07.12.2021 Views

Umut Terapi

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Umut

terapi

P S İ K O L O J İ D E R G İ S İ

Sayı 1- Ekim 2021

MUTLULUK

aramakla bulunabilecek bir şey değildir,

onu inşa etmek gerekir.


Umut Terapi Psikoloji Dergisi

Yılda bir kere yayınlanır.

Tüm hakları saklıdır.

Yayıncının izni olmaksızın tümüyle veya kısmen yayımlanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.

Copyright© Umut Terapi

Birinci Sayı: Aralık, 2021

umutterapi.com/umutdergi

İmtiyaz Sahibi:

Umut Terapi

Editör

Ezgi KÖSEOĞLU

Sema YILMAZ

Yazarlar

Ayşenur KARAKÜLAH

Elif Esra ERDİL

Emine KURT ANTMEN

Eyüp AKIN

Fatih PULAT

Feyyaz ASLAN

Gizem ÖZYÜREK

Gülten İKİZOĞLU

İlke TARHAN

İshak BÜYÜKYILDIRIM

Mehmet KAYA

Meral KAYA BERBER

Mustafa GÖDEŞ

Nur AYDOĞAN

Sabri ÇAKAR

Zafer ŞİŞLİ

Zeyniş MERT

Bireysel Danışmanlık Çift-Aile Danışmanlığı Oyun Terapisi ÇocukErgen Danışmanlığı

Kurtköy Mah. Ankara Cad. Soydaş Sk. Beyaz Saray sit. A Blok Kat:2 Daire:6 Pendik / İstanbul

Doğu Mah. Erol Kaya Cad. Hızır Reis Apt. No: 205/1 Daire:6 Pendik / İstanbul

Çavuşoğlu Mah. Özel Cad. Selimoğlu Apt. No: 1 Daire: 1 Kartal / İstanbul

Postane Mah. Atatürk Cad. Ihlamur Sk.. No: 15 Daire: 3 Tuzla / İstanbul


İnsanoğlu canlı bir organizma yapısına sahip olması nedeniyle sürekli bir değişim ve gelişim içerisindedir. Bu değişim bilindiği

ÖNSÖZ

gibi doğumdan ölüme kadar ilerleyen süreçte fiziki bir değişim olmakla da birlikte, buna eşlik eden ruhsal bir değişim de vardır.

Her birimizin yetiştirilme tarzı, yetiştirildiğimiz ortam ve bizi yetiştiren bireylerin kişilik yapıları, yaşayacağımız değişim ve

gelişimlerde farklılıklar ortaya çıkacaktır. Bunların yanında hayatın getirdiği beklenmedik durumlarla karşılaşmamız, bazen hoş

olmayan, istemediğimiz, bizi rahatsız eden değişimleri de doğurabilir.

Her daim değişime hazır olan ve değişen bu yapının yaşadığı olumsuz durumları aşabilmesi için uygulanan yaklaşımlarında

kendini güncellemesi ve değişmesi kaçınılmaz bir durumdur. Nasıl ki tıp kendi içerisinde elde edilen yeni bulgular ve deneyimlerle

gelişerek değişime ayak uydurmakta ise psikoloji ve psikoterapi alanındaki çalışmalar da benzer şekilde ilerlemektedir En basit

örneği ile psikoterapi alanındaki ilk yapılan çalışmalarda tamamen problemlere davranışçı ekol ile yaklaşılırken, daha sonraki

süreçte Bilişsel, ardından Duygu ve Dinamik yapı, sonrasında Varoluşçu Terapi yaklaşımları olarak ilerlemiştir.

Günümüzde psikoterapi alanında elde edilen son bilgiler ışığında, insanoğlunun Davranışçı yapısı, Düşünce yapısı, Duygu

yapısı ve buna ek olarak Beden yapısının da birbiriyle etkileşim halinde olduğu görülmüştür. Bu bilgiler ışığında bedeninde bir

hafızası olduğu ve beden hafızasının da psikoterapide çok işlevsel olduğu ortaya çıkmıştır.

Uzman kadromuzla gelişen psikolojiyi, psikoterapi ekol ve yöntemlerini takip ederek, bedeni de kapsayan terapi yöntemleri

olan EFT,HYT,EMDR gibi ekolleri de kullanarak danışanlarımıza en kısa zamanda problemleri ile baş etmeleri konusunda yardımcı

olmaya çalışmaktayız. Bu dergimiz farklı alanlardaki uzman olan arkadaşlarımızın, danışanlara hem psikoloji hem de psikoterapi

alanında bilgiler vererek, farklı bir bakış açısı kazandırmak adına hazırlanmıştır.

Keyifle okumanız dileğiyle

EYÜP AKIN

KLİNİK PSİKOLOG


UMUTTERAPİ.COM

İçindekiler

01

FREUD VE ÖDİPAL

REKABET

EYÜP AKIN

13

RÜYA ANALİZİ VAKA

ÖRNEĞİ

MUSTAFA GÖDEŞ

19

ÇOCUKLARLA ÖLÜMÜ

KONUŞABİLMEK

ELİF ESRA ERDİL

27

AYRIŞMA

BİREYLEŞMENİN İŞ

YAŞANTISINDAKİ HALİ

ZEYNİŞ MERT

39

ÇOCUĞUMLA

CİNSELLİK HAKKINDA

KONUŞMAK MI?

AYŞENUR KAARKÜLAH

53

YEME BOZUKLUKLARI

FATİH PULAT

05

DUYGULAR

YAŞAM REHBERİMİZ

İSHAK BÜYÜKYILDIRIM

15

ÇİFTLERDE

FARKLILIKLAR

FEYYAZ ASLAN

23

GEÇMİŞİN İZLERİNİ

SİLMEK MÜMKÜN MÜ?

NUR AYDOĞAN

31

YETİŞKİN ÇOCUK

ZAFER ŞİŞLİ

45

OKUMA İSTEĞİ VE

OKUMA ZEVKİ ÜZERİNE

İLKE TARHAN

55

PSİKOLOJİK TRAVMA

NEDİR? NEDEN

TRAVMATİZE OLURUZ?

MERAL KAYA

07

EŞİM BENİM NEYİME

EŞ!

EMİNE KURT ANTMEN

17

SAHTE KENDİLİKTEN

GERÇEK KENDİLİĞE

SABRİ ÇAKAR

25

SAHTE KENDİLİKTEN

SIYRILIP GERÇEK

KENDİLİĞE ULAŞMA

YOLCULUĞU

GÜLTEN İKİZOĞLU

35

EBEVEYNLİKTE

YETERİNCE İYİ OLMAK

GİZEM ÖZYÜREK

49

PANİK ATAK

MEHMET KAYA


'la

mutlu yarınlara...


FREUD

VE

ÖDİPAL REKABET

KLİNİK PSİKOLOG EYÜP AKIN

Tarihte bilimin gelişmesine bakıldığında, bireylerin odaklandıkları alanlar ve çalışmaları genel

olarak kendilerinden uzakta olanlarla başlar. İnsanlar bilim olarak da yaşantı olarak da tarih boyunca iç

dünyasına bakmakta, diğer alanlar kadar cesur olamamıştır. Bu bazen ihtiyaçlardan kaynaklanır bazen

de bilinç dışıdır. Mısırlılar yaklaşık olarak M.Ö. 3000 li yıllarda yıldızların, ayın ve güneşin hareketlerini

gözlemleyerek mevsimleri belirleyip tarımı daha iyi yapmaya çalışırken, insanı anlamaya çalışan Psikoloji

biliminin tarihi ise yaklaşık olarak 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. İnsanlar önce uzaktakine bakmaya

başlamış sonra kendilerine bakabilmeyi başarmışlardır.

Ruh sağlığı biliminin gelişmesiyle, psikolojik problem yaşayan bireylere yardımcı olmak artık daha

kolay bir hale gelmiştir. Elde edilen bu bilgi ve birikimler genel olarak toplumda uyum sorunu olan ya da

olmayan bir şikayetle kliniğe başvuran bireylere yönelik kullanılacağı anlayışı olabilmektedir. Bu

anlayışta, yine uzaktakine odaklanma şeklinde değerlendirilebilir. Aslında elde edilen bilgiler hayatın her

alanında, bütün bireyleri kapsamaktadır. İnsanların en son kendilerine bakmaları, bizleri kendimizdeki

ya da yakınlarımızdaki sorunları görüp anlamaktan uzaklaştırabilir.

İnsanın olduğu her yerde davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını etkileyen

birçok unsur vardır. Bu unsurların büyük çoğunluğu çevre kaynaklı olduğu

düşünülebilir, ancak iç dünyamızın ve kişiliğimizin payı azımsanmayacak kadar

fazladır. Bu hayatın her anında ve her zaman görülebilir. Bu yazımızda hayata farklı bir

pencereden bakarak özellikle büyük şehirlerde günlük yaşantımızın önemli bir bölümü

olan trafikte hayatı değerlendirmeye çalışacağız.

Ruh sağlığı biliminde Freud önemli bir yere sahiptir. Bazı kurumlar ve kişiler

tarafından eleştirilirken bazıları tarafından ise desteklenmektedir. Her iki durumda da

Freud dayanak noktası olmuştur. Burada Freud kuramının bir bölümü olan ödipal

rekabet konusunu ele alarak yaşantımıza farklı bir bakış kazandırmayı amaçlıyoruz.

Freud kuramının fallik dönem olarak adlandırdığı bölümünde bireysel farklılıklar

göz önüne alınarak bakıldığında çocuğun yaklaşık olarak üç yaş civarında cinsel

kimliklerin farkına vardığını söylemektedir. Bu farkındalıkla kendisinin, annesinin ve

babasının bir cinsel kimliği olduğunu anlayıp hayatında bir takım değişiklikler yapmaya

başlamaktadır. Bu zamana kadar unisex olarak devam eden hayatında farklı cinsel

kimliklerin olması, zorunlu bir mücadele ve rekabeti getirmektedir. Bu rekabete sahip

olduğunu düşündüğü karşı cins ebeveynini kaybetmeyle karşı karşıya kalmaktadır.

Geçtan 1997’de bunu şöyle açıklamıştır; “Erkek çocuk annesine sahip olmak ve

babasını aradan çıkarmak, kız çocuk annesini uzaklaştırarak babasına yakınlaşmak

ister. Üç ile beş yaş arasındaki çocuğun davranışları Oedipus kompleksinin etkisi

altındadır.

1


ÖDİPAL

REKABET

HAYATIN HER

ALANINDA

BÜTÜN

BİREYLERDE

GÖRÜLEBİLİR.

Freud cinsel kimliğin farkına varılmasıyla ortaya çıkan

durumda önemli olan cinsiyet değil, karşı cinse ulaşmak için

yapılan rekabeti vurgulamaktadır. Bu rekabet her bireyde

sağlıklı gelişmeyebilir. Bu süreç bazen kör topal bazen de

saplantılı geçirilebilir. Snowden, Freud Kilit Fikirler adlı

kitabında bunu şöyle örneklendirmiştir. “Bazı kişiler fallik

dönemde saplandıkları için, cinsel olarak öz saygı eksikliği

çekerler. Annesi tarafından reddedilen ve babasından aşırı

saldırgan davranışlar gören bir oğlan, ya çok çalışkan olmaya

sığınarak ya da cinsel olarak gösteriş yaparak ve çok maço

davranarak tepki verebilir. Benzer şekilde babası tarafından

reddedilen ve çok kadınsı bir anneyle rekabet etmenin

tehdidini hisseden bir kız, ya çok utangaç davranarak ya da

çok kadınsı ve baştan çıkarıcı davranışlar sergileyerek tepki

verebilir.”

Tura’nın çevirisini yaptığı Freud’dan Lacan’a Psikanaliz,

adlı kitapta “"Ben", anne ile ikili ilişkiyi izleyen, başlangıçta

bu ilişkiyle birlikte artık bir yabancıya, yani babaya bir rakip

olma şeklinde yöneltilen saldırganlığı da yeniden üreten

Oidipus çatışmasında kristalize olacaktır” şeklinde

açıklanmıştır.

Kişilik gelişiminde yaşantıların ve çevrenin tutumu

oldukça önemlidir. Kişiliğin oluşum şekli gelecek yıllarda

hayatımızın her alanında kendini göstermektedir. Dökmen;

sosyal ve fiziksel çevre ile kişilerin davranışları arasında bir

takım paralellikler bulunması, çevre ile kişilerarası iletişim

arasında da paralellik bulunduğu anlamına gelmektedir.

İçinde yaşanılan sosyo-fizik çevre, kişilerarası iletişimleri ve

dolayısıyla çatışmaları etkileyebilir diyerek bu durumu

vurgulamıştır.

2

Ödipal rekabet birçok şekilde görülebilir. Bunların

bazıları her zaman kazanmaya çalışma, bazıları hiç mücadele

etmeme, bazıları mücadelede rakibi engellemeye çalışma

bazıları da mücadeleden çekilme olarak karşımıza çıkabilir.

Bu rekabet esnasında bireylerin bazıları sakinliğini

koruyabilirken bazıları da öfkesine yenik düşebilmektedir.

Rekabetin trafikteki görünümü ise ülkemizde oldukça

fazladır. Trafik kurallarına uymama, trafiği olumsuz

etkileyecek davranışlar sergileme, trafikte huzuru bozma ve

trafiğin seyrini olumsuz etkileme bunlardan bir kaçıdır.

Normal şartlarda bölünmüş yollarda en sol şerit sollama

yapmak ve hızlı gidebilen araçların seyri için, orta şerit

normal giden araçlar için, sağ şerit ise ağır vasıta ve yavaş

giden araçlar için ayrılmıştır. Gel gelelim gerçekte ülkemiz bu

tablodan biraz uzaktır. Hatta zaman zaman tam tersi bir

durumun bile görüldüğü söylenebilir. Yolun en sağı boş iken

sol ve orta şerit dolu olabilmektedir. Ödipal rekabet

açısından bu duruma bakılacak olursa karşı cinsi elde etmek

isteyen birey, karşı cinse kendini beğendirmek ve onu

etkileme çabasına girer. Bu çabada rakiplerini geçmek ve

onlardan üstün olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Bu

durum araç tercihlerinde, ihtiyacından daha lüks ya da

büyük bir araca sahip olma, modifiye yaparak fark atmaya

çalışma çabası olarak görülebilmektedir. Seyir esnasında ise

bir ağır vasıta sürücüsü bile en hızlı ben giderim dercesine

sol şeridi kapatmakta, ya da normal hızda seyreden bir

otomobil sürücüsü sol şeride geçerek kendisini kimsenin

sollamasına izin vermemektedir. Adeta hızlı biri varsa o da

benim beni geçmek isteyene izin vermem dercesine devam

etmekte, yol isteyen sürücülere yol vermemekte geçiş

üstünlüğüne dikkat etmemektedirler.


Bu durum karşısında rekabet içerisinde olan diğer

sürücülerde rakiplerinin tutumu karşısında öfkelenmekte ve

onlara korna çalarak, selektör yaparak öfkesini göstermeye

çalışmaktadır. Yine geçmek için fırsat bulamazsa kendi ve

çevresindeki diğer sürücülerin güvenliğini tehlikeye atarak

makas atmaya başlamakta, sağdan geçmeye çalışmaktadır.

Benzer tabloyu kavşaklarda, yol ayrımlarında, yol vermelerde,

trafik ışıklarında beklerken de görmek mümkündür.

Bir de rekabete girmekten çekinen bireyler vardır ki onlar

her zaman en sağ şeritte normal ya da daha yavaş bir hızda

seyrederek yol alabilmektedirler. Bu durum güvenlik açısından

bir sorun teşkil etmediği ve rekabet eden sürücülere rakip

olmadığı için olumlu karşılanır.

Ödipal rekabet hayatın her alanında bütün bireylerde

görülebilir. Bu rekabeti sağlıklı atlatıp kendisi için avantaja

çevirebilenler kazanırken diğerleri kaybedebilmektedir.

KAYNAKÇA

(Üstün Dökmen _ İletişim Çatışmaları ve Empati -sistem

yayıncılık 2008)

(Saffet Murat Tura - Freud ‘dan lacan’a Psikanaliz- ayrıntı

yayınları 1989)

(Ruth Snowden ( çeviren: Melis inan-Freud kilit fikirler-

Optimist yayın dağıtım- Eylül 2013)

(Prof. Dr. Engin Geçtan- Psikodinamik Psikiyatri ve

NORMALDIŞI DAVRANIŞLAR- remzi kitapevi- nisan 1997)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Antik_M%C4%B1s%C4%B1r#Bi

lim 15.12.2016

3




Bu yanlış kodlar nedeniyle kişiler, hayatın karşılarına çıkardığı iyi bir dosta, güvenilir bir eşe sahip değillerse veya

terapi almıyorlarsa gerçek yaşantının tadını alamayacaktır. Yanlış öğrendikleri bu yola saplanacak, diğerleri farklı

davrandığı için öfkelenecek ve onların yanlış olduklarını söyleyip dostluklarını bitireceklerdir. Aynı kendileri gibi uygun

olmayan yaşantıyı ve duyguyu öğrenmiş insanları bulup onlarla yaşamaya devam edeceklerdir. Böylece gerçek duygunun

insana neler hissettirdiklerini öğrenemeyip hayatlarının sonuna kadar aynı şekilde yaşamaya devam edecekler ve gerçek

duygunun; iletişimde duvarları kaldırdığını, samimi dostluklar kurulmasına yardımcı olduğunu, şefkat ve merhamet

duygularını ortaya çıkardığını deneyimleyemeyeceklerdir. Oysaki kırılsa, incinse, öfkelense bile orada kalıp ona bu

duygularının söylendiği; yaşadığı sorunun üstesinden gelmek için neler yapılabileceğinin konuşulduğu bir süreç her

zaman daha sağlıklı olacaktır. Duyguları bastırmayı, yok saymayı öğrenen kişiler; hayatları boyunca bu duyguları

tadamadıkları gibi yanlışlarıyla, kendilerine zarar veren duygularla hayatlarına devam ederek ilişkilerine zarar verecekler

ve belli bir süre sonra da tüm bunların getirdiği yükü taşıyacaklardır. Bu yük, duyguların yerinde ve yeterince

gösterilmemesinden dolayı ortaya çıkan psikosomatik rahatsızlıklarla mücadele edip acı çekmektir. Örneğin; “Omuzlarım

çok ağrıyor, kasılıyor.”, “Göğsümün üstüne öküz oturmuş gibi.”, “Boğazımda düğüm var.” ya da “Oraya bir şey saplanmış,

oturmuş, gitmiyor.” gibi ifadeler ile kişiler o yükü anlatmaya çalışırlar.

