16.08.2022 Views

OYLUM, RUH

Herkese merhaba! Biz Eskiz Kulübü olarak KTÜ Mimarlık Bölümünde faaliyet gösteren bir öğrenci kulübüyüz. İlk olarak 1965 dönemi öğrencilerimizin bir duvar gazetesi olarak çıkardıkları Oylum'u 2016 yılında dergi olarak yeniden canlandırmayı hedefledik. Bu hedefle çıkardığımız dergimizin beşinci sayısı ile karşınızdayız. Herkese keyifli okumalar...

Herkese merhaba! Biz Eskiz Kulübü olarak KTÜ Mimarlık Bölümünde faaliyet gösteren bir öğrenci kulübüyüz. İlk olarak 1965 dönemi öğrencilerimizin bir duvar gazetesi olarak çıkardıkları Oylum'u 2016 yılında dergi olarak yeniden canlandırmayı hedefledik. Bu hedefle çıkardığımız dergimizin beşinci sayısı ile karşınızdayız. Herkese keyifli okumalar...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.




oylum

sahibi

eskiz kulübü

editör

redaksiyon

yayına hazırlama

grafik ve tasarım

genel koordinatör

ipek kurt

ipek kurt

ipek kurt

ibrahim emre karadelioğlu

ibrahim emre karadelioğlu

ruh

instagram/eskizkulubuktu

eskizkulubu@gmail.com

Oylum’da yayınlanan yazılardan alıntı yapmak, kaynak

belirtmek şartıyla serbesttir. Yazılardaki düşünceler

yazarlarına ait olduğundan Oylum dergisini bağlamaz.


oylum

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. T cetvelleri ahşap,

KTÜ yolları çamur iken.

‘’Hak verilmez. alınır!’’

Bu sözlerle bir araya gelen öğrenciler aslında kendilerine

ait olan mekanı hak sahipleri olarak ele geçirdiler ve adını o an

koydular.

OYLUM

Zamanla Oylum’da dile gelen düşünceler okul duvarlarında

kendisine yer buldu ve bu düşünceler kuruluş aşamasında

olan bir okulun şekillenmesinde önemli bir rol oynadı.

Gel zaman git zaman Oylum ve ifade ettiği düşünceler

unutuldu ve öğrenciler okulda pasif duruma düştüler.

Aradan geçen 51 yılın ardından dönem öğrencileri olarak

bizler Oylum’u ve ifade ettiği düşünceleri hatırlayabilmek adına

yeniden yorumladık. Bu sayıya kadar olan süreçte Oylum

da bizimle birlikte başkalaştı. Bu dergiyi sizlerle buluşturmaktaki

amacımız hem eğlenip öğrenmenizi sağlamak hem de

önemli bir şeyin farkına varmanızı istememizdi. Aldığımız eğitimin

asıl amacı proje çözen birer mimar olmamızdan ziyade

entelektüel bir birey olarak yetişmemiz.

Umudumuz bu dergiyi okurken sizlerin de en az bizim

kadar keyif almanızdır.

Keyifli okumalar... :)

ipek kurt

tuğçe bayraktar

burak kaya

emre karadelioğlu

ebranur yılmaz

furkan namal

halenur yenidünya

kübra koç


içindekiler

şehrin ruhu

hatıralarımdaki kampüs

burak kaya

şiirden imgeye

mendilimde kan sesleri

ipek kurt

8

10

12

14

16 20

40

42

44

46

|||

karikatür

kübra

yolda var olmak

ebranur yılmaz

eskiz kulübü

akıllı binalarda yaşayarak

geleceği yakala

şeyma altın

|

sinema

uçurtmayı vurmasınlar

ipek kurt

kitaptan imgeye

körlük

halenur yenidünya


yeşim ustaoğlu

röpotaj

||

alternatif mimarlık

bellekteki kampüs

halenur yenidünya

bellekteki kampüs

emre karadelioğlu

peyzaj mimarlığında tin’i yakalamak

dr.öğr.üyesi tuğba düzenli

22 28 30 32 34 36


şehrin ruhu | hatıralarımdaki kampüs

burak kaya

Pandemi sürecinde değişen şeylerden biri de şehirler galiba.

‘Bir şehir ne kadar değişebilir?’ diye sordum kendime

ve şu sonuca vardım; bir şehri var eden şey o şehirdeki

deneyimleriz ve duygularımız. Ve sanırım bu ikisini

değiştirmek yeni deneyimler yaşamamıza ve yeni duygular

hissetmemize bağlı. Bu da bir şehri değiştirmekten

çok, o şehrin restore edilmesi anlamına geliyor.

Eskinin yanına yenilerinin eklenmesi bir şehri ne kadar

değiştirebilir?

Pandemi başlayalı 1 yıl 3 ay oldu ve tekrar Trabzon’dayım.

Uçaktan indiğim ilk anda sanki babamın beni yurda

yerleştirdiği günkü heyecanı yaşıyorum. İlk yaptığım denizi

görebileceğim bir yere gidip sigara içmek oldu. Okul hayatım

boyunca “bir buçuk senelik sürede” canım ne zaman sıkılırsa

bu eylemi gerçekleştirmekten çok keyif alıyordum ve

tekrardan bu keyfi yaşamanın mutluluğunu hissettim.

Eşyalarımı eve bıraktıktan sonra rotamı hemen kampüse

yönelttim. Okula girer girmez D kapısındaki değişimi

gördüğümde üzülmekten kendimi alıkoyamadım. O demir

geçiş yerleri, o bozuk yolların yerine yapılan beton bir yol ile

her ne kadar daha derli toplu gözükse de eski halinin bendeki

karşılığı daha anlamlıydı. Değişimin daha güzel olması

anılarımdaki görüntünün orada var olmaması ve değişiyor olması,

gelecekte yapmayı planladığım mesleği sorgulamama

neden oldu fakat kısa bir süre sonra mimarlığın bir bakıma

insanların anılarını yıkmanım ötesinde, yeni anılar için imkanlar

yaratabileceğini düşünüp bu fikirleri aklımdan saldım.

8 oylum | ruh


Yol boyunca geçtiğim her yerde hüzün ve huzurun

birbirine karıştığı anlarda, zihnimin en derin

yerlerindeki anılarım gün yüzüne çıktı ve

yüzümde bir gülümse oluştu. Geçmişi tekrar hatırlamak

her zaman iyi olmasa da şu an için beni gülümsetmeye

yetiyordu. İlk durağım tabii ki de mimarlık bölümü oldu.

Saatin çok erken olmasından dolayı sanki derse yetişmeye

çalışıyor hissiyle hızlı hızlı yürümeye başladım. Mimarlık

bölümüne geldiğimde her şeyin aynı olması, hatıralarımdaki

gibi değişmemiş olması, anılarımın canlanmasına yardım ediyordu.

Girişteki Mimar Sinan heykeli, bölümün ortasında bir

insanın omurgası gibi duran kırmızı duvar, panolardaki temel

tasarım ödevleri ve anılarım… Hepsi aslında Mimarlık bölümünü

bende var eden temel ögelerdi. Fakat bu kadar sessiz olması,

etrafta koşuşturan veya konuşan insanların olmaması

mimarlık bölümünün ruhunun hiç de var olmadığını gösteriyordu.

Mimarlık bölümünden ayrılırken bölümün girişinde arkadaşlarımı

görmeyi hayal ettim. Fakat göremeyeceğimi bildiğim

için rotamı direkt ‘Şenlik Alanı’na çevirdim. Biraz şenlik

alanında oturduktan sonra anılarımı takip etmeye başladım.

Erkek öğrenci yurdu, spor tesisi, koru kafe… D kapısı ile A kapısı arasında geçen bir buçuk senelik bir yaşamın izlerini

takip etmek, zaman yolculuğu yapmışım izlemi verdi bana. A kapısına yaklaştığımda önündeki yol çalışmasını

gördüm. Okul hayatım boyunca arkadaşlarımla sürekli düşündüğümüz kampüs ile Forum alışveriş merkezini

fikrinin gerçekleşiyor olması beni her ne kadar mutlu etse de o

eski dar forum yolunu ya da o yoldaki deneyimlerimi tekrar yaşayamayacak

olmanın üzüntüsüyle eve dönüş yolunu tuttum.

