Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
HASBİHAL<br />
y<br />
Edebiyat, Kültür ve Sanat<br />
İMTİYAZ SAHİBİ<br />
TÜDAF e.V. adına<br />
Mustafa CAN<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />
Alaattin DİKER<br />
YAYIN KOORDİNATÖRÜ<br />
Yusuf AKTÜRK<br />
DANIŞMA KURULU<br />
Ali AYDOĞAN<br />
Yasin BAŞ<br />
Behruz HAKKI<br />
Cengiz İYİLİK<br />
Cemil ŞAHİNÖZ<br />
Fahri ÖZCAN<br />
Mustafa YÜKSEL<br />
Meltem ÇİMEN<br />
BİLİMSEL DANIŞMA KURULU<br />
Doç Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />
Doç. Dr. Hüseyin ÖZBAY<br />
SANAT YÖNETMENİ<br />
Dr. Aybeniz KENGERLİ<br />
GRAFİK TASARIM<br />
Bilgi Ofset<br />
BASKI<br />
Önel Verlag - Köln'<br />
İLETİŞİM<br />
Yeni Dergi<br />
Thywissen Str. 2<br />
51065 Köln<br />
Tel: 0049-15730733725<br />
E-Mail:yenidergi.almanya@hotmail.com<br />
Yeni Dergi’de yayınlanan yazılardan<br />
yazarları sorumludur.<br />
Dergimize gönderilen yazılar<br />
geri iade edilmez. Dergiye e-posta ile<br />
yazı gönderilebilir. Yayın Kurulu<br />
dergiye girecek yazılarda gerekli<br />
gördüğü düzeltme ve değişiklikleri<br />
yapabilir. Yeni Dergi’de çıkan<br />
yazılar izin alınmadan iktibas<br />
edilemez. Derginin bütün sayılarında<br />
yer alan yazıların dijital ortamda<br />
yayınlama hakkı Yeni DERGİ’ye aittir.<br />
Yeni Dergi, T.C. Başbakanlık<br />
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar<br />
Başkanlığı tarafından desteklenmektedir.<br />
oethe’ye atfedilen bir atasözünde şöyle denir: “İki şey var-<br />
Gdır ki, her çocuk ailesinden mutlaka almalıdır: Köklerini ve<br />
kanatlarını!” Almanyalı Türkler için çok anlamlı olan bu<br />
sözü yerine getirmiş bir dergi olarak yolumuza devam ediyoruz!<br />
Bu sayımızda yine gündem yaratacak bir konuya el attık: Tersine<br />
Göç. Prof. Dr. Musa Taşdelen olayın sosyal boyutunu, Doç. Dr.<br />
Yusuf Adıgüzel kültürel yönünü irdeledi. Veyis Güngör meseleye<br />
içerden bakıyor. Yine Doç.Dr. Ulaş Sunata ile bir söyleşi yaptık. 'Tersine<br />
Göç' uzmanı olarak kendisinden yeni şeyler öğrendik.<br />
Yeni Dergi; Avrupalı Türklerin edebiyat dergisi olmak için<br />
ciddi çabalar içinde. Artık öykü ve şiirlere daha fazla yer ayırmayı düşünüyoruz.<br />
Genç yetenekleri Türk diline kazandırmak, genç kalemlere<br />
Türkçeyi sevdirmek biricik amacımız olacak. Yeni kalemlere ise<br />
her zaman kapımız açık. Bu sayıya öyküsü ile katkıda bulunan 'gurbetçi<br />
yazar' Meltem Çimen onlardan biri. Mustafa Can, Halil Gülel<br />
ve Sadık Yemni yine en güzel hikayeleriyle aramızdalar. Gurbetçi şairlerimiz<br />
de onlar kadar çalışkan çıktı: Yusuf Aktürk, Cengiz İyilik ve<br />
Halil Hasoğlu mısralarıyla bizi bize anlatıyorlar.<br />
Ayrıca; Ali Aydoğan ismi unutulmasın diyerek tarihe kayıt<br />
düştük. Avrupa'daki tek Karagöz sanatçımız Ali Köken ile gölge oyunumuzu<br />
konuştuk. Doç. Dr. Gülsüm Tepeli Berlin'de gözlemlediği<br />
'Türk Düğünleri'ni, Dr. Meryem Nakiboğlu 'Kanakça' olgusunu,<br />
Prof. Dr. Engin Berber 'Berlin Anıları'nı yazdılar. Her bir yazıyı beğenerek<br />
okuyacağınızı umuyorum.<br />
Bu vesileyle; ameliyatım esnasında beni hastanede yalnız bırakmayan<br />
dostlarıma teşekkür ediyor ve Ümit Yaşar Oğuzcan'ın unutulmaz<br />
mısralarını onlara adıyorum.<br />
Dönüp gerilere bakıyorum, bir de kendime<br />
Elli yıl geçmiş, ha gün, ha yarın derken<br />
Değişen birşey yok, bir şaşkın benden başka<br />
İşte aynı yol, aynı kapı, aynı merdiven<br />
YENİ DERGİ ailesi adına; tüm okuyucularımızın yeni yılını<br />
en kalbi duygularımla kutlar, sağlık ve mutluluklar dilerim.<br />
Arşivlik çapta yeni sayılarımızda buluşmak üzere...<br />
Alaattin DİKER
İÇERİK<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
GÜNDEM<br />
AÇIK TOPLUM VE DOSTLARI<br />
Alaattin DİKER<br />
HEPİMİZ GÖÇMENİZ<br />
Cemil ŞAHİNÖZ<br />
DİN DEĞİŞTİRME ALMANYA'DA<br />
KALMANIN ŞANSINI MI ARTIRIYOR?<br />
Yasin BAŞ<br />
DOSYA<br />
GÖÇE TERSİNDEN BAKMAK<br />
Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />
SÖYLEŞİ<br />
Yrd. Doç. Dr. Ulaş SUNATA<br />
TERSİNE GÖÇ MÜ ?<br />
SINIRLAR ÖTESİNDE-ULUS AŞIRI BİR HAYAT MI ?<br />
Prof. Dr. Musa TAŞDELEN<br />
TERSİNE GÖÇ'ÜN NERESİNDEYİZ?<br />
Veyis GÜNGÖR<br />
EDEBİYAT<br />
İSTERSEN ÇOK ŞEY DÜŞÜNME ARTIK<br />
Mustafa CAN<br />
YALNIZLIĞI KURUTUR HAYKIRIŞLARIN<br />
Mustafa CAN<br />
SEPETİ BEŞYÜZ LİRA<br />
Halil GÜLEL<br />
YAĞMURLARIN ÜLKESİNDEN DEYİŞLER<br />
Yusuf AKTÜRK<br />
GÖÇMEN TORTULARI TRENİ<br />
Sadık YEMNİ<br />
ÇOCUKLAR VE OYUN<br />
Cengiz İYİLİK<br />
ASLA GÖĞE BAKMA<br />
Serhat KARAHİSAR<br />
GÜZEL TÜRKÇEM<br />
Halil HASOĞLU<br />
10<br />
4<br />
20<br />
AĞAÇTAN OYULMUŞ HAYALLER<br />
Meltem ÇİMEN<br />
GERİDE KALANLAR<br />
Abdulkadir BAŞ<br />
GURBET AKŞAMLARI<br />
Murat AYBİRDİ<br />
KÜLTÜR<br />
KARAGÖZ VE HACİVAT ALMANYA'DA<br />
Behruz HAKKI<br />
SÖYLEŞİ<br />
Ali KÖKEN<br />
BERLİN'DE TÜRK DÜĞÜNÜ<br />
Yrd. Doç. Dr. Gülsüm DEPELİ<br />
BENDE VARIM. ICH BIN KANAK<br />
Dr. Meryem NAKİBOĞLU<br />
BİR TARİHÇİNİN BERLİN ANILARI<br />
Prof. Dr. Engin BERBER<br />
SANAT<br />
TÜRK DİZİLERİ VE TÜRKİYE GERÇEĞİ<br />
Arzu EMEKSİZ<br />
BERLİN DUVARININ ARKASI<br />
Emre YAVUZ<br />
ÇÖLÜN KRALİÇESİ<br />
Aybeniz KENGERLİ<br />
YORULDUĞUNDA NEREDE DİNLENİR USTA<br />
Mustafa CAN<br />
GÖNÜLLER FETHETMEK<br />
Ahmet SEZGİN<br />
GİTMEK VE GELMEK ARASINDA GEÇEN<br />
BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ<br />
Mehmet ÖZDEMİR<br />
51<br />
63<br />
GURBETİ VATAN EDENLER<br />
Oktay ATİK<br />
KIRKAMBAR<br />
79
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
İÇERİK
GÜNDEM Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Alaattin DİKER<br />
AÇIK TOPLUM VE<br />
DOSTLARI<br />
"Welches Land wollen wir sein?", Almanya’nın<br />
yeni gündemi işte bu. Elbette gündemde tek<br />
bir konu yok. Ancak yapılacak başka bir şey de<br />
yok! Öyle kabul edeceksiniz…Almanya kültürel<br />
alanda üretkenliğini yitirdikçe şimdiki gibi sıcak<br />
günlerde söylem yıkama makinası hızla dönüp duruyor.<br />
Evet "Nasıl bir ülke olmak istiyoruz?" sorusuna,<br />
tepkisiz kalan kimse kalmadı. Saygılar sunarız!<br />
Mülteci trenine şiddet vagonu ekleyen mi ararsınız<br />
yoksa vurgun yemiş gariban mülteciden ‚terörist‘<br />
çıkaran mı! Herşey ciddiyet içerisinde gözlerimiz<br />
önünde cereyan ediyor…<br />
Asıl mesele neydi acaba? Kısaca özetleyelim:<br />
Bir kaç aydın ve sanatçı kapalı kapılar ardında<br />
konuşulanları açıkça tartışalım, diyorlar. "Mülteci<br />
konusu ve terör saldırıları ortaya büyük bir soru atıyor:<br />
Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz ve özgürlük<br />
ve insan hakları idealinin var ettiği‚ Açık Toplum‘<br />
için neler yapabiliriz? Kimliğimizi dış tehditlerden<br />
nasıl koruyabiliriz"<br />
Bu soru(n) hakkında uzun uzun yazmaya<br />
gerek duymuyorum. Unutanlara ve gençlere bir kitabın<br />
ismini hatırlatalım. "Açık Toplum ve Düşmanları"<br />
ünlü düşünür Karl Popper (1902-1994) tarafından<br />
kaleme alınmış bir eser. Orada Batı’nın<br />
resmini çekiyor Popper: "Açık Toplum". Hayranları<br />
da açıkça ifade eder ki Batı hiç bir zaman ‚açık‘<br />
olmadı. Örneğin kelimenin kendisi bile 8. yüzyılda<br />
Arapça’dan Batı dillerine geçmiş bir sözcük.<br />
İnsanlar arasına duvarlar örmek<br />
4<br />
Ortaya atılan sorular yüzünden tartışılan<br />
konunun alternatifi nedir denilebilir. Ya da Der Spiegel<br />
Dergisi’nin kapağına taşıdığı şekilde Avrupa<br />
koruma duvarlarının içine hapsedilmiş vaziyette.<br />
Acaba bu yaklaşım Almanya‘nın kimliğini korur<br />
mu? Sorusu ayrı bir konu. Daha önemlisi şu sorular<br />
haklı olarak cevap bekliyor: "Biz"?"Almanya"?<br />
"Avrupa"? "AB"? "Batı?" Sonuçta tehlike veya tehdit<br />
iyi tanımlanırsa bu kavramlar da kendiliğinden<br />
yerli yerine oturacaktır.<br />
Söylem piyasasında rekabet var<br />
Bir çok ülkede olduğu gibi Almanya’da da<br />
Think Thank kuruluşları mevcut. Akademi ve medyanın<br />
boş bıraktığı her alana hemen sızıyorlar..<br />
Kimi sahasında uzman sıfatıyla , kimi piyasaya<br />
kulağını vererek kamuoyunda ciddiyet oluşturuyor.<br />
Kısaca fikirler piyasasında bir rekabet ortamı<br />
hazırlanmış durumda. Siyasi ve sosyal konular-
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
GÜNDEM<br />
da danışmanlık hizmeti veriyorlar;<br />
alıcı çıkmayınca, kendileri<br />
bizzat gündem yaratıyorlar.<br />
İlkin - tutarlı ya da tutarsız olmasına<br />
bakılmaksızın - güçlü iddialar<br />
söylem alanına fırlatılıyor;<br />
ardından siyasetin bu soruna<br />
ilgisiz kaldığı söyleniyor.<br />
Acaba siyasetciler bu soruna<br />
gerçekten kayıtsızlar mı? Elbette<br />
değil. Tabii bu arada Twitter<br />
ve Facebook gibi sanal ortamlara<br />
unutuluyor. Aydınlar bu konuyu<br />
geçmişte salonlarda tartıştılar.<br />
Yeni yıl ile birlikte sendikalar,<br />
Dernekler, Kiliseler ve<br />
hatta spor klüpleri devreye girecekler.<br />
Nedense sürekli‚ ilk<br />
kez‘ konuyu ele alacaklar! Ve görüşler, beklentiler<br />
ve arzular tavan yapacak kamuoyunda.<br />
Her şey yolunda şimdilik, muhtemelen toplumlar<br />
artık bu şekilde örgütleniyor. Mülteci tartışması<br />
bu gerçeği ele veriyor: Açık toplumun dostları<br />
güvenlik gerekçesiyle bir kısım demokratik hakların<br />
ve özgürlüklerin kısıtlanmasından yana. Fark etmiyorlar<br />
ki, Açık Toplum’da bu işler dayatmayla<br />
yürümez. Demokrasi anlamını yitirir. En ayından<br />
"özgürlük veya güvenlik" ikilemi bir seçenek olamaz.<br />
Friedrich Ebert Vakfı tarafından hazırlanan<br />
"Öfke, dışlama, aşağılama: Almanya’da sağcı popülizm"(2015)<br />
adlı akademik çalışma İslamofobi’nin<br />
ciddi boyutlara ulaştığını gösteriyor.<br />
Demokrasi bazen çalışmıyor<br />
O zaman başka türlü – anlayacağınız dilden<br />
– konuşalım. Soralım. Niçin İngiltere’de stadyumlarda<br />
– dayanışma maksadıyla – Fransız ulusal<br />
marşı Marseillaise çalınıyor da Almanya‘da değil?<br />
Yoksa Alman seyirciler için itekleyici gelen başka<br />
nedenler mi var arada? 11 Eylül saldırısının ardından<br />
"Merkur" dergisi kapak konusu olarak ilginç<br />
bir tema seçmişti: Gülmek. Eleştiri kadar elbette<br />
gülmek bir çağdaşlık ifadesidir. Şiddet ve şiddete<br />
başvuranlar ile alay etmek başka bir çıkış yolu. Anadolu’nun<br />
en zor günlerinde Nasreddin Hoca da<br />
aynı tavırı takınmıştı…<br />
5<br />
Yana yakıla çöküş edebiyatı yapanların maalesef<br />
kavrayamadıkları yeni bir durum sözkonusu.<br />
Batı medeniyetinin gerilemesinin ardında yatan<br />
asıl sebeb mülteci akını olamaz. Ayrı ajandası bulunan<br />
Pegida ve AfD gibi aşırı uçlar sanki mahşeri<br />
bekler gibi mültecileri beklemişlerdir. Alınması istenen<br />
sıkı tedbirler birer teşhis değil, aksine sorunun<br />
kendisidir bir bakıma. Sistemi ayakta tutmak isteyenler,<br />
belirsizlikle başedebilmek için bir öteki<br />
uydurdular. Müslümanları hedef tahtasına koydular.<br />
Batı’ya yönelik her saldırıda sivil özgürlük<br />
ve demokratik hakları "anti-terör kampanyası"<br />
bayrağı altında kısıtlamak beklentisi çoğu kez bir<br />
itaate dönüşmektedir. "Terror" yabancı düşmanlığının<br />
ve toplum mühendisliğinin bir meşruiyet<br />
aracı yapılıyor. Çünkü Batı adaleti değil, düzeni<br />
esas alır. Batı, sadece gücü ister. Adalet ise güç dengelerinin<br />
kaçınılmaz bir sonucudur. Özellikle<br />
medya araçlarında yaşanan duygu patlaması ve önyargıları<br />
kışkırtma asıl gündemimiz olmalıdır.<br />
İngiltere bu tehlikeyi çabuk sezdi, aydınlarını gerçekçi<br />
olmaya çağırdı. Southbank Centre kapsamında<br />
gerçekleşen bir toplantıda düşünür Slavoj Zizek<br />
açık ve net konuştu: "Democracy sometimes<br />
doesn't work. People don't know what they want, as<br />
they don't want, what they know."
GÜNDEM Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Cemil ŞAHİNÖZ<br />
HEPİMİZ<br />
GÖÇMENİZ<br />
Sosyolog Georg Simmel´e göre yabancı ve<br />
misafirin ayrımı şu şekildedir: „Misafir bugün<br />
gelir, yarın diğer. Yabancı bugün gelir, yarın kalır.“<br />
Almanya 1955 ve 1973 seneleri arasında 2. Dünya<br />
Savaşından sonra ülkeyi tekrar kalkındırmak için<br />
yurtdışından misafir işçi almaya başladı.<br />
İtalya, eski Yugoslavya ve Türkiye´den<br />
yüzbinlerce insan Almanya´ya çalışmak için geldi.<br />
Bu bağlamda 30.10.1961 tarihinde Almanya ve<br />
Türkiye arasında anlaşmalar imzalandı. Kasım<br />
1973´de işçi alımı bittiğinde daha fazla işçi alınmadı,<br />
fakat gelmiş olan vatandaşların aile birleşimi<br />
için ailelerini Almanya´ya getirme imkanı oldu.<br />
Almanya´ya misafir işçi-hoş, bizim anlayışımıza<br />
göre misafir işçi olarak çalıştırılmaz - olarak<br />
gelen türk vatandaşları hepsi geri dönme arzusundaydı.<br />
Traktör parası kazanıp, geri dönmek istiyorlardı.<br />
Geri dönmek istedikleri için Almanya´ya<br />
entegre olmak, almanca öğrenmek gibi bir dertleri<br />
de yoktu. Alman siyasetinin de bu konular pek umrunda<br />
değildi. Nasıl olsa misafirler geri dönecekti.<br />
Misafirler dönmediler. Simmel´in tarifine<br />
göre yabancı oldular. Bir çok traktör parası biriktirdiler,<br />
Mercedes markalı arabalarıyla, son model<br />
radyolarıyla köylerine tatil amaçlı döndüler, fakat<br />
Almanya´da yaşamaya ve çalışmaya devam ettiler.<br />
Fakat uzun seneler “Anavatan“ dedikleri topraklara<br />
dönme hayalini hiç yitirmediler.<br />
Alman bir atasözüne göre insanın vatani,<br />
kendisini rahat hissettiği yerdir. Almanya´lı türkler<br />
6<br />
kendilerini Almanya´da rahat hissetmeye başladılar.<br />
Hatta 1980´de Almanya “Geri Dönüş“ yasasını<br />
çıkarttığı ve geri dönüşü maddi olarak desteklediği<br />
zaman, bazı türk aileleri Türkiye´ye geri döndüler.<br />
Fakat döndüklerinde, bıraktıklarını bulamadılar. O<br />
eski köy, artık yeni köy olmuştu. Ve “Vatanım“ dedikleri<br />
yerde uyum sorunu yaşamaya başladılar.<br />
Bunların arasında tekrar Almanya´ya geri dönenler<br />
bile oldu.<br />
Yani hiç fark etmeden çoktan iki vatanlı<br />
insan olmuştular. Bu mümkündü. Bir insanın bir annesi<br />
ve bir babası olur. Türkçe´de Anavatan denilirken,<br />
almancada Babavatan (Vaterland) deniliyor.<br />
İki vatanli olmak en azından kelime olarak<br />
mümkündü. Birisi ana, diğeri baba. Veyahut birisi<br />
vatan, diğeri memleket.<br />
Tam 60 sene sonra…<br />
Şimdi eskiden olduğu gibi gibi Almanya<br />
yine yurtdışından işçi istiyor. Fakat bu sefer herhangi<br />
işçileri değil, uzman ve profesyonel işçileri<br />
talep ediyor. Yani işin ehlini Almanya´ya getirmek<br />
istiyor.<br />
Benzer girişimler 90´lı senelerin ortasında<br />
da olmuşdu. O zamanları bilgisayar mühendislerine<br />
ihtiyaç duyuluyordu ve özellikle Hindistan´dan<br />
işçileri Almanya´ya getirmek istediler. Bu<br />
istek tam bir fiaskoyla sonuçlanmışdı, çünkü Hindistanlı<br />
bilgisayar uzmanları Almanya´ya gelmek<br />
istemiyorlardı, Amerika´daki Silicon Valley´i tercih<br />
ediyorlardı.Uzman işçi konusunda şuan Alman
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
GÜNDEM<br />
ekonomisi ve siyaseti ciddi bir sıkıntı yaşıyor. Son<br />
senelerin araştırmaları gösteriyorki, Almanya´da<br />
uzmanlar, üniversiteyi bitirenler ve genel olarak<br />
çocuk sayısı azalıyor. Var olan uzmanlar da ülkeyi<br />
terk ediyorlar.<br />
Bu durum Türkler de farklı değil.<br />
2002´den beri Türkiye´den Almanya´ya<br />
gelenlerin sayısı düşüyor, fakat Almanya´dan Türkiye´ye<br />
giden (dönen) türklerin sayısı çoğalıyor.<br />
Ve ilk defa 2006´dan beri Almanya´dan giden türklerin<br />
sayısı, gelenlerden daha yüksek oldu. Örneğin<br />
2009 senesinde 35.000 türk vatandaşı ve 4600<br />
alman vatandaşı olan türk Almanya´yı terk etmiş.<br />
Sadece 27.000 türk vatandaşı Almanya´ya gelmiş.<br />
Almanya´dan Türkiye´ye “kaçan”ların yapısı<br />
veya statüsü hakkında yapılan araştırmalar<br />
yok. Her türden insan, farklı nedenlerden dolayı Almanya´yı<br />
terk ediyorlar. Terk edenlerin arasında<br />
üniversiteyi bitirmiş akademisyenlerin olması<br />
özellikle dikkat çekiyor. Yani sadece tahsilli olmayanlar<br />
değil, tahsilli, uzmanlar ve üniversite bitirmiş<br />
türkler dahi Almanya´yı terk ediyorlar.<br />
Araştırmalara göre Almanya´daki türkler´in<br />
%3,2´sinin üniversite diplomalısı var. Bu<br />
orana alman vatandaşı olmuş olan türkler dahil<br />
değil. Sadece türk vatandaşı olanlar bu istatistik´de<br />
yer alıyor. Biz yinede %3,2`den hareket edersek,<br />
2009 senesinde 1280 uzman türk Almanya´dan göç<br />
etmiş oluyor. Bu ciddi alınması gereken bir<br />
rakam.Yine 2009 senesinde türk akademisyenler<br />
ve üniversiteli öğrenciler arasında yapılan bir araştırmaya<br />
göre, ankete katılanların %36´sı Almanya´yı<br />
terk etmeyi düşündüklerini söylüyorlar.<br />
Tabiki Türkiye´den Almanya´ya gelenlerin<br />
sayısının azalmasının da önemli faktörleri var,<br />
örneğin Almanya´ya gelebilme imkanlarının ciddi<br />
bir şekilde zorlaştırılması, Almanya´nın ekonomik<br />
cazibesini kaybetmesi gibi. Fakat biz şuan sadece<br />
Almanya´dan Türkiye´ye kaçışların sosyolojik nedenlerini<br />
anlamaya çalışalım:<br />
1. Almanya´ya vatan gözüyle bakılmıyor:<br />
Bir çok yabancı -sadece türkler değil- Almanya´da<br />
doğmalarına, almancayı anadillerinden<br />
daha iyi bilmelerine, anavatanlarına senede bir<br />
7<br />
kere veya iki senede bir gitmelerine rağmen, Almanya´yı<br />
hiç bir zaman kendi vatanları gibi sevemediler.<br />
Bu duyguyu onlara yaşatmadılar. Kendilerini<br />
hep farklı ve yabancı hissettiler. Kendilerini<br />
Almanya´ya ait hissetmediler. Aidiyet duygusu gelişmedi.<br />
Doğal olarak kendilerini ait hissettikleri<br />
topraklara gitmek istiyorlar.<br />
2. Uyum tartışmaları: Son senelerde Almanya´da<br />
yapılan uyum tartışmaları türkleri – ve<br />
özellikle bütün müslümanları – hedef tahtasına taşıdı.<br />
Müslümanların hepsi aynı kefeye koyuldu.<br />
Hatta müslümanlığa geçen almanlara dahi aynı<br />
gözle bakıldı. Buna birde ırkçı partilerin yükselişde<br />
olduğunu eklersek, çok vahim bir durum ortaya<br />
çıktı. Bu sıkıntılardan dolayı birçok yabancı Almanya´yı<br />
terk etmeye başladı.<br />
3.“Problemli ve Sorunlu grup” imajı:<br />
Uyum tartışmalarının neticesi olarak yabancılara –<br />
bilhassa müslümanlara – sorunlu insanlar gözüyle<br />
bakılmaya başladı. Sanki giderilmesi gereken bir<br />
eksiklikleri varmış gibi, problemli varlıklarmış<br />
gibi muamele edildi. Bu durum bir çok müslümanı<br />
savunma psikolojisine soktu. Ötekileştirme ve önyargılar<br />
ciddi sorun olmaya başladı.<br />
4.Türkiye´deki iş imkanları: Almanya´daki<br />
akademisyenlerin Türkiye´de iş bulma imkanları<br />
çok daha yüksek. Türkiye´den birçok üniversite<br />
Almanya´da üniversite bitirmiş, almancayı<br />
çok iyi bilen, Almanya´da doğmuş, büyümüş elemanlar<br />
arıyor. Bu da tabiki akademisyenler için<br />
çok cazibedar oluyor.<br />
Biryandan çocuk sayısının sürekli düşmesiyle<br />
ortaya çıkan siyasi ve demografik sorunlar,<br />
biryandan da uzman eleman eksikliği ile düşüşe<br />
geçen alman ekonomisi, aslında muhtaç olduğu elemanlara<br />
sahip. Sahip, ama sahiplenmesi gerekiyor.<br />
Asıl sorun da burada yatıyor zaten. Var olan<br />
kaynaklar ve elemanlar kullanılmıyor, dışarıdan<br />
aranıyor. Dışarıdakiler de elbette gelmiyorlar.<br />
Sorunu çıkmaza götüren bu kısır döngüsünden<br />
çıkabilmek için hem uyum ve eğitim<br />
siyasetinde hem de göçmenlerin Almanya´ya<br />
vatan olarak bakma konusunda ciddi paradigmaların<br />
değişmesi gerekiyor.
GÜNDEM<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Yasin BAŞ<br />
DİN DEĞİŞTİRME<br />
ALMANYA’DA KALMANIN<br />
ŞANSINI MI ARTIRIYOR?<br />
Almanya’da Müslüman mültecilerin Hristiyanlığa<br />
geçtiği medyada da birçok yerde haber konusu<br />
oluyor. Gelin bu konuya bir göz atalım.<br />
“Focus’’ Dergisinin Eylül sayılarından birinde belirttiğine<br />
göre sadece Berlin’de yüzlerce Afgan ve<br />
İranlı vaftiz olduğu vurgulanıyor.<br />
Birçok kişi bu kararı verirken gerçek<br />
inançlarını bulduklarını ve bunun da dinlerini değiştirmede<br />
asıl neden olduğunu söylüyor. Bunun<br />
yanında din değişimi Almanya’da kalmanın da şansını<br />
artırıyor.<br />
Mürtedlerin (din değiştirenlerin) geldikleri<br />
ülkelere dönmeleri gerektiğinde orada yeni dinlerinden<br />
dolayı baskı ve zulüm görme ihtimalleri<br />
yüksek olduğu dile getiriliyor. Bu bağlamda birçok<br />
haberde İran ve Afganistan’da başka bir din seçenlerin<br />
idam cezasına çarptırıldıkları aktarılıyor.<br />
Bu ve başka Müslüman ülkelerde mürtedlerin<br />
mallarının ellerinden alındıkları ve mirastan<br />
men edildikleri, işkence veya kötü muamelelere<br />
maruz kaldıkları açıklanıyor. Bu argümanla din değiştiren<br />
Afgan ve İranlıların Almanya’dan sınır dışı<br />
edilmelerinin şansı daha da az olduğu söyleniyor.<br />
Katolik Haber Ajansı KNA’ya konuşan<br />
Hannover Protestan Kilisesi ’’İranlılar Manevi Rehber’’<br />
Programı Başkanı Günther Oborski İranlılar<br />
arasında vaftiz olma eğiliminin çok daha yüksek olduğunu<br />
söylüyor. Obroski “Bu 15 yıl önceye kıyasla<br />
daha da yüksek’’ diyor.’’<br />
8<br />
İranlılar Manevi Rehber’’ Programı, İran<br />
devriminden itibaren, 1979’dan beri Hannover Bölgesinde<br />
uygulanıyor. Oborski 2003 yılından beri<br />
manevi rehberlik verdiğini ve 2003’den beri de iki<br />
bin (2000) İranlının manevi rehberlik programı esnasında<br />
din değiştirdiğini söylüyor. Obroski’nin dediğine<br />
göre: ’’Afganistanlılar’da da bu istek oldukça<br />
yüksek’’.<br />
Oborski haber ajansına yaptığı açıklamada<br />
İranlı insanların ruhlarının Hristiyan inancına<br />
İslam’dan daha yakın’’ olduğunu da sözlerine ekliyor.<br />
Yetkili nihayetinde İranlıların yarısının bir zamanlar<br />
Hristiyan olduğunu ve onların cemaatleri<br />
dünyada bulunan en eski Hristiyan cemaatleri arasında<br />
yer aldığını bildiriyor.<br />
Alman Kiliseleri 2009 yılında resmi olarak<br />
300 Müslümanın vaftiz olduğunu açıklıyor.<br />
Alman Piskoposlar Birliği’nin çıkardığı bir bilgilendirme<br />
broşüründe İslam’dan Hristiyanlığa<br />
geçen kişiler için Almanya gibi bir ülkede bile can<br />
güvenliği tehlikesi bulunduğu yer alıyor.<br />
“Frankfurter Allgemeine Gazetesinin’’<br />
(FAZ) bir haberine göre geçen yıl 24 milyon üyesi<br />
bulunan Alman Protestan ve Katolik Kilisesinden<br />
çeşitli nedenlerden dolayı beşyüz bin (500.000)<br />
kişi ayrılmış bulunuyor. Gazete kiliselerin mültecilere<br />
yönelik çalışmalar, yardımlar, ruhsal ve manevi<br />
rehberlikler ile kaybedilen üye sayısını telafi<br />
etmeye çalıştıklarını bildiriyor. Ayrıca Yehova Şahitleri,<br />
Evanjelik ve başka ağırlıklı olarak misyo-
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
GÜNDEM<br />
nerlik yapan Hristiyan cemaat ve tarikatlarının faaliyetlerinin<br />
yanı sıra büyük kiliselere ait Diakonie<br />
ve Caritas gibi yardım kuruluşlarının rehberlik çalışmaları<br />
sonucu da din değiştiren Müslümanların<br />
olduğu yönünde haber ve açıklamalar bulunuyor.<br />
Hapishanelerde manevi rehberlik hizmetleri de<br />
sunan bu kuruluşlar, oradaki kader kurbanları ile de<br />
yakinen ilgileniyorlar.<br />
“Die Welt’’ Gazetesinin verdiği bir haber<br />
göre Protestan Kilisesi bu yıl sadece mülteciler yardımı<br />
için düşünülen bütçesini 26 Milyon Avro artıracağı<br />
bildiriliyor. ’’Frankfurter Allgemeine Gazetesi’’<br />
Katolik Kilisesi’nin mülteciler için şimdilik<br />
66,5 milyon Avroluk bir bütçe ayırdığını açıklıyor.<br />
Bu kiliseler için kolaylıkla temin etmeleri<br />
mümkün bir bütçe. Kiliselerin üye sayıları azalsa<br />
da, konjünktür gereği kiliseler yüksek vergiler elde<br />
ettikleri bildiriliyor. Örneğin Katolik Kilisesinin<br />
elde ettiği vergiler en son 5,6 Milyar Avro olduğu<br />
bildiriliyor.<br />
Alaattin DİKER’in<br />
YENi<br />
KiTABI<br />
Batı Düşüncesinde <br />
Stratejik Perspektifler<br />
Protestan Kilisesi ise 5,2 Milyar Avro<br />
vergi aldığını açıklıyor. Sadece Köln Başpiskoposluğunun<br />
elde ettiği vergiler 1 Milyar Avro’dan<br />
fazla olduğu belirtiliyor. “Frankfurter Allgemeine<br />
Gazetesi’’ en fazla mültecinin giriş yaptığı Münih<br />
bölgesinde Münih Başpiskoposluğunun 5 Milyon<br />
Avroluk ek ödenek çıkarttığını açıklıyor. Münih<br />
Başpiskoposluğu bölgesinde şimdilik 953 mültecinin<br />
kilise ve cemaat barınaklarında kaldıkları vurgulanıyor.<br />
Diğer yandan ise Erlangen ’’Avrupa İslam<br />
ve Hukuk Merkezi’’nden İslam bilimci Jörn Thielmann<br />
her yıl yüzlerce Müslüman’ın Hristiyanlığa<br />
geçtiğini, ancak Katolik ve Protestan Kiliselerinin<br />
daha çok kendi içinde misyonerlik faaliyetleri yürüttüğünün<br />
altını çiziyor. Uzman, dış misyonerlik<br />
faaliyetlerinin daha fazla Hristiyan tarikat, Evanjelik<br />
ve bağımsız kiliseler tarafından yürütüldüğünü<br />
dile getiriyor ve Katolik Kilisesi ile Protestan Kilisesinin<br />
bu izlediği politika ile Müslüman Cemaatler<br />
ile arayı açmamaya özen gösterdiklerini ilave<br />
ediyor.<br />
9<br />
Alaattin Diker, Batı dünyasının bugün<br />
bulunduğu noktaya gelişinin izlerini, birkaç<br />
asır öncesine kadar uzanarak arıyor ve bulduğu<br />
izleri birleştirerek Batı'nın günümüzdeki<br />
devlet ve medeniyet anlayışına bir projeksiyon<br />
tutuyor. Tarih, sosyoloji, felsefe, siyaset...<br />
aynalarına ayrı ayrı, kimi zaman da aynı<br />
anda başvuruyor. Güncel siyasi gelişmeleri<br />
daha sağlam temellere oturtarak anlama ve yorumlamak<br />
isteyenler için rehber niteliğinde<br />
bir çalışma...
DOSYA<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />
Geçmişten Günümüze Geri Dönüş Göçleri<br />
Göçe Tersinden Bakmak<br />
Göç Döngüsü<br />
Bir yiğit gurbete gitse, Gör başına neler gelir.<br />
Garip sılayı andıkça, Yaş gözüne dolar gelir.<br />
Evlerinin önü söğüt, Atalardan almış öğüt.<br />
Yârinden ayrılan yiğit, Sılasına döner gelir.<br />
Karacaoğlan<br />
Dünyadaki göç hareketlerine baktığımızda,<br />
göçün bir akış yönü olduğunu görürüz.<br />
Hâkim göç hareketleri, kırdan kente, geleneksel<br />
kentlerden modern kentlere, doğu ülkelerinden<br />
batı ülkelerine, fakir ülkelerden<br />
zengin ülkelere doğru bir eğilim gösterir. Bu<br />
genel eğilim dikkatlerin hep gidenlere yoğunlaşmasına,<br />
geri dönenlerin ihmal edilmesine<br />
neden olmaktadır. Bu genellemeci bakış<br />
açısı göç hareketlerinin çizgisel bir doğru izliyormuş<br />
gibi bir algıya neden olur. Oysa ki<br />
göçler, çizgisel değil, döngüsel, dairesel bir<br />
hareket izler. Yukarıda saydığımız ana göç<br />
akımı, bizim alt dalgaları, geri dönüşleri yeterince<br />
dikkate almamıza mani olur. Bu yanılgı<br />
sadece sıradan insanlara özgü değil, devletlere,<br />
hatta göç konusuna eğilen akademisyenlerde<br />
bile görülen bir durumdur. Göç çalışmalarının<br />
ana akımı da kaynak ülkelere “dönenlere”<br />
değil, “gidenlere” odaklanır.<br />
Devletler yurtdışına gönderdikleri işçilerin<br />
sayımını tamı tamına yaparken, geri dönenler<br />
konusunda aynı hassasiyeti göstermezler. Bu sadece<br />
bizim ülkemize mahsus bir durum da değildir.<br />
10<br />
Gelişmekte olan birçok ülke, Batı ülkelerine yolladıkları<br />
göçmenlerin istatistiklerini çok dikkatli bir<br />
biçimde kayıt altına alırken, gidip geri dönenler dikkatlerden<br />
kaçırır. Almanya’ya işçi olarak gidenlerin<br />
sayısı konusunda tablolar, grafikler ve istatistikler<br />
yayımlanırken, kaç kişinin Almanya’da çalışıp<br />
geri döndüğü belli değildir.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
DOSYA<br />
Tersine Göç veya<br />
Geri Dönüş Göçleri<br />
Geri dönüş göçleri ile ilgili Türkçe literatürde<br />
“geriye göç”, “geri dönüş göçleri”, “eve<br />
dönüş” ve “tersine göç” gibi kavramsallaştırmalar<br />
yapılırken, İngilizce literatürde de “return migration”<br />
dışında reflux migration, homeward migration,<br />
remigration, returnflow, second-time migration,<br />
repatriation, retromigration gibi çok fazla kavram<br />
kullanılmaktadır.<br />
Ravenstein 1885’de yazdığı göç kanunlarını<br />
1889’da yenileyerek “Her göç dalgası ters bir<br />
göç dalgası ile dengelenir” biçiminde bir ilave yapmıştır.<br />
Ravenstein’a göre, her bir göç dalgası, tetikleyici<br />
etki göstererek, bir diğer göç dalgası yaratmakta<br />
ve bir bölgeden göç edenlerin boşalttığı yerler,<br />
başka göçmenler tarafından doldurulmaktadır.<br />
Son dönemlerde akademik çalışmalarda<br />
daha sık rastlanıyor olmakla birlikte, uluslararası<br />
göç literatürü açısından geriye dönüş göçleri çoğunlukla<br />
ihmal edilen ve yeterince önemsenmeyen<br />
bir konu olmuştur. Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya<br />
göçenler hakkında çok fazla çalışma yapılırken, Avrupa’ya<br />
dönenler göç çalışmalarında ihmal edilmiştir.<br />
Oysaki 19. Yüzyılda Avrupa’dan Kuzey<br />
Amerika’ya göçenlerden, dörtte biri 20. Yüzyılın<br />
başlarında Avrupa’ya geri dönmüştür. Mangalam<br />
tarafından 1968 yılında İngilizce olarak hazırlanan<br />
Göç Literatürü Rehberi’nde 2051 başlıktan sadece<br />
10 tanesi geri dönüş göçü ile ilgilidir.<br />
Tarihte Geri Dönüş Göçleri<br />
Yapılan araştırmalar, üzerinden nesiller<br />
geçse bile göçmenlerin anavatanlarına bağlılık hislerinin<br />
çok yüksek olduğunu göstermektedir. Geriye<br />
dönüş oranları savaşlar, ekonomik canlılık veya<br />
krizlere göre değişiklik göstermekle birlikte, yüzyıldan<br />
daha fazla bir süredir gözlemlenen geri<br />
dönüş göçleri oldukça etkileyici oranlardadır.<br />
11<br />
Geri dönüş göçleri, hem düzensiz ve zorunlu<br />
göçler için, hem de işgücü anlaşmaları ile yapılan<br />
gönüllü göç süreçleri için geçerlidir. Mülteciler<br />
ve göçmenler, bir kere göç ettikten sonra, anavatanları<br />
ile ilişkilerini kesmezler ve anavatanları<br />
ile göç ettikleri ülkeler arasında gidip gelirler.<br />
Hatta göç ettiği ülkeye yerleşen göçmenler veya onlardan<br />
sonraki nesiller dahi geri dönebilirler. Göçe<br />
zorlayan sebeplerin göçmen için ortadan kalkmış<br />
olması, “anavatan”a geri dönmeyi kolaylaştıran en<br />
önemli motivasyondur.<br />
Memleketlerine geri dönen göçmenler de<br />
göç sürecindeki işlevlerini kaybetmezler. Hatta<br />
göç süreçlerini besleyen, zincirleme göçü harekete<br />
geçiren daha işlevsel bir misyon üstlenebilirler.<br />
Hem göç edilen ülkeyi, hem de kendi ülkelerini bildikleri<br />
ve göç yolculuğunu, göçmenliği tecrübe ettikleri<br />
için, zincirleme göç çarkının dönmesi bu<br />
geri dönen göçmenler üzerinden devam edebilir.<br />
Batı ile doğu arasındaki göç akışını sağlayan göçmen<br />
ağlarını ortaya çıkaran, koruyan ve güçlendiren<br />
de aslında bu geri dönüş göçleridir.<br />
Alman göç uzmanı Thomas Faist Uluslararası<br />
Göç ve Ulusaşırı Toplumsal Alanlar (2003)<br />
kitabında geri dönüş göçlerinin beklenenin ve tahminlerin<br />
çok üzerinde olduğuna dikkat çeker. Bir<br />
göç ülkesi olmasına rağmen, ABD’den geri dönüş<br />
göçleri oldukça önemli ve beklenmedik düzeydedir.<br />
Göç kayıtlarındaki belirsizliklere rağmen 20.<br />
Yüzyıl başlarında ABD’den geriyi dönüş yapan<br />
Avrupalıların oranı yüzde 25 ile yüzde 60 arasındadır.<br />
Bir başka tahmine göre ABD’deki göçmenlerin<br />
yüzde 30’u 1821-1924 arasındaki yaklaşık<br />
yüzyıllık sürede ülkelerine geri dönmüştür.<br />
ABD Ticaret Bakanlığı’nın 1960 verilerine göre<br />
1908’den 1957’ye kadar ABD’ye göçen 15,7 milyon<br />
göçmenden 4,8 milyonu (yaklaşık üçte biri) yeniden<br />
göç etmiştir. 1970 ve 1980’lerde Latin Amerika<br />
ve Asya’dan ABD’ye göçler sürerken, bu ülkedeki<br />
göçmenlerin yüzde 20’si bu ülkeyi terk etmiştir.<br />
ABD ile Meksika arasındaki göç sistemini<br />
inceleyen göç çalışmalarına göre, Meksikalı göçmenlerin<br />
ilk 10 yıl içinde yüzde 31’inin, ilk 20 yıl<br />
içinde yüzde 54’ünün, ilk 30 yıl içinde ise yüzde<br />
67’sinin ABD’ye yerleşmelerinin ardından tekrar<br />
ülkelerine dönmeleri beklenmektedir.
