kabristanı’nın kuzeydoğu köşesinde bulunan

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 8 Sayfa: 208-217

Not: Yazının devamı sonraki sayıda gelecektir.

35


Türklerin Birleştiği Yol

Haydarpaşa Garı’ndaki Kazılarda

2 Bin 400 Yıllık Anıt Bulundu

Haydarpaşa Garı’nda arkeolojik kazılarda M.Ö. 4 ve

3’üncü yüzyıllara tarihlenen yapı bulundu. Arkeologların

anıt/anıt mezar olduğunu düşündüğü yapı, bugüne

kadar kazılarda bulunan en eski mimari eser.

Kadıköy Haydarpaşa Garı’ndaki arkeolojik kazılarda

Helenistik Döneme ait 4.-3. yüzyıllara tarihlenen bir yapı

bulundu. Arkeologların bugüne kadar yapılan kazılarda bulunan

en eski mimari eser olarak belirttikleri ve anıt ya da

anıt mezar olduğunu düşündükleri yapıyla ilgili çalışmalar

devam ediyor.

Gar kazılarında bugüne kadar 35 binin üzerinde kasa

eser çıkarıldı. Kazı alanından çıkarılan kalıntılar, yine aynı

yerde kasalara konularak, temizlik çalışmaları için sınıflandırılıyor.

Ayrıca alandan çıkarılan büyük parçalar, sütunlar

burada fişlenerek envantere geçiriliyor.

‘En eski mimari kalıntımız bu...’

Haydarpaşa arkeolojik kazısı baş arkeoloğu Mehmet Ali

Polat, çalışmalarla ilgili bilgi vererek, “Burası oldukça büyük

bir alan, yaklaşık 350 bin metrekarelik bir kazı alanı.

65 bin metrekarelik alanında kazı çalışması gerçekleştirdik.

Bugüne kadar en eski bulgularımız küçük buluntu

olarak milattan önce 5’inci-6’ncı-7’nci yüzyıla ait küçük

buluntular, çanak çömlekler, sikkeler. Ama mimari olarak

en eski yapımız milattan önce 4’üncü-3’üncü yüzyıla ait

kareye yakın bir plan veren kesme taştan bir anıt veya anıt

mezar olabileceğini düşündüğümüz bir yapı kalıntısı var.

En eski mimari kalıntımız bu. Bunun dışında burada mimari

bir yoğunluk var. Bunların çok büyük bir kısmı milattan

sonra 4’üncü-3’üncü yüzyılda inşa edilmiş yapılar. Bu

yapılara 5’inci-6’ncı yüzyıllarda eklentiler yapılmış. Burada

4’üncü-5’inci yüzyıla ait, bir sahilde sonlanan bir ana

cadde ve sağında, solunda yapı kümeleri var. Burası Khalkedon

antik kentinin kuzeybatı limanı, antrepo olabilecek

büyük bir depo yapısı, yolun öteki tarafında ise küçük bir

yazlık saray olabilecek yapı topluluğu görüyoruz” dedi.

‘Osmanlı izleri yok.’

Polat, “Burada farklı boyutta ve nitelikte mimari yapılar

söz konusu. 4’üncü yüzyıldan, 7’nci yüzyıla kadar yoğun

bir kullanım görmüş” diyerek, şu ifadeleri kullandı: “7’nci

yüzyıldan, İmparator Herakleios zamanından sonra burası

artık çok yoğun olarak kullanılmamış. Yani yapılar yıkılmış,

birkaç yüzyıl burada pek iz göremiyoruz, daha sonra

orta Bizans döneminde tekrar burası yavaş yavaş etkin

hale geliyor. Geç Bizans döneminde burada sadece küçük

atölyelerin olduğunu biliyoruz çıkardığımız kalıntılardan.

Osmanlı döneminde ise burada neredeyse hiçbir mimari

öğeye rastlamıyoruz. Bunun nedeni ayrılık suyunu alüvyonları

burayı kapatıyor ve Osmanlı döneminde artık çayırlık

olarak kullanılıyor.”

Mehmet Ali Polat, kazıda 10 binin üzerinde sikke bulunduğunu

belirterek, “Bunların büyük çoğunluğu okunuyor.

En eskisi milattan önce 5’inci yüzyıldan. Zaten Khalkedon’un

ilk sikke basımı milattan önce 5’inci yüzyıldır. Bu

tarihten itibaren kesintisiz olarak milattan sonra 12’nci

yüzyıla kadar her döneme ait sikke var” dedi.

36


Türk Yolu

Dünyanın merkezi

İstanbul’daki Milyon Taşı

Tüm zamanların en gözde kentlerinden olan İstanbul’daki

‘Milyon Taşı’, asırlarca dünyanın merkezi

oldu. Tarih araştırmacısı Ahmet Dilbaz, ‘Bütün yollar Roma’ya

çıkar’ tabirinde kullanılan ‘Roma’ aslında İtalya’nın

başkenti için değil, İstanbul’daki Milyon Taşı için kullanılmıştır’

dedi.

İstanbul’da Yerebatan Sarnıcı’nın giriş kısmının yakınında

bulunan ve bugüne kadar birçok kişinin fark etmeden

yanından geçtiği Milyon Taşı’nın tarihi özelliği bilenleri

şaşırtıyor. Roma İmparatoru I. Konstantin tarafından

4’üncü yüzyılda diktirilen sütun İstanbul’a ulaşan Antik

Roma yollarının başlangıç noktası ve dünyadaki diğer

şehirlerin İstanbul’a olan uzaklıklarının hesaplanmasında

kullanılan sıfır noktasıydı. Dolayısıyla dünyada birçok

ülke, saatlerini İstanbul’a göre ayarlardı. Hatta haritalar bu

nokta esas alınarak hazırlanır ve yönler buraya göre bulunurdu.

1884 yılında Washington’da Uluslararası Meridyen

Kongresi adıyla düzenlenen toplantıyla sıfır meridyeninin

konumu İstanbul’dan İngiltere’nin Greenwich Kasabası’na

taşındı.

Dünyadaki bazı şehirlerin Milyon Taşı’na

uzaklıkları şöyle belirlenmiştir:

“Lefkoşa 1846 kilometre, Bakü 1756 kilometre,

Moskova 1757 kilometre, Mekke 2 bin 407 km,

Berlin 1740 kilometre, Amsterdam 2 bin 214 km

Tahran 2 bin 40 km, Roma 1377 km,

Paris 2 bin 258 kilometre, Şam 1488 kilometre,

Tokyo 8 bin 954 kilometre ve Londra 2 bin 502 km.”

“GÜNÜMÜZE ERİŞMİŞ EN KIYMETLİ TAŞTIR”

Milyon Taşı’nın hikayesinin ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’

söylemiyle başladığını söyleyen Tarih Araştırmacısı

Mehmet Dilbaz, “Bir sütun halinde kalmış olan bu küçük

kaide aslında Konstantinopolis’ten günümüze erişmiş en

eski ve en kıymetli taştır.

Şehrin kurucusu İmparator I. Konstantin, kenti dünyanın

kalbi olarak inşa ettirdiğinde o döneme kadar imparatorluk

başkenti olan Roma’yı Konstantinapolis’te taşıdı ve kendi

adını verdiği şehirde bir merkez noktası tespit ettirdi.

Bu merkez noktasına dört tarafa doğru heykellerin bulunduğu

güzel harika bir yapı yaptırdı ve bu esere de milyon

noktası denilirdi” ifadelerini kullandı.

“DÜNYANIN BAŞLANGIÇ NOKTASI OLARAK

KABUL EDİLİYORDU”

İmparator Konstantin’in şehrin merkezine bu anıtı diktirdiğinde

artık ‘Her yol Roma’ya çıkar’ tabirinin kaynağının

İstanbul olduğunu söyleyen Dilbaz, “Buradaki anıt ve kaide

zamanla harap oluyor.

1204’teki Latin işgalinde anıt üzerindeki heykeller zarar

görüyor. Osmanlı’nın son döneminde de hemen kaidenin

yan tarafında bulunan çeşmenin su yollarının ve su terazisini

inşaatıyla elimizde şu an sadece bir tane sütun kalıyor.

İmparator Konstantin bu taşı anıt taşı İstanbul’a Kudüs’ten

getirtmiştir ve ‘Milyon Taşı’ olarak bilinen bu sütuna Hz.

İsa’nın dokunduğuna inanılır.

Konstantin, Hristiyanlar için son derece önemli ve kutsal

bir taşı buraya getirip dikerek imparatorluğun merkezini bu

şekilde tescillemiş oldu.

Dolayısıyla bütün yollar Roma’ya çıkar tabirinde ki kullandığımız

‘Roma’ tabiri aslında İtalya’nın başkenti olan

Roma değil, İstanbul’daki Milyon Taşı’dır.

1884 yılında Amerika’da alınan karara kadar, dünyanın

başlangıç noktası olarak “Milyon Taşı kabul ediliyordu”

dedi.

37


Öncelikle şu gerçeği bilmemiz gerekir ki; “Türk Dünyası,

çok büyük bir coğrafyayı ifade eder. Ortak soy, ortak

dil, ortak din, ortak tarih, ortak kültür ve benzeri diğer

ortak değerler, hep birlikte, bu coğrafyanın sınırlarını çizer.

Türk Dünyası dediğimiz olgunun temelinde, tarihin süzgecinden

geçerken; kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez

bir bütün halinde hareket ediş, kendini bir bütünün

ayrılmaz parçası olarak görüş vardır. Farklı etnik kökenden

gelse, farklı bir dili konuşsa, farklı bir dine mensup olsa

da, ortaklaşa olarak paylaşılan, aynı bir bütüne ait olma –

kendini o bütünün bir parçası olarak görme – duygusu söz

konusudur.”

