27.06.2021 Views

201104045 - Samet İŞLEK - Dergi Ödevi

bm ujhkgkghgljhbkjkbkmkmbkjbkjböönönöjnöjbbkhvjm jhm

bm ujhkgkghgljhbkjkbkmkmbkjbkjböönönöjnöjbbkhvjm jhm

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

İSLAMA

VUSLAT

MAYIS 2021

SAYI:19

Bir Tutam Sabırdı Vuslatı Güzel Kılan...

Bismillahirrahmanirrahim

“Sakın Allah’ı

Zalimlerin Yaptıklarından

Habersiz Sanma.

Allah Onları,

Ancak Gözlerin

Dehşetle Bakakalacağı

Bir Güne Erteliyor...”

İbrahim Suresi | 42. Ayet

#TürkiyeKudüsİçinAyakta

Geçmişten

Günümüze

İslam Düşmanlığı

Irkçılığın

Yeni Maskesi

İslamofobi

Kudüs’ün

Kudsiyeti ve

Ruhu

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

Müslümanlar İçin

Kudüs’ün

Önemi


KUDÜS’ÜN KUDSİYETİ VE RUHU

20

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE

İSLAM DÜŞMANLIĞI

04

İÇİNDEKİLER

2

IRKÇILIĞIN YENİ MASKESİ:

İSLAMOFOBİ

10

ÇOCUK OLAMAMAK

42

UZMANINA

SORDUK

06

EN GÜÇLÜ ZIRH:

İHLAS

08

KAYGI ÇAĞININ ŞAFAĞINDA

FITRATI SAVUNMAK

16

KAHVE MOLASI

VE EĞLENCE

28

ÇOCUKLARA SINIR

VE KURAL KOYMAK

32

ÇERDEN ÇÖPTEN

MESELELER

38

MÜSLÜMANLAR İÇİN

KUDÜSÜN ÖNEMİ

40

AHMET YENİLMEZ İLE SANAT

HAYATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

46

TAVSİYE

KİTAPLAR

62


MODERN KİMYANIN ÖNCÜSÜ:

CÂBİR BİN HAYYAM

58

İÇİNDEKİLER

KUR’AN VE SÜNNET ÇERÇEVESİNDE

HAYVAN HAKLARI

54

3

MÜSLÜMANLARIN AVRUPA’YA

VURDUĞU MÜHÜR: ENDÜLÜS

50

Yayın Koordinatörleri

Sema BAYAR

Esma TÜRKSEVEN

Şule İSKENDER

Görsel Koordinatör

Samet İŞLEK

Dijital Medya

Ömer GÜÇLÜ

Şahin BODUR

Arşiv

Diyanet Aylık ve

Diyanet Aile Dergisi

Grafik-Tasarım

Samet İŞLEK

İletişim

sametislek003@gmail.com

0 546 531 98 73


GEÇMİŞTEN

BİR AYET BİR YORUM

GÜNÜMÜZE

İSLAM

DÜŞMANLIĞI

4

Dr. Öğretim Üyesi Sema ÇELEM

Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

‏ْوَأ ‏َكوُلُتْقَي ‏ْوَأ ‏َكوُتِبْثُيِل ‏۟اوُرَفَك ‏َنيِذَّلٱ ‏َكِب ‏ُرُكْمَي ‏ْذِإَو

‏َنيِرِكَٰمْلٱ ‏ُرْيَخ ‏ُهَّللٱَو ۖ ‏ُهَّللٱ ‏ُرُكْمَيَو ‏َنوُرُكْمَيَو ۚ ‏َكوُجِرْخُي

“Hatırlar mısın? İnkâr edenler seni etkisiz hâle getirmek veya öldürmek ya da

yurdundan çıkarmak için tuzaklar kuruyorlardı; onlar tuzak kuruyorlardı, Allah da

bozuyordu. Tuzak bozma işini en iyi yapan Allah’tır.”

(Enfâl Suresi, 8/30)

“Hatırlar mısın?

İnkâr edenler seni etkisiz

hâle getirmek veya

öldürmek ya da yurdundan

çıkarmak için tuzaklar

kuruyorlardı; onlar tuzak

kuruyorlardı, Allah da

bozuyordu. Tuzak bozma

işini en iyi yapan Allah’tır.”

(Enfâl, 8/30)

bulunduğu sosyal ve psikolojik

durum, savaşta Allah’ın

inananlara desteği, elde edilen

ganimetlerin taksimi vb. konuları

merkeze alan sure, zikredilen

ayetin hemen öncesinde inananlara

toplu hitapla emir ve nehiyleri

hususunda Allah’tan sakınmayı

öğütlemektedir (Enfâl, 8/29).

Sonraki ayetler, müşriklerin vahye

karşı olumsuz tutumlarından,

Hz. Peygamber’e nazil olan

ayetleri “geçmişin masalları” diye

tanımladıklarından söz etmektedir

(Enfâl 8/31-32). Siyak ve sibakıyla

değerlendirmeye çalıştığımız 30.

Enfâl suresi Medine’de nazil

olmuştur. Müslümanlarla müşrikler

arasında gerçekleşen Bedir

Savaşı’nda her iki tarafın içinde ayet, müşriklerin Hz.Peygamber’i

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

ortadan kaldırma çabalarını ortaya

koymaktadır. Ayetin sebeb-i

nüzulü hakkında İbn Abbas’tan

nakledilen rivayete göre bir

gün Ebu Cehil ve arkadaşları

Daru’n-Nedve’de toplanır ve

davasından vazgeçiremedikleri

Hz. Peygamber’i tamamıyla

ortadan kaldırmak üzere fikir

alışverişinde bulunurlar. İçlerinden

Amr b. Hişam onu hapsetmeyi,

Ebu’l-Bahteri şehir dışına sürgün

etmeyi teklif eder. (Firuzâbâdi,

Tenvîru’lmikbâs min Tefsiri İbn

Abbas,191). Hapsettikleri taktirde

arkadaşlarının gelip kurtarması

kaçınılmaz olacağından, sürgün


ederlerse gittiği yerde daha çok

taraftar toplama ihtimali ortaya

çıkacağından bu fikirler kabul

görmez. Ebu Cehil’in “Her

kabileden güçlü bir genç alalım.

Her birine keskin bir kılıç verelim.

Bunlar bir adamın vuruşu

gibi ona hep birden vursunlar.

Böylece bütün kabileler onun

kanından sorumlu olurlar.” sözleri

herkes tarafından beğenilir. Bu

durumda Peygamberimizin ailesi

diğer kabilelerle savaşmayı göze

alamayacağı için diyeti kabul

etmek zorunda kalacak ve sorun

tamamıyla çözülecektir (Sabuni,

Safvetu’tTefâsir, 2/416). Hz.

Peygamber’e vahiyle bildirilen bu

olay üzerine müşriklerin planları

alt üst olmuş ve Allah’ın elçisi

kendisini öldürmek üzere topl

nan grubun arasından geçerek

Medine’ye hicret etmek üzere

yola çıkmıştır (Beğavî, Mea

imu’t-tenzîl, 3/350). Peki, kendileri

gibi yiyip içen çarşı pazarda

dolaşan bir zatın peygamberliğini

kabul etmeyi onurlarına yediremeyen

Mekke toplumu ondan

neden korktu? Mekke’de

yüzlerce yıldır devam eden

düzen bir kişinin gücüyle

yıkılacak kadar zayıf mıydı?

Hz. Peygamber (s.a.s), onların

ifadesiyle yetimliği ve fakirliği

yönünden zayıftı ama soylu bir

ailenin evladı, tevhide davet ettiği

toplumun içlerinde yetişmiş bir

ferdiydi. Ona “emin/güvenilir”

demişler, hicrete kadar değerli

eşyalarını ona teslim etmek

suretiyle sözde değil, icraatta da

bunu göstermişlerdi. İlk dönemler

davasını ciddiye almamışlar,

zaman içinde İslam’a girenlerin

sayısının arttığını görünce

Hz. Peygamber’i davasından

vazgeçirmeye çalışmışlardı.

Yurdunu terk

etmek zorunda

bırakılmak, işkence

ve eziyet görmek,

horlanmak,

aşağılanmak

geçmişte olduğu

gibi bugün de

devam etmektedir.

Davasından vazgeçmediğini

fark ettiklerinde onu devre dışı

bırakmak istediler. Saltanatları

yıkılmamalıydı. Güçlünün

zayıfı ezdiği, ihtiyaç sahiplerinin

aşağılandığı, hukukun tecellisinde

adaletin değil soyluluğun

öne çıkarıldığı düzenleri bozulmamalıydı.

Kendi

faydalarına kurdukları dünya

düzeninde Allah’ın söz sahibi

olmasını yadırgadılar. Yurdunu

terk etmek zorunda bırakılmak,

işkence ve eziyet görmek,

horlanmak, aşağılanmak bugün

de devam eden süreçlerdir.

Menfaatlerin çatışması, gücü

elinde bulundurmak isteyenler,

bu dünyadan başka bir hayatın

varlığını kabul etmeyenler ve

huzur-u ilahide hesaba ihtimal

vermeyenler… Halkı mazlum

topraklardan elde ettikleri maddi

kaynakları sonsuz sandıkları

güçlerine dayanak yapan bu

kişiler, maruz kaldıkları tepkilerde

kendi paylarının

olduğunun farkında değil

gibidirler. Yapılan araştırmalar

İslam karşıtlığının korku

üzerinden beslendiğini ve bunda

medyanın rolünün büyük

olduğunu göstermektedir. Son

yıllarda özellikle Batı’da şiddet

üzerinden oluşturulan İslam

ve Müslüman algısının dünya

tarihindeki köklerinin ne kadar

eskiye gittiğini ve Müslümanlara

reva görülen acıların her

dönemde görmezden gelindiğini

söylemek mümkündür. Bütün

bunlardan yola çıkarak adına

İslamofobi denen İslam korkusu

karşıtlığı, köken itibarıyla Mekke

döneminde ortaya çıkmış,

Medine döneminde Müslümanlar

güçle ip bir devlet kuruncaya

kadar da şiddetini arttırarak

devam etmiştir diyebiliriz. Asr-ı

saadetten günümüze dünya

üzerinde her dönem yaşanan

çekişmelerden Müslümanlar

da payını almış, yaşanan zor

dönemleri bir şekilde atlatarak

devletler kurup medeniyetler

inşa etmek suretiyle varlıklarını

sürdürmüşlerdir. Her ne

yaşanırsa yaşansın umutsuzluk

Müslüman’a yakışmaz, Allah da

bunu hoş görmez (Zümer, 39/53).

Allah’ın sözü ise en yücedir

(Tevbe, 9/40). O, dinini yüceltmek

istediği zaman kimi dilerse onu

bu hizmete memur kılar. Bize

düşen, Allah’a tevekkülle doğru

bildiğimiz yolda yürümeye devam

etmek, kal ile değil hâl ile bütün

insanlığa örnek olmaktır.

Hz. Peygamber’e verilen

nimetlerin arasında “Allah’ın

himayesinde bulunuşu”nun

zikredilmesi müminler için de bir

teselli ve müjdedir. Samimiyet ve

iyi niyetle Allah yolunda bulunan

kullar, tıpkı Nebileri gibi Allah’ın

gözetimindedirler. Hz. Peygamber’in

de başka vesilelerle buyurduğu

gibi “Bütün insanlık onlara

bir zarar verme hususunda bir

araya gelse Allah dilemedikçe

zarar veremezler.” (Tirmizî,

Sıfâtü’lkıyâme, 59).

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

BİR AYET BİR YORUM

5


PENCERE

✦ Prof. Dr. Özcan HIDIR

UZMANINA SORDUK

SORDUK

6

İslamofobi son yüzyılda kavramsallaşarak

kendine geniş bir alan açtı. Batı’ nın

hangi korkuları bu kavramı ortaya çıkarıp

besledi? Sizce temel sebepler

neler?

Bu karşıtlığın tarihî, dinî-ideolojik, siyasi,

ekonomik, sosyolojik-antropolojik, demografik

ve psikolojik pek çok sebebi var. Ancak kanaatimizce

en önemlisi Batı’nın karar vericilerinin

aslında İslam’dan korktuğu, bunun da 1400

yıllık bir geçmişinin olduğudur.Hz. Peygamber’in

(s.a.s.) son peygamber olarak gönderilip

İslam’ın hızla yayılmasıyla telaşlanan özellikle

Hristiyanlığa mensup kilise babaları “İslam

Hristiyanlıktan sapmış heretik bir din, “İsmailîlik

- Hacerilik - serazenheretik - barbar” gibi

nitelemelerde bulunmuş; bu vb. söylemler

“nesillerce aktarılan miras” olarak Batı’nın zihin

kodlarını oluşturan pek çok yazar - düşünür -

oryantalist tarafından nüanslarla tekrar edilip

teo-politik projelere dönüştürülmüştür.

İslam karşıtlığının bir üst kavramı

“zenefobi” denen yabancı düşmanlığı aslında

hep vardı. Soğuk Savaş’ın bitimi (1990’lı

yıllar) ile İslam’ın Batı’nın yeni düşmanı kabul

edilmesiyle yeni bir döneme giren İslamofobi,

özellikle 11 Eylül’den sonra İslam karşıtlığı ve

düşmanlığına dönüştü. Bugün ise bu düşmanlık

artık daha ziyade “ırkçılık - kültürel ırkçılık”

olarak tezahür ediyor. Bu arada tıpkı tarihte

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

Reformasyon döneminde (15. yy sonrası)

olduğu gibi “Türkfobi-Türkiyefobi” de aktive

ediliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un

son hezeyanlarıyla da Hz.Peygamber karşıtlığı

devreye sokuldu ki tarihte aslında İslam

karşıtlığı, temelde Kur’an ve Hz. Peygamber

üzerinden yürütülmüştür. Bu minvalde

teo-politik projeler devreye sokulmuş;

Müslümanlara ve kurumlarına yönelik sözlü -

fiilî şiddet artmıştır.

Bahsettiğimiz üzere meselenin,

Müslümanların Batı’da artması, ihtidaların

çoğalması, aşırı sağ-solun alabildiğine yükselip

“Avrupa’nın yeni normali” hâline gelmesi

gibi dışsal veya DAEŞ gibi radikal - entegrist

grupların söylem - eylemleri gibi pek çok sebebi

vardır. Macron’un “Fransa İslam’ı” projesi

ve son hezeyanlarının bir sebebi de ülkedeki

Müslümanların oranının (gayriresmî) 10

milyondan fazla olup her yıl ortalama 20 bin

kişinin Müslüman olmasıdır.

Batı’da son yıllarda artan göçmen

nüfusu ile birlikte Batılıların hem bireysel

hemde toplumsal manada, geçmişte “birlikte

yaşama kültürü” üzerine geliştirdikleri

söylemlerle sınandığını görmekteyiz. Sizce

bu sınavda Batı nereye doğru gidiyor?

Batı’da “birlikte yaşama kültürü” tarihte

yoktur aslında. Batı’ya olan işçi göçü sonrasında

(Soğuk Savaş ve 11 Eylül’e kadar) bazı


devletlerde benimsenen çok kültürlülüğün

sona erdiği, en yetkili ağızlardan geçtiğimiz

yıllarda ilan edilse de bu Batı için bir sınav

alanı. Bu sınav aslında “Avrupa’nın İslam-

Müslümanlarla sınavı” ve “Müslümanların

Avrupa’daki sınavı” olmak üzere iki alandadır.

Özellikle 11 Eylül sonrasında Müslümanlar

daha ziyade tehdit olarak görülmeye başlanıp

güvenlik eksenli-asimilasyoncu politikaların

muhatabı olmuş; Müslümanlar özelinde

“özgürlükler”, “çok kültürlülük”, “kamusal

alanda dinin-İslam’ın yeri”, “Avrupa

normdeğerlerine bağlılık” gibi tartışmalar

yapılmış, yapılmaktadır. Uygulamada

Yahudiler Hristiyanlardan ayrı olarak

Müslümanlara yönelik kültürel ırkçı ve çifte

standartlı politikalar devreye sokulmuştur ki

bu, “Müslümanların Hitler dönemi Yahudileri”

konumuna itilmesi tehlikesini barındırıyor.

Diğer taraftan Batı’daki Müslümanların sınavı

var ki bu ayrıca konuşulması gereken bir

yöndür.

Son yıllarda Müslümanlara karşı

yapılan insanlık dışı saldırıların da haberlerini

görüyor, okuyoruz. Bu tür eylemler

Batı’da nasıl makes buluyor. Radikal Hristiyan

gruplara karşı bir fobi oluştu mu?

Gün geçmiyor ki Batı’daki herhangi bir

ülkede bir camiye, İslami kuruma, başörtülü bir

Müslüman’a bir saldırı olmasın. Bu meyanda

erkek çocuk sünneti, helal kesim, okullarda

başörtüsü, minare-ezan yasaklarındaki çifte

standartlı tutumları hatırlamak gerekir. Ayrıca

Fransa gibi bazı ülkelerde kreşlerde domuz

eti servis zorunluluğu, Müslümanların Fransa

devletine yazılı bağlılık sözü isteniyor;

ortaokuldaki çocuklara Hz. Peygamber’e

küfretmeyi normalleştiren peygamber karikatürleri

gösteriliyor. Mesela helal kesim ve

erkek çocuk sünneti Yahudiler ve Müslümanlar

için özünde teolojik bir konu iken Yahudilere

istisnalar getiriliyor; Müslümanlar için ise tartışma

“insan hakları-entegrasyon” zemininde

sürdürülüyor. Özellikle YahudilikHristiyanlığa

yönelik hakaret-saldırılarda onların güçlü

kurumları devreye giriyor. Ayrıca fikir - ifade

özgürlüğü gibi sözde Avrupa değerleri de

İslam - Müslümanlar için çifte standartlı ve

“dinden özgürlük” olarak sınırsızsorumsuzca

kullanılıyor.

Bütün bunlar ise Avrupa-Batı’daki

Müslümanların Batı’ya ve Batı’daki Yahudiler,

Hristiyanlar ve Hümanistlere bakışında

negatifleştiren - radikalleştiren bir yöne de

sahip. Ancak Avrupa-Batı’yı da homojen

görmemek, gerek Yahudi-Hristiyan gerekse

Hümanistler içinde sağduyulu insanların

olduğunu ve gerekirse onlarla birlikte hareket

etmek gerektiğini bilmek gerek.

Müslümanların İslamofobik saldırılarla

yıpratıldığı dönemleri, algı oluşturmaya

yönelik haberleri göz önünde bulundurursak

bizlere düşen görevler nelerdir?

Batı’da İslam-Müslümanlara yönelik bu

düşmanlıklar, aslında Müslümanlara fırsatlar

da sunuyor. Kaldı ki 11 Eylül sonrasında

ihtidaların arttığı, Kur’an’ın en çok okunan

kitaplardan olduğu biliniyor. Dolayısıyla

bu negatiflikler karşısında Müslümanların

“yeniden İslam’a” deyip iyi “İslami temsil”le

reaksiyonerlikten uzak cevaplar vermeleri

elzemdir. Bu ise iki yönlüdür: Birincisi, bütünlüğü

içinde İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber’e

saldırıların sebep ve amacı doğru teşhis edilerek

“peygamberce” tutumla cevaplar verilmelidir.

İkincisi ise bu düşmanlıklar olmaksızın

ümmetin âlim, mütefekkir, akademisyen ve

yazarlarının İslam’ı, Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i

doğru bir üslupla insanlığa takdim

edecekleri aksiyoner adımlardır. Onun sünnetinden

biliyoruz ki Hz. Peygamber kategorik

düşmanlık ilan etmedi, kine kinle, düşmanlığa

düşmanlıkla cevap vermeyip Kur’an’da da

bildirildiği üzere, kötülüğe iyilikle cevap verdi

ki pek çok insanın İslam’a girmesinde bu son

derece etkili oldu.

Arif Nihat Asya’nın

dediği gibi,

“Ebu Leheb’ler ölmemiş;

Ebu Cehil’ler de kıtalar

dolaşıyor”, dolaşacak.

Bize düşen Ebu Leheb ve Ebu

Cehillerle Hz. Peygamberce,

Hz. Ebubekirce mücadeledir.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

PENCERE

7


EN

GÜÇLÜ

ZIRH:

İHLAS

HADİSLERLE AİLE

8

Arş. Gör. Ayşe SAĞLAM

Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

“Ey Rabbimiz ve

her şeyin Rabbi olan Allah’ım!

Beni ve ailemi dünya ve ahirette

her an sana ihlasla bağlı kıl.

Ey yücelik ve ikram sahibi!”

(Ebû Dâvûd, Vitr, 25)

Biz bu kitabı

sana gerçeğin bilgisi

olarak indirdik.

Öyleyse samimi bir

inanç ve bağlılık

göstererek sadece

Allah’a kulluk et.”

(Zümer, 39/2)

Yüce Allah kitabında

kendisine olan kulluğun

muhlis bir şekilde yani ihlas

üzere olmasını emreder.

“Arınmak, saflaşmak, kurtulmak”

manalarına gelen

hulûs/halâs kelimelerinden

türeyen ihlas kelimesi “bir

şeyi, kendisine karışmış veya

bulaşmış olan şeylerden

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

arındırmak, kurtarmak ve

sadece kendisi olmasını

sağlamak” anlamına gelir.

İhlas, söz ve davranışlarda

yalnızca Allah’ın

rızasının gözetilmesi, kişinin

tüm benliğiyle Rabbine kulluk

etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de

“Dini yalnızca Allah’a has

kılarak ibadet edilmesi”

(Beyyine, 98/5) defaatle

tekrarlanmıştır. Dini yalnız

Allah’a halis kılmak, dinin

sahibinin Allah Teâlâ olduğuna

inanıp bu dine ihlasla

iman etmeyi gerekli kılar.

Tevhid anlamına gelen “dini

Allah’a has kılmak”; Allah’ı

birlemek, uluhiyeti, rububiyeti,

din koyma yetkisini

sadece Allah’a tanımak

demektir. İnsanın Yaradan’ıyla

kurduğu bu içten ve halis

bağ, kendinden başlamak

üzere topluma ve evrene

dalga dalga yayılan bir

samimiyet halesine dönüşür.

