25.01.2022 Views

Kelâm

Bu sayı, Giresun 'Genç Yazarlar Birliği' olarak çıkardığımız dergimizin ilk sayısıdır. Her sayımızda farklı farklı konularla okuyucumuzla buluşmayı hedefliyoruz. Dergi içeriğimizi herhangi bir konu ile sınırlandırılmak yerine her şeyden biraz biraz koyarak, herkesin ilgi alanına hitap edebileceğimiz bir şekilde ayarlamaya çalıştık. Çevirdiğiniz her bir sayfada hem kendinizden hem hayattan izlere rastlamanızı temenni ediyoruz. Sayımızın içeriğinden kısaca bahsedelim. Dergimizin ilk bölümünde kısa bir zaman önce aramızdan ayrılan çok önemli bir değerimizden -Sezai Karakoç'tan- onun eserlerinden, ve Dirilişçi Düşünce Sisteminden bahsettik. Sonraki sayfalarımızı ise genç sanatçılarımızın eserlerine ayırdık. Son bölümde ise çeşitli kültür, sanat ve edebiyat öğelerine yer verdik. Başta Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazım ELMAS olmak üzere bu dergiyi çıkarmak için bize destek olan herkese teşekkür ederiz . Gülcan Bıçak

Bu sayı, Giresun 'Genç Yazarlar Birliği' olarak çıkardığımız
dergimizin ilk sayısıdır. Her sayımızda farklı farklı konularla
okuyucumuzla buluşmayı hedefliyoruz. Dergi içeriğimizi herhangi
bir konu ile sınırlandırılmak yerine her şeyden biraz biraz
koyarak, herkesin ilgi alanına hitap edebileceğimiz bir şekilde
ayarlamaya çalıştık. Çevirdiğiniz her bir sayfada hem
kendinizden hem hayattan izlere rastlamanızı temenni ediyoruz.
Sayımızın içeriğinden kısaca bahsedelim. Dergimizin ilk
bölümünde kısa bir zaman önce aramızdan ayrılan çok önemli bir
değerimizden -Sezai Karakoç'tan- onun eserlerinden, ve Dirilişçi
Düşünce Sisteminden bahsettik. Sonraki sayfalarımızı ise genç
sanatçılarımızın eserlerine ayırdık. Son bölümde ise çeşitli kültür,
sanat ve edebiyat öğelerine yer verdik.
Başta Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Nazım ELMAS olmak üzere bu dergiyi çıkarmak için
bize destek olan herkese teşekkür ederiz .
Gülcan Bıçak

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

KELAM

S A Y I 1 O C A K 2 0 2 2

Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için

Sezai Karakoç


Ahmet Sezai Karakoç

(22 Ocak 1933 – 16 Kasım 2021)


Editörün Notları

Bu sayı, Giresun 'Genç Yazarlar Birliği' olarak çıkardığımız

dergimizin ilk sayısıdır. Her sayımızda farklı farklı konularla

okuyucumuzla buluşmayı hedefliyoruz. Dergi içeriğimizi herhangi

bir konu ile sınırlandırılmak yerine her şeyden biraz biraz

koyarak, herkesin ilgi alanına hitap edebileceğimiz bir şekilde

ayarlamaya çalıştık. Çevirdiğiniz her bir sayfada hem

kendinizden hem hayattan izlere rastlamanızı temenni ediyoruz.

Sayımızın içeriğinden kısaca bahsedelim. Dergimizin ilk

bölümünde kısa bir zaman önce aramızdan ayrılan çok önemli bir

değerimizden -Sezai Karakoç'tan- onun eserlerinden, ve Dirilişçi

Düşünce Sisteminden bahsettik. Sonraki sayfalarımızı ise genç

sanatçılarımızın eserlerine ayırdık. Son bölümde ise çeşitli kültür,

sanat ve edebiyat öğelerine yer verdik.

Başta Giresun Üniversitesi Tirebolu İletişim Fakültesi Dekanı

Prof. Dr. Nazım ELMAS olmak üzere bu dergiyi çıkarmak için

bize destek olan herkese teşekkür ederiz .

Gülcan BIÇAK



Bu sayıda

02

EDİTÖRÜN NOTLARI

• Gülcan BIÇAK

05

SEZAİ KARAKOÇ'U

ANLAMAK

• Gülcan BIÇAK

08

SEZAİ KARAKOÇ VE

GÖNÜL COĞRAFYAMIZ

• Muhammed Şükrü YILDIZ

43

KUTUP IŞIKLARI

13

NEDEN MONA ROZA?