“Teorik açıdan bakıldığında etnik köken elbette ki, temel

belirleyicidir. Ancak, pratiğe –yani tarihe- dönülüp bakıldığında

Türk Dünyasının sadece etnik temelli olarak görülmediği;

bu öğeyi de ihtiva eden, daha geniş bir içeriğe

sahip olduğu gerçeği ile karşılaşılır. Esasen; eğer kaynaklar

kıt ve uluslar arası ilişkiler de özde bir kıt kaynak mücadelesi

ise, Türk Dünyasının bu geniş içerikte ele alınması,

milli menfaatler açısından, daha faydacı ve daha doğru bir

yaklaşım olacaktır.”(Prof. Metin Öztürk)

Prof. Öztürk’ün yukarıdaki yorumundan; Türk Dünyasının

hayat sahasının üç kıtada, aşağı yukarı 19 milyon

km2’lik bir coğrafyayı oluşturduğu gerçeği ortaya çıkar.

Ne var ki, her bakımdan zengin kaynaklara, kültürel ve

turizm değerlerine ve dinamik nüfus potansiyeline sahip

olan bu coğrafya üzerindeki 7 bağımsız Türk Devleti arasında

sağlam bir birliktelikten söz etmek mümkün değildir.

Türkmenistan, bağımsız olduğundan bu yana Türk Kengeşi’ne

üye değildir. Hala KKTC bu kardeş ülkeler tarafından

tanınmamıştır.

İşin özeti; “yatağımız” bir ama “yorganlarımız” farklı.

Ayrıca “öncelikler” ve “ihtiyaçlar” da farklı olabiliyor.

Böyle olunca; bir ucu “Ankara”dan başlayıp, “Astana”ya

uzanan; Urumçi’yi Taşkent’i, Duşembe’yi, Aşkabat’ı, Bişkek

ve Bakü’yü içine alan Avrasya coğrafyası üzerindeki

Türk Devlet ve Topluluklarının yüzyılı aşkın süredir “ortak

bir duruş” sergileyemedikleri görülmektedir.

38

TÜRK DÜNYASI’nın

Yakın Geleceği

Türklerin Birleştiği Yol

İsmail CENGİZ - Avrasya Türk Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı,

Sürgünde Doğu Türkistan Hükümeti Başkanı

Öncelikle altını çizerek şu hususu dikkatlerinize sunmak

istiyorum: Ankara’dan Astana’ya uzanan “Avrasya Coğrafyası”

yeni yüzyılın hammadde deposudur. Aynı zamanda

Japonya’dan Avrupa’ya uzanan enerji koridorunun merkezini

oluşturan Ortadoğu ile bağlantılı Avrasya Coğrafyası

üzerindeki Türk Devlet ve Topluluklarının sırat köprüsü

misali çok ciddi bir geçiş süreci yaşadığını bilmemiz ve

gelişen küresel ve bölgesel olayları da buna göre yorumlamamız

gerekir.

Şu bir gerçek ki, içinde yaşadığımız dünya ihtiyaçlara

göre yeniden şekillenmektedir. 2000 yılından itibaren “Tek

Dünya Hükümeti”ni gerçekleştirmek için İsrail ve ABD

tarafından projelendirilen; “Büyük Ortadoğu Projesi” ve

“”Trans-Pasifik Ortaklığı” olarak adlandırılan küreselleşme

politikası, arzulanan tek kutuplu yeni dünya düzeni kurulamadan

iflas etmeye başlamıştır.

Çok taraflı serbest ticaret görüşmelerinin askıya alınması,

BM’lerin bir çok olayın sonlandırılmasında ve sorunun

çözümünde etkisiz kalması, küçük etnik unsurların hatta

dini unsurların dahi özerklik, eyalet gibi söylemlerle bağımsız

olma talep ve girişimleri küreselleşme projesinin en

azından askeri ve ekonomik bakımdan bir işe yaramadığının

göstergesidir.

Petrol ve doğal gaz kaynaklarında yaşanan sıkıntılar,

engellenemeyen uranyumu zenginleştirme programları,

Rusya ve Çin’in Şanghay İşbirliği Örgütü altında bir araya

gelmeleri, özellikle Çin’in küresel gelişmelere paralel her

alanda yeni politikalar üretmesi; “Tek Dünya Hükümeti”

projesini çöküntüye uğratmıştır. Artık çok taraflı küresel

çıkarlar değil, daha dengeli, az ortaklı bölgesel işbirliği

ve entegrasyon politikaları ön plana çıkmaya başlamıştır.

“Yeni Dünya”; ulusal devletlerin ve ülkelerin komşuluk ve

milli çıkarlarına göre kurulmaktadır.

Ancak bu noktadaki en büyük sıkıntılardan biri; küreselleşme

akımının özellikle Türkiye’de yirmi yıl içinde milli

devlet ve değerlerine bağlı millet mekanizmalarını tahrip

etmiş olmasıdır. Özellikle 1990’lı yıllarda bağımsızlıklarını

elde etmiş olan Azerbaycan ve Türkistan Cumhuriyetleri’nin

bir asra yakın zamandır sömürge zihniyetiyle yönetilmiş

olması, dini ve milli değerlerin dejenerasyonuna

neden olmuştur. Ayrıca yeraltı kaynakları sömürülmüş,

üretim ve imalat sanayi çökmüş, toplumu bir arada tutan

“moral kaynakları” tarumar edilmiştir. Bir asrı aşkın süredir

“teslimiyetçi politikalar” veya “nemelazımcı siyaset

anlayışı” nedeniyle binlerce yıldır içinde bulunduğumuz

coğrafyamız sürekli kuşatma altında tutulmuştur.


Türk Yolu

Orta Asya’dan Balkanlar’a

Avrasya Coğrafyası

Bu manzaradan hareketle Türk Cumhuriyetleri “yeni

dünya” arayışında birlik ve dayanışma halinde her alanda

birbirleriyle işbirliklerini artırmak ve üniter devlet yapısına

yönelen tehditleri bertaraf etmek durumundadırlar.

TÜRK KENGEŞİ

Türk Cumhuriyetleri’nin üst şemsiye kuruluşu olan

“Türk Kengeşi”nin kuruluş yapısı itibariyle bütün Türk

Dünyasını temsil ettiğini söylememiz zor. Türkmenistan’ın

üye olmadığı Türk Kengeşi’nde bırakın Doğu Türkistan

sorununu, Tataristan’da, Başkurdistan’da, Afganistan’da,

Güney Azerbaycan’da yaşanan sorunları dahi dile

getirmeniz mümkün değil. Suriye Türkmenleri veya Irak

Türkmenleri konusunda yaptırıma yönelik bir ortak söylemin

çıkması da mümkün değil.

Türk Kengeşi’nde bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nin

yanı sıra farklı coğrafyalarda veya farklı ülkelerin sınırları

içinde kalan veya yaşayan Doğu Türkistan gibi, Kırım

gibi, Gagauzeli gibi, Güney Azerbaycan gibi, Afganistan

gibi, Nogaylar gibi Türk topluluklarının da alt komite de

resmi üye olarak temsil edilmeleri sağlanmalıdır.

Türk Kengeşi; yalnız bağımsız Türk Cumhuriyetleri’ni

değil, Orta Asya’dan Balkanlar’a bütün Türk Devlet ve

Topluluklarını, Özerk Türk Cumhuriyetlerini, Özerk Türk

Bölgelerini de temsil edecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.

Bulgaristan Türkleri de, Batı Trakya Türkleri de

hatta Karapapaklar da, Sahra Türkmenleri de bu kengeş

içerisinde temsil edilmelidir.

Türk Kengeşi; bünyesinde oluşturulacak Sekretarya ile

aktif çalışarak, farklı coğrafyalar arasında birlik ve beraberliğimizi

pekiştirecek ortak iletişimi sağlamalı, ortak

projeler üretmelidir.

HEDEF: DÜNYA DEVLETİ BÜYÜK TÜRKİYE

Güçlü bir siyasi organizmanın üç temel şartı olduğu söylenir:

Genişlik... Dışarıda hareket serbestisi... İçeride birlik

ve beraberlik...

“Genişlik”ten kasıt, coğrafi alandır. Türkiye; Adriyatik’den

Çin Seddi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada söz

sahibi, pay sahibi ülkelerin başında yer almaktadır.

“Hareket Serbestisi” bakımından da Türkiye; bir ayağı

Avrupa’da, bir ayağı Asya’da, bir kolu Ortadoğu’da olmak

gibi avantajlı bir konuma sahip olan ender birkaç ülkeden

biridir. Bu özellik Kazakistan için de geçerlidir, Özbekistan,

Azerbaycan için de.

“İçeride birlik ve beraberlik” ise her bakımdan her sahada

mevcuttur. Folklorumuz, Dilimiz, İnançlarımız, Nevruzumuz,

Kaşgarlı Mahmudumuz, Yusuf Has Hacibimiz,

Fuzulimiz, Abay’ımız, Mahdumkulu’muz, Nesreddin

Ependimiz bu birlik ve beraberliğin en önemli kanıtlarıdır.

Velhasıl Türk Halkları ve Devletleri olarak “dünya devleti

bir ülke” veya “bölgesinde lider ülke” olmamamız için

hiçbir neden yoktur.

Sıkıntı, aslında Türk Devletlerinin temelinde var olan ve

5000 yıllık maziye sahip olan “örtülü milli siyaset”in uygulanmasında

yaşanan zorluklardır...

Birlik ve beraberliğimizi tehdit eden İçimizdeki virüsleri,

değerlerimizi kemiren fareleri temizlediğimizde; genişliğimizi

oluşturan coğrafi alanımız üzerindeki her Türk’ün

derdine sahip çıktığımızda; dışarıda tıpkı Atatürk’ün yaptığı

gibi mazlum ve mağdur milletlerin dertlerine derman

olduğumuzda işte o zaman sözü dinlenir

saygın bir ülke oluruz...