En yüce ahlak üzere

olan ve insanlığa muhlis olmayı

öğreten Hz. Peygamber

(s.a.s.) namazlarının sonunda

şöyle dua ederdi:

“Ey Rabbimiz ve her

şeyin Rabbi olan Allah’ım!

Senin yegâne Rab olduğuna,

ortağının olmadığına ben

şahidim. Ey Rabbimiz ve her

şeyin Rabbi olan Allah’ım!

Muhammed’in senin kulun

ve resulün olduğuna ben

şahidim. Ey Rabbimiz ve her

şeyin Rabbi olan Allah’ım!

Bütün kullarının kardeş

olduğuna ben şahidim.Ey

Rabbimiz ve her şeyin Rabbi

olan Allah’ım! Beni ve ailemi


dünya ve ahirette her an

ihlasla sana bağlı kıl.”

(Ebû Dâvûd, Vitr, 25).

Namazlarının akabinde ettiği

bu duada Allah’ın bir ve kendisinin

de Resulü olduğuna

tanıklık ederek başlayan

Hz. Peygamber (s.a.s.), her

şeyin Rabbi olan Allah’a kendisi

ve ailesi için muhlis bir

bağlılık adına dua etmektdir.

Ayrıca bu ruh hâlinin canlılığı

ve her an devamı için de dua

etmek öğütlenir. Zira dua;

yalvarma, yakarma, zikretme

ve nihayet varoluş sebebini

hatırlayarak kendini temize

çekme anıdır.

Söz ve fiillerimizin

değer kazanması ihlaslı bir

niyete bağlıdır. Samimiyet

bütün varlıklara karşı iyi niyet

beslemektir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) dinin

bizzat samimiyet olduğunu,

“kime karşı” diye sorulduğunda

“Allah’a, kitabına,

Resulüne, Müslümanların

önderlerine ve bütün

Müslümanlara karşı” olduğunu

ifade eder (Müslim,

Îmân, 95). Müslüman toplumun

en mümeyyiz vasıflarından

birisi Rabbi ile olan

anlaşmasına bağlı olarak

bulunduğu toplum için barışı

ve esenliği tesis etmeye

çalışmasıdır. Bunun ilk

aşaması ise samimiyet ve

içtenlikle insanlara, doğaya

ve eşyaya yöneliştir. Bu hâlin

devamı için edilen duanın

canlılığıyla kendiliğinden

filizlenir barış toplumunun

nüveleri. Kendiliğinden

olanın doğal akışı durdurulamaz;

bilakis kültürü

oluşturur. İslam toplumlarının

tarihin tanıklığını ettiği barış

yurtları işbu kültürün topraklarıdır.

Kişinin bütün yapıp

ettikleri samimiyetine göre

karşılık görür. Samimiyetin

zıddı riya, yalan, ikiyüzlülük,

aldatma ve kandırma gibi

nitelikler muhlis kulun sıfatları

ile bağdaşmaz.

Hz. Peygamber (s.a.s.) iki

yüzlüler hakkında bir hadis-i

şerifinde şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde, Allah

nazarında en kötü olanlardan

bir kısmını da iki

yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz.

Bunlar bazı- larına

bir yüzle diğer bazı- larına

da başka bir yüzle giden

insanlardır” (Buhârî, Edeb,

52). Yine başka bir hadiste

“Bizi aldatan bizden değildir.”

(Müslim, Îmân,164)

buyurmaktadır. Allah’ın(c.c.)

kitabında ve pek çok

hadiste Müslümanların bu

türlü kötü ahlakı barındıran

hasletlerden korunmasına

yönelik öğütler bulunmaktadır.

Kötü ahlakın kökleri

kalpten neşet eder; güzel

ahlakın kök saldığı yer yine

gönül olmaktadır. Bu itibarla

ihlasın merkezi de kalptir.

Nitekim Allah’ın Resulü

(s.a.s.) “Dikkat edin! Vücutta

öyle bir et parçası vardır

ki o iyi olursa bütün vücut

iyi olur; o bozulursa bütün

vücut bozulur. Dikkat edin!

O kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)

buyurmaktadır.

Yüce Allah’ın kitabında

muhlis kullar üzerinde

şeytanın bir hakimiyetinin

olamayacağı geçmektedir.

“İblis: ‘Rabbim! Beni azdırmana

karşılık, ant olsun

ki kötülükleri onlara güzel

göstereceğim, içlerinde ihlasa

erdirilmiş kulların hariç,

onların hepsini azdıracağım.’

dedi.” (Hicr, 15/39-40).

Allah’a ihlasla bağlılığın

mükafatı, şeytanın muhlis

kullar üzerinde bir tesirinin

olmayacağı gerçeğidir.

Ayette de görüleceği üzere

şeytanın iğvasına karşı en

güçlü koruma zırhı ihlas ve

muhlisane bir bağlılık olup

bizzat şeytanın kendisi bu

durumu itiraf etmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bu

bağlılığın devamı için

namazlarının akabinde daima

kendisi ve ailesi için dua

etmiştir.

Bu duru hâlin kalpte

hissedilmesi ibadetlerde

ihlası, sosyal ilişkilerde

de samimiyeti gözetmekle

mümkündür. Zira huzurun

sırrı odur ki Rabbiyle barışık

olan kendisiyle barışık,

kendisiyle barışık olan da

insanlarla barışıktır. O hâlde

ihlas, içtenlik ve katıksız

niyet hâlidir. Muhlis de ihlas

sahibi kula denir ki, gönülden

Yaratıcısına bağlı kul; kendisi,

toplumu ve içinde

yaşadığı evren için sürekli

hayır, barış, esenlik üreten

ve dahi yayan kimsedir.

HADİSLERLE AİLE

9

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


PENCERE

10

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


IRKÇILIĞIN

YENİ MASKESİ:

İSLAMOFOBİ

Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU

“ANNE, NEDEN İSA

BEYAZ TENLİ,

SARI SAÇLI VE MAVİ GÖZLÜ?”

PENCERE

Parkinson hastalığı nedeniyle

74 yaşında hayata

veda eden Müslüman

boksör Muhammed Ali, bir

röportajında tarihin sayfalarına

şu ibretlik sözleriyle

kayıt düşer:

“Anneme hep sorardım,

her şey nasıl beyaz oluyor,

neden İsa beyaz, sarı saçlı

ve mavi gözlü? Neden Tanrı’nın

akşam yemeğindekiler

hep beyaz? Neden Papa,

Meryem ve hatta melekler

hep beyaz? Neden meleklerin

yediği beyaz kek oluyor

da şeytanın yediği

çikolata renkli kek oluyor?

Neden devlet başkanı

Beyaz Saray’da yaşıyor?

Merak ettim, Mery’nin küçük

kuzusunun ayakları beyaz,

kar gibi bembeyazdı. Her

şey beyazdı. Santa Claus

(Noel Baba) beyazdı. Kötü

ve çirkin olanlar ise siyahtı.

Küçük Çirkin Ördek Yavrusu

siyah bir ördekti. Siyah kedi

kötü şans demekti. Sonra

bir şeylerin yanlış gittiğinin

farkına vardım. Ben

Amerika’yım! Senin tanımadığın

bir parçasıyım

ama bana da alış. Siyah,

güvenilir ve kendinden emin

biriyim. Benim adım, dinim,

senin alıştığından farklı ama

işte ben benim, bana alış!”

Merhum boksör,

siyah teni yüzünden kendisini

ve beyaz olmayan

diğer insanları adam yerine

koymayan ülkesinin ırkçı

beyazlarına sesleniyordu.

Onun gibi renkli tenlilere

“siyasi yapıyı ve toplumsal

dokuyu kirleten ve pisleten

kirli düşman” muamelesi

yapan kibir abidesi ırkçıların

Muhammed Ali’yi ciddiye

aldıklarını sanmıyorum ama

olsun, Ali büyük bir medeni

cesaretle o ırkçıların gözlerinin

içine bakarak tüm dünyaya

bir insanlık dersi vermişti.

Allah, boks dünyasının

bu gelmiş geçmiş en büyük

ismine engin rahmetiyle

muamele eylesin, mekânı

cennet olsun.

11

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


PENCERE

12

Konuya böyle girdim, çünkü

bu ırkçı zihniyet 20. yüzyıl

Avrupa’sında vebalı muamelesi

yaptığı Yahudilerin

ve çingenelerin yerine şimdi

bir güvenlik ve düzen tehdidi

olarak gördüğü Müslümaları

oturttu. Adına İslamofobi

dediği kavramla da ırkçılığın

tarihinde yeni bir sayfa daha

açmış oldu. Arada tek tük

itiraz eden olsa da İslamfobi

ile ırkçılık aynı kaptan besleniyor.

Her iki olguyu da Batı

sömürgeciliği üzerinden okumak

daha anlamlı ola- caktır.

Irkçı beyazlar, kendi suralarına

Muhammed Ali gibi

cesurca haykıran siyahları

hiç ama hiç sevmezler, hele

bir de Müslüman’sa nefretleri

katmerlenir. Bu ırkçıların

gözünde onun gibiler, ekonomi

ve siyaset profesörü

Mark Neocleous’un tasvir

ettiği üzere, vaktiyle tarlalarda

zorla çalıştırdıkları, çalışma

yükünün altında ezdikleri,

acımasızca kırbaçladıkları,

tatsız tuzsuz yemeklerle

-tabii adına yemek denirsebir

“yük hayvanı” muamelesi

yaptıkları kölelerinin

(M. Neocleous, Evrensel

Hasım, Çev. B. S. Aydaş,

İstanbul: Nota Bene Yay.,

2016, s. 81.) had, sınır

tanımaz “geveze” torunlarıydı.

Muhammed Ali gibiler ise

yerlerinden, yurtlarından zorla

söküp gemilere balık istifi

doldurup Batı’ya kaçırdıkları,

köleleştirerek hayatlarını,

hayallerini çaldıkları milyonlarca

bahtsız Afrikalının

torunlarıydı. Nasıl sevsinler

ki, onlar içlerinde yaşasa da

kökleri dışarıda olanlardı.

Hiyerarşik Setler

İslamofobi, ırkçılık ve yabancı

düşmanlığı el ele

yürüyor ve bunlar, kendini

“medeni”, başkalarını “barbar”

olarak tanımlayan her

yerde, Amerika kıtasından

Avustralya kıtasına kadar

her yerde birbirinden besleniyor.

“Müslüman göçmenler”

tabiri Müslümanlara yönelik

nefret sebebiyle artık etnisite

kavramı çerçevesinde işlem

görüyor. Irkçı güdüyle uyduruk

bir İslam ve Müslüman

korkusu -nefreti demek daha

doğru olur- körükle-yenler,

bunun tohumlarını her yere

serpmeyi başardılar. Küçücük

bir ülke olan Yeni Zelanda’da

bile bu zehirli karışımın nasıl

bir insanlık trajedisi meydana

getirebileceğini dehşetle hem

de canlı yayınla izlemedik

mi? Irkçı damar için kategorik

ayrımlar vardır. Onun bir

“bizim takım” dediği çevresindekiler,

bir de “rakip takım”

dediği din, dil, ırk, kültür

farklılığı sebebiyle dairenin

dışına fırlattığı düşmanları

vardır. İkisi arasına aşılmaz

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


bir hiyerarşik duvar örer. Düşman kavramı

üzerinden basmakalıp fikirler

geliştirir. İkisinin birbirine karışmaması

gerekir. Toplumu bu hiyerarşi penceresinden

görmeye başlar. Güçlü, akıllı, kabiliyetli,

yetkili olan kendisidir; oyunun tüm

kurallarını kendisi belirler. Bütün bir

sistem onun amaç ve çıkarlarına hizmet

etmemelidir; bunun için varsa vardır,

yoksa yok mesabesindedir. Aklına

eseni yapar ve kimseye hesap vermek

mecburiyetinde değildir. Düşman konumuna

oturttuğu rakibini bütün özelliklerinizden

soyar, sıradan bir grubun

sıradan bir üyesine indirger. Onu hakları

ve özgürlükleri olan bir fert olarak

görmez. Bu ırkçının gözünde İslam bir

din değil, ideolojidir; bu ideolojinin olduğu

her yerde ise savaş, terör, radikalizm,

şiddet, baskı ve kriz vardır. Bunu söyleyenlerden

biri de Alman ırkçı parti AfD.

Bu parti “İslam düşmanı” damgası yememek

için İslam karşıtlığında yeni bir taktik

uyguluyor. Bakın ne diyor bu ırkçı İslam

düşmanları:

“Efendim bizim yaptığımız, ifade

özgürlüğü kapsamında din eleştirisi yapmak.

İslam ise bir din değil, bir ideoloji,

çünkü din ile siyaset arasını ayırmıyor.

Bu tür bir ideoloji anayasa ile çelişiyor.

İslami yönetimi sembolize eden minareler

de yasaklanmalı, çünkü müezzin

‘Allah’tan başka ilah yok.’ çağrısı

yapıyor.”

Parti böylece anayasada suç olan ırkçı

suçlamasından kendisini sıyırdığını

düşünüyor. Ateşli İslamofobi yanlısı

partinin bu ırkçı tavrına içeriden muhalif

sesler de var elbette ve onlara göre,

ırkçı partinin yaptığı şey kesinlikle bir din

eleştirisi değil, bilakis Müslümanlara aba

altından sopa göstermek, onları taciz

etmek.

(“Where Does Religious Criticism End and

Islamophobia Begin?” Qantara.de, 11.12.2020)

PENCERE

13

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


PENCERE

14

Dünyayı kendi çiftliği gibi

görenlerle onlara

direnenler arasındaki

mücadele, şartlar

eşit olmasa da

sürüyor ve sürmeye

devam edecek.

Kültürel Cehalet ve İslamofobi

İslamofobik ırkçılığın bir türü daha var ve

o da Müslümanlık dediği, daha doğrusu ön

yargılarla besleyip Müslümanlık olarak algıladığı

şeyi (Muslimness) hedef tahtasına

oturtuyor. Bunu Müslümanlığı kamusal

alanda görünür kılan şeylere olan düşmanlık

şeklinde tanımlayabiliriz; mesela minare,

hilâl, başörtüsü düşmanlığı gibi. Buradaki

nefret, İslam veya Müslümanlar hakkındaki

yarım yamalak bilgiden veya kör

cahillikten kaynaklanıyor. Bu dinî ve kültürel

cehalet kaynaklı nefret tipi, bazen kendini

öyle rezil eder ki mesela başında

türbanıyla gezen bir Sih’i bile Müslüman

zanneder. Bu cahiller Müslüman olanla

olmayan arasındaki dinî ve kültürel ayrımı

bilmezler. Hedefleri, “Müslüman” olarak

belledikleri ama ayrımını yapamadıkları,

aralarındaki farkları keşfedemedikleri etnik,

kültürel ve dinsel yabancılardır. Onlar için

Müslüman, bir şamar oğlanıdır. Dememiz

o ki İslam ve Müslüman karşıtı ırkçılık ile

İslam ve Müslümanlar hakkındaki kültürel ön

yargılar ve cehalet birbirini besliyor. Hani bizde

bir deyim var ya “Her sakallıyı deden sanma!”,

işte tam da onun gibi bir şey. Her gördükleri

sakallıyı dedeleri sanan cahillerin bilinçaltına

yapışmış paslı ön yargılarını temizlemek öyle

sanıldığı kadar kolay değil. Batı’da aşırı sağın

yükselişiyle birlikte tırmanışa geçen İslamofobi

kuruntusu, gerçekte uç uca eklenen bir

dizi küresel gelişmenin sebep olduğu krizlerin

sebebinin yanlış adreste aran-masıdır. Gelir

dağılımı bozukluklarıyla artan ekonomik eşitsizlik,

yoksullaşma ve işsizlik; tarih, kültür ve

kimlik algısında yaşanan kırılma ve erozyon;

savaş, terör, kıtlık ve benzeri sebeplerle kritik

eşiği aşan uluslararası göç dalgalarıyla birlikte

iç dengelerin bozulması; sosyal güvenlik ve

gelecek endişesi; Avrupa ve Hristiyanlık değerlerinde

yaşanan yozlaşma, tahribat vb. gibi

esasen küresel kapitalist ekonomik sistemden

kaynaklanan olumsuzlukların kaynağı olarak

ülkedekiyabancıları ve özellikle de Müslümanları

hedef göstermek Avrupa’daki aşırı sağ

partilerin hemen hemen ortak politikasıdır

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


PENCERE

15

(H. Kürşad Aslan, “Aşırı Sağın Yükselişi:

Resme Küresel Perspektiften Bakmak”,

Muhafazakâr Düşünce Dergisi, [XIV,

2018], sa.18, s. 47-70). Bu gelişmelere

paralel olarak, düşünce kuruluşu SETA,

yayımladığı 2018 Avrupa İslamofobi Raporu’nda

Avrupa’da İslamofobik hadiselerin

yükselişe geçtiğine dikkat çeker. Rapora

göre, bu durum sadece Müslümanları

değil, aynı zamanda Avrupa’nın güvenlik

ve huzurunu hedef alan bir tehdittir.

Müslüman karşıtı ırkçılığın yeniden üretilmesinde

ve normalleştirilmesinde önemli

rolü üstlenen ise her zaman olduğu gibi

Batılı medyadır. Raporun bir tespiti de

İslam’a ve Müslümanlara yönelik nefretin

yayılmasında internetin de küçümsenmeyecek

bir pay sahibi olmasıdır. Raporda

Müslümanların Avrupa’daki aşırı sağ fanatizminin

kurbanları arasında ilk sırayı işgal

ettiği özellikle vurgulanır (Avrupa İslamofobi

Raporu 2018 – SETA). Sadede gelelim.

Dünyayı kendi çiftliği gibi görenlerle onlara

direnenler arasındaki mücadele, şartlar eşit

olmasa da sürüyor ve sürmeye devam edecek.

Muhammed Ali’nin soruları cevabı zor sorular.

Hz. İsa’yı beşer -peygamber konumundan

Tanrılığa terfi ettiren bir kültürün yeryüzü hiyerarşisindeki

konumu da tepede olmaktır.

Bu kesinlikle sorgulanamaz ve değiştirilemez

olup bir yeryüzü tabusu mesabesindedir. Diğer

taraftan, Filistin topraklarında doğan muhtemelen

buğday ya da esmer tenli -ama kesinlikle

beyaz tenli değil-, kumral ya da siyah saçlı

-ama kesinlikle sarı saçlı değil- kahverengi, ela

ya da siyah gözlü -ama kesinlikle mavi değilnasıl

olup da inanılmaz bir fizyolojik değişim

geçirdiğinin cevabını da bu kendini beğenmiş

kültürün genlerinde aramak gerekecektir. Bu

dayatmacı kültür sizinle ilgili kavramları da

belirler, sonra dayatır, kabul ettirir ve tartıştırır.

Siz artık yarı mesainizi kendinizi aklamakla

harcarsınız.Tıpkı bizim İslamofobi kavramını

tartıştığımız gibi. Ne demişler,

“Bir deli kuyuya taş atar,

kırk akıllı çıkaramaz.”

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


KAYGI ÇAĞININ

ŞAFAĞINDA

FITRATI SAVUNMAK

BİZ BİZE

16

✦ Tuğrul OKAY

“Yek katre-i hunest,

hezar endişe” der, Sadi Şirazi,

yani insan bir damla kan

ve sayısız kaygıdır. Henüz

varoluşçu filozofların kaygı

kavramını hayatın merkezine

oturtmalarına yüzlerce yıl

varken yine bir başka İslam

düşünürü İbn Hazm şunları

söyler: “İstisnasız bütün

insanların güzel bulup peşinden

koştuğu tek hedefin ne

olduğunu araştırdım ve bunun

bir tek şey olduğunu gördüm:

Kaygı ve korkudan kurtulmak.”

Evet, insan endişelerden,

kaygılardan örülmüş

bir kalbe sahiptir. Çünkü o

ne yaparsa yapsın, ne kadar

güçlü kuleler inşa ederse etsin

yaşadığı anın gelip geçici

olduğunu bilir. Yarın mı? Yarın

insan için hep bir muammadır.

Uzak geleceğe ait bilgiler

Âdemoğlunun görme ufkunun

dışında kalır. Gerçekten de

kalbi- mize dönüp baktığımızda

orada nefes alıp veren

pek çok endişenin, stresin ve

bunalımın kökeninde yarınlara

dair kaygıların yattığını

görürüz. Çünkü yarınlar

muammadır ve bilinmezliğin

olduğu yerde kaygının egemenlik

kurması doğaldır. Bu

egemenlik pasif bir niteliğe

sahip değildir. Bilinmezlik,

bugünümüzle birlikte, maziyle

alışverişimizi de kontrol eder,

biçimlendirir. Kısaca söylemek

gerekirse dünler bugünleri,

bugünler dünleri şekillendirir.

Geçmişin geleceği

inşa etmesi, hepimizin kolayca

fark edebildiği bir işleyişe

sahiptir. Çocukluğumuzda

yaşadıklarımız, yaşam boyu

elde ettiğimiz deneyimler,

tecrübeler bizim kimliğimizi,

kişiliğimizi, duygu ve

düşüncelerimizi şekillendirir.

Ama bugünün geçmişi

inşa etmesi meselesini biraz

açmamız icap ediyor. Birey

ya da toplum, şimdiki hâline,

olgunluğuna ve imkânlarına

göre geçmişle seçmeci bir

ilişki kurar. Bazen hatırladığını

bazen unutması icap

eder. Nitekim bilim insanları,

belleğin kendi sağlığı için

geçmişteki pek çok şeyi

unuttuğunu söyler. Dünle

bugün arasındaki alışverişten

özetle şunu anlarız: İnsanlar

da toplumlar da kesintisiz,

inişli çıkışlı bir çizgi hâlinde

yaşarlar. Çizginin tümüyle

kesintiye uğraması bir hafıza

kaybına işaret eder. İnsan

için bu, hayatın son bulduğu

andır. Toplumlar için de öyledir.

Hafızasını kaybeden,

tarihiyle bağını topyekûn

koparan toplumlar aslında

kaybolmuşlardır.

