Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
"Bî-vefadır dâr-ı dünya, kimseyi şâd eylemez."
Fuzûli
İşgal
Fikirlerim buz tutmuş zulüm kelepçesinde
Geçirir dişlerini umutlarıma zaman
Diriltmek istedikçe yıkılan düşlerimi..
Umut güvercinime bulaşır bir kızıl kan!
Kızıl yazıyor kalem, kızıl yazıyor fırça..
..
İbrahim Arpak
1
OĞUZHAN
ERDİNÇ
Vakt-i Muazzez
(Adsız ve Muazzez, ağır adımlarla otobüs durağına doğru ilerlerler. Muazzez,
dakikalardır kendilerini çepeçevre saran sükûneti Adsız’ın gözlerine bakarak
dağıtır.)
Muazzez – Adsız, ben yıllarca içimde koca bir boşlukla yaşadım. Ne yaptıysam, nereye
gittiysem o boşluk hiç dolmadı.
(Muazzez, başını önüne eğerek yavaş yavaş yürümeye devam eder. Gözleri
dolar Başını kaldıramaz çünkü, bir kez Adsız’a baksa gözünde biriken damlalar
bir sele dönüşeceğini biliyor.)
Muazzez – Bu boşluk, bir tek senin yanında doluyor. Seninleyken kendimi tamamlanmış
hissediyorum. Senden ne zaman ayrı kalsam o boşluk bir kanser hücresi gibi
bütün vücuduma yayılıyor. Adsız!
(Aynı anda ikiside durur. Muazzez, başını kaldırıp Adsız’a bakar. Gözleri bir sel
gibi hüznünü Adsız’ın ayaklarının altına serer.)
Muazzez – Sanırım o boşluğun sahibi sensin Adsız…
(Adsız, derin bir iç çeker. Başını önüne eğip yeniden yürümeye başlar. Muazzez
de Adsız’ın adımlarını izler.
Adsız derin bir sükûnet halini üzerine giydirir. Zaten O, konuşmadan önce hep
böyle sösüzlükle demler kelimeleri.
Durağın önüne geldiklerinde otobüsü hazır bulurlar. Muazzez, Adsız’ın
kelimelerini merakla beklemektedir. O’nun hiçbir zaman sessiz kalamayacağını
bilir çünkü.
Adsız’dan bir cevap beklerken otobüs hareket etmeye başlar. Adımını atar
atmaz Adsız’ın vereceği cevabı kendisine unutturacak daha mühim bir soru
aklına gelir.)
Muazzez – Adsız! Bir daha ki sefere nerede buluşacağız?
(Adsız, kelimelerini otobüsün kapanmak üzere olan kapısının arasından
Muazzez’in gönlüne bir mıh gibi yerleştirir.)
2
Adsız
– Her zamanki yerde Muazzez!
(Muazzez, aldığı cevap ile sarsılır. Adsız’ın sesi kulağında yankılanmaktadır.
“Her zamanki yer! Her zamanki yer!” Şaşkınlığa esir olmuş bir halde yerine
oturur. Şaşkındır çünkü, Adsız ilk defa bir meseleyi cevapsız bırakmış ve onlar
her seferinde farklı bir yerde buluşmuşlardır.
Muazzez, çantasından defterini çıkarır ve kalemiyle üzerindeki şaşkınlığı
dağıtarak yazmaya başlar; Bir dahaki yer: Her zamanki yer! Daha sonra
kendisini karşısına alarak sözsüzce konuşmaya başlar.)
Muazzez – Adsız hiçbir meseleyi cevapsız bırakmaz. O’nun cevapsızlığının altında bile bir
cevap vardır ve hiçbir şeyi hikmetsiz söylemez, her zamanki yer derken ne
demek istedi acaba?
(Muazzez, kendi içine doğru derin bir seyahate çıkar. Dünyadan kopmuş bir
şekilde Adsız’ın haletine kendi içinde uzun bir müddet bir mana arar.
Bu uzun arayıştan sonra Adsız’ın sesi gönlünde yankılanmaya başlar, O’nu
içinde bulmuştur.)
Adsız
– Muazzez, zaman ve mekân her seferinde farklı gibi dursada biz hep aynı yerde
buluyoruz birbirimizi: Sende… İşte bunu fark edemediğin için, içindeki boşluk
bensizken seni ele geçiriyor. Kendine gelirsen beni hep sende bulursun Muazzez…
Böylece içinde nokta kadar boşluğa yer kalmaz. Her zaman, her zamanki
yerdeyim ben Muazzez. Sende…
3
RESUL
HANÇER
Gir İçeri
İnsanın evvel ene’si ve bunun yansımasının türevleri olarak adına modernite, kapitalizm,
postmodernizm gibi isimlerin takıldığı, insanın yüzünü aslolandan faslolana çevirecek elvan
çeşit cilveler, renkler, şaşaalar var. Ve hepsi de insana ‘gir içeri’ diyorlar.
Mantıku't Tayr’ın aşk vadisi bölümünde bir hikaye aktarılır:
"Bir Arap acem diyarına gitti. Acemlerin gelenek ve görenekleri karşısında şaşırdı kaldı.
Bu cahil adam, oraya buraya baka baka giderken yolu bir kalenderhaneye düştü. Orada
iki dünyayı da boş vermiş, tek kelime etmeyen, kendilerinden geçmiş bir avuç kalender
gördü. Hepsi de hilekâr oyuncu, çok kurnaz zar hırsızı ve rakiplerini mars eden kimselerdi.
Fırlamalıkta her biri diğerinden beterdi. Hepsinin elinde bulanık şarap kadehleri vardı. Bir
dikişte dibine kadar içer ve sarhoş olurlardı..." 1
Üzerinde altın ve gümüş serveti bulunan Arap oradan geçerken etkilenip büyüleniyor ve
bir kalenderde bu yolcuya fırsattan istifade ‘gir içeri’ diyor. Kalenderler bir kadeh sunuyor ve
Arap kendisinden geçiyor. Hâsılı altın ve gümüşlerin hepsi elinden gitmesi yetmiyor gibi bir
de çırılçıplak kalenderhaneden atılıyor. Bu vaziyette memleketine dönünce kendisine dostları
tarafından ‘sana noldu’ denilince: hiçbir şey hatırlamadığını sadece ‘gir içeri’ dediklerini
hatırladığını söyledi ve en çok etkilendiği sözünde yine ‘gir içeri’ sözünün olduğunu söyledi.
Bütün bağların bağlandığı (modernite postmodernite kapitalizm ya da muhafazakarlık,
adına her ne denirse artık) insanın ene’si, insana sürekli kalenderhâne misal şu dünyada
‘gir içeri’ sözünü pompalar, tıpkı Âdem aleyhisselâma şeytanın yasaklı meyveye ya da ağaca
çağırması gibi. Burda problem ağaca gitmek değil, bilakis çözüm ağaca gitmekti. İnsanın
kaderidir ağaca sürekli gitmek ve dönmek. Yani insanın her günü ağaca gidip gelmekle ya da
gidip gelmemekle doludur. Gölgelere kanıp asıldan mahrum da olunabilir, güneşle tekrardan
muhatap olmak için gölgeden vazgeçiledebilir.