Aldığım bir seçmeli derste bilişsel harita yapmamız istenmişti.

Zihnimde hâlâ canlı olan yerleri çizdiğimi hatırlıyorum.

Şu an kampüste gezerken bilişsel haritamda yer alan yerleri

gezdiğimi fark ettim ve bir kentin, bir yerin veya mekânın hâlâ

zihninde canlı kalmasının, orada yaşadığın deneyimlerle ve

biriktirdiğin anılarla doğru orantılı olduğunun farkına vardım.

Her ne kadar zihnimdeki görüntüyle karşılaştığım görüntü

farklı olsa da orayı hâlâ öyle hatırlayacağımı ve bu hatıralarımın

ancak yeni deneyimlerle değişebileceğini düşünüyorum.

Ve her yeni deneyim, o mekânı farklı bir gözle görmeme

neden olacak. Bu da, bir şehri değiştirmenin tek yolunun o

şehrin ruhunu farklı bir gözle görmek olduğunun göstergesi.

Galiba asıl sorulması gereken şey de bu, bir şehrin ruhunu

kaç farklı gözle görebiliriz?

oylum | ruh

9


şiirden imgeye | Mendilimde Kan Sesleri

ipek kurt

...

Bilmezlikten gelme Ahmet abi

Umudu dürt

Umutsuzluğu yatıştır

Diyeceğim şu ki

Yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman

trenler

Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi

Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse

Çocuklar, kadınlar, erkekler

Trenler tıklım tıklım

Trenler cepheye giden trenler gibi

İşçiler

Almanya yolcusu işçiler

Kadınlar

Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi

Ellerinde bavullar, fileler

Kolonyalar, su şişeleri, paketler

Onlar ki, hepsi

Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler

Ah güzel ahmet abim benim

Gördün mü bak

Dağıtılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket

Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk

O kadar kısa

İşte o kadar.

Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar?

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?

Mendilimde kan sesleri.

Edip Cansever

10 oylum | ruh


oylum | ruh

11


akıllı binalarda yaşayarak

geleceği yakala

şeyma altın

İnsanlığın gelişmesi, zaman ilerledikçe geçmişe

göre daha hızlı gerçekleşmektedir.Fütürist Ray

Kurwezeil bunu insan tarihinin İvme Kanunu olarak

adlandırmaktadır.Yani 1959 ve 1989 arasındaki

gelişmişlik 1989 ve 2019 arasındaki

gelişmişlikten daha zayıftır.

Tarihin akışını değiştiren üç devrim ele alındığında,

yetmiş bin yıl önce başlayan Bilişsel Devrim, on iki

bin yıl önce buna katılan Tarım Devrimi ve yalnızca

beş bin yıl önce başlayan Bilimsel Devrim ile

yetmiş bin yıl önce Homosapiens’e ait

organizmaların varlığı ilişkilendirildiğinde sürecin

gelişmişlikten nasıl etkilendiği görülmektedir.

20.yy’ a kadar gelen süreç, bir makinenin bir

insandan daha akıllı olabileceği iddiası içeren Alan

Turing‘in Turing Testi ile farklı bir yola girmiştir.

Turing’in bu konuda yazdığı makale, yapay zeka

araştırmalarına test ile beraber ışık tutmuştur. Bu

gelişmelere ek araştırmalarla birlikte, insan zekası

gibi yapay zeka da farklı kategorilere ayrılmıştır.

Kategorilerden biri yapay dar zeka olup yalnızca

tek alanda, ikincisi yapay genel zeka olup farklı

konularda ve insan seviyesinde, üçüncüsü yapay

süper zeka olup her alanda ve insandan daha

üstün olarak uzmanlık gösteren türler olarak

sınıflandırılmıştır.

12 oylum | ruh


yaratımından günümüzde üretim ve tüketimin her

alanında karşımıza çıkan yapay dar zeka, sanat gibi insan

duygularını harekete geçiren bir çok alanda da

yaygınlaşmaya başlamıştır.Sony’nin 2016 yılında

büyük bir veri tabanıyla çalışan yapay zeka sisteminin

ürettiği pop müziği yayınladığı gibi…

Roman yazmaktan resim yapmaya kadar uzanan bu

teknoloji-sanat ilişkisindeki gelişim, mimarlık pratiğini

de doğrudan etkilemiştir.Hazırda kullanılan hesap makinesi

dahi yapay zeka içerirken geldiğimiz noktada BIM

yazılımlarının tasarıma katkısı yadsınamaz.

Tasarım aşamasından çıkılıp kullanım aşamasına

gelindiğinde yaygın olarak kullanılan akıllı bina sistemleri

karşımıza çıkmaktadır. Akıllı ev, içerisinde yaşayanların

düşük maliyetli, verimli ve çevreye dost bir ortam var

etmek amacıyla, yapıdaki hizmetlerin, yöntemlerin ve

strüktürün optimizasyonunu ve entegrasyonu olarak

tanımlanmaktadır. Akıllı ev sistemlerinde göz önünde

bulundurulan temel öğe, uygulanan sistemin bilgisayarlar

ile doğruve uyumlu bir şekilde çalışabilmesidir.Bu

sistemler; güvenlik, aydınlatma,iklimlendirme,ısıtma,

soğutma,ses-görüntü,CCTV,perde-panjur

sistemleri olarak çeşitlendirilebilir.

Kullanıcı için efor gerektiren işler azaltılarak, yaşamlarına

odaklanmalarını sağlayan daha kişiselleştirilmiş, duyarlı bir

ortam yaratılmaktadır.Bu esktra konfor ortamı bazı kullanıcıların

dijital sistemlere güvensizliğinden ya da analog kullanım

sahhipleniliciliğinden o kadar da konforlu bulunmamaktadır.

İnsanlar, asgari yaşam faaliyetlerini sürdürdüğü ilk

zamandan bu yana güvenlik konusunda titiz

davranmıştır. Evrimsel süreçte, güvenlik ve korumacılık

adına bir arada yaşama durumundan, özel güvenlikli

sitelerde yaşamaya kadar uzanan bu tutucu davranış

insanı ve hareketlerini sınırlandırmaktadır. Akıllı

bina sistemlerinde de kimi kullanıcıya göre kontrolü

bırakmak güvenilir olmayan, aynı zamanda kişisellikten

uzak, ve fazla yapay olabilir. İnsanı insan yapan

detayın bir makineden farklı olarak sezgiler olduğu

düşünülürse, kullanıcının kendi adına kararlar veren bir

sisteme yakınlığını sorgulaması bu aşamada doğaldır.

Çünkü bir çok konuda, kişiden bağımsız gelişen

ve değişen durumlar, kullanıcının bu durumlara karşı

bağlılığını sorgulamasına yol açmaktadır. Bu sonuca

bağlı olarak aynı durumu akıllı bina sistemlerinde

görmek de mümkün olacaktır.

Tüm bunlardan farklı olarak yaşam standartlarının

yükselmesi, modern insanın zamanının çok değerli

olması gibi sebeplerle de bu konforlu sistemlerin tercih

edilmesi olağan ve doğaldır. Çünkü hareket etmek

için spor salonuna yazılan bireylerin evdeki hareketten

yoksun kalmaları, konfor koşullarıın ekstra düzeyde artmasına

tercih edilecek kadar önemli bi durum olarak

görülmemektedir. Burada küresel dünyanın hazırda

bulunan imkanı kısıtlayıp, bu kısıtlanan imkana yeni

alternatifler sunması modern çağın üzerine düşünülmesi

gereken paradokslarından biridir.

oylum | ruh

13


14 oylum | ruh


oylum | ruh

15


sinema | uçurtmayı vurmasınlar

ipek kurt

Bir kitap, size kelimelerle bir dünyayı anlatır, herkesin

zihninde başka bir şey canlanır. Belki bildiğiniz belki

bilip de görmek istemediğiniz bir dünyayı. Sinema ise

bu kelimeleri zaman ve mekanla harmanlayıp görsel bir

şekilde sunar size; bir anın, bir hikâyenin bir duygunun

belki de bir kişinin peşinde sürükler. Birkaç saat boyunca

başka bir hayatı yaşarsınız. Başka bir duyguyu, başka

bir mekânı, başka bir zamanı deneyimlersiniz. Belki

güzellikleri belki hayal kırıklıklarını, size ne veriyorsa ya

da siz ne almak istiyorsanız onu...