Bu gibi durumları şöyle ifade edebiliriz: Yaşantılar, bize duygulanımların özünü verir. Kişinin yaşantıyı nasıl

kodladığını, yaşarken neler hissettiğini ve bu öğrenmeyi hayatına nasıl genellediğini gösterir. Zihindeki duygu

yapılanmasının oluşmasına ve eylemlerin nasıl ortaya çıkacağına etki eder. Siz hiç farkına varmadan bu zihinsel

yapılanma çoktan karar vermiş olur. Kısaca, yaşantıların anlatamadığı hatta sözcüklerin anlatamadığı birçok şeyi

“duygular” anlatır. Duyguyu anladığımızda birçok yolun kapısı açılmış olur. Bundan sonra kişiye ulaşmak daha kolay olur.

Kişinin en acı veren duygularına farkındalık sağlaması ona acı verse de bu, daha belirgin ve sağlıklı bir yol haline gelir.

Duygu şemalarımızın sağlıklı olmasının önemli şartı, bizi yetiştirenlerin duygularının farkında olmasıdır.

Doğduğumuz andan itibaren sağ beyinden sağ beyne giden, görünmeyen yollar bulunur. Organizmamız karşı taraftakinin

duygularını direkt kopyalayıp kendi içsel mekanizmasını daha da geliştirir. Bu durumda diyebiliriz ki ebeveynler

duyguların farkında olursa çocuk, hayatı boyunca -kendini yetiştirenler gibi – gerçek duygularını yaşar. Gerçek duygularını

göstererek karşıdaki kişiden de gerçek duygularla karşılık alır. Karşıdaki de şefkat ve merhamet duyguları ile onu kapsar

ve böylece gerçek arkadaşlıkların, dostlukların, sevgilerin ve evliliklerin oluştuğu bir yaşam meydana gelir.

Gerçek duygularınız ile kalıp hayatı hakiki tadıyla yaşamanız dileğiyle…

6


Eşim

benim neyime EŞ!

DOKTOR/PSİKOTERAPİST EMİNE KURT ANTMEN

Bu salınımın temel etkisi zamanla ilgili olduğu için zaman denklemi olarak adlandırılır ve burada "denklem" kelimesi "denk

duruma getirmek" anlamında kullanılır. Salınım, bir güneş saatinin normal saatten ileri geçtiği miktara denk gelen zaman

birimleri, dakikalar ve saniyeler olarak ölçülür. Zaman denklemi pozitif veya negatif olabilir.

Eşleri birbirine çeken şey nedir? Bu sorunun cevabını bulmak

kolay değildir.

Yetişkin romantik ilişkilerinin ve eş seçiminin ruhsal dünyamızda

neye karşılık geldiği; gönlümüzü verdiğimiz kişinin buna nasıl

uygun düştüğü her zaman ilgi çeken ve üzerinde bolca

araştırmaların yapıldığı bir konudur. Hangi içsel kriterleri yerine

getirdiği ve bu sayede “elektrik aldığımız”, zihnimizdeki puzzle'ın

uygun bir yerine nasıl da denk gelmiş gibi hissettirdiği merak

konusudur. Başlangıçta sevdiğimizin bizi mıknatıs gibi çeken

yakın ilgi ve alakası bir süre sonra “ herşeyime karışıyor, sürekli

beni kontrol ediyor, bana güvenmiyor” yakınmasına dönüşebilir.

Önceden çok havalı görünen özgüveni ve başarılı görüntüsü,

sonrasında bizim kusurlu ve değeri azalmış, onun üstte durup

tepeden bakıyormuş hissi veren bir hale gelebilir. Eşimizi

seçerken nesinden hoşlandığımızın görünür ve akılcı

sebeplerinden belki de daha fazlasının bilinç dışı seçimler

olduğunu iddia edebiliriz.

Şema terapi perspektifinden baktığımızda “şema kimyasından”

bahsedebiliriz. Bu kimya temel şemaların etkinleşmesinden

meydana gelmektedir. Çiftler birbirlerini genellikle; şemaları

temelinde, sıklıkla tanıdık olan çocukluk duygularını veya

anımsadıkları sıkıntı verici durumları yeniden deneyimleten

kişiler arasından seçmektedirler. Sonuç olarak çok tanıdık olan

bu sağlıksız ilişkide kalmaya devam etmektedirler.

Şemalar algılarımızı, değerlendirmelerimizi ve tepkilerimizi yanlı

hale getirir. Bizim için önemli olan kişilere (ebeveynlere)

benzeyen bir eş seçtiğimizde bu bize tanıdık bir duygu ve örtük

bir biçimde “oyunu bilme” algısı verir. Karakter özelliklerine ve

bağlanma biçimine bağlı olarak bazı insanlar yeni ve belki de

farklı eşler seçerler. Ancak güvensiz bağlanan insanlar daha

önceden bildikleriyle eşleşmeyi tercih ederler. Eşi çekici yapan

şemalarıdır.

Şemalar karşılanmamış çocukluk çağı ihtiyaçları, mizaç ve erken

dönem çevresel etkilerden kaynaklanan; kendilik, dünya ve

diğer insanlar hakkındaki inançları içerir.

Bir çocuk olarak, ailemizin ilgi ve bakımına muhtaç olarak

dünyaya geliriz. Tıpkı bir çiçeğin uygun besinleri içeren toprağa,

belli oranda güneş ışığına ve yeterli suya ihtiyaç duyması ve bu

ortamda sağlıkla gelişip en güzel çiçeklerini açması gibi insan

yavrusu da belirli ihtiyaç alanlarıyla dünyaya gelir. Birbirinden

farklı, aynı zamanda her biri vazgeçilmez hayati önem taşıyan bu

ihtiyaç alanlarına ve karşılanmadığında ortaya çıkan şemalara

bakalım.

7


Güvenli bağlanma alanı: Güvenli ve istikrarlı bir şekilde, sevgi

ve şefkatle bakım veren bir annenin ( veya alternatif bakım

verenlerin) varlığında çocuk diğer insanlara güvenmeyi, bağlılığı

ve yakınlık duymayı öğrenir. Bu alanda sorun yaşayan çocuk

yetişkin olduğunda, kendini kopuk ve reddedilmiş hissedeceği

ilişkiler içerisinde olma eğiliminde olabilir: Kişiler arası

ilişkilerinde güvensizlik hissi, eşiyle yakın olamama, destek ve

anlayış alamadığı hissi, güvenememe nedeniyle aşırı kontrol

ihtiyacı hissedebilecektir. Terkedilme(değişkenlik):İstikrarlı bir

bakım alamadığında kişi duygusal olarak bağlandığı kişileri

kaybedeceğine inanır. Eşinin, kendisinin duygusal ihtiyaçlarına

yeterince veya isteyerek cevap vermeyeceğine veya ilişkinin

öngörülemeyecek şekilde devam edeceğine dair bir içsel hisse

sahip olabilir. (Ya eşim beni terk ederse!, ya başka birini sever

beni bırakırsa!, ya ona bir şey olursa!, ölürse!) Güvensizlikkötüye

kullanılma: Diğerlerinin (eşinin) bir şekilde, sonunda

kendinden yararlanacaklarına inanır. Zarar görme, aldatılma,

manipülasyon ya da aşağılanma beklentisi vardır. Duygusal

yoksunluk: İhtiyacının eşi tarafından karşılanmayacağını ya da

yetersiz bir şekilde karşılanacağına inanır. Bu ihtiyaçlar fiziksel

bakımı, empatiyi, şefkati, korunmayı, yanında olunmasını ve

duygusal yakınlığı içerir. Kusurluluk-Utanç: Olduğu haliyle

kendini eksik ve kötü hisseder; eşine kendini açarsa, kendini

yakından tanırsa kusurları ortaya çıkacaktır. Sonrasında onunla

hiçbir şey yapmak istemeyecektir, kimse onu sevilmeye değer

bulmayacaktır. Diğerlerinin ne düşündüğü ile

ilgili aşırı bir endişe vardır.

Sosyal izolasyon (yabancılaşma): Dünyanın

geri kalanından izole edilmiş ve diğerlerinden

farklı olduğu, herhangi bir yere ait olmadığı

hissine sahiptir.

8


Özerklik ve yeterlilik alanı: Bu alanda bağımsız bir şekilde

karar alabilme ve davranabilme, potansiyellerini hayata

geçirebilme ile ilgili yetkinlikleri kazanma gerçekleşir. Bu

ihtiyaçları karşılanmamış kişi özgür olamadığı ve aşırı

korunduğu, bağımlı bir aile ortamından gelmiştir. Kararlar

almanın önemli ilişkilere zarar vereceğine ilişkin endişeler

geliştirir.

Bağımlılık -yetersizlik: Sorumluluklarını alma becerisi yoktur ve

bağımsız bir şekilde hareket edemez. Kendisini eşine bağımlı

hisseder, basit sorunlar hakkında karar verme ve yeni bir şeylere

girişme konusunda güven eksikliği yaşayabilir.

Zarar ya da hastalık karşısında dayanıksızlık: Her an çok kötü

şeylerin olabileceğine ve korunamayacağına inanır. Hem tıbbi

hem de psikolojik felaketlerin olacağından endişe eder,

olağanüstü önlemler alır. (Evhamlılık)

İç içe geçme (gelişmemiş kendilik): O ailesinden biri ya da daha

fazla kişiyle aşırı şekilde iç içe geçmiştir. Zaman zaman annebaba

veya diğer kişiler olmadan yaşamını sürdüremeyeceğine

veya kendisi olmadan onların yapamayacağına ilişkin

düşünceleri olur. Başarısızlık: Kariyer, eğitim, spor alanlarında

ya da değerlendirme yapılan herhangi bir alanda akranlarıyla

aynı düzeyde başarı gösteremeyeceğine inanır. Kendisini aptal,

akılsız, cahil ve yeteneksiz hisseder. Çaba göstermenin herhangi

bir şeyi etkilemeyeceğine yönelik değişmez bir inancı

olduğundan başarı elde etmek için girişimde bile bulunmaz.

Güvenli ve gerçekçi sınırlar alanı: Bu alan kişiye belirli sınırlar

içerisinde isteklerini gerçekleştirebileceğini, başkalarının

sınırlarına saygı göstermeyi öğrendiği, uzun dönemli gerçekçi

hedefler ve diğerleriyle uyumlu çalışabilmeyi öğrendiği alandır.

Yeterince yönlendirme yapmayan veya dünyadan üstün olduğu

hissini veren bir ailede büyümek bu ihtiyacın karşılanmamasına

yol açar. Hak görme- Büyüklenmecilik: Diğerlerinden (eşinden)

üstün ve özel haklara sahip olduğunu düşünür. Toplumun kurallarına ya da beklentilerine uyma ihtiyacı duymaz. Başkalarını (eşini)

dikkate almadan kendi istediğini yapar. Yetersiz özdenetim: Hedeflerini gerçekleştirirken herhangi bir hayal kırıklığını kaldıramaz.

Duyguları ya da dürtüleri bastırma kapasitesi yoktur.

İçgüdümlü olma-Kendini yeterli biçimde ifade etme alanı: Bu kişi ilişkilerinde genellikle diğerlerinin ihtiyaçlarını dikkate alır ve kendi

ihtiyaçlarını baskılar. Bunu sevgi ve onay almak ve temel ihtiyaçlarının karşılanmadığını hissetmemek için yapar. Anne babanın

ihtiyaçları ve istekleri çocuğun ihtiyaçlarından öncelikli tutulmuştur.

Boyun eğme: Olumsuz sonuçları engellemek için diğerlerinin (eşinin) isteğine karşı kendisininkinden vazgeçer. İsteklerinin,

düşüncelerinin ve duygularının başkaları için önemli olmayacağını düşünür. Bu çoğunlukla bastırılmış öfkeye yol açar ve bu öfke daha

sonra yetersiz bir şekilde ifade edilir. (Örneğin inatçılık-küsme gibi pasif agresif tepkiler veya migren gibi bedensel tepkilerle)

Kendini feda: Daha zayıf olarak gördüğü kişiler için isteyerek ve sürekli bir biçimde kendi ihtiyaçlarını feda eder. Kişisel ihtiyaçları ile

ilgilendiği zaman suçluluk hissedebilir. Çocukları ve eşi için “saçını süpürge eden kadın” olmak her ne kadar toplumsal kabul gören bir

davranış olsa da; kendi ihtiyaçlarından vazgeçmek pahasına bunun sürdürülmesi, uzun dönemde kendini kurban ederek ilgilendiği

kişilere karşı aşırı derecede içerleme ve öfkeye yol açar.

9


Onay arayıcılık ( fark edilmeyi isteme): Bu kişiler onay, takdir,

kabul ya da beğeni arar. Kendi kişisel ihtiyaçlarından vazgeçmek

pahasına bu arayışa girer. Bazen bu, aşırı bir statü, güzellik ve

sosyal kabul isteğine yol açar.

Kendiliğindenlik ve oyun alanı: Bağımsızlık ve doğal

eğilimlerini ortaya koymakta engellenmiş olan bireyin bu

engellenmişliğin tetiklediği kabul görmeme, onaylanmamanın

acısını yaşamamak için spontane duygularını ve ihtiyaçlarını

baskılaması ve kendi katı kurallarına ve değerlerine uymasına yol

açar. Bu bireyin geldiği ailede büyük ihtimalle başarıya,

mükemmeliyetçiliğe ve duyguların baskılanmasına vurgu

yapılmıştır. Bakım verenler bir yandan eleştirel ve kötümserken,

ahlaki doğruluğa önem verirken, bir yandan da makul olmayan

bir şekilde yüksek standartta bir başarı beklerler. Karamsarlık-

Kötümserlik: Birey olayların ya da durumların olumlu yönlerini

göz ardı ederek genellikle olumsuz yönlerini görür. Sonunda

şimdilik iyi gidiyor olsa bile her şey kötü sonuçlanacaktır. Sürekli

endişeli ve aşırı tetikte olabilir. Çoğu zaman şikayet eder ve karar

vermeye cesaret edemez. Duygusal ketlenme: Duygularını ve

dürtülerini ifade etmenin diğerlerine zarar vereceğini ve utanç,

terk edilme ve özdeğer kaybı hislerine yol açacağını

düşündüğünden duygular ve dürtüler üzerinde sıkı kontrolü

vardır. Bu öfke, üzüntü ve neşe gibi duyguların tamamen spontan

bir şekilde ifade edilmesinin engellenmesine yol açar. Sıklıkla

çok mesafeli ve aşırı rasyonel davranacaktır. Yüksek standartlar

(Aşırı eleştiricilik): Hiçbir zaman yeterince iyi olmayacağına ve

daha sıkı çalışması gerektiğine inanır. Eleştiriden kaçınmak için

aşırı derecede yüksek kişisel standartları yerine getirmeye

çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin yanı sıra kendini de eleştirir.

Bu mükemmeliyetçiliğe, katı kurallara yol açar. Keyif almaktan,

rahatlamaktan ve sosyal ilişkilerini sürdürmekten vazgeçmek

pahasına bunu yapar. Cezalandırıcılık: Bireylerin hataları için ağır

bir şekilde cezalandırılması

cezalandırılması gerektiğine inanır. Saldırgan, hoşgörüsüz ve sabırsızdır. Kendi ya da diğerlerinin (eşinin) hatalarına

yönelik bağışlayıcılığı yoktur. Bireysel koşulları ya da duyguları dikkate almaz. Şemalar zihnimizin arka planında sürekli

işleyen, şimdiki durumları önceki yaşantılarımızın perspektifinden öngörerek ve önyargıyla algıladığımız gerçekliklere

dönüştürür. Başka bir deyişle görüntüyü eğip büken, rengini farklı gösteren gözlükler gibidir. Şu anda olup bitenlerin,

geçmişte yaşadığımız olumsuz veya ihtiyaçlarımızın karşılanmadığı deneyimlerimizle benzer olduğu hissi yaşatan

algılama kalıplarımızdır. Şemalar tetiklendiğinde farklı şekillerde tepkiler veririz. Ortaya çıkan olumsuz duygu ve

düşüncelerle başa çıkmak için erken yaşlarımızdan itibaren farklı yöntemler keşfederiz. Bunlar:

1- Teslim olma: K ş şemaya boyun eğer. Davranışlar şemanın oluşmasına yol açan şeylere benzer olan durumları ve nsanları

aramaya yönel k, çocukluk dönem nden gelen y neley c davranış örüntüler şekl nde ortaya çıkar. B lg ler seç c b r şek lde şlemlen r,

şemaya ters düşenler değ l yalnızca şemayı doğrulayanlar farked l r.

2- Kaçınma: K ş şemayı ve duygusal tepk ler tet kleyen etk nl klerden kaçınır. Bunun sonucu olarak şema devreye g rmez,

değ şt rmek ya da gözden geç rmek ç n şemaya er ş m sağlanmaz. Olaylar ya da travmat k anılar hatırlanmaz veya redded l r. Ayrıca

durumdan veya ortamdan kopma, h ss zleşme şekl nde ps koloj k savunmalar devreye g rer.

3- Telafi etme: K ş şemanın ters yönünde davranır. Bu şemanın gücünü ya da etk s n haf fe almaya neden olur. Bu durumu sıklıkla

kırılgan yapıyı g zleyen, saldırganlığın egemen olduğu davranışlarda göreb l r z. K ş şemanın varlığını reddeder ve şemayla lg l

duygulardan rahatsız olur.

10


Şemaları, nasıl oluştuklarını ve başa çıkma tarzları hakkındaki

bu bilgilerden sonra; şemaların eşimizi, partnerimizi seçerken

bizi nasıl etkilediğini anlamaya çalışalım. Şema terapi, şema

kimyası ya da karşılıklı olarak tetiklenen şemalar açısından bu

dinamikleri anlamaya olanak sağlar. Sağlıklı çiftler arasında

duygusal olarak gerçekleşen durumu tanımlar. Sağlıklı çiftler

genellikle birbirini tamamlayan bir işlevsellik içerisinde olurlar.

Ali paranın kaydını tutmak ve ödemelerin dengesini korumak

konusunda iyi iken, Ayşe ilişkiyi canlı tutmak ve sosyalleşmek

için eğlenceli hafta sonu planları yapmayı iyi bilir. Ahmet

mantıklı kararlar alabilmekte, Aysun fazla duygusal

olabilmektedir. Nihat herşeyi ayrıntılı bir şekilde planlamakta,

Nil spontan hareket etmeyi tercih ediyor olabilir. Her iki eş de

birbirini tamamlayıcı bir biçimde farklı alanlara katkı

yapmaktadır. Bu tarz farklılıklar çatışmaya neden olabilir ancak

aynı zamanda çiftin işlevselliğinin gelişmesine de yol açabilir. Bu

tarz farklılıklar dengeli olduğu sürece bu durum iyi işler. Bununla

birlikte eşlerin geçmişlerinden, kendi aile yaşantılarından

getirdikleri duygusal miraslar (şemalar) sorunlara neden olabilir.