• Ruhların Dansı

• Ferhat BALKAYA

41

BU DA GEÇER YA HÛ

16

SEZAİ KARAKOÇ'UN

BALKONU ÜZERİNE

• Bir Vecizenin Hikâyesi

• Berivan SARSILMAZ

• Afranur KARAMAN

38

NEBATÎLER

• İlginç Bir Halk

20

DONUK AŞK

• Sezai KARAKOÇ

36

KALİMBA

• Zimbabve'nin Ritmi

21

GÖÇMEN ÇOCUK

• Sara ERGİN

30

ESKİ MASAL

• Gülcan BIÇAK

23 BEKLEYİŞ

28 BULANZAK

• Mehtap ASLAN

• Fatih GÜL

25

ESNAF AHMED

• Mehmet Akif KURT



Karakoç, toplumumuzun tarihsel ve sosyolojik durumunu, ülkenin

problemlerini, ortaya koyduğu diriliş düşünce sistemi perspektifinden,

tahlil ve senteze tabii tutmuş ve çıkış yolları ortaya koymuştur. Yaşam

pratiği ile de insan ve toplum sorunlarıyla hemhâl olmuş, yepyeni

ufuklar açmıştır. Diriliş; Sezai Karakoç tarafından ortaya konulmuş

fikirler sistemi ve hareketin adıdır. Bu düşünce sistemi Cumhuriyet

Türkiye’sinde İslam’ı merkez alan, kapsamlı toplum projelerinin

ilkelerinden birisidir. Dirilişin metafizik anlamı insanın ölümden

sonra dirilişidir lâkin bu kavram yalnızca Amentüdeki anlamıyla sınırlı

değildir. Diriliş, kişinin hayatında önemli yer tuttuğu gibi toplum

hayatında milletin hayatında ve medeniyetin varoluşunda da çok

önemli yer tutmaktadır. Diriliş, insanoğlunun kendi gerçek benliğini

bulması demektir. Karakoç, dirilişin düşünce mimarisi, onun eserleri

ise bu mimari yapının yapı taşları, sütunları olmuştur. Onun şiirleri,

metafizik bakış açısından çağ, zaman, tarih ve insanlığa tutulan bir

ayna görevi gördü. Onun bütün hayatı, davası, yazarlığı fikir adamlığı,

sanatçılığı, politika atılımı verdiği konferanslar İslam medeniyetinin

dirilişi davası içindir. İslam’ın dirilişi , yani İslam toplumunun dirilişi,

insanın dirilişi yani insanlığın dirilişi davasıdır. 1964 yılında yapmış

olduğu bir röportajında “sanat tutumum, genel dünya görüşümün bir

bölümünden başka bir şey değildir, onu bir sesin, yeni bir sesin sırtına

yüklemekten ibarettir” der. 1960’lı yıllar ve sonrası düşünüldüğünde

eğitim sistemini şekillendiren pozitivist felsefe insan zihnini görünür

dünya ile sınırlayarak insanın varoluş alanını daraltmış, insanın aklını,

zihnini, gönlünü iptal ederek adetâ onu beş duyu organı ile yaşamaya

mahkûm etmiştir.

6


Böyle bir noktada Karakoç’un Diriliş söylemi ve eserleri ; derinlikli

bir tefekkür ve yüksek bir sanat yeteneğine dayanan, metafizik olanı

görünür kılan, böylece dünya ile sınırlanmış zihinsel kalıpları

parçalamak isteyen eşsiz bir dünya görüşüdür. Bu düşünce sistemi

öylesine etkileyici, büyüleyici bir dil ve kavram sistemine sahiptir ki

soyut olanı adeta bir nesneye dokunurcasına somutlaştırır önünüze

koyar. Sur’u üfler, kıyamet aşısı yapar. Hızırla kırk saat konuşur: Birkaç

eski ölünün kemiklerini fosforlar, ışıklarını arttırır bin yıl sonraki

çocuklar için. Sağlam surlu şehirden geçer bu şehirde her evde kutsal

kitaplar asılıdır, okuyanı görmemiştir. Okusa da anlayanı görmemiştir.

Ölümsüz çamaşırlar giyinir. Aradığı o ülkede de yoktur. Çünkü taşlar

hatıra yazılamayacak kadar fazla kararmıştır. Bu hükümdarın,

hükümdarlığı için halka yalvardığı ama yine de eşsiz zulümler işlediği bir

zamandır. Burada taşın ne olduğuna dair bir ipucunu da bir şairimizin şu

mısrasında buluruz: Taş taş değil, bağrındır taş senin.

Karakoç tefekkür alanının, şiir alanın ortasına şimşek gibi çakar. Sezai

Karakoç, bir düşünür olarak hafızasında çok büyük bir laboratuvar

kurmuştur. Diriliş düşüncesinde ve tüm eserlerinde İslam’a ve batıya

özgü kültürel, tarihi ve sosyolojik kavramları, ilk insan ve ilk peygamber

Hz. Ademden alarak, bugüne kadarki yorumlarını, bu kendi

laboratuvarında deneye deneye, süze süze, eleye eleye , Hakikat

Medeniyetine ait olanları ortaya çıkarıp bunların çağdaş açılımlarını

birer tez olarak insanlığa sunuyor. Bizler onu, arkadaşı Rasim

Özdenören’in de söylemiyle fikri ve şiiri ile tanımaya çalışmalıyız. Bu da

onun kitaplarını okumak ile gerçekleştirilebilir. Onu kitaplarıyla,

kitaplarından tanımaya çalışalım. Onu tanıdıkça, onu tanıyarak, bu

kapıyı kendimize araladıkça bir deryayla karşı karşıya bulunduğumuzu

daha iyi anlarız.

7



Bizler bu kavramı bilmediğimiz zaman sınırlarımızı, okuduklarımızı,

topraklarımızı Edirne’den Kars’a kadar zannederiz. Bu kavramı Anlamadığımız

zaman acılarımızı, sevinçlerimizi, gözyaşlarımızı tarihimizi 780.000 km² den

ibarettir zannederiz.

Yavuz Bülent Bakiler’in de söylediği gibi:

“Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar

Tiyanşan Kadırgan dağlarına dek uzar

Kim demiş

Kim demiş ki vatanımız Edirne’den Kars’a kadar

Konumuz olan Sezai Karakoç’a dönecek olursak, coğrafyayı oluşturan asıl

unsurlar ona göre iki tanedir. Bunlar din ve medeniyettir. Karakoç medeniyeti

ikiye ayırır; birincisi İslam medeniyeti, ikincisi ise Batı medeniyetidır.

Karakoç’a göre İslam medeniyetinin şekillendirdiği şehirlere “ilahi site” yani

İslam şehri adı verilir. Batı medeniyetinin şehirlerini ise temelde iki kökene

dayandırır; birincisi eski Yunan, ikincisi ise eski Roma’dır.

Ona göre Yunan sitesinde estetik, Roma sitesinde egemenlik, İlahi sitelerde ise

erdem somutlaşmıştır. Yani Karakoç’a göre batı şehirlerinde, batı sitelerinde

batı coğrafyasında batının egemenliği altındaki her yerde estetik ve egemenlik

hakimken İslam’ın hakim olduğu coğrafyalar da ise erdem kavramı hakimdir.

Tüm eserlerinde de görüleceği üzere Sezai Karakoç bu ayrım da ilahi sitenin

yani İslam şehirlerinin yanında yer almıştır.

Bu bağlamda şairin gönlündeki şehir coğrafyası İslam medeniyetinin yayıldığı

sınırları kapsar. O bu düşüncesini şöyle açıklar:

Ne tükenmezdir İslam’ın şehirleri

En büyüğünden en küçüğüne

Hangisini anlatsam eksik kalır

Sayılmaz güzellikleri iyilikleri

Şiirlerinde saydığı İslam’ın tarihi şehirleri arasında Mekke, Medine Kudüs

Bağdat, Şam İskenderiye, Buhara, Semerkant, Taşkent, İsfahan, Beyrut, gibi

şehirler yer almaktadır.

Anadolu’da ise İstanbul, Diyarbakır, Urfa, Konya, Bursa, gibi İslam kültür ve

medeniyetinin önemli şehirlerini sayar. Karakoç’un çöküşüne ağıtlar yaktı

dirileceğine inandığı şehirler işte bu şehirlerdir, dolayısıyla İslam

medeniyetidir.

