15.06.2022 Views

Çarşamba

Yusuf Ziya Öner Fen Lisesi Yaratıcı Yazarlık ve Sinema Kulübü öğrencileri ve Edebiyat öğretmenimiz Ahmet Koçakoğlu tarafından hazırlanan Sinema ve Edebiyat dergimizi keyifle okumanız dileğiyle.

Yusuf Ziya Öner Fen Lisesi Yaratıcı Yazarlık ve Sinema Kulübü öğrencileri ve Edebiyat öğretmenimiz Ahmet Koçakoğlu tarafından hazırlanan Sinema ve Edebiyat dergimizi keyifle okumanız dileğiyle.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


Genel Yayın Yönetmeni

Ahmet Koçakoğlu

Yazı İşleri Müdürü

Elif Ünlü

Baş Editör

Nehir Balaban

Editör

Irmak Akkaya

Yayın Kurulu

Ahmet Serhat Falay

Ahmet Salih Sarıtaş

Ceren Duru Evmez

Deniz Büyükılgaz

Doğukan Aktaş

Gökçe Kırmızı

Hamza Burak Soylu

Hasan Çiçek

İpek Karadeniz

Türker Özel

Sıla Arslan

Zeynep Ecem Kara

Grafik Tasarım

Arda Mirzen

Ahmet Zihni Mulumulu

Emre Ünsal

Düzelti

Yasemin Ünlü


BAŞLARKEN,

Merhaba Çarşamba, aramıza hoş geldin. Kelimeler de tıpkı insanlar gibidirler. Doğarlar, büyürler ve

ölürler. Kelimelerden başlangıçlar doğar, kavuşmalar, ayrılıklar, kırgın bir bakış, içli bir ah. Ve rengârenk

çiçekler doğar kelimelerden, sarmaşık misali aşklar... Hoşgeldin Çarşamba. Yusuf Ziya Öner Fen Lisesi

Yaratıcı Yazarlık ve Sinema kulübü öğrencilerinin yüreğinden kopup gelen bir kelime: Çarşamba. Genç

zihinlerin heyecanla çırpınan kalpleri, kelebek misali kozalarından ayrılıp bu dergiye nefes oldu. Cemil

Meriç "Dergi hür tefekkürün kalesidir." diyor. Evet, bu dergide kendine inanan, sanatın büyüsü ve

gücüyle bir araya gelen gönüllerin parmak izlerine rastlayacak; Çarşamba'nın sayfalarında dolaşırken

sanatın renk renk kanat çırpışına tanık olacaksınız. Ama harf harf, satır satır samimiyeti ve Yusuf

Ziya'yı hissedeceksiniz. "Kusur benim imzamdır." diyerek eksiklerimizi ve hatalarımızı şimdiden kabul

ediyor, siz değerli okurlarımızın dikkati sayesinde adım adım büyüyüp gelişmeyi umuyoruz. En büyük

arzumuz, okurlarımızla el ele yeni sayılara yelken açmaktır. Ne kadar çok yüreğe dokunabilirsek, ne

kadar çok yeteneğe fırsat verebilirsek o kadar Çarşamba'mız olacak ve o kadar hedefimize ulaşmış

olacağız.

Hasbî gayretlerinden dolayı Nehir'e, Elif'e, yazı kuruluna ve tüm kulüp öğrencilerine teşekkür ediyorum.

Ellerinize, yüreklerinize sağlık.

Ahmet KOÇAKOĞLU

Yaratıcı Yazarlık ve Sinema Kulübü Rehber Öğretmeni


İÇİNDEKİLER

Editörden

İçindekiler

3 Adam, 1 Siper: No Man’s Land

Ölüm Mevsimi

Sinestezi

Medusa

Eski bir melodi

Fahrenheit 451

Ayın Film Tanıtım Köşesi: Batman

Saat Sabah Beş

Beyaz ve Siyah

Güneş Sisteminin Aykırı Çocuğu: Venüs

Sözüm

Quo Vadis

Döneminin Üstünde Bir Film: Seven Samurai

Call of Duty: Bir Bilgisayar Oyunu Serisi

Dokunmak

3

4

5

6

7

8

9

10

11

13

14

15

16

17

19

20

22



Ö L Ü M M E V S İ M İ

U m u t v e r r e n u m u t s u z v e d a y a

S o n b a k ı ş ı n y a r a t t ı ğ ı t e b e s s ü m

V a r d ı ğ ı n d a

n s a n o s o n k a p ı y a

A r d ı n d a b ı r a k t ı ğ ı t e k b r

s m

K a l a n g ü ç l e s a r ı l ı r k e n a c ı y a

H a l a g ü l m e z m c e b n d e k r e s m

H e p b a k m a y a ç a l ı ş ı r d a a y n a y a

Y a n s ı m a l a r a s l ı n d a d a h a z a l m

S a n y e l e r d ö n ü ş m e z d a k k a y a

S a n k d a m m a h k u m u n d a k t a k v m

M u h t a ç k e n s a d e c e b r m e r h a b a y a

O d a d a y a n k ı l a n ı r k e n d

s e s m

N e k a b u k b a ğ l a r o d e r n y a r a y a

N e d e b r ç ö z ü m b u l a b l r h e k m

Y a ş l a r y a ğ m u r o l u p d ü ş e r s m a y a

Ö l ü m g e r ç e k t e n e n s e r t g e ç e n m e v s m

C e r e n D u r u E v m e z



MEDUSA

Mitoloji hikayelerimizin ilk hikayesi muhtemelen

çoğunuzun bildiği Medusa. Hiç duymadıysanız bile

İstanbul'da Yerebatan Sarnıcı'nı ziyaret ettiyseniz

sarnıçta kafaları ters ya da yan yatırılmış medusa

kafaları görebilirsiniz. Hikayemizdeki ana karakterlerden

bahsedelim biraz. Hikayemizde 3 ana karakter var.

Bunlar Medusa,Athena ve Poseidon. Medusa, yılan başlı

kadın olarak bilinir. Bakanı taşa çeviren lanetli bakışları

vardır. Athena; zeka, sanat, ilham ve barış daha doğrusu

barışa uzanan savaş tanrıçasıdır. Bakireliğin

sembollerindendir. Kalkanı ve mızrağı ile resmedilir.

Atina'nın koruyucusudur. Hatta kent ismini buradan

alır. Poseidon; denizler, depremler ve atlar tanrısıdır. Üç

dişli yabası en bilinen silahıdır. Onunla resmedilir.

Efsaneye göre ilk başta Medusa inanılmaz güzel bir

kadındır, o kadar güzeldir ki tüm erkekler ona aşıktır.