Sinema, tüm bunları yaparken mekân kavramını işler

içine. Bir ranza, ranzanın kenarında bir dantel, bir yastık,

bir pencere, pencereden giren ışık, figürün duvara

yaslanan gölgesi, beton bir zemin, zeminden yükselen

soğuk, o soğukluğunu yumuşatan bir halı, kısacası

oradaki yaşanmışlıkların tümü. Mekân, kişilerin, olayların

ve duyguların harmanlanıp kendini göstereceği ve bunu

yaparken kendinden izler de katacağı bir ortam hazırlar

size. Bir kitaptaki kelimeler, üç boyuta geçip duyularınıza

hitap ederek bir filmi oluşturur. Bir film ise mekânın

ruhunu kendine eklemleyerek hatta bununla oluşarak,

görselleşmiş kelimelerin ve duyguların gerçekliğini ve

aktarımını sağlar.

Kitaptan uyarlanan birçok film vardır ama bunlardan

biri var ki küçük Barış ve İnci’nin minik bir sevda

öyküsünü anlatır. Barış; annesi, siyasi suçlu İnci ve diğer

koğuş sakinleri ile hapishanede yaşamaktadır. Bulutlar

ve kuşlar dışında hiçbir şeyin -hatta simitçinin gevrek

sesinin bile- giremediği bu duvarlar dünyasını tanımlar

küçük Barış’ın. Küçük bir çocuğa her şey yabancıdır,

her şeyi sorar, sorgular anlamaya çalışır ama Barış

için sorulması gereken bu sorular çok daha fazladır.

Göremediği, duyamadığı, dokunamadığı şeyleri İnci’nin

anlattığı kadarıyla canlandırır zihninde.

Barış’ın ve İnci’nin kocaman hayatından küçücük bir

kesiti böylesine derinden hissettirerek anlatan bu filmin

sahnelerini; bende bıraktığı izlerle, olaylarla ve kişilerle

harmanlanmış olan mekanların bana hissettirdikleriyle

inceledim.

16 oylum | ruh


parmaklıklar

Sahnelerin çoğunda merdiven korkuluğunun

arkasından bir çekim açısı görürüz. Korkuluğun

demirleri, bize parmaklık hissi verir ve ‘ardındakileri’

gösterir. Bu parmaklık, bir mekâna hapsolmayı anlatır.

Önündeki ve ardındakileri birbirinden ayıran bir sınır

çizgisidir. Gardiyanın bulunduğu sahnede, merdivenin

sahanlığındaki korkuluğun ardından aşağı doğru bir

bakış vardır. Bu sahnede yükseklik farkından dolayı

aşağıdaki mahkûmlar küçücük görünür. Bu küçüklük

algısı ve yükseklik farkı, bize hiyerarşiyi gösterir. Avlunun

girişinin bir üst kattan olması “içeri düşmek” söyleminin

bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Mekâna giren

kişi merdivenle beraber aşağı çekilerek yüksek duvarlı

avlunun içerisine ulaşır ve tutsaklık hissi daha da ön

plana çıkmaya başlar. İçeriden çıkarken ise yükselerek

mekânı terk eder ve özgürlüğe kavuşur.

oylum | ruh

17


inci’nin gidişi

Barış’ı, İnci’nin peşinden koşarken gördüğümüz mekandaki açık kapılar, kapı sınırından giren ve zeminde devam

eden ışık, aydınlık bir mekân yaratır. Bu sahnede karanlığın içindeki ışık, Barış’ın bulunduğu bu kafesteki umudu; açık

kapılar ise kafesin içinde İnci’nin ona hissettirdiği özgürlüğü temsil eder. İncinin çıkıp gitmesiyle, kapılar kapanır ve

mekân karanlıklaşır. Geriye Barış ve küçük bir boşluktan giren ışığın oluşturduğu, duvara yaslanan gölgesi kalır. Bu

ışık, İnci’nin Barış’a öğrettiği düşünceler. Bu düşüncelerin Barış’ta bıraktığı iz ise gölgesidir. Bu gölge vurgusuyla, Barış

artık kendi kendini büyütmek zorundadır.

18 oylum | ruh


boş yatak

Barış, önceden o çok sevdiği, duvarların arkasındaki güzel gökyüzünü, ‘dışarıyı’ kendisine gösteren İnci’nin gidişiyle

birlikte boşalan ve anlamsızlaşan yatağına bakar. Bu İnci’nin yatağıdır, Barış’ın güvenli bölgesi, renkli kitaplara baktığı

yerdir. Eskiden duygularla ve insanlarla ruh bulan bir mekânın tüm bunlardan sıyrıldığında geriye kalan iskeletini

ve anlamsızlaşmasını görürüz bu sahnede. Bir mekânın ‘boş’ olması, içindeki eşyaların değil insanların gitmesiyle

gerçekleşir. Barış, burada dikilmiş dururken, mekânın ona hissettirdiği yaşanmışlıklarla kucaklaşan boşluğa bakar.

kaleden hapishaneye – hapishaneden kaleye bakış

İnci gidince, Barış, hapishanenin parmaklıklarının ardından Kale’ye, İnci ise Kale’den hapishaneye, Barış’a bakar.

Eskiden içinde bulunduğu hapishaneyi de içine alan, sınırsız bir görüş alanı vardır önünde İnci’nin. Barış ise pencerenin

ona izin verdiği kadarıyla görür şehri. Birbirini arayan iki göz; Barış, şehrin siluetinde bir yerlerde belki de Kale’de

olan İnci’nin varlığını bilerek izler şehri, İnci ise Barış’ın içinde olduğunu bildiği hapishaneye bakar. Bir mekânın iki

farklı perspektiften görünüşüdür bu. İnci’nin, eskiden içinde olduğu ve simitçinin gevrek sesinin bile giremediği bu

kocaman duvarlar, uzaktan küçücük görünür. İçinde hala gülen, kavga eden, mektup bekleyen, gün sayan insanların

varlığını bilerek izler İnci, şehrin kalabalığı içinde oturmuş bekleyen bu küçücük hapishaneyi.

“Sen artık uçurtma görebiliyor musun İnci? Bizim göğümüzün bir tek gündüzü var, senin göğünde akşam oluyor

mu?”

oylum | ruh

19


kitaptan imgeye | Körlük

‘ ve göz, belki de insan bedeninde

ruh barındıran tek kısımdır. ’

José Saramago

20 oylum | ruh


halenur yenidünya

oylum | ruh

21


yeşim ustaoğlu

röportaj

‘Bir anı ancak bütünüyle var olduğumuz zaman

kavrayabiliriz, sesiyle, dokusuyla, rengiyle… Ona

temasınız, ancak görmek, bakmak, duymak,

koklamak gibi bütün algılarınızın tam olduğu

anda gerçekleşir, o zaman anı yaşayabilirsiniz.’

22 oylum | ruh


Mimarlık eğitimine nasıl karar verdiniz?

Hepsi biraz tesadüf gibi, liseyi bitirirken iki tane seçenek

vardı hayatımda, biri tıp diğeri de mimarlıktı,

mimarlığı kazandım. Sonra bir seçenek daha girdi,

sinema. Hep böyle seçenekler oluyor insanın hayatında.