Gir içeri sözünü kimi zaman bir insandan ya da eşyadan ki Kur’an buna “Nefsânî arzulara,
kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara
ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılınmıştır. İşte bunlar dünya hayatının geçici
menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır." 2 der. Elbetteki bunlara derc
edilmiş bir takım faydalar vardır fakat olay salt bazı faydalara indirgenirse aslolan mânâ kaçar.
Tüm onlarla onu veren namına muhatap olunca onlarda insan teki için ademden kurtulur,
ademistan kuyularından varlık sahasına çekilir. Vücutta D vitamini güneşi görmekle aktif
hale gelir aksi takdirde vücutta bulunsa dahi bir işlevi yoktur. Ömür dakikalarımızda ancak
Ezelî ve Ebedî bir Zâtı Cemîli Zülcelâle nispet edildiği takdirde, o dakikalar bakiye tebdil eder.
1
Mantıku't Tayr / Ferîdüddin Attâr
2
Kur'an-ı Kerim / Âl-i İmrân sûresi 3:14
4
Gir içeri cümlesinin pompalandığı bir hengamede modern insan hiç düşünmeye vakit
bulamadan içeri giriyor ve yok olup gidiyor. Özünden ödün verilen bir asırda fıtratındaki
yaratılış cevherini çıkarmak için insanlara bir an tanınmıyor. ‘Gir içeri’ cümlesinin nefside
okşamasıyla insan içeri giriyor ve tüm sarhoşluğuyla fıtratındaki cevherlerin üzeri örtülüyor
ve çaresizce oradan ayrılıp gitmek zorunda kalıyor.
Her sûrenin başında (tevbe sûresi hariç) geçen “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
oku” buyrulmasından hemen sonra, “Yaratan Rabbi’nin adıyla oku” buyruluyor. Mebde
ile meâdı, soru ile cevabı, zâhir ile bâtını bünyesinde barındırmasındandır ki âyet, hem
yolculuğa çıkarıyor hem de yolun azığını veriyor. Okuyayım da nasıl okuyayım diye bir soru
sorsak “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla oku” cevabını tersten bir okuyuşla alabiliriz.
‘Gir içeri’ cümlesinin pompalandığı bir hengamede bir an olsun bu âyetleri duyabilirsek,
Rahmânî nazarı elde edebilir, ‘gir içeri’ cümlesinin sarhoşluğundan tecrid olunabiliriz. Bu
nazar olmadığı içindir ki, insanın kendisinde olan vehmî rubûbiyeti insanlar ve eşya üzerinde
kullanmak iddiasından, dünya cehennemî bir hâlete büründürülüyor. O Rahmânî nazarla
önce kendindeki sonra da mevcudat üzerindeki sikke-i turrayı görüp özündeki cevherleri
ortaya çıkarıp bir varlık ve bilgi idrakinde olabilir. Çünkü her ‘gir içeri’ cümlelerine meyille
hatta daha da ötesinde içeri girerek ve sarhoş olarak varlık ve bilgi idrakinden mahrum
kalıyoruz. Bediüzzaman “ya bâki entel bâki” 3 cümlesi ile “kalbi mâsivadan tecrit etmek” ve
bu cümlenin “manevi bir ameliyatı cerrahiye” hükmünde olduğunu söyler. İnsan kendisine
verilen şey’lerin, ene’sindeki Rab’lik iddiasının vehmiyle sahiplenip, kendisinden o şey’ler
alındığında da firak elemleri ile azap çektiği hengamede “ya bâki entel bâki” sırrıyla temizlik
yapıp, ilk inen beş ayet ile de bir inşâ sürecine girip bir şehir kuruyor kendisinde, bir
medeniyet oluşturuyor insan olan insan.
Kurban ibadetinin de “ya bâki entel bâki” demenin bir veçhesidir diye düşünüyorum.
Kurban kelimesinin akrebiyet kelimesi ile mânâları benzer hatta kimi noktalarda da aynıdır.
Akrebiyet, yakınlık kurmak, yakın olanın hatta yakîn olanın sende olanın idrakinde olmaktır.
Bediüzzaman bunu Asayı Mûsa olarak kabul eder ki vurduğun her yerden su çıkarmak
nevinden baktığın her yerde O’nu görmeyi, tattığın her şeyde rûhun o neşveyi tatmasıdır.
Artık “ya bâki entel bâki” cümlesini söylerken mâsiva diye bir şeyin olmadığının idrakinde
olarak bir hayat ölüm ve sonrasının mecz olmuş haliyle nefes alır verir insan.
Kurban ve diğer muhtelif ibadetlerin, sürekli farzîyeti vâcibiyeti hususları tartışılarak ne yazık
ki asıl olan mânalardan uzak düşüyoruz. Kurban vesair ibadetlerin temeline baktığımızda,
kazdığımızda bizdeki o vehmî Rubûbiyetin boğazlanması ile evvel emirde ene’den ve
sonrasında ene’nin bağları ve bağlamları olan modernite, kapitalizm gibi teorilerin
teolojilerin arazların boğazlanması ile ‘gir içeri’ sözlerinden teberrî edebiliriz.
‘Gir içeri’ cümlelerinin sarhoşluğundan ancak bu şekilde kurtulunabileceği
düşüncesindeyim.
3
Lem'alar/ Bediüzzaman Said Nursi
5
YASEMİN
ERDİNÇ
Korku Damarı
İnsan bir bütündür.
Hisleri, tercihleri, duruşu, gülüşü ile bir bütün.
Çağ, bize riyakârlığı bir rütbe olarak gösterip teşvik etsede bir yerlerden açık verir ve içteki
dışa taşar. Sadece yeme – içmemiz hazır ve hızlı olsun istemeyiz bu yüzden. Hayatımızdaki
her şeyin lezzetli, emek vermeden, hızlı ve hazır olmasını bekleriz. “Böyle bir dünyaya çocuk
mu getirilir?” söylemi bu bütünlüğün dışında değildir. Ekonomi düzelsin, eğitim sisteminde
yenilikler/iyileşmeler olsun, insanlar daha sevecen olsun ve her şeyin dört dörtlük
olduğu bir dünyaya çocuk getirelim istiyoruz. Bir masal olmaktan öte hayatımıza dersler
çıkaracağımız sahabe hayatları ise bunun tam tersini söylüyor bize.
Onlar, hazıra konmak yerine ilk olup zorlukları göğüsleyip arkalarından gelenlere yol açmayı
hayatlarının gayesi edinmişler.
Yer Medine.
Hicretin ilk yılı.
Sahabeler hastalanmış ve Yahudiler insanın en zayıf damarından biri olan korku damarını
tahrik etmek için onlara büyü yaptıklarını, bundan sonra çocuklarının sakat doğacağını ya da
ölüp nesillerinin kuruyacağı yalanını yaymaya başlamışlar ki müslümanlar ümitsizliğe düşsün
ve nesilleri çoğalmasın. Böyle bir halde imanın verdiği güvenle dimdik duran ve hicretle
beraber ilk çocuğu doğuran Hz. Esma r.a validemizse tüm bu söylemleri yıkarak müminlere
umut oluyor.