Örselenmiş bir çocukluktan kalma erken dönem duygusal

hasarları yansıtan şemalar etkisini ömür boyu sürdürür.

Böyle çiftler ilişkiye sırtlarındaki yükü de getirmişlerdir. Aslında

herkes bunu yapar ancak bazı miraslar ilişkiyi neredeyse bir

felakete çevirir. Bu durumun farkında olmak ve neyle karşı

karşıya bulunduğunu ve “neyin nereye ait olduğunu” açıklığa

kavuşturmak önemlidir.

Çiftlerin birbirlerinin çocukluk ihtiyaçları konusunda duyarlı

olmaları beklense de; karşılanmamış ihtiyaçlar çocukluk

döneminden kaynaklandığı için, bu ihtiyaçları bir yetişkin

ilişkisinde gidermek neredeyse olanaksızdır. Yetişkin sorunu

kılığına bürünmüş sorunların çoğu, aslında çocukluk

dönemindeki kökenleri ele alınıp anlaşıldığında

çözümlenebilecek olan ilişki sorunlarına yol açarlar. Bunun

anlaşılması çiftlerin birbirlerine duydukları empati ve hoşgörü

düzeyinin artmasına katkı sağlayacaktır.

Örtüşen şemalar: Çiftler işlevsel olmayan ancak uyumlu ortak

şemalara sahip olabilirler. Güvensizlik- Kötüye Kullanılma’nın

Cezalandırıcılık ile uyumu: Örseleyici bir aile ortamında şiddet

görerek büyüyen Ayşe; güçlü, enerjik ve sıcak görünen Ali’ye

güçlü bir çekim duyar.

11


Yalnız Ali çabuk sinirlenip ani tepkiler verebilen biridir.

Sinirlenince çok kırıcı sözler söyler ve pek özür dilemez.

Güvensizlik-Kötüye kullanılma şemasındaki istirmar edilme

beklentisi Cezalandırıcılık şeması ile garanti altına alınmış

gibidir. Her iki şemada kökenini çocukluk döneminden

almaktadır ancak tanıdık yetişkin davranışlarına dönüşerek

kendini gerçekleştirmektedir. Şema kimyasını her iki bireye de

tanıdık gelen şeylerin uyumu, çekimi ise ilişkinin örtüşen şemalar

içereceğini bilinçsiz bir biçimde bilmek olarak açıklayabiliriz.

Terk edilme şeması ile İçiçelik uyumu: 6 yaşında iken babasının

başka bir kadınla ilişkisi nedeniyle boşanan anneyle büyümüş

olan Nilay, bu süreçte yaşanan kavgalara ve evi terketmelere

tanık olmuştu. Terk edilmeye aşırı duyarlıydı ve ilişkilerinde aşırı

kontrolcü ve kıskançtı. Bu nedenle birçok ilişkisi bitmişti. Onun

çok ilgili ve kıskanan hali Ömer’i çok mutlu etmişti (iç içelik

şeması) ve birbirlerine hemen bağlandılar. Kusurluluk-Utanç,

Boyun Eğme, Kendini Feda şeması ile Yüksek Standartlar ve

Haklılık şemalarının uyumu: Küçük yaşta babasının kaybı sonrası

güçsüz bir anne ve babanın yerine geçen despot abisi ile

büyüyen Meral, abinin saldırgan tavırlarına ve annenin boyun

eğen, edilgen davranışlarına tanık olmuştu. Üniversiteyi bitirip

başarılı iş yaşamını takiben evlendiği Kemal’in sürekli

kendisinden beklediği mükemmel ev kadını ve mükemmel eş

olma talepleri, yeterince karşılanmadığını düşündüğü hallerde

ise aşağılayıcı tepkileri karşısında çaresiz hissetmekteydi.

Mükemmel eş olma talepleri, yeterince karşılanmadığını

düşündüğü hallerde ise aşağılayıcı tepkileri karşısında çaresiz

hissetmekteydi.

Olumsuz duygular ortaya çıktığında çiftleri

içine çeken girdaba kapılmamaları pek

mümkün olmasa da; kendilerinin ve eşlerinin

ihtiyaçları ile isteklerinin farkında olmaları

önemlidir.

İhtiyaçların karşılanması, isteklerin ise

gerçekleştiğinde eşi mutlu edecek dilekler

olarak algılanması mutlu bir ilişkinin

yaşanmasına olanak sağlar.

12


P S İ K O T E R A P İ D E

rüya

analizi

V A K A Ö R N E Ğ İ

/ KLİNİK PSİKOLOG MUSTAFA GÖDEŞ

DÜŞÜNEN ÖLÜ

Bir hastane odası. Yatakta yeni ölmüş bir adam var. Karısı yatağın başında ayakta bekliyor. Doktorlar diyorlar ki : “Bir

insan ölse de beyninin bir bölümündeki hücreler bir müddet daha yaşar ve kişi düşünmeye devam eder.” Bu yeni

keşfedilmiş bilgiden ilham alan doktorlar bir cihaz geliştirmişler. Ölünün başına bağlanan elektrotlar beyindeki elektriksel

aktiviteyi bir bilgisayar ekranına aktarıyor ve bilgisayar, ölünün düşüncelerini yazıya dökerek ekrana yansıtıyor.

Ölünün eşi ve bir doktor bu sırada boş olan bilgisayar ekranına bakıyorlar. Tam o anda ekranda bir yazı beliriyor.

“Saatimi koluma takın!”

Ölünün eşi doktora bakarak diyor ki : “Zaten ölmüş! Saati ne yapacak acaba?”

Dehşet içerisinde uyanan Ahmet ertesi gün bu rüyayı seansa getirdi. Rüyasındaki bu kişilerin kim olduğunu bilmiyordu

çünkü flu olduğu için yüzlerini görmemişti.

Rüya analizinde ilk yapılması gereken flu olanı netleştirmek ve bu kişilerin kim olduğunu bulmaktı. Bunun için ilk önce

rüyanın başrol oyuncusundan yani “düşünen ölüden” başlamak gerekiyordu.

13


Terapist: Yatakta yatan adam kaç yaşlarında?

Danışan: Bilmiyorum.

Terapist: 90 yaşında bir adam mıdır sence?

Danışan: Hayır değil.

Terapist: 10 yaşında birisi mi?

Danışan: Tabi ki hayır.

Terapist: 80?, 70?, 60?...

Danışan: Sanırım 50 yaşlarında.

(Bir süre beklemeden sonra)

Terapist: 50 yaşında ölen ve saati olan adam kim?

DAHA FAZLA SORGULAMAYA GEREK KALMAMIŞTI.

TERAPİSTİN BU SORUSUNDAN BİRKAÇ SANİYE

SONRA SERT BİR ŞEKİLDE İRKİLDİ. BU ÖLÜNÜN

KENDİ BABASI OLDUĞUNU İDRAK ETTİĞİ ANDA

BEYNİNDE FIRTINALAR KOPMAYA BAŞLADI.

15 yıl önce babasının öldüğü o güne gitti. Beynindeki bir hastalık yüzünden ameliyat masasına yatan babası, ameliyattan

önce çocuksu bir nazla saatini çıkarmak istememişti. Ameliyat sırasında kapının önünde oturan annesinin, elinde tuttuğu

saatin hikayesini kendisine anlattığını hatırladı. Şaşkınlığı bir kere daha arttı çünkü bu olayı tamamen unutmuş, 15 yıl

boyunca hiç aklına gelmemişti.

Saatin hikayesi şöyleydi: Babası askerden geldiğinde zamanına göre oldukça pahalı olan bu saati bütün parasını vererek

alır. Saatçi dükkanından koluna takarak çıktığı saatine bakar ve şöyle der: “Evet arkadaş. Hayata seninle başladım. Ve ömrüm

seninle bitecek!”

(Anadolu’ da bir kişinin hayata atılması, hayata başlaması için askerliğini yapmış olması önemli bir husustur).

Bu saat Ahmet’ in babası için adeta bir organı, bir uzantısı, kendisinin bir parçasıydı. Duşa girerken bile kolundan

çıkmayan bu saatin ne kadar kaliteli olduğunu her fırsatta anlatır, yıllardır kullandığı halde hiç tamirci yüzü görmediğini

övünerek vurgulardı (Kendilik nesnesi işlevi).

Ameliyat masasından kalkamayan babasının saati de o gün gerçekten durmuştu. Cenazeden birkaç gün sonra bu

durumun farkına varan ev ahalisi olaya mistik bir anlam yüklese de saatin otomatik olması (harekete duyarlı bir mekanizma

ile çalışan) ve kullanılmadığı için durmuş olmasını bilen Ahmet, insanların kafalarında yükledikleri anlamı bozmak istemediği

için bu bilgiyi gizledi . Ancak yine de ilerleyen günlerde saati defalarca sallamış, koluna takmış fakat çalıştıramamıştı.

Başsağlığı ziyaretlerinin akabindeki günlerde babasına ait hatıra niteliği taşıyan eşyalar kendisi, kardeşleri, annesi ve

birkaç akrabası arasında paylaşılmıştı. Ahmet bu saat ile birlikte birkaç parça eşyayı alarak küçük bir kutu içerisine koymuş ve

kutuyu sıkıca bantlayarak evin en ücra köşesinde bir yere saklamıştı. Sakladığı bu kutu 15 yıl boyunca hiç açılmamıştı!

Ta ki bu rüyayı gördüğü güne kadar.

14


ÇİFTLERDE

FARKLILIKLAR

MESELESİ

AİLE VE ÇİFT TERAPİSTİ & UZM. PSK. DAN.

FEYYAZ ASLAN

BİZLER AYNILIKLARIMIZ ÜZERİNDEN BİR

ARAYA GELİR FARKLILIKLARIMIZ

ÜZERİNDEN ZENGİNLEŞİRİZ

V. SATİR

Terapi odasında çift meselelerini ve anlaşmazlıklarını

dinlerken neredeyse hiç es geçilmeyen bir kısım var ki o da

çiftlerin farklılaştıkları kısımlardır. Evet farklılaşmaları

elbette normal ama farklılıkları ilişkileri için tehdit ve tehlike

olarak algılayıp dönüştürmeye çalışmaları sorun haline

gelmektedir. Tabi farklılığın boyutu ve derinliği de

anlaşmazlığı önemli düzeyde etkilemektedir. Farklılıklar

bazen davranış seviyesinde olabiliyor; örneğin stres ve

sıkıntıyla baş etmede çiftlerden biri sorunu o an oturup

konuşmayı isterken diğeri ortamdan uzaklaşmayı ve sorunu

soğumaya bırakmayı tercih edebiliyor. Farklılıklar duygular

seviyesinde olabiliyor; örneğin birini mutlu eden bir durum

diğerini mutlu edemeyebiliyor ve bu noktada birbirlerinin

hislerini yargılayabiliyorlar. Farklılıklar algılar seviyesinde

olabiliyor; bir durumla ilgili farklı görüş inanç veya

değerlendirmeye sahip olabiliyorlar ve birbirlerini

inandırmaya çalışabiliyorlar. Farklılıklar beklentiler

seviyesinde olabiliyor; yani bir kadından beklentiler veya bir

erkekten beklentiler konusunda çatışabiliyorlar. Yine

farklılıklar özlemler seviyesinde olabiliyor; kimisi ilişkide

daha çok emniyetin olmasını istiyorken bir diğeri daha çok

kabul veya takdirin olmasını arzulayabiliyor. Bu farklılıklar

listesi uzayıp gider. Asıl önemli olan farklılıkların olması

değil farklılıkların nasıl ele alındığı ve nasıl çözümlendiği

15


19

meselesidir. Çiftler genelde çözme noktasında takılıp kalırlar. Çünkü genelde farklılığı ilişki sistemleri için bir tehdit olarak

algılarlar. Halbuki V. Satir’in dediği gibi bizler aynılıklarımız üzerinden bir araya gelir farklılıklarımız üzerinden zenginleşiriz.

Farklılıklar çözümlenmediği sürece ilişkiyi gitgide tahrip etmeye ve eşleri birbirlerine karşı tepkisel bir noktaya çekmeye

sebep olur. Bu noktada eşler dostluktan çıkıp kazananı asla olamayacak olan bir savaşa girerler. Bu savaşla birlikte John

Gotmman’ın geliştirmiş olduğu mahşerin dört atlısı artık aralarındaki ilişkiye davet edilmiş olur. Mahşerin dört atlısından ilki

eleştiridir. Bazen eleştiri ile yakınma kavramları karıştırılır ama ikisi arasında çok ciddi farklar vardır. Yakınma sadece bir

eyleme yönelikken eleştiri daha geneldir ve karşıdaki kişinin karakterini hedef alır. İkinci atlı ise hor görme/aşağılamadır.

Aslında hor görme/aşağılama bu dört atlı içinden ilişkiyi en çok zehirleyen atlıdır. Örneğin iğneleme, kuşkuculuk, sıfat

yakıştırma, göz devirme, alay etme, tiksinme bu atlının getirdikleri şeylerdir. Üçüncü atlı olan kendini savunma ise eşlerin

artık enerjilerini ilişkiden alıp kendilerini korumaya verdikleri bir süreci getirmektedir. Son yani dördüncü atlı ise duvar örme/

görmezden gelme diğer atlılara kıyasla birlikteliğin daha sonraki aşamasında gelir ve aslında artık ilişkiyi ortadan kaldırmaya

yönelik bir işleve sahiptir.

Sonuç olarak eşler her ne kadar kişisel olarak algılamaya eğilimli olsalar da bazen farklılıkları sadece farklılık olarak

görüp birbirlerinin deneyim repertuarına ekleyebilecekleri bir yeni tecrübe olarak görme seçenekleri de mevcuttur. Yani

bende olmayan bir şeyi senden alabilirim bu ilişkimiz için bir tehdit değil yeni bir tecrübe alanıdır perspektifiyle

farklılıklarımızı yeni bir gözle değerlendirip ilişkimizi zenginleştirebiliriz.

16


SAHTE

KENDİLİKTEN

GERÇEK KENDİLİĞE

KLİNİK PSİKOLOG SABRİ ÇAKAR

İnsan doğumundan itibaren kendi

potansiyellerini

gerçekleştirebilmek adına bir

yolculuğa başlar. Bu

potansiyellerini fark edebilmek,

öğrenebilmek ve hissedebilmek

için bir ötekine ihtiyacı vardır. İşte

bu öteki dediğimiz “anne” bebeğin

yaşamının kaynak noktasıdır.

Özellikle 0-6 yaş döneminde anne

ile bebek arasında kurulan ilişkinin,

bir ömür boyu tekrarlandığı;

annenin duygusal yapısının

çocuğun iç dünyasına

mühürlendiği bir yapıyı

gözlemlemekteyiz. Bu yazıda

“anne” olarak nitelendirdiğimiz

kişi, çocuğa bakım veren “anne,

baba, akraba veya herhangi bir”

kişiyi tanımlamaktadır.

Çocuk gelişim sürecinde, biyolojik

büyüme ile birlikte ruhsal ve

psikolojik gelişim de gün be gün,

ilmik ilmik işlenerek, değişerek

çocuğun içselleştirilmiş temsiller

dünyası oluşturur. Buna bağlı

olarak da kendilik tasarımı ve

kimliğin tanımlanması meydana

gelir. Gelişimsel süreç içerisinde

sağlıklı yaşantı ve deneyimler

olursa sağlıklı, travma ve

olumsuzluklarla dolu deneyimler

var ise sağlıksız yapılar meydana

gelir.

GERÇEK

DUYGULARIMI

İFADE ETMEK

BENİ

KÖTÜ BİR

İNSAN

YAPMAZ

Çocuk zedelenen ve yıpranan benliğiyle birlikte yaşamda

ilerlerken, gerçek potansiyellerini ortaya çıkarabilecek eylem

ve düşüncelerden kendisini uzak tutar. Çünkü yaptığı eylem

“anne” tarafından kabul edilmeyecek, fark edilmeyecek ve

önemsemeyecektir. Her eylemde kabul edilmediğini, fark

edilmediğini ve önemsenmediğini deneyimleyen çocuk,

“anne” tarafından kabul edilen, fark edilen ve önemsenen

eylemleri yapmayı tercih edecektir. “Anne”nin reddetmesine

dayanamayan çocuk, “anne”nin gözüne girebilmek adına

onun isteklerini yerine getirecektir. Yani “sahte” bir benlik

ortaya koyacaktır.

17

Kısa bir teorik bilgilendirmenin

ardından günlük yaşantı ve

deneyimlere bakacak olursak,

çevremizdeki öfkesini kontrol

edemeyip toplum içerisinde

problemler yaşayan, üzüntüsünü

aşırı yaşayıp kendisini derbeder

eden insanları görebiliriz.

Eş/arkadaş ilişkilerinde aşırı

bağımlı olup diğer kişiyi adetâ

“işgal” eden kişileri de

görebiliyoruz. Bu bireylerin erken

çocukluk dönemlerini

incelediğimizde, annesinin

kendisiyle hemhal olamadığını ve

annesinin eş zamanlı duygu

geliştiremediğine dair yaşantılar ve

anılarla karşılaşmaktayız.

Aşırı derecede kontrolcü, korumacı

bir annenin çocuğu; partner ve

arkadaş ilişkilerinde “gerçek”

duygularını ifade edemeyen,

duygularını ifade ederse de

“partnerinin/arkadaşının terk

edeceğine” dair olumsuz inanış ve

düşüncelerle “sahte” bir kendiliğe

kendisine hapseden bir yetişkin

hale gelebilmektedir. Farklı bir

örnekle de bakacak olursak, resim

defterine renkli boyalarla çeşitli

şekiller ve resimler yaparken

ellerinin boyanmasını “ellerimi

boyadım bak” diyerek coşkuyla

göstermeye çalışan çocuğun,


“ellerini mahvetmişsin, kıyafetlerin hep boya olmuş!” diyen çocukla eş zamanlı duygusal paylaşımı yapamayan anne

tarafından karşılanması; iç dünyasındaki “üretkenlik” ve “girişimcilik” yapısını zedeleyen temel deneyimlerdendir.

İşte bu süreç “gerçek” istek ve arzularını hayata taşıyamayan, “sahte” bir kendiliği kendisine maske yapmış çocuğun

hayata adım atmasına neden olmaktadır. Günlük yaşantılarında istek ve arzularını ifade etmekten imtina eden, çoğu

zaman bir ötekinin istek ve arzularına boyun eğen eylemlerle yaşantısını sürdürmeye devam edecektir. Bu yaşantılara

devam etmek onun “gerçek” kendiliğini fark edememesine, yaşamını da “mış” gibi yaşamasına sebep olacaktır.