NEREDE BİR TÜRK VARSA ORADA TÜRKİYE

OLMALI

Sözün özü; bu geniş coğrafya üzerinde serbestçe hareket

edilmek isteniyorsa... iktisadi kaynaklarımız ve çıkarlarımız

korunmak isteniyorsa... velhasıl bölgesinde lider,

dünya devleti olmak istiyorsak bir tek şart vardır, o da;

“Nerede Türk varsa, orada Türkiye olmalıdır...Nerede bir

Kazak” varsa orada Kazakistan olmalıdır... Kazakistan’ın

derdine Türkiye derman oluyorsa, Türkiye’nin sevincine

Kazakistan ortak olabiliyorsa; Özbek, Kırgız’ın gözyaşına

mendil tutabiliyorsa; Türkmen, Uygur’un feryadına kulak

veriyorsa bilin ki; Türk Birliği için ümit, umut var demektir…

Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan

ve Azerbaycan’ın mevcut ekonomik ve nüfus potansiyelini

de değerlendirerek birlik ve beraberlik içinde,

dayanışma halinde asgari müştereklerde ortak duruş sergilemeleri,

bu ülkeler topluluğunu yakın gelecekte yalnız

Avrasya coğrafyasında değil, İslam coğrafyasında etkin

rol oynamasını sağlayacaktır.

39


Kristal Çocuklar

Yeni Çağcılar 1998-2012 arasında büyük bir değişim

yaşanacağını iddia ediyorlar. Bu değişimi başarıyla

gerçekleştirenler kolektif şuur dönüşümünü

yaşamış ve başarmış olarak müjdelenen Yeni Çağın

öncüleri olacaklar; günlük yaşamımızın içinde kristal

enerjiyi çocuk saflığında kullanan büyükler olduğu

gibi bu dönem içinde bir başka gezegene gitmişiz

etkisi uyandıran yüksek zekalı çocukların doğduğuna

da tanık olacağız. Aslında şu anda da oluyoruz zaten.

Bu yüksek zekalı çocuklar İndigo’ların ardından gelen

Kristal Çocuklar. Kristal Çocukları nasıl tanıyacağız?

İlk bakacağımız yer onların gözleridir; iri, derin, anlam

dolu ve her şeyi anlıyormuş gibi bakan gözlere

sahipler. Mutluluk ve sevinç dağıtıyorlar; yargısızlar.

Kristal Çocuklar büyükleri olan İndigo Çocuklardan

epey farklıdırlar. İndigo’ların ruhları savaşçıdır,

amaçları eski düşünceleri yani önceki eğitim, yönetim

ve yasal sistemleri yenilemek ve değiştirmektir. Onlar

başkaldırıyı severler. Kristal çocuklar ise daha yumuşak,

bilgeliğe daha yakın ve şefkatlidirler. Dünyayı ve

çevrelerini tanır ve keşfederken kendilerine güvenmekte,

sevmekte ve eğlenmektedirler. Araştırmaktan

ve keşfetmekten büyük zevk alırlar. Ayrıca çok neşelidirler,

bulundukları ortama neşe ve sevinç katarlar…

Kristal Çocukların özellikleri:

-1995’li yıllardan sonra doğmaya başlamışlardır,

-Derin, anlamlı ve araştırmacı bakan gözleri vardır,

-Doğal yapılarında manyetik bir gücün çekim etkisi

vardır,

-Çok sevecen,neşeli ve eğlencelidirler,

-Şefkatli, duyarlı ve iletişime açık çocuklardır,

-Müziği ve sanatı çok severler,

-Yaratıcılıkları yüksektir,

-Telepattırlar, düşündüğünüzü ve gerçek niyetinizi

hissederler,

-Konuşmaya başlayınca geçmiş yaşam anılarını anlatmaya

ve sizi haylice şaşırtmaya adaydırlar,

-Doğal beslenmeyi çok severleri,

-Her konuda denge ararlar, denge duyguları mükemmeldir,

-Zihinsel iletişim yetenekleri yüzünden geç konuşabilirler,

yüksek algıların nedeniyle zaten pek çok şeyi

hissetmektedirler.

-Yüksek seslerden, gürültüden, kalabalık içinde bulunmaktan,

çok sıcak veya soğuk ortamlardan, dağınıklık

ve

düzensizlikten hiç hoşlanmazlar.

-Kristal Çocuklar yüksek enerjiye sahipler, uyurken

bir şey kaçırmak istemediklerinden uykuyu pek sevmezler.

-Kristal Çocuklar, bizim zaman anlayışımızı değil,

kendi iç zamanlarını kullandıkları için zaman anlayışımız

birbirine pek uymayabilir.

40

Türklerin Birleştiği Yol

Psişik Duyarlılık:

Psişik Yetenekleri ve Psişik Duyarlılıkları hayli

yüksek olan ve Kristal çocuklar olarak tanımlanan bu

çocuklar ilk yedi çakrası aktive olarak gelmiş çocuklardır.

Ve bu çocuklar, bilgi çağının getirdiği avantajlarla,

uyaranlarının daha fazla olması nedeniyle daha

çabuk öğrenme ve hatırlama kapasitesine sahiptirler.

Ama burada önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor:

İçinde bulunduğumuz çağ nedeniyle de, bu çocuklar

daha donanımlı geliyorlar. Kısaca, daha yüksek

potansiyelde doğuyorlar ama bu potansiyeli yaşama

geçirebilmeleri, bulundukları koşullara ve aile eğitimlerine

bağlı. Farkındalık yolunda çok hızlı da yürüyebilirler

veya bizim anlayışsızlığımız nedeniyle bir

yerde takılı da kalabilirler.

Doğum Haritası:

İndigo ve Kristal Çocukları daha iyi anlamak için

öncelikle onların doğum haritalarını çıkarttırmak faydalı

olabilir çünkü sık sık metafizik konulardan; Tanrı’dan,

meleklerden, dualardan, öte alemden söz edebilen

bu küçük filozoflarla baş edebilmek için sizin

de kalkanlarınız olmalı. Öyle değil mi! Çünkü onların

psişik yetenekleri vardır; örneğin psikokinezi yapabilirler

yani bazı küçük eşyaları düşünceleriyle hareket

ettirebilirler. Anne veya babalarına onların ilk anne ve

babaları olmadıklarını hatta daha ileri gidip daha önce

başka yerde yaşadıklarını söyleyen Kristal Çocuklar

da vardır. Elektronik araçları etkileyen Kristal Çocuklar

da izlenmektedir. Onların telepatik yeteneklerine

çok dikkat edilmelidir. Anne ve babalarına veya diğer

yakınlarına bazen o etkileyici ve derin gözleriyle uzun

uzun bakmalarıyla ünlüdürler. Eğer iyi gözlenirse birçok

Kristal Çocuğun annesinin isteklerini sözel aktarım

olmadan yaptıkları izlenebilir.

Bu yeteneklerin sergilenmesindeki amaç, insanlığın

doğal yeteneklerinin büyüklere hatırlanması şeklinde

yorumlansa bile bu küçük filozof-bilgelerle ya da

büyüklerin deyimiyle çok bilmişlerle baş etmek için

sizin öncelikle tercih edeceğiniz donanımlara bir an

önce sahip olmaya çalışmanızda yarar vardır.Dikkat

edilecek noktalar

Kristal Çocuklarla ilgili yazı yazan İnternet sitele-


Türk Yolu

rinde yayınlanan Danışman psikolog ve terapist Doreen

Virtue önerilerine kısaca bir göz gezdirebiliriz.

Dilerseniz İndigo veya Kristal Çocuk yazıp bu konuda

daha aktif sitelere de danışabilir, yüreğinizin

ve aklınızın sesini dinleyerek, çocuğunuzla ilgili yanılgıya

düşmemek için tıp desteğini de asla göz ardı

etmeden iletişim kurabilirsiniz.

* Onların görsel olduklarını unutmayın, sözel değil,

görsel yöntemlerle eğitin,

* Hiçbir konuda zorlamayın, açıklamalarda bulunun,

* Onlara bağlanın yani sık sık beraber olun ve dokunun,

* Hayvanları örnek gösterin; “Bak köpek seni izliyor…”

gibi,

* Kuralcı olmayın, dürüst olun ve onlara kendileri

olma özgürlüğünü verin,

* Siz kendinize iyi bakın, temiz, bakımlı ve etkili

olun,

* Onları asla küçümsemeyin, arkadaş gibi ilişki

kurun,

* Sesinizi melodik biçimde yani tonlayarak kullanın,

* Meraklarını giderin, öğrenin ve öğretin,

* Dikkatinizi verin, onları ihmal etmeyin, yalan

söylemeyin,

* Sabırlı, tutarlı ve gerçekçi olun, onlara süreklilik

sağlayın,

* Siz ne düşünürseniz onlar öyle olacaklardır; onları

negatif tanımlamalarla tanımlamayın, onlardan

da bir şeyler öğrenebilirsiniz.

* Onların imgelerine yani canlandırmalarına veya

hayallerine katılın,

* Onlara enerji yardımı yapın. Mümkünse meditasyon

ve yoga öğretin,

* Onları tartışmasız sevin.

* Onlara kendi negatif, ayrımcı, bölücü, fanatik,

tutucu, geleneksel ve zarar verici düşüncelerinizi

aşılamayın.

Çünkü geçmişte ve şu anda hiçbir konuda haklı ve

başarılı değilsiniz…

Kristal Titreşimi Taşıyan Büyükler,

Kristal Çocuklar konusunda yalnız onlardan söz

etmek yeterli değildir. Bizler de bundan sonraki yıllarda

Kristal Titreşimi taşıyan yetişkinler olarak yeni

bir bakış açısı ile yaşama şansını elde ederken sessizce

doğan Kristal Doğuşlara da tanık olmaya devam

edeceğiz. Kristal Çocuklardan söz ederken, bu

yetenekleri taşıyan Kristal Büyükleri unutmamalıyız.