Tablonun çok değiştiği söylenemez. İman ettiğimizi iddia eden bizler dahi korkuyoruz
böyle bir çağda evlada emanetçilik yapmaktan. Manevi olarak ölür, bu ahlaksızlıklar içinde
latifeleri sakat kalır ve imanlı neslimiz kurur sanıyoruz. Ancak tüm kâinatın malikinin kim
olduğunu bilirsek bu ümitsizlik bataklığından kurtulabiliriz.
Hz. Musa a.s, döneminin en yetenekli büyücülerinin karşısına çıktığında onların ilmini
öğrenmesini istemedi Rabbimiz. Tam bir teslimiyetle asasını yere atmasını istedi ve asa tüm
o büyüleri mağlup etti. Şimdi bizim de yapmamız gereken tam bir teslimiyetle ona sığınmak,
şartlara teslim olmadan yol açıcılar olmaya ve böyle bir nesil yetiştirmeye niyet etmek.
Büyücülerin sihri ne kadar cazibeli olursa olsun. Hak geldiği zaman batıl her zaman zâil olur.
6
SAFİYE
BULUT
Iskalanan Bakış
- Eski toprak o, bir şeycik olmaz ona. Yıllardır unutamadığı o bakışı anlatır durur. Bir bakışta
kalır mı insan? Kalıyorsa eğer kaldığı yerden yaşamına nasıl devam edebilir?
- Bazen anlık bir bakışta kalıyor insanın aklı, kalbi, ruhu. O bakışı kâinata çevirdiğinde
yaşattığı duyguyu, manayı, bütün âleme haykırmak istiyorsun. Aklımızın takılı kaldığı,
nurundan ruhunu kamaştıran ve bizi Ey oğul’dan Ey nefsim’e geçirecek tüm gözlerin,
hasretle değmek istediği sadece tek bir bakış.
Yahudi inancına göre sorgusuz sualsiz cennete gitmek istiyorsanız Zeytindağı’ndaki
milyarderler mezarlığından, yaklaşık yüz ev maliyetiyle satın aldığınız bu Yahudi mezarlığına
gömülmeniz gerekiyor. Yahudilerce sırat köprüsünün Zeytindağı ile Kubbet’üs Sahra arasında
kurulup Zeytindağı’ndaki bu mezarlıkta yatan Yahudilerin, bu köprüden geçerek cennete ilk
gidenler olacaklarına inanılıyor.
İnsandaki şedit, sarsılmaz daimi olan aşk-ı beka olarak tarif edilen ve bir vesile-i necat
bulabilme uğruna ebediyet çırpınışları içinde Zeytindağı’ndan Kubbet’üs Sahra’ya bakınca,
gözün gözü görmediği o bakışlar arasından bir tek bakışı arıyor insan.
Seni ölmeden önce öldüren, baktığın herbir şeyde seni asıl cennetinle buluşturacak,
bulunduğun her mekânda miracını gerçekleştirecek o Muhammedî bakış. Kendi kesbinle,
sadece Zeytindağı’ndan yalnız kendini kurtarıp ulaştığın bir cennet değil de tüm ümmiliğin,
acizliğin ve fakirliğinle birlikte bir gece seni kendine çeken, herbir şeyden kurulacak o
köprülerden gerçekleşebilecek olan büyük buluşma.
Bu yüzden bu sahifeler dışarıdan içeriye sızmanın değil, içeriden dışarıya taşmanın
önündeki engellerin edebiyatı.
Üzerindeki bu balçıklar, senin saklandığın değil seni saklayanların el izleri.
Kıyafetin, boyan, ilmin, makamın, mekânın örtüleri...
O bakışı ıskalatan, yayılan nurun önündeki engel kaplamaları.
İşte bu yüzden bir bakışta kalamıyor insan, kalmak istiyor fakat, geri kalan bütün
görüntülerin aldattığı haram bakışlarda ıskalıyor o bakışı. Hayatın her anında bu bakışı
yakalayıp adımlarımızı adımlarına denk düşürmek gibi bakışlarımızı bakışlarına denk
düşürebilmekle o ebedi bakakalış/rü’yet gerçekleşecektir.
“O gün Rabblerine bakan parlak yüzler vardır.” 1
1
Kur'an-ı Kerim / Kıyamet Sûresi 75:23
7
OĞUZHAN
ERDİNÇ
Hayat Otobüsü / "Yanlış Yol"
Yolculuk. Bir dost gibi - eğer idraki açıksa - insanın gönlüne eğilip nasihatler ediyor.
Hayatın akışına kapılmış, yokuş aşağı yuvarlanan ve etrafındaki uyuşturucuların etkisiyle
bunun farkına varamayan insan, yolculuk esnasında bu dünyada ki kendi konumunu
hatırlatıyor. Yolcu… Yani gelip - geçen, durmayan. Bu hatırlayış adeta bir sarsıntıya sebep
oluyor; mal - mülk, evlat, eş, iş… ne varsa bu yolculuk esnasında geride kalıyor. Sarsıntı
diyorum, çünkü, elimizde ne varsa, bir anda geride kalıcılığı, geçiciliği ortaya çıkınca bir toz
mantarı gibi dağılıveriyor. Hatta kendimiz bile geçiyoruz kendimizden, saçlarımız ağararak,
yüzümüz kırışarak, adımlarımız ağırlaşarak, geçiyoruz.
Oturduğum yerden yolculuk hakkında tefekkür ederken âni bir sarsıntıyla yerimden
zıplıyorum. Otobüs tıklım tıklım, ikindi vakti. Bazı yolcuların bağrışları arasında ayakta
duranlardan birkaç kişi sarsıntının etkisiyle yere düşüyor ve otobüs âni bir manevrayla
normal istikametinin dışındaki bir yola sapıyor. Üzerlerindeki şoku attıktan sonra yanlış
yola girildiğinin farkına varan yolcular şoföre bağırmaya, şekva etmeye başlıyor. “Sen nasıl
şoförsün bee, önünde ki koca zıkı görmedin mi?” , “Seni şikayet edeceğim görürsün!” ,
“Şimdi senin yüzünden yolumuz uzadı, geç kalacağız!” …
Şoförle dikiz aynasında göz göze geliyoruz. Sanki her şeyi bilerek yapmış ve yaptığından hiç
pişman değilmiş gibi tebessüm ediyor. Sadece, gözlerinde insanların şekvalarından ötürü
masum bir hüzün var, hiç sesini çıkarmıyor.
Yol tam da benim inceğim durağı ıskalayacak şekilde uzuyor, biraz yürümek zorunda
kalacağım. Tam içimden bir sıkılma boğazıma yapışacakken bizim mahalleden İsmet Amca,
önümde ki koltukta şoförle aynı tebessümü etrafa saçarak, kendi kendine söylenmeye
başlıyor; “Her şey yerli yerindedir. Yaşanılan zaman en elverişli zamandır. Bugüne kadar ne
olmuşsa, olanda hayır vardır ve bundan sonra olacak her şey de olması gereken şeylerden
ibaret kalacaktır.” 1 Bu tebessüm, içimdeki sıkıntıyı beni ele geçirmeden yakalayıp dışarı
atıyor. Göğsümü dolduran tarifsiz bir huzurla otobüsten iniyorum. İnerken arkamı dönüp
tüm şekvalara rağmen şoförün ve İsmet Amca’nın sükûnetinin üzerimde bıraktığı şaşkınlıkla
içeriye bakıyorum. Neredeyse tüm yolcular somurtarak söylenmeye devam ediyorlar.