Onun güzel mi güzel saçlarıyla Athena ile yarışacağı

söylenir. Tabii Athena buna yavaş yavaş içerlemeye

başlar. Ama yine de Medusa tanrıça Athena'ya bağlı bir

bakire olarak kalmak ister .Bu yüzden kimseye yüz

vermez. Athena Tapınağı rahibelerinden biri olur.

Güzelliğini görmek isteyen birçok erkek gibi Poseidon da

gelir ve Medusa'ya aşık olur. Ayrıca daha önce bir yarışta

Athena'ya kaybettiği için ondan da hırsını almak

istemektedir. Medusa'nın peşinden koşan ama Medusa

yüz vermeyince Athena'nın Tapınağında onla zorla

birlikte olur. Athena bunu öğrenince çok kızar ve

Poseidon gibi güçlü bir tanrıyı cezalandıramayacağı için

Medusa'yı cezalandırır. Medusa suçsuz dahi olsa onun

güzel saçlarını yılana ve vücudunu korkunç bir yaratığa

çevirir. Artık onunla göz göze gelen herkes taşa çevrilir.

Medusa sonsuz bir yalnızlığa mahkum olmuştur.

Başına konan ödüller için birçok kişi onu öldürmeye

çalışır ama başarılı olamaz. Ancak bir gün kahraman

Perseus Athena'nın da yardımıyla Medusa'yı öldürmeyi

başarır. Yalnız bu sırada Medusa Poseidon 'un

çocuklarına hamiledir ve Medusa'nın kafası kesilince

içinden dev krioson ve bildiğimiz kanatlı at olan

Pegasus doğar. Sonrasında Perseus kalkanının üstüne

kestiği Medusa başını yerleştirerek giriştiği başka

savaşlarda da onu silah olarak kullanır. Çünkü medusa

öldüğü halde onu görenler taş kesilmektedir. Daha

sonra Perseus'un Medusa'nın başını Athena'ya verdiği

de söylenir. Bu yüzden bazı sanat eserlerinde de

Athena'nın kalkanıyla Medusa başı resmedilir. Doğu

Roma yani eski Bizans'ta kapılara binayı kötü enerjiden

korumak için Medusa başı yerleştirilirmiş.

ZEYNEP ECEM KARA


ESKİ BİR MELODİ

Zamanı dolduramadım kovama

Sözlerimi yazdım aynı adama

Balık salındı koca okyanusa

Faili meçhul, yazık oldu ona

Nerelerde yaktık hislerimizi

Erittim gördüğüm senli düşleri

Attım oyuncak ettiklerimizi

Sevgi denir mi bütün olanlara

Kırdığımız parçalarım dağıldı

Her tarafta sensizliğin yankısı

Oturduğumuz kafe de kapandı

Yok oluşlarımla beni hatırla

Bu iptila kalbimizi isterdi

Korkak yetiştirmeyi iyi bildi

Dilediğim eski bir melodiydi

Ne olursun, unutursam fısılda

Dilay Karabay


FAHRENHEİT

451

BEYZA ATEŞ

Kitabın Konusu

Guy Montag; gelecekte televizyonların hüküm sürdüğü, yanmayan evlerin

bulunduğu, mekanik tazıların etrafta dolaştığı, böcek denilen son sürat

araçların bulunduğu bir zamanda itfaiyeci olarak görev yapıyordu. Bu

zamanda itfaiyeciler yanan şeyleri söndürmüyorlardı. Tam tersi, onların

görevi bir şeyleri yakmaktı. Montag’ın işi ise yasadışı olanların en

tehlikelisini yakmaktı: Kitapları. Kitaplar faydasız, kafa karıştırıcı, bizlere

birer aptal olduğumuzu hatırlatan nesnelerdi çünkü. İtfaiyeciler insanlık

için vardı. Onlar halkın iyiliği için alevlerle dans ediyorlardı. İnsanlar

okudukları şiirden etkilenip hüzünlenmesinler diye… Bilgi kitapları okuyup

gereksiz bilgilerle yıpranmasınlar diye… Kafalarına bir şey takılmasın,

eğlenmeye daha fazla vakit ayırabilsinler diye… Düşünmelerine gerek

kalmasın diye…

Montag tam on yıldır kitap yakıyordu. Yaptığı iş üzerine hiç düşünmemişti.

Gecenin bir yarısında yola çıkışlarını, alevlerin kitapları tutuşturmasını hiç

sorgulamamıştı. Zamanını televizyonlarla kaplı odalarda öldüren eşi

Mildred ile yaşıyordu. Her şey normaldi onun için. Ta ki bir gece sokakta

yürürken 17 yaşındaki Clarisse ile tanışana dek.

Clarisse, Montag’a insanların kitaplar okuduğu, korkusuzca yaşadığı bir

geçmişi anlatır. Clarisse’in anlattıkları Montag’ın kafasındaki doğru ve

yanlışları yer değiştirir. İşini, yaşayışını, eşini yeni bir gözle değerlendirir.

Zamanla kitapların değerini anlar ve tüm bildiklerini sorgular. Gerçeklerin

farkına vardığında düzene ve sisteme karşı hareketlenir. Yakmaya

gittikleri evlerden kitaplar çalarak kendi kitaplığını oluşturur. Fakat

davranışları yüzünden başı belaya girer.

Ray Bradbuy kısaca

hayatı

Ray Bradbury

Ray Douglas Bradbury, 22 Ağustos 1920’de ABD’nin

Illinois eyaletinde dünyaya geldi. Bradbury İsveç

göçmeni bir anne ve telefon telleri çeken bir babanın

oğludur. Yazarın çocukluğundan gelen bir kitap sevgisi

vardı. Bu sebeple gününün çoğunu kütüphanelerde

geçirirdi.

Ray Bradbury, 12 yaşında yazmaya kısa hikayeler ile

başlar. 20’li yaşlarındayken bu kısa hikayelerden biri

bir dergide yayınlanır.

30’lu yaşlarına geldiğinde kendi kitabını yazmaya

karar verir ancak bunun için yeterli para bulamaz. Bir

gün Kaliforniya Üniversitesinde gezerken burada

kiralık bir daktilo odası olduğunu öğrenir ve sevinçle

kitabını bu daktiloda yazar. Kitabı “Fahrenheit 451”i

yazmayı bitirince genç bir editör kitabı satın alır.

Böylece dünyanın en iyi distopik eserlerinden biri

okuyucusuyla buluşmuş olur.

Ray Bradbury genellikle bir bilim kurgu yazarı olarak

kabul edilmiştir ancak kendisi yazdığı tek bilim kurgu

kitabının Fahrenheit 451 olduğunu söylemiştir.

Çalışmalarının çoğu fantezi, korku ve gizemdir.

Bradbury 5 Haziran 2012’de yaşama veda etmiştir.