Kristal büyükler de bundan böyle saklandıkları

yerden çıkacaklar ve öykülerini dünya ile paylaşmak

isteyecekler. Ayrıca, son zamanlarda içinden geçmiş

olduğunuz enerjideki değişimler nedeni ile, çoğumuz

alışkın olmadığımız bu niteliklerden bazılarını geliştirmeye

başladık bile. Bireysel Gelişime önem verenler

her birimizin içindeki Kristal Çocuğun Uyanışını

rahatlıkla gözlemliyorlar. Dün yaptıklarını bugün

yapmadıklarını izleyip, şaşkınlıkla; “bu yanım değişmez

sanırdım, ne de kolay değişmişim” demekteler.

Bu yetişkinler ve çocuklar gelmeye devam ederken

ve güçlerini kullanırken,bu tüm insanlıkta bu yetenekleri

uyandıracaklar. Bu kolektif ve mucizevi bir

uyanış hali.

Halk masallarımızdaki ünlü Keloğlan öykülerini

bilmeyen yoktur. Bu tanımlar yapılmadan önce de

Anadolu insanı kendi halk kahramanlarında ve halk

masallarında o kendine has ruhsal ve özgün yanını

yaşamayı ve yaşatmayı bildi. Kuantum fiziğinin

‘sende haklısın sen de’ küresel mantığıyla birebir örtüşen

Nasreddin Hoca fıkralarımızdan başka Kristal

Çocuk ya da büyük olmaya en güzel örnekleri Keloğlan

masalları ve deyişleri veriyor…

İNDİGO ÇOCUKLARIN ÖZELLİKLERİ NE-

LERDİR?

1- Onlar dünyaya bir asalet duygusuyla gelirler ve

öyle davranırlar.

2- Burada olmayı hak ettiklerini hisseder ve başkalarının

bu hissi paylaşmadıklarını görünce çok şaşırırlar.

3- Kendi değerlerini bilmek onlar için bir sorun

değildir.

4- Mutlak otorite karşısında zorluk yaşarlar.

5-Belli şeyleri kesinlikle yapmazlar. Örneğin kuyruğa

girmek gibi.

6- Ritüel, yönelimli ve yaratıcılık gerektirmeyen

sistemler karşısında düş kırıklığı yaşarlar.

7- Herhangi bir sisteme uyum sağlamazlar ve sistem

yıkıcılar gibi görünürler.

8- Kendi türleriyle birlikte olmadıklarında anti-sosyal

görünürler.

9- Suçluluk duygusu verilerek disipline edilemezler.

10- İhtiyaçlarını bildirmekten çekinmezler.

İndigo çocuklar şu anda aşağı yukarı yedi ile yirmi

beş yaşları arasında bulunuyorlar. Kristal çocuklar

ile bazı ortak özellikleri paylaşmaktadırlar Her iki

kuşakta son derece duyarlı ve psişiktir ve önemli yaşam

amaçlarına sahiptirler. Aradaki esas fark onların

mizaçları, zihinsel ve duygusal yapılarıdır.

41


Türklerin Birleştiği Yol

Dünya haritasındaki büyük yalanın sırrı ne?

Oktay Volkan Alkaya

Dünya haritasına bakış açınızı değiştirecek

bir gerçeğin ardındaki komplo teorilerine

inanamayacaksınız. İşte dünya

haritasının ardında yatan sır...

Hürriyet gazetesi yazarı Savaş Özbey

“Bugüne kadar gördüğünüz bütün haritalar

yalan!” başlıklı yazısında Merkatör

Projeksiyonu’na değindi. Peki Merkatör

Projeksiyonu nedir? Günümüzde hemen

her okulda, kurumda ve daha bir çok

alanda karşılaşabileceğiniz dünya haritalarının

tamamı Merkatör Projeksiyonu

esas alınarak çizilen haritalardır. Ve işin

doğrusunu söylemek gerekirse, dünyanın

doğru kabul edilen en büyük ve yaygın

yalanıdır. Merkatör Projeksiyonu, son

derece yanlış hesaplamalarla çizilen haritalar

ortaya koyar. Sadece ekvator çizgisi

hizasında doğru sonuçlar verebilen harita,

kuzey ve güney uçlarda gerçeği yansıtmayan

ölçümler ortaya koyar.

1500’lü yıllarda ortaya atılan bu harita

türü, her ne kadar teknik imkansızlıklardan

ortaya çıkmış masum bir hata gibi

görünse de aslında büyük bir propaganda

malzemesidir. Çünkü ilerleyen yıllarda

doğru ölçümlerle oluşturulan haritalar,

kabul görmemiş ve Merkatör Projeksiyonu

kullanılmaya devam etmiş. Neden?

Bilimsel her türlü gelişmeye kucak açan

insanlık, neden Merkatör Projeksiyonu

gibi ilkel, teknik hatalarla dolu bir ölçüme

bağlı kalmış? Anlatacaklarımız komplo

teorisi gibi görünebilir ancak bilimsel veriler

yüzlerce yıllık bir yalanı tüm çıplaklığıyla

gözler önüne seriyor.

Ancak öncesinde bu haritayı çizen Gerardus

Mercator’ü bir analım; Asıl adı:

Gerard De Kremer olan Gerardus Mercator,

16. yüzyılın en önemli matematikçileri

ve kartograflarından biri olarak

tanınır. 5 Mart 1512 Rupelmonde, Flandre’de

doğmuş, 2 Aralık 1594 Duisburg’da

ölmüştür. Yazıda konu ettiğimiz komplo

teorisi ile direkt bir bağı yoktur, kendisi

haritayı kuzey denizlerinde yolculuk yapacak

gemiciler için bu projeksiyonda

çizmiştir. Komplo teorisi ve bir noktada

algı operasyonuna dönüşen durum ise bu

haritanın kusurlu görünümüne rağmen

“doğru dünya haritası” olarak yaygınlaştırılmasıdır.

42

GERÇEKLERİN GÜN IŞIĞINA

ÇIKMASI

Büyük yalan ilk önce, kaşifler tarafından

fark ediliyor. Ölçeklendirmesi hakkında

net bilgiler verilmeyen Merkatör

Projeksiyonunu esas alarak dünyayı gezmek

için denizlere açılan yüzlerce amatör

kaşif, gittikleri yerlerde garipliklerle karşılaşıyorlar.

Grönland’ın güney kıyılarına

yanaşan gemilerden inen kaşifler kuzeye

doğru ‘uzun’ bir yolculuğa çıktıklarını

düşünüyorlar ancak yolculuk sandıklarından

çok kısa sürüyor. Benzer şekilde Orta

Afrika’da keşfe çıkan gruplar Merkatör

Projeksiyonuyla hazırlanmış haritalara

göre yaptıkları yolculukta, Ümit Burnu’na

hesapladıkları sürede bir türlü varamıyorlar.

İlk defa kafalarda soru işareti

uyandıran tespitler bazı konferanslarda

dile getirilince, haritalara paralel ve meridyenler

eklenerek, kuzey ve güneydeki

paralel-meridyen aralıklarının boyutu büyültülüyor.

Böylece haritalar çok dikkat

çekmeyen çizgilerle gerçek bir görünüm

sunuyormuş gibi şekillendiriliyor. Ancak

yine de haritada bir şeylerin yanlış olduğu

çeşitli kesimlerce iddia edilse de, geçiştiriliyor.

Geçiştirilen iddialar, sadece kaşiflerin

değil astronomların da ilgisini çekiyor. İskoç

astronom James Gall’ın 19. yüzyılda

yaptığı çalışmalar sonrasında, haritacılar

Merkatör Projeksiyon haritaların altına

bir not düşmek zorunda kalıyorlar; “Güney

Amerika Grönland’ın 5 katı büyüklüğündedir”.

Bu ufak detay başlarda kimsenin

ilgisini çekmiyor. Çekse de üstünde

çok fazla düşünülmüyor. Ta ki, aradan

100 yıl geçene kadar.

Sene 1974. Dünya 400 yıla yakın bir

süredir inandırılan bir yalanın peşinde

dünyayı tanımaya çalışıyor. Geçmişinde

film yapımcılığı gibi işler bulunan, Berlin

doğumlu Alman bilim adamı Arno Peters,

Avrupa merkezli dünya fikri üzerine tezler

üzerine çalışıyor. Çalışmalarında dikkatini

antik haritalar üstüne yönlendiriyor.

Antik çağlardaki kaşiflerin haritalarının

tümünün, bilinen dünya haritasından belli

başlı özelliklerle farklılaşması garibine

gidiyor. “Hepsi yanılmış olamaz” diyor

Peters ve mevcut dünya haritasını mercek

altına alıyor. Peters, James Gall’ın çalışmaları

üstünden en doğru harita projeksiyonunu

hazırlamak için kolları sıvıyor.

Ortaya çıkan sonuç sarsıcı boyutlarda

oluyor. Bilinen dünya haritasının önemli

bir bölümünün yalandan ibaret olduğu

anlaşılıyor.

YANLIŞTA ISRAR

1974 yılında Peters, çalışmalarını dünya

ile paylaşıyor. Gerçek dünya haritası

yukarıda gördüğümüz şekilde ortaya koyuluyor.

Peters’ın geliştirdiği Peters-Galls

Projeksiyonu bilim çevrelerince dünyanın

en doğru haritası olarak kabul ediliyor.

Peters’ın hazırladığı haritalar dünyaya

yayılmak üzere 80 milyon adet basılıyor.

Ama bu haritalar; ne okullara, ne kurumlara

girebiliyor ne de medya tarafından

yayınlanıyor. 1989 yılında Peters, “Peters’ın

Dünya Atlası” adında bir harita kitabı

da bastırıyor ancak kitap da kitlelere

bir türlü ulaşamıyor. Dünya ortaya çıkan

bir gerçeği görmezden geliyor ve yalanda

ısrar ediyor. Merkatör Projeksiyonlu haritalar

dünyanın yüzü olarak nesilden nesile

aktarılmaya devam ediyor.

