201104045 - Samet İŞLEK - Dergi Ödevi
bm ujhkgkghgljhbkjkbkmkmbkjbkjböönönöjnöjbbkhvjm jhm
bm ujhkgkghgljhbkjkbkmkmbkjbkjböönönöjnöjbbkhvjm jhm
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İSLAMA
VUSLAT
MAYIS 2021
SAYI:19
Bir Tutam Sabırdı Vuslatı Güzel Kılan...
Bismillahirrahmanirrahim
“Sakın Allah’ı
Zalimlerin Yaptıklarından
Habersiz Sanma.
Allah Onları,
Ancak Gözlerin
Dehşetle Bakakalacağı
Bir Güne Erteliyor...”
İbrahim Suresi | 42. Ayet
#TürkiyeKudüsİçinAyakta
Geçmişten
Günümüze
İslam Düşmanlığı
Irkçılığın
Yeni Maskesi
İslamofobi
Kudüs’ün
Kudsiyeti ve
Ruhu
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
Müslümanlar İçin
Kudüs’ün
Önemi
KUDÜS’ÜN KUDSİYETİ VE RUHU
20
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
İSLAM DÜŞMANLIĞI
04
İÇİNDEKİLER
2
IRKÇILIĞIN YENİ MASKESİ:
İSLAMOFOBİ
10
ÇOCUK OLAMAMAK
42
UZMANINA
SORDUK
06
EN GÜÇLÜ ZIRH:
İHLAS
08
KAYGI ÇAĞININ ŞAFAĞINDA
FITRATI SAVUNMAK
16
KAHVE MOLASI
VE EĞLENCE
28
ÇOCUKLARA SINIR
VE KURAL KOYMAK
32
ÇERDEN ÇÖPTEN
MESELELER
38
MÜSLÜMANLAR İÇİN
KUDÜSÜN ÖNEMİ
40
AHMET YENİLMEZ İLE SANAT
HAYATI ÜZERİNE SÖYLEŞİ
46
TAVSİYE
KİTAPLAR
62
MODERN KİMYANIN ÖNCÜSÜ:
CÂBİR BİN HAYYAM
58
İÇİNDEKİLER
KUR’AN VE SÜNNET ÇERÇEVESİNDE
HAYVAN HAKLARI
54
3
MÜSLÜMANLARIN AVRUPA’YA
VURDUĞU MÜHÜR: ENDÜLÜS
50
Yayın Koordinatörleri
Sema BAYAR
Esma TÜRKSEVEN
Şule İSKENDER
Görsel Koordinatör
Samet İŞLEK
Dijital Medya
Ömer GÜÇLÜ
Şahin BODUR
Arşiv
Diyanet Aylık ve
Diyanet Aile Dergisi
Grafik-Tasarım
Samet İŞLEK
İletişim
sametislek003@gmail.com
0 546 531 98 73
GEÇMİŞTEN
BİR AYET BİR YORUM
GÜNÜMÜZE
İSLAM
DÜŞMANLIĞI
4
Dr. Öğretim Üyesi Sema ÇELEM
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
ْوَأ َكوُلُتْقَي ْوَأ َكوُتِبْثُيِل ۟اوُرَفَك َنيِذَّلٱ َكِب ُرُكْمَي ْذِإَو
َنيِرِكَٰمْلٱ ُرْيَخ ُهَّللٱَو ۖ ُهَّللٱ ُرُكْمَيَو َنوُرُكْمَيَو ۚ َكوُجِرْخُي
“Hatırlar mısın? İnkâr edenler seni etkisiz hâle getirmek veya öldürmek ya da
yurdundan çıkarmak için tuzaklar kuruyorlardı; onlar tuzak kuruyorlardı, Allah da
bozuyordu. Tuzak bozma işini en iyi yapan Allah’tır.”
(Enfâl Suresi, 8/30)
“Hatırlar mısın?
İnkâr edenler seni etkisiz
hâle getirmek veya
öldürmek ya da yurdundan
çıkarmak için tuzaklar
kuruyorlardı; onlar tuzak
kuruyorlardı, Allah da
bozuyordu. Tuzak bozma
işini en iyi yapan Allah’tır.”
(Enfâl, 8/30)
bulunduğu sosyal ve psikolojik
durum, savaşta Allah’ın
inananlara desteği, elde edilen
ganimetlerin taksimi vb. konuları
merkeze alan sure, zikredilen
ayetin hemen öncesinde inananlara
toplu hitapla emir ve nehiyleri
hususunda Allah’tan sakınmayı
öğütlemektedir (Enfâl, 8/29).
Sonraki ayetler, müşriklerin vahye
karşı olumsuz tutumlarından,
Hz. Peygamber’e nazil olan
ayetleri “geçmişin masalları” diye
tanımladıklarından söz etmektedir
(Enfâl 8/31-32). Siyak ve sibakıyla
değerlendirmeye çalıştığımız 30.
Enfâl suresi Medine’de nazil
olmuştur. Müslümanlarla müşrikler
arasında gerçekleşen Bedir
Savaşı’nda her iki tarafın içinde ayet, müşriklerin Hz.Peygamber’i
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
ortadan kaldırma çabalarını ortaya
koymaktadır. Ayetin sebeb-i
nüzulü hakkında İbn Abbas’tan
nakledilen rivayete göre bir
gün Ebu Cehil ve arkadaşları
Daru’n-Nedve’de toplanır ve
davasından vazgeçiremedikleri
Hz. Peygamber’i tamamıyla
ortadan kaldırmak üzere fikir
alışverişinde bulunurlar. İçlerinden
Amr b. Hişam onu hapsetmeyi,
Ebu’l-Bahteri şehir dışına sürgün
etmeyi teklif eder. (Firuzâbâdi,
Tenvîru’lmikbâs min Tefsiri İbn
Abbas,191). Hapsettikleri taktirde
arkadaşlarının gelip kurtarması
kaçınılmaz olacağından, sürgün
ederlerse gittiği yerde daha çok
taraftar toplama ihtimali ortaya
çıkacağından bu fikirler kabul
görmez. Ebu Cehil’in “Her
kabileden güçlü bir genç alalım.
Her birine keskin bir kılıç verelim.
Bunlar bir adamın vuruşu
gibi ona hep birden vursunlar.
Böylece bütün kabileler onun
kanından sorumlu olurlar.” sözleri
herkes tarafından beğenilir. Bu
durumda Peygamberimizin ailesi
diğer kabilelerle savaşmayı göze
alamayacağı için diyeti kabul
etmek zorunda kalacak ve sorun
tamamıyla çözülecektir (Sabuni,
Safvetu’tTefâsir, 2/416). Hz.
Peygamber’e vahiyle bildirilen bu
olay üzerine müşriklerin planları
alt üst olmuş ve Allah’ın elçisi
kendisini öldürmek üzere topl
nan grubun arasından geçerek
Medine’ye hicret etmek üzere
yola çıkmıştır (Beğavî, Mea
imu’t-tenzîl, 3/350). Peki, kendileri
gibi yiyip içen çarşı pazarda
dolaşan bir zatın peygamberliğini
kabul etmeyi onurlarına yediremeyen
Mekke toplumu ondan
neden korktu? Mekke’de
yüzlerce yıldır devam eden
düzen bir kişinin gücüyle
yıkılacak kadar zayıf mıydı?
Hz. Peygamber (s.a.s), onların
ifadesiyle yetimliği ve fakirliği
yönünden zayıftı ama soylu bir
ailenin evladı, tevhide davet ettiği
toplumun içlerinde yetişmiş bir
ferdiydi. Ona “emin/güvenilir”
demişler, hicrete kadar değerli
eşyalarını ona teslim etmek
suretiyle sözde değil, icraatta da
bunu göstermişlerdi. İlk dönemler
davasını ciddiye almamışlar,
zaman içinde İslam’a girenlerin
sayısının arttığını görünce
Hz. Peygamber’i davasından
vazgeçirmeye çalışmışlardı.
Yurdunu terk
etmek zorunda
bırakılmak, işkence
ve eziyet görmek,
horlanmak,
aşağılanmak
geçmişte olduğu
gibi bugün de
devam etmektedir.
Davasından vazgeçmediğini
fark ettiklerinde onu devre dışı
bırakmak istediler. Saltanatları
yıkılmamalıydı. Güçlünün
zayıfı ezdiği, ihtiyaç sahiplerinin
aşağılandığı, hukukun tecellisinde
adaletin değil soyluluğun
öne çıkarıldığı düzenleri bozulmamalıydı.
Kendi
faydalarına kurdukları dünya
düzeninde Allah’ın söz sahibi
olmasını yadırgadılar. Yurdunu
terk etmek zorunda bırakılmak,
işkence ve eziyet görmek,
horlanmak, aşağılanmak bugün
de devam eden süreçlerdir.
Menfaatlerin çatışması, gücü
elinde bulundurmak isteyenler,
bu dünyadan başka bir hayatın
varlığını kabul etmeyenler ve
huzur-u ilahide hesaba ihtimal
vermeyenler… Halkı mazlum
topraklardan elde ettikleri maddi
kaynakları sonsuz sandıkları
güçlerine dayanak yapan bu
kişiler, maruz kaldıkları tepkilerde
kendi paylarının
olduğunun farkında değil
gibidirler. Yapılan araştırmalar
İslam karşıtlığının korku
üzerinden beslendiğini ve bunda
medyanın rolünün büyük
olduğunu göstermektedir. Son
yıllarda özellikle Batı’da şiddet
üzerinden oluşturulan İslam
ve Müslüman algısının dünya
tarihindeki köklerinin ne kadar
eskiye gittiğini ve Müslümanlara
reva görülen acıların her
dönemde görmezden gelindiğini
söylemek mümkündür. Bütün
bunlardan yola çıkarak adına
İslamofobi denen İslam korkusu
karşıtlığı, köken itibarıyla Mekke
döneminde ortaya çıkmış,
Medine döneminde Müslümanlar
güçle ip bir devlet kuruncaya
kadar da şiddetini arttırarak
devam etmiştir diyebiliriz. Asr-ı
saadetten günümüze dünya
üzerinde her dönem yaşanan
çekişmelerden Müslümanlar
da payını almış, yaşanan zor
dönemleri bir şekilde atlatarak
devletler kurup medeniyetler
inşa etmek suretiyle varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Her ne
yaşanırsa yaşansın umutsuzluk
Müslüman’a yakışmaz, Allah da
bunu hoş görmez (Zümer, 39/53).
Allah’ın sözü ise en yücedir
(Tevbe, 9/40). O, dinini yüceltmek
istediği zaman kimi dilerse onu
bu hizmete memur kılar. Bize
düşen, Allah’a tevekkülle doğru
bildiğimiz yolda yürümeye devam
etmek, kal ile değil hâl ile bütün
insanlığa örnek olmaktır.
Hz. Peygamber’e verilen
nimetlerin arasında “Allah’ın
himayesinde bulunuşu”nun
zikredilmesi müminler için de bir
teselli ve müjdedir. Samimiyet ve
iyi niyetle Allah yolunda bulunan
kullar, tıpkı Nebileri gibi Allah’ın
gözetimindedirler. Hz. Peygamber’in
de başka vesilelerle buyurduğu
gibi “Bütün insanlık onlara
bir zarar verme hususunda bir
araya gelse Allah dilemedikçe
zarar veremezler.” (Tirmizî,
Sıfâtü’lkıyâme, 59).
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
BİR AYET BİR YORUM
5
PENCERE
✦ Prof. Dr. Özcan HIDIR
UZMANINA SORDUK
SORDUK
6
İslamofobi son yüzyılda kavramsallaşarak
kendine geniş bir alan açtı. Batı’ nın
hangi korkuları bu kavramı ortaya çıkarıp
besledi? Sizce temel sebepler
neler?
Bu karşıtlığın tarihî, dinî-ideolojik, siyasi,
ekonomik, sosyolojik-antropolojik, demografik
ve psikolojik pek çok sebebi var. Ancak kanaatimizce
en önemlisi Batı’nın karar vericilerinin
aslında İslam’dan korktuğu, bunun da 1400
yıllık bir geçmişinin olduğudur.Hz. Peygamber’in
(s.a.s.) son peygamber olarak gönderilip
İslam’ın hızla yayılmasıyla telaşlanan özellikle
Hristiyanlığa mensup kilise babaları “İslam
Hristiyanlıktan sapmış heretik bir din, “İsmailîlik
- Hacerilik - serazenheretik - barbar” gibi
nitelemelerde bulunmuş; bu vb. söylemler
“nesillerce aktarılan miras” olarak Batı’nın zihin
kodlarını oluşturan pek çok yazar - düşünür -
oryantalist tarafından nüanslarla tekrar edilip
teo-politik projelere dönüştürülmüştür.
İslam karşıtlığının bir üst kavramı
“zenefobi” denen yabancı düşmanlığı aslında
hep vardı. Soğuk Savaş’ın bitimi (1990’lı
yıllar) ile İslam’ın Batı’nın yeni düşmanı kabul
edilmesiyle yeni bir döneme giren İslamofobi,
özellikle 11 Eylül’den sonra İslam karşıtlığı ve
düşmanlığına dönüştü. Bugün ise bu düşmanlık
artık daha ziyade “ırkçılık - kültürel ırkçılık”
olarak tezahür ediyor. Bu arada tıpkı tarihte
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Reformasyon döneminde (15. yy sonrası)
olduğu gibi “Türkfobi-Türkiyefobi” de aktive
ediliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un
son hezeyanlarıyla da Hz.Peygamber karşıtlığı
devreye sokuldu ki tarihte aslında İslam
karşıtlığı, temelde Kur’an ve Hz. Peygamber
üzerinden yürütülmüştür. Bu minvalde
teo-politik projeler devreye sokulmuş;
Müslümanlara ve kurumlarına yönelik sözlü -
fiilî şiddet artmıştır.
Bahsettiğimiz üzere meselenin,
Müslümanların Batı’da artması, ihtidaların
çoğalması, aşırı sağ-solun alabildiğine yükselip
“Avrupa’nın yeni normali” hâline gelmesi
gibi dışsal veya DAEŞ gibi radikal - entegrist
grupların söylem - eylemleri gibi pek çok sebebi
vardır. Macron’un “Fransa İslam’ı” projesi
ve son hezeyanlarının bir sebebi de ülkedeki
Müslümanların oranının (gayriresmî) 10
milyondan fazla olup her yıl ortalama 20 bin
kişinin Müslüman olmasıdır.
Batı’da son yıllarda artan göçmen
nüfusu ile birlikte Batılıların hem bireysel
hemde toplumsal manada, geçmişte “birlikte
yaşama kültürü” üzerine geliştirdikleri
söylemlerle sınandığını görmekteyiz. Sizce
bu sınavda Batı nereye doğru gidiyor?
Batı’da “birlikte yaşama kültürü” tarihte
yoktur aslında. Batı’ya olan işçi göçü sonrasında
(Soğuk Savaş ve 11 Eylül’e kadar) bazı
devletlerde benimsenen çok kültürlülüğün
sona erdiği, en yetkili ağızlardan geçtiğimiz
yıllarda ilan edilse de bu Batı için bir sınav
alanı. Bu sınav aslında “Avrupa’nın İslam-
Müslümanlarla sınavı” ve “Müslümanların
Avrupa’daki sınavı” olmak üzere iki alandadır.
Özellikle 11 Eylül sonrasında Müslümanlar
daha ziyade tehdit olarak görülmeye başlanıp
güvenlik eksenli-asimilasyoncu politikaların
muhatabı olmuş; Müslümanlar özelinde
“özgürlükler”, “çok kültürlülük”, “kamusal
alanda dinin-İslam’ın yeri”, “Avrupa
normdeğerlerine bağlılık” gibi tartışmalar
yapılmış, yapılmaktadır. Uygulamada
Yahudiler Hristiyanlardan ayrı olarak
Müslümanlara yönelik kültürel ırkçı ve çifte
standartlı politikalar devreye sokulmuştur ki
bu, “Müslümanların Hitler dönemi Yahudileri”
konumuna itilmesi tehlikesini barındırıyor.
Diğer taraftan Batı’daki Müslümanların sınavı
var ki bu ayrıca konuşulması gereken bir
yöndür.
Son yıllarda Müslümanlara karşı
yapılan insanlık dışı saldırıların da haberlerini
görüyor, okuyoruz. Bu tür eylemler
Batı’da nasıl makes buluyor. Radikal Hristiyan
gruplara karşı bir fobi oluştu mu?
Gün geçmiyor ki Batı’daki herhangi bir
ülkede bir camiye, İslami kuruma, başörtülü bir
Müslüman’a bir saldırı olmasın. Bu meyanda
erkek çocuk sünneti, helal kesim, okullarda
başörtüsü, minare-ezan yasaklarındaki çifte
standartlı tutumları hatırlamak gerekir. Ayrıca
Fransa gibi bazı ülkelerde kreşlerde domuz
eti servis zorunluluğu, Müslümanların Fransa
devletine yazılı bağlılık sözü isteniyor;
ortaokuldaki çocuklara Hz. Peygamber’e
küfretmeyi normalleştiren peygamber karikatürleri
gösteriliyor. Mesela helal kesim ve
erkek çocuk sünneti Yahudiler ve Müslümanlar
için özünde teolojik bir konu iken Yahudilere
istisnalar getiriliyor; Müslümanlar için ise tartışma
“insan hakları-entegrasyon” zemininde
sürdürülüyor. Özellikle YahudilikHristiyanlığa
yönelik hakaret-saldırılarda onların güçlü
kurumları devreye giriyor. Ayrıca fikir - ifade
özgürlüğü gibi sözde Avrupa değerleri de
İslam - Müslümanlar için çifte standartlı ve
“dinden özgürlük” olarak sınırsızsorumsuzca
kullanılıyor.
Bütün bunlar ise Avrupa-Batı’daki
Müslümanların Batı’ya ve Batı’daki Yahudiler,
Hristiyanlar ve Hümanistlere bakışında
negatifleştiren - radikalleştiren bir yöne de
sahip. Ancak Avrupa-Batı’yı da homojen
görmemek, gerek Yahudi-Hristiyan gerekse
Hümanistler içinde sağduyulu insanların
olduğunu ve gerekirse onlarla birlikte hareket
etmek gerektiğini bilmek gerek.
Müslümanların İslamofobik saldırılarla
yıpratıldığı dönemleri, algı oluşturmaya
yönelik haberleri göz önünde bulundurursak
bizlere düşen görevler nelerdir?
Batı’da İslam-Müslümanlara yönelik bu
düşmanlıklar, aslında Müslümanlara fırsatlar
da sunuyor. Kaldı ki 11 Eylül sonrasında
ihtidaların arttığı, Kur’an’ın en çok okunan
kitaplardan olduğu biliniyor. Dolayısıyla
bu negatiflikler karşısında Müslümanların
“yeniden İslam’a” deyip iyi “İslami temsil”le
reaksiyonerlikten uzak cevaplar vermeleri
elzemdir. Bu ise iki yönlüdür: Birincisi, bütünlüğü
içinde İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber’e
saldırıların sebep ve amacı doğru teşhis edilerek
“peygamberce” tutumla cevaplar verilmelidir.
İkincisi ise bu düşmanlıklar olmaksızın
ümmetin âlim, mütefekkir, akademisyen ve
yazarlarının İslam’ı, Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i
doğru bir üslupla insanlığa takdim
edecekleri aksiyoner adımlardır. Onun sünnetinden
biliyoruz ki Hz. Peygamber kategorik
düşmanlık ilan etmedi, kine kinle, düşmanlığa
düşmanlıkla cevap vermeyip Kur’an’da da
bildirildiği üzere, kötülüğe iyilikle cevap verdi
ki pek çok insanın İslam’a girmesinde bu son
derece etkili oldu.
Arif Nihat Asya’nın
dediği gibi,
“Ebu Leheb’ler ölmemiş;
Ebu Cehil’ler de kıtalar
dolaşıyor”, dolaşacak.
Bize düşen Ebu Leheb ve Ebu
Cehillerle Hz. Peygamberce,
Hz. Ebubekirce mücadeledir.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
PENCERE
7
EN
GÜÇLÜ
ZIRH:
İHLAS
HADİSLERLE AİLE
8
Arş. Gör. Ayşe SAĞLAM
Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
“Ey Rabbimiz ve
her şeyin Rabbi olan Allah’ım!
Beni ve ailemi dünya ve ahirette
her an sana ihlasla bağlı kıl.
Ey yücelik ve ikram sahibi!”
(Ebû Dâvûd, Vitr, 25)
Biz bu kitabı
sana gerçeğin bilgisi
olarak indirdik.
Öyleyse samimi bir
inanç ve bağlılık
göstererek sadece
Allah’a kulluk et.”
(Zümer, 39/2)
Yüce Allah kitabında
kendisine olan kulluğun
muhlis bir şekilde yani ihlas
üzere olmasını emreder.
“Arınmak, saflaşmak, kurtulmak”
manalarına gelen
hulûs/halâs kelimelerinden
türeyen ihlas kelimesi “bir
şeyi, kendisine karışmış veya
bulaşmış olan şeylerden
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
arındırmak, kurtarmak ve
sadece kendisi olmasını
sağlamak” anlamına gelir.
İhlas, söz ve davranışlarda
yalnızca Allah’ın
rızasının gözetilmesi, kişinin
tüm benliğiyle Rabbine kulluk
etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de
“Dini yalnızca Allah’a has
kılarak ibadet edilmesi”
(Beyyine, 98/5) defaatle
tekrarlanmıştır. Dini yalnız
Allah’a halis kılmak, dinin
sahibinin Allah Teâlâ olduğuna
inanıp bu dine ihlasla
iman etmeyi gerekli kılar.
Tevhid anlamına gelen “dini
Allah’a has kılmak”; Allah’ı
birlemek, uluhiyeti, rububiyeti,
din koyma yetkisini
sadece Allah’a tanımak
demektir. İnsanın Yaradan’ıyla
kurduğu bu içten ve halis
bağ, kendinden başlamak
üzere topluma ve evrene
dalga dalga yayılan bir
samimiyet halesine dönüşür.