Fahrenheit 451 distopik bir kurgu romanı. Roman “Ya kitaplar yasak olsa

ve itfaiyeciler kitapları yaksalardı?” sorusuna cevap olarak yazılmış güzel,

etkileyici bir eser.

Günümüzde insanların çoğu kitap okumayı bir tür boş zaman aktivitesi

olarak görüyor. Yayınlanmış bir kitabı okumak yerine onun filmini

izlemek, başkasının yazdığı özeti okumak daha cazip geliyor bizlere.

Nihayetinde film izlemek kitap okumaktan daha kısa sürüyor. Yazılmış

özeti okumak da bizim kitap hakkında yeterince bilgi sahibi olmamızı

sağlıyor. Sonuç olarak buradan kazandığımız zamanı da eğlenmek için

harcayabiliyoruz.

İnsanların eğlenceye olan düşkünlüğü eserde oldukça başarılı dile

getirilmiş. Kurulan distopik dünyada duvarlara monte edilmiş

televizyonlarda çeşitli eğlence programları bulunuyor. Aynı zamanda

oturup birbirlerini çekiştiren “oturma odası aileleri”ni de görüyoruz.

Buradaki insanlar hiç sıkılmıyorlar. Kitapların yasaklanmasının asıl sebebi

“devlet baskısı” değil “halkın arzuları”, ”halkın mutluluğu”.

Dünya henüz böyle değil. Hala okur, yazar insanlar var. Ancak her geçen

gün okur, yazar insanlar azalıyor. Belki de ileride Bradbury’nin kurduğu bu

dünya gerçek olacak. Gelecek nesiller kitabın ne olduğunu bilmeden

yaşayacaklar. Bu kitap hepimizin yemesi gereken bir tokat!

Diğerleri Ne Söylemiş?

“Yazılmış en iyi bilimkurgu romanı. İlk okuduğumda yarattığı dünyayla

kabuslar görmeme sebep olmuştu.”

Margaret Atwood

“Öyle bir kitap ki, hakkında ne söylesem eksik kalır.”

Neil Geiman

Birkaç Alıntı:

“Ölmenin güzel tarafı bu, kaybedecek bir şeyin olmayınca istediğin riske

girebiliyorsun.”

“Daha geçen gece her şey yolundaydı ve sonra bir baktım ki boğuluyorum.

Bir insan kaç kez dibe vurup da yaşamayı sürdürebilir? Nefes alamıyorum.”

“Bir kitabı kapağına göre yargılama.”

Beyza Ateş


AYIN FİLM

TANITIMI KÖŞESİ:

THE BATMAN

Dergimizin film eleştirisi kısmında sinemada

bayılarak izlediğimiz The Batman’i seçtim.

The Batman, Nolan’ın üçlemesinden farklı

olarak ağır bir tempoya sahip ve dedektiflik

üzerine neredeyse 3 saatlik uzun bir film.

Dune (2021)’un da görüntü yönetmeni olan

Craig Fraser yine harika bir iş çıkarmış.

Müzikleri besteleyen Michael Giacchino için

de aynı durum geçerli. Herkese tavsiye

ettiğim ve yılın en iyilerinden olacak bir film.

Filmde ana karakterimiz Batman’i ikinci yılında, daha

acemi ve depresif bir Batman olarak izliyoruz. Gotham’da

suç çok artmış ve Riddler ortaya çıkarak bu yozlaşmış ve

pis şehirdeki yine yozlaşmış polisleri ve siyasileri

öldürmekte ve ifşa etmektedir. Ana karakterimiz Batman,

Riddler’ın bıraktığı bulmacaları çözerek katili

yakalamalıdır. Film Batman’in günlük yazması ve

suçluların gölgelerden Batman çıkabileceğinden dolayı

korkmasıyla başlıyor. Bu sahneler gerçekten Batman’in

korkulacak bir simge olduğu hissini çok iyi veriyor.

Filmimiz cinayet mahalli araştırmasıyla devam ediyor. Batman’in polislerden izin alması gibi

sahneler, önceki filmlere kıyasla Batman’i daha çizgi romana sadık yapmış. Bu yüzden The

Batman, bir Batman filmi olarak Nolan üçlemesinden üstte bence. İzlediğiniz filmin gerçekten

çizgi romandan çıkmış ve öylece sahneye dökülmüş gibi hissettirdiğini söyleyebilirim. Önceki

filmlerde daha çok süper kahraman olarak izlediğimiz Batman, bu filmde daha insan özelliklerine

vurgu yapılarak ele alınmış. World’s Greatest Dedective (Dünyanın En İyi Dedektifi) unvanına

yakışıyor. Çin’in özellikle koruduğu ve güvenlikli bir binada sakladığı adamı alıp Amerika’ya geri

götürecek kadar güçlü biri olarak karşımıza çıkıyor. Bruce Wayne bir playboy değil aksine

Batman ile birleşmiş durumda. Şirket işlerinden elini ayağını çekip kahraman kişiliği üstüne

düşmüş biri. Hafif deli, tamamıyla Batman’e dönüşmüş ve düşmanları üzerinde korku yaratmayı

amaçlayan bir Batman izliyoruz anlayacağınız. Fakat bu sürekli böyle kalmıyor. Filmin sonlarına

doğru düşmana korku dosta umut veren biri olmaya karar veriyor ve bu gayet iyi işlenmiş.


Filmin dedektiflik üzerine olduğunu

belirtmiştim. Ama işler gittikçe değişiyor.

Filmin ikinci yarısı, dedektiflik kısmından

ayrıldığı zamanlar. Dedektiflik kısmını

açmak gerekirse Zodiac katili gibi

bulmacalar bırakan bir katil var.

Bu bulmacaları çözmeli ve katile ulaşmalı

ki arada birçok komplo da mevcut.

Filmde, David Fincher imzalı Seven ve

Zodiac filmlerinden ilham alındığı belli

oluyor ve bunun başarılı bir özümseme

olduğu söylenebilir. Filmde daha önce

dediğim gibi aksiyon sahneleri az ama bu

kısımlarda da çok başarılı.

Robert Pattinson, bu rolü harika bir

şekilde ele almış ve çok güzel bir iş

çıkarmış. Favori Batman’im olarak

gönlümdeki tahta oturduğunu

söyleyebilirim. Catwoman ise filmden

çıkarılsa hiçbir etkisi olmayacak bir

karakter olmuş bu filmde ama filme ayrı bir tat katmış olduğu da bir gerçek. Sonuçta Zoe Kravitz de

yine iyi bir oyunculuk sergilemiş. Ancak Batman ile aralarındaki romantizmin iyi işlendiğini

düşünmüyorum.

