05.09.2022 Views

SPONTAN DERGİ

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Psikoloji hakkında her şey

SPONTAN

FELSEFE, MİTOLOJİ, TEKNOLOJİ, OYUN, EDEBİYAT VE SİNEMANIN

PSİKOLOJİ İLE KESİŞTİĞİ NOKTALAR

24 FARKLI KİŞİ TEK BEDEN:

SPLIT FİLMİNE

PSİKOLOJİK

BAKIŞ

OKUDUĞUNUZDA

UFKUNUZU

AÇACAK

4 KİTAP

HEM EĞLENDİREN HEM ÖĞRETEN

ANAHTAR KELİME

BULMACASI

RUHUN DERİNLİKLERİNDE

YAŞAYAN SONSUZ BİR

AŞK HİKAYESİ:

EROS VE PSYCHE

ÇOCUĞUNUZLA

SANAL GERÇEKLİK TERAPİSİ

VE SANAL DÜNYADA ÇOCUK

YAPABİLECEĞİNİZ

MEDİTASYON TEKNİKLERİ

SAĞLIKLI BİR EVLİLİK İLİŞKİSİ NASIL OLMALIDIR ?

DUM VIVIMUS VIVAMUS

HAYATTAYKEN YAŞAYALIM


İ Ç İ N D E K İ L E R

1) İTHAF

2) STOA FELSEFESİ VE PSİKOTERAPİ

3) EROS VE PSYCHE RUHUN DERİNLİKLERİNDE

YAŞAYAN SONSUZ BİR AŞK HİKAYESİ

4) SAĞLIKLI KARI KOCA İLİŞKİSİ NASIL OLMALI?

5) RUH SAĞLIĞI

6) KURTULMAK

7) YENİ NESİL BAĞIMLILIK - İNTERNET BAĞIMLILIĞI

8) TEKNOLOJİ - SANAL GERÇEKLİK TERAPİSİ

9) VİDEO OYUN TASARIMINDA PSİKOLOJİ

10) EKOL TANITIMI

11) SANAL DÜNYADA ÇOCUK

12) ÇOCUĞUZ İLE YAPABİLECEĞİNİZ MEDİTASYON

EGZERSİZLERİ

13) İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

14) KİTAP ÖNERİLERİ

15) OYUN TERAPİSİ

16) DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE

BOZUKLUĞU

17) MUTLULUĞUNUZA KATKIDA BULUNACAK ÖZ-

ŞEFKAT EGZERSİZLERİ

18) FİLM ANALİZİ

19) BULMACA

1


İTHAF

Merhabalar, elinizde tutmuş olduğunuz bu dergi Spontan Psikolojik Danışmanlık yuvası

altında toplanmış stajyerler ve psikologlar tarafından oluşturulmuştur. Bundan yıllar yıllar

evvel Seneca, Lucilius’una seslenirken '‘Seni yalnız faydalanman için değil, faydalı olman

için de çağırıyorum’' diye seslenmişti. Bizler eminiz ki Yılmaz Hoca’mız da bizleri

yetiştirerek sadece faydalanmamız için değil faydalı olmamız için de bizlere bildiklerini

sabırla, bıkmadan, usanmadan aktarmıştır. Bu dergi ile amacımız burada geçirmiş

olduğumuz kaliteli vakitlerin bir çıktısını elde etmek, onu yazıya dökmektir. Hiçbir şeyin ilki

mükemmel değildir, zaman ve deneyim onu mükemmele gün geçtikçe yakınlaştırır. Büyük

emeklerle çıkarmış olduğumuz bu dergi de ilk sayımız olması hasebiyle affa açık ve sürçü

lisanların görmezden gelinmesi kaçınılmazdır. Ancak bizler şimdiden yapılmış olan sürçü

lisanlar için affınıza sığınıyor, sizlere keyifli okumalar diliyoruz.

Yılmaz Hoca her zaman acının insana iki seçenek sunduğunu söyler. Acı insanı ya yıkıma

uğratır ya da bilge yapar. İnsan, nihai anlamda karşısına çıkan koşullara tabi değildir, bu

koşullar onun kararına tabiidir. Yılmaz Hoca’nın seçtiği yolun bilgelik olduğunu ve bu

bilgeliği de bizlere vakfettiğini görmememiz için kör olmamız gerekiyordu. Bu vesileyle ona

tekrar tekrar teşekkür ediyor; bize kazandırdıkları ve kattıklarını hayatımızın her döneminde

kalbimizin en derinlerinde saklayacağımızı bilmesini istiyoruz.

Yine bu vesileyle Yılmaz Hoca’mızın bizlere sürekli kızının anısına bir vakıf hayalinden

bahsettiğini biliyoruz. Bu vakıf şu an Spontan Psikolojik Danışmanlık, vakfedilenler de

değerli bilgiler ve deneyimler. Bu ödemekle bitiremeyeceğimiz deneyimler ve değerli

bilgiler için Yılmaz Hoca ve tüm Spontan Ailesine teşekkür ederiz. Büyük emeklerle

çıkarmış olduğumuz bu dergiyi Gizem Gürkan anısına armağan etmekten onur ve gurur

duyuyoruz.

Son olarak bizler Yılmaz Hoca’nın ve dolayısıyla bizlerin Spontan’ının alana harika insanlar

katacağını biliyor, bizden sonra gelecek, öğrenmeye aç stajyerlerine ise Latince bir deyişle

seslenmek istiyoruz: Florebo quocumque ferar: GİTTİĞİNİZ HER YERDE ÇİÇEK AÇIN!

GİZEM ECE GÜRKAN ANISINA…


stoa felsefesi ve psikoterapi

‘‘Ruhum, ölümsüz yaşamın ardından koşma, olanaklar alanını tüketmeye bak. Her kimsen o olmayı başar.’’ -Pindaros

Felsefe sizce nedir? Sizce neden gerekli? Felsefe yüzyıllardır felsefe okulları ya da nice atılımlarla yapılan bir düşünce

sanatı, yaşayış stili. Aslına bakılırsa terapi odasını bir tür felsefe okulu olarak nitelendirmek olası. Evet, Stoa okulu gibi

uzun sütunlar yok çoğu odada (Stoa ismini bulunduğu yerdeki uzun sütunlardan alır) ancak felsefi anlamda epey bir

benzerlik var Stoa Felsefi ile Psikoterapi arasında. Tabi birçok terapi metodolojisi şahsına münhasır özellikler taşısa da

biz temel düzeyiyle Stoa felsefesini ve Psikoterapiyi karşılaştıracağız bu yazıda. Epey bir alıntı yapacağız, hatta bazılarını

Latince yapacağız. Tabi bu alıntıların anlaşılması ve yazının patikasının belirginleşmesi adına baştaki soruyu tekrar

ediyorum; Felsefe sizce nedir?

Felsefe yaşama ve evrene karşı bir tavır alış, bir duruştur. Bireyin günlük yaşamında kişiliğinde odaklaşan her tavrı ve

anlayışı temel düzeyiyle felsefe olarak nitelendirmek olasıdır. Örneğin; bir alışverişte ortaya koyduğunuz anlayışın bile

felsefi bir bakışın ürünü olduğu söylenebilir. Yerli malı kullanma, markasız giyecek tercih etmeme, semt pazarı yerine

manavı tercih etme gibi ayrıntılar bile bir bakışın sonuçlarıdır ve basit anlamda bir felsefeyi içerir. Hatta durun, daha çok

üzerine düşündüğünüz ve davranışlarınıza etki eden örnekler verelim: Yapılan her işin mükemmel olmasını isteme,

gerçekleşmiş ve üzerine etki edecek pek fazla bir şey kalmamış olaylar/durumlar hakkında aşırı düşünme, kalabalıktan

rezil olma korkusuyla kaçma/kaçınma, gerçekleşme ihtimali düşük olasılıklar üzerine stres yapma gibi davranışlar bile

çarpık da olsa bir bakışın yansımasıdır. Bunları dahi temel düzeyiyle felsefe olarak adlandırabiliriz.

İşin 'Felsefe nedir?' kısmını bir nebze hallettik sayılır. Şimdi ikinci adıma geçelim, Stoa felsefesi sizce nedir?

Hazır olun başlıyoruz! Helenistik çağın en önemli felsefe öğretisi Stoa öğretisidir, bu çığırın kurucusu Kıbrıslı

Zenon kabul edilir.. Kendisi bir tüccar oğlu ve Sokrates hayranı. Yani anlayacağınız stoa felsefesi de

Sokrates izleri taşıyan bir felsefe (terapide Sokratik Sorgulama çok sık kullanılır). Zenon yola aslında

Kynikler gibi çıksa da daha sonrasında onlardan yollarını büyük ölçüde ayırmıştır. Hani şu düşüncelerinde

ve davranışlarında aşırıya kaçan Kynikler, dünyadan tamamen soyutlanmış ve uygarlığın bütün kurallarını

reddeden felsefeciler. Daha sonrasında özellikle Kleanthes ile bu görüş yerini doğa ile uyumlu yaşamaya

bırakmıştır. Stoacılar, ölçülü ve azla yetinen yaşayışları ile Atina'da büyük ün kazanmışlardır. Onlara göre

insanın bağımsızlığı ana düşüncedir ve sonuna kadar ana düşünce olarak kalmıştır. Ancak stoalılara göre

bu bağımsızlık insan yaradılışının sosyal içgüdüleri, duygularıyla uzlaştırmalıdır. Aksi takdirde insan bir

parçası olduğu doğaya yabancılaşacaktır. Zenon: ''Bütün ilk tasavvurlarımızın kaynağı, dış etkiler yüzünden

ruhta meydana gelen izlenimlerdir'' diyerek sensüalist olduğunu göstermiştir. Duyumların da bizi arada

sırada yanılttığını düşünürsek salt duyumlarımıza güvenerek yaşanan hayatın yanılgılarla dolu olması

kaçınılmazdır (Descartes’ın yöntem şüphesini kullanmanız yararınıza olacaktır). Camus bu konuyu; ''İnsan

bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır. Halbuki tersine, her şeyin çok basit olduğunu

görmekteyim.'' diyerek özetler. Stoalılara tekrar dönmek gerekirse Zenon okulu kurduktan sonra Assoslu

Kleanthes, stoa felsefesini değiştirerek geliştirmiştir. Ancak günümüzdeki terapi odasına en yakın halini

Epiktetos getirmiştir (daha sonraki atılımlar da azımsanamaz).

Epiktetos, özellikle mutluluk, mutlu yaşamak üzerine yazdıkları ile stoacılığın yaşam öğretisini uygarlığa ve

Bilişsel Davranışçı Ekole biraz daha yakınlaştırmıştır. Epiktetos'a göre mutluluk ve özgürlük, (hatırlarsanız

insanın bağımsızlığı çok önemli bir konumdaydı) kontrol edebileceğimiz ya da edemeyeceğimiz şeyleri

kavramamıza bağlıdır. Kişi yaşamın kontrol edilebilen ve edilemeyen parçalarını tam olarak kavradığında

mutlu bir yaşama doğru yol almış olur. Mutluluk, somut durumla soyut beklentiler arasındaki ilişkiye bağlıdır.

Eğer bir kağnı istiyorsanız ve kağnıyı alabiliyorsanız, memnunsunuzdur ancak ferrari isterken ancak bir

ikinci el tofaş alabiliyorsanız yoksunluk hissedersiniz. Mutluluk aslında bir insanın hayatını anlamlı veya

değerli görüp görmediğiyle ilgidir. Stoalılar da bu eğimde dünyadan isteklerini minimuma indirerek kendi iç

huzurlarını bulacaklarını belirtir. Yine Epiktetos der ki; ''Sizin mutluluğunuz üç şeye dayanır; iradeniz,

karşılaştığınız olaylarla ilgili fikirleriniz ve bu fikirleri işleme biçiminiz.''


Stoa felsefesi düşünüş ve yaşayış bakımından bir yazıda anlaşılacak bir felsefe olmamakla birlikte

Psikoterapiyle ilişkisinin yapılan alıntılarla daha da netleşeceğini umuyorum. Psikoterapinin ne olduğunu bu

dergiyi okuyanlara açıklamak malumun ilanı olur. Ancak kendi bakış açımla psikoterapi hakkında bir şeyler

paylaşmama izin verin.

İthaf kısmında da bahsedildiği gibi Yılmaz Hoca her zaman acının insana sunduğu iki seçenekten

bahseder, biri yıkıma uğramak bir diğeri de bilgeliktir. Bundan yıllar yıllar evvel W. Shakespeare

'‘Konuşulmayan acı kalbi parçalar.’' demişti Macbeth kitabında. Yine vatandaşı psikanalist Bion, Tereddütler

kitabında: ''Her şey hüsrandan sakınmaya mı yoksa onu dönüştürmeye mi karar vereceğimize bağlıdır''

demişti. Adam Philips; ''Hüsrana uğrayıp değişecek miyiz yoksa değişmeye alternatif yollar mı arayacağız''

der Kaçırdıklarımız kitabında. Aslında terapi temelinde de budur.