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Yarınlar

muammadır ve

bilinmezliğin

olduğu yerde

kaygının

egemenlik

kurması

doğaldır.

Bu egemenlik

pasif bir niteliğe

sahip değildir.

Dünü ve bugünü

değiştiren, dokuyan bir faktör

daha vardır: Yarın. Yarın bir

ihtimal sağanağıdır. Sağlık

kadar hastalık, yaşamak

kadar ölüm, güvenlik kadar

kaza, huzur kadar afet ihtimallerini

ihtiva eder. Hiç kimse

birkaç dakika sonra başına

neler geleceğini bilemez.

Yarın, bu hüviyeti sebebiyle

her zaman endişe kaynağı

olmuştur. Soren Kierkegaard,

kaygının geleceğe ilişkin bir

olgu olduğunu söyler. Aslında

yarına dair sistematik endişeler

taşımak sadece

insana özgüdür. Evet, kimi

hayvanların bulduğu fazla-

dan yiyeceği yarınlar için

gömdüğüne, kışı geçirmek

için yuvalarında istiflediğine

de şahit oluruz. Fakat insan

bütün bunları ilkel bir

içgüdüyle değil, varoluşsal bir

kaygı eşliğinde gerçekleştirir.

Ölümün, hastalığın veya

felaketlerin gerçekleşme

ihtimalini bilmesiyle insan

diğer canlılardan ayrılır.

Şunu da söylememiz gerekiyor,

bu kaygılar, kültürün ve

uygarlığın pek de ortalıkta

görünmeyen gizli mimarıdır.

Örneğin bugün eleştirerek

içinde yüzdüğümüz modern

dünya, ulaşım ağlarıyla, iletişim

kanallarıyla biraz da bu

kaygının sonuçlarıdır.

Tarihte ilk devlet,

ilk yasa, ilk sistem yarına

dair kaygıların gölgesinde

teşekkül etmiştir. İnsanlar

kendilerini, ailelerini ve elbette

toplumlarını, geleceğin

belirsizliği karşısında korunaklı

yapılarla, sistemlerle

muhafaza etmek istemişlerdir.

Çünkü insan kendini güvende

tuttuğu zaman bununla yetinmez,

kendisinden sonraki

nesilleri de huzur içinde

yaşatacak sosyal ve fiziki

yapılar, yöntemler geliştirir.

Yarının bilinmezliği kültürel

etkileşimi, kurumsallaşmayı

ve örgütlü davranışı beraberinde

getirir.

Derinleşen Bilinemezlik

Bugün hâlihazırda

yaşa-dığımız dönemden

dijital çağ diye söz ediyoruz.

Aslında henüz yaşanmakta

olan süreçlerle ilgili nihai

adlandırmalar bizi çoğu kez

yanılgıya sürükler. Ancak

birkaç yüzyıl sonra bugünlerin,

insanoğlunun büyük

tarihsel yürüyüşünde nereye,

hangi adlandırmaya

tekabül ettiği anlaşılabilir.

Fakat yaşanan sert değişimi,

özellikle son yarım asır

içinde olup bitenleri göz

önüne getirdiğimizde modern

insanı esir alan kaygıların

derinleşme sebebini

de az çok kestirmiş oluruz.

Söz gelimi Türkiye’de bugün

altmışlı yaşlarını süren insanların

hayatlarına bakalım.

Tarihsel iki uçurumu aynı

anda yaşamaya devam eden

bir kuşaktan söz ediyoruz.

1970’ler Türkiye’de kırsalın

elektrikle tanışmaya devam

ettiği yıllardır. Anadolu’da

pek çok yerde insanlar idare

lambasıyla, sabanla, dibekle,

değirmenle içli dışlı bir hayat

sürmekteydi. İşte çocukluğu

bu tarım toplumu imkânlarıyla,

gaz lambasının altında

geçen nesiller şimdilerde

ellerinde akıllı telefonlarla

dünyanın en uzak köşesiyle

anlık iletişim ve etkileşim

içine girebiliyor.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

BİZ BİZE

17


BİZ BİZE

18

Antenli, çanaklı televizyonlara

sahip olduktan yirmi,

otuz yıl sonra insanlar,

dijital devrimin akıl almaz

imkânlarına kavuştular.

Avuçlarımızın içine

sıkıştırdığımız aygıtlardan

televizyon seyretmek, alışverişlerimizi

sanal mecralardan

yapmak, haberleri

dijital bir ekrandan okumak,

bizden kilometrelerce uzak

bir yakınımızla görüntülü

konuşmak şimdilerde

hayatımızın rutini olmuş

olabilir. Fakat çok değil,

birkaç on yıl önce bu imkânların

en ilkel versiyonları bile

bizim muhayyilemize dahi

uğramazdı. Tarihte yaşam

tarzları arasında bu kadar

sert bir geçişin yaşandığı

başka bir zaman aralığı

var mıdır bilinmez. Ama

bildiğimiz bir şey var ki bu

hızlı geçiş, bir dizi kaygıyı ve

huzursuzluğu beraberinde

getirdi. O ekranlara bakarken

değil, o ekranları kapattığımız

anda ortaya çıkan bu

kaygıyı, her şeyin bu kadar

hızlı, kolay ve anlaşılmaz

biçimde tezahür etmiş olması

gerçeği derinden derine

beslemektedir.

Yirminci yüzyıla iki

dünya savaşı, on milyonlarca

ölüm sığdıran insanlık,

bilimsel inkişafın katlanarak

arttığı, tıbbın, robotik bilimin,

ulaşımın ve iletişimin daha

önceki yüzyıllarda hayal

bile edilmesi imkânsız

aşamalara eriştiği bir ivme

yakaladı. Fakat bu ivme

yirmi birinci yüzyılda henüz

adı konulmamış başka

bilinmezliklerin doğmasına

neden oldu. Elli yıl içinde

tek başına internetin, yapay

zekânın ve biyoteknolojinin

geldiği mer-hale, hayatımızı

kolaylaştırdığı ölçüde yarınlarımız

hakkında kaygılı

bekleyişimizi çoğalttı. Sadece

yapay zekâya sahip bir

robotun Youtube kanalından

izlediği bir videoyla yemek

yapmasından ya da Suudi

Arabistan’da Sofia adlı robota

vatandaşlık verilmesinden,

Kaliforniya’da bir bilgisayarın

kendisine verilen kısa notlardan

farklı bakış açısına

sahip bir makale üretmesinden

söz etmiyoruz. Dünyaca

fikri mülkiyet örgütü WIPO’ya

yapılan on binlerce yapay

zekâ ve insan beyni üzerine

dijital müdahaleler içeren

patent başvurusunun dünyaca

bilinirliğe sahip büyük

firmalar tarafından yapılıyor

olması, kaygılarımızın hayli

haklı gerekçelere sahip

olduğunu gösteriyor. İngiliz

astrofizikçi Martin Rees, Son

Saatimiz (Our Final Hour)

adlı kitabında, 21. yüzyılda

insanoğlunun varlığını

devam ettirebilme şansının

yarı yarıya olduğunu söylemesinin

nedeni beyin, çip

ve kodlamalar üzerine son

yıllarda alınan mesafeden

başkası değil. İnsanoğlunun

ölümsüz refakatçisi kaygı,

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


tarihte hiç bu kadar haklı ve

yoğun gerekçelere sahip

olmadı.

Manzaraya bir de

bütün dünyayı etkisi altına

alan pandemiyi dâhil edebiliriz.

Hiç kimse bir yıl öncesine

kadar, bütün dünyada

insanların aylarca evlerine

hapis kalacağını, iş yerlerinin

belli aralıklarla kapanacağını,

sokakların boşalacağını,

eğitimin online hâle geleceğini

hayal bile edemezdi.

Böyle şeyler ancak filmlerde

ya da distopik romanlarda

görülecekken düpedüz

hayatımızın gerçeği oluverdi.

İçimizden gizli bir ses bize

insanlık için hiçbir ihtimalin

uzak olmadığını fısıldayıp

duruyor.

Sonuna Kadar Fıtratı

Korumak

Varoluşçuluğun kurucu filozofu

Kierkegaard, insanın

kaygıların gölgesinde yaşamaya

alışması gerektiğini

söyler. Çünkü ona göre

kaygı olmadan yaşam mümkün

değildir. Kaygı, bireyin

hiçlik karşısında korunma

kalkanıdır. Korkuyla baş

edilebilir çünkü o dış kaynaklıdır

fakat kaygıdan kaçmak,

kurtulmak imkânsızdır. Onun

kuluçkası insanın iç dünyasıdır.

İnsan kendinden kaçamaz

ama parçası olduğu

tedirginliği, endişeyi, kaygıyı

kişiliğinin tekâmülü yolunda

kullanabilir. Peki, bu nasıl

mümkün olacaktır?

Yarınlara dair kaygılar,

daha büyük yarınlara iliş-

kin kaygılarla bastırılabilir,

yönetilebilir, terbiye edilebilir

ancak. Bir mümin için

yegâne gelecek kaygısı,

en büyük gelecek olan hesap

günüdür. Ahiret inancı

sadece kaygımızın başını

okşamakla kalmaz, insanlığı

bekleyen muhtemel dijital

distopyalara karşı fıtratın

koordinatlarını göstermeye

devam eder. İnsan beynine

dair olası bütün spekülasyonların

seküler aklın ürünü olarak

tezahür ettiğini biliyoruz.

Bizler vahye, ahlaka, erdeme,

fıtrata kulak kabartmaya

devam ettiğimiz müddetçe

yarınlar hangi ihtimallerle

gelirse gelsin, oradan bir

çıkış yolu bulacağımız

muhakkaktır. Ölüden diriyi,

diriden ölüyü çıkartan; Hz.

Musa’yı Firavunların sarayında

besletip büyüten Rabbimiz,

bütün gelecek kaygılarımızı

onun yüce şanının

önünde kurban ettiğimizde

bize hem merhamet edecek

hem kurtuluş yolunu gösterecektir.

Fıtratı korumak,

Cenab-ı Hakk’ın emir ve

yasaklarını harfiyen yerine

getirmekle; ahlaklı bireyler,

empati kabiliyeti yüksek

toplumlar inşa etmekle

mümkündür. Fıtrat, insanın

Yaradan’la, insanın insanla,

insanın çevreyle, insanın

toplumla kuracağı ilişkiyi

gönyede tutar. Fıtratın korunduğu

cemiyetlerde hakikat

bilgisini ağırlamaya her zaman

yer olacaktır. Kendisi

de kaygı üzerine hayli kafa

yoran İbn Hazm’ın reçetesiyle

yazımızı bitirebiliriz:

“Dünya var olalı beri kaygıyı

iyi sayan ve ondan kurtulmak

istemeyen bir tek kişi bile

yoktur. İşte bu değerli bilgi

tam olarak zihnime yerleştiği,

bu ilginç sır çözülüp aydınlandığı

ve Yüce Allah bu

büyük hazineyi düşüncemde

açığa çıkardığı vakit, tasadan

kurtulmanın gerçek yolunun

ne olduğunu araştırmaya

başladım. Âlimiyle cahiliyle,

iyisiyle kötüsüyle bütün

insanların üzerinde ittifak

ettikleri bu hedefe ulaşmanın

yolunun ahiret kurtuluşu

için gerekli amelleri işlemek

suretiyle Allah’a yönelmekten

başka bir şey olmadığını

anladım.”

BİZ BİZE

19

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


“KUDÜS,

GÜNDEM

ÜMMETİ

MUHAMMED’İN

OKÇULAR

TEPESİDİR...”

20

#StandUpForPalestine

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


#TürkiyeKudüsİçinAyakta

GÜNDEM

21

“KUDÜS,

BİR SINAV KAĞIDI...

HER MÜ’MİN KULUN

ÖNÜNDE...”

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


GÜNDEM

KUDÜS’ÜN

KUTSİYETİ VE RUHU

“Bir kez daha anladık ki bizim en büyük gücümüz

birliğimiz, düşmanın en büyük silahı ise içimize

soktuğu nifaktır.”

✦ Ramazan TUĞ

22

Şayet şehirlerin bir

ruhu varsa şüphesiz bu ruhu

en çok hak eden şehirlerden

biri de vahye dayanan bütün

dinlere göre mukaddes

kabul edilen ve bir adı da

Beytülmakdis olan Kudüs’tür.

Kur’ân-ı Kerim’de isimleri

geçen peygamberlerden

birçoğu burada yaşamış, bu

şehrin topraklarına basmış,

sokaklarında dolaşmış yahut

hayatının bir kısmını burada

geçirmiş ve insanları burada

doğru yola davet etmiştir.

Şüphesiz ki bir mekânın

üstünlük ve kutsiyeti, o

mekânın bizzat kendisinden

kaynaklanan bir durum

değildir; oraya kutsiyet veren,

insanlara doğru yolu göstermek

üzere inen Allah’ın

vahyine ve bu vahyi insanlara

tebliğ etmekle görevli peygamberlere

beşiklik etmesidir.

Mekke’nin Medine’nin,

Kudüs’ün ve mukaddes kabul

edilen diğer şehirlerin üstünlüğü,

burada yapılan ibadetlerin

faziletli oluşu, kat kat

sevap ile mükâfatlandırılması

ve yapılan duaların müstecab

olmasının hikmeti buradan

gelir.

Kudüs ve çevresini

mukaddes ve mübarek kılan

en önemli sebep şüphesiz

ki yeryüzünün en eski ikinci

mabedi, Müslümanların birinci

kıblesi ve üçüncü haremi

olan Mescid-i Aksa’nın burada

bulunması, İsra ve Miraç

hadisesinin bu topraklarda

gerçekleşmesi, vahye ve

birçok peygambere beşiklik

etmesidir.

Hz. Peygamber

(s.a.v.); Ebu Zer (r.a.)’in

“Yeryüzünün en eski mescidi

hangisidir?” sorusuna: “İnsanlar

için yeryüzünde kurulan

ilk ev, Mekke’de bulunan

mübarek ve âlemler için hidayet

kaynağı olan Kâbe’dir.”

(Al i İmran, 96) ayet i kerimesinde

belirtildiği üzere, yeryüzünde

ilk inşa edilen mescidin

Mescid i Haram, ikinci inşa

edilenin ise Mescid-i Aksa

olduğunu ve bu ikisi arasında

da kırk yıl süre bulunduğunu

açıklamıştır. (Buhari)

Hadis-i şerife göre

Mescid-i Aksa, yeryüzünün

en eski mabedi olan Mescid-i

Haram’dan kırk yıl sonra

yapıldığına göre temellerini

de muhtemelen Hz. Âdem

atmıştır. Nesai’de geçen başka

bir hadis-i şerife göre ise

Mescid i Aksa’yı Süleyman

(a.s.) inşa etmiştir. Ancak Süleyman

(a.s.) tarafından inşa

edilen mabedin, tıpkı Kâbe’yi

ilk inşa eden Hz. Âdem (a.s.)

’den sonra Hz. İbrahim ve

oğlu İsmail tarafından temellerinin

yükseltilmesi gibi Mescid-i

Aksa’nın da Hz. Süleyman

tarafından tekrar ihya

edilmiş olması muhtemeldir.

Nitekim günümüze kadar aynı

alan üzerinde birçok binanın

inşa edildiğini tarih kaynakları

da kaydetmektedir.

Mescid-i Aksa; ibadet

maksadıyla yolculuk yapılabilen

yeryüzünün en faziletli

üç kutsal mabedinden biridir.

Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayetine

göre Allah Resulü:

“Yolculuk ancak şu üç mescitten

birine yapılır: Benim şu

mescidime, Mescid-i Haram’a

ve Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur.

(Buhari, Müslim,

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Tirmizi, Nesai)

Müslim’de geçen

“Allah, Ariş ile Fırat arasını

mübarek (bereketli) kılmış

ve özellikle Filistin’i mukaddes

kılmıştır.” hadisi de

bütün Filistin topraklarının

mübarek olduğuna dair açık

bir delildir.

“Kendisine ayetlerimizden

bir kısmını gösterelim

diye kulunu (Muhammed’i)

bir gece Mescid-i Haram’

dan çevresini mübarek

kıldığımız Mescid-i Aksa’ya

götüren Allah’ın şanı yücedir.

Hiç şüphesiz o, hakkıyla

işitendir, hakkıyla görendir.”

(İsra,1)

Hz. Peygamberin

Mekke’de değil de Kudüs’te

göğe yükseltilmesi ve birtakım

ayetlerin burada

kendisine gösterilmesi

elbette buraya verilen özel

bir önemden kaynaklanmaktadır.

Ayette geçen

“çevresini mübarek

kıldığımız” ibaresinden maksadın

Kudüs ve Kudüs’ü de

içine alan, Bilad-ı Şam olarak

da bilinen bütün Filistin

toprakları olduğu konusunda

müfessirler arasında neredeyse

ittifak vardır.

Kudüs ve çevresi

birçok peygamberin gerek

menşei gerekse uğrak

yeri olmuştur. Birçok ayet-i

kerimede Mescid-i Aksa,

Kudüs ve Filistin topraklarından

ismi zikredilmeksizin

mabed, mihrab, mescid,

içinde âlemler için bereketler

verdiğimiz yer, kutsal toprak

ve bereketlendirdiğimiz yer

olarak söz edilmektedir:

“Biz de dedik ki: ‘Ey ateş!

İbrahim’e karşı serin ve

esenlik ol.’ Ona bir tuzak

kurmak

istediler. Fakat biz asıl

kendilerini hüsrana

uğrattık. Onu da Lut’u

da içinde âlemler için

bereketler verdiğimiz

yere (ulaştırıp) kurtardık.”

Yukarıdaki ayette

işaret edildiği üzere Hz.

İbrahim (a.s.) ateşten kurtarıldıktan

sonra Kudüs’ün

doğusunda bulunan ve kendi

adını alan el Halil’e gelip

yerleşmiştir. Hz. İbrahim’in

Lut (a.s.) ile aynı çağda

ve El Halil kenti civarında

yaşadıkları bilinmektedir.

Bugün hâlen

aynı adı muhafaza

eden bu Filistin

şehrinde, Harem-i

İbrahimî

adı verilen mescitte

Hz. İbrahim,

Hz. İshak, Hz.

Yakup, Hz. Yusuf ve

eşlerine ait mezarlar bulunmaktadır.

Filistin topraklarında

bulunan Lut Gölü’nün

(Ölü Deniz) Lut kavminin

helâk edildiği yer olduğuna

dair rivayetler ve yaygın bir

kanaat vardır. Lut (a.s.)’un

karısına ait olduğu söylenen

bir mekân yine burada bulunmaktadır.

Hani Mûsâ kavmine

demişti ki: “Ey kavmim!

Allah’ın, üzerinizdeki nimetini

hatırlayın. Hani içinizden

peygamberler çıkarmıştı.

Sizi hükümdarlar kılmış ve

(diğer) toplumlar¬dan hiçbirine

vermediğini size vermişti.

Ey kavmim! Allah’ın size

yazdığı kutsal toprağa girin.

Sakın ardınıza dönmeyin.

Yoksa ziyana uğrayanlardan

olursunuz.” (Mâide, 20 21)

Ayetlerde sözü edilen

“kutsal

toprağın”

Kudüs ve

çevresi olduğu,

söz konusu

kavmin de Hz. Musa

(a.s.)’nın Mısır’da

Firavun’un zulmünden kurtarıp

Kızıl Deniz’i geçtikten

sonra girmesi emredilen

Filistin topraklarına

götürdüğü ve orada

bir süre hâkimiyet

kuran İsrailoğulları

olduğu anlaşılmaktadır.

GÜNDEM

23

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


GÜNDEM

24

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Davut (a.s.) ve Süleyman

(a.s.)’ın da Kudüs’te yaşadıklarına

dair izler, her iki

peygambere ait olduğu iddia

edilen kabir veya makamları

hâlen mevcuttur.

İsrailoğullarına gönderilen

peygamberlerden

Kur’ân’da Talut, Calut meselesinde

isim verilmeden

bahsedilen İslâm kaynaklarında

İşmoil veya Şamuel

olarak bilinen, Tevrat’ta ise

adı Samuel olarak geçen

peygamberin kabri de bugün

hâlen Kudüs’ün batısında

bunmaktadır.

Hz. Musa’nın Filistin

bölgesine geldiğine dair

kesin bir kaynak yoksa da

Selahaddin-i Eyyubi’nin

Kudüs’ü fethinden sonra

ortaya çıkarılan ve Osmanlılar

döneminde de büyük bir

ihtimam gösterilen Kudüs ile

Eriha arasındaki Nebi Musa

Makamı hâlen varlığını ve

ehemmiyetini sürdürmektedir.

“Bunun üzerine Rabbi

onu güzel bir şekilde kabul

buyurdu ve onu güzel bir

şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı

da onun bakımıyla görevlendirdi.

Zekeriya, mihraba

her girişinde yanında bir

yiyecek bulurdu. “Meryem, bu

sana nereden geldi?” derdi.

O da “Bu, Allah katından.”

diye cevap verirdi. Zira Allah,

dilediğine hesapsız rızık

verir.” (Al-i İmran, 37) “Derken

Zekeriya mihraptan halkının

karşısına çıktı. Onlara “Sabah

akşam Allah’ı tespih edin.”

diye işaret etti.” (Meryem, 11)

Burada sözü edilen

mihrabın Mescid i Aksa

olduğu, Hz. Meryem’in

yetişip büyüdüğü ve ona

hizmet etmekle görevli Zekeriya

(a.s.)’nın yaşadığı bu

mübarek ve bereketli yerin

Filistin toprakları olduğu tefsir

kitaplarında anlatılmaktadır.

Zekeriya (a.s.) ve oğlu Yahya

(a.s.), Meryem ve oğlu İsa

(a.s.) döneminde sözü edilen

mabet de Kudüs’tedir.

(Ey Muhammed!)

Kitapta Meryem’i de an. Hani

ailesinden ayrılarak doğu

tarafında bir yere çekilmiş

ve (kendini onlardan uzak

tutmak için) onlarla arasında

bir perde germişti. Biz, ona

Cebrail’i göndermiştik de ona

tam bir insan şeklinde görünmüştü.

(Meryem,16 17)

Hristiyanlara göre Hz.