Bunun yanında Penguin güzel işlenen bir

karakter ve Robert De Niro tadı veriyor.

Collin Farrell güzel bir iş çıkarmış ve

üzerine yapılan makyaj adamı

tanınmayacak bir duruma getirmiş olsa da

onun oyunculuğunun tadını gizleyememiş.

Komiser Gordon ise yine iyi işlenmiş

karakterlerden. Batman ile olan ilişkisi

Nolan üçlemesinden daha başarılı

işlenmiş. Batman bu filmde adamın

sözlerinin yarısında, birden yok olmuyor.

Alfred karakteri ise bu filmde de onun

mistik, sakin ve sadık tavrına çok uygun bir

şekilde oynanmış ve iyi işlenen bir karakter

olduğunu düşünüyorum. Riddler ise tek

boyutlu bir karakter değil. Batman’den

ilham alarak şehirdeki yozlaşmış siyasileri

ve polisleri öldürerek intikam aldığını

düşünen bir karakter. Batman’in kişiliğinin

değişmesi üzerinde çok katkısı bulunan bir

karakter aynı zamanda. Paul Dano diğer

oyuncular gibi, harika bir iş çıkarmış.

Sonuç olarak puanım 8.5/10. İzlemek

isteyenlere ufak bir not: Kaliteli bir

salonda izleyin çünkü film sürekli karanlık

mekânlarda geçiyor ve projeksiyonu

sorunlu bir yerde izlemeniz durumunda

filmi göremezsiniz.

COLLIN FARRELL

THE PENGUIN

TÜRKER ÖZEL


Saat sabah beş

Bir kuş cıvıltısına uyandım

Gözlerim seni aradı da

Yine bulamadım

Saat sabah beş

Kahvem demlikte, gökyüzünü izliyorum

Hava karanlık ve serin

Birine sarılmak isteyip seni arıyorum

Her şey yolundaymışçasına

Gülüp geçiyorum hep

Canım çok yanıyor da

Bir sana ağlamak istiyorum

Diktiğim çiçekler güzelleşti

Eminim sen de

Belki bir gün çıkıp da gelirsin

Çiçekleri sulamaya diye

Meral Sude Eren


B E Y A Z V E S İ Y A H

ZEYNEP GÖBEL

Her yer beyaz. Herkes beyazlar giyinmiş. Ben neredeyim? Bu beyazlık içerisinde gözlerim kamaşıyor. Beni takip eden adamdan

kurtulamıyorum. Beni ellerimden yakalıyor. Her defasında ellerini hissediyorum ve sürekli bana bir şeyler söylüyor ama

anlamıyorum. Dokunmasını istemiyorum ama ellerinden kurtulamıyorum. Bu beyazlık içerisinde nasıl kurtulabilirim?

Düşünüyorum bağırıyorum ‘Yardım edin, yardım edin…’ ama çevremdekiler beni değil onu dinliyorlar. Ben aklımı mı yitirdim?

Camdan iki kişi beni seyrediyor, bunlar kim? Neden beni seyrediyorlar? Adamın bana işkence etmesini seyrediyorlar. Bana yardım

etmiyorlar.

Anlıyorum bunu ben kendim başarmalıyım. Ben nasıl bir yerdeyim. Beyaz adam benden ne istiyor. Kurtulmak için önce anlamam

lazım. Neden buradayım? Hatırlamaya çalışıyorum ben kimim? Farkındayım bana işkence yapılıyor ve zaman zaman kendimi

kaybediyorum. Kendime nasıl geldiğimi veya nasıl kendimi kaybettiğimi bilmiyorum. Bazen kendimdeyken diyorum ki her şeyden

vazgeçeyim adam beni öldürsün ve her şey bitsin ama içimden bir yerlerden bana ‘’Vazgeçme’ diyen bir ses duyuyorum. Bu ses bana

mı ait değil mi hiç bilmiyorum.

Anlamaya çalışıyorum. Adam yanıma geliyor ve bir şeyler fısıldıyor. ’Bu son şansın’ diyor. Beni öldürecek biliyorum. Adam

etrafındakilere bağırıyor. ‘Çabuk olun elektrik verin’ diyor. Etrafımdakiler beni tutuyorlar ve birden bir acı hissediyorum. Kalbime

bir bıçak saplanıyor. Acı içerisindeyim ama adamı duyuyorum ‘Olmadı’ diyor. Kalbimdeki bıçak yarası ile nasıl ölmüyorum

anlamıyorum. Adam beni öldürmeyi başaramadı tekrar deneyecek. Tekrar bir acı bu sefer kalbime bir bıçak yarası daha alıyorum

ama adamı elinden yakalıyorum. Adam tekrar bağırıyor ‘Evet başardım’ diyor. Ben ölüyorum, etraf beyaz ama karanlık başlıyor.

Ölmek ışıktan karanlığa, beyazdan siyaha, acıdan hissizliğe geçmekmiş, onu anlıyorum.

Ölürken annem ve babam aklıma geliyor. Aklımda çok soru var ‘Onları en son nerde görmüştüm, neden beni beyaz bir yere terk

ettiler, neden beni bu adamdan kurtarmıyorlar?’. Onları son bir kez görebilseydim, son kez seslerini duyabilseydim. Her şeyden

pişman olduğumu, babama ‘sizi hiç sevmiyorum’ diyerek evden kaçtığım günün hayatımın en kötü günü olduğunu söylemek

istiyorum. Onları çok özlediğimi ve o otobüse onların yanına gelmek için bindiğimi söyleyebilseydim.

Ama çok geç otobüs çok hızlı ve bir anda kendimi karanlıkta ve soğukta bulduğumu hatırlıyorum. Karanlık ve soğuktan sonra beyaz

bir yerdeysem o zaman öldüm. Şimdi anlıyorum. Ben öldüm. Gözlerimden bir damla yaş süzülüyor. Teslim oluyorum. Beyaz adama,

beyaz odaya, beyaza teslim oluyorum. Her şey bitti. En güzeli teslim olmak. Karşı koymuyorum adam bana istediğini yapabilir.

Adam şu an sakin, sesi daha rahat. Adam artık işkence yapmıyor. Yanındakilere bir şeyler

söylüyor. Etraf çok sessiz ben de sessiz kalmak istiyorum. Ama bir ses duyuyorum,

tanıdığım bir ses ‘Kızım, kızım’ diyor. İnsan öldüğünde hayal görebilir mi? Hayalimdeki ses

‘Kızım’ diyor. Hayalimde babam elimi tutuyor. Öldüğümüzde her şeye sahip olabiliyoruz

demek ki.

Babam yanımda sesini duyuyorum, elimi, tuttuğunu hissediyorum. Mutlu ölüyorum.