Terapiye gelen ya da gelmeye niyetlenen her insan aslında hüsranını dönüştürmeye karar vermiştir. Yani

geç de olsa bilgeliği seçme yoluna adımını atmış demektir. Psikoterapi de insanın terapist ile birlikte bu

bilgelik yolunda ilerlemesidir. Ancak terapist kişiye belirli bir konuma kadar eşlik edebilir. Terapistin amacı

zihnin 'baş etme', 'başa çıkma' yetenekleriyle dolu olduğunu kişinin görmesini sağlamaktır. Yapılması

gereken bu 'baş etme' yollarını bulmak ve daha da belirgin hale getirmektir. Werner Heisenberg ''Bir yol ya

da iz sadece onu gözlemlediğiniz ya da deşifre ettiğiniz zaman var olur.'' derken gözlemlenen zihin yolunun

apaçık olduğunu bizlere iletir. Amaç zihnimizin yollarını gözlemlemek ve kendi kendimizi tanımamızdır.

Assoslu Kleanthes ormanda gezerken bir gence rastlar ve sorar gence: 'Burada tek başına ne yapıyorsun?'

'Kendi kendimle konuşuyorum.' diye cevap verir genç. ''Dikkat et öyleyse, çok tehlikeli birisiyle

konuşuyorsun.'' der bizim Stoacı filozof. İnsanın kendi kendisi ile korkmadan, yargılamadan, acılarını ve

duygularını kabul ederek konuşması hatta tanışması gerekir. Zira baktığımızda insanın kendi gücünü

tanımasından büyük bir zevk yoktur, Schopenhauer'ın da belirttiği gibi; ''En büyük acı, insanın güce ihtiyaç

duyduğunda yokluğunu hissetmesidir.''

W. Shakespeare Hamlet kitabında ''Düşünceler bizim olaylar bizim değiller'' der. Gerilerden Bilişsel

Davranışçı Terapinin fikir babası Epiktetos söz alır; ''Çektiğimiz eziyet, bizim eserimizdir.'' der. Temelde ikisi

de terapide salık verilen düşünceyi hatırlatır bizlere. Mutluluğun ya da huzurlu yaşamın düşünce içeriğinde

olduğunu fark ettirir. İnsanın bazen bunu unutması kesinlikle bir acizlik değil, bir birikmişliktir çoğu zaman.

İşte terapi bu adımlarla esas bizi bize ulaştırır. Olayların birden çok yorumu olabileceğini salık verir. Şimdi

izninizle stoa felsefisinin daha iyi anlaşılması ve hayatın yönlerini anlamak adına çoğu stoa felseficilerden

günümüze gelen deyişlerle hayata bakışımızı sorgulayalım.

"Omnium

rerum

principia

parva sunt."

"Her şeyin küçük bir başlangıcı vardır." Bizler; alıştığımız,

bildiğimiz şeyleri devam ettirme konusunda tutucuyuzdur, yeniliğe

de temkinli yaklaşırız. Değişim belirsizliklerle doludur, korkutur

bizleri. Eskinin yanlışlarına katlanmak kimi zaman yeninin

doğrularına uyum sağlamaktan daha kolaydır. Ancak buradan

insanın yeniye tümden karşı olduğu düşünülmemelidir. Yeninin

getirdiği güzelliklere atılmak için pek çok insan tutuculuğunu bir

kenara bırakır. Tutuculuk kalıcı bir şey değildir, sadece değişime

atılmak için küçük bir başlangıca ihtiyacı vardır insanın. Terapinin

de ilk adımları önemli ve terapötik ilişkinin temelini oluşturur.


Buna ek olarak çoğu mükemmeliyetçi insan da hatadan öylesine korkar ki saklar kendini bütün

atılımlardan. Hayattan kaçınarak kendine zindan eder kendisini. Aradığımız, eksik olduğunu

düşündüğümüz nesne, arzu ettiğimiz şeydir en nihayetinde. Hüsrana uğramaktan

korktuğumuzda ideal bir arzu nesnesi yaratırız. Bu mükemmel olandır. Ardından kafamızın

içindeki bu mükemmeli her şeyden bir kaçış noktası olarak kullanırız. Daha sonra gerçeklikle

bağımızı tamamen keseriz. Gerçeklik bizi tatmin edebilecekken biz mükemmele odaklanır

gerçekle bağlarımızı kesip atarız. ''Kimileri öylesine gizli, öylesine kuytu yerlerde

saklanmışlardır ki aydınlık olan her şeyi bulanık sayarlar. Bu iki hali uyumsatmalı birbiriyle.

Rahatlık içinde olanın iş yapması, iş yapanın da dinlenmesi gerekir. Doğaya akıl sor; sana

diyecek ki benim gecem de var gündüzüm de.'' - Seneca

Omnia bona

mea mecum

porto

Respice

post te!

Hominem te

esse memento!

''Benim için iyi olan her şeyi kendimde taşıyorum.'' Konunun

başlangıcında da bahsettiğimiz gibi stoa felsefesi temelde insanın

içindeki cevhere (terapide baş etme yolları olarak adlandırabiliriz)

odaklanan bir düşünce biçimi. İnsanın kendini tanıması, içgörü

kazanması düşüncelerini süzgeçten daha sağlıklı geçirmesine yardımcı

olur. Bizi rahatsız eden, korkutan unsurları anlayıp kabullendiğimizde ve

bunların aslında kendimizde taşıdıklarımızla çok kolay çözüleceğini

bildiğimizde dinginliğe ve özgürlüğe ulaşacağımızı anlarız. Zira kendi

duygularımızı ve değerimizi tanıdığımızda, kırılgan şeyler güç kazanır.

Böylece tanımanın huzuru, uyumu yaşama sevinciyle buluşur. Zenon'un

söylediklerinden bir adım öteye giderek şunu söylemek isterim; Her

vahşilik, her olumsuz kendilik algısı gücünüzün farkına

varamadığınızdan doğar.

"Arkana bak! Sadece bir insansın, hatırla!" Gündelik yaşantımız,

hayatın önümüze çıkardığı tökezmele anları ile ve bizlerin

bunların üstüne olması gerekenden fazla düşünmemiz hasebiyle

tökezlemelere uğrayabilir. Bunu çoğu insan yaşar. İnsanoğlu

nasıl ki doğar doğmaz bir bakım desteğine ihtiyaç duyuyorsa bu

tökezlemelerde desteğe ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Bunlara

ek olarak bizler hata yapma lüksüne değil hata yapma

mecburiyetine sahip varlıklarızdır. Hatalar doğası gereği eylemin

istemeden niyetten sapmasıdır. Bu hataların üzerine olması

gerekenden fazla düşünerek ya da hata yapmamaya, mükemmel

olmaya niyetlenmek başlı başına bir hatadır. Erare humanım est;

yanlış yapmak insana özgüdür. Bunlara ek olarak insan türü,

Homini qui facit error (yanlış yapan insan) olarak tanımlanabilir.

Hatalarını ve hatalar yapabileceğini kabul etmeyen insan

yabancılaşma yaşar. Seneca, Lucilius'a; 'Neden kimse hatalarını

kabul etmez?' diye sorarken ona cevabını kendisi verir. 'Çünkü

hala hatalarının içindedir de ondan. İnsanın düşünü anlatabilmesi

için uyanması gerekir. Hatalarını kabul etmek de iyileşmenin bir

belirtisidir.' Bu sözleri bir de Epiktetos'un sözleri ile devam

ettirmek isterim; 'Kim olduğunuzu düşünün. Her şeyden önce bir

insansınız. Diğer her şeyi yönetebilen mantıklı seçimleriniz

dışında özel bir gücünüz yok ve kendinizin efendisi yine sizsiniz.'


''Cerca Trova''

"Discipulus est

prioris posterior

dies."

''Arayın, bulacaksınız.'' Çoğu zaman zihnimiz, reddedilemez ve aynı

zamanda cevaplanamaz sorgu ve suallerle karmaşa içerisindedir.

Zihnimiz çok kez bu karmaşayı çözecek becerilere sahip olsa da

bunları aramaktan dahi kaçınır. Sonrasında kaçınılmaz olarak durum

daha da kötü bir hal alır. 'Baş etme' becerilerinin farkına varmayan

zihin hayatı ıstıraba çevirir. Cicero, 'Yokluğunu aramadığın şey acı

vermez.' derken bundan bahsetmektedir. Terapide amaç birlikte bir

arayışa çıkmaktır. Terapist bu arayışta kişiye yalnızca yoldaş olur.

Kişinin içindeki 'baş etme' mekanizmalarını bulmasını sağlar. Kendi

kendisiyle dost olmasını sağlar. Yine stoacılardan gidelim. Hekaton der

ki; ''Ne kadar ilerlediğimi mi soruyorsun? Kendi kendime dost olmaya

başladım.'' Ardından Seneca bu konu hakkında terapist edasıyla

şunları ekler; ''Çok ilerlemiş, hiçbir zaman yalnız kalmayacak. Bil ki o

herkese dost olmuş.'' Yani kısacası kendi kendimizle dost olmanın

yolunu bulmak aslında terapinin gittiği yol. Yapmamız gereken tek şey

sorunları tespit edip birbirinden ayrıştırmak. Ancak bu şekilde

kontrolümüz dışındaki şeyleri net bir şekilde belirleyebilir ve gerçekten

kontrol edebildiğimiz tercihlerimizi bunlardan ayırabiliriz. Başta da

bahsettiğimiz gibi; arayın bulacaksınız.

“Memento

vivere. Dum

vita est, spes

est."

"Her geçen gün bir öncekinin öğrencisidir." "Unutma yaşıyorsun.

Yaşıyorsan, umudun da var." Sizce bizi biz yapan sadece bugün

yaşadıklarımız mı? Bizi biz yapan yaşadığımız her şeyin toplamı

mı? Her geçen günden yeni bir şeyler öğrenir bizi yıkıma

uğratmayan bütün acıların bilgesi oluruz. Ve bir kere baş göstermiş,

yani değiştirilmesi artık mümkün olmayan bir olayda insan başka

türlü olabilirdi diye düşünme hakkını bile kendine tanımamalı, hele

bu olay nasıl önlenebilirdi diye hiç düşünmemelidir. Çünkü tam da

bu düşüncedir acıyı katlanılmaz kılan. Yılmaz Hoca acıya bile 'İyi ki'

denmesi gerektiğini söyler çok kez. Yaşadığımız hayata dair umudu

bulmak yazının başından beri söylediğimiz gibi kendi

düşüncelerimize bağlıdır. Unutmayın; yaşıyoruz ve hala

öğreniyoruz.


Sona Doğru

Sonlara yaklaşırken terapinin ne olmadığını da bir parça anlamak adına bizim Epiktetos'a kulak verelim; ''Bu

minvalde şunu söylemenin ne kadar gülünç olduğunun farkında olmalısınız: 'Bana ne yapmam gerektiğini söyle!'

Size nasıl tavsiye verebilirim ki? Aslında şunu talep etmelisiniz: 'Aklımı her duruma uyum sağlayacak şekilde

eğitin.' Bu sayede karşılaştığınız olaylar sizi senaryonun dışına çıkardığında, bu yeni senaryonun suflesine

ihtiyaç duymazsınız.'' Başkaları, sizi neyin mutlu edeceğini bildiklerini düşünebilir. Ama genelde yanılırlar. Kendi

hayatınızla ne yapmak istediğinizi en iyi kendiniz bilirsiniz. Bilmiyorsanız bile tek bir yaşam biçimine uymaya

zorlanmak yerine, kendi hatalarınızı yapmanın daha iyi olduğunu bilmeniz gerekir. "..yapılması gereken şey,

hayatı, sürekli ağıt yakarak geçirmekten kurtaracak şeyi arayıp bulmaktır." -İçsel Huzur, Epiktetos "Dolor

decrescit, ubi, quo crescat non habet.(Acı, çoğalacak bir neden bulamazsa, azalır)."

Terapi kısmında söylenecek sözleri okurken aklınızın bir kenarında, her terapinin şahsına münhasır olduğunu

tutmanızı isterim. Çünkü çıkılan bu yol, yolcuların anlattığı harita ile uzar gider. Psikoterapide amaç

ortamla/yaşananla uyumu bozan bilişleri değiştirmektir. Bu; bilişleri, salt hazza ve mutluluğa odaklamak demek

değildir (Epiküryenlerin aksine). Çok iyi biliyoruz ki hayat sadece çiçekler ve mehtaptan oluşmuyor. Acılar da

biziz ve acılarımız da bizi oluşturuyor. Yine Yılmaz Hoca’ya kulak vermek gerekiyor bu noktada sanırım. Kendisi

bir konuşmasında şu minvalde bir şeyler söylemişti; ‘‘Keşke’’ yerine ‘‘Rağmen’’ gibi kelimeler, her acıdan sonra,

acının boyutuna rağmen ‘‘İyi ki’’leri kullanmak sizi daha güçlü kılar. Geçmişe ‘İyi ki’ gözlüğü ile bakmaktan

bahsediyorum. Hatta Yılmaz Hoca; keşke, ama, yine, hep gibi kelimelere sigorta attırıcı kelimeler der.

Psikoterapi kişiye bu kelimeleri kullanmanın bile bilişleri değiştirdiğini salık verir. Değişim dilde başlar. Yol

metaforuna tekrar dönmek gerekirse, yol gözlemlediğiniz anda belirginleşir. Belirginleşen bu yolların seçme

özgürlüğü ile kavranması huzuru getirir. Seçme özgürlüğü diyorum çünkü Simone de Beauvoir; ‘‘İnsan seçerken

vardır; seçmekten ayrılırsa yoklaşır.’’ Der.