9


Sezai Karakoç İslam şehirlerinin manevi çöküşünü şu şekilde anlatır:

beton atıyorlar

taş biriktiriyorlar

duvarlar Çetin

pencereler yüksek

gittikçe kapanıyoruz içimize

duvarlar duvarlar duvarlar

duvarlarla çevrilerek

Bir başka şiirinde ise bu durumdan ötürü duyduğu üzüntüyü şöyle dile

getirir:

İstanbul’a küflenmiş bir Avrupa akşamı dadanmıştır

eski şehirlerin kimi buraya çekilmiş

kimi yedi kat yerin dibine batmıştır

Tüm bunlara rağmen Sezai Karakoç, İslam’ın insanlığın dünyanın dirilişine

olan inancını yitirmemiştir. Bizlere de umudumuzu yitirmememizi

öğütlemiş ve adeta bir ders niteliğinde olan şu ifadeleri söylemiştir:

“İçinde bulunduğumuz durumdan daha kötüsü umudumuzu kaybetmektir.

Şartlar ne olursa olsun, içinde bulunduğumuz durum ne olursa olsun,

umudumuzu kaybetmememiz lazım. Çünkü biz Müslümanız. Müslüman

Allah’tan umudunu kesmeyen insandır. Allah ise her şeye kadirdir.”

Yıllar evvel Üstad Necip Fazıl vefat ettiği zaman, merhum Sezai Karakoç

onun için “Göklerin Çektiği Kartal” başlığı altında bir veda yazısı

yazmıştı. Merhumun başkası için kaleme aldığı bu yazı, belki de kendi

ölümünün ne demek olduğu açıklar niteliktedir. Gelin o satırları bir de

merhumun anısına okuyalım:

10



“Mona Roza, siyah güller, ak güller

Geyvenin gülleri ve beyaz yatak

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Ah, senin yüzünden kana batacak

Mona Roza siyah güller, ak güller...”

12



Sezai Karakoç hece ölçüsü ile 14 kıtalık, her kıtanın baş

harfini birleştirince Muazzez Akkaya'nın isminin ortaya

çıktığı muazzam bir şiir yazmayı başardı. Şiiri Mülkiyedeki

arkadaşlarının ısrarı üzerine okuyunca oradaki bir arkadaşı

şiiri ona vermesini rica etti. O arkadaşı vesilesi ile şiir Hisar

dergisinde yayınlandı. Şiir yayınlandıktan sonra büyük bir

beğeni alarak Sezai Karakoç’un edebiyat dünyasında

tanınmasına vesile oldu. Sezai Karakoç Mona Roza ile

serbestçilere geleneksel şiir anlayışının hiçbir zaman

bitmeyeceğini kanıtlamıştı. Mona Roza’nın akrostiş bir şiir

olduğu Sezai karakoç’un bir arkadaşına söylemesi üzerine,

ancak aradan 30 yıl geçtikten sonra fark edildi. Bu

duyulduktan sonra şiir hakkında birçok aşk hikayesi

türetildi fakat Sezai Karakoç verdiği bir röportajda ortaya

atılan bu hikayelerin hiçbir geçerliliğinin bulunmadığını

belirterek konuyu kapatmıştır. Onunki geçmiş ile geleceği

bir araya getiren bir köprü kurmaktı, benimki ise onun

hikayesini günümüzdeki yalan yanlış hikayelerden

arındırarak doğru bir biçimde sunmaktı. Sezai Karakoç yeni

şairlere hem milli ölçümüz olan hece ölçüsünün hiçbir

zaman unutulmaması gerektiğini öğretti hem de şiirimizin

her döneminin ayrı bir değere sahip olduğunu kanıtladı ve

hiç şüphesiz günümüzde de Sezai Karakoç’un gösterdiği

yoldan giden birçok şair ve şair adayı vardır ayrıca apaçık

ortadadır ki onun yaktığı diriliş ateşi hiçbir zaman

sönmeyecektir.

14


BALKON

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

Anneler anneler elleri balkonların demirinde

İçimde ve evlerde balkon

Bir tabut kadar yer tutar

Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen

Şezlongunuza uzanır ölü

Gelecek zamanlarda

Ölüleri balkonlara gömecekler

İnsan rahat etmeyecek

Öldükten sonra da

Bana sormayın böyle nereye

Koşa koşa gidiyorum

Alnından öpmeye gidiyorum

Evleri balkonsuz yapan mimarların

Sezai Karakoç

15



Şair şiirinde güçlü bir vurguyla geleceğin teslim edileceği çocukların

balkonda savunmasız kalacağını belirtir. Bir anlamda geleceğin tehlikede

olduğunu ifade ederek şiire başlar ve devamında sözü, olabilecek kötü

şeylere getirir. Şairin şiiri yazdığı yıllarda, hayatımıza yeni giren

apartmanlaşmanın özlerinden biri olan balkon şiirde eleştiri konusu

olmuştur. Ölümün soğuk nefesini hissettirecek bir tema haline gelen

balkonla ilgili şiirde iyi bir ifade görülemez. Hatta balkon sadece evin dışına

açılan bir kısmı olmaktan çıkmış, çocuklara ölüm saçan bir denize

dönüşmüştür. Çocuklar, balkonda tehdit altında kalmaktadır ve bu artarak

devam edecektir. Şair ilerleyen dizelerde, balkonun kendisi için pek bir şey

ifade etmediğini gelecek için bile balkonların ölüm saçmaya devam

edeceğini dile getirmiştir. Sonunda şair, sözü mimarlara getirir, balkonları

hayata katan mimariye karşı çıktığını ifade etmekte, balkonsuz evleri

tasarlayan mimarlara doğru yola çıktığını, bir nevi evlerin balkonsuz

yapılması isteğini ve balkonlu evlere muhalefetini kendi kelimeleriyle ifade

etmektedir (Eren, 2018 :46). Diğer yandan yapılan bir araştırmada

balkondan düşme ile hastaneye gelen vakaların hepsinin ölümle

sonuçlanmadığı ve büyük ölçüde yaralanmaların vs. tedavi ile

iyileştirildiğine ulaşılmıştır. Bu tıbbi araştırmayla şairin şiirinde balkona

verdiği mezarlık yüklemesinin şiirde söylendiği derecede ‘mezarlık’ olarak

düşünmemesi gerektiği anlaşılır.