Trabzon Lisesi’ndeyken belki de sinemanın

eğitimle öğrenilecek bir şey olduğuna dair bir

bilgim olmadığı için tasarım ve sanatla daha ilişkili

gördüğüm mimari, bana en uygun seçenek gibi görünmüş

olabilir. Tarih, kültür, sanat, resim, şiir, yazı,

müzik çocukluğumdan beri hep ilgimi çekmişti.

Oldukça sessiz, içe kapalı bir çocuktum, dolayısıyla

mimari bana çok uygun gelmiş olabilir. Tıp okumak

da istiyordum o zamanlar, psikiyatri hala çok

ilgimi çekiyor ama iyi ki kazanmamışım diyorum.

İlginizi çekmesinin nedeni toplum baskısından

mıydı yoksa gerçekten kişisel miydi?

Babam Numune Hastanesi’nde doktordu ama tıp

deyince, doktorluk deyince, psikiyatri daha çok ilgimi

çekiyordu, doğal olarak babama özeniyordum

ben de o zamanlar, iyi ki de kazanmamışım.

Trabzon’da büyüdünüz üniversiteyi de Trabzon’da

okudunuz peki Trabzon’da okumanız

sinemaya karşı tavrınızda bir etkisi

var mı, varsa üslubunuzu nasıl etkiledi?

Mutlaka var bence, çocukluluğunuzu nasıl geçirdiğiniz

çok önemli. Geldiğimden beri de tekrar tekrar

dolaşıyorum şimdi. Şehir değişmiş, hızla da değişiyor.

Bence Türkiye çok hızla değişiyor. Trabzon da

bu değişimden iyi ya da kötü nasibini alıyor. Burada

okuyorken bir dersimiz vardı, ‘tasarlanmış çevre

sorunları’ adında. O dersi şimdi alıyor olsaydım

neye bakardım diye düşünüyorum. Çünkü geldiğimden

beri o sorunlara bakıp duruyorum. Üzerine

tez yazılabilecek şeyler, oransız değişimler var.

oylum | ruh

Ne gibi değişimler?

Kimliğini yitirmeye başlamış. Birçok yer böyle,

Türkiye’nin en büyük problemi bu sanırım. Hafızamızda,

hatıralarımızdaki ilişkimizin hızla koptuğunu,

eski şehrin hızla uzaklaştığını bir yanda da

büyüdüğünü ve doğayla olan ilişkisini kopardığını

düşünüyorum. Fakat doğa, hala güçlü bir şekilde

direniyor. Buna rağmen şehrin dokusu sanki

onunla sürekli çatışıyor, istinat duvarları, çok yüksek

binalar, ışıkla ilişkinin kopması, vadilere çok

yüksek konutların yapılmış olması, dere alanları…

Akçaabat’ta biraz dolaştık az önce. Orada hala

nefes aldığımı hissettiğimi, çok özlediğimi fark

ettim. Anılarımın yeniden canlandı. Bir değişikliğe

sürekli baktığımda hafızamın da harekete

geçmiş olması ve oradaki hatrı, kıymeti hissetmek,

oradaki anıların yeniden depreşmesi,

bunlar önemli şeyler. Hafıza önemli bir şey, hafızanın

akdedilmesi de önemli değişimlerin

içinde. Orada, bir çelişki yaşadığımı hissettim.

İlkokuldan üniversite sonuna kadar, üzerimde etkisinin

çok güçlü olduğunu hissettiğim bir çocukluk

dönemim oldu burada. Üniversitenin sonlarına

doğru ‘Gitmem gerekir artık, burası benim gelişimim

için yeterli. Başka bir yerde, İstanbul’da devam

etmesi gerekiyor hayatımın’ dediğim ve gitmekle

kalmak arasındaki o çelişkiyi yaşadığım zamanlar

oldu. Çünkü bu şehirle aramızdaki bağ da çok kuvvetliydi.

Örneğin, bahsettiğim ‘gitmek ve kalmak’

çelişkisi, filmlerimin ana konusu olmuştur. Kültürel

farklılıklar, ilişkiler, az önce bahsettiğimiz konular.

Burası bir çocuk için çok gizemli bir şehirdi aslında.

Doğanın, denizin ve yeşilin, dağların bu kadar güçlü

olması, tarihi dokunun bu kadar köklü bir miras

bırakmış olması bir çocuk için çok etkileyiciydi.

Biz dijital çocuklar da değildik daha az korunaklı

daha serbest çocuklardık. Her zaman dışarıda,

sokakta oynardık. Servis çocukları da değildik.

Ben, tüm eğitimim boyunca okullarım da dahil her

23


yere yürüyerek giderdim. Yani dış hayat bizim için

çok güçlüydü, o hayat çok şey öğretiyor insana.

Okulumuzun kurucu hocalarından Erdem Aksoy

ve Özgönül Aksoy hocalarımız?

Çok yakınlarımdı ve ölümlerine tanık oldum. Hala çocukları

benim en yakın arkadaşlarımdır, görüşürüm.

Mimarlık eğitiminin zor olduğunu ve diğer disiplinlerle

ilgilenmemiz gerektiğini bütün hocalarımızdan

ve çevremizden duyuyoruz fakat bu, eğitimle

beraber zorlaşıyor kimi zaman. Siz buna iyi bir örneksiniz.

Bir süre yurtdışında eğitim görmüşsünüz

sanırım, bundan biraz bahsedebilir misiniz?

1979 yılıydı sanırım, biz üniversitelerarası bir mimari

proje yarışmasına katıldık Marmara belediyeler

birliğiydi yanılmıyorsam. Türkiye’deki bütün üniversiteler

katılmıştı. Projede, ben ve bizden büyük sınıf

arkadaşlarımızla, üç dört kişiydik. Deniz Beyazgül,

Erol Şahin, ben katılmıştık ve birinci olduk. Öğleden

sonra proje çiziyorken, Trabzon Radyosunda,

TRT’de isimlerimiz geçiyordu, ne oluyor diye bir düşündük.

Çok şaşırmıştık. Daha sonra -uygulandı mı

hatırlamıyorum ama- uygulama projesi çizmeye

çizmeye İstanbul’a çağırdılar bizi, gittik. Sonra

Özdemir Aksoy bana önerdi, dilim de vardı diğer

arkadaşlarıma göre, ‘Senin gitmen lazım. Sanata,

tasarıma olan ilgin çok güçlü, mutlaka yeni şeyler

görmelisin’ dedi ve Salzburg’daki Mozarteum

Akademisi’ne -yaz akademisi gibi bir okul- burslu

olarak gönderildim. 1979 yılında Trabzon’dan otobüse

bindim, İstanbul’da indim. Başka bir otobüse

bindim ve kendimi Salzburg’da buldum. Küçücük

bir çocuktum o zaman, 18 yaşında var mıydım

hatırlamıyorum. Çok güzel bir yıldı, inanılmaz bir

tecrübeydi benim için. 1979’u gözünüzün önüne

getirin ve tek başıma çıktığım bu macera, sahne

sanatlarını, müziği tekrar keşfetmeme yardımcı olmuş;

zihnimin özgürleşmesinde beni çok tetiklemiş,

etkilemiş olabilir. Çok güzel bir süreçti, sonra

da aynı şekilde aynı yılda geri döndüm Trabzon’a.

Bir filmi gözlerimizle olduğu kadar kaslarımızla

ve derimizle de izlediğimiz için sinema

mekânı, her mekânda olduğu gibi dokunsal

deneyimler yaşatıyor diyebilir miyiz?

Ben de bir filmi duyularımızla izleriz demişimdir

her zaman. Aslında çevremize bakışımızda

tüm duyularımız etkin rol oynamalı. Dün benzer

bir konuya değindim, algı denen şey biraz böyle

bir şey, görmek, bakmak, koklamak, dokunmak,

işitmek bir anın içinde bütün duyularımızla bütün

algımızın açık olduğu bir biçimde yaşayabilmeyi

becermek aslında tam anlamıyla o anı hissederek

yaşamak demek. İzlemek de böyle bir şey.