DOSYA<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Misafir İşçilerin Dönüşü<br />
Avrupa ülkelerine işçi göçleri, göç alan ülkelerinde<br />
geçici olarak kalmayı öngören göç dalgasıyla<br />
başladığından Türkiye’ye geri dönüş adeta<br />
göç sürecinin ayrılmaz bir parçası gibi öngörülmüştür.<br />
Ancak yine de Türk göç literatüründe “geri<br />
dönüş” veya “tersine göç” ile ilgili yeterli çalışmanın<br />
mevcut olduğunu söylemek zordur.<br />
1960’tan 1993 yılına kadar Türkiye,<br />
Güney Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerinden Almanya’ya<br />
12 milyon sözleşmeli işçi (misafir işçi)<br />
gelmiş ve bunların 9,3 milyon’u (yüzde 78’i) ülkelerine<br />
geri dönmüştür. Ancak 1970 ve 1980’lerde<br />
aile birleşmeleri ile Almanya’daki göçmen nüfus<br />
artmaya devam etmiştir. Faist’e göre göç alan ülkeye<br />
yerleşme ile anavatana geri dönüş birbirini dışlayan<br />
stratejiler değildir. Göçmenler, Almanya ile<br />
göçtükleri anavatanları arasındaki bağları hep sürdürerek,<br />
tamamen geri dönmeseler bile, ikili bir mekânsal<br />
referans çerçevesi oluşturmaktadırlar.<br />
Türkiye’den Avrupa ülkelerine karşılıklı<br />
göç anlaşmaları dahilinde “misafir işçi” olarak yapılmak<br />
üzere başlayan emek göçlerinde “geri<br />
dönüş” yıllarca hep gündemin ilk sıralarında kalmıştır.<br />
Tasarruf hedeflerine ulaşan veya emekli<br />
olanlardan yıllık ortalama 20-30.000 kişi geri dönmüştür.<br />
1990’ların başlarında, önceki 30 yıllık sürede<br />
yurtdışına gidenlerden 500.000 ile 900.000<br />
arasında kişinin geri döndüğü tahmin edilmektedir.<br />
Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye üç geri dönüş dalgası<br />
yaşanmıştır.<br />
Bunlardan ilki 1966-67’deki ekonomik<br />
kriz dönemi, ikincisi 1974-75’teki petrol krizi sonrası<br />
ekonomik durgunluk dönemi, üçüncüsü ise<br />
1983-84’teki Almanya’daki “Geri Dönüşü Teşvik<br />
Yasası” sonrası yaşanan göçlerdir. İlk iki dönem ile<br />
ilgili elimizde veri bulunmamakla birlikte, geri dönüşü<br />
teşvik yasasından yararlananların sayısı belli<br />
olduğu için üçüncü döneme ilişkin rakamlar mevcuttur.<br />
1980’lerin başında göç alan ülke hükümetlerinin<br />
sunduğu ‘Destekli Geri Dönüş Programları’<br />
süreci kapsamında, 1983-1984 yılları arasında<br />
310.000 göçmen Almanya’dan, 1985-1986 yılları<br />
12<br />
arasında ise 10.000 Türkiye vatandaşı Hollanda’dan<br />
Türkiye’ye geri dönüş yapmıştır.<br />
Fransa ise işsiz göçmenlerin ülkelerine<br />
geri dönmeleri için teşvik yasaları çıkarmıştır.<br />
Nisan 1971 ve Kasım 1981 tarihleri arasında aileleriyle<br />
birlikte geldikleri ülkelere geri dönmeyi kabul<br />
eden işsiz göçmenlere 10.000 Frank ödenmiştir.<br />
Bu teşvik daha çok AB ülkeleri dışından gelenler<br />
için planlanmış olsa da, en fazla demokratik rejimlerin<br />
kurulduğu İspanya ve Portekiz’den gelenler tarafından<br />
kullanılmıştır.<br />
Geri dönüşü teşvik uygulamasından sonra<br />
da geri dönüşler azalarak devam etmiştir.<br />
1980’lerin ikinci yarısından itibaren Almanya’dan<br />
geri dönüş oranı yıllık 37.000, Hollanda’dan geri<br />
dönüş oranı ise 3.000 kişi olmuştur. 1990’ların ilk<br />
yıllarında da geri dönüş oranları benzer seviyelerde<br />
devam etmiştir.<br />
Bu iki Avrupa ülkesinden geri dönüş yapan<br />
göçmenler ve bu ülkelere mültecilik başvuruları<br />
kabul edilmeyen Türk vatandaşları da (Türkiye’den<br />
başvuru yapan 450.000 sığınmacının sadece<br />
yüzde onu mülteci statüsü kazanmıştır) düşünüldüğünde,<br />
1,5 milyondan fazla göçmen ve sığınmacının<br />
1980-1999 yılları arasındaki dönemde Türkiye’ye<br />
geri dönüş yaptığı tahmin edilmektedir.<br />
Almanya Göçü Tersine Döndü<br />
Son yıllarda gerek Türkiye’deki, Avrupa<br />
ülkelerindeki ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerle,<br />
AB ülkelerinden Türkiye’ye bir “tersine göç”<br />
olduğu, “geri dönüş miti”nin, gerçeğe dönüşmeye<br />
başladığı yönünde işaretler görülmektedir. Alman<br />
Federal İstatistik Bürosu verileri incelendiğinde,<br />
özellikle 2006 yılından sonra Almanya’dan Türkiye’ye<br />
dönenlerin, gidenlerin sayısından daha fazla<br />
olduğu göze çarpmaktadır. İkinci ve üçüncü kuşak<br />
göçmenleri de içine alan bu geri dönüş göçlerine katılan<br />
birinci kuşak göçmenleri ise daha çok ikili bir<br />
yaşamı tercih etmektedirler. Çocukları ve torunları<br />
Avrupa ülkelerinde yaşayan emekli olmuş Türk<br />
göçmenler, yılın bir kısmını Türkiye’de, bir kısmını<br />
ise Avrupa’da geçirmektedirler.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
DOSYA<br />
Almanya’da, 2000 yılından sonra 1525<br />
kişi üzerinde yapılan bir araştırmada “Türkiye’ye<br />
dönmeyi istiyor musunuz?” sorusuna, katılanların<br />
yüzde 78’i evet, yüzde 22’si hayır cevabını vermiştir.<br />
Şartlar olgunlaşmadan, tersine göçün gerçekleşmesi<br />
mümkün olmamakla birlikte, bu istek beyanı<br />
bir eğilimi göstermesi anlamında önem taşımaktadır.<br />
Türkiye’ye dönme isteği halen çok yüksek<br />
seviyelerde olmasına rağmen, göçmenlerin Almanya’ya<br />
göç etmelerine neden olan etmenlerin<br />
devam etmesi, geri dönmelerine mani olmaktadır.<br />
Türkiye-AB ilişkileri göç süreçlerini çift<br />
yönlü etkileyen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />
Türkiye’nin Birliğe tam üyeliği durumunda,<br />
Türkiye’den Avrupa’ya bir göç akını yaşanacağı<br />
korkusu mevcutken, Birliğe sonradan üye olan<br />
İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da tam tersi bir<br />
durum yaşanmıştır.<br />
Kaya ve Kentel’in araştırmasına göre, Almanya<br />
ve Fransa’da yaşayan Türkiye kökenlilerin<br />
çok büyük bir çoğunluğu (Almanya % 80, Fransa<br />
%61), Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda,<br />
Türkiye’dekilerin Avrupa ülkelerine göç etmelerini<br />
tavsiye etmediklerini dile getirmişlerdir. Kaya<br />
ve Kentel, bu oranın bu kadar yüksek olmasını, Avrupa’daki<br />
Türkiye kökenlilerin karşılaştıkları,<br />
“artan işsizlik, vatan özlemi, düşük ücretler, disiplinli<br />
çalışma koşulları, hoşgörüsüzlük ve ahlaki değerlerin<br />
aşınması” gibi zorluklara ve sorunlara bağlamaktadır.<br />
Ancak, AB ülkelerindeki genel kanıya<br />
paralel olarak, Türkiye’nin AB üyesi olması durumunda<br />
büyük bir göç akını olacağı yönünde kanaatleri<br />
vardır.<br />
Yine bu araştırmaya göre, Türkiye’nin<br />
AB’ye üye olması durumunda (Almanya ve Fransa’dan)<br />
Türkiye’ye dönmeyi düşüneceğini söyleyenlerin<br />
oranı yüzde 30’dur. “AB üyeliği durumunda<br />
Türkiye’den göç akını olacağı” iddiası,<br />
“inşa edilmiş bir korkuyu resmetmek” olarak nitelendirilebilir.<br />
Zira, aynı korku İspanya, Portekiz ve<br />
Yunanistan için de gündeme getirilmiş olmasına<br />
rağmen, tam tersi bir durum olmuş, tersine göç gerçekleşmiştir.<br />
13<br />
“Okumuş Gençler” Dönüyor<br />
Krefeld Enstitüsü’nün dörtte üçü Almanya’da<br />
doğan 250 Türk akademisyen üzerinde yaptığı<br />
bir araştırmaya göre, Almanya’daki akademisyenlerin<br />
yüzde 38’i Türkiye’ye dönmek istiyor.<br />
Akademisyenlerin yarıya yakını kendisini Almanya’da<br />
“evinde hissetmediğini” söylerken, yüzde<br />
80’i Almanya’nın uyum politikasını yeterince güvenilir<br />
bulmadığını ifade ediyor.<br />
İstatistiklere göre 2006 son 10 yıldır Almanya’dan<br />
Türkiye’ye dönenler, gidenlerden daha<br />
fazla. Üstelik dönenler, Almanya’nın en kaliteli üniversitelerinden<br />
mezun, mesleki kariyerleri yüksek,<br />
iyi eğitimli Türk gençleri. Türkiye’de faaliyet gösteren<br />
5 binden fazla Alman şirketinde 100 binden<br />
fazla kişi çalışıyor. Üniversite eğitimlerini Almanya’da<br />
tamamlayan, en az iki dil bilen gençler bu şirketler<br />
için en ideal kişiler. Başta Almanya olmak<br />
üzere, Avrupa ülkelerindeki Türk gençleri, kendi<br />
vatanlarında daha itibarlı işlerde “birinci sınıf” kişiler<br />
olarak istihdam edilebiliyorlar. Türkiye’de<br />
hayat standartları Almanya seviyesine yaklaşırken,<br />
gençlerin kazançları da Almanya’daki ücretleri<br />
aratmıyor.<br />
Son yıllarda Avrupa’da artan islamofobi,<br />
yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, dışlanma gibi nedenler<br />
üçüncü kuşak göçmenlerin bile kendisini yabancı<br />
hissetmesine, “sılaya dönüşü” sürekli gündemlerinde<br />
tutmalarına neden oluyor. Alman vatandaşlığına<br />
geçse bile, “başı sıkıştığında döneceği<br />
bir anavatanı olduğunu” bilen, özellikle iyi eğitimli<br />
ve yetenekli gençler, artık Türkiye’ye dönmeye<br />
daha sıcak bakabiliyor. Almanya’da ekmek aslanın<br />
ağzında ise, dönüp kendi vatanında daha kolay<br />
şartlarda iş bulabiliyor. Ceplerindeki pasaportları<br />
onları bir dünya vatandaşı olan eğitimli gençlerin<br />
geri dönüşü, Almanya için büyük bir kayıp iken,<br />
Türkiye için ise önemli bir kazanç olarak değerlendirilmeli.<br />
Bu süreç, yıllardır şikâyetçi olunan<br />
“beyin göçü”nün tersine dönmesi olarak yorumlanmalı.<br />
Türkiye, yurtdışında yetişmiş gençleri kazanmak<br />
için, en az Avrupa ülkeleri kadar çaba çabalamalıdır.
DOSYA<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
DOÇ. DR. ULAŞ SUNATA<br />
İLE SÖYLEŞİ<br />
Bahçeşehir<br />
Üniversitesi Göç<br />
Çalışmaları Araştırma<br />
ve Uygulama Merkezi<br />
(BAUMUS) Başkanı<br />
Doç. Dr. Ulaş Sunata<br />
ile 'Tersine Göç'<br />
olgusunu konuştuk.<br />
Tersine Göç kavramından ne anlamalıyız?<br />
göçü yeni paradigma içinde değerlendirmek gereklidir.<br />
Tersine göç birinin kendisi veya önceki kuşaklarının<br />
geldiği ülkeye, bölgeye, şehre veya köye<br />
geri dönmesidir. Geri dönüş veya tersine göç olarak<br />
da isimlendirilen geriye göç, klasik olarak gidilen<br />
yerden yeniden eski mekâna dönüştür. Bu klasik<br />
tanım son yıllarda göç çalışmalarındaki ilerlemelerle<br />
birlikte tartışmalı hale gelmiştir. Uluslararası<br />
yerine geçen ulusötesi göç (transnational migration)<br />
terminolojisiyle geriye göç yazını içinde dönülen<br />
mekân olarak “ev” ve oraya “yeniden uyum”<br />
konuları eleştiriye açık olmuştur. Hatta göçün geriye<br />
dönüş ile tamamlandığına dair algı yerini artık<br />
göçün tamamlanan bir hareketten ziyade süreklilik<br />
içinde olduğu savına bırakmıştır. Ek olarak kimlik<br />
ve ulusal mensubiyet-bağlılıkların sorgulandığı ve<br />
kültürlerin yersizyurtsuzlaştığı bu çağda geriye<br />
14<br />
Özellikle yüksek eğitimli göçmenlerin<br />
geri dönmek isteklerini neye bağlıyorsunuz?<br />
Yüksek eğitimli göçmenlerin geri köken<br />
ülkelerine geri dönme isteklerinin ardından doktora<br />
çalışmamda kavramsallaştırdığım, siyah kuğu fenomeni“nin<br />
olduğunu düşünüyorum. Bu fenomen<br />
aslında bulundukları ülkede eğitim hayatlarındaki<br />
başarıyla elde edilen statünün göç arkaplanları sebebiyle<br />
sorgulanışı ve askıya alınışı durumlarını<br />
kapsar. Yüksek eğitimi ile sosyal tabakalaşma içinde<br />
elit tabakaya erişimi kurgulayan bireylerin karşısına<br />
„göçmenlik“lerinin çıkışı ve her seferinde bununla<br />
başetme gereksinimi onları yorar. Bu yüzden<br />
özellikle yüksek eğitimli göçmenlerin geri dönmek<br />
istediklerini düşünüyorum.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
DOSYA<br />
Tersine beyin göçündeki sosyal ağların<br />
rolüne kısaca değinir misiniz?<br />
Aslında sosyal ağlar göçün tüm aşamalarında<br />
incelemeye değerdir. Sosyal ağların sosyal<br />
sermaye olarak göçmenler tarafından aktif kullanımı<br />
göç çalışmaları açısından göçmenin ajan olarak<br />
gücünü gösterir. İnsanlar göçü başlatırken, devam<br />
ettirirken ve sonlandırırken tüm aşamalarında karara<br />
dair karar verici olarak etkin roldedirler. Yaptığım<br />
çalışmada sosyal yapının dayattığından bağımsız<br />
olarak göçmenin kendi bireysel fayda algısıyla<br />
sosyal ağlarını sermaye olarak kullanma yetkinliğine<br />
ilişkindir. Bu konuda yaptığım çalışmadan<br />
şöyle bir bulgu çıkarttım. Yüksek eğitimliler<br />
öncül göç aşamasında zayıf bağları olan sosyal ağlara<br />
doğru ha-ederken, tersine beyin göçü kapsamında<br />
kuvvetli sosyal bağlara doğru karar aldıklarını<br />
gördüm. Bu bakımdan geri dönüş kararında<br />
özellikle güçlü bağı olan sosyal ağların referans<br />
alındığı görülüyor.<br />
Türkiyeli kalifiye işgücünün Almanya’ya<br />
göçü seçme sebepleri arasında en belirgin etmenler<br />
görece coğrafi yakınlık ile dil konusuna ilişkin olarak<br />
Almanya’daki Türkiye diasporası ve ilgili etnik<br />
pazardır. Bir sosyal ağ olarak Türkiye diasporası ve<br />
gündelik hayata sunduğu/sunabileceği kuvvetli olanak<br />
ve fırsatlardır. Yüksek kalifiye göç aktörleri,<br />
göç deneyimlerinde kullansınlar ya da kullanmasınlar<br />
böyle bir sosyal sermayeleri olduğunu biliyorlar.<br />
İlginç olan, kendilerini diaspora sosyal ağının<br />
içinde olarak okumaktan da imtina ederler,<br />
bunun yerine Almanya’nın “eski ve çoğunluk”<br />
Öteki’si olarak görünmemek için kültürel sermayeleriyle<br />
farklı bir konum talep ederler. Almanya’daki<br />
Türkiye diasporasının varlığı yüksek eğitimlilerin<br />
öncül göç kararlarında olumlu etkiye<br />
sahip olduğu gibi, geri dönüşlerinde de etkilidir.<br />
Göçle sosyal statünün değişimine ek olarak çalışmamda<br />
sosyal statüdeki farklılığa göre göç algısının<br />
değiştiği sonucuna vardım.<br />
Çalışmamdaki bir diğer önemli bulgu ise<br />
göçün sosyal ağlar bakımından özgürlük alanları<br />
15<br />
açtığı, bu alanları kullanma durumunun kişilerin<br />
göç öncesi sosyal statü çelişkileriyle ilişkili olduğu<br />
yönündedir. Kişilerin toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim,<br />
etnik kimlik gibi özellikler açısından bağlı<br />
olduğu dezavantajlı sosyal gruplardan kaynaklı<br />
mağduriyetleri kazanılmış statüleriyle birleştiğinde<br />
sosyal statü çelişkileri belirgin olur. Böyle durumlarda<br />
çelişkilerini hafifletmek üzere göçü veya<br />
tersine göçü tercih ettikleri görülmektedir. Göç böylelikle<br />
özgürleştirici bir deneyim olarak okunabilir.<br />
Göçün özgürleştirici yönünü Türkiye’den<br />
ayrılan göç bağlamında örneğin Kürt, kadın ya da<br />
eşcinsel olduğu için göç etmiş olanlar örneği belirler.<br />
Öte yandan; Türkiye’ye göç bakımından mağduriyet<br />
odaklı göçlerde kişiler yaşadıkları ülkede<br />
doğrudan itibar yitimi algılıyorlarsa oluşan çelişkiyi<br />
gidermek için geri dönüşü düşünürler. Geriye<br />
göçün öncül göçte oluşan sosyal statü çelişkilerini<br />
rahatlattığı, hatta geriye göçle bu kişilerin itibarlarının<br />
köken ülke sosyal çevrelerinde arttığı görülmüştür.<br />
Geriye göçün göçle oluşan sosyal<br />
statü çelişkilerini rahatlattığı görülüyor. Bu<br />
itibarı kültürel anlamda nasıl okuyabiliriz?<br />
Köken ülkedeki sosyal sermayesi ile<br />
mesut ve sosyal ağları içinde görece itibarı yüksek<br />
olanlarda durum “orada çalışmak, burada yaşamak<br />
güzel” şeklinde özetlenebilir.<br />
Bu bağlamda 'Almanya’da çalışmak,<br />
Türkiye’de yaşamak güzel' ikilemi kimlik sorununa<br />
yansıyor mu?<br />
Geriye göç eden beyin göçmenlerinde, çalışma-yaşama<br />
ikiliğini sorgulayan haller ile karşılaştım.<br />
İş doyumu, çalışma etiği, sosyal devlet, sendika<br />
gibi etmenlerle Almanya’da çalışmaktan memnun<br />
bu kişiler, yaşamak için Türkiye’nin tercih edilesi<br />
olduğunu dillendiriyorlar. Türkiye’de yaşam<br />
meselesinin arkasında genellikle Türkiye’deki sosyal<br />
bağlar, ilişkiler ve ağlar olduğu görülüyor. Geriye<br />
göçüyle birlikte göçmenin göçün neden olduğu<br />
itibarın okunmasını hedeflediği ve bu bağlamda<br />
geri dönen göçmenin referans grubunun Türkiye’deki<br />
sosyal ağlar olduğu anlaşılmıştır.
DOSYA<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Prof. Dr. Musa TAŞDELEN<br />
TERSİNE GÖÇ MÜ?<br />
SINIRLAR ÖTESİNDE-<br />
ULUS AŞIRI BİR HAYAT MI ?<br />
Bugün dünyadaki uluslararası göçmen sayısı<br />
hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ama, uluslararası<br />
göç geçmişten bugüne daha da artarak devam<br />
etmektedir. Artık dünyada uluslararası göçmen sayısı<br />
250 milyona yaklaşmıştır. Özellikle son yıllarda<br />
sığınmacı ve mültecilerin sayısında ciddi bir<br />
artış gözlenmektedir. Castles ve Miller’in aktarımıyla,<br />
“Uluslararası Göç Örgütü, tarafından yayınlanan<br />
bir rapora göre, 1965 ve 2000 yılları arasında<br />
dünyadaki göçmenlerin sayısı ikiye katlanarak 75<br />
milyondan 150 milyona çıkmıştır. 2002 yılı itibariyle,<br />
Birleşmiş Milletler Nüfus Bölümü'nün tahminlerine<br />
göre, dünya nüfusunun yüzde ikisine<br />
teka¬bül eden 185 milyon insan en az 12 aydır doğduğu<br />
ülkelerin sınırları dışında yaşamaktadır . Önceki<br />
çağlar da kitlesel göçle anılmıştır. 1846 ve<br />
1939 yıllan arasında 59 milyon insan başta Kuzey<br />
Amerika, Güney Amerika, Avustralya ve Güney Afrika<br />
olmak üzere yeni yerlere yerleşmek için Avrupa'yı<br />
terk etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesi<br />
yaşanan uluslararası göç verilerinin çağdaş nüfus<br />
hareketleriyle ilgili istatistiklerin karşılaştırılması<br />
iki dönem arasında hacim açısından kayda değer süreklilikler<br />
olduğunu göstermektedir.” Yine Castles<br />
ve Miller, yasadışı göçmenlerin sayısının büyük ölçüde<br />
bilinmediğini, çağdaş uluslararası göçün,<br />
çoğu itibariyle gerçekte kayıt dışı olduğuna dikkati<br />
çekmektedirler.<br />
16<br />
Catstles ve Miller’e göre, uluslararası göç,<br />
dünyanın dört bir yanında siyaseti ve toplumları yeniden<br />
şekillendiren ulus aşırı bir devrimin parçasıdır.<br />
1945'ten sonra, bütün Kuzey ve Batı Avrupa<br />
emek göçüne ve buna bağlı olarak göçmen yerleşimine<br />
açık hale gelmiştir, Yunanistan, İtalya, İspanya<br />
gibi uzun süre göç vermiş Güney Avrupa devletlerinin<br />
dahi 1980'lerden sonra göç almaya başladıklarına<br />
şahit olunmuştur. Castles ve Miller, Orta<br />
ve Doğu Avrupa devletleri arasında özellikle Macaristan,<br />
Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin<br />
bile göç alan ülkeler konumuna geldiklerini<br />
vurgu yapmaktadırlar. Batı Avrupa ülkelerine yönelen<br />
göçmen emeğinin kaynakları olarak Türkiye,<br />
Ürdün, Cezayir, Fas ve Tunus gibi ülkeler öne çıkmaktadır.<br />
Petrole dayalı zenginliğin hasılası olarak<br />
Körfez ülkelerine geçici işçi akımı gerçekleşmektedir.<br />
Ayrıca bazı bölge ülkelerindeki siyasi istikrarsızlık<br />
ve iç savaşlar, Batı Avrupa’ya yönelik kitlesel<br />
mülteci akımlarının da başlıca sebebidir. Fas<br />
ve Türkiye, Avrupa Birliği ülkelerine en fazla göçmen<br />
gönderen iki ülke olarak öne çıkmışlardır.<br />
Avrupa Birliği ülkelerinden Türkiye kökenli<br />
en fazla göçmenin bulunduğu Almanya örnek<br />
verilirse, göç kökenli insanların oranı yaklaşık<br />
yüzde 20’ye sayı itibariyle 15 milyona ulaşmıştır.<br />
Eski eyaletlerin büyük şehirlerinde ise göçmen kökenlilerin<br />
mevcut nüfusa oranı, yüzde 30’lar civarındadır.<br />
Çeşitli şehirlerin bazı semtlerinde, yerli<br />
nüfustan daha yüksek bir orana sahiptirler. Örneğin<br />
Berlin Soldiner Strabe yerleşim yerinde yüzde 41.5<br />
ve Duisburg Marxloh yerleşim yerinde yüzde<br />
50’nin üzerinde oldukları görülür. Çocuklar ve<br />
gençler arasında göç kökenli nüfusun oranı daha da<br />
yüksektir. Yine örnek olarak verilirse, Stuttgart’ta<br />
yedi okul bölgesinde, üç ila altı yaş arası çocukların<br />
oranı yüzde 66,7 ile 84,1 seviyesinde; sonuç olarak<br />
bu bölgelerde, bütün birinci sınıfa gidenlerin üçte
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
DOSYA<br />
ikisinden fazlası, göç kökenli çocuklardır. Bazı<br />
okullarda, örneğin Berlin-Neukölnn’de daha şimdiden,<br />
öğrencilerin yüzde 80’inden fazlası, Alman<br />
kökenli değildir. Kırsal alanda da yüksek göçmen<br />
oranlı kasabalara, beldelere ve hatta köylere rastlanabilmektedir.<br />
Almanya, artık bir göçmenler ülkesidir<br />
ve Alman kökenli nüfusun yanı sıra hatırı sayılır<br />
Alman kökenli olmayan bir nüfusu da barındırır<br />
hale gelmiştir. Yeni kuşak ülke nüfusunda ise<br />
bunun oranı daha da yüksektir.<br />
Küresel ölçekte gelişen ve yaygınlaşan<br />
yeni ulaşım ve iletişim teknolojileri sayesinde, göç<br />
kökenli insanlarla ülkeleri arasındaki toplumsal ve<br />
fiziki mesafe azalmıştır. Bu nedenle diaspora kavramının<br />
yanında ulus aşırı topluluk kavramının kullanımının<br />
da yaygınlaştığını görmekteyiz. Bu kavram,<br />
Riva Kastoryano’nun aktarımıyla tarif edilecek<br />
olursa, “Farklı milli toplumlar içerisinde,<br />
ortak menfaatler ile coğrafi, dini ve lisani değerlerle<br />
ilgili referanslar temelinde hareket eden milli sınırların<br />
ötesinde dayanışmalarını güçlendirici bir<br />
ağ kullanan fert ve gruplardan oluşan topluluğa<br />
ulus aşırı topluluk denir”.<br />
Uluslar arası seviyede, göçmenler ağ merkezli<br />
bir örgütlenmeyle bir birliktelik sağlarlar. Bu<br />
süreç sayesinde, ikamet ettikleri ve kökenlerinin dayandığı<br />
her iki ülke arasında çeşitli sosyal ilişkileri<br />
inşa eder ve sürdürürler. İkamet edilen ve köken olarak<br />
aidiyet duyulan ülkeler arasında sınırlar ötesi<br />
bir çok ilişki biçimi varlığını devam ettirir. Bu<br />
olgu, her iki ülkeyi ve toplumu içine alan yeni bir<br />
sosyal mekanı ifade eder. Bir diğer ifadeyle, bir<br />
milli devletin vatandaşları, sınırlar arasında diğer<br />
devletlere dağılmış bir şekilde fakat kendilerini sosyal,<br />
siyasi, kültürel ve önemli ölçüde ekonomik olarak<br />
ulus-devletlerine ait hissederek yaşarlar.<br />
Michel Bruneau’nun aktarımıyla, diasporik<br />
toplulukla, ulus aşırı topluluk karşılaştırıldığında,<br />
ulus aşırı topluluklar, 20. Yüzyılın ikinci yarısından<br />
sonra Türkiye, Kolombiya, Granada, Meksika,<br />
Filipinler, Cezayir gibi, yeni milli devletlerin<br />
verdiği göçlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bu<br />
topluluklar ulus aşırı alanda, bir taraftan ait oldukları<br />
milli devletle vatandaşlık bağlarını sürdürürken,<br />
ikamet ettikleri ülkenin vatandaşı olsalar bile,<br />
köken ülkeleriyle güçlü bir etkileşim ağı kurarak<br />
ilişkilerini yoğun bir şekilde sürdürmektedirler. Bu<br />
17<br />
topluluklar iki mekanlı - iki ülkeli bir yaşama tarzına<br />
sahiptir. Bu ulus aşırı diyebileceğimiz mekanlar,<br />
diasporalarının tarihi derinliğine ya da geçmişine<br />
sahip değildir. Diaspora alanlarının varlıkları ve örgütlenmeleri<br />
herhangi özel bir milli devlete ait değildi.<br />
Diasporik topluluklar milli devletler öncesi<br />
vardılar ve bazı milli devletlerin ortaya çıkışına<br />
zemin hazırladılar. Her bir milli devlet, diasporik<br />
topluluğu denetimi altına almak çabası içinde olur,<br />
ancak, diasporik topluluklar, vatandaşı oldukları<br />
milli devletlere bir taraftan aidiyet duygusu diğer taraftan<br />
imtiyazlı ilişkiler geliştirmiş olsalar da güçlü<br />
bir şekilde varlıklarını devam ettirmek, örgütsel yapılarını<br />
ve muhtariyetlerini koruma eğilimi taşırlar.<br />
Bir diaspora herhangi bir devletin haricinde kendi<br />
varlığına da sahiptir, kökleri, zengin ve farklı bir<br />
kültüre (dil, din gibi) ve uzun bir tarihi geçmişe uzanır,<br />
bu nedenle kendi topluluğunu ve örgütsel yapısını<br />
üretmiş ve geliştirmiştir. Diyasporadan farklı<br />
olarak ulus aşırı topluluk ailelerinin kökeninin dayandığı<br />
milli devletten işgücü göçünden doğar ve<br />
bu temel/köken ile yerleştikleri ülke veya ülkeler<br />
arasında seyahat ederler. İkamet ettikleri ülkelerde<br />
vatandaşlık veya kurumsal bağlara sahip iken<br />
köken yerle güçlü bir sığınılacak liman ilişkisini de<br />
ellerinde tutarlar. Bir diasporik toplulukta bu tarz sığınılacak<br />
bir liman ya da köken ülkeyle kurulu<br />
güçlü bağlar yoktur. Ülkeler arası göçmen, kökeninin<br />
dayandığı milli devlete, yerleştiği devlete göre,<br />
bir diaspora mensubunun daha özerk ve yaratıcı olması<br />
bakımından çok daha bağımlıdır. Aslında göç<br />
hareketlerinin tarihi dikkate alındığında, Avrupa’da<br />
yaşayan göç kökenli toplulukların diasporaya<br />
dönüşmesi beklenilmesi gerekirken, yeni şartlar<br />
bu göçmenleri ulus aşırı topluluğa dönüştürmektedir.<br />
Hatta diasporalar bile gelişen ulaşım ve iletişim<br />
imkanları sayesinde ulus aşırı topluluklara özgü<br />
özellikler de göstermeye başlamışlardır. En azından<br />
diasporalar eski diasporalar değildir. Batı Avrupa’da<br />
yaşayan göç kökenli Türklerin daha ziyade<br />
yaşlı kuşakları için tersine bir göç söz konusu edilse<br />
bile aslında olan, günü birlik gidip gelmelerin<br />
mümkün olması sayesinde yılın belli zamanında<br />
köken ülkede, belli bir zamanında da göç edilen ülkede<br />
olacak şekilde sınırlar ötesi bir yaşama tarzının<br />
yaygınlaşmasıdır. Göç kökenli insanlar için çoğunlukla<br />
her iki ülkeyle de ilişkiler sürmektedir.<br />
Bunu mümkün kılan misafir işçilerin kuşaklar<br />
sonra ulus aşırı topluluklara dönüştükleri gerçeğidir.
DOSYA<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Veyis GÜNGÖR<br />
TERSİNE GÖÇÜN<br />
NERESİNDEYİZ?<br />
Henüz Üniversitenin ikinci sınıfındaydım.<br />
Siyasal Bilgiler Fakütesinde ek ders olarak ‘4. Ülkelerin<br />
Tarihi’ adlı bir ders takip etmekteydim.<br />
Dersi veren hocanın (Dr. Leo Biegel) baba tarafı<br />
göçmendi. Hollanda’nın sömürü ülkelerinden Endenozya’dandı.<br />
Dersin ana kitabı ‘Orta Doğu Tarihine<br />
Giriş’ adını taşıyordu. Hocanın kendi yazdığı<br />
kitaptı. Daha birinci gün anlatılan derste Ibn Haldun’dan<br />
bahsediyordu. Endülüs’lü müslüman bir<br />
tarihci ama aynı zamanda sosyolojinin kurucularından<br />
olduğunu öğrenmiştim o gün. Ibni Haldun<br />
aynı zamanda bir göçmen aile çocuğuydu. Tarih,<br />
sosyoloji ve göçmenlik beni ister istemenz Ibni Haldun’la<br />
yakınlaştırdı. Bu konuda Türkçe eserleri karıştırırken<br />
Taha Akyol’un ‘Tarihten Geleceğe’<br />
isimli kitabını bulmuştum.<br />
Taha Akyol kitabında Ibni Haldun ve tarih<br />
teorilerinden bahsediyordu. Okuduğum bölümleri<br />
kırmızı kalemle işaretledim. Sonraları tekrar terar<br />
okudum. Ve Ibn Haldun’un yazdığı ‘Mukaddime’<br />
kitabını buldum. Bu kitaplarla birlikte tarih ve sosyoloji<br />
ve tabiiki göç tarihine ilgm her geçen gün<br />
arttı. Bu ilginin sonucu olarak, dersi veren hocayla<br />
konuşup, Amsterdam’daki meşhur Nieuwe Kerk<br />
solanunda “Göç Tarihi ve Ibni Haldun” konulu bir<br />
konferans organize ettim. Konferans notlarını ve<br />
konuşmalarını bir kitapcık olarak yayınladım.<br />
Artık Ibni Haldun, bundan sonra, benim gibi bir<br />
göçmenin bireysel hikayesinde önemli bir dönüm<br />
noktası oluşturmuştu.<br />
18<br />
Ibni Haldun’un göçmenler hakkındaki ‘Sürekli<br />
güvenlik sorunu yaşarlar’ ifadesi bizim Avrupa’daki<br />
göçmen Türklerde de hep gözlemlediğim<br />
bir husus oldu...<br />
Bizim, ikinci dünya savaşından sonra Avrupa<br />
ülkelelerine yaşadığımız göç olayı, her ne<br />
kadar bir iş gücü göçü olarak sosyal bilimlerde yerini<br />
alsa da, göç sürecinin ilerleyen yıllarında yerleşik<br />
hayata geçişin örneklerini gözlemlemek mümkündür.<br />
Avrupalı Türklerin birinci nesli yani babalarımız<br />
göçün birinci aktörleriydi. Biz, genel anlamda<br />
aile birleşimi çerçeveresinde göç sürecine<br />
dahil olduğumuz için, ikinci aktörleriz. Üçüncü ve<br />
dördüncü neslin bir çoğu göç ettiğimiz ülkelerde<br />
doğmuş olmaları onları göçün en hareketli enstrümanları<br />
yapmaktadır. Bunlar Avrupa’da yeni oluşan<br />
‘Türk Diasporası’nın da etkin aktörleri olacaktır.<br />
Bugün sayıları altı milyonu bulan Avrupalı<br />
Türklerin elli yıllık göçmenlik tarihinde yeni bir gelişmenin<br />
yaşandığına şahit olmaktayız. Bu gelişme,<br />
tersine göç de diyebileceğimiz, Avrupa ülkelerinden<br />
Türkiye’ye göç olarak ya da beyin göçü olarak<br />
tanımlanmaktadır.<br />
Devlet yetkilileri tarafından açıklanan rakamlara<br />
göre, 2007 – 2011 yılları arasında sadece<br />
Almanya’dan Türkiye’ye göç edenlerin sayısı<br />
100.000 olarak ifade edilmektedir. Bu sayı 2012 yılında<br />
50.000’e çıkmıştır. Almanya’dan geri dönüş<br />
yapanların önemli ortak özelliği ise, bunların tamamına<br />
yakınının Almanya’da bir Üniversite ve Yüksek<br />
Okul bitirmiş ve meslek sahibi olmalarıdır.<br />
Aynı şekilde Belçika, Fransa, Hollanda ve diğer
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
DOSYA<br />
Avrupa ülkelerinden de<br />
Türkiye’ye geri dönüş<br />
yapanların sayısı her yıl<br />
artmaktadır.<br />
Örneğin Hollanda’dan<br />
Türkiye’ye<br />
tersine göç etmiş olanların<br />
büyük bir çoğunluğunun<br />
eğitimlerini<br />
Hollanda’da tamamlamış<br />
olmalarıdır. Bunların<br />
her biri üç dört dil<br />
bilen, meslek sahibi insanlardan<br />
oluşan Hollandalı<br />
Türklerdir. Kimileri<br />
Hollanda’da doğmuş,<br />
kimileri uzun yıllar<br />
Hollanda’da yaşamış<br />
ancak bir müddet<br />
sonra, farklı sebeplerden<br />
dolayı Türkiye’ye<br />
dönüş yapmış olanların Türkiye’deki tecrübelerini<br />
ilginçtir.<br />
Tersine göç, Avrupa Türk göçünün önemli<br />
bir sürecini oluşturan ve önümüzdeki yıllarda da<br />
devam edecek olan geri dönüş hareketliliği üzerinde<br />
çalışılması gereken önemli bir alan olarak karşımıza<br />
çıkmaktadır. Bireysel göç hikayeleri bize elbette<br />
tersine göç hakkında fikirler verecektir.<br />
Tersine göç, ve bunun aktörleri Türkiye’deki<br />
sosyal değişime katkıda bulunacağı tartışılmaz<br />
bir gerçektir. Bu değişimin çok somut örneklerini,<br />
İlahiyat Fakültelerinde okumakta olan<br />
Avrupalı Türk öğrencilerin bu fakültelerde sebep<br />
oldukları dönüşümde görmek mümkündür. Diğer<br />
taraftan bu kitlenin Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde<br />
de oynayacağı rol üzerinde de durulması gerekmektedir.<br />
Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri başta olmak üzere,<br />
edebiyat ve sanat ve bir çok alanda oryanayacakları<br />
görevler üzerine bir çok araştırma yapılmalıdır.<br />
Göç tersine de olsa bir şekilde devam etmektedir.<br />
Bu devamlılık elbette Avrupa – Türkiye çok yönlü<br />
ilişkilerini de kendiliğinden etkileyecektir.<br />
Bu alanda Hollanda Türkevi Araştırmaları<br />
Merkezi’nin bir alan araştırması ve yayını vardır.<br />
Tersine göç eden bireylerle yapılmış söyleşilerden<br />
oluşan çalışma yine kendiside Hollanda’da doğmuş<br />
ve yetişmiş ancak Türkiye’ye geri dönüş yapmış<br />
hukukcu Derya Kaplan tarafından yapılmıştır.<br />
Bu çalışmadan hareketle, tersine göç aktörlerinin<br />
19
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Mustafa CAN<br />
İSTERSEN ÇOK ŞEY<br />
DÜŞÜNME ARTIK<br />
Hastane koridorlarında pijamayla<br />
yürümeyi seven var mı, diye aklından<br />
geçirdi kendi kendine. Kim düşünür ki?<br />
Kim ister ki? İstenmez elbette, ama yaşanır…<br />
Hayatın ikramı her zaman tatlı mı<br />
olur? Bazen de öyle acıdır olur ki, önüne<br />
serilenler!<br />
Her şey olsun da, doktor olmasın,<br />
bir de hastaneyi görmeye tahammül<br />
edemiyordu. Beyaz gömleklilerden nefret<br />
ediyordu… Bu hastalık başkaydı…<br />
Hücreleri kemiren hastalık… Hastane ve<br />
doktor ikilisi sinir ve sabır bırakmamıştı<br />
artık onda. Hastalık, hiç sağlam ve genç<br />
insanların aklına gelir mi?<br />
O zamanlardı. Genç olduğu zamanlardı.<br />
Gündüzleri ve geceleri eğlence yerlerinde saz ve<br />
söz âlemlerinde yaşadığında, neşesine diyecek<br />
yoktu. Saz vardı elinde. Hâlâ sakladığı saz… Küçüktü<br />
o zamanlar. Babasının yanındaydı. Bakkal<br />
dükkânında çalışıyordu. Birden çok gerilere kaydı<br />
aklı ve küçüklüğünü hatırladı. Babasına yardımcı<br />
olmak için, sabahın erken saatlerinden başlayarak<br />
gece yarılarına kadar çalışmaktan bitkin düşüyordu.<br />
Günün birinde, beklemediği bir şey oldu.<br />
Kırık ve dökük bir saza kavuştu. Geceleri rüyasına<br />
giriyor, sabaha kadar çalıyor ha çalıyordu. Gündüzün<br />
fırsatı olduğunda ise, onu eline alıyor, kendi<br />
kendine çalmayı deniyor, uğraşıyor ve didiniyordu.<br />
Ama bağlamadan çıkan ses, bir nebzecik de<br />
20<br />
olsa, beklediği müzik sesiyle hiç uyuşmuyordu. Çalamayışına<br />
üzülüyor, ertesi gün tekrar çalmayı deniyordu.<br />
Lakin geceleri rüyasında ise gayet iyi çalıyordu.<br />
Aşağı yukarı bir ay kadar zaman sonra,<br />
yavaş yavaş tınısını beğendiği melodiyle kendini<br />
göstermeye başlatan kırık sazı, dükkân komşularından<br />
olan Yanık Osman Amcasından aldığı anı<br />
dün gibi hatırlıyordu. O anda sevincinden havaya<br />
uçmuştu. Babası sazı görünce şiddetli bir şekilde<br />
karşı çıkmıştı, ama Yanık Osman, “Benim hediyem<br />
ona. Sakın bağırma çocuğa!” demişti. “Kendisini<br />
avutacak ve eğlendirecek neyi var garibin?” Ve böylece<br />
babası Topal Rüştü’yü susturmuştu.<br />
Yanık Osman, bakkal dükkânın yanındaki<br />
kırtasiyenin sahibiydi. Kitap, kalem, okul çantaları<br />
ve defter satardı. Şehrin ana caddesinde değildi kır-
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
tasiye dükkânı, ama kenar da sayılmazdı.<br />
Yanık Osman, o gün erken denilecek kadar<br />
bir zamanda, dükkân kapısının kilidine anahtarla<br />
yaklaştığında, tesadüfen A. D. de dışarı çıkmış, bakkalın<br />
önündeki tenekelerden birini içeriye alacaktı.<br />
“Bu gün eve erken gideceksin herhalde<br />
Osman Amca? Yoksa birinin ziyaretine mi gideceksin?”<br />
diye sorduğunda A. D, Yanık Osman, kapının<br />
kapanıp kapanmadığını kontrol ediyordu.<br />
“Teyzen hasta… Hastaneye gideceğim.<br />
Doktorla da görüşmem lazım. Bir de Kamil Dede<br />
ağır hastalanmıştı, yenice hastaneden eve getirmişler.<br />
Onu da görmeye gideceğim.”<br />
“Anlaşıldı. Sen bu akşam hastaları sevindireceksin!”<br />
“Kamil Dede’yi sevindireceğimi zannetmiyorum,<br />
o son nefesine dayanmış, lakin Teyzen<br />
sevinecektir. Canı sıkılmıştır.”<br />
“Osman Amca senden bir isteğim olacaktı.<br />
Babam beni okula göndermeyecek artık kesin…<br />
Çok istiyordum, ama ondan ses çıkmıyor. Zaten<br />
yaşım da geçti. Hiç değilse, birazcık bana verdiğin<br />
bağlamayı öğrenmek istiyordum. Bana birini<br />
bula…”<br />
“Anladım… Anladım… Saz çalmasını en<br />
yakında öğrenmek istiyorsun. Bunu ben de senin gıyabında<br />
düşündüm. Saz dersleri verecek birisi var.<br />
Onunla dil ucuyla konuştum. Sana sormadım, ama<br />
ağzını aradım. Benim hatırımı kırmaz o.”<br />
O an sevincinden yerinde duramıyordu<br />
A.D. Daha sonra Osman Amcasının dediği Âşık<br />
Hasbi, A. D ile konuştu ve zaman ayarlaması yaptılar.<br />
Artık öğretici birisi vardı. İstekle sazın tellerine<br />
vurdu A.D.<br />
İşinden fırsat buldu gitti saz öğrenmeye.<br />
Fırsat bulamadığı zaman bahaneler üretti, yine gitti<br />
Âşık Hasbi’nin yanına. Kendi kendine çalıştı. Dükkânın<br />
havasından uzaklaşmak istediğinde hasta<br />
oldu yalandan.<br />
21<br />
Büyüdü… Kendisiyle beraber bağlama bilgisi de<br />
arttı. Çaldı… Ustalaştı… Küçüklük delikanlılığa<br />
evrildi. Sanatçı oldu. Büyük şehirlere geldi. Sahne<br />
hayatı büyüledi onu. Kader tuttu kolundan Köln’e<br />
getirdi. Kaç yıl geçti gelişinin üzerinden… Heyecanı<br />
canlı bir şekilde hâlâ sürüyordu o zamanları hatırlayınca.<br />
A.D. Hatırlamak da istiyordu o zamanları,<br />
çünkü tek tesellisi hatıralarıydı.<br />
Son altı ay içerisinde gücünü kaybetmişti.<br />
Ev doktoruna gitti ve şikâyetlerini anlattı. Doktorun<br />
mimikleri onu gerdi. Gülümseme bitmiş, düşünceli<br />