17


1950 tarihi Türkiye coğrafyası bağlamında siyasi, toplumsal, ekonomik

pek çok alanda değişimin ve dönüşümün başlangıç noktası olarak

değerlendirilebilir. 1950 yılından sonrası bilim adamları tarafından ikili

kültürden (geleneksel kültürden), çoklu kültüre (endüstri toplumu

kültürüne) geçişin başlandığı dönem olarak kabul edilmektedir. Aşağıda

yer alan resimde Abidin Mortaş tarafından tasarlanan Eskişehir

Kılıçoğlu Sineması gösterilmektedir. 1959 yılında inşaatı tamamlanan

bina daha sonraları yıkım kararı alınarak yıkılmıştır. İki salona sahip

olan binada toplam 850 kişilik bir kapasite mevcuttu. 1950’li yıllarda

yapılan ve oldukça büyük bir kapasiteye sahip olan bina, kültürdeki

değişim oldukça iyi bir şeklide ifade eden bir yapı olarak

değerlendirilebilir.

1950 sonrası eski

apartmanlarda ise

mekânların işlev değiştirmesi

ya da tadilatlarla mekân

genişletme yoluna

gidilmiştir. Örneğin

balkonlar kapatılıp eve

eklenmiş, alaturka tuvaletler

önce işlev değiştirmiş

sonrada ya ortadan tamamen

kalkmış ya da alafranga

tuvalete dönüşerek misafir

tuvaleti olmuştur.

18


1961 Anayasasının ardından çıkarılan kalkınma planlarıyla konut

sorununa çözüm aranmaya başlanmış, 1966 yılında Gecekondu Kanunu

çıkarılarak gecekondular altyapı ve meşruiyet kazanmıştır. 1970’lerde yeni

yasaların ortaya çıkmasıyla gecekondu alanlarında çok katlı

apartmanlaşma başlamıştır.

1970'lerde Türk mimarlarının çabaları iki nokta üzerinde birleşmiştir.

Mimarlar arasında sosyal konulara olan ilgi artmış ve uluslararası üslubun

dışında yeni bir mimarlık dili arama çabaları yoğunlaşmıştır. Aşağıda yer alan

resimde ise Metin Hepgüler tarafından 1969 yılında tasarlanmış ve 1974

yılında inşaatı tamamlanmış Harbiye Orduevi gösterilmektedir. Türkiye’nin en

büyük orduevi olan 21 katlı binada 164 oda, restoran, çay ve pasta salonları,

spor salonu, öğrenci etüt salonu, düğün salonu, çeşitli davet ve kokteyl

salonları, çocuk oyun salonları, butik, kadın ve erkek kuaför salonları, yüzme

havuzu, kapalı otoparkı, solaryum ve kütüphane bulunmaktadır.

Türkiye’deki ilk brüt

beton-perde yüksek

bloktur. Harbiye Orduevi,

o yıllarda mimaride yeni

bir eğilimi göstermesi

açısından önemli bir

proje

olarak

değerlendirilir.

19


Donuk Ask

Yine aksam oldu,

Yalnızlık omuzlarıma çivisini çaktı yine,

Uzaklık aynı gerçi,

Heryerdeyken olan uzaklıgın pek degismedi,

Yine aksam oldu orda oldugu gibi,

Görebiliyorum seni burdan da,

Aynısıydı ordayken de,

Uzaklıktan korkmuyorum belki de,

Orada da aynıydı uzaklık gerçi

Donuklasmıs oldu artık bu,

Bir o kadar da hüzünlü romanlar gibi,

Galiba ben bastan kaybetmisim,

Belki de ben bastan kazanmısım, insanlık kaybetmis....

Sezai Karakoç


G Ö Ç M E N Ç O C U K .

Herkes dönüp baktığında

çocukluğuna dönmek isteyecek

kadar şanslı olur mu bir gün?



BEKLEYİŞ

Saat gece yarısını biraz geçmişti. Her

gece olduğu gibi bu gece de meşe ağacından

yaptığı, soluk başak rengindeki eski masanın

başında oturuyordu. Bu masayı yaparken ne

kadar da yorulmuştu. Masanın üzerinde yer yer

şiir, düzyazı ve tiyatro oyunlarının yazılmış

olduğu beyaz kağıtlar vardı. Mürekkep

kullanırkenki dikkatsizliği de masadaki

mürekkep lekelerinden anlaşılıyordu. Masanın

sol alt kısmında eski bir radyo – klasik müzik

dinlemeyi severdi- yanında ise ahşaptan

yapılmış uçak ve arabalar vardı. Tahtaya şekil

vermeyi iyi biliyordu. Sandalyesine yaslanmış

bir şeyler düşünüyordu. Gözleri kapalıydı.

Vücudu zayıf ve narindi. Soluk benzi hasta bir

insanı andırıyordu. Uzun ve ince parmakları,

nahif elleri vardı. Seyrek bal rengindeki saçları

beyaz tenine çok yakışıyordu. Üzerinde

annesinin, gurbet ellerin soğuğuna akıl ermez,

diyerekten ördüğü; zaman içerisinde asıl

renginden hâkiye dönmüş, yer yer sökükleri

olan uzun bir hırka vardı. Gözlerini açtı. Elaydı

gözleri. Bu güzel gözleri uzun kirpikleri

süslüyordu. İnce bir yüzü ve biçimli dudakları

vardı. Burnu yüzüne göre biraz daha uzun ve

kemerliydi. Kaşları da saçları ile hemen hemen

aynı tondaydı. Güzel çocuktu doğrusu. Kafasını

çevirdi ve gözlerini bir müddet odada

dolaştırdı.

23


İçeride keskin bir demli çay kokusu vardı.

Çayla muhabbeti başkaydı. Odayı ısıtan küçük

kahverengi silindir sobadan yanan odun sesleri

geliyordu. Loş ışığında katmış olduğu bir kasvet

havası hakimdi odada. İçeride masa ve sobanın

dışında bir kanepe bir de kitaplık bulunuyordu.

Antika eşyaymış hissi uyandıran kanepenin

üzerinde kitaplar, gazeteler, kıyafetler ve daha

birçok şey vardı. Çoğu kez kitap okurken

burada uyuyakalır, sabah şiddetli bir bel ağrısı

ile uyanırdı. Yerde ise eski ama güzel, işin

ehlinden çıktığı anlaşılan bir kilim vardı.

Aniden sanki bir şey hatırlamış gibi kalktı

sandalyeden. Yavaş adımlarla pencerenin

önüne geldi. Pencerenin kenarları kışın içeriye

soğuk aldığı için buraları bez parçaları ile

kapatırdı. Gözlerini karşıdaki denize dikti. Bu

aylarda bu deniz hep böyle köpürür coşardı.