Ne zaman böyle bir şaşkınlık zihnimi ele geçirse adımlarım yavaşlar, derin bir kuyuya su
almak için sallanan bir kova gibi derinlere dalar durur idrakim.
8
1 İsmet Özel, Kırk Hadis, Sh: 13
Ağır adımlarla biraz önce ıskalanan sokağa doğru yürümeye başlıyorum. Çok az bir
mesafe kala yanı başımdan bir ambulans geçiyor, sirenlerini acı acı çalarak. Sokağın
girişine geldiğimde birbiri ardına dizilmiş arabalarla karşılaşıyorum. Adımlarımı biraz daha
hızlandırıyorum. Sokağa girer girmez tüm mesele anlaşılıyor. Bir araba ters yola girerek
başka bir araca ağır şekilde çarpmış ve zincirleme kazaya sebep olmuş. Kaza yerinde
kümelenmiş insanların arasına karışıyorum. Ağır yaralılar biraz önce yanımdan geçen
ambulansla hastaneye kaldırılmış, olay yerinde hala birkaç tane yaralı var. Biraz önceki
olaydan kalma şaşkınlığım git gide ziyadeleşiyor.
Bir anda otobüsteki şoförün tebessümü hatırıma gelerek bütün şaşkınlığımı dağıtıyor. Eğer
biz yanlış yola sapmasaydık muhtemelen burada ki kazanın başrolünde olacaktık. Sanki beni
görüyormuş gibi şoföre tebessümle karşılık veriyorum. Bu sırada başımı havaya kaldırıyorum
ben bu kazaya şahit olarak üzerimde ki yüklerden kurtuldum ama otobüsteki yolcular
işin aslını göremediğinden şekvaları göğe yükselip havayı kirletmeye devam ediyor. Kim
bilir şoför daha kaç kere böyle yanlış yolara saparak, bazen geç kalarak, bazen duraklarda
durmayarak… bizi böyle hadiselerden yüzünde bir tebessümle uzak tutuyor. Ben bunları
düşünürken birisi kolumdan tutuyor, İsmet Amca! Bir anda irkiliyorum çünkü ben indiğimde
o hâla otobüsteydi. Tebessüm ederek otobüste söylediklerini tekrar ediyor, “Her şey yerli
yerindedir. Yaşanılan zaman en elverişli zamandır. Bugüne kadar ne olmuşsa, olanda hayır
vardır ve bundan sonra olacak her şey de olması gereken şeylerden ibaret kalacaktır.”
İsmet Amca’nın tebessümü göğe yükselerek tüm şekvaları dağıtıyor.
Bir tebessüm. Binler şekvaya galip geliyor.
9
MİNE
BÜYÜKMUTLU
Şefkatli Bir Bakış
İstemeden de olsa şehre dalıyorum. İnsanların arasına karışıyorum.
Çekişmeler, boğuşmalar ve ayak kaydırışlar.
Olanlardan kendini sorumlu tutabilmek diyorum,
ne nadir bir haslet şu zamanda.
İnsanlara ve hadiselere yabancılaşabilmek,
halkın dilini Hakk’ın dili bilip içine dönebilmek.
Sonra diyorum
hassas, içe dönük ve çekingen.
Kendini bu sıfatlarla tanımlama cesaretini gösterebilen kaç kişi kalmıştır şunun şurasında,
olur da birinin omzuna omzum çarpar da canını yakarım titizliğinde olan,
kendini muhatap alıp kendiyle yüzleşebilen?
Nasıl oldu da aldırış etmeden bastığı yerin üzerinden geçmek alkışa layık bir olgunluk
varsayıldı,
taş gibi sert olup hiç kimseyi ve hiç bir şeyi önemsememe gibi bir laçkalık başarı olarak
alkışlandı,
olmak değil de görünmek kolaycılığına kaçmak maharet sayıldı,
akılları göze indirip maneviyatta körelmek cephesine kaçıldı?
Hangi tarihten beri kurnazca bir gözü açıklıkla hareket edebilenlere hürmet edilir oldu?
Merhametsizliğin acı kokusu genzimi yakıyor. Telaş içinde sıyrılmaya çalışıyorum.
Görüntüler takılıyor gözüme birbirinin aynısı olan.
İnsanı beşere indirgeme hakaretini yapan cesetlerin görüntüleri.
İsmet Özel’in “kızlardan geçilmiyor köprüler, ayak bileklerime dek yükseliyor kız tortuları”
deyişi geliyor hatırıma.
Midem bulanmaya başlıyor.
10
Fotoğraf çekinir gibi duran, videoya çekiliyormuş gibi yürüyen, resmi yapılıyormuş gibi edalara
bürünen, takip ediliyormuş ve izleniyormuş gibi gururlanan görüntülerin arasında boğuluyorum.
Şehir beni donduruyor ve uyuşturuyor. Kendimi sımsıkı tutmaya çalışıyorum kapılmamak için
akıntıya. Şefkatli bir bakış bekliyorum kendimden insanlara karşı.
Şehirden çıkıyorum.
İçeriye doğru gitmem gerek biliyorum. Eve dönüyorum.
Bahçedeki köpekçikle göz göze geliyorum.
Bağlı olduğu ağacın yapraklarını seyrederken sanki tüm insanlara yetecek şefkat gözlerinde
toplanmış gibi görüyorum.
Köpekçiğin bakışlarıyla yavrularını titizlikle kollayan anne kedinin bakışları arasında bir
tanışıklık olmalı.
İki yaşındaki çocuğu elindeki birkaç eriği daha tadına bile bakmadan büyüklerine ikram
ederken uzaktan seyrediyorum.
Sarıp sarmalayan bir kucaklayışla kucaklanmış gibi hissediyorum.
Üzeri örtülmemiş bir fıtrîlikte kalmak diyorum, tüm varlığa menfaatsiz bir muhabbetle
bakabilmeyi getiriyor beraberinde demek.
Gerilen kalın perdeler şeffaflaşıyor ve varlığın her bir parçası Allah’ın bir kelimesi olarak
görünüyor bir zaman sonra.
Sebepsiz, sonuçsuz, bahanesiz ihlaslı muhabbet hasıl oluyor.
Benliğin üzerine sinmiş kibirden temizlenmek diyorum, mutlak acziyetle yüzleşmek besliyor o
şefkatli bakışları demek.
Herbir insanda bulunan Hû ile buluşturuyor.
Tevazuymuş diyorum şehrin insanlarını Hızır görebilmenin yolu.
11
1.
SEDAT KURT
Şühûd'dan Şiir'e
İşitmek ister isen içinde ki özü.
Kısmalısın O'ndan gayrı her sözü.
Sonra bir bakmışsın kalmamış gayrın sözü.
Gördüğün işittiğin her ne var ise O olmuş.
2.
Ben'den geçmiş, gayrı Biz olmuş
Sevdiğin, beklediğin, özlediğin her ne var ise tek olmuş.
Zaten gördüren de işiten de O'ymuş
Bidayetinde ve nihayetinde ondan gayrı yokmuş.