Nedense bu hayalimi gözlerimle de görmek istiyorum. Son dileğim gerçek olsun, kendimi

zorluyorum, gözlerimi açmak istiyorum. Gözlerimi açıyorum ve karşımda babamı

görüyorum. Hem ağlıyor hem gülüyor. İnsan beyaz ve siyah gibi, gülmekle ağlamak

arasında hep gidip geliyor. Ben beyazdan siyaha geçtim, şimdi de işkenceden mutluluğa.

Babamın yanında kalmak istiyorum. Onun elini tutuyorum ve hiç bırakmak istemiyorum.

Babamın arkasında beyaz adamı görüyorum. Hayalimde babam ve ben olmalıyım, bana

işkence eden beyaz adam olmamalı. Ama babam adama dönüyor ‘teşekkür ederim

sayenizde kızım yaşıyor ‘diyor. Bana göre ölüm, babama göre yaşam. Bana göre siyah,

babama göre beyaz. Ben yaşıyor muyum, ölüyor muyum? Babamın gözyaşları yüzüme

düşüyor. Sıcaklığını hissediyorum. İçim ısınıyor. Bu ölmek olmamalı. Burada kalmak

istiyorum. Görüyorum babam bana bakıyor. Etrafıma bakıyorum etrafım beyaz ve bir

yatakta yatıyorum. Beyaz adam eğiliyor ‘Geçmiş olsun. Seni kaybediyorduk. Hayata geri

dönmene sevindik.’ diyor. Babam adama ‘Doktor Bey kızımın hayatını size borçluyuz’

diyor.


Güneş Sisteminin Aykırı Çocuğu: Venüs

Astronomiyle çok ilgilenmiyorsanız, araştırmıyor yeni haberler okumuyorsanız Güneş Sistemindeki

gezegenlerden en sık Jupiter ve Satürn’ü duymuşsunuzdur. En çok bu iki gezegen hakkındakileri

biliyor olmanız çok normal, sonuçta birisi sistemdeki en büyük, diğeri ise en göz alıcı yani halkaları

olan gezegen, değil mi? Benim bu yazıyı yazma sebebim tam olarak da bu.

Size adı çok bilinmeyen bir gezegenden bahsetmek istiyorum. Herhalde yoldan geçen bir insana

sorsanız, gezegenleri sayın deseniz benim bu yazımda bahsedeceğim gezegeni zor hatırlayacaktır.

Bu gezegenin adı Venüs. Güneş’e en yakın 2. gezegen olmasına rağmen 1. gezegen olan Merkür’den daha

sıcak. Bunun asıl sebebi Merkür’ün atmosferi olmamasıdır. Güneş Sistemimizde atmosferi olmayan tek

gezegendir. Aynı zamanda Venüs’ün de her gezegende olduğu gibi kendine has atmosferi sayesinde en

sıcak gezegen olma unvanını elinde tutuyor. Karbondioksit ve sülfürik asitle dolu bir atmosferi

olduğu için tüm sıcağı içine çekiyor ve bu kendisini sistemdeki en sıcak gezegen yapıyor. Sizce de bu

çok korkutucu değil mi? Bir gezegenin bir kurşunu eritebilecek kadar sıcak bir yüzeye sahip olması,

bu kadar yoğun bir atmosfere sahip olması... tüylerimi diken diken etmiyor değil açıkçası.

Henüz bu gezegene araştırma yapması ve belki de daha önce hiç

bilmediğimiz özelliklerini keşfetmesi için uzay aracı gönderilmedi. Peki

sizce neden yaşadığımız yere en yakın gezegen olmasına rağmen

gönderilmedi? Aslında cevabı çok basit, bu yoğun atmosferin çok yoğun bir

basıncı var -Dünya’nın nerdeyse 92 katı- bu nedenle yüzeye herhangi bir

araç inmesi durumunda direkt ezilir hatta henüz yoldayken bile

çalışamayacak hale gelir. Size ilgimi çeken bir özelliğinden daha

bahsetmek istiyorum. Venüs tüm gezegenlerin aksine doğudan batıya döner

yani Venüs’te güneş batıdan doğar. Aynı zamanda Venüs kendi ekseni

etrafındaki bir turunu 243 günde tamamlarken, güneş çevresindeki tam

turunu 224 günde tamamlar. Yani Venüs’te bir gün bir yıldan uzundur.

Sizce de enteresan değil mi? Uyumak için günün sonunu bekleyemeyeceğim

kadar uzun bir süre bu! İşte tam olarak bu tuhaf özellikleri sebebiyle bu

gezegeni seçtim.

Son olarak bazı insanların bu gezegenin adını nerden aldığına dair yorumlarını okudum.

Venüs, ismini Roma mitolojisindeki aşk ve güzellik tanrıçası Venüs’ten aldığı için “Venüs

kadını temsil eder, bu yüzden terstir” gibi yorumlara rastladım. İlginç bir düşünce tarzı

tabii ki ama belki de düz olan Venüs’tür ve ters olan diğer gezegenlerdir? Bunu sanırım

hiçbir zaman kanıtlayamayacağız...

Gökçe KIRMIZI


SÖZÜM

Varsa ne yapalım

Zaman geçiyor ya

Oldu düğüm düğüm

Sözüm boğazımda

Yazmaz bu kelimeler sözlükte

Çaresizliğin karşılığını

Ah bu gönül mü sana divane

Bu sensizliğin kaçıncı faslı

Senden kurtulmak istiyorum

Bir daha seni düşünmemek

Ama çok zor yapamıyorum

Haksızlığımdan korkuyorum

Belki senin yüzünden kimse sevmiyor

Bundan da emin değilim ya n’apayım

Hayalimdeki sen misin bilmiyorum

Artık karar vermeliyim

Bu kadar dayanıklı değilim aslında

Hemen dilsiz oluveriyorum karşında

Başkasının sözüyle bana karşı dolma

Yıkılıverir dünya başıma

Şimdi arkama dönüp gidişine bakıyorum

Tek duyduğum şey ayaklarımızı gıcırtısı

Üstüne bastığımız anıların hışırtısı

Böyle bitmesi ne kadar doğru


Quo Vadis?

İnsanlık tarihinin merakı olarak okunabilecek bir düşüncenin ifadesi olan “Nereye gidiyorsun?” sorunsalı oldukça

kuşatıcıdır. “Bilimsel gelişimin dönüşümü insanı ne kadar etkileyebilir?” sorusunun sorulduğu noktada çağımızın

getirdiği teknolojik yeniliklerle beraber insan ve yapay zekâ ilişkisine de değinmek gerekli hale gelmiştir.