MERKATÖR PROJEKSİYO-

NU’NUN ASIL SORUNU

Merkatör Projeksiyonu temel sorun

olarak, küre şeklinde bir cismin düzleme

çevrilirken yaşadığı eğilmeler ve bükülmelerle

karşılaştığı için yanıltıcı bilgiler

verir. Ya da bize öyle söylenir çünkü masum

görünen bu eğilme ve bükülmeler

doğal değildir. Eğilip bükülmeler kuzey

ve güneydeki alanların olduğundan büyük

görünmesini sağlayabilir ancak asla orta

alanlarda daralmaya sebep olmaz. Merkatör

Projeksiyonu, kuzey ve güneydeki

alanları abartılı bir şekilde büyük göstermekle

kalmaz, Afrika gibi dünyanın

ortasında yer alan devasa bir kıtayı da olduğundan

daha küçük gösterir. Merkatör

Projeksiyonun asıl sorunu geometri değil,

propagandadır. Batı dünyasının propagandasına

maruz kalmış bir dünyanın eğilip

bükülüşünün kanlı canlı kanıtıdır!

BÜYÜK PROPAGANDA

Peki Merkatör Projeksiyonu kimin işine

yarıyor? Ya da bu yalanı kabul etmek

kimin işine geliyor? İşte size örnekler:

Kanada: Merkatör projeksiyonuna göre

Kanada, ABD’nin Kuzeyinde devasa bir

ülke gibi duruyor. Ama gerçek boyutla-


Türk Yolu

rında dünyanın kuzeyine sıkışmış bir ülke

görünümünde.

ABD: Merkatör Projeksiyonunda Kuzey

Amerika Güney Amerika ile hemen

hemen aynu hatta daha büyük bir kıta konumunda.

Ancak gerçekte Güney Amerika,

Kuzey Amerika’dan gözle görülür bir

şekilde daha büyük. ABD’de bu ölçeklendirme

içinde Güney Amerika’nın karşısında

daha küçük görünüyor.

İngiltere: Merkatör Projeksiyonu, İngiltere’yi

Dünya’ya hakim bir noktaya

konumlandırır. Gerçek dünya haritasında

ise İngiltere kuzeydenizinde bir ada gibi

görünmekte.

Avrupa: Dünyanın küresel gücü ABD

değil mi? Merkatör Projeksiyonu’na göre

dünya ABD merkezli gibi olması gerekmez

mi? Ama bir zamanlar dünyanın küresel

gücü Avrupa ülkeleriydi. Merkatör

Projeksiyonuna bakarsanız, Avrupa ülkeleri

dünyanın merkezinde durur. Gerçek

Dünya haritasında ise merkezde Kuzey

Afrika ila Orta Afrika civarında bir bölge

duruyor.

Rusya: Topraklarının büyük çoğunluğunu

Sibirya’nın karlar altındaki arazilerinin

oluşturduğu Rusya, Merkatör

Projeksiyonunda korkunç boyutlarda büyük

görünüyor. Ama Gerçek dünya haritasında

Asya’nın kuzeyinde bir çizgiden

ibaret.

Baltık Ülkeleri

Merkatör Projeksiyonu sayesinde daha

gözle görülür bir alanda karşımıza çıkar

Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler

de aslında gerçek dünya haritasında kuzeye

sıkışmış ülkeler konumundalar. Hatta

bir baltık ülkesi olarak sayılan Danimarka

bile Grönland sayesinde adını büyük

harflerle dünyanın gözüne sokabiliyor.

Dünya haritasında neredeyse Afrika’dan

daha büyük duran Grönland, gerçek dünya

haritasında ise kuzeye sıkışmış küçük

bir ada görünümünde.

NE YAPILMAYA ÇALIŞILIYOR?

Peki Merkatör Projeksiyonuyla ne yapılmaya

çalışılıyor? aslında bu haritanın

ekmeğini yiyen ülkelere baktığımız zaman

ne yapılmaya çalışıldığı son derece

açık. Ama bir de “Markatörzede” ülkelere

bakalım. Yalanlarla dolu bir haritadan

kimler zararlı çıkıyor?

Afrika Ülkeleri: Hemen hemen bütün

Afrika ülkeleri gerçekte olduğundan çok

daha küçük bir şekilde Merkatör Projeksiyonunda

gösteriliyor, çünkü zaten Afrika

kıtası bütünüyle küçültülmüş!

Çin: Çin Merkatör haritasında bile zaten

büyük bir ülke gözükürken, gerçek

dünya haritasında aslında ne kadar büyük

olduğunu daha rahat bir şekilde görebiliyoruz.

Bu noktada Rusya’nın Çin ile arasındaki

boyut dengesinde inanılmaz farklılıklar

otraya çıkıyor.

Arap Yarım Adası: Dünyaya dayatılan

haritada Arap Yarım Adası olarak bilinen

alanın ne kadar küçük olduğu gözlerden

kaçmıyor. Gerçek dünya haritasında ise

Arap Yarım Adasının büyüklüğü ortaya

çıkıyor.

Meksika: Aynı şekilde Merkatör Projeksiyonu

Meksika’yı olduğundan daha

küçük gösterme eğiliminde. Gerçek Dünya

haritasına göre ise Meksika oldukça

büyük bir alan kaplıyor.

İran ve Hindistan: İran ve Hindistan

da gerçek dünya haritasında, dayatılmaya

çalışılan haritaya oranla daha büyük bir

alanı kaplıyor.

Güney Amerika: Güney Amerika kıta

halinde, Kuzey Amerika’dan daha büyük

bir alanı kapladığı halde, Merkatör Projeksiyonuyla

yapılan haritalarda abartılmış

bir Grönland adasıyla birlikte Kuzey

Amerika, Güney Amerika’dan daha büyük

gözükmekte.

BÖLGELER ARASI DENGE

Kıtalara mevcut dayatılan harita üzerinden

objektif bir yorumla bakacak olursak;

Büyük bir Rusya, büyük bir Kuzey Amerika,

küçük ama merkezde bir Avrupa,

bastırılmış bir Afrika ve sıkıştırılmış bir

Ortadoğu görüyoruz. Dünyayı politik açıdan

değerlendirecek olursanız hemen hemen

aynı yorumu yapabilirsiniz. Coğrafi

olarak olmasa da politik açıdan gerçekleri

yansıtan bir harita karşımızda durmuyor

mu? Peki ya dünyaya egemen olan politika,

gerçek dünya haritasıyla paralel doğrultuda

olsaydı, nasıl bir dünyada yaşıyor

olurduk ve dünyaya hangi güçler egemen

olurdu?

SONUÇ

Dayatılmaya çalışılan dünya haritasında

büyük gözüken ülkelerle, gerçek dünya

haritasında büyük gözüken ülkeleri

karşılaştırdığımız zaman ortaya çıkan sonuçlara

baktığımız zaman ister propaganda

olarak tanımlayın isterseniz komplo

teorisi, büyük bir kandırmacaya hala inanıyor

olduğumuz yadsınamaz bir gerçek.

43


Dünya Tarihinde

Yaşanmış Dönüm Noktaları

Türklerin Birleştiği Yol

4.5 Milyar Yıllık Dünya Tarihinde Yaşanmış Dönüm Noktaları

Yaklaşık olarak 4.5 milyar yıldır yaşamı sürdürmekte

olan gezegenimiz bu süreç içerisinde

birçok evrime ve değişime uğradı. Bu değişimler arasında

yeryüzünün oluşumundan tutunda uzayın şekillenmesine

kadar birçok olay yer alıyor. Bu içerikte gezegenimizin

şuan ki haline gelmesini sağlayan dönüm

noktalarını sizler için derledik.

Dünyanın Doğuşu

Dünya, toz ve taşlardan oluşan bir bulut topluluğundan

meydana gelmiştir. Oluşan çekim kuvvetinin de

etkisi ile birlikte kayalar ve diğer maddeler çekilmiş

ve dünyanın şeklinin temelleri oluşmuştur.

Yaşantının Kökeni

Yaşamın ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemekle

birlikte tek hücreli canlılara ait ilk fosiller 3.5

milyar yıl öncesini işaret etmektedir. Yaşantı, bu süreçten

daha öncede başlamış olabilir fakat şimdiye

kadar yaşantının ne zaman ve nerede başladığına dair

kesin bir bulgu bulunamadı.

Güneş Işığı Enerjisinin Kullanımı: Fotosentez

Küçük ya da büyük fark etmeksizin bütün yaşam

formları enerjiye ihtiyaç duymaktadır, enerjinin en

büyük kaynağı ise güneştir. Oluşumun ilk süreçlerinde

mikroorganizmalar fotosentez sayesinde basit molekülleri

karbonhidratlara dönüştürebilecek şekilde

çeşitli evrimlere uğramışlardır.

Kıtaların Şekillenmesi

Kıtaların şekillenmesi süreci yaklaşık 3 milyar yıl

önce levha tektoniği hareketleri ile birlikte başlamıştır.

Solunabilir Hava

Dünya yaşının neredeyse yarısı kadarında havada

oksijen bulunmuyordu. Daha sonra güneş ışığını kullanan

bazı bakteriler karbondioksit ve suyu karbonhidrata

dönüştürmeye başladı. Bu dönüşümün atığı ise

oksijen olarak atmosfere salındı.

Karmaşık Hücreler

Dünyadaki ilk organizmalar günümüz bakterilerine

oldukça benzemekte olan basit hücrelerden oluşuyordu.

Çiftleşmenin Başlangıcı

1.8 milyar ve 800 milyon yıl öncesi arasında bir

44

süreçte mikroorganizmalar basitçe ikiye bölünerek

çoğalmak yerine seks yolu ile çoğalmak üzere evrim

geçirdiler. Bu da dünya tarihinin en büyük evrimleri

arasında yer aldı.

Çok Hücreli Yaşam

Yaşam tek hücreli canlılardan ibaret olmaktan çıktı

ve çok hücreli canlılar oluşmaya başladı. Bu sayede

günümüz canlıların temelleri oluştu.

Kartopuna Dönüşen Dünya

200 milyon yıllık süre içerisinde gezegenimiz 2 defa

tamamen donmuş bir hale dönüştü. Bu buz evrelerinin

karmaşık hayvanların oluşumunu sağlayan evrimleri

tetiklediği düşünülüyor.