Gözlemlenen yolun belirginleşmesi üzerine söylediklerimin netleşmesi adına Wittgenstein’a kulak

verelim. Wittgenstein der ki; ''Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek

aklına gelmiyorsa odada hapistir''. Terapide kimse size bir kapı açmaz ya da kapının yedek anahtarını vermez.

Sizlere olayların ikinci ve üçüncü seçeneklerinin de olabileceğini belirtir. Ki bu seçenekleri de sizlerin bulması

istenir. Çünkü kimse başkasının verdiği ışıkla parlamaz. İçinizdeki güzelliklerle parlamanız dileğiyle.

Sağlıcakla kalın...

ATAKAN AYHAN


EROS VE PSYCHE

RUHUN DERİNLİKLERİNDE YAŞAYAN

SONSUZ BİR AŞK HİKAYESİ


Koşulsuz sevgi gerçekte var mıdır? Ruh her zaman aşkla bir bütün

müdür yoksa onu mu aramaktadır? Milet kralının güzeller güzeli kızı

psikoloji bilimine adını veren ruh tanrıçası Psyche ve Afrodit’le Ares’in

oğlu olan aşk tanrısı Eros’un hikayesi bu ve bunun gibi birçok soruya

cevap arama arzumuza yönlendiren bir hikayedir. Eros genellikle

sırtında yayı, altın ve kurşun oku, melek kanatlarıyla birlikte bir bebek

gibi resmedilir fakat aynı şekilde genç bir erkek şeklindeki tasvirleri de

mevcuttur. Tanrılar ölümsüz de olsalar yaşlanma belirtileri gösterirler.

Burada anlatacağım hikâye Eros’un delikanlı olduğu zamanlara

dayanıyor.

Milet kralının güzeller güzeli üç tane genç kızı vardır. Psyche de

bunların en küçüğüdür. Psyche’nin iki ablası da başka ülkelerin

krallarıyla evlenip kraliçe olurlar. Psyche ise iki ablasından çok daha

güzledir hatta o kadar güzeldir ki hiçbir erkek cesaret edip ona talip

olamaz. Milet halkı ise Afrodit’e tapmayı bırakıp Psyche’ye tapmaya

başlar. Afrodit bu olaya çok sinirlenir ve oğlu Eros’tan Psyche’yi

dünyanın en çirkin en kötü erkeğine aşık etmesini ister. Böylece hem

güzelliği yüzünden onu cezalandırmış olacak hem de bu durumda

Psyche güzelliğiyle Afrodit’in önüne geçmemiş olacaktır.

Annesinin isteğini kabul eden Eros tam altın okunu çıkarıp kıza

saplayacakken kızın güzelliğine dalıp dikkati dağılır ve yanlışlıkla oku

kendine saplar ve ona deliler gibi aşık olur. Eros annesinin isteğini

yerine getiremez ve Psyche’yi annesinin gazabından kurtarmak için

farklı yolar arar. Bu sırada kızına iyi bir talip çıkmadığı için kızının

tanrıların gazabına uğradığını düşünen Psyche’nin kral babası

kahinlerine danışır. Kahinler kızın kaderinde ejderhaya benzer bir

yaratıkla evlenmek olduğunu bu yaratığın demir ve ateşle insanlara

eziyet ettiğini hatta Zeus ve tanrıların bile ondan çekindiğini söyler.


Kahinler kızın eşiyle tanışabilmesi için siyah matem giysileri giyip sarp

bir tepeye çıkıp beklemesi gerektiğini söyler. Psyche kahinlerin dediğini

yaptıktan sonra batı rüzgarı Zephyrus kızı usulca göğe uçurup bir

koruya bırakır. Psyche etrafına baktığında kendisini muhteşem bir gök

sarayında bulur. Psyche uyumaya gittiğinde Eros onun yanına gelir

karanlıkta birbirlerini görmeden beraber olurlar. Eros’un Psyche’den

tek bir isteği vardır. Bu ne olursa olsun ona bakmaması, yüzünü

görmemesidir. Psyche ona bakmayacağına dair söz verir.

Psyche mutludur aşka yani Erosa sahiptir. Sarayında her istediği

yerine gelir fakat bir süre sonra ailesini özler. Bunun üzerine Eros,

Zephyrus’u Psyche’nin ablalarını saraya getirmesi için görevlendirir.

Ablaları saraya geldiklerinde gördükleri ihtişamı çok kıskanırlar.

Psyche kocasını hiç görmediğini de ablalarına anlatınca ablaları

Psyche’ye fitne fesat tohumları ekmeye başlarlar. Kocasının

muhtemelen korkunç bir canavar olduğunu ve mutlaka onu öldürmesi

gerektiğini söylerler. Psyche ablalarını dinler ve o gece kocası yanına

geldiğinde onun uyumasını bekler. Eros uyuduğunda ise eline bir bıçak

ve mum alır. Tam onu öldürecekken merakına yenik düşer ve mumun

ışığını Eros’un yüzüne getirir. Eros o kadar güzeldir ki Psyche onu

gördüğü zaman öldüremez. Eros’un uyanacağından korkup telaşla

mumu söndürecekken eriyen mumdan bir damla Eros’un yüzüne düşer

ve anında uyanır. Güveni sarsılan Eros hızlıca uçup pencereden kaçar.

Kaçarken ‘Güvenin olmadığı yerde aşk yaşayamaz.’ der.


Psyche her yerde Eros’u arar, diyar diyar gezer, tanrılardan yardım

ister ama tanrılar Afrodit’in gazabından o kadar korkarlar ki Psyche’ye

yardım etmezler. Psyche son çare olarak merhamet istemek için

Afrodit’in sarayına gider ama Afrodit ona merhamet göstermez ve

Psyche’yi yardımcıları keder ve üzüntüye emanet eder. Afrodit Psyche’ye

kölesi gibi davranır ve ona çok zor görevler verir. Psyche bu görevleri

başarıyla zamanında tamamlar. Afrodit bu duruma çok sinirlenir ve

ona yer altı dünyasına inip Persephone’dan güzelliğinin bir kısmını

kutuya koyup getirmesini ister. Psyche bu görevi de başarır ama bu

güzelliği merak edip kendisi de yararlanmak ister. Kutuyu açtığında ise

sadece yer altına ait ölümcül bir uyku süzülür. Psyche bu uykuyu bir

solukta içine çeker ve oracıkta ölüm uykusuna dalar. Bu sırada artık

Psyche’nin özlemine dayanamayan Eros her yerde onu aramaktadır.

Sonunda onu bulduğunda üstündeki uyku bulutunu temizler. Psyche’yi

sarayına götürdükten sonra Zeus’tan tekrar evlenebilmek için izin ister.

Aşıklara yardım eden Zeus Eros’a Ambrosia denen nektarı verir ve o da

Psyche’ye yedirir. Nektarı yiyen Psyche ölümsüz bir ruh tanrıçası olur.

Afrodit de onları affedince evlenirler ve haz adında bir çocukları olur.

Bu hikâyeyi güzelleştirense aşkın kendisinin ruha aşık olmasıdır. Aşkın

ruhtan tek isteği ise onu görmeden, körü körüne, olduğu gibi onunla

birlikte olmak istemesidir. Bu efsaneden çıkarılacak diğer anlam ise

aşk ve ruhun birbirinden ayrılmaz olduğudur. Bu birliğin

sağlanabilmesi içinse tarafların birlikte hareket etmesi gerektiğidir.

Efsanede görüldüğü gibi ruh aşktan uzak kaldığında ıstırap çeker, ruh

ve aşk sadece birlikteyken tamdır. Ruhun merak arayışı ise aşka terstir.

Aşk koşulsuz kabul ve bağlılık ister ancak o zaman bir bütün

olabilirler. Bu hikâye bize ruhun olgunlaşmasını, aşkın derinliğini,

ölümlü olanla ölümsüzün birleşimini, yersel olanla göksel olanın

uyumunu anlatır.

MELİKE BAŞARAN


SAĞLIKLI KARI KOCA

İLİŞKİSİ NASIL OLMALI?

Sağlıklı karı-koca ilişkisi nedir? Eşinize her gün farklı

sürprizler yapmak, pahalı hediyeler almak, lüks

yemeklere çıkarmak sizce de sağlıklı bir ilişkinin

göstergesi midir? Tabi ki de hayır. Bu eylemler ilişkinin

dinamiğini canlı tutabilir fakat tam anlamıyla sağlıklı bir

ilişki için yeterli değildir. Bu tür davranışlar yalnızca

mutlu bir ilişkinin cilası olabilir. Bu tür ilişkilerde iki taraf

da mutlu değilse bu, bir tarafın daha fazla emek harcayıp

sonucunda hayal kırıklığına uğradığı sağlıksız bir ilişkiye

neden olabilir.

Sizce sağlıklı bir evliliğin sırrı var mıdır yoksa tesadüfen

mi oluşur? Biz psikologlar, evlilik içinde eşiyle iletişim

halinde kalabilen, ilişki dinamiğini her zaman canlı

tutabilen, birlikte aktivite yaparken bu aktiviteden son

derece keyif alan, bir sorun olduğunda bunu halının

altına süpürmeden sorunu gündem maddesi yapıp

konuşarak çözüme ulaşmak için çabalayan çiftlerde

boşanma oranının daha az olduğunu biliyoruz. Biraz

basit olsa da belki de sağlıklı ilişkinin sağlıklı olmasının

en temel sebebi sohbet edebilmektir. Karakteriniz gereği

çok konuşkan biri olmayabilirsiniz. Burada temelde

anlatmak istediğimiz şey kullandığınız kelime sayısının

fazla olması değil, kendinizi olabildiğince iyi ifade edip

açık iletişim kurmanız gerektiğidir. Kendi

yaşadıklarınızdan, çevrenizde gördüklerinizden hatta ve

hatta sosyal medya ve televizyonda izlediklerinizden de

bahsedebilirsiniz. Önemli olan konu fark etmeksizin

sağlıklı bir diyalog kurabilmenizdir.


Sağlıklı bir ilişkide olması gereken en önemli

şeylerden birisi de cinselliktir. Eğer ki evliliğinizde

mutlu edici, tatmin edici bir cinsellik yoksa şimdi

olmasa bile uzun vadede sorunlara neden olabilir.

Mutlu bir ilişki için ilişki içerisinde cinselliğin ikinci

plana atılmaması gerekir.

Bir diğeri de yakınlık ilişkisidir. İş yerinde, alışveriş

merkezinde, çarşıda, pazarda sürekli birlikte olan

çiftler çok uzak olmaktan değil çok yakın olmaktan

sıkıntılar yaşayabilmektedir. Kişiler ilişki içerisinde

kendilerine ne kadar özel alan ayırırlarsa ilişkileri o

kadar sağlam ve güçlü olacaktır. Unutulmamalıdır

ki çiftler ilişki içerisinde ‘biz’ olsalar da özel

hayatlarında ‘ben’ olmalılardır. Bu ayrımı iyi

yapabilen çiftler sağlıklı bir ilişkinin temelini

oturtmuşlardır diyebiliriz. Bir ilişkide önemli olan

her dakika birlikte vakit geçirmek değil, geçirilen

vaktin değerli olduğunu bilmek ve o vakti en verimli

şekilde geçirmektir. Doğan Cüceloğlu’nun da

dediğin gibi:

Aysu Tüzin - Melih Can Durgun

‘Mutlu bir evlilik

önemli bir başarıdır.

Kendiliğinden

oluşmaz, bilinçli bir

gayret gerektirir.’



Ruh sağlığı, bireyin kendi yeteneklerinin farkına

vardığı, yaşamın normal gerginlikleriyle başa

çıkabildiği, üretken ve verimli bir şekilde

çalışabildiği ve içinde yaşadığı topluma katkıda

bulunabildiği bir iyilik halidir.

RUH SAĞLIĞI VE...

Psikolojik Sağlamlılık

Psikolojik sağlamlık ruh sağlığının

korunmasında önemli bir kavramdır. Bu

kavram, çok zor koşullara karşın kişinin bu

olumsuz koşulların üstesinden başarıyla

gelebilme ve uyum sağlayabilme yeteneği

anlamına gelmektedir. Psikolojik

sağlamlıkla ilgili yapılan çalışmalarda, bu

yönü güçlü bireylerin, karşılaştıkları

yoksulluk, şiddet, hastalık ve daha pek çok

stresli yaşam olayıyla, daha başarılı bir

biçimde mücadele ettikleri saptanmıştır.

Benzer olumsuz olaylar yaşayıp da

başarısız olmuş bireylerin psikolojik

sağlamlık düzeylerinin geliştirilerek,

karşılaştıkları sorunların üstesinden daha

kolay gelecekleri ya da bu streslerden en

az zararla kurtulabilecekleri çalışmalarla

ortaya konmuştur. Marcus Aurelius;

‘‘Sağlıklı bir zihin her şeye hazırlıklı

olmalıdır.’’ Diyerek zihnin bu yönünün

özelliğini kısaca tanımlamıştır.