Bu şekilde hissettiğiniz bir anın anlatımı sizin

için daha farklı olur, o kokuyu unutmazsınız, oradaki

dokunma duyusunu anlatmak ve izleyicinizde

de aynı şeyi tetikleyebilmek istersiniz. Bir

mekâna sadece üç boyutuyla bakmamak gerekiyor,

aynı mekânın algısını ışık da çok değiştirir.

Mesela sabaha karşı yaşadığınız bir ışık, bir gündoğumu

veya çok karlı bir atmosferdeki bir ses,

24 oylum | ruh


karın varlığı da her şeyi çok değiştirir. Sizin o anki

modunuz ve psikolojik yapınız da bunu değiştirir.

Hislerinizle, duygularınızla bakmış olursunuz ve o

duygularınızla baktığınız mekânı ya da o mekânın

sizde uyandırdığı duyguları anlatmak istersiniz.

Dolayısıyla her zaman için, hayatın her anında o

sorgulamayı yapın, kendinizi geçiştirerek yaşamayın.

Şunu hiçbir zaman söylemeyin ’bu geçsin,

daha sonra bunu daha iyi yapacağım’. O geçen

şey geçmez çünkü aslında. ‘Daha iyi bir zaman yaşayacağım’

demeyin. İçinde bulunduğunuz zamanın

-hakikaten kötü olduğunu hissettiğiniz bir an

bile olsa- size verdiği bütün o yılgınlığı, üzüntüyü,

onun içinde mutsuzluğu yaratan şey neyse, acıyı,

hüsranı, yorgunluğu yaşayın. Hiç değilse onların

da sizdeki etkisini bilin, sonuna kadar yaşayın ki o

neden öyle yaşatıyor size anlayın. Zaman denen

kavram o yüzden bildiğimiz bir kavram değil, içinde

hissettiğiniz anla ilgili daha rölatif bir kavram.

Film çekerken aslında birçok farklı görev var,

çok farklı disiplinlerin bir uyum sergilemesi gerekiyor.

Siz de bir filmi çekerken birçok görevi üstleniyorsunuz.

Bu sizde bir bölünmeye neden oluyor

mu ya da birden fazla şeyle uğraşmak o filmdeki

hakimiyetinizi sarsıyor mu?

Tam tersi, tam anlamıyla hakimiyetimi sağlıyor

çünkü aslında öncelikli olarak yazıyorum, yazmak

zaten yaratmanın en önemli kısmı ama söylediğim

gibi bir bütünlük içinde yazıyorum. Daha sonra

onun sette yeniden yaratımını sağlıyorum. Ama

biraz önce sözünü ettiğim bütün her şeyi içine

katarak yazarım. Yani anın nasıl olacağını, nasıl

dokunacağını, hangi saatte olacağını, hangi renkte

ve dokuda olacağını, karakterimin ne yaptığını ne

hissettiğini, bütün bunları zaten yazarak ortaya

çıkardığım için daha sonra sete gidip onları yönetmek,

onu var etmek, set öncesindeki tüm hazırlıkları

yapmak, oyuncularımı yetiştirmek, seçmek,

mekânları defalarca izlemek, yazım sürecinde

de sonrasında da benim hakimiyetimi güçlendirir.

Ekibimi koordine etmemi, yönetmemi güçlendirir.

Aynı zamanda yapımcılığını da yaptığım

için -en problematik kısmı o- finansal açıdan nasıl

bir stratejiyle bunun yapılabileceğini denetlemem

ve sonunda da mülkiyeti bana ait bir filmin

ortaya çıkacağını biliyor olmam, çok önemli

ve özgür bırakıcı bir şey. Öbür taraftan yıpratıcı

-zamanımı çok aldığı için şikâyet etmiyorum

ama- bir tarafı var o sürecin ama onu da tek

basıma yapmam. Sonuç olarak bir ekip işi bu,

prodüksiyon ve finans kısmında da benimle birlikte

çalışan insanlar var. Sete girdiğiniz zaman

da tamamen güvenilir insanlarla çalışmanız lazım

çünkü güven ilişkisi her zaman her işte çok

önemli. Ama sinemada çok daha önemli çünkü

bir para yönetiyorsunuz -hoş, her işi yönetiyorsunuz-

ama sete girerken bunu tamamen bir

arkadaşıma devrederim. Zaman zaman yine de

bir kontrol sağlamak gerekir ama sette finans ya

da prodüksiyonla ilgilenmem. En zorlandığım

kısım bir filmin dağıtım kısımlarıyla uğraşmak.

Mimarlığın sinemanıza olan etkisi nedir?

Mekân seçimlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?

Reel mekânlar ve zaman beni her zaman çok

etkiledi. Gerçek anları, gerçek insanları kullanmak

da çok etkiledi ama reel mekânları kullanmayı

her zaman tercih ettim. Onun replikası gibi

bir set oluşturmak sürecine hiçbir zaman girmedim.

Bütün kültürel ögeler, doku, insanın bunların

içindeki varlığı her zaman seçimlerimde çok

önemli oldu. Otel ve İz filmlerimi gördüyseniz

eğer abstract mekân kullanımım da oldu. Mekânın

başka bir şey söylediği, daha soyut bir kavramla

orada kendini gösterdiği kullanımlarım da

oldu. Ondan sonra, kullanıcıyla kültürel ve sosyal

bütün ögelerin birlikte var olduğu bir mekân

oylum | ruh

25


seçimini daha çok tercih ettim. Yaşayan evler, yaşanan

mekânlar, yollar, doğa, doğanın o sırada söylediği

yalnızlıklar… Giderek şuna dönüştü, mekâna bakmak,

mekânın kendi içinde ruhsal ve imgesel olarak başka

bir anlam da içerdiğini anlamak ‘bende bir yalnızlık

hissi mi var, bende bir boğulmak hissi mi var onu mu

söyleyecek bana?’ gibi. Çünkü her mekân buna karşılık

bir şey söyleyebilir, ona uygun mekânları daha

doğrusu onu bana hissettiren yerlerde ve anlarda

olmayı tercih ettim ve ona göre seçmiş oldum. Mesela

Tereddüt’te, boğulma ve özgürleşme imgeleri

en güçlü imgelerdi. Karasu o konuda çok iyi bir cevap

verdi bana. Mekânın manası çok önemli aslında.

Filmlerimde keşif duygusu çok önemliydi, bundan

dolayı da yollar ve yolculuklar hemen her filmimde

kendini gösterir. Değişmek, keşif, bir şeyin içinden

çıkmak, farklılaşmak, bir şeye temas edip oradan bir

büyümeye doğru geçmek gibi kavramları ve bunların

en önemli imgesi olarak da yolu kullandım.

İstanbul’a ilk geldiğinizde bir dergi çıkarma süreciniz

olmuş sanırım biraz bundan bahsedebilir misiniz?

Çalıştığım, aynı zamanda da master yaptığım zaman

İFSAK’taki sinema bölümündeydim ve kısa

film festival düzenleme sürecinde de bulunuyordum.

Bir dergi de çıkarmıştık o zaman. Sizin derginiz

gibi basılıp, dağıtımını ve her şeyini kendimiz

yaptığımız bir dergiydi o. Hem editörlük hem yazarlık

yapmak, her işinde çalışmak çok güzeldi. Dijital

de değildi, yaklaşık iki sene sürdü. Zaten sonrasında

İFSAK da tekrar öyle bir dergi çıkarmadı sanırım,

ilk ve son dergisi olabilir. Ben bir süre sonra kısa

film yapmaya başladıktan sonra İFSAK’tan ayrıldım.

Tasarlama süreciniz nasıl?