Dışarıda ise bardaktan boşanırcasına yağan bir

yağmur. Ağaçlar fırtınanın etkisiyle sağa sola

sallanıp duruyorlardı. Kendi kendine

mırıldandı:

-Tanrım, yine ne gereksiz bir gündü.

24


E S N A F A H M E D

Hicri 1442; günlerden Perşembe, aylardan cemaziyel ahir; dar sokaklardan yürüyorum, saat

05:30. Hava çok soğuk, insanı iliklerine kadar üşütüyor. Hızlı hızlı adımlarla Lala paşa

camiisine bir an evvel gitmek için soluk soluğayım. Boğazımın sızısı bedenimi sarmış, soluk

alıp verişlerim hızlanmıştı.. Atkıyla ağzımı kapatıp adımlarımı daha da hızlandırdım.

Caminin bahçesine girdiğimde sabah ezanıda okunmaya başlandı. Bahçede, İbrahim Said

efendiyle karşılaştım, o da benim gibi soğukun etkisiyle paltosunu yüzüne çekmiş, hızlı hızlı

soluk alıp verişi gözlüklerini buğulandırmıştı.

-Ahmet, hadi gir içeriye evladım; ne diye bahçede durursun? Hava çok soğuk, üşüme.

--Haklısınız İbrahim amca, buyurun siz geçin, ben ayakkabılarınızı içeri alırım.

Caminin içine girdiğimizde çoktan mahallemizin, bedenleri yaşlı, ama yürekleri! genç

insanları erkenden gelip ön safı tamamlamışlardı bile. Saf düzenimi alıp; dünya ve

içindekilerden daha hayırlı olan sabah namazının sünnetini edâ ettim. İmam efendi, henüz

mihraptaki makamına geçmemişti. Mahallemizin gönülleri genç insanlarının sohbetine kulak

misafiri olmaya başladım. Kız isteme olayından bahsediyorlardı. Kızın babasına Mahmut

dendiğinde bir ürperti geldi bana, sonra bir soluk alıp dinlemeye devam ettim. Oğlan, yani

damat adayımız çevirmenmiş. Belli ki zeki çocuk, eğitimini İstanbulda yapmış. Şimdide

Erzurum da, Atatürk Üniversitesinde çevirmenmiş. Akademisyen olmuş.

Bir ara Osman amca bana dönerek;

-Evladım ya senin işlerin nasıl?

--Hamdolsun Osman amca, İrandan ithal ettiğim baharatları bekliyorum. Stoklarımız epey

azaldı, bugün yarın gelir İnşallah, eli kulağın da.

-Aman çok şükür, işlerin iyi olsun da evladım, gelir, gelir İnşallah.

-- Osman amca evlenenler kimler?

- Bizim Nurinin oğlu Mustafa varya!

- - Evet, evet bildim.

- Mahmutun kızı Nakşıgülle evlenecek.

- Duyar duymaz, hayat sanki benim için durdu! ne yapacağımı bilemeden bir anda camiden

hızlıca çıktığımı hatırlıyorum.

- Arkamdan, Osman amcanın......

- -Evlat ne oldu? nereye gidiyorsun? sözünü işitir gibi oldum.

Gerisini hatırlamıyorum bile. Öyle hızlı cami dışına çıkışım vardı ki..!


Kendime geldiğimde kavaflar çarşışındaydım. Sabahın bu erken vaktinde

kepenkler açılıyor; kutudan çıkarılan ayakkabların tozları alınmak için sanki

dövülüyorlardı. Çay ocağının çırağı; bir dükkandan bir dükkana girerek sabahın

ilk çaylarını dağıtıyordu. Bir yandan da sabahın telaşasıyla bazı çay

tabaklarına şeker koymadığından esnaftan azar işitiyordu.

Bakırcı Mehmet usta, aylardır göz nuru, el emeği bakır semaverini tamamlamış,

cam vitrine koyuyordu. Mehmed ustam, yan komşumdu. Dükkanımın kapı

kilidini açmak için eğilmiştim ki, ustam beni görerek;

-Hayırlı sabahlar, bereketli kazançlar Ahmet evladım

-Hayrola! bu gün, solundan mı kalktın sen? Her sabah neşeyle günaydın falan

derdin.

-Ustam, kusura bakma, dalgınım biraz, hayırlı sabahlar olsun bereketli olsun

işlerimiz İnşallah.

-Amin, Ahmedim aminn

Bismillah diyerek dükkanın kapısını açtım. Ellerim sobayı tutuştururken,

aklıma da Nakşıgülün evlerinin önünden geçerken ayaküstü konuşmamız geldi.

-Ahmedim, hemen bana güzel sözler söyle bakayım demişti.

-Ben de; ahhh ahhh Nakşıgülüm, yüreğimi hepten söküp alacak hangi güzel

sözleri, dertli nağmeleri terennüm etsem ki az da olsa ferahlata beni; vallah

bilemedim. Deliydim, aha şimdi de divane oldum.

Sende gülümsemiştin….!

Bunlar aklımdan geçerken, kapı açıldı, içeriye bir müşteri girdi. Hemen

doğruldum yerimden, yaşlı, ak sakallı bir amca gelmişti

-Selamının aleyküm evlat.

-VeAleykümüsselam amca, hoş geldin.

-Hoş buldum evlat, sende safran otu var mı?

-Var; yerli mi, İran malımı olsun amca?

-Bizimkine ne olmuş ki evlat, ver bizimkinden.

-Tamam amca vereyim, kusura bakma, genelde İran safranı isterler de ondan

sordum.

Tabureye çıkıp dolabın en üstündeki baharat kavanozunu almak için uzandığım

da ak sakallı amca şu beyiti okudu:

Şekli pervasız-lıktan uzak olma, ( korkusuz )

Sevmekten sevilmekten geri durma,

Bu yolda geri durandan hayır bulma,

Mercan ol, incinin sahtesi bol ola.


Safranı elime alıp tabureden inerken;

-Amca, mercan olduk da ne oldu? bu vefasız hayat; inci gibi görüneni hep beğendirmedi mi insan

oğluna?

Amca yine ikinci bir dörtlükle cevap verdi.

Evlat;

Ney ol, eğri ol, nefes ol, ama sen ol;

Yezide eğilme, yiğide şan beğenme!

Kolay lokmadan hayır bulma,

Sevdin mi tam sev, ya da hiç değme..!