Meryem Mescid i Aksa’nın

Babü’l Esbat kapısına yakın

bulunan bir kilisede doğdu,

Kudüs’ün doğu tarafında

Beytüllahim kentinde üzerinde

Doğuş Kilisesi inşa

edilen bir mağarada doğum

yaptı.

Yerini tam olarak tespit

edemezsek bile Hz. İsa (a.s.)

bu topraklarda doğdu, burada

semaya yükseltildi. Hristiyanlara

göre de Hz. İsa Kudüs’te

Zeytin Dağı’nda yakalandı,

oradan “çile yolu” adı verilen

güzergâh takip edilerek

bugünkü Kıyamet Kilisesi’nin

olduğu yere getirildi, çarmıha

gerildi ve buraya defnedildi.

Bütün bu ayet-i kerime

ve hadis-i şeriflerde maddi

ve manevi olarak bereketlendirildiği

ifade edilen Filistin

topraklarının kalbi Kudüs,

Kudüs’ün kalbi de Mescid-i

Aksa’dır. Mescid-i Aksa ise

mevcut binalardan birinin adı

değil, bunların hepsini kapsayan

etrafı surlarla çevrili

144 dönüm alanın tamamına

verilen isimdir.

Kaynaklarda sözü

edilen mescidin bugün

mevcut olan bina ile aynı

olduğunu söyleyemeyiz.

Kudüs, Hz. Ömer döneminde

İslâm ordusu tarafından

fethedildiğinde burada ayakta

kalan bir mescit yoktu.

Hz. Ömer şehri teslim

aldığında bugünkü harem

bölgesinde önceki mabetten

sadece kalıntılar vardı. Hz.

Ömer istişare ile yapılacak

mescidin yerini tespit etti ve

oraya ahşap bir mescit inşa

ettirdi. Bugün mevcut olan

Kubbetüssahra ve Kıble

Mescidi ise aynı alanın içine

Emevi halifesi Abdülmelik

bin Mervan tarafından inşa

ettirilmiştir.

Biz Müslümanlar,

ayırım gözetmeksizin bütün

peygamberlere iman ederiz.

Hepsinin yaşadıkları topraklar

ve hatıraları bizim için

azizdir. Hepsi insanları tevhid

inancına davet etmiştir ve getirdikleri

dininin ortak adı İslâm’dır.

Hz. Peygamber diğer

peygamberlerden “kardeşlerim”

diye söz etmiştir.

On altı veya on yedi

ay kıble olarak yöneldiği

Mescid-i Aksa ile ilgili cariyesi

Meymûne (r. anha)’nin:

“Ey Allah’ın Resulü! Bize

Mescid-i Aksa hakkındaki

hükmün nedir?” sorusuna:

“Oraya gidin ve içinde namaz

kılın. Eğer oraya gidemez ve

içinde namaz kılamazsanız

kandillerinde yakılmak üzere

oraya zeytinyağı gönderin.”

buyurmuştur. (Ebu Davud)

Allah Resulü

Müslümanlara Mescid-i Aksa

ile ilgili o gün yapmaları

gerekeni bildirirken Kudüs,

Müslümanların hâkimiyetinde

değildi.

GÜNDEM

25

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


GÜNDEM

26

Buna rağmen oraya gidilmesini,

gidilemediği takdirde

de yardım edilmesini emir

buyurmuştur.

Kudüs’ün hemen Hz.

Ömer döneminde fethedilmesi

de Müslümanların

buraya gösterdiği ilgi ve

ehemmiyetin bir sonucudur.

Çünkü bu kutsal mekânlara

yakışan, bozulmamış ve

tevhide uygun ilk hâlleriyle

muhafaza edilmeleridir.

Ne yazık ki bugün

bu kutsal mekânların bulunduğu

şehir, bu mübarek

belde işgal altında; Kudüs

sahipsiz, garip ve mahzun...

ve fakat Kudüs, bu sahipsiz,

garip ve mahzun hâliyle bile

sahip olduğu kutsiyet ve ruhla

olacaktır ki ayağa kalktı,

Müslümanlara can verdi,

birleştirici rolünü oynadı;

Filistin’deki tarafları ve

dünya Müslümanlarını kendi

etrafında birleştirip onların

kenetlenmelerini sağladı.

Siyonist İsrail’in işgali

altında bulunan Mescid-i

Aksa 1969’dan beri tarihinde

ilk kez işgalciler tarafından

14 Temmuz 2017’de Cuma

namazına kapatıldı, daha

sonra da kapılarına detektör

ve kameralar yerleştirildi.

Bunun üzerine, başta Filistinliler

olmak üzere dünya

Müslümanları bu durumu

protesto ettiler ve birlikte

tepki gösterdiler.

Önce Filistin’deki

bütün guruplar yekvücut

oldu. Dünya Müslümanlarından

da tek ses yükseldi.

İşte Müslümanların bu birliği

ve direnişi özellikle Kudüslü

Müslümanların sağlam

duruşu ve dirayeti İsrail’i

dize getirerek geri adım attırdı,

eski statüsüne dönmek

zorunda bıraktı. Böylece

Mescid i Aksa, bu birleştirici

misyonunu yerine getirdi.

“Bir kez daha anladık

ki bizim en büyük

gücümüz birliğimiz,

düşmanın en büyük

silahı ise içimize

soktuğu nifaktır.”

KUDÜS

ÖZGÜR

DEĞİLSE

DÜNYA

TUTSAKTIR...

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


GÜNDEM

27

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


KAHVE MOLASI

28

Kahve

Molasi

✦ Gülsüm KARAPINAR

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

BİR ACAYİP KELİME

İnsomnia

Saatler boyunca yatakta uyumayı

bekliyor, gece boyunca

aralıklarla uyanıyor hatta bazen

gün ışıdığında bile hâlâ fal taşı

gibi gözlerle tavanı mı seyrediyorsunuz?

Ülkemizdeki nüfusun

%10’una tekabül eden insomnia

hastalarından birisiniz demektir.

İnsomnia, uyku için yeterli fırsat

ve imkân olmasına rağmen,süreğen

bir şekilde uykuya başlamada,

kaliteli uyumada güçlüklerle

karakterizedir. Tanı için

bulguların haftada en az üç kez

ve en az üç ay boyunca görülmesi

gereklidir. İnsomnia hastalarında

3,5 yıl içinde depresyon

gelişimi dört, anksiyete bozukluğu

gelişimi iki, madde bağımlılığı

da yedi kat fazla görülür.

Kadınlar erkeklere göre yaklaşık

iki kat daha fazla insomnia

tanısı almaktadır. Bilgisayar, televizyon,

akıllı telefonlar, ödevler

ve kent yaşamının getirdiği

stres faktörleri, insomnianın artışına

yol açar. İnsomnia; yaygın

kas ve eklem ağrıları, yorgunluk,

hâlsizlik, hafıza sorunları, iş

performansında düşüş, gerginlik,

dikkat eksikliği, sakarlık,

baş ağrısı, gözlerde kızarıklık,

ellerde titreme gibi birçok

rahatsızlığa neden olabilir.


MERAK EDİYORUM

Örümcek Ağı

Nasıl Oluşur?

Örümcek ipeği farklı amino

asit dizilerinden (örneğin alanin,

glisin, serin) oluşan,

protein yapısında bir malzemedir.

Proteinin yapısında

moleküllerin düzenli konumlandığı

kristal bölgeler ve

düzenli konumlanmadığı

amorf bölgeler bir aradadır.

Amorf bölgeler, ipeğin esnek

olmasını, kristal bölgeler ise

dayanıklı ve güçlü olmasını

sağlar. Moleküllerin konumlanma

şekli, malzemenin yapısını

belirgin biçimde etkiler.

Örneğin glisin amino asidi

açısından zengin bölgelerde,

beş amino asitten oluşan

diziler bulunur. Her diziden

sonra yapı 180 derece döner

ve bu sayede sarmal bir şekil

alır. Alanin açısından zengin

kristal bölgelerde ise moleküller

birbirine paralel şekilde

yönlenmiştir. Amorf ve kristal

bölgeler birbirine geçmiş hâlde

bir arada bulunur. Örümcek

ipeğinin üretimi sürecinde

moleküllerin yapısındaki

bu düzenlenme, proteinler

salgılandıktan sonra örümceğin

kendi etrafında dönüşü

sayesinde ortaya çıkar.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

KAHVE MOLASI

29


BULMACA

ZAMANI

EĞLENCE

KOLAY SUDOKU ORTA

30

KARE BULMACA

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


31

CENGEL

EĞLENCE

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


ÇOCUKLARA

SINIR VE KURAL

ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN

KOYMAK

32

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


✦ Asuman

DÜZGÜN

Eğitimci

Bize kılavuzluk eden kurallarla

tanışmaya çok erken yaşlarda başlarız.

Daha küçükken oynadığımız oyundan

aldığımız keyfin, onun kuralına ne

kadar uyduğumuzla yakından ilgili olduğunu

görürüz. Bu kurallı oyunlarda ilk bakışta

kazanmak için hiçbir kuralın olmaması daha

iyi gibi görülürken zamanla kuralsızlığın verdiği

boş vermişlik, oyundan çabucak sıkılmaya

evrilir. Daha çocukluk çağında anlarız, kurala

uymayanın “mızıkçılık” yaptığını. Zaman geçer

okullu oluruz. Bu defa içine girdiğimiz o yuvanın

kuralları dâhil olur hayatımıza. Sonra bu

kuralları trafiğe çıkar görürüz, meslek hayatına

başlar görürüz. Ve anlarız ki kurallar hayatımızın

ayrılmaz bir parçası, biz her nereye gidersek

gidelim eşlik edecekler bize. Öyle ki belli bir zaman

sonra kendimizi yaşantımızdaki sınırlar ve

kurallarla tanımlamaya başlarız. Çünkü sınırlar ve

kurallar arka planlarında içinde yaşadığımız

ortamın, kültürün ve inancın etkilerini de

barındırırlar. Bu da bizim kimliğimizin

şekillenmesine katkı sunar. Kurallar aynı zamanda

içinde yaşadığımız toplumla uyum içinde

sosyalleşmemizi de sağlarlar. Peki,

çocuklarımızda bu sınır ve kuralların sağlıklı

oturması adına neler yapabiliriz? Çocuklara sınır

koymak denilince genelde akla ilk önce sert,

otoriter anne baba tutumları geliyor. Ya da karşı

tarafı cezalandırmak olarak

düşünülebiliyor. Oysa sınırlar, insanın

hayatta güvenle yaşaması için gerekli bir

durum. Bizler nasıl ki fiziksel olarak

evimizi duvarlarla ya da bahçemizi

çitlerle çevreleyerek kendi mülkiyetimize

ait sınırların belirli olmasını istiyoruz

aynen bunun gibi, sosyal ilişkilerde ve

davranışlarda belirlenen sınırlar da

bize kendi sorumlu olduğumuz

alanların hatlarını belirleme

adına önemli

duruyor.

ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN

33

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN

34

Çocuğun gelişiminde çok önemli bir yerde duran

disiplin kazandırmada, sınırlar ve bu

sınırlara uymak için konulan kurallar ise hayati

önem taşıyor. Sevgi ve güven ilişkisini temele alan,

benlik saygısını örselemeyen ve başkalarıyla ilişki ve

iletişimini güçlendiren bir disiplin, çocukta olumlu davranışları

pekiştirerek onun sağlıklı bir kişilik gelişimine

yardımcı oluyor. Aksi bir durum olan zor ve baskı

kullanılarak oluşturulan disiplin ise çocuğun

korku, öfke ve saldırganlık gibi olumsuz duygularla

beslenmesine neden olarak onun problemlerini

şiddet yoluyla çözen, bir başkasına saygı duymayan,

kendi davranışlarını kontrol etmekte zorlanan bir

yetişkin olmasına kapı aralıyor. Çünkü çocuklar

aile içinde öğrendikleri girdilerle yetişkinlik hayatı

yaşıyorlar ve toplumsallaşıyorlar. Öncelikli olarak kurallar

belirlenirken çocuğu da işin içine dâhil ederek ona kendi

davranışları üzerinde söz sahibi olduğunu hissettirmeliyiz. Bu durum

aynı zamanda çocuklarda öz denetim mekanizmasının da

gelişmesini sağlayacaktır. Belirlenen kurallar, çocuğun yaş ve

gelişim seviyesine uygun olmalıdır. Çocuğun yaşının üzerinde

bir beklentiyle oluşturulan çok fazla kural, en baştan

delinerek işlerliğini kaybedecektir. Nasıl ki çok fazla

kullanılan kelimeler etki gücünü

kaybediyorsa, her şeye “hayır”

demenin ya da kural

koymanın da geçerliliği

olmayacaktır.

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN

35

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN

36

Ebeveynler, çocuk sorumluluk

alma- ya başladığı yaşlardan itibaren

olumlu davranışlar kazanması adına

kurallar oluşturabilmeli. Ve bu kurallıda

ebeveynlerin tutarlı ve kararlı olması

gerekir. Kuralların nedenleri ise çocuğa

mutlaka açıklanmalıdır. Açıklama yapılmadan

oluşturulan kural, çocuğun zihnine

oturmayacak ve böylelikle çocuk o kurala

uymayacak ya da kuralı içselleştiremeyecektir.

Böyle bir durumda ise genelde

dışarıdan güdümlü dediğimiz, bir başkası

tarafından kontrol edildiğinde kurala uyan,

takip edenin olmadığı yerde kuralı ihlal

eden bir konumda olacaktır.

Kurallara uymadığında yaptığı

davranışın sonuçlarının neler olabileceği,

mutlaka çocukla konuşulmalıdır. Sonrasında

kurala uyulmadığında ise ilk başta

konuşulanlara bağlı ola-rak ona zarar vermeyecek

sonuçları yaşamasına müsaade

edilmelidir. Örneğin çocuğumuz, “okul

eşyalarını ve çantasını akşamdan hazır

etme” gibi bir kurala sahip olsun. Sonrasında

bu kuralı ihlal etmesi sonucu bir

proje ödevini evde unutsun. Biz de ödevin

evde kaldığını görelim. Kurala uymamanın

sonucu düşük puan almak veya istediği

bir projeye dâhil olamamaksa bırakalım

çocuk bu sonucu yaşasın. Böyle durumlarda

o ödevi okula götürme görevini anne

baba üstlenmemelidir. Ya da çocuğumuza

kural olarak oyun oynadıktan sonra

oyuncaklarını toplama kuralını koymuşsak

ve çocuk oyuncakları toplamadığında biz

hemen gidip onları topluyorsak o, bunun

kabul edilebilir bir durum olduğunu düşünerek

o kurala uyma konusunda hiç çaba

sarf etmeyecektir.

Çocuğa sınır konuluren ebeveynin

kendisine sorması gereken sorulardan

bir tanesi “Bu sınır çocuğumun hangi

ihtiyacını karşılıyor?” olmalıdır. Hiçbir

amaca hizmet etmeyen, çocuğun gelişimini

desteklemeyen kurallar koymak ve

bu konuda ısrarcı olmak, çocuğun içinde

bulunduğu koşulları sorgulamadan

yaşamasına neden olabilmektedir. Konulan

sınır, çocuğumuzun gelişimini desteklemeye

yönelik olmalıdır. Yine ebeveynlerin

koyduğu kural ve sınırlar çocuğun

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

becerilerini kullanmasını

engelleyen ya da onun yapması

gereken sorumlulukları kendi

üzerine alan bir anne baba tutumu

içermemelidir.

Çocuklarımıza sınır koymak için

onlarla kurduğumuz iletişimde sevgi dilini

sınırsızca kullanmalıyız. Her koşulda

sevildiğini ve kendisine değer verildiğini

bilen ve hisseden bir çocuk, geretiğinde

ailesinden davranışlarına yönelik yapılan

müdahaleyi kabul edici bir dille karşılar.

Bilir ki ailesiyle birlikte aldıkları karar ve

kurallar kendi- sinin faydasına olacaktır.

Negatif dille oluşturulmuş kurallar, çocuğumuzun

onlara uymasını engeller. Emir

kipinden ziyade net, açıklayıcı ve olumlu

dil kullanmak, kararlı ve sakin bir ses tonu

ile konuşmak etkili olacaktır. Yine olumlu

davranışlarını takdir etmek ve ailece uyulacak

kurallarda ona rol model olmak

önemlidir. Kendisi kişisel hijyenine dikkat

etmeyen bir ebeveyn, çocuğuna bunu bir

kural olarak belirlese çocuk ilk önce kendisini

yetiştirene bakacaktır. Bir de bazı

kuralların nasıl yapılacağı anne baba

tarafından gösterilerek açıklanmalıdır.

Odasını düzenli tutma ile ilgili bir kural

koyduğumuzda “Düzenli ne demek, bundan

ne anlamalıyız?” çocuğa gösterilmeli;

çocuğun kurala uyma çabası mutlaka

görülmeli ve takdir edilmeli.

Ebeveyn tutumları, sınırların şekillenmesinde

çok önemlidir. Bazen anne

babalar öz güvenli çocuk yetiştirme adına

sınırsız özgürlük tanıyan bir yaklaşım

içine girebiliyorlar. Burada evdeki bütün

ipleri eline alan pat-ron çocuklar oluşabiliyor.

Anne babalar isteklerini daha çok ona

yalvarır bir tarzda dile getirebiliyorlar. Öz

güvenli çocuk yetiştirmek yerine, içindeki

dürtülerini kontrol edemeyen, şımarık çocuklar

peyda olmaya başlıyor. Bu çocuklar

neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kestiremedikleri

için bir uçurtma gibi savrulup

durabiliyorlar. Ne yapacağını bilmeyen

çocuk, ikilem yaşayacaktır. Nasıl ki yoğun

trafikte ilerlerken trafik lambalarının bozuk

olması bizi tedirgin ederse hiçbir kuralın

olmadığı ortamda yetişen çocuklar için de

bu durum bir karmaşa ve bilinmezliktir.


ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN

37

Çocuğa

sınır konulurken

ebeveynin

kendisine sorması

gereken sorulardan

bir tanesi “Bu sınır

çocuğumun hangi

ihtiyacını karşılıyor?”

olmalıdır.

Belirsizlikler ise endişe getirir. Bunun tam

tersi sürekli otoriter bir tutumla çocuğa hiçbir

özgürlük alanı tanınmayan, her şeye “Oturma,

durma, yapma, koşma!” şeklinde talimatlar

yağdırılan evlerde yetişen çocuklar ise içine

kapanık, kendi başına karar alamayan ya da tam

tersi anne babasının söylediklerine karşı çıkan

bir duruma gelebiliyorlar. Bir de çocuklara yapmamasını

değil, yapmasını istediğimiz davranışa

yönelik komutlar vermek daha uygun olacaktır.

Olumsuzluk ekiyle ifade ettiğimiz (bağırma,

konuşma vb.) komutlar, çocuklar tarafından tam

anlaşılamayacaktır.

Günlük yaşantımızdaki ilişki ve iletişimimizde

kaliteyi yakalamak için elzem olan sınırlar,

nerede “hayır”, nerede “evet” diyebileceğimizi,

nerede durmamız gerektiğini bilmemiz adına

önemli görünüyor. Doğru ve yanlışlarımızın neler

olduğu ile ilgili çizilen hudutlarda ise inanan insanın

kılavuzu her zaman bellidir. İnsanın ken-dini

ve belki de haddini bilmesi buradan başlayabilir.

Haddini bilerek,

Rabbinin kendine çizdiği sınırlarla barışan,

öz güvenli çocuklar yetiştirebilmek duasıyla...

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


ÇERDEN ÇÖPTEN

MESELELER

HAYATIN İÇİNDEN

38

✦ Zeynep DEMİR

Sene 1940… Büyükbabam dünya

evine girdikten sadece altı ay sonra askere

çağırılmış. O kıtlık yıllarında ardında gebe

bir eş, kerpiçten iki göz ev ve keçeden

yapılmış bir takım elbise bırakmış. İnsanın

terekesi takım elbise olur mu, demeyin. O

vakitler erkek adama bir sünnetinde bir

de damat olurken takım diktirilebilirmiş,

o da ailenin buna gücü yeterse tabii. Pek

çoğu ya baba- sının ya büyük ağabeyinin

eski takımına mirasçı olurmuş. Büyükbabam,

eşi zor durumda kalırsa satıp

ihtiyaçlarını tedarik etmesi için bir ata lira

sıkıştırmış avucuna. Ardından eklemiş,

“Eğer,” demiş, gidip de dönemezsem

sandıktaki takımı evladım doğana kadar

saklayasın, oğul olursa büyüdüğünde

giysin, beni yâd etsin, kız olursa o takım

küçük kardeşim Hasan’ın hakkıdır.”

Dedem askerden sağ salim dönmüş,

evde eşi ve kızı karşılamış onu. Sekiz

yıl daha giymiş keçe takımı, ardından

kardeşine bırakmış. Keçe takımın hikâyesi

burada da bitmiyor. Karlı bir kış mevsimi

damın su alma- sıyla sandıktaki takımlar,

kat kat döşekler küfleniyor. Bizim hikâyemizin

kahramanı keçe takım da nasibini

alıyor küften. Yine de kıymetini kaybetmiyor.

Yıkanıp paklanıyor. Öyle küflendi diye

kat kat elbiseleri ziyan edecek zamanlar

değil zira. Fakat birkaç yıl sonra göğsünü

kurt vurunca delik deşik oluyor.

İşte o zaman tarlanın yolu gözüküyor

aile mirasına. Tarlada ne işi var demeyin.

Korkuluk da yeni elbise bekler. Yıllarca

korkuluğu sarıyor keçe takımdan geriye

kalan çullar. Güneşin, yağmurun, karın

altında bana mısın demiyor. Lime lime

oluyor, toprağa karışıyor en sonunda.