En yüce ahlak üzere
olan ve insanlığa muhlis olmayı
öğreten Hz. Peygamber
(s.a.s.) namazlarının sonunda
şöyle dua ederdi:
“Ey Rabbimiz ve her
şeyin Rabbi olan Allah’ım!
Senin yegâne Rab olduğuna,
ortağının olmadığına ben
şahidim. Ey Rabbimiz ve her
şeyin Rabbi olan Allah’ım!
Muhammed’in senin kulun
ve resulün olduğuna ben
şahidim. Ey Rabbimiz ve her
şeyin Rabbi olan Allah’ım!
Bütün kullarının kardeş
olduğuna ben şahidim.Ey
Rabbimiz ve her şeyin Rabbi
olan Allah’ım! Beni ve ailemi
dünya ve ahirette her an
ihlasla sana bağlı kıl.”
(Ebû Dâvûd, Vitr, 25).
Namazlarının akabinde ettiği
bu duada Allah’ın bir ve kendisinin
de Resulü olduğuna
tanıklık ederek başlayan
Hz. Peygamber (s.a.s.), her
şeyin Rabbi olan Allah’a kendisi
ve ailesi için muhlis bir
bağlılık adına dua etmektdir.
Ayrıca bu ruh hâlinin canlılığı
ve her an devamı için de dua
etmek öğütlenir. Zira dua;
yalvarma, yakarma, zikretme
ve nihayet varoluş sebebini
hatırlayarak kendini temize
çekme anıdır.
Söz ve fiillerimizin
değer kazanması ihlaslı bir
niyete bağlıdır. Samimiyet
bütün varlıklara karşı iyi niyet
beslemektir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) dinin
bizzat samimiyet olduğunu,
“kime karşı” diye sorulduğunda
“Allah’a, kitabına,
Resulüne, Müslümanların
önderlerine ve bütün
Müslümanlara karşı” olduğunu
ifade eder (Müslim,
Îmân, 95). Müslüman toplumun
en mümeyyiz vasıflarından
birisi Rabbi ile olan
anlaşmasına bağlı olarak
bulunduğu toplum için barışı
ve esenliği tesis etmeye
çalışmasıdır. Bunun ilk
aşaması ise samimiyet ve
içtenlikle insanlara, doğaya
ve eşyaya yöneliştir. Bu hâlin
devamı için edilen duanın
canlılığıyla kendiliğinden
filizlenir barış toplumunun
nüveleri. Kendiliğinden
olanın doğal akışı durdurulamaz;
bilakis kültürü
oluşturur. İslam toplumlarının
tarihin tanıklığını ettiği barış
yurtları işbu kültürün topraklarıdır.
Kişinin bütün yapıp
ettikleri samimiyetine göre
karşılık görür. Samimiyetin
zıddı riya, yalan, ikiyüzlülük,
aldatma ve kandırma gibi
nitelikler muhlis kulun sıfatları
ile bağdaşmaz.
Hz. Peygamber (s.a.s.) iki
yüzlüler hakkında bir hadis-i
şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde, Allah
nazarında en kötü olanlardan
bir kısmını da iki
yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz.
Bunlar bazı- larına
bir yüzle diğer bazı- larına
da başka bir yüzle giden
insanlardır” (Buhârî, Edeb,
52). Yine başka bir hadiste
“Bizi aldatan bizden değildir.”
(Müslim, Îmân,164)
buyurmaktadır. Allah’ın(c.c.)
kitabında ve pek çok
hadiste Müslümanların bu
türlü kötü ahlakı barındıran
hasletlerden korunmasına
yönelik öğütler bulunmaktadır.
Kötü ahlakın kökleri
kalpten neşet eder; güzel
ahlakın kök saldığı yer yine
gönül olmaktadır. Bu itibarla
ihlasın merkezi de kalptir.
Nitekim Allah’ın Resulü
(s.a.s.) “Dikkat edin! Vücutta
öyle bir et parçası vardır
ki o iyi olursa bütün vücut
iyi olur; o bozulursa bütün
vücut bozulur. Dikkat edin!
O kalptir.” (Buhârî, Îmân, 39)
buyurmaktadır.
Yüce Allah’ın kitabında
muhlis kullar üzerinde
şeytanın bir hakimiyetinin
olamayacağı geçmektedir.
“İblis: ‘Rabbim! Beni azdırmana
karşılık, ant olsun
ki kötülükleri onlara güzel
göstereceğim, içlerinde ihlasa
erdirilmiş kulların hariç,
onların hepsini azdıracağım.’
dedi.” (Hicr, 15/39-40).
Allah’a ihlasla bağlılığın
mükafatı, şeytanın muhlis
kullar üzerinde bir tesirinin
olmayacağı gerçeğidir.
Ayette de görüleceği üzere
şeytanın iğvasına karşı en
güçlü koruma zırhı ihlas ve
muhlisane bir bağlılık olup
bizzat şeytanın kendisi bu
durumu itiraf etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu
bağlılığın devamı için
namazlarının akabinde daima
kendisi ve ailesi için dua
etmiştir.
Bu duru hâlin kalpte
hissedilmesi ibadetlerde
ihlası, sosyal ilişkilerde
de samimiyeti gözetmekle
mümkündür. Zira huzurun
sırrı odur ki Rabbiyle barışık
olan kendisiyle barışık,
kendisiyle barışık olan da
insanlarla barışıktır. O hâlde
ihlas, içtenlik ve katıksız
niyet hâlidir. Muhlis de ihlas
sahibi kula denir ki, gönülden
Yaratıcısına bağlı kul; kendisi,
toplumu ve içinde
yaşadığı evren için sürekli
hayır, barış, esenlik üreten
ve dahi yayan kimsedir.
HADİSLERLE AİLE
9
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
PENCERE
10
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
IRKÇILIĞIN
YENİ MASKESİ:
İSLAMOFOBİ
Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
“ANNE, NEDEN İSA
BEYAZ TENLİ,
SARI SAÇLI VE MAVİ GÖZLÜ?”
PENCERE
Parkinson hastalığı nedeniyle
74 yaşında hayata
veda eden Müslüman
boksör Muhammed Ali, bir
röportajında tarihin sayfalarına
şu ibretlik sözleriyle
kayıt düşer:
“Anneme hep sorardım,
her şey nasıl beyaz oluyor,
neden İsa beyaz, sarı saçlı
ve mavi gözlü? Neden Tanrı’nın
akşam yemeğindekiler
hep beyaz? Neden Papa,
Meryem ve hatta melekler
hep beyaz? Neden meleklerin
yediği beyaz kek oluyor
da şeytanın yediği
çikolata renkli kek oluyor?
Neden devlet başkanı
Beyaz Saray’da yaşıyor?
Merak ettim, Mery’nin küçük
kuzusunun ayakları beyaz,
kar gibi bembeyazdı. Her
şey beyazdı. Santa Claus
(Noel Baba) beyazdı. Kötü
ve çirkin olanlar ise siyahtı.
Küçük Çirkin Ördek Yavrusu
siyah bir ördekti. Siyah kedi
kötü şans demekti. Sonra
bir şeylerin yanlış gittiğinin
farkına vardım. Ben
Amerika’yım! Senin tanımadığın
bir parçasıyım
ama bana da alış. Siyah,
güvenilir ve kendinden emin
biriyim. Benim adım, dinim,
senin alıştığından farklı ama
işte ben benim, bana alış!”
Merhum boksör,
siyah teni yüzünden kendisini
ve beyaz olmayan
diğer insanları adam yerine
koymayan ülkesinin ırkçı
beyazlarına sesleniyordu.
Onun gibi renkli tenlilere
“siyasi yapıyı ve toplumsal
dokuyu kirleten ve pisleten
kirli düşman” muamelesi
yapan kibir abidesi ırkçıların
Muhammed Ali’yi ciddiye
aldıklarını sanmıyorum ama
olsun, Ali büyük bir medeni
cesaretle o ırkçıların gözlerinin
içine bakarak tüm dünyaya
bir insanlık dersi vermişti.
Allah, boks dünyasının
bu gelmiş geçmiş en büyük
ismine engin rahmetiyle
muamele eylesin, mekânı
cennet olsun.
11
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
PENCERE
12
Konuya böyle girdim, çünkü
bu ırkçı zihniyet 20. yüzyıl
Avrupa’sında vebalı muamelesi
yaptığı Yahudilerin
ve çingenelerin yerine şimdi
bir güvenlik ve düzen tehdidi
olarak gördüğü Müslümaları
oturttu. Adına İslamofobi
dediği kavramla da ırkçılığın
tarihinde yeni bir sayfa daha
açmış oldu. Arada tek tük
itiraz eden olsa da İslamfobi
ile ırkçılık aynı kaptan besleniyor.
Her iki olguyu da Batı
sömürgeciliği üzerinden okumak
daha anlamlı ola- caktır.
Irkçı beyazlar, kendi suralarına
Muhammed Ali gibi
cesurca haykıran siyahları
hiç ama hiç sevmezler, hele
bir de Müslüman’sa nefretleri
katmerlenir. Bu ırkçıların
gözünde onun gibiler, ekonomi
ve siyaset profesörü
Mark Neocleous’un tasvir
ettiği üzere, vaktiyle tarlalarda
zorla çalıştırdıkları, çalışma
yükünün altında ezdikleri,
acımasızca kırbaçladıkları,
tatsız tuzsuz yemeklerle
-tabii adına yemek denirsebir
“yük hayvanı” muamelesi
yaptıkları kölelerinin
(M. Neocleous, Evrensel
Hasım, Çev. B. S. Aydaş,
İstanbul: Nota Bene Yay.,
2016, s. 81.) had, sınır
tanımaz “geveze” torunlarıydı.
Muhammed Ali gibiler ise
yerlerinden, yurtlarından zorla
söküp gemilere balık istifi
doldurup Batı’ya kaçırdıkları,
köleleştirerek hayatlarını,
hayallerini çaldıkları milyonlarca
bahtsız Afrikalının
torunlarıydı. Nasıl sevsinler
ki, onlar içlerinde yaşasa da
kökleri dışarıda olanlardı.
Hiyerarşik Setler
İslamofobi, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı el ele
yürüyor ve bunlar, kendini
“medeni”, başkalarını “barbar”
olarak tanımlayan her
yerde, Amerika kıtasından
Avustralya kıtasına kadar
her yerde birbirinden besleniyor.
“Müslüman göçmenler”
tabiri Müslümanlara yönelik
nefret sebebiyle artık etnisite
kavramı çerçevesinde işlem
görüyor. Irkçı güdüyle uyduruk
bir İslam ve Müslüman
korkusu -nefreti demek daha
doğru olur- körükle-yenler,
bunun tohumlarını her yere
serpmeyi başardılar. Küçücük
bir ülke olan Yeni Zelanda’da
bile bu zehirli karışımın nasıl
bir insanlık trajedisi meydana
getirebileceğini dehşetle hem
de canlı yayınla izlemedik
mi? Irkçı damar için kategorik
ayrımlar vardır. Onun bir
“bizim takım” dediği çevresindekiler,
bir de “rakip takım”
dediği din, dil, ırk, kültür
farklılığı sebebiyle dairenin
dışına fırlattığı düşmanları
vardır. İkisi arasına aşılmaz
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
bir hiyerarşik duvar örer. Düşman kavramı
üzerinden basmakalıp fikirler
geliştirir. İkisinin birbirine karışmaması
gerekir. Toplumu bu hiyerarşi penceresinden
görmeye başlar. Güçlü, akıllı, kabiliyetli,
yetkili olan kendisidir; oyunun tüm
kurallarını kendisi belirler. Bütün bir
sistem onun amaç ve çıkarlarına hizmet
etmemelidir; bunun için varsa vardır,
yoksa yok mesabesindedir. Aklına
eseni yapar ve kimseye hesap vermek
mecburiyetinde değildir. Düşman konumuna
oturttuğu rakibini bütün özelliklerinizden
soyar, sıradan bir grubun
sıradan bir üyesine indirger. Onu hakları
ve özgürlükleri olan bir fert olarak
görmez. Bu ırkçının gözünde İslam bir
din değil, ideolojidir; bu ideolojinin olduğu
her yerde ise savaş, terör, radikalizm,
şiddet, baskı ve kriz vardır. Bunu söyleyenlerden
biri de Alman ırkçı parti AfD.
Bu parti “İslam düşmanı” damgası yememek
için İslam karşıtlığında yeni bir taktik
uyguluyor. Bakın ne diyor bu ırkçı İslam
düşmanları:
“Efendim bizim yaptığımız, ifade
özgürlüğü kapsamında din eleştirisi yapmak.
İslam ise bir din değil, bir ideoloji,
çünkü din ile siyaset arasını ayırmıyor.
Bu tür bir ideoloji anayasa ile çelişiyor.
İslami yönetimi sembolize eden minareler
de yasaklanmalı, çünkü müezzin
‘Allah’tan başka ilah yok.’ çağrısı
yapıyor.”
Parti böylece anayasada suç olan ırkçı
suçlamasından kendisini sıyırdığını
düşünüyor. Ateşli İslamofobi yanlısı
partinin bu ırkçı tavrına içeriden muhalif
sesler de var elbette ve onlara göre,
ırkçı partinin yaptığı şey kesinlikle bir din
eleştirisi değil, bilakis Müslümanlara aba
altından sopa göstermek, onları taciz
etmek.
(“Where Does Religious Criticism End and
Islamophobia Begin?” Qantara.de, 11.12.2020)
PENCERE
13
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
PENCERE
14
Dünyayı kendi çiftliği gibi
görenlerle onlara
direnenler arasındaki
mücadele, şartlar
eşit olmasa da
sürüyor ve sürmeye
devam edecek.
Kültürel Cehalet ve İslamofobi
İslamofobik ırkçılığın bir türü daha var ve
o da Müslümanlık dediği, daha doğrusu ön
yargılarla besleyip Müslümanlık olarak algıladığı
şeyi (Muslimness) hedef tahtasına
oturtuyor. Bunu Müslümanlığı kamusal
alanda görünür kılan şeylere olan düşmanlık
şeklinde tanımlayabiliriz; mesela minare,
hilâl, başörtüsü düşmanlığı gibi. Buradaki
nefret, İslam veya Müslümanlar hakkındaki
yarım yamalak bilgiden veya kör
cahillikten kaynaklanıyor. Bu dinî ve kültürel
cehalet kaynaklı nefret tipi, bazen kendini
öyle rezil eder ki mesela başında
türbanıyla gezen bir Sih’i bile Müslüman
zanneder. Bu cahiller Müslüman olanla
olmayan arasındaki dinî ve kültürel ayrımı
bilmezler. Hedefleri, “Müslüman” olarak
belledikleri ama ayrımını yapamadıkları,
aralarındaki farkları keşfedemedikleri etnik,
kültürel ve dinsel yabancılardır. Onlar için
Müslüman, bir şamar oğlanıdır. Dememiz
o ki İslam ve Müslüman karşıtı ırkçılık ile
İslam ve Müslümanlar hakkındaki kültürel ön
yargılar ve cehalet birbirini besliyor. Hani bizde
bir deyim var ya “Her sakallıyı deden sanma!”,
işte tam da onun gibi bir şey. Her gördükleri
sakallıyı dedeleri sanan cahillerin bilinçaltına
yapışmış paslı ön yargılarını temizlemek öyle
sanıldığı kadar kolay değil. Batı’da aşırı sağın
yükselişiyle birlikte tırmanışa geçen İslamofobi
kuruntusu, gerçekte uç uca eklenen bir
dizi küresel gelişmenin sebep olduğu krizlerin
sebebinin yanlış adreste aran-masıdır. Gelir
dağılımı bozukluklarıyla artan ekonomik eşitsizlik,
yoksullaşma ve işsizlik; tarih, kültür ve
kimlik algısında yaşanan kırılma ve erozyon;
savaş, terör, kıtlık ve benzeri sebeplerle kritik
eşiği aşan uluslararası göç dalgalarıyla birlikte
iç dengelerin bozulması; sosyal güvenlik ve
gelecek endişesi; Avrupa ve Hristiyanlık değerlerinde
yaşanan yozlaşma, tahribat vb. gibi
esasen küresel kapitalist ekonomik sistemden
kaynaklanan olumsuzlukların kaynağı olarak
ülkedekiyabancıları ve özellikle de Müslümanları
hedef göstermek Avrupa’daki aşırı sağ
partilerin hemen hemen ortak politikasıdır
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
PENCERE
15
(H. Kürşad Aslan, “Aşırı Sağın Yükselişi:
Resme Küresel Perspektiften Bakmak”,
Muhafazakâr Düşünce Dergisi, [XIV,
2018], sa.18, s. 47-70). Bu gelişmelere
paralel olarak, düşünce kuruluşu SETA,
yayımladığı 2018 Avrupa İslamofobi Raporu’nda
Avrupa’da İslamofobik hadiselerin
yükselişe geçtiğine dikkat çeker. Rapora
göre, bu durum sadece Müslümanları
değil, aynı zamanda Avrupa’nın güvenlik
ve huzurunu hedef alan bir tehdittir.
Müslüman karşıtı ırkçılığın yeniden üretilmesinde
ve normalleştirilmesinde önemli
rolü üstlenen ise her zaman olduğu gibi
Batılı medyadır. Raporun bir tespiti de
İslam’a ve Müslümanlara yönelik nefretin
yayılmasında internetin de küçümsenmeyecek
bir pay sahibi olmasıdır. Raporda
Müslümanların Avrupa’daki aşırı sağ fanatizminin
kurbanları arasında ilk sırayı işgal
ettiği özellikle vurgulanır (Avrupa İslamofobi
Raporu 2018 – SETA). Sadede gelelim.
Dünyayı kendi çiftliği gibi görenlerle onlara
direnenler arasındaki mücadele, şartlar eşit
olmasa da sürüyor ve sürmeye devam edecek.
Muhammed Ali’nin soruları cevabı zor sorular.
Hz. İsa’yı beşer -peygamber konumundan
Tanrılığa terfi ettiren bir kültürün yeryüzü hiyerarşisindeki
konumu da tepede olmaktır.
Bu kesinlikle sorgulanamaz ve değiştirilemez
olup bir yeryüzü tabusu mesabesindedir. Diğer
taraftan, Filistin topraklarında doğan muhtemelen
buğday ya da esmer tenli -ama kesinlikle
beyaz tenli değil-, kumral ya da siyah saçlı
-ama kesinlikle sarı saçlı değil- kahverengi, ela
ya da siyah gözlü -ama kesinlikle mavi değilnasıl
olup da inanılmaz bir fizyolojik değişim
geçirdiğinin cevabını da bu kendini beğenmiş
kültürün genlerinde aramak gerekecektir. Bu
dayatmacı kültür sizinle ilgili kavramları da
belirler, sonra dayatır, kabul ettirir ve tartıştırır.
Siz artık yarı mesainizi kendinizi aklamakla
harcarsınız.Tıpkı bizim İslamofobi kavramını
tartıştığımız gibi. Ne demişler,
“Bir deli kuyuya taş atar,
kırk akıllı çıkaramaz.”
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
KAYGI ÇAĞININ
ŞAFAĞINDA
FITRATI SAVUNMAK
BİZ BİZE
16
✦ Tuğrul OKAY
“Yek katre-i hunest,
hezar endişe” der, Sadi Şirazi,
yani insan bir damla kan
ve sayısız kaygıdır. Henüz
varoluşçu filozofların kaygı
kavramını hayatın merkezine
oturtmalarına yüzlerce yıl
varken yine bir başka İslam
düşünürü İbn Hazm şunları
söyler: “İstisnasız bütün
insanların güzel bulup peşinden
koştuğu tek hedefin ne
olduğunu araştırdım ve bunun
bir tek şey olduğunu gördüm:
Kaygı ve korkudan kurtulmak.”
Evet, insan endişelerden,
kaygılardan örülmüş
bir kalbe sahiptir. Çünkü o
ne yaparsa yapsın, ne kadar
güçlü kuleler inşa ederse etsin
yaşadığı anın gelip geçici
olduğunu bilir. Yarın mı? Yarın
insan için hep bir muammadır.
Uzak geleceğe ait bilgiler
Âdemoğlunun görme ufkunun
dışında kalır. Gerçekten de
kalbi- mize dönüp baktığımızda
orada nefes alıp veren
pek çok endişenin, stresin ve
bunalımın kökeninde yarınlara
dair kaygıların yattığını
görürüz. Çünkü yarınlar
muammadır ve bilinmezliğin
olduğu yerde kaygının egemenlik
kurması doğaldır. Bu
egemenlik pasif bir niteliğe
sahip değildir. Bilinmezlik,
bugünümüzle birlikte, maziyle
alışverişimizi de kontrol eder,
biçimlendirir. Kısaca söylemek
gerekirse dünler bugünleri,
bugünler dünleri şekillendirir.
Geçmişin geleceği
inşa etmesi, hepimizin kolayca
fark edebildiği bir işleyişe
sahiptir. Çocukluğumuzda
yaşadıklarımız, yaşam boyu
elde ettiğimiz deneyimler,
tecrübeler bizim kimliğimizi,
kişiliğimizi, duygu ve
düşüncelerimizi şekillendirir.
Ama bugünün geçmişi
inşa etmesi meselesini biraz
açmamız icap ediyor. Birey
ya da toplum, şimdiki hâline,
olgunluğuna ve imkânlarına
göre geçmişle seçmeci bir
ilişki kurar. Bazen hatırladığını
bazen unutması icap
eder. Nitekim bilim insanları,
belleğin kendi sağlığı için
geçmişteki pek çok şeyi
unuttuğunu söyler. Dünle
bugün arasındaki alışverişten
özetle şunu anlarız: İnsanlar
da toplumlar da kesintisiz,
inişli çıkışlı bir çizgi hâlinde
yaşarlar. Çizginin tümüyle
kesintiye uğraması bir hafıza
kaybına işaret eder. İnsan
için bu, hayatın son bulduğu
andır. Toplumlar için de öyledir.
Hafızasını kaybeden,
tarihiyle bağını topyekûn
koparan toplumlar aslında
kaybolmuşlardır.
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Yarınlar
muammadır ve
bilinmezliğin
olduğu yerde
kaygının
egemenlik
kurması
doğaldır.