Ne diyeceğimi bilemeden, donup kaldım öylece.

Amca parasını verip;

-Hadi Allaha emanet evlat, dedi, çıktı.

Bir an dondum da öylece kal'a kaldım. Bu amca, benim birini sevdiğimi nerden bildi ki bana bu

sözleri söyledi?

Hızlıca kapıya yöneldim, amcayı tekrar bulup, sormak için. Kapının önüne çıktığımda kimsecikler

yoktu. Sağımda da yoktu; solumda da.

Amca yer yarıldı da içine girdi sanki..!

Çaresizce dükkana geri geldiğimde tezgahın üstünde duran safran kavanozuna kilitlendi gözlerim.

Amcayı, kavanozun içinde aradım da durdum.

Ahh gözlerim...Ah masum gözlerim. Nakşıgülü görür görmez seven gözlerim...!

Sende mi suçu bilsem, yoksa yaralı, garip yüreğimde mi...?

Suç kimde? Bende mi, yoksa güzeller güzeli nazlı Gül'de mi..?

Sen..Esnaf Ahmed, evet sen.! Bilesin yerini, bilesin haddini... Bilesin ki Nakşıgül sana düşmez, sana

biçilmez. Daha anlamadın mı aşk ile meşk mazi oldu. Hani hayata vardı ya sitemin..! Unutma ki

hayat senin, benim efendimiz oldu.

Ahh Ahmed..! saf ve berrak yüreğinin yok bir dirhem değeri. Eğer varsa varlığın sen de varsın; yoksa

yoksun.

Nakşıgülünü bırak kendi kaderine, kıyma nazlı gülüne.

Yine cefa sana kaldı be garibim Ahmed.

Yine al sobandan kor ateşi, dağla yüreğin, yine hicran olacak eşin. sevdiceğimm

Ahmedler mahkum oldu zalim dünyanın zalim düzenine.

Eskiden di ! güzel ahlâk, helal kazanç, edep ve hâyâ.

Eskiden di ! Önce İman, Sonra edep, Yine edep.


BULANZAK

Adımlarımı hızlıca attığım

Şu her tarafından taş doğuran bozuk yol

Gün seninle başlıyor ve seninle bitiyor

Sen tenha bir geçitte

Üzerinden bir insan geçtiği için mesrur

Ben korkuyla dost olmuş

Sendeleyerek yürüdüğüm için mahzun

Hem de her gün

Paçalarıma bulaşan, geçmek bilmeyen

Çamur taneleri

Geçip gitse bile unutulmayacağını söylüyor

Senin öyle kolayca zihinden

Adımlarım hızlandıkça paçalarım daha bir kirleniyor.

Servise yetişme kaygısı hep buna sebep

Ve tabii ki derin uykuda Osman'a selam

Ve Remziye'ye

Ve İsmail'e

Fatma'ya

Onlar ki günün ilk selamını benden alan kişiler.

Ve günün son selamını yine benden alanlar

Belki çok kişi geçer gider bu yoldan

Ama hiçbiri onların sözlerini işitmez

Benim işittiğim kadar

28


Hiç konuşmadan bir şeyler anlatan

bu uykucular

Ve güneş doğmadan şehre doğan,

Kırık yollardan ve uykucular arasında yürüyen

Bir ben

Onlar ki alt geçidin girişini mesken tutmuş

Gelen geçenden haraç kesen ölüler

Bu yol hiç bitmez bu uyuyanlar da

Ses vermez bu şehirde.

Dönüş daha bir korkuludur

Hele de alt geçitten geçeceksem

Duvarlarına yazılan aşk nağmelerini okuyarak

Korkuyu örtmeye çalışmak

Faydasız bir uğraş

Çıkışa yaklaştıkça karanlık alabildiğince yakın

sonunda biten bir yol

ve biten bir günün rahatlığını yaşamak.

29


ESKİ MASAL

Eski bir Orta Çağ masalı.

Ve bakışlarında,

gülen çocuk masumluğu.

Yitik bir zamandan,

usul usul bir şeyler fısıldıyorsun.

Gözlerin,

Ilık bahar yağmurları.

Eski bir Orta Çağ masalı.

Ve ellerinde,

açelya çiçeğinin ayrılık kokusu.

Küçük bir serçenin,

kafese olan aşkından söz açıyorsun.

Sözlerin,

İmkansızlıkların mümkün kıyısı.

30


Eski bir Orta Çağ masalı.

Ve sesinde,

güvercin kuşunun göğe kanat çırpışı.

Karanlık bir çıkmaz sokakta

elinde loş ışıklardan bir harita tutuyorsun.

Sonra oturup bir kervanın göçünü izliyoruz.

Yıldızlar serpiliyor başımıza semadan.

Sanki bilmediğimiz bir sırrı gizliyoruz

Yüzün,

Bir divanın en güzel mısrası.

Eski bir Orta Çağ masalı.

Ve sonunda,

birkaç devrik veda cümlesi.

Kuru bir çöl toprağına

beyaz gül dikiyorsun.

Taze bir yağmur yağıyor parmaklarından

kirlenmiş dünya sabahına.

Seni daha çok hissediyorum

Sensiz bir sona yaklaştıkça.

Sen,

Bir kalbin fethinin, kutlu miladı.

31


“Yaslan göğsüme sevdiğim

Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir

Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir

Toprak gibidir

Sen ki bulut gibisin

Ay gibisin güneş gibi bazen”

Adil Erdem BAYAZIT

32


“Ne güzel şey hatırlamak seni:

ölüm ve zafer haberleri içinden,

hapiste

ve yaşım kırkı geçmiş iken”

Nazım Hikmet RAN

33


“Acelem yok benim, biliyorsun. Bir gün sana dünyada

dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.”

Aylak Adam, Yusuf Atılgan

34


“İnsanın kötülüğe sapmış bir varlık olduğunu kavraması ve

içinde suçlu bir yürek taşıması, dünyada tüm mahkemelerin

verebilecekleri cezalardan çok daha şiddetli bir cezadır.”

Karamazov Kardeşler, Fyodor Dostoyevski

35


' Zimbabve'nin ritmi '

Kalimba

Yaygın olarak kullanılan diğer ismi mbira olan kalimba,

günümüzden binlerce yıl önce Güney Afrika’da icat

edilmiş, 1950’li yılların başından itibaren tüm dünyaya

ihraç edilmiştir. Ülkemizde kalimba, başparmak piyanosu

ismi ile de bilinmektedir. Afrika kıtasının birçok

bölgesinde farklı isimlere sahip olduğu bilinen kalimbanın

toplantı, düğün törenleri ve ayinlerde kullanıldığı

bilinmektedir.Kalimba genellikle bir rezonans gövdesi

üzerine sabitlenmiş metal yapraklar ve dillerden oluşur.