İşte bu yüzden öyle şehirlerdeki

gibi çöp konteynırlarına rastlamıyordunuz

eskiden köylerde. Bir takım elbise, birkaç

âdemin gönlünü şenlendirmeden, ardından

farklı işlerde görevini hakkıyla ifa

etmeden karışmıyordu toprağa. Bir çalı

süpürgesi önce evi temizlerdi. Biraz hırpalanınca

kapı önüne çıkardı. Sapları çatır

çatır dökülüp güdük kalınca da kümese

baş tacı edilirdi. En sonunda o da samanların

arasına karışır giderdi. Çöp olmazdı

hiçbir şey. Değişirdi, dönüşürdü, nihayetinde

aslına kavuşurdu. Her şey topraktan

gelmemiş miydi hem, elbette sonunda

yine toprağa gidecekti. Çerden çöpten

mesele çıkmazdı. Hem soba dediğin ne

için vardı? Ateş her şeyi küle döndürür, kül

kapıya dökülür, toprağa karışır. Çöp sorunu

sorun olmaktan çıkardı.

Geri dönüşüm bilmezdi hane

sakinleri. Zaten eşyalar dönüşe dönüşe

kendi yolunu çizerdi. Plastiğin namı alıp

yürümemişti henüz. İnsanların yiyeceklerini

sakladıkları da en az o besinler kadar

doğaldı. Bakır kazanlar, toprak testiler,

hâliniz vaktiniz yerindeyse de öyle günlük

kullanmaya kıyamadığınız, büfenizde

arzıendam eden porselenler…

Kimsenin ağzı kilitli çöp poşetlerinden

haberi yoktu geçmiş yıllarda. İçilen

çayların ardın- dan demlikler ağaç diplerine

boca edilirdi. Kompost nedir bilmezdi

eskiler ama yumurta kabukları, meyve

artıkları doğal yoldan toprağı beslerdi.

Mevsim yazsa kavun karpuz kabuklarıyla

ahırdaki büyük başlar bayram eder;

kışın portakalın, limonun kabuğu soba

üstünde çıtırdar, is kokusunu

bastırır, etrafa turunç kokuları saçardı.

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Zaman

değişti. Kentlerin,

köylere caka sattığı

yıllar geride kaldı.

Artık tüketim nerede

olursanız olun

gelip kapınızı çalıyor.

İsraf kültürü

sadece nüfusun

yoğun olduğu büyük

şehirlerde etkin

değil, bütün

gücüyle kırsalı da

ele geçirmeye yelteniyor.

Reklamlar,

pazarlama stratejileri,

arz talep denklemleri

mekân faktörünü

aradan

çekip çıkardı. Nerede

yaşadığınızın

bir önemi yok.

Artık önemli olan

sizin ne istediğiniz.

Yahut size ihtiyaç

olarak sunulan

ürünlerden hangisini

seçtiğiniz. Ardından

gelsin yeni devrin

mottoları. Eskidi mi at

gitsin; kırıldı mı, durma yenile;

modası mı geçti, gönder çöpe…

Şimdilerde sadece şehirlerde

değil memleketin en ücra

köşelerinde, dağ köylerinde, yaylalarda

dahi görüyoruz çöp konteynırlarını. Koca

demir bir kütle homurdana homurdana

memleketi bir baştan bir başa dolaşıyor.

Obur karnını plastikle, çer çöple dolduruyor.

Eskiden olsa görev yerini hiç yüksünmeden

değiştirecek onca eşya, ufacık

bir kırık dökükte kendini çöpte buluyor.

Yedikleri koca ağzından taşan o koca

konteynırlar sabırsızlıkla çöp arabalarını

bekliyorlar. Midelerine doldukları onca

şeyi bulamaç hâlinde o arabalara kusup

hiç olmazsa birkaç günlüğüne rahatlıyorlar.

Çer çöp meselesi böyle bitmiyor tabii.

O kamyonlar tıslaya tıslaya yolları aşıp

koca koca çöp dağlarına ulaşıyor. Kendi

atıklarımızla âdeta Erciyes’e, Toroslara na

zire yapıyor, çerden çöpten yapma dağları

dikiyoruz yeryüzüne.

Hani şehirde uzun zamandır kaptırmıştık

kendimizi bu kısır döngüye de…

Biraz da mahcuptuk hem doğaya hem

insanlığa. Hatamızla yüzleşecek bu

tüketime bir dur diyecektik. Tam biz geri

dönüşümdü, komposttu, sıfır atıktı

derken, aklımızı başımıza devşirecekken

taşranın da doğallığını yitirdiğini gördük.

Artık çerden çöpten meselelerimiz var.

Köy demeden şehir demeden gezen,

sokak başlarını mesken tutan

konteynırlarımız var.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

HAYATIN İÇİNDEN

39


MÜSLÜMANLAR İÇİN

KUDÜS’ÜN ÖNEMİ

İSLAMİ YAPITLAR

40

Kudüs şehri, dünyanın en eski yerleşim

merkezlerinden biridir. Üç semavi

dinin kutsal yerlerini barındıran Kudüs,

tarih boyunca defalarca savaşa sahne

olmuştur. Hatta bu savaşların bazılarında

şehrin büyük bir kısmı yıkılmış ve daha

sonra tekrardan inşa edilmiştir.

Kudüs, şu anda Filistin ve İsrail

arasında bölünmüş bir şehir konumundadır.

Filistin devleti Kudüs’ü kendi başkenti

olarak ilan ederken, İsrail’de kendi

başkenti olarak ilan etmeye devam ediyor.

Fakat uluslar arası toplumlar Kudüs’ü

herhangi bir ülkenin başkenti olara

tanımıyorlar.

Kudüs Neden Bizim İçin Önemli?

Müslümanlar için üç kutsal şehir

vardır. Bunlar Mekke, Medine ve Kudüs’dür.

Hz. Peygamber; “Ziyaretler ancak üç mekâna

yapılır. Mekke’deki Mescidu’l-Haram’a,

Medine’deki benim bu mescidime ve

Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (sav)’ın

cariyesi Meymune (ra):

“Ey Resulullah! Bize

Mescidi Aksa hakkındaki

hükmün ne

olduğunu bildir”

dedi.

Resulullah (sav) da şöyle buyurdu: “Oraya

(Mescidi Aksa’ya) gidin ve içinde namaz

kılın.” -Hadisin ravisi dedi ki: “O zaman

burası Daru’l-Harb’di (yani Müslüman olmayanların

hakimiyeti altındaydı).”- (Resulullah

(sav) sözlerine daha sonra şöyle devam

etti): “Eğer oraya gidemez ve içinde namaz

kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere

oraya zeytinyağı gönderin.”

(Ebu Davud, Kitabu’s-Salat, 14)

İslam alimlerine göre burada belirtilenzeytinyağı

bir semboldür. Peygamber

Efendimiz (sav) tarafından Kudüs’e ve

Mescid-i Aksa’ya önem verilmesi tavsiye

edilmiştir. Nitekim bu tavsiye doğrultusunda

Hz. Ömer, Hicretin 14. yılında miladi

takvime göre 636 yılında Islâm ordularını

Suriye, Irak, Filistin ve Misir cephesinde

Yezid b. Ebu Süfyan, Ubeyde b. Cerrah ve

Allah’ın kılıcı Halid b. Velid (ra) komutasında

göndermiştir. Bu ordular Allah’ın izniyle

zaferden zafere koşmuşlar ve nihayet

Kudüs’de bu seferler sonucunda

Hz. Ömer’in de Kudüs topraklarına

ayak basması ve gayrimüslimlere

eman vermesiyle üçüncü haremimiz

olan Mescid-i Aksa bölgesi de

artık Müslümanlar’ın eline

geçmiştir.

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Mescid-i Aksa İlk Kıblemiz

Peygamber Efendimiz

(sav)’e Kuran-i Kerim tebliğ

edilmeye başladığında, en

önemli ibadetlerimizden biri

olan namaz Mescid-i Aksa’ya

dönülerek kılınmıştır. İlk

kıblemizin Mescid-i Aksa’nın

Kudüs şehrinde bulunması,

bu şehrin tüm Müslümanlar

olarak kutsallığını açıkça

ifade eder.

İsra ve Miraç Hadisesi

Peygamber Efendimiz

(sav)’in Medine’ye hicretinden

bir buçuk sene önce

Recep ayının 27. Gecesi en

büyük mucizelerden biri

olan İsra ve Miraç hadisesi

gerçekleşmiştir.

“Âyetlerimizden bir

kısmını ona göstermek için

kulunu bir gece Mescid-i

Haramdan alıp, çevresini

mübârek kıldığımız Mescid-i

Aksâ’ya seyahat ettiren

Allah, her türlü noksandan

münezzehtir. Şüphesiz ki O

her şeyi hakkıyla işiten, her

şeyi hakkıyla görendir.”

Recep ayının 27. gecesi

Cebrail (as), Peygamber

Efendimiz (sav)’i Mekke’den

alıp, Burak adlı bir binek ile

Mescid-i Aksa’ya götürdü.

Oradan da Cenab-ı Hakkın

kudretine delalet edilen

ayet ve bazı alametler birer

birer gösterildi ve semaya

çıkarıldı. Semaya çıkarılırken

birçok peygamber ile

görüştürüldü. Daha sonra

Peygamber Efendimiz (sav),

rabbinin kelamını işitme şerefine

erişti ve aynı gece

içerisinde tekrardan

Mekke’deki hanelerine geri

götürüldü.

Peygamberler Şehri

Kudüs, onlarca peygambere

ev sahipliği yapmış

bir şehir olmasıyla da İslamiyette

her zaman ayrı bir

yere sahiptir. Hz. Adem

(as)’dan başlayarak sonraki

bütün peygamberlerin ortak

dini tevhittir. Nitekim

Cenab-ı Hak bütün peygamberlere

aynı gerçeği tebliğ

ettiğini buyurmuşlardır.

“Sana söylenen senden

önceki peygamberlere

söylenmiş olandan başka

bir şey değildir.” (Fussilet,

41/43)

Kudüs’deki İslami Eserler

Hz. Ömer’in görevlendirdiği

İslam ordularının

Kudüs’ü fethinden sonra

şehir birçok eserle zenginleştirilmiştir.

Emeviler,

Abbasiler, Eyyübiler, Memlüklüler

ve Osmanlılar’ın

hakimiyetinde olan Kudüs

yüzlerce İslami eserlerle

donatılmıştır. Özellikle şu

an halen var olan birçok

Osmanlı eseri ihtişamıyla

Kudüs’ün İslam şehri olduğunu

göstermektedir.

Ayrıca bugüne kadar

ayakta kalan eserlerin

birçoğunun restore edilmesi

gerekmektedir. Fakat işgalci

siyonistler tarafından

bu onarımlar engellenerek

tamamen yıkılmaya terk

edilmektedir.

Kudüs Bizimdir,

Bizim Kalacaktır.

Kudüs gibi Müslümanlar’ın

en kutsal üçüncü şehri

olan bir yerin işgal altında

olması tüm İslam aleminin

büyük bir ayıbıdır. Tarihte

zaman zaman Haçlı ve Yahudi

işgal girişimleri olmuşsa

da, bu girişimler kısa süreli

olmuş ve Müslümanlar bu

kutsal şehri tekrar tekrar

fethedip kurtarmışlardır.

638 yılından 1099

yılına kadar Müslümanlar’ın

elinde olan Kudüs,

1099 yılında Haçlı orduları

tarafından işgal edilmiş

ve 88 yıl sonra Selahattin

Eyyübi tarafından Kudüs

tekrar Müslümümanlar’ın

hakimiyetine geçmiş ve 1917

yılına kadar da Müslümanlar’ın

hakimiyetinde

kalmıştır.

Ecdadımız da 1517

yılında fethettiği Kudüs’e

tam 400 yıl boyunca

Müslüman, Hristiyan ve

Yahudilerin iç içe yaşadığı

Kudüs’ü adaletle yönetmiş,

bu kutsal şehre büyük eserler

bağışlamışlardır.

En büyük arzumuz

ecdadımızın ve Kudüs’e hizmet

eden diğer tüm İslam

devletlerinin olduğu gibi

bugünün İslam devletlerinin

de direniş hareketlerine

güç kazandırması maddi ve

manevi desteklerini esirgememesi

gerekmektedir.

Kudüs’ün hakimiyetinin

şanına yakışır bir şekilde

Allah’ın razı olduğu kulların

eline geçmesi gerekmektedir.

İnancımız odur ki;

“birgün mutlaka işgal

altındaki Kudüs

toprakları kurtarılacaktır.

Bu kutsal belde eskiden

olduğu gibi şanına ve

şöhretine tekrardan

kavuşacaktır.”

İSLAMİ YAPITLAR

41

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


KALBE DOKUNAN HİKAYELER

42

ÇOCUK OLAMAMAK

✦ Berna ATAGÜN

B

en Yusuf. On yaşındayım.

Zeynep’in abisi

ve onun deyişiyle bir

muhafızıyım. Zeynep beş

yaşında. Yaşadığımız topraklarda

savaş başlayalı beş

yıldan fazla oldu. Anlayacağınız

savaş bizim

Zeynep’ten daha büyük.

Zeynep’in ise buna aldırış

ettiği yok, o zaten savaşın

içinde doğduğundan dünyayı

bir savaş meydanı sanıyor.

Yeter artık demiyor; oflayıp

puflamıyor, oyunlarına da

ara vermiyor. Evden çıkamadığımız

günlerde bile sesi

çıkmıyor. Tüm bunlara

alışmış görünüyor. Yine de

bazı geceler o saf çocuk

güzelliğiyle: “Başka bir dünyaya

gitsek olmaz mı?”

diyor. Şimdilik olmaz, deyip

ona hikâyeler anlatıyorum.

Savaş bitince yaşayacağımız

evi anlatıyorum mesela.

Kapısı böyle, bahçesi şöyle...

Hemen inanıyor. Zeynep

gerçek bir ev nasıl olur

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

bilmiyor. Bana: “Yani bahçesi

olan daha büyük bir çadır

mı?” diyor. Yok, diyorum bu

başka. Sonra gözlerini kocaman

açıp: “Ya... Ne güzel!”

deyip bu evin neye benzediğini

soruyor. Bildiğim tüm

masallarla süslüyorum evi.

Tam ikna olacakken durup:

“Bombalar orayı da bulmaz

de mi?” diyor. Bulmaz, diyorum,

buna en çok da kendim

inanmak isteyerek, merak

etme. Bunu duyunca ellerini

çırpıp boynuma sarılıyor.

Zeynep’i mutlu etmek çok

kolay. Zeynep ev ne bilmiyor

da havan topunu, tankı, gaz

bombasını, füzeyi biliyor.

Tozu, dumanı, kanı biliyor.

Beş yaşındaki diğer çocuklar

neler biliyor acaba? Silah

sesleri onları korkutuyor

mudur? Zeynep görünüşe

göre artık bunlardan korkmuyor.

Hatta bazı günler

benim duraksadığımı görünce;

“Yok…” diyor, rengi

kaçmış yüzüme bakarak;

“Yok abi uzaktan geliyor,

korkma.” Tamam, diyorum

ama korkuyorum, bizim için

değil babam için.

Babam doktor. Bu

bölgede bir sürü mülteci

kampı var. Babam sayıları

her geçen gün artan yaralıların

arasında koşturmaktan

çoğu zaman eve gelemiyor.

Doktor sayısı çok

azmış, öyle diyor ve tabii

malzeme de. Babam, anneme:

“Şu konvoy bir gelse!”

diye hayıflanıyor. Ne diye

gelmiyor şu konvoy? Nerede

ki gelemiyor? Kızıyorum

onu bize zamanında göndermeyenlere.

Babam hiç kızmıyor,

üzülüyor sadece. Ah

babam. Ona beni de yanında

götürmesini söylüyorum,

yardım etmek istiyorum.

Ama o her seferinde, “Şimdi

olmaz.” diyor. Desin, ben

yine de sormaya devam ediyorum.

Babam sabahları erkenden

kalkıp annemin eline

tutuşturduğu bayat ekmeği


ısırarak hastanenin yolunu

tutuyor. Biz Zeynep’le her

gün dua ediyoruz hastaneler

bombalanmasın diye.

Annem öğretmen.

Bana okumayı ve yazmayı o

öğretti. Eskiden çok öğrencisi

varmış annemin, şimdiyse

derme çatma bir sınıfta

hayatta kalabilmiş çocuklara

ders anlatıyor. Gerçi iki gün

önce yağan yağmur sınıfın

çatısını çökertmiş ama annem:

“Şu yerdeki çamur bir

kurusun yeniden yaparız.”

diyor. Annem zaten hep

böyle der. Olsun Yusuf, der;

bakarız bir çaresine.Bakıyor

da. Annem bu zamana kadar

o kadar çok şeyin yıkılışını

görmüş ki hayat onu öyle kolay

üzemiyor. Her şeye rağmen

gülmeyi, biz annemden

öğrendik; yıkılan bir evde

yaralanmış mıyız diye birbirimizi

kontrol ettikten

sonra şükretmeyi de. Bize

şehrimizi terk ettiren

savaş, mülteci kampında da

peşimizi bırakmıyor ki. Bir bir çiçek gördüm, rengi ve

patlama oluyor, kendimize kokusu çok etkileyiciydi.

gelir gelmez çıkarabildiğimiz Ona doğru yaklaştım, mene

varsa yanımıza alıp en rakla elimi uzattım. Ona

yakın mülteci kampına doğru

dokunmamla çiçek soluverdi

yola çıkıyoruz. Şanslıyız ve ben daha ne olduğunu

çünkü babam doktor olduğu

anlayamadan gözlerimin

için gittiğimiz yerlerde önünde çürüdü. Ne yapaca-

çadır bulmamız kolay oluyor.

ğımı bilemedim, korkuyla eli-

Annem, artık ne kadar mi çektim. Elimde kan vardı,

olursa, başlıyor yeni bir ev çığlık attım; çığlığıma uyankurmaya.

Bu durum onu iyice dım. Zeynep kolumdan tutmuş:

bunaltmış ama babama da

“Hadi muhafız uyan.”

bir şey söylemek istemiyor. deyip yastığımı çekiştiriyordu.

“Keşke bu kadar taşınmak

Doğruldum, onu kolların-

zorunda kalmasak.” dedi bir dan yukarı kaldırarak zıplattım.

akşam ama sonra bunu söylediğine

Bir kahkaha koyverdi.

de pişman oldu. Unuttum rüyamı. O gülünce

Hatta bundan utanmış olacak

ben böyle unuturdum her

ki yüzü kızararak: “Aç şeyi. Ben galiba Zeynep’i

mısın?” dedi babama konuyu mutlu etmek için yaşıyorum.

değiştirmeye çalışarak. Onun gülümseyebilmesi için

Babam gülümsedi. “Yok.” kilometrelerce yürüyebilir,

dedi. Öyle miydi acaba? günlerce aç kalabilir ve

Kafam yastıkta, gözlerimi soğuk geceleri battaniyesiz

biraz daha açık tutup onları geçirebilirim. Abiyim ben,

dinlemeye çalışırken sonunda

yaparım. Ben kendimi çok

tatlı bir uykuya yenik güçlü hissediyorum. Babam

düştüm. Rüyamda kocaman evde yokken anneme hep

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

KALBE DOKUNAN HİKAYELER

43


KALBE DOKUNAN HİKAYELER

44

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


yardım ediyorum; odunları,

su bidonlarını, çuvalları hepsini

ben taşıyorum. Bazen

yoruluyorum ama kimseye

söylemiyorum. Abim de

hiç söylemezdi. Abimi çok

özlüyorum. Üç yıl önce

vuruldu abim. Zeynep çok

hatırlamıyor ama ben hatırlıyorum

onu. Abim benden

daha güçlüydü ama öldü

işte. Ben ondan daha güçlü

olmalıyım ki Zeynep abisiz

kalmasın. Zeynep daha çok

küçük, çok savunmasız.

Birkaç haftadır her

şey normal gidiyor, ortalık

epey düzeldi. Uzun zamandır

ilk kez bizim çadırın az

aşağısında ufak bir pazar

kuruldu. Babam aylar sonra

bize yeni kıyafetler aldı.

Zeynep’e çiçekli, çok güzel

kırmızı bir elbise bana da

tertemiz beyaz bir gömlek

ve mavi pantolon. Keyfimize

diyecek yoktu. Koşarak eve

gidip anneme üstümüzdekileri

gösterdik. Annem: “Ne

iyi olmuş, bayramı erkenden

getirdiniz; hadi alın dökmeden

yiyin.” diyerek elimize

içinde zeytin olan bir ekmeği

uzattı. Kapının önünde

bir köşede iştahla yemeye

başlamışken yere çömelmiş

iki çocuk gördük. Elleriyle

yerdeki kırıntıları toplayıp

ağızlarına götürüyorlardı.

Onlarla göz göze gelince

çiğnemekten utandım, kıpırdayamadım.

Ağzımdaki son

lokma büyüdükçe büyüdü,

yutamadım. Hiç düşünmeden

kalkıp elimdeki ekmeği olduğu

gibi çocuklara verdim.

Belli ki bir kaç gündür hiç

bir şey yiyememişler, elleri

titriyordu açlıktan. Önce

ekmekten bir parça koparıp

ayırdılar sonra hızlıca yemeye

başladılar. Ekmeği

ayırmalarının sebebini sordum.

Anneleri içinmiş.

Gülümsedim, hiç bu kadar

tok hissetmemiştim.

Aradan birkaç gün

daha geçmişti. Annem

sonunda dışarıda oynamamıza

izin vermişti. Diğer

çocuklarla neşeyle koşturmaya

başlamıştık. Tabii bir

gözüm Zeynep’teydi. Derken

bir anda çok yakınlardan bir

patlama sesi duyduk. Herkes

panikle kaçmaya, bağırıp

çağırmaya başladı. Kalabalık

içinde Zeynep’i göremeyince

ben de avazım çıktığı kadar

bağırdım. Sesler birbirine

karıştı, başım döndü. Patlama

seslerinin ardı arkası

kesilmiyordu, yetmezmiş

gibi etrafı kaplayan duman

yüzünden önümü görememeye

başlamıştım. Çaresizce

bir sağa bir sola

gidiyordum, nefes nefese

kalmıştım. Ayakta durmaya

hâlim kalmayınca diz çöktüm,

bir duman beni içine

aldı. Taş ve toprak parçaları

vücuduma isabet ediyordu,

keskin bir acı sonunda beni

yere devirdi. Toz bulutunun

dağılmasını bekledim. Son

bir gayretle sesim kısılana

kadar bağırdım: “Zeynep!”