Bu egemenlik
pasif bir niteliğe
sahip değildir.
Dünü ve bugünü
değiştiren, dokuyan bir faktör
daha vardır: Yarın. Yarın bir
ihtimal sağanağıdır. Sağlık
kadar hastalık, yaşamak
kadar ölüm, güvenlik kadar
kaza, huzur kadar afet ihtimallerini
ihtiva eder. Hiç kimse
birkaç dakika sonra başına
neler geleceğini bilemez.
Yarın, bu hüviyeti sebebiyle
her zaman endişe kaynağı
olmuştur. Soren Kierkegaard,
kaygının geleceğe ilişkin bir
olgu olduğunu söyler. Aslında
yarına dair sistematik endişeler
taşımak sadece
insana özgüdür. Evet, kimi
hayvanların bulduğu fazla-
dan yiyeceği yarınlar için
gömdüğüne, kışı geçirmek
için yuvalarında istiflediğine
de şahit oluruz. Fakat insan
bütün bunları ilkel bir
içgüdüyle değil, varoluşsal bir
kaygı eşliğinde gerçekleştirir.
Ölümün, hastalığın veya
felaketlerin gerçekleşme
ihtimalini bilmesiyle insan
diğer canlılardan ayrılır.
Şunu da söylememiz gerekiyor,
bu kaygılar, kültürün ve
uygarlığın pek de ortalıkta
görünmeyen gizli mimarıdır.
Örneğin bugün eleştirerek
içinde yüzdüğümüz modern
dünya, ulaşım ağlarıyla, iletişim
kanallarıyla biraz da bu
kaygının sonuçlarıdır.
Tarihte ilk devlet,
ilk yasa, ilk sistem yarına
dair kaygıların gölgesinde
teşekkül etmiştir. İnsanlar
kendilerini, ailelerini ve elbette
toplumlarını, geleceğin
belirsizliği karşısında korunaklı
yapılarla, sistemlerle
muhafaza etmek istemişlerdir.
Çünkü insan kendini güvende
tuttuğu zaman bununla yetinmez,
kendisinden sonraki
nesilleri de huzur içinde
yaşatacak sosyal ve fiziki
yapılar, yöntemler geliştirir.
Yarının bilinmezliği kültürel
etkileşimi, kurumsallaşmayı
ve örgütlü davranışı beraberinde
getirir.
Derinleşen Bilinemezlik
Bugün hâlihazırda
yaşa-dığımız dönemden
dijital çağ diye söz ediyoruz.
Aslında henüz yaşanmakta
olan süreçlerle ilgili nihai
adlandırmalar bizi çoğu kez
yanılgıya sürükler. Ancak
birkaç yüzyıl sonra bugünlerin,
insanoğlunun büyük
tarihsel yürüyüşünde nereye,
hangi adlandırmaya
tekabül ettiği anlaşılabilir.
Fakat yaşanan sert değişimi,
özellikle son yarım asır
içinde olup bitenleri göz
önüne getirdiğimizde modern
insanı esir alan kaygıların
derinleşme sebebini
de az çok kestirmiş oluruz.
Söz gelimi Türkiye’de bugün
altmışlı yaşlarını süren insanların
hayatlarına bakalım.
Tarihsel iki uçurumu aynı
anda yaşamaya devam eden
bir kuşaktan söz ediyoruz.
1970’ler Türkiye’de kırsalın
elektrikle tanışmaya devam
ettiği yıllardır. Anadolu’da
pek çok yerde insanlar idare
lambasıyla, sabanla, dibekle,
değirmenle içli dışlı bir hayat
sürmekteydi. İşte çocukluğu
bu tarım toplumu imkânlarıyla,
gaz lambasının altında
geçen nesiller şimdilerde
ellerinde akıllı telefonlarla
dünyanın en uzak köşesiyle
anlık iletişim ve etkileşim
içine girebiliyor.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
BİZ BİZE
17
BİZ BİZE
18
Antenli, çanaklı televizyonlara
sahip olduktan yirmi,
otuz yıl sonra insanlar,
dijital devrimin akıl almaz
imkânlarına kavuştular.
Avuçlarımızın içine
sıkıştırdığımız aygıtlardan
televizyon seyretmek, alışverişlerimizi
sanal mecralardan
yapmak, haberleri
dijital bir ekrandan okumak,
bizden kilometrelerce uzak
bir yakınımızla görüntülü
konuşmak şimdilerde
hayatımızın rutini olmuş
olabilir. Fakat çok değil,
birkaç on yıl önce bu imkânların
en ilkel versiyonları bile
bizim muhayyilemize dahi
uğramazdı. Tarihte yaşam
tarzları arasında bu kadar
sert bir geçişin yaşandığı
başka bir zaman aralığı
var mıdır bilinmez. Ama
bildiğimiz bir şey var ki bu
hızlı geçiş, bir dizi kaygıyı ve
huzursuzluğu beraberinde
getirdi. O ekranlara bakarken
değil, o ekranları kapattığımız
anda ortaya çıkan bu
kaygıyı, her şeyin bu kadar
hızlı, kolay ve anlaşılmaz
biçimde tezahür etmiş olması
gerçeği derinden derine
beslemektedir.
Yirminci yüzyıla iki
dünya savaşı, on milyonlarca
ölüm sığdıran insanlık,
bilimsel inkişafın katlanarak
arttığı, tıbbın, robotik bilimin,
ulaşımın ve iletişimin daha
önceki yüzyıllarda hayal
bile edilmesi imkânsız
aşamalara eriştiği bir ivme
yakaladı. Fakat bu ivme
yirmi birinci yüzyılda henüz
adı konulmamış başka
bilinmezliklerin doğmasına
neden oldu. Elli yıl içinde
tek başına internetin, yapay
zekânın ve biyoteknolojinin
geldiği mer-hale, hayatımızı
kolaylaştırdığı ölçüde yarınlarımız
hakkında kaygılı
bekleyişimizi çoğalttı. Sadece
yapay zekâya sahip bir
robotun Youtube kanalından
izlediği bir videoyla yemek
yapmasından ya da Suudi
Arabistan’da Sofia adlı robota
vatandaşlık verilmesinden,
Kaliforniya’da bir bilgisayarın
kendisine verilen kısa notlardan
farklı bakış açısına
sahip bir makale üretmesinden
söz etmiyoruz. Dünyaca
fikri mülkiyet örgütü WIPO’ya
yapılan on binlerce yapay
zekâ ve insan beyni üzerine
dijital müdahaleler içeren
patent başvurusunun dünyaca
bilinirliğe sahip büyük
firmalar tarafından yapılıyor
olması, kaygılarımızın hayli
haklı gerekçelere sahip
olduğunu gösteriyor. İngiliz
astrofizikçi Martin Rees, Son
Saatimiz (Our Final Hour)
adlı kitabında, 21. yüzyılda
insanoğlunun varlığını
devam ettirebilme şansının
yarı yarıya olduğunu söylemesinin
nedeni beyin, çip
ve kodlamalar üzerine son
yıllarda alınan mesafeden
başkası değil. İnsanoğlunun
ölümsüz refakatçisi kaygı,
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
tarihte hiç bu kadar haklı ve
yoğun gerekçelere sahip
olmadı.
Manzaraya bir de
bütün dünyayı etkisi altına
alan pandemiyi dâhil edebiliriz.
Hiç kimse bir yıl öncesine
kadar, bütün dünyada
insanların aylarca evlerine
hapis kalacağını, iş yerlerinin
belli aralıklarla kapanacağını,
sokakların boşalacağını,
eğitimin online hâle geleceğini
hayal bile edemezdi.
Böyle şeyler ancak filmlerde
ya da distopik romanlarda
görülecekken düpedüz
hayatımızın gerçeği oluverdi.
İçimizden gizli bir ses bize
insanlık için hiçbir ihtimalin
uzak olmadığını fısıldayıp
duruyor.
Sonuna Kadar Fıtratı
Korumak
Varoluşçuluğun kurucu filozofu
Kierkegaard, insanın
kaygıların gölgesinde yaşamaya
alışması gerektiğini
söyler. Çünkü ona göre
kaygı olmadan yaşam mümkün
değildir. Kaygı, bireyin
hiçlik karşısında korunma
kalkanıdır. Korkuyla baş
edilebilir çünkü o dış kaynaklıdır
fakat kaygıdan kaçmak,
kurtulmak imkânsızdır. Onun
kuluçkası insanın iç dünyasıdır.
İnsan kendinden kaçamaz
ama parçası olduğu
tedirginliği, endişeyi, kaygıyı
kişiliğinin tekâmülü yolunda
kullanabilir. Peki, bu nasıl
mümkün olacaktır?
Yarınlara dair kaygılar,
daha büyük yarınlara iliş-
kin kaygılarla bastırılabilir,
yönetilebilir, terbiye edilebilir
ancak. Bir mümin için
yegâne gelecek kaygısı,
en büyük gelecek olan hesap
günüdür. Ahiret inancı
sadece kaygımızın başını
okşamakla kalmaz, insanlığı
bekleyen muhtemel dijital
distopyalara karşı fıtratın
koordinatlarını göstermeye
devam eder. İnsan beynine
dair olası bütün spekülasyonların
seküler aklın ürünü olarak
tezahür ettiğini biliyoruz.
Bizler vahye, ahlaka, erdeme,
fıtrata kulak kabartmaya
devam ettiğimiz müddetçe
yarınlar hangi ihtimallerle
gelirse gelsin, oradan bir
çıkış yolu bulacağımız
muhakkaktır. Ölüden diriyi,
diriden ölüyü çıkartan; Hz.
Musa’yı Firavunların sarayında
besletip büyüten Rabbimiz,
bütün gelecek kaygılarımızı
onun yüce şanının
önünde kurban ettiğimizde
bize hem merhamet edecek
hem kurtuluş yolunu gösterecektir.
Fıtratı korumak,
Cenab-ı Hakk’ın emir ve
yasaklarını harfiyen yerine
getirmekle; ahlaklı bireyler,
empati kabiliyeti yüksek
toplumlar inşa etmekle
mümkündür. Fıtrat, insanın
Yaradan’la, insanın insanla,
insanın çevreyle, insanın
toplumla kuracağı ilişkiyi
gönyede tutar. Fıtratın korunduğu
cemiyetlerde hakikat
bilgisini ağırlamaya her zaman
yer olacaktır. Kendisi
de kaygı üzerine hayli kafa
yoran İbn Hazm’ın reçetesiyle
yazımızı bitirebiliriz:
“Dünya var olalı beri kaygıyı
iyi sayan ve ondan kurtulmak
istemeyen bir tek kişi bile
yoktur. İşte bu değerli bilgi
tam olarak zihnime yerleştiği,
bu ilginç sır çözülüp aydınlandığı
ve Yüce Allah bu
büyük hazineyi düşüncemde
açığa çıkardığı vakit, tasadan
kurtulmanın gerçek yolunun
ne olduğunu araştırmaya
başladım. Âlimiyle cahiliyle,
iyisiyle kötüsüyle bütün
insanların üzerinde ittifak
ettikleri bu hedefe ulaşmanın
yolunun ahiret kurtuluşu
için gerekli amelleri işlemek
suretiyle Allah’a yönelmekten
başka bir şey olmadığını
anladım.”
BİZ BİZE
19
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
“KUDÜS,
GÜNDEM
ÜMMETİ
MUHAMMED’İN
OKÇULAR
TEPESİDİR...”
20
#StandUpForPalestine
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
#TürkiyeKudüsİçinAyakta
GÜNDEM
21
“KUDÜS,
BİR SINAV KAĞIDI...
HER MÜ’MİN KULUN
ÖNÜNDE...”
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
GÜNDEM
KUDÜS’ÜN
KUTSİYETİ VE RUHU
“Bir kez daha anladık ki bizim en büyük gücümüz
birliğimiz, düşmanın en büyük silahı ise içimize
soktuğu nifaktır.”
✦ Ramazan TUĞ
22
Şayet şehirlerin bir
ruhu varsa şüphesiz bu ruhu
en çok hak eden şehirlerden
biri de vahye dayanan bütün
dinlere göre mukaddes
kabul edilen ve bir adı da
Beytülmakdis olan Kudüs’tür.
Kur’ân-ı Kerim’de isimleri
geçen peygamberlerden
birçoğu burada yaşamış, bu
şehrin topraklarına basmış,
sokaklarında dolaşmış yahut
hayatının bir kısmını burada
geçirmiş ve insanları burada
doğru yola davet etmiştir.
Şüphesiz ki bir mekânın
üstünlük ve kutsiyeti, o
mekânın bizzat kendisinden
kaynaklanan bir durum
değildir; oraya kutsiyet veren,
insanlara doğru yolu göstermek
üzere inen Allah’ın
vahyine ve bu vahyi insanlara
tebliğ etmekle görevli peygamberlere
beşiklik etmesidir.
Mekke’nin Medine’nin,
Kudüs’ün ve mukaddes kabul
edilen diğer şehirlerin üstünlüğü,
burada yapılan ibadetlerin
faziletli oluşu, kat kat
sevap ile mükâfatlandırılması
ve yapılan duaların müstecab
olmasının hikmeti buradan
gelir.
Kudüs ve çevresini
mukaddes ve mübarek kılan
en önemli sebep şüphesiz
ki yeryüzünün en eski ikinci
mabedi, Müslümanların birinci
kıblesi ve üçüncü haremi
olan Mescid-i Aksa’nın burada
bulunması, İsra ve Miraç
hadisesinin bu topraklarda
gerçekleşmesi, vahye ve
birçok peygambere beşiklik
etmesidir.
Hz. Peygamber
(s.a.v.); Ebu Zer (r.a.)’in
“Yeryüzünün en eski mescidi
hangisidir?” sorusuna: “İnsanlar
için yeryüzünde kurulan
ilk ev, Mekke’de bulunan
mübarek ve âlemler için hidayet
kaynağı olan Kâbe’dir.”
(Al i İmran, 96) ayet i kerimesinde
belirtildiği üzere, yeryüzünde
ilk inşa edilen mescidin
Mescid i Haram, ikinci inşa
edilenin ise Mescid-i Aksa
olduğunu ve bu ikisi arasında
da kırk yıl süre bulunduğunu
açıklamıştır. (Buhari)
Hadis-i şerife göre
Mescid-i Aksa, yeryüzünün
en eski mabedi olan Mescid-i
Haram’dan kırk yıl sonra
yapıldığına göre temellerini
de muhtemelen Hz. Âdem
atmıştır. Nesai’de geçen başka
bir hadis-i şerife göre ise
Mescid i Aksa’yı Süleyman
(a.s.) inşa etmiştir. Ancak Süleyman
(a.s.) tarafından inşa
edilen mabedin, tıpkı Kâbe’yi
ilk inşa eden Hz. Âdem (a.s.)
’den sonra Hz. İbrahim ve
oğlu İsmail tarafından temellerinin
yükseltilmesi gibi Mescid-i
Aksa’nın da Hz. Süleyman
tarafından tekrar ihya
edilmiş olması muhtemeldir.
Nitekim günümüze kadar aynı
alan üzerinde birçok binanın
inşa edildiğini tarih kaynakları
da kaydetmektedir.
Mescid-i Aksa; ibadet
maksadıyla yolculuk yapılabilen
yeryüzünün en faziletli
üç kutsal mabedinden biridir.
Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayetine
göre Allah Resulü:
“Yolculuk ancak şu üç mescitten
birine yapılır: Benim şu
mescidime, Mescid-i Haram’a
ve Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur.
(Buhari, Müslim,
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Tirmizi, Nesai)
Müslim’de geçen
“Allah, Ariş ile Fırat arasını
mübarek (bereketli) kılmış
ve özellikle Filistin’i mukaddes
kılmıştır.” hadisi de
bütün Filistin topraklarının
mübarek olduğuna dair açık
bir delildir.
“Kendisine ayetlerimizden
bir kısmını gösterelim
diye kulunu (Muhammed’i)
bir gece Mescid-i Haram’
dan çevresini mübarek
kıldığımız Mescid-i Aksa’ya
götüren Allah’ın şanı yücedir.
Hiç şüphesiz o, hakkıyla
işitendir, hakkıyla görendir.”
(İsra,1)
Hz. Peygamberin
Mekke’de değil de Kudüs’te
göğe yükseltilmesi ve birtakım
ayetlerin burada
kendisine gösterilmesi
elbette buraya verilen özel
bir önemden kaynaklanmaktadır.
Ayette geçen
“çevresini mübarek
kıldığımız” ibaresinden maksadın
Kudüs ve Kudüs’ü de
içine alan, Bilad-ı Şam olarak
da bilinen bütün Filistin
toprakları olduğu konusunda
müfessirler arasında neredeyse
ittifak vardır.
Kudüs ve çevresi
birçok peygamberin gerek
menşei gerekse uğrak
yeri olmuştur. Birçok ayet-i
kerimede Mescid-i Aksa,
Kudüs ve Filistin topraklarından
ismi zikredilmeksizin
mabed, mihrab, mescid,
içinde âlemler için bereketler
verdiğimiz yer, kutsal toprak
ve bereketlendirdiğimiz yer
olarak söz edilmektedir:
“Biz de dedik ki: ‘Ey ateş!
İbrahim’e karşı serin ve
esenlik ol.’ Ona bir tuzak
kurmak
istediler. Fakat biz asıl
kendilerini hüsrana
uğrattık. Onu da Lut’u
da içinde âlemler için
bereketler verdiğimiz
yere (ulaştırıp) kurtardık.”
Yukarıdaki ayette
işaret edildiği üzere Hz.
İbrahim (a.s.) ateşten kurtarıldıktan
sonra Kudüs’ün
doğusunda bulunan ve kendi
adını alan el Halil’e gelip
yerleşmiştir. Hz. İbrahim’in
Lut (a.s.) ile aynı çağda
ve El Halil kenti civarında
yaşadıkları bilinmektedir.
Bugün hâlen
aynı adı muhafaza
eden bu Filistin
şehrinde, Harem-i
İbrahimî
adı verilen mescitte
Hz. İbrahim,
Hz. İshak, Hz.
Yakup, Hz. Yusuf ve
eşlerine ait mezarlar bulunmaktadır.
Filistin topraklarında
bulunan Lut Gölü’nün
(Ölü Deniz) Lut kavminin
helâk edildiği yer olduğuna
dair rivayetler ve yaygın bir
kanaat vardır. Lut (a.s.)’un
karısına ait olduğu söylenen
bir mekân yine burada bulunmaktadır.
Hani Mûsâ kavmine
demişti ki: “Ey kavmim!
Allah’ın, üzerinizdeki nimetini
hatırlayın. Hani içinizden
peygamberler çıkarmıştı.
Sizi hükümdarlar kılmış ve
(diğer) toplumlar¬dan hiçbirine
vermediğini size vermişti.
Ey kavmim! Allah’ın size
yazdığı kutsal toprağa girin.
Sakın ardınıza dönmeyin.
Yoksa ziyana uğrayanlardan
olursunuz.” (Mâide, 20 21)
Ayetlerde sözü edilen
“kutsal
toprağın”
Kudüs ve
çevresi olduğu,
söz konusu
kavmin de Hz. Musa
(a.s.)’nın Mısır’da
Firavun’un zulmünden kurtarıp
Kızıl Deniz’i geçtikten
sonra girmesi emredilen
Filistin topraklarına
götürdüğü ve orada
bir süre hâkimiyet
kuran İsrailoğulları
olduğu anlaşılmaktadır.
GÜNDEM
23
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
GÜNDEM
24
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Davut (a.s.) ve Süleyman
(a.s.)’ın da Kudüs’te yaşadıklarına
dair izler, her iki
peygambere ait olduğu iddia
edilen kabir veya makamları
hâlen mevcuttur.
İsrailoğullarına gönderilen
peygamberlerden
Kur’ân’da Talut, Calut meselesinde
isim verilmeden
bahsedilen İslâm kaynaklarında
İşmoil veya Şamuel
olarak bilinen, Tevrat’ta ise
adı Samuel olarak geçen
peygamberin kabri de bugün
hâlen Kudüs’ün batısında
bunmaktadır.
Hz. Musa’nın Filistin
bölgesine geldiğine dair
kesin bir kaynak yoksa da
Selahaddin-i Eyyubi’nin
Kudüs’ü fethinden sonra
ortaya çıkarılan ve Osmanlılar
döneminde de büyük bir
ihtimam gösterilen Kudüs ile
Eriha arasındaki Nebi Musa
Makamı hâlen varlığını ve
ehemmiyetini sürdürmektedir.
“Bunun üzerine Rabbi
onu güzel bir şekilde kabul
buyurdu ve onu güzel bir
şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı
da onun bakımıyla görevlendirdi.
Zekeriya, mihraba
her girişinde yanında bir
yiyecek bulurdu. “Meryem, bu
sana nereden geldi?” derdi.
O da “Bu, Allah katından.”
diye cevap verirdi. Zira Allah,
dilediğine hesapsız rızık
verir.” (Al-i İmran, 37) “Derken
Zekeriya mihraptan halkının
karşısına çıktı. Onlara “Sabah
akşam Allah’ı tespih edin.”
diye işaret etti.” (Meryem, 11)
Burada sözü edilen
mihrabın Mescid i Aksa
olduğu, Hz. Meryem’in
yetişip büyüdüğü ve ona
hizmet etmekle görevli Zekeriya
(a.s.)’nın yaşadığı bu
mübarek ve bereketli yerin
Filistin toprakları olduğu tefsir
kitaplarında anlatılmaktadır.
Zekeriya (a.s.) ve oğlu Yahya
(a.s.), Meryem ve oğlu İsa
(a.s.) döneminde sözü edilen
mabet de Kudüs’tedir.
(Ey Muhammed!)
Kitapta Meryem’i de an. Hani
ailesinden ayrılarak doğu
tarafında bir yere çekilmiş
ve (kendini onlardan uzak
tutmak için) onlarla arasında
bir perde germişti. Biz, ona
Cebrail’i göndermiştik de ona
tam bir insan şeklinde görünmüştü.
(Meryem,16 17)
Hristiyanlara göre Hz.