12
BAHTIM
ERDİNÇ
Doğum
Allah’ın “Rahim” ismi, Arapçadan dilimize geçmiştir. Bu isim merhameti ifade etmektedir.
Alimler derler ki; “merhamet yaratmakla başlar.” Yaratmanın mekânı ise adını merhametten
almaktadır.
Anneyle - çocuğun tanışıklığı rahime düştüğü andan itibaren başlamaktadır. Çocuk vakti
gelene kadar anne rahminde gelişmeye başlar ve bu gelişimini/beslenmesini tamamladıktan
sonra yaratmanın mekânı olan rahimden/merhametten doğumu gerçekleşmektedir.
Çocuğun doğumu gerçekleştikten sonra etrafındakileri tanımaya/tanımlamaya başlar.
Annesi-babası…
Annesini tanıması için ona dokunması, onun varlığını hissetmesi gerekir. Daha onu
göremezken o rahmetle birlikte, acziyetiyle ona tevekkül edip teslim olması gerçekleşmiştir
bile.
Doğum yapan insanlar genelde oturdukları zaman doğumlarından, gelişim süreçlerinden,
sancılarından bahsederler. Birisi erken doğum yapmıştır, birisinin sancısı çok fazla olmuştur,
birisinde kan uyuşmazlığı vardır… Her insanın doğumu farklı farklıdır. Doğum mekânı,
gelişim süresi, anne kordonundan beslenmesi, doğum sancısı…
Doğum neydi peki? Anne karnından/rahminden çıkmak mı? Perdeleri yırtıp, kabuklarından
sıyrılmak mı?
Doğum sadece anne karnından/rahminden çıkmak değildir. Kaç yaşında olursan ol, o
doğum hali her insanın üzerinde tekraren bulunmaktadır. Doğum sancısının ne kadar zorlu
olduğunu belki herkes bilir ama buna rağmen bütün sancılardan, acılardan/çilelerden sonra
hissedilen o huzuru elde etmenin huzuruyla insanlar bu sancıları ve acıları tekraren göze
almaktadır.
Bu sancıların karşısında dimdik durabilmemiz ve doğumumuzun hakkıyla gerçekleşebilmesi
için; Rahim denilen Allah’ın ipine bağlanıp, o bağdan gelişimimizi tamamlayıp, her an
tefekkür halinde olarak, o Alâk halimizin gelişerek insan-Muhammedî bir fıtrat haline
gelebilmemiz gerekiyor ki doğumumuz hakkıyla gerçekleşsin.
"Doğumun sonu ölümdür, yapının sonu harab
Kurtuluş yoktur efendim, yıkılır olur türab
Her gelişten sonra vardır bir gidiş,
Her gidişten sonra olaydı geliş." 1
1
Mesnevî-i Nuriye/ Bediüzzaman Said Nursi
13
RESUL
HANÇER
Kabuk
“Hem tefekkür dahi aşk gibi belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki Hakîm
ismine îsal eder.” 1
Tefekkürün hakîm ismine îsal etmesi, şüphesiz ki hikmetle bakmaya ve görmeye, duymaya…
deverân eder. Bunun içindir ki aklın, selîm bir hal alması dolayısıyla akıl zemininin ihzar
edilmesi gerekir ki “mü’min kulun ferasetinden sakının, zira o Allah’ın nuruyla bakar.”
hadîsine mazhar olunabilinsin. Hayvanı nâtık olarak düşünen bir canlı olarak tanımlanan
insanı, diğer canlılardan ayıran özelliğin akıl olduğu söylenir. Akıl kavramının içeriğinin nasıl
doldurulduğuna bağlı olarak bu söyleme iştirak edip etmemek bir müslüman açısından
değişir, değişmeli.
Kur’ân’da ulül elbâb diye tesmiye edilen tefekkür ehli, “Onlar, ayakta dururken, yanları
üzerine otururken (veya yatarken) Allah’ı anarlar ve yerin yaratılışı hakkında derin derin
düşünürler (ve şöyle derler) : ‘Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Seni böyle bir şeyden
tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru’ ” 2 ayetinin şahsiyet haline bürünenlerdir. Derin
derin düşünürler, tefekkür ederler ki tefekkür fe-ke-ra kökünden gelmekle birlikte mânâsı “bir
şeyin kabuğunu kırıp özüne ulaşmak”demektir. Lüb kelimesinin çoğulu elbâb ve ulül elbâb
diye zikredilenler kabuğunu kırıp lübbe ulaşanlardır, tefekkür ehilleridir, akledenlerdir.
Akıl; bağlamak, ilişki kurmaktır. Bundandır ki tefekkür ehilleri mebdeyi ve meâda bağlarlar,
kabukla ilişkilerini öze inmek için kurarlar, kabukta oylanmazlar. Zeminden madeni çıkarmak
kolay değildir, tefekkürî bağlamda özleri çıkarmak olduğundan bu iş o kadar kolay olmamakla
birlikte İlâhî bir lütufla verilebileceği ve fikir çilesi çekilerek elde edilebileceği gerçeğini de göz
önünde bulundurmak gerekir. Tam burada İmam Câferi Sâdık ile Ebu Hanîfe arasında geçen
bir diyaloğu aktarmak isterim:
Caferi Sâdık, Ebû Hanîfe’ye soruyor;
“- Ey İmam akıl nedir?
İyiyi kötüden ayırt etmektir” diyor.
O temyizdir cevabını alıyor ve peşine İmam Câfer ekliyor;
“- İki kötüden daha az kötü olanı seçmektir, iki iyiden de daha iyiyi seçmektir.”
Bu akla özellikle böyle bir zamanda ve zeminde daha fazla ihtiyacımız var değil mi!
1 Sözler/ Bediüzzaman Said Nursi, Yirmialtıncı sözün zeyli
2
Kur'an-ı Kerim / Âl-i İmrân sûresi 3:191
14
Bediüzzamana içtihad risalesinde bir soru soruluyor. “Biz neden sahabe gibi tabiîn gibi içtihad
yapamıyoruz.” diye. Bediüzzaman da cevaben “Bu zamanda hak ile bâtılın arasındaki mesafe
birbirine çok yaklaştı fakat Asr-ı Saadet zamanında bu fark cennetle cehennem arasındaki
fark kadardı.” buyuruyor.
Koca koca (diye yanlış hüsnü zan ettiğimiz) adamların faize fetva verdiği bir asırda, din
sahasında istenildiği gibi at koşturulduğu bir hengamede, bizim o akla haddinden fazla
ihtiyacımız var. Değil iki kötüden daha az kötüyü, iki iyiden daha iyiyi seçmeyi iyiden kötüyü
ayıramadığımız şu an da Kâdıyyul Hâcâta bu temyizi ve tefriki vermesi için niyâz etmeliyiz.
Ene’sinin kölesi, nefsinin kurbanı olan modernite insanı, aklı ya mutlaklaştırıp ilah
konumuna getiriyor ya da pragmatist bir yaklaşımla salt faydaya indirgiyor. Hız sarmalında
debelenipte sorgulanmayan bir şey insanı nereye götürür.