İnce bir ses geldi yolun

karşısından: “Abi gel!” Bacağımdaki

sızıya rağmen sevinçle

kalktım, Zeynep’e

koştum; kırmızı elbisesi

kanlar içindeydi. Gördüklerim

karşısında elim ayağım

boşaldı. Onu kucaklayıp hastaneye

götürdüm. Gördüğüm

ilk doktora yalvardım Zeynep’

e bakması için. Babama

haber vermelerini istedim.

Doktor Zeynep’i

sedyeye yatırdı, başka bir

doktor da elbisesini kesmeye

başladı. Zeynep gözlerini

araladı, ağlamaya başladı.

“Doktor amca elbisem yeni

ne olur kesmeyin!” dedi.

İçim burkuldu. Zeynep, dedim

sen iyileş söz alacağım

yenisini. Ama o cevap veremedi;

çok kan kaybetmişti,

kendinden geçti. Telaşla

babamı aradım hastanede.

Ben daha bir şey söylemeden,

“Nerede?” dedi.

Gösterdim. Babam aceleyle

geldi. Zeynep’in nabzına

baktı, saçlarını okşamaya

başladı. “Baba bir şeyler

yap.” dedim. “Oğlum annene

haber ver.” dedi sesi titreyerek.

“Baba nasıl?” dedim.

Babam konuşmuyordu.

Etraftaki doktorlardan

yardım istedim. Lütfen dedim,

bir de siz bakın. “Hâlâ

sıcak, yaşıyor kardeşim!”

Doktorlar babamla göz göze

gelip çekildiler. Babam Zeynep’in

serumunu çıkartıp

yeni getirilen hastaya taktı.

“Baba ne yapıyorsun, o

Zeynep’in serumu, bırak!”

dedim, koluna yapıştım.

Babam: “Yusuf yapma!”

dedi. Kollarını gövdeme

doladı, sıkıca sarıldı.

Yüzümü göğsüne gömdüm,

hıçkırıklarımı tutamadım.

Burnumda babamım önlüğünün

kokusu, benim için

artık ölümün kokusuydu.

Sonra abim geldi aklıma.

Zeynep’i öptüm son kez ve

abimin mezarına koştum.

Ona Zeynep’in yanına geleceğini

söylemeliydim. Abim

karşılardı Zeynep’i, yalnız

da bırakmazdı. Var gücümle

bacağımı çeke çeke koştum,

elimde kan vardı.

KALBE DOKUNAN HİKAYELER

45

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


SÖYLEŞİ

Ahmet

YENİLMEZ İle

Sanat Hayatı

Üzerine

Söyleşi:

Mahir KILINÇ

46

Ahmet Yenilmez, 20 Aralık

1966 yılında Ordu’nun

Karaağaç köyünde dünyaya

geldi. İlkokulu köyünde, orta

ve lise eğitimini Ordu’da

tamamladı. 1978 yılında Ordu

Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu

Deneme Sahnesi’nde tiyatroya

başladı. 1983 yılında Karadeniz

Bölgesi tiyatro festivalinde Cevat

Fehmi Başkut’un Ölen Hangisi adlı

oyunuyla en iyi erkek oyuncu ödülünü

aldı. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi

ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünü

kazanan Yenilmez, 1985 yılında 9 Eylül

Üniversitesi tiyatro kolunu kurdu. Üniversitede

okurken birçok tiyatro oyununda oynadı.

Ahmet Yenilmez, 1987 yılında Hasret Sahnesi kadrosuna

girerek profesyonel oldu. Bu ekip bünyesinde Yusuf Yüzlüler oyununu yazıp oynadı.

1992’de Kültür Bakanlığı bünyesinde Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, 1996’da Medeniyetinizden

İstifa Ediyorum oyunlarını oynadı.

Yenilmez, 1996 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gösteri Sanatları Merkezinde

Genel Sanat Yönetmen Yardımcılığı görevini sürdürdü. 1997 yılında İstanbul Büyükşehir

Belediyesi Muammer Karaca Tiyatrosu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1998 yılında Sarıyer

Belediye Tiyatrosunun kuruluşunda yer aldı. 1999-2000 yılında, kendi yazdığı Milenyum

Eşiğinde Türkiye isimli tek kişilik oyununu sahneledi. 1998 yılında Deli Yürek adlı dizide

“Sabri”; 2002 yılında Ekmek Teknesi adlı dizide “Celal” tiplemesiyle adından sıkça söz ettirdi.

Ahmet Yenilmez, “Yenilmez Sanat Merkezi” adı altında oyunculuk ve yazarlık

atölyesinde genel sanat yönetmenliği yapmaktadır.

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Çocukluk yıllarınıza kadar uzanan,

yaşam şekli olarak nitelendirdiğiniz tiyatro

maceranız nasıl başladı ve bugünlere nasıl

geldiniz?

Bendeniz Ordu ili Karaağaç köyünde

doğdum. Dedem merhum Ahmet Yenilmez, cumhuriyetin

ilk eğitmenlerinden olup köyümüze ilk

camiyi ve okulu yaptıran kişidir. İlkokulu köyüm

Karaağaç Köyü İlkokulunda merhum dedemin

de öğrencisi Osman Kurucu öğretmenim nezaretinde

okudum. O yıllarda ben daha tiyatro seyretmemişken

öğretmenimizin yönettiği Millî Mücadele’mizi

anlatan Yarım Osman isimli tiyatro

oyununda rol aldım. Hatta oyunda kullandığım

sakalı da koyunların tellere takılan yünlerinden

kendim yapmıştım! Daha sonrasında ortaokul

ve lise tahsilimi yapmak için Ordu merkeze

taşındık ve ben, ülkemizin 1930’lu yıllarından bu

yana hiç perde kapatmamış

(Buna Devlet Tiyatroları ve Şehir

Tiyatroları da dâhil) OBBKT

(Ordu Belediyesi Karadeniz

Tiyatrosu) Deneme Sahnesine

girip tiyatro eğitimi aldım. Daha

sonra 1983 yılında Cevat

Fehmi Başkut’un Ölen Hangisi

isimli eserinde Reşit Ahmet

Forsaoğlu” rolüyle “En İyi Erkek

Oyuncu” ödülü aldıktan sonra

tiyatro artık bendeniz için bir

yaşam şekli oldu. Tek hayalim,

o günlerde nüfusu 45 bin olan

Ordu’dan büyük şehirlere gidip

tiyatro yapmak oldu. Neden

konservatuvara gitmediğim

sorusu akıllara gelebilir. O zamanlarda

sanat, konservatuar

gibi okullar belirli bir kesimin gidebileceği

okullardı. Üniversite sınavında Dokuz Eylül

Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakül-

tesini kazandığımda, “Evet, oldu!” demiştim!Tabii

Dokuz Eylül Üniversitesi, bünyesinde konservatuvar

barındırsada Ege Üniversitesinden daha

yeni ayrılmış, imkânları kıt bir okuldu. Lakin

dönemin şartları ve bendenizin dertleri kendi

imkânlarımla tiyatro yapmaya beni mecbur

kılmıştı!

Toplumun derdiyle dertlenen ve bunu

sanatına yansıtan usta bir oyuncusunuz.

“Şehitlerle tapulayıp

mabetlerle mühürlediğimiz

Anadolu coğrafyası,

medeniyetleri rahminde

taşımış bir coğrafyadır.

İlk kardeş kanı, bu

topraklara düştü. Kazma,

toprakla bu coğrafyada

buluştu!İlk para, bu

topraklarda icat oldu. Bu

coğrafyanın hikâyesinin

anlatılması sadece

bizim için değil, insanlık

açısından da çok

önemlidir.”

Rol aldığınız dizilerde, filmlerde oynadığınız

karakterlerin çoğu unutulmadı. Sizin için

unutamadığınız, unutamayacağınız oyun

hangisi ve size gelen rol tekliflerini neye

göre değerlendirip karar veriyorsunuz?

Allah’a hamdolsun ki Allah beni istemediğim

bir rolü oynamak mecburiyetinde kalmakla

imtihan etmedi! Bunda, hep bir derdi

anlatma gayretimin de çok etkisi olmuştur muhakkak.

Rızık Allah’tandır; bir şekilde karnınızı

doyuruyorsunuz lakin işim benim yaşam şeklim

olduğundan elbette oynadığım rolleri bilerek

oynamışımdır. Dizi filmlerde Ekmek Teknesi

isimli dizideki “Celal” rolü, değil bana, dünyada

pek az sanatçıya nasip olacak bir roldür. Tiyatroda

oynadığım rollerin hikâyesini hemen hemen

hepsini kendim yazmışımdır lakin ülkemizde

ilk olma özelliği olan Mehmet Akif Ersoyun

hayatından kesitleri anlatan

Safahat adlı oyunumda

Akif’i ve ölümünün 100. yılında

81 il, 100 noktada sahnelediğim

Usta oyunumdaki Abdülhamid

Han’ı canlandırmış

olmak, bendeniz için onur olmuştur.

Özellikle de 12 Eylül

Darbesi’ni ve başta Mamak

Askerî Cezaevi olmak üzere bir

çok cezaevinde çekilen çileleri

anlatan, Kırılan Güller isimli

oyunun gönül dünyamda çok

ama çok özel bir yeri vardır.

“Sanat hayata ayna tutar.”

der William Shakespeare.

Sanatınızı bu farkındalıkla

icra ettiğini

zi biliyoruz. Şu ana kadar hangi konularda

sanatınız ile topluma ayna tuttuğunuzu

düşünüyorsunuz?

Başta da dediğim gibi hemen hemen

tüm dizi, sinema ve tiyatroda benim bir derdim

vardır anlattığım. Mesela ülkemizin ilk Çanakkale

Zaferi dizisi Kınalı Kuzular (2007, TRT1 13

Bölüm), Çanakkale Savaşı’ndaki birçok bilinmeyeni

gündeme taşıdı. O tarihe kadar Çanakkale

Şehitliği’ne ziyaretçi sayısı yılda 150-200 bin

iken o yıl 2 500 000’e çıkmıştır! Safahat,

Mehmet Akif’in diliyle bugüne bakmamızı sağla-

SÖYLEŞİ

47

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


SÖYLEŞİ

48

mış, Usta tiyatro oyunum da merhum Sultan’ın

maariften tutun da kültür sanata, bayındırlık ve

sağlığa varıncaya kadar neler yaptığını göstermiştir.

Yaptığım işlere bakarsanız bir nevi

hafıza yenilenmesi ve geleceğe bir vesika olma

özelliği taşımakta.

Aziz şehitlerimizin kanlarıyla yazdığı

Çanakkale Destanı’nı Türkiye’de Kınalı Kuzular

adıyla ilk defa diziye dönüştürdünüz.

Tarihimizle ilgili bu türden projeleri nasıl

buluyorsunuz ve hangi çizgide seyretmesi

gerektiğini düşünüyorsunuz?

Öncelikle Halil İnalcık hocanın

bizzat bana söylediği şu

sözü arz etmek isterim “Romanı

yazılmayan tarihi filme, tiyatroya

aktaramazsınız!” Tarihimizle sanat

çalışmalarından önce edebî metinlerin

yani roman ve hikâyelerinin

yazıması lazım. Yapılanlar, her

şeye rağmen, en azından insanımıza

tarihi sevdiriyor, gündemde

tutuyor. Şehitlerle tapulayıp mabetlerle

mühürlediğimiz Anadolu

coğrafyası, medeniyetleri rahminde

taşımış bir coğ-rafyadır. İlk kardeş

kanı, bu topraklara düştü. Kazma,

toprakla bu coğrafyada buluştu!

İlk para, bu topraklarda icat

oldu. Bu coğrafyanın hikâyesinin

anlatılması sadece bizim için değil,

insanlık açısından da çok önemlidir.

İnsanlık, Anadolu’nun değerlerinden uzaklaştıkça

kendi fıtratından uzaklaşmakta.

Yarınlar için toprağa tohum ekmeye

devam ediyorsunuz ve bu bağlamda kendi

memleketinizde doğanın içinde, örnek

olabilecek nitelikte bir sanat merkezi

açtınız. Sanat merkeziniz ve işleyişinden

biraz bahseder misiniz?

Sanat merkezimiz, ülkemizde “Geleneksel

Türk Tiyatrosu” alanında eğitim veren hemen hemen

tek müessese. Bununla asla övünmüyorum

aksine bundan acı duyuyorum. Kırka yakın konservatuar

ve güzel sanatlar fakültemiz var hiç

olmazsa bir tanesi “Geleneksel Türk Tiyatrosu”na

ayrılabilirdi. Evet, doğduğum köye bir atölye

açtım çünkü benim memleketim yay germeden,

ok atmadan yurt tutulan ender yerlerden biridir.

Kültür eşittir tarımdır. Ben de bu topraklarda

bu çalışmayı yapmaya çalışacağım inşallah.

Ailelerin çocuklarını alacağım; onlar yataklarını

kendileri serecek, toplayacak, folluktan yumurtalarını

alacaklar; çiçekleri, böcekleri, hayvanları

tanıyacaklar; kitap okuyup, film seyredip, müzik

dinleyecekler; her günlerini de ya bir resim tablosu

ya bir müzik parçası ya da bir kompozisyon

olarak anlatacaklar. Ben de onların yeteneklerini

gözlemleyip ailelerine bir rapor sunacağım.

Böylece çocuklarımız “bakan,

gören” insanlar olacaklar.

Meddahlık,

geleneksel Türk

tiyatrosunun en

eski tarzlarından

biri. Bunun

yanında meddah

bir birikim,

yaşadığın toplumu,

zamanı çok ama

çok iyi bilmenizi

gerektirir. Dilinizi,

insanınızı çok ama

çok iyi tanımanız

lazım.

Son dönemde Mehmet

Akif’in hayatında çok önemli

kesitleri kronolojik olarak verdiğiniz

oyunla II. Abdülhamid’i

anlattığınız Usta adlı oyunlarınız

çok revaçta. Bu oyunları

sergilemeye sizi sevk eden unsurlar

nelerdir ve bu bağlamda

millî ve manevi değerler

konusunda hassasiyeti olan

bir sanatçı olarak okurlarımıza

neler söylemek istersiniz?

Çünkü dün bugünü hazırladı,

bugün de yarını hazırlayacaktır.

Biz bu zamana kadar dünü

bilmediğimiz için bugünlerde

bocalıyoruz. Gerek Sultan

II. Abdülhamid Han olsun gerekse

Mehmet Akif Ersoy, dünün temellerini atan ustalardı,

biz bu ustaları layığı veçhiyle bilmezsek

yarınları nasıl teslim edeceğiz? Siz hemen hemen

her alanda ustalarınızı nesillerinize anlatamazsanız

birileri gelir, kendi ustalarını sizin nesillerinize

anlatır ve yetişen nesillerin adı sizden lakin

karakteri başkalarından olur. Bakınız, Sultan II. Abdülhamid

Han olmasaydı Millî Mücadele’nin verilmesi

ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin

kurulması o kadar zor olacaktı ki… Çünkü Sultan

719 okul açmış ve Millî Mücadele’yi veren Türkiye

Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadroların hepsi

Sultan’ın açtığı okullardan mezun olmuşlardır.

Merhum Mehmet Akif Ersoy, cepheyi görmeden

Çanakkale Şehitleri şiirini yazıyor çünkü Teşkilat-ı

Mahsûsa’nın görevlendirmesiyle o tarihte

Necid Çöllerinde. İstiklal Marşı karşılığında

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


SÖYLEŞİ

49

verilen parayı, dul kadınların ve genç kızların

meslek edinmesi için açılan okula bağışlıyor...

Bu ülke, merhum Akif’in oğlu Emin’in açlıktan

İstanbul Karaköy’de bir çöp bidonunun dibinde

öldüğünü, bizim Safahat oyunumuzdan öğrendi.

Cenazesine bir tek devlet görevlisinin, (pardon

gelenleri fişleyecek hafiyeler hariç) katılmadığını

da oyunumuzdan öğrendi!

Mutluluğumuzu arttıran bir diğer durum

ise Mehmet Akif’in 27 Aralık 1936’da son nefesini

verdiği İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesi

Mısır Apartmanı’nda bar olarak kullanılan dai-renin

bizim oyun sonrası topladığımız imzalarla,

bugün sayın Cumhurbaşkanımız tarafından,

“Mehmet Akif Ersoy Müzesi” olarak tahsis edilmiş

olmasıdır. Hamdolsun…...

Tiyatro, dizi ve sinemanın yanı sıra

geleneksel halk tiyatromuzda yer alan

meddahlık geleneğini sürdürdüğünüzü

görüyoruz. Yeni nesillere aktarılması gereken

bir oyun olan meddahlıktan ve onun sizin

nazarınızda ki öneminden bahseder

misiniz?

Meddahlık, geleneksel Türk tiyatrosunun

en eski tarzlarından biri. Bunun yanında meddah

bir birikim, yaşadığın toplumu, zamanı çok

ama çok iyi bilmenizi gerektirir. Dilinizi, insanınızı

çok ama çok iyi tanımanız lazım.

Sahne sanatlarının dışında farklı

mecralarda yazılar kaleme aldığınızı biliyoruz.

Ahmet Yenilmez’e göre yazmak mı

zor, oynamak mı?

Derdiniz varsa bırakınız zor olmasını

yazmak sizin için elzem oluyor. Yazmak, benim

hayatımın merkezi. Yazdıklarım tüm sermayem,

mirasım, hayalim çünkü ben onları anlatıyorum.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


AHVAL-İ DÜNYA

50

MÜSLÜMANLARIN AVRUPA’YA

VURDUĞU MÜHÜR:

ENDÜLÜS

✦ Taha KILINÇ

Tarîf bin Mâlik isimli bir

Berberî komutanın öncülüğündeki

Müslüman keşif kolu,

Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na

bağlandığı boğazı geçerek

İber Yarımadası’na adım attığında,

tarihler 710 yılının yaz

aylarını gösteriyordu.Emevî

İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika

Valisi Mûsâ bin Nusayr’ın

emriyle Avrupa’ya adım atan

ilk birlikler, dönüşlerinde, kıtanın

fethe son derece müsait

olduğunu ve Hristiyanlar arasındaki

şiddetli çatışmaların

Müslümanların işlerini kolaylaştıracağını

rapor etmişti. Bir

yıl sonra, 711’de, bu defa 10 bin

kişilik bir Müslüman ordusu,

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

daha sonra “Endülüs” olarak

adlandırılacak olan bölgeye

geçiş yaparak, Hristiyanlarla

çatışmaya başladı. Vizigotlarla

yapılan ilk savaş Müslümanların

lehine neticelenince,

İslam ordusu bugünkü Fransa

sınırına kadar ilerlemeye

başladı.

Bu ilk askerî seferlere

ve fetihlere katılan Müslüman

birlikler, acaba dünya tarihinin

şahit olduğu en muh-teşem

medeniyetlerden birinin kuruluşuna

giden yolu döşediklerinin

farkında mıydı? Muhtemelen

hayır. Ancak, kendi

dönemlerinde ellerinden gelenin

en iyisini yaparak sonraki

nesillere altın değerinde bir

miras bıraktılar. Medeniyetler

de zaten, bir nesilden diğerine

sürdürülen bir bayrak yarışı

değil midir? Öncekiler görevlerini

iyi ve doğru yaparsa,

sonrakiler de duvarın taşlarını

yukarı doğru örmeye devam

ederler. Her bir nesil aynı

sorumlulukla davrandığında

ise, ortaya gerçek bir ihtişam

çıkar. Endülüs’te şahit

olduğumuz şey, tam da

bundan ibarettir aslında.

711’den 1492’ye kadar

neredeyse 800 yıl boyunca bu

günkü İspanya topraklarında


siyasi varlıklarını sürdüren

Müslümanların tarihi, İspanya

ve Avrupa tarihiyle öylesine

iç içe geçmiştir ki İslam’ı ve

Müslümanları buradan söküp

atmak mümkün değildir.

Endülüslü Müslümanların

tarihlerini ve eserlerini çıkardığınızda,

İber Yarımadası

’nda doğacak olan boşluğun

telafisi de mümkün değildir.

İspanya’nın güneyini,

beşinci yüzyılda buralarda

hâkimiyet kuran Vandallar’a

nispetle “el Endelus” (Vandalların

Ülkesi) olarak adlandıran

Müslümanlar, 1600’lerin

başında tek bir fert kalmayacak

şekilde kıtadan sürülüp

çıkarılmalarına kadar, eser

vermeyi ve bütün zorluklara

rağmen üretmeyi sürdürdüler.

Hristiyan bağnazlığına kurban

giden sayısız esere ve şehre

rağmen, bugün elde kalanlar

bile Endülüs’ün ihtişamını tahayyül

etmeye yeter. Tarihe

derinlemesine bakabilenler

için elbette.

Günümüzde, İspanya

’nın üç önemli şehri, bağrındaki

İslam mührünü bütün dünyaya

adeta haykırır: Cordoba

(Kurtuba), Sevilla (İşbiliyye)

ve Granada (Gırnata). Şehirlerimizi

kendi isimleriyle anmak

adına, Arapça asıllarını

kullanarak devam edelim:

711’de Vizigotlardan

alınan şehirlerden biri olan

Kurtuba, asıl heybetine ve

önemine, 756’da buraya gelerek

kendi devletini kuran

Endülüs Emevî emiri Birinci

Abdurrahman döneminde

kavuştu. Mimari yapısı ve

görkemiyle günümüz mimarlarının

tüylerini diken diken

eden ünlü Kurtuba Camii’nin

inşasına onun emriyle

başlandı. 1031’deki yıkılışa

kadar Endülüs Emevî devletine

en istikrarlı ve verimli

zamanlarını yaşatan Halife

Üçüncü Abdurrahman ve oğlu

İkinci Hakem’in toplamda

70 yıla yaklaşan saltanatları

mimaride, bilimde, sanatta,

siyasette ve medeniyette, zirvenin

bulunduğuna işaretti.

Kalıntıları bile insanı kendisine

hayran bırakan Kurtuba yakınlarındaki

Medînetu’z-Zehrâ

saraykentini, ürpermeden

gezmek mümkün değildir

bugün.