“Yaşamda bazen düşüncelerim kabul edilebilir, bazen edilmeyebilir bu da gayet doğaldır”

“Gerçek duygularımı ifade etmek beni kötü bir insan yapmaz”

“Ben yaşamda değerli ve yeterli bir insanım, olumsuzluklar beni değersiz ve yetersiz yapmaz”

Daha da arttırılabilecek yukarıdaki cümleleri zihnine ve duygusal yapısına işleyebilen bireyler gerçek kendiliğin keyfini

yaşamda tadarak; huzurlu ve gerçekçi bir hayatı yaşamış olurlar.

18


ÇOCUKLA

ÖLÜM KONUŞMAK

Klinik Psikolog Elif Esra ERDİL

Pandemiden önce gezdiğim son

TÜYAP kitap fuarında iken, gözüm

“Hep Yayıncılık’tan almak istediğim

bir kitaba ilişti. İsmi: Ördek ölüm ve

lale. Satıcı bayan, “ -o kitaba her

bakan çok eleştirdi, çocuklara

olumsuz duyguları çağrıştırdığı için”

dedi. Ben de içimden, olumsuz her

şeyden korumaya çalıştığımız

müddetçe çocuklarımız

büyüyemeyecek galiba dedim. Kitabı

aldım, çıktım ve o an karar verdim:

çocuklarla ölümle ilgili bir yazı vakti

gelmiş ve çoktan geçiyor.

Gel gelelim şimdi ÖLÜM’Ü

konuşmaya. Ölüm, yetişkinlerin

dahi konuşmak istemediği bir olgu.

Hele hele çocuklarımız bu konularla

alakalı soru getirirse ya da olay

yaşarlarsa diye tabiri caizse

ödümüz kopuyor. Nasıl anlatıcaz

ölümü diye kafamız çok karışık.

19

Öncelikle böyle konularda en

büyük yardımcımız doğa tabi ki.

Doğa, yumuşak geçiştir. Ölümü

anlatmak için büyük

fırsattır.Sonbaharda yapacağınız

gezide düşen, solan yapraklar;

ölümü anlatmada 1. basamaktır.

Hayatın döngüsünü anlatmada

çok kıymetlidir o solan, sararan

yapraklar. Burada örnekler o

kadar çoğaltılabilir ki hayatın

döngüsüyle alakalı. Güneşten,

yapraklara, gece gündüzden,

bitkilere ve nicelerine kadar.


Ve geliriz 2. Basamağa;

hayvanlardan ve böceklerden yani yine doğadan

örneklerle devam etmek. Kelebeklerin kısa süren

yaşam döngüleri çok idealdir. Balıklar, arılar,

karıncalar doğa tam bir örnek deposu. Belki de

sevdiği ölen hayvanını toprağa gömerek, ona

tören yaparak, yası deneyimlemesine fırsat

vermek, yasla yüzleşebilmesini sağlamak.

Aslında çok uzağa da gitmemek gerek, her

çocuğun evde mutlaka arabası, oyuncağı kırılır,

buralarda da bazen, bu çalışmıyor artık derken de

her şeyin bir sonu olabileceğini değinmek

birazcık, ilerde daha büyük kayıplar yaşadığında

daha kolay başa çıkmasını sağlayabilir.

Kabul edelim, çocuklarımızı bazı

duygulardan koruyamıyoruz, aman üzülmesin,

aman ağlamasın, aman hayatın zorluklarını

görmesin diyerek maalesef onları koruyamıyoruz.

Aslında korumamak normal. Yani olması gereken.

Şöyle düşünün hep kaçtığımız bir konu yas ve

ölüm, hiç değinilmeyen bir konu, hiç temas

edilmeyen bir konuyla bir anda yüzleşen bir çocuk

için hayat daha zorlayıcı olmaz mı? O yüzden

çocukların yaşadığı ilk ölüm; bırakalım bir balık

olsun, bir kuş, bir böcek, bir çiçek, bir yaprak

olsun ve bir oyuncak olsun.

Açıklarken ne yapıcaz peki?

Kural çok basit; somut ve net. Çocuklar biliyoruz

ki somut işlemler döneminde. En çok kullanılan

yanlışlardan biri; artık gökyüzünde bizi izliyor,

uzaklara gitti, toprakta uyuyor gibi kafa karıştıran

açıklamalar.

Şöyle demek kafa karışıklığını gidermek için

önemli;o artık yaşamıyor, onu artık

göremeyeceğiz. Bedeni ömrünü doldurdu, o

yüzden nefes alamaz, yemek yiyemez, yürüyemez

gibi basit açıklamalar.

2. olarak ölüm uykuyla açıklanamaz; o uykuda,

toprakta uyuyor, toprakta dinleniyor, ya da

gökyüzünde gibi.

Yaş gruplarına göre ölümü açıklama şekli değişse

de temelde, gelişimsel olarak (cinsel eğitimde de)

bu böyledir, çocuklar soru getirdiklerinde mutlaka

onlara soruyu yansıtarak –sen neyi merak ettin

diyerek onun ihtiyacı olanı verip, fazlasını

vermemek önemlidir.

20


Sadece bunu merak etmiş olabilir. Sonrasında da eğer tatmin olduysa gider oyununa devam eder, biz de yetişkinler olarak,

nasıl yani deriz ve şaşırırız, bu durum çocukların çok güçlü olduklarının bir kanıtıdır ve öğrendiklerini sonrasında oyunla

sindirecektir.

Peki; ailede yakın biri vefat etti, şimdi ne yapılacak?

Ailelerde genelde şöyle bir durum oluyor: Ölümü Saklamak. Ailelere ölümü anlatmak ağır gelir zamanı gelince

paylaşırız diye düşünürler ve genelde de o zaman bir türlü gelmiyor, konuşulmuyor ve üstü kapatılıyor, çocuklar tabi ki her

şeyin farkında, aileler bunun farkına varmak istemese de. Hatta çocuklar şöyle diyor içinden, “benden bir şey saklanıyor”

ve böylece bu durum çocuğun ailesine karşı güvenini yitirmesine neden olabiliyor. Bu güven zedelenmesini klinik

deneyimlerim de oldukça örneklerini gördüm diyebilirim.

O yüzden güvendiği ve sevdiği kişinin yalın bir dille dürüst ve açık olarak açıklaması gerekiyor. Burada çocuklardan

ilk gelen tepkilerden biri; peki bana ne olacak? tepkisidir. Aileler bu duruma çok şaşırır, ne kadar bencilce diye akıllarından

geçirebilir. Dolayısıyla ebeveyn şunu diyebilir tam bu noktada; - artık o kişinin görevlerini şu kişi yapacak. Önemli olan şu

mesajı vermektir; sen üzüleceksin ben de üzüleceğim ama sen GÜVENDESİN, seninle ilgilenen başkaları olacak ve sen yine

GÜVENDESİN.

Aileler gözyaşlarını çocuklarından saklarlar, başka odaya kaçarlar, yası evde yok sayarlar. Çocukların aklından

geçen ilk şeyse; annem ya da babam bile bu duygudan kaçıyorsa benim de kaçmam gerekli. Demek ki ben de baş edemem

diye düşünüyorlar. Onun yerine ebeveyn, şu an ben de çok zorlanıyorum, ağlıyorum, üzülüyorum ve çok özledim ben de.

Hadi gel seninle fotoğraflara bakalım, sevdiğimiz kişinin özelliklerini düşünelim, anıları hatırlayalım deyip beraber

duygulara eşlik edebilmek hem ebeveyne hem çocuğa iyi gelecektir.

Unutmayalım; ölümle yüzleşebilme ölüm kavramıyla yüzleşmek, çocuğun da bizim de hepimizin gelişimsel görevi.

Yas tutabilmek de çocuğu büyüten bir şey. Hayatın zorluklarıyla yüzleştikçe çocuklar güçleniyor.

Şimdi başlığımızda yazdığımız ÖRDEK, ÖLÜM VE LALE kitabına gelirsek eğer; çocuklara kendilerinin ve sevdiklerinin

sonlu olabileceğini edebi dille anlatan bu güzel kitap çocukların yaşadığı kafa karışıklığına iyi gelse de , karşımızda ki

çocuk profilinin iyi değerlendirilmesi kanaatindeyim, ölümle ilgili travmatik, fobik bir dönemde olan, kaygıları aşırı artmış

bir çocuğa bu kitabı terapötik destek olmaksızın okunması çocuğu daha çok yaralayabilir. Onun haricinde hem

yetişkinlerin hem dediğim hususa dikkat edilerek 6 yaş üstü çocukların bu kitabı okumasını tavsiye ederim, çünkü; ölümü

naif dille gerçekçi şekilde anlatan nadir kitaplardan.

Onun haricinde ; kendi kitabım ÇINAR İLE SİNCAP, ELVEDA BAY MUFFİN, BEN’İN GEMİSİ, FATİ TEYZENİN YILDIZI,

ANNEM HERYERDE, DEDEMİN ADASI, ÖNEMLİ ŞEYLER, BU BAHÇE, ZUVATA kitapları da yasla çalışan çocuk kitaplarıdır,

tavsiye olunur.

21



Geçmişin İzlerini silmek

Mümkün mü?

U Z M A N P S İ K O L O G N U R A Y D O Ğ A N

Geçmiş anıları ve hatıraları hatırlamak herkes için

duygusal anlamda ya da erişim anlamında çok kolay

değildir. Kimileri geçmiş anılarına çok kolay erişirken,

kimileri hayatındaki belli yaş aralıklarını hatırlamakta

zorluklar yaşar. Kimileri geçmiş anıları hatırlarken acı

çeker. Bunun pek çok sebebi olabilir. Ama herkes için

değişmeyen bir gerçek varsa o da deneyimlerimizin

davranışsal ve duygusal tepkilerimize zemin

hazırladığıdır. Bu süreç ise şöyle gerçekleşir:

Dış dünyadaki her şeyin farkındalığı duyularımız (görme,

koku alma, dokunma, duyma, tat) yoluyla işleyen

belleğe gelir. Algıladığımızın ne olduğunu anlamamız

için, bu otomatik olarak beyindeki çok kapsamlı bir

bellek ağına bağlanır.

Bu süreç her daim sürüp gider. Ne okuduğunuzu

anlayabilmeniz için bu sayfadaki sözcüklerin bile bellek

ağlarınıza bağlanması gerekir. Gördüğünüz herkes,

etkileşimde bulunduğunuz herkes, şimdiki zamanda

edindiğiniz bütün deneyimler ve bu şimdiki zaman

deneyimlerinin algıları onlara bir anlam verebilmeniz

için bellek ağlarınızla bağlantı kurar.

Bu bellek ağlarının içinde daha önceden

depolanmış olan bütün diğer deneyimleriniz vardır.

Bunlar o andaki his, düşünce ve davranışlarınızın

dayanağı haline gelir. Bu yüzden, yaşamınızdaki

insanlara verdiğiniz tepkiler ve onların size verdiği

karşılıklar, herhangi birinizin şimdiki zamanda

söylediği ya da yaptığı şey kadar geçmiş deneyimlere

de dayanır.

Geçmişte yaşadığımız bir okul başarısızlığımızın,

ya da başımızdan geçen bir trafik kazasının

sonucunda edindiğimiz olumsuz inançlar, duygular

ve beden duyumları, bugün o olayı çağrıştıran bir

durum, kişi ya da yerde tekrar benzer inançlar, beden

duyumları ve duygularla kendini gösterebilir. Yani bir

anlamda geçmiş yaşantılar kişinin şuanda

yaşadıklarına zemin hazırlar. Mantıksız görünen

tepkiler çoğu kez de bundan dolayıdır.

Duygularımızı kontrol eden istemsiz tepkiler daha

yüksek akıl yürütme gücümüzden bağımsız olan

bellek ağlarımız içindeki nöral (sinirlerle ilgili)

ilişkilerden gelir.

23


Genel olarak çekilen acının temeli geçmiş deneyimlerin (anıların) beynimizde muhafaza edilme biçimidir ki, bu

değiştirilebilir. Uygun şekilde depolanmış olan anılar aynı zamanda neşenin ve akıl sağlığının da temelidir.

Kişinin şuanda yaşadığı yetersizlik, sevilmeme, suçluluk ve değersizlik duyguları aslında temelini geçmiş deneyimlerden

alır. Şuan yaşadığı deneyimde hissettiği duyguları ilk nerede yaşadığına erişip geçmiş anısıyla bugünkü deneyim arasında

kurduğu duygu köprüleri iyileşmenin yolunda atılan bir adımdır.

Hayatımızda yaşadığımız her kötü deneyim travma olarak beyinde saklanmaz. Bunlar bazen tıpkı aşıyla hastalığı

oluşturan mikrobu vücuda aldığımız için bağışıklığımızın artması gibi bizi hayata karşı daha güçlü hale getirebilir. Uykuda

beyin bu tür deneyimleri metabolize edip, bizim hayata normal bir şekilde devam etmemizi sağlayabilir.

Ne yazık ki, bazı travmalar, bazı üzücü olaylar ve rahatsızlık veren deneyimler sistemi baskı altına alabilir. O zaman,

durumun neden olduğu derin duygusal ve fiziksel rahatsızlıklar, bilgi işleme sisteminin olayı bir çözüme ulaştırması için

gerekli içsel bağlantıları yapmasını engeller.

Onun yerine, durumun anısı beyninizde o deneyimi yaşadığınız şekliyle muhafaza edilir. Gördüğünüz ve hissettiğiniz

şey, görüntü, duygular, fiziksel duyumsamalar ve düşünceler orijinal, işlenmemiş formları içinde bellekte kodlanmış hale

gelir. Kendini koruma hissiyle duygularınızın üstesinden gelmeye çalışabilirsiniz, ama o kişi ya da durum her ortaya

çıktığında sizin sıkıntınız da artar.

Bu gibi tepkiler şimdiki zamandan uzaklaşmakta direndiklerinde, çoğu kez geçmişin işlenmemiş anılarıyla da bağlantı

kurdukları içindir. Bu bilinç dışı bağlantılar otomatik olarak meydana gelir.

Hepimiz tüm bu olumsuz duyguları hissetmiş olmakla birlikte, en kolay araştırmayı duygulardan korkmazsak

yapabiliriz. Bunu başarmanın en iyi yolu, istediğimiz zaman onlardan kurtulabileceğimizi bilmektir. Bunu sağlayan pek çok

teknik, terapistiniz tarafından uygulanarak sizi pek çok kötü duygu ve deneyimden özgürleştirecektir.

Unutmayın ki, geçmiş şimdidir.

Ve sizi etkilemeye hala devam eder.

24


SAHTE KENDİLİKTEN SIYRILIP

GERÇEK KENDİLİĞE ULAŞMA

YOLCULUĞU

VE

ÖTESİ

Uz.Klinik Psikolog ve Psikoterapist Gülten İkizoğlu ile Şubat 2021 ‘de Timaş yayınlarından çıkan ilk

kitabı ÖTESİ ve gerçek kendilik kavramı hakkında konuştuk.

Umut Terapi Editörü: Merhaba, öncelikle kaleminize sağlık, okuru bol olsun diyor hemen ilk

soruma geçiyorum. Kitabınız psikoloji ile edebiyatın tam ortasında duran bir üsluba sahip. Olay,

zaman, mekan kurgusunun olması, ana karakter ve yan karakterlerin iç dünyaları ile tanımlanması

ve olay örgüsünün olması bir romanı çağrıştırırken, psikoterapinin temel meseleleri ile ilgili

bilgilendirmeleri, kişiyi terapötik bir yolculuğa çıkarmasıyla da bir psikoloji kitabı. Bu yönüyle

okuyucuyu yormadan, sürükleyiciliğini kaybetmeden olay örgüsü içinde bilgiyi okuyucuya

hazmettiriyor gibi. Neden ve nasıl böyle bir üsluba karar verdiniz?

Gülten İkizoğlu: Aslında kitabı kaleme alma nedenim böyle bir üslubu da beraberinde getirdi.

Geçmişte daha yaygın olan günümüzde kısmen devam eden yanlış bir kanı var: Psikoterapi sadece

önemli sorun yaşayan kişilere hitap eder. Bu kanıyı değiştirmek ve psikoterapinin yaşamın her

anının içinde yer alan ve her insanı gerçek kendiliğine götüren bir sistem bütünü olduğunu

anlatmak istiyordum. Yani psikoterapinin aslında ne olduğu ve ne olmadığını herkese anlatma

isteğimdi Ötesi’ni kaleme alma sürecimi başlatan. Böyle bir amaçla yazılacak kitabında da yaşamın

tam içinden olması gerekiyordu. Sadece bilgi veren bir kitap olmasını değil, okurken düşündüren,

düşündürürken duygulandıran, duygulandırırken değiştiren ve düzenleyen haliyle

hem terapiyi anlatsın hem okuyucuya terapist gibi yaklaşmasını hedefledim. İstedim

ki okuyucu, hayatın farklı kavşaklarında takılmış kişilerin öykülerine tanık olurken,

kendi yaralarıyla yüzleşsin, içlerinde gizli olan kırgın çocuğa şefkatle bakarak kendilerini

onarsın ve gerçek kendiliklerine açılan kapıya ulaşsın.Bu hedef böyle bir uslübu doğurdu.

Umut Terapi Editörü: Kitabın ilk cümlesi “İnişinde kendi gerçeğinle karşılaştığın her

yokuş çıkmaya değerdi” ile başlıyor ve kitap boyunca tanık olduğumuz yaşam öyküleri

kişinin travmalarından arınıp gerçek kendiliğine ulaşma çabasını anlatıyor. Kitaptada

hem öykülerin içinde alt yazı olarak hem zaman zaman tanımlayarak anlattığınız

'Gerçek kendilik, sahte kendilik kavramları' ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Gülten İkizoğlu: Sahte Kendilik ve gerçek kendilik kavramları ilk kez İngiliz psikiyatrist

ve psikanalist D.Winnicott tarafından tanımlanmıştır. Ardından Kendilik Bozuklukları

kuramcısı J.Masterson kuramında bu kavramlara geniş bir şekilde yer vermiştir.

Masterson, patolojiyi kişinin gerçek kendiliği engellenerek savunmacı sahte kendilik

geliştirme durumunda kalması olarak açıklamıştır. Masterson’a göre psikoterapi sahte

kendiliğimizinden sıyrılarak gerçek kendiliği inşa edeceğimiz meşakkatli bir süreç

sonunda kendimizle kucaklaştığımız bir yolculuktur.

Doğduğumuz andan hatta anne karnından beri yaşadıklarımız biz geçti sanıp

hatırlamasak da aslında geçmiyor. Olumsuz anlar, anılar biz hatırlamasak bile

bilinçdışında saklı kalıyor. Bilinçdışında saklı olan özellikle duygusal şiddeti yüksek

travmatik etkisi olan anılar biz fark etmeden hayatımızı devralıyor.