Kambriyen Patlaması

Kambriyen patlamasının gerçekleşmesi ile birlikte

modern hayvan grupları yaşam buldu. Ayrıca hayvan

grupları genişledi ve farklar ortaya çıkmaya başladı.

Denizden Çıkış ve Karalarda Kolonileşme

Kara parçalarının ilk sakinleri bitkiler oldu. Yeşil

alglerin akrabaları olarak kabul edilen ilk bitkiler, hızlı

bir şekilde evrimleşerek çeşitli haller aldılar.

İlk Toplu Yok Oluş

Dünyada meydana gelen aşırı soğuma ile birlikte

deniz canlılarının %85’inin soyu tükendi. Sonucunda

ise balıklar daha geniş bir yaşam alanında var olmaya

başladı.

Karada Yürüyen Balık

Bitkilerden sonra karaya çıkan şey balıklar oldu.

Denizden çıkan balıklar çeşitli evrimlere uğrayarak,

büyük omurgalı ve semender benzeri görünümde olan

canlılar farklı uzuvlar üretti

Sürüngenlerin Şafağı

Yaklaşık 320 milyon yıl önce evrimleşen ilk sürüngenler

kara yaşantısının temellerindendir. Güçlü

yumurtalarını denize taşımak zorunda olmayan sürüngenler

bağımsız kara yaşantısının ilk örnekleri arasında

yer almaktadır.

Pangea

Çoğumuzun bildiği bir süreç. 300 milyon yıl önce

tüm kıtalar birleşti ve tek kıta haline gelerek pangea’yı


Türk Yolu

oluşturdular. Ardından pangeanın ayrılmaya başlaması

ile birlikte günümüz kıtaları oluşmaya başladı.

Büyük Yok Oluş

Permiyen yok oluşu olarak da adlandırılan bu dönem

dünya tarihinin en kötü yok oluşu olarak kabul

edilmektedir. Deniz ve kara türlerinin %96’sı yok olmuştur.

Bu olayın gerçekleşme sebebi olarak büyük

volkanik patlamalar gösteriliyor.

İlk Memeliler

Dinozorların ortaya çıkarak çeşitlendiği bu dönemde

ilk memelilerin evrimi de gerçekleşti. Bu canlıların

geceleri aktif olan ve kıllı ya da kürklü canlılardan

oluşmakta olduğu tahmin ediliyor.

Triyasik Yok Oluş

Dinozorlar karanın en güçlü ve gösterişli canlıları

iken, denizde yer alan ‘ihtiyozor’ adı verilmekte olan

sürüngenler ise denizlerin en büyük yırtıcıları haline

geldi. Nedeni bilinmeyen triyasik yok oluşun ardından

dinozorlar daha da büyüyerek, oldukça dominant

bir tür haline geldiler.

İlk Kuşların Ortaya Çıkması

Yaklaşık 160 milyon yıl önce ilk kuş çeşitleri, tüylü

dinozorlardan evrimleşerek ortaya çıkmışlardır.

Çiçeklerin Ortaya Çıkması – Bitki Devrimi

Bitkiler 465 milyon yıldır karada yaşıyor olsalar da

çiçeklerin ömrü yaklaşık olarak 130 milyon yıldan

oluşmaktadır.

Dinozorların Yok Oluşu – Dünyanın Beşinci Kez

Yok Olması

65 milyon yıl önce günümüzde Meksika’nın bulunduğu

bölgeye büyük bir göktaşı düştü. Çok şiddetli

bir patlama sonucunda dünyadan yükselen toz bulutu,

atmosferin üst katmanlarına kadar yükseldi ve güneş

ışığının dünyaya ulaşmasını engeller hale geldi.

Ardından, dünya karanlık ve soğuk bir hale geldi.

Bunun sonucunda meydana gelen beşinci yok oluşta

dinozorların yanı sıra büyük deniz sürüngenleri de

dahil olmak üzere birçok canlının soyu tükendi.

İlk Primatların Evrimi

Güneş ışığını kullanarak, besin ihtiyaçlarını karşılamak

adına şeker üreten bitkiler fotosentezlerini geliştirdi

ve bu işi daha iyi yapar hale geldi.

İlk Hominidler – İnsanlığa Doğru Giden Yol

İlk kuyruksuz ve iri maymunlar Afrika kıtasında 25

milyon yıl kadar önce ortaya çıktılar. Bu grup kendi

arasında çeşitli evrimler geçirerek insanlar, şempanzeler,

orangutanlar ve goriller gibi çeşitli türlerin

oluşmasını sağladılar. Bu ayrımın tam olarak ne zaman

gerçekleştiği bilinmiyor olsa da bilinen en eski

hominid yaklaşık 7 milyon önce yaşamıştır.

İnsan Türünün Ortaya Çıkması

İnsan türünün dünyadaki yaşamı 200 bin yıl öncesine

dayanmaktadır. Dünyanın en genç türü olan insan,

Afrika’dan bütün kıtalara doğru hızlı bir şekilde yayılmışlardır.

Belki de bizim yaptıklarımızda dünyayı altıncı yok

oluşa doğru sürükleyecek ve yeni bir türün ortaya çıkmasına

neden olacaktır. Buna rağmen dünya tarihinde

yaşanan olayları bir araya getirip, sentezleyerek çözümleyen

ilk tür insandır.

45


Türklerin Birleştiği Yol

Kazım Karabekir’den

Günümüze Siber Güvenlik

Burak Bozkurtlar - Siber Güvenlik Uzmanı

Kazım Karabekir Paşa’ya sonsuz hürmet duyanlar olduğu

gibi ebedi bir düşmanlık besleyenler hep olmuştur.

Hürmet duyulmasının en belirgin nedeni, paşanın olaylara

her daim objektif olarak bakması, değişken durumlar

karşısında pratik zekasını çalıştırması ve makamları liyakatsızlıkla

işgal edenleri açıkça dile getirip, akıl dolu çözümleri

ile dikkat çekmesi diyebiliriz.

Düşmanlık besleyenler ise akıl, zeka ve izandan yoksun

olarak akıllarını kiraya vermeleri ve birazda atalarının izinden

gitmeyip, peşinden gittiğini iddia ettikleri şahısların

kişisel oyuncaklarına dönüşmeleri neticesinde kişisel menfaatine

hareket ettikleri için paşayı sevmezlerdi…

Kazım Karabekir’i ister sevin ister sevmeyin, kadim

Türk devlet geleneğinin günümüze kadar uzanan askeri

kurmay zekası ile istihbarat teşkilatında bıraktığı izleri her

yerde görmeye devam ediyoruz.

Bu çalışmada mektepli olan Kazım Karabekir Paşa ile

alaylı olan Kuşçubaşı Eşref’in liyakat ve hakikat ekseninde

yaptığı çalışmaların günümüzde büyük önem kazanan

“Siber İstihbarat” kavramı üzerine teknik iz düşümleri irdelenmektedir.

Dönemin hükümet yetkililerinin etrafını saran dalkavukluk

seddinin yıkılması hayli vakit almış, yöneticilerin akıl

tutulması epeyce artmış ve kişisel menfaatler ile arzuların

coşkunluğu gibi nedenlerle devleti yönetenlerin açığa çıkmaması

gereken kişisel bilgileri, yabancı servislerin eline

geçmiştir. Böylelikle bu donelerle şahsiyetler üzerinden

devlet ele geçirilmeye çalışılmıştır.

Karabekir Paşa’nın gerek hatıralarında gerekse kaleme

aldığı eserlerde dikkat çektiği hususların temelinde, devleti

yöneten idarecilerin, gaflet ve dalalet içerisinde bulunanların

hıyanete varan süreçlerini sonlandırmak amacıyla

oluşturulan İttihat ve Terakki gibi oluşumların yine farklı

gurupların etkileriyle amaçlarının dışında faaliyetlere sebebiyet

verilmesinden bahsedilir.

Özellikle Turan fikrinin ve Türk’ün töresinden yola çıkan

birtakım ifadelerin farklı ülkelerin haber alma servislerince

istismar edilmeye çalışıldığına da dikkat çekilmiştir.

Kazım Karabekir’in Genelkurmay İstihbarat Başkanı olduğu

dönemde telefon ve telgraf pek yaygın olan bir iletişim

türüydü. Tren altyapıları yabancı ülkelerin desteği ile

46

kurulabildiği gibi telefon ve telgraf hatları da yine yabancı

devletlerin desteği ile ülkemizde kullanılabilmekteydi.

Telefon ve telgraf konuşmalarının diğer devletlerin istihbarat

birimleri tarafından izlenebilir olması nedeniyle farklı

biçimlerde geliştirilen şifreleme yöntemleri de kullanılmaktaydı.

Tıpkı günümüzde kullanılan asimetrik şifreleme

algoritmalarına benzer yöntemler o dönemlerde de kullanılmaktaydı.

Belki de hızla gelişen teknolojiler karşısında

bağımsız ve millî bir iletişim yöntemi olmaması nedeniyle,

millî manipülasyon tekniklerinin gelişimi de o günlere dayanıyordu.

Yine günümüzde tüm bilişim altyapısı yabancı ülkelere

ait patentli teknolojiler, ülkemizdeki iletişim ve bilişim

teknolojilerinin kullanımına olanak sağlamaktadır.

Askeri teknolojiler ve halkın kullanımına sunulan birçok

teknoloji gerek ( CMMI ) NATO standartları gerekse uluslararası

standartların bir parçası olarak hayatımızın içerinde

yerini almıştır.

Askeri, sivil, iç güvenlik ve haber alma servislerimize

ait tüm bilişim altyapısının global olarak kabul gören teknolojiler

eşliğinde kullanıldığını göz önünde bulundurduğumuzda,

iletişimde milli ve yerli manipülasyon tekniklerinin

kullanımının ihtiyaçtan öte zorunluluk olduğu da

yadsınamaz bir gerçektir.