Bu yapraklar ve dillerden oluşan titreşimler gövdede

toplanarak ses dalgalarını oluşturur. Dolayısı ile insanı

rahatlatan bir sese sahip olması sebebiyle ses

terapistlerinin de kullandığı enstrümanlardan biridir.

Kalimba’nın sesini duyan insanlarda stres ve kaygının

azaldığı, konsantrasyonun arttığı bilinmektedir.

36


Kalimba, hoş ve mistik bir sese sahip müzik aletlerinden

biridir. Akort seçenekleri ile tınıları oldukça

değiştirilebilmekte, kişiselleştirilebilmektedir. Günümüzde

popüler birçok şarkıya kalimba ile cover yapıldığını görmek

mümkündür. Klasik bir kalimba üzerinde on yedi tuş

bulunur. Bu tuşlar başparmaklar ile çalınmaktadır.

Kalimba birçok ağaç çeşidinden yapılmaktadır. Telleri

hem bambu hem de metal kullanılarak üretilebilmektedir.

Sağlamlık açısından ülkemizde en çok tercih edilen

kalimba modelleri maun ağacından yapılanlar ve telleri

nikel kaplı çelik olan türlerdir.

37


Nebatîler

-İlginç bir halk-

Nebatiler, köken olarak Kuzeybatı

Arabistan’da yaşayan göçebe bir

kavimdi. MÖ 4. yüzyılda ilk defa tarih

sahnesinde göründüler. Ölü Deniz’in 80

km güneyinde, Ürdün Çölünün

kenarında yaşıyorlardı, buraya Arap

yarımadasından

gelmişlerdi.

Hayvancılık ve ticaretle uğraşan göçebe

kabilelerdi. Saldırılardan uzak güvenli

yer Wadi Musa’ya yerleştiler.

Burada deve, koyun, keçi ve at

beslediler, çölde teraslar kurup üzüm

bağları ve zeytin yetiştirdiler. Ticaret

yollarını kontrol etmeleriyle tanındırlar.

Baharat, tütsü, yağ ve parfüm

ticaretinde ustalaştılar. Romalılar ve

Helenistik dönem Yunanlılarıyla;

Perslerle ticaret yaptılar. Kervanları

Arabistan’dan Akdeniz’e, Mısır ve

Mezopotamya’ya sevk ettiler.

Ticaret sayesinde çok zengin ve

nüfuzlu hale geldiler. Görkemli bir

şehir kurdular ve onu geniş̧ bir

ticaret krallığının merkezi yaptılar.

Kuzeyde Dımaşk’a (bugünkü Şam),

Edom’a ve Havran’a, güneyde

Kızıldeniz’e kadar krallıklarını

büyüttüler.

Demir ve bakır madenlerini

kullanmayı öğrendiler. Zeki ve pratik

Nebatiler, ticaret yaptıkların

milletlerin zenginliklerini ve

kültürlerini ülkelerine taşıdılar. Antik

Yunanistan, Romen, Mısır,

Mezopotamya stilleri harmanlayarak

benzersiz bir mimari ile muhteşem

Petra şehrini inşa ettiler.

38



Yumuşak kumtaşı kayalarını oydular.

Görkemli tapınaklar, mezarlıklar ve

saraylardan oluşan taştan bir şehir

inşa ettiler. Büyüyen şehrin su

ihtiyacını karşılamak için çapıcı

fikirler geliştirdiler. Büyük kaya

sarnıçları oluşturup, toplanan suyu

kilometrelerce uzayan seramik

borularla şehre taşıdılar.

Baraj inşa edip dağlara tüneller

açtılar ve su yataklarının yolunu

değiştirdiler. Petra’nın su

baskınlarından zarar görmesini

engellediler.

Kendi gelenekleriyle sınırlı

kalmayan, sıra dışı halk Nebatiler,

diğer kültürlere açık insanlardı.

Yunan, Roma kültüründen etkilenip

yepyeni bir kültür yarattılar.

Benzersiz mimari yetenekleriyle

görkemli El Hazne’yi yaptılar.Buna

görkemli saraylar, muhteşem

tapınaklar, mezarlar ve tiyatro

eklediler. Kullandıkları dil Arapçanın

temellerini teşkil eden Arami diliydi.

Kitabelerinde hekimlerden ve

şairlerden söz edilir

Nebati Krallığı Romalıların istilasına uğradı ve MS. 106 yılında Roma

topraklarına dahil edildi. Depremler, değişen ticaret yolları ve Haçlı

Seferleri’nin ardından terkedildi ve tarihin derinliklerine gömüldü. Nebatiler de

tarih sahnesinden silinip gittiler.

Zaman içerisinde unutulup giden görkemli kent Petra, Şam üzerinden Mısır’a

giden İsviçreli seyyah Johann Burckhardt tarafından yeniden keşfedilene

kadar kayıp bir şehir olarak kaldı. Ürdün‘ün Akabe şehri yakınlarındaki Petra

Antik Kenti, 1985 tarihinde UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edildi. 2007

tarihinde de Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri olarak kabul edildi.

40


Bu da geçer ya hû

“Bir vecizenin hikâyesi”

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır.

Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, yemek ve yatak

verecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir

olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin

çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.

Derviş yola koyulur,birkaç köylüye daha rastlar.Onların

anlattıklarından Şakirin bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu

anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında başka bir çiftlik

sahibidir.

Derviş Şakir’in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer

içer, dinlenir. Şakir de aileside hem misafirperver hem de gönlü geniş

insanlardır…

Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle

zengin olduğun için hep şükr et.”der. Şakir ise şöyle cevap verir:

“Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin ta kendisi

değildir. Bu da geçer…”

Derviş Şakir’in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun

uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye

düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı

köylüler ile sohbet ederken Şakir den söz eder. “Haa o Şakir’mi” der

köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor.”

41


Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider,

Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır,

üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç

yıl önceki bir sel felaketinde bütün

sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır.

Toprakları da işlenemez hale geldiği için

tek çare olarak selden hiç zarar

görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş

olan Haddad’ın yanında çalışmak

kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır

Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece

mutevazi olan evinde misafir eder. Kıt

kanaat yemeğini onunla paylaşır…

Derviş vedalaşırken Şakir’e olup

bitenlerden ötürü ne kadar üzgün

olduğunu söyler ve Şakir’den şu cevabı

alır: Üzülme… Unutma,bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl

sonra yolu yine o bölgeye düşer.

Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir.

Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi

olmadığı içinde bütün varını yoğunu en

sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e

bırakmıştır. Şakir Haddad’ın konağında

oturmaktadır, kocaman arazileri ve

binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin

insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne

kadar sevindiğini söyler ve yine aynı

cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i

arar. Ona bir tepeyi işaret ederler.

Tepede Şakir’in mezarı vardır ve

taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “ölümün nesi geçecek?” diye

düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir’in

mezarını ziyaret etmek için geri

döner; ama ortada ne tepe vardır

nede mezar. Büyük bir sel

gelmiş,tepeyi önüne katmış,

Şakir’den geriye bir iz dahi

kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için

çok değişik bir yüzük yapılmasını

ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz

olduğunda umudunu tazelesin, mutlu

olduğunda ise kendisini mutluluğun

tembelliğine kaptırmaması gerektiğini

hatırlatsın… Hiç kimse Sultanı tatmin

edecek böyle bir yüzük yapamaz.

Sultanın adamları da bilge Derviş’i

bulup yardım isterler. Derviş,

Sultanın kuyumcusuna hitaben bir

mektup yazıp verir. Kısa bir süre

sonra yüzük Sultan’a sunulur. Sultan

önce bir şey anlamaz; çünkü son

derece sade bir yüzüktür bu. Sonra

üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz

düşünür ve yüzüne büyük bir

mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer”

yazmaktadır.

42


Kutup

Isıkları

-Ruhların dansı-

Kutup ışıkları -diğer bir ismiyle auroralar – göz alıcı güzellikleri ile

görenleri büyülemeye devam ediyor. Adını Roma Şafak Tanrıçası

Eos’tan alan ışıklar, tarih boyunca insanların ilgisini çekmişlerdir. Örneğin

bu ışık huzmelerinin Ortaçağ’da tanrıdan gelen işaretler olduğuna

inanılırken, eskimolar ise avladıkları hayvanların ruhları olduğuna

inanırlardı. Kanadalı yerli bir halk olan Cree halkı bu muhteşem ışık

gösterileri için ‘ruhların dansı’ nitelendirilmesini yapmışlar. Aroraların

Kuzey Kutup enlemlerinde yer alanlarına ‘aurora borealis’ , Güney Kutup

enlemlerinde yer alanlarına ‘aurora australis’ denir. Kutup ışıklarının

yaygın olarak Kuzey ışıkları olarak bilinmesinin altında Kuzey Kutup

bölgesinde yerleşim yerinin güneye kıyasla fazla olması veya ulaşım

imkanının daha kolay olması gibi sebepler yatar.


Güneş, Dünya’mız için hem ısı hem ışık

kaynağıdır. Ama bunun yanı sıra Güneşte

yüklü miktarda radyasyon ve kozmik ışınlar

denilen yüksek enerjili parçacıklar da

bulunur. Atmosferinde bulunan gazların

etkileşimi sonucu Güneşte açığa çıkan

enerji, ani ve şiddetli enerji patlamalarına

neden olur. Bu patlamalara Güneş

püskürtmeleri denir. Bu patlamalar başta

Güneş rüzgarları oluşumuna neden

olmakla birlikte Dünya’nın da etkilendiği

birçok olayda önemli rol oynar.

Patlamalar sonucu açığa çıkan plazmalar Güneş rüzgarları ile ivme

kazanarak uzaya doğru savrulurlar. Güneşten fırlayan bu yüksek hızlı

tanecikler uzay boşluğunda yol almaya başlarlar. Bir süre sonra Dünya’nın

manyetosfer adı verilen dış tabakası ile karşılaşırlar. Dünya’nın çekirdeği

içinde bulunan sıvı metaller, Dünya’nın dönmesi ile birlikte kuzeyden güneye

doğru sürekli hareket ederler. Bu hareket dünyanın manyetik alanını

oluşturur. Dünya’yı çubuk bir mıknatıs olarak düşünecek olursak Güney Kutup

noktasının yakınlarından çıkan manyetik alan çizgileri Dünya’yı bir meridyen

boyunca sararak Kuzey Kutup noktası yakınlarında son bulur. Manyetik alan

yönünde parçacıklar serbestçe hareket edebilir, dolayısıyla manyetik alan bu

parçacıkları yakaladığında, çizgiler boyunca spiral çizerek yol almaya

başlarlar.


Bu şekilde Dünya’nın atmosferine kutuplara

yakın bölgelerde girerler. Bu parçacıklar

iyonosferde oksijen ve azot atomları ile

çarpışmaları sonucu enerji kazanırlar. Uyarılan

bu atomlar eski enerjilere dönerken açığa

çıkan enerji farkı karşımıza renkli ışımalar

olarak çıkar. Auroralar çarpıştığı atoma ve

atmosferde bulunduğu yüksekliğe göre renk

değiştirirler. Soluk sarımsı yeşil en sık

rastlanan aurora rengidir. Oksijen atomu ile

etkileşiminde kırmızı veya yeşil; azot atomu ile

etkileşiminde mavi veya mor bir ışık meydana

gelir. Bu olay manyetik alana sahip bütün

gezegenlerde görülebilir.

Auroralar genellikle gündönümlerinde oluşurlar.

Yaygın olarak kutup bölgelerinde daha iyi görülmelerinin

sebebi ise kutuplardaki yüksek manyetik alan ve uzun

süren karanlıklardır. Carrington Olayı olarak da bilinen

1859 Güneş Fırtınası şimdiye kadar kaydedilmiş en

büyük jeomanyetik Güneş fırtınasıdır. Fırtına

gezegenimizde de çok büyük etkiler göstermiştir. Telgraf

sistemleri çökmüş, güç kaynaklarını kaybetmesine

rağmen kendi kendine mesaj alıp gönderen telgraf

sistemleri görülmüştür. Auroralar ise iç enlemlerden bile

görülmüşlerdir. Kuzey ışıkları en iyi Kanada , Norveç,

İsveç, Alaska’dan; Güney ışıkları ise Yeni Zelanda ve

Avusturalya’dan görülür. Eğer bir gezilecek yerler listesi

oluşturmayı düşünüyorsanız bu doğal güzellikleri listenin

başına eklemeyi unutmayın.


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!