25


Kendimizi tanımlarken kimi zaman huzursuz, belki huysuz, belki kaygılı, çabuk parlayan ya da

melankolik, şıpsevdi, çabuk pes eden, kolay güvenmeyen vs. gibi sıfatlarla kendimizi tanımlıyoruz ama

gerçekte bunlar bizim gerçek kendiliğimize ait sıfatlar mı, yoksa çözümleyemediğimiz travmaların

duygusuyla yüzleşmemek için geliştirdiğimiz bir savunma sistemi mi? Kişiliğimiz karakterimiz dediğimiz

şey aslında hiç de bize ait olmayan bir savunma mekanizması olabilir. Bununla yüzleşip gerçek

duygularımıza temas edemediğimiz sürece kendimizle, insanlarla ve tüm dünyayla ilişkimiz sahte, kopuk

ve keyifsiz olur. Yüzleşip işlemleyemediğimiz travmanın duyguları fiziksel ya da ruhsal hastalık olarak

karşımıza gelir. Yani aslında her çeşit psikolojik rahatsızlıklar, anksiyete bozukluğundan yeme

bozukluğuna kadar, borderline (sınır) kişilikten narsisistik kişiliğe kadar ya da sadece can sıkıntısı,

huzursuzluk, suçluluk, kaygı, korku, tutukluk gibi işlevsiz duygularımız sahte kendilikle hayatı

sürdürmemizden kaynaklanmaktadır. Yüzleşmek zorlayıcı da olsa bizi büyütür, güçlendirir, sahte

kendilikten sıyrılarak kendimizle, hayatla gerçek bir temas kurmamızı sağlar. Bu temas çok kıymetli ve

iyileştiricidir. Bu sebeple “İnişinde kendi gerçeğinle karşılaştığın her yokuş çıkmaya değer”

Umut Terapi Editörü: Peki ne oluyor da insan sahte kendilik geliştiriyor?

Gülten İkizoğlu: İşte bu ÖTESİ’ndeki terapi öyküleri içinde anlatılmış uzun bir hikaye. Kısaca özetlemeye

çalışayım. İçine doğduğu dünya ve varlığı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan insan yavrusu, doğduğu

andan itibaren nörobiyolojik kodlarında var olan potansiyelini harekete geçirerek kendisi, çevresi ve

dünyayla ilgili bilgi toplamaya başlar. Topladığı bilgileri belli kategoriler içinde birleştirerek kendisiyle

ilgili ilk tasarımlarını oluşturmaya başlar. Bu tasarım inşa sürecinde iki temel referansı vardır: Birincisi

kendi duyumları, duyguları; ikincisi, bakımını üstlenen kişi tarafından kendisine gösterilen sevgiyi ve

şefkati algılama biçimidir. Çocuğun sağlıklı kendilik tasarımı geliştirebilmesi için bakım veren annesinin

onu sevdiğini ve koruduğunu, ona değer verdiğini hissetmesi önemlidir. Özellikle yaşamın ilk üç ila otuz

altı ayı arasında korunduğunu ve değerli olduğunu hissetmesi annesinin onun duyum ve duygularına

uygun yanıtlar vermesiyle mümkün olmaktadır. Eğer anne çocuğun duygularına paralel

değil, zıt yönlendirmeler yaparsa örneğin çocuk açken uyutmaya çalışır ya da neşeyle

oyun isterken kaşlarını çatarsa çocuğun gerçek kendiliğinin gelişimini engeller. Bu

besleyici ya da engelleyici yönlendirmelere dayanarak çocukta birbiriyle kaynaşmış, iç içe

iki kendilik tasarımı meydana gelir: Gerçek (öz) ve sahte (çürük) kendilik. Kendi iç

dünyasında gerçekliğini hissettiği ama tanımlayıp anlamlandıramadığı duygularına

annesinin uyumlu ve yatıştırıcı tepki vermesi çocukta “Duygularım olduğu gibi kabul

ediliyor. Demek ki ben olduğum halimle kabul ediliyorum, olduğum halimle değerliyim,

seviliyorum. Bu dünyada bir anlamım, yerim var," inancının çekirdeğini oluşturur. Bu

inanca sahip olan çocuk gerçek düşünce ve duygularını olduğu haliyle ortaya koyar.

Böylece gerçek kendiliğine yabancılaşmaz. Eğer anne çeşitli nedenlerden dolayı çocuğun

duygularını hissedemeyip onun içsel gerçekliğine uymayan tepkiler verirse, çocuk bir süre

sonra sevgi nesnesi olan annesine uymayan, onu hoşnut etmeyen gerçek kendiliğini yok

sayarak annesinin gerçeğine uyumlanıp onu hoşnut edecek sahte bir kendilik geliştirir.

Böylece gerçek kendiliğini ortaya koymak için var edilmiş olan insanın sahte kendilikten

sıyrılma mücadelesi başlamış olur. Bu mücadelenin nasıl bir şey olduğunu insanı nasıl

etkilediğini anlamak ve hissetmek isteyenler detayları Ötesi’nde bulacaklardır.

Umut Terapi Editörü: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyoruz.

26


Ayrışma Bireyleşmenin

İş Yaşantısındaki Hali:

Aile Şirketinden

Kurumsallaşmaya

Psikolog Zeyniş MERT

Bir insan dünyaya geldiğinde, kendini ve dış dünyayı

tanımaya başlaması doğumundan biraz daha sonra

gerçekleşir. Kendini ve dünyayı tanımak, kendine ve dünyaya

dair tanımlamalar yapmak; anne karnından dünyaya gelmek

gibi oluveren bir şey bile değildir. Kişiliğin oluşması süreci

vardır ve yaşam boyu hep devam eder.

Bu süreçte insan yavrusuna eşlik eden, bakımı üstlenen

ve dünyanın nasıl bir yer olduğunu öğreten bir anne vardır.

Yaşamın ilk yıllarında anneyle kurduğumuz bu ilişki ile birlikte

kendimize ve dünyaya dair temel bilgileri adeta ruhumuza,

bedenimize, zihnimize işleriz.

Bugün tüm bu bilgileri öğrendiğimiz anne ve bebek

çalışmaları bize gösteriyor ki, bu anneyle kurulan ilişki

zamandan, kültürden, mekândan bağımsız; hatta ve hatta

öylesine evrensel ki dünyanın neresine giderseniz gidin her

bebek ve ona bakan anne arasında var. Bu konuda merakı

olanlar Bowlby’nin, Mahler’in, Stern’in çalışmalarına göz

atabilirler.

Mahler ve arkadaşlarının çalışmaları bize şunu söylüyor;

her bebek dünyaya geldiğinde, otistik dönem, simbiyotik

dönem, ayrılma bireyleşme ve bireyliğin sağlamlaşması ve

duygusal nesne sürekliliğinin sağlanması şeklinde dört ayrı

dönem var. Otistik dönem yaşamın ilk 1-2 ayını kapsıyor ve

kendi bedeni dışında dış dünyaya dair algılamalar görece az

oluyor. Simbiyotik dönemle birlikte yaklaşık 2-5. aylarda

başlarda kendisi ile dış dünya arasındaki ayrım sadece

sezinlenebiliyor. Haz veren, doyum alınan yaşantının;

bununla birlikte kötü olan ve acı veren yaşantının da

deneyimsel olarak ayrımına başlanıyor. Tüm bu

deneyimselliğin anne tarafından verildiğini anlamaya

başlıyor.

27


Dönemin en önemli özelliği anne ile ikili bir ilişki

kurup onu diğerlerinden ayırt edebilme yetisi kazanmak.

Ancak henüz anne ile öylesine bağlı bir ikili ilişki ki

simbiyotik eşine yani anneye diğer herkesten ayrı bir yanıt

veriyor. 6. aylara gelindiğinde ayrılma bireyleşme dönemi

yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlıyor. Bu dönemin ilk

aşamasında 9. aylara kadar ayrımlaşma başlıyor yani anne

kucağından ayrı ama annenin çok yakın çevresinde, kendi

bedeninden haz aldığı gibi dış dünyadan da haz almak için

bir aktifliğe girişiyor. 15. aylara kadar da bebek henüz yeni

yeni ayaklandığında bir erken alıştırma ve tam bir şekilde

yürümeye ve hareket etmeye başladığında beden olarak

ayrı bir varlık olduğunu deneyimlediği tam alıştırma

dönemi geliyor. Burada anne ile olan özel bağın

korunduğu bununla birlikte kendisinin de farkına varmaya

başladığı bu yakınlık içerisinde çokça kendi özerkliğinin

farkına vardığı bir dönem. Bu dönemde bebeğin anneye

olan ilgisi neredeyse tamamen çevreye yönelmiş gibi

bitmek bilmez bir merak ve coşkuyla çevre keşfedilmeye

başlanıyor ancak anne ile oluşmuş bağ anneden

ayrılmanın farkında olmama durumunu getiriyor. Bu

dönemi izleyen yeniden yakınlaşma dönemi ise tam bir

kriz hali gibi 24. aylara kadar sürüyor ve artık bebek kendi

ayrılığını iyice anladıktan sonra ayrılık acısına

dayanamayıp aktif bir şekilde anneye yaklaşmaya

girişiyor. Dünyaya dair kazandığı deneyimlerini anne ile

paylaşma isteğinin yanı sıra kendi sınırlarının da farkına

varmasıyla annenin isteklerinin çoğu zaman kendi

istekleriyle

istekleriyle uyuşmadığını görmek, kendi özerkliğini

kazanmayı istemek ancak anneden ayrılmanın acı

duygusuna da karşı koymak gibi bir dizi kriz hali izliyor.

Bebek bu durumu çözmek için kendini ayarlıyor ve bu

dönem aslında bir kişilik geliştirme dönemi. Anneyi, dış

dünyayı iyi ve kötü yönleriyle bir bütün olarak algılama ve

kendi iyi ve kötü hisleriyle bir bütün kendilik algılama

şeklinde bir birleşme yaşanmaya başlanıyor. Yeniden

yakınlaşma döneminin sonunda 36. aylara kadar sürecek

olan bireyliğin sağlamlaşması ve duygusal nesne

sürekliliğinin başlangıcıyla birey olma yönünde adım

atıyor.

Tüm bu süreç yaşanırken -ayrılma ve birey olma

gerçekleşirken annenin desteği çok önemlidir. Bazen anne

yakın simbiyotik ilişkiyi sürdürmeyi isteyerek çocuğu

ayrıştırmaz, bazen bebeğin kapasitesini zorlayabilir, bazen

annenin sevgi kapasitesi hayal kırıklığı yaşatır. Anne bazen

aşırı müdahale edebilir veya tutarsız olabilir. Bazen

bebeğin kendi güvenini ve özerkliğini tamamen

söndürecek acı verici deneyimler, çaresizlikler yaşanabilir.

Annenin sevgisi bazen var bazen yok gibi olabilir veya

sevgi bazen sadece koşullu vardır. Bazen ekonomik

zorluklar, kayıplar, hastalıklar yaşanabilir ve bebeği

desteklemek annenin kapasitesinden değil de bu olaylar

nedeniyle güçleşebilir. Olabilecek tüm aksaklıklar

bireyleşme sürecini etkiler.

28


Öyle ki annenin desteği olmadan ayrışma ve birey olma

yolunda ilerlemek zorludur ve annenin izin vermesi, orada

olacağına dair güvence vermesi, desteklemesi ve kendisinin

bebeğinden ayrışmayı istemesi gereklidir. Bu durum tüm

yetişkinlik yaşantısına dayanak sağlar.

Aile yapısındaki değişiklikler yönetim organizasyonun

önüne geçmektedir, kavgalar, ayrılıklar evlenmeler… Bu

değişikliklerle yönetim yapısı radikal şekilde değişebilir.

Bunlar aynı anneyi zorlayan, ekonomik, psikolojik, çevresel

zorluklar; kayıplar hastalıklar gibidir.

Gelelim aile şirketlerine; aile şirketleri bir veya birden

fazla kuşağın yönetimde bulunduğu, ailenin geçimini

sağlamak için veya mirasın dağılmasını önlemek için aileden

kişilerin yönetimi yürüttüğü yerlerdir. Bu bazen iki

arkadaşın bir araya gelmesiyle bile oluşabilir.

Genele bakıldığında uzun ömürlü olmazlar çünkü çok

büyük bir özveri vardır ancak şirketi kurumsal bir yapıya

yönlendirme görülmediğinde şirket sahibi ortadan

çekildiğinde bölünme, birbirine rakip olma ya da el

değiştirme parçalanma yaşanır.

Aile içi ilişkiler yönetimi devraldığında işin önüne

geçebilir. Bakıldığında aile şirketinin bir kurucusu vardır ve

özerkliği vardır. Bir nevi bakım veren anne işlevi gibi, çocuğu

dünyaya getiren annenin gücü gibi. Şirketi kuran kişiler

özveride sınır tanımaz ve çalışanlardan da bunu beklerler.

Çalışanların profesyonel olduğu unutulmaktadır. Annenin

çocuğun birey olduğunu unutmasına benzer bir durum

oluşturmaktadır bu. Çalışan kişiler örneğin izin istediğinde

“Patron olarak ben bile çalışıyorum, ne izni!” gibi bir mesaj

uçuşur. Çalışanın ne isteğinin önemi yoktur. Bu engellenme

ve yaşanan çatışma bir kriz durumunu getirir. Profesyonel

olarak orada bulunan çalışanın isteklerinin yerine

getirilmemesi durumu, anne ile bebeğin isteklerinin

birbirine uyuşmadığını anladığında ortaya çıkan kriz gibidir.

Ailenin kültürü ve normları şirket kültürünü oluşturur.

Annenin kültürel kodlarını çocuğuna aktarması ve kendi

yaşantısından gelen edindiği özellikleri çocuğuna aktarması

gibidir. Büyük ihtimalle aile şirketindeki özerk kişi

yönetimdeki sözünü çok yakınından birisi olsa bile bir

başkasına devretmek istememektedir. Aile bağlarından

kaynaklanan duygusallık nedeniyle iş ilişkilerinde gereken

mantıklı davranma çatışır. Burada annenin duygusal

durumunun bebeğin ayrışmasına izin vermemesi ve bu

konudaki görevini yaparak ayrışmaya izin vermenin mantıklı

olan görevinin önüne geçmesi gibidir.

Sürekliliği sağlayan ve ayakta kalmayı başaran aile

şirketlerinin genel özelliklerine baktığımızda,

kurumsallaşmayı işine adapte edebildiklerini görürüz.

Genellikle artık aile değerleri iş değerlerinin önüne geçmez.

İşi, işi yürütecek kişilere bırakmayı gerçekleştirebilmişlerdir.

Gerekli olan yetkileri çalışan kişilere vermeyi

başarabilmişlerdir. Çalışma şartları da daha açık ve

netleşmiştir. Aynı annenin çocuğu bırakmayı

deneyimlemesi, hayatı öğrenmesine izin vererek özerkliğini

desteklemesine benzer. Bebeğin içinde bulunduğu ortamda

kuralların, sınırların belirgin olması sözlü ya da sözsüz

mesajlarla aktarılması çok önemlidir ve kişiliğini

geliştirmesinde en önemli katkıyı yapar. Aile şirketindeki

örgütsel yapı ne kadar tutarlıysa işleyiş o derece kolay

sağlanır. Bu annenin bebeğin davranışları karşısında tutarlı

davranmasına benzer. Anne ne kadar tutarlıysa bebek de

dünyanın güvenilir bir yer olduğunu içselleştirir.

Kısacası aile şirketindeki özerk kişi, ne kadar

profesyonelleşir ve kendi duyguları ile işi birbirinden

ayırmaya gönüllü olursa, kurumsallaşmaya o kadar

yaklaşılır. Aile şirketleri, sahipleri için dünyaya getirilen

bebekler gibidir. Ve annenin bebeğini dış dünyaya

hazırlarken, onun birey olmasına ve öncelikle kendinden

ayrışmasına izin vermesi gerekiyorsa şirket sahipleri için de

durum böyledir. Anne ne kadar sağlıklıysa, bebek o derece

bireydir; şirket sahipleri ne kadar profesyonelse, şirket o

derece kurumsaldır.

29



YETİŞKİN

ÇOCUK

Dr. Zafer ŞİŞLİ

Beden yetişkin olmuş ve

fakat ruh (ruhsal aygıt)

çocukluk yaşında takılı

kalarak büyüyememiş

demektir. Bu durum

kendilik / kişilik

bozukluklarının temel

mekanizmasını oluşturur.

Peki bu nasıl olmaktadır?

31


Yakın çevremiz, 0-7 yaş arası bize ne

yüklemişse, onlar ölünceye kadar bizi

yönlendirme özelliğine sahiptir.

Bebeğin / çocuğun ruhu adeta yeni alınan bir bilgisayar

gibidir, içinde sadece başlangıç programları yüklüdür. Bu ruhun

olgunlaşması için yaşam deneyimlerine ihtiyaç vardır. Dünyaya

yeni gelen bir bebeğin ruhu, çevresindeki insanların duygu,

düşünce ve davranışlarından etkilenerek, yeni yazılımlar /

programlar kazanır.

Çocuğun her gününü birlikte geçirdiği kişiler ( anne, teyze,

nine, hala, profesyonel bakımcı, kardeşler, baba, dede, amca,

dayı gibi çocuğun yakın çevresi ) daha önce çocukken

kendilerine yüklenmiş olan programlarını ve yazılımlarını çocuğa

yüklerler. Bu programlardan / yazılımlardan kast edilen hayata

dair çeşitli olaylara ilişkin duygu, düşünce, davranış ve

tutumlardır. Bu kişiler içinde en önemlisi çocuğa en yakın olan,

sık bakım veren kişidir.

İlk yedi yılda çocuk yakın çevresinden gelen verileri olduğu

gibi yükler, çünkü henüz “değerlendirme süzgeci”

tamamlanmamıştır. Dolayısıyla bu veriler çocuğun temel

inançları yani Anayasası olur. Bu yazılımların zihinde oluştuğu

yere bilinçdışı diyoruz.

Yedi yaşında çocuğun zihninde ki değerlendirme süzgeci

tamamlanır, böylece bilinçdışı ve bilinç birbirinden daha çok

ayrılmış olur, çocuk artık çevresinden gelen verileri bu kendi akıl

süzgecinden geçirerek, uygun bulduklarını kabul eder ve yükler,

uygun bulmadıklarını ise yüklemez. Neyin uygun olup, olmadığı

ise 0-7 yaş arasında daha önceden bilinçdışına yüklenmiş

olanlarla karşılaştırmaya göre olur. Görüldüğü gibi yakın

çevremiz, 0-7 yaş arası bize ne yüklemişse, onlar ölünceye kadar

bizi yönlendirme özelliğine sahiptir.