Karakter her zaman önce oluşur. Bizim pilot ya da

longline dediğimiz, her filmin kendine özgü ve çok

önemli bir cümlesi vardır, o cümleyi çok iyi kurmak

lazım. Araf’ı düşünürseniz, Zehra ve Olgun’un arafta

kalmışlığı içinden büyüme hikayesidir. Büyümeye

çalışan ve kendine bir gelecek perspektifi tutarken,

arafta kalmışlık hisseden iki gencin hikayesini

anlatmak istiyorum. 24 saat vardiya çalışacak bir

benzin istasyonu ve Karabük gibi bir doku, işte bu

seçimi çok iyi yapmak gerekiyor. Ama bunu yazmak

için sizi, beni tetikleyen bir şey zaten oluyor.

Dolayısıyla mekân kendisini çağırıyor. Zaten öyle

bir anla karşılaştığım için öyle bir hikâye yazıyorum.

Bir önceki filmimin bütün o gidiş-gelişleri sırasında

bir benzin istasyonunda konakladığımda, sabaha

karşı bir saatte, çok küçük bir kızın bize hizmet

ederken yorgunluktan ölmüş hali, gözlerindeki hüzün,

o anki yağmur, bizim gelgeçliğimiz, oranın devasa

bir yer olması, dokunsan ağlayacak gibi duran

ufacık bir kızın o anki duruşu gibi bir şeyin beni tetiklemesi

gerekiyor. O kızın o gözleri çok üzerimde

kalmıştı mesela, o andaki yağmur, soğukluk, bizim

bir an önce eve gitme çabamız… Biz de yorgunduk

ama bu nereye gidecek, bu kızın hayatı nedir diye

sormaya başladığınız anda oluşmaya başlıyor. Ben

de hemen ayaküstü sorular sordum. Mesela bilmediğim

bir şeyi o anda öğrendim, aslında onun 24

saattir çalıştığını, vardiyaların 24 saat olduğunu,

daha sonra eve gidip 24 saatini de evde geçirdiğini.

Ama çok tuhaf bir şey bu, kendi hayatımızla karşılaştırdığımızda

bildiğimizden çok farklı bir şey ve

o şey hemen çağırıyor hikâyeyi. İşte o zaman bu

kızın hayatı nedir, ne ister, nasıl bir gelecek tahayyül

ediyordur, onu ne bekliyor, nerede yaşıyordur

diye soruyorsunuz. Ama biraz önce de değindim,

o sırada anın benim de üzerimdeki etkisi önemli.

Zaten o günün çok soğuk, yağmurlu veya karlı bir

gün olması da filmin ana rengini belirlemiş oluyor.

Daha sonra da ona konsantre olup gidiyorsunuz.

Araf filminde Karabük’ü seçmenizdeki

sebep Karabük’ün de arafta kalan

bir şehir olmasından dolayı mıydı?

26 oylum | ruh


Evet, Zonguldak ve Karabük bölgesini Pandora zamanında

çok dolaşıyorduk. Her Karabük’ten geçişimizde

‘Allah’ım burada mutlaka bir şey yapmam lazım’

diyordum. Bir işçi şehri. Özelleştirmeden sonra

bir işsizlik hali var, bir yandan gelecek endişesi var,

öbür taraftan çok ilginç bir hayat var. Mesela oraya

bağlılık var, Gençler arasındaki ilişki, çok güçlü bir

dostluk var. Belki biraz da gelecekten korkmayla

bağdaşmış olarak gençlerin birbirine yaslanıp kalmaları…

Her yerde görebileceğimiz hikayeler aslında,

inanılmaz ve çok güzel bir estetiği var aynı zamanda.

Dışarıdan gelip geçiyorken, ‘Ya aman Karabük’te de

yaşanır mı’ dediğiniz şehrin içine girdiğiniz zaman

çok güzel bir estetiği olduğunu da görüyorsunuz.

Araflık biraz da böyle bir şey, güzellik var dostluk var,

sıcaklık var, yoğunluk var, çok ciddi bir saflık var. İçine

girdiğimiz zaman her şey değişiyor. Mesela kapıları

çalıyorduk ‘biz burada bir şey çekmek istiyoruz’ diyerek,

hemen ayran, sütlaç, evde ne varsa ikram ediyorlardı.

Yani çok güzel bir çağrı ve içeri alma ile karşılanıyorduk.

Bunlar çok etkiliyor fakat öbür taraftan

nasıl bir resim, nasıl bir duygu verdiği, kendi kendine

nasıl bir hikâye anlattığı da önemli. Zamanla değişiyor

o yapı da. Türkiye’deki bu değişim dönüşüm de ilginç

bir şey. Mesela şimdi gitsem, oradaki o kompakt

yoğunluk da kaybolmuştur gibi bir his var içimde.

Karakterler sanki hep birbiriyle ilişkili. Mesela

ilk uzun metrajlı filminiz Güneşe Yolculuk’ta

Berzan, Mehmet; son filmdeki Elmas, Şehnaz

Evet, iç içe geçen karakterler var. Ama Berzan ve

Mehmet kadar Arzu da çok önemli bir sacayağı

oluşturur. Mehmet ile Arzu’nun ilişkisi Güneşe Yolculuk’ta

çok önemlidir. Tabii ki filmin bakış açısını

gösteren, olayları sürükleyen bir ana karakter vardır

ve her şeyi onun bakışından anlatırsınız. Aslında

filmin bakan gözü odur, aynı zamanda benim gözüme

de sahip olur. Ama onunla temas eden diğer

karakter de değişimi sağlayacaktır, onun hayatından

oylum | ruh

da etkilenecektir. Diğer karakteri de en az onun

kadar kıymetli ve özel bir şekilde, bütün detaylarıyla,

bütün yoğunluğuyla anlamanız, etüt etmeniz

ve bir o kadar da geliştirmeniz gerekir. Çünkü

insanlar birbirine ettikleri temaslarla veya temassızlıkla

vardır. Hikayelerimiz öyle var olur, ya çok

temassızız, iletişimsiziz, kopuğuz ya da birbirimizden

öğrenerek, birbirimize değerek gidiyoruz. Bu

ölüm ya da ölümün bize öğrettiği büyüme bile

olabilir. Her aile için, -Pandora’da önemli bir temadır

o- her ailenin bir diğeriyle olan ilişkisindeki

farklılık bile önemlidir. Mesela baba ilgisi birinde

farklıdır, diğerinde daha farklıdır. Herkes farklı

bir şekilde büyür bir evin içinde. Aynı baba, aynı

anne olmasına rağmen farklı bir şekilde temas

eder, orada bile bir ilişki farklılığı oluşabilir aslında.

Filmlerinizi belki iki üç defa izledim ve

her izlediğimde farklı bir şey katıyor bana

Önemli olan da budur zaten. Benim de yapmaya

çalıştığım şey, katmanları okuyabilmeniz, arkadaki

diğer yoğunlukları da hissetmeye başlamanız

aslında. Bu anlamda kaliteli olan bütün filmleri iki

kere mutlaka izleyin. İlkinde hikâyeye şöyle bir

hâkim olursunuz, bunu anlatmış dersiniz. İkincisinde,

arkadaki bütün katmanları, yönetmenin

oturup günlerce, haftalarca, aylarca, binlerce detayı

içine yerleştirişini izlersiniz. Aylarca süren bir

çalışma var arkasında, bunu birinde es geçersiniz,

ötekinde ‘Aa aslında o ses orada çınladığı için

böyle’ dersiniz. Bir anı ancak bütünüyle var olduğumuz

zaman kavrayabiliriz, sesiyle, dokusuyla,

rengiyle… Ona temasınız, ancak görmek, bakmak,

duymak, koklamak gibi bütün bu algılarınızın tam

olduğu anda gerçekleşir, o zaman anı yaşayabilirsiniz.

Sevincinizi de melankolinizi de pekiştirebilir

ve sizi o anın içinde tutar, var olduğunuzu daha

iyi hissedersiniz. Filmde de böyle bir şey var, biz

filmlerde bunları yapmaya çalışıyoruz aslında.