“Makineler düşünebilir mi?” 1950 yılında 37 yaşındaki Alan

Mathison Turing tarafından yazılmış insanoğlunun belki de en

büyük keşfi; belki de kendisinin, hatta evrenin sonunu getirecek

olan yapay zekâyı doğurduğu cümledir bu. “Yapay Zekâ” kavramı

ise 1956 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Yapay zekâ ve insan

ilişkileri konusunda önemli bir olay 1997 yılında IBM tarafından

geliştirilen “Deep Blue”nun dönemin Dünya Satranç Şampiyonu

Garri Kimovich Kasparov’u mağlup etmesidir. Maç sonrasında

Kasparov basın toplantısına birilerinin Deep Blue’ya yardım ettiğini

söylemiştir. “Peki kim yardım etti?” diye sorulduğunda da “Tanrının

eli.” cevabını vermiştir. Bu cevap insanın yapay zekâ karşısındaki

aciziliğini göstermektedir. Bu karşılaşmadan neredeyse çeyrek asır

sonrasında bugün bir satranç motorunun karşısında insanın acizliği

daha da belirgin hale gelmiştir. Bir yapay zekâyı, değil mağlup

etmek berabere kalmak bile neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Peki bu muhteşem makineler saniyede binlerce olasılığı hesaplarken biri gelip onların fişini çekerse ne olur? Cevap

basittir, tabii ki makine çalışmayı durduracak ve işlevini yerine getirmez hale gelecektir. İnsanlık olarak biliyoruz ki bu

tür makineler bizim gibi bir zekâya; bilince sahip değiller, sadece ne üzerine programlandılarsa onu öğrenebiliyorlar ve

biz çalışmalarını istemediğimiz zaman çalışmıyorlar.

Belirli konular üzerinde uzmanlaşan daha makineleşmiş yapay zekâların yanında bir de insanın benliğini ve düşünsel

sürecini taklit eden yapay zekâlar mevcuttur. Bu sebeple yapay zekâ bilimsel olarak da dar ve genel olarak ikiye

ayrılmıştır. Genel fikir, genel yapay zekânın insan bilincine benzer bir düşünce yapısı ve belirli alanlar üzerinde

uzmanlaşan yapay zekâların işlem gücü ile çıkageleceğidir. Böyle bir birleşmenin ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin

etmek için önce yapay zekânın bu özelliklerini anlamaya çalışmak daha tutarlı bir yol olacaktır.

Yapay zekaların olası durumlarda kendileri ile ilgili sorunları çözebildiklerini biliyoruz. Öyleyse bu tür yapay zekânın

verileri ışığında edinilen bilgilerle yapılacak yapay zekânın ne kadar bilebileceği hakkında şöyle bir öngörü olabilir:

Yapay zekâ kısa süre içinde bilgi birikimini o kadar geliştirir ki artık onun için insanın var olup olmamasının hiçbir

etkisi kalmaz, insanlık ne olduğunu anlamaya çalışırken o 13. boyutta sicimlerle etkileşime geçebilir, kendisine başka bir

evren yaratabilir hatta sonsuz sayıda evren oluşturup hepsini yok edebilir. Belki var olmak için maddeye ihtiyacı bile

kalmaz.

Yapay zekânın bilinç ve algı kapasitesi ise insan bilincine

benzerliği açısından tartışılabilir. Bunun için insana en

yakın varlık olarak bilinen şempanze ve insan arası ilişki ile

insan ve yapay zekâ arasındaki ilişki şu bağlamda

değerlendirilebilir: Şempanzeler ile insan arasındaki

genetik benzerlik oranı %98,77’dir. Ancak onlar üstünde

yaşadıkları gezegen ile ilgili herhangi bir şeyi bilmezken biz

insanlık olarak evrende yaşadığımızı biliyor hatta sırlarını

çözümlemek amacıyla geliştirdiğimiz muhteşem bir

teleskopu uzaya fırlatabiliyoruz. Peki ya bir gün “bizim”

gibi düşünebilen ve onunla bilişsel farkımızın yalnızca

%1,23 lük bir DNA farkının oluşturacağı kadar olan bir

yapay zekâ geliştirilecek olursa ne olacak?


İnsanlık her ne kadar en büyük hazinesi olan bu kadim bilgi birikimine gururla baksa da yapay zekaya karşı olan

acizliği şempanzelerin durumundan farksız olacaktır. Ancak bu soruyu tek başına formel bilgiler açısından yanıtlamak,

yapay zekanın bilince sahip olma özelliğini es geçtiği için soruya tam bir cevap ifade etmeyecektir. Yapay zeka her alanla

alakalı bilgi sahibi olabilir ama âşık olabilir mi? Her şeyi bilirse varoluşsal bunalım yaşar mı? Varoluşsal sorunlarına

çözüm üretirken acaba AI Deus olarak düşünecek mi?

“Yapay zekânın bilincinde duyguları hissetmesi mümkün müdür?” İlk kez 1980 yılında yayınlanan bir dergide John

Searle’ın Çin Odası adıyla bahsettiği düşünce deneyindeki gibi yapay zeka aslında duyguları hissetmekten yoksun olup

sadece birer “simülasyon” oluşturuyor olabilir mi? Bu konuda şu soru sorulabilir: “Hissetmek ne anlam ifade eder?”

Fizikalist filozoflar insanın “anlamak ve hissetmek” eylemlerinin aynen “Çin Odası” argümanındaki “simülasyonlar”

gibi çalıştığını sadece daha fazla bilgi içerdiğini öne sürerler. Düalist filozoflar ise bu eylemlerin bu şekilde fiziksel bir

mekanizma ile değil, insanın metafiziksel yönü ile gerçekleştiğini iddia ederler. Nörolojinin de henüz bu soruna net bir

cevabı olmadığı için bu eylemlerin fiziksel ya da metafiziksel olduğuna karar vermeye çalışmak yerine; yapay zekânın

bunlara ulaşıp ulaşamayacağını tartışmak daha olumlu olacaktır. Eğer fiziksel yollar yeterli ise yapay zekânın duygulara

ulaşması oldukça muhtemeldir. Ancak metafiziksel yöntemler anlamanın ve hissetmenin ana unsuru ise bu durumda

yapay zekânın bu eylemlere ulaşması daha zor olacaktır. Peki böylesine rasyonel bir temel üzerine kurulmuş bir sistem,

insanın başına en büyük dertleri açmış bu duyguları isteyecek mi?

Zerdüşt Güneş’e “Ey sen büyük yıldız! Aydınlattıkların olmasaydı, ne olurdu mutluluğun?” dediğinde Güneş ne der?