Meryem Mescid i Aksa’nın
Babü’l Esbat kapısına yakın
bulunan bir kilisede doğdu,
Kudüs’ün doğu tarafında
Beytüllahim kentinde üzerinde
Doğuş Kilisesi inşa
edilen bir mağarada doğum
yaptı.
Yerini tam olarak tespit
edemezsek bile Hz. İsa (a.s.)
bu topraklarda doğdu, burada
semaya yükseltildi. Hristiyanlara
göre de Hz. İsa Kudüs’te
Zeytin Dağı’nda yakalandı,
oradan “çile yolu” adı verilen
güzergâh takip edilerek
bugünkü Kıyamet Kilisesi’nin
olduğu yere getirildi, çarmıha
gerildi ve buraya defnedildi.
Bütün bu ayet-i kerime
ve hadis-i şeriflerde maddi
ve manevi olarak bereketlendirildiği
ifade edilen Filistin
topraklarının kalbi Kudüs,
Kudüs’ün kalbi de Mescid-i
Aksa’dır. Mescid-i Aksa ise
mevcut binalardan birinin adı
değil, bunların hepsini kapsayan
etrafı surlarla çevrili
144 dönüm alanın tamamına
verilen isimdir.
Kaynaklarda sözü
edilen mescidin bugün
mevcut olan bina ile aynı
olduğunu söyleyemeyiz.
Kudüs, Hz. Ömer döneminde
İslâm ordusu tarafından
fethedildiğinde burada ayakta
kalan bir mescit yoktu.
Hz. Ömer şehri teslim
aldığında bugünkü harem
bölgesinde önceki mabetten
sadece kalıntılar vardı. Hz.
Ömer istişare ile yapılacak
mescidin yerini tespit etti ve
oraya ahşap bir mescit inşa
ettirdi. Bugün mevcut olan
Kubbetüssahra ve Kıble
Mescidi ise aynı alanın içine
Emevi halifesi Abdülmelik
bin Mervan tarafından inşa
ettirilmiştir.
Biz Müslümanlar,
ayırım gözetmeksizin bütün
peygamberlere iman ederiz.
Hepsinin yaşadıkları topraklar
ve hatıraları bizim için
azizdir. Hepsi insanları tevhid
inancına davet etmiştir ve getirdikleri
dininin ortak adı İslâm’dır.
Hz. Peygamber diğer
peygamberlerden “kardeşlerim”
diye söz etmiştir.
On altı veya on yedi
ay kıble olarak yöneldiği
Mescid-i Aksa ile ilgili cariyesi
Meymûne (r. anha)’nin:
“Ey Allah’ın Resulü! Bize
Mescid-i Aksa hakkındaki
hükmün nedir?” sorusuna:
“Oraya gidin ve içinde namaz
kılın. Eğer oraya gidemez ve
içinde namaz kılamazsanız
kandillerinde yakılmak üzere
oraya zeytinyağı gönderin.”
buyurmuştur. (Ebu Davud)
Allah Resulü
Müslümanlara Mescid-i Aksa
ile ilgili o gün yapmaları
gerekeni bildirirken Kudüs,
Müslümanların hâkimiyetinde
değildi.
GÜNDEM
25
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
GÜNDEM
26
Buna rağmen oraya gidilmesini,
gidilemediği takdirde
de yardım edilmesini emir
buyurmuştur.
Kudüs’ün hemen Hz.
Ömer döneminde fethedilmesi
de Müslümanların
buraya gösterdiği ilgi ve
ehemmiyetin bir sonucudur.
Çünkü bu kutsal mekânlara
yakışan, bozulmamış ve
tevhide uygun ilk hâlleriyle
muhafaza edilmeleridir.
Ne yazık ki bugün
bu kutsal mekânların bulunduğu
şehir, bu mübarek
belde işgal altında; Kudüs
sahipsiz, garip ve mahzun...
ve fakat Kudüs, bu sahipsiz,
garip ve mahzun hâliyle bile
sahip olduğu kutsiyet ve ruhla
olacaktır ki ayağa kalktı,
Müslümanlara can verdi,
birleştirici rolünü oynadı;
Filistin’deki tarafları ve
dünya Müslümanlarını kendi
etrafında birleştirip onların
kenetlenmelerini sağladı.
Siyonist İsrail’in işgali
altında bulunan Mescid-i
Aksa 1969’dan beri tarihinde
ilk kez işgalciler tarafından
14 Temmuz 2017’de Cuma
namazına kapatıldı, daha
sonra da kapılarına detektör
ve kameralar yerleştirildi.
Bunun üzerine, başta Filistinliler
olmak üzere dünya
Müslümanları bu durumu
protesto ettiler ve birlikte
tepki gösterdiler.
Önce Filistin’deki
bütün guruplar yekvücut
oldu. Dünya Müslümanlarından
da tek ses yükseldi.
İşte Müslümanların bu birliği
ve direnişi özellikle Kudüslü
Müslümanların sağlam
duruşu ve dirayeti İsrail’i
dize getirerek geri adım attırdı,
eski statüsüne dönmek
zorunda bıraktı. Böylece
Mescid i Aksa, bu birleştirici
misyonunu yerine getirdi.
“Bir kez daha anladık
ki bizim en büyük
gücümüz birliğimiz,
düşmanın en büyük
silahı ise içimize
soktuğu nifaktır.”
KUDÜS
ÖZGÜR
DEĞİLSE
DÜNYA
TUTSAKTIR...
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
GÜNDEM
27
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
KAHVE MOLASI
28
Kahve
Molasi
✦ Gülsüm KARAPINAR
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
BİR ACAYİP KELİME
İnsomnia
Saatler boyunca yatakta uyumayı
bekliyor, gece boyunca
aralıklarla uyanıyor hatta bazen
gün ışıdığında bile hâlâ fal taşı
gibi gözlerle tavanı mı seyrediyorsunuz?
Ülkemizdeki nüfusun
%10’una tekabül eden insomnia
hastalarından birisiniz demektir.
İnsomnia, uyku için yeterli fırsat
ve imkân olmasına rağmen,süreğen
bir şekilde uykuya başlamada,
kaliteli uyumada güçlüklerle
karakterizedir. Tanı için
bulguların haftada en az üç kez
ve en az üç ay boyunca görülmesi
gereklidir. İnsomnia hastalarında
3,5 yıl içinde depresyon
gelişimi dört, anksiyete bozukluğu
gelişimi iki, madde bağımlılığı
da yedi kat fazla görülür.
Kadınlar erkeklere göre yaklaşık
iki kat daha fazla insomnia
tanısı almaktadır. Bilgisayar, televizyon,
akıllı telefonlar, ödevler
ve kent yaşamının getirdiği
stres faktörleri, insomnianın artışına
yol açar. İnsomnia; yaygın
kas ve eklem ağrıları, yorgunluk,
hâlsizlik, hafıza sorunları, iş
performansında düşüş, gerginlik,
dikkat eksikliği, sakarlık,
baş ağrısı, gözlerde kızarıklık,
ellerde titreme gibi birçok
rahatsızlığa neden olabilir.
MERAK EDİYORUM
Örümcek Ağı
Nasıl Oluşur?
Örümcek ipeği farklı amino
asit dizilerinden (örneğin alanin,
glisin, serin) oluşan,
protein yapısında bir malzemedir.
Proteinin yapısında
moleküllerin düzenli konumlandığı
kristal bölgeler ve
düzenli konumlanmadığı
amorf bölgeler bir aradadır.
Amorf bölgeler, ipeğin esnek
olmasını, kristal bölgeler ise
dayanıklı ve güçlü olmasını
sağlar. Moleküllerin konumlanma
şekli, malzemenin yapısını
belirgin biçimde etkiler.
Örneğin glisin amino asidi
açısından zengin bölgelerde,
beş amino asitten oluşan
diziler bulunur. Her diziden
sonra yapı 180 derece döner
ve bu sayede sarmal bir şekil
alır. Alanin açısından zengin
kristal bölgelerde ise moleküller
birbirine paralel şekilde
yönlenmiştir. Amorf ve kristal
bölgeler birbirine geçmiş hâlde
bir arada bulunur. Örümcek
ipeğinin üretimi sürecinde
moleküllerin yapısındaki
bu düzenlenme, proteinler
salgılandıktan sonra örümceğin
kendi etrafında dönüşü
sayesinde ortaya çıkar.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
KAHVE MOLASI
29
BULMACA
ZAMANI
EĞLENCE
KOLAY SUDOKU ORTA
30
KARE BULMACA
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
31
CENGEL
EĞLENCE
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
ÇOCUKLARA
SINIR VE KURAL
ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN
KOYMAK
32
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
✦ Asuman
DÜZGÜN
Eğitimci
Bize kılavuzluk eden kurallarla
tanışmaya çok erken yaşlarda başlarız.
Daha küçükken oynadığımız oyundan
aldığımız keyfin, onun kuralına ne
kadar uyduğumuzla yakından ilgili olduğunu
görürüz. Bu kurallı oyunlarda ilk bakışta
kazanmak için hiçbir kuralın olmaması daha
iyi gibi görülürken zamanla kuralsızlığın verdiği
boş vermişlik, oyundan çabucak sıkılmaya
evrilir. Daha çocukluk çağında anlarız, kurala
uymayanın “mızıkçılık” yaptığını. Zaman geçer
okullu oluruz. Bu defa içine girdiğimiz o yuvanın
kuralları dâhil olur hayatımıza. Sonra bu
kuralları trafiğe çıkar görürüz, meslek hayatına
başlar görürüz. Ve anlarız ki kurallar hayatımızın
ayrılmaz bir parçası, biz her nereye gidersek
gidelim eşlik edecekler bize. Öyle ki belli bir zaman
sonra kendimizi yaşantımızdaki sınırlar ve
kurallarla tanımlamaya başlarız. Çünkü sınırlar ve
kurallar arka planlarında içinde yaşadığımız
ortamın, kültürün ve inancın etkilerini de
barındırırlar. Bu da bizim kimliğimizin
şekillenmesine katkı sunar. Kurallar aynı zamanda
içinde yaşadığımız toplumla uyum içinde
sosyalleşmemizi de sağlarlar. Peki,
çocuklarımızda bu sınır ve kuralların sağlıklı
oturması adına neler yapabiliriz? Çocuklara sınır
koymak denilince genelde akla ilk önce sert,
otoriter anne baba tutumları geliyor. Ya da karşı
tarafı cezalandırmak olarak
düşünülebiliyor. Oysa sınırlar, insanın
hayatta güvenle yaşaması için gerekli bir
durum. Bizler nasıl ki fiziksel olarak
evimizi duvarlarla ya da bahçemizi
çitlerle çevreleyerek kendi mülkiyetimize
ait sınırların belirli olmasını istiyoruz
aynen bunun gibi, sosyal ilişkilerde ve
davranışlarda belirlenen sınırlar da
bize kendi sorumlu olduğumuz
alanların hatlarını belirleme
adına önemli
duruyor.
✦
ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN
33
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN
34
Çocuğun gelişiminde çok önemli bir yerde duran
disiplin kazandırmada, sınırlar ve bu
sınırlara uymak için konulan kurallar ise hayati
önem taşıyor. Sevgi ve güven ilişkisini temele alan,
benlik saygısını örselemeyen ve başkalarıyla ilişki ve
iletişimini güçlendiren bir disiplin, çocukta olumlu davranışları
pekiştirerek onun sağlıklı bir kişilik gelişimine
yardımcı oluyor. Aksi bir durum olan zor ve baskı
kullanılarak oluşturulan disiplin ise çocuğun
korku, öfke ve saldırganlık gibi olumsuz duygularla
beslenmesine neden olarak onun problemlerini
şiddet yoluyla çözen, bir başkasına saygı duymayan,
kendi davranışlarını kontrol etmekte zorlanan bir
yetişkin olmasına kapı aralıyor. Çünkü çocuklar
aile içinde öğrendikleri girdilerle yetişkinlik hayatı
yaşıyorlar ve toplumsallaşıyorlar. Öncelikli olarak kurallar
belirlenirken çocuğu da işin içine dâhil ederek ona kendi
davranışları üzerinde söz sahibi olduğunu hissettirmeliyiz. Bu durum
aynı zamanda çocuklarda öz denetim mekanizmasının da
gelişmesini sağlayacaktır. Belirlenen kurallar, çocuğun yaş ve
gelişim seviyesine uygun olmalıdır. Çocuğun yaşının üzerinde
bir beklentiyle oluşturulan çok fazla kural, en baştan
delinerek işlerliğini kaybedecektir. Nasıl ki çok fazla
kullanılan kelimeler etki gücünü
kaybediyorsa, her şeye “hayır”
demenin ya da kural
koymanın da geçerliliği
olmayacaktır.
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN
35
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN
36
Ebeveynler, çocuk sorumluluk
alma- ya başladığı yaşlardan itibaren
olumlu davranışlar kazanması adına
kurallar oluşturabilmeli. Ve bu kurallıda
ebeveynlerin tutarlı ve kararlı olması
gerekir. Kuralların nedenleri ise çocuğa
mutlaka açıklanmalıdır. Açıklama yapılmadan
oluşturulan kural, çocuğun zihnine
oturmayacak ve böylelikle çocuk o kurala
uymayacak ya da kuralı içselleştiremeyecektir.
Böyle bir durumda ise genelde
dışarıdan güdümlü dediğimiz, bir başkası
tarafından kontrol edildiğinde kurala uyan,
takip edenin olmadığı yerde kuralı ihlal
eden bir konumda olacaktır.
Kurallara uymadığında yaptığı
davranışın sonuçlarının neler olabileceği,
mutlaka çocukla konuşulmalıdır. Sonrasında
kurala uyulmadığında ise ilk başta
konuşulanlara bağlı ola-rak ona zarar vermeyecek
sonuçları yaşamasına müsaade
edilmelidir. Örneğin çocuğumuz, “okul
eşyalarını ve çantasını akşamdan hazır
etme” gibi bir kurala sahip olsun. Sonrasında
bu kuralı ihlal etmesi sonucu bir
proje ödevini evde unutsun. Biz de ödevin
evde kaldığını görelim. Kurala uymamanın
sonucu düşük puan almak veya istediği
bir projeye dâhil olamamaksa bırakalım
çocuk bu sonucu yaşasın. Böyle durumlarda
o ödevi okula götürme görevini anne
baba üstlenmemelidir. Ya da çocuğumuza
kural olarak oyun oynadıktan sonra
oyuncaklarını toplama kuralını koymuşsak
ve çocuk oyuncakları toplamadığında biz
hemen gidip onları topluyorsak o, bunun
kabul edilebilir bir durum olduğunu düşünerek
o kurala uyma konusunda hiç çaba
sarf etmeyecektir.
Çocuğa sınır konuluren ebeveynin
kendisine sorması gereken sorulardan
bir tanesi “Bu sınır çocuğumun hangi
ihtiyacını karşılıyor?” olmalıdır. Hiçbir
amaca hizmet etmeyen, çocuğun gelişimini
desteklemeyen kurallar koymak ve
bu konuda ısrarcı olmak, çocuğun içinde
bulunduğu koşulları sorgulamadan
yaşamasına neden olabilmektedir. Konulan
sınır, çocuğumuzun gelişimini desteklemeye
yönelik olmalıdır. Yine ebeveynlerin
koyduğu kural ve sınırlar çocuğun
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
becerilerini kullanmasını
engelleyen ya da onun yapması
gereken sorumlulukları kendi
üzerine alan bir anne baba tutumu
içermemelidir.
Çocuklarımıza sınır koymak için
onlarla kurduğumuz iletişimde sevgi dilini
sınırsızca kullanmalıyız. Her koşulda
sevildiğini ve kendisine değer verildiğini
bilen ve hisseden bir çocuk, geretiğinde
ailesinden davranışlarına yönelik yapılan
müdahaleyi kabul edici bir dille karşılar.
Bilir ki ailesiyle birlikte aldıkları karar ve
kurallar kendi- sinin faydasına olacaktır.
Negatif dille oluşturulmuş kurallar, çocuğumuzun
onlara uymasını engeller. Emir
kipinden ziyade net, açıklayıcı ve olumlu
dil kullanmak, kararlı ve sakin bir ses tonu
ile konuşmak etkili olacaktır. Yine olumlu
davranışlarını takdir etmek ve ailece uyulacak
kurallarda ona rol model olmak
önemlidir. Kendisi kişisel hijyenine dikkat
etmeyen bir ebeveyn, çocuğuna bunu bir
kural olarak belirlese çocuk ilk önce kendisini
yetiştirene bakacaktır. Bir de bazı
kuralların nasıl yapılacağı anne baba
tarafından gösterilerek açıklanmalıdır.
Odasını düzenli tutma ile ilgili bir kural
koyduğumuzda “Düzenli ne demek, bundan
ne anlamalıyız?” çocuğa gösterilmeli;
çocuğun kurala uyma çabası mutlaka
görülmeli ve takdir edilmeli.
Ebeveyn tutumları, sınırların şekillenmesinde
çok önemlidir. Bazen anne
babalar öz güvenli çocuk yetiştirme adına
sınırsız özgürlük tanıyan bir yaklaşım
içine girebiliyorlar. Burada evdeki bütün
ipleri eline alan pat-ron çocuklar oluşabiliyor.
Anne babalar isteklerini daha çok ona
yalvarır bir tarzda dile getirebiliyorlar. Öz
güvenli çocuk yetiştirmek yerine, içindeki
dürtülerini kontrol edemeyen, şımarık çocuklar
peyda olmaya başlıyor. Bu çocuklar
neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kestiremedikleri
için bir uçurtma gibi savrulup
durabiliyorlar. Ne yapacağını bilmeyen
çocuk, ikilem yaşayacaktır. Nasıl ki yoğun
trafikte ilerlerken trafik lambalarının bozuk
olması bizi tedirgin ederse hiçbir kuralın
olmadığı ortamda yetişen çocuklar için de
bu durum bir karmaşa ve bilinmezliktir.
ÇOCUĞUM BÜYÜRKEN
37
Çocuğa
sınır konulurken
ebeveynin
kendisine sorması
gereken sorulardan
bir tanesi “Bu sınır
çocuğumun hangi
ihtiyacını karşılıyor?”
olmalıdır.
Belirsizlikler ise endişe getirir. Bunun tam
tersi sürekli otoriter bir tutumla çocuğa hiçbir
özgürlük alanı tanınmayan, her şeye “Oturma,
durma, yapma, koşma!” şeklinde talimatlar
yağdırılan evlerde yetişen çocuklar ise içine
kapanık, kendi başına karar alamayan ya da tam
tersi anne babasının söylediklerine karşı çıkan
bir duruma gelebiliyorlar. Bir de çocuklara yapmamasını
değil, yapmasını istediğimiz davranışa
yönelik komutlar vermek daha uygun olacaktır.
Olumsuzluk ekiyle ifade ettiğimiz (bağırma,
konuşma vb.) komutlar, çocuklar tarafından tam
anlaşılamayacaktır.
Günlük yaşantımızdaki ilişki ve iletişimimizde
kaliteyi yakalamak için elzem olan sınırlar,
nerede “hayır”, nerede “evet” diyebileceğimizi,
nerede durmamız gerektiğini bilmemiz adına
önemli görünüyor. Doğru ve yanlışlarımızın neler
olduğu ile ilgili çizilen hudutlarda ise inanan insanın
kılavuzu her zaman bellidir. İnsanın ken-dini
ve belki de haddini bilmesi buradan başlayabilir.
Haddini bilerek,
Rabbinin kendine çizdiği sınırlarla barışan,
öz güvenli çocuklar yetiştirebilmek duasıyla...
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
ÇERDEN ÇÖPTEN
MESELELER
HAYATIN İÇİNDEN
38
✦ Zeynep DEMİR
Sene 1940… Büyükbabam dünya
evine girdikten sadece altı ay sonra askere
çağırılmış. O kıtlık yıllarında ardında gebe
bir eş, kerpiçten iki göz ev ve keçeden
yapılmış bir takım elbise bırakmış. İnsanın
terekesi takım elbise olur mu, demeyin. O
vakitler erkek adama bir sünnetinde bir
de damat olurken takım diktirilebilirmiş,
o da ailenin buna gücü yeterse tabii. Pek
çoğu ya baba- sının ya büyük ağabeyinin
eski takımına mirasçı olurmuş. Büyükbabam,
eşi zor durumda kalırsa satıp
ihtiyaçlarını tedarik etmesi için bir ata lira
sıkıştırmış avucuna. Ardından eklemiş,
“Eğer,” demiş, gidip de dönemezsem
sandıktaki takımı evladım doğana kadar
saklayasın, oğul olursa büyüdüğünde
giysin, beni yâd etsin, kız olursa o takım
küçük kardeşim Hasan’ın hakkıdır.”
Dedem askerden sağ salim dönmüş,
evde eşi ve kızı karşılamış onu. Sekiz
yıl daha giymiş keçe takımı, ardından
kardeşine bırakmış. Keçe takımın hikâyesi
burada da bitmiyor. Karlı bir kış mevsimi
damın su alma- sıyla sandıktaki takımlar,
kat kat döşekler küfleniyor. Bizim hikâyemizin
kahramanı keçe takım da nasibini
alıyor küften. Yine de kıymetini kaybetmiyor.
Yıkanıp paklanıyor. Öyle küflendi diye
kat kat elbiseleri ziyan edecek zamanlar
değil zira. Fakat birkaç yıl sonra göğsünü
kurt vurunca delik deşik oluyor.
İşte o zaman tarlanın yolu gözüküyor
aile mirasına. Tarlada ne işi var demeyin.
Korkuluk da yeni elbise bekler. Yıllarca
korkuluğu sarıyor keçe takımdan geriye
kalan çullar. Güneşin, yağmurun, karın
altında bana mısın demiyor. Lime lime
oluyor, toprağa karışıyor en sonunda.