Hobi Edinmek

Hobi edinmenin ruhsal sağlığımıza birçok

olumlu katkısı vardır. Hobiler kendimizi

tanımamızı ve sınırlarımızı keşfetmemizi

sağlar. Kendimize vakit ayırarak günlük

hayatın stresinden uzaklaşmamıza yardımcı

olur. Hobiler aracılığıyla topluluklara dâhil

olarak sosyal ilişkilerimizi geliştirebiliriz.

Hobiler yaratıcılığımızı ve yeteneklerimizi ön

plana çıkarır, iyi yapabildiğimiz şeyleri

görmemizi sağlar ve bu sayede özgüvenimizi

arttırmaya yardımcı olur. Alışkanlıklarımızı ve

bağımlılıklarımızı (hayattaki her ögeye)

değiştirerek, araya hobiler koymak seçme

özgürlüğümüze sahip olduğumuzu

hissettirerek olumlu yaşam deneyimlerimizi

arttırır.


Sosyal İlişkiler

Homo türü doğası gereği sosyal bir

varlıktır. Bu sayede ‘amorf’ yapıdan çıkar

ve organize bir topluluk oluştururuz.

Bunu da kurduğumuz ya da

kurguladığımız ilişkilerle kısacası insan

ilişkileri ile başlatırız. Bu insan ilişkileri

ruh sağlığımız üzerinde son derece

etkilidir. Başkalarıyla kurduğumuz

ilişkiler stresle başa çıkmamıza yardımcı

olur ve ‘baş etme’ mekanizmamız sosyal

öğrenmemelerle güçlenir. Ayrıca

araştırmalar ilişkilerin kalitesinin de çok

önemli olduğunu gösteriyor. Her ilişki

sağlığımızı olumlu etkilemiyor. Yüksek

kalitede insan ilişkilerinin ruh sağlığını

iyileştirmede etkisi çok daha fazla

olabilir. İlişkinin niteliği önemli

olmasaydı Sokrates bize; ‘‘Evlenin, iyi bir

insana rastlarsanız mutlu, kötü bir insana

rastlarsanız filozof olursunuz.’’ Demezdi.

Yazı Yazmak

Yazma eyleminin ruhsal sağlık üzerinde

güçlü etkileri vardır. Yazının kalitesi ne

olursa olsun yazmak, söz ile kolayca

ifade edemediğimiz çoğu şeyi rahatlıkla

dışa vurmamıza yardımcı oluyor. Stresli

ya da duygusal açıdan zorlayıcı olaylarla

ilgili yazı yazan insanlar, yaşadıkları

kötü olayların travmatik etkilerini çok

daha kolay atlatıyor. Yazmak insanın

duygularını paylaşmasının da bir aracı

olarak bireyin ruhsal sağlığına olumlu

katkılar yapar. Bu bağlamda yazmak

eylemini ‘duyguları ifade etmek’ olarak

tanımlamak da olasıdır. S. Freud’a kulak

vermek gerekirse: ‘‘İfade edilmemiş

duygular asla ölmez; sadece diri diri

gömülür ve sonradan korkunç şekillerde

ortaya çıkar.’’

Merve Özcan


KURTULMAK

Bunun basit bir oyun olduğunu ve sevginin bir

sonucu olduğunu düşünmüştük. Hiçbirimiz

bunun bir tuzak olduğunu anlayamadı. Nereden

bilebilirdik ki... masum olduğunu

düşündüğümüz düşünceler, başkasını

düşünmeler, yardım istekleri, kontroller,

sinirler, kıskançlıklar... zamanla bunların

çırpındıkça battığımız bataklıklar olduğunu

gördük. Ne yazık ki bunları boğulmaya yakın

zamanlarda görebildik ve kurtulduk.

Peki ne demek ki kurtulmak. Sevdiklerimizden

ve aradaki bağdan kurtulmayı kim ister ki? Bu

sorunun cevabı "Daha sağlıklı ve sevginin

olduğu ilişkiler isteyen herkes" olacakmış.

Bunu hayatımıza uygulamak kolay olmadı ama

zamanla bunu yaptık. Tüm bunları yaparken

önce kendimizi sevmeyi, ben demeyi ve en

önemlisi bunun kötü bir şey olmadığını

öğrendik.

Peki ya siz ?

Kendinizi hiç olmadık bir anda birinin

sorununu çözerken buldunuz mu? yahut

çevrenizde sürekli sizin için uğraşan ve sizi

sizden daha çok düşünüp sizin yerinize çözüm

üreten, sizi kendinden ve hayat konforundan

daha çok önemseyen biri var mı? ya da siz

birileri için bunu yapıyor musunuz? Eğer

saydıklarım varsa geçmiş olsun siz de bu tuzağa

düşmüş olabilirsiniz.

Biraz da bu tuzağın ne olduğunu anlatayım

size.

Bunu önce ailelerimizden öğreniriz. Hele ki

problemli bir ailemiz varsa... işte o zaman

yandık. Çünkü bu tuzak tam da böyle ortamları

sever ve böyle ortamlarda oluşur. Ailelerimizde

gördüğümüz alkolik ebeveynler ya da kardeşler,

sinirli ebeveyneler ya da kardeşler ve her

zaman onları sakin tutmak için uğraşan ailenin

diğer üyeleri bu tuzağın yapı taşlarını

oluşturur. Bu ilişki kalıpları, sorunun kaynağı

ya da konusu değişebilir. Önemli olan

kaçınılmaz bir şekilde her senaryoda oluşan

üçgen. Bu üçgenin bir kenarını sorunlu ve

sürekli birileri tarafından yatıştırılmaya ihtiyaç

duyan kurban diğer kenarını kurbanı

kurtaracak bir kurtarıcı ve son kenarını da

zorba oluşturur. Aslında bu üçgende kurban ve

kurtarıcıyı anlayabilmek kolaydır.

Kurban oyunu bağımlılık yapıcıdır.

Bu oyunda sevgi ve acıma duygusu

birbirine karışır. Kurbanın sevgi ve

acıma duygusunu birbirine

karıştırması oyunun bağımlılık

yapmasına sebep olur.

DIANE ZIMEROFF

Biraz da zorbaya bakalım. Zorba temelde bir

kurbandır. Ancak kurban olduğu dönemlerde

sürekli güçsüz ve yardıma muhtaçtır. Zamanla

kendisini kurtaran kurtarıcıya kinlenir ve

gücünü tekrar almak için zorbalıklar yapar.

Bu üçgende herkes birbirine bağımlıdır.

Taraflar arasında bir eş bağımlılık gelişir.

Kuracakları bütün ilişkilerde bu kalıbı ararlar.

Beklediği şekilde aynı kalıpla karşılaşamayan

insanlar bu ilişkilerini devam ettirmekte

zorlanırlar. Genellikle ilişkileri biter. Bu

kişilerin derinlemesine kişilik özelliklerine

bakacak olursak;

Kurban

Sürekli mazbut, yardıma muhtaç, genellikle

hasta ve agresif olan kişidir. Her zaman diğer

insanların onu anlamadığını, yetersiz

bulduğunu, sevilmediğini düşünür. Tüm bu

duyguları pekiştirmek için bir kurtarıcı

arayışına girer. Ailenin diğer üyeleri onu rahat

ettirmek için üstün çaba gösterirler. Bu

üyelerden biri kurbanı kurtarmak için kendini

feda eder ve kurtarıcı olur. Kurban için acıma

duygusu ve sevgi birbirine karışmıştır. Bu,

kişilerin bu oyuna bağımlı olmasına sebep olur.

Kurban kurtarıcıya bağımlıdır. Ancak zamanla

bu güçsüzlük durumu onun yetersiz

hissetmesine sebep olur ve kurtarıcıya kinlenir.

Bu onun zorbaya dönüşmesine sebep olur.

Kurtarıcı

İşlevsiz ailelerde sorunları çözen kişidir. Hatta

bu kişiler kendisinden yardım istenmediği

halde birilerine yardım etme ihtiyacı duyarlar.


Kurban olmamak için kurtarıcı rolüne bürünür

ve kendisinden daha güçsüz biri arayışına

girer. Kurbanı bulduktan sonra kenedinden

geçip bütün odağını kurbana verirler. Onu

korur ve sorunları ile ilgilenirler.

Zorba

Kurban ve kurtarıcı arasında bağımlılık

zamanla kurbanın kurtarıcıya kinlenmesine

sebep olur. Yitirdiği gücü zorbalık yaparak

kazanmaya çalışı. Zorbalıklar fiziksel,

psikolojik, duygusal, cinsel vb. yollarla olabilir.

İlişkileri içerisinde, karşının yapabileceği

şeyleri siz yapmayın. Bırakın deneyimlesin. Bu

onun iyiliği için, Kötü bir şey değil.

Eğer yardım bekleyen taraf sizseniz daha fazla

sorumluluk almakla işe başlayabilirsiniz. Neyi

istediğinize karar verin ve bununla başlayın.

Gerekirse küçük adımlar atın. Önemli olan bir

yetişkin gibi sorumluluk almak. Bunları

yaparken kendinize sorular sorun. Örneğin, şu

an ne istiyorum ve bunu en sağlıklı şekilde

nasıl yapabilirim. Bu sizi doğru

yönlendirecektir.

Yazıları okuduktan sonra biraz durup düşünün.

Bu ilişki kalıpları çevrenizdeki diğerleri ile olan

ilişkinizde var mı? Bu sizi nasıl etkiliyor?

Çok yorucu bir iletişim şekli olmakla

beraber zamanla çevrenizi kendinizden

uzaklaştırabilirsiniz. Çünkü

aradığınız ilişki kalıplarına

uyamayan sağlıklı iletişim

şekillerini tanımak zor olabilir.

Bu sebeple sağlıklı iletişim

şekilleri sizi tatmin

etmeyebilir.

Bunca yüzleşmeden sonra

size biraz da bu tuzaktan

kurtulmak için tüyolar vereyim.

Ancak bu üçgende konumların

her zaman değişeceğini unutmamak

lazım. Verilecek tüyoları da buna göre

okumanızı tavsiye ederim. Sadece birine

odaklanmak yerine her cümleden bir davranış

almak bile çok yararlı olacaktır.

Kurtarıcı, ihtiyaç duyulmaya son

derece ihtiyaç duyan bağımlı

kişidir.

DIANE ZIMEROFF

Bu yazıları okuduktan sonra bir zorbaya

dönüştüğünüzü fark ettiyseniz şimdi

anlatacaklarım sizler için.

Çevrenizdeki insanlara karşı daha az kırıcı ve

zorlayıcı olmak için net sınırlar

belirleyebilirsiniz. Bu karşıdan beklentilerinizi

de netleştirir. Böylece o an yaşanabilecek

gerginlikleri önlemek için güzel bir yöntem

olacaktır.

Hap Bilgiler

Bir kurtarıcı ilk nereden başlamalı buna bakalım.

Öncelikle karşınızdaki kişi yerine onun sorunlarını

çözmeyi bırakmalısınız. Bir kurtarıcı olduğunuzu

buradan da anlayabilirsiniz. Sevdiğiniz insanlara

destek olmak için yanlarında olmakla onlar yerine

sorunlarını çözmek farklı şeylerdir.

Her zaman bir şeyi istemek onu yapmak için

itici bir güçtür. Şu an bu yazıyı okuyup

kendinizde ve ilişkilerinizde bir şeyler fark

ettiyseniz değişime ilk adımınızı attınız

demektir.

Farkındalık tedavinin ilk aşamasıdır.

M. ÇELİK


YENİ NESİL BAĞIMLILIK-İNTERNET BAĞIMLILIĞI

Fotoğraf:Gian Cescon, Unsplash

Etrafımız tamamen internetle çevrili durumdayız. Erişimi olan ülkelerdeki

insanlar bir gününü bile internetsiz geçirmemektedir. Video izlemek, oyun

oynamak, alışveriş yapmak ve dahası... İnternette her zaman yeni şeyler

buluruz. Beklenmedik, eğlenceli ve iyi hissettiren içerikler sürekli olarak

internete yönelmemize sebep olur. Bunlara ulaşmak için zaman, enerji ve

para harcamak gittikçe yaygınlaşmaktadır. İnternetten aldığımız hazzı

artırmak için onda geçirdiğimiz zamanı da artırırız. Fakat beyindeki haz

merkezi bu davranışı zamanla yetersiz bulur. Davranış sıklığı ve süresi

arttıkça alınan zevk artması gerekirken azalır ve bu döngüye girmek

davranışı bağımlılığa çevirme riskini taşır. Peki her video izleyip oyun

oynayan veya internetten alışveriş yapan kişiye bağımlı denilebilir mi?

Ebeveynlerin kısıtlamak istediği “internet kullanımı”nın sadece olumsuz

sonuçlarına odaklanıldığında interneti hayatımızdan tamamen çıkarmamız

gerekir. Depresyon ve anksiyete problemleri, izole olmak, zaman

kavramının kaybı, plan ve programlara uyumsuzluk, erteleme, iş ve okul

hayatındaki zorluklar gibi sorunları beraberinde getiren, vücut ağrıları ve

uykusuzluk, yeme ve görme problemi yaşatan internet midir gerçekten?