0-7 yaş arası işlerin yolunda gitmemiş olması, yani yakın

çevremizin durumu nedeniyle birçok eksik ve yanlış yazılımlar

yüklenmiş olması, bir karamsarlığa neden olmamalıdır. Çünkü

dünyadaki insanların çoğunluğu bu durumdadır ve yaşam her

zaman düzeltici / toparlayıcı olaylar ve fırsatlarla bizlere

yardımcı olmaya devam eder. Biz de hayatın bu mesajlarına

karşı kendimizi açık halde tutmalı ve gayret etmeliyiz.

32


Kendi yazılımlarımızı, programlarımızı sorgulama dönemlerinden

ilki ergenlik dönemidir. 14-25 yaşlar arasında ruhumuz kendisine

yüklenmiş yazılımlarla ilgili olarak topluca ve derinlemesine bir

muhasebe, değerlendirme yapmaya çalışır. Ergenlik döneminin

sancılı, sıkıntılı geçmesinin nedeni budur.

Hayatın temel ve sürekli olan desteği ise bizzat önümüze

çıkardığı ve bazen bizi de içine soktuğu olaylar vasıtasıyla olur.

Başımıza gelen olaylardan bir muhasebe yaparak, dersler

çıkarmaya ve yazılımlarımızı gözden geçirmeye zorlar bizi hayat.

Yine başkalarının başına gelen olayları düşünerek, ibret alarak

kendi yazılımlarımızı gözden geçirmeye davet eder bizi.

Başkalarının başına gelen olaylardan dersler çıkarmak çok

değerlidir çünkü çevremizde bol örnek vardır, faydalanabiliriz.

Yine okuyarak çevremizde olmayan insanların başına gelen çok

sayıda deneyimlerden ibret almamız mümkündür.

Diğer önemli destek psikoterapidir. İnsanı seven ve yardımcı

olmaya gayret eden bir psikoterapistle birlikte çalışmak çok

değerlidir.

Ergenlik dönemini atlattıktan sonra ki yıllarımızda kendi

başımıza gelen ve her biri için bir bedel ödediğimiz olaylardan

dersler çıkararak, yazılımlarımızı düzeltmek, önemlidir. İyi

değerlendirebilirsek ödediğimiz bedeller boşa gitmez ve ruhumuz

olgunlaşır. Yine başkalarının başına gelenlerden ibret almak

akıllıcadır, çünkü biz bir bedel ödemeyiz fakat dersler çıkararak

yazılımlarımızı düzeltme imkanımız vardır.

Eksik ve yanlış yazılımlarımızı

düzeltmenin en kapsamlı olanı ise bir

terapistle çalışmaktır. Çünkü öncelikle bu

yazılım düzeltme işini yalnız değil bu

konuda meslek sahibi olmuş, tecrübeli bir

insanla beraber yaparız.

Kişi bu yazılım düzeltici yolları

kullanmazsa/gayret etmezse, bedeni

büyür, yetişkin bedeni olur ama ruhsal

dünyası güdük kalır. Adeta yetişkin

bedenin içinde ruhsal açıdan

büyüyememiş, gelişememiş sakatlanmış

bir çocuk bulunur. İşte bunun için bu

durumdaki insanlara “Yetişkin Çocuk”

denir.

33


Son Söz

“Yetişkin çocukluk” durumu; insanların yaşadığı iç sıkıntısı, huzursuzluk, geçimsizlik, iletişim kazaları, mutsuzluk,

kararsızlık, yalnız kalamamak, bir işe başlayamamak, başlanan işi sürdürememek, sabırlı olamamak, doğayı ve insanları

sevememek, çalışamamak, kendini adil olmadan yargılamak ve değersiz görmek veya hiç sorumluluk duymadan hep

diğer insanları suçlamak ve değersiz görmek, sürekli bir üstünlük-altlık hiyerarşisine kapılarak insanlarla eşit ilişki

kurmakta zorlanmak gibi kısaca hayattan memnun olamamanın nedenidir. Bu durumun diğer bir adı kişilik / kendilik

bozukluklarıdır.

Kişi üzerinde yüklü bulunan hatalı programları , yazılımları düzeltmek ve eksik kalmış olanları tamamlamak için gayret

göstermezse, kendisi ve başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaz, psikoterapi yoluyla bunlar üzerinde çalışmaz ise

bunlar kendi kendilerine geçmezler ve ömür boyu kişiyi mutsuz etmeye devam ederler.

Kaynakça ;

Akıl Sağlığımızı Nasıl Koruruz?, Philippa Perry

Ötesi, Gülten İkizoğlu

Yetişkin Çocuklar, Doğan Cüceloğlu

İyi Düşün Doğru Karar Ver, Doğan Cüceloğlu

Az Seçilen Yol, Scott Peck

34


H A R I K A S I T E . C O M . T R S A Y F A 1 5

EBEVENYLİKTE

YETERİNCE İYİ OLMAK

Psikolog Gizem ÖZYÜREK

yeterince

iyi anne

Hamilelikten doğuma, bir yaşından

anasınıfına, ergenliğe… Bir çocuk

yetiştirirken ebeveynlerin bu süreçte

zorlanması, doğru şeyleri yapmak adına

adımlar atması, araştırmalar yapması

hepimizin bildiği normallerdir: Peki çocuk

yetiştirmenin mutlak doğru bir yolu var

mıdır? Varsa nerede yazar, nereden

bulunur?

Çocukların beslenmesiyle, uykusuyla, duygusal

doyumuyla ilgili birçok kitap okunabilir.

Seminerlere katılınır, birçok uzmandan yardım

alınabilir. Fakat yine de her çocuk kendine

özgüdür. Kendi ihtiyaçları vardır. Her biri çevresi ile

ilişki içindedir. “Çocuk yetiştirmenin mutlak

doğruları vardır” demek pek de mümkün değildir.

''Bebeğin dünyaya geldiğinde ayrı

ve bütün olarak var olmadığını,

yalnızca bir ilişki içerisinde var

olabileceğini ve birincil bakım

verenin ona sunduğu çevre

sayesinde gelişebilmektedir.''

35


İngiliz psikanalist Donald Winnicott’un “Yeterince İyi Anne” kavramıyla bu konuyu ele alalım. Winnicott: “Bebeğin

dünyaya geldiğinde ayrı ve bütün olarak var olmadığını, yalnızca bir ilişki içerisinde var olabileceğini ve birincil bakım

verenin ona sunduğu çevre sayesinde gelişebileceğini” ifade etmiştir (Winnicott, 1956). Bebek savunmasız olduğundan ve

bakım verenin ilgisi olmadan hayatta kalamayacağından gelişmek ve potansiyelini gerçekleştirebilmek için “kolaylaştırıcı

çevreye” (facilitating environment) ihtiyaç duyar (Winnicott, 2005). Anne bu kolaylaştırıcı çevreyi Winnicott’ın (1956, s.301)

“birincil annelik meşguliyeti (primary maternal preoccupation”) ismini verdiği durum yardımı ile sağlayabilir. Bu özel

durumda anne bebeğinin ihtiyaçlarına aşırı hassastır ve onun ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçları gibi anlayabilmektedir.

Winnicott bu özel durumun hamilelik sonunda maksimum seviyeye ulaşan dolayısıyla hamilelik süreci boyunca artan bir

durum olduğunu belirtmiştir. Bu durumun özellikle doğumdan sonraki birkaç hafta ekili olduğu ve zamanla hatırlanması

güçleşen anılara evirildiği söylenebilir. (Sarısoy,2016)

Bebeğin, yaşamın ilk dönemlerinde, “ben” ve “ben olmayanı” ayıramadığını kısacası “tam bir bağımlılık” içerisinde

olduğunu eklemiştir. Tam bağımlılık sürecinden sonra bebeğin ayrışmaya dair ilerlediği ilk evre“göreli bağımlılık”

evresidir. Daha sonra giderek bağımsızlaşmaya başlar. Ancak bebek, savunmasızdır ve bakım verenin ilgisi olmadan

yaşamını sürdüremeyeceğinden gelişebilmek ve potansiyelini gerçekleştirebilmek için kolaylaştırıcı çevreye gereksinim

duyar. Bu kolaylaştırıcı çevre birincil annelik meşguliyetiyle sağlanabilir (Sarısoy, 2016)

Winnicott (2005) birincil annelik meşguliyetini deneyimleyen, bebeğine kucaklayıcı bir çevre sunan ve bebeğin

varlığını tehlikeye sokacak dış etkilerden onu koruyan “yeterince iyi anne” kavramını ortaya atmıştır. Önceden de

bahsedildiği gibi bebek hayatının başında anneye tam bir bağımlılık durumundadır ve anne birincil annelik meşguliyeti

yardımı ile bebeğinin ihtiyaçlarını sözel ya da somut işaretlere gerek duymadan, kendi ihtiyaçları gibi algılayabildiği bir tür

ilişkililik durumu yaşamaktadır. Örneğin; bebek ne zaman beslenmeye ihtiyaç duysa, bakım veren bu ihtiyacı

karşılamaktadır. Bebek annenin bütün ve ondan bağımsız bir insan olarak var olduğuna dair bir algı geliştirmemiş

olduğundan, ihtiyaçlarına verilen bu eş duyumlu yanıtlar bebekte “tüm güçlülük” hislerinin gelişmesini sağlar. Winnicott

(2005)’a göre dış dünyanın zorluklarına dayanabilen bir benlik geliştirebilmek için bu erken dönem “tüm güçlülük” hisleri

büyük önem taşımaktadır.

36


YETERİNCE İYİ ANNENİN ÜZERİNE DÜŞEN, BEBEĞİNİN

LİMİTLERİNİ GÖZ ÖNÜNDE TUTARAK, BEBEĞİNİN DIŞ GERÇEKLİĞE

AŞAMALI OLARAK ADAPTE OLMASINA YARDIM ETMEKTİR.

Winnicott (2006), bebekte tüm güçlülük hislerinin

yerleşmesinden sonra annenin gerçekle aşamalı olarak

yüzleşmek konusunda bebeğine yardım etmesi gerektiğini

belirtmiştir. Bebeğin hayal kırıklıklarına katlanma ve annenin

yetersizliklerini anlama kapasitesi geliştikçe, annenin

bebeğinin ihtiyaçlarına adaptasyonunun aşamalı olarak

azalması gerektiğini vurgulamaktadır. Winnicott (2006)

bebeğin bir yaş civarında kısıtlı bir süre boyunca zihninde

anne imajını tutabilme kapasitesine eriştiğine işaret

etmektedir. Eğer anne bu kısıtlı süre zarfında ya da daha kısa

bir süre etrafta yoksa bebek sahip olduğu imaj yardımı ile bu

durumla başa çıkabilir. Bununla birlikte eğer anne bebeğin

tolere edebileceğinden daha uzun bir süre etrafta

bulunmazsa bu durum bebeğin “var olmaya devam etme”

algısına zarar verecektir (Winnicott, 2005). Bebeğin ihtiyaçları

ile uyumsuz bir şekilde, erken ve sert bir şekilde tüm güçlülük

duygularının yıkılması anneye uymaya ve bu da sahte

benliğin ortaya çıkmasına neden olabilir (Winnicott, 2005).

Yeterince iyi annenin üzerine düşen bebeğinin limitlerini göz

önünde tutarak bebeğinin dış gerçekliğe aşamalı olarak

adapte olmasına yardım etmektir. Bu adaptasyon aşamalı bir

süreç olarak tanımlanmaktadır. Öncelikle bebek geçiş

nesneleri yardımıyla dış gerçeklikle arasında bir köprü kurar

ve sonra kucaklayıcı çevrenin desteği ile daha bağımsız ve

savunmasız olduğu dış dünyayla karşılaşır.

Kaynakça;

SARISOY, G. (2016). Winnicott’ın gerçek benlik ve sahte

benlik kavramlarının bir vaka ve terapi ilişkisi bağlamında

incelenmesi. AYNA Klinik Psikoloji Dergisi, 3(1), 1-15.

37


Hayat bir hikaye gibidir, ne kadar

uzun olduğu değil ne kadar güzel

olduğu önemlidir.

L U C İ U S A N N A E U S S E N E C A


Çocuğumla

Cinsellik

Hakkında

Konuşmak mı?

Ama Nasıl?

PSİKOLOG & AİLE DANIŞMANI AYŞENUR KARAKÜLAH

İki yaşındaki çocuk eteğini kaldırdığında

komşu teyzesi hemen biraz da şakayla “kapat

eteğini kız, ayıp!” derken diğer yandan da kızın

eteğini çekiştirdi. Anlam veremeyen kız annesine

bakınca annesinin gülümseyen yüzüyle “eteğini

kaldırarak oynamayı çok seviyorsun, değil mi

kızım?” dediğini duyunca eteğiyle oynamaya devam

etti. Biraz sonra oyun oynarken çocuğun bir

oyuncağına vulvasını sürttüğünü gören komşu

teyze panikle anneye kaş göz etti. Anne sakince

“kızım, vulvanla oynamak çok hoşuna gidiyor, orası

senin özel bölgen ve bunu sadece odanda

yapabilirsin diye konuşmuştuk, hadi odana git

kızım” deyince kız usul usul odasına gitti. Hayretle

bakan komşu teyze “nasıl yani izin mi vereceksin?”

dedi. Anne sadece gülümsedi.

39


Bir bebeğin

ana karnında cinsiyetinin belli

olmasıyla

ona aktarımlar başlar.

“Cinsel eğitim ne zaman başlamalı?” sorusu her zaman

merak edilen bir sorudur. Bu sorunun yanıtı aslında kısa ve

nettir: DOĞUMLA BAŞLAR. Bununla beraber çok fazla

değişkeni vardır. Anne babanın cinsellik algısı, cinselliğe

verdikleri tepkiler, yükledikleri anlamlar, kendi cinsel

hayatlarındaki sorunlar, ayıp-yanlış-günah algısı, bu konuda

konuşmaya isteklilikleri, bilgi birikimleri ve daha fazlası.

Bunun için öncelikle belki de bir kişi çocuğunun cinsel gelişimi

hakkında bilgi edinmek istiyorsa ilk olarak şu sorulara cevap

vermesi sağlıklı bir başlangıç olacaktır:

Bir bebeğin ana karnında cinsiyetinin belli olmasıyla ona

aktarımlar başlar. En uç halleriyle söyleyecek olursak ya “çok

hanım bir prenses” ya da “bir paşa” geliyordur. Doğumundan

sonra oğlan ve kız çocuklarının sevilme şekilleri bile fark

gösterebilmektedir. Kızlar daha narin sevilirken oğlanlar da

daha sert sevilebilmektedir. Bu da kız ve oğlan çocuklarının

gelişimlerinin farklı olma durumunu ortaya koyar. Daha da net

söylemek gerekirse her çocuk ve aile kendi içinde özeldir ve

cinsellik eğitimi de ailenin ve çocuğun içinde bulunduğu duruma

göre değişkenlik gösterecektir.

Ben küçükken bana cinsel eğitim nasıl verildi?

Benim çocukluğumda ve yetişkinliğimde cinsellik algım

nasıldı?

Şu an bu konu hakkında ne kadar bilgi sahibiyim?

Oğlumun/kızımın bana “seks nedir?” ya da “çocuk nasıl

olur?” gibi sorularına ne kadar hazırım?

Bu tarz sorular karşısındaki duygum ne? Panik, öfke,

korku, utanç, sakinlik…?

Mastürbasyon hakkında ne düşünüyor/ne hissediyorum?

Yukarıdaki örnekteki anne gibi sakin mi kalmak yoksa

komşu teyze gibi panik ve müdahaleci mi olmak isterdiniz?

Eğer çocuklarda cinsel gelişim bilgisine sahipseniz doğru

bilgiyi sakince çocuğunuzla paylaşma ihtimaliniz de yüksektir.

Çocukluk Mastürbasyonu

Çok küçük yaştan, bebek denilecek yaştan itibaren çocuklar

vücutlarını keşfederlerken üreme organlarına ellediklerinde

oradaki sinir uçları daha hassas olduğu için bu hoşlarına gider ve

aynı ellerini, ayaklarını keşfettiklerindeki gibi bir merak

duygusuyla vulva ya da penisleri ile de oynamaktan büyük keyif

alırlar. Çocukların herhangi bir şekilde genital bölgelerini

uyarmaları ve bu sırada terleme kızarma, nefes nefese kalma

gibi bulguların olmasına çocukluk mastürbasyonu denir

(Semerci, 2020: 67). Burada biz yetişkinlerin şunu bilmesi

önemlidir, bu durum yetişkin cinselliğindeki gibi bir haz değil,

organları tanıma, vücudu ile tanışma gibi çok normal bir

durumdur. Nasıl ki bebekler elleri, ağızları ya da burunlarına

dokunarak mutlu oluyorlarsa burada da aynı durum mevcuttur.

*vulva, kadının genital gölgesine dışarıdan bakınca gözle görülebilen kısımdır.

40


Yani mastürbasyona bizim yüklediğimiz anlam çok çok önemlidir. “Ayıp, günah, yanlış” ya da “Eyvah, çocuğum sapık mı

olacak!” duyguları ile çocuğumuza yaklaşırsak o da bu duygularımızın aynını filtrelemeden alacak ve ileride cinsel

hayatında sebebini bilemediği “suçluluk, utanç, tiksinme” duyguları ile savaşmak zorunda kalacaktır. Bu yüzden ‘çocukluk

mastürbasyonu’nun normal ve gelişimsel olduğunu bilmeniz ve eğer bunu bildiğiniz halde hala panik veya öfke gibi

duygular hissediyorsanız kendi içinizde neler olduğuna bir göz atmanız yerinde olacaktır.

Güvenli Yetişkin

Winnicott’un nesne ilişkileri kuramında, bebeğin gelişiminin bir olgunlaşma süreci olduğu ve bu gelişimin kalitesinin

annenin bebeğine olan tutumuyla belirlendiği ifade edilmiştir. Duygusal olarak elverişli olan, destekleyici ve rahatlatan

“yeterince iyi anne” figürünün, bebeğin sağlıklı gelişimi için kritik bir rol oynadığı belirtilmiştir (Tathan, s. 19). Yine Winnicott

(2012) “Bireyin duygusal gelişiminde aynanın önbiçimi annenin yüzüdür” (s. 138) diyerek bebek ile anne arasındaki ilişkide

annenin (bakım verenin) önemine atıfta bulunur. Bir bebek kendisine bakım vereni ile oluşturduğu ilişki ile kendisini tanır.