İşte bu yüzden öyle şehirlerdeki
gibi çöp konteynırlarına rastlamıyordunuz
eskiden köylerde. Bir takım elbise, birkaç
âdemin gönlünü şenlendirmeden, ardından
farklı işlerde görevini hakkıyla ifa
etmeden karışmıyordu toprağa. Bir çalı
süpürgesi önce evi temizlerdi. Biraz hırpalanınca
kapı önüne çıkardı. Sapları çatır
çatır dökülüp güdük kalınca da kümese
baş tacı edilirdi. En sonunda o da samanların
arasına karışır giderdi. Çöp olmazdı
hiçbir şey. Değişirdi, dönüşürdü, nihayetinde
aslına kavuşurdu. Her şey topraktan
gelmemiş miydi hem, elbette sonunda
yine toprağa gidecekti. Çerden çöpten
mesele çıkmazdı. Hem soba dediğin ne
için vardı? Ateş her şeyi küle döndürür, kül
kapıya dökülür, toprağa karışır. Çöp sorunu
sorun olmaktan çıkardı.
Geri dönüşüm bilmezdi hane
sakinleri. Zaten eşyalar dönüşe dönüşe
kendi yolunu çizerdi. Plastiğin namı alıp
yürümemişti henüz. İnsanların yiyeceklerini
sakladıkları da en az o besinler kadar
doğaldı. Bakır kazanlar, toprak testiler,
hâliniz vaktiniz yerindeyse de öyle günlük
kullanmaya kıyamadığınız, büfenizde
arzıendam eden porselenler…
Kimsenin ağzı kilitli çöp poşetlerinden
haberi yoktu geçmiş yıllarda. İçilen
çayların ardın- dan demlikler ağaç diplerine
boca edilirdi. Kompost nedir bilmezdi
eskiler ama yumurta kabukları, meyve
artıkları doğal yoldan toprağı beslerdi.
Mevsim yazsa kavun karpuz kabuklarıyla
ahırdaki büyük başlar bayram eder;
kışın portakalın, limonun kabuğu soba
üstünde çıtırdar, is kokusunu
bastırır, etrafa turunç kokuları saçardı.
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Zaman
değişti. Kentlerin,
köylere caka sattığı
yıllar geride kaldı.
Artık tüketim nerede
olursanız olun
gelip kapınızı çalıyor.
İsraf kültürü
sadece nüfusun
yoğun olduğu büyük
şehirlerde etkin
değil, bütün
gücüyle kırsalı da
ele geçirmeye yelteniyor.
Reklamlar,
pazarlama stratejileri,
arz talep denklemleri
mekân faktörünü
aradan
çekip çıkardı. Nerede
yaşadığınızın
bir önemi yok.
Artık önemli olan
sizin ne istediğiniz.
Yahut size ihtiyaç
olarak sunulan
ürünlerden hangisini
seçtiğiniz. Ardından
gelsin yeni devrin
mottoları. Eskidi mi at
gitsin; kırıldı mı, durma yenile;
modası mı geçti, gönder çöpe…
Şimdilerde sadece şehirlerde
değil memleketin en ücra
köşelerinde, dağ köylerinde, yaylalarda
dahi görüyoruz çöp konteynırlarını. Koca
demir bir kütle homurdana homurdana
memleketi bir baştan bir başa dolaşıyor.
Obur karnını plastikle, çer çöple dolduruyor.
Eskiden olsa görev yerini hiç yüksünmeden
değiştirecek onca eşya, ufacık
bir kırık dökükte kendini çöpte buluyor.
Yedikleri koca ağzından taşan o koca
konteynırlar sabırsızlıkla çöp arabalarını
bekliyorlar. Midelerine doldukları onca
şeyi bulamaç hâlinde o arabalara kusup
hiç olmazsa birkaç günlüğüne rahatlıyorlar.
Çer çöp meselesi böyle bitmiyor tabii.
O kamyonlar tıslaya tıslaya yolları aşıp
koca koca çöp dağlarına ulaşıyor. Kendi
atıklarımızla âdeta Erciyes’e, Toroslara na
zire yapıyor, çerden çöpten yapma dağları
dikiyoruz yeryüzüne.
Hani şehirde uzun zamandır kaptırmıştık
kendimizi bu kısır döngüye de…
Biraz da mahcuptuk hem doğaya hem
insanlığa. Hatamızla yüzleşecek bu
tüketime bir dur diyecektik. Tam biz geri
dönüşümdü, komposttu, sıfır atıktı
derken, aklımızı başımıza devşirecekken
taşranın da doğallığını yitirdiğini gördük.
Artık çerden çöpten meselelerimiz var.
Köy demeden şehir demeden gezen,
sokak başlarını mesken tutan
konteynırlarımız var.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
HAYATIN İÇİNDEN
39
MÜSLÜMANLAR İÇİN
KUDÜS’ÜN ÖNEMİ
İSLAMİ YAPITLAR
40
Kudüs şehri, dünyanın en eski yerleşim
merkezlerinden biridir. Üç semavi
dinin kutsal yerlerini barındıran Kudüs,
tarih boyunca defalarca savaşa sahne
olmuştur. Hatta bu savaşların bazılarında
şehrin büyük bir kısmı yıkılmış ve daha
sonra tekrardan inşa edilmiştir.
Kudüs, şu anda Filistin ve İsrail
arasında bölünmüş bir şehir konumundadır.
Filistin devleti Kudüs’ü kendi başkenti
olarak ilan ederken, İsrail’de kendi
başkenti olarak ilan etmeye devam ediyor.
Fakat uluslar arası toplumlar Kudüs’ü
herhangi bir ülkenin başkenti olara
tanımıyorlar.
Kudüs Neden Bizim İçin Önemli?
Müslümanlar için üç kutsal şehir
vardır. Bunlar Mekke, Medine ve Kudüs’dür.
Hz. Peygamber; “Ziyaretler ancak üç mekâna
yapılır. Mekke’deki Mescidu’l-Haram’a,
Medine’deki benim bu mescidime ve
Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (sav)’ın
cariyesi Meymune (ra):
“Ey Resulullah! Bize
Mescidi Aksa hakkındaki
hükmün ne
olduğunu bildir”
dedi.
Resulullah (sav) da şöyle buyurdu: “Oraya
(Mescidi Aksa’ya) gidin ve içinde namaz
kılın.” -Hadisin ravisi dedi ki: “O zaman
burası Daru’l-Harb’di (yani Müslüman olmayanların
hakimiyeti altındaydı).”- (Resulullah
(sav) sözlerine daha sonra şöyle devam
etti): “Eğer oraya gidemez ve içinde namaz
kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere
oraya zeytinyağı gönderin.”
(Ebu Davud, Kitabu’s-Salat, 14)
İslam alimlerine göre burada belirtilenzeytinyağı
bir semboldür. Peygamber
Efendimiz (sav) tarafından Kudüs’e ve
Mescid-i Aksa’ya önem verilmesi tavsiye
edilmiştir. Nitekim bu tavsiye doğrultusunda
Hz. Ömer, Hicretin 14. yılında miladi
takvime göre 636 yılında Islâm ordularını
Suriye, Irak, Filistin ve Misir cephesinde
Yezid b. Ebu Süfyan, Ubeyde b. Cerrah ve
Allah’ın kılıcı Halid b. Velid (ra) komutasında
göndermiştir. Bu ordular Allah’ın izniyle
zaferden zafere koşmuşlar ve nihayet
Kudüs’de bu seferler sonucunda
Hz. Ömer’in de Kudüs topraklarına
ayak basması ve gayrimüslimlere
eman vermesiyle üçüncü haremimiz
olan Mescid-i Aksa bölgesi de
artık Müslümanlar’ın eline
geçmiştir.
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Mescid-i Aksa İlk Kıblemiz
Peygamber Efendimiz
(sav)’e Kuran-i Kerim tebliğ
edilmeye başladığında, en
önemli ibadetlerimizden biri
olan namaz Mescid-i Aksa’ya
dönülerek kılınmıştır. İlk
kıblemizin Mescid-i Aksa’nın
Kudüs şehrinde bulunması,
bu şehrin tüm Müslümanlar
olarak kutsallığını açıkça
ifade eder.
İsra ve Miraç Hadisesi
Peygamber Efendimiz
(sav)’in Medine’ye hicretinden
bir buçuk sene önce
Recep ayının 27. Gecesi en
büyük mucizelerden biri
olan İsra ve Miraç hadisesi
gerçekleşmiştir.
“Âyetlerimizden bir
kısmını ona göstermek için
kulunu bir gece Mescid-i
Haramdan alıp, çevresini
mübârek kıldığımız Mescid-i
Aksâ’ya seyahat ettiren
Allah, her türlü noksandan
münezzehtir. Şüphesiz ki O
her şeyi hakkıyla işiten, her
şeyi hakkıyla görendir.”
Recep ayının 27. gecesi
Cebrail (as), Peygamber
Efendimiz (sav)’i Mekke’den
alıp, Burak adlı bir binek ile
Mescid-i Aksa’ya götürdü.
Oradan da Cenab-ı Hakkın
kudretine delalet edilen
ayet ve bazı alametler birer
birer gösterildi ve semaya
çıkarıldı. Semaya çıkarılırken
birçok peygamber ile
görüştürüldü. Daha sonra
Peygamber Efendimiz (sav),
rabbinin kelamını işitme şerefine
erişti ve aynı gece
içerisinde tekrardan
Mekke’deki hanelerine geri
götürüldü.
Peygamberler Şehri
Kudüs, onlarca peygambere
ev sahipliği yapmış
bir şehir olmasıyla da İslamiyette
her zaman ayrı bir
yere sahiptir. Hz. Adem
(as)’dan başlayarak sonraki
bütün peygamberlerin ortak
dini tevhittir. Nitekim
Cenab-ı Hak bütün peygamberlere
aynı gerçeği tebliğ
ettiğini buyurmuşlardır.
“Sana söylenen senden
önceki peygamberlere
söylenmiş olandan başka
bir şey değildir.” (Fussilet,
41/43)
Kudüs’deki İslami Eserler
Hz. Ömer’in görevlendirdiği
İslam ordularının
Kudüs’ü fethinden sonra
şehir birçok eserle zenginleştirilmiştir.
Emeviler,
Abbasiler, Eyyübiler, Memlüklüler
ve Osmanlılar’ın
hakimiyetinde olan Kudüs
yüzlerce İslami eserlerle
donatılmıştır. Özellikle şu
an halen var olan birçok
Osmanlı eseri ihtişamıyla
Kudüs’ün İslam şehri olduğunu
göstermektedir.
Ayrıca bugüne kadar
ayakta kalan eserlerin
birçoğunun restore edilmesi
gerekmektedir. Fakat işgalci
siyonistler tarafından
bu onarımlar engellenerek
tamamen yıkılmaya terk
edilmektedir.
Kudüs Bizimdir,
Bizim Kalacaktır.
Kudüs gibi Müslümanlar’ın
en kutsal üçüncü şehri
olan bir yerin işgal altında
olması tüm İslam aleminin
büyük bir ayıbıdır. Tarihte
zaman zaman Haçlı ve Yahudi
işgal girişimleri olmuşsa
da, bu girişimler kısa süreli
olmuş ve Müslümanlar bu
kutsal şehri tekrar tekrar
fethedip kurtarmışlardır.
638 yılından 1099
yılına kadar Müslümanlar’ın
elinde olan Kudüs,
1099 yılında Haçlı orduları
tarafından işgal edilmiş
ve 88 yıl sonra Selahattin
Eyyübi tarafından Kudüs
tekrar Müslümümanlar’ın
hakimiyetine geçmiş ve 1917
yılına kadar da Müslümanlar’ın
hakimiyetinde
kalmıştır.
Ecdadımız da 1517
yılında fethettiği Kudüs’e
tam 400 yıl boyunca
Müslüman, Hristiyan ve
Yahudilerin iç içe yaşadığı
Kudüs’ü adaletle yönetmiş,
bu kutsal şehre büyük eserler
bağışlamışlardır.
En büyük arzumuz
ecdadımızın ve Kudüs’e hizmet
eden diğer tüm İslam
devletlerinin olduğu gibi
bugünün İslam devletlerinin
de direniş hareketlerine
güç kazandırması maddi ve
manevi desteklerini esirgememesi
gerekmektedir.
Kudüs’ün hakimiyetinin
şanına yakışır bir şekilde
Allah’ın razı olduğu kulların
eline geçmesi gerekmektedir.
İnancımız odur ki;
“birgün mutlaka işgal
altındaki Kudüs
toprakları kurtarılacaktır.
Bu kutsal belde eskiden
olduğu gibi şanına ve
şöhretine tekrardan
kavuşacaktır.”
İSLAMİ YAPITLAR
41
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
KALBE DOKUNAN HİKAYELER
42
ÇOCUK OLAMAMAK
✦ Berna ATAGÜN
B
en Yusuf. On yaşındayım.
Zeynep’in abisi
ve onun deyişiyle bir
muhafızıyım. Zeynep beş
yaşında. Yaşadığımız topraklarda
savaş başlayalı beş
yıldan fazla oldu. Anlayacağınız
savaş bizim
Zeynep’ten daha büyük.
Zeynep’in ise buna aldırış
ettiği yok, o zaten savaşın
içinde doğduğundan dünyayı
bir savaş meydanı sanıyor.
Yeter artık demiyor; oflayıp
puflamıyor, oyunlarına da
ara vermiyor. Evden çıkamadığımız
günlerde bile sesi
çıkmıyor. Tüm bunlara
alışmış görünüyor. Yine de
bazı geceler o saf çocuk
güzelliğiyle: “Başka bir dünyaya
gitsek olmaz mı?”
diyor. Şimdilik olmaz, deyip
ona hikâyeler anlatıyorum.
Savaş bitince yaşayacağımız
evi anlatıyorum mesela.
Kapısı böyle, bahçesi şöyle...
Hemen inanıyor. Zeynep
gerçek bir ev nasıl olur
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
bilmiyor. Bana: “Yani bahçesi
olan daha büyük bir çadır
mı?” diyor. Yok, diyorum bu
başka. Sonra gözlerini kocaman
açıp: “Ya... Ne güzel!”
deyip bu evin neye benzediğini
soruyor. Bildiğim tüm
masallarla süslüyorum evi.
Tam ikna olacakken durup:
“Bombalar orayı da bulmaz
de mi?” diyor. Bulmaz, diyorum,
buna en çok da kendim
inanmak isteyerek, merak
etme. Bunu duyunca ellerini
çırpıp boynuma sarılıyor.
Zeynep’i mutlu etmek çok
kolay. Zeynep ev ne bilmiyor
da havan topunu, tankı, gaz
bombasını, füzeyi biliyor.
Tozu, dumanı, kanı biliyor.
Beş yaşındaki diğer çocuklar
neler biliyor acaba? Silah
sesleri onları korkutuyor
mudur? Zeynep görünüşe
göre artık bunlardan korkmuyor.
Hatta bazı günler
benim duraksadığımı görünce;
“Yok…” diyor, rengi
kaçmış yüzüme bakarak;
“Yok abi uzaktan geliyor,
korkma.” Tamam, diyorum
ama korkuyorum, bizim için
değil babam için.
Babam doktor. Bu
bölgede bir sürü mülteci
kampı var. Babam sayıları
her geçen gün artan yaralıların
arasında koşturmaktan
çoğu zaman eve gelemiyor.
Doktor sayısı çok
azmış, öyle diyor ve tabii
malzeme de. Babam, anneme:
“Şu konvoy bir gelse!”
diye hayıflanıyor. Ne diye
gelmiyor şu konvoy? Nerede
ki gelemiyor? Kızıyorum
onu bize zamanında göndermeyenlere.
Babam hiç kızmıyor,
üzülüyor sadece. Ah
babam. Ona beni de yanında
götürmesini söylüyorum,
yardım etmek istiyorum.
Ama o her seferinde, “Şimdi
olmaz.” diyor. Desin, ben
yine de sormaya devam ediyorum.
Babam sabahları erkenden
kalkıp annemin eline
tutuşturduğu bayat ekmeği
ısırarak hastanenin yolunu
tutuyor. Biz Zeynep’le her
gün dua ediyoruz hastaneler
bombalanmasın diye.
Annem öğretmen.
Bana okumayı ve yazmayı o
öğretti. Eskiden çok öğrencisi
varmış annemin, şimdiyse
derme çatma bir sınıfta
hayatta kalabilmiş çocuklara
ders anlatıyor. Gerçi iki gün
önce yağan yağmur sınıfın
çatısını çökertmiş ama annem:
“Şu yerdeki çamur bir
kurusun yeniden yaparız.”
diyor. Annem zaten hep
böyle der. Olsun Yusuf, der;
bakarız bir çaresine.Bakıyor
da. Annem bu zamana kadar
o kadar çok şeyin yıkılışını
görmüş ki hayat onu öyle kolay
üzemiyor. Her şeye rağmen
gülmeyi, biz annemden
öğrendik; yıkılan bir evde
yaralanmış mıyız diye birbirimizi
kontrol ettikten
sonra şükretmeyi de. Bize
şehrimizi terk ettiren
savaş, mülteci kampında da
peşimizi bırakmıyor ki. Bir bir çiçek gördüm, rengi ve
patlama oluyor, kendimize kokusu çok etkileyiciydi.
gelir gelmez çıkarabildiğimiz Ona doğru yaklaştım, mene
varsa yanımıza alıp en rakla elimi uzattım. Ona
yakın mülteci kampına doğru
dokunmamla çiçek soluverdi
yola çıkıyoruz. Şanslıyız ve ben daha ne olduğunu
çünkü babam doktor olduğu
anlayamadan gözlerimin
için gittiğimiz yerlerde önünde çürüdü. Ne yapaca-
çadır bulmamız kolay oluyor.
ğımı bilemedim, korkuyla eli-
Annem, artık ne kadar mi çektim. Elimde kan vardı,
olursa, başlıyor yeni bir ev çığlık attım; çığlığıma uyankurmaya.
Bu durum onu iyice dım. Zeynep kolumdan tutmuş:
bunaltmış ama babama da
“Hadi muhafız uyan.”
bir şey söylemek istemiyor. deyip yastığımı çekiştiriyordu.
“Keşke bu kadar taşınmak
Doğruldum, onu kolların-
zorunda kalmasak.” dedi bir dan yukarı kaldırarak zıplattım.
akşam ama sonra bunu söylediğine
Bir kahkaha koyverdi.
de pişman oldu. Unuttum rüyamı. O gülünce
Hatta bundan utanmış olacak
ben böyle unuturdum her
ki yüzü kızararak: “Aç şeyi. Ben galiba Zeynep’i
mısın?” dedi babama konuyu mutlu etmek için yaşıyorum.
değiştirmeye çalışarak. Onun gülümseyebilmesi için
Babam gülümsedi. “Yok.” kilometrelerce yürüyebilir,
dedi. Öyle miydi acaba? günlerce aç kalabilir ve
Kafam yastıkta, gözlerimi soğuk geceleri battaniyesiz
biraz daha açık tutup onları geçirebilirim. Abiyim ben,
dinlemeye çalışırken sonunda
yaparım. Ben kendimi çok
tatlı bir uykuya yenik güçlü hissediyorum. Babam
düştüm. Rüyamda kocaman evde yokken anneme hep
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
KALBE DOKUNAN HİKAYELER
43
KALBE DOKUNAN HİKAYELER
44
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
yardım ediyorum; odunları,
su bidonlarını, çuvalları hepsini
ben taşıyorum. Bazen
yoruluyorum ama kimseye
söylemiyorum. Abim de
hiç söylemezdi. Abimi çok
özlüyorum. Üç yıl önce
vuruldu abim. Zeynep çok
hatırlamıyor ama ben hatırlıyorum
onu. Abim benden
daha güçlüydü ama öldü
işte. Ben ondan daha güçlü
olmalıyım ki Zeynep abisiz
kalmasın. Zeynep daha çok
küçük, çok savunmasız.
Birkaç haftadır her
şey normal gidiyor, ortalık
epey düzeldi. Uzun zamandır
ilk kez bizim çadırın az
aşağısında ufak bir pazar
kuruldu. Babam aylar sonra
bize yeni kıyafetler aldı.
Zeynep’e çiçekli, çok güzel
kırmızı bir elbise bana da
tertemiz beyaz bir gömlek
ve mavi pantolon. Keyfimize
diyecek yoktu. Koşarak eve
gidip anneme üstümüzdekileri
gösterdik. Annem: “Ne
iyi olmuş, bayramı erkenden
getirdiniz; hadi alın dökmeden
yiyin.” diyerek elimize
içinde zeytin olan bir ekmeği
uzattı. Kapının önünde
bir köşede iştahla yemeye
başlamışken yere çömelmiş
iki çocuk gördük. Elleriyle
yerdeki kırıntıları toplayıp
ağızlarına götürüyorlardı.
Onlarla göz göze gelince
çiğnemekten utandım, kıpırdayamadım.
Ağzımdaki son
lokma büyüdükçe büyüdü,
yutamadım. Hiç düşünmeden
kalkıp elimdeki ekmeği olduğu
gibi çocuklara verdim.
Belli ki bir kaç gündür hiç
bir şey yiyememişler, elleri
titriyordu açlıktan. Önce
ekmekten bir parça koparıp
ayırdılar sonra hızlıca yemeye
başladılar. Ekmeği
ayırmalarının sebebini sordum.
Anneleri içinmiş.
Gülümsedim, hiç bu kadar
tok hissetmemiştim.
Aradan birkaç gün
daha geçmişti. Annem
sonunda dışarıda oynamamıza
izin vermişti. Diğer
çocuklarla neşeyle koşturmaya
başlamıştık. Tabii bir
gözüm Zeynep’teydi. Derken
bir anda çok yakınlardan bir
patlama sesi duyduk. Herkes
panikle kaçmaya, bağırıp
çağırmaya başladı. Kalabalık
içinde Zeynep’i göremeyince
ben de avazım çıktığı kadar
bağırdım. Sesler birbirine
karıştı, başım döndü. Patlama
seslerinin ardı arkası
kesilmiyordu, yetmezmiş
gibi etrafı kaplayan duman
yüzünden önümü görememeye
başlamıştım. Çaresizce
bir sağa bir sola
gidiyordum, nefes nefese
kalmıştım. Ayakta durmaya
hâlim kalmayınca diz çöktüm,
bir duman beni içine
aldı. Taş ve toprak parçaları
vücuduma isabet ediyordu,
keskin bir acı sonunda beni
yere devirdi. Toz bulutunun
dağılmasını bekledim. Son
bir gayretle sesim kısılana
kadar bağırdım: “Zeynep!”