Birçoğumuz buna evet diyecektir. Fakat bu problemleri yaşamadan da

internet kullanılabilir. Sonuçta her bağımlılıkta olduğu gibi, bir nesneye

veya maddeye bağımlı olma durumu onu kullanma sıklığı, uzunluğu,

yoğunluğu ile ilişkilidir. O yüzden interneti kim, hangi amaçla, ne kadar

sürede kullanıyor diye bakarsak interneti tüketen kişi ile problemleri

yaratan kişinin aynı olduğunu görürüz.

bağımlılık olan

İnternet kullanımını aşırıya kaçırıp

yoksunluk belirtileri, erişimi

kaybetme kaygısı ve sürekli

internet ortamını hayal etmek

bağımlılık sınırına yaklaşıldığının

göstergesidir. İnternet bağımlılığı

türlerinde a) kişiler internette

alternatif profiller yaratarak

sayısız siteye üye olurlar, b) video

oyunu, bahis ve alışveriş sitelerinde

para kaybetmeye başlarlar, c)

sanal ilişkiler yaşarlar ve d)

kompulsif derecede internetin

derinliklerinde kaybolurlar ve aşırı

bilgi yükü almış olurlar.

bağımlılık olmayan

Sosyal ilişkilerde başarısız olanlar,

utangaç kişilikler, benlik yaratma

arzusu taşıyanlar için sanal ortam

bir konfor alanı olabilir. Kimlerle,

hangi oyun ne kadar sürede

oynandığı kontrol edildiği sürece

video oyunları da hayal gücünü

geliştiren, iletişimi artıran ve çok

yönlü düşünmeye katkı sağlayan

bir araca dönüşebilir. Kısacası,

internette zaman geçirmeyi tercih

eden her kişiye bağımlı demek

doğru değildir.

İnternet kullanımının bağımlılığa dönüştüğünü fark etmek tedavinin ilk

adımıdır. Neden bu kadar zaman harcadığımızı ve bunun yerine neler

yapabilecek olduğumuzu düşünmek bağımlılığı yenmede yararlı olabilir.

Davranışları kontrol altında tutmaya çalışmak ise bir profesyonel yardımıyla

kolaylaşabilir. Eğer bu bağımlılık anksiyete ve depresyon kaynaklı ise ilaç

tedavisi gerekebilir. Alternatif olarak, sanat, rekreasyon ve hippoterapi gibi

farklı yöntemler de kullanılmaktadır. Spor yapmak gibi fiziksel aktiviteyi

artıran alışkanlıklar da uygulanabilir.

Fotoğraf: Adrian Swancar, Unsplash

Nomofobi: Cep telefonu

ile kurulan iletişimin

kopma korkusu

Netlessfobi: İnternetsiz

kalma korkusu

Rekreasyon terapisi:

Sanat, spor, müzik, drama,

dans ve gezi gibi çeşitli

aktiviteler barındıran

terapi türü.

Hippoterapi: At destekli

tedavi yöntemidir. At ve

insanın ritmik beden

hareketlerinin uyumlu

olması sebebiyle vücuttaki

kasları çalıştırmayı

hedefleyen bir tedavidir.

Eda Nur Kocabey


teknoloji

Sanal Gerçeklik Terapisi

Sanal Gerçeklik Terapisi (Virtual Reality Therapy), 2000li yılların ortalarından itibaren sanal gerçeklik gözlüklerinin

piyasaya sunulması ve daha kullanılabilir/elde edilebilir olması ile yaygınlaşmaya başlayan bir terapi türüdür.

Özellikle fobiler, anksiyete ve travma sonrası stres bozukluğu durumlarında daha çok kullanılmaktadır. ABD gibi

ülkelerde kullanımı yaygın olsa da henüz ülkemizde bunu kullanan çok az uzman ve merkez vardır.

VR terapi nasıl işler?

Kişiler anıları ve fobileriyle yüzleşir ve

bunlara karşı duyarsızlaşır. Maruz kalınan

durumun üstesinden geldiklerinde ise gerçek

hayatta da üstesinden gelme şansları artar.

riskleri:

bu terapi bazı kişileri rahatsız edebilir veya

yeniden travmatize edebilir.

Fotoğraf: XR Expo, Unsplash

Pandemi sürecinde ise bazı sağlık

çalışanlarında stresi azaltmak ve

tükenmişliği hafifletmek için

mindfulness içerikler kullanılmış.

Son yıllarda yapılan çalışmalarda

katılımcıların yüzde ellisinden fazlası

sanal gerçeklik terapisi yardımıyla bu

tarz korkularını yenmeyi başarmıştır. Bu

oran da bize bu tedavi yönteminin umut

vadedici olduğunu göstermektedir.

Bazı terapilerde uzmanlar görüntülerin

ve seslerin yanı sıra kokuları da taklit

etmeyi denemişlerdir.

Kapalı alan korkusu

(klostrofobi)

Yükseklik korkusu (akrofobi)

Uçak korkusu

Dışarı çıkma korkusu (agorafobi)

Hayvan korkusu

Topluluk önünde konuşma korkusu

Fotoğraf: Liam Charmer, Unsplash

BehaVR, terapi yazılımı içeren gözlükleri üreten bir şirkettir.

Sosyal anksiyete ve stress bağlantılı hastalıkları azaltmada

tüketicinin kullanımına direkt olarak gözlükleri sunmaktadırlar.

Değişim süreci şu 3 basamakta açıklanır:

1. Beyindeki dikkat ve öğrenme merkezleri aktive olacak şekilde

sanal ortamla tanışılır.

2. Stress, korku, anskiyete yaratan ortam hakkında terapi süreci

başlar. Yeni deneyim ve anılar kodlanır.

3. Kodlanan deneyim ve anılar, gerçek hayatta da stress,

anksiyete ve korkuyla baş etmeyi kolaylaştırır.

Eda Nur Kocabey


VİDEO OYUN TASARIMINDA PSİKOLOJİ

Video oyunlarının çıkışı, şüphesiz ki bilgisayar

dünyasında devrim yaratan ve bilgisayar üretimini

baştan başa değiştiren önemli bir dönüm noktasıdır.

Popülerliği oldukça yüksek olan video oyunları üzerine

çalışan şirketlerin sayısı inanılmaz derecede

yükselmiştir. Bugün oyun sektörünün piyasadaki

büyüklüğünün 176 milyar dolar civarına ulaştığı

söylenmektedir.

Bu görsel Civilization 6 adlı strateji oyununa aittir

Red Dead Redemption 2 oyunundan alınmış gerçekçi bir görsel

Bilgisayar oyunları popülerliğinin yanında çokça

olumsuz eleştiriye maruz kalmaktadır. Bu eleştirilerin

başında bilgisayar oyunu oynamanın akılsızca ve boş bir

eylem olduğu düşüncesi yer almaktadır. Ancak

bilgisayar oyunu oynamak, kitap okumak veya film

seyretmek gibi pasif bir eylem değildir. Oyunlar

karmaşık ve farklı yeteneklerimizi bir araya

getirmemizi sağlayan, aktif olarak katılım

gösterdiğimiz, bulunduğumuz sanal dünyayı

düşündüğümüz, strateji kurduğumuz ve etkileşime

geçtiğimiz bir oluşumdur

Bilgisayar oyunları kullanıcıya içeriğe müdahale

edebileceği ortam oluşturur. Mesela bir kitaba yeni bir

bölüm eklemek ya da filmin senaryosunda değişiklik

yapmak o anda mümkün değildir ancak bilgisayar

oyunlarında, oyuncular kendi zevkleri ve isteklerine göre

oyuna müdahale edebilmektedir hatta kendi

oluşturabilecekleri modlar sayesinde yepyeni içerikler

ekleyebilmektedir. Bu yüzden oyun tasarımlarında insanın

psikolojisini anlamak çok önemlidir çünkü her kullanıcının

ilgisini çeken, kullanıcıyı eğlendiren veya motive eden

şeyler birbirinden farklıdır

Seçimleriniz ile oyundaki 85 sonu görebildiğiniz

Detroit Become Human oyunundan bir görsel

Bilgisayar oyuncularının psikolojilerini etkileyen

birçok etken vardır

Bu etkenler

Anlaşılabilirlik - Oynanabilirlik

Memnuniyet - Haz

Var Olma - Bulunma Hissi

Özgürlük - Kontrol


Oyuncunun bulunduğu sanal dünyanın eylemlerine

verdiği tepkilere göre davranması oyunun

anlaşılabilirliğidir. Genelde oyun tasarımcıları

anlaşılabilirliği arttırmak için öğretici başlangıç

diyebileceğimiz ''tutorial'' kısmını hazırlar. Bu sayede

oyuncu eylemlerinin sonuçlarını daha iyi anlamasını

sağlar. Oynanabilirlik ise mekanik, hikaye ve etkileşim

gibi kriterlerin birleşimi sonucunda oluşan bir

bütündür. Burada oyuncuların farklılıkları devreye

girer kimisi oyunun hikayesi iyi ise diğer kriterlere

dikkat etmez kimisi ise hikayenin yanı sıra oynanışa ve

etkileşim çeşitliliğine dikkat eder.

Kullanıcı memnuniyeti çok daha psikolojik unsurlar

içermektedir. Oyunlarda kullanıcı memnuniyetinin

değişkenlikler göstermemesi için oyun zorlukları

ayarlanmakta, oyun içerisindeki kolay ya da zor, kazan

ya da kaybet ilişkisinde denge kurulmaya

çalışılmaktadır. Oyuncu oyundan memnun kaldığında

konsantrasyonu artmakta gündelik yaşamın

endişelerinden kurtulmakta ve zaman kavramını

yitirmektedir. Bu durum gerçekleştiğinde akış ''flow''

durumu ortaya çıkmaktadır. Oyuncu akış anında

yüksek haz almaya başlar memnuniyeti yükselir

Oyuncular bilgisayar oyunlarında iki tane fiziksel

ortamın algılarlar. Bu ortamlar ilki oyuncunun var

olduğu fiziksel dünyadır, diğeri ise oyuncuya ekran

üzerinden aktarılan sanal dünyadır. Bu duruma

literatürde kuşatılma adı verilmektedir.

Kuşatılmada kullanıcı gerçek dünyadan

soyutlanmaktadır. Günümüzde VR ''Virtual Reality''

teknolojisi sayesinde oyuncuların gerçek dünyadan

soyutlanma düzeyi daha da arttırılmaktadır. Sanal

dünyaların gerçekçiliği arttıkça da oyuncunun

oyunda bulunma hissi artmakta ve gerçeklik ile

sanallık arasındaki fark azalmaktadır. Son yıllarda

yapılan araştırmalara göre oyuncular arasındaki

kişisel farklılıkların, oyunun içerisinde var olma,

soyutlanma düzeyini etkilediği bulunmuştur

Son 5 yılda, yılın oyunu ödülünü kazanan oyunlar

2017 : The Legend of Zelda: Breath of The Wild

2018 : God of War

2019 : Sekiro: Shadows Die Twice

2020 : The Last Of Us Part II

2021: It Takes Two

Özgürlük ise oyunlardaki seçim özgürlüğünü belirtir.

Oyuncuların seçim özgürlüğünü kısıtlayan ortamlara

Lineer, oyuncunun özgürce dolaşabileceği, kararlar

alabileceği ortamlar ise Unlineer olarak

adlandırılmaktadır. Lineer oyun ortamlarında

anlatılan hikaye ve sanal dünya üzerinde oyuncunun

bir etkisi yoktur ancak Unlineer oyun ortamlarında

oyuncunun oyun üzerinden önemli etkileri vardır.

Genelde Unlineer oyunlar ''açık dünya'' büyük bir

harita ve ''role play'' barındırırlar. Oyuncu bu açık

dünyada özgürce gezebilirken aynı zamanda hikayeyi

oynarken büründüğü karakter gibi davranır, onun

gibi kararlar verir ve eyleme geçer


BİLİŞSEL DAVRANIŞCI TERAPİ

Bilişsel davranışçı terapi nedir?

Günümüzde en yaygın kullanılan psikoterapi

türlerinden olup, kısa süreli ve sorun odaklı bir

yöntemdir. 1960’lı yıllarda Aaron Beck tarafından

geliştirilen Bilişsel Terapi, düşüncenin ruhsal

bozukluklarda ne şekilde etkili olduğunu

açıklamaya çalışmıştır.Beck, bu manada, duygusal

bozukluklarda bilişsel ve davranışçı müdahalelerin

teori ve yöntemlerini geliştiren ilk kişidir.

Bilişsel davranışçı terapi hangi hastalıklarda

uygulanır?

Anksiyete bozuklukları

Panik atak

Depresyon

Obsesif kompulsif bozukluk

Tik bozuklukları

Yeme bozuklukları

Obezite

Travma sonrası stres bozukluğu

Şizofreni,

Bipolar bozukluk,

Cinsel işlev bozuklukları

Aile terapileri

Alkol-madde bağımlılığı

Sigara bağımlılığı

Uyku bozuklukları

Öfke kontrol bozukluğu


BİLİŞSEL DAVRANIŞCI TERAPİ

Bilişsel davranışçı terapi nasıl uygulanır?