Özellikle son yıllarda darbe kalkışması deneyecek kadar

devletin içerisinde yapılanan terör örgütü mensuplarına

biat etmiş kripto elemanlarının yanı sıra devleti kendi

dükkanı gibi gören birtakım yapılanmaların da tıpkı Karabekir

Paşa’nın eserlerinde dikkat çektiği gibi günümüzde

de farklı isimlerle karşımıza çıkması ise ‘tarih tekerrürden

ibarettir.’ sözünün ne denli kıymetli olduğunun bir göstergesidir.

Günümüzde üstünsüz geçiş hakkı, geçişlerde ve iletişimde

öncelik hakkına sahip olmanın insan nefsine hoş gelen

kısımlarının, vatan savunmasında zafiyete yol açabilecek

durumlara yol açması ise ayrı bir tehlike olarak önümüzde

durmaktadır.

Global teknolojiler ile kurgulanan istihbarat teknolojileri

ve bu teknolojileri kullanan haber alma elemanlarının ister

istemez aynı teknolojileri kullanan diğer ülkelerin haber

alma servisleri ile de organik bir bağ kurulmasına sebebiyet

vermektedir.


Türk Yolu

Daha somut bir örnek vermek gerekirse yabancı bir istihbarat

servisinde çalışan bir Türk’e hayranlık beslenilmekte

ve daha gelişmiş istihbarat teknolojilerinin ülkemize entegrasyonu

için de avantaj sağladığı düşünülmektedir.

Dönemin idarecilerinin Türk askeri birliklerin komutasını

Alman kumandanlara bıraktıkları gibi günümüz idarecileri

de uzun yıllardır askeri, sivil, iç güvenlik ve haber

alma servislerini, geliştirilmeyip hazır olarak alınan

ve tersine mühendislikle millileştirilmemiş olan teknik

ekipmanlar vasıtasıyla gizlilik gerektiren bilgilerimizi five

eyes ülkelerinden Çin’e kadar birçok ülkeye teslim etmiş

durumdadırlar.

Her ne kadar 5G’ye geçiş süreci devlet başkanlığımız

tarafından 4.5G ile geciktirilmiş olsa da terör örgütünün

kripto elemanları ve bir takım cemiyetlerin etkisiyle başta

5G olmak üzere daha birçok yeni nesil iletişim ve bilişim

teknolojisi ülkemizde aktif edilmeye çalışılmaktadır.

Günümüzde hükümet yetkililerinin “Yatak odamıza kadar

girmişler.” şeklinde açıkça belirttikleri güvenlik zafiyetlerinin

tamamı yukarıda kısaca belirttiğimiz hususlarda

yeteri kadar önlem alınamaması nedeniyle olmuş ve olmaya

devam etmektedir.

Bu tip zafiyetler nedeniyle hassas görevlerde bulunan

idarecilerin manipüle edilerek dış güçlerin güdümünde

ülkeye faydadan daha çok zarar verebileceği de ayan beyan

ortadadır. Benzer zaaflar defalarca Milli Güvenlik Kurul’unda

yazılı olarak kayıt altına alınmıştır.

Konvansiyonel olmayan savaş teknikleri arasında yerini

alan ve özellikle sosyal medya ve denetlenemeyen uygulamalar

aracılığıyla tüm dünyada toplumsal olayları tetikleyen

siber savaş kavramı üzerine, geçmişte Türk toplumu

üzerinde yıkıcı etkilere neden olan stratejilerin günümüze

evrilmiş tekniklerini görmezden gelemeyiz.

Analog bir düşünce yapısı ile dijital silahların kullanım

hakkına sahibiz diye sevinenleri Karabekir Paşa’nın şu

sözleriyle deşifre etmekte fayda var:

Askerlerini iyi sevk edemeyen ve işgüzarlığından askerlerin

telef olmasına sebep olup toplumu kargaşaya sürükleyen

hallerin mimarına zamanında dediği gibi; “Kabahat

dünyadan haberi olmayan tüfekçilikten yetişme Abdi

Bey’e o vazifeyi verende!.. Daha büyüğü de bu gibi adamları

layık olmadıkları bu makamlara çıkaranlarındır.”

Günümüzde liyakatsizlikten bitap düşen kamu kurumlarımıza

bir de hiçbir denetime tabi tutulmadan her alanda

kullanılan bilişim teknolojileri de eklenince bir toplumun

konvansiyonel hiçbir silah kullanılmadan nasıl rehin alınabileceği,

gelecek nesillerin ipotek edilerek kendi kendini

imha eden bir topluma evrilme riski giderek majör boyutlara

ulaşmaktadır.

Yasa çıkarma yetkisi bulunan milletvekillerinin kullandığı

yabancı bilişim teknolojileri arasında telefon, bilgisayar,

elektronik posta ve saat gibi enstrümanları sıralayabiliriz.

Bu enstrümanların işlediği, aldığı ve manipüle ettiği

ne gibi parametreler vardır? Sorusunun sorulacağı ilgili bir

kurumun olmayışı, haliyle duyulmak istenmeyen yanıtların

neticesindeki sorunlara da çözüm getirmeyi imkansız

hale getirmektedir.

Kişisel veriler üzerinden gerçek bir soykırım yaşanması

içten bile değilken, kimin tarafından kontrol edildiği

-manipülasyona maruz kalıp yanlış ya da uygulanabilirliği

mümkün olmayan yasaların çıkarılmasına katkı sağlayabilecek-

vekillerin, milletten daha çok milleti köleleştiren

yabancı teknolojilerin meşruluğu adına manipüle edilmiş

dijital vekillere dönüştüğünü kim inkar edebilir?

Birçok kurumun iç tüzüğüne aykırı olan ve defaatle yayınlanan

genelgeler olmasına rağmen, genelgede imzası

bulunan kurum müdürleri ve başkanları dahi sunucuları

Türkiye’de bulunmayan, yabancı haber alma servislerinin

dijital silahı olan mesajlaşma uygulamalarını kullanıyor ve

kullanımını teşvik ediyor.

Görüldüğü üzere yasa var, ancak yasayı uygulayabilecek

irade adeta yok hükmünde.

En son, en hızlı, en gelişmiş teknolojileri kullanmanın

makam ve mevkiinin gücünü yansıttığını sanmak basit bir

yanılgıdan öte, ‘liyakatsizliğin dijital ordularının gönüllü

askerleriyiz.’ demekle eşdeğer bir durumdur.

İvedilikle yapılması gerekenleri sıralamadan önce, Kazım

Karabekir’den Günümüze Siber Güvenlik isimli çalışmamızın

önemini ve kıymetini anlayıp ‘Devlet ebed

müddet.’ ilkesini şiar edinen tohum ağaçlarımızdan can

suyumuzun ve sırat köprüsüne benzeyen yolumuza varabilmek

için kestiğimiz kurbanların hak tarafından kabulünü

diler, yolu kararan gençliği aydınlığa kavuşturacak olan

gerçek Asena’ya da selam ederim…

Devamı gelecek…

47


Türklerin Birleştiği Yol

ÜÇ BOYUTLU YAZICILAR İLE NELER YAPILDI

Avrupa’nın

ilk üç boyutlu

yazıcıyla

üretilen

‘yaşanabilir evi’

Hollanda’da

inşa edildi

Hollanda’nın Eindhoven kentinde

inşa edilen Avrupa’nın ilk yaşanabilir

üç boyutlu baskı evi kiracılarına

teslim edildi.

Avrupa’da ilk kez üç boyutlu yazıcıyla

üretilen ev Eindhoven Teknik

Üniversitesi, Eindhoven Belediyesi ve

İnşaat firmalarının ortaklaşa geliştirdikleri

proje kapsamında inşa edildi.

Evin ilk sakinleri Amsterdam’da yaşayan

emekli çift Elize Lutz ve Harrie

Dekkers oldu. Evde ilk günlerini

geçiren çift kısmen kullanmaya başladıkları

eve ağustos ayı itibariyle yerleşeceklerini

belirtti.

AA muhabirine konuşan çift evde

fark edilen ilk detayın ses yalıtımı olduğunu

vurguladı.

Lutz, ev için “Çok güzel” ifadesini

kullanan Lutz, “Ses ve ısı yalıtımı çok

iyi” olduğunu söyledi. Eşi Dekkers

ise evin tıpkı bir sığınak gibi güvende

hissettirdiğini belirti.

Yüzde 30 daha az malzeme ile inşa

edildi

Eindhoven Teknik Üniversitesinden

Prof. Dr. Theo Salet, 3 boyutlu yazıcı

ile üretilen evin yüzde 30 daha az malzeme

ile yapıldığını aktardı.

Eindhoven’daki bir fabrikada imal

edilen 94 metrekarelik evin duvarlarının

yazdırılması yaklaşık 120 saat

sürdü.

94 metrekarelik evin duvarları 120

saatte yazdırıldı

Fabrikada yazdırılan ev daha sonra

kamyonetle taşınarak Bosrijk bölgesindeki

Beatrix kanalının kıyısına getirildi.

Burada çatı ve pencerelerinin

takıldı.

Duvarlar kamyonetle taşındı, çatı ve

pencere inşaat alanında yerleştirildi

Üç boyutlu yazıcıyla inşa edilen evin,

normal yöntemle inşa edilenlere göre

daha pahalıya mal olduğuna dikkat

çekildi.

Son yıllarda, kısmen 3 boyutlu baskı

ile özellikle Fransa ve ABD’de inşa

edilen evlerin ardından, dünyada 3 boyutlu

baskıların kullanıldığı projeler

artmaya devam ediyor.

1995-96 yıllarında MIT’de 3D baskı teknolojileriyle

üretilen bir Ayasofya modeli.

11 Aralık 2000’de 3D baskı teknolojileriyle üretilen ve

başarılı olan ilk insan böbreği.