Hızlı üretim yapmak ve birkaç pratik faydanın sağlanması yaşamı kaliteli yapar mı? Beynine
ezber pompalanan ve robotikleşmesi dikte edilen gençlerin mesleğe hazırlanması, onları
iyi birer insan yapar mı? Bu sorgulamaların yapılmadığı bir zihin kendisine, şahsiyetine ve
insana ne katabilir!
“Kime bir hikmet vermişsek ona pek çok hayır vermişizdir.” 3 der Kur’ân. Bir ânlık tefekkürün
bir sene nafile ibadetten efdâl olması da bu sırdandır ki, o ânlık tefekkür, hikmet pınarından
yudumlamakla insanı, hakîm bir şahsiyete büründürür. Görüntünün ötesinde görüneni
idrak etmek, akletmenin ürünüdür. Kabuğu kırıp öze ulaşmakta yine bu hikmetin insana
bahşedilmesindendir.
Üstad Necip Fazıl, Abdulhakîm Arvasi Hazretleri için “Hiçbir işi o iş için yapmayan.” der.
Öze uylaşmak bu olsa gerek. Hiçbir işi o iş için yapmamak, her işi o işin ötesi, özü, lübbü için
yapmak, esmaül hüsna için yapmak. Tüm dâllinlere, savletli bid’alara karşı, tüm cezbe ve
şaşaalara rağmen meâdı görmek, bize şimdide öze ulaşabileceğimizi gösterir. Modelsiz ve
vizyonsuz modernite, kan emici kapitalizm ve dahî nefse karşı tefekkürî bağlam elde edilip
kışır ile boğuşmaktan kurtulunup lübbe ulaşılır Bismillah ile...
“Bismillah her hayrın başıdır biz dahi başta ona başlarız.” 4
Ve onunla da devam ederiz...
3
Kur'an-ı Kerim / Bakara sûresi 2:269
4
Sözler/ Bediüzzaman Said Nursi, Birinci Söz
15
BAHTIM
ERDİNÇ
Perde
Hasta bir anne ve her şeyden korkan ama en çok da hasta annesini kaybetmekten korkan o
Küçük kız...
Korkusunu kendine bile itiraf edemezken; bir sabah vakti üç dört saniye içerisinde her şeyin
alt üst olmasıyla birlikte korktuğu şeyle burun buruna geldi...
Ne yapmalıydı peki? Korku bedenini ele geçirmişti, annesini muhafaza etmeye çalışıyor
ama aczini fakrını hissederek, olan olaylar karşısında hiçbir şeyi anlayamayarak / idrak
edemeyerek mana alemine seyr-u sülûk ediyor o anda. O zamana kadar öğrendiği her şeyi
unutmuş, kelimeleri tükenmiş ve sözsüzlüğün yerini alan uzun bir sessizlik...
Teşhisler konuluyor, ilaçlar veriliyor ama ne fayda annesinin hastalığı seneler boyu artarak
devam ediyor. Ta ki o sabaha kadar... Sabah annesinin fenalaşmasıyla birlikte bir sürü
hastaneye gidiliyor, her doktor başkasına sevk ediyor. Küçük kız mana aleminden, tefekkür
alemine oradan başka bir aleme sürükleniyor...
Hastanede giriş yaptırmak için sıra beklerken kızın yanına bir dede yaklaşıyor ve kulağına
eğilerek, kızı o alemlerden uyandıracak ve hakiki aleme sevk edecek o cümleyi söylüyor;
"Senin doktorun Allah olsun kızım, Allahtan başkalarında şifanı ararsan her şey bütün
mahiyetini kaybeder ve seni bu dünyanın içine alır. Sen şifanı yalnızca Allah'ta ara..."
diyerek küçük kızın yanından uzaklaşıyor. Kız bu cümleler karşısında şaşkınlıkla kalakalmıştır,
bunları biliyordur ama o an resmen her şeyi unutmuş gibi hissederken, dede gelmiştir...
"Müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa birden zemin denilen
hastahane-i Kübra’da bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilaçları
ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak'ın cemal-i şefkati ve mehasin-i
rahîmiyeti küllî ve şaşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz’i
fakat âlimane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi camid ilaçların hasiyetlerine
ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini
kaybeder." 1
Bu parçayı okumakla birlikte, küçük kız korktuğu her şeyle yüzleşmesi gerçekleşiyor, korku
perdeleri açılarak, her bir şeye O'nun nuruyla bakmaya / görmeye başlıyor...
16
1
Şuâlar / Bediüzzaman Said Nursi
Her insanın bir hastalığı vardır. Ya maddi ya da manevidir. Hastalıklar gözlerine perdeler
indirerek ve hastalığı okuyamaz hale geliyorlar. Korku perdeleri, vehim perdeleri, sevgi
perdeleri... bu perdelerin / hastalıkların tedavisini hastahane-i kübra da ya da eczahane-i
ekberde arayan tevhid nazarıyla bakmayan kimse ne kadar divanelik etmiştir...
Annesinin hastalığı ne bilmem ama küçük kızın korku hastalığı olduğu aşikâr belliydi.
Tedavisi ne peki?
"Gururu bırak, aczini anla, mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren ve
vazife-i ilahiyeye karışma, vücudunu, duygularını, hastalığını... Her bir şeyi Allah'a teslim
et.!" 2
O'ndan daha iyi sığınak / doktor mu olur?
2
Lem'alar/ Bediüzzaman Said Nursi
17
RESUL
HANÇER
Benim Hiram
“Eğer gönül yarasının kızgın demirle dağlanmış hâli yüzünde görünmezse, sana dönüpte
bakan olur mu hiç! Sen bu meydana gönül yaranı dağlamış olarak gel zira gönül erleri o
dağlanmadan tanırlar erleri.” 1
Dağlarda dağlanmayan bir kalbin, bir zihnin, bir idrakin bu davayı tükettiğinin,
donuklaştırdığının, soluklaştırdığının, farkındayız fakat Dağlarda dağlanmış bir yürekte
dağlanmamız gerektiğinin de bilincinde olmalıyız, Efendimiz (a.s) gibi. Hira sürecini
yaşamadan gözünü Sevr serüvenine dikenlerin, Hira’dan da Sevr’den de mahrum kaldıkları
aşikâr. Bugünki müslüman toplumda olan da bu değil mi! Hamasetten ve nağralardan
başka olan ne var şu an bu toplumda. Kuru kalabalıklar, içi boş hikmetten mahrum sözler ve
yaşayışlar...
Hira serüvenini yaşayanlarla yaşamadıktan sonra kendinde Hira’nın varlığından söz edilebilir
mi? Hira’yı yaşayanların, yaşadığını nereden bilebiliriz veyahut Hira’yı yaşayanları nasıl
bulabiliriz? Böyle bir mihengimiz var mı? Daha doğrusu mihenge gerek var mı?
Aydınlanmadan aydınlatmanın mümkün olamayacağının idrakine varmadan, Güneş
olamadan ayın varlığından söz edilemeyeceğinden, zulmeti, ziyânın ziyân edeceği gerçeğini
kavranmadan, Hirada bir fert olmadan da Hiradanlaşanlarla yaşamanın mümkün olmadığını
bi dolu şâhitliklerle kendimizde ve etrafımızda müşâhede etmişizdir. Ağaç için tohum neyi
ifade ediyorsa hakikat içinde Hira bunu tazammun ediyor. Hira, tohumun atıldığı; Sevr,
meyvenin toplandığı mahzendir. Dolayısıyla Hira’sız hakikatin künhüne vakıf olanların ne
tarihte ne de bu zamanda varlığından ve yokluğundan bahsedilmez, bir hiçlikten söz edilebilir.