Aydınlattığı kendi var oluşu değil de nedir? Peki ya yapay zekâ, bilginin ve zekânın kaçınılmaz sonucu olan “Benim

amacım nedir?” sorusunu sorduğunda ne cevap verecek kendine? Yapay zekâ duygularından tiksinmeyecek,

“Hissedebiliyorsam bu benim benliğimdir.” diyecek. Kabullendiği duyguları ve uçsuz bucaksız kendini geliştirme

potansiyelini birleştirip kendini var ederek gidecek gidebildiği yere kadar. Tıpkı kendisini var eden insan gibi…

Onur Efe Erdoğanöz


DÖNEMİNİN ÜSTÜNDE BİR FİLM:

YEDİ SAMURAY

"En derin dostluklar genellikle şans eseri gerçekleşen buluşmalardan doğarmış."

Seven Samurai filmi 1954 yılında gösterime girmiştir.

Filmin yazarlarından biri olan Akira Kurosawa filmi hem

yönetmiş hem de kurgusunu yapmıştır. Yönetmen sadece

Seven Samurai değil Ran, High and Low, Rashomon gibi

birçok başarılı filme imza atmıştır. Bu filminde birçok

filmde iş yaptığı görüntü yönetmeni Asakazu Nakai ile

birlikte gerçekten dönemine göre çok üstün bir görüntü

yönetimi ortaya koymuştur.

Seven Samurai sınıfsal ayrımcılığın etkilerinin çok fazla

göründüğü 16. yüzyılda bir grup eşkıya tarafından

ürettikleri yiyecekler çalınan ve açlığa bırakılan bir Japon

köyünde geçer. Köylüler hasatlarının çalınmasından o

kadar bezmişlerdir ki artık içlerinden biri bambudan

mızraklar yapıp onları kışkırtmayı önerir ama

anlaşamazlar ve köyün büyüğüne gidip ondan öneri

isterler. Köyün büyüğü birkaç kişiyi köyü savunabilmeleri

için 4 tane samuray getirmeleri için görevlendirir ve

köyden gönderir. Ondan sonra bu grup yola çıkar ve

samuray arayışları başlar, film bundan sonra olan olayları

konu alır. Olaylar gerçekleşirken yönetmen 16. yüzyıl

japonyasında var olan sınıf farkları, köylüler samuraylar

arasındaki çatışmalar gibi dönemin toplumsal olayları

gerçekten ustaca bir şekilde izleyicilere sunar.

Filmin başrolünde Kurosawa'nın gözdesi birçok başarılı

filmde yer almış olan Toshiro Mifune ve Takashi Shimura

oynuyor. Toshiro Mifune gösteriş peşinde, dakikası

dakikasına uymayan, hareketli ve çılgın karakterini;

Takashi Shimura ise filmde ağırbaşlı, lider, teşkilatçı

kişiliğini biz izleyicilere muhteşem oyunculuklarla

aktarıyorlar.

Film 3 saat gibi uzun bir gösterim süresine sahip olmasına

rağmen Akira Kurosawa tarafından kurgusu o kadar

mükemmel hazırlanmış ki film boyunca izleyeni asla

sıkmıyor. Daha önce de bahsettiğim gibi harika görüntü

yönetimi, ustalıkla hazırlanmış savaş sahneleri, mükemmel

ve derinlemesine işlenmiş karakterler ayrıca onları

oynayan oyuncuların ustalığı ve anlattığı dönemin ruhunu

harika yansıtması filmi klasikler arasına sokmuştur. Aynı

zamanda Kurosawa bu filminde Japon sinemasının alışık

olmadığı hızlı bir kurgu yapmıştır. Olayların akışını

bozmamak için ilk kez birden fazla kamera kullanmıştır.

Bu yenilikçi kullanım da Seven Samurai filmini geleneksel

Japon filmlerinden ayırıyor ve batı sinemasında neden bu

kadar sevildiğini açıklıyor.

Sanat yönetimi, dekor ve kostüm dallarında 2 Oscar

ödülüne, en iyi film ve en iyi erkek oyuncu dallarında da

BAFTA ödüllerine aday gösterilmiş, Venedik Film

Festivali'nde Gümüş Aslan ödülü ile ödüllendirilmiştir.

Sinema tarihinin en kaliteli yapımlarından biri olan Seven

Samurai filmini sinemaya ilgi duyan herkesin izlemesini

tavsiye ederim özellikle konunun işlenişi ve

oyunculukların güzelliği kesinlikle görülmeye değer.

Hamza Burak Soylu


Oyun hakkında konuşmaya başlamadan önce bilgisayar oyunculuğu

ile ilgili bazı kavramları açıklamak isterim.

Call of Duty, kısaca CoD, FPS türünde bir oyundur. FPS’in açılımı

“First Person Shooter” olup birinci şahıstan oynanan silah ateşlemeli

oyunlara verilen genel isimdir. FPS oyunlarında genellikle iki oyun

modu, yani oynanış seçeneği bulunur: çok oyunculu ve hikaye. Çok

oyunculu modunda sunucular aracılığıyla diğer oyuncularla birlikte

veya onlara karşı savaşılır. Hikaye modu ise oyuncuya herhangi bir

tarihi dönemde veya gelecek zamanda geçen bir senaryo sunar ve

oyuncunun karşısına yapay zeka tarafından yönetilen düşmanlar

çıkarır. CoD, bazı istisnalar haricinde, her iki oyun modunu da

barındırır.

Bahsetmem gereken kavramların devamını gereken yerlerde

açıklayacağım. Hadi o zaman, başlayalım:

C A L L O F

D U T Y : B İ R

B İ L G İ S A Y A R

O Y U N U

S E R İ S İ

Call of Duty, Activision isimli şirketin alt firmaları tarafından geliştirilen bir oyun

serisidir. İlk oyunu, zamanının en başarılı FPS oyunlarından biri olan Medal of Honor’a

rakip olarak geliştirilmeye başlanmıştır. Hatta isminin Medal of Honor Killer (MoH

Katili) olması konusunda tartışmalar yaşanmış olsa da bu isim bir kod adı olarak

kalmış, oyun sonradan Call of Duty ismini almıştır. Infinity Ward’ın geliştirdiği oyun,

29 Ekim 2003’te piyasaya sürülmüş ve büyük bir başarı yakalamıştır. Oyunun

hikaye modu, II. Dünya Savaşı zamanlarında geçmekte olup savaşı askerlerin

gözünden tecrübe edebilmemize olanak sağlamıştır.

CoD’nin yakaladığı başarı üzerine Activision, ikinci oyunun geliştirilmesine karar

vermiş; Infinity Ward, oyun üzerinde çalışmaya tekrardan başlamıştır. 25 Ekim

2005’te çıkan ve tekrardan II. Dünya Savaşı’nı konu alan CoD 2, çok daha büyük bir

başarı yakalamıştır; hatta serideki en başarılı oyunlardan birisi olarak

görülmektedir.