bir hal almıştı. Yaş ellinin ortalarına gelmiş,<br />
vücudunda önemli bir rahatsızlık hissetmemişti o<br />
ana kadar.<br />
Üç kişilik odanın pencere kenarındaydı<br />
yattığı yatak. İlk muayeneden sonra hastane hastane<br />
dolaşmak da A.D’ye bıkkınlık getirmişti. Şimdi<br />
ise yeni bir hastane ve kan torbası göbek merkezine<br />
yakın yere asılmıştı. Sabah altıda kan akıntısı artmış,<br />
hemşire üzerinden revir doktoruna haber vermişti.<br />
Saat on ikiye gelmiş, fakat ne doktor gelmişti,<br />
ne de diğerleri duruma müdahale için gelmişti.<br />
Son çare olarak kırık Almanca ile bürodaki hemşirelere<br />
çıkışıyordu A.D.<br />
Elinin biri göbeğinin üzerindeki kan torbasında,<br />
biri de kendinin konuşmasındaki vurgulamaları<br />
desteklemek için bir inip bir kalkıyordu. Zamanla<br />
da ellerini değiştirerek sözüne inandırıcılık<br />
kazandırmak için bir aşağı bir yukarı kaldırıyordu.<br />
Yüzü esmerdi, kızgınlıkla duygu yoğunluğu arasındaki<br />
iç sıkıntısı esmerliğini daha da artırmıştı.<br />
Alnı kırışık halde, uzaktan görenler, elini kaldırdığı<br />
ve o anda vuracağı hedefin hemşirelermiş gibi görünüyordu.<br />
A.D’nin sözü yarıda kaldı. Uzun zamandır<br />
tanıdığı Ş. Özkan ve bir de U. Tarık göründü. Ş.<br />
Özkan Hızır gibiydi. Kimsesizlerin kimsesiydi.<br />
Küçük bir meselede telefon eder, hemen yanına koşardı.<br />
U. Tarık ise tanıdığı biriydi, lakin sık sık<br />
gelen birisi değildi. İkiliyi görünce lafı ağzında<br />
kaldı. Bize döndü ve kanamayı gösterdi. Yabancı olduğu<br />
için kendine bakılmadığı söylemeye koyuldu.<br />
Ş. Özkan Amcası özür diledi ve doktora haber
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
verilmesini rica etti.<br />
İki eliyle kan torbasını tuttu ve kendi yattığı<br />
614 No’lu odaya götürdü ikiliyi. Daha önce çağrılan<br />
doktor, ikilinin ricası üzerine on dakikada gelivermişti.<br />
U. Tarık, doktora görüntünün normal olmadığını<br />
ve kanın durdurmanın mümkün olup olmadığını<br />
sorduğunda, doktor, şimdi hasta ile bu durumu<br />
ve yapılacak şeyleri konuşacağını söyledi. Ş.<br />
Özkan da, kendinin A.D’ye bakan görevli doktorla<br />
randevusu olduğunu söyleyince, hastaya dönüp;<br />
“Bu yakın tanıdıklarınız sizinle konuşacaklarımıza<br />
şahit olarak katılabilirler mi? Yoksa<br />
şimdi onlardan müsaade isteyip bizi yalnız bırakmalarını<br />
isteyeceğim. Sizinle konuşmamız gerekmekte.<br />
Görevli doktor, operasyon masasında olduğundan<br />
gelemeyecek. Ben onun yerine temsilci<br />
hekim olarak durumu izah edeceğim. Sonra görevli<br />
esas doktorunuzla konuşacaksınız.” Diye Rus şivesiyle,<br />
ama yüksek ileri seviyede Almanca ile tane<br />
tane izah etti.<br />
“Köln’de yakın akrabam yok.”<br />
“Hanımı ayrılmış vaziyette. On dört yaşında<br />
bir oğlu var, o da Türkçe bilmiyor. Babasının<br />
söylediklerine iyi bir şekilde anlayamıyor. Zaten<br />
her zaman da buraya gelmiyor.” Diye ekledi Ş.<br />
Özkan.<br />
“Evet, bunlar benim en yakın tanıdıklarım.<br />
Akrabalarımdan daha yakınlar bana… Onlar bizimle<br />
kalabilirler Doktor Bey… Ben öyle istiyorum.”<br />
Diye kendi düşüncesine rızasını da ekleyerek<br />
Doktor Bey’e ikilinin orada kalmasına izin verdiğini<br />
onayladı.<br />
22<br />
Odadaki diğer hastalar dışarı çıkması için<br />
haberdar edildi. Hastalıkla ilgili çok önemli teşhislerin<br />
hastaya bizzat söyleneceğinin işareti idi bu.<br />
U. Tarık, Ş. Özkan ile yatağın ayakucunda, Doktor<br />
Bey pencere camının önünde duruyordu. İri yarı biriydi<br />
doktor. Beyaz elbise, elinde tuttuğu kalem, bir<br />
de gözlüklü hali tipik bir meslek duruşuyla ses tonunu<br />
da ayarlayarak - ki davudi kalın sesi vardıhazır<br />
olduğunu ilk kelime ile ortaya koydu.<br />
“Çok, çok, çok önemli bu söyleyeceklerim.”<br />
A.D hastane odasındaki duyması gerekli<br />
ve çok önemli doktor konuşmasına önce bulunduğu<br />
yatış uygun değilmiş de yeni bir yatışa ihtiyaç<br />
duymuş olacak ki, yerinden kıpırdadı. Yatağın başucundaki<br />
özel olarak hazır olan yukarı kalkmasına<br />
yardımcı olacak kaldıraca tutundu ve baş tarafa<br />
ıkındı. Yandaki vinç için de ayarına dokundu.<br />
Yatak yastıkla beraber öne doğru geldi.<br />
Tekrar kendini ayaklarından destek alarak ve ikiliyi,<br />
yani Ş. Özkan ile U. Tarık’ı görecek şekle geldi.<br />
Doktor Bey ona göre sol tarafta duruyordu.<br />
“Şimdi dinliyorum Doktor Bey sizi.” dedi<br />
A. D. Bütün dikkatini vermiş, geniş alın gerilmiş,<br />
gözleri tam açık ve dinlemek için aklında ne varsa<br />
boşalmıştı. Ne geçmiş vardı, ne de gelecek. Yalnız<br />
şimdiki zaman vardı A. D için. Oda sessizliği koruyor,<br />
doktor da ses düzeni ile bir tiyatro sahnesinin<br />
benzerinde düzen almıştı. Perde açılmıştı.<br />
“Bu söylediklerimi anlamakta güçlük çekmeyeceğinizi<br />
zannediyorum. Hatta size söylerken<br />
insan olarak zorluk çekeceğimi öncelikle belirtmek<br />
isterim. Söylediklerim insan olarak doktor olduğumu<br />
unutmayınız lütfen. Bir yerimde acı, yani<br />
insani tarafım, ama bir yanım gerçek yani hekim tarafım.<br />
İnsani yanım ağlarken, hekim yanım hiç sapmadan<br />
doğruyu söyleyecek.”<br />
“Ben iyi olabilecek miyim Doktor Bey?<br />
Hiç iyi olma şansım var mı? Diğer insanların arasına<br />
girebilecek miyim, onlar gibi gülerek dolaşabilecek<br />
miyim?” A.D, gözlerini konuşmasını bitirince,<br />
sımsıkı yumdu. Uzunca bir müddet, öyle kaldı.<br />
Doktor kendinde oluşan sarsıntıyı belli<br />
edecek mi, yoksa etmeyecek miydi? Tereddüt etti.<br />
Bu durum davranışına yansımıştı. Durduğu yerde<br />
kımıldadı. Kesin olan hastalığın bilgisini ve hastalığın<br />
ölümcül etkisini ifade etmek öyle kolay
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
mıydı? İnsanın dilinin ucundan çıkanların etkisi,<br />
doğrudan olacaktı. Keskin bir bıçak gibi…<br />
Ölümün sözünü işitecek kulak yabancı bir<br />
kulak değildi. Kendini ölüme yaklaştıran hastalığın<br />
varlığını bir kere daha duyacaktı. Hastalığın adı<br />
kanserdi. Bütün vücudun merkezi yerlerini sarmıştı.<br />
İki ciğer ve kalbe giden ana damarı kendine esir<br />
etmişti. Hücreler canlılığını yitirmişti.<br />
Kanser dur durak bilmiyor, diğer canlı hücreleri<br />
kemiriyor ve kabı yenilmiş olan kan boşta kalıyor,<br />
bunun için de dışarı akıyordu. Özel bir kanal<br />
açılmıştı. A.D bunu biliyordu, görüyordu ve acısını<br />
ta derinlerde hissediyordu. Göbeğinin sağ tarafında<br />
açılan delikli kanal, duraksız bir şekilde torbayı<br />
dolduruyordu. O da yeterli olmuyor, dışarı taşıyordu.<br />
Yatak da yorgan da taşan kanlarla dolup taşmıştı.<br />
“D. Bey sizin durumunuz öyle bazı hastaların<br />
durumu gibi değil. Hastalığın adını biliyorsunuz;<br />
kanser. Ciğerlerinizin ikisini de sarmış. On<br />
beş santim birisinde, on yedi diğerinde olmak<br />
üzere ortada. Bununla da kalmamış, kalbe giden<br />
ana damarı da etkisi altına almış. Hastalıklı hücreler<br />
sağlam hücreleri yiyerek bitiriyor.” Doktor Bey,<br />
Ş. Özkan’ın hastaya kendi söylediklerinin tercüme<br />
edilmesini bekledi.<br />
“Burada sürekli kalamazsınız, ancak sosyal<br />
hizmetler bölümü size bakıcı tahsis edecek. Hayatınızın<br />
bundan sonraki bölümünde size öyle yardım<br />
edebileceğiz. İsterseniz bu gün yetkili ile görüşünüz!<br />
Bir de söyleceğim şey şu: Bundan sonraki<br />
hayatınızda dikkatli olunuz ve istediğinize uygun<br />
olarak devam ediniz!” Dedi ve elini uzattı… “Size<br />
arzunuza göre bir hayat dilerim. Allaha ısmarladık.”<br />
Bir başka revirde ve kendini bekleyen başka<br />
hastalara gitmek üzere ayrıldı.<br />
Adeta yatağa gömüldü A. D. Kanser hücreleri,<br />
sağlam hücreleri bitiriyor, ama kan kanaldan<br />
bir şekilde dışarı çıkabiliyordu. Ya ölümün kendi<br />
sarmalına aldığı düşünceler, nasıl olumsuzluktan<br />
kurtulacaktı? Ölüm düşüncesi durdurdu A. D.’nin<br />
aklını. Yatak beyaz, yorgan beyaz, gelecek simsiyahtı.<br />
Ayrılırken, yani odadan son adımını dışarı<br />
atarken Doktor Bey, “Çok şey düşünme artık bundan<br />
sonra! İstersen!...” diye yarı duyulur sesle mırıldanır<br />
gibi son sözünü söyledi ve kapıyı kapattı.<br />
“Akan kanlar, vücutta kalamazlar, onun<br />
için özel kanaldan dışarı çıkacaklar. Sakın kanım tükeniyor,<br />
ben kansız kalırım diye düşünmeyin. Biz<br />
size ihtiyacınız olacak kanı vereceğiz. Bilmeniz gerekli<br />
olan şey, hastalık ciddi ve kanınız devamlı dışarıya<br />
akacak.”<br />
U. Tarık ikinci bölüm konuşmayı tercüme<br />
ederken, A. D artık dikkatlice doktorun konuştuklarını<br />
dinlemiyordu. Tavana dikti gözlerini. Elleri<br />
tarak yaparak başının arkasına yerleştirdi.<br />
“Hayatın sonuna geldiğimi söylüyorsun<br />
değil mi Doktor Bey?” A. D Türkçe mırıldanıyordu.<br />
23
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Mustafa CAN<br />
YALNIZLIĞI KURUTUR HAYKIRIŞLARIN<br />
I<br />
Sesler yükselince<br />
Bir ağırlıktır çöker korkutur beni<br />
Bilemediklerimden<br />
Tanımadıklarımdan<br />
Kaçar giderim yılkı atı hızında<br />
Tutulmak istemem<br />
Kuytuların rüzgarsızlığına sığınır yüreğim<br />
Yalnızlık sarmalına alır da beni<br />
Kurtarır gürültülerden<br />
Kurtarır yalanlardan<br />
Kurtarır entrikalardan<br />
Isırır beni aç kalmış karıncalar<br />
Kaşınır derilerim hafiften<br />
II<br />
Diker şehrin en iyi terzisi gibi hayal kırıntılarımı<br />
kuytular arası sessizlik<br />
Dağ yamaçlarında yalnız kanat çırpınışlarını duyarken<br />
kuşların<br />
Anka kuşu gelir aklıma<br />
Nasıl öter onu da bilmem<br />
Nasıl uçar o büyüklükle<br />
Olmazsa bildiğimiz kuş seslerine benzetirim<br />
Ama inandırıcı olur mu<br />
Göz hizasına kadar geldi sincabın biri<br />
Ağaçların gövdesine tırmanışında çabukluk<br />
Kaçıyor<br />
Arkasında biri olmalı<br />
Korkudan ürkmüş<br />
Toprağı sürünürken öpen kertenkeleye bir işaret<br />
verdi<br />
Kaçanlar korkularını yutarlar göstermeden<br />
Ağaç uçlarından güneş sıcağı kafa tutan kaya parçasına<br />
Asıldı yine bakışlarım<br />
Hayal ülkesinde gezintinin sınırlarını kim çizer<br />
Bilen var mı aranızda<br />
Uvertür de istersen<br />
Sarıcı güfteyle başlar şarkılarım<br />
Susmaz<br />
Susturamaz hiçbir şey<br />
Şehir mi<br />
Köln<br />
Uzaklara gidişimin limanı<br />
Hayal kurarken ayak bastığım yer<br />
Şimdilerin zaman dilimine dönünce<br />
Düş sahnelerinin birinin kapısındayım<br />
Aralanıyor kapı<br />
Yeni bir gidişli gelişli yola çıkmakta<br />
Dönerken şimdilere<br />
Keman<br />
Tambur<br />
Çalanların parmak uçlarında titreşen tel<br />
Mekân<br />
Kilisenin Salonundayım<br />
Kulaklarım Bach ile Itri ikilisinde<br />
Doğrulurken yürek hüzünlü duruşundan<br />
Paralanıyor geçmiş<br />
Kuruluyor şimdiki zaman<br />
İki büyük usta<br />
Haykırışlarında<br />
Bach ve Itri<br />
Çağın girişine de<br />
Çağın çıkışına oturmuşlar<br />
Sesiniz kurtarmakta yalnızlığa düşmüş yanımı<br />
Sesiniz<br />
Sesinizde deva var<br />
Sesiniz iksir<br />
Kurutur deva bulmaz yalnızlığımı<br />
Haykırışlarınız<br />
Haykırışlarınız kurutur yalnızlığımı<br />
Karşımda siz<br />
Yanım yâr<br />
III<br />
Söylenmedik<br />
Bilinmedik<br />
Yenice notalara kavuşmuş<br />
Dumanlı bulutlara çıkan hafif tınılarıyla<br />
24
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
Halil GÜLEL<br />
SEPETİ<br />
BEŞYÜZ LİRA<br />
Tam altı yıldır bir izin yapamamıştım. Batı<br />
Avrupa'nın nemli, ayaz havası iliğimi, kemiğimi,<br />
etimi dondurmuştu. Hele o atom santrallarının,<br />
arada sırada, insanlarla dalga geçer gibi radyoaktif<br />
madde sızdırmaları da sinirlerimi bozmuştu. Bu diyarların,<br />
sıcağı ne sıcağa, soğuğu da ne soğuğa benziyordu.<br />
Altı koca yılı ardımızda bıraktıktan sonra<br />
bütün duyguları, acıları, dertleri bırakıp; İzmir istikametine<br />
giden uçağa bindik. Oldum olası bu tür<br />
yolculuklarda birlikte yolculuk yaptığımız kimselerle<br />
hemen yakın temas kurabiliyordum. Yani<br />
sizin anlayacağınız en kısa zamanda tanışıp, yol boyunca<br />
dost olduğumuz çoktur. Bu yüzden de uzun<br />
yolculuklarda pek canım sıkılmazdı. Bu günde<br />
uçakta yanıma oturan yolcu ile hemen dostluk kurmuştum.<br />
Adam İzmir'e varıncaya kadar hayat hikayesini<br />
bir güzel anlattı. Hep biz anlatacak değildik<br />
ya! Elbette bazen bizden de açık gözleri olacaktı.<br />
Aman Allah'ım! Adam bir başladı ki sorma... Kaç<br />
dönüm tarla aldığını, bacanağına kaç bin Mark yardım<br />
ettiğini, kasabadaki evinde oturan kaymakama<br />
açıyıp üç ay ev kirasını almadığını, komşusu Ali<br />
amcanın askere giden oğluna kaç para yolladığını<br />
bir bir anlattı. Adam mallarının kaç milyar edeceğini,<br />
çocuklarına ne kadar mal bırakacağını da izah<br />
ederken; yolculuk neredeyse bitmek üzereydi...<br />
Halbuki benim ne malım, ne de mülküm<br />
vardı. Çok çalışmaktan parmakları odun gibi<br />
olmuş adama, çocuklarını okula gönderip göndermediğini<br />
sordum. Kocaman elleriyle kırlaşan saçlarını<br />
taradı. Bıyıklarının ucunu burdu ve;<br />
25<br />
- Okuyamadılar yeğen... dedi.<br />
- Niçin? diye tekrar sordum.<br />
- Vallahi kafalarımı kalın, yoksa çalışmıyormu<br />
desem... diye hayıflandı.<br />
- Siz okuyan çocuklarınızla hiç ilgilendiniz<br />
mi? deyince;<br />
- Allah seni inandırsın: Belki benim kadar,<br />
senin anan baban bile ilgilenememiştir. Her ay okumaları<br />
için para gönderdim. Üstlerine, başlarına ne<br />
istedilerse aldım. Kendim şu ayakkabı ile tam üç<br />
sene idare ettim. Ama onlara hem en iyisinden,<br />
hem de en pahalısından aldım. Buna rağmen onlar,<br />
„Ekmek Bedirin, su Hıdırın; yen yen kudurun“ diyenin<br />
hesabı; yedikçe azdılar. Bu yüzdende okuyamadılar.<br />
- Sadece para ile değil Beyamca! Nerede<br />
okumaları gerekirdi? Hangi dersleri zayıftı? Kitap,<br />
sözlük, defter ihtiyaçları var mı? diye hiç araştırdınız<br />
mı? diye adama ahretlik sorular yönettim.<br />
Benim bu sözlerimi, Sen bunları külahıma<br />
anlat!“ der gibi yüzünü buruşturdu. Ablak yüzünün<br />
ortasına karşıdan fırlatılıpta, yapışıp kalmış Ankara<br />
armutu gibi olan burnunun ucunu kaşıdı. Sonrada<br />
benim sözümü ustura gibi keserek;<br />
- Yeğen! Aslında bu devirde okuyupta ne<br />
yapacaklar? Bizim komşunun oğlu Recep okudu.<br />
Öğretmen oldu. Allah seni inandırsın: Bizim köyün<br />
keçi çobanı kadar para alamıyor. Keçi çobanı de-
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
yipte geçme; adam ikide bir grev yapıp, aylığına<br />
zam yaptırabiliyor. Ya öğretmenler?<br />
Ben onu kuzu kuzu dinlerken, ağzındaki<br />
altın dişlerini göstere göstere kahkaha atarak<br />
güldü. Ardındanda yelek cebinden çıkardığı Amerikan<br />
malı sigarasından bir tane yakt. Halka halka<br />
dumanı havaya üfledi. Böylece temiz havamızı da<br />
kirletmişti.<br />
Baktımki, adamcağızın kültürü ve dünya<br />
görüşü gayet sınırlı: Bu adamla, ancak mal, para ve<br />
menfaat konusuyla sohbet edilebilirdi. Çok şükür<br />
kazasız, belasız İzmir havalimanına indik.<br />
Bitirdikten sonra gümrük işlemlerini, bir<br />
taksi tutup şehirler arası otomobil garajına gittim.<br />
Son otobüste bir yer buldum. Sabahın alaca karanlığında<br />
İç Batı Anadolu'ya doğru hareket ettik.<br />
Aydın'a gelince güneş üç mızrak boyu yükseldi.<br />
Arabamız bir müddet mola verdi.<br />
Otobüsten aşağıya indim. Mola yerindeki<br />
pınardan yüzümü bir güzel yıkadım. Buz gibi su<br />
beni, kendime getirmişti. Saçlarımı parmaklarımla<br />
tarakladım. Hava boncuk mavisiydi. Karşı tepelerdeki<br />
boz yeşil zeytin ağaçları, kıvrım kıvrım gövdeleriyle<br />
birbirine sarılarak kollarını yer ile gök arasında<br />
açmışlardı.<br />
Otobüsün çevresinde yolcuların arasına katılan<br />
kısa donlu, esmer tenli, ince uzun bacaklı çocuklar,<br />
ellerindeki incir dolu sepetlerini yolculara<br />
uzatıyorlardı. Yaban ellerde memleketimizin incir,<br />
kavun, karpuz gibi yiyecekleriniözlemiştim. Çocukluğumdada<br />
meyveyi çok severdim.<br />
Otobüsün yanına vardım. Güneşte yanmış<br />
çocuklar, incecik esmer kollarına incir dolu sepetleri<br />
dizmiştiler. Yolculardan müşteri kapmak için<br />
birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Henüz cebimdeki<br />
yabancı parayıda Türk parasına çevirtmemiştim.<br />
Ya sepetteki incirler. Nah yumruk gibi iri iriydiler.<br />
Hele bazıları tadından yarılmışlardı. Sanki „Gel<br />
beni, ye!“ diye buyur ediyorlardı. Iştahım iyice kabardı.<br />
Canım çekti. Sepetleri ufak gördüm. Sevimli<br />
küçük satıcının birisine yaklaşarak;<br />
26<br />
- Hey ufaklık! Kaç para bunlar? diye sordum.<br />
verdi.<br />
çekti.<br />
- Abi, sepeti beşyüz lira, diye karşılık<br />
- Bir sepet incir ne kadar çeker? deyince;<br />
- Bilmiyorum bey abi! diye omuzunu<br />
- Peki, o zaman iki sepet incir verir misin?<br />
- Hay, hay! Yeter ki, siz arzu edin; on sepet<br />
bile veririm, diye sevindi.<br />
- Yalnız bir sorunumuz var.<br />
- Nedir o bey abi? diye merakla sordu.<br />
- Ben de Türk parası yok. Alman parasını<br />
alır mısın? deyince;<br />
- Neden olmasın bey abi. Hele sen ver on<br />
Mark, yeter. Diye heyecanlı heyecanlı sepeti alıp,<br />
bana uzattı. Bu sefer şaşırma sırası bendeydi.<br />
- Olur mu canım! Beş Mark yeterlidir,<br />
dedim.<br />
-Yetmez amma! Haydi senin güzel hatırın<br />
hoş olsun, deyip ikramda bulundu.<br />
Biz pazarlık yaparken diğer yolcularda yerlerini<br />
almışlardı. Çılız muavinin gür sesi ortalığı;<br />
- Acele et abi! Kalkıyoruz! diye çınlattı.<br />
- Bir dakika delikanlı. Görmüyor musun<br />
incir alıyoruz? der demez;<br />
- Görüyorum abi. Fazla alma abi. Motoru<br />
bozarsın ha! diye beni ikaz etti.<br />
- Merak etme delikanlı. Bizim motor Batı<br />
Avrupa Medeniyetini görmüştür. Hemen öylece<br />
pes etmez. Şeytan kulağına kurşun, maaşallah dayanıklıdır,<br />
deyip kendi kendimi öğdüm.<br />
Kravatımı düzelttikten sonra incir sepetlerini<br />
elime aldım. Otobüse bindim. Şöfor, bir arabesk<br />
kasetini otobüsün etybine koydu. Uyuşuk<br />
sesli şarkıcı, söyledikçe yol uzadı. Güneşte hoş geldin<br />
der gibi yüzüme gülümsüyordu.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
İncirleri vakitsizlikten dolayı yıkayamamıştım.<br />
Fakat onların görünüşüne de dayanamıyordum.<br />
Yan koltukta oturan yaşlı kadın, titreyen elleriyle<br />
inciri soyup soyup, dişsiz ağzına atıyordu.<br />
„Matçak, mutçak“ çiğneyip yutuyordu. Onun bu şekilde<br />
incir yemesi, benim de canımı istetti. Artık<br />
kendimi tutamadım. Derken farkında olmadan incirin<br />
birisini yuvarladım.<br />
Otobüsün radyosundan haberleri dinlerken;<br />
birinci sepetin boşaldığını farkettim. Gırtlağımda<br />
incir tadının vermiş olduğu susuzluğu hissettim.<br />
Muavinden su istedim. Hemen getirdi. Şişeyi<br />
elime aldım. Ilıktı. Fakat şişedeki suyun yarısını<br />
bir dikişte bitirdim. Kalan suyuda Yurttan Sesler<br />
Kadınlar Korosunu dinlerken tükettim. Bizim<br />
diyarların ezgilerini çok içten söylüyorlardı. „İncir<br />
aldım Aydın'dan“ türküsünü dinlerken; ikinci sepetteki<br />
incire balıklama daldım. Denizli‘ye varmadan<br />
onu da bitirdim.<br />
Denizli Otogarı‘na öğle üzeri vardık... Eşyalarımı<br />
bir kenara çekerken bir de ne göreyim; Almanya'da<br />
aynı şehirde ikamet ettiğimiz hemşerim,<br />
karşımda yalı kazığı gibi dikilip duruyordu. Başında<br />
Meksika işi hasır bir şapka, ayağında da Hint fakirlerinin<br />
ayaklarına hemencecik geçiriverdikleri<br />
basit bir terlik... Başka bir yerde görsem, onu zor tanırdım.<br />
Zaten fazla bir eşyamda yoktu. Eşyalarımın<br />
hepsini otogardaki emanetçiye verdik. Arkadaşı<br />
görünce birden kahvaltı etme arzusunu hissettim.<br />
Ayaküstü sohbet ettikten sonra otogarın köşesinde<br />
bulunan lokantaya girdik. Günün bu saatinde<br />
lokanta müşteri ile doluydu. Heybeli köylüler,<br />
aceleci satıcılar ve arada bir görünen turistler<br />
sanki lokantayı işgal etmişlerdi. En dip köşede kendimize<br />
bir yer bulduk. Hemen oraya geçtik. Havanın<br />
sıcak oluşuna birden alışamamıştım. Masanın<br />
üzerinde duran içi su dolu sürahiden, bardağımın<br />
ağzına kadar su doldurdum. Ilık suyu bir dikişte bitirdim.<br />
Bardağı boşalmış bir halde masanın üzerine<br />
koyarken yanımıza garson geldi. Sanki padişaha<br />
kelle yetiştiriyormuş gibi yemeklerin adını tam söylemeden<br />
hızlı hızlı saydı. Garsonun söylediklerini<br />
27<br />
dinlediğim dahi yoktu. Avrupa'da bulamadığımız<br />
yemeklerden siparişimizi ettik.<br />
Biz memlekette yapılan zamlar üstüne konuşurken,<br />
garson üstü bol yağlı musakka yemeğini<br />
getirdi. “Ya Allah, bismillah!” deyip yemeğe kaşığı<br />
çaldım. Üç beş dakika içinde tabakta hiç bir yemek<br />
izi kalmamıştı. Bir de ekmek ile tabağı bir güzel temizledim.<br />
Tabak pırıl pırıl olmuştu. Üstünede zeytinyağlı<br />
patlıcan kızartması, yoğurt, tatlı ve bardak<br />
bardak su... Iyice doymuştuk. Denizli‘yi dolaştık...<br />
Her köşe başında dondurma, tatlı, çay derken akşamı<br />
dağların üstünde yakaladık...<br />
Köye gitmek istiyordum ama arkadaşım bırakmıyordu.<br />
Gündüz takmış olduğu Amerikan<br />
güneş gözlüğünü gece çıkaran arkadaş, „Felekten<br />
bir gün çalalım!“ diyordu. Ben de ona uydum.<br />
Akşam yemeklerini de yedik. Yedik ama bende birşeyler<br />
olmaya başladı. Sanki karnımda ulu toplar<br />
patlıyordu. Ramazan davulu gibi gerilen karnım<br />
daha sonra öne doğru tıpkı doğurmasına bir iki gün<br />
kalmış hamile kadın gibi şişti. Arkadaş görmeden<br />
elimle bastırıyorum. Lakin şişen karnım bana<br />
mısın demiyordu. Ben bastırdıkça o da içeriden karşılık<br />
veriyordu. Yine bastırınca hafiften bir sahra<br />
topu gibi „Vınn!“ diye ses verince; arkadaşımın<br />
gözleri iri iri açıldı. Durumu idare etmeye çalışıyordum.<br />
Lakin o, aslan gibi gerilip gerilip üstüme<br />
saldırıyordu.<br />
Bu vahşi aslanın saldırısına bir de içerideki<br />
kirli hava ve sigara dumanı eklenince iyice sıkılmıştım.<br />
Hava alalım diye dışarıya çıktık. Küçük bir<br />
pastanenin yazlık bahçesine oturduk. Biraz önceki<br />
o vahşi aslan yanına arkadaşlarını da almış adeta<br />
halay çekip, horon tepiyorlardı. Arkadaş dondurma<br />
arzu edip etmediğimi sordu. Aslında ben de dondurma<br />
yiyecek hal kalmamıştı. Gözlerim kısıldı.<br />
Sesim iyice kesildi. O ise tekrar sordu.<br />
- Cevizli mi yoksa fındıklı mı istersin?<br />
- Tuvalet arkadaş, tuvalet! diyebildim.<br />
Arkadaş garsonu çağırdı. Birşeyler söyledi.<br />
Garson şu anda tuvaletin bozuk olduğunu söy-
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
leyince hemen oradan ayrıldık. Koşar adım dışarıya<br />
fırladım. Her taraf banka ve tuhafiyeciydi. Fakat<br />
hepsi de kapalıydı. Açık bir kahve aradık ama bulamadık.<br />
Hükümet binasının önüne varıncaya kadar<br />
aramadığımız bir yer kalmadı. Hükümet binasının<br />
önündeki çam ağaçları karanlıkta heybetli bir pehlivan<br />
gibi karanlıkta sanki birbirlerine meydan okuyorlardı.<br />
Bu manzarayı gören arkadaş;<br />
- Gir şu ağaçların altına.<br />
- Olur mu yahu? diye karşılık verdim.<br />
- Bundan iyi bir yer bulamayız, diye karşılık<br />
verdi.<br />
- Burası hükümet! Hükümetin önüne o şey<br />
yapılmaz. Ayıp olur be arkadaş, diye serzenişte bulundum.<br />
- Bırak şu kuruntuyu! Sen şurada hükümetin<br />
önünde göreceksin ihtiyacını, lakin başkaları ağzına<br />
yapıyorlar. Aha, bak! Şimdi ben şu ağacın dibine<br />
nasıl küçük su döküyorum, dedi.<br />
Besmele çekerek arkadaş, küçük su dökmeye<br />
başladı. Hem de „Küçük suda gördüm seni!“<br />
diye birde eski İstanbul türküsünü mırıldanıyordu.<br />
Acı ot yemiş dana sesine benzeyen bir bağırtı duyunca;<br />
öyle bir irkildik ki arkadaş, dökmekte olduğu<br />
küçük suyun büyük bir kısmıyla pantolununu ıslattı.<br />
Biz önce hükümetin bekçilerinden birisi sandık.<br />
Meğer bir şarhoş o çadır gibi çam ağaçlarının<br />
birini benlenmiş ve orasını kendine yurt edinmiş.<br />
Bize, o adam küfürle karışık bir iki laf söyledi.<br />
- Gidin camiye!.. Bu ihtiyacınız için en<br />
uygun yeri, şehirlerde ancak oralarda bulabilirsiniz,<br />
diye üçretsiz akıl verdi. Teşekkür edip onun yanından<br />
ayrıldık.<br />
Ben zaten fenalaşmıştım. Hemen arkadaşıma,<br />
bir taksi tutmasını rica ettim. Maazallah;<br />
birde altımıza kaçırırsak elalame bayramlık sohbet<br />
malzemesi oluruz diye korkuyordum. Arkadaş yoldan<br />
geçen bir taksiyi ıslık çalarak çağırdı. Taksiye<br />
bindik. Bize doğru şoför dönerek;<br />
- Buyrun abiler, nereye?<br />
28<br />
- En yakın camiye kardeşim! dedim.<br />
- En yakınımızda falan tarikatın camisi<br />
var. Şu anda da onlar zikir ediyorlardır. Rahatsız etmesek<br />
mi?.. der demez;<br />
- Uzatma arkadaş, sen arabayı camiye<br />
çek!.. diye emir verdim.<br />
- Namaz vakti değil. Camiler belki açık olmayabilir.<br />
Yatsı namazının vakti de çoktan geçti,<br />
diye şoför hâlâ gevezeleniyordu.<br />
- Kes be! Biz nafile namazı kılacağız. Yeni<br />
Cami‘ye çek Yeni Cami'ye!.. diye sancılaşırken bağırdım.<br />
- Olur abi ! Siz lafı uzatacağınıza, şöyle deseniz<br />
ya bey abailerim!.. diye birde üste çıkmasın<br />
mı. Çok ağır sancılaşıyordum. Ah başka bir zaman<br />
olacaktı da ben bu şoföre... neyse!<br />
O anda konuşacak hal kalmamıştı. Rengim<br />
de iyice beyazlamıştı. Arkadaş, Almanca neler yediğimi<br />
sordu. Bende, Aydın'da iki sepet incir alıp,<br />
yolda yediğimi söyledim. Bu konu üzerine biraz<br />
daha konuştuk. Açıkgöz şoför bizim “Alamancı” olduğumuzu<br />
anladı. Yeni Cami'nin önüne getirdi.<br />
Onunla yol üçretine dair hiç konuşmamıştık. Arabadan<br />
inerken borcumuzu sorduk. Almanca konuştuğumuzu<br />
duyduğu için;<br />
- Hele beşbin verin yeter abi. Biz de bugün<br />
bir zifta edelim, diye lütfen konuştu.<br />
- Ne dedin arkadaş? Şunun şurası bir kilometre<br />
yol, dedi arkadaş.<br />
- Fiyatlar böyle abi. Sizin benzine yapılan<br />
zamdan haberiniz yok herhalde? Duymadınız değil<br />
mi? Hem nereden duyacaksınız! diye çıkıştı.<br />
- Benzine zam olduysa beşbin lira mı almanız<br />
gerekir? dedik.<br />
Arkadaşımla şoförün tartışması uzadıkça<br />
benim durumda gayet zorlaşıyordu. Eğer onlar bu<br />
tartışmayı uzatırlarsa bizim ağır pahalı mallar paçadan<br />
çarşıya dökülecekti.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
- Arkadaş! Oh, ıh! Ben tuvalete gidiyorum.<br />
Ne isterse ver, deyip yanlarından uzaklaştım.<br />
Benim bu sözümden hisse kapan şoför;<br />
- Bak, Hacı Abi ne diyor? dedi.<br />
- ......<br />
Öyle bir rahatlamıştım ki sanki yeniden<br />
doğmuş gibiydim. Arkadaş da gelmişti. Bir kaşı Çukurova'da,<br />
bir kaşı ise Ağrı Dağı üzerindeydi. Sinirlenmişti.<br />
Hem şoföre, hem de bana kızmıştı.<br />
- Adama bak! Gecenin onbirinde zifta edecekmiş...<br />
Herif bizi enayi zannediyor! Ben de, verdim<br />
eline ikibin lira avuçladı gitti.<br />
Denizli‘nin en işlek caddesini gece yarısına<br />
kadar dolaştık. Arkadaş, Pamukkale'nin uluslararası<br />
telefon hattını nereden duymuşsa duymuş:<br />
İçinde birden Almanya'ya telefon etmek arzusu<br />
uyandı. Bir taksi çağırdı. Genç şoför başını pencereden<br />
çıkarıp;<br />
- Buyrun abiler! dedi.<br />
- Sür, arkadaş Pamukkale'ye!<br />
- Buyrun abiler. Derhal! diye genç şoför<br />
karşılık verdi.<br />
Taksiye atladık. Taksiye bindik binmesine<br />
ama genç şoför, ara sokaklardan, bilmediğimiz yollardan<br />
geçiyordu. Pamukkale'ye giden anayola çıkmayınca;<br />
- Hey! Şoför bey, bizi nereye götürüyorsun?<br />
diye sordum. Sırıtarak;<br />
- Abiler, Pamukkale'ye. Dedi.<br />
- Anayola çıkmadınızda...<br />
- Çıkamayızda abiler... der demez şaşırdık.<br />
hemen kodese tıkıyorlar, diye bizi korkutan bir<br />
açıklamada bulundu.<br />
- Nereden malum, senin bizi Pamukkale'ye<br />
götürdüğün? diye sordum.<br />
- Merak etmeyin abiler. Sütten şüphe edin<br />
de benden etmeyin. Şu tarla yollarından sizi sağ<br />
salim Pamukkale‘ye götüreceğim. Hiç korkunuz olmasın,<br />
diye bize karşılık verdi. Tarla yolları diye karanlıkta<br />
bize işaret parmağıyla gösteriyordu. Fakat<br />
gözle görme imkânı bu zifiri karanlıkta mümkün değildi.<br />
İnsanın aklına böyle zamanlarda bin türlü şey<br />
geliyordu. Arkadaş;<br />
- Bizi zengin filan zannedipte yanlış yola<br />
sapmayasın haa! der demez genç şoför heyecanla;<br />
- Estağfurullah bey abiler. Biz sizin bildiğiniz<br />
insanlardan değiliz.<br />
Anayola yaklaşıyorduk. Uzun farlarını<br />
yakmış bir araç bize doğru geliyordu. Bizim şoför<br />
ışıklarını söndürdü. Arabayı durdurdu. Taksinin<br />
içine yatmamızı söyledi. İster istemez dediğini yaptık.<br />
Diğer araba yanımızdan “Vınnk!” diye geldi<br />
geçti. O araba yanımızdan geçip gitti amma bendede<br />
o hal yine başladı. Ah o incirler... tesirlerini tekrar<br />
gösteriyordu. Şoför rahatladı ve;<br />
- Geçenlerde askerler „Dur!“ demişler, onlarda<br />
durmayınca; mecburen taramışlar giden taşıtı.<br />
- Neden?<br />
- Biliyorsunuz ya... 12 Eylül Paşaların darbesinden<br />
sonra böyle oldu, dedi genç şoför. Bizi,<br />
birde can korkusu aldı. Fakat rahatsızlığımda asker<br />
korkusunu bastıracak derecede artmıştı. Askeri<br />
darbe olalı pek uzun bir zaman geçmemişti. Ara<br />
sıra gazetelerden bu tür olayları okuyorduk. Saatte<br />
gecenin yarısını çoktan geçmişti. Artık dayanamadım<br />
ve şoföre;<br />
- Neden çıkamayız şoför bey? dedi arkadaş.<br />
- Henüz ehliyetim yok da ondan. Dokuzkavaklar<br />
çıkışında askerler ve polisler kontrol ediyorlar.<br />
Ehliyeti olmayanı yakaladıkları zaman<br />
29<br />
dedim.<br />
- Hemşerim şu kenarda durabilir misiniz?<br />
- Ne oldu bey abi? diye sordu.<br />
- Sıkıntım var da...
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
- Bu zamanda kimin sıkıntısı yok ki ?..<br />
dedi.<br />
- Benim sıkıntım, o sıkıntılardan değil, der<br />
demez bizim arkadaş;<br />
- Tut biraz sende, arkadaş! Bu ehliyetsiz<br />
genç şoför şu bayırda nasıl dursun? diye bağırması<br />
beni o isteğimden vazgecirdi. Arkadaşın bu şekilde<br />
çıkışmasıyla mecburen tutmak zorunda kaldım.<br />
Taksi bağıra bağıra çıkıyordu bayırı ama bendede<br />
bir hal kalmamıştı. Karnım yine davul gibi şişmişti.<br />
Sağ kalçamın üzerine hafifçe doğrulunca; yokuş çıkamayan<br />
kamyonların çıkardığı gibi boğuk bir ses,<br />
“Çaaart!“ diye taksinin içini kapladı. Utancımdan<br />
kıpkırmızı oldum. Alnımdan boncuk boncuk terler<br />
dökülüyordu. Onlarsa işi pişkinliğe vurdurarak;<br />
- Maşallah, seside pek güzelmiş.<br />
- Meydan topu gibi. Bu sesi düşmanlar duyarlarsa;<br />
hemen cepheleri terkederler.<br />
Pamukkale'ye gece yarısından sonra vasıl<br />
olduk. Bizi, ehliyetsiz genç şoför postanenin önünde<br />
indirdi. Ardındanda ortalardan hemen kayboldu.<br />
Bir umutla postaneye koştum. Arkadaş yabancı<br />
ülkelere nasıl telefon edileceğini sormadan, atıldım<br />
hemen;- Memur bey, tuvalet nerede?<br />
- Ne tuvaleti beyefendi ? Burası postane,<br />
dedi.<br />
- O kadarını bende biliyorum. Bu postanenin<br />
tuvaleti yok mu?<br />
- Maalesef! Yoktur beyefendi.<br />
- Kardeşim burası turistlik bir yer. Burada<br />
tuvalet olmaz mı? Alaman'da öyle tuvaletler var ki;<br />
millet içinde gazetesini okuyor. Yabancı turistlere<br />
tuvaleti olmayan postanelerle nasıl hizmet edeceksiniz?<br />
diye çıkıştım.<br />
- Aramaya alışsınlar beyefendi. Zaten onların<br />
çoğu, buralarını görüp gezmeye değil, birşeyler<br />
aramaya geliyorlar. Bu güne kadar da hiç tuvalet<br />
soranına rastlamadım, dedi.<br />
- Ben ne yapacağım şimdi? diye sordum.<br />
30<br />
- Şu yanda, üçyüz metre ileride bir otel var.<br />
Oraya giderseniz belki rahatlarsınız. İlginç bir tavsiyede<br />
bulundu. Artık daha fazla onu dinleyecek<br />
gücü kendimde bulamadım. Arkadaşa arkamdan<br />
gelmesini söyleyerek veda ettim. Koşar adım otele<br />
vardım. Karayağız bir delikanlı „Hoş geldiniz!“<br />
diye beni karşıladı. O kadar rahatsızdım ki, ne yapacağı<br />
bilemiyordum. Birden;<br />
- Tuvalet! dedim.<br />
- Merak etmeyin, her odada var, diye karşılık<br />
verdi.<br />
- Ben onu sormuyorum kardeşim, tuvalet<br />
var mı?<br />
- Elbette var, beyefendi.<br />
- Nerede?<br />
- Sakin olun beyefendi her odalanın içinde<br />
tuvalet var.<br />
- Tuvalet için oda mı tutmam gerekiyor?<br />
- Tuvaletsiz odamız yoktur beyefendi. Burası<br />
lüks bir oteldir.<br />
- O zaman bana bir oda verir misiniz?<br />
- Nasıl bir oda istersiniz acaba?<br />
- Nasıl olursa olsun!<br />
- Yaylaya karşı mı, yoksa?<br />
- Neye karşı olursa olsun! Yeter ki bir tuvaleti<br />
olsun!<br />
- Hepsinde tuvalet var dedik ya beyefendi...<br />
- Verin o zaman.<br />
- Bir gecelik yüz Marktır, dedi. Dedi amma<br />
tam bu sırada bizim arkadaşta geldi. Yüz Mark lafını<br />
o da duydu. Müdahale ederek;<br />
- Ne yüz Markı arkadaşım? Etse etse elli<br />
Mark eder. Biz şu anda gecenin yarısını çoktan geçtik,<br />
diye çıkıştı. Orada çalışan karayağız gençte gü-
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
lümseyerek;<br />
- Olsun kardeşim. Müdiriyetin emri böyle.<br />
- İki kişilik odalarda mı elli Mark?<br />
- Evet.<br />
- Al sen şu elli Markı da helalleşelim. Karayağız<br />
genç işi oluruna bırakıp;<br />
- Bir kereye mahsus olmak şartıyla, dedi.<br />
- Verin o zaman anahtarı! diye haykırdım.<br />
Ayaklarımı birbirine yapıştırıyordum. Durduğum<br />
yerde duramıyordum. Ben acele ettikçe onlar işi<br />
gayet yavaştan alıyorlardı. Durum böyle giderse neredeyse<br />
bir pantolondan olacaktım. Karayağız<br />
genç, bir delikanlıyı çağırdı. Ona anahtarı uzatarak;<br />
- Buyrun efendim, sizlere odanızı göstersinler.<br />
Ben acele ederken, yanımdaki civan-ı mert<br />
uykulu gözlerini oğuşturuyordu. Bir de bu yetmezmiş<br />
gibi işi ağırdan alıyordu. Havuzun yanındaki<br />
bahçeyi geçtik. Delikanlı odayı gösterdi. Fakat teşekkür<br />
etmeme rağmen gitmeyince, bahşiş istediğini<br />
farkettim. Bir yüzlük çekip ona verdim. Az<br />
buldu. Yüzünü buruşturup gitti. Onun bu davranışını<br />
yorumlayacak vaktim yoktu. Kapıyı açtım. Yarısı<br />
içeride, yarısı dışarıda olarak tuvalete koştum.<br />
Ondan sonrasını pek hatırlamıyorum.<br />
Alaattin DİKER’in<br />
YENi<br />
KiTABI<br />
Batı Düşüncesinde <br />
Stratejik Perspektifler<br />
Güneş karşı dağlardan bize “Merhaba” derken<br />
uyandık. Kahvaltıyı terasanın üstünde yaptık.<br />
Denizli Ovası, göz alabildiğince uzandığı yerden<br />
sabah mahurluğuyla uyanıyordu.<br />
Biraz dolaştıktan sonra vilayete hareket<br />
etmek için dolmuşların durağına geldik. Ellerinde<br />
incir sepetleriyle, esmerleşmiş cılız bacaklı çocuklar<br />
müşteriden müşteriye koşuyorlardı. Iri boncuk<br />
gözlü olan sevimli çocuk, sepeti burnuma doğru<br />
uzatarak;<br />
- Sepeti beşyüz lira! Haydin kalmıyor! Beşyüz<br />
lira! diye bağırıyordu. Çocuğun yüzüne bakarak<br />
sadece içten gülümsedim. O da durumumu anlamış<br />
gibi bana tebessüm etti.<br />
31<br />
Alaattin Diker, Batı dünyasının bugün<br />
bulunduğu noktaya gelişinin izlerini, birkaç<br />
asır öncesine kadar uzanarak arıyor ve bulduğu<br />
izleri birleştirerek Batı'nın günümüzdeki<br />
devlet ve medeniyet anlayışına bir projeksiyon<br />
tutuyor. Tarih, sosyoloji, felsefe, siyaset...<br />
aynalarına ayrı ayrı, kimi zaman da aynı<br />
anda başvuruyor. Güncel siyasi gelişmeleri<br />
daha sağlam temellere oturtarak anlama ve yorumlamak<br />
isteyenler için rehber niteliğinde<br />
bir çalışma...