27


28 oylum | ruh


oylum | ruh

29


alternatif

roger waters

erol akyavaş

70’lerdeki en iyi rock gruplarından olan Pink Floyd’un

bas gitaristidir. Mimarlık eğitimini Londra’da aldı. Orada

grubun diğer üyeleriyle tanışıp müzik hayatındaki başarılı

kariyerinin ilk basamaklarını çıkmaya başladı.

T cetvel yerine bas gitarı tercih eden sanatçımız sanatını

eskizlerle değil de notalarla sürdürmeye karar vermiştir.

Zamanında ve bugünde de milyonlarca insanın severek

dinlediği, her döneme damgasını vuran Pink Floyd’a can

vermiştir.

Solo albümleriyle de başarıyı yakalayan sanatçımız hala

hayatta olup kariyerine yeni başarılar eklemeye devam

ediyor.

Mimarlıktan önce resimle tanışan Erol Akyavaş, Bedri

Rahmi’nin atölyesinde resim hayatına başlıyor. Ardından

şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Okulu’nda

ve Floransa’da mimarlık eğitimi alıyor. Bir yandan

mimari çalışmalarıyla Ağa Han ödülünün finalisti

olurken bir yandan da sürekli sergiler açmaya devam

ediyor. Resimlerindeki mimari mekanlar ve derinlik

algısı zamanla daha kavramsal çalışmalara dönüşüyor.

Geleneksel hat ve minyatürlerle ilgilenmesiyle de kendi

soyut ve imgesel tarzını oluşturmuş oluyor.

30 oylum | ruh


mimarlık

cihat burak

federico babina

Her ne kadar mimarlık, yazarlık ve seramikle ilgileniyor

olsa da Cihat Burak deyince akla ilk gelen şey resimleri

oluyor. Galatasaray Lisesi’nin ardından Mimar Sinan

Güzel Sanatlar Okulu’nda Sedat Hakkı Eldem, Paul

Bonatz ve Emin Onat’tan mimarlık eğitimi alan mimarımız,

bir süre çalıştıktan sonra mimarlık ve resim eğitimi almak

üzere Paris’e gidiyor. Üç yıl sonra geri döndüğünde,

çeşitli üniversitelerde resim eğitimi vermeye başlıyor ve

ardından, 42 yaşında İstanbul Beyoğlu Şehir Galerisi’nde

ilk sergisini açıyor. Röportajlarında mimarlığı hayatını

idame ettirmek için, resmi ise kişisel bir tutku olarak

yaptığını söylüyor.

oylum | ruh

Mimarlık okuyup sanat eseri tadında binalar tasarlıyoruz.

Peki ya sanatçı olup mimar olmaya karar verirseniz?

Federico Babina işte o insanlardan biri. Mimarlık

okuyup binalar yapmıyor. Tasarım çalışmalarına binalar

ekliyor. Aklımıza ilk gelen, özellikle eğitim döneminde

ve sonrasında da mimarları zorlayan ‘peki içini nasıl

çözüyorsunuz?’ tarzı bir şey değil bu. Grafik tasarımcısı

olan Babina, tasarımlarında bazen mimarlığı bazen de

mimarlık üzerinden diğer çalışmaları soyutluyor. Cetvelle

kalemle değil de direkt programlarla işe başlayıp

başarılarıyla adını duyuran eşsiz hayal gücüne sahip

sanatçımız, mimarlığı buluşturduğu farklı alanlardaki

konularla ön planda. Çalışmalarına bir göz attığınızda

şunu anlıyorsunuz: Mimar demek orkestra şefi olmak

demektir.

31


halenur yenidünya

32 oylum | ruh


oylum | ruh

33


ibrahim emre karadelioğlu

34 oylum | ruh


oylum | ruh

35


peyzaj mimarlığında tin’i

yakalamak

‘düzenli’ atölyesinde eskiz süreci

dr.öğr.üyesi tuğba düzenli

Peyzaj mimarlığı; insanların ihtiyaç ve isteklerine bağlı

olarak çevrenin tasarlanmasıyla kullanıcılara yaşanabilir

uygun mekanlar yaratan bir disiplindir. Peyzaj mimarlığı

disiplininde bu mekanları tasarlarken öncelikle kullanıcı

odaklı, birbirinden farklı ve yaratıcı tasarımlar ön plana

çıkmalıdır. Bu nedenle peyzaj mimarlığı eğitiminde öğrencilere

tasarım ve yaratıcılık becerisi kazandırmak, tasarımdaki

ruhu ‘tin’i yakalamak açısından oldukça önemlidir.

Tasarım kavramı ile ilgili olarak birçok farklı tanım ve

yaklaşım bulunmaktadır. Birçok araştırmacıya göre tasarım

bir problem çözme sürecidir, bazı araştırmacılara

göre karar verme, kimilerine göre ise deneme-yanılma

sürecidir . Yani tasarım genellikle; “bir faaliyet için gerekli

olan şemaların veya planların hazırlanması süreci” olarak

tanımlanırken, “yaratıcı sürecin kendisi” olarak da ele

alınabilir. Tasarım sürekli problem çözme sürecinin bir

parçasıdır . Ve bu doğrultuda tasarım, “belirsizlikler içerisinde

karar vermek” , “çeşitlilik azaltmak” , “fiziksel bir

yapının doğru fiziksel bileşenlerini bulmak” gibi çeşitli

tanımlarla ifade edilmiştir. Bayazıt (1994) en temel tanımı

ile tasarlama bir plan ya da eskiz yapmak üzere zihinde

canlandırmak, biçim vermek ya da üretilerek zihinde canlandırılan

bir plan ya da bir şeydir demiştir. Bir sonucu

hazırlayan adımların ortaya konulduğu zihni bir proje

ya da şemadır. Bunları yapabilmek için bir sürece

ihtiyaç vardır. Bu tasarım süreci, tasarımcının algılama-düşünme-ifade

etme ve kullanılan görsel-sözel

36 oylum | ruh


araçlarla gerçekleştirdiği aktiviteler bütünüdür. Bu süreçte

kullanılan araçlar; süreci, bir fikrin ifadesi olan ürünü

ve onun algısını etkiler ; Dolayısıyla tasarlama süreci,

zihinsel düşünce gücünü, tüm duyuların çevreden

topladığı verileri ve doğuştan gelen yetenekleri bir bütün

olarak sentezlendiği bir etkinliktir. Bu sürecin en

önemli ve en yaratıcı parçası eskiz yapma aşamasıdır.

Bu nedenle, Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Peyzaj

Mimarlığı Bölümünde ‘Çevre Tasarım Proje’ dersleri

‘Dr. Öğr. Üyesi Tuğba DÜZENLİ’ atölyesi kapsamında, öğrencilerin

özgün tasarımlar yapabilmeleri için nasıl eskiz

üretebileceklerinin öğretilmesi amaçlanmıştır. Yazı kapsamında,

Çevre tasarım proje derslerinde üretilen eskizler

aracılığıyla öğrencilerin fikirlerini yaratıcı tasarımlara

dönüştürmedeki farklılıkları ortaya konmaya çalışılmıştır.

Tasarım sürecinde, yaratıcılığın nasıl geliştirilebileceği

ya da yaratıcılığın nasıl öğretilebileceği tasarım eğitiminin

önemli bir problemidir ; . Özellikle tasarım eğitiminin

ilk yıllarında öğrencilerin zihinlerinde kurguladığı

tasarımı, eskiz üzerine aktarmaları oldukça zordur. Çünkü

tasarım her ne kadar somut bir sonuç olsa da tasarımcıyı

bu sonuca götüren süreç soyuttur. Özellikle eğitimin

başlangıç döneminde olan öğrencilerin tasarım

bilgisi, görgüsü yetersiz olduğu için bu soyut süreci somuta

dönüştürmekte zorlanmaktadırlar. Bu nedenle ders

kapsamında; öğrencilerin daha kolay seçenek üretmesi

açısından, örneklerden esinlenerek eskiz üretme yöntemi

kullanılmıştır. ‘Tuğba Düzenli’ atölyesinde dersi alan öğrencilerden

doğadan veya literatürdeki projelerden örnek

seçmeleri ve bu örneği biçimsel-işlevsel açıdan analiz ederek

bir konsept oluşturmaları ve eskizler üretmeleri istenir.