İnce bir ses geldi yolun
karşısından: “Abi gel!” Bacağımdaki
sızıya rağmen sevinçle
kalktım, Zeynep’e
koştum; kırmızı elbisesi
kanlar içindeydi. Gördüklerim
karşısında elim ayağım
boşaldı. Onu kucaklayıp hastaneye
götürdüm. Gördüğüm
ilk doktora yalvardım Zeynep’
e bakması için. Babama
haber vermelerini istedim.
Doktor Zeynep’i
sedyeye yatırdı, başka bir
doktor da elbisesini kesmeye
başladı. Zeynep gözlerini
araladı, ağlamaya başladı.
“Doktor amca elbisem yeni
ne olur kesmeyin!” dedi.
İçim burkuldu. Zeynep, dedim
sen iyileş söz alacağım
yenisini. Ama o cevap veremedi;
çok kan kaybetmişti,
kendinden geçti. Telaşla
babamı aradım hastanede.
Ben daha bir şey söylemeden,
“Nerede?” dedi.
Gösterdim. Babam aceleyle
geldi. Zeynep’in nabzına
baktı, saçlarını okşamaya
başladı. “Baba bir şeyler
yap.” dedim. “Oğlum annene
haber ver.” dedi sesi titreyerek.
“Baba nasıl?” dedim.
Babam konuşmuyordu.
Etraftaki doktorlardan
yardım istedim. Lütfen dedim,
bir de siz bakın. “Hâlâ
sıcak, yaşıyor kardeşim!”
Doktorlar babamla göz göze
gelip çekildiler. Babam Zeynep’in
serumunu çıkartıp
yeni getirilen hastaya taktı.
“Baba ne yapıyorsun, o
Zeynep’in serumu, bırak!”
dedim, koluna yapıştım.
Babam: “Yusuf yapma!”
dedi. Kollarını gövdeme
doladı, sıkıca sarıldı.
Yüzümü göğsüne gömdüm,
hıçkırıklarımı tutamadım.
Burnumda babamım önlüğünün
kokusu, benim için
artık ölümün kokusuydu.
Sonra abim geldi aklıma.
Zeynep’i öptüm son kez ve
abimin mezarına koştum.
Ona Zeynep’in yanına geleceğini
söylemeliydim. Abim
karşılardı Zeynep’i, yalnız
da bırakmazdı. Var gücümle
bacağımı çeke çeke koştum,
elimde kan vardı.
KALBE DOKUNAN HİKAYELER
45
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
SÖYLEŞİ
Ahmet
YENİLMEZ İle
Sanat Hayatı
Üzerine
Söyleşi:
Mahir KILINÇ
46
Ahmet Yenilmez, 20 Aralık
1966 yılında Ordu’nun
Karaağaç köyünde dünyaya
geldi. İlkokulu köyünde, orta
ve lise eğitimini Ordu’da
tamamladı. 1978 yılında Ordu
Belediyesi Karadeniz Tiyatrosu
Deneme Sahnesi’nde tiyatroya
başladı. 1983 yılında Karadeniz
Bölgesi tiyatro festivalinde Cevat
Fehmi Başkut’un Ölen Hangisi adlı
oyunuyla en iyi erkek oyuncu ödülünü
aldı. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümünü
kazanan Yenilmez, 1985 yılında 9 Eylül
Üniversitesi tiyatro kolunu kurdu. Üniversitede
okurken birçok tiyatro oyununda oynadı.
Ahmet Yenilmez, 1987 yılında Hasret Sahnesi kadrosuna
girerek profesyonel oldu. Bu ekip bünyesinde Yusuf Yüzlüler oyununu yazıp oynadı.
1992’de Kültür Bakanlığı bünyesinde Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri, 1996’da Medeniyetinizden
İstifa Ediyorum oyunlarını oynadı.
Yenilmez, 1996 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gösteri Sanatları Merkezinde
Genel Sanat Yönetmen Yardımcılığı görevini sürdürdü. 1997 yılında İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Muammer Karaca Tiyatrosu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1998 yılında Sarıyer
Belediye Tiyatrosunun kuruluşunda yer aldı. 1999-2000 yılında, kendi yazdığı Milenyum
Eşiğinde Türkiye isimli tek kişilik oyununu sahneledi. 1998 yılında Deli Yürek adlı dizide
“Sabri”; 2002 yılında Ekmek Teknesi adlı dizide “Celal” tiplemesiyle adından sıkça söz ettirdi.
Ahmet Yenilmez, “Yenilmez Sanat Merkezi” adı altında oyunculuk ve yazarlık
atölyesinde genel sanat yönetmenliği yapmaktadır.
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Çocukluk yıllarınıza kadar uzanan,
yaşam şekli olarak nitelendirdiğiniz tiyatro
maceranız nasıl başladı ve bugünlere nasıl
geldiniz?
Bendeniz Ordu ili Karaağaç köyünde
doğdum. Dedem merhum Ahmet Yenilmez, cumhuriyetin
ilk eğitmenlerinden olup köyümüze ilk
camiyi ve okulu yaptıran kişidir. İlkokulu köyüm
Karaağaç Köyü İlkokulunda merhum dedemin
de öğrencisi Osman Kurucu öğretmenim nezaretinde
okudum. O yıllarda ben daha tiyatro seyretmemişken
öğretmenimizin yönettiği Millî Mücadele’mizi
anlatan Yarım Osman isimli tiyatro
oyununda rol aldım. Hatta oyunda kullandığım
sakalı da koyunların tellere takılan yünlerinden
kendim yapmıştım! Daha sonrasında ortaokul
ve lise tahsilimi yapmak için Ordu merkeze
taşındık ve ben, ülkemizin 1930’lu yıllarından bu
yana hiç perde kapatmamış
(Buna Devlet Tiyatroları ve Şehir
Tiyatroları da dâhil) OBBKT
(Ordu Belediyesi Karadeniz
Tiyatrosu) Deneme Sahnesine
girip tiyatro eğitimi aldım. Daha
sonra 1983 yılında Cevat
Fehmi Başkut’un Ölen Hangisi
isimli eserinde Reşit Ahmet
Forsaoğlu” rolüyle “En İyi Erkek
Oyuncu” ödülü aldıktan sonra
tiyatro artık bendeniz için bir
yaşam şekli oldu. Tek hayalim,
o günlerde nüfusu 45 bin olan
Ordu’dan büyük şehirlere gidip
tiyatro yapmak oldu. Neden
konservatuvara gitmediğim
sorusu akıllara gelebilir. O zamanlarda
sanat, konservatuar
gibi okullar belirli bir kesimin gidebileceği
okullardı. Üniversite sınavında Dokuz Eylül
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakül-
tesini kazandığımda, “Evet, oldu!” demiştim!Tabii
Dokuz Eylül Üniversitesi, bünyesinde konservatuvar
barındırsada Ege Üniversitesinden daha
yeni ayrılmış, imkânları kıt bir okuldu. Lakin
dönemin şartları ve bendenizin dertleri kendi
imkânlarımla tiyatro yapmaya beni mecbur
kılmıştı!
Toplumun derdiyle dertlenen ve bunu
sanatına yansıtan usta bir oyuncusunuz.
“Şehitlerle tapulayıp
mabetlerle mühürlediğimiz
Anadolu coğrafyası,
medeniyetleri rahminde
taşımış bir coğrafyadır.
İlk kardeş kanı, bu
topraklara düştü. Kazma,
toprakla bu coğrafyada
buluştu!İlk para, bu
topraklarda icat oldu. Bu
coğrafyanın hikâyesinin
anlatılması sadece
bizim için değil, insanlık
açısından da çok
önemlidir.”
Rol aldığınız dizilerde, filmlerde oynadığınız
karakterlerin çoğu unutulmadı. Sizin için
unutamadığınız, unutamayacağınız oyun
hangisi ve size gelen rol tekliflerini neye
göre değerlendirip karar veriyorsunuz?
Allah’a hamdolsun ki Allah beni istemediğim
bir rolü oynamak mecburiyetinde kalmakla
imtihan etmedi! Bunda, hep bir derdi
anlatma gayretimin de çok etkisi olmuştur muhakkak.
Rızık Allah’tandır; bir şekilde karnınızı
doyuruyorsunuz lakin işim benim yaşam şeklim
olduğundan elbette oynadığım rolleri bilerek
oynamışımdır. Dizi filmlerde Ekmek Teknesi
isimli dizideki “Celal” rolü, değil bana, dünyada
pek az sanatçıya nasip olacak bir roldür. Tiyatroda
oynadığım rollerin hikâyesini hemen hemen
hepsini kendim yazmışımdır lakin ülkemizde
ilk olma özelliği olan Mehmet Akif Ersoyun
hayatından kesitleri anlatan
Safahat adlı oyunumda
Akif’i ve ölümünün 100. yılında
81 il, 100 noktada sahnelediğim
Usta oyunumdaki Abdülhamid
Han’ı canlandırmış
olmak, bendeniz için onur olmuştur.
Özellikle de 12 Eylül
Darbesi’ni ve başta Mamak
Askerî Cezaevi olmak üzere bir
çok cezaevinde çekilen çileleri
anlatan, Kırılan Güller isimli
oyunun gönül dünyamda çok
ama çok özel bir yeri vardır.
“Sanat hayata ayna tutar.”
der William Shakespeare.
Sanatınızı bu farkındalıkla
icra ettiğini
zi biliyoruz. Şu ana kadar hangi konularda
sanatınız ile topluma ayna tuttuğunuzu
düşünüyorsunuz?
Başta da dediğim gibi hemen hemen
tüm dizi, sinema ve tiyatroda benim bir derdim
vardır anlattığım. Mesela ülkemizin ilk Çanakkale
Zaferi dizisi Kınalı Kuzular (2007, TRT1 13
Bölüm), Çanakkale Savaşı’ndaki birçok bilinmeyeni
gündeme taşıdı. O tarihe kadar Çanakkale
Şehitliği’ne ziyaretçi sayısı yılda 150-200 bin
iken o yıl 2 500 000’e çıkmıştır! Safahat,
Mehmet Akif’in diliyle bugüne bakmamızı sağla-
SÖYLEŞİ
47
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
SÖYLEŞİ
48
mış, Usta tiyatro oyunum da merhum Sultan’ın
maariften tutun da kültür sanata, bayındırlık ve
sağlığa varıncaya kadar neler yaptığını göstermiştir.
Yaptığım işlere bakarsanız bir nevi
hafıza yenilenmesi ve geleceğe bir vesika olma
özelliği taşımakta.
Aziz şehitlerimizin kanlarıyla yazdığı
Çanakkale Destanı’nı Türkiye’de Kınalı Kuzular
adıyla ilk defa diziye dönüştürdünüz.
Tarihimizle ilgili bu türden projeleri nasıl
buluyorsunuz ve hangi çizgide seyretmesi
gerektiğini düşünüyorsunuz?
Öncelikle Halil İnalcık hocanın
bizzat bana söylediği şu
sözü arz etmek isterim “Romanı
yazılmayan tarihi filme, tiyatroya
aktaramazsınız!” Tarihimizle sanat
çalışmalarından önce edebî metinlerin
yani roman ve hikâyelerinin
yazıması lazım. Yapılanlar, her
şeye rağmen, en azından insanımıza
tarihi sevdiriyor, gündemde
tutuyor. Şehitlerle tapulayıp mabetlerle
mühürlediğimiz Anadolu
coğrafyası, medeniyetleri rahminde
taşımış bir coğ-rafyadır. İlk kardeş
kanı, bu topraklara düştü. Kazma,
toprakla bu coğrafyada buluştu!
İlk para, bu topraklarda icat
oldu. Bu coğrafyanın hikâyesinin
anlatılması sadece bizim için değil,
insanlık açısından da çok önemlidir.
İnsanlık, Anadolu’nun değerlerinden uzaklaştıkça
kendi fıtratından uzaklaşmakta.
Yarınlar için toprağa tohum ekmeye
devam ediyorsunuz ve bu bağlamda kendi
memleketinizde doğanın içinde, örnek
olabilecek nitelikte bir sanat merkezi
açtınız. Sanat merkeziniz ve işleyişinden
biraz bahseder misiniz?
Sanat merkezimiz, ülkemizde “Geleneksel
Türk Tiyatrosu” alanında eğitim veren hemen hemen
tek müessese. Bununla asla övünmüyorum
aksine bundan acı duyuyorum. Kırka yakın konservatuar
ve güzel sanatlar fakültemiz var hiç
olmazsa bir tanesi “Geleneksel Türk Tiyatrosu”na
ayrılabilirdi. Evet, doğduğum köye bir atölye
açtım çünkü benim memleketim yay germeden,
ok atmadan yurt tutulan ender yerlerden biridir.
Kültür eşittir tarımdır. Ben de bu topraklarda
bu çalışmayı yapmaya çalışacağım inşallah.
Ailelerin çocuklarını alacağım; onlar yataklarını
kendileri serecek, toplayacak, folluktan yumurtalarını
alacaklar; çiçekleri, böcekleri, hayvanları
tanıyacaklar; kitap okuyup, film seyredip, müzik
dinleyecekler; her günlerini de ya bir resim tablosu
ya bir müzik parçası ya da bir kompozisyon
olarak anlatacaklar. Ben de onların yeteneklerini
gözlemleyip ailelerine bir rapor sunacağım.
Böylece çocuklarımız “bakan,
gören” insanlar olacaklar.
Meddahlık,
geleneksel Türk
tiyatrosunun en
eski tarzlarından
biri. Bunun
yanında meddah
bir birikim,
yaşadığın toplumu,
zamanı çok ama
çok iyi bilmenizi
gerektirir. Dilinizi,
insanınızı çok ama
çok iyi tanımanız
lazım.
Son dönemde Mehmet
Akif’in hayatında çok önemli
kesitleri kronolojik olarak verdiğiniz
oyunla II. Abdülhamid’i
anlattığınız Usta adlı oyunlarınız
çok revaçta. Bu oyunları
sergilemeye sizi sevk eden unsurlar
nelerdir ve bu bağlamda
millî ve manevi değerler
konusunda hassasiyeti olan
bir sanatçı olarak okurlarımıza
neler söylemek istersiniz?
Çünkü dün bugünü hazırladı,
bugün de yarını hazırlayacaktır.
Biz bu zamana kadar dünü
bilmediğimiz için bugünlerde
bocalıyoruz. Gerek Sultan
II. Abdülhamid Han olsun gerekse
Mehmet Akif Ersoy, dünün temellerini atan ustalardı,
biz bu ustaları layığı veçhiyle bilmezsek
yarınları nasıl teslim edeceğiz? Siz hemen hemen
her alanda ustalarınızı nesillerinize anlatamazsanız
birileri gelir, kendi ustalarını sizin nesillerinize
anlatır ve yetişen nesillerin adı sizden lakin
karakteri başkalarından olur. Bakınız, Sultan II. Abdülhamid
Han olmasaydı Millî Mücadele’nin verilmesi
ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kurulması o kadar zor olacaktı ki… Çünkü Sultan
719 okul açmış ve Millî Mücadele’yi veren Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadroların hepsi
Sultan’ın açtığı okullardan mezun olmuşlardır.
Merhum Mehmet Akif Ersoy, cepheyi görmeden
Çanakkale Şehitleri şiirini yazıyor çünkü Teşkilat-ı
Mahsûsa’nın görevlendirmesiyle o tarihte
Necid Çöllerinde. İstiklal Marşı karşılığında
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
SÖYLEŞİ
49
verilen parayı, dul kadınların ve genç kızların
meslek edinmesi için açılan okula bağışlıyor...
Bu ülke, merhum Akif’in oğlu Emin’in açlıktan
İstanbul Karaköy’de bir çöp bidonunun dibinde
öldüğünü, bizim Safahat oyunumuzdan öğrendi.
Cenazesine bir tek devlet görevlisinin, (pardon
gelenleri fişleyecek hafiyeler hariç) katılmadığını
da oyunumuzdan öğrendi!
Mutluluğumuzu arttıran bir diğer durum
ise Mehmet Akif’in 27 Aralık 1936’da son nefesini
verdiği İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesi
Mısır Apartmanı’nda bar olarak kullanılan dai-renin
bizim oyun sonrası topladığımız imzalarla,
bugün sayın Cumhurbaşkanımız tarafından,
“Mehmet Akif Ersoy Müzesi” olarak tahsis edilmiş
olmasıdır. Hamdolsun…...
Tiyatro, dizi ve sinemanın yanı sıra
geleneksel halk tiyatromuzda yer alan
meddahlık geleneğini sürdürdüğünüzü
görüyoruz. Yeni nesillere aktarılması gereken
bir oyun olan meddahlıktan ve onun sizin
nazarınızda ki öneminden bahseder
misiniz?
Meddahlık, geleneksel Türk tiyatrosunun
en eski tarzlarından biri. Bunun yanında meddah
bir birikim, yaşadığın toplumu, zamanı çok
ama çok iyi bilmenizi gerektirir. Dilinizi, insanınızı
çok ama çok iyi tanımanız lazım.
Sahne sanatlarının dışında farklı
mecralarda yazılar kaleme aldığınızı biliyoruz.
Ahmet Yenilmez’e göre yazmak mı
zor, oynamak mı?
Derdiniz varsa bırakınız zor olmasını
yazmak sizin için elzem oluyor. Yazmak, benim
hayatımın merkezi. Yazdıklarım tüm sermayem,
mirasım, hayalim çünkü ben onları anlatıyorum.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
AHVAL-İ DÜNYA
50
MÜSLÜMANLARIN AVRUPA’YA
VURDUĞU MÜHÜR:
ENDÜLÜS
✦ Taha KILINÇ
Tarîf bin Mâlik isimli bir
Berberî komutanın öncülüğündeki
Müslüman keşif kolu,
Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na
bağlandığı boğazı geçerek
İber Yarımadası’na adım attığında,
tarihler 710 yılının yaz
aylarını gösteriyordu.Emevî
İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika
Valisi Mûsâ bin Nusayr’ın
emriyle Avrupa’ya adım atan
ilk birlikler, dönüşlerinde, kıtanın
fethe son derece müsait
olduğunu ve Hristiyanlar arasındaki
şiddetli çatışmaların
Müslümanların işlerini kolaylaştıracağını
rapor etmişti. Bir
yıl sonra, 711’de, bu defa 10 bin
kişilik bir Müslüman ordusu,
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
daha sonra “Endülüs” olarak
adlandırılacak olan bölgeye
geçiş yaparak, Hristiyanlarla
çatışmaya başladı. Vizigotlarla
yapılan ilk savaş Müslümanların
lehine neticelenince,
İslam ordusu bugünkü Fransa
sınırına kadar ilerlemeye
başladı.
Bu ilk askerî seferlere
ve fetihlere katılan Müslüman
birlikler, acaba dünya tarihinin
şahit olduğu en muh-teşem
medeniyetlerden birinin kuruluşuna
giden yolu döşediklerinin
farkında mıydı? Muhtemelen
hayır. Ancak, kendi
dönemlerinde ellerinden gelenin
en iyisini yaparak sonraki
nesillere altın değerinde bir
miras bıraktılar. Medeniyetler
de zaten, bir nesilden diğerine
sürdürülen bir bayrak yarışı
değil midir? Öncekiler görevlerini
iyi ve doğru yaparsa,
sonrakiler de duvarın taşlarını
yukarı doğru örmeye devam
ederler. Her bir nesil aynı
sorumlulukla davrandığında
ise, ortaya gerçek bir ihtişam
çıkar. Endülüs’te şahit
olduğumuz şey, tam da
bundan ibarettir aslında.
711’den 1492’ye kadar
neredeyse 800 yıl boyunca bu
günkü İspanya topraklarında
siyasi varlıklarını sürdüren
Müslümanların tarihi, İspanya
ve Avrupa tarihiyle öylesine
iç içe geçmiştir ki İslam’ı ve
Müslümanları buradan söküp
atmak mümkün değildir.
Endülüslü Müslümanların
tarihlerini ve eserlerini çıkardığınızda,
İber Yarımadası
’nda doğacak olan boşluğun
telafisi de mümkün değildir.
İspanya’nın güneyini,
beşinci yüzyılda buralarda
hâkimiyet kuran Vandallar’a
nispetle “el Endelus” (Vandalların
Ülkesi) olarak adlandıran
Müslümanlar, 1600’lerin
başında tek bir fert kalmayacak
şekilde kıtadan sürülüp
çıkarılmalarına kadar, eser
vermeyi ve bütün zorluklara
rağmen üretmeyi sürdürdüler.
Hristiyan bağnazlığına kurban
giden sayısız esere ve şehre
rağmen, bugün elde kalanlar
bile Endülüs’ün ihtişamını tahayyül
etmeye yeter. Tarihe
derinlemesine bakabilenler
için elbette.
Günümüzde, İspanya
’nın üç önemli şehri, bağrındaki
İslam mührünü bütün dünyaya
adeta haykırır: Cordoba
(Kurtuba), Sevilla (İşbiliyye)
ve Granada (Gırnata). Şehirlerimizi
kendi isimleriyle anmak
adına, Arapça asıllarını
kullanarak devam edelim:
711’de Vizigotlardan
alınan şehirlerden biri olan
Kurtuba, asıl heybetine ve
önemine, 756’da buraya gelerek
kendi devletini kuran
Endülüs Emevî emiri Birinci
Abdurrahman döneminde
kavuştu. Mimari yapısı ve
görkemiyle günümüz mimarlarının
tüylerini diken diken
eden ünlü Kurtuba Camii’nin
inşasına onun emriyle
başlandı. 1031’deki yıkılışa
kadar Endülüs Emevî devletine
en istikrarlı ve verimli
zamanlarını yaşatan Halife
Üçüncü Abdurrahman ve oğlu
İkinci Hakem’in toplamda
70 yıla yaklaşan saltanatları
mimaride, bilimde, sanatta,
siyasette ve medeniyette, zirvenin
bulunduğuna işaretti.
Kalıntıları bile insanı kendisine
hayran bırakan Kurtuba yakınlarındaki
Medînetu’z-Zehrâ
saraykentini, ürpermeden
gezmek mümkün değildir
bugün.