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Yusuf AKTÜRK<br />
YAĞMURLAR<br />
ÜLKESİNDEN<br />
DEYİŞLER<br />
söz söyleyenindir, devran sürenin<br />
devran yalnızlıklarındır, göğsümde ve gözlerimdeki<br />
benim gözlerim şehla değildir<br />
kalbim hep ayakta olmuştur zulümlere karşı<br />
istersen gözlerim senindir bütün renkleriyle<br />
istersen kalbim senindir, zalimlerden değilsen<br />
üşüdüm yalnızlıklarında yıldızların<br />
üşüdüm ey can.<br />
üşüdüm yalnızlıklarda<br />
öfkenin girdaplarında titredim<br />
yürümeye çalıştım, kaybolmaktan korkarak<br />
yaşamaya çalıştım.<br />
1.<br />
korktum demek bir ayıp, korkmadım demek bir<br />
başka<br />
en azından öyleydi bizim diyarlarda<br />
ve bir zamanlarda.<br />
başını dik tutacaktın<br />
yiğit bakacaktın<br />
‘maralım, ah maralım’ diye türküler söyleyecektin<br />
sevecektin, adamdan sayılmak için<br />
alnın açık olacaktı<br />
haksızlığa ve namerde boyun eğmeyecektin<br />
yerinde vuracak, yerinde karşı duracaktın<br />
yerinde susacak, yerinde konuşacaktın.<br />
ve daha neleri bilip dururken<br />
korktum demek bir ayıp, korkmadım demek bir<br />
başka.<br />
2.<br />
yağmurların ülkesindeyim desem ne anlatır sana<br />
neyi anlatabilirim, iklimlerden ve renklerden yana<br />
32<br />
bilemiyorum, iyi işlenmemiş fakat yürekten sözlerim<br />
ısıtır mı içini, giderir mi kuraklıklarını?<br />
yağmurlara karışır gözyaşlarım<br />
zulümlere karşı hıncımdan akan gözyaşlarım<br />
mesela filistin’deki, mesela çeçenya’daki, Irak’taki<br />
gözyaşlarım inceltir işte beni, götürür başka ülkelere<br />
gözyaşlarım dindirmez öfkemi<br />
birşey yapamamaktan, aczimden büyüyen öfkemi<br />
duaların bile dizgin vuramadığı öfkemi.<br />
ah öfkem, yağmurlara karışıp giden<br />
azdırır içimdeki yangınları<br />
ah öfkem, zulümlere set vuramıyan öfkem<br />
dağlara vursam parça parça olur, tur-u sina gibi<br />
gözyaşlarımı körükliyen öfkem<br />
yağmurlara karışan gözyaşlarımı.<br />
ne anlatabilirim sana<br />
yağmurların ülkesindeyim desem?<br />
3.<br />
bir devrandır sürüyor işte<br />
anlatılması zor, girift, bilmece<br />
ama mümkün, çalışmalısın diyorum kendimce<br />
bütün vakitlerde, gündüz ve gece<br />
yazmalısın, diyorum, yazılması gerekenleri<br />
yazmalısın, yazmalısın, anlatmalısın<br />
zulümleri, acıları, ahir zamanda<br />
en azından bilmeyenler için<br />
bilmek istemeyenler başka<br />
vasiyetini tutmalısın üstadın<br />
yazmalısın ey can.<br />
içini aydınlatmalısın önce<br />
aydınlıklar istemelisin aydınlıkların sahibinden
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
doldurmalısın peteklerini<br />
ki ikram edecek birşeylerin olsun<br />
vermelisin, verebildiğin kadar<br />
verebilmelisin, malından, canından<br />
ezilmeden, bükülmeden, dökülmeden<br />
dik durmalısın, yiğitçe, zulümlere karşı<br />
gücün yettiğince.<br />
bir devrandır, sürüyor işte<br />
son zamandır bu, ahir zamandır işte<br />
anlatılması güç, girift, bilmece.<br />
öğret bize Kur’an’ı yeniden<br />
Bedir’de, Uhud’da, Mescidin’de<br />
öğret bize zikri, secdeyi, alemlerin Rabbine<br />
zulüm karanlıklarında dardayız efendim.<br />
kendin gelmessen, Ali’yi gönder Zülfikar’ıyla<br />
Halid’i gönder de, toplasın mücahidleri bozgundan<br />
Selahaddin’i gönder, merhametiyle, keskin kılıcıyla<br />
Fatih’i gönder, Akşemseddin’le birlikte<br />
dardayız efendim, ve kapındayız<br />
Rahmet’e açılan kapında.<br />
4.<br />
kapında duruyorum işte, ve hep duracağım<br />
ey devranın sultanı efendim<br />
ahir zamanın sultanı<br />
çünkü senin kapından daha güzelini görmedim<br />
görmeyeceğimi de biliyorum.<br />
senin öğrettiğin gibi secde ediyorum efendim<br />
senin öğrettiğin gibi yıkıyorum azalarımı işte<br />
kalbime giden nur oluklarından<br />
rahmete uzanıyorum efendim.<br />
lakin ahir zamandır<br />
kendi yaptıkları putlara tapıyorlar yine insanlar<br />
kendilerine tapıyorlar<br />
bilmiyorlar, görmüyorlar efendim<br />
yerlerin ve göklerin nurunu.<br />
biz susadık, daraldık efendim<br />
uzat rahmet akan parmaklarınım<br />
mücahitlerine uzattığın gibi<br />
dinsin susuzluklarımız, öfkelerimiz efendim<br />
yeşersin yüreklerimiz, güllerin açsın.<br />
mümkünse bir daha gel efendim<br />
biz yollarına çıkıp ‘talaal bedrü’ diyelim<br />
zikirlerle gel, Kur’an’la gel efendim<br />
Fatiha’yla, İhlas’la, Furkan’la gel efendim<br />
gelsin artık evladın, Mehdin efendim<br />
çağın çocukları azdı<br />
parçalıyorlar mü’minleri vahşice<br />
fitnelere, fesatlara karşı duracak gücümüz kalmadı.<br />
Mümkünse, bir daha gel efendim<br />
Hicret et bir daha, ve yüreklerimizde konakla<br />
33
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Sadık YEMNİ<br />
GÖÇMEN<br />
TORTULARI<br />
TRENİ<br />
Yatağın altında duran bavulun hışırtısı<br />
Recep’in yarı sağır kulaklarını yormaktaydı. Bin<br />
adet cırcır böceği ambalajlamıştı sanki mübarek.<br />
Neyse ki, hiçbir zaman uzun sürmezdi. En fazla<br />
yarım saat. Yan binadan gelen seslere yönelttti dikkatini.<br />
Alman komşusu Hans Fredrich Hertz karısına<br />
bağırıyor. Arabanın anahtarını nereye koydun?<br />
Kadın bir şeyler söyleyince ikinci kükreme. Sana<br />
kaç defa dedim. Kadının sesi de yükselince uzunca<br />
bir es. Güç topluyor ya da tırsma belirtisi. Bugün cumaysa<br />
akşam arkadaşlarıyla içmeye gidecekdi. Kadından<br />
harçlık alması lazımdı. Ayın ikinci yarısında<br />
hep böyle oluyordu son yıllarda. Şu allahın belası<br />
ekonomik kriz nedeniyle. İkisi de emekliydi.<br />
Emekli maaşları vardı. Günde iki paket sigara içen<br />
34<br />
Hans’ın bu harçlıklara ihtiyacı vardı. Kadın, adı<br />
neydi ya, birazdan hatırlardı, nazlanır, ama biraz<br />
yalvarttıktan sonra adamın parasını verirdi. O da<br />
bu akşam eve arkadaşlarını çağıracaktı belki. Çay,<br />
kahve ve erik likörü içerek konken benzeri bir kağıt<br />
oyunu oynayacaklar. Bu oyunun adı da çıkmış aklından.<br />
P ile başlayan bir şey.<br />
Zamanın belleğine pas sarması yeni bir şey<br />
değil. 1966 yılında Sirkeci’den kalkan kara trenden<br />
Münih bahnofunda inen 28 yaşındaki o afili delikanlı<br />
değil artık. Yetmiş yaşını ortaladı çoktan.<br />
Oğlu kırkı aştı. Kızı da otuz beş. Oğlu hâlâ bekâr.<br />
Kızı neyse ki, ona bir torun verdi. Adı Esra. Altı yaşında.<br />
Onu çok seviyor. Gözden düşmüş, gönülden
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
ıraklaşmış bir eşya gibi burada tavan arasında yaşamaya<br />
başlamadan önce onu yazları havuza ve luna<br />
parka götürürdü.<br />
Hışırtı kesilince Recep derin bir nefes aldı<br />
ve hemen sağında duran komodinin üzerindeki ilaç<br />
kutusuna, su şişesine ve yarı dolu bardağa baktı.<br />
Belleği çekim gücünü yitirdikçe yaptığı ile yapılacak<br />
işler havada serbestçe yüzen renkli topçuklar olmaya<br />
başlamıştı. Hangisi hangisiydi seçemiyordu<br />
kolayca. Oğlu, kızı, eşleri yukarıya gelip onunla ko<br />
nuşuyor muydu? Hatırlamıyordu. En son diyebileceği<br />
bir şey yoktu. Yaramaz çocuklar gibi olan anıları<br />
tarih sırasına göre dizilmemekte direnmekteydi.<br />
Üstü tozlanmış ilaç kutusu daha düzgün bilgi veriyordu.<br />
Tozlu satıhta parmaklarının izi yoktu. Demekki<br />
ya bu ilaç bitmişti, ya da artık kullanmasına<br />
gerek yoktu. Bundan başka tek kesin bildiği şey torunu<br />
Esra’nın sık sık ziyaretine geldiğiydi. Bunu<br />
bir şekilde unutmuyordu. Hatta geleceği zamanı<br />
hissediyordu. Merdivendeki adımlarını. Minik kalbinde<br />
tırmanan çarpışları. Şu anda olduğu gibi.<br />
“Merhaba.”<br />
“Merhaba Esra. Nasılsın?”<br />
Odanın kapısını gıcırdatmadan açabilen<br />
tek kimse torunu. Diğerleri sağır kulaklarını tahriş<br />
eden cızırtılar çıkarmadan on santim bile aralayamaz.<br />
Yatağın altındaki bavulu da hemen onlara<br />
uyum sağlar. Birlikte hışırtı taksimi yaparlar.<br />
“Amca sen ne zaman gitçen?”<br />
Lacivert elbise, beyaz çorap ve ayakkabı<br />
giymiş kıza baktı sevgiyle. Kızının bir modeli. İri<br />
kahverengi gözlerinde merak ve endişe yanıyor.<br />
Hani sevgi şerareleri nerede? Aşağıda kızı fitillemişler<br />
yine belli. Münih’in şehir merkezindeki bu<br />
binayı satın alan, çocuklarına refah yüklü gelecek<br />
bırakan babaya böyle vefasızlık göstermek. Maximilian<br />
Strabe’de üç katlı bir bina ne demek. Böyle<br />
bir miras bırakacak olan kimseye bu muamele yapılır<br />
mı?<br />
“Bu nasıl söz kızım?”<br />
35<br />
“Ama söz vermiştin amca?”<br />
Kıza verdiği sözü hatırlamıyordu. Kelime<br />
kelime yani, ama içinde kız haklı diyen cılız bir dirilme<br />
var.<br />
“Ne sözü?”<br />
Kız içini çekerek yan gözle aralık duran kapıya<br />
baktı. Gözlerindeki endişe azıcık koyulmuştu<br />
sanki. Ayakları bastığı yerden geriye dönmek ister<br />
gibi oldu, ama tereddütünü yendi.<br />
“Anneannem, annem, babam ve küçük kardeşim<br />
çok korkuyor.”<br />
“Benden mi?”<br />
Kız başını salladı.<br />
“Niçin korkuyorlarmış?”<br />
“Burdasın diye.”<br />
Küçük kızın kendi kelime dağarcığıyla kurduğu<br />
son cümle Recebi ciğerinden vurmuştu. Yıllarca<br />
günde iki ayrı işte çalışarak, gece gündüz demeden<br />
para biriktiren, çocuklarına böyle muhteşem<br />
bir gelecek kuran birine böyle vefasızlık gösterilmesi.<br />
Korkuyorlarmış. Birden aklına bir şey<br />
gelmişti. Anneanne de kimdi ya? Karısı kızı on yaşındayken<br />
mide kanamasından ölmüştü. Mezarı<br />
Niğde’deydi. Torunu onu hiç görmemişti. Bir de şu<br />
amca lafı yok mu.<br />
“Anneannen mi?”<br />
“Evet. Adak adadı hatta. Tutsun diye bekliyor.”<br />
Adak kelimesinin telaffuzunun hemen ardından<br />
yatağın altındaki tahta bavulu birkaç saniyeliğine<br />
hışırdadı ve sessizleşti. Recep bu bavulu<br />
ilk aldığı günü hatırladı. 1965 yılının kasım ortasıydı.<br />
Almanya’ya işçi olarak kabul edilmişti. Sırasını<br />
bekliyordu. O yüzden buradaydı. Başarı nişanesi<br />
olarak. Tahta bir bavuldan ta nerelere gelinmişti.<br />
Bavula baktı. Her an hışırdamasını bekliyordu. Saniyeler<br />
aktı. Sessizlik kırışmadı. Torununa baktı.
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
“Asılsız gölgeler var bu evde diyor anneannem.<br />
Bebek kardeşim seni görünce çok korkuyor.<br />
Altına kakasını yapıyor. O tuvalete gitmeyi öğrendi.<br />
Hem kakasını yapıyor, hem de gece ağlayıp<br />
bizi uyutmuyor. Senin yüzünden.”<br />
Kızın gözlerinde yeni bir anlam belirmişti.<br />
Cüret diyeceği geliyordu. Kalkışma ya da.<br />
“Bana söz vermiştin.” Küçük kız kahverengi<br />
nevresimi örtülü yatağa doğru yürüdü. Dizleri<br />
yatağa değecek kadar yakın durdu. “Bavulun şahidim.”<br />
Eğildi yatağın altından bavulu aldı. O koca<br />
şeyi çok zorlanmadan kaldırabilmesi garipti. Getirip<br />
ayaklarının dibine koydu.<br />
“Açayım mı?”<br />
İçinde beliren korkunun şiddeti Recep’in<br />
yaşlı kaslarını yeterince diriltememiş olmalıydı.<br />
Çok istemesine rağmen oturduğu yerden doğrulamadı.<br />
Sadece sol eli kıpırdamış, komodinin üzerindeki<br />
su bardağını ve ilaç kutusunu yere devirmişti.<br />
“Açma.”<br />
Küçük kızın heyecandan yüzü allanmıştı.<br />
Yüzünden korktuğu da belliydi, ama dediğini yapacağı<br />
açıktı. Bavul kapalı durmalı diyordu iç ses.<br />
‘Sımsıkı kapalı durmalı. O senin tılsımın.’ diyordu.<br />
“Gidecek misin?”<br />
Recep başıyla olumlayınca küçük kızın<br />
gerginliği azaldı.<br />
“Şimdi.”<br />
Yaşlı adam derin bir nefes alarak ayaklarını<br />
hareket ettirmeyi denedi. Kıkırdakları katırdadı,<br />
ama bunu başaramadı. Tam kıza olmuyor diyeceği<br />
sırada Esra elini uzattı ve “Elimi tut.” dedi.<br />
Kızık minik eli kaslarının hareket geçirmek<br />
için çabalayan yaşlı adama umduğundan daha<br />
fazla güç verdi ve kimbilir ne kadar zaman sonra olduğu<br />
yerde ilk kez doğruldu. Yeni yürümeye başlayan<br />
bir çocuk gibi bulunduğu yerde hafifçe yalpaladı,<br />
ama dengesini korudu.<br />
36<br />
“Şimdi ne olacak?”“Dışarı çıkıcaz. Bavulunu<br />
al.”<br />
Recep yıllar sonra bavulunun kulpunu parmaklarında<br />
hissettiğini düşünerek heyecan duydu.<br />
Biraz gezmek, bulvar kafelerinde oturup Hutthurmer<br />
Bayerwald birası içmek hiç de fena bir fikir değildi.<br />
Eli kızın elinde tahta basamakları inmeye başladılar.<br />
Recep heyecanlıydı. Sokakları görmeyi özlemişti.<br />
Diğer yandan bir çeşit iç alarm da hissetmekteydi.<br />
Sibop ağzı diyordu. Çıkınca geri dönüş<br />
yok. Özlemi daha baskındı. Tereddütü susuz kalmış<br />
bir ev bitkisi gibi cansızdı.<br />
Dört kat aşağı indiler. Bina o elini eteğini<br />
çektikten sonra hemen bakımsızlaşmıştı. Basamaklar<br />
yer yer çatlamıştı. Bakımsızlıktan da öte<br />
aksam üslupsuzlaşmıştı. Toz ve sarımsak kokusu<br />
sarmıştı her yanı. Oğlu tembelin tekiydi, ama kızı<br />
öyle değildi. Nasıl izin vermişti malzemenin bu<br />
denli çapsızlaşmasına. Gitmeden onlarla bir görüşse<br />
düşüncesi çöl kumuna düşen bir çiy tanesi gibi<br />
kısa ömürlü oldu. Sokak kapısına yaklaştıklarında<br />
sokağın sesi içeriye doluşmaya başlamıştı. Recebin<br />
heyecandan ağzı kurumuştu. Keşke çıkmadan<br />
önce bir bardak su içseydim diye düşündü, sonra aklına<br />
bir litrelik bira bardağı gelince beyaz köpükleri<br />
düşünerek dudaklarını yaladı.<br />
Recep sokağı gördüğünde apışıp kaldı.<br />
Arabalar, kalabalık, binalar... Burası Münih değildi.<br />
İstanbul’du. Çok şeyler değişmesine rağmen<br />
semti de tanımıştı. Sirkeci’ydi. 1966’da bindiği<br />
trenle hayatını değiştiren semt. Küçük kıza baktı.<br />
Kız gülümsedi ve “Çok evler var.” dedi.<br />
Recebin zihni hareketlenmişti. Yeni bilgilerle<br />
dolmaktaydı. Dönüp geriye baktı. İnsanların<br />
kıyafetleri de binalar gibi değişmişti. Zihnine<br />
minik delikli bir huniyle bilgi akışı devam etmekteydi.<br />
O binada oturmuştu. Apartman değildi. O sıralar<br />
salaş bir oteldi. En üst katta bir odada kalmıştı.<br />
Kendini genç haliyle otel odasında yatıyor<br />
gördü. Yaklaştı. Yüzü bal mumu gibi sarıydı.Ağzından<br />
sızan salyalar çenesinde ve yastık kılıfının<br />
üzerinde kurumuştu. Gözleri yarı aralıktı ve nefes<br />
almıyordu.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
Birden hatırladı. Yıl 1972’i yazıydı. Almanya’da<br />
işler ters gitmişti. Başkasının adıyla çalıştırdığı<br />
restorana büyük bir vergi borcu gelince<br />
Recep Istanbul’a kaçmıştı. Karısı ondan boşanmıştı.<br />
Çocukları yoktu neyse ki. Parası azdı. Utancından<br />
memlekete gidemiyordu. İyi pokerci olduğu<br />
için kumara takılmıştı. Son gece şansı bayağı açıktı.<br />
Masadan paraları süpürmüştü. İçinde umut yeşermişti<br />
yeniden. Önce memlekete gidip büyüklerini<br />
ziyaret edecek, ardından yine Almanya’nın yolunu<br />
tutacaktı. Sonra otele dönerken birileri kafasına<br />
levyeyi indirip üzerinde ne kadar para varsa almıştı.<br />
Güç bela otel odasına gitmiş. Yatağa uzanmış<br />
ve bir daha da uyanmamıştı. Niğde’de mezarının<br />
başındaki insanları hatırladı. Bütün bunları<br />
nasıl bilebilirdi?<br />
“Hangi yıldayız biz Esra?”<br />
“2010 nisanı Amca. 3 nisan.”<br />
38 yıl o odada oturmuş olabilir miydi? Bir<br />
hayalet olarak. Bir mazi kalıntısı. Göçmen tortusu.<br />
Demek bu şirin kızı yazları havuza ve lunaparka götürmemişti.<br />
Hiç çocuğu olmamıştı. Az öncesine<br />
kadar oturduğu döküntü yerde 34 yaşında hayatla<br />
ilişkisini kesmişti.<br />
Sirkeci garının çevresi çok değişmişti,<br />
ama binası aynen duruyordu. Esra onu acaba niye<br />
buraya getirmişti. Tam bunu soracağı sırada ileride<br />
kıyafetleri kendi gibi olan, ispanyol paçalı pantolonlar<br />
giymiş adamların, döpyesli kadınların olduğu<br />
grubu farketti. Hepsinin de yanlarında kendininkine<br />
benzer eski tip bavullar bulunmaktaydı.<br />
Yolda gelirken turistlerin tekerlekleriyle ardlarından<br />
sürüklediği modern bavulları görmüştü. Tıpkı<br />
yeni model arabalar gibi pırıl pırıldılar.<br />
“Bak amca oradalar.”<br />
Recep kim diye soracaktı vazgeçti. Kendi<br />
taifesiydi hepsi. Merak ve anlayışla onu izliyorlardı.<br />
Dördü kadın, on on iki kişi. Genç bir ekipti. En<br />
yaşlısı otuz beş yaşında falan olmalıydı.<br />
Recep durdu ve küçük kıza baktı.<br />
“Tamam. Anladım. Ben onların yanına gidicem.”<br />
37<br />
“Bir daha bize gelmicen değil mi?”<br />
Recep’in gözleri dolmuştu. “Hayır.”dedi.<br />
Kız elini çözdü. “Hoşçakal amca.”deyip<br />
geldikleri yöne doğru yürümeye başladı. Bir ara<br />
durup geriye baktı. Recep el sallayınca kız da aynısı<br />
yaptı ve adımlarını hızlandırarak yoluna devam<br />
etti.<br />
Kimi oturmuş güneşin tadını çıkartan, kimileri<br />
de ikili üçlü sohbet eden gruptan ona en<br />
yakın olan delikanlı eliyle selam verdi ve “Hoşgeldin<br />
biraderim.” dedi.<br />
Yeşil renkli ispanyol paçalı pantolon,<br />
siyah sivri yakalı gömlek giymişti. Taş çatlasa<br />
yirmi beş yaşındaydı.<br />
“Merhaba benim adım Recep.”<br />
“Benim de Tahir.”<br />
“Tren mi bekliyorsunuz?”<br />
“Evet.”<br />
Kaçta geleceği belli mi?”<br />
Delikanlı gülümsedi. “Son anda belli olacakmış.”<br />
Recebin yüzündeki şaşkınlık üzerine gülümsemesi<br />
genişledi. Önden bir dişi eksik olmasına<br />
rağmen yakışıklı bir siması vardı. “Zaman burda<br />
eğlenceli geçer. Çümbüşü iyi bayağı.”<br />
Recep elindeki bavulu yere bıraktı ve gerindi.<br />
‘Göçmen Tortuları Treni’ diye düşündü.<br />
Tavan arasındaki sıkıcı saatlerden, kasvetli mekândan<br />
ve daha da önemlisi yalnızlıktan kurtulmuştu.<br />
Küçük Esracık sayesinde. Ayaklarının hemen dibinde<br />
yerde yiyecek arayan kumrulara ve az ileride<br />
onlara kayıtsız duran simitçiye baktı.<br />
“Son anda demek ha?”<br />
Delikanlı başıyla olumlayınca Recep atıl<br />
kalmış dudak kaslarını zorlayarak tebessüm etti.<br />
Tren zamanın bir köşesinden kalkmış çufçuflayarak<br />
geliyordu. Burada susamın tadını unutana<br />
kadar bekleyecekti.
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Cengiz İYİLİK<br />
ÇOCUKLAR<br />
VE OYUN<br />
Bilirim çocuklar bilirim<br />
Uçurtmasız gökyüzü<br />
Karanlık gelir size<br />
Tahtadan arabalar<br />
Bez bebekler de olmalı<br />
Ellerinizde irili ufaklı<br />
Bilyeler misketler bulunmalı<br />
Topaç süzüle süzüle çevrilmeli<br />
Ruhlarınız oyuncaklarla yıkanmalı<br />
Aşık oyunu hedefi tutturmayı<br />
Çelik çomak isabetli olmayı öğretir<br />
Yağmur altında ıslanmak<br />
Kar altında kartopu<br />
Ne elleriniz üşür<br />
Ne soğuk korkutur sizi<br />
Yüklenip kızakları tırmanıp tepeleri<br />
Yukarıdan aşağıya kayıp gitmeli<br />
İşte o zaman görmeli yüzlerinizi<br />
Yeter ki oyun olsun<br />
Çocukluk tadında olsun<br />
Kanatlanmış gibi uçar gidersiniz<br />
Gece rüyalarınızda gündüz düşlerinizde<br />
Ve dağların tepesinde<br />
Devleri şaşırtmaya çalışırsınız<br />
Yüksek çatılardan uçarak inersiniz<br />
Yüreğiniz ağzınızda<br />
Ah çocuklar!<br />
Sizin gözlerinizle bakabilseydim<br />
Sizin gibi görebilseydim doğayı<br />
Su birikintilerinde kurbağa yavrularını<br />
Sizin gibi tanıyabilseydim<br />
Kediyi köpeği kuşları kuzuları<br />
Benim çocukluğumda çocuklar vardı<br />
Koyun güderdi,süt sağardı,tarla sulardı<br />
Bezden bir atbaşı yapar<br />
Bir sopaya takardı<br />
Ata binmeyi ilk kez onda denerlerdi<br />
Bu tahta atla güveni gelir<br />
Rüzgarlarla yarışa girerlerdi<br />
Hayalleri böyle yönlenir<br />
Senaryolar böyle başlardı yazılmaya<br />
Onların düşlerindeki oyunlar<br />
Gelecek yaşamın ayak izleriydi<br />
Sizin bisikletleriniz var<br />
Onların yoktu<br />
Oyuncakları dükkanlardan değil<br />
Babaları amcaları yapardı<br />
Onlar asvalt ve kaldırımlarda değil<br />
Taşlı çamurlu köy yollarında<br />
Koşturdular tahta atlarını<br />
Sanki dünyanın hızını keser gibi<br />
Nerde yaşarsanız yaşayın<br />
Oyuncak yakışıyor size<br />
Oynayın çocuklar oynayın<br />
Arabalarınızla atlarınızla<br />
Bebek beşik salıncaklarınızla<br />
Takın takıştırın incik boncuk<br />
Sofralar kurun evcilik oynayın<br />
Karabaşlı kuzuları alın kucağınıza sevin<br />
Sabah horoz seslerini dnleyin<br />
Tek ayak üstünde kaydırak<br />
Koşun, saklambaç oynayın<br />
Yağ satarım bal satarım<br />
Aç kapıyı bezirgan başı<br />
Oyun hayat demektir çocuğa<br />
Zekanız gelişir Buluşcu olursunuz<br />
Hayatı daha çok anlar<br />
Zorlukları kavrar çareler bulursunuz<br />
Oynayın çocuklar oynayın<br />
Hayatta yaşayacaklarınızı<br />
Oyunlarla yaşamalısınız<br />
Oyunda çekilen zahmet<br />
Hayatta zahmetin hakkından gelir<br />
Çamura şekil verin renk verin<br />
Resimler çizin beceriler geliştirin<br />
Zaman çabuk geçiyor büyüyeceksiniz<br />
Bir daha bu çocukluğu nerede göreceksiniz
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
Serhat KARAHİSAR<br />
ASLA GÖĞE BAKMA<br />
Tıpkı o! Tıpkı değil, kendisi. Tanımaz<br />
mıyım hiç Nuray’ı. İlkokul’dan Ortaokul‘a dek<br />
aynı sınıfta okuduk. Sınıf arkadaşlarımın bir kısmını<br />
unuttum ama Çerkez kızını hiç unutmadım. Hoş,<br />
artist olmak için az<br />
uğraşmadı. Hergün<br />
resim çektirmekten<br />
ve kendini<br />
beğendirmekten<br />
bıkmadı. İyi ki aklıma<br />
kötü şeyler<br />
gelmemiş, diyorum<br />
şimdi kendime…<br />
Sonra ver<br />
elini Almanya. İdealler,<br />
hayaller ve<br />
biten hasretlik.<br />
Hızla merdivenlerden<br />
inerken<br />
gözucuyla gördüm<br />
onu. Kalabalıkta<br />
gözden kaçırdım.<br />
Konsere yetişmem<br />
lazım. Hauptbahnhof’un<br />
arkasından<br />
Rhein’a<br />
uzanan tam karşıdaki<br />
arayolu alıyor<br />
u m . H e d e f e<br />
doğru ilerlerken<br />
merakla sağa sola<br />
bakıyorum. Hem Almanya’da yeniyim hem de ilk<br />
kez yürüyorum bu yolu. Mekan uzakta değilmiş, ıhlamur<br />
ağaçlarının yanıbaşında al kırmızı metal kaplama<br />
bir bina yükseliyor: Musikhochschule Köln.<br />
39<br />
Girişin ücretsiz olduğunu ve klasik müzik<br />
konseri verileceğini biliyorum sadece. Carl Orff ve<br />
eseri Carmina Burana ismini ilk kez orada duyuyorum.<br />
Konservatuar’da eğitim gören Japon öğrenci<br />
korosu sahnede yerini<br />
alırken yanımda birinin<br />
dikeldiğini hissediyorum.<br />
“Darf ich mal hier<br />
sitzen?” sorusuna yalnızca<br />
“Ja” cevabı veriyorum.<br />
Yanımdaki boş<br />
yere oturan kişi Tren<br />
Garı’nda gözden kaybettiğim<br />
kız. Hani cesar<br />
e t i m i t o p l a s a m ,<br />
“Nuray’cığım, ben<br />
senin okul arkadaşın<br />
Ali‘yim” desem, gene<br />
yeşil gözleriyle boncuk<br />
boncuk bakar mı?<br />
Sonra da her zaman yaptığı<br />
gibi yapıp, saçlarını<br />
çözüp başını sallayarak<br />
yeniden sımsıkı bağlar<br />
mı?<br />
Ketum duygular<br />
içinde dolaşırken Carmina<br />
Burana’nın dramatik<br />
müziği aklımı başımdan<br />
alıyor. Konser<br />
başlamış. Dünyadan<br />
çok uzaklara, başka alemlere doğru bir yolculuğa<br />
çıkıyorum. Dinleyiciler içlerinde cennet ve cehennemi<br />
yaşıyorgibi kıpırdamadan konseri izliyorlar.<br />
“Ayine mi geldim yoksa?” endişesiyle ürpe-
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
riyorum. Ama kendimi kaptırmışım bir kere tınıların<br />
akışına. Konserin bittiğini aynı tiz sesin uyarmasıyla<br />
fark ediyorum:<br />
“Beeindruckend.”<br />
“I'm sorry, I can not German” der demez,<br />
akıcı bir İngilizce ile isminin Carla olduğunu söylüyor.<br />
“I am a student from Turkey und lerne Deutsch”<br />
karma cümlesine gülüyor. “Ich heise Ali“<br />
şeklinde kendimi takdim ediyorum. “Ben de öğrenciyim.<br />
Her ay düzenli gelirim buraya. Umarım<br />
tekrar karşılaşırız.” diyerek yanımdan ayrılıyor.<br />
Her ayın ilk Cumasını dörtgözle bekler olmuştum.<br />
Carla’dan önce konservatuvara gidiyor<br />
ve giriş kapısında onu bekliyordum. Beni göremediği<br />
zaman gözleriyle beni aradığını sezmiştim bir<br />
kez. Birgün Vivaldi’nin 'Dört Mevsim' konçertosunu<br />
izledikten sonra aniden yüzüme bakıp “Gehen<br />
wir zu mir?” diye sormaz mı! “Peki” dedim tepkisiz.<br />
Daveti umursadığım hiç yüzüme vurmadı.<br />
Köln Üniversitesi’ne yakın bir semtdeki<br />
öğrenci yurdunda kalıyormuş. Tranvay 15 dakika<br />
sonra Unicenter’in önünde durdu. Kapıdaki görevlinin<br />
dikkatli gözlerle beni süzdüğünü fark ettim.<br />
Rahatsız olmadım değil ama ev sahibini izledim.<br />
13. katta bulunan bir oda bir mutfak artı banyo.<br />
Küçük ve şirin. Şehir ayaklarımın altında. Katedralin<br />
ışıklarına rağmen gecenin içine bir ıssızlık çökmüştü.<br />
Dom’un silüetinde, ta orta çağdan kalma karanlıklar<br />
vardı. Bir ben, bir Carla ve bir de gece.<br />
Peki ötekiler neredeler? Balkondan yalnızlığın resmini<br />
çekerken Carla odadan seslendi :<br />
“Bir vakitler teröristler Alman İşveren Kuruluşu<br />
başkanını kaçırıp bu binaya saklamışlar. O<br />
günden beridir güvenlik bulunur bu yurt binasında.<br />
Fazla üzerinde durma..”<br />
sordu.<br />
Rahatlamıştım biraz.<br />
“Çay demleyeyim, ister misin?” diye<br />
“ Hayır. Kahve içelim” dedim.<br />
40<br />
Çay yerine kahve. Şark alışkanlığını bırakıp<br />
yeni bir alışkanlık edinmek zor gelmedi. Ne de<br />
olsa, kahve de sonradan Batı’ya mal olmuş bir keyifti.<br />
Kahvelerimizi yudumlarken „ Bana olan ilgini<br />
geç anladım” dedi. “Bilmiyorum” demekle yetindim.<br />
Acaba eski bir sınıf arkadaşıma olan benzerliğinden<br />
bahsetsemiydim. Vazgeçtim. Kırılırdı<br />
belki. “Ama pek güzel olmadığımın da farkındayım.<br />
Neye borçluyum ilgini?” Atlatmak için<br />
“Müzik evrensel bir şey, pekala ayrı insanları birleştirebilir”<br />
bahanesine sığındım.<br />
“Ben de bu duruma şaşırıyorum ya, Klasik<br />
müzik ve bir Türk. Bağdaştırmakla zorlandım.”<br />
“Haklısın” dedim. “Ama okullarda Batılı<br />
olmayı öğretiyorlar bize. Mesela aynı yüzyılda yaşamış<br />
iki müzisyen; biri Bach biri Itri. Doğu’nun<br />
Bach‘ı desem sana hemen anlarsın, Batı’nın Itri’si<br />
deseler bizde kimse anlamaz”.<br />
Sessiz kalınca tartışmaya girmeyeceğini<br />
anladım. Benden tecrübeli olmasını yaşına verdim.<br />
Benimle ilgili, ailem ve tahsilim hakkındaki kısa sorularına<br />
yine kısa cevaplar vererek geçiştirdim. Masasının<br />
üzerinde duran kitaplardan, rafta dizili kasetlerden<br />
ilgisini ölçmeye çalıştım. Bir iki kolay hazırlanabilen<br />
Türk yemeği öğretmeye söz verdim.<br />
Gecenin ilerleyen bir vakti hareketlendiğimi görünce<br />
kalmamı teklif etti:<br />
“Kannst du doch bei mir übernachten. Es<br />
ist schwierig in dieser Zeit Bahn zu finden.” Şaşkınlığımı<br />
anlayınca kanepeyi gösterdi. “Tamam”<br />
kelimesi ağzımdan çıkmış oldu bir kez. Sabah uyanınca<br />
o hala uyuyordu. Sessizce kahvaltıyı hazırlamaya<br />
koyulurken gözlerini açtı ve mahmur bir<br />
sesle “Guten Morgen” diyebildi. “Kahvaltıyı hazırlarım<br />
ben.” Bir müddet sonra kalktı; kahve pişirmeyi<br />
bilmediğimi düşünerek otomata yöneldi. Sırtıma<br />
başını yasladı, sonra birden banyoya yöneldi…<br />
Kahvaltı masasına oturunca tekrar yüzüme<br />
baktı.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
“İyi uyuyabildin mi?”<br />
“Evet”.<br />
“Kahvaltı için teşekkür ederim”.<br />
“Asıl ben sana teşekkür ederim. Yoksa dün<br />
gece eve yürüyerek gitmek zorunda kalacaktım”.<br />
Uzunca bir süre konuşmadan sessiz kaldık.<br />
Bu esrarengiz limanı dolaşırken sessizliği yine<br />
Carla bozdu. “Ali, biliyor musun, Carmina Burana<br />
aslında aşk ve mutluluk kutlaması. Ve bu eser gerçekten<br />
doğru bir zamanda yaşamıma girdi; bu yüzden<br />
bende ayrı bir yeri var! Sadece müzikal anlamda<br />
değil; aynı zamanda değişik insanların birbirleriyle<br />
olan ilişkilerini de anlatmaya çalışır”. “Ben<br />
iyi bir dinleyiciyim, yorumcu değil” dediğimi hatırlıyorum.<br />
“Bir de hayatı ıskalamak istemiyorum.<br />
Buradayım ve günü yaşıyorum”.<br />
“Hayattan hiç haberim olmadı ki Ali, onu<br />
şimdi ıskalayayım!” “Anlayamadım Carla.”<br />
“Yokluk ve sıkıntı çekmeden büyüdüm.<br />
Evin son çocuğuyum. Fakat kendimi sürekli ezik<br />
hissettim. Avrupa dışına gezmeye gittiğimde bile<br />
‘Norveçli’ olduğumu söylerim etrafıma.”<br />
“Tuhaf.” Tuhaf kelimesini işitir işitmez<br />
elimi avcunun içine alarak konuşmasını sürdürdü.<br />
“Çünkü utanıyorum. Babam eski bir Nazi. Bir bakanlıktan<br />
memur emeklisi şimdi. Memuriyetten<br />
bile atmadılar onu. Hergün bir ‘ritüel’ gibi bodrumdaki<br />
çalışma odasına iner, saatlerce Nazi marşları<br />
dinler, eski kitaplarını karıştırır, Kavgam’ı okur.”<br />
Bunları niçin anlattığını sorma cesareti bulamadım<br />
kendimde. Olayı doğal akışına bıraktım. Bir çırpıda<br />
ansızın sesini yükseltti: “Çocukluğumdan beri<br />
hep acı çektim durdum. Kötülüklerin kaynağı sayılan<br />
bir dünya görüşüne sahipti babam. Bir ömür<br />
boyu okulda, işte, sokakta hep bunları duydum,<br />
okudum ve öğrendim. Evimizde olan biteni ise arkadaş<br />
çevremden gizledim hep”.<br />
“Bir yabancıyla arkadaşlık etmem bile.”.<br />
Cümlenin sonunu getiremedi.<br />
Sarıldım. Gözlerinde biriken yağmur tanelerini<br />
elimle sildim.<br />
“Unuttun mu Carmina ne anlatıyordu?<br />
İnsanlar günah işlerken, ölümlerinden sonra<br />
Tanrı’nın onları cezalandıracağının da bilincindedirler<br />
.”<br />
“Ben senden teselli beklerken, sevgi dolu cümleler<br />
duymak isterken kelime oyununa başvuruyorsun”.<br />
Onu üzmek istemezdim ama içimdeki duygunun<br />
aşk olmadığını da bilecek yaştaydım. Duyduğum<br />
son cümle “Senin olmak istiyorum” oldu.<br />
Elimi tuttu, beyaz tenine götürdü. Kalbimin hiç bu<br />
kadar hızlı attığını hissetmemiştim. Hiçbir şey düşünmemeye<br />
çalıştım. Sadece dokunmanın verdiği<br />
hazza odaklandım. Beş duyuyu aynı anda yaşamak<br />
güzel bir şey olmalıydı mutlaka. Sonra ter bezlerim<br />
kurumuş vaziyette yatağın bir yanına yığıldım.<br />
Uyandığımda Carla hala yerinde kımıldamadan<br />
uzanıyordu. “Es ist immer so” diyebildi. Anlamıştım.<br />
Çocukluğun soğuk izleri öyle kolay geçmiyordu<br />
demek. Uzandım alnından öptüm…<br />
…………..<br />
Yıllar sonra Düsseldorf’da karşılaştık.<br />
Küçük bir kız çocuğu sımsıkı elini tutuyordu. Tebrik<br />
etmeye hazırlanırken; “Evlatlık aldım” dediğini<br />
duydum yalnızca. Ve yanımdan uzaklaştı hemen.<br />
Şaşırmadım. Yabancı bir hayatın kıyısında beklemek<br />
neymiş gördün şimdi dedim içimden. Hiçte<br />
söylendiği gibi acı değilmiş…<br />
Hem hıçkırarak ağlıyor hem de kendini sorguluyordu:<br />
41
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Halil HASOĞLU<br />
GÜZEL<br />
TÜRKÇEM<br />
Atadan yadigar ezelden beri<br />
Canımdır kanımdır benim lisanım<br />
Dilinden düşmesin Türk insanının<br />
Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />
Eğrisi yok büğrüsü yok bakarsak<br />
Ziynet olur kulaklara takarsak<br />
Yakut olur elmas olur yazarsak<br />
Özünde Türkçedir benim lisanım!<br />
Kuldan kula esen serin yel olur<br />
Canânıma tüten gonca gül olur<br />
Dosttan gelip dosta giden yol olur<br />
Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />
Yaradan emrini kula yetirir<br />
Dosta bilgi dosta sevinç götürür<br />
Nice gönül alıp işler bitirir<br />
Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />
Ona dil uzatanın dili lâl olsun<br />
Ona el sürenlerin eli hâl olsun<br />
Yaşatan yaşayana bin helâl olsun<br />
Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />
Kederli dostlara dilinden söyler<br />
Gâhi yazar, dinler, gâh kelâm eyler<br />
Türkü'ye hasretse acep niceyler<br />
Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />
Almanya, 10.09.2015<br />
42
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
Meltem ÇİMEN<br />
AĞAÇTAN<br />
OYULMUŞ<br />
HAYALLER<br />
Yoğun iş temposundan İstanbul’un tatlı baharını<br />
bile farkedemez olmuştu. İzlendiği hissiyle<br />
başını çevirince karşıdaki ağacın dalından bir sincabın<br />
kendisini izlediğini gördü. Tatlı tatlı hayallere<br />
daldığı sırada telefon çaldı ve iş dünyası onu sert bir<br />
sekilde çekip tekrar yutuverdi.<br />
Arabanın camından başını çıkarıp çöle<br />
baktı, rüzgarı estikçe serinlik gelmiyor daha çok<br />
kumlu tozlu bir hava gözlerine doluyordu. Orta Asyadaki<br />
bu küçük ülkede çile adı verilen sıcaklar başlamıştı.<br />
Komşu Aybelen teyze başının ağrıdığını duyunca<br />
‘kut kuymak gerek’ demişti. Hiç inanmazdı<br />
böyle seylere ama kendisine yardım etmek isteyen<br />
çekik gözlü ufak tefek Türkmen kadınını kırmak istememişti.<br />
Gelen şifacı yaşlı kadın rengarenk uzun<br />
yöresel bir elbise giymişti, elleri ve yüzü kırışık ve<br />
kuruydu ama gözleri pırıl pırıldı. Gözgöze gelince<br />
ürperdi ışıldayan gözlerinden.<br />
Başıyla yere oturmasını işaret etti şifacı,<br />
otoriter bir hali vardı. Hani makyaj yapıp topuklu<br />
ayakkabılar giyse, bir de markalı bir çanta koluna,<br />
İstanbul’daki şirketin ikinci yöneticisi kırmızı boya<br />
saçlı müdüre benzeyebilirdi bile..Düşüncelerini anlamış<br />
gibi ters ters baktı şifacı metal bir kaşığın içinde<br />
kurşunu eritip ay ışığı renginde bir sıvı haline getirirken.<br />
Kaşığın içinde parlayan aya takıldı gözleri.<br />
43<br />
İstanbul’da finans dünyasının tüm stresini<br />
yaşıyordu, Borsalar düştükçe geceleri uykusuz kalıyor,<br />
yükseldikçe mutlu bir gün geçiriyordu. Günü<br />
borsayı takip ederek ve arada sincabını izleyerek geçiyordu.<br />
Yavaş yavaş cami açıp biraz yaklaşmaya çalıştı,<br />
hatta evden getirdiği fıstıkları camın dışına<br />
koyup sincabın gelip yemesini bekledi. Sincabı<br />
ağaçta gördükçe küçükken dedesinin kendisi için<br />
ağaçtan oyduğu oyuncak sincabı aklına gelmiş,<br />
evde aramış bulmuştu. Daha sonra işe getirip masasının<br />
kenarına koymuştu. Artık iki sincap vardı ofisinde.<br />
Dedesi çakıyla oyarken kendisi de yardım etmişti<br />
ilk oyuncağının yapılmasına. Nemli ağaç kokusu<br />
burnuna geldi, ne severdi dedesinin küçük dükkanında<br />
vakit geçirmeyi. Güneş dükkanın kirli camından<br />
bir başka süzülürdü içeri. Annesi hiç istemezdi<br />
dede mesleğini sürdürmesini.<br />
Dedesi rölyef işlemeyi öğretirken hayatın<br />
önemini, gerçek mutluluğun ne olduğunu öyle derin<br />
anlatırdı ki, çocuk haliyle anlamasa da heyecanla<br />
dinlerdi hep. Maneviyatlı falan birşeyler hatırlıyordu<br />
o günlerden. Derin bir adamdı dedesi, ulvi bir<br />
sesi vardı, konuşurken ‘kırt kırt’ diye çıkan oyma sesine<br />
karışırdı ulu ulvi ses. Annesi ve ananesi daha<br />
çok ne pişirecekler derdinde olur, öğlene doğru evi<br />
nefis yemek kokuları kaplardı.<br />
Tamam demişti Aybelen teyzeye bir kere<br />
işte, ‘kut kuyacaklardı’ ya da herneyse iste ne derlerse<br />
yapacaktı eli mahkum. Başının üstüne bir örtü ile<br />
kapattılklarında gülmek geldi içinden. Sonrasında<br />
toplantısı olduğu için takım elbiseyle gittiğine utanmıştı<br />
biraz, bari kravatı sonra taksaydım diye düşündü.<br />
O sırada sifac mırıldanarak erimiş kurşunu<br />
tasın içindeki suya atıverdi... Cossss... Sertleşen kurşunu<br />