Hiradan dem vurup durdukta, neler oldu bu Hira’da diye akla soru gelebilir. Rasim
Özdenören’in de Acemi Yolcu kitabında belirttiği üzre Hira’da ne yaşandığı bilinmiyor,
Hira’ya gitmemiz, orda yaşanılanlara bizzat kendimizin şahit olunması için işaret ediliyor. İşin
cezbeden yanıda bu değil midir zaten? Nitekim merak insanı tahrik eder. Bunu doğru yere
kullanmak lazım elbette.
Kuluçka dönemidir Hira. Ana rahmine tutunup gelişme dönemidir Hira. Rahmet kanatlarını
üzerine çekip piştiğin, olgunlaştığın yerdir. Kuluçka dönemini tamamlamadan çıkmaya
çalışmak bir hezeyan olabileceği gibi, şu an ki müslüman toplumunda debelenip durduğu ve
bir türlü ilerleme katedememesinin temel sebebi de belki bu. Biraz kitap okuyanımız tenkide,
etrafını eşrafını beğenmemeye, tarîkatları cemaatları veyahut herhangi bir ferdi tekfir etmeye
başlıyor. Bismillahı elde edemedik, mânâ alemlerinin derinine dalamadık, ruh elbisesindeki
cevherleri ortaya çıkarmak için Rahîm bağını kuvvetlendiremedik. Tüm bunlara rağmen
üzerimizdeki ölü toprağını atıp, silkelenip Ğârı Hira’ya sığınmamız lazım.
1
Mantıku't Tayr / Ferîdüddin Attâr
18
Melcesi Rahmân olan çıktı arş-ı âlaya
Sığındı eşyaya tabiata insan, düştü dara darağacına
Yûnus aleyhisselamın Hirası balıktı, Yûsuf aleyhisselamın Hirası kuyuydu zindandı, kimisinin
Hira’sı göz kapakları idi, kitaplarıydı, göz kapaklarını kapatmak idi… Bunların hepsi bir
metafor olmakla birlikte Hz Muhammed (s.a.v) in gittiği bildiğimiz mağara asıl idi. Metafor
olarakta olsa, asıl olarakta olsa bir şekilde Hiralarda harlanmamız lazım.
En neticede Ezelî hutbenin tınısına bir hazırlık Hira. İkra denilecek çünkü ve peşine
Bismi rabbikellezî halak…
Kur’anın hayatımıza nakş olamayışındaki temel sebep, bu hazırlıksız oluşumuzdandır,
Hirasızlaştığımızdandır. Modernitenin, İslâm olanları Hira’dan mahrum kılmakta kararlı
duruşuna, müslüman bir birey olarak “Hira benim” diyemeyişimiz, Kuransızlaşmamıza,
dolayısıyla Muhammedî özü yitirişimize mâl oluyor. Hirasızlığın nelere mâl olduğunu
anladığımız an Hiradanlaşanlarla Hiralaşırız. Gâipten sesler duyuyormuşçasına melekût
aleminden beslenmek nerede? Herhangi bir ses işitircesine Kur’ânla muhatabiyet nerede?
Hira’dan olmak, Hira olmak, hiçbir şeyin herhangi bir şey olmadığının idrakine varmaktır.
Mektubâtı Samedaniye denilen herbir zamanın, mekânın herbir harfine odaklanmak,
okumak ve oralardan süt emerek, dünyaya nefes bağışlamak demektir. Hira, huzurun
kaynağı, hâzır olmanın anahtarıdır.
19
HAKAN
BÜYÜKMUTLU
Çizgiler
17 Ağustos 2022
Karanlık çökünce, baş yastığa konunca, vicdanın konuşur her şey apaçıktır. Vicdan tahrik
olmaya başlayınca bir şeyler değişmiş demektir.
Sarhoşluk sadece içki içince olan bir hâl değildir. İnsanı O'ndan uzaklaştırıp,
uzaklaştırmaktan da öte aklını yok eden her şey sarhoşluktur.
Yolda olmak ve devam etmek için de her daim şuurlu olmak gerekir. İslâm'da vasatlık
ön plandadır. Kesin çizgilerin arasında ortada yürünen bir yol, çizgiler incelirse uçurum
gözükmeye başlar. Çizgileri her dönemde aşan ve aşındırmaya çalışanlar vardır.
Çizgiler, yumuşatılarak, üzerlerine perdeler örtülerek inceltiliyor, kapatılmaya çalışılıyor.
Çizgiler her hâlükarda mutlaktır. Yol ise tarafgirlik, mutlaklık ve putlaştırma kabul etmez. Hz.
Muhammed (s.a.v.) mazagalbasardır. “Gözü ne kaydı, ne yanıldı.” 1 Yol O’nun izidir. O'nun
yolunda olan kimse o çizgilerden şaşmayandır.
Çizgileri bulmak her vakitte zordur, bulan ise azdır.
Bizim göstergelerimiz her daim vardır.
1
Kur'an-ı Kerim / Necm sûresi 53:17
20
OĞUZHAN
ERDİNÇ
Dem Günlüğü 21.09.22
Kayseri, 20:34
Bir sabitesi yok insanın…
Bir varmış bir yokmuşçasına hayat sürüyor.
Planlar yapıp, düzen kurarak “işte bu sefer tutundum.” dediği her dal önünde sonunda
kırılıyor.
Her şeyi çürütüyor ihtirasımız… Ya da her şey, olarak sadece dünyanın çürümeye yüz tutmuş
yanlarını görüyoruz.
Yürüdüğümüz zemin, öylesine aşındırılmış ki ayağımız kaymadan bir gün dahi
geçiremiyoruz. Âdem babamızdan miras kalan ağaca meyl istidadımız, bugünlerde
modern çağın her şeyi hızlandırarak seri üretime sokmasıyla, olduğundan daha büyük/
hormonlanmış bir şekilde yutuyor bizi.
Ağacın meyvesini ısırmayı bırakın, ağacı kökünden sökmeye çalışanlarımız bile var bugün.
Halbuki, herkesin bir yerinden tutunduğu bu sonsuzluk ağacının (!) her tarafı çürük.
Meyvesi kurtlu. İhtirasımız, bizi öylesine kör etmişki ağacın neliğini; ne halt olduğunu bir
türlü kavrayamıyoruz veya kavramak işimize gelmiyor.
Benlik, plancılık, maliklik, rabblik… bizi öylesine kendine köle etmişki en müsbet
görünümlümüz bile, ağacı müslümanlık, helal, hizmet, renkleriyle boyayarak “Bu ağaç
Âdem’in ağacı değil.” diye bize yutturmaya çalışıyor. Bizde yutuyoruz… Çünkü, şeytanî
bir hile bu ağacı, tıpkı Noel ağacı gibi öylesine süslüyorki köksüz, dolayısıyla cansız/sahte
olduğunu anlayamıyoruz.