İlk fetihlerden itibaren,
1248’de yeniden Hristiyanların
eline geçinceye kadar
Müslümanların hâkimiyetinde
bulunan İşbiliyye’nin yıldız eseri,
günümüze sadece minaresi
ulaşan Ulu Camii’dir.
Kuzey Afrika’dan gelerek
Endülüs’ü kontrolleri altına
alan Muvahhidler, 1170’de İşbiliyye’yi
başkentleri yaptıktan
sonra, ulu caminin de inşasına
başlamışlardı. Fetihten sonraki
20 yıl içinde inşası tamamlanan
camiye, döneminde en
yüksek binalardan biri olan bir
minare de eklendi. Bu minare,
Hristiyanlar tarafından İşbiliyye
yeniden alındıktan sonra
bile yıkılmaya kıyılamadı.
Tepesine yerleştirilen rüzgâr
gülü nedeniyle “La Giralda”
adıyla şöhrete kavuşan minare,
zamanında abdesthaneleri
ve şadırvanları himaye
eden yüksek duvarlı bahçeye
bakarken, hüzünle gururu
aynı anda yaşıyor bugün.
Müslümanların Endülüs’e getir
diği portakal ağaçları da,
avluyu hâlâ süslemeye
devam ediyor.
1232’den 1492’ye kadar
tam 260 yıl boyunca,
Endülüs’teki son bağımsız
Müslüman devletin varlığını ve
bayraktarlığını sürdüren Nasrîler,
tarihe bir sarayla geçtiler:
Elhamra. Hem Endülüs
medeniyetinin boyutlarının
hem de Müslümanların dünya
mimarlık tarihine ne derin katkılarda
bulunduklarının canlı
bir ispatı niteliğindeki Elhamra
Sarayı, dikkatli ziyaretçilerine
aslında Endülüs’ün
bütün serüvenini bir çırpıda
anlatıyor. Sarayın duvarlarına
sinen hatıralar, Müslümanların
bu son devletlerinin hikâyesini
fısıldıyor herkese. Bir yanda
sanki yüzyıllar boyunca burada
kalınacakmış gibi inşa
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
AHVAL-İ DÜNYA
51
AHVAL-İ DÜNYA
in iz bırakan İbrahim bin Musa
Şâtıbî, Endülüs’ün bağrında
yetişen binlerce isimden sadece
birkaçı.
Günümüzde Avrupa
tıbbı, hukuku, fiziği, kimyası,
astronomisi ve topyekûn akademik
dünyası, Müslümanların
Endülüs’te nesiller boyunca
yaptığı üretimin üzerine
bina edildi Bu, bizzat
Hristiyan araştırmacıların da
ortaya koyduğu bir hakikattir.
Şunu söylemek, abartı olmayacaktır:
Müslüman Endülüs
olmasaydı, şimdiki Avrupa’nın
manzarası da bambaşka (ve
muhtemelen de bugünkü biçiminden
daha eksik ve az) olacaktı.
52
Avrupa’nın geneli bir
yana, günümüzde İspanya da
adeta Müslüman Endülüs’ün
temelleri üzerine kurulmuş
gibidir. Müslümanların İber
Yarımadası’na vurduğu
mühür, İspanya’da hayatın
her alanında gözlemlenmektedir.
edilen bir saray, diğer yanda
Müslümanların karış karış
kaybettikleri bereketli Endülüs
toprakları... Sadece Elhamra
Sarayı’nın hikâyesi bile
Endülüs serüvenimizin tek
başına özetidir aslında.
Bilhassa Endülüs
Emevî devletinin görkemli
başkenti Kurtuba’da kurulan
yüksek seviyeli İslam medeniyeti,
insanlık tarihine birbirinden
ünlü ve maharetli isimleri
hediye etmiştir. İspanyol
müziğinin kurucu ismi Ebû
Hasan Ali Ziryâb, insanlık
tarihinde ilk uçuş denemesini
gerçekleştiren insan Abbâs
bin Firnâs, astronomi ve
matematikte gerçek bir deha
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
olan Mesleme el Mecritî, tarih
biliminin kurucu babalarından
İbn Hayyân ve İdrisî, ‘Güvercin
Gerdanlığı’ isimli şaheseri
yle tanıdığımız edebiyatçı
ve fakih İbn Hazm, Avrupa tıbbının
kurucu isimlerinden Ebû
Mervân Abdulmelik bin Zuhr,
‘Hayy bin Yakzân’ adlı felsefi
romanıyla insanlık tarihinde
bir çığır açan Muhammed
bin Tufeyl, fakih ve filozof Muhammed
bin Rüşd, Endülüs’
ten Anadolu’ya ve Suriye’ye
yürüyüşüyle İslâm tarihinde
derin izler bırakan Muhyiddin
İbn Arabî, tefsir ilminin olmazsa
olmazlarından Muhammed
bin Ahmed el Kurtubî, kaleme
aldığı “Muvâfakât” adlı başyapıtla
İslâm fıkıh usulünde der-
Bugün İspanyolcada
dört binden fazla kelime, direkt
biçimde Arapça kökenlidir
ve günlük hayatta kullanılmaktadır.
“Tanrı dilerse” anlamına
gelen “O’jala” kelimesinin
kökeni Arapça “inşallah”tır.
Müslümanların
Endülüs’te kurdukları sulama
sistemleri ve geliştirdikleri
tarım usulleri, bugün de
İspanya tarafından kullanılmaktadır.
Avrupa’da temizlik
kültürünün bilinmediği
bir zamanda, Endülüs şehirlerini
sebillerle, kanallarla
ve hamamlarla donatan
Müslümanlar, yarımadanın
temizlik alışkanlıklarını köklü
biçimde değiştirmiştir.
Nehirlerin üzerine su
değirmenleri kurarak, suları
şehir merkezlerine taşıma ve
su gücünden faydalanarak
tahıl öğütme işi de Endülüslü
Müslümanların getirdiği bir
yenilikti. 1200 yılı itibarıyla,
yalnızca Guadalquivir (Vâdî
el Kebîr) Nehri’nin üzerinde 5
binden fazla su değirmeninin
olduğu bilinmektedir. Bunlardan
biri, günümüzde Cordoba’da
muhafaza edilmektedir.
Müslümanlar, İspanyol
yemek kültürüne de ciddi katkılarda
bulunmuştur. Nohutun
İspanyol mutfağına katılması,
Endülüslü Araplar sayesindedir.
Portakal, patlıcan,
ıspanak, limon, muz, enginar
gibi birçok meyve ve sebzeyi
İspanya topraklarına
getirenler Müslümanlardır.
Endülüs’ün fethinden önce,
İspanyollar ve diğer Avrupa
milletleri tüm bunlardan
habersizdi. Özellikle portakal
ve limon, artık İspanya’nın
simge bitkileri hâline gelmiştir.
AHVAL-İ DÜNYA
53
Madem Müslümanlar
kıtadan sürüldükten
sonra geride kalanlar bile
Endülüs’ün ihtişamını hâlâ
haykırmaya devam ediyor
dedik, o zaman kendimize şu
ödevi mutlaka verelim:
İyi ve ayrıntılı bir tarih
okuması eşliğinde, Endülüs’ü
şehir şehir dolaşmak hepimizin
hedefi olsun. Kendimiz
olmazsa çocuklarımız
(hatta torunlarımız) bunu
mutlaka yerine getirsinler. Ki
geçmişimizin çok önemli bir
parçasıyla bağlarımızı da
sıkı sıkıya korumuş olalım.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
KUR’AN VE SÜNNET ÇERÇEVESİNDE
HAK, HUKUK, ADALET!
54
HAYVAN HAKLARI
Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla birlikte
miladi altı yüz on yılında insanlık yeni bir evren,
insan ve toplum tasavvuruyla buluşmuştu. Bu
yeni anlayışta Cenab-ı Allah’ın sadece insanların
veya Müslümanların değil, taşıyla, toprağıyla, bitkisiyle,
hayvanıyla, canlı-cansız bütün varlığın
yaratıcısı ve rabbi olduğu belirtilmektedir. Bu
çerçevede Allah, âlemlerin rabbi (rabbü’l-âlemin),
Hz.Muhammed, âlemler için rahmet (rahmetenli’l-âlemîn)
ve Kur’an-ı Kerim âlemler için rehber
(hüdenli’l-âlemin) olarak ifade edilmektedir.
Böylelikle insanlığa yeni bir varlık anlayışı sunulmuş
oldu. Bu varlık anlayışındaki hiyerarşide,
duyu organlarıyla görülebilen varlıklardan, insandan
sonraki en değerli varlık, hayvandır.
(Razi, Mefâtihu’l-Gayb, IXX, s. 232.)
✦ Dr. Adil BOR
Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü
Kur’an-ı Kerim, insanlarla beraber yaşayan
hayvanlardan da bazen isimleriyle ve bazen de
vasıflarıyla bahsetmektedir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’in
hiçbir ayetinde hayvanları aşağılayan ve
hakir gören bir dilin ve üslubun kullanıldığına
rastlamak mümkün değildir. Bilakis Kur’an-ı Kerim’de
hayvanların da insanlar gibi birer topluluk
olduğu ifade edilmektedir: “Yer-yüzünde gezen
her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her
tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey
değildir. Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.
Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.”
(Enam, 6/38.)
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Kur’an-ı Kerim, deve, koyun, keçi,
sığır, aslan, kurt, köpek, maymun, hınzır,
at, katır, eşek, fil, sivrisinek, karasinek, pire,
bit, kelebek, çekirge, arı, örümcek, karınca,
karga, hüthüt, bıldırcın, balık, yılan ve kurbağa
olmak üzere yirmi sekiz hayvandan
adıyla bahsetmektedir. (Atıf el-Hindi, Hayvanun
Zukiret fi’l-Kur’an el-Cüzü’l-Evvel.)
Hatta Kur’an-ı Kerim’de bazı sureler, Bakara
(inek), Enam (deve, koyun, keçi gibi
hayvanlar), Nahl (balarısı), Ankebut (örümcek),
Neml (karınca) ve fil gibi hayvanların
adlarıyla isimlendirilmiştir. Hatta Kur’an-ı
Kerim’de teşbihler yapılmakta, ahlaki değerlerini
yitiren insanların hayvanlardan daha
aşağı düzeyde oldukları ifade edilmektedir.
(Araf, 7/179.)
HAK, HUKUK, ADALET!
İslam’a göre hayvanların hayatlarını
sonlandırmayı gerektiren bir durum olmadığı
sürece hayvanların da insanlar gibi
kendilerine takdir edilen yaşama sürelerini
tamamlama hakları vardır. Bir hadiste bu
duruma şöyle işaret edilmektedir: “Kim bir
kuşu amaçsız/haksız yere öldürürse o kuş,
arşın etrafını sarsarcasına sesini yükseltip
kıyamet gününde mahşere gelir ve şöyle
der: ‘Ey Rabbim! Beni öldürene sor, niçin
boş yere beni öldürdü?’” (Nesâî, Bâbü’n Nehyi‘ani-l
Mücesseme, 4458.) Hayvanların
yaşam hakkının önemine dikkat çeken hadislerden
biri de şu şekildedir: “Miraca çıktığımda
bana cehennem gösterildi. Baktım
ki içinde bir kadın azap görüyor. Sebebini
sordum. Bana: ‘O kadın bir kediyi hapsetmiştir;
ona ne bir şeyler yedirmiş ne de su
içirmiştir. Ölünceye kadar kediye haşarat
türünden bir şeyleri yemesine de müsaade
etmemiştir. Bu nedenle bu kadın cehennemde
azap görmektedir.’” (Nevevî, Muhyiddin
Ebu Zekeriya Yahya b. Şeref, Şerhu Sahîhi
Müslim, XIV, s.491.) Diğer taraftan bazı hadislerde,
susayan bir köpeğe ayakkabısıyla
kuyudan su çekip içiren bir kişinin cennete
gittiği belirtilmektedir. (Nevevî, ŞerhuSahîhi
Müslim, XIV, s.241.)
55
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
HAK, HUKUK, ADALET!
56
Yeryüzünde insanların olduğu gibi hayvanların
da yaşamaları ve çoğalmaları için
gerekli ortam hazırlanmıştır fakat insanlar,
hayvanlardan farklı olarak, kendilerine
tanınan imkânlardan sorumlu tutulmuştur.
Rivayet edildiğine göre, bir yolculuk
esnasında Hz. Peygamber bir mekânda
konaklar. O esnada sahabeden biri, ormanlık
alana gider ve Hummara denilen
kuşun yumurtalarını yuvasından alır. Daha
sonra kuş yuvasına döndüğünde yumurtalarının
yerinde olmadığını görür. Hz. Peygamber
ve arkadaşlarının bulundukları yere
gelerek kanatlarını çırpmaya başlar. Bu durumu
gören Hz. Peygamber, bu kuşu kimin
üzdüğünü sorar. Sahabeden biri, “Ey Allah’ın
Resulü! Onun yumurtalarını ben aldım.”
der. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
yumurtaların yerine konulmasını emreder
ve yumurtalar tekrar yerine konulur. (Hâkim
en-Neysâburî, el-Müstedrek‘ale’s-Sahihayn,
Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1995,
IV, s.267.) Benzer bir şekilde, Mekke’de
belli bölgelerin, “dokunulmaz (haram)” ilan
edilmesiyle birlikte bölgede kendiliğinden
yetişen bitkilerin koparılmasının, hayvanlarının
öldürülmesinin ve avcılığın yasaklanmasının,
hayvanların can güvenliğini ve
neslini korumaya yönelik tedbirlerden olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca, Hz. Peygam-
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
ber “Ceylanların Medine’de otladıklarını
görsem onlara dokunmam. Çünkü Medine
harem bölgesidir.” buyurarak, Medine’yi
de haram bölgesi ilan etmiştir. (Buhari,
Kitabü’l-Hac, I, s. 221.) Özellikle şu olay
da hayvanların yaşamına ve nesillerinin
devam etmesine İslam’ın ne kadar önem
verdiğinin önemli bir göstergedir. Şöyle
ki Hz. Peygamber ordusuyla Mekke’yi
fethetmeye giderken ordunun gittiği yol
güzergâhında bulunan dişi bir köpeğin ve
yavrularının zarar görmemesi için ordunun
yönünü değiştirerek köpeklerin başına bir
nöbetçi bırakmıştır. (Vakidî, Muhammed
b. Ömer b.Vakid, Kitabü’l-Meğâzî, Beyrut:
Muüessesetü’l-Â’la, 1989, II, s. 804.)
Buraya kadar bahsetmiş olduğumuz
hayvan haklarının yanı sıra hayvanları, fıtri
yapılarına uygun işlerde çalıştırmak, bunu
yaparken de onlara ağır yük yüklememek,
binerken yormamak, beslenmelerine dikkat
etmek, hayvanların sağlığıyla ilgilenmek ve
onlara karşı adil davranmak da önemli hayvan
haklarındandır. Ayrıca, İslam’da hayvanlara
işkence yapmak, hayvanlar üzerinde
merhamet sınırlarını aşan deneyler
uygulamak ve onların doğal yapılarını bozmak,
hayvan hakları ihlali sayılmaktadır.
Hayvanlara lanet okumak,
yüzlerine vurmak ve yüzlerini
dağlamak gibi acı verici
davranışlarda bulunmak da
İslam’da yasaklanmıştır. Hayvanların,
kendi doğal ortamlarında
yaşaması da onların
tabii haklarındandır. Bununla
birlikte ünsiyet peyda etmek
için evde hayvanların beslenmesi
de uygun görülmüştür.
Küçük kedileri kucağına alarak
onlarla oynayan ve hayvan
sevgisiyle meşhur olan Ebu
Hureyre’ye “kedicik babası” ismini
veren (Tirmizi, Menâkıb,
46.) Peygamberimiz, kediyi
ev hayvanlarından saymıştır.
(İbn Hanbel, V, 310.) Sağlık
açısından bir sorun teşkil etmiyorsa
evde hayvanların
beslenmesinin caiz olduğunu
söylemek mümkündür. Bu
konuda dikkat edilmesi gereken,
ev halkının maddi ve manevi
olarak zarar görmemesidir.
HAK, HUKUK, ADALET!
57
Sonuç itibarıyla
İslam’da hayvan haklarının,
önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır.
Hatta hayvan
haklarına riayet edilmediği
takdirde bu durum, dünyada
toplumların helakine sebep
olabileceği gibi ahirette de
cehenneme girmeye neden
olabilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de,
(Allah’ın gönderdiği bir)
devenin su içmesini, merada
otlamasını engellediği ve
bu deveye işkence ederek
öldürdüğü için Salih peygamberin
kavmi Semud’un
helak olduğu belirtilmektedir.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
İZ BIRAKANLAR
MODERN
KİMYANIN
ÖNCÜSÜ:
CÂBİR
B. HAYYÂN
(721 / 815)
✦ Esin TÜRKMEN
58
Kimine göre “Jabir”
kimine göre “Geber” olarak
isimlendirilen; kimine göre
filozof, kimine göre sufi olarak
nitelendirilen Câbir b.
Hayyân’ı “Aristo’nun mantık
ilmindeki yeri neyse, Câbir
bin Hayyân’ın kimya ilmindeki
yeri de odur. Aristo, mantığın
kurucusu ve üstadı olarak
kabul edildiği gibi Câbir bin
Hayyân da kimyanın kurucusu
ve üstadıdır.” cümleleriyle
tanımlayarak tartışmalara
âdeta son noktayı koyar ünlü
Fransız bilim tarihçisi Marcellin
Berthelot.
Başta kimya olmak
üzere tıp, eczacılık, astronomi,
metalürji, fizik, felsefe gibi
(b)ilim dallarına katkıla- rıyla
tanınan Câbir bin Hayyân’ın
hayatı hakkında pek az şey
bilinmektedir. Fakat ortak kanaat
721 yılında, bilginler diyarı
Horasan ’ın Tûs şehrinde
doğduğu, hayatının büyük
kısmını Kûfe’de geçirdiği,
eczacı olan babası Abdullah
el-Ezdî’den bitkileri ve
bunların iyileştirici etkilerini
çok iyi öğrendiği yönündedir.
Kimyaya ilişkin temel bilgileri,
“Hikmetin Kaynağı” olarak
nitelendirdiği ve büyük
hürmet duyduğu hocası Cafer
es-Sâdık’tan öğrenen Câbir,
eğitimini tamamladıktan sonra
dönemin bilim ve düşünce
merkezi olan Bağdat’a gider.
Bağdat ’taki yönetici ailelerden
biri olan, bilimi ve bilimle
uğraşanları himaye edip
destekleyen Abbasi halifesi
Harun Reşid’in veziri Hâlid
el-Bermekî’nin desteğiyle çalışmalarına
uzunca bir süre
burada devam eder. Kısa
zamanda öylesine seçkin
bir mevkiye ulaşır ki Harun
Reşid tarafından önce Harran
Üniversitesi fizik - kimya
profesörlüğüne, daha sonra
da reisü’l-müderrisîn (rektör)
makamına getirilir. Halifenin
özel doktorluğunu yapan
Câbir, halife için “Kita-bü’l-
Zühre” adında simya ile ilgili
bir de kitap yazar. İlerleyen
dönemlerde Bermekî ailesinin
yönetimden uzaklaştırılmasının
ardından Câbir de saraydan
ayrılır, Kûfe’deki laratuvarına
geri döner ve
Me’mûn dönemine kadar
araştırmalarına gizlilik içinde
devam eder. Kaynaklar, onun,
yönetimin baskısından korktuğu
için uzun süre bir yerde
ikamet edemediğini, sürekli
seyahat etmek zorunda
kaldığını yazar. Kendisi de Irak
ve Suriye’de bulunduğunu,
Mısır ve Hindistan’a seyahatler
yaptığını anlatır. (Mahmut
Kaya, TDV İslam Ansiklopedisi,
Câbir b.Hayyân.)
XIV. yüzyıl simyacılarından
Cildekî, Câbir b.
Hayyân’ın öldüğü zaman
yastığının altında bulunan
Kitâbü’r-Rahme nüshasına
düşülmüş bir kayıttan, 815
yılında Tûs’ta öldüğünün anlaşıldığını
söyler.
Kimyacı olarak Câbir
Dünya üzerindeki ilk
kimya laboratuvarını kuran
Câbir, deneysel kimyaya
önem vermiş, araştırmalarını
deney ve matematik temelleri
üzerine oturtmuştur. Bilim tarihçisi
John Holmyard, Câbir’in
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
sade ce kimyacı değil ayrıca
tabip, filozof ve astronomi
bilgini sıfatlarıyla da özel bir
yere sahip olduğunu kimyayı
sistemli bir deneysel bilim
haline getirdiğini söyler. Ayrıca
Câbir’in “Bu kitapta duyduklarımızı,
bize söylenenleri
yahut oku- duklarımızı değil;
ancak tec- rübe ettikten sonra
gözledi- ğimiz şeylerin özelliklerini
zikrettik.” (Muhtâru
Resâ’ili Câbir b. Hayyân, s.
232.), “Kimyada temel olan
pratik çalışman ve deney
yapmandır. Bunlara yer vermeyen
insan, kimyada uzmanlık
doruğuna ulaşamaz.
Fakat ey oğul, sen de deney
yap ki gerçek bilgiyi elde
edesin. Bilginler materyallerin
çokluğuyla değil, deney metotlarının
geçerliliğiyle sevinirler.”
şeklindeki ifadeleri, deneysel
metoda verdiği önemi
göstermektedir. Câbir, deneysel
çalışmaları kimyanın hizmetine
sunmasıyla bu alanda
bir çığır açmış, deney ve
çalışmalarını gerçekleş- tirebilmek
için geliştirdiği/tasarladığı
imbikler, tüpler, fırınlar
ve daha pek çok araç gereç,
kendisinden sonraki tüm
kimyacılar tarafından kullanılmıştır.