Mesela anne bebeğine bakarken dünyanın en güzel varlığı gibi bakıyorsa bebek de kendini öyle hissedecektir, ama altını

temizlerken ya da kendini kötü hissettiği sırada bebeğine de adeta bir çöplük ya da bir yükmüş gibi bakıyorsa bebek de

kendini aynı o şekilde deneyimleyecektir. Eğer bebek şanslı ise her haliyle kabul gördüğü bir durum yani koşulsuz olumlu

kabul ile büyür. Ama eğer o annenin kendi rahatsızlığı veya ilgilenmesi gereken başka kişiler varsa, hasta ya da depresyonda

ise, bebeğine yeterince iyi annelik (Winnicott, 2012: 29) yapamaz ve o bebeğin kendine dair algısı sağlıklı bir temele

oturmaz. Yerinde ve yeterince annelik (mükemmel değil!) göremeyen çocuğun da duyguları ve ihtiyaçları gerektiği kadar

görülemeyecek ve karşılanmayacaktır. Şimdi bu durumu cinsellik konusu açısından değerlendirdiğimizde, küçük yaşta

mastürbasyon yapan, biraz büyüdüğünde seks, öpüşme gibi kavramları merak eden, ergenlikte de kişiye göre değişmekle

beraber seks deneyimi yaşamaya başlayan (sevgili olma, el ele tutuşma, öpüşme, mastürbasyon, seks…) bir çocuk/ergenin

o andaki ihtiyaç ve duygusu görülmeyip yaptığı harekete odaklanılır ve bunun karşısında yargılayıcı/suçlayıcı olunulursa

çocuk/ergen doğru kaynaktan doğru bilgileri alamayacak ve buna göre davranmaya devam edecektir. Bu yüzden bizler

yetişkinler olarak her zaman çocukların en absürt olduğunu düşündüğümüz sorulara bile yargılamadan, suçlamadan,

samimi bir dille cevap vermeye çalışırsak çocuklar da merak ettiği konuları bizlere soracaktır. Bir çocuğun hayatında tek bir

tane her şeyi konuşabileceğinden emin olduğu, onunla konuşmaktan keyif aldığı, yanında rahat hissedebildiği bir yetişkin

yoksa o çocuk bilgiyi muhtemelen yanlış kaynaklardan alacaktır. Bu yazıyı okuduktan sonra etrafınızdaki bir çocuk için

“güvenli bir yetişkin olacağım” kararı almanız bile bir çocuğun hayatında büyük bir değişime ve dönüşüme yol açabilir.

41


Ç O C U K L A R I M I Z L A

C İ N S E L L İ K

K O N U Ş U R K E N

En başta bu konu ile ilgili şu gerçek her zaman aklımızın bir

tarafında olmalı: Çocuklarımızla yaşına ve durumuna uygun

konuşmak çok önemlidir. Bir çocuğun nasıl dünyaya geldiği ile

ilgili bir soru karşısında 4 yaş çocuğuna verilecek cevap ile

ergenlik dönemindeki birine verilecek cevap birbirinden çok

farklı olmalıdır. Bir diğer önemli husus çocuğun merak ettiği

oranda cevaplar vermektir. Yani basit bir cevabı varken bilimsel,

felsefi ya da çok geniş kapsamda anlatmak da çok yerinde

olmayacaktır. Yalnız buradaki önemli nokta da şudur ki, bir

çocuk illa ki cinsellikle ilgili bir durumu merak eder, buna rağmen

yaşıtları gibi sormuyorsa da oraya bir bakmak, başka bilgi aldığı

bir kaynak mı var ya da sormaya çok mu çekiniyor gibi noktaları

gözden geçirmek gerekir. Burada mesela bir televizyon

kanalında öpüşme ya da sevişme sahnesi çıktığında hemen onu

apar topar kapatmak yerine (yine yaşına uygun olarak)

“insanların öpüştüklerini görüyoruz bazen buradaki gibi ya da

başka yerlerde, bu konuda ne düşünüyorsun?” gibi bir soru ile

yoklayabilir ve onun bilgisini, duygusunu ve ihtiyacını anlamaya

çalışabiliriz. Aldığımız cevap “hiçbir şey düşünmüyorum”, “ne

bileyim ben” “ya anne neden bahsediyorsun, seninle bu

konulardan konuşmak istemiyorum”, “bilmem ki eğlenceli bir

şeye benziyor”, “ben hiç sevmedim öpüşmeyi” gibi çok çeşitli

yerlerden gelebilir. Bu durumların hepsini (bazen çok ciddi kriz

olarak düşünebilir anneler bu cevaplar karşısında) bir fırsata

çevirebilmek bizim elimizde.

Çocuklar güvenli yetişkinler bulamadığında merak ettikleri

konuları maalesef internetten öğrenmeye meyillidirler. Bu

internet araştırması esnasında travma olabilecekleri içeriklerle

karşılaşmaları çok mümkündür. Bu yüzden sağlıksız herhangi bir

kaynağa başvurmadan ailelerinden bilgi almaları çok daha iyi

olacaktır.

Çocuklarımızla cinsellik gibi her iki tarafı da rahatsız ya da

tedirgin etmek ihtimali olan bir konuyu (özellikle 8-9 yaş sonrası

çocuklar bu gibi konuları aileleri ile konuşmayı tercih

etmeyebilirler) konuşurken aşağıdaki hususlar göz önünde

bulundurulabilir (https://www.culturereframed.org):

42


5N 2A

Son olarak çocuklarınızla cinsellik ya da başka diğer hassas konular için nasıl müdahale edeceğinizi hatırlamak adına

pratik ve akılda kalıcı bir formül sunacağım:

Nefes al.

Normalize et. Senin yaşındayken ben de bunları merak ettim, birçok çocuk merak eder.

Nedenini sor: Neden merak ediyorsun?

Ne biliyor konuyla ilgili: Peki, bu konuda neler biliyorsun? Ne demek olabilir?

Ne zaman cevap vermek için doğru zaman?: Değerlendir. O an cevap vermek için doğru zaman mı?

Anlat: Gerçek neyse olduğu gibi bilsin.

Aile değerleri: Kendi görüş ve değerlerinizi onunla paylaşın. https://www.culturereframed.org/

Küçüklüğünde komşu teyzelerin, akrabaların çeşitli olumsuz müdahalelerine maruz kalmış olsa da genç kız ergenliğe

girdiği şu sıralarda annesi ve babasına aklına gelebilecek her şeyi sorabileceğinden emin bir şekilde merak ettiği konuların

listesini yazdı. Arkadaşları da benzer konuları merak ediyorlardı ama bu konulardan konuşurlarken ya çok ayıp bir şeyden

bahseder gibi fısır fısır ya da akıllarındaki soruları soramayacak kadar utanç içinde olurlardı. Kız buna bir anlam veremez

bu soruları neden aileleri ile konuşmadıklarına, internet gibi sağlıksız bir kaynağa başvurduklarına şaşırırdı. Gündüz

annesine aklında oğlanlar ve kızlar ile alakalı birtakım sorular olduğunu söylemiş ve akşam babası da gelince konuşmak

istediğini belirtmişti. Annesi de her zamanki sakin ve gülümseyen ifadesiyle isterse önden kendisi ile konuşabileceğini

söylemiş ama tercihi yine kızına bırakmıştı. Kız her zaman etrafında “güvenebileceği” bir yetişkin olmasının verdiği

rahatlık ve huzur ile listesini tamamladı.

Kaynakça

Semerci, B. (2020). Çocuklarımızla Cinsellik Hakkında Nasıl Konuşalım? . 10. Alfa Yayınları. İstanbul

Tathan, E. (2014). Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı Bozukluğu

Vakası. Ayne Klinik Psikoloji Dergisi. 1(3): 17-28.

Winnicott, D.W. (2012). Oyun ve Gerçeklik. 12. Metis Yayınları. İstanbul.

https://www.culturereframed.org/

43


İnsan bir yerde varolmadığında

sevilebilmek ve görülebilmek için bir

başka yerde abartılı biçimde

belirebilen bir varlık.

E N G İ N G E Ç T A N


ŞAKAYIK • 4

OKUMA İSTEĞİ ve

OKUMA ZEVKİ

ÜZERİNE

Klinik Psikolog/Psikolojik Danışman

İlke TARHAN

Okumak istiyor ama okuyamıyoruz,

okumak için dışarıdan bizi motive edecek

şeyler arıyor, bulamadığımızda da icat

ediyoruz. Okullarda yer alan okuma

köşeleri, sosyal medyada paylaşılan

müzikli, kahveli mekanlar ve görseller de

bu arayışın birer yansıması gibi. Bu

yazıda okumayı sevmek konusunda

neden zorlandığımız üzerinde durmaya

çalışacağım.

45

Okullarımız içinden kitap alınıp da

okunmayan okuma köşeleri ile dolu. İl Halk

Kütüphanelerimiz de öyle.

Anaokulundan itibaren okumayı

sevdirmek amacıyla yapılan, el işi

kağıtlarıyla tül perdelerle, yer yer mumlar ile

süslenen, çok heves edilen ancak neticede

sıra okumaya geldiğinde hevesi biten okuma

köşeleri...

Bu konudan ülkece mustaribiz.

Neden kitap okuyamıyoruz? Kitap

okumayı neden sevdiremiyoruz,

neden sürdüremiyoruz?


Mutlaka okumam lazım, geri

durmamam lazım şeklindeki

düşünceler yerine, neyden

hoşlanıyorsanız onun hakkında

okuyarak okumayı

sürdürmenin alıştırmalarını

yapabilirsiniz.

Bu durumu günlük olarak değil de geriden alarak izah etmek

gerekiyor galiba. Çocuklara, gençlere kitap okuyun diye önerilere,

yer yer baskılara, şu kadar okursan şu dileğini yerine getireceğim

diye ödüllendirme sistemine başvuranların, yani yetişkinlerin

önemli bir çoğunluğunun kendilerinin de okumadıklarını hatta aynı

kâh çok nazik kâh çok tehditkâr, kâh çok teşvik edici

yönlendirmeleri zamanında işittiklerini söyleyebiliriz.

Ne oluyor burada? Sanki bir döngü tekrarlanıyor.

Okumanın, bilginin, bilgeliğin toplumsal olarak bir itibarı, bir

saygınlığı her dönem mevcut ancak okumanın bir toplumsal statü

aracı ya da ekonomik refaha erişmenin, ulaşılan meslek ve refah

seviyesinde insanlar nezdinde saygınlık kazanmanın bir aracı

olarak gelişmesi bu duruma dair birkaç noktayı açıklıyor.

Birincisi okumak, öğrenmek istenilen, aşkla yapılan,

motivasyonunu içten alan bir durum yani başlı başına bir amaç ve

anlamdan ziyade araç haline gelmiş oluyor. İnsan doğası, en ilkel

haliyle haz prensibi ile çalışır yani daima keyif aldığı şeylere

yanaşırken ona acı, elem, sıkıntı (bazen de can sıkıntısı) veren

şeylerden uzaklaşır.

Haz duygusunu, motivasyonunu içten almayan okuma eylemi,

bu durumda okuma isteğinden ziyade okuma zorunluluğu oluyor

ve ne okuma köşeleri ne mumlar ne de yanına özenle yapılan

kahveler okumanın devamlılığını sağlayamıyor.

Burada dikkat çeken bir diğer nokta zamanında

ebeveynlerinden aynı yönlendirmeleri yaşadıkları ve kendi

çocukluklarında yapmadıkları halde bu kişilerin anne-baba

olduklarında kendi çocuklarını benzer bir sürece dahil etmeleri.

Bu noktada ailesel döngülerden bahsedilebilir.

Birinci olarak kendi istek, ihtiyaç, heves ve heyecanlarından

ziyade başkalarının makbul ve muteber bulduğu heves ve

ihtiyaçlar ile yetiştirilen bir kök ailede; kendi heves ve

gereksinimleri, heyecanları yok sayılmış, boynu bükük kalmış ve

kendinden vazgeçerek başkasının nezdinde makbul ve muteber

olmayı amaç edinmiş bir aile tablosu çıkıyor.

46


İkinci olarak kendi kazanamadıkları itibarları çocuklarının kazanmalarını ya da en az kendileri kadar ‘itibarlı, başarılı’

olmalarını istiyor olmak her ne kadar iyi niyetli bir eylem olarak görünse de çocuklarını kendi oldukları haliyle saygın

olarak kabul etmek yerine toplumun ve sistemin saygın algısına giden yolu çocuklara öneriyor olmak bakımından

kişilikleri sınırlandırıcı, daraltıcı bir duruma dönüşebiliyor. Bütün bu yazılanlardan kasıt elbette ki kitap okumanın

önemsiz, gereksiz, saygınlıktan uzak oluğu, kitap okumayı özendirmenin anlamsız bir eylem olduğu değil. Vurgulanmak

istediğim zorlamalarla, emanet heveslerle yola çıkıldığında sürecin akamete uğramasının gerisindeki nedenselliğin bir

boyutu.

Çocuğun bireysel varoluşunun, öznelliğinin kendi istek ve ihtiyaçlarının, kapasitelerinin görülmediği kapsanmadığı

ailelerde büyüyen çocuklar ebeveyn olduklarında genellikle çocuklarına kendi ebeveynleri gibi davranırlar.

Bu durumu psikoloji kuramları içerisinde nesne ilişkileri kuramı da açıklamaktadır. Nesne ilişkileri kuramına göre mağdur

olan, yok sayılan, kendi olma fırsatı verilmemiş kişiler bu durumu yarattığı öfke ile, yer yer haset yer yer kıskançlık

duyguları ile fırsatını bulduklarında, güçleri yettiğinde yok sayılan ve mağdur olan pozisyondan karşıdakini yok sayan, onu

mağdur eden karşıdakinin kimliğini görmeyip kendi kimliğini dayatan pozisyonuna gelir.

Bu durumu yalnızca nesne ilişkileri değil davranışsal öğrenmeler ile de açıklayabiliriz. En yaygın tavsiyedir,

çocuğunuzun kitap okumasını istiyor iseniz kendiniz evde kitap okuyunuz çünkü çocuklar rol model alarak öğrenirler diye.

Ebeveyni kitap okumadığı halde kendinden kitap okumasını isteyen çocuklar da kendileri yetişkin olduklarında

ebeveynleri gibi kendi yapmadıkları şeyi çocuklarından isteyebilirler, bu durum davranış öğrenme ile de benzer bir yere

tekabül etmektedir.

Pek çok daha farklı noktadan açıklanabilecek bu durumun vardığı nokta özetle gerçek istek ve arzularını eylemlerini,

seçimlerini bulamayıp başkalarının makbul bulduğu noktadan hareket ediyor olmaktır. Buna sahte kendilik

denilebilmektedir.

Peki sonuç olarak nasıl okuyacağız dersek cevap okumayı istiyorsak okuyacağız. Başlamak için, şu bilgiyi öğrenmem

lazım, bu çok önemli, bu kitabı herkes okuyor benim de mutlaka okumam lazım, geri durmamam lazım şeklindeki

düşünceler yerine, neyden hoşlanıyorsanız onun hakkında okuyarak okumayı sürdürmenin alıştırmalarını yapabilirsiniz.

Herkes teorik kitaplar okurken roman okuyor olmak garip karşılanıyor ancak roman okumaktan daha mı çok keyif

alıyorsunuz, o vakit roman okuyun. Çünkü son tahlilde keyif alınarak yapılan işlerin sürdürülmesi için ilave bir çabaya

gerek olmaz.

Benzer bir yaklaşım çocuklar için de geçerli. Çocukların da yaptıkları işten, okudukları şeylerden keyif almaları

onların ilgilerini çekmesi, merak ve araştırma duygularına hitap etmesi ile ilgilidir. Bir birey okumaktan ve öğrenmekten

haz duymaya başladığında, yukarıda değindiğim üzere, haz alınan eylem insan doğası gereği sürdürülecektir.

Kitapla ve sevgiyle kalın!

47


Her olumsuz duygunun içinde

özlenen, istenen bir şey vardır.

J O H N G O T T M A N


PANİK ATAK

KLİNİK PSİKOLOG/PSİKOTERAPİST MEHMET KAYA

Ayşen Hanım, 53 yaşına gelene

kadar birçok sağlık sorunuyla

karşılaşan fakat buna rağmen 4

çocuk büyüten bir annedir. 53 yaşına

girdiği yıl içerisinde geçirdiği panik

atak, Ayşen Hanımın hayatında

dönüm noktası olmuştu. O zamana

kadar ailesinin ve çocuklarının

sorumluluğunu üstlenen, tüm sağlık

sorunlarına rağmen hayatını

sürdüren Ayşen Hanım, panik

ataklarının başlamasıyla sokağa

çıkamaz ve

günlük işlerini yapamaz hale

gelmişti. Ona göre panik atak felçten

bile daha zor, hayatı inanılmaz

zorlaştıran bir problemdi.

Hayatında panik atak sorunuyla karşı

karşıya kalmış birçok kişi Ayşen

Hanımın içine düştüğü durumu çok

iyi anlayacaktır. Bu yazımda, panik

bozukluğun ataklarla kendini

gösteren şekli olan panik atakları,

panik atakların oluşum nedenlerini

ve panik atakla ilgili yapılan

araştırmaları ele alacağım.

49


Kişinin hiç beklemediği bir anda ortaya çıkan ve kişiyi dehşete düşüren yoğun korku ve panik haline panik atak

diyoruz. Bu ataklar birçok kişide ilk hissedildiği andan itibaren gittikçe şiddetlenerek 10 dakikada en şiddetli halini alırlar.

Panik atak yaşayan kişi, o anı daha önce deneyimlemediği için yoğun bir kaygı duyar. Genellikle kalp krizi geçireceğinden

ve nefessiz kalıp boğulacağından korkar. Panik atağın en belirgin özelliği sebebi anlaşılamayan korku ve huzursuzluğun

aniden bastırmasıdır (1). Panik atak yaşayanlarda sıklıkla görülen semptomlar; göğüste sıkışma ve ağrı, nefes alıp

vermede güçlükler, kalbin hızlı ve düzensiz atması, vücutta uyuşma- karıncalanma, terleme, kendini ve çevresini tuhaf

algılama, delirme korkusu ve ölümden korkma olarak sayılabilir.

Bir kez panik atak yaşayan ve bu durumu anlamlandırmakta zorlanan kişi genellikle hayatında ciddi zorluklarla

karşı karşıya kalır. Panik atağın ne zaman geleceğinin bilinmezliği ve panik atak anındaki dehşet kişiyi sürekli tetikte

tutmaya yeter. Bu tetikte kalma durumu beraberinde başka fobileri de getirir. Bunlardan en sık görülenleri; kapalı

alanlara girmekten kaçınma, sokağa tek başına çıkmaktan korkma, araç kullanmaktan korkma, kalabalık ortamlara

girmekten kaçınma, köprülerden geçmekten ve asansöre binmekten korkmadır. Saydığım nedenlere ek olarak, kişinin

öznel yaşamına bağlı benzer fobiler geliştirmesi de söz konusu olabilir. Tüm bu fobilerin en belirgin özelliği atak esnasında

yalnız kalmaktan ve yardım alınamayacak bir durumda kalmaktan korkmaktır (2).