eline alıp uzun uzun incelerken dönüp kederli<br />
bir şekilde kendisine bakıp birseylermırıldandı. Sürekli<br />
mırıldanıyordu zaten. Bir süre Türkiye’de ya-
EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
şamış Aybelen ona korkak gözlerle bakıp sanki bir<br />
sır veriyormuş gibi gizemli bir ses tonuyla açıklama<br />
yaptı.<br />
‘Çile sıcağıyla geliyormuş seninkiler, öyle<br />
diyor şifacı. ’<br />
‘Ne geliyor yani?’ dedi saşkınca<br />
Yaşli sifacı kadın yine ‘maalesef’ der gibi<br />
başini sağa sola sallamıştı birşeyler söylemişti.<br />
‘Etrafına dikkatli baksın, diyor, görmediğini<br />
görsün, gördüğünü görmesin, kum engel olmasın’<br />
Borsanin düşüşü uzun sürdü, ciddi şekilde<br />
asabı bozuluyordu, artık ağaçtakı sincabı falan gözü<br />
görmez olmuştu. Hesap sahipleri olan müşteriler<br />
yavaş yavaş sıkıştırmaya başlamışlardı. Yaptığı ortaya<br />
çıkmadan tekrar düze çıkmayı hayal ediyordu.<br />
Masasında kendisine bakan oyuncağını gördükçe siniri<br />
bozuldu, çekmecenin içine atıverdi sinirle. Son<br />
zamanlarda oynadığı hesaplar öyle büyük kar etmişti<br />
ki, fazla paranın bir kısmını kendi özel hesabında<br />
işletip, tekrar aldıklarını geri koymayı hayal<br />
etmişti.<br />
44<br />
Yaşamaya başladığı yeni ülkesinde kendisine<br />
yakın davranan ama bir şekilde aralarına almayan<br />
komşuları kuruttuklari et gibi birşeyleri pazar<br />
günü kurulan çöl pazarına götürür satarlardı. Etin<br />
yanı sıra kımız, bir çeşit ekmek, gümüş halkalari birleştirerek<br />
yaptıkları kolyelerden de para kazanırlardı.<br />
Baş ağrısı dışında hayatında hersey yolundaydı<br />
ama iç hesaplaşmalarını bir türlü bitiremiyordu. Ne<br />
demişti dün arsasını almak için ziyaret ettikleri yaşlı<br />
Türkmen amca, yaşam avucunuzda bir avuç tuza<br />
benzer, azar azar vaktinde yalamazsan ellerini<br />
yakar.<br />
O günü hiç unutmamıştı, yemekte çok dalgındı,kravatını<br />
çıkardı cebine koydu, annesini bir<br />
türlü geri aramaya cesaret edemiyordu. Arkadaşlarının<br />
konuştukları onu hiç çekmiyordu. Hepimiz<br />
takım elbiseyle uzaylı penguenlere benziyoruz diye<br />
düşündü. Dışarıya çıkıp yağmur yüzünü okşamaya<br />
başladığında rahatladığını hissetti. Birkaç güne<br />
kadar borsa yükselmezse ne yapacağını düşünmesi<br />
gerekiyordu. Annem çok üzülecek ama diye düşündü.<br />
Babasız olarak kendisini büyütmüş okutmuş, bir<br />
çok şeyden fedakarlık etmişti. Halen konuda komşuda,<br />
gün gezmesinde hep kendisiyle övünür dururdu<br />
biliyordu. Bitmez tükenmez kendisine kız bulma<br />
çalışması da vardı tabii ki. Yağmur hızlandı, hizlandıkça<br />
damlalar soğudu sanki, yüzünde yağmuru hissetmek<br />
hoşuna gitti. Yaşadıkları küçük kasabada sokakta<br />
oynarken yağmur yağıyor diye eve gitmezler<br />
oğlanlarla top peşinde koşmaya devam ederlerdi.<br />
Aynı böyle olurdu işte,yağmur hızlanınca damlalar<br />
da soğurdu sanki. İçinden bir topa tüm gücüyle vurmak<br />
geldi, sağnakta ıslandı, koştu koştu yandaki<br />
parka doğru, ağaçların karanlığının arasına koştu<br />
koştu, topu bulsa hemen vuracaktı tüm gücüyle...<br />
Kadınlar rengarenk giyinmişler, etrafta çicekler<br />
gibi dolaşıyorlardı çöl pazarında. Başındaki<br />
şapka güneşi kesemiyordu sanki... Halıcılar halılarını<br />
satmaya çalışıyor, gümüşçüler gümüşlerini övüyordu.<br />
Turistler ve iş için gelmiş yabancılar alabildikleri<br />
kadar sey almaya çalışıyor gibilerdi. Sesler<br />
seslere, halılar gümüşlere, kımızlar kazanlarda<br />
pişen pilavlara, kumlar krallara, krallar yıldızlara karışıyordu.<br />
Öyle mistik bir havası vardı.<br />
Çöl pazarı karışıklıklarıyla, tezatlarıyla, sıcaklarıyla,<br />
temposuyla her hafta olduğu gibi en sevdiği<br />
yerlerden biriydi bu ülkede. Ilk geldiği yıl tesadüf<br />
marangoz dükkanının önünden geçerken bulduğu<br />
rölyef ustası Rafat’ı gördü uzaktan. O tarafta işi<br />
oldukça atölyeye uğrar ağaç kokusunu içine çeker,<br />
ustanın yaptıklarını izlerdi. Sadece Türkmence konuşan<br />
Rafat ile çat pat sohbet bile ederlerdi. Öylece<br />
samimi olmuşlardı zaman içinde. Rafat yeni kapıları<br />
getirmiş, kamyonuna yan yana dayamış satılması<br />
için bekliyordu. Kapılar ağacın budaklarına uygun<br />
sekilde oyulmuş, ustalıgın doruklarında yapılmıştı.<br />
Oldum olası severdi ağaç oymasıyla ilgilenen kişileri.<br />
Kırmızı sincap pencereye gelmiyordu<br />
artık. Borsanın durumunu takip etmekte diğer işle-ri<br />
yapamaz olmuş yavaş yavaş müdürlerin dikkatini<br />
çekmeye başlamıştı. Haftalık toplantıda işlerin tıkandığı<br />
noktalar hep kendisinin yapması gereken pozisyonlarda<br />
ortaya çıkıyordu. Ah şu borsa bir pat lasa<br />
yine, hem müşterilerin parasını geri koyacak hem<br />
de bu ruhsuz dünyayı bırakıp kendi hayatını arayacaktı.<br />
Camin içindeki fıstıkları da halen duruyordu.Annesine<br />
‘Artık yeter bu kadar başkasının<br />
ekmek kapısında çalışmak, biraz da kendim patron
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
olayım’ diyecekti. Patron olma merakı yoktu artık<br />
ama annesinin hayalleri devam etsin, konuya komşuya<br />
anlatacak birseyleri olsun diye, tatlılık olsun<br />
diye öyle diyecekti. Konuyu yine evlilik işine getirecekti<br />
annesi ‘sana bir kız buldum ama bak bu kız<br />
bir başka’ diyecekti her zaman ki gibi.<br />
Güneşe doğru gitmek istiyorum anne<br />
demek istedi bir kaç kere. Ama annesini küçük dünyasında<br />
mutsuz etmek istemedi. Kendi hayalleri ile<br />
annesinin hayallerinde gitti geldi hayatı, güneş<br />
yoktu o hayallerde, başarı vardı, para vardı. Rüyasına<br />
giriyordu sincabı, güneşe git diyordu. Şu borsa<br />
bir yükselse... Hoşuna gitti, kulağına tatlı geldi güneşe<br />
gitmek, öylece direk havaalanına gitmek istedi,<br />
bilet bölümüne gidip uçak bileti almak istiyorum<br />
diyecekti,<br />
‘Nereye beyefendi’ diye soracaklardı,<br />
‘Güneşe diyecekti, güneşe gitmek istiyorum’<br />
tatlı tatlı gülecekti sarışın bilet satan kız. Annesinin<br />
bulduğu kıza benziyor mu acaba diye düşünecekti<br />
tabii.<br />
‘Ne zamandır kimse sormamıştı, dur bir sorayım<br />
nasıl veriyorduk bileti’ diyip içeri gidecekti.<br />
Gülümsedi hayalini bile mantıksızca hayal edemiyordu,<br />
örneğin ne olurdu sarışın bilet satan kız içeri<br />
gidip sormadan ‘tabii efendim bir saniye’ diyip biletini<br />
uzatıverse. Yok ama öyle hayal kuramıyordu<br />
işte, hayalsiz kalmıştı yıllardır, geride kalanlarla<br />
ancak bu kadarını hayal edebiliyordu.<br />
Neyse sonra kız içeriden gelecek biletini<br />
uzatacak, çapkın çapkın gülümseyerek ‘Güneşe<br />
selam söyleyin’ diyecekti kırmızı rujlu dudaklarıyla<br />
öpücük yollarcasına.<br />
Borsayı geride bırakacaktı, müdürün yaptığı<br />
basit şakalara kahkahalarla gülen arkadaşlarını<br />
hiç özlemeyecekti. Şu borsa bir yükselse... Annesi<br />
çok üzülecekti. Oyma işi yapan dedesini ise hiç düşünmek<br />
istemedi.<br />
45<br />
Rafat usta müşterilerle meşgulken eliyle kapının<br />
üzerine oyulmuş ağaç üstündeki hayvan figürlerine<br />
dokundu. Detaylar büyük sabırla çalışılmıştı..<br />
Kapı çok güzel diye düşündü, alsa nereye götürecekti,<br />
nasıl götürecekti, kalın sert bir ağaçtan yapılmıştı.<br />
Eliyle asma yapraklarına dokundu, yumuşacıktı<br />
sanki, dedesinin yanındayken duyduğu ağaç kokusunu<br />
duydu yine. Rölyef boyunca yukarıya doğru<br />
elini gezdirdigi sırada arkadaşı onu bırakmış bir<br />
Amerikalıyla ilgilenmeye başlamıştı, hararetli hararetli<br />
pazarlık ediyorlardı.<br />
Rahmetli dedesiyle ne eğlenirdi ağaç oyarken.<br />
Dal boyunca elini gezdirmeye devam etti, diğer<br />
ucuna gelince birden dondu kaldı, eli buz gibi oldu,<br />
bazı oyuklara kumlar dolmuştu, eliyle temizledi<br />
çabuk çabuk, içi ürperdi çöl sıcagında dalın ucundaki<br />
sincap kabartmasına bakarken. Aynı iş yerinde<br />
kendisine bakan kırmızımsı sincap gibi arka ayaklarının<br />
ucunda kalkmış, kuyrugu yanda, kıpırdamadan<br />
duruyor ve kendisine bakıyordu. Yutkundu. Uzanıp<br />
dokundu, elinin altında sincabın minik tahtadan<br />
ellerini hissetti. Amerikalı kapıyı aldığından memnun,<br />
arkadaşı yaşlı usta da iyi bir fiyata sattığından<br />
memnun kapıyı arabaya yukluyorlardı. Elini kapının<br />
üstündeki kabartma sincabın üstünden çekemiyordu.<br />
Diğer elini çantasına atıp ilk oyuncağı olan<br />
dedesinin yaptığı sincabı buldu, yanyana getirdi, elleri<br />
titredi, aynı duruş, aynı yanda kuyruk...<br />
‘Dede’...gözleri doldu. Çile sıcağıyla birşeyler geliyor<br />
mu demişti ne demişti bu şifacı kadın o gün.<br />
Arkada bekleyen taksinin şöförünün sesiyle<br />
irkildi. ‘Saat 2 oldu, kum fırtınası geliyor’ dedi.<br />
Unutmuştu randevusunu, arsa alacağı birisiyle görüşecekti,<br />
rüzgar artmış, kum iyice kalkmıştı. Etraftaki<br />
kalabalık hareketlenmiş yerli halktan herkes<br />
sakin hareketlerle başına uzunca bir beyaz bir bez<br />
sarmaya çalışıyordu. İleri geri panik halinde koşup<br />
arabalara binmeye çalışanlar sadece turistlerdi. Etrafı<br />
seçemiyordu artık, kum fırtınası yoğunlaşmış<br />
güneşi kapatmaya başlamıştı. İlk geldiği yıl çok<br />
korkmuştu kum fırtınasından ama artık buradaki hayatının<br />
bir parçası olmuştu. Çöle has o tuhaf uğultuyla<br />
taksiye doğru sakince ilerlerken başını öne<br />
eğip yüzünü kumdan korumaya çalıştı ama nafile.<br />
Güneş artık havadaki kumdan görünmez olmuş,<br />
etraf iyice kararmıştı. Avucundaki sincabı sıkıca tutarak<br />
taksiye bindi kumlu acıyan gözlerle.<br />
‘Nereye?’ dedi taksici<br />
‘Güneşe’ dedi... ’doğru güneşe.’<br />
Köln, 13.12.2015
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Abdulkadir BAŞ<br />
GERİDE KALANLAR<br />
Dolunayda adım adım,sokakları arşınladım,<br />
Asırlardır ziya saçan mabedlerde sabahladım,<br />
Bu şehrin her köşesinde, kavgamdan hatıralar var,<br />
Yalnız kalmış olsam bile, yüreğimde o sevdalar.<br />
Akıl tutulmalarına saplanıyor bedenim,<br />
Akıntıya karşı yüzen ,sanki bir sal gibiyim,<br />
Tutup da ellerimden çeken yok mu karaya?<br />
Ahde vefa beklerdim , onca pak hatıraya.<br />
Gidenlerin ardından, ancak safa dizildik,<br />
Boynu bükük garipleri nasıl teselli ettik,<br />
Bir kutlu sevda için serdengeçen pusatlı,<br />
Yine doğru bil bizi, kavlimizden dönmedik!<br />
Helal et hakkını , bize şefaat eyle,<br />
Bıraktığın gibiyiz, şimdi yaban ellerde,<br />
Koyu gri yıllardan kurumuş bir gül kaldı,<br />
Kafeste açan umut , tel örgüye takıldı.<br />
Ayın şavkı vurunca, gölge gibi uzanan,<br />
Kaybolan yıllar değil, hüzündür arda kalan,<br />
Yüce dağ başında, yürekleri donduran,<br />
Koskoca bir vatandır, çığ altında saplanan,<br />
46
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
Murat AYBİRDİ<br />
GURBET<br />
AKŞAMLARI<br />
Hatçe Ana, sabah ezanıyla uyanıp dışarı<br />
çıktı. Köyden yükselen tütsü kokusunu kesik kesik<br />
öksürüklerle içine çekti. Ağır adımlarla kümese<br />
doğru yönelip tavukları kontrol etti. Sabah rüzgarının<br />
ürperten serinliğine aldırmadan bir süre kümesin<br />
çevresinde dolandı. Uzaklarda bir yerlerde acı<br />
acı havlayan köpeklerin sesine kulak verip ne olduğunu<br />
anlamaya çalıştı. Bu sabah sanki köy, her zamankinden<br />
daha kasvetliydi. Ağır adımlarla içerinin<br />
yolunu tuttu ve abdest alıp Yaradan’a yöneldi.<br />
Namazı bittiğinde nasırlaşmış ellerini dua için açtı.<br />
Kısık bir sesle dakikalarca dua etti. Güneş, yaramaz<br />
bir çocuk sevecenliği ile görünmeye başlayınca<br />
usulca yerinden doğrulup Ali’nin kahvaltısını hazırlamaya<br />
başladı. Ali’yi, bu zalim hayattaki tek dayanağını,<br />
bugün Almanya’ya uğurlayacaktı. Yanardağa<br />
dönüşen yüreğindeki ateş, nefesini kesiyor;<br />
gırtlağındaki düğüm onu soluksuz bırakıyordu.<br />
Yağmur yüklü bulut hüznü çöken bakışları, etrafı<br />
anlamsızca süzdü. Yılların eskitemediği Hatçe<br />
Kadın, nedense bugün kendini öksüz bir çocuk gibi<br />
hissediyordu. Nedense titrekti bakışları, bir maratonu<br />
soluksuz bitiren yarışçıdan farklıydı kalp atışları.<br />
-Varsın birimiz, bin olmasın. Varsın toprak<br />
kokan ellerimiz, günden güne nasırlaşsın. Hem huzurumuz<br />
yerinde, canımız sağ değil mi? Ben, sen olmadıktan<br />
sonra parayı pulu ne’deyim?<br />
47<br />
Hatçe Ana’nın kendi kendisiyle konuştuğu<br />
da hiç görülen şey değildi. Yaşlı gövdesini taşımaya<br />
çalışan kader yorgunu bacaklarının sızlanmasına<br />
aldırmadan ve kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle<br />
doğruldu. Şimdi Ali’yi kaldırmalı ve onunla<br />
geçecek şu birkaç saate koca bir ömür sığdırmalıydı.<br />
Ali, uyuyor görünse de aslında sabaha<br />
kadar gözünü kırpmamıştı. Çocukluğunu, gençliğini<br />
yaşadığı bu köyden ayrılacak olmasına mı,<br />
yoksa garip anasını hepten garip bırakmasına mı<br />
yansındı? Mutfaktan gelen taze ekmek kokusu, çaydanlığın<br />
fokurtusu ve Hatçe Ana’nın iniltisi eşliğinde<br />
dalıp çok uzaklara gitti. Kaşla göz arasında<br />
ruhu mazinin sisli sayfalarında dolaşmaya başlamıştı<br />
bile. İşte yine Kezban Kız’la her zamanki<br />
yerde, Kınalıtepe’de, o koca çınarın altında beraberlerdi.<br />
Kezban Kız’a gözyaşıyla yıkanan ve Anadolu’nun<br />
yanık sıcaklığını yansıtan türküler söylüyor,<br />
onun pamuk saçlarını avuçlayıp kokluyordu.<br />
Ona bir kara kış günü nasıl sevdalandığını, onu bu<br />
dünyadaki her şeyden çok sevdiğini anlatıyordu.<br />
Aylardan mart, günlerden mutluluktu. Ağaçlar çiçeğe<br />
durmanın telaşını yaşarken güneş neşeli bakışlarla<br />
genç aşıkları selamlıyordu. Birden her yer<br />
bir karanlığa büründü sanki. Kınalıtepe’ye çöreklenen<br />
kara kara bulutlar, adeta öfke kusuyor, yıldırımlar<br />
Kınalıtepe’yi dövüyordu. Kezban Kız çığlık<br />
çığlığaydı. Bir mahşer yerini andıran köyden hıçkırıklar<br />
yükseliyor ya da Ali öyle zannediyordu.<br />
İnsanlar, toprak damlı evlerin kör pencerelerinden<br />
bu hazin manzarayı ürkek bakışlarla seyrediyorlardı.<br />
Oysa köy ne mahşer yerine dönmüştü ne de köyden<br />
yükselen hıçkırıklar vardı. Ali, düğün alayını<br />
cenaze alayı; beyaz gelinlik içindeki Kezban Kız’ı
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
da kefene bürünmüş bir ak güvercin zannediyordu.<br />
Kim bilir belki de ölen, yıllarca beslediği sevdasıydı,<br />
sevdalısıydı. Sahi bir sevda bu kadar çabuk ölebilir<br />
miydi ya da bir sevgi bu kadar kolay tüketilebilir<br />
miydi? Yüreklere atılan sevgi tohumları bu<br />
kadar çabuk mu çürürdü? Ali’nin buğulu bakışları,<br />
toprak damlı evin tahta döşemeli tavanına demirlenmişti.<br />
Kırgındı, kaygılıydı ve küskündü hayata.<br />
O, okşamaya, koklamaya kıyamadığı<br />
beyaz güvercin, nasıl olduysa yad ellere gelin gitmişti.<br />
Ömer Efendi, zengin birini bulunca bu fırsat<br />
kaçmaz deyip Kezban Kız’ın yüreğine dağ, sevdasına<br />
kelepçe vurmuş, onu gözü yaşlı da olsa gelin etmişti.<br />
Ali, işte o gün bu köye onu bağlayacak hiçbir<br />
şeyin kalmadığını anlamış, köyden uzaklaşmak<br />
için çareler arar olmuştu. Almanya’ya işçi alımını<br />
duyunca da kararını hemen vermişti. Bulanık bir<br />
hayal deryasından sıyrılmamanın telaşıyla ya<br />
anam, diye geçirdi içinden. Anam, bu ayrılığın yükünü<br />
ne kadar çeker? Yoksa kalsa mıydı, hayata bıraktığı<br />
yerden yeni ümitlerle başlasa mıydı? Yok<br />
yok böylesi daha iyiydi. Hem bir süre uzaklaşmalı<br />
buralardan, bu yürek yangınını yad ellerde dindirmeli.<br />
Hatçe Ana, sobaya bir şiş sokmuş, amaçsızca<br />
sobayı karıştırıyor, gözünden yanaklarına süzülen<br />
yaşlara aldırmadan bakışlarını bir noktaya sabitlemiş,<br />
boğazına düğümlenen hıçkırıktan kurtulmaya<br />
çalışıyordu. Başında hala sabah namazından<br />
kalma namaz örtüsü vardı. Gözünden süzülen inci<br />
taneleri, sobadan dökülen kızgın küllerin üzerine cızırtıyla<br />
akıyor, Hatçe Ana’nın gözleri buğulanıyordu.<br />
Yüreği bu ayrılığa nasıl dayanacaktı? Sonra o<br />
dilini, dinini bilmediği, “ha!” değince imdadına yetemeyeceği<br />
diyarlarda Ali ne ederdi? Kazaya bile<br />
arada bir giden Ali’nin gurbet ellerde bu acımasız<br />
hayatla nasıl baş edeceğini düşündükçe gırtlağındaki<br />
düğüm onu daha bir nefessiz bırakıyordu. Gurbetin<br />
ülke sınırları dışında başladığını Hatçe Ana<br />
çok iyi biliyordu. Gurbet altı harflik bir sözcük değildi<br />
onun lügatinde. Gurbet, dilinin sıcaklığını hissedememek,<br />
ezan sesiyle ruhunu dindirememekti,<br />
Gurbet, kalabalıklar içinde, bataklığa gömülmüş<br />
yalnız bir ağaç hüznüyle yaşamaktı.<br />
Ali, ruhunu esir alan hayal âleminden sıyrılıp<br />
kendini dışarı attı. Rengârek çiçeklerin süslediği<br />
bahçeye taze bir bahar kokusu yayılmıştı.<br />
Derin bir nefes alıp bahçedeki kuyuya kovayı daldırdı.<br />
Berrak suda bir müddet kendini seyrettikten<br />
sonra avuç avuç su alarak yüzündeki geceden kalan<br />
sersemliği dağıtmayı denedi. Olmuyordu işte, ne<br />
yapsa ruhundaki yorgunluğu, sersemliği yok edemiyordu.<br />
48<br />
Kahvaltıda ne Hatçe Ana konuşuyor ne de<br />
Ali’nin ağzını bıçak açıyordu. Birden Hatçe Ana,<br />
boğuk bir sesle “Gitme oğul!” deyinceye kadar metanetini<br />
koruyan Ali, anasının ayaz yemiş ellerine<br />
sarıldı ve onun o toprak kokan göğsüne başını dayayıp<br />
öylece kalakaldı. Zaman durmuş, bakışlara<br />
kilit vurulmuştu işte. Hatçe Kadın, Ali’nin kararlılığını<br />
bildiğinden olsa gerek daha da bir şeyler söyleyemedi.<br />
Göstermelik bir kahvaltıdan sonra nihayet<br />
yolculuk saati gelmişti. Ali, yitik sevdasını ve<br />
garip anasını geride bırakıp köy arabasına binmişti.<br />
Yaşlı köy arabasının gök gürültüsünü andıran sesine<br />
aldırmadan ve ne olduğunu anlamadan kendisini<br />
kasabada buldu. Kazada kendisini bekleyen<br />
grupla önce otobüsle İstanbul’a, oradan da uçakla<br />
Almanya’ya vardı.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
EDEBİYAT<br />
Bir ayakkabı fabrikasında işe başlayalı bir<br />
ay olmuştu. Köyde akıp geçen zaman, bu gurbet<br />
elde ıssız bir adaya demir atmış gemi gibi adeta yerinden<br />
kımıldamıyordu. İnsanların konuştukları<br />
dilde kendi dilinin tadını, ana sıcaklığını duyamayan<br />
Ali, sanki hem kendinden hem de çevresindekilerden<br />
uzaklaşıyor, belki de kaçıyordu. Artık<br />
güneş bile farklı doğup farklı batıyordu. Üstelik<br />
artık uyanırken ne horoz sesi duyuyor ne de köyünün<br />
dağ havasıyla ciğerlerini doldurabiliyordu.<br />
Hele o her okunduğunda huzur bulduğu ezan sesine<br />
hasret kalışına ne demeliydi? Susuyordu sürekli,<br />
inadına susuyordu. Çok para kazanıp köye “Alamancı”<br />
olarak dönecekti belki ama ne hikmetse şu<br />
zaman, bir türlü geçmiyordu işte. Kezban Kız ise<br />
içerisinde hala kanayan bir yara olarak tazeliğini<br />
koruyordu. Ya anası? Onu aklından bir an olsun çıkaramıyor,<br />
hep yanı başında hissediyordu. Onun<br />
namazda kendisine dualar ettiğini duyar gibi oluyordu.<br />
Sokaklardan el ayak çekildiğinde hızlı<br />
adımlarla evinin yolunu tutuyor, içeri girer girmez<br />
kadife kaplı çekyata yüzükoyun uzanarak köy akşamlarının<br />
hayaliyle bir süre öylece kalıyordu. Dilini,<br />
dinini, örf ve adetlerini bilmediği insanlar arasında<br />
ne kadar da yalnız ve çaresizdi. Gurbetin<br />
ağırlığını ayaz yemiş bedeni kaldırabilecek miydi?<br />
Daha ne kadar dayanacaktı bu ayrılığa? Yerinden<br />
doğrulup banyoya yöneldi. Aynaya bakmaktan korkarcasına<br />
başını aşağı eğip elini, yüzünü yıkadı.<br />
Sonra balkona çıkıp şehrin üzerine siyah bir tül gibi<br />
çöken akşamın serinliğini içine çekti. İçi ürpermişti.<br />
Şimdi şuracıkta deliler gibi bağırsa, memleketten<br />
bir türkü tuttursa ne derlerdi ona?<br />
49<br />
Önceleri kimseyle konuşmayan, hatta konuşmaya<br />
çekinen Ali, bir müddet sonra derdini anlatabilecek<br />
kadar da Almanca öğrenmeye başladığında<br />
Hans adındaki bir Alman’la sıcak bir dostluk<br />
kurmuştu. Dilini, dinini, kültürünü bilmediği bir ülkede<br />
biriyle bu kadar samimi olmasına zaman<br />
zaman kendisi de bir anlam veremiyordu. Şunu<br />
artık iyi biliyordu ki dostluğun ve arkadaşlığın dili,<br />
dini yoktu. İnsan vardı sadece, birbirini karşılıksız<br />
seven ve birbirini renginden, ırkından dolayı ötekileştirmeyen<br />
insan… Üstelik öyle olmasaydı<br />
Hans’la bu kadar samimi olabilir miydi? Hans’la samimi<br />
olmasa yalnızlığını bu kadar kolay dindirebilir<br />
miydi?<br />
Ali, zaman geçtikçe kendini daha da rahatlamış<br />
ve bu ülkeye alışmış hissediyordu. Ayrıca ilk<br />
başlarda beynine paslı bir hançer gibi işleyen çan<br />
sesleri artık onu rahatsız etmiyor, fırsat buldukça<br />
bu koca şehri keşfetmek için saatlerce dolaşıyordu.<br />
Farklı dile, farklı dine sahip insanların arasında rotası<br />
belli olmayan bir gemi gibi yalpalaya yalpalaya<br />
yürüyor, geç saatlerde evinin yolunu tutuyordu.<br />
Yoksa gittikçe kendisi de farklılaşıyor muydu? O,<br />
Anadolu’nun bağrından kopup gelen, elleri nasırlı,<br />
yüreği yanık Ali’ye bir haller mi olmuştu?<br />
O gün işten erken çıkmıştı ve biraz dalgındı.<br />
Bir müddet, serseri adımlarla Hamburg’un<br />
çorba kokan kalabalık caddelerinde dolaştı. Bir kebapçıya<br />
gidip bir şeyler yemeyi düşünde, sonra vazgeçti.<br />
Az sonra başlayan yağmur, köyünün yağmurlarına<br />
pek benzemese de sonuçta yağmurdu<br />
işte. İnsan da böyle değil miydi? Rengi, dili, kültürü<br />
farklı da olsa hepsi aynı geminin yolcusu değil<br />
miydi zaten? Yağmurdan kaçanlara baktı, kim bilir<br />
onlar ne maceralarla yüklülerdi? Kendisi de kalabalığa<br />
karışıp nereye gittiğini bilmeden uzunca bir<br />
süre yürüdü. Artık bu kalabalığın, bu ülkenin ve bu<br />
dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğunu iyi biliyordu.<br />
Küçük bir tohum olarak dünyaya atılıp oraya<br />
kök salan bir koca çınardı o. Ne yazık ki bu koca çınarın<br />
kökünün dallarına sözü geçmiyordu artık. Kökünden,<br />
benliğinden, Türklüğünden gittikçe uzaklaşıyordu<br />
işte. Hem Türkçe konuşamamak da o<br />
kadar rahatsız etmiyordu onu.<br />
Gün ikindiyi vurduğunda Hatçe Ana, bacağındaki<br />
ağrılardan olacak sızlanarak doğruldu.<br />
Ali’nin hatıraları saklı bahçeyi birkaç adımda tüketti<br />
ve incir ağacının serin gölgesine çömeldi. Başındaki<br />
oyalı yazmanın ucuyla alnındaki teri sildi.<br />
Karşı dağların tepelerinde beyaz bir tülü andıran<br />
kar yığınları vardı. Gözünü bir an kızıllaşmaya başlamış<br />
ufuklardan alamadı. Karşı dağlar yanıyordu<br />
sanki. Oysa yanan karşıki dağlar değil onun yüreğiydi;<br />
çünkü içerisinde koca bir alev vardı. Bu alev<br />
onu içten içe yakıyor, nefesini kesiyor ve onu soluksuz<br />
bırakıyordu.
EDEBİYAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Az sonra muhtar elinde beyaz bir zarfla göründü.<br />
Muhtarı karşılamak için kalkmaya yeltendi;<br />
ama başarılı olamadı.<br />
-Ne ediveriyon Hatçe Ana?<br />
-Ne edivereyin oğul, yaşlılık, yuvarlanıp<br />
gedeyoz işte.<br />
-Gözün aydın, Ali’den mektup var.<br />
-Mektup mu?<br />
-He ya, mektup...<br />
Hatçe Ana’da bir durgunluk…Muhtar,<br />
zarfı açıp “Garip Anam” diye başlayan mektubu<br />
okumaya başlayınca Hatçe Ana’nın donuk gözlerindeki<br />
bulutlar, yağmur olup boşaldı. Yüreğindeki<br />
koru Erciyes’in karı bile söndüremeyecek haldeydi.<br />
Mektubu alıp kokladı ve göğsüne Ali’yi basarmışçasına<br />
öylece yüreğine bastı. Gözlerini sararan<br />
ufuklara dikerek koca bir dağı sırtlamışçasına iniltiyle<br />
ve hıçkırarak dakikalarca ağladı, ağladı.<br />
Sonra bir çağlayana dönüştü gözyaşları say ki sıladan<br />
gurbete doğru aktı, aktı.<br />
O gece ne yaptıysa uyuyamadı Ali. Önce<br />
sağ tarafına yatmayı denedi, olmayınca sol tarafına<br />
döndü. Sırt üstü yatıp içeri sızan loş ışığı seyre koyuldu.<br />
Başucundaki su bardağına uzanıp sudan bir<br />
yudum aldı. Su, çok sıcaktı. Derin bir nefesle uyumak<br />
için tekrar yeltendi. Henüz yenilmiş ve yenilgiyi<br />
kabullenememiş bir güreşçi hırçınlığıyla yorganı<br />
başına çekti. Yorgan sanki nemliydi. Havasızlığa<br />
daha fazla dayanamadı, yorganı üzerinden attı.<br />
Bir gurbet gecesinin kasaveti çökmüştü tüm odaya.<br />
Üstelik bu kasaveti içeri sızan loş ışık bile yok edemiyordu.<br />
Gün ışıdığında o hala uyumak için mücadele<br />
veriyordu. İçerisi yarı aydınlıktı; perdeler,<br />
içeri sızmaya çalışan güneşe geçit vermemek için<br />
çabalıyorlardı sanki. Savaştan mağlup ayrılan bir<br />
asker ürkekliğiyle doğruldu, gözlerini ovuşturup<br />
bir süre esnedi. Yıkanıp kahvaltıya oturdu. Kahvaltı<br />
masasının üzerindeki tabakların birinde dünden<br />
kalan üç beş zeytin, az ötede birkaç dilim ekmek ve<br />
50<br />
köy peynirine hiç benzemeyen; ama peynir denilebilecek<br />
türden bir şeyler vardı. Bir bardak çay içtikten<br />
ve birkaç zeytin yedikten sonra işte kahvaltı bitmişti.<br />
İşe geldiğinde Ali’yi Hans’ın sıcak bakışları<br />
karşıladı. Hans, Ali’den öğrenebildiği kadar ve<br />
aslında bozuk sayılabilecek bir Türkçeyle “ Gunaydin,<br />
dostum. ne yapıyor sen?” deyince bedeninde<br />
bir sıcaklık hissetti. Evet, bu doğruydu. Hans,<br />
onun en yakın arkadaşı, dert ortağı ve dostuydu. Ne<br />
yazık ki Hans gibilerin sayısı çok değildi. O da olmasa<br />
zaten bu garip diyarda hepten yalnızlığa gömülecekti.<br />
Hans, ne olduğunu anlamadan kendini<br />
Ali’nin kolları arasında bulmuştu. Ali, onu sıkı sıkı<br />
sarıyor ve içinden “ Arkadaşlığın, dostluğun dili<br />
bir; sevginin dili hep aynı.” diye söyleniyordu. Uykusuz<br />
geçen bir gecenin ardından başlayan gün,<br />
neyse ki çok güzel geçmişti. Ali, iş çıkışı Hans’la<br />
bir Türk lokantasına gidip döner yemiş ve sonrasında<br />
yine bir Türk çay ocağında tavşan kanı birkaç<br />
bardak çay içmiş, günü bir Alman mağazasında<br />
alışveriş yaparak noktalamıştı. Hans’tan ayrılıp da<br />
eve geldiğinde saat 22.00 civarındaydı. Dilinde sebebini<br />
anlamadığı bir türküyle yatağına uzandı.<br />
Gözleri titriyor, kırık dökük bakışları tavanı dövüyordu.<br />
hey!<br />
Allı turnam, bizim ele varırsan,<br />
Şeker söyle kaymak söyle, bal söyle,<br />
Oy, gülüm gülüm!<br />
Kırıldı kolum, tutmuyor elim, turnalar<br />
Allı turna…<br />
Dudaklarında yarım kalan mısralar, az<br />
sonra yerini iç çekişlere bıraktı. Tavana çivilenen<br />
bakışları usulca yana kaydı, gözlerinden dökülen<br />
mercan parçaları, yastıkta garip çizgilere dönüşmüş,<br />
soluk alıp verişi de başkalaşmıştı. Kendini<br />
gurbet akşamlarının buruluğuna bırakıp çoktan<br />
memleketinin sıcaklığında dolaşmaya başlamıştı<br />
bile.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KÜLTÜR<br />
Behruz HAKKI<br />
KARAGÖZ VE HACİVAT<br />
ALMANYA’DA<br />
Almanya'daki tek gölge oyunu ustamız<br />
Ali Köken 22 yıldır Köln'de perde kurup oynattığı<br />
Karagöz ve Hacivat sanatını gelecek nesillere<br />
aktarıyor. Oğlunu da karagöz Hacivat ustası<br />
olarak yetiştiren Köken, Almanca olarak da oynattığı<br />
bu gölge oyununa Almanların da ilgisinin<br />
büyük olduğunu belirtiyor.<br />
Almanya'nın Köln kentinde yaşayan Ali<br />
Köken, 55 yıldır Almanya'da yaşayan ve bu ülkeye<br />
uyum sağlamakta zorlanan bir toplumun komik<br />
yönlerini, saçmalıklarını, Alman ve Türk toplumunun<br />
entegrasyona karşı duruşuna bir başka açıdan<br />
bakıp 22 yıldır Karagöz Hacivat tarzı ile olayları yorumluyor.<br />
Ali Köken bu kadarıyla da yetinmeyip<br />
Türkiye'de bile yeterince usta yetişmezken Avrupa'nın<br />
ortasında 25 yaşındaki oğlu Erkan Kökeni<br />
Hacivat Karagöz ustası olarak yetiştirmiş. Erkan<br />
51<br />
Köken babasıyla birlikte bu gölge oyununu sadece<br />
oynatmakla kalmamış, bir de Almanca'ya uyarlamış.<br />
Almanlar kendilerini buluyorlar<br />
1982 yılında Türkiye'deyken tanıştığı Mustafa<br />
Mert isimli Karagöz ustasının<br />
yanında çıraklık yaparak<br />
başlayan Ali Köken, bugüne<br />
kadar Avrupa'da yüzlerce<br />
gösteriye imza atmış. Ali<br />
Köken kendi uyarlamasıyla<br />
Almanların da kendilerini bu<br />
gölge oyununun içinde bulduklarını<br />
belirtiyor. Almanların<br />
Karagöz'e ilgisinin çok<br />
fazla olduğunu ve bu yüzden<br />
Almanca Karagöz oynattığını<br />
söylüyor. Kendi yazdığı<br />
oyunların içine Almanların da<br />
karakterlerini yerleştirmiş.<br />
Çok ilginçtir ki ilk kez Karagöz<br />
Hacivat oyunlarını kitaplaştıran<br />
da bir Alman, ve bu kişinin ismi Helmut Ritter.<br />
Ona göre; burada Hacivat- Karagöz’ün 100 yılı<br />
aşkın bir geçmişi var. Ali Köken, Almanca Hacivat-<br />
Karagöz oyunlarıyla ilgili olarak sohbetimizde<br />
önemli bir noktaya dikkat çekiyor:„Gölge<br />
oyunu olduğu için Almanlar Hacivat- Karagöz’ü siyah-<br />
beyaz sanıyorlar. Renkli olduğunu görünce şaşırıyorlar.<br />
O yüzden Hacivat- Karagöz oyunları<br />
büyük beğeni topluyor.”
KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Ali Köken'in, 25 yaşındaki hukuk fakültesi<br />
öğrencisi ve aynı zamanda tiyatro oyuncusu olan<br />
oğlu Erkan Köken de bu baba mesleğini gelecek nesillere<br />
aktarmak istiyor. 16 yaşından beri Hacivat<br />
ve Karagöz oynatan Erkan Köken, Almanların<br />
ünlü Kasperle kukla oyunu ile Hacivat Karagöz'ün<br />
birbirine benzer yönleri<br />
olduğunu dile getirerek<br />
şöyle konuştu:<br />
“9 yıldır tiyatro oynuyorum<br />
ve 5 yıldır karagöz<br />
Hacivatla uğraşıyorum.<br />
Ondan önce<br />
de çırak olarak uğraştım,<br />
şimdi ise kendi hikayelerimi<br />
yazıyorum,<br />
kendi Karagöz<br />
Hacivatımı çiziyorum,<br />
artık babamla beraber<br />
geziyoruz. Almanların<br />
Kasperle tiyatrosu<br />
diye bir tiyatrosu<br />
var, el kuklaları<br />
bunlar. Biz Almanların<br />
önünde ilk kez Karagöz Hacivat oynadığımızda<br />
herkes bu oyunu Kasperle'ye çok benzetti.<br />
Kasperle de Karagöz Hacivat'da biraz<br />
deli diyelim çok ama kalbi açık insanlar, herkesle<br />
arkadaşlık kurmaya çalışıyorlar, herkese<br />
zaman ayırmak istiyorlar. Gelecekte Kasperle<br />
ile Karagöz Hacivatı buluşturmak amacıyla.<br />
Yeni oyunlar yazıyoruz”<br />
Köln Üniversitesi'nde<br />
bölümü kuruldu<br />
Gelecekte bu bayrağı<br />
oğlu devralacak<br />
52<br />
Köln üniversitesi Tiyatro Bilimi ve koleksiyon<br />
Müzesinde Karagöz sanatı, tanıtım ve<br />
öğretim görevlisi olarak görev alan Köken,<br />
birçok Avrupa ülkesinden televizyon kanalı<br />
ve organizasyondan davet aldıklarını anlatıyor.<br />
Ülkemizde bu konuda bir kültür politikası<br />
oluşması ve ustaların yetiştirilmesi konusunda<br />
hassasiyet bekliyor. Köken, “Gösterimlerimizde<br />
inanın salon dolup taşıyor ancak<br />
bizim insanımız sahip çıkmıyor, kendi izlemiyor,<br />
çocuğuna izlettiriyor. Ama onlar merak ediyor, izliyor,<br />
araştırıyor" dedi. "Karagöz'ün çok güçlü bir<br />
yapısı var. Karagöz çocuğun içindeki muzir yana<br />
sesleniyor, Hacivat ise doğru olanı temsil eden ebeveyn<br />
karakteri. Her ne kadar bir çocuk oyunu olmasa<br />
da tüm dünyada çocuklar Karagöz'ü seviyor,<br />
çünkü Karagöz, çocuk yanı temsil ediyor" diyor.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KÜLTÜR<br />
ALMANYADA'Kİ TEK<br />
KARAGÖZ-HACİVAT SANATÇIMIZ<br />
ALİ KÖKEN İLE KONUŞTUK<br />
Ali Bey, yaklaşık 20 yıldır bir Türk sanatı<br />
olan gölge oyunu Karagöz-Hacivat’ı oyununu<br />
Alman toplumuna aktarıyordunuz. Peki, bu ilgi<br />
sizde ne zaman başladı?<br />
Biraz eskilere gitmek lazım. 1983 yılında<br />
Afyonkarahisar’da Mustafa Mert isimli Karagöz ustasıyla<br />
tanıştım. Ondan önce Karagöz öğrendim.<br />
‘Öğrenin sonra unutun’ diye bir söz vardır. İşte öyle<br />
bir durum. Sonra Almanya’ya geldim. Tiyatro okuluna<br />
gittim. Friedrich Gut isimli bir Alman kuklacı ile<br />
tanıştım. Karagöz oyununu çok seven bir insan. Türkiye’ye<br />
bu oyunu öğrenmek için gitmiş. Kendisi de<br />
oynatmış. Bana ‘Karagöz’ü Almanya’da yaşatacak<br />
bir insan lazım’ dedi. Ona ‘Ben biliyorum’ dedim.<br />
Bu işi mutlaka yapmamı tavsiye etti. Gölge oyununun<br />
Almanya’daki altyapısını araştırdım. Mesela,<br />
Karagöz’ün ilk kitabını bir Alman yazmış.<br />
Peki, Karagöz’ü Almanya’da yaşatma<br />
sizde fikri nasıl oluştu? Yalnızca bir tavsiye üzerine<br />
mi..<br />
Evet, biraz öyle oldu. Almanya’da bir tarihçesi<br />
olduğunu öğrenmem beni teşvik etti. Mevcut altyapı<br />
üzerine yoğunlaşabileceğimi fark ettim. Karagöz<br />
üzerine gerek şarkiyatcıların gerek sanatçıların<br />
yaptığı araştırmalar yoluma ışık tuttu. Halbuki bizde<br />
Karagöz sözlü ve nakile dayalı bir sanat olarak anlaşılmış.<br />
Oyun metinleri ve figürler piyasada yok. Bunların<br />
çoğuna Almanca kaynaklardan ulaştım. Öyle<br />
olunca kendim yeni tasvirler yaptım. Zaten her usta<br />
da kendine ait bir Karagöz çıkarmış. Bu tasvirleri<br />
kendim işledim ve yeniden oyunlar yazdım.<br />
Ben de bu noktaya gelmek istiyordum.<br />
Ülke değiştirmekle beraber algı ve anlayışlarımız<br />
da değişiyor. Siz bu Türk gölge oyununu Alman izleyiciye<br />
sunarken nasıl bir zorlukla karşılaştınız?<br />
53<br />
1994-1999 arasında beş yıl boyunca buradaki<br />
Türk toplumuna yönelik çalışmaya başladım.<br />
‘Kanakça’ denilen dil yapısına göre oyunlar geliştirdim.<br />
Çünkü toplum yapımız ve yaşayışımız Türkiye’den<br />
farklı. İlk kuşaklar Almanca’yı Türkçe vurguyla<br />
konuştular. Genç kuşaklar Almanca kelimeler<br />
katarak Türkçe konuşuyorlardı. Yazdığım oyunlarda<br />
izleyici kendini buldu, kendi durumunu gülerek kanıksadı..<br />
Karagöz tam bir Anadolu kahramanı iken<br />
Hacivat bilgiç tavrıyla Almanca’yı konuşabilen bir<br />
tipe dönüştü. Aradaki kültürel çatışmayı ben perdeye<br />
yansıttım. Onları güldüren bir Karagöz-Hacivat<br />
yarattım kısaca.<br />
Alman kamuoyu ile buluşmanız nasıl<br />
oldu?<br />
Beş yıl sonra baktım ki Almanya’da çok<br />
güzel bir altyapı var. 1999 yılında ilk defa perde<br />
açtım Almanlara yönelik. İlgi arttıkça oyunları değiştirdim.<br />
Eklemeler çıkartmalar yaptım. Amacım<br />
Almanların sanatımıza olan ilgisini artırmak. Tabii<br />
kullanılan dil Almanca oldu mecburen. Yalnızca Karagöz-Hacivat<br />
olarak kalmadım, Alman figürleri de<br />
ilave ettim. Almanlar kendilerini perdede bulunca<br />
olay ilginç bir noktaya gitti.<br />
Kültürlerarası iletişi mi diyelim buna?<br />
Bir bakıma Almanların yoğun ilgisini tesbit<br />
ettim. Bu ilgiyi kalıcı hale getirebilir miyim? düşüncesi<br />
doğdu bende. Belediye ve Kültür Daireleri ile çalışmanın<br />
yollarını aradım. Okullarla çalışmaya başladım.<br />
Hatta birkaç üniversite ile irtibatımız oldu.<br />
Mesela 2008 yılında Berlin Üniversitesi’nde Karagöz<br />
-Hacivat üzerine bir doktora çalışması yapıldı.Arkasından<br />
2012 yılında Aachen Üniversitesi’nde<br />
bir master çalışması yapıldı.
KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Bahsettiğiniz ilmi çalışmaları yapanlar<br />
Türk gençleri mi, yoksa Almanlar mı?<br />
Genelde Almanlar. Karagöz sanatçısı olarak<br />
beni buluyorlar. Kültürel hafızamız kaybolmasın<br />
diyerek severek onlara yardımcı oluyorum. Arşivlere<br />
girmiş oluyoruz. Bunun yanında Köln’de kendi<br />
sahnemizi açmak istiyoruz. Perdemizi taşınabilecek<br />
her yere götürüyoruz. Hatta Kiliseler de bile programlar<br />
yaptım. Almanlar için Karagöz farklı bir olay.<br />
Onlarda gölge oyunu siyah/beyaz, bizde ise renkli.<br />
Alman ve Türk gölge oyunu arasındaki bu<br />
farkı nasıl değerlendirdiniz?<br />
Hannover’de Alman Gölge Tiyatrosu var.<br />
Oraya gittim, gördüm. Tasvirlerin hepsi siyah beyaz.<br />
Ben kendi tasvirimi işlemek ve kök boya ile renklendirmek<br />
için en az 15 gün çalışıyorum. Alman sanatkar<br />
onu gördüğü zaman hemen üzerindeki işçiliği ve<br />
çabayı hemen kavrıyor. Ama onlarınki de ayrı bir<br />
sanat. ( Sanatçımız yanında getirdiği ve kendi eseri<br />
olan Karagöz ve Hacivat figürlerini çantasından çıkarıyor.)<br />
Evet, bu gösterdiğiniz bu tasvirlere biraz aşinayım.<br />
Yıllar önce Köln’de düzenlenen bir ‘Türk-<br />
Alman Kültür Günü’ münasebetiyle Karagöz ustası<br />
Tacettin Diker ile tanışmıştım. Şimdi o olayı hatırladım..<br />
Rahmetli büyük bir ustaydı, ancak bu sanatı<br />
çocuk oyunu olarak yansıttı. Toplumumuz öyle algıladı.<br />
Halbuki Karagöz ciddi bir olaydır. Eleştirel bir<br />
sanatır ve insanlar her zaman bu eleştiriyi kaldıramıyorlar.<br />
Hele hele devlet kurumları bu tür eleştirilerden<br />
hoşlanmazlar. Hacivat oyunda devleti temsil<br />
eder ve kurnazdır. Karagöz halkı temsil eder, saftır<br />
ve ağzına geldiği gibi konuşur. Yapılan yanlışlara Karagöz<br />
tepki verir, o yanlışlığı Karagöz söyler, Sakınmaz.<br />
O yüzden zaman zaman kısıtlama getirilmiştir.<br />
Bir çok yerde engellenmiştir. Örneğin 1980 askeri<br />
darbesinden sonra birçok Karagöz sanatçısı tutuklandı.<br />
Benim ustam bile ‘Oğlum ben Karagözleri<br />
gömdüm’ dedi. Adam ihtilalden sonra sorgusuz sualsiz<br />
tutuklanmış. Serbest bırakılırken gözdağı verilmiş.<br />
‘Bırak bu işleri’ denilmiş. Maalesef ülkemizde<br />
kurmay aklı kısadır.<br />
54<br />
12 Eylül’ün sosyal ve kültür hayatımıza vurduğu<br />
darbe meçhulümüz değil. Nerden nereye geldik!<br />
Onun için Karagöz sadece ‘çocuk oyunu’ sayılamaz.<br />
Büyüklerimiz eleştiriden korktukları için<br />
çocuklara yönelik oynanması istenmiştir. Hedef kitlesi<br />
çocuk olan bir ticarete dökülmüştür. Şu an hepimizin<br />
yaptığı iş sanatın ticareti.<br />
Önümüzde büyük bir sorumluluk duruyor.<br />
Bu sanatı biz, bizden sonraki kuşaklara nasıl bırakabiliriz?<br />
Önce toplumu bilinçlendirmeliyiz. Bilinçli<br />
toplumlar geleneklerine de sanatına da saygılıdır.<br />
Kendi kültürünü özümseyen, başka kültürleri de yadsımayan<br />
bir toplum olmamız gerekiyor. Uyum denilen<br />
şey aslında budur. Benim tasvirlerim de çeşitlendirilmiştir.<br />
Her yöreden ve ayrı kültürlerden figürler<br />
bulunur. Her bir yaşadığımız hayatın renkleridir. Almanya’da<br />
Türk müziğine karşı da ilgi var. Ben bu konuyu<br />
da işlemeye çalışıyorum. Özellikle Türk folklor<br />
ekipleri çok beğeniliyor Almanlar tarafından.<br />
Geçen sene 15. si düzenlenen Köln Tiyatro Gecesi’nde<br />
her saat başı ziyarete gelen Almanlar kültürümüzü,<br />
sanatımızı, folklorumuzu tanıma fırsatı<br />
buldu. Artık biz bu toplumun bir parçasıyız.<br />
Uzun yıllar gölge oyununu icra etmiş bir<br />
sanatçı olarak bir Alman kuruluşuna üye misiniz?<br />
Evet. Uluslararası Gölge Oyunları Federasyonuna<br />
üyeyim.Genel merkezi Fransa’da ama Almanya’da<br />
da şubesi var. Köln Üniversitesi Tiyatro<br />
Bölümü ile ilişkilerim var. Köln Mülheim Belediyesi<br />
ile ortak çalışmalarımız mevcut. Onların tahsis ettiği<br />
‘Kulturbunker’ da perdemizi düzenli oarak açıyoruz.<br />
Bu sanatı sizden sonra kim devam ettirecek.<br />
Usta-Çırak ilişkisi içinde olduğunuz biri var<br />
mı?<br />
25 yaşında bir oğlum var. Kimileri o seni geçecek<br />
diyor. Ben de ‘Keşke benim babam da Karagöz<br />
ustası olsaydı’ diyerek hayıflanıyorum. Alman<br />
televizyonlarında Karagöz oynatmış bir insan. Ve<br />
bir çok ödül aldı bu alanda. Umarım bu perde hiç<br />
inmez...<br />
Emeklerin için teşekkür ediyoruz, Hayali<br />
Ali Usta!
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KÜLTÜR<br />
Yrd.Doç. Dr. Gülsüm DEPELİ<br />
BERLİN’DE<br />
TÜRK DÜĞÜNLERİ<br />
Berlin kentindeki Türkiye kökenli göçmenlerin<br />
evlilik törenleri yerelleşme üzerine yeniden<br />
düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Kültür<br />
araştırmacısı Assmann’dan ödünç aldığımız ‘iletişimsel<br />
bellek’ ve ‘kültürel bellek’ kavramları çerçevesinde<br />
düğün olayını tartışacağız, zira evlilik ve<br />
düğün etkinlikleri törensel nitelikleri nedeniyle,<br />
Assmann’ın kategorilendirmesine göre ‘kültürel<br />
bellek’in unsuru sayılmaktadır. Bu araştırmada Almanyalı<br />
Türklerin evlilik törenleri ‘iletişimsel bellek’<br />
aşamasındayken, kuşaksal aktarımın devam ettiği<br />
koşullarda izlendi ve buradan hareketle kültürel<br />
ve iletişimsel bellek türlerinin arasındaki köprü<br />
sorgulandı. Çalışma, yaşa göre belirlenen toplam<br />
üç kuşak üzerinden sürdürülen görüşmelerle ve görsel<br />
kaynaklara başvurmak yoluyla<br />
gerçekleştirildi. Ayrıca günümüzdeki<br />
durumu incelemek için,<br />
özellikle pratiği merkeze alacak<br />
şekilde, gene kuşaklara göre ayrışmış<br />
görüşmelerden ve katılımlı<br />
gözlemlerden faydalanıldı.<br />
Araştırmamızın ilk ve en<br />
önemli sonuçlarından biri düğün<br />
törenlerinin gerçekleşmesinde<br />
düğün sektörünün etkisinin boyutları<br />
olmuştur. Alanı belirlemede<br />
önemli bir aktör olarak sektörel<br />
yapı, çalışmanın temel izleğini,<br />
kuşaklararası iletişimi izleme<br />
olarak belirlenmiş olan ana rotayı<br />
kısmen saptıracak kadar etkindir.<br />
Bu doğrultudaki sonuç tartışmalarına olabildiği<br />
ölçüde yer verilecektir. Sözkonusu bu tespit<br />
çalışmayı, araştırma soruları doğrultusunda, topluluklar<br />
ve kültürel pratiklere ilişkin tespitler yapmaktan<br />
da alıkoymayacaktır. Zira unutulmamalıdır<br />
ki bulguların bütünü, toplulukların düğün töreni<br />
pratiklerine ilişkin sorgulamadan sağlanmıştır ve<br />
çalışma bulgular ile alan arasındaki bağı izleme sorumluluğunu<br />
yerine getirmektedir.<br />
Berlin’deki Almanyalı Türklerin evlilik törenlerinin,<br />
Alman barlarından ve spor salonlarından<br />
düğün salonlarına (“eventcenter”) doğru ilerleyen<br />
tarihsel süreci, toplumsal ve sektörel altyapısının<br />
gelişimi açısından, çalışma içinde detaylı ola-<br />
55
KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
rak betimlenmiştir. Günümüzdeki törensel pratikler<br />
üzerinden, Berlin’deki Almanyalı Türklerin<br />
düğün törenlerinde izlenen değişim rotaları,<br />
“kayan ağırlık noktaları” olarak, beş ayrı madde<br />
olarak tespit edilmiştir. Bu doğrultuda, topluluğun<br />
kolektif algısının farklılaştığı ve zayıflamaya meylettiği,<br />
özellikle evlilik sektörünün tüketim merkezli<br />
yönlendirmeleri sonucunda, topluluğun kolektiften<br />
bireyselleşmeye doğru kaydığı belirtildi.<br />
Bireyselleşme istikametindeki kayma, özellikle<br />
genç kuşağın yönelimleri doğrultusunda, sosyolojik<br />
bir nitelik de taşımakta ve bu doğrultuda bulgular<br />
sunmaktadır. Fakat bu çerçevedeki bilgileri,<br />
hala sürmekte olan değişimin sıcak sürecinde,<br />
kesin sonuçlar olarak öne sürmek acelecilik olur.<br />
Düğün törenlerinin pratiğe dikkat yönelmek<br />
suretiyle izlenmesi, bir tespiti daha getirmiştir.<br />
Etkinliğin içeriğindeki diğer bir kayma törenselden<br />
eğlenceye doğru yaşanmıştır. Yaklaşık 30<br />
yıllık bir süre içinde yavaş yavaş merkeze doğru<br />
ilerleyen eğlence, düğün özelinde gerçekleşen kültürel<br />
tüketimin maddi ve manevi unsurlarını içine<br />
çekmiştir. Bu doğrultuda, ilk kaba yorumla kültürel<br />
emperyalizm yaklaşımının homojenleşme argümanlarıyla<br />
bağ kuruyor gibi görünen süreç,<br />
üçüncü bir tespiti sağlamıştır; Türkiye’den gelen<br />
toplulukların bölgesel, kültürel, etnik ve dinsel<br />
farklılıklar içeren etkinlikleri, salon ortamında, törenin<br />
standartlaşması içinde önemli ölçüde erimiştir.<br />
Fakat buradaki erime ifadesi, bütünen aynılaşma<br />
olarak düşünülmemelidir.<br />
Almanyalı Türk toplulukların bölgesel,<br />
etnik ve dinsel farklılıkları bütünüyle yok olmamış,<br />
bunlar sektörün düğün formatının içine, ‘müşteri<br />
talebi ve memnuniyeti’ doğrultusunda, ‘hizmette<br />
çeşitlilik’ olarak yerleşmişlerdir. İsteyenler<br />
için Türkçe milliyetçi içerikli müzik parçaları, isteyenler<br />
için Kürtçe milliyetçi ve politik müzikler,<br />
Alevi deyişleri, davul zurna ve kemençe, sektörel<br />
ağın içinde seçenekler olarak listelenmiştir. Düğün<br />
sahiplerince arzu edilmesi halinde, salonların<br />
ilahi okuyan kişiler bulmaları dahi mümkündür.<br />
Standartlaşmanın oluşum sürecini ve içeriğini<br />
belirleyen asıl olarak genç kuşağın kültürel tüketim<br />
56<br />
yönelimi olmuştur. Yukarıda aktarılan materyal unsurlar,<br />
topluluğun tören pratiğinin içeriğini de belirleyen,<br />
hatta yöneten etkidedirler. Bunun en açık<br />
örneği toplulukların müzik ve eğlence tercihlerinde<br />
kendini göstermektedir. Nitekim, örneğin Kürt<br />
müziğinin ve halay türlerinin bütün Almanya’daki<br />
Almanyalı Türk topluluklarca tüketilir olmasına ve<br />
popülerleşmesine karşı topluluklardan gelmesi<br />
olası etnik ve kökencil dirençlerin, pratiği belirlemede<br />
nadiren işlevli olduğu ortadadır.<br />
Buradaki standartlaşma, kendine özgü bir<br />
düğün töreni formatının kombinasyonal genişlemesini<br />
örneklemekte ve Almanyalı Türklerin bölgesel,<br />
dinsel, etnik farklılıklarının iç içe geçtiğini<br />
ortaya koymaktadır. Düğün buluşmalarına bulgular<br />
ışığında biraz daha dikkatli bakıldığında, toplulukların<br />
kimlik pratiklerinin genişlemesinin ulusötesi’nin<br />
de (transnational) dışına taştığı izlenebilmektedir.<br />
Hem kavramsal sınır hem de fikri sınır anlamında,<br />
ulus-sonrası (postnational) süreç kavramıyla<br />
birlikte yorumlanabilecek pratiklerle karşılaşılmaktadır.<br />
Evlilik ve düğün tüketimin rotasına<br />
giren kültür nesnelerinin ulus-ötesi hareketliliği bir<br />
yana, insanların hareketlilikleri de artık iki ülke arasındaki<br />
en kısa mesafeyi çizmemektedir. Almanyalı<br />
Türkler arasındaki kültürel farklılıkların birbirinin<br />
içine geçişmesi için kullanmakta temkinli olduğumuz<br />
bir kavramı kullanmanın yeri gelmiştir;<br />
belirtilen düğün standardizasyonu kendi özgüllüğünü<br />
‘melez’ unsurları da taşıyabilecek biçimde<br />
kurmaktadır.<br />
Dolayısıyla, etnik evlilik nişlerinin çıkarları<br />
ve yönlendirmeleriyle ortaya çıkan standartlaşma,<br />
kendi içinde ayrıca melezleşme görünümleri<br />
de sunmaktadır.<br />
Diğer deyişle, göçmen toplulukların kolektif<br />
etkinliklerini biçimlendiren standart formlar,<br />
yeni kentteki yeni yaşam koşullarında, kendi içinde<br />
yapısal özgüllüklerini de yaratmaktadır. Bu konuda,<br />
salonlarda çekilen halayların içeriğindeki<br />
yeni alaşımsal görünümler en açık örneklerdir;
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KÜLTÜR<br />
gençler, Çepki halay ile HipHop dansı birleştirerek<br />
yepyeni bir tarz yaratmıştır. Genç kuşaklar etkinlikleri,<br />
potansiyelleri ve kapasiteleri açısından bir<br />
çok çalışmaya konu olmuşlardır. Nitekim gençlerin<br />
müzik ve dans pratiklerindeki melez tarzın fikri<br />
boyutta izlerini sürmeye çalışan Soysal, Kaya, Çağlar<br />
gibi araştırmacılar bu metnin içinde de önemli<br />
başvuru kaynakları olmuşlardır.<br />
Diğer taraftan, gençler özgüllüğünde örnekleneduran<br />
bu tespitler toplumsal yaşamın bütününde<br />
de izlenebilirdir. Pratiğe ve kimliğe yönelik<br />
yeni alaşımları vurgulayan önemli isimlerden biri<br />
Çağlar’dır. Dolayısıyla genel görünümü yorumlamada,<br />
Çağlar’ın durduğu yerde durulmaktadır:<br />
Toplulukların etkinliklerinin sunduğu oluşum yönünü,<br />
melezleşme boyutuyla birlikte, ‘sosyal pratiğin’<br />
kozmopolitleşmesine çevirmiştir.<br />
Çalışmanın sonuçlarından bir diğeri, beşinci<br />
bölümde konu edilen “törenin gösteriselleşmesi”<br />
tespiti bağlamında ortaya çıkmıştır. Törensel<br />
iletişim sürecinde aktarılanın aslında “kültürel kimlikler”<br />
olduğuna vurgu yapan Leeds-Hurwitz’den<br />
hareketle devam edelim. Gerçek mekanda kendini<br />
izleme ve kendini başkalarına gösterme biçimleri<br />
olarak törensel iletişimin bizzat kendisinin içerik<br />
ve nitelik olarak medyalaşması, mekansal deneyimi<br />
çoğullaştırmaktadır. Bu adım kimlik sunumunun<br />
gösteriselleşmesi (self-display) ile de doğrudan<br />
bağ kurmaktadır. Gençlerin düğün ortamlarındaki,<br />
kıyafet, aksesuar ve beden performansları boyutunda<br />
izlenebilirolan bu gösterisel kimlik ile<br />
göçün ilk yıllarındaki suskun kimlik arasında tarihsel<br />
olarak bir rota tespit edilmiştir; bu bağlamda<br />
nostaljik suskunluktan gösterisel kimliğe doğru<br />
yol alan bir dönüşümden söz edilmiştir.<br />
Araştırmamızın ortaya koyduğu bulguların<br />
ilk bakışta kültür endüstrisi ve homojenleşme<br />
tartışmalarıyla bir arada yorumlanabilir gibi göründüğü<br />
belirtilmişti. Bu gerçekten de yüzeysel bir<br />
bakışla görünen bir bağdır. Bakışı derinleştirmek,<br />
alanın bulgularını kavramsal soyutlama düzlemine<br />
taşırken temkinli olmak gerekir. Zira mikro yaşam<br />
alanlarındaki bulgular sıklıkla genellemelere direnen<br />
bir karmaşa ortaya koymaktadır. Göçmen toplulukların<br />
‘yeniden üretim mekanizmalarının’, göç<br />
sürecinde ulus-ötesi ekonomik alanların rotasına<br />
girmesi, bizzat ‘kültürün tüketimi’ni bütün hissel<br />
ve özcül altyapısıyla birlikte ekonomik dolayıma<br />
sokmuştur. Dolayısıyla kültürel unsurlar, endüstriyel<br />
yapıları besleyen bir olanak olarak ortaya çıkmıştır.<br />
Bu tür gelişmeler hızla dikkat çekmiş, metaların,<br />
insanların ve enformasyonun aktığı kanallara<br />
bakmak, uzamlararası akışları izlemek kaçınılmaz<br />
olmuştur.<br />
57
KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Uzm.Dr. Meryem NAKİBOĞLU<br />
"BEN DE VARIM<br />
ICH BİN KANAK"<br />
Her şey Almanya ile Türkiye arasında imzalanan<br />
işçi göçü Anlaşmasıyla başlar. İlk misafir işçilerden<br />
günümüze kadar zor dönemlerden geçilmiştir.<br />
Tüm göçmen işçiler için söz konusu olan sosyokültürel<br />
zorlukların yanında Türkler için en önemli<br />
sorunlardan birini de dil problemi olmuştur. Almanya’ya<br />
ilk gelen işçiler önceleri “Heim” olarak bilinen<br />
toplu yaşama tabi tutulurlar. Bu onların dil öğrenme<br />
sürecini geciktirir. Bilindiği gibi Türkler daha<br />
çok toplu olarak belirli semtlerde ya da binalarda gettolar<br />
halinde yaşamışlardır. Gettonun kendine özgü<br />
zorlukları vardır. Özellikle Alman toplumundan soyutlanmış<br />
ve ötekileştirilmişlerdir.<br />
Biz bu denememizde özellikle gettolarda büyüyen<br />
gençlerin dil gelişimlerini ele almak istiyoruz.<br />
Alman toplumu onları “Kanak” olarak adlandırmış,<br />
Türk gençleri de bu kavramı olumlu olarak kabullenirler.<br />
Kanakça, Almancayla Türkçenin karışımından<br />
doğan ve Almanya’da yaşayan ikinci ve üçüncü<br />
nesil genç Türk göçmenler tarafından oluşturulan<br />
“Kanak Sprak” olarakta adlandırılan yeni bir dildir.<br />
Bir takım gruplar tarafından geliştirilen bu jargon,<br />
göçmenlerin ikili bir yaşamı yavaş yavaş kanıksadıklarını<br />
göstermektedir.<br />
1980’lere gelindiğinde yabancı işçi çocuklarının<br />
ve gençlerinin dile hâkim olduğu dönem başlar.<br />
Ancak, yabancı bir ülkede her ne kadar dile<br />
hâkim olsalar bile, bu onların yaşadıkları ülke vatandaşları<br />
tarafından kabullenildikleri anlamına gelmez.<br />
Toplum onları ötekileştirmeye devam eder. Yabancılar<br />
sosyal ve politik olarak ayrımcılığa maruz<br />
kalır ve yaşadıkları toplum tarafından alay konusu<br />
olurlar. Kanak dilinin ortaya çıkış nedenlerinden en<br />
önemlisi bizce budur; gençler topluma tepkilerini,<br />
58<br />
toplumdan farklılıklarını dilleriyle, giyinişleriyle<br />
abartılı bir biçimde göstererek adeta “Biz de varız!”<br />
demek istemektedirler. Konuştukları bu dil onların<br />
varlıklarının soysa-kültürel kimliklerinin sembolüdür.<br />
Ayrıca Kanak dilinin ortaya çıkış nedenlerinden<br />
bir başka nedeni ise Almanca’nın zor dilbilgisi kurallarının<br />
daha kolaya indirgenilerek kullanılmasını<br />
sağlamaktır.<br />
Kanakça henüz eğitim dili olmayan, üç yüz<br />
kelimeden oluşan, dilbilgisi ve söz dilimsel belirsizlikleriyle<br />
“azınlık dil çeşitliliği” (etnolektale Varietät)<br />
olarak adlandırılan bir grup dilidir. Dilbilgisinde<br />
(grammatisch), sözlükte (lexikalisch), vurguda<br />
(prosodisch) ve ses biliminde (phonetisch) eksiklikler<br />
vardır. Birçok edat ve isimlerin cinsiyetini belirten<br />
“artikel”ler yoktur. Nötr isimler için kullanılan<br />
“das” bütün isimler için kullanılır. Konuşma ritmi<br />
(Sprechrhythmus) belli yükseklikte (Hebungen) ve<br />
vurgusuz hecelerle (Senkungen) karakterize edilir.<br />
Türkçe cümle parçaları (Satzteile) ve yapılar<br />
(Konstruktionen) Almanca deyimler içine yerleştirilerek<br />
değiştirilir.<br />
Önceleri gettolarda yaşayan Türk gençleri<br />
Kanak Dili’ni oluşturur, bu dil zaman içerisinde<br />
diğer ülkelerden gelen yabancı gençler hatta Alman<br />
gençleri arasında da konuşulmaya başlanır. Gençler<br />
arasında yaygınlaşan bu dil, getto dışında yaygınlaşır.<br />
Başlangıcı sokak olan Kanakça, artık günümüzde<br />
kitle iletişimde de kullanılmaktadır. Karma olan<br />
bu dilin ifadeleri, deyimleri, vecize ve sözleri şarkıcı,<br />
rapçi, komedyen, film yapımcıları,tiyatrocular,<br />
yazarlar tarafından kullanılarak halka yansıtılır. Bu<br />
dil ayrıca kamuoyunda pek göze çarpmayan fakat dil
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KÜLTÜR<br />
bilimsel araştırmalarda yaygın olarak ele alınan<br />
sosyo linguistik bir olgudur. Artık okul bahçelerinde,<br />
Münih tramvaylarında, Frankfurt metrolarında<br />
veya Köln belediye otobüslerinde Kanakça konuşan<br />
kişilere rastlamak mümkündür. Bunlar Türk, Yunan,<br />
Alman, İspanyol, İtalyan, Arap kadın veya erkek olabilir.<br />
“Kanak Dili” hakkında birçok söylem vardır.<br />
Mihael Freidank’a göre “Bu dil lehçenin (dialekt)<br />
bir türüdür. Son yıllarda genişleyerek yaygınlaşmaktadır.<br />
Bu durum gelecekte de devam edecektir”der.<br />
Freidank’ın bu konudaki görüşlerine biraz<br />
daha detaylı değinmemiz gerekir: “Kanakça yirmi<br />
yıllık genç bir dildir. Bu dili kullananların üst yaş sınırı<br />
bellidir. Elli yaşındaki birinden bu dili duymak<br />
mümkün değildir. Kanakça vazgeçilmez bir dildir.<br />
Giderek yayılmaktadır, bunu dikkate almak gerekir.<br />
Firmalar İngilizce ve bilgisayar kullanımı yanında<br />
belki de Kanakça’yı da yazılı veya sözlü olarak isteyebilirler”ifadesinde<br />
bulunur.<br />
Freidank’ın bu fikirleri önümüzdeki yıllarda<br />
gerçekleşir mi, bunu şimdiden kestirmek mümkün<br />
değil, bunu ancak zaman gösterecektir. Frankfurt’taki<br />
Karşılaştırmalı Dil Bilimleri Enstitüsü’nün<br />
yöneticisi Prof. Dr. Jost Gippert dünyada dört bin<br />
dilin yok olma tehlikesine karşın yalnızca otuz yeni<br />
dilin ortaya çıktığını söyler. Ona göre bu dillerden<br />
biri de yukarıda bahsedilen, Almanya’da doğup büyüyen<br />
Türk gençlerinin oluşturduğu “Kanak Dil”i<br />
olarak bilinen dildir. Gippert’in açıklaması da Freidank’ın<br />
bu konudaki görüşlerini pekiştirir niteliktedir.<br />
Feridun Zaimoğlu’na göre Kanakça uzun zamandır<br />
kendine özgü kodu ve jargonu olan, gelişmiş<br />
ve konuşulan bir dildir. Tıpkı Afrikalı Fransızların<br />
konuşması gibi, argo ve işaretleri vardır. Repte uzun<br />
nutuk biçiminde kullanılır. Ayrıca bu dil varoluşun<br />
göstergesidir. zamandır “Türk vuruşu” olarak adlandırılan<br />
etkili bir konuşma biçimidir. Almanca kalıplaştırılarak,<br />
anlaşılmaz şekilde konuşulur (gepresste<br />
und genuschelte Deutsch).<br />
Rosemarie Füglein’in “Kanak Sprak. Eine<br />
ethnolinguistische Untersuchung eines Sprachphänomens<br />
im Deutschen” (2000) adlı doktora<br />
çalışmasında misafir işçilerin kullandıkları dilden<br />
farklı olarak, Kanak dili kullanıcılarının kendi farkındalıklarını<br />
arz ettiklerini ve bunu bilinçli olarak<br />
kullandıklarının altının çizilmesi gerektiğini ifade<br />
59<br />
eder. Kanak dili, marjinalliğin ifadesi olarak tanımlanır.<br />
Ayrıca Türk gençlerinin dil ve kültürleriyle<br />
farklılıklarının bilinmesini sağlar.<br />
Kanakça, Alman Dilbilimci Inken Keim tarafından<br />
“geçici modadan daha ötede bir dil modası”<br />
şeklinde tanımlanır. Bu dilin sözdizimlerinde, sözcüklerinde<br />
görülen eksiltmeler, Türk kökenli gençlerin<br />
Almancayı kurallarıyla kullanmamasıyla açıklanır.<br />
Ayrıca “bunun güvensizlik ve dilbilgisel hatalarla<br />
bir ilgisi yoktur. Onlar Kanak Dili’nde artikel<br />
ve edat eksiltmeleri yaparak ne Alman ne de Türk<br />
gruplarına ait olduklarını hissederler. Bu karışım dili<br />
olsa olsa onların sosyo-kültürel kimliklerinin sembolü<br />
olabilir” açıklamasını yapar. Bir başka açıklamada<br />
ise “bu karma dil, bir dil versiyonu olarak algılanabilir”<br />
denilmektedir.<br />
Bu dile çok değişik adlar verilmiştir. “Türkendeutsch”,“Döner-Deutsch”,“Kiezdeutsch”,<br />
“Lan-Sprache”,“Gettodeutsch”,“Mischsprache”,<br />
“Kanak Sprak”,“Balkanslang”,“Türkenslang”,<br />
“Ausländerslang”,“Gettoslang”,“Ausländisch”<br />
“Multikultisprache”,“Streetslang”,“Foreigner<br />
Talk”,“Deutschlandtürkisch”,“Stilisiertes Türkendeutsch”,“Gemischtsprachen”<br />
gibi adlar verilen bu<br />
dil, bazı Alman gençleri tarafından da sevilerek konuşulmakta<br />
ayrıca radyo, televizyon ve sinemalarda<br />
esprili bir dil olarak kullanılmaktadır. Başlangıçta<br />
karşı çıkışlar olsa da bu dil sembolik bir jargon olmaktan<br />
çıkmış, edebiyat çevrelerini ve okurları etkiler<br />
bir düzeye ulaşmıştır. Entelektüeller anlatı ve<br />
espri boyutuyla, Kanak Dili’ni beğenmektedir.<br />
Dilbilimci Peter Auer’e göre bu dilin gelişim<br />
ve çıkış noktası ne çocuklar ne de yaşlılardır. Bu<br />
dili, farklı çevrelerden gelen, 12-25 yaş grubundaki<br />
gençler oluşturur. Dildeki yenilikler bu gruplara<br />
bağlı olarak süreklilik arz eder, doğrudan toplumdaki<br />
bireyler arasındaki ilişkiler ve medya yoluyla oluşan<br />
konuşma biçimidir. Bir başka tanımda, dilbilimci<br />
Inken Keim ve Jannis Androutsopoulus’un araştırma<br />
projesinde bu dil, “Almanca-Türkçe versiyonu<br />
ve etkin Türk göçmen gruplarından ortaya çıkan<br />
yeni konuşma stili” olarak ifade edilir.<br />
Sonuç olarak tüm bu ifadeler bize bu dilin<br />
daha çok Almanya’da büyük şehirlerde yaşayan<br />
gençler arasında yaygın olarak konuşulduğunu, medyada<br />
popüleritesinin yüksekliğini ve bilimsel araştırmalara<br />
konu edildiğini göstermektedir.
KÜLTÜR<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Prof. Dr. Engin BERBER<br />
BİR TARİHÇİNİN<br />
BERLİN ANILARI<br />
2015 yılı Nisan ayının<br />
son haftasını, Zentrum<br />
Moderner Orient’te doktora<br />
sonrası çalışmalar yapmakta<br />
olan eski bir öğrencim,<br />
Ufuk Adak’ın davetlisi<br />
olarak Berlin’de geçirdim.<br />
Reşat Nuri Güntekin,<br />
roman türünde olmayan<br />
bir kitabında, gezileri<br />
sırasında istasyonda tren,<br />
otelinde uyku veya yolculuk<br />
etmekte olduğu aracın<br />
tamirini beklerken, “vakit<br />
öldürmek için icat ettiğim<br />
çarelerden biri de, elime<br />
geçen bir kâğıt parçasına<br />
yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not etmektir”<br />
diye yazmış. Benim amacım farklı: Gözlemlerimden<br />
hareketle yazacaklarımın, kendimden<br />
başkaları için de anlamlı olacağı düşüncesiyle<br />
gezilerim sırasında günlük tutuyorum. Birazdan<br />
okuyacaklarınız, Berlin’de tuttuğum günlükten çıkarıp<br />
geliştirdiğim notlardır.<br />
Sabahları Bülbül Sesiyle Uyanmak<br />
60<br />
Bindiğim uçak Tegel Havaalanı’na inerken<br />
camdan görünen, bir örnek apartmanlar ve bahçeli<br />
evler arasına serilmiş yeşil bir örtüydü. Wilmersdorf<br />
semtindeki bir apartmanın beşinci katında,<br />
küçük bir dairede kalıyoruz. Sabahları balkondan<br />
baktığımda, oradan oraya koşuşan tavşan ve<br />
sincaplar görüyorum. Berlin’in parkları ve koruluk<br />
benzeri mezarlıklarında gözüme ilişen yaban domuzu<br />
ve tilkilerle şafağın sökmesine ramak kala<br />
işittiğim bülbül seslerini de unutmam mümkün<br />
değil. Bu nedenle Avrupa’nın en büyük hayvanat<br />
bahçelerinden birinin (Zoo Berlin) Berlin’de kurulmuş<br />
olmasını hiç yadırgamadım. Giriş için 13<br />
Avro ödüyorsunuz ama son kuruşuna kadar değer.<br />
Elde kalan bir avuç yeşilin yandaş sermayeye peşkeş<br />
çekildiği, süs havuzlarındaki ördek ve kazların<br />
kesilip tüketildiği, kendi habitatında ayıların zevk<br />
için dövülerek öldürüldüğü Türkiye’de, sakinleri<br />
doğa ve bileşenleriyle barışık bir kentimiz var mı<br />
diye düşünmeden edemiyorum.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KÜLTÜR<br />
Kamusal Alanın Temizliği<br />
Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi,<br />
Berlin’de de başıboş kedi-köpeğe rastlamanız<br />
mümkün deği. Tasmayla dolaştırılan bu tür sahipli<br />
hayvanların kirlettiği birkaç sokak adımlasam da,<br />
yaşamakta olduğum İzmir’in sokaklarına, başıboş<br />
kedi-köpekler için bırakılmış/dökülmüş yemek artıkları<br />
ve yaz aylarında bundan kaynaklanan pis<br />
koku ve haşarat baskısı aklıma gelince, gördüklerimi<br />
unutuyorum. Berlin’de çok sayıda insan, toplu<br />
taşıma araçlarında bira tüketerek seyahat ediyor.<br />
Bir akşam metroda, burnumuzun direğini sızlatan<br />
bir üre kokusuna maruz kalıyoruz. Neyse ki, sonraki<br />
istasyonda bindiğimiz vagonu, başkalarıyla göz<br />
teması kurmaktan kaçınan olası suç failiyle baş<br />
başa bırakarak terk ediyoruz.<br />
Ulaşımın Truva Atı:<br />
Berlin Metrosu<br />
Bir büyük şehirde olması beklenen, her ulaşım<br />
aracı var Berlin’de: Metro, otobüs, tramvay,<br />
taksi ve vapur. Sadece turistik amaçlar için kullanıldığı<br />
anlaşılan vapuru bir kenara bırakacak olursak,<br />
bu araçların en önemlisi, çok sayıda hattıyla<br />
kenti daha çok yer altından dolaşan metro (U-<br />
Bahn). Hizmete açıldığı 1902 yılından bu yana büyüyen<br />
Berlin Metrosu’nda, sarıya boyanmış vagonların<br />
camlarını, Brandenburg Kapısı’nın beyaz<br />
çıkartmaları süslüyor. Türkiye’de siyaset yapanların,<br />
her seçim döneminde hızlı tren ve/veya metroyu<br />
vadetmeleri dolayısıyla toplu taşıma konusundaki<br />
geri kalmışlığımızı anımsıyorum.<br />
Alman Tarih Müzesi’nde Bir Gün<br />
Berlin bir müzeler kenti. Tamamını gezmeye<br />
ne niyetimiz, ne de zamanımız var. Bergama<br />
Müzesi (Pergamon Museum)10 ile Alman Tarih<br />
Müzesi (Deutsches Historisches Museum), Prusyalı<br />
ünlü tarihçi Ranke’nin kurduğu Alexanderplatz’daki<br />
müzeler adası (Museumsinsel) içinde,<br />
sanki birbirlerine sırt vermiş gibiler. Spree Nehri,<br />
bu iki ve de başka büyük müzelerin yerleştiği, 1999<br />
yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne<br />
dahil ettiği adayı çevreliyor. Son dört-beş yıldır,<br />
61<br />
kent müzeciliği de yapan bir akademisyen olarak,<br />
burayı gezmeği çok istiyordum.<br />
Nihayet, Alman Tarih Müzesi’nin yüksek<br />
tavanlı büyük giriş holündeyiz. Kişi başına 9 Avro<br />
verip biletlerimizi alıyoruz. Çok sayıda heykel ve<br />
büstün süslediği holde, en az üç metre yüksekliğinde<br />
bronz bir Lenin heykeli dikkatimizi çekiyor. Yaklaşıyoruz<br />
ve heykelin Alman Ordusu tarafından,<br />
İkinci Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği’nden<br />
getirilmiş bir ganimet olduğunu öğreniyoruz.<br />
Alman tarihini geçmişten bugüne anlatan<br />
galeriler; görsel, işitsel ve okunur bir ziyafet sunuyor.<br />
Değişik türde binlerce obje ve belgeyle kuşatıldığınız<br />
hissine kapılıyorsunuz. Genel olarak sergileme<br />
başarılı ama müze çalışanlarının neredeyse<br />
hiç İngilizce bilmiyor oluşu ve Almancadan başka<br />
dillerde basılmış müze broşürlerinin azlığı ciddi<br />
bir sıkıntı. Etnografya, savaş ve sanat müzelerini<br />
birleştiren Alman Tarih Müzesi’nde, Viyana kuşatmasından<br />
miras Osmanlı eserleri de sergileniyor.<br />
Soğuk Savaş döneminde, Batı Almanya’nın<br />
radikal sol örgütlerinden Kızıl Ordu Fraksiyonu’nuyla<br />
ilgili bir sergiyi de (RAF-<br />
Terroristische Gewalt) görme fırsatı bulduk<br />
Müze’de. Çok sayıda öldürme ve yaralamadan sorumlu<br />
bu örgüte ait yayımlanmamış film, fotoğraf<br />
ve illüstrasyonlarla desteklenmiş sergi büyüleyiciydi.<br />
Bir müzenin, özellikle bulunduğu kentte yaşayan<br />
ziyaretçilerinin ilgisini sürekli kılabilmek<br />
için, atölye ve seminer çalışmaları yapması yanında,<br />
bunun gibi gelip-geçici sergiler açması da çok<br />
önemli.<br />
Tarihle Hemhal<br />
Sokak ve Meydanlar<br />
İmparator II. Wilhelm’in, kendisiyle aynı<br />
ismi taşıyan Almanya’nın ilk imparatoru için inşa<br />
ettirdiği, Kurfürstendamm Caddesi’ndeki anı kilisesindeyiz<br />
(Kaiser Wilhelm Gedachtniskirche).<br />
İkinci Dünya Savaşı’ndaki bir müttefik hava bombardımanında<br />
kubbesi yıkılan kilisenin, 110 metreden<br />
yüksek çan kulesi hala ayakta. Tavanı görkemli
KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
mozaiklerle kaplı anı kilisesi, artık ibadete açık<br />
değil. Kubbesiz haliyle ücretsiz gezilebilen bir müzeye<br />
dönüştürülmüş. İçinde, kilisenin yıkılmadan<br />
önce ve hemen sonraki durumunu gösteren bir fotoğraf<br />
sergisi ve hediyelik eşya reyonu var. Kapısı -<br />
önünde, AB’ye alınmasından sonra Bulgaristan’dan<br />
Berlin’e göçtüğü söylenen çingenelerden<br />
birkaçı dileniyor. Kilise demişken, özellikle Berlin<br />
Katedrali’ni (Berliner Dom) unutmamak gerekiyor.<br />
Havuzlu bahçesi, dinlenmek isteyen herkese<br />
kucak açan Lustgarten’deki bu Protestan katedrali,<br />
ilk kez 15. Yüzyıl ortalarında inşa edilmiş. İmparator<br />
II. Wilhelm’in emriyle yıkılıp yeniden inşa edilen<br />
(1905) heybetli katedral, İkinci Dünya Savaşı’nda<br />
ağır hasara uğramış. Demokratik Alman<br />
Cumhuriyeti sınırları içinde olduğu soğuk savaş döneminde<br />
kapalı duran katedral, uzun süren bir restorasyon<br />
çalışmasının ardından, 1993’te yeniden ziyarete<br />
açılmış.<br />
İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında,<br />
Alman Polis Teşkilatı’nın (Gestapo) Berlinli Yahudileri<br />
tutukladığı kaldırım ve meydanlarda yerlere,<br />
kare biçimli dökümden plakalar çakılmış. Plakalarda<br />
tutuklanan kişinin ismi, doğum tarihi ve mesleği<br />
dışında, hangi toplama kampında öldüğü, katledildiği<br />
veya kaybolduğu belirtilmiş. Yakın geçmişte<br />
böyle bir işaretlemenin kolayca yapılabilmesi,<br />
Gestapo’nun ne denli özenli kayıt tuttuğunun<br />
gösteriyor.<br />
Esasen Nazi dönemini mahkûm eden, açık<br />
ve/veya kapalı mekânları görmeden Berlin’i gezmek<br />
mümkün değil. Katledilmiş Avrupalı Yahudileri<br />
anmak için inşa edilmiş temsili bir mezarlık<br />
(Holocaust Memorial), bu mekânların başında geliyor.<br />
Brandenburg Kapısı’na birkaç dakika uzaklıktaki<br />
mezarlık, 2005 yılında ziyarete açılmış. Yaklaşık<br />
20 dönümlük bir alana, birbirinden farklı büyüklükte<br />
2.711 adet beton blok yerleştirilmiş.<br />
Alman Parlamentosu’nun (Reichstag/Bundestag)<br />
yanındaki büyük parkta (Tiergarten), katledilmiş<br />
çingeneleri anmak için yapılmış bir alan var. Yuvarlak<br />
bir sığ havuzu çevreleyen kayrak taşlarına,<br />
çingenelerin gönderilip katledildikleri toplama<br />
kamplarının isimleri yazılmış. Nereden geldiği<br />
belli olmayan tiz ve sinir bozucu bir müzik, kasvetli<br />
bir atmosfer yaratıyor.<br />
62<br />
Spree Nehri’nde Gezinti<br />
Orta Avrupa ülkeleri başkentlerinde yaptığım<br />
gibi, Berlin’de de bir vapur turu attım. Spree<br />
Nehri’ne inen taş ve/veya ahşap merdivenlerin<br />
açıldığı küçük iskelelere, değişik büyüklükte vapurlar<br />
bağlanmış. Kırk beş dakikalık bir tur için,<br />
kişi başına on avro ödeyerek bu vapurlardan birine<br />
bindik ve üst güvertedeki bir masaya kurulduk. Tur<br />
şirketiyle Berlin’e gelmiş orta yaşlı bir Türk bayan<br />
da, bize katıldı. Dediğine göre arkadaşları, kendisi<br />
gibi müze gezmek istememişler, sucuk satın almak<br />
için Berlin’deki Türk mahallesine (Kreuzberg) gitmişler.<br />
Turumuz devam ederken, “biz döner yiyoruz,<br />
sen ne yapıyorsun” diye telefon ettiler. Adını<br />
anımsamadığım, ancak tadı damağımızda kalan<br />
buğday biralarımızı yudumlarken: Müzeler Adası,<br />
Berlin Hayvanat Bahçesi, Alman Parlamentosu,<br />
Berlin Katedrali vb. binaları farklı açılardan görme<br />
ve fotoğraflama şansı buluyorum. Nehir kenarındaki<br />
kafelerde oturan, çimenlerde güneşlenen kalabalığı<br />
seyrederek turumuzu tamamlıyoruz. Karaya<br />
çıktığımızda, atıştırmaya başlayan yağmurdan korunmak<br />
için, nehir kenarında kurulmuş bir hediyelik<br />
eşya pazarına daldık. Bu pazardan aldığım ve<br />
benzerini daha önce görmediğim bir cam divit, Berlin<br />
gezimde edindiğim iki önemli eşyadan biri<br />
oldu.<br />
Berlin’deki Turkish Town:<br />
Kreuzberg<br />
“Kottbuser Tor” metro istasyonundan girilen<br />
Kreuzberg’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce,<br />
daha çok Yahudi asıllı Alman yurttaşları ikamet<br />
edermiş. Berlin bölündüğünde Batı tarafında<br />
kalan, duvar boyundaki bu metruk mahalleye devlet,<br />
çalışmak üzere Almanya’ya gelmekte olan<br />
Türk işçilerini yerleştirmiş. Sakinlerinin önemli bir<br />
kısmı Türkiyeli olan Kreuzberg’te, kulağınıza Almancadan<br />
ziyade Türkçe çalınıyor. Birçok dükkân<br />
ve mağazanın tabelası Türkçe ve Merkez Simit<br />
Evi’nde yediğimiz sucuklu yumurtanın tadı bildik<br />
olsa da, memleket bir başka. Günlüğüme, Tegel Havaalanı’nda<br />
yazdığım son cümlenin, “umarım uçak<br />
rötar yapmaz” olması galiba bu sebepten.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
Arzu EMEKSİZ<br />
TÜRK DİZİLERİ VE<br />
TÜRKİYE GERÇEĞİ<br />
Millet olarak gösterişi çok severiz. Belki<br />
ay sonunu zor getiririz ama cebimizde en pahalı<br />
telefonlar vardır. Hatta cüzdanımızda ikiden<br />
fazla kredi kartı olmazsa rahat etmeyiz. Tabiri<br />
caizse belki ağzımız kokar açlıktan ama biz yine<br />
de lüksümüzden taviz vermeyiz. Bizi bu kadar<br />
gösteriş meraklısı yapan şeyler nedir diye biraz<br />
düşünürsek Türk dizilerinin bu listede üst sıralarda<br />
yer aldığını söylemek mümkün.<br />
63<br />
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama Türk<br />
dizilerinde illa ki bir zengin aile vardır. Öyle böyle<br />
zenginlik değildir bu; yalıda otururlar, son model<br />
arabalara binerler, evde sayısını bilmediğimiz<br />
kadar hizmetlileri vardır. Türkiye gerçeği ise, Türkiye<br />
İstatistik Kurumu’nun yapmış olduğu araştırmalara<br />
göre nüfusun yüzde 16,3’ünün yoksulluk sınırının<br />
altında yaşadığıdır. Maddi yoksunluk oranı<br />
yüzde 55 – 60’larda olan bir ülke için dizilerdeki bu<br />
abartı birçok kişiyi özentiye itiyor dersek yanılmış<br />
sayılmayız. Kaldı ki, maddi yoksunluk temel ihtiyacımız<br />
olan bazı aktiviteleri yapamamamızla ortaya<br />
çıkar, bunlardan en basiti evde çamaşır makinesinin<br />
olmamasıdır. Böyle bir ülkede yaşarken<br />
Behlül’ün bindiği arabalar, gittiği mekanlar insanları<br />
hayaller alemine daldırmasında ne yapsın?<br />
Dizilerin insanları lüks hayata özendirmesi<br />
bir yana, bir de gereksiz içeriğiyle kafamızı boş<br />
yere meşgul etmesi de aşikar. Günlerce dizinin bir<br />
sonraki bölümünde ne olacağıyla ilgili yorum yaparız.<br />
Dizi oyuncusu ölür bir yakınımız ölmüş gibi<br />
üzülürüz, başrol oyuncuları evlenir günlerce mutluluğunu<br />
yaşarız. Hatta yıllarca sokaklarda kendini<br />
Polat Alemdar sanan gençlerin varlığından hepimiz<br />
haberdarız.<br />
Millet olarak kendimizi dizi senaryosuna<br />
çok kaptırıyoruz ve senaristler bunun gayet bilincinde.<br />
Dizim var diye kavga eden eşler, misafir<br />
kabul etmeyen hanımlar, hatta dizi uğruna<br />
programlarını iptal eden insanların olduğu<br />
bir memleket Türkiye. Dizi meraklısı ve televizyon<br />
bağımlısı insanları hipnoz etme yolunun<br />
dizileri olabildiğince uzun tutmak olduğunu<br />
bilirler bu işle uğraşanlar. Belgesel sevmeyiz,<br />
bilgi yarışmaları sıkıcıdır, haberler<br />
desek hep kötü haber veriyor, değmeyin keyfime çayımı<br />
alıp dizimi izleyeceğim. Yakınlarımızın, komşularımızın<br />
hatta bizim bile kurmuş olduğumuz<br />
cümlelerdir bunlar. Dizilerin bize bir şey katmadığını<br />
iyi biliriz ama ısrarla izlemeye devam ederiz.<br />
Dizi izlemek bazı kişilerin tek aktivitesidir.<br />
Kişi kendine eder sözünden yola çıkarak herkesin<br />
fikrine saygı duymak gerek. Ancak çocukları ve<br />
gençleri dizilerden uzak tutmakta fayda var. Özellikle<br />
şiddet, ihanet ve ahlaka aykırı hareketler içeren<br />
dizilerin yayından kaldırılması bence çok mantıklı.<br />
Zira bugünün gençleri yarın ülke temsilcileri<br />
olacaklar ve ülkemizin çok dizi izleyen değil, çok<br />
bilgili ve kültürlü nesillere ihtiyacı var.
SANAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Emre YAVUZ<br />
BERLİN<br />
DUVARININ<br />
ARKASI<br />
En alttakiler<br />
1986 yılında Alman yazar Günter Wallraff<br />
Türklerin yaşantılarını deneyimlemek için ten rengini<br />
esmerleştirip bıyık ve peruk takarak Levent<br />
Ali Sinirlioğlu adında bir Türk gibi yaşamaya başladı<br />
ve yaşadıklarını “En Alttakiler” adıyla bir<br />
kitap haline getirdi. Günter, kitabında iş yerinde ve<br />
günlük yaşamında sürekli dışlandığı; hakaretlere,<br />
küfürlere ve fiziksel şiddete maruz kaldığı anılarını<br />
paylaşarak Türklerin nasıl hala sabırla Almanya’da<br />
yaşamaya devam ettiklerini anlayamadığını söylüyordu.<br />
Deneyimleri sırasında hem ruhsal hem de fiziksel<br />
birçok zorluk ve sağlık sorunları yaşamışsa<br />
da gurbetçilerin Almanya’da nasıl şartlarda yaşadığını<br />
betimleyen en önemli eserlerden birini bıraktı.<br />
Irkçı saldırılar.<br />
80’lere gelindiğinde ırkçı Almanların,<br />
Neo-Nazi çetelerinin Türklere karşı saldırıları başladı.<br />
O güne kadar sosyal alanda her fırsatta ezilen<br />
64<br />
ve dışlanan; ev, iş verilmeyen, eğitimleri, sağlıkları,<br />
inançları, emekleri, hakları… göz ardı edilen<br />
Türkler bir de fiziki şiddetle karşı karşıya kalmışlardı.<br />
Bu saldırılardan en çok etkilenenler ise<br />
küçük yaşta Almanya’ya gelmiş yada Almanya’da<br />
doğmuş işçi çocukları oldu. 80’li yıllarda olgunluk<br />
çağına ulaşmış, Alman okullarına giden, Alman arkadaşları<br />
olan, Almanca bilen, sokakta vakit geçiren<br />
ve sosyal hayatın içinde olan bu gençler, her<br />
türlü şiddeti en sert şekilde gören kesim oldular.<br />
Çoğu Türk genci Neo-Nazi gruplara karşı çeteler<br />
kurup ailelerini, arkadaşlarını, kendilerini sokaklarda<br />
Nazilerle çatışarak korumak istedi. Birçok<br />
Türk genci bu kavgalarda hayatını kaybetti.<br />
Türkler Hip-Hop ile tanıştı<br />
Alman toplumda hiçbir yere ait olamamak,<br />
Türk gençlerini kötü bir yola sürüklerken Almanya’nın<br />
dört bir yanındaki gençler dönemin popüler<br />
müzik kültürü Hip-Hop ile tanışmaya başladı.<br />
Gerek Berlin duvarında Amerikan askerlerinden,<br />
gerek okullardaki Amerikalı çocuklardan gerekse<br />
rap müzik çalan diskolardan… Hiç şiddete<br />
bulaşmadan sorunlarını anlatabilecekleri, seslerini<br />
duyurabilecekleri bir kültürün içinde rap müzik<br />
yapmaya başladılar. Uzun yıllar Almanca ve<br />
İngilizce sözler yazan Türk rapçilerden bilinen ilk<br />
Türkçe sözler 1986 yılında King Size Terror grubunun<br />
“Bir yabancının hayatı” şarkısında Alper<br />
Ağa’dan duyuldu. Yine aynı yıl Boe-B’nin kurduğu<br />
İslamic Force grubu Türkçe sözlü rap müzik<br />
yapmayabaşladı. Ağırlıklı olarak yaşanan sorun-
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
lardan, ırkçılıktan, ayrımcılıktan bahseden ve çok<br />
beğenilen bu şarkılar Türkler arasında hızla yayılıyordu.<br />
Bu durumda insan hakları batar.<br />
Hey Hop Hans! Bizde sizin moruklarınız<br />
Ne yalancı ne yabancı ne Almancı<br />
Sadece gurbetçi çocuklarıyız evet<br />
Bizim zamanımızda iki kültür arasında geçer<br />
Bizler yurt dışında yaşayan gençler<br />
Bizim zaman vatan özlemiyle geçer<br />
Bizler yurt dışında yaşayan gençler<br />
Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı<br />
Gurbetçi çocuğuyum ben.<br />
Almancı diyorlar, yabancı oluyoruz.<br />
Biz perde arkası yolumuzu buluyoruz.<br />
Almanya’da yaşıyorum<br />
Çoğu Almanlarda kalp yok bunu biliyorum.<br />
Şaşmıyorum. Dazlaklar içimi kinle doldurdular.<br />
Taşıyorum, savaşıyorum.<br />
Şiddete değil, müzige baş vuruyorum.<br />
Başlıyorum. Bulaşıyorum bu işe. Bu işin içindeyim.<br />
Uğraşıyorum. Molotof kokteylleri peşimde.<br />
Yine de size ulaşıyorum.<br />
Çünkü, sizlere bir orijinal rapim var.<br />
Gurbet denen yer insanlığınıza zarar.<br />
Urbanda saldırıya uğrayana kadar<br />
Ama iş işten geçtikten sonra isyan neye yarar?<br />
Hey, Hop Hans! Biz de sizin moruklarınız<br />
Ne yalancı, ne yabancı, ne almancı<br />
Sadece, gurbetçi çocuklarıyız evet.<br />
Tüm dünyada yaşayan Türk gençliğimiz için yeni<br />
bir müzik yolu buldum<br />
Melide Uzan Yüksel Hakan Barix yeni bir tür kurduk<br />
Seviniyoruz ama Almanlara göre vatanlarını pisletiyoruz,<br />
işlerini alıyoruz.<br />
Ellerini bağlıyoruz. ummadıklarından, sanmadıklarından<br />
daha çok başarıyoruz<br />
Artık zamanı geldi müzikle başkaldırıyoruz.<br />
Çünkü hayatına küsmüş Alman ilk kötü lafı bize<br />
atar.<br />
Hanımına kızan Alman caddede ilk bize çatar.<br />
Elinde olsa bizi Türkiye’ye geri satar.<br />
65<br />
Cartel bir numara<br />
1995 yılına kadar Almanya’da birçok Türk<br />
genci Türkçe sözlü rap müziği bir şekilde herkese<br />
duyurmayı başardı. Sorunlarını, isteklerini, beklentilerini<br />
anlattılar. Rap müzik, birçoğunu kötü bir<br />
yoldan geri çevirmişti. Onlar da peşlerinden gelenler<br />
için bir yol oldulr. Alper ağa, boe-b, killa hakan,<br />
Kabus Kerim, Fuat, Erci-e… ve birçok isim daha o<br />
gün bu müziğin gelişmesi için bir irade ortaya koydular.<br />
Bugün, hala Almanya’da rap yapan müzisyenlerin<br />
çok büyük kısmını ve en iyilerini hala<br />
Türkler oluşturuyor.<br />
1995 yılında Karakan, Cinai Şebeke ve Erci-e<br />
birleşerek Cartel grubunu kurdu. İlk albümleri<br />
“Cartel” Almanya’da 29.000 Türkiye’de ise<br />
550.000 satış yaptı. Birçok ödül aldı ve birçok gazete,<br />
dergi ve programa konu oldu. Türkçe rap tarihinin<br />
en büyük sıçrayışını Cartel yapmıştı. 1995 yılında<br />
grup ilk kez Türkiye’ye geldi ve İnönü Stadyumu’nda<br />
konser verdi. O güne kadar Türkiye’de<br />
Michael Jackson’dan sonra en büyük kalabalığı<br />
toplayan konser oldu. Türkiye’de birçok insan rap<br />
müziği Cartel sayesinde öğrendi.
SANAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Aybeniz KENGERLİ<br />
“ÇÖLÜN KRALİÇESİ”<br />
Bugün çok tartışılan Irak haritasını, 100 yıl<br />
önce Arapların “el Hatun” ya da “Çölün Kraliçesi” dediği<br />
İngiltere tarihinin Arabistanlı Lawrence olarak<br />
anılan T. E. Lwrence ile birlikte en karizmatik, en gözü<br />
pek casusu Gertrude Bell tarafından, ne din ne mezhep<br />
ne de etnik kimlik gözetmeden, “Ortadoğu'ya<br />
model olacak bir ulus yaratma” inancıyla çizilmişti.<br />
Irak işgal edildikten sonra Ortadoğu haritası<br />
tartışılır oldu. Müslüman ülkelerin parçalanmasının<br />
artık kaçınılmaz olduğu tezleri Batı'da yüksek<br />
sesle dile getiriliyor. Birinci Dünya Savaşı'nın<br />
ardından 'yaratılan' devletlerden biri olan Irak<br />
geçen 100 yılda hep iç çatışmalara ve dış müdahalelere<br />
açık oldu. Bugün Irak'ın sorunlarının nedeni<br />
olarak görülen haritanın arkasında tarih en etkili kadınlarından<br />
biri var: Gertrude Bell. Bell'in adı,<br />
“Arabistanlı Lawrence” olarak tanınan Thomas Edward<br />
Lawrence'ın gölgesinde kaldı. Oysa İngiliz casusu<br />
Gertrude Bell, neredeyse tek başına Irak'ın haritasını<br />
çizip Osmanlı'ya karşı Arap isyanını başlatan<br />
Mekke Şerifi Emir Hüseyin'in oğlu Faysal'ı ülkenin<br />
krallık tahtına oturtmuştu. Bu nedenle o<br />
“Irak'ın Taçsız Kraliçesi” olarak anılıyordu.<br />
Oxfordlu bir soylu<br />
Kızıl saçlı, 160 cm boyunda çevik bir<br />
kadın olan Gertrude Bell'i Arabistan'nın kaderini<br />
belirleyen kişi haline gelmesinin sırrı, tarihe, arkeolojiye,<br />
filolojiye ve keşfetmeye olan doyumsuz<br />
merakıydı. Oxford'a kabul edilip mezun olabilen<br />
ikinci, tarih bölümünü hem de sadece iki yılda bitirebilen<br />
ilk kadındı. Almanca Fransızca ve italyanca<br />
konuşuyordu. Gertrude Bell, Osmanlı İmparatorluğu<br />
topraklarında kazı izni almış bir İngiliz arkeolog<br />
olarak bugünkü Irak, Suriye ve Lübnan’ı dolaşarak<br />
istihbarat toplamıştı. Dönem itibarıyla<br />
“Kadın Lawrence” olarak da adlandırılan Bell,<br />
savaş sırasında Orta Doğu’daki İngiliz ordusu ve<br />
66<br />
Arap isyancılarla birlikte çalışmış, savaştan sonra<br />
ise Irak Krallığı’nın kuruluşunda önemli bir rol oynamıştı.<br />
İlk durağı İstanbul<br />
Oxford'u birincilikle bitiren Bell, çok geçmeden<br />
kendini yollara vurdu. Tarih ve arkeoloji merakından<br />
ötürü seyahat etmek istiyordu. Tahran büyükelçisi<br />
dayısı Sir Frank Lescalle'i ziyaret etmek<br />
için yola çıktığında İstanbul'da da mola verdi. Tahran'ı<br />
çok sevdi. Dayısının yanına yerleşip, Farsça<br />
öğrendi. Sonraki 10 yılını Tahran'dan Uzakdoğu ve<br />
Ortadoğuya uzun seyahatler yaparak geçirdi. Ortadoğu'da<br />
6 kez baştan aşağı gezdi, Arapçasını mükemmelleştirdi.<br />
Bu yolculuklar sırasında hem yeni<br />
diller öğreniyor hem de arkeolojik kazılara katılıyordu.<br />
Kapadokya, Urfa ve Antep'te de gitti, Türkçe<br />
öğrendi. Antep yakınlarındaki Karkamış kazılarında<br />
o zamanlar kendisi gibi genç bir arkeolog(!)<br />
T.E. Lawrence ile tanıştı.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
Çölde çay keyfi<br />
Ortadoğu çöllerinde çoğu zaman yolculuklarını<br />
deve sırtında yapıyor, ahşısı, uşakları ve<br />
katıcıları ile büyük kervanlar kuruyor ama yolculuğunda<br />
hep tek kadın oluyordu. Sporcu bedeni<br />
çölün koşullarına müthiş uyum gösteriyordu ama<br />
çayını Çin porseleni fincandan içmekten asla vazgeçmedi.<br />
Bu uzun gezilerde defalarca soyuldu, kaçırıldı,<br />
hapsedildi... Gezdiği coğrafyada hoş karşılanmayacak<br />
huyları vardı: Erkekler arasında sigaraları<br />
uçucu eklemekten çekinmiyor, su bulduğunda<br />
yüzüyor, sohbetlerinde ateist olduğunu saklamıyordu.<br />
Ama hep saygı gördü. Çünkü mükemmel<br />
Arapçası ve Arap kültürüne hakimiyeti ile kısa sürede<br />
yerel aşiret reislerinin kendine hayran bırakıyordu.<br />
Ona 'Çölün Kızı' diyorlardı.<br />
İlk Ortadoğu uzmanı<br />
Gertrude Bell elbette bir turist değildi: Gittiği<br />
yerlerde gördüklerini günlüklerine yazıyor, çizdiği<br />
haritaları İngiliz Kraliyet Coğrafya Merkezi'ne<br />
gönderiyor, batılılara çöl hayatını anlatan yazılar<br />
yazıyordu. 1907'de İngilte'de basınlan “Syria:<br />
the Desert and the Sown” adlı kitabı İngilizler için<br />
adeta haritada bir boşluk olan Ortadoğu'nun bilinen<br />
ilk uzmanı haline getirdi. The Times gazetesine<br />
bölgeden haberler, gezi notları ve siyasi analizler<br />
geçmeye başlayınca İngiliz İstihbarat Servisi'nin<br />
de dikkatini çekti.<br />
67<br />
Kod adı 'Çöl Kraliçesi’<br />
Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken Londra'ya<br />
çağırıldı. İstihbarat Servisi ondan Suriye, Irak ve<br />
Arabistan hakkında öğrendiği her şeyi bir rapor haline<br />
getirip sunmasını istedi. Çünkü İngiltere Ortadoğu'nun<br />
petrol kaynaklarıyla yakından ilgilenmeye<br />
başlamıştı. İlk etapta İran petrol kaynaklarına yönelmiş,<br />
Basra Körfezi'ne kıyı Abadan'da bir petrol<br />
rafinerisi kurmuşlardı. Ancak Körfezi'n güvenliği<br />
İngilizler'i endişelendiriyordu. Gertrude Bell, raporunu<br />
bir yıl sonra sundu. Arap aşiretlerinin İngiltere'nin<br />
yanında yer alacağına inanındığını belirtti<br />
ve “Bana kalırsa Türkler'i Körfez'de adam akıllı bunaltabiliriz”<br />
diye yazdı. Bir yıl sonra İngiliz istihbaratına<br />
alındı. Çalışma arkadaşları arasında<br />
T. E. Lawrence da olacaktı. Kod adı “Çöl Kraliçesi”<br />
oldu.<br />
Harem'de bir casus<br />
Bell'in ilk görevi Arabistanlı el Suud ailesinin<br />
rakibi Raşid ailesinin karagahı Arabistan çölünün<br />
ortasındaki Ha'il kentine gidip, acımasızlığı<br />
ile ünlü bu aşiretin Türkler ile bir savaşta iyi bir müttefik<br />
olup olmayacağını araştırmaktı. Ama Raşid<br />
ailesi 20 yıldır hiçbir Batı'lının ayak basmadığı<br />
kente gelen bu kadından çabuk şüphelendi.<br />
Onu,sarayda hareme kapattılar. Ama kusursuz<br />
Arapçasıyla cariyelerden Raşid ailesi ve gücü hakkında<br />
istediği bütün bilgiyi topladı. Sonunda serbest<br />
kaldığında Londra'ya “Raşidler geçmişte kaldı<br />
gelecek Suudlar'da” mesajını gönderdi.
SANAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Kahvaltıda Irak sınırını çizdi<br />
Çölün kraliçesi savaş boyunca Arap kabilelerini<br />
Türklere karşı kışkırtmak için elinden geleni<br />
yaptı. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox'un<br />
davetiyle Basra'ya gitti oradan Fırat nehri boyunca<br />
kuzeye ilerleyip bölgenin ayrıntılı haritalarını hazırladı.<br />
Savaş bittiğinde yolu yine Irak'a düşecekti.<br />
Çünkü İngilizlerin bölgeye dair doğru düzgün bir<br />
politikası yoktu. Sömürgeler Bakanlığına getirilen<br />
Winston Churchill, ülkesine çok pahalıya mal olan<br />
bu topraklarda kalma konusunda tereddütteydi.<br />
Bell'e Irak'ın haritasını çıkarma görevi verildi. Bölgeyi<br />
çok iyi tanıyan Bell, çok geçmeden ayrıntılı<br />
bir harita çıkardı. İşi bittiğinde babasına “Sabahım<br />
çok iyi geçti, Irak'ın güney sınırını tamamladım”<br />
diye yazacaktı. 1919 yılında yapılan Paris Konferansı'na<br />
delege olarak katıldı, çizdiği Irak sınırlarını<br />
savundu ama konferansta Osmanlı'nın Ortadoğu<br />
topraklarının bölüşülmesi kararı sonraya bırakıldı.<br />
Churchill'i ikna etti<br />
İki yıl sonra Churchill 40 bölge uzmanını<br />
çağırıp Kahire Konferansı'nı topladı. Çağırdığı insanlar<br />
arasında tek kadın Bell'di. Uzmanların<br />
hemen hepsi Körfez bölgesi dışığında çekilmeden<br />
yana görüş sundu. Sadece Arabistanlı Lawrence ile<br />
Gertrude Bell, bölgede İngiltere^ye bağlı yönetimler<br />
oluşturması fikrini savundu. Onlara göre bu<br />
kukla devletler hem İngiltere'ye masraf çıkarmayacak<br />
hem petrol bölgelerini güvenlik altına alacak<br />
Winston Churchill, Gertrude Bell ve Lawrence bir arada…<br />
68<br />
hem de Türkiye'ye karşı tampon görevi görecekti.<br />
İki arkeolog ajan Mekke Şeyhi Hüseyin'in oğlu Faysal'ın,<br />
Hz. Muhammed soyundan gelmesinden<br />
ötürü Irak'ın Sünni aşiretleri gözünde saygı göreceğini<br />
savundular. Churchill ikna oldu. Bell, aynı yıl<br />
Irak'ta sahte bir referandum düzenleyip Faysal'ı<br />
yüzde 96 oyla kral seçtirdi...<br />
Türkiye'nin güney sınırı onun eseri<br />
Gertrude Bell, Irak kurulduktan sonra yaşamının<br />
geri kalanında kendini Bağdat'ta, bir arkeoloji<br />
müzesi kurmak için adadı. ABD'inn 2004'tki<br />
işgalinde yağmalanacak olan bu müze açıldıktan<br />
kısa süre sonra da henüz 57 yaşındayken aşırı<br />
dozda uyku ilacı için intihar etti. Ölümünden sonra<br />
adına kurulan vakıf, yaşamı boyunca biriktirdiği<br />
belge harita ve fotoğrafları düzenleyip internette<br />
halka açtı. Bu belgelerde Bell'in Irak sınırını da çizdiği,<br />
İngilizlerin Lozan'da Türkiye'nin Musul ve<br />
Kerkük Irak devleti sınırları içine alınması ve sadece<br />
Hakkari Sancağı'nın Türkiye'ye bırakılması tezlerinin<br />
de sahibi olduğu ortaya çıktı.<br />
Nicole Kidman 'El Hatun' oldu<br />
Gertrude Bell'in yaşamı uzun süredir Hollywood'un<br />
ilgi alanındaydı. İki yıl önce ilk filmi<br />
“Kan ve Bal Ülkesi”ni tamamlayan çiçeği burnunda<br />
yönetmen Angelina Jolie'nin ikinci projesinin<br />
Gertrude Bell portresi olduğu<br />
ileri sürülmüştü. Jolie'nin, senaryoyu<br />
yazması için “Arka<br />
Bahçe” (The Constant Gardner)<br />
filminin senaristi Jeffrey<br />
Caine ile anlaşmış, başrolü<br />
kendisi oynayacağından yönetmenlik<br />
için Ridley Scott ile<br />
görüştüğü bile iddia edilmişti.<br />
Ama filmi çekmek Alman yönetmen<br />
Werner Herzog'a<br />
nasip oldu. Almanya'da Eylül<br />
ayında gösterime giren filmde<br />
Bell'i Nicole Kidman, T. E. Lawrence'ı<br />
ise Robert Pattison<br />
oynuyor.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
Mustafa CAN<br />
Yorulduğunda Nerede<br />
Dinlenir Usta<br />
Dervişe sormuşlar,<br />
‘Tiryakiyi ve buna bağlı da<br />
tiryakiliği tarif etmeniz<br />
mümkün mü?’ Dervişin cevabı:<br />
‘Elbette mümkün.<br />
Ama öncelikle sizin tiryakinizin<br />
neyin tiryakisi olduğunu<br />
bilmek isterim.’ Demiş.<br />
“Benim cevabım sizin sorunuzdaki<br />
sırlı bilmecenin adının<br />
altında yatan şeydir. O da<br />
sizin tiryakinizin tarifi olacaktır.<br />
Arzum, bana hareket<br />
halinde olan yolcunun ve<br />
bir de o yolcunun hedefinin<br />
olup olmadığını söyler misiniz?<br />
İşte söz konusu tiryakilik,<br />
o yolcu ile eş değerdedir.<br />
Ve bu yüzden de, o yolcunun<br />
hedefi, tarifi istenen tiryakiliğinin<br />
kendisidir. Bahçıvan<br />
ve yetiştirdiği her şeyi…<br />
Bilim adamı ve her türlü bilimi,<br />
aynı şekilde karşılaştırılabilirsiniz. Eser yaratma<br />
adına inadına çalışma yapmak istemek gibi. O<br />
yolda caymadan, ölümüne hedefe varmak gibi.<br />
Olumsuz da olabilir, kötülüğünü bile bile, o şeyi<br />
yapmak gibi…<br />
Ben, Allah yolunun tiryakisi olmak istedim,<br />
bu yüzden Aşk’ı benim tiryakiliğim sayabilirsiniz.<br />
” dedi ve sustu.<br />
69<br />
Ali Aydoğan, zamanımızın iflah olmayacak<br />
derecede bir tiryakisi. Tiryakiliği ise, suskun<br />
taşların konuşturulması uğraşısı… Mezar taşlarının<br />
konuşmasına ortam ve imkân sağlaması ve beceremeyenlerin,<br />
taşların lisanından anlayamayanların,<br />
tarih ve kültür kaynaklarına yabancılaşmış<br />
olanların, hatta ölülerini hatırlamakta zorluk çekenlerin<br />
önüne geçip, “Utanası halinize kim acıyacak?<br />
Sıkılmaz mısınız siz hiç? Düşünmez misiniz<br />
hiç siz?” diyen bir araştırıcı.
SANAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Türkiye’de altmışın üzerinde vilayetin mezarlıklarında<br />
manzum ve hayat kaynağı olan kitabeler,<br />
ölenin geride kalanlara bıraktığı hayat izleri<br />
yazılarını gün yüzüne sunan Hacı Ali Aydoğan,<br />
Sivas’a bağlı bağlı Tokuş köyünde doğar, ama büyümesi<br />
ve gençliğinin serpildiği yer ise Amasya’dır.<br />
İstanbul şehri ise, ilk gurbete çıkma denemesi<br />
olur. Çırak olarak çalıştığı sıralarda, gençlik<br />
sarhoşluğu, onu, uzak ülkelere gitme sevdasıyla<br />
yanıp tutuşturur…<br />
Kader kurası torbasının önüne koyduğu<br />
memleket Almanya’dır. Maden işçisi olarak çalışmasına<br />
bir de Fort Fabrikası eklenir. Daha sonraları<br />
Köln’ün kurada çıkan, ama ikinci yurt olmasını da<br />
engelleyemeyen kaderine razı olur. 1970’lerde Kitapçılık<br />
yaparak ve bu yolla insanının okuma sevdasına<br />
destek olmak istemesi onu hüsrana uğratır.<br />
Kitapçılığı bırakır. Yaz tatillerinde ve bulduğu her<br />
fırsatı Türkiye’ye gitmek, orada da sıcağın veya<br />
başka türlü engellere de aldırmayan bir gayrete kalkışır.<br />
Tek tek mezarlıkları dolaşarak beğendiği ve<br />
manaca unutulmayacak olanları kitaplaştırmak<br />
ister.<br />
Mezar taşları, sağlıklarında yaptıklarını ibretlik<br />
hale getirenlerin, ideallerinde beslediklerini,<br />
ölüm ve ölüm sonrasında hatırlanması gerekli ibretli<br />
sözlerin yazıldığı levhalardır. İnsanı çarpan ifadelerdir.<br />
İnsana ölümü hatırlatan ve sağ olanların<br />
unuttukları şeylere gönderme yapan işaretlerdir.<br />
Mezar taşları sağların okumadan geçmemesi gerekli<br />
olan ikazların kazındığı taşlardır.<br />
Müslüman Türk Milletinin mezarlıklara<br />
başka gözle görmesinin eksikliğini sezen Üstat,<br />
yazar, şair, hattat, koleksiyoncu ve çağın dervişi<br />
Hacı Ali Aydoğan, kitapların arasında ve evinde<br />
oturacak bir köşesi bile kalmayan, bir araştırıcı…<br />
Vazgeçilmez bir dost ve arifçe davranan bir gönül<br />
adam… Yüzünde toplanan samimi duyguların yansımasındaki<br />
canlılığı sınırsız yaşayan adam. Dili<br />
tatlı ve sohbet ehli derviş… Bizi, misafir olarak<br />
Köln’deki evinde karşıladığında, her hali ve hareketleriyle<br />
tarih kokuyordu.<br />
70<br />
Bu adam, kıymet bilmezlerden şikayetlenmenin<br />
bile lüzumsuz olduğunu sessizce rahatsız<br />
edici olmadan mırıldandı, hepsi o kadar. “Derviş<br />
hiç şikâyet eder mi halinden? Edepsiz edepsizdir,<br />
bu böyle biline!”der gibiydi.<br />
Lakin o vurdumduymaz yetkililerden,<br />
yani elinde devlet erkini tutan eblehlerden şikâyet<br />
edecek bir cümle ile de bize fısıldamadan edemedi:<br />
“Eserlerinin değerini bilmeyen köklü bir millet, yarına<br />
bakacak yüzü yoktur. Eser kıymeti anlayan,<br />
onu sahiplenen ve kendi geçmişine bilerek sahip çıkanın<br />
geleceğe taşıyacağı çok şeyi vardır. Kültür<br />
korunmakla, kültür adamlarının desteklenmesi ile<br />
milletin başı dik kalır. Yoksa millet de onun idarecisi<br />
de sürünmekten kurtulamaz.” dedi.<br />
Çay bardaklarının getirildiği tepsi bile kültür değeri<br />
taşıyordu. Hazırladığı kitabın sayfalarını öylesine<br />
karıştırırken şu yazı dikkatimi çekti: “Çıkmışsa<br />
ilahi bir emir, bahane yol,/ Toprakla başlar, toprakla<br />
biter bu yol.” Babadağ’lı Şerif Ali Değirmenci,<br />
(1910-15.7.1975), Eski Mezarlık, Denizli.<br />
Yine şu yazı dikkat çekici: “Padişahı âlem<br />
olmak, bir kuru kavga imiş,/ Bir veliye bende<br />
olmak, cümleden evla imiş.” Hamdullah Efendi<br />
(1878-1934), Ali Mezarlığı, Tokat.<br />
Bir yazı daha: “Genç yaşında gittin sen,/<br />
Gözümüz seni arar,/ Bu toprak değil sana,/ Gönüllerimiz<br />
mezar.” Orhan Karaelmas (1923-1943). Sülüklü<br />
Mezarlığı, Trabzon<br />
Gezip yorulan insan dinlenmek istediğinde,<br />
herhangi bir yerde bir köşede, deniz kenarında,<br />
çayhanede, evinin beğendiği köşesinde dinlenmek<br />
ister. Ama Usta Hacı Ali Aydoğan, mezarlıklar, duvarla<br />
çevriliyse veya duvarsız terkedilmiş bir arazi<br />
üzerinde kurulmuşsa, dağ yamaçlarında veya bir<br />
ırmak kenarında ise, sıcaklarda gölgelik olabilecek<br />
serin bir yer bulur, gözleri, okumak istediği ve gün<br />
ışığına çıkarmak istediği yazıların bulunduğu<br />
mezar taşları levhalarına çakılı kalır. Nefes alıp dinlenince<br />
de bir sonraki mezarlığa ulaşmak üzere<br />
biner arabasına…<br />
Yolun açık ola Usta!
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
Ahmet SEZGİN<br />
Kesin Dönüş Yapan<br />
Türklerin İstanbul Serüveni<br />
GÖNÜLLER FETHETMEK<br />
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />
Bölümü’nü başarıyla bitirmiş; Türkiye on dokuzuncusu<br />
olarak İstanbul/Kartal’da Almanca eğitim<br />
yapan bir Anadolu lisesine 14 Şubat 1989’da atanarak<br />
hayalimdeki öğretmenlik mesleğine büyük bir<br />
aşkla başlamıştım.<br />
Ancak bu okul, normal bir Anadolu lisesi<br />
değildi. Almanya‘da “yabancı, pis Türk,”, Türkiye’de<br />
“Almancı” diye dışlanan, horlanan, iki kültür<br />
arasında bocalayan üçüncü neslin dram ve trajedisine<br />
şahitlik etmiştim bu lisede. Para ve konfora<br />
doymuş ama kalbindeki boşluğu bir türlü dolduramamış;<br />
ilgi, sevgi ve manevi değerlere aç öğrencilerdi<br />
bu gençler. Korkunç bir ahlaki yozlaşma, şuursuzluk<br />
vardı öğrencilerde ama çoğu samimi ve<br />
saygılı idi.<br />
Bu okuldaki öğrencilerin çoğu, kendi aralarında,<br />
teneffüslerde Almanca konuşuyorlardı.<br />
Çünkü bu çocuklar, Almancayı sokak ve okulda,<br />
Türkçeyi mutfakta öğrenmiş, her iki ülkede de<br />
uyum sıkıntısı yaşayan çocuklardı. Bunların çoğu,<br />
bölünmüş ailelerin sevgiye aç, çift kimlikli gençleriydi.<br />
Birçoğu; “günah, sevap, ayıp, edep” kavramlarına<br />
bile yabancıydı. Bayrak, İstiklal Marşı,<br />
vatan, ezan ve şehitlik kavramlarının anlamından<br />
habersizdiler. Maddî yönden zengin ama manevi<br />
bakımdan fakir öğrencilerin bazılarının yakınları<br />
yüksek bürokrattı. Amcası, dayısı bakan, dedesi<br />
YÖK başkanı olan öğrencilerim de vardı bunların<br />
arasında.<br />
71<br />
Türkiye’den sınavla gelen öğrenciler de<br />
vardı ama ağırlıklı olarak dili Almanca olan ülkelerde<br />
yaşayan gurbetçilerimizin çocukları eğitim<br />
görüyordu bu okulda. Bu lise, Avrupa Birliği proje<br />
okuluydu. Okulda Almanya’nın maaşlarını verdiği<br />
Alman öğretmenler de görev yapıyordu. Yalnızca<br />
sosyal branşlarda Türkçe eğitim yapılıyordu. Bu<br />
okulda yabancı öğretmenlerin bir misyoner gibi çalıştıklarını<br />
kahrolarak öğrendim. “Entegrasyon”<br />
adı altında misyonerlik faaliyetleri bile yapılıyordu.<br />
Ben bir taraftan öğrencilerin kafa ve ruhlarındaki<br />
tahribatı gidermek için bir taraftan da “laik,<br />
çağdaş, ilerici” kisvesi altındaki “beyaz Türkler”<br />
ile mücadele ediyordum.<br />
Başlangıçta çok zorlandım bu çocuklarla<br />
iletişim kurmakta. Sonra onları tanımaya, anlamaya<br />
başladıkça yarı Türkçe yarı Almanca konuşarak,<br />
Yunus irfanıyla, sevgi ve hoşgörü diliyle bu gençlerin<br />
gönüllerini fethetmeye çalıştım. Anlamıştım<br />
ki, öğrencilerimin yüreklerine giremeden kafasına<br />
asla giremezdim. Onlarla özel sohbetler ediyor, onların<br />
dertlerini dinliyordum. Öğrencilerime sadece<br />
bir öğretmen, rehber değil; ağabey, baba, dost, kardeş<br />
ve sırdaş olmaya gayret ediyordum. İstanbul’un<br />
bazı tarihî eserlerini, Çanakkale şehitlerini,<br />
Selimiye Camii’ni ziyaret ettik öğrencilerimizle.<br />
Onlara “Çanakkale ruhu”nu hissettirmek istemiştik.<br />
Onlarla okulda voleybol, futbol ve masa tenisi<br />
oynuyordum sık sık. Edebiyattan yıllık ödev<br />
olarak İsmet Özel, Yavuz Bülent Bakiler, İhsan Işık<br />
gibi şair-yazarlarla, bazı sanatçılarla mülakat yaptırıyordum<br />
yetenekli öğrencilerime.<br />
Öğrencilerimden bazılarının anne ve babaları<br />
farklı millet ve dine mensuptu. Tamara isimli
SANAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
öğrencimin annesi Türk, babası ise Alman idi. Tamara,<br />
Türkçeyi en zor anlayıp konuşan ama sıcakkanlı,<br />
mütebessim, saygılı, sorumlu, azimli, saçları<br />
sarı, yüreği beyaz bir öğrenciydi. Kendisiyle yakından<br />
ilgileniyordum. Edebiyat derslerinde dil yüzünden<br />
çok zorlansa da sınıfta en dikkatli ve ilgili<br />
öğrencilerimden biriydi. Özellikle Tasavvuf edebiyatını<br />
anlatırken pürdikkat ve gözleri ışıl ışıldı.<br />
Ben, İslam’ı, Yunus ve Mevlâna vasıtasıyla anlatıyordum<br />
aslında. Tamara’nın İslam tasavvufundan,<br />
Yunus Emre’den çok etkilendiğini hissediyordum.<br />
Bir gün derste: “Tamara, sen Hristiyan<br />
mısın, Müslüman mısın?” diye sordum. Öğrencim,<br />
çok heyecanlı ve ürkek bir şekilde “Hocam, biliyorsunuzdur,<br />
babam Alman ve Hristiyan, annem<br />
ise Türk. Annem ‘Müslüman’ım’ diyor ama İslam’ı<br />
bilmiyor. Ben Almanya’da doğup büyüdüğüm için<br />
küçük yaştan beri kiliseye götürüldüm. Hangi dini<br />
seçeceğim konusunda ailem beni özgür bıraktı.<br />
Din hususunda şu anda kararsızım ama Tanrıya inanıyorum.”<br />
dedi. Bu durum beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü.<br />
Öğrencilere edebî romanların yanı sıra<br />
dini ve tarihi romanlar da tavsiye etmeye başlamıştım.<br />
Kütüphaneden sorumlu öğretmen olarak okul<br />
kütüphanesine 2-3 bin civarında eser satın almıştık.<br />
Her tür ve fikirden, yerli ve yabancı yazarlardan<br />
oluşan kütüphanede her hafta bir iki saat sesli<br />
ve sessiz okuma çalışması yapıyordum. Öğrencilerim,<br />
kitap okuma alışkanlığı kazanmışlardı.<br />
Tamara’nın annesi, bir gün okula gelip kızının<br />
beni ve dersimi çok sevdiğini, tasavvuf ve<br />
“Yunus felsefesi”nden çok etkilendiğini, kendisinin<br />
de bu konuyu çok merak ettiğini söyledi. Tasavvuf<br />
ile ilgili Almanca kitaplar varsa kızıyla birlikte<br />
okumak istediklerini belirtti ve bana teşekkür<br />
etti. Çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Peygamberimiz,<br />
dört halife ve İslam ile ilgili birkaç Almanca<br />
kitap bulup verdim Tamara’ya.<br />
Aradan iki üç ay geçmişti. Bir Ramazan<br />
günü koridorda fotokopi çekerken beni gören Tamara,<br />
yanında sıra arkadaşı Meral ile birlikte yanıma<br />
koşarak geldi ve “Ahmet Hocam, ben sizden<br />
oldum, ben de Müslüman oldum!” dedi büyük<br />
72<br />
bir heyecan ve sevinçle. Bu kadar hızlı bir değişim<br />
beklemiyordum doğrusu. Çok şaşırmış, sevinmiş<br />
ve heyecanlanmıştım. “Tamara, seni yürekten tebrik<br />
ediyorum. Dinimize hoş geldin. Allah yardımcın<br />
olsun. Çok mutlu oldum.” dedim sevinçle.<br />
“Oruç tutuyor musun?” diye sordum. “Evet, oruç<br />
tutuyorum hocam.” dedi. Hayatımın en büyük<br />
mutluluklarından birisini yaşattığı için Allah’a<br />
şükür gözyaşları döktüm.<br />
Yurtdışından gelen öğrencilerin çoğu, Almanya’da<br />
en alt zekâ seviyesindeki öğrencilerin<br />
okuduğu “Sonderschule” isimli Özel Eğitim<br />
Okulu ile düz lise seviyesindeki Hauptschule’de<br />
okumuşlardı. Aslında bu çocukların çoğu, normal<br />
zekâya sahiptiler. Ya dil problemi ya da yabancıların<br />
Türk çocuklarına uyguladığı ayrımcılıktan bu<br />
öğrenciler, bu okullara alınmıştı.<br />
Yurtdışından gelen öğrencilerin<br />
içinde en anormal davranışlara sahip, uyumsuz,<br />
ders dinlemeyen, sorumsuz, disiplinsiz olan, Tuğrul<br />
isimli bir öğrenciydi. Ağzında sakız, elinde kola<br />
şişesi, sıraların arasında dolaşan, ödevlerini yapmayan,<br />
doğru dürüst kitap defter bile getirmeyen<br />
bu öğrenci için hem Alman hem de Türk öğretmenler<br />
“geri zekâlı” teşhisi koymuştu. Anadolu lisesinin<br />
orta ikinci sınıfında olan bu öğrenci için öğretmenler:<br />
“Bu çocuk, bu okula nasıl gelmiş? Bu öğrenci,<br />
hiperaktif değil, zekâ özürlü. Bu okuldan<br />
özel bir okula gönderilmeli.” diyorlardı. Ben de<br />
mesleğimin üçüncü yılında, tecrübesiz olduğum<br />
için öğretmenlerle aynı kanaatteydim. Bu sınıfta<br />
ders anlatmakta her öğretmen gibi ben de çok zorlanıyordum.<br />
Tuğrul’a tatlı bir dil ve sabırla, yaptığının<br />
çok yanlış olduğunu, herkesin rahatsız olduğunu,<br />
saygılı olması ve ders dinlemesi gerektiğini<br />
söylüyordum. Tuğrul ise her defasında “Özür dilerim<br />
öğretmenim.” diyor ama biraz sonra benzer<br />
davranışları sergiliyordu. Ben, yaramazlık yaptıkça<br />
ona bir hikâye okuyup özetleme cezası veriyor,<br />
yapmazsa sözlü notunu çok düşük vereceğimi söylüyordum.<br />
Bir ay sonra cezası kadar hikâye özetini<br />
önümü koydu Tuğrul. Çok ilginç şeyler anlatılmıştı<br />
burada. Bu hikâyeleri kendisinin yazıp yazmadığı<br />
sorunca “Hocam, bana kızmayacaksınız ama.”