Değerleri konusunda en hassaslarımızın dahi bugün sırtı bir bir yere geliyor. Tam ağacın
sahteliğine, kuruluğuna uyanıyoruz hemen Kur’an ile yeniden süslüyor birileri. Tıpkı Sıffin
Savaşı’ında olduğu gibi. Öyleki Allah ve Peygamber’ine savaş açmak diye tabir edilen riba
(faiz) bile helal etiketi ile Kur’ân delilli fetvalarla süslenerek bize sunuluyor.
Hizmet adı altında İslâm’ın âdabının sınırlarını aşan lâkaytlıklar; Peygamber Efendimiz’in
(asm) şeytanî diye tarif ettiği kahkahalar, tebessüm sadakadır etiketiyle ağacın dallarına
asılıyor.
İyi, doğru, güzel hangi yönde, ne tarafta bilemiyoruz.
Herkes, kendi mahallesini hak diye gösteriyor.
Onca çürümüşlüğe, bunca sahteliğe karşı Hz.Ali’nin r.a. safına geçip, Ashab-ı Kehf gibi
gönüllerde dem tutan bir Allah aşkıyla dergâh-ı İlahîyede diz çöküp, acz ile niyaz etmek
düşüyor bize “Rabbim bizi doğru yola ilet.”
Ancak böyle tüm sahte yollar silinip, Hakk’a uzanan tek bir yol bize açılıyor… Bu yüzden yol
Fatiha ile başlıyor.
Ve hep aynı son… El - Fatiha!
21
MUSTAFA
KARABÖRKLÜ
Memleket Sevdası
Bazen bir koku, bazen bir ânın görüntüsü insana çok tanıdık gelir. Eskiye olan özlemini
hatırlatır. Hiç görmediği zaman dilimlerinde sanki yaşamış hissi sarar. Tarifsiz bir duygudur
bu. İçerisinde olumsuz olana yer vermeyen pak ve diri bir duygu. Gerçekliği anlatılamayacak
kadar derinden hissedilen bu duyguya tanım aramak dahi onun değerinden bir şeyleri
çalacakmış gibi bir his uyandırır. Paylaşılması ile birlikte, karşılığını bulamayacağı düşüncesi
onu daha mahrem bir hâle getirir.
Sessizliğin ve yalnızlığın hâkim olduğu kimi zamanlar vardır. Herkesin tasdik ettiği
hakikatlerin tezahür sahasıdır bu zamanlar. Kimisinin tasdik makamı acı bir şuursuzluk
ile gerçekleşmiş, kiminin ise derinine temas etmiş bir biçimde çıkar karşımıza bu durum.
Evet, şuursuz ama tasdik ettiği bir gerçektir. Çaresizlikten veya başka yol bulamayışından
kaynaklanan bir tasdik ediş değildir bu. İnkâr edişi mümkün olmayan, gerçeklik ile yüzleşiyor
olmaktan kaynaklanan, “tasdik makamı” vazifesini yüklenmiş olduğunun ön kabulünü
çoktan yaptığının farkına varış hâlidir bu. Tıpkı daha önceden almış olduğuna emin olduğu
burnuna çalınan o “tarifsiz” kokunun geldiği yerde vâr olduğunu bilmesi gibi. Herkesin
farkında oluşunu gerçekleştirdiği bu sükût zamanlarında yapaylığa ve sahte duruşlara yer
yoktur. Dikkat dağınıklığına mahal verecek tek bir düşüncenin dahi girmesi yasaktır ve o
ortamın varlığına şahit olan oradaki her fert temsiliyet ve teslimiyet vazifesi yapmak için
oradadır.
Bu sessizliğin hüküm sürdüğü; orada bulunan her bireyin “acı bir şuursuzluk ile” veya “derin
bir tefekkür” mekanizması ile kendi varlığını şahit tuttuğu zamanların en mühimlerinden
birisi “cenaze namazlarıdır.” Hiçbir lakaydlığı kabul etmeyen, ciddiyet harici her bir
hareketin/fiiliyatın karşısına bizzat kendi varlıkları ile sed çeken “tasdik erleri” ile dolu bir
ortamdır cenaze namazları. Ölüm dikkatinin diri olduğu, her kim inkarına dil uzatacak olsa,
divanelik mührü ile damgalanacağı bir yerdir.
Herkesten önde duran bir gerçek/hakikat vardır. Bu dünyada önde olması gereken
vazifeliyide arkasına alarak hakikat önderliği yapar tüm orada bulunan sessiz kalabalığa.
Adeta “ben buradayım, sizlerin başı sağolsun” der. Sizlerin “başı sağolsun.” Bedeni sağ
olana, davası diri olandan bir mesajdır bu fısıltı. Özlenen yere ulaşmış; kokusunu hissettiği,
vâr olduğundan emin olduğu, gerçekliğine söz söylerler diye kimseyle paylaşmak istemediği
“memleketinden” bir sesleniştir.
Belki de bu yüzden ölümler “memlekette” karşılanır. Dönüp dolaşıp gidilecek yer
orasıdır diye bakılır. Yüzler samimi tebessümleri barındırır ciddiyet makamı olan cenaze
namazlarında. Herkes uzun zamandır görmediği bir dostuna selam verir. Hakikat önünde
duran ve fısıltıya kulak veren her bireyin mahşerde buluşma provasıdır cenaze namazları.
Dünya misafirhanesinden son sesleniş, dünya dostlarını son misafir ediştir. Memlekete
davet ilanatını astığı son dünya durağıdır.
22
İlâhî Nevbet
Halk içinde kasâvet
Hakk ile halvet
Aksiyona rağbet
Reaksiyondan ğarabet
Nesl-i âti gelecek elbet
Nesl-i âti sensin iliklerine kadar hisset
Bekleme yolcu, hareket et
Hakk seni kendisine çeker, sabret
Şah damardan yakınına rağbet
İşte O ses İlâhî nevbet
Mâsivâdan bürûdet
Mâlik’e yekûn harâret
Mâlik’i hakîkiden gaflet
Firavniyyeten ibaret
Her bir şeyden O’na yollar var, keşfet
Hayat perdeleri kaldırmaktır, derk et
Perdeleri kaldırmayana denir tebbet
Fî cî dihâ hablun min mesed.
Resul Hançer
23
Toprak Altından / Ölü Atlar
Karışık bir iç deniz bunalımı
Zafersiz bir kalyonda
Ölümün her anki hatırasından uzak
insanı her halinden tanıyan
sakat bir ölü atlar alıcısı
Ucuza kilitlenmiş bir dağ ceylanı
Ancak bir tabuyu öldürecek bir zamanda
göğün bütün ön görmelerinden uzak
fenerler tutulup tekmeler atılan
önemli bir es çağ tanrısı
Telaşla yenilen analarda kayboluşları
sevgisiz kalan babalarla
lekesiz bir güneşle ancak
çocuğunu sardığı bezler arınan
ağrıtmaz sanılan bir yaşamak şarkısı
ikisinden birini örter kanadı
durulmayıp tabessüm ettirilen şarkıda
sevinçsiz canlara dayanmak
her an bir başka ışıksızı arayan
acıması bir çocuğun masal cücelerine
A. Cahit Zarifoğlu
24