Bu aşamada öncelikle biçimsel olarak esinlenilen örneğin

gerçeğini yansıtma başarısına göre gerekirse ilk aşamaya

feedback yapılarak eskiz geliştirilir, bir yandan da örneğin

hangi etkinlik, hangi konseptle örtüşeceğine karar verilir.

Seçilen örneğin bu şekilde ne olacağına tam olarak karar

verildikten sonra seçilen konsepte bağlı olarak açık mekan

tasarımına ilişkin eskizlere devam edilir. Genel süreç

içinde en uzun zaman alan ve sıkça feedback ile aşama

içinde başa dönülen safha bu aşamadır. Öğrenciler hem

esinlendikleri örneğin biçimsel analojisini yapmaya çalışırken

hem de etkinliklerin çalışma alanındaki genel dağılımlarına

karar vermeye çalışırlar. Bu bağlamda Çevre

Tasarım Proje 2 dersinde eskiz üretme aşamalarına ilişkin

örnekler Tablo 1’de, Çevre Tasarım Proje 5 dersinde eskiz

üretme aşamalarına ilişkin örnekler Tablo 2’de verilmiştir:

tablo 1: çevre tasarım proje 2 dersinde eskiz üretme

aşamaları

oylum | ruh

37


tablo 2:çevre tasarım proje 5 dersi nde eskiz üretme aşamaları

38 oylum | ruh


Belirli tasarım ölçütleri aracılığıyla kullanıcının ihtiyaç ve

gereksinimlerine yanıt veren mekânlar yaratmayı amaçlayan

Peyzaj Mimarlığı disiplini için eğitim sürecinin nasıl

olması gerektiği günümüzde hala tartışma konusudur.

Tasarım ve yaratıcılık süreçlerini içeren tüm disiplinlerde

olduğu gibi Peyzaj Mimarlığı eğitim programlarında

da öğrenciye tasarım becerisi kazandırmaya yönelik

üslup ve yöntemler oldukça önemlidir. Örneklerden

esinlenme yönteminin tasarım süreciyle ilişkileri üzerinde

ilerleyen derste bu yöntemin tasarım eğitiminde

eskiz üretme sürecine faydaları olduğu belirlenmiştir.

Bu esinlenme yaklaşımını uygulayan tasarım eğitiminde;

öğrencilerin tasarım sürecine başlamaları, konsept

belirlemeleri ve estetik kurguyu sağlamaları kolaylaşmıştır.

Ayrıca esinlenme yaklaşımı; tasarım öğrencilerine

estetik, işlevsel ve yaratıcılık açısından yardımcı olmuş,

tasarım eğitimini daha anlaşılabilir hale getirmiştir.

oylum | ruh

39


40 oylum | ruh


oylum | ruh

41


42 oylum | ruh


oylum | ruh

43


yolda var olmak

ebranur yılmaz

Kalabalıklar arasında yalnız kaldığınızda akıp

giden bir nehir misali bir yol görünür veya

bir yol bulunur. Kimileri bir kaçış der kimileri

ise bir bitiş bense bir var oluş diyorum buna…

Bu var oluşum her şeyden bihaber başladı.

Nereye gittiğimi, neyden veya nelerden

gittiğimi hiçbir şekilde bilmiyordum.

Bir anda bir yere otobüs bileti aldım. Daha önce hiç

gitmediğim, hiçbir arkadaşımın, yakınımın olmadığı

bir kente. Birkaç parça eşya doldurdum heybeme,

fotoğraf makinemi ve defterimi de aldım. Belki

kayıt etmem gereken bir şeyler olabilir diye.

Otobüs saati geldi, bir kenti geride bırakıp gidecektim,

hazırdım. Otobüse bindim, koltuğa yerleştim.

Diğer koltuktaki bireylerle iletişime bile geçtim, hikayelerini

dinlemeye başladım, fakat otobüs kalkmıyordu.

Belli ki bir sorun vardı. İndim sordum, otobüs

arızalanmış, bir süre beklememiz gerekiyormuş.

Bekleme süresinde kafamda bin bir türlü fikir oluştu.

Acaba geri mi dönsem, gitmesem mi, gitmemem

mi gerekiyor, bu bir işaret mi? Ama bu sırada otobüsteki

diğer bireylerle hala iletişim halindeydim.

Soru işaretleriyle yolculuğum başladı, gün batana

kadar ağaçları, dağları, dağlardaki hayvanların

çizdiği yolları izledim. Sonra yavaş yavaş

gözlerim kapanmaya başladı ve uyudum.

yolda, hareket halinde

Uzunca bir süre uyumuşum. Yol almaya devam ediyorduk,

bu sefer uyumadım, dolunay var hava açık, bulut

yoktu. Otobüsün uğultusu taktığım kulaklığa rağmen

duyuluyordu, Ezginin Günlüğü’nün gideceğim kente

bestelediği parçayı dinliyordum. Bu şekilde 1-2 saat daha

yol gidip sabah karşı kente vardık. Heybemi omzuma

takıp yürümeye başladım sabah alacasında. Uzunca bir

süre yürüdüm, kent merkezine varana kadar gün doğdu.

Surla çevrilmiş bir kentti burası, oldukça düz,

eğim yok denilebilir. Hafta içi, sokaklarda insanlar

telaşlı telaşlı bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı.

Bazı konuşmalar işittim fakat ne konuşulduğunu

anlamadım. Sanki farklı bir dilde konuşuyorlardı.

44 oylum | ruh


Çok önemsemeden yürümeye devam ettim. İçerisinde

dolaştığım surların pek çok kapısı var, birkaçına gittim.

En son doğuya açılan kapısına gitmek istedim,

onun yerini sormak üzere birilerine yaklaştım, dört

ayaklı bir minarenin gölgesinde oturan iki amcaya.

Amcalardan biri hemen ayağa kalktı ve bana yolu tarif

etmeye başladı, tarif ederken bir baktım benimle

yürümeye başladı. Ben solda, amca sağımda yol almaya

başladık. Bir yandan yerel ağzıyla bana bir şeyler

anlatıyordu. Kentin yakın tarihte geçirdiği olaylardan

bahsetti ilk başta, ardından kendini anlatmaya

başladı, birlikte surun ‘küçelerini’ dolaştık bu şekilde.

Küçelerin arasından çıkıp surların yanından yürümeye

başladık. En sonunda, ona ilk başta sorduğum doğu

kapısına geldik. Bu kapı oldukça manzaralıydı. Kentin

bahçesini, nehrini, köprüsünü, dağını görüyordu.

Ayrılık vakti geldi yeğenim dedi.

Suru, küçeleri dolaştığım amca, Çiçek amcam, bir anda

bu manzarada, Suzan Suzi’yi mırıldanıp ağlamaya

başladı.

Küçelerin arasında, papaz bir arkadaşını ziyaret ettik,

kiliseyi gezdik. Ardından da yine sur küçelerinde

amcanın ablasının evine gittik, acı bir çay içtik. Oradan

çıktık ve surda çarşı içerisinde bir arkadaşını ziyarete

gittik. Arkadaşı aşıktı. Bağlamasıyla beraber bize

anlamadığım bir dilde ve kendi dilimde birkaç türkü

okudu. Biraz sohbet ettik ve oradan da ayrıldık.

çiçek amca

Heybemi hikayelerle dolduruyorum,

gönlümü de Çiçekler ile…

Heybem doldukça,

gönlüm Çiçek açtıkça

var oluyorum…

küçelerin arasında çocuklar

oylum | ruh

45


eskiz kulübü

Canlı Yayın Sohbetleri

46 oylum | ruh


Etkinlikler

Dijital Duvar Dergileri

oylum | ruh

47


48 oylum | ruh

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!