48


Türk Yolu

3 Boyutlu Yazıcıdan Kişiye Özel Araba!

İki firma İtalyan araba parçaları üreten

X Electrical Vehicle ve 3 boyutlu

yazıcı firması Polymaker, 3 boyutlu

baskıdan otomobil üretmek için önemli

bir işbirliğine gitmişti. Bu yapılan işbirliğinden

sonra 3 boyutlu yazıcıdan

basılmış 2 kişilik bir otomobil üretildi.

Tasarım programları kullanılarak modellenen

araç için ilk aşamada özel

olarak 3D yazıcılar üretildi. Ardından

bu 3D yazıcılar kullanılarak otomobil

üretilmiş. Üretilen araç ilk aşama da

saatte 70 km hız yapabiliyor ve 150

km’lik bir menzile sahip. Çin’de kurulması

planlanan üretim tesisi ile maliyetlerin

azaltılması planlanıyor. Ayrıca

kurulacak Ar-Ge tesisi ile kişiye

özel araçlarda üretileceği açıklandı.

Şuan için 7000 sipariş alındığını

belirten şirket, yılda 500 adet aracın

üretimini yapacağını açıkladı. Geleneksel

arabalarda kullanılan binlerce

parça yerine daha az parça ile üretilen

bu araç için ilk aşamada 10 bin dolar

gibi bir fiyat belirtiliyor. 450 kg ağırlığına

sahip araç, ayrıca güvenlik önlemlerine

de sahip olacağı açıklandı.

3D Yazıcı İle Neler Yapılabilir

49


Türklerin Birleştiği Yol

Türk Yolu

Yeni Medeniyetin Yolu

Rafet ULUTÜRK - BULTÜRK Derneği Genel Başkanı

Topraktan geldik, toprağa döneceğiz. Bu iş nasıl

bir iş?

Anlamı, cevabı bulunamayan bir soru.

“Türk Yolu!” Milattan 4-5 yüz yıl önce yürüdüğümüz

ve döşediğimiz medeniyetler yolu. Bizim

için ana kurdun memesinden aldığımız güçle, Ergenekon

dağlar silsilesindeki volkanik patlamayla

Moğolistan’dan Karadeniz’in kuzeyinden Kırım

Yarımadasından ve Tuna’ya kadar saçılmamız ve

TURAN topraklarına yerleşmemiz anlamı taşır.

Ve atalarımız adına Orta Asya bozkırları denen

bu topraklarda belirmezden önce aynı bozkırlarda

6 bin yıl Hint-Avrupa uygarlığı varmış. Onlar da

hayvancılıkla geçinen göçebe halklarmış. Altay

Türkleri, Moğollar ve Mançurlar karşısına dikilince

sıkıştırılmışlar. Kaçtan kaçı Avrupa’ya kaçarak

kurtulmuş ve diğerlerine ne olmuş? Dikili

taşlardaki yazılar henüz herşeyi anlatmıyor ya da

biz okuyamıyoruz.

Dile gelen ve kanıtlar sunan kadim tarih TU-

RAN kurucusu Hint-Avrupa medeniyetidir, terk

edildiğinde zarına Türkler farklı bir kimlikle dolarlar.

Altay insanı Türkçe konuşur ve Türk uygarlığını

kurandır.

Tarih M.Ö. V. yüzyıldır! O gün bugün Orta Asya’dan

Hazar’a, Kafkaslara, Karadeniz’e, Anadolu’ya,

Balkanlara ve Orta Avrupa’ya Türk akımı

asla durmamıştır.

•1071 Malazgirt Zaferi,

•1389 Kosova Zaferi,

•1453’te İstanbul’un fethi,

•1529 Birinci Viyana kuşatması,

•1683 İkinci Viyana kuşatması,

•1918 Çanakkale Zaferi,

•1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu,

•Macaristan Cumhuriyeti,

•1974’te KKTC’nin ilanı,

Bulgaristan Türklerinin 1989 İsyanı, vs.vs hep

bu durmayan akımın zafer aşamalarıdır.

1992’de Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Sovyetler

Birliğinden ayrılarak bağımsızlıklarını ve

egemenliklerini ilan ettiler. 2020’de Karabağ zaferi

Çin sınırından Akdeniz Türk ve TURAN yolunu

ardına kadar açtı. XX. yüzyıl boyunca süren

bölgesel Rusya İmparatorluğu ve Sovyet egemenliği

tasını tarağını topladı. TURAN dünyası yeniden

dirildi ve şahlandı.

Ankara “Beştepe Cumhurbaşkanlığı” Türk

Dünyası’nın Batı Başkenti ilan edildi.

Yeni medeniyet çağında gönül gelişmeler birbirini

izliyor.

Bu yeni medeniyetin büyük önderi Türkiye

Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı hükümeti Başkanı

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Tüm dünya bilir ki, uzun ve şaibeli deniz yolları

Türk Yolu raylarına oturmadan ve Orta Asya TU-

RAN dünyası doğal gaz ve petrolü boru hatlarıyla

Batı Avrupa’ya ve Çin’e akmadan sökülenler sökülmeye,

didişenler didişmeye ve çökenler çökmeye

devam edecektir.

Yeni medeniyetin üzerine bina olacağı kilit

taşı Türk kimliği, Türk ruhu ve zekâsıdır.

Bu yenidünya medeniyeti Büyük Okyanus’tan

Atlantik Okyanusuna Asya ve Avrupa “Türk

Yolu” etrafında uzanırken dolayında dünyanın

tam yarısı – 4 milyar insan yaşayacak ve yaratacaktır.

İnsanlığın tüm umutlarının toplandığı bu

demiryolunun boyunda Güneş doğup batarken 65

Türk boyunun birliği ve beraberliği hayata nabız

verecek ve esin olacaktır.

50


Türk Yolu

Yeni medeniyetin üzerine bina olacağı kilit taşı

Türk kimliği, Türk ruhu ve zekâsıdır.

Orta Asya halkları arasında tarih sahnesine son

çıkan Türkler, o zaman oldukları gibi bugün de

hepsinden daha atılgan ve zekidir. At üstünde

uçarken ok atarak geniş coğrafyaya yayılıp yerleştiler.

Bugün de “Covid-19” insanlığı boğazlayınca

aşıyı yine bir Türk buldu. Biz Türker’de

öncü olmak kaderimizdir.

Altay Türkleri Hint-Avrupa halkları medeniyetinin

mirasçılarıdır.

Moğollar dünya imparatorluklarından en büyünü

kursalar da yorulup kabuklarına çekildiler.

Selçuklu, Osmanlı ve III. Roma medeniyetlerini

bugün de yaşatan Türkler Cumhurbaşkanlığı hükümet

düzenini kurdu.

Orta Asya ve Sibirya Türk kıtasına bir gün

“Rusya” diyenler, bozkırları yeni bir medeniyetle

yeşertemeyince, tükenmiş ve dünyaya dağılıyor.

XXI. yüzyılın başında dinlenmiş, uyanmış ve dirilen

bir Orta Asya, Kafkaslar, Anadolu, Balkanlar

ve Batı Avrupa Türk ruhu görüyoruz. Develeri,

atları ve çarşı pazarlarıyla tarihte kalan “İpek

Yolu” medeniyetine biz “Türk Yolu” deyince,

Türk medeniyeti “kopyadır” deyip dil uzatmaya

çalışanlar belirdi. Temellerindeki Türk dilinin özgünlüğüne

bir şey diyemediler. Türklerin yazı dili

TURAN medeniyetine motor olmuştu. “Gözleri

mavi, yüzlerinde Hint-Avrupa çizgileri var” -

karışmışlar – deseler de ANT sözü, soya, tarihe

ve yarattıkları medeniyete vefa ve sadakatleri nefes

kesti.

Altay halkları insanlık tarihine çözülmeyen, sökülmeyen,

yıkılmayan, yenilmez, geri dönmez,

boyun eğmez çok sert bir bütün olarak girmişti ve

eski medeniyetin temel düşüncesini değiştirirken,

inanç ve imanı, ahlak ve edebi merkeze çekmiştir.

Tan gri (Tangra) onların tanrısıdır. Tarih boyu

Türk kimliğindeki halkların düşünce temelinde

TURAN dünya görüşü vardı. Türk devletlerinden

hangisinin vatandaşı olursa olsun Türk bireyin,

soyun ve halkın özünde Altaylı oluş özü korunmuştur.

Türklük adına ve uğruna her an can feda

etmeye hazır oluş güçlenmiş, ata-erkil köklerde

aile, soy ve devlet yapısı her yerde dikey kalmış,

dine bağlılık, iman güçlenmiş, tek Tanrılı inanç

ve tek hükümdarlı düzen yaşatılmıştır. İslam’a

geçtikten sonra da aynı ilkeler Sofizme işlenmiş,

yeşermiş ve güçlenmiştir.

Tarihsel açıdan çok yakında, Orta Asya ve

Anadolu tarihimizde Moğol saldırılarına hedef

olsak da Türkler öz medeniyetlerini koruyup

yeni koşullara aktarmıştır.

Türkler başka milletlere öfke ve düşmanlık beslemeyen

bir bütündür. Diğer milletlerin özünü

yaşatarak onlarla bütünleşmek yalnız kendilerine

ait olan bir özelliktir. Türk halkları insanlığa

emsalsiz bir birlikte yaşama kültürü, daha önce

bilinmeyen çok zengin bir maneviyat getirmiştir.

Yediden yetmişe asker, tek yürek, göçebe bir millet

olsalar da her zaman ve her yerde dikey soyluların

TURAN toplumu olarak yaşamışlardır.

Emsalsiz oluşlarına büyük abide Kazakistan

Yeşil Kentteki Ahmet Yesevi Hoca anıt kabridir.

Her devirde her zaman en yüce değer olan Türk

simgesi Kazakistan ALTIN İNSAN TAPINA-

ĞI’NDA yaşar. Modern Türk tarihinin en yüce

mozolesi ise Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara

Anıt Kabridir.

Bunlar yeni TURAN medeniyetinin yol taşlarıdır.

Kalın sağlıcakla,

51


turkyolu.org

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!