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
dedi. “Tamam, doğruyu söyle, kızmayacağım.”<br />
dedim. “Öğretmenim, bu hikâyeleri ben uydurdum.”<br />
dedi. Büyük bir şaşkınlık içindeydim ama<br />
çok da sevinmiştim. “Aferin, Tuğrul sana!” dedim.<br />
Çok mutlu olmuştu. “Gerçekten, doğru mu söylüyordu?<br />
Yoksa bu çocuk…”<br />
Öğrenciler bana ısınmaya başlayınca sınıfta<br />
ara sıra espri yapmaya başlamıştım. Ama bu<br />
esprilerime en çok da, geri zekâlı damgası vurulan<br />
Tuğrul gülüyordu. Bu işte bir tuhaflık vardı. Canım<br />
iyice sıkılmaya başlamıştı. Bu işin hakikatini çözmeliydim.<br />
Bu bozuk sistem, öğrencileri eğitmek yerine,<br />
yetenek ve şahsiyetlerini mi öğütüyordu<br />
yoksa?<br />
Öğrencilere yazdırdığım kompozisyonların<br />
içinde en ilginç ve güzel olanı Tuğrul’a aitti. Bu<br />
çocuk üstün zekâlı mıydı gerçekten? Tuğrul’un<br />
kompozisyonunu sınıfta okudum. Onu tebrik edip<br />
öğrencilere alkışlattım. Tuğrul bambaşka öğrenci<br />
olmaya başlamıştı. Dersi dikkatle dinleyip ilginç<br />
sorular soruyor, ilginç yorumlar yapıyordu. Ben<br />
özellikle onun ilgisini çekecek ders dışı şeyler de<br />
anlatıyordum. Çok mutlu oluyor, gözleri ışıl ışıl<br />
parlıyordu.<br />
Tuğrul’un üstün zekâlı bir öğrenci olduğuna<br />
yüzde yüz inanmıştım artık. Beni çok seven, idealist<br />
müdür yardımcısı ve Türkçe öğretmeni<br />
Osman Bey’e anlattım durumu. Çok şaşırdı ama<br />
bana inandı ve tebrik etti beni. “Öğretmenlere de<br />
bunu anlatalım, bir öğrencinin hayatı, geleceği söz<br />
konusu.” dedim. “Tamam, hocam, bu çok önemli<br />
meseleyi ilk toplantıda gündeme getirelim. Ben<br />
müdür beye de söylerim.” dedi Osman Hocam. Öğretmenlere,<br />
bu çocuğa bir de bu açıdan baktıklarında<br />
bana hak vereceklerini söyledim. Onlar da bir<br />
müddet sonra Tuğrul’un geri zekâlı değil, tam aksine<br />
süper zekâlı bir öğrenci olduğunu anlamışlardı.<br />
Çok sevinmiş, mutlu olmuştum.<br />
73<br />
Aynı sınıfta dikkatimi çeken öğrencilerimden<br />
biri de kekeme olan Ömer isimli bir çocuktu.<br />
Türkçe derslerini öğrencilerin konuşma, telaffuz<br />
yeteneklerini geliştirmek, onlara özgüven kazandırmak,<br />
dersi canlı ve zevkli hale getirmek için genellikle<br />
soru-cevap metoduyla işliyordum. Konuşma<br />
özürlü öğrencim Ömer’e kolay sorular soruyordum.<br />
Ömer’e şiir ve hikâyeler okutturuyor, onu konuşturuyor,<br />
sabırla dinliyor, arkadaşlarına alkışlattırıyor<br />
ve heyecanını yenmesini, özgüven kazanmasını<br />
sağlıyordum. Kekemelik probleminin,<br />
küçük yaşlarda yaşadığı büyük bir korkudan sonra<br />
olduğunu aynı sınıfta okuyan kız kardeşi Serpil’den<br />
öğrenmiştim. 2 bin yıl önce meşhur Filozof<br />
Çiçero’nun da önce kekeme olduğunu, çakıl taşlarını<br />
ağzına alıp deniz kenarında yüksek sesle konuşarak<br />
bu problemini yok ettiğini ve büyük bir hatip<br />
olduğunu söylüyordum. Ömer’in de bunu yenebileceğine<br />
inanmasını istiyordum. Evde de bu sesli<br />
okuma egzersizlerini sürekli yapmasını tavsiye ediyordum.<br />
O, sınıfta yokken arkadaşlarına da onunla<br />
asla dalga geçmemelerini tembihliyordum. Günler,<br />
aylar geçtikçe Ömer’in özgüveni daha da artmaya,<br />
derslere daha fazla katılmaya, yüzü daha fazla gülmeye<br />
başlamıştı.<br />
İstanbul’da 3 yıl içinde öğrencilerime<br />
vatan, millet, bayrak, ezan, millî marş sevgisiyle<br />
birlikte dil, din, tarih ve medeniyet şuuru kazandırmaya<br />
çalışmıştım. Şahsiyetli bir millî kimlikle<br />
aidiyet bilinci oluşan öğrencilerimde “kimlik buhranı”<br />
da ortadan kalkmaya başlamıştı.<br />
İstanbul’da susuzluğun yanında kira ve<br />
geçim derdiyle uğraşırken bazı meslektaşlarım<br />
bana öğüt veriyorlardı: “Ahmet Hocam, sen daha<br />
gençsin, toysun. Bu kadar idealist yaşayarak emekliliği<br />
getiremezsin. Öğrenciler çok zengin. Almanya’dan<br />
geldikleri için iyi Türkçe de bilmiyorlar.<br />
Özel dersten köşeyi dönmeye bak.” diyorlardı.<br />
Bense tecrübeli meslektaşlarımın telkinlerine rağmen<br />
bir takım damatlık elbiseyle her gün okula<br />
gidip gelirken, eşimin iki takım elbise almam için<br />
bileziğini bozdurup verdiği parayla bile Cağaloğlu’ndan<br />
dört beş koli kitap alıyordum.<br />
Eğitimi aşka dönüştüren idealistliğim sebebiyle<br />
İstanbul’da öğretmenlikten başka paralı<br />
ikinci bir iş yapmamıştım. Özel ders, dershane, ticaret<br />
gibi para getirecek şeylerden uzak durmuştum.<br />
Kendimi kültüre, şiire, edebiyata ve eğitime<br />
verip bir de kitap hazırlayıp yayınevine teslim etmiştim.<br />
Haftada bir gelen ve içilemeyen su ile kiralık<br />
ev derdi iyice bunaltmıştı bizi. Düğünümüzde
SANAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
alınan ve hediye edilen altınları tüketince de çaresiz<br />
olarak çok sevdiğim İstanbul’a, dostlarıma ve<br />
gül yürekli öğrencilerime gözyaşlarıyla veda ediyordum<br />
askerlik öncesi. Ailemin yaşadığı, doğup<br />
büyüdüğüm memleketim Samsun/Terme’ye dönüyorduk<br />
artık.<br />
Yıllar sonra bir akşamüstü Terme’deki evimizin<br />
kapı zili çalmıştı. Karşımda tanımadığım iki<br />
genç ile bir erkek ve kadın. “Hocam, beni tanıdınız<br />
mı? Ben İstanbul’dan öğrenciniz Ömer.” der<br />
demez hemen soyadını söyledim. “Sevgili Ahmet<br />
Hocamız, bizi unutmamış.” dediler sevinerek. Sarıldık<br />
birbirimize büyük bir hasret ve mutlulukla.<br />
Yanındakiler de kız kardeşi Serpil öğrencim ile Almanya’dan<br />
kesin dönüş yapan anne ve babası idi.<br />
Hususi olarak ta İstanbul’dan kalkıp Terme’ye beni<br />
ziyarete gelmişlerdi. Ömer artık bülbül gibi konuşuyordu.<br />
“Hocam, sizin sayenizde ben kekemelikten<br />
kurtuldum. Yıllarca size dua ettim. Size teşekkür<br />
etmeye geldik değerli hocam” dedi. Ömer’in<br />
anne ve babası da minnettarlıklarını ifade ediyorlardı.<br />
Üzerinde çok emeğim olan sevgili öğrencim<br />
Fatih’ten yıllar sonra çok anlamlı bir mesaj<br />
aldım: “Pek değerli, okul ve hayat öğretmenim, sayenizde<br />
yönetici oldum. Öğrencilerinizin % 90'ı bu<br />
tür görevlerde. Sizden çok şey öğrendim: Mertliği,<br />
dürüstlüğü, edebi, edebiyatı… Hele ki Divan edebiyatı<br />
deyince aklıma hemen siz gelirsiniz, içimden<br />
bir şey kopar. İlk derslerde bize edebin gerçek<br />
anlamını öğretmiştiniz eline, diline, beline hâkim<br />
olmak diye. “Ben yürürüm yane yane, /Aşk boyadı<br />
beni kane, / Ne âkilem ne divane,/ Gel gör beni aşk<br />
neyledi.” Yunus Emre’nin bu ilahisini siz ezberletmiştiniz<br />
sevgili hocam. Geçenlerde bir yerde duydum,<br />
gözlerim doldu. Sizi tanıyıp da hakkınızda<br />
hayır ve muhabbetle anmayan bir tek kişi bile yoktur<br />
değerli hocam.”<br />
mutlu oldum çok değerli ve sevgili hocam. Size<br />
çok teşekkür ederim, Allah sizden razı olsun. İsviçre’de<br />
de beni ‘bu çocuk normal değil’ bahanesi ile<br />
zekâ özürlülerin okuduğu bir okula vermek istemişlerdi.<br />
Bunun üzerine beni Türkiye’ye, dayımın<br />
yanına getirdiler, KAL’de ortaokula başladım.<br />
Orada da benim için bu şekilde hareket ettiklerini<br />
bilmiyordum, ama siz olmasaydınız bugün sanırım<br />
üniversiteye kadar gelme imkânım hiç olmayacaktı.<br />
Ben İstanbul Üniv. Elektronik Mühendisliği’ni<br />
kazandım. Beni zekâ özürlülerin okuluna<br />
yollamak isteyen, Türklere her fırsatta tepeden<br />
bakan birçok İsviçreliye karşı bu ülkenin en iyi üniversitesi<br />
bilinen Zürich Teknik Üniversitesi<br />
(ETH)’ne girmeyi kafama koymuştum ve bir yıl çalışarak<br />
Makine Mühendisliği’ni kazandım. Ancak<br />
özel sebeplerden bu okulu bırakmak zorunda kaldım.<br />
Şimdi Almanya'da Braunschweig Teknik Üniversitesi<br />
Uçak Mühendisliği’nde okuyorum.<br />
Ben ortaokul/lise yıllarımda hiç bir dersi sizinki<br />
kadar zevkli bulamadım. Birçok öğretmenin<br />
yaptığı gibi müfredatta ne varsa çocukların kafasına<br />
kuru kuru sokmak yerine, ayrı bir tarzınız vardı.<br />
Bize eğitimi sohbet ederek sevgiyle veriyordunuz.<br />
Bazen konumuz Osmanlılar olurdu, bazen de edep,<br />
ahlak. Yaptığınız espriler aslında beni hem güldürüyor<br />
hem de düşündürüyordu. Bugün bana ‘Tarih<br />
derslerinde ne öğrendin?’ diye sorsanız cevap veremem.<br />
Sizin dersiniz dışında diğer Türkçe ve Edebiyat<br />
derslerinde ne öğrendiğimi sorsanız, inanın hatırlamıyorum<br />
bile.<br />
Hocam, koyun gibi özentili yetişen insan<br />
olmamaya çalıştım. Bu yönde en sağlam temelleri<br />
siz attınız bende. Ellerinizden sevgi, saygı ve hasretle<br />
öperim çok kıymetli hocam.”<br />
Çok merak ettiğim Tuğrul öğrencimle sosyal<br />
medya vasıtasıyla 20 yıl sonra haberleştik. Beni<br />
çok heyecanlandırıp eşimle bana mutluluk gözyaşları<br />
döktüren şu mektubu aldım ondan:<br />
“KAL’de benim için verdiğiniz mücadeleyi<br />
öğrenince hem çok duygulandım hem de çok<br />
74
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
Mehmet ÖZDEMİR<br />
GİTMEK VE GELMEK<br />
ARASINDA GEÇEN<br />
BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ<br />
“Böyle gidiyoruz iste, bir yanımız<br />
'kalk gidelim', öbür yanımız 'otur' diyor.”<br />
Can Yücel<br />
Bu yazımızda, göç olgusunun başlangıcı<br />
ve bitişi üzerine odaklanan bazı olguları gündeme<br />
getirmek istedik. Göçmenliğin başlangıcı ile bitişi<br />
arasında geçen çeşitli yaşam öykülerine değinerek<br />
tersine göç olayını farklı cephelerden sunmaya çalıştık.<br />
Sonuç olarak gitmek ve gelmek kavramlarını<br />
göçmek ve göçmenlik sözcükleriyle buluşturmaya<br />
çalıştık.<br />
Gitmek ile gelmek bir kavramda buluşur,<br />
göç… Gitmek ayrılıktır, hüzündür, gözyaşıdır, son<br />
kez dokunmak ve sarılmaktır; dahası gitmek, çoğu<br />
kez bir zorunluluktur. Gitmek tüm alışkanlıkları<br />
terk etmektir; yeni alışkanlıklar edinmektir. Yeni<br />
bir kültüre, yeni insanlara alışmaktır. Gitmek ardından<br />
dökülen bir maşrapa su ile tez vakitte geri<br />
gelmektir. Su gibi akıp gitmektir. Burada bir parantez<br />
açmak faydalı olur. Türk kültürünün kadim dönemlerinden<br />
Anadolu’ya birçok gelenek ve görenek<br />
intikal etmiştir. Aynı zamanda SU, Türk kültüründe<br />
önemli kültlerden bir tanesidir. En temiz, en<br />
halis haliyle su, yaşam kaynağıdır; yaşamı ve canlılığı<br />
simgeler.<br />
75<br />
Suyun yaşamsal önemi gelenek ve göreneklerde<br />
de kendisine yer bulmasını sağlamıştır.<br />
Bu geleneklerden bir tanesi de hiç şüphesiz “saçı<br />
saçma” geleneğimizdir. Saçı geleneğinde suyun dışında<br />
“buğday, arpa, mısır, pirinç gibi tahıllar ve<br />
para, şeker” (yöreye göre değişir) vb. pek çok ürünün<br />
kullanıldığını da hatırlatmalıyız. Geleneğin bir<br />
uzantısı olarak “darısı başına” gibi bir temenniyi de<br />
eklemeliyiz. Gidenin ardından dökülen bir maşrapa<br />
su, gidenin saçısıdır. Bu geleneğin temelinde bolluk,<br />
bereketlilik ve kötü ruhlardan arınma yatar.<br />
Saçı geleneğinin bir çeşit kansız kurban olduğu yönünde<br />
de görüşler mevcuttur (Harun Güngör). Vurgulamak<br />
istediğimiz gurbete çıkışta “gurbete<br />
geden kişiye” bu tür uğurlama pratiklerinin uygulanmasıdır.<br />
Yapılan uygulamalar her çeşit kötülükten<br />
“koruma” amaçlıdır.<br />
Bizim türkülerimiz de gurbet kokar, gurbetin<br />
acılarını her haliyle terennüm eder.<br />
“Almanya treni kalkıyor gardan<br />
Gönül ister mi hiç, ayrılmak yardan<br />
Feleğe sözüm yok böyle yazmış yaradan<br />
Belki bir gün dönerim sen gelme ardımdan”<br />
(Ferdi Tayfur)<br />
“Büyüklerimiz cefa çekmeden sefa sürülmez”<br />
demişler. Gitmek ilk dizeden, dönmek son<br />
dizen olsun, aradaki dizeler gurbette çekilen cefalar<br />
olsun. Gitmek sözcüğü ayrılmak ve uzaklaşmak<br />
ile yakın anlamlı olarak telaffuz edilmektedir. Günlük<br />
yaşamdan birkaç örnekle somutlaştırmak gerekirse:<br />
Yeni evlenen çiftlerden işsizlik nedeniyle erkeklerin<br />
henüz genç yaşta iş bulma ümidiyle hem<br />
ülke içinde hem de ülke dışında diyar-ı gurbet yollarına<br />
düşmesi, öğrencilik gibi nedenlerle, çoğu<br />
kez yurt içinin gurbete dönüşmesi ve bazen de yurt<br />
dışına çıkılması, askerlik nedeniyle kısa bir süre<br />
gurbetlik yaşanması, evlilik nedeniyle çoğu kez kadınların<br />
bazen de erkeklerin yaşadıkları yerleri terk<br />
etmeleri vb. şeklinde gitmek sözcüğü ile ilgili daha<br />
birçok örnek sıralanabilir.
SANAT<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Oktay ATİK<br />
GURBETİ<br />
VATAN<br />
EDENLER<br />
Alamancı, gurbetçi gibi adlarla anılan insanlarımızın<br />
edebiyatıdır aslında göçmen edebiyatı.<br />
Ne tamamlanmış, ne de bitmiş bir edebiyattır, ancak<br />
hiç bitmeyeceği de kesin gibidir, biçim ve renk değiştirse<br />
de. Her yeni damla ile yeniden büyüyen,<br />
sonra yine kendine dönerek son bulan su halkaları<br />
gibi, öteki sularda, yaban ellerde biçim ve renk değiştirse<br />
de hiç bitmeyeceği de kesin gibidir. Göç, gurbet<br />
gibi kavramlarla artık özdeşleşmiş, bunları içselleştirmiş<br />
olan toplumumuzda Almanya’nın apayrı<br />
bir yeri vardır kuşkusuz. Almanya tüm o gurbet ve<br />
memleket öykülerinden çok daha uzak, çok daha yabancı,<br />
öteki bir kavram idi. Almanyalılık, Alamancılık<br />
ya da Almanyalı olmak; gurbet kavramının en<br />
öteki, en uç biçimi olarak elli yılını tamamlamış, tarihteki<br />
yerini çoktan almış, belgesellere konu olmuş<br />
ve en nihayetinde de kendi edebiyatını ve sinemasını,<br />
kısaca sanatını oluşturabilmiştir, üç kuşak boyunca.<br />
Kimsesiz, öksüz bir çocuk gibi büyüyen bu<br />
edebiyat, ilk başlarda ciddiye alınmamış, hor görülmüş<br />
ve ötekileştirilmiştir. Azınlık edebiyatı mı, dışgöç<br />
yazını mı yoksa konuk işçi edebiyatı mı tartışmaları<br />
arasında bir de kendi kimliğini aramış; Türk<br />
edebiyatı mı Alman edebiyatı mı derken zamanla yeteneğini<br />
ve gücünü ortaya koydukça, sinema, tiyatro<br />
gibi diğer sanat dalları ile birlikte dallanıp budaklandıkça<br />
paylaşılmaz olmuş, her iki taraf da kendinden<br />
saymaya başlamıştır. Birkaç milyonluk sessiz<br />
yığının sesi soluğu olmuş olan göçmen edebiyatı ise<br />
her iki tarafa da kendini ait hissettiğinden Türk-<br />
Alman Edebiyatı adını sevmiştir. Bu sözlük çalışmasında<br />
Türk-Alman Edebiyatına ait, elli yıllık süreci<br />
boyunca üç kuşak boyu, ikiyüze yakın göçmen<br />
edebiyatı sanatçıları tanıtılmaktadır.<br />
76<br />
Göçmen Edebiyatı -<br />
Yazarlar Sözlüğü:<br />
Son elli yıl içersinde hem Türk, hem Alman<br />
yazınında uzun ve zorlu süreçler sonucunda oluşmuş<br />
olan ve Türk-Alman yazını olarak da adlandırılan<br />
göçmen yazını, günümüzde göçün ellinci yılı<br />
kutlamaları çerçevesinde kendi varlığını da kutlamaktadır<br />
denebilir. Önceleri ağırlıklı olarak Türkçe<br />
yazılan bu edebiyatta giderek neredeyse tamamen<br />
Almanca yazıldığı görülmektedir. H. Asutay ve<br />
Oktay Atik’in birlikte ele aldıkları giriş yazısında ayrıntılı<br />
olarak Türk-Alman göçmen yazınının aşamalarına<br />
yer verilmiştir. Bu konuda çok farklı sınıflamalar<br />
olabildiği gibi, bu kitapta ele alınan üç kuşak<br />
sınıflandırması, Nilüfer Kuruyazıcı ve Mahmut Karakuş’un<br />
“Gurbeti Vatan Edenler” ile Hayrunisa<br />
Topçu’nun “Avrupa ve Amerika’da Türk Edebiyatı”<br />
adlı eserlerinden yola çıkarak daha çok yaş grupları<br />
na ve zaman sınırlamalarına göre yapılmıştır. Buna
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
SANAT<br />
göre birinci kuşak yazarlar, göçle birlikte başlayan,<br />
seksenli yıllara kadar devam eden ve Türkiye’den<br />
Almanya’ya giden yazarları kapsamaktadır. Seksenli<br />
yıllardan doksanlı yılların ortalarına kadar ise,<br />
ikinci kuşak göçmen yazını devam etmektedir.<br />
İkinci kuşak yazarlar bir taraftan farklı, öteki bir kültürün<br />
içinde yaşamanın getirdiği zorluklar gibi birinci<br />
kuşağın konularını devam ettirmişler, diğer<br />
yandan ise ağırlıklı olarak iki kültür arasında kalmışlığın<br />
ve bu durumun yarattığı kendi kimliğini<br />
arayışını ve bu arayışın yarattığı kaygı, çelişki ve çatışmaları<br />
konu edinmişlerdir. Her bir kuşağın konuları<br />
da birbirinden farklılıklar göstermekte bu bakımdan<br />
konusal olarak da göçmen yazını üç kuşak<br />
halinde sınıflanabilmektedir.<br />
Son ve üçüncü kuşak ise doksanlı yılların<br />
ortalarından itibaren başlasa da daha genel bir çizgi<br />
olarak ikibin ve sonrası olarak da tanımlanabilir.<br />
Özellikle Feridun Zaimoğlu’nun “kanaksprak” kavramı<br />
ile birlikte üçüncü kuşak kendi içindeki dönüşümünü<br />
tamamlamış, konusal olarak diğerlerinden<br />
ayrılmış ve tüm bunların yanında dildeki paradigma<br />
değişimini de kendine özgü dil kullanımı ile gerçekleştirmiştir.<br />
Bu onları hem daha bir kendine özgü bir<br />
yapıya kavuşturmuş, hem de Alman yazını içersinde<br />
daha fazla yerini almaya başlamış, Akif Pirinçci gibi<br />
yazarlarla dünya edebiyatı sahnesine de çıkmıştır.<br />
Selim Özdoğan ile birlikte azınlık kültürü içersinde<br />
yer alan gençlik alt kültürleri de konu edilmeye başlamış<br />
ve yazın içersinde ifadesini bulmuş ve bulmaya<br />
devam etmektedir. Son dönem eserleri Fatih<br />
Akın gibi dünya çapında ünlenen yönetmenler tarafından<br />
da beyazperdeye aktarılarak göçmen yazını<br />
içersinde göçmen filmlerinin de daha çok ortaya çıkmasını<br />
sağlamıştır.<br />
Yazarlar sözlüğü, yazarların soyadlarının alfabetik<br />
sıralamasına göre düzenlenmiştir. Sözlük yapısı<br />
gereği yazarların yaşam öykülerine çok kısa olarak<br />
yer verilmiş, varsa bazı yorum ya da değerlendirmelere<br />
de yer verilmiş ve ağ ortamında bulunabildiği<br />
ölçüde fotoğrafları da eklenmiştir. Pek azının<br />
fotoğrafına hiçbir şekilde ulaşılamadığından, yalnızca<br />
esere ait kapak resmi ile yetinilmiştir. Kaynak<br />
taraması ise daha çok ağ ortamlarından yapılmış,<br />
genel olarak “wikipedia” sitesinin Almanca sürümü<br />
içersinde yer alan “Deutsch-Türkische Literatur” ya<br />
da “Migrantenliteratur” gibi anahtar sözcüklerle yapılan<br />
taramalarda ortaya çıkan verilerden yararlanılmıştır.<br />
Her bir yazar ayrıntılı olarak çevrimiçi ağ<br />
ortamında taranmış, yazarların varsa kendi web sayfalarından<br />
mutlaka yararlanılmıştır.<br />
77<br />
Yazar ve sanatçıların seçiminde ölçüt olarak;<br />
Türk-Alman göçmen yazını kapsamına giren<br />
tüm yazar, şair ve bazı yönetmenler ele alınmıştır.<br />
Temel ölçüt, bu yazın bağlamında doğrudan edebiyatla<br />
ilgisi olmaktır. Fatih Akın ve diğer birkaç yönetmen<br />
de bu çalışmada yer almıştır çünkü kurguladıkları<br />
yapımlar edebiyat kökenlidir ve Türk-<br />
Alman göçmen yazını ya da Almanya’daki Türkler<br />
denince ilk akla gelenlerdendir. Bu nedenle bazı yönetmenler<br />
de sözlük kapsamına alınmıştır. Tüm bunların<br />
dışında çok sayıda araştırmacı, gazeteci, radyo<br />
televizyoncular, yorumcular, oyuncular, siyasetçiler<br />
ve akademisyenler de mevcuttur ancak doğrudan<br />
edebiyatla ilgisi olmadığı için, bu sözlük kapsamı dışında<br />
tutulmuştur. Ayrıca çeşitli nedenlerle Almanya’ya<br />
göç edip kısa bir süre ikamet etmiş ancak göçmen<br />
yazını bağlamında eser yazmamış olan yazarlar<br />
da kapsam dışında tutulmuştur. Bunların dışında<br />
Avusturya, İsviçre, Hollanda ve Fransa gibi ülkelerde<br />
de yaşayan yazarlar arasından Almanca yazan<br />
şair ve yazarlara yer verilmiştir. Söz konusu Türk-<br />
Alman göçmen yazını bu anlamda Almanca konuşan<br />
ülkelerdeki Türk ve göçmenlik geçmişi ya da<br />
oralarda doğan insanlarımızı kapsamaktadır.<br />
Biçim olarak sözlük kurgusu yazar soyadlarının<br />
alfabetik sıralaması şeklinde sıralanmış,<br />
yazar ad ve soyadlarının hemen altında doğum tarihi<br />
ve doğum yerleri belirtilmiştir. Daha sonra vesikalık<br />
fotoğraf boyutunda yazar veya sanatçının fotoğrafına<br />
yer verilmiş, fotoğrafların alıntılandığı<br />
kaynaklar ise her bir yazar başlığının sonunda yer<br />
alan kaynak kısmında erişim tarihleri ile birlikte ayrıca<br />
belirtilmiştir. Her bir yazar için “hayatı”,<br />
(varsa) almış olduğu “ödüller”, eserleri (yayımlandıkları<br />
yıllar eskiden yeniye doğru sıralanmış olarak)<br />
en sonda da yararlanılan ya da alıntılanan tüm<br />
kaynaklar “kaynak” başlığı altında belirtilmiştir.<br />
Genel olarak her bir yazar maddesi bir sayfa ile sınırlandırılmaya<br />
çalışıldıysa da, bazı yazarlarımızın<br />
(Y. Pazarkaya, Aras Ören, S. Özdoğan örneklerinde<br />
olduğu gibi) hem çok sayıda eserlerinin oluşu, hem<br />
de göçmen yazınının temsilcileri ya da en bilindik<br />
isimleri olmaları nedeniyle yazar maddeleri sayfaları<br />
aşmıştır. Kitabın sonunda ise Türk-Alman yazını<br />
ya da Türk-Alman göçmen yazını konusunda yapılan<br />
taramalar sonucu ulaşılabilen tüm referanslar,<br />
bilimsel çalışmalar, makale, bildiri tez vb. bir araya<br />
toplanarak kapsamlı ve toplu bir kaynakça oluşturulmaya<br />
çalışılmıştır. Türkçe’de Türk-Alman Göçmen<br />
Yazını alanında şimdiye kadar bulunmayan bir<br />
iş kotarılmıştır.
ABONELİK Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
YENİ DERGİ<br />
GELİYOR<br />
2016 yılında tüm Almanya’da<br />
YENİ DERGİ ABONELİK FORMU<br />
LÜTFEN DOLDURUNUZ<br />
ß<br />
ŞAHIS ADINA TALEP<br />
Ad ve soyad:<br />
________________________<br />
Adres ve telefon: ________________________<br />
________________________<br />
E-Mail:<br />
________________________<br />
1 yıllık abonelik ücreti (6 sayı) 30 €'dur. Yıllık abonelik ücretini, aşağıda belirtilen hesap<br />
numarasına yatırarak, abonelik formunu veya bilgilerini mustafacan49@hotmail.com<br />
adresine gönderdiğiniz takdirde, talep ettiğiniz yayın adresinize ulaştırılacaktır.<br />
TÜDAF e.V.<br />
Banka: Stadtsparkasse KölnBonn<br />
IBAN: DE65 0006 4000 0011 0111 7643 73<br />
78
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KIRKAMBAR<br />
Türk Göç<br />
Konferansı<br />
2015<br />
Fransa'nın Yabancı<br />
Roman Ödülü<br />
Hakan Günday'a<br />
2012’den beri her yıl Avrupa’nın çeşitli kentlerinde<br />
düzenlenen Türk Göç Konferansları serisi içerisinde<br />
üçüncüsü Prag’da yapıldı.<br />
Konferans, Regent’s Üniversitesi Londra<br />
Ulusötesi Araştırmalar Merkezi; Prag’daki Charles<br />
Üniversitesi, Beşeri Bilimler Fakültesi; Manisa Celal<br />
Bayar Üniversitesi Nüfus ve Göç Araştırmaları Merkezi<br />
ile California Üniversitesi Davis Gifford Nüfus<br />
Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa bir organziasyonu<br />
olarak gerçekleşti.<br />
Yirmi beş ülkeden yaklaşık iki yüz araştırmacının<br />
iştirak ettiği bu bilimsel toplantıda sunulan bildirler<br />
tahmin edilebilceği gibi Türkiye’ye özgü göç konularını<br />
çeşitli boyutlarıyla işlemekteydi.<br />
Başka ülkelerden Türkiye’ye ve Türkiye’den<br />
başka ülkelere yönelen göç akımlarıyla birlikte Türkiye’de<br />
halen en önemli demografik olaylardan biri olarak<br />
gerçekleşen iç göçler bildirilerde sunulmak amacıyla<br />
araştırmacılar tarafından en çok tercih edilen konular<br />
arasındaydı.<br />
Son olarak, gelecek yıl, Türk Göç Konferansı<br />
2016’nın 12-15 Temmuz 2016 tarihlerinde Viyana Üniversitesi,Avusturya’da<br />
düzenleneceğini buradan<br />
okurlara duyuralım.<br />
Fransa’nın saygın roman ödülü Prix Medicis’nin,<br />
2015 En İyi Yabancı Roman Ödülü Türk yazar<br />
Hakan Günday’a verildi.<br />
Günday’ın Fransızca’ya “Encore” adıyla çevirilen<br />
“Daha” adlı romanı, göçmen ticareti yapan bir<br />
kaçakçılık şebekesinin hikayesi üzerinden göçmen ve<br />
insanlık dramına değiniyor.<br />
Bu ödül daha önce Türkiye'den yalnızca<br />
“Kar” romanıyla Orhan Pamuk’a verilmişti. Jean Descat’nın<br />
Fransızca’ya çevirdiği ve Galaad yayınlarından<br />
çıkan “Encore” kitabıyla Fransa’da büyük beğeni<br />
toplayan Hakan Günday'ın kitaptaki baş kahramanı 9<br />
yaşındaki Gazâ.<br />
Gazâ’nın hikayesi Arthur Rimbaud’nun “Dayanılmaz<br />
olan tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır”<br />
diyerek başlıyor.<br />
79<br />
Gazâ'nın babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da<br />
onun çırağı. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi<br />
gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta...
KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Göçmen<br />
kadınlardan<br />
dişil sözlük<br />
Kalbten Gelen<br />
Büyük Aşk<br />
kitabı çıktı<br />
Göçmen Kadınlar, Elif Çiğdem Artan küratörlüğünde<br />
‘Dişil Bir Sözlük’ hazırladı.<br />
Frankfurt Tarih Müzesi’ne bağlı Bibliothek<br />
der Alten için hazırlanan “Göçmen Kadınların<br />
ABC’si” başlıklı bu katılımcı sergi projesinde, 11<br />
kentten 200’den fazla kadın, ‘göçmen ve kadın’ olmaya<br />
dair kelimeleri, kavramları, nesneleri, duyguları ve<br />
renkleri yeniden tanımladılar.<br />
Türkçe alfabenin 29 harfinden yola çıkarak<br />
hazırlanan sözlük, göçmen kadınların mücadelelerini<br />
A’dan Z’ye sergilemeyi hedefliyor.<br />
Artan, sözlükte hangi kelimenin öne çıktığını<br />
söylemenin zor olduğunu ifade ediyor; ‘Ayrımcılık,<br />
Barış, Cinsiyet, Çay, Dergi, Ev İşleri, Feodal, Güven,<br />
Yumuşak G, Halay, Irkçılık, İşbirliği, Jin, Kahkaha,<br />
Lila, Mücadele, Namus, Off, Özgürlük, Pantolon, Ruj,<br />
Sessizlik, Şiddet, Taciz, Umut, Üretim, Vücut, Yoksulluk,<br />
Zaman. www. bda119. de<br />
Kalbten Gelen Büyük Aşk adlı kitabın tanıtım<br />
gecesine Frankfurt ve çevresinden çok sayıda davetli<br />
katıldı.<br />
Gecenin açış konuşmasını yapan Yazar Müzeher<br />
Şimşek, şu an sizlerle birlikte çok mutluyum.<br />
Hoş geldiniz şeref verdiniz beni mutlu ve bahtiyar<br />
ettiniz güzeller dolusu dostlarım diyerek şöyele<br />
devam etti: Ben Tokat doğumluyum.Çocukluğum<br />
küçük bir kasabada geçti.<br />
Adı Yeşilova çok şirin bir kasabadı. Orada<br />
çok mutlu ve huzurlu idim.Büyük bir ailem vardı. Yalnız<br />
orta okul bittikten sonra 13. yaşımda Almanya’nın<br />
Frankfurt kentine geldim. Kasabadaki yıllarımda aklımda<br />
bir şeyler vardı Yazar olmak isterdim. Kitaplar<br />
yazmak isterdim. Yalnız kendi romanımı yazacağım<br />
aklıma bile gelmezdi.<br />
80<br />
Hiç bir şey olmaz demeyin. İlk kitabım<br />
“Kalbten Gelen Büyük Aşk”ı anlatmakta. Aşk’ı anlatan<br />
şiir kitabım yolda diyor Yazar Müzeher Şimşek.
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KIRKAMBAR<br />
Berlinli yazar<br />
Zeki Nurçin'den<br />
yeni bir kitap<br />
Türk olduğum için<br />
sansürleniyorum<br />
Zeki Nurçin üzerinde dört yıl üzerinde çalıştığı<br />
tarihi romanı “Kırmızı Begonvil”i yayımladı.<br />
Romanda kullanılan üslup; mitoloji ve tarihe<br />
dayanarak çağının eleştirisini yapan bir çalışmadır. Bu<br />
tarzla birlikte folklorik anlatım tarzı canlandırılarak<br />
günümüze uyarlanmıştır.<br />
Çalışmayı farklı kılan en önemli özelliklerinden<br />
biri olağanüstü öğelerin, okura yabancısı olmadıkları<br />
ama ayrıntılarını pek bilmedikleri bir tarihi göstermesidir.<br />
Çünkü gözden kaçan bir İmparatorluğun, Hititlerin<br />
son dönemlerini anlatması bakımından da<br />
önemli bir bilgi, başvuru kaynağı niteliğindedir.<br />
Roman konusu bakımından tarihsel, duygusal<br />
roman, oluşum romanı özelliklerini taşır. Romanda<br />
tamamen yaşanmış, tarihin değişik dönemlerindeki<br />
gizli kalmış olayları, kendisine özgü bir yaklaşımla işlemesi<br />
bakımında dışavurumcudur.<br />
Ayrıca romandaki dışavurumculuk toplumsal<br />
kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen<br />
toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne<br />
çıkarılmasıyla kendisini bir canlı varlık gibi sürekli<br />
gösterir. Romanda bu durumun insana indirgenmiş<br />
hali var.<br />
Almanya’nın Türk kökenli kabare sanatçısı<br />
Serdar Somuncu ‘Der Adolf in mir’ adlı kitabında,<br />
Alman televizyon kanallarının kendisine uyguladığı<br />
ağır sansürü anlatıyor.<br />
Türk olduğu için sansürlendiğini ileri süren<br />
Somuncu "Almanların konularını konuşmak istiyorum.<br />
Alman medyası bunu kesinlikle istemiyor. Türkler,<br />
Türk konularını konuşsun istiyor.<br />
Ben bugüne kadar her stand-up programında<br />
sansür yaşadım. Bu Almanya için büyük bir ayıp. Almanya<br />
kendini çok özgür bir ülke olarak gösteriyor,<br />
başka ülkeleri yeriyor ama kendisi de bunu yapıyor.<br />
Ama ben size daha büyük bir skandalı anlatayım.<br />
Ben sadece sözlerimden dolayı değil, Türk olduğum<br />
için de sansür yaşadım. Ben bunu birebir yaşadım.<br />
Ben benim kökenime uymayan konuları, Almanların<br />
konularını konuşmak istiyorum. Alman medyası<br />
bunu kesinlikle istemiyor. Türkler, Türk konularını konuşsun<br />
istiyor.<br />
81<br />
Beni programa davet ederken, bir Türk olarak<br />
çıkmamı istiyorlar. Kabul etmeyince, çağırmıyorlar.<br />
Bugüne kadar bir ödül almadım. Başka sanatçılar<br />
alıyor. Almanların Türk resmine uyan sanatçılara veriyorlar.<br />
Ben o imaja uymuyorum".
KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Dil, bizim<br />
kimliğimizdir<br />
Almanya'da<br />
Şeb-i Arus<br />
töreni yapıldı<br />
DİTİB Köln‘deki Genel Merkezi‘nde Şeb-i<br />
Arus töreni düzenlendi. DİTİB Eğitim ve Kültür Merkezi<br />
tarafından "Sema ve Tasavvuf Müziği Programı"<br />
adıyla düzenlenen etkinliğe vatandaşlar yoğun bir teveccüh<br />
gösterdiler.<br />
Filmforum NRW'de düzenlediği Uzun Hikaye<br />
film gösteriminin ardından konuşan yönetmen<br />
Osman Sınav, yarım bıraktığı üniversiteyi 35 yıl sonra<br />
bitirdiğini ve bu filmin kendisinin mezuniyet filmi olduğunu<br />
belirterek şöyle konuştu:<br />
"Türk kültür ve sanatının tanıtımına katkıda<br />
bulunmak için Yunus Emre Enstitüsü'nün etkinliklerine<br />
destek vermelisiniz. Hatta etkinliğe gelirken herkesin<br />
bir de Alman komşunun elinden tutup getirmesi gerekmektedir.<br />
Dil, bizim kimliğimizdir. Onu kaybedersek<br />
herşeyimizi kaybederiz. Irk, önemli değildir ama<br />
herşeyimiz dildir".<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi<br />
Türk Müziği Topluluğu'nun "Ayin-i Şerif"i eşliğinde<br />
düzenlenen sema gösterisi katılımcılar tarafından<br />
büyük ilgiyle izlendi. Sözleri Mevlana Celaleddin-i<br />
Rumi'ye, bestesi Kuçek Derviş Mustafa Dede'ye ait<br />
olan "Bayati" makamındaki "Ayin-i Şerif" eşliğinde<br />
tavaf eden semazenler bedenleriyle sema ederlerken,<br />
kalpleri ve dilleriyle de Allah'ı zikrettiler.<br />
Yaşadığımız asırda sevgiye ve merhamete<br />
her geçen günden daha fazla ihtiyacın olduğuna işaret<br />
eden Yönetim Kurulu Üyesi Ramazan Ilıkkan; “Hz.<br />
Mevlana, yaşadığı sürece Resulullah rehberliğinde<br />
Kur’an’a ulaşan yol Hazret-i Pîr’i tanıyıp anlamak ve<br />
izinden yürümekten geçtiğini” söylüyor bizlere.<br />
O sebeple Hz. Mevlana’nın felsefesine, Anadolu’nun<br />
ruhuna ve onun sevgisine yeniden ihtiyacımız<br />
var” dedi.<br />
82
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KIRKAMBAR<br />
Türkler<br />
Almancayı<br />
Nao'dan<br />
öğrenecek<br />
Anadili<br />
eğitimi<br />
masaya<br />
yatırıldı<br />
Hessen Eyaleti’nde görev yapan öğretmenler,<br />
Türkçe eğitimiyle ilgili sorunları masaya yatırdılar.<br />
Interkulturelle Schule Rhein Main’da düzenlenen<br />
toplantıya, Frankfurt Başkonsolosu Mustafa<br />
Çelik, Eğitim Ataşesi Şadan Özdirik, ATÖF Başkanı<br />
Yücel Tuna ve TÖDER Başkanı Zeynel Fırat gibi<br />
isimlerin de aralarında bulunduğu yaklaşık 80 kişi katıldı.<br />
Türk çocuklarının Türkçesi Türk toplumunun<br />
gözleri önünde kaybolurken, Alman bilim adamları<br />
göçmen çocuklarına Almancayı daha iyi öğretmek<br />
için robot Nao’yu yeniden programlıyor.<br />
Projede Koç Üniversitesi de var. Ancak Türk<br />
çocuklarına Türkçe öğretmek için değil, İstanbul’daki<br />
çocuklara İngilizce öğretmek için.<br />
Uzun yıllardan beri Almanya’da görev yapan<br />
Ataşe Şadan Özdirik, “Hessen Eyaleti’nde, bakanlığımızdan<br />
43, yerelden 59 olmak üzere toplam 102 öğretmenimiz<br />
görev yapıyor.<br />
Türkçe derslerinde 8 bin 900 çocuğumuz<br />
devam ediyor. Öğretmenlerimizin gösterdiği çaba,<br />
hem Türk hem de Alman toplumunun yararınadır.<br />
Amacımız, çocuklarımızın anadillerini ve kültürlerini<br />
en iyi şekilde öğrenmesidir” dedi.<br />
Almanyalı Türkler, çocuklarının Türkçesinin<br />
kaybolduğunu henüz fark ederken Alman bilim adamları<br />
göçmen çocuklarına Almanca öğretecek bir robot<br />
geliştirmek için kolları sıvadı.<br />
Bielefeld Üniversitesi araştırmacıları, önümüzdeki<br />
üç yıl boyunca insana benzeyen robotların 4<br />
ila 5 yaşlarındaki göçmen çocuklarına Almanca öğretip<br />
öğretemeyeceğini araştırmayı planlıyor.<br />
Bielefeld Üniversitesi’nde yapay zekâ alanında<br />
araştırmalar yürüten Prof. Stefan Kopp’a göre<br />
bu mümkün olabilir. Zira her çocuğa teker teker ikinci<br />
bir dilde eğitmek anaokullarının gücünü aşan bir<br />
görev ve bu ek görevi robotlar eğitmenlerden devralabilir.<br />
83
KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Gençlerin<br />
edebiyat<br />
çalışması<br />
ödüllendirildi<br />
Türkische<br />
Delikatessen<br />
Kültür<br />
Festivali<br />
29 Kasım 2015 tarihlerinde 'Türkische Delikatessen'<br />
Müzik-Kültür Festivali Köln’de gerçekleşti.<br />
T.C. Kültür Bakanlığı, T.C. Köln Başkonsolosluğu,<br />
Köln Belediyesi, Türk Hava Yolları, Funkhaus Europa’nın<br />
katkılarıyla ile gerçekleşen festivalde tanınmış<br />
pek çok işim Köln’ün farklı mekanlarında konserler<br />
verdi.<br />
Türk müzik ve kültürünü tanıtmak ve önyargıları<br />
yıkmak amacıyla bu organiyasyonu gerçekleştirdiklerini<br />
söyleyen organizatörler, gelen tepkiye<br />
göre festivalin tekrarlanacağını belirttiler.<br />
Nürnberg DİDF’in başlattığı ve özellikle göçmen<br />
kökenli gençlerin yer aldığı, edebiyata özendirme<br />
projesi, başarılı bir şekilde ve ödüller verilerek kutlandı.<br />
Gençlere yönelik çalışmaları en önde götürmeyi<br />
hedeflediklerini söyleyen Başkan Eylem Gün,<br />
“Göçmen çocuk ve gençlerin yetersiz kalışlarının ana<br />
sebebi, adaletsiz bir yapıya sahip olan sistemdir.<br />
Festivalde Okay Temiz, Burhan Öcal, Görkem<br />
Şen, Barış Demirel gibi sanatçılar sahne aldılar.<br />
Festival programı hakkında geniş bilgiyi www. tuerkische-delikatessen-festival.<br />
de adresinde buabilirsiniz.<br />
Eşit koşullar yaratılmadıkça, göçmenlerin başarısı<br />
da kısıtlıdır. Buna ve bu gibi politalara karşı mücadele<br />
ediyoruz ve herkesi birliğe davet ediyoruz”<br />
dedi.<br />
84
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KIRKAMBAR<br />
Türkçe Kitap<br />
ve Kültür Fuarı<br />
açıldı<br />
Türk<br />
Edebiyatçılar<br />
örgütleniyor<br />
Hessen eyaletinde yaşayan Türkçe yazan edebiyatçılar<br />
“Türk Edebiyat Platformu” adı altında örgütlenme<br />
kararı aldı.<br />
Duisburg yakınlarında açılan ve 27 Aralık- 4<br />
Ocak tarihleri arasında açık kalan fuarda, çocuk<br />
ilmihalinden en son çıkan romanlara, dünya<br />
klasiklerinden görme engelliler için özel yapılan<br />
kabartma yazılı Kuran-ı Kerim'e kadar çok sayıda eser<br />
yer aldı. Fuarda ayrıca sanatın her çeşidine rastlamak<br />
da mümkündü.<br />
Düzenlenen panellerde edebi sohbetler, şiir<br />
buluşmaları ve resim, ebru gibi sanatsal faaliyetler de<br />
gerçekleştirildi. Fuar yetkilisi Ahmet Turunç,<br />
Almanya'da yaşayan Türk gençlerinin kitap okuma<br />
alışkanlığı konusundaki eksikliklerini fark ederek<br />
2000 yıllında bu fuarı organize etmeye karar verdiğini,<br />
fuarlar ilgi görünce, o günden bu yana 16 kez bu<br />
alanda fuar düzenlediklerini belirtti.<br />
45'i Türkiye'den 9'u Avrupa'dan olmak üzere<br />
54 yayınevinin katılımıyla açılan fuarı bu yıl da 100<br />
bin kişinin ziyaret ettiğini belirten Turunç,<br />
"Kitapseverler Türkiye'de yeni çıkan, ancak burada<br />
ulaşamadıkları kitap ve dergilere bu fuar sayesinde<br />
ulaşabiliyorlar" şeklinde konuştu.<br />
Almanya’da anadilleri Türkçe’de yazan<br />
büyük bir şair ve yazar kitlesi mevcut. Ancak bu kitle<br />
birbirinden habersiz. Kenarda köşede kalmış, kendi başına<br />
birşeyler yapmaya çalışan şair ve yazarları Türk<br />
Edebiyatı Platformu adı altında toplanması Yeni Dergi<br />
tarafından da desteklenmektedir.<br />
Platformun kurulması için Rhein Main Bölgesi’ndeki<br />
yazar ve şairlerle görüşmeler sürmekte ve<br />
bu oluşum “Türk Edebiyat Platformu’nun bir adım ötesinde<br />
aynı isimle dernekleşmek istemektedir.<br />
İlk buluşmaya katılan yazar ve şairlerden<br />
Fatih Mehmet Yıldırım, Mehmet Erçen, Müzeher Şimşek,<br />
Ayşer Koç ve Yasemin Semerci sonraki etkinliğe<br />
de katılacaklarını açıkladılar. Ayrıca kişisel gelişim<br />
uzmanı Bircan Özünal, yeni oluşama destek veriyor.<br />
85
KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Er ist<br />
wieder da<br />
Köln'de<br />
“Art bridge”<br />
karma sergisi<br />
Almanya’nın Köln kentinde küratörlüğünü<br />
sanatçı Nuray Turan’ın üstlendiği “Fröhlichkeit – Happiness<br />
- Mutluluk” başlıklı karma sergi 16 uluslararası<br />
sanatçının katılımıyla açıldı. Bu yıl onuncusu düzenlenen<br />
“Art bridge” karma sergisinde 6 Türk, 9 Alman, 1<br />
Suriyeli sanatçının eserleri yer alıyor.<br />
Timur Vermes’in çok satan romanından sinemaya<br />
uyarlanan Er ist wieder da (O Geri Döndü), şu sıralar<br />
Almanya’da vizyonda ve ülkenin gişe rekortmeni<br />