BDT iki temel ilkeye dayanır:


BİLİŞSEL DAVRANIŞCI TERAPİ

Otomatik Düşünceler

Aklımıza kendiliğinden gelen, sıklıkla fark edilmeyen, genelde

sadece eşlik eden duygunun fark edildiği düşüncelerdir. Örneğin

“Sınavda hata yapmamalıyım” düşüncesi aklımızdan çok hızlı

geçerken, biz kaygı ve üzüntüyü daha net ve ağır şekilde

hissederiz.Bu yüzden, otomatik düşünceler genellikle, kişiye acı

veren duygusal tepkilere ve işlevsel olmayan davranışlara yol

açmaktadırlar. Otomatik düşünceyle alakalı en önemli ipucu,

yoğun duygu hissettiğimiz anlarda ortaya çıkmasıdır.

Ara İnançlar ve Kurallar

Yaşantı ve gözlem ile edinilen bilgiler, kişi tarafından dile

getirilmese bile, bunlara inandığı için, farkında olmadan bu inanç

ve kurallara göre hareket eder. Örneğin, hayatı boyunca

yaşadıklarından, “Eğer başarısız olursam, insanlar beni sevmez”

şeklinde bir ara inanca sahip olduysa, başarılı olmak için üzerinden

fazlaca baskı hissedecektir. Aynı şekilde eğer “İnsanlardan yardım

istemek bir güçsüzlük ifadesidir” şeklinde bir kurala inanıyorsa,

genellikle işlerini yardım almadan, tek başına yapmaya

çalışacaktır.

Temel İnançlar

Kişilerde olumlu ya da olumsuz temel inanç şeklinde 2 türde

görülen, geçmiş deneyimler sonucunda oluşmuş olan, genel olarak

çaresizlik, değersizlik, sevilmeme şeklinde 3 ana başlıkta toplanan

inanç sistemleridir.

Örneğin kişi; “Bu ödevi yetiştiremeyeceğim” otomatik düşüncesi

ile yola çıkarak, “Ödevimi yetiştiremezsem, iyi bir öğrenci değilim”

ara inancına sahip olup, sonunda da “Demek ki ben başarısızım”

temel inancına ulaşabilir.


BİLİŞSEL DAVRANIŞCI TERAPİ

Bilişsel davranışçı terapinin amaçları nelerdir?

Terapinin amacı, kişinin elindeki bilgileri yanlış yorumlama

hatalarını düzeltmek, kişiyi işlevsel olmayan duygu ve davranışlara

iten varsayımların değiştirilmesine yardımcı olmaktır. Öncelikle

otomatik düşünceler, ara ve temel inançlar ortaya çıkarılır,

değiştirilir, kişinin kaçınma örüntüleri tespit edilerek, kişinin ömür

boyu kendi kendisine yardımcı olmasını sağlayacak olan BDT

becerilerinin kazanılması için çalışır. Böylece bireyin farkındalığı

artırılarak, alışmış olduğu düşüncelerden farklı alternatif düşünce

tarzlarını da keşfetmesi sağlanır.

Melih Can Durgun


Sanal Dünyada Çocuk

En son çocuğunuzla ne zaman aranızdaki bağları güçlendirecek bir etkinlik planladınız? Ya da

sohbet ettiniz? Hayır, karşılıklı akıllı telefonla oynamaktan bahsetmiyorum. Ne zaman

çocuğunuzla mutfağa girip bir yumurta kırdınız, omlet yaptınız? Sosyal medya ve dijital dünya son

yıllarda hayatımızda epeyce bir yer kaplıyor. Dizimizin üzerindeki laptoplar, elimizdeki telefonlar,

koltuğun kenarındaki tabletler bizi dinamik ve sanal dünyanın içerisine öylesine çekiyor ki

kendimizi unutuyoruz. Hatta çocuklarımızı sevmeyi, eşimizle gerçek dünyada vakit geçirmemizi

bile sanal dünyaya kaptırıyoruz. İki dakika bir şeye bakıp çıkacağım diyerek girişilen sosyal medya

bizi hapis ederek sevdiklerimizle olan bağımızı koparıyor. 2022 yılında yapılan bir çalışmaya göre

Türkiye, Instagram adlı uygulamayı ortalamalardan 1 saat fazla kullanarak zirvede bulunuyor.

Bunun sebebi ise; bu uygulamaların bize sunduğu dinamik bir sanal dünya. Bu dinamik içerik bizi

sık sık bu siteleri kontrol etmeye sevk ediyor. Güncelliğini sürekli tazeleyen bu alan, sizleri ne

zaman kazanacağınızı bilmediğiniz bir kumarbaza çeviriyor. Gelin, hep birlikte bu dijital dünyanın

çocuklarımız üzerindeki etkilerine bir göz atalım…

Günümüz dünyasında teknolojik cihazların yaygınlığındaki bu artışla beraber çocuklarımızın

teknoloji ile iç içe geçirdiği zaman artıyor. Modern dünyadaki teknoloji çocuklara öğrenme,

keşfetme, oynama gibi imkanlar sunmakla birlikte çocukların bilişsel, duygusal ve sosyal gelişimini

etkiliyor. Çünkü gelişim sürecinde olan çocuklarımızın beyinleri oldukça esnektir ve edindikleri her

deneyim ile nöronlar arasında bağlantılar oluşur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada çocukların %31

inin televizyon karşısında 4 saatini geçirdiği, hafta sonları ise bu oranın %71,7 ye çıktığı

saptanmıştır. Teknolojinin yaygınlığındaki bu denli artışla beraber bilgisayar oyunları, cep telefonu,

internet bağımlılığı gibi yeni davranışsal bağımlılıklar ortaya çıkmıştır

Teknolojik cihazları farklı duruş pozisyonlarında, uygun olmayan süre ve sıklık ile kullanmanın

kas - iskelet sistemi problemleri, obezite, uyku kalitesinde yetersizlik ve gelişimsel problemler gibi

riskler ile ilişkili olduğu bilinmektedir.

Dijital alanların kullanımının çoğalması dış mekan oyun alanlarını azaltmaktadır. Bu nedenle

çocukların akranları ile iletişimi azalırken tek başına oynanan oyunların miktarı artmaktadır.

Çocukların fazla enerji gerektirmeden tek başına zaman geçirmeleri onların ilerleyen dönemlerde

pasif alıcılar olmalarına sebep olabilir.

Çocukların hareketsiz kalıp enerjilerini atamamaları zarar verici ve saldırgan davranışlar

sergilemelerine neden olabilir.

Teknolojiyi yanlış kullanmanın bir diğer etkisi de beyindeki ödül ceza sistemini bozmasıdır. Bu

şekilde oluşan bağımlılığa “ödül yetmezliği sendromu” denir. Çocuğun teknolojik cihazlara

ulaşmasını zorlaştırmak bağımlılığa özgü şekilde davranmasına neden olabilmektedir.


Modern dijital dünyamız değişkendir ve etkileri teknolojinin çeşidi, süresi, kullanımı

beraberinde çocuğun bireysel özelliklerine de bağlıdır. Bu nedenle aileler çocuklarının

karakterine, sağlık durumuna, gelişim seviyesine göre planlamalarını yapmalılardır.

Dijital dünyanın getirisi olan öğrenme olanakları ve riskler dolayısıyla ebeveynlerin rollerinin

çocuk üzerindeki etkisi oldukça önemlidir. Çünkü günümüzde gelinen noktada teknolojik

cihazlar çocukların ve yetişkinlerin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Hayatımızı her anlamda

etkileyen dijitalleşme ile çocuklarımızın öğrenme ve gelişim seviyelerinde maksimum

düzeyle faydalanmalarını sağlarken dijital riskleri de göz önünde bulundurarak bu

risklerden korunabileceğimiz roller oluşturmak çocuğumuzun iyi oluşunu destekler.

Riskler hakkında yeterince bilgi sahibi olmamak ve nasıl davranılması gerektiğini

bilmemek olumlu ve olumsuz yönleri iç içe geçmiş olan dijital yaşamımızda ebeveynler için

bir endişe unsurudur. Sürekli değişen ve çeşitlenen teknolojik olanak ve risklerin

kontrolünün sağlanabileceği bir anlayış bizlere yardımcı olabilir

Peki bu dijital dünyanın çocuğumuz üzerindeki olumsuz etkilerini nasıl azaltabiliriz?

> Çocuklarımızın teknolojiyi uygun kullanma ve diğer aktiviteleri arasındaki dengeyi

sağlayabilmek için ebeveynlerin sorumluluklarının bilincinde olması gerekir.

> Çocukların iyi oluşunu, sosyal ve kişisel gelişimini olumsuz etkileyebilecek faktörleri ele

alabilmek için sağlık çalışanlarıyla işbirliği içinde bulunabilirsiniz.

> Kullanımına izin verilen teknolojik cihazın kullanım sıklığı ve süresine sınır konulmalıdır.

> Televizyon ve internet çocuğun odasından uzak tutulmalıdır.

> Çocukların erişim sağladıkları internet siteleri takip edilmelidir.

> İzlenilen film ve video oyunları çocuk ile onların anlayabileceği bir dil ile tartışılabilir.

> Ebeveynin çocukla oynayacak zamanı yok ise başka bir yetişkin veya çocuk ile oyun

oynayabileceği bir alan oluşturulabilir.

Işılay Özcan


Sırtını uzun tutarak, rahat bir

sandalyeye oturmasını isteyin.

Bacaklarının üzerine iki elini

koymasını ve parmaklarını açmasını

isteyin.

Şimdi dikkatini burnundan girip

çıkan nefese getirmesini söyleyin.

Önce parmaklarının hepsini

açmasını ve verdiği her nefesten

sonra parmaklarından birini

kapatmasını isteyin.

10 nefes alış ve veriş bitip de iki eli

yumruk şekline geldiğinde, yine her

nefes verişten sonra

parmaklarından birini açmaya

başlamasını isteyin.

İki elin parmakları tam açılana kadar

devam etmesini söyleyin.

Bu egzersizi 2-3 dakika boyunca

sürdürebilirsiniz.

Çocuğunuzdan önce, bir çiçeği koklar

gibi burnundan nefes almasını isteyin.

Sonra, bir mumu üfler gibi ağzından

nefes vermesini isteyin.

Nefesini verirken yavaş ve dikkatli

olmasını isteyin ki mumu söndürmesin.

Bu egzersizi yaparken çocuğunuzun

ellerini de kullandırabilirsiniz.

Önce, çiçek şekli olucak şekilde ellerini

birleştirip, parmaklarını kapatarak çiçek

şekli yapmasını isteyin.

Daha sonra, nefes verirken parmaklarını

yavaşça nefesi ile birlikte açmasını

isteyin. Aynı şekilde, nefes alırken tekrar

kapamasını isteyin.

Bunu yapmak hoşuna gittiyse istediği

kadar devam edebilir.


İNSANIN ANLAM ARAYIŞI - VİCTOR E.

FRANK

‘‘Sevgi sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde

bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkıyor.’’

Frankl’ın deneyimlerini ve bunlardan doğan düşüncelerini harmanladığı kitabı; İnsanın Anlam Arayışı. ‘‘Acı duygusu, buna ilişkin

net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar.’’ Sözünü uygulamış sanırım bu kitabında. Çünkü toplama kampında

edindiği acılarının bir tablosunu çizmiş Frankl. Avusturyalı psikiyatr ‘‘Üçüncü Viyana Okulu’’nun ve logoterapinin kurucusu,

varoluşçu terapinin de en önemli isimlerinden biridir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, toplama kamplarında yaşadıklarını, kendi

görüşleriyle harmanlayarak önümüze bir başyapıt sunmuş. Logoterapi ve Varoluşçu terapinin en büyük temsilcisi.

Kitabın genel hatları Frankl’ın toplama kampında başlayarak kurtuluşa ermesiyle çiziliyor. Frankl bu acıklı hikayesini kendi

psikolojik gözlemleri ile anlatıyor. ‘Hayatın anlamı nedir?’, ‘Hayatın amacı nedir?’ ve ‘Hayatın anlamlı kılınmasının yöntemi nedir?’

sorularına cevap arıyor kitap. Amaç bu sorulara cevap bulmak değil, çünkü Frankl bunları kişinin kendisinin bulmasının daha

anlamlı olacağını savunuyor. ‘‘Yaşamak acı çekmektir; yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır. Eğer yaşamda bir

amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır. Ama hiç kimse bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez. Herkes bunu

kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın öngördüğü sorumluluğu üstlenmek zorundadır.’’

Kitap üç bölümden oluşmakta. İlk bölümde karşımıza Frankl’ın toplama kamplarında edindiği deneyimler çıkıyor. Birinci bölümün

ismi ‘‘Toplama Kampı Deneyimleri’’. Adından da anlaşılacağı üzere birinci bölümde toplama kampının tasvirini yapıyor yazar bize.

Frankl kendi sözleriyle kitabı açıklarken; ‘‘Bu, bir toplama kampının, orada bulunup da sağ kurtulmayı başaranlardan birisi

tarafından anlatılan iç öyküsüdür.’’ Diyor. Bu anıları anlatırken Frankl, tüm fiziksel ve zihinsel ilkel yaşantılara rağmen insanın

ruhsal yaşamının derinleştiğini göstermek istiyor.