Bunlar arasında en
dikkat çekenlerden biri, damıtmayı
kolaylaştıran, işlemin
daha güvenli ve verimli bir
şekilde yapılmasını sağlayan
imbiktir. Ebû’l-Kâsım Muhammed
bin Abdullah, 12.
yy’da kimya üzerine yazdığı
eserde, Câbir bin Hayyân’ın
geliştirdiği kimya aletlerini
resmetmiştir. Kullandığı laboratuvar,
Câbir’in ölümünden
iki asır sonra Kûfe’de bir caddenin
yeni baştan açılması
sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Câbir bin Hayyân,
tabiattaki maddelerin saf
olmadığını belirtmiş, maddeleri
işlemden geçirerek
saf elementler elde etmeye
çalışmıştır. Meselâ suyu tekrar
tekrar damıtarak saflaştırmıştır.
Buharlaştırma, damıtma,
süblimleştirme, eritme,
süzme, kristalleştirme, oksidasyon
(elektronların bir atom
ya da molekülden ayrılmasını
sağlayan kimyasal tepkime),
redüksiyon (bir elementin,
kimyasal reaksiyonda elektron
alması) gibi yöntemler
geliştirmiştir.
Cıva oksit, arsenik
oksit, tartarik asit, cehennem
taşı, üstübeç, kezzap,
saf kükürt tuzları, nişadır,
zaç yağı, potasyum nitrat
(güherçile), gümüş nitrat,
sirke asidi, sitrik asit, şap ve
hidroklorik asit Câbir’in elde
ettiği kimyevî bileşik maddelerden
bazılarıdır.
Kimyevi maddeleri;
uçucu, uçucu olmayan,
yanmayan maddeler
ve madenler olarak
dört gruba ayırmış ve
hepsini bütün özellikleriyle
anlatmıştır.
Bu açıdan kimyevi
sınıflandırmayı yapan
ilk bilgin olarak kabul
edilmiştir.
Ayrıca deri ve bez boyalarının
hazırlanması, çeliğin
paslanmasını önleyen maddenin
geliştirilmesi, kükürtlü
bileşiklerden arsenik ve antimuan
elde edilmesi, metallerin
saflaştırılması, su
geçirmez elbiselerin cilalanması,
manganez dioksitin
cam yapımında kullanılması,
camın renklendirilmesi, bitkilerden
yağ elde edilmesi
gibi buluşları gerçekleştirmiş,
asitlerin nötrleşmesi için belirli
miktarda alkali (baz) gerektiğini
söylemiştir.
Hidroklorik asit ve nitrik
asidi birleştirerek döneminde
altın ve platini çözen
tek madde olan bileşiği (aqua
regia-kral suyu) elde etmiştir.
Dr. Sigrid Hunke, Câbir’in bu
buluşu için “Madenlerin o
zamana kadar bilinen basit
eritilme metotları yerine
Câbir, bizzat ürettiği nitrik asit,
sülfürük asit ve altın eritme suyunun
yardımıyla eritme metotlarını
geliştirdi. Bu sayede
Câbir ve ondan sonra gelenler;
cıva oksit, zincifre, arsenik,
amonyak, gümüş nitrat,
şap, göztaşı, kireçli potas,
südkostik mahlûlü, yakıcı
potas ile birçok değerli maddeleri
eritip üretebildiler.”
(Hunke, Avrupa’nın Üzerine
Doğan İslam Güneşi, 1972, s.
240-248.) demiştir.
Kimyevi maddeleri;
uçucu, uçucu olmayan, yanmayan
maddeler ve madenler
olarak dört gruba ayırmış
ve hepsini bütün özellikleriyle
anlatmıştır. Bu açıdan kimyevi
sınıflandırmayı yapan ilk
bilgin olarak kabul edilmiştir.
Câbir bin Hayyân ve
diğer İslam âlimleri vasıtasıyla
Avrupa dillerine geçen,
günümüz kimyasında hâlen
kullanılmakta olan kimya ile
ilgili bazı tabirler vardır. Alkol
(el-kuhl), aludel (el-usel),
alembic (el-imbik), realgar
(rehcü’l-gar,), alkali (al-kali),
antimony (ismîd) ve tutti (tütiyâ)
bunlardan bazılarıdır.
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
İZ BIRAKANLAR
59
İZ BIRAKANLAR
60
Ortaçağ kimyacıları
büyük ölçüde Câbir’in tesirinde
kalmıştır. Kimya tarihçileri
Câbir’i “Kimyanın Atası”
olarak nitelendirmiş; J. Holmyard,
“Câbir, kimyaya Boyle
(İrlandalı kimyager, fizikçi) ve
Lavoisier (Fransız kimyacı)
kadar katkı yaptı.” diye yazmış;
tıp tarihi araştırmacısı
Max Meyerhof “Avrupa’da
kimyanın gelişmesi doğrudan
Câbir’e dayanır.” demiş; İngiliz
bilim insanı Roger Bacon,
ondan “Üstatların Üstadı” diye
söz etmiştir. (Prof. Dr. Celâl
Saraç, Cabir İbn-i Hayyân
Üzerine, s. 6.)
Fizikçi olarak Câbir
Câbir, fizikle, bilhassa
optik dalıyla ilgili çalışmalar
yapmıştır. Batılı bazı bilim
adamları, optik ve mercekler
kanununun keşfini de Câbir
bin Hayyân’a dayandırmaktadır.
İçbükey aynalar
vasıtasıyla güneş ışınlarını bir
yerde toplayıp uzak mesafeden
ağaç dallarını tutuşturmayı
başardığı, bu nedenle “Câbir
isterse sarayımızı içindekilerle
birlikte yakabilir.” şeklindeki
ihbarlar nedeniyle Halife
Me’mun’un Câbir’i uyardığı ve
ölünceye kadar göz hapsinde
tuttuğu anlatılır. Câbir’in bu
buluşu, güneş enerjisinden
faydalanma konusunda çığır
açmıştır.
“Madde yoğun enerjidir.
Bu yüzden Yunan fizikçilerinin
maddenin bölüne bölüne
parçalanamaz en küçük bir
parçayla son bulduğuna ve
kitlenin bu sayısız parçalanamayan
kısımlardan meydana
geldiğine dair iddiaları
yanlıştır. Onların cüz’ün lâ
yetecezza (parçalanamaz
en küçük parça, atom) olarak
tabir ettikleri bu nesne
parçalanabilir ve bu parçalanma
neticesi büyük bir enerji
hâsıl olur. Bu öyle bir enerjidir
ki bir habbeciğin (taneciğin)
bir şekilde parçalanması,
Allah saklasın, Bağdat gibi
büyük bir şehri yok edebilir.”
sözü; Danimarkalı fizikçi David
Bohr, Alman teorik fizikçi
Albert Einstein, İngiliz kimyager
John Dalton gibi Batılı
bilim adamlarından bin yıl
önce atomla ilgilendiğini, atomun
parçalanabilirliği konusunda
fikirler ileri sürdüğünü
göstermektedir.
Tabip ve eczacı olarak
Câbir
Câbir, bitki ve hayvanların
özelliklerini, tıptaki
yararlarını incelemiş; doğanın
iyileştirici bir yönü olduğunu
söylemiştir. Kitâb el-Havâs
adlı eserinde bitki ve hayvanları
antipati/sempati açısından
mukayese etmiş, aralarında
antipati/sempati olan muhtelif
bitki ve hayvanların
listesini vermiştir. Örneğin
akrep ve kertenkele arasında
bir münasebet olduğunu iddia
etmiş, akrep sokmasının
kertenkele vasıtasıyla iyileştirilebileceğini
ileri sürmüştür.
Yine yılan ve baykuş arasında
bir münasebet olduğunu
dolayısıyla yılan sokmasının
baykuş kanıyla tedavi edilebileceğini
iddia etmiştir.
Eserlerinde birinci,
ikinci ve üçüncü derece denklemlerin
çözümüne yer vermiş;
karekök, küpkök almayı
göstermiştir.
“Bir eşitliğin iki tarafına
aynı miktar ilave edilirse,
çıkartılır, çarpılır ve bölünürse
bu eşitlik katiyen bozulmaz.”
teoremi Câbir’e aittir.
Eğitimci olarak Câbir
“Yumuşak başlı olan
öğrenci, öğretmeninin bilgi
hazinelerinden ancak onu
dinlemekle istifade edebilir.
Ben, ‘Talebe hocasına itaat
etsin.’ derken günlük hayat
işlerindeki itaatini kastetmiyorum;
ders ve alışkanlıklardaki
itaatini kastediyorum.”
sözüyle öğrencide
itaatkârlığı şart koşarken
öğretmenin öğrenciye karşı
göstermesi gereken tavrı
da şu şekilde formüle etmiştir:
“Öğretmen, öğrenciyi
yaratılışının özüne,
kabiliyetlerine göre yönlendirmelidir.
Önce öğrencisinin
kabiliyetlerini ölçmeli; kabiliyetli
olduğunu ve her verileni
alabildiğini gördükten sonra
öğrenim kabiliyetine uygun
olan temel bilgileri vermelidir.
Öğrencisinin gittikçe artan
bir bilgi ile yükselmesini
sağlamalı, zaman zaman
öğrettiği şeyleri öğrenip
öğrenmediğini yoklamalı, onu
imtihan etmelidir.”
Câbir bin Hayyân, buraya
kadar anlattıklarımızın
yanı sıra coğrafya, gökbilim,
mühendislik, felsefe ve diğer
bilimsel alanlarda da önemli
çalışmalar yapmış ve çok
sayıda eser kaleme almıştır.
Câbir’in kaleminden
çıkan veya ona nispet edilen
eserler çok geniş bir külliyat
meydana getirmiştir. Bu
eserlerin en eski listesine
el-Fihrist’te rastlanmaktadır.
İlim tarihçisi İbnü’n-Nedîm,
Câbir’in 300 felsefe, 300
mekanik ve 500 tıp kitabı ile
sanatlar ve savaş araçları
üzerine 1300 risâle kaleme
aldığını anlatır. (el-Fihrist, s.
500-503.) Bu külliyat içinden
genellikle birbirleriyle pek
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
İZ BIRAKANLAR
fazla irtibatı olmayan 112
kitap simya alanına aittir ve
bunlarda Antik Cağ Helenistik
dönem simyacılarına sıkça
göndermelerde bulunulur. Ayrıca
külliyattan yetmiş kitap,
Câbir’in kimya alanındaki
deneye dayanan çalışmalarının
ve sistematiğinin bir
ürünü olarak bilinir. Onun
tabiat felsefesi hakkındaki
düşünceleri, kimya ve esrarlı
ilimlerle ilgili görüşleri,
Kütübü’l-Mevâzîn adıyla
anılan 144 kitapta yer almaktadır.
(Mahmut Kaya, TDV
İslam Ansiklopedisi, Câbir b.
Hayyân.)
Yaradılışın Unsurları (1
ve 2), Mükemmellik, Nizam,
Işık, Kırmızı Boya, Mayalanmış
Sıvılar, Ruh; Cıva, İç Amalgamlar,
Dış Amalgamlar, Saç,
Bitkiler, Tuzlar, Taşlar, Saklı
İnci, Ay, Güneş, Sırlar, Gizli
Mineraller, Yumurtalar, Tuzlar,
Mürekkep, Delil, Tufanlar,
Cevherler, Boyalar, Kokular,
Parfümler... Liste bu şekilde
uzayıp gider. İbnü’n-Nedîm,
Cabir’in eserlerinin listesini bu
şekilde verirken sadece kendi
gördüğü eserler ile güvendiği
kişilerden öğrendiği eserleri
zikrettiğini de belirtmeyi unutmaz.
Ancak günümüzde bu
eserlerin hepsinin Câbir’e ait
olduğu kabul edilmemektedir.
Cabir’in Latince’ye
çevrilen eserlerinden Summa
Perfectionis kimya ile
ilgilenenler tarafından Avrupa’da
el kitabı olarak kullanılmıştır.
Eserin ilk baskısı
1481’de Roma’da, 1529’da
Strasburg’da, 1541’de Nurenberg’de,
1542’de Venedik’te,
1545’te Berne’de 1668’de
Leiden’da, 1682’de Danzig’de
yayımlanmıştır.
İslam dünyasında
yetişmiş birçok ilim adamının
etkisi, 16. yüzyıl sonlarına
doğru yerini yavaş yavaş
Batılı bilim adamlarının
çalışmalarına bırakmasına
rağmen Câbir’in etkinliği artarak
devam etmiştir. Onun
eserlerinin nispeten geç tarihli
baskıları da bunun en
açık delili olarak kabul edilebilir.”
(Prof. Dr. Esin Kâhya,
Modern Kimyanın Kurucusu
Câbir b. Hayyan, s.119-120.)
Hatta şöhreti o kadar büyüktür
ki bazı kimseler daha
çok okunmasını sağlamak
için eserlerini Câbir’in adıyla
yazmıştır. Bu nedenle kimya
tarihçileri, bazı kitapların
Cabir tarafından yazılıp yazılmadığını
anlamakta zorluk
çekmiştir.
Câbir’in tam olarak
kıymeti ancak teorik kimyayla
ilgili Book of Seventy’nin (Yetmiş
Kitap) yayımlanmasıyla
anlaşılacaktır. Şimdiye kadar
bu kitapların Latince çevirileri
yapılmışsa da tam değildir.
Günümüzde Book of Seventy’nin
bir nüshası, Bursa’da
Sultan Orhan Kütüphanesi’nde
bulunmaktadır.
61
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
HADİSLERİN EKSENİNDE
ÇEVRE AHLAKI
✦ Mehmet DERE
TAVSİYEMİZ
62
Prof. Dr. Huriye Martı’nın
kaleme aldığı “Hadisler Ekseninde
Çevre Ahlakı” adlı eser,
hadis rivayetleri ekseninde bir
çevre ahlakı inşa etme gayesi
gütmektedir. Eser; modern dünyanın
bunalımının bir parçası
olan “çevre krizi” konusunda
ufuk açıcı ve yönlendirici tavsiyelede
bulunarak ortaya koyduğu
tespitler ile alanındaki
önemli bir boşluğu doldurmaktadır.
Aynı zamanda zengin bir
akademik literatür kullanılarak
hazırlanmış olan eser,
okuyucusunun bilgi dağarcığına
ve anlam dünyasına ciddi bir
katkı sunmaktadır.
Sanayileşme, hızlı kentleşme,
düzensiz göç gibi unsurlar
modern hayatta çevreyi
kirletmiştir. Dolayısıyla bir çevre
ahlakı gerekmektedir. Ancak
nasıl bir çevre ahlakına ihtiyacımız
vardır? Çevre ahlakının
metafizik bir boyutu olmalı mıdır?
Eğer böyle bir boyut aranırsa
buna genelde dinin, özelde ise
İslamiyet’in katkısı ne olabilir?
Tabiata dair Kur’an ayetlerini,
temizliği, çevreyi korumayı, ağaç
dikmeyi öneren yahut da israfı
ve hırsı önleyen hadisleri derlemek
çözümde ne denli etkili
olabilir? Yarattığı çevreyle insana
öğüt veren, nimet bahşeden,
ibret sunan ve sınav alanı açan
bir yaratıcı inancına odaklanmayan
bilgi üretimleri ekolojik krizi
çözmede yeterli olabilir mi? Bu
tür sorular çoğaltılabilir olsa da
vermek istediğimiz cevap tek
cümlede özetlenebilir: Bizim,
Kur’an ve sünnet gibi temel dinî
argümanlardan beslenen ve son
çeyrek
asrın ekolojik buhranlarını
irdeleyip bu
buhranlara çözüm olarak
üretilen etik kuramları
tahlil eden yeni bir çevre
ahlakına ihtiyacımız
vardır.
Eser; giriş,
üç bölüm ve sonuç
kısmından oluşmaktadır.
Birinci bölümde;
“Çevre İnsan ve Ekonomik
Bunalım” başlığı
altında insanın çevre
algısının tarihi gelişimi
ve dinin bu gelişime etkisi
izlenmiş, ekolojik
bunalımda fıtratın payı
sorgulanmış, bunalıma
yönelik çeşitli dinî
çözüm önerileri belirtilmiştir.
İkinci bölümde; “Çevre
Ahlakının Felsefî ve Dinî Temelleri”
başlığı altında çevre
ahlakının felsefî temelleri ele
alınmış, insan merkezli ve çevre
merkezli etik kuramları incelenmiş,
bu kuramların dile getirdiği
gerçekler İslam ahlakına dair ilgili
verilerle karşılaştırılmıştır.
Üçüncü bölümde ise
“Çevre Ahlakının Pratiğe Dönük
Yüzü” başlığı altında insandan
çevreye uzanan halkanın nasıl
bir ilişkiler yumağı ile tamamlandığı
tam olarak ortaya konulup
verilen örnekler ışığında pratiğe
dönük çözümler önerilerek
sorun ve çözüm elle tutulur bir
hâle getirilir.
Sonuç kısmında ise
çalışmanın genel bir özeti ve
değerlendirmesi yapılarak
konunun son tahlilde bütüncül
bir şekilde kavranılması hedeflenmiştir.
Eser, kapsam ve
içeriğiyle çevre bilincini din üzerinde
temellendirmiş, çevre sorunlarına
çözüm sunarken dinî
kaynaklardan faydalanmıştır.
Yazar, İslam üzerine bina
edilmiş bir çevre ahlakı oluşturmayı
amaçlamış ve yazmış olduğu
eserle okuru da buna davet
etmiştir.
İSLAMA VUSLAT | MAYIS 2021
Sahabe, Hz.Peygamber’in tedrisi ve ahla- kıyla
yetişmiş, İslam medeniyetinin kurucu nesli. İslam
tarihinin her bir sayfasına isimleri altın harflerle
yazılmış bu altın nesilden her birinin hayatı bizim
için oldukça önem arz eder. Onların hayatını okumak
İslam tarihini ve İslam’la inşa ve ihya olmuş
bir hayatı okumaktır. Allah’ın Kur’an’da övgüyle
bahsettiği ve Peygamberimizin “ashabım” diyerek
iltifatta bulunduğu sahabenin hayatı birçok esere
konu olmuştur. Bu eserler, İslam tarihinin yanı sıra
İslam’a dair pek çok meseleyi de anlamamızda bizlere
rehberlik etmiştir. Çünkü Hz.Peygamber’in
tedrisinden geçen ve ondan devraldıkları muallimlik
vazifesini eksiksiz yerine getiren saadet asrının
kahramanları, kendisinden sonraki nesillerin İslam
’ı ve İslami ilimleri öğrenmesine vesile olmuştur.
“Sahabe Hatıraları” adlı bu eser de peygamberimiz
Hz. Muhammed’in hatıralarıyla ömrünü
süsleyen dünyanın en nasipli insanlarının hayatlarından
kesitler sunmaktadır bizlere. Bu hatıralarla
İslam’ı Hz. Peygamber’den öğrenen, hayatına
uygulayan ve sonraki nesillere aktaran sahabeyi
farklı yönleriyle de olsa tanımak, İslam tarihine
SAHABE
HATIRALARI
✦ Mahir KILINÇ
yönelik -mütevazı da olsa- bir kapı aralamaktadır.
2013 ila 2016 yılları arasında Elif Erdem, Hale Şahin
ve Rukiye Aydoğdu Demir’in Diyanet Aile Dergisi’nde
yayımlanmış sahabe hatıraları yazılarından
bir seçki olan bu eserde Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
sadık dostu, can yoldaşı Hz. Ebubekir’den, kendisinden
meleklerin bile utanıp çekindiği Hz. Osman’a;
hane-i saadetin unutulmaz hanımefendisi
Hz. Hatice’den, Allah Rasulü’nün “Babasının annesi”
diye sevdiği biricik kızı Hz. Fatıma’ya; sesiyle
karanlıkları aydınlatan Hz. Bilali Habeşi’den,
ensarın ilk öğretmeni Mus’ab b. Umeyr’e; Rasulüllah’ın
“Annem” diye taltifte bulunduğu saliha hanım
Ümmü Eymen’den, ensarın seçkin hanımlarından
Ümmü Süleym’e; karanlık dünyasını imanıyla aydınlatan
İbn Ümmü Mektum’dan, âlimlerin öncüsü
fakih sahabe Muaz b. Cebel’e kadar daha birçok
sahabenin kalbe dokunan hatıralarına yer verilmiş.
“Sahabe Hatıraları” tarihî bilgilerle
okuyucuyu boğmamış, sahabenin kendi canlarından
dahi üstün tuttukları Hz. Peygamber’le
yaşamış oldukları en özel anılara yer vermiş. Bu
hatıralarda sahabenin İslam adına, göstermiş
amansız mücadeleden, Peygamberimize karşı
duyduğu sevgiden, onun öğretilerini nasıl hayata
geçirdiklerinden, peygamberi ahlakı davranışlarına
nasıl uyguladıklarından, sevgilerinden, nezahetlerinden,
nezaketlerinden vb. birçok örneğe
yer verilmiş. Arı duru bir Türkçenin ve akıcı bir
üslubun kullanılmış olması eserin tekrar tekrar
okunmasını sağlayacak nitelikte. Ayrıca pek çok
sahabe hatırasına yer verilmiş olması okuyucuyu
hiç sıkmamakta, aksine onun merakını sürekli üst
seviyede tutmaktadır. Bu da kitabın daha akıcı bir
şekilde okunmasını sağlamaktadır.
“Sahabe Hatıraları” pek çoğumuzun bildiği
hatıralar aslında. Bu hatıraları okurken hiç farkında
olmadığımız nüanslar gün yüzüne çıkıyor sanki.
Kitapta yer alan hatıralar, sahabeye karşı ihtiramımızı
ve saygımızı sorguluyor âdeta. Saadet
asrının kurucularına dair bu hatıralarla “Allah’ın
neden onlardan razı, onların da Allah’tan neden
razı” olduğunun cevabını bulmak mümkün. İslam
tarihinin gökyüzünden yeryüzüne inmiş yıldızları
olan sahabenin doyumsuz hatıraları, Kur’an’ın
satırlardan, sadırlara ve oradan da hayata uygulanabileceğinin
timsali olmuş bizlere.
TAVSİYEMİZ
63
MAYIS 2021 | İSLAMA VUSLAT
ZİKRET
“...Biliniz ki, kalpler ancak
Allah’ı anmakla huzur bulur.”
Ra’d Suresi | 28. Ayet