İnsanı hayatta en çok korkutan şeylerin başında bilinmezlikler gelir. Panik atak hastalarının da panik atakların ne

zaman geleceğini bilememesi ve ataklara neden olan mekanizma hakkında bilgi sahibi olmamaları korkularını katmerler.

Halbuki panik atak geçiren hastaların hayat hikayeleri incelendiğinde, ataklara neden olan ruhsal gerilimin kaynakları

hemen ortaya çıkıverir. Ruhsal gerilime neden olan olaylar arasında bazen ihmal ve istismar, bazen travmatik yaşam

deneyimleri bazen ise olumlu yaşam deneyimleri sayılabilir. Bu kişilerin hayatları ve çocukluk çağları incelendiğinde,

çoğunlukla kontrolcü, kaygılı, mükemmeliyetçi, otoriter veya silik ebeveyn figürleri dikkat çeker. İnsanların özellikle

çocukluk çağlarında anne babalarının duygularını ve travmalarını içselleştirdiğini düşündüğümüzde, bu duyguların

ilerleyen dönemlerde ortaya çıkan panik ataklarda ön ayak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çocukluk döneminde sakat

bir ruhsal zemine sahip kişinin kendi duygularına yabancı olmasının üstüne bir de yetişkinlik dönemistresleri

eklendiğinde, panik atakların ortaya çıkması normal karşılanır. Bu stresler; yakın ilişki problemleri, iş kaybı, sevilen bir

kişinin kaybı, boşanma, taciz ve istismar gibi olumsuz deneyimler olabileceği gibi; işte terfi etme, çocuk sahibi olma ve

evlenme gibi olumlu yaşam deneyimleri de olabilir.

50


Peki Panik Ataklar Nasıl ve Neden Oluşur ?

Panik atakların oluşum şeklini ve nedenini anlamak için bilinç-bilinçdışı kavramlarını ve beynin çalışma

mekanizmasını anlamak gereklidir. Hayatımızın ilk yıllarından itibaren bizi büyütenlerle kurduğumuz ilişkiler bilinç

dışımızın derinliklerine bağlanma örüntümüz olarak kaydedilir. Bu örüntüler bazen sağlıklı bazen ise travmatik öğeler

barındırır. Yaşamımızın özellikle ilk birkaç yılında, kişiliğimizin temelleri bu örüntüler vasıtasıyla atılır. Bizi büyüten

kişilerin kaygılı bir kişilik yapısına sahip olması, duygularını düzenleme konusunda yeterince iyi olmamaları ve bizlerin

bireyselleşmesine yeterince destek vermemeleri, ilerleyen dönemlerde yoğun kaygı altında panik atak yaşamamıza bir

temel oluşturabilir. Bu güvensiz bağlanma örüntüleri, beynimizin korteks altı kısımlarında kendini gösterir. Beynin

kaldırmaya hazır olmadığı olumlu veya olumsuz yaşam deneyimlerinin ardından beyin, yoğun kaygı tepkileri gösterebilir.

Bu tepkileri de otonom sinir sistemi vasıtasıyla gösterir. Otonom sinir sistemi, bilinçli farkındalığımız dışında sindirim

sistemimizi, solunumumuzu, cinsel işlevlerimizi ve iç organlarımızı kontrol eder. Normal koşullarda bu sistem, hayati

fonksiyonlarımızı kontrol ederek tüm vücut fonksiyonlarımızı tam olması gerektiği şekilde ayarlar. Fakat beynin tehlike

olarak algıladığı durumlarda otonom sinir sistemi kalp atış hızımızı3-5 saniyelik dilimde iki katına çıkarabilir. Bunun

yanında arteryel basıncımız 10-15 saniye aralığında iki katına çıkıp tansiyonumuzu bizi bayıltacak seviyeye çıkarabilir.

Kaygılı bir ruh zeminine sahip kişilerde, günlük bazı stres faktörlerinin ortaya çıkması ve görmezden gelinmesiyle

otonom sinir sisteminin sempatik kısmı harekete geçer. Orta beynimizde yer alan amigdalanın (korku merkezi)

ateşlenmesiyle beynimiz bizi tehlikeye karşı korumak için fazlasıyla stres hormonu salgılar. Salgılanan stres

hormonlarının etkisiyle devreye giren otonom sinir sistemi (sempatik kısım) panik atakta yaşadığımız dehşetin ortaya

çıkmasına neden olur. Yani aslında bizi hayatta tutmak üzerine evrimleşen beyin bölgelerimizin verdiği tepkilerin yanlış

yorumlanması ( kalp krizi geçiriyorum, öleceğim…) panik atağın çok daha dehşetli bir şekilde deneyimlenmesine yol açar.

Peki Panik Atakla Nasıl Başa Çıkmalıyız ?

Panik atakları yenmek isteyen bir kişi için farkındalık olmazsa olmazdır ! Kişinin kendi ruhuna, yaşantılarına ve

bedenine yabancılaşması panik atağın en büyük nedenlerindendir. Kişiliğini oluşturan çocukluk yaşantılarına hakim

olmak, kendini tanımak, bedeninin tepkilerini doğru okumak ve bazı gevşeme egzersizlerini yapmak, atak esnasındaki

dehşet duygusunun hafiflemesine ön ayak olur. Ataklarını kontrol etmeye başlayan kişinin, psikoterapi desteğiyle

ataklarına neden olan travmatik yaşam deneyimlerini ve duygularını çalışmaya başlamasıyla ataklar tamamen ortadan

kalkar. Yani, birçok ruhsal problemin çözümünde olduğu gibi panik bozukluğun çözümünde de kişinin kendi iç dünyasını

dinleme cesaretine sahip olması kilit roldedir.

51


Panik Bozuklukla İlgili Araştırmalar

Panik bozukluk ve panik ataklarla ilgili yapılan araştırmalara göre;

panik bozukluk hastalarının diğer anksiyete hastalıklarına göre

solunumsal rahatsızlık yaşama oranı çok daha yüksektir (3). Buna ek

olarak; diğer bir çalışma KOAH ve astım hastalarında panik atak çıkma

oranının diğer popülasyona göre daha yüksek olduğunu ortaya

koymuştur (4). Araştırmaları destekleyen klinik gözlemler de, kontrolcü,

işgal eden ve çocuğunun bireyselleşmesine yeterince izin vermeyen

ebeveynlerin çocuklarında nefes problemleri ve panik atakların sık

görüldünü göstermektedir.

Bir başka çalışmada katılımcılara mutlu yüz ifadeleri gösterilmiş ve

beyinlerindeki amigdala ve anterior singulat korteks (ASK) aktivasyonu

iMRG aracılığıyla gözlemlenmiştir. Panik bozukluğu hastalarının

beyinlerinde ASK anormallikleri gözlemlenmiştir. Aynı araştırma

grubunun yaptığı bir başka çalışmada katılımcılara bu sefer korkulu yüz

ifadeleri gösterilmiştir. Panik bozukluğu olan hastaların amigdala ve ASK

yanıtları kontrol grubuna göre daha düşük bulunmuştur. Bu sonuca

neden olan durumun, sürekli yoğun uyarılma sonucu, panik bozukluk

hastalarının dikkat ve duygusal yanıt sistemlerinin daha az çalışmaya

başlaması olduğu düşünülmektedir (5,6).

Sonuç olarak; yapılan araştırmalarda gözlemlenen beyin

aktivitelerindeki bozulmalar, panik bozukluk hastalarının geçirdiği

ataklardan dolayı ne denli yorulduğunu somut olarak göstermektedir.

Panik ataklar hayatı tam anlamıyla felç eden, fakat üzerinde

çalışıldığında ve kişinin farkındalığı arttığında kontrol edilebilir ve tedavi

edilebilir olgulardır. Kendinizi tam anlamıyla tanımaya aday

olduğunuzda, panik atak ve diğer tüm ruhsal problemlerinizin üstesinden

gelmeniz her zaman mümkündür. Yeter ki ruhunuza yabancılaşmayın…

Sağlıkla kalın..

KAYNAKÇA

Köroğlu, E. (2016). Klinik Psikopatoloji.Hekimler Yayın Birliği.111,115.

Erdoğan,S.(2007).Panik Bozukluğunun Nörobiyolojisi.Klinik

Psikiyatri.10(4), 3-13.

Verburg K, Griez E, Meijer J, Pols H. Respiratory disorders as a

possible predisposing factor for panic disorder. J Affect Disord 1995;

33: 129-134.

Karajgi B, Rifkin A, Doddi S, Kolli R. The prevalence of anxiety

disorders in patients with chronic obstructive pulmonary disease. Am

J Psychiatry 1990; 147: 200-20.

Pillay SS, Rogowska J, Gruber SA, Simpson Recognition of happy

facial affect in panic disorder: An fMRI study. Journal of Anxiety

Disorders 2 J Anxiety Disord. 2007; 21: 381-93.

Pillay SS, Gruber SA, Rogowska Jve ark.fMRI of fearful facial affect

recognition in panic disorder: The cingulate gyrus–amygdala

connection. J Affect Disord.2006; 94:173-81.

52


YEME

BOZUKLUKLARI

PSİKOTERAPİST FATİH PULAT

Yeme bozukluklarına başlamadan önce yeme bozukluğu ile beslenme bozukluğu arasındaki farkı belirtmek uygun

olacaktır. Yeme bozukluğu, organik ya da psikolojik problemler nedeniyle oluşan yeme davranışındaki bozukluları ifade eder.

Beslenme bozukluğu ise, çeşitli faktörlerin(kıtlık, savaş, ekonomik durumlar) etkisiyle ihtiyaç duyulan gıdayı alamama ve yanlış

beslenme durumlarını kapsar.

Yeme bozukluklarının en önemlisi Anoreksiya Nervozadır. Anoreksiya kelimesi iştah kaybını, Nervoza kelimesi ise bu

kaybın duygusal kaynaklı olduğunu belirtmektedir. Çok düşük beden ağırlığına, neden olan besin kısıtlaması, kilo almakla ilgili

yoğun korku ve beden algısındaki bozukluk bu hastalığın en önemli belirtileridir. Anoreksiya nervoza, hayatı tehdit eden bir

hastalıktır; ölüm oranları bu bozukluğa sahip olan insanlarda, genel nüfusa göre 10 kat fazla iken diğer psikolojik bozuklukları olan

kişilere göre ise 2 kat fazladır. Ayrıca anoreksiya nervoza kadınlarda erkeklere göre 10 kat daha sık görülmektedir. Bir diğer önemli

yeme bozukluğu ise Bulimiya Nervozadır. Bulimiya: Yunanca “Öküz Açlığı” anlamına gelmektedir. Bu bozukluk, çok miktarda

yiyeceğin aniden tüketilmesinin ardından kilo alımının engellenmesi amacıyla kusma, aç kalma, aşırı egzersiz gibi telafi edici bir

davranışın takip ettiği dönemlerden oluşur.

53


KADINLAR,

ERKEKLERE GÖRE DAHA FAZLA

YEME BOZUKLUĞU GELİŞTİRME RİSKİNE SAHİPTİR.

Anoreksiya ve Bulimiya arasındaki en büyük fark kilo kaybıdır; anoreksik

insanlar fazla miktarda kilo kaybederken bulimik insanlar kaybetmezler.

Tıkanırcasına Yeme Bozukluğu, tekrarlayan tıkınma dönemlerini(3 ay içerisinde

haftada en az 1 kez),bu dönemlerde kontrolün kaybedilmesini ve tıkınma nedeni

ile stresi ve aynı zamanda hızlı yeme ve yalnız yeme gibi diğer özellikleri içerir.

Tıkanırcasına yeme bozukluğunun anoreksiya nervozadan farkı, kilo kaybının

olmamasıyken, bulimiya nervozadan farkı ise telafi davranışlarının(çıkarma, aç

kalma ya da aşırı egzersiz gibi) yokluğudur.

Belirtilen rahatsızlıklar en sık görülen yeme bozukluklarıdır. Bunların yanında

Pika Sendromu ve Ruminasyon bozukluğu gibi daha az rastlanan yeme

bozukluğu çeşitleri de bulunmaktadır. Pika sendromu; bir aydan uzun süre

boyunca gıda olmayan maddeleri yeme sendromudur. Ruminasyon bozukluğu

ise normal geçen bir süreçten sonra, en az 1 ay süreyle devamlı olarak

yiyeceklerin çıkartılarak (geviş getirerek) yeniden çiğnenmesidir.

Kadınlar, erkeklere göre daha fazla yeme bozukluğu geliştirme riskine

sahiptir. Kadın bedeninin nesneleştirilmesi, kadınların kendi bedenlerini

diğerlerinin gördüğü gibi görmesine neden olur(öznesneleştirme). Bu da beden

memnuniyetsizliğini ve yeme patalojisini arttırabilir. Kadınların bedenleri, cinsel

bakış açısı ile incelenmektedir ve gerçekte kadınlar bedenleri ile tanımlanırken

erkekler, başarıları ile tanımlanmaktadır.

Yeme bozuklukları olan çocukların tedavisinde, bireysel oyun terapisi ve

bireysel destek uygulamalarının yanında mutlaka ebeveyn ve aile terapisi

uygulanmaktadır. Çocuklarda yeme bozukluğunun sebebi olarak ikili etkileşimin

önemi vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu bozukluğun sadece çocuğa ait

problemler değil ebeveyn çocuk ilişkisiyle ilgili problemler olduğu söylenebilir.

Çocuklarda beslenmeyle ilgili davranışların gelişimi; çocuğun bakım veren

kişi ile ilişkileri çerçevesinde gelişir. Bağlanma teorisine göre, çocuğun temel

bakım veren kişiye ilk bağlanmasının sosyal ve duygusal gelişim açısından çok

büyük neticeleri vardır. Duygusal, davranışsal bozukluklar çocuklarda daha çok

bağlanma ilişkilerinde problemler olduğunu gösterebilir.

Yeme bozuklukları çoğunlukla bağlanma ilişkisinde uyumsuzluktan

kaynaklanan büyük bir problemin belirtileridir. Bu açıdan yeme bozukluklarının

teşhis ve tedavisinin bu bağlamda yapılması önemlidir. Bu nedenle bu

problemleri spesifik beslenme problemleri olarak görmek yerine işaret ettikleri

diğer problemleri çözümlemek önemlidir. Yani tedavide hem davranış değişimi

hem de bu temeli teşkil eden problemleri çözümlemek gereklidir.

54



kapasitesini aştığı için bu olayın çocukta travmatik bir etki

yapma olasılığı yüksektir. (Yaşanan olaydaki duygu

yoğunluğu kaldırma kapasitemizi ne kadar aşıyorsa o kadar

travmatize oluruz.)

Duyguları kaldırma kapasitemize ek olarak, bir olayın

bizim için travmatize olup olmayacağını ya da travmatize

olma düzeyini etkileyen en önemli öge o olayın ‘kontrol

edilebilirlik’ düzeyidir.

Bizler bir felaket karşısında bir şeyler yapabileceğimizi,

küçük çapta da olsa bir miktar kontrol gücüne sahip

olduğumuzu hissediyorsak, aynı olay karşısında kendini

tamamıyla ‘çaresiz’ hisseden kişilere kıyasla duygusal

olarak çok daha iyi durumdayızdır. (Goleman,1996)

Kobay fare çiftleri üzerinde yapılmış düzinelerle

çalışmada, çaresizliğin TSSB (Travma Sonrası Stres

Bozukluğu)’yi başlatan joker olduğu ortaya konulmuştur.

her biri ayrı kafeslerde olan çiftlere hafif - ancak bir farede

hayli stres yaratacak derecede- ve aynı yoğunlukta elektrik

şoku verilir. Sadece bir farenin kafesinde kol vardır; fare

kolu ittiğinde her iki kafese verilen cereyan da

kesilmektedir. günlerce ve aylarca, her iki fareye de

kesinlikle aynı miktarda elektrik şoku verilir. Ancak cereyanı

kesme imkanına sahip olan fare, deneyden kalıcı stres

işaretlerine sahip olmadan çıkmıştır. Sadece çaresiz kalan

farenin beyninde stresin yol açtığı değişiklikler meydana

gelmiştir. (Goleman, 1996)

Özetle, söz konusu psikolojik travmalarda önemli olan

olay değil, o olay karşısında ne kadar ‘çaresiz’ hissettiğimiz

ve o olayın

56

ve o olayın bizde oluşturduğu duygu yoğunluğun bizim

kaldırma kapasitemizi ne kadar aştığıdır.

Bu kapsamda baktığımızda; savaş, yangın, deprem,

ölümcül kazalar, sevilen birinin kaybı gibi büyük olayların

yanında çocuğa -sıklıkla zorla yedirilen yemek (işgal), bir

bebeğin ebeveyni ile ihtiyaç duyduğu yakınlığı kuramaması

ve ihtiyaçlarının görülmemesi (duygusal ihmal), sürekli

incitici, kırıcı sözlere maruz kalmak (duygusal istismar),

çocuğun her davranışının kontrol edilmesi ve ‘mükemmel’

yetiştirilmeye çalışılması (duygusal ihmal ve işgal) gibi daha

soyut olan, bazen dışarıdan bakıldığında çok da önemli

değilmiş gibi gözüken şeyler de -özellikle çocukluk

döneminde- kişiyi travmatize edebilir.

İyi haber şu ki; psikolojik travmaların birçoğu kişinin

bireysel çabasıyla ve ihtiyaç durumunda profesyonel destek

almasıyla çözümlenebilir ve travmanın kişinin hayatına olan

olumsuz etkileri ortadan kalkabilir.

Meral KAYA BERBER

Klinik Psikolog & Psikoterapist

Kaynaklar:

Ademhan, K. (2018). “Travmatik Yıkımın Döngüsü:

Vahşet Failleri, Mağdurları ve İyileşebilme İhtimalleri”,

İstanbul Kültür Üniversitesi Psikoloji Bülteni, 2018

Goleman, D. (1996). Duygusal Zeka, (Çek. Banu Seçkin

Yüksel). İstanbul: Varlık Yayınları, 2020

Herman, J. (2007). Travma ve İyileşme: Şiddetin

Sonuçları, Ev İçi İstismardan Siyasi Teröre, (Çev. Tamer

Tosun). İstanbul: Literatür Kitabevi, 2016




Kurtköy Mah. Ankara Cad. Soydaş Sk. Beyaz Saray sit. A Blok Kat:2 Daire:6 Pendik / İstanbul

Doğu Mah. Erol Kaya Cad. Hızır Reis Apt. No: 205/1 Daire:6 Pendik / İstanbul

Çavuşoğlu Mah. Özel Cad. Selimoğlu Apt. No: 1 Daire: 1 Kartal / İstanbul

Postane Mah.. Atatürk Cad. Ihlamur Sk.. No: 15 Daire: 3 Tuzla / İstanbul

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!