Bu ilk bölümde hatırımda kalan çarpıcı iki sözü paylaşmama izin verin; ‘‘Gariptir, bazen, hedefini şaşıran bir darbe, hedefini

bulandan daha çok yaralayıcı olabiliyor.’’ ‘‘Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti; Beni korkutan tek bir şey var: Acılarıma

değmemek.’’

İkinci bölüm ismini bir terapi metodu olan logoterapiden alıyor: Genel İlkeleriyle Logoterapi. Logoterapi metodolojisini ve ilk

atılımlarını bizzat Frankl yaptığı bir terapi metodu. Burada yazarın amacı; ‘Hayatın anlamı?’ sorusuna daha açık cevaplar ve

yöntemler vermek. ‘‘Anlam İstemi’’, ‘‘Varoluşsal Engellenme’’, ‘‘Noöjenik Nevrozlar’’ gibi başlıklarla ikinci bölüm daha çok

tanımlamalara yönelik kılınmış. Frankl terapide kullandığı bu başlıkları bizlere düşünceleriyle harmanlayarak sunmuş. Bu

bölümden de aklımda kalan kısmı paylaşmama izin verin; ‘‘Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyada, kişinin en kötü şartlarda bile

yaşamını sürdürmesine, yaşamında bir anlam olduğu bilgisi kadar etkili bir şekilde yardımcı olan başka hiçbir şey yoktur.’’ Uzun

anlatılardan sonra, hayatında anlam boşluğuna düşmüş herkese kendi nihai anlamını keşfetmesi için üç şey öneriyor logoterapi:

bir şey üret, bir şeyi deneyimle ya da biriyle temas et. Kaçamayacağın ıstıraplarının seni gelişmeye götürecek birer basamak

olduğunu fark et.

Üçüncü bölüm ‘‘Trajik Bir İyimserlik Tartışması’’ adıyla bizleri karşılıyor. Burada yazar 1) Acı 2) Suçluluk 3) Ölüm ‘‘ Trajik

Üçlüsü’’ne (Logoterapide böyle adlandırılıyor) karşın, insanın iyimserliğiyle nasıl bunları alt edeceğini anlatıyor. Anlamlandırma

ihtiyacı burada bireyi kurtacı rol oynuyor. Çünkü bireyin anlamlandırma ve anlam arayışı, insanın kendi varoluşu ve kendisi

dışındaki varlık alanıyla ilgili iki temel yönelişidir. Bu yönelişlerden ilki, özü itibarıyla zihinseldir. Zihnin en önemli işlevlerinden

biri, duyu organlarıyla gelen verileri zihinsel süreçlerden geçirerek değerlendirmek; bilgi üreterek fikri açıklık kazanmak; daha da

önemlisi, belirsizlikten kurtulmaktır. İkinci yöneliş, yani anlam arayışı, varoluşsal/ruhsaldır. Viktor Frankl’ın üzerinde ısrarla

durduğu gibi, insanın ruhunda hayatı anlamlı kılmaya yönelik anlam istemi/arzusu adıyla ifade edilen temel bir güdü vardır. İnsan,

ancak bu güdü aracılığıyla hayatı bir bütün olarak kavrayabilir, çözümleyebilir ve böylece anlam kazanabilir. İnsan, hakikat

arayışında anlama ihtiyacını karşılamak adına, bilgiye dair her şeyin peşine düşmüş, elde ettiği kadarını mevcut olanla işlemiş,

bulamadığı yerde kendisi üretmiştir. Anlamsızlık duygusunun nedenini de aşırı basitleştirme temelinde açıklıyor Frankl.

‘‘İnsanların yaşamalarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığı söylenebilir, insanlar

araçlara sahip, ama amaçları yok.’’ Diyerek bu basitleştirmenin temeline inmiştir.

Kitabın temel hatlarıyla çizimi yaptık. Belki de biraz sizlere spoiler vermiş olduk. Son olarak sizlere Frankl’dan bir mesaj bir mesaj

bırakmak istiyorum: ‘’Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır.’’ Her satırından kendinize yeni bir

şeyler katacağınız bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyor keyifli okumalar diliyoruz.

Atakan Ayhan & Merve Özcan


İNSAN OLMAK - ENGİN GEÇTAN

İlk kez yayımlandığı 1983'ten günümüze defalarca baskı yapmış ve okurla kurduğu yapıcı

ilişkiyi kanıtlamış olan bu kitabında Engin Geçtan insan olmanın ikilemini şöyle anlatır: "Çağdaş

toplumlar kendine özgü bir olguyu da birlikte getirmiştir. İnsan eskisinden çok daha fazla sayıda

insanla, çok daha kısa süreli, daha yüzeysel ilişkiler kurma eğilimindedir. Bu, soğuk bir günde

karşılaşan bir grup kirpinin öyküsüne benzer. Kirpiler ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar,

ama dikenleri birbirine batar. Birbirlerinden ayrıldıklarında ise soğuktan rahatsız olurlar. İleri

geri hareket ederek sonunda dikenlerini batırmadan birbirlerini ısıtabilecekleri en uygun

uzaklığı bulurlar." Son yirmi yılın dünyasındaki sosyal ve maddi değişimler düşünülürse,

kirpilerin birbirine daha da çok ihtiyaç duyduğunu, her kirpinin bu ikilem karşısında kendi

cevabını bulması gerektiğini, tam da bu yüzden İnsan Olmak'ın bugün daha da güncel olduğunu

söyleyebiliriz. Kitaptaki her bir bölümde ‘İnsan Olmanın’ başka bir gerçekliğine değinmiş yazar.

İnsanların davranışlarına ışık tutuyor. Düşündürüyor, farkındalık yaratıyor, kendimizi daha iyi

anlamamızı sağlıyor. ‘’İnsan, var olduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı

ve evreni anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi

olmuştur.’

KARISINI ŞAPKA SANAN ADAM - OLİVER

SACKS

Kendimizi nasıl tanımlayabiliriz? Rüyalarımız, üstün yeteneklerimiz, hastalıklarımız, sonradan

başımıza gelen sorunlar ve tüm bu yaşam mücadelesindeki yaşanmışlıklarımız mı bizi “biz”

yapar? Psikiyatr yazar Oliver Sacks bize bu kitabında birbirinden farklı 24 örnek olayla hayatın

aslında o kadar da hafife alınmadan ciddi problemlerle başa çıkma okulunda olduğumuzu

anlatıyor. İçerisinde yüzleri tanımayı unutan, kendini sürekli 19 yaşında sanan, koku duyusu bir

anda gelişen, tikleriyle bütünleşip kendini bu sorunuyla tarif edebilen gibi birçok nörolojik

hikayeden oluşan bir yolculuğa çıkarıyor. Kitap 4 bölümden oluşuyor ve her bölüm kendi içinde

bir bütünlüğe sahip. İlk bölüm sahip olup sonradan yitirdiğimiz yetenekler, ikinci bölüm

aşırılıklar, üçüncü bölüm rüyalar ve gerçeklerle yaşantılar, son bölümde engelli ancak üstün

özelliklerin keşfindeki hayatlar anlatmakta. “Bir insanı tanımak istediğimizde, onun hayat

hikayesi, en derin, gerçek hikayesi nedir diye sorarız. Çünkü her birimiz bir biyografiden, bir

hikayeden ibaretiz. Biyolojik ve fizyolojik açıdan birbirimizden pek farklı olmasak da tarihsel

açıdan, anlatı olarak her birimiz biriciğiz.”

KÖPEK GİBİ BÜYÜTÜLMÜŞ ÇOCUK-

DR. BRUCE D. PERRY- MAIA

SZALAVITZ

Kitapta bir psikiyatristin karşılaştığı travmaya uğramış 10 çocuğun hikayesinin

anlatıldığı, ihmalin ve sevgisizliğin aslında tahmin ettiğimizden çok daha büyük travmalara

sebep olacağını, sonrasında bu travmaya uğramış çocukların ilerleyen dönemlerde

toplumda nelere mal olacağı (kelebek etkisi)herkesin anlayacağı bir dilde anlatılmış.

Toplamda on iki öyküye yer veriliyor ve bu öykülerin tamamı gerçek hayatlardan alınmış.

Travma geçirmiş çocukların davranışlarını anlama, bilinçlenme, farkındalık kazanma ve

doğru müdahalelerle iyileşmenin mümkün olabildiğini görebilmek adına önemli bir kaynak.

"Ateş ısıtabilir veya yakıp yok edebilir, su susuzluğu giderebilir veya boğabilir, rüzgar

okşayabilir ya da kesebilir.İnsan ilişkileri de böyledir; Birbirimizi hem yaratabilir ve yok

edebilir hem besleyebilir ve dehşet içinde bırakabilir hem de travma yaratabilir ve

iyileştirebiliriz.”

Merve Özcan



KENDİNİ İFADE ARACI: OYUN

OYUNLA TERAPİ

TERAPİDE

OYUN

Oyun; çocuğun ilk dilidir. Çocuğun büyümesi, gelişimi,

öğrenmesi, ilişkiler kurması için olmazsa olmaz doğal bir süreçtir.

Çocuklar için oyuncaklar onların sözleri ve oyun onların

konuşmasıdır.

Yetişkin için Konuşmak = Çocuk için Oyun

OYUN TERAPİSİ NEDİR?

Oyunun iyileştirici güçlerinin

kullanıldığı; çocuğun

bilişsel,davranışsal, duygusal,

gelişimsel zorluklarına karşı en

etkili terapi yöntemidir.

Bir yetişkin kendini nasıl konuşarak ifade ederse bir çocuk

da oyunla ifade eder.

Oyuncaklar çocukların en önemli kendini ifade, iletişim ve

gelişim araçlarıdır.

Oyun terapisi birincil müdahale

olarak veya destekleyici terapi

olarak kullanılmaktadır.

Oyun terapisinin yararlı bir yaklaşım olduğuna

inanılmasının en temel sebeplerinden birisi, çocuklar

duygu, düşünce ve davranışlarının sebebini ifade

edebilmeye yarayan soyut muhakeme yeteneklerini ve

sözel ifade becerilerini henüz gelişmemiş olmasıdır.



OYUNLA TERAPİ

TERAPİDE

OYUN

OYUN TERAPİSİ HANGİ DURUMLARDA

İŞE YARAR?

Zorbalığa maruz kalmış/kalmakta olan çocuklarda,

Zorbalık sergileyen çocuklarda

Yas /kayıp yaşayan çocuklarda

Ebeveynleri boşanmış çocuklarda

Ebeveynlerinden biri veya ikisi tarafından terkedilmiş olan

çocuklarda

Fiziksel, duygusal ve cinsel istismar durumlarından birine veya

birden fazlasına maruz kalmış çocuklarda

Deprem, çatışma, ameliyat, hastalık gibi kriz ve travmanın sebep

olduğu davranışsal sorunlar yaşayan çocuklarda

Kaygı bozukluğuna sahip çocuklarda

Depresyon tanısı alan veya depresyon belirtisi gösteren

çocuklarda

Dikkat eksikliği ve hiperaktiviteye sahip çocuklarda,

Seçici mutizm olan çocuklarda

Akademik başarısızlık yaşayan çocuklarda

Sosyal ilişkiler kurmakta zorlanan ve sosyal uyum sorunu yaşayan

çocuklarda,

Fiziksel engelliliğe bağlı olarak çeşitli sorunlar yaşayan

çocuklarda

Alt ıslatma ve/veya dışkı kaçırma gibi sorunlar yaşayan çocuklarda

Kardeş kıskançlığı yaşayan çocuklarda

Yalan, hırsızlık, gibi davranış bozukluğu sergileyen çocuklarda

Tırnak yeme, parmak emme, saç yolma, tik vb. sorunlar yaşayan

çocuklarda

OYUN TERAPİSİ

SAYESİNDE ÇOCUKLAR

Duygularını kabul etmeyi öğrenirler

Duygularını düzenlemeyi öğrenirler

Olumlu bir benlik algısı yaratırlar

Korkularını yenerler

İfade etmekte zorlandığı duygularını daha

rahat ifade ederler

Mücadele becerileri gelişir

Özgüvenleri gelişir

Sorumluluk alabilme becerileri gelişir

Sınırlarının farkına varıp bunları kendileri

belirlerler

Çözüm üretme becerileri gelişir

İlişkileri keşfederler

Kendini gerçekleştirirler

Üstesinden gelemediği sıkıntılarını kurgusal

olarak oyunda alt eder

Seçim yapmayı ve seçimlerinin sorumluluğunu

almayı öğrenirler

Bağımsız kararlar alabilme kapasitesini

İçsel bir değerlendirme mekanizmasının

gelişmesini

ZEYNEP SUR



Mutluluğunuza

Katkıda Bulunacak

Öz-Şefkat

Egzersizleri

Hiç kendinizi pişman olduğunuz bir şey

yaptığınızdan dolayı acımasızca eleştirdiniz mi?

Birisine çok kaba davrandığınız ve sonrasında bu

yüzden kendinize daha da kaba davrandığınız?

Bunun nedeni, kendimize kaba davranmak,

kendimizi eleştirmek daha kolaydır ve biz bunu

farkında olmasak bile oldukça fazla yaparız. Peki, bir

olay yaşadığımızda kendimizi eleştirmek veya

yargılamak yerine neler yapabiliriz? Nasıl bir

arkadaşımızın başından kötü bir olay geçtiğinde ona

şefkat gösteriyorsak, kendimize de şefkat

gösterebiliriz.