İlk fetihlerden itibaren,

1248’de yeniden Hristiyanların

eline geçinceye kadar

Müslümanların hâkimiyetinde

bulunan İşbiliyye’nin yıldız eseri,

günümüze sadece minaresi

ulaşan Ulu Camii’dir.

Kuzey Afrika’dan gelerek

Endülüs’ü kontrolleri altına

alan Muvahhidler, 1170’de İşbiliyye’yi

başkentleri yaptıktan

sonra, ulu caminin de inşasına

başlamışlardı. Fetihten sonraki

20 yıl içinde inşası tamamlanan

camiye, döneminde en

yüksek binalardan biri olan bir

minare de eklendi. Bu minare,

Hristiyanlar tarafından İşbiliyye

yeniden alındıktan sonra

bile yıkılmaya kıyılamadı.

Tepesine yerleştirilen rüzgâr

gülü nedeniyle “La Giralda”

adıyla şöhrete kavuşan minare,

zamanında abdesthaneleri

ve şadırvanları himaye

eden yüksek duvarlı bahçeye

bakarken, hüzünle gururu

aynı anda yaşıyor bugün.

Müslümanların Endülüs’e getir

diği portakal ağaçları da,

avluyu hâlâ süslemeye

devam ediyor.

1232’den 1492’ye kadar

tam 260 yıl boyunca,

Endülüs’teki son bağımsız

Müslüman devletin varlığını ve

bayraktarlığını sürdüren Nasrîler,

tarihe bir sarayla geçtiler:

Elhamra. Hem Endülüs

medeniyetinin boyutlarının

hem de Müslümanların dünya

mimarlık tarihine ne derin katkılarda

bulunduklarının canlı

bir ispatı niteliğindeki Elhamra

Sarayı, dikkatli ziyaretçilerine

aslında Endülüs’ün

bütün serüvenini bir çırpıda

anlatıyor. Sarayın duvarlarına

sinen hatıralar, Müslümanların

bu son devletlerinin hikâyesini

fısıldıyor herkese. Bir yanda

sanki yüzyıllar boyunca burada

kalınacakmış gibi inşa

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

AHVAL-İ DÜNYA

51


AHVAL-İ DÜNYA

in iz bırakan İbrahim bin Musa

Şâtıbî, Endülüs’ün bağrında

yetişen binlerce isimden sadece

birkaçı.

Günümüzde Avrupa

tıbbı, hukuku, fiziği, kimyası,

astronomisi ve topyekûn akademik

dünyası, Müslümanların

Endülüs’te nesiller boyunca

yaptığı üretimin üzerine

bina edildi Bu, bizzat

Hristiyan araştırmacıların da

ortaya koyduğu bir hakikattir.

Şunu söylemek, abartı olmayacaktır:

Müslüman Endülüs

olmasaydı, şimdiki Avrupa’nın

manzarası da bambaşka (ve

muhtemelen de bugünkü biçiminden

daha eksik ve az) olacaktı.

52

Avrupa’nın geneli bir

yana, günümüzde İspanya da

adeta Müslüman Endülüs’ün

temelleri üzerine kurulmuş

gibidir. Müslümanların İber

Yarımadası’na vurduğu

mühür, İspanya’da hayatın

her alanında gözlemlenmektedir.

edilen bir saray, diğer yanda

Müslümanların karış karış

kaybettikleri bereketli Endülüs

toprakları... Sadece Elhamra

Sarayı’nın hikâyesi bile

Endülüs serüvenimizin tek

başına özetidir aslında.

Bilhassa Endülüs

Emevî devletinin görkemli

başkenti Kurtuba’da kurulan

yüksek seviyeli İslam medeniyeti,

insanlık tarihine birbirinden

ünlü ve maharetli isimleri

hediye etmiştir. İspanyol

müziğinin kurucu ismi Ebû

Hasan Ali Ziryâb, insanlık

tarihinde ilk uçuş denemesini

gerçekleştiren insan Abbâs

bin Firnâs, astronomi ve

matematikte gerçek bir deha

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

olan Mesleme el Mecritî, tarih

biliminin kurucu babalarından

İbn Hayyân ve İdrisî, ‘Güvercin

Gerdanlığı’ isimli şaheseri

yle tanıdığımız edebiyatçı

ve fakih İbn Hazm, Avrupa tıbbının

kurucu isimlerinden Ebû

Mervân Abdulmelik bin Zuhr,

‘Hayy bin Yakzân’ adlı felsefi

romanıyla insanlık tarihinde

bir çığır açan Muhammed

bin Tufeyl, fakih ve filozof Muhammed

bin Rüşd, Endülüs’

ten Anadolu’ya ve Suriye’ye

yürüyüşüyle İslâm tarihinde

derin izler bırakan Muhyiddin

İbn Arabî, tefsir ilminin olmazsa

olmazlarından Muhammed

bin Ahmed el Kurtubî, kaleme

aldığı “Muvâfakât” adlı başyapıtla

İslâm fıkıh usulünde der-

Bugün İspanyolcada

dört binden fazla kelime, direkt

biçimde Arapça kökenlidir

ve günlük hayatta kullanılmaktadır.

“Tanrı dilerse” anlamına

gelen “O’jala” kelimesinin

kökeni Arapça “inşallah”tır.

Müslümanların

Endülüs’te kurdukları sulama

sistemleri ve geliştirdikleri

tarım usulleri, bugün de

İspanya tarafından kullanılmaktadır.

Avrupa’da temizlik

kültürünün bilinmediği

bir zamanda, Endülüs şehirlerini

sebillerle, kanallarla

ve hamamlarla donatan

Müslümanlar, yarımadanın

temizlik alışkanlıklarını köklü

biçimde değiştirmiştir.


Nehirlerin üzerine su

değirmenleri kurarak, suları

şehir merkezlerine taşıma ve

su gücünden faydalanarak

tahıl öğütme işi de Endülüslü

Müslümanların getirdiği bir

yenilikti. 1200 yılı itibarıyla,

yalnızca Guadalquivir (Vâdî

el Kebîr) Nehri’nin üzerinde 5

binden fazla su değirmeninin

olduğu bilinmektedir. Bunlardan

biri, günümüzde Cordoba’da

muhafaza edilmektedir.

Müslümanlar, İspanyol

yemek kültürüne de ciddi katkılarda

bulunmuştur. Nohutun

İspanyol mutfağına katılması,

Endülüslü Araplar sayesindedir.

Portakal, patlıcan,

ıspanak, limon, muz, enginar

gibi birçok meyve ve sebzeyi

İspanya topraklarına

getirenler Müslümanlardır.

Endülüs’ün fethinden önce,

İspanyollar ve diğer Avrupa

milletleri tüm bunlardan

habersizdi. Özellikle portakal

ve limon, artık İspanya’nın

simge bitkileri hâline gelmiştir.

AHVAL-İ DÜNYA

53

Madem Müslümanlar

kıtadan sürüldükten

sonra geride kalanlar bile

Endülüs’ün ihtişamını hâlâ

haykırmaya devam ediyor

dedik, o zaman kendimize şu

ödevi mutlaka verelim:

İyi ve ayrıntılı bir tarih

okuması eşliğinde, Endülüs’ü

şehir şehir dolaşmak hepimizin

hedefi olsun. Kendimiz

olmazsa çocuklarımız

(hatta torunlarımız) bunu

mutlaka yerine getirsinler. Ki

geçmişimizin çok önemli bir

parçasıyla bağlarımızı da

sıkı sıkıya korumuş olalım.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


KUR’AN VE SÜNNET ÇERÇEVESİNDE

HAK, HUKUK, ADALET!

54

HAYVAN HAKLARI

Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla birlikte

miladi altı yüz on yılında insanlık yeni bir evren,

insan ve toplum tasavvuruyla buluşmuştu. Bu

yeni anlayışta Cenab-ı Allah’ın sadece insanların

veya Müslümanların değil, taşıyla, toprağıyla, bitkisiyle,

hayvanıyla, canlı-cansız bütün varlığın

yaratıcısı ve rabbi olduğu belirtilmektedir. Bu

çerçevede Allah, âlemlerin rabbi (rabbü’l-âlemin),

Hz.Muhammed, âlemler için rahmet (rahmetenli’l-âlemîn)

ve Kur’an-ı Kerim âlemler için rehber

(hüdenli’l-âlemin) olarak ifade edilmektedir.

Böylelikle insanlığa yeni bir varlık anlayışı sunulmuş

oldu. Bu varlık anlayışındaki hiyerarşide,

duyu organlarıyla görülebilen varlıklardan, insandan

sonraki en değerli varlık, hayvandır.

(Razi, Mefâtihu’l-Gayb, IXX, s. 232.)

✦ Dr. Adil BOR

Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü

Kur’an-ı Kerim, insanlarla beraber yaşayan

hayvanlardan da bazen isimleriyle ve bazen de

vasıflarıyla bahsetmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’in

hiçbir ayetinde hayvanları aşağılayan ve

hakir gören bir dilin ve üslubun kullanıldığına

rastlamak mümkün değildir. Bilakis Kur’an-ı Kerim’de

hayvanların da insanlar gibi birer topluluk

olduğu ifade edilmektedir: “Yer-yüzünde gezen

her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her

tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey

değildir. Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.

Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.”

(Enam, 6/38.)

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Kur’an-ı Kerim, deve, koyun, keçi,

sığır, aslan, kurt, köpek, maymun, hınzır,

at, katır, eşek, fil, sivrisinek, karasinek, pire,

bit, kelebek, çekirge, arı, örümcek, karınca,

karga, hüthüt, bıldırcın, balık, yılan ve kurbağa

olmak üzere yirmi sekiz hayvandan

adıyla bahsetmektedir. (Atıf el-Hindi, Hayvanun

Zukiret fi’l-Kur’an el-Cüzü’l-Evvel.)

Hatta Kur’an-ı Kerim’de bazı sureler, Bakara

(inek), Enam (deve, koyun, keçi gibi

hayvanlar), Nahl (balarısı), Ankebut (örümcek),

Neml (karınca) ve fil gibi hayvanların

adlarıyla isimlendirilmiştir. Hatta Kur’an-ı

Kerim’de teşbihler yapılmakta, ahlaki değerlerini

yitiren insanların hayvanlardan daha

aşağı düzeyde oldukları ifade edilmektedir.

(Araf, 7/179.)

HAK, HUKUK, ADALET!

İslam’a göre hayvanların hayatlarını

sonlandırmayı gerektiren bir durum olmadığı

sürece hayvanların da insanlar gibi

kendilerine takdir edilen yaşama sürelerini

tamamlama hakları vardır. Bir hadiste bu

duruma şöyle işaret edilmektedir: “Kim bir

kuşu amaçsız/haksız yere öldürürse o kuş,

arşın etrafını sarsarcasına sesini yükseltip

kıyamet gününde mahşere gelir ve şöyle

der: ‘Ey Rabbim! Beni öldürene sor, niçin

boş yere beni öldürdü?’” (Nesâî, Bâbü’n Nehyi‘ani-l

Mücesseme, 4458.) Hayvanların

yaşam hakkının önemine dikkat çeken hadislerden

biri de şu şekildedir: “Miraca çıktığımda

bana cehennem gösterildi. Baktım

ki içinde bir kadın azap görüyor. Sebebini

sordum. Bana: ‘O kadın bir kediyi hapsetmiştir;

ona ne bir şeyler yedirmiş ne de su

içirmiştir. Ölünceye kadar kediye haşarat

türünden bir şeyleri yemesine de müsaade

etmemiştir. Bu nedenle bu kadın cehennemde

azap görmektedir.’” (Nevevî, Muhyiddin

Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref, Şerhu Sahîhi

Müslim, XIV, s.491.) Diğer taraftan bazı hadislerde,

susayan bir köpeğe ayakkabısıyla

kuyudan su çekip içiren bir kişinin cennete

gittiği belirtilmektedir. (Nevevî, ŞerhuSahîhi

Müslim, XIV, s.241.)

55

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


HAK, HUKUK, ADALET!

56

Yeryüzünde insanların olduğu gibi hayvanların

da yaşamaları ve çoğalmaları için

gerekli ortam hazırlanmıştır fakat insanlar,

hayvanlardan farklı olarak, kendilerine

tanınan imkânlardan sorumlu tutulmuştur.

Rivayet edildiğine göre, bir yolculuk

esnasında Hz. Peygamber bir mekânda

konaklar. O esnada sahabeden biri, ormanlık

alana gider ve Hummara denilen

kuşun yumurtalarını yuvasından alır. Daha

sonra kuş yuvasına döndüğünde yumurtalarının

yerinde olmadığını görür. Hz. Peygamber

ve arkadaşlarının bulundukları yere

gelerek kanatlarını çırpmaya başlar. Bu durumu

gören Hz. Peygamber, bu kuşu kimin

üzdüğünü sorar. Sahabeden biri, “Ey Allah’ın

Resulü! Onun yumurtalarını ben aldım.”

der. Bunun üzerine Hz. Peygamber,

yumurtaların yerine konulmasını emreder

ve yumurtalar tekrar yerine konulur. (Hâkim

en-Neysâburî, el-Müstedrek‘ale’s-Sahihayn,

Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1995,

IV, s.267.) Benzer bir şekilde, Mekke’de

belli bölgelerin, “dokunulmaz (haram)” ilan

edilmesiyle birlikte bölgede kendiliğinden

yetişen bitkilerin koparılmasının, hayvanlarının

öldürülmesinin ve avcılığın yasaklanmasının,

hayvanların can güvenliğini ve

neslini korumaya yönelik tedbirlerden olduğu

anlaşılmaktadır. Ayrıca, Hz. Peygam-

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021

ber “Ceylanların Medine’de otladıklarını

görsem onlara dokunmam. Çünkü Medine

harem bölgesidir.” buyurarak, Medine’yi

de haram bölgesi ilan etmiştir. (Buhari,

Kitabü’l-Hac, I, s. 221.) Özellikle şu olay

da hayvanların yaşamına ve nesillerinin

devam etmesine İslam’ın ne kadar önem

verdiğinin önemli bir göstergedir. Şöyle

ki Hz. Peygamber ordusuyla Mekke’yi

fethetmeye giderken ordunun gittiği yol

güzergâhında bulunan dişi bir köpeğin ve

yavrularının zarar görmemesi için ordunun

yönünü değiştirerek köpeklerin başına bir

nöbetçi bırakmıştır. (Vakidî, Muhammed

b. Ömer b.Vakid, Kitabü’l-Meğâzî, Beyrut:

Muüessesetü’l-Â’la, 1989, II, s. 804.)

Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz

hayvan haklarının yanı sıra hayvanları, fıtri

yapılarına uygun işlerde çalıştırmak, bunu

yaparken de onlara ağır yük yüklememek,

binerken yormamak, beslenmelerine dikkat

etmek, hayvanların sağlığıyla ilgilenmek ve

onlara karşı adil davranmak da önemli hayvan

haklarındandır. Ayrıca, İslam’da hayvanlara

işkence yapmak, hayvanlar üzerinde

merhamet sınırlarını aşan deneyler

uygulamak ve onların doğal yapılarını bozmak,

hayvan hakları ihlali sayılmaktadır.


Hayvanlara lanet okumak,

yüzlerine vurmak ve yüzlerini

dağlamak gibi acı verici

davranışlarda bulunmak da

İslam’da yasaklanmıştır. Hayvanların,

kendi doğal ortamlarında

yaşaması da onların

tabii haklarındandır. Bununla

birlikte ünsiyet peyda etmek

için evde hayvanların beslenmesi

de uygun görülmüştür.

Küçük kedileri kucağına alarak

onlarla oynayan ve hayvan

sevgisiyle meşhur olan Ebu

Hureyre’ye “kedicik babası” ismini

veren (Tirmizi, Menâkıb,

46.) Peygamberimiz, kediyi

ev hayvanlarından saymıştır.

(İbn Hanbel, V, 310.) Sağlık

açısından bir sorun teşkil etmiyorsa

evde hayvanların

beslenmesinin caiz olduğunu

söylemek mümkündür. Bu

konuda dikkat edilmesi gereken,

ev halkının maddi ve manevi

olarak zarar görmemesidir.

HAK, HUKUK, ADALET!

57

Sonuç itibarıyla

İslam’da hayvan haklarının,

önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.

Hatta hayvan

haklarına riayet edilmediği

takdirde bu durum, dünyada

toplumların helakine sebep

olabileceği gibi ahirette de

cehenneme girmeye neden

olabilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de,

(Allah’ın gönderdiği bir)

devenin su içmesini, merada

otlamasını engellediği ve

bu deveye işkence ederek

öldürdüğü için Salih peygamberin

kavmi Semud’un

helak olduğu belirtilmektedir.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


İZ BIRAKANLAR

MODERN

KİMYANIN

ÖNCÜSÜ:

CÂBİR

B. HAYYÂN

(721 / 815)

✦ Esin TÜRKMEN

58

Kimine göre “Jabir”

kimine göre “Geber” olarak

isimlendirilen; kimine göre

filozof, kimine göre sufi olarak

nitelendirilen Câbir b.

Hayyân’ı “Aristo’nun mantık

ilmindeki yeri neyse, Câbir

bin Hayyân’ın kimya ilmindeki

yeri de odur. Aristo, mantığın

kurucusu ve üstadı olarak

kabul edildiği gibi Câbir bin

Hayyân da kimyanın kurucusu

ve üstadıdır.” cümleleriyle

tanımlayarak tartışmalara

âdeta son noktayı koyar ünlü

Fransız bilim tarihçisi Marcellin

Berthelot.

Başta kimya olmak

üzere tıp, eczacılık, astronomi,

metalürji, fizik, felsefe gibi

(b)ilim dallarına katkıla- rıyla

tanınan Câbir bin Hayyân’ın

hayatı hakkında pek az şey

bilinmektedir. Fakat ortak kanaat

721 yılında, bilginler diyarı

Horasan ’ın Tûs şehrinde

doğduğu, hayatının büyük

kısmını Kûfe’de geçirdiği,

eczacı olan babası Abdullah

el-Ezdî’den bitkileri ve

bunların iyileştirici etkilerini

çok iyi öğrendiği yönündedir.

Kimyaya ilişkin temel bilgileri,

“Hikmetin Kaynağı” olarak

nitelendirdiği ve büyük

hürmet duyduğu hocası Cafer

es-Sâdık’tan öğrenen Câbir,

eğitimini tamamladıktan sonra

dönemin bilim ve düşünce

merkezi olan Bağdat’a gider.

Bağdat ’taki yönetici ailelerden

biri olan, bilimi ve bilimle

uğraşanları himaye edip

destekleyen Abbasi halifesi

Harun Reşid’in veziri Hâlid

el-Bermekî’nin desteğiyle çalışmalarına

uzunca bir süre

burada devam eder. Kısa

zamanda öylesine seçkin

bir mevkiye ulaşır ki Harun

Reşid tarafından önce Harran

Üniversitesi fizik - kimya

profesörlüğüne, daha sonra

da reisü’l-müderrisîn (rektör)

makamına getirilir. Halifenin

özel doktorluğunu yapan

Câbir, halife için “Kita-bü’l-

Zühre” adında simya ile ilgili

bir de kitap yazar. İlerleyen

dönemlerde Bermekî ailesinin

yönetimden uzaklaştırılmasının

ardından Câbir de saraydan

ayrılır, Kûfe’deki laratuvarına

geri döner ve

Me’mûn dönemine kadar

araştırmalarına gizlilik içinde

devam eder. Kaynaklar, onun,

yönetimin baskısından korktuğu

için uzun süre bir yerde

ikamet edemediğini, sürekli

seyahat etmek zorunda

kaldığını yazar. Kendisi de Irak

ve Suriye’de bulunduğunu,

Mısır ve Hindistan’a seyahatler

yaptığını anlatır. (Mahmut

Kaya, TDV İslam Ansiklopedisi,

Câbir b.Hayyân.)

XIV. yüzyıl simyacılarından

Cildekî, Câbir b.

Hayyân’ın öldüğü zaman

yastığının altında bulunan

Kitâbü’r-Rahme nüshasına

düşülmüş bir kayıttan, 815

yılında Tûs’ta öldüğünün anlaşıldığını

söyler.

Kimyacı olarak Câbir

Dünya üzerindeki ilk

kimya laboratuvarını kuran

Câbir, deneysel kimyaya

önem vermiş, araştırmalarını

deney ve matematik temelleri

üzerine oturtmuştur. Bilim tarihçisi

John Holmyard, Câbir’in

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


sade ce kimyacı değil ayrıca

tabip, filozof ve astronomi

bilgini sıfatlarıyla da özel bir

yere sahip olduğunu kimyayı

sistemli bir deneysel bilim

haline getirdiğini söyler. Ayrıca

Câbir’in “Bu kitapta duyduklarımızı,

bize söylenenleri

yahut oku- duklarımızı değil;

ancak tec- rübe ettikten sonra

gözledi- ğimiz şeylerin özelliklerini

zikrettik.” (Muhtâru

Resâ’ili Câbir b. Hayyân, s.

232.), “Kimyada temel olan

pratik çalışman ve deney

yapmandır. Bunlara yer vermeyen

insan, kimyada uzmanlık

doruğuna ulaşamaz.

Fakat ey oğul, sen de deney

yap ki gerçek bilgiyi elde

edesin. Bilginler materyallerin

çokluğuyla değil, deney metotlarının

geçerliliğiyle sevinirler.”

şeklindeki ifadeleri, deneysel

metoda verdiği önemi

göstermektedir. Câbir, deneysel

çalışmaları kimyanın hizmetine

sunmasıyla bu alanda

bir çığır açmış, deney ve

çalışmalarını gerçekleş- tirebilmek

için geliştirdiği/tasarladığı

imbikler, tüpler, fırınlar

ve daha pek çok araç gereç,

kendisinden sonraki tüm

kimyacılar tarafından kullanılmıştır.