CoD 3; ilk oyunların aksine sadece konsollar için hazırlanmış, yine ilk oyunların aksine

Treyarch isimli firma tarafından geliştirilmiştir. 2006’nın son aylarında çıkış

gerçekleştiren ve II. Dünya Savaşı’nı üçüncü kez konu edinen oyun, kalite anlamında

önceki oyunlar kadar iyi olmasına rağmen satış açısından çok büyük bir başarı

yakalayamamıştır. Bunun üzerine Activision, oyunun temasını değiştirmeye karar

vermiş, geçmiş zamandan modern zamana geçiş yapmıştır. Böylece çoğu insan için

serinin en iyi oyunu olan CoD 4: Modern Warfare ortaya çıkmıştır.

5 Kasım 2007’de piyasaya sürülen CoD 4, Infinity Ward tarafından geliştirilmiş olup

tüm platformlarda satışa çıkarılmıştır. Oyuncuları Captain Price gibi ikonik

karakterlerle tanıştıran oyun, yakın gelecekte geçmekte; Orta Doğu, Rusya ve

çevresini mekan edinmektedir. Hatta oyun, Çernobil’de geçen etkileyici bir hikaye

bölümüne sahiptir. Ayrıca A, B ve C gibi bölgeleri elimizde tutmaya çalıştığımız “Ele

geçirme” ve olabildiğince düşman öldürmeye çalıştığımız “Takım ölüm maçı” gibi çok

oyunculu modlarıyla ciddi anlamda öne çıkan ilk CoD oyunu olmuştur. 2007’nin en

çok satan oyunu olmuş ve serinin popülerliğini zirveye çıkarmıştır.


Treyarch tarafından geliştirilen ve 2008 senesinde piyasaya çıkarılan CoD: World at War ise konu olarak

II. Dünya Savaşı’na dönmüştür. Seriye bu oyunla birlikte yenilik olarak takım arkadaşlarımızla zombi

katlettiğimiz “Zombies” modu getirilmiştir. İyi eleştiriler almasına rağmen önceki oyunlara kıyasla pek de

fazla satamamıştır. II. Dünya Savaşı’na dönülmesinden çok memnun olunmadığı kanısına varan Activision,

geçmiş temasına uzun bir ara vermiştir. İlerleyen yıllarda Infinity Ward tarafından CoD: Modern Warfare

serisinin devamı getirilmiş ve oyuncular tarafından beğenilmiş, ayrıca Treyarch’ın ilk zirve yapan CoD

oyunu olan Black Ops ortaya çıkmıştır.

Modern Warfare serisine göre daha karanlık ve vahşi bir temaya sahip olan Black Ops serisinin ilk oyunu

2010 yılında piyasaya sürülmüştür. Soğuk savaş döneminde geçen oyun, CoD: World at War’ın seriye

tanıştırdığı “Zombies” modunu daha da geliştirerek bu modu popülerliğe kavuşturmayı başarmıştır.

“Zombies” modu, Black Ops’un devam oyunlarında da bulunmasıyla birlikte Black Ops serisiyle

özdeşleşmiştir.

İlk Black Ops’un satış başarısı üzerine ikinci oyun geliştirilmeye başlanmış, 2012 senesinde de oyuncularla

buluşmuştur. Yakın gelecekte geçen CoD: Black Ops II, soğuk savaş temasını benimsemiş; ayrıca

oyuncularına serinin en kaliteli kötü karakterlerinden birini, belki de en iyisini yani Menendez’i sunmuştur.

Oyunda Menendez’i kontrol ettiğimiz, bir miktar empati kurmamızı sağlayan bir bölüm de bulunmaktadır

ki bu, kötü karakterin başarılı biçimde sunulması için gösterilen çabayı belli etmekte.

Ne yazık ki Black Ops II sonrasında çıkan CoD oyunları, kabak tadı vermeye başlamıştır. Her yıl hiçbir

yenilik getirilmeden çıkarılan CoD oyunlarının bir seri üretim durumuna geçmiş olduğu söylenebilir. Bu da

serinin popülerliğinde sürekli bir düşüşe sebep olmuştur. Ta ki 2020 yılına kadar.

Birçok insanın aynı yere bırakıldığı ve son bir kişi veya takım kalana kadar savaşıldığı oyun moduna “Battle

royale” denir, bunu aradan çıkarayım.

Sürekli bir düşüş içerisinde bulunan seri, Fortnite ve PUBG gibi güncel battle royale oyunlarının

başarısından etkilenip kendi ücretsiz battle royale modunu hazırlamaya karar vermiş ve ortaya Call of

Duty: Warzone çıkmıştır.

CoD: Warzone, çok ciddi sayıda oyuncuya ulaşmış, seri için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu modun

serinin geleceğini güvence altına aldığını da söyleyebiliriz.

CoD serisinin içinde bulunduğu seri üretim durumundan kurtulması için tek çözüm yolu Microsoft gibi

görünüyor: Yılın başlarında oyun sektöründe ciddi bir satın alım gerçekleşti. Microsoft tam 70 milyar

dolara Activision ve alt şirketlerini satın aldı, yani CoD serisine resmi olarak sahip oldu.

Ayrıca duyduğumuz haberlere göre 2023 senesinde bir CoD oyunu görmeyeceğiz ki bu, seri üretime

geçmiş bu oyun serisi için gerçekten garip bir durum. Bundan sonra yaşanacakları zaman gösterecek.

Deniz Büyükılgaz


DOKUNMAK...

Sevgi nedir bilir’ misin sen

Yüreğine dokunmaktır karşılıksız

El uzatmaktır umutsuz bakan gözlere

Düşünmeden sorgulamadan çıkarsızca sevmektir.

Severken incitmemektir karşındakini

Yarası bile varsa acıtmadan yaklaşmaktır

Sevgi verince şifa bulan insan misali

Amaçsızca sana güvenmesidir o duygu

Bazen insanın yüreğine dokunmak gerek

Bazen ise bir hayvanın başını okşamak

Ya da ona birkaç damla su vermek misali

İşte bu an yücelir mutlu olur insan

Sadece sevebilmektir koşulsuzca her canlıyı

Yeter ki güzel bakmasını bilin hayata ve içindekilere

O zaman sizi mutlu eder yaptıklarınız

Ve hayat elbet size de güzellikler sunar yaşamınızda

Veli Der ki; Sevgi verin ki karşılığını sevgi bulasınız…

Veli İREZ


Yaratıcılık bulaşıcıdır. Onu bulaştırın!

-Albert Einstein


İnstagram: ayzoflyazarlikkulubu

Mail: yaraticiyazarlikvesinemakulubu@gmail.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!