Çoğu insan öz-şefkati kendine karşı nazik olmak

olarak düşünüyor. Bu kesinlikle öz-şefkatin

tanımının bir parçası olabilir ama bütün tanım

sadece bu değildir. Öz-şefkat kendimize karşı sahip

olabileceğimiz olumlu bir tutumdur. Olaylar zorlayıcı

hale geldiğinde kendimize karşı daha affedici, kabul

edici ve seven bir tutumla yaklaşabilmektir. Bir

şeylerde başarısız olduğumuzda ya da bir şeyler bizi

kırdığında, kendimize karşı eleştirel ve yargılayıcı bir

tutum geliştirmektense, şefkat ve anlayış ile

yaklaşabilmektir (Neff, 2003a).

Dr. Kristin Neff’e göre, öz-şefkat üç farklı öğeden

oluşur; öz-iyilik, ortak insanlık ve farkındalık. Öz-iyilik

halinde kişiler zorlu durumlarla yüzleştiğinde,

zaman zaman yetersiz kalmanın ya da bazı

kusurlarının olmasının hayatın bir parçası olarak

görürler. Ortak insanlıkta ise yaşadığımız bu

zorlukların ortak insan deneyiminin bir parçası

olduğu vurgulanır. Yani, zorluklarla karşılaştığımızda,

bazen başkalarının bizi anlayamayacağını düşünürüz

ve yalnız hissederiz. Öz-şefkat ise bize yalnız

olmadığımızı hatırlatır. Son olarak ise, öz-şefkat

farkındalığa vurgu yapar. Rahatsız edici duygularla

karşı karşıya kaldığımızda onları görmezden gelmek

veya abartmak yerine, bu duyguları yargısızca

gözlemlemeye vurgu yapar.


Öz-şefkati nasıl

uygulayacağız?

Hata yapmanıza izin verin.

Hepimiz insanız. Düşünce, duygu ve davranışlarınızın

kim olduğunuzu tanımlamasına izin vermeyin. Bir

arkadaşınız telefonuna cevap vermediğinde nasıl onun

tembel bir insan olduğunuzu düşünmüyorsanız,

kendinize de kusurları olan ve kusurlu olma konusunda

yalnız olmayan bir insan olduğunuzu hatırlatın.

Bir arkadaşınızla nasıl konuşuyorsanız,

kendinizle de öyle konuşmayı deneyin.

Arkadaşlarımıza ya da sevdiğimiz insanlara genel

olarak umut ve cesaret verici nazik cümleler söyleriz.

Zor bir durumdan geçerken, kendinize yakın bir

arkadaşım aynı durumdan geçseydi ona neler

söylerdim diye düşünün. Kendinize “canım, sevgilim”

gibi sevgi sözcükleri kullanın. Bu terimleri kullanmaya

başta isteksiz olsak bile, öz-şefkat hissetmemize

yardımcı olurlar.

İyi bir gözlemci olun.

Duygusal olarak zor dönemden geçtiğimizde, hemen

tepki verebiliriz. Onun yerine, yavaşlayıp, deneyiminizi

gözlemlemek için bir geri adım atmayı deneyebiliriz.

Bu şekilde, büyük resme bakabilir ve gözden

kaçırabileceğimiz önemli detayları gözlemleme şansı

yakalayabiliriz.

Doğrulanma ihtiyacını bırakın.

Olumsuz düşüncelerimizin çoğunun başkalarının bizi

nasıl algıladığı konusundaki endişelerimizden

kaynaklandığını öne sürülüyor. Bu nedenle, mutluluğu

dış etkenlere bağlamamayı seçmemek ve kendimizi

olduğumuz halimizle kabul etmek, bir öz-şefkat

eylemidir.

Kendi kendinize konuşmanızı

değiştirin.

Olumsuz duygulanım içerisine girdiğiniz anlarda

kendinizle nasıl konuştuğunuza dikkat edin. Kendiniz

ile ilgili eleştirel düşüncelerinizi daha olumlu ve

besleyici bir şekilde düzenlemeye çalışın.

Farkındalık çalışmaları yapın.

Dikkat ve şu ana odaklanmak, öz-şefkatin temel

yapılarından biridir. Nefes egzersizleri her zaman ve her

yerde kolaylıkla uygulanabilir. Kendinize kısa bir özşefkat

arası vermeyi ihmal etmeyin.

Günlük tutun.

Gün içinde karşılaştığınız zorluklar yüzünden zihninizin

eleştirel ifadelerle dolmaya başladığını fark ettiğinizde, bu

anları not etmek için kendinize zaman ayırın. Kendi

kendine konuşmada olduğu gibi, eleştirel bakış açısını

yeniden şekillendirin ve nasıl hissettirdiğine dikkat edin.

Ne istediğinize karar verin.

.Hayattan ne istediğinizi, neye ihtiyacınız olduğuna veya

neyi özlediğinizi düşünmek için kendinize zaman ayırın.

İhtiyaçlarınızı netleştirmek, odaklanmanıza yardımcı

olurken, motivasyon ve mutluluğunuzu arttırmaya da

yardımcı olur.

Kendinize iyi bakın.

Genellikle hepimiz başkalarının ihtiyacı için elimizden

geleni yaparken, kendi ihtiyaçlarımızı görmezden geliriz.

Sizin de ihtiyaçlarınızın karşılanması gerektiğini ve özşefkat

davranışlarına layık olduğunuzu hatırlayın. Stres gibi

zorlu yaşam olayları ile karşılaştığımızda, sağlıksız başa

çıkma davranışlarına girmek yerine öz-şefkat davranışlarını

oluşturmayı deneyin.

Hazırlayan: Klinik Psikolog Melike Osanç


18

ATTİC | JANUARY 2016

24 Farklı Kişi Tek

Beden

Bazen kendimize yabancı geldiğimiz, kendimizi tanıyamadığımız, kişilik karmaşasında

olduğumuz birçok durum günlük hayatımızda karşımıza çıkmaktadır. Peki ya bu

hislerimiz aslında gerçek olsaydı ve bedenimizde bizden bağımsız birkaç farklı kişiliği

barındırsaydık ne olacağını hiç merak ettiniz mi? Bu durumu ve ihtimali belki birkaçımız

düşündük belki de aklımızın ucundan dahi geçmedi, ancak yaşadığımız birçok duygu

durumunda da olduğu gibi bu durumun da psikolojide bir adı mevcut; çoklu kişilik

bozukluğu (Dissosiyatif kimlik bozukluğu). Çoklu kişilik bozukluğu, birden çok kimlik

veya kişiliğe sahip olan kişilerdir. Her kişiliğin bir adı, yaşı, anıları ve kendine özgü

davranışları vardır. Zihnimizin içindeki bu kişilik ya da kimlikler birbirini tanımazlar,

birbirlerinden habersizdirler. Bu kişilik bozukluğuna, kişinin içinde bir veya birden fazla

bireyin yaşadığını hissetme durumudur da diyebiliriz ancak hemen endişelenmeye gerek

yok çünkü dissosiyatif kimlik bozukluğunun tedavisi psikoterapi ile mümkündür


Bu hastalık her ne kadar diğer kişilik bozukluklarına kıyasla daha

az görülse de toplumun %1’i ile %2’si arasında çoklu kişilik

bozukluğu görülmekte. Çoklu kişilik bozukluğu çoğu insanın ve

araştırmacıların ilgisini çeken bir hastalık olduğundan dolayı bu

hastalık hakkında birçok makale, tez ve araştırmalar

bulunmasına ek olarak çoklu kişilik bozukluğunu ele alan birçok

kitap ve film da bulunmakta. Bu filmlerin arasında bugün sizler

için seçtiğim Split (Parçalanmış) filmi mevcut.

M. Night Shyamalan’ın yazdığı ve yönettiği filmin başrolünü James

McAvoy, Anya Taylor-Joy ve Betty Buckley üstlenmekte. Film bir grup

kız arkadaşın arabasına bir adamın binip onları kaçırmasıyla başlıyor.

Filmin başında onları kaçıran kişi yani Kevin’ın çoklu kişilik bozukluğu

olduğundan bihaber bir şekilde izliyoruz filmi. Sonrasında yapılan

flashback’lerle Kevin’ın aslında psikiyatriye giden ve kişilik bozukluğu

olan bir birey olduğunu anlıyoruz. Birbirinden farklı 23 karakter

barındıran Kevin’ın hikayesinin anlatıldığı filmde bu karakterlerden

sadece Kevin dışında dört karakter anlatılıyor. Karakterler Hedwig,

Dennis,Patricia ve Barry’den oluşmakta. Hedwig, Kevin’ın 9 yaşındaki

halini temsil etmektedir, masum ve kişilikler arasında en saf olanıdır.

Filmi izlerken Hedwig karakterinin Kevin’ın küçüklüğünde yaşadığı

travmalar sonucu ortaya çıktığını gözlemleyebiliriz. Hedwig’in masum

ve çocuksu yönünün kaçırılan kızların kaçma girişiminde kullanılacak

kadar saf olduğunu görüyoruz filmin devamında. Diğer kişiliklere

geçecek olursak Dennis fazlasıyla titiz ve temizliğine önem veren

muhtemel bir OKB hastasıdır. Patricia karakterinin ise Kevin’ın

küçükken uğradığı taciz sonucu ortaya çıkmış bir karakter olduğu

düşünülüyor. Diğer bir karakter olan Barry’nin, Kevin’a en yakın

karakter olduğunu söyleyebiliriz. Barry yaratıcı ve gay bir kişiliktir ve

bazı kaynaklarda Barry’nin gerçekte Kevin’ın olmak istediği kişi ideal

kişi olduğu yazmaktadır. Kişiliklerin arasında masum olanlar olduğu

gibi tam tersi olan şeytani karakterleri ve bu karakterler arasındaki

farkları film esnasında bariz bir şekilde görebiliyoruz. Psikiyatriste

giden karakter Barry’dir ve Barry’nin psikiyatristi ile yaptığı bir

görüşmede Patricia ve Dennis karakterlerinin ortaya çıkmasını

istemediğini çünkü onların Kevin’ın içindeki kötülüğü,karanlık tarafını

ortaya çıkardığını söyler. Bunların dışında 24.bir karakter de vardır ve

bu karaktere Canavar adını vermektedirler. Bu karakter kelimenin tam

anlamıyla bir canavardır ve amacı insanlara zarar vermektir bu

karakterin acı duygusu yoktur ve beynini kendisinin gerçekten canavar

olduğuna inanmıştır. Bu karakterin oluşmasındaki etken Kevin’ın

hayvanat bahçesinde çalıştığından dolayı oradaki hayvanların birleşimi

olan bir karakter yaratmak istemesidir. Kendisini yenilmez ve acı

çekmeyen güçlü bir canavar olarak gördüğünden dolayı bu kimliğini

bastırmak istemesine rağmen karakterinin gücüne karşı gelemez.


Bu kadar çeşitli ve birbirinden farklı karakterlerin

ortaya çıkmasının sebeplerinden bir kısmı kişinin

geçmişte gördüğü şiddet, istismar, baskılanmış bir

kişiliğe sahip olması olarak görülebilir. Karakterlerin bir

kısmının içindeki karanlığın ve adeta kişinin şeytani

yönünün ortaya çıkmış hali olduğu gibi bir kısmının da

içindeki saf iyilik ve masumluğun ortaya çıkmasıyla

olduğunu gözlemleyebiliriz.

Split filminde de olduğu gibi psikolojik hastalıkların

müzik, sanat, edebiyat ve sinema alanlarında birçok

örneği olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu

hastalıkların birçoğunun tedavisinin olduğunu ve en

şiddetli hastalığın bile uygun bir tedavi yöntemiyle,

istekle, azimle ve istikrarlılıkla düzelebileceğini de

söylemek isterim.Yaşadığımız zorlukların, hastalıkların

sadece bize özel olmadığını kısaca kimsenin yalnız

olmadığını, hastalıklar hakkında tarihte, günümüzde ve

sanatta birçok örneğinin olduğunu da unutmamakta

fayda var.

Sanatı, edebiyatı ve sinemayı kullanarak psikolojinin bu alanlardaki etkisini görmek, gözlem yeteneğimizi iyileştirmek ve

kendimizi olabildiğince geliştirmek adına, Spontan Psikolojik Danışmanlık olarak zaman zaman film analizi etkinliği

yapmaktayız. Bu etkinliğimizde seçilen filmi iziledikten sonra filmin yorumunu, karakterleri, olayları ve sonuçlarını bir

etkileşim içerisinde bulunarak analiz etmekteyiz. Bu eğlenceli etkinliğin bize sosyalleşme ve eğlence açısından kattığı

artıya ek olarak gözlem ve analiz etme, sebep sonuç ilişkisi kurmayı kuvvetlendirme yönünden de birçok katkı

sağlamakta. Son etkinliğimizde izlediğimiz anoreksiya nevroza teşhisli bir kişinin yaşadıklarını anlatan To The Bones

filmini de herkesin izlemesini içtenlikle öneririm.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!