Bunlar arasında en

dikkat çekenlerden biri, damıtmayı

kolaylaştıran, işlemin

daha güvenli ve verimli bir

şekilde yapılmasını sağlayan

imbiktir. Ebû’l-Kâsım Muhammed

bin Abdullah, 12.

yy’da kimya üzerine yazdığı

eserde, Câbir bin Hayyân’ın

geliştirdiği kimya aletlerini

resmetmiştir. Kullandığı laboratuvar,

Câbir’in ölümünden

iki asır sonra Kûfe’de bir caddenin

yeni baştan açılması

sırasında ortaya çıkarılmıştır.

Câbir bin Hayyân,

tabiattaki maddelerin saf

olmadığını belirtmiş, maddeleri

işlemden geçirerek

saf elementler elde etmeye

çalışmıştır. Meselâ suyu tekrar

tekrar damıtarak saflaştırmıştır.

Buharlaştırma, damıtma,

süblimleştirme, eritme,

süzme, kristalleştirme, oksidasyon

(elektronların bir atom

ya da molekülden ayrılmasını

sağlayan kimyasal tepkime),

redüksiyon (bir elementin,

kimyasal reaksiyonda elektron

alması) gibi yöntemler

geliştirmiştir.

Cıva oksit, arsenik

oksit, tartarik asit, cehennem

taşı, üstübeç, kezzap,

saf kükürt tuzları, nişadır,

zaç yağı, potasyum nitrat

(güherçile), gümüş nitrat,

sirke asidi, sitrik asit, şap ve

hidroklorik asit Câbir’in elde

ettiği kimyevî bileşik maddelerden

bazılarıdır.

Kimyevi maddeleri;

uçucu, uçucu olmayan,

yanmayan maddeler

ve madenler olarak

dört gruba ayırmış ve

hepsini bütün özellikleriyle

anlatmıştır.

Bu açıdan kimyevi

sınıflandırmayı yapan

ilk bilgin olarak kabul

edilmiştir.

Ayrıca deri ve bez boyalarının

hazırlanması, çeliğin

paslanmasını önleyen maddenin

geliştirilmesi, kükürtlü

bileşiklerden arsenik ve antimuan

elde edilmesi, metallerin

saflaştırılması, su

geçirmez elbiselerin cilalanması,

manganez dioksitin

cam yapımında kullanılması,

camın renklendirilmesi, bitkilerden

yağ elde edilmesi

gibi buluşları gerçekleştirmiş,

asitlerin nötrleşmesi için belirli

miktarda alkali (baz) gerektiğini

söylemiştir.

Hidroklorik asit ve nitrik

asidi birleştirerek döneminde

altın ve platini çözen

tek madde olan bileşiği (aqua

regia-kral suyu) elde etmiştir.

Dr. Sigrid Hunke, Câbir’in bu

buluşu için “Madenlerin o

zamana kadar bilinen basit

eritilme metotları yerine

Câbir, bizzat ürettiği nitrik asit,

sülfürük asit ve altın eritme suyunun

yardımıyla eritme metotlarını

geliştirdi. Bu sayede

Câbir ve ondan sonra gelenler;

cıva oksit, zincifre, arsenik,

amonyak, gümüş nitrat,

şap, göztaşı, kireçli potas,

südkostik mahlûlü, yakıcı

potas ile birçok değerli maddeleri

eritip üretebildiler.”

(Hunke, Avrupa’nın Üzerine

Doğan İslam Güneşi, 1972, s.

240-248.) demiştir.

Kimyevi maddeleri;

uçucu, uçucu olmayan, yanmayan

maddeler ve madenler

olarak dört gruba ayırmış

ve hepsini bütün özellikleriyle

anlatmıştır. Bu açıdan kimyevi

sınıflandırmayı yapan ilk

bilgin olarak kabul edilmiştir.

Câbir bin Hayyân ve

diğer İslam âlimleri vasıtasıyla

Avrupa dillerine geçen,

günümüz kimyasında hâlen

kullanılmakta olan kimya ile

ilgili bazı tabirler vardır. Alkol

(el-kuhl), aludel (el-usel),

alembic (el-imbik), realgar

(rehcü’l-gar,), alkali (al-kali),

antimony (ismîd) ve tutti (tütiyâ)

bunlardan bazılarıdır.

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT

İZ BIRAKANLAR

59


İZ BIRAKANLAR

60

Ortaçağ kimyacıları

büyük ölçüde Câbir’in tesirinde

kalmıştır. Kimya tarihçileri

Câbir’i “Kimyanın Atası”

olarak nitelendirmiş; J. Holmyard,

“Câbir, kimyaya Boyle

(İrlandalı kimyager, fizikçi) ve

Lavoisier (Fransız kimyacı)

kadar katkı yaptı.” diye yazmış;

tıp tarihi araştırmacısı

Max Meyerhof “Avrupa’da

kimyanın gelişmesi doğrudan

Câbir’e dayanır.” demiş; İngiliz

bilim insanı Roger Bacon,

ondan “Üstatların Üstadı” diye

söz etmiştir. (Prof. Dr. Celâl

Saraç, Cabir İbn-i Hayyân

Üzerine, s. 6.)

Fizikçi olarak Câbir

Câbir, fizikle, bilhassa

optik dalıyla ilgili çalışmalar

yapmıştır. Batılı bazı bilim

adamları, optik ve mercekler

kanununun keşfini de Câbir

bin Hayyân’a dayandırmaktadır.

İçbükey aynalar

vasıtasıyla güneş ışınlarını bir

yerde toplayıp uzak mesafeden

ağaç dallarını tutuşturmayı

başardığı, bu nedenle “Câbir

isterse sarayımızı içindekilerle

birlikte yakabilir.” şeklindeki

ihbarlar nedeniyle Halife

Me’mun’un Câbir’i uyardığı ve

ölünceye kadar göz hapsinde

tuttuğu anlatılır. Câbir’in bu

buluşu, güneş enerjisinden

faydalanma konusunda çığır

açmıştır.

“Madde yoğun enerjidir.

Bu yüzden Yunan fizikçilerinin

maddenin bölüne bölüne

parçalanamaz en küçük bir

parçayla son bulduğuna ve

kitlenin bu sayısız parçalanamayan

kısımlardan meydana

geldiğine dair iddiaları

yanlıştır. Onların cüz’ün lâ

yetecezza (parçalanamaz

en küçük parça, atom) olarak

tabir ettikleri bu nesne

parçalanabilir ve bu parçalanma

neticesi büyük bir enerji

hâsıl olur. Bu öyle bir enerjidir

ki bir habbeciğin (taneciğin)

bir şekilde parçalanması,

Allah saklasın, Bağdat gibi

büyük bir şehri yok edebilir.”

sözü; Danimarkalı fizikçi David

Bohr, Alman teorik fizikçi

Albert Einstein, İngiliz kimyager

John Dalton gibi Batılı

bilim adamlarından bin yıl

önce atomla ilgilendiğini, atomun

parçalanabilirliği konusunda

fikirler ileri sürdüğünü

göstermektedir.

Tabip ve eczacı olarak

Câbir

Câbir, bitki ve hayvanların

özelliklerini, tıptaki

yararlarını incelemiş; doğanın

iyileştirici bir yönü olduğunu

söylemiştir. Kitâb el-Havâs

adlı eserinde bitki ve hayvanları

antipati/sempati açısından

mukayese etmiş, aralarında

antipati/sempati olan muhtelif

bitki ve hayvanların

listesini vermiştir. Örneğin

akrep ve kertenkele arasında

bir münasebet olduğunu iddia

etmiş, akrep sokmasının

kertenkele vasıtasıyla iyileştirilebileceğini

ileri sürmüştür.

Yine yılan ve baykuş arasında

bir münasebet olduğunu

dolayısıyla yılan sokmasının

baykuş kanıyla tedavi edilebileceğini

iddia etmiştir.

Eserlerinde birinci,

ikinci ve üçüncü derece denklemlerin

çözümüne yer vermiş;

karekök, küpkök almayı

göstermiştir.

“Bir eşitliğin iki tarafına

aynı miktar ilave edilirse,

çıkartılır, çarpılır ve bölünürse

bu eşitlik katiyen bozulmaz.”

teoremi Câbir’e aittir.

Eğitimci olarak Câbir

“Yumuşak başlı olan

öğrenci, öğretmeninin bilgi

hazinelerinden ancak onu

dinlemekle istifade edebilir.

Ben, ‘Talebe hocasına itaat

etsin.’ derken günlük hayat

işlerindeki itaatini kastetmiyorum;

ders ve alışkanlıklardaki

itaatini kastediyorum.”

sözüyle öğrencide

itaatkârlığı şart koşarken

öğretmenin öğrenciye karşı

göstermesi gereken tavrı

da şu şekilde formüle etmiştir:

“Öğretmen, öğrenciyi

yaratılışının özüne,

kabiliyetlerine göre yönlendirmelidir.

Önce öğrencisinin

kabiliyetlerini ölçmeli; kabiliyetli

olduğunu ve her verileni

alabildiğini gördükten sonra

öğrenim kabiliyetine uygun

olan temel bilgileri vermelidir.

Öğrencisinin gittikçe artan

bir bilgi ile yükselmesini

sağlamalı, zaman zaman

öğrettiği şeyleri öğrenip

öğrenmediğini yoklamalı, onu

imtihan etmelidir.”

Câbir bin Hayyân, buraya

kadar anlattıklarımızın

yanı sıra coğrafya, gökbilim,

mühendislik, felsefe ve diğer

bilimsel alanlarda da önemli

çalışmalar yapmış ve çok

sayıda eser kaleme almıştır.

Câbir’in kaleminden

çıkan veya ona nispet edilen

eserler çok geniş bir külliyat

meydana getirmiştir. Bu

eserlerin en eski listesine

el-Fihrist’te rastlanmaktadır.

İlim tarihçisi İbnü’n-Nedîm,

Câbir’in 300 felsefe, 300

mekanik ve 500 tıp kitabı ile

sanatlar ve savaş araçları

üzerine 1300 risâle kaleme

aldığını anlatır. (el-Fihrist, s.

500-503.) Bu külliyat içinden

genellikle birbirleriyle pek

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


İZ BIRAKANLAR

fazla irtibatı olmayan 112

kitap simya alanına aittir ve

bunlarda Antik Cağ Helenistik

dönem simyacılarına sıkça

göndermelerde bulunulur. Ayrıca

külliyattan yetmiş kitap,

Câbir’in kimya alanındaki

deneye dayanan çalışmalarının

ve sistematiğinin bir

ürünü olarak bilinir. Onun

tabiat felsefesi hakkındaki

düşünceleri, kimya ve esrarlı

ilimlerle ilgili görüşleri,

Kütübü’l-Mevâzîn adıyla

anılan 144 kitapta yer almaktadır.

(Mahmut Kaya, TDV

İslam Ansiklopedisi, Câbir b.

Hayyân.)

Yaradılışın Unsurları (1

ve 2), Mükemmellik, Nizam,

Işık, Kırmızı Boya, Mayalanmış

Sıvılar, Ruh; Cıva, İç Amalgamlar,

Dış Amalgamlar, Saç,

Bitkiler, Tuzlar, Taşlar, Saklı

İnci, Ay, Güneş, Sırlar, Gizli

Mineraller, Yumurtalar, Tuzlar,

Mürekkep, Delil, Tufanlar,

Cevherler, Boyalar, Kokular,

Parfümler... Liste bu şekilde

uzayıp gider. İbnü’n-Nedîm,

Cabir’in eserlerinin listesini bu

şekilde verirken sadece kendi

gördüğü eserler ile güvendiği

kişilerden öğrendiği eserleri

zikrettiğini de belirtmeyi unutmaz.

Ancak günümüzde bu

eserlerin hepsinin Câbir’e ait

olduğu kabul edilmemektedir.

Cabir’in Latince’ye

çevrilen eserlerinden Summa

Perfectionis kimya ile

ilgilenenler tarafından Avrupa’da

el kitabı olarak kullanılmıştır.

Eserin ilk baskısı

1481’de Roma’da, 1529’da

Strasburg’da, 1541’de Nurenberg’de,

1542’de Venedik’te,

1545’te Berne’de 1668’de

Leiden’da, 1682’de Danzig’de

yayımlanmıştır.

İslam dünyasında

yetişmiş birçok ilim adamının

etkisi, 16. yüzyıl sonlarına

doğru yerini yavaş yavaş

Batılı bilim adamlarının

çalışmalarına bırakmasına

rağmen Câbir’in etkinliği artarak

devam etmiştir. Onun

eserlerinin nispeten geç tarihli

baskıları da bunun en

açık delili olarak kabul edilebilir.”

(Prof. Dr. Esin Kâhya,

Modern Kimyanın Kurucusu

Câbir b. Hayyan, s.119-120.)

Hatta şöhreti o kadar büyüktür

ki bazı kimseler daha

çok okunmasını sağlamak

için eserlerini Câbir’in adıyla

yazmıştır. Bu nedenle kimya

tarihçileri, bazı kitapların

Cabir tarafından yazılıp yazılmadığını

anlamakta zorluk

çekmiştir.

Câbir’in tam olarak

kıymeti ancak teorik kimyayla

ilgili Book of Seventy’nin (Yetmiş

Kitap) yayımlanmasıyla

anlaşılacaktır. Şimdiye kadar

bu kitapların Latince çevirileri

yapılmışsa da tam değildir.

Günümüzde Book of Seventy’nin

bir nüshası, Bursa’da

Sultan Orhan Kütüphanesi’nde

bulunmaktadır.

61

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


HADİSLERİN EKSENİNDE

ÇEVRE AHLAKI

✦ Mehmet DERE

TAVSİYEMİZ

62

Prof. Dr. Huriye Martı’nın

kaleme aldığı “Hadisler Ekseninde

Çevre Ahlakı” adlı eser,

hadis rivayetleri ekseninde bir

çevre ahlakı inşa etme gayesi

gütmektedir. Eser; modern dünyanın

bunalımının bir parçası

olan “çevre krizi” konusunda

ufuk açıcı ve yönlendirici tavsiyelede

bulunarak ortaya koyduğu

tespitler ile alanındaki

önemli bir boşluğu doldurmaktadır.

Aynı zamanda zengin bir

akademik literatür kullanılarak

hazırlanmış olan eser,

okuyucusunun bilgi dağarcığına

ve anlam dünyasına ciddi bir

katkı sunmaktadır.

Sanayileşme, hızlı kentleşme,

düzensiz göç gibi unsurlar

modern hayatta çevreyi

kirletmiştir. Dolayısıyla bir çevre

ahlakı gerekmektedir. Ancak

nasıl bir çevre ahlakına ihtiyacımız

vardır? Çevre ahlakının

metafizik bir boyutu olmalı mıdır?

Eğer böyle bir boyut aranırsa

buna genelde dinin, özelde ise

İslamiyet’in katkısı ne olabilir?

Tabiata dair Kur’an ayetlerini,

temizliği, çevreyi korumayı, ağaç

dikmeyi öneren yahut da israfı

ve hırsı önleyen hadisleri derlemek

çözümde ne denli etkili

olabilir? Yarattığı çevreyle insana

öğüt veren, nimet bahşeden,

ibret sunan ve sınav alanı açan

bir yaratıcı inancına odaklanmayan

bilgi üretimleri ekolojik krizi

çözmede yeterli olabilir mi? Bu

tür sorular çoğaltılabilir olsa da

vermek istediğimiz cevap tek

cümlede özetlenebilir: Bizim,

Kur’an ve sünnet gibi temel dinî

argümanlardan beslenen ve son

çeyrek

asrın ekolojik buhranlarını

irdeleyip bu

buhranlara çözüm olarak

üretilen etik kuramları

tahlil eden yeni bir çevre

ahlakına ihtiyacımız

vardır.

Eser; giriş,

üç bölüm ve sonuç

kısmından oluşmaktadır.

Birinci bölümde;

“Çevre İnsan ve Ekonomik

Bunalım” başlığı

altında insanın çevre

algısının tarihi gelişimi

ve dinin bu gelişime etkisi

izlenmiş, ekolojik

bunalımda fıtratın payı

sorgulanmış, bunalıma

yönelik çeşitli dinî

çözüm önerileri belirtilmiştir.

İkinci bölümde; “Çevre

Ahlakının Felsefî ve Dinî Temelleri”

başlığı altında çevre

ahlakının felsefî temelleri ele

alınmış, insan merkezli ve çevre

merkezli etik kuramları incelenmiş,

bu kuramların dile getirdiği

gerçekler İslam ahlakına dair ilgili

verilerle karşılaştırılmıştır.

Üçüncü bölümde ise

“Çevre Ahlakının Pratiğe Dönük

Yüzü” başlığı altında insandan

çevreye uzanan halkanın nasıl

bir ilişkiler yumağı ile tamamlandığı

tam olarak ortaya konulup

verilen örnekler ışığında pratiğe

dönük çözümler önerilerek

sorun ve çözüm elle tutulur bir

hâle getirilir.

Sonuç kısmında ise

çalışmanın genel bir özeti ve

değerlendirmesi yapılarak

konunun son tahlilde bütüncül

bir şekilde kavranılması hedeflenmiştir.

Eser, kapsam ve

içeriğiyle çevre bilincini din üzerinde

temellendirmiş, çevre sorunlarına

çözüm sunarken dinî

kaynaklardan faydalanmıştır.

Yazar, İslam üzerine bina

edilmiş bir çevre ahlakı oluşturmayı

amaçlamış ve yazmış olduğu

eserle okuru da buna davet

etmiştir.

İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021


Sahabe, Hz.Peygamber’in tedrisi ve ahla- kıyla

yetişmiş, İslam medeniyetinin kurucu nesli. İslam

tarihinin her bir sayfasına isimleri altın harflerle

yazılmış bu altın nesilden her birinin hayatı bizim

için oldukça önem arz eder. Onların hayatını okumak

İslam tarihini ve İslam’la inşa ve ihya olmuş

bir hayatı okumaktır. Allah’ın Kur’an’da övgüyle

bahsettiği ve Peygamberimizin “ashabım” diyerek

iltifatta bulunduğu sahabenin hayatı birçok esere

konu olmuştur. Bu eserler, İslam tarihinin yanı sıra

İslam’a dair pek çok meseleyi de anlamamızda bizlere

rehberlik etmiştir. Çünkü Hz.Peygamber’in

tedrisinden geçen ve ondan devraldıkları muallimlik

vazifesini eksiksiz yerine getiren saadet asrının

kahramanları, kendisinden sonraki nesillerin İslam

’ı ve İslami ilimleri öğrenmesine vesile olmuştur.

“Sahabe Hatıraları” adlı bu eser de peygamberimiz

Hz. Muhammed’in hatıralarıyla ömrünü

süsleyen dünyanın en nasipli insanlarının hayatlarından

kesitler sunmaktadır bizlere. Bu hatıralarla

İslam’ı Hz. Peygamber’den öğrenen, hayatına

uygulayan ve sonraki nesillere aktaran sahabeyi

farklı yönleriyle de olsa tanımak, İslam tarihine

SAHABE

HATIRALARI

✦ Mahir KILINÇ

yönelik -mütevazı da olsa- bir kapı aralamaktadır.

2013 ila 2016 yılları arasında Elif Erdem, Hale Şahin

ve Rukiye Aydoğdu Demir’in Diyanet Aile Dergisi’nde

yayımlanmış sahabe hatıraları yazılarından

bir seçki olan bu eserde Hz. Peygamber’in (s.a.s.)

sadık dostu, can yoldaşı Hz. Ebubekir’den, kendisinden

meleklerin bile utanıp çekindiği Hz. Osman’a;

hane-i saadetin unutulmaz hanımefendisi

Hz. Hatice’den, Allah Rasulü’nün “Babasının annesi”

diye sevdiği biricik kızı Hz. Fatıma’ya; sesiyle

karanlıkları aydınlatan Hz. Bilali Habeşi’den,

ensarın ilk öğretmeni Mus’ab b. Umeyr’e; Rasulüllah’ın

“Annem” diye taltifte bulunduğu saliha hanım

Ümmü Eymen’den, ensarın seçkin hanımlarından

Ümmü Süleym’e; karanlık dünyasını imanıyla aydınlatan

İbn Ümmü Mektum’dan, âlimlerin öncüsü

fakih sahabe Muaz b. Cebel’e kadar daha birçok

sahabenin kalbe dokunan hatıralarına yer verilmiş.

“Sahabe Hatıraları” tarihî bilgilerle

okuyucuyu boğmamış, sahabenin kendi canlarından

dahi üstün tuttukları Hz. Peygamber’le

yaşamış oldukları en özel anılara yer vermiş. Bu

hatıralarda sahabenin İslam adına, göstermiş

amansız mücadeleden, Peygamberimize karşı

duyduğu sevgiden, onun öğretilerini nasıl hayata

geçirdiklerinden, peygamberi ahlakı davranışlarına

nasıl uyguladıklarından, sevgilerinden, nezahetlerinden,

nezaketlerinden vb. birçok örneğe

yer verilmiş. Arı duru bir Türkçenin ve akıcı bir

üslubun kullanılmış olması eserin tekrar tekrar

okunmasını sağlayacak nitelikte. Ayrıca pek çok

sahabe hatırasına yer verilmiş olması okuyucuyu

hiç sıkmamakta, aksine onun merakını sürekli üst

seviyede tutmaktadır. Bu da kitabın daha akıcı bir

şekilde okunmasını sağlamaktadır.

“Sahabe Hatıraları” pek çoğumuzun bildiği

hatıralar aslında. Bu hatıraları okurken hiç farkında

olmadığımız nüanslar gün yüzüne çıkıyor sanki.

Kitapta yer alan hatıralar, sahabeye karşı ihtiramımızı

ve saygımızı sorguluyor âdeta. Saadet

asrının kurucularına dair bu hatıralarla “Allah’ın

neden onlardan razı, onların da Allah’tan neden

razı” olduğunun cevabını bulmak mümkün. İslam

tarihinin gökyüzünden yeryüzüne inmiş yıldızları

olan sahabenin doyumsuz hatıraları, Kur’an’ın

satırlardan, sadırlara ve oradan da hayata uygulanabileceğinin

timsali olmuş bizlere.

TAVSİYEMİZ

63

MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT


ZİKRET

“...Biliniz ki, kalpler ancak

Allah’ı anmakla huzur bulur.”

Ra’d Suresi | 28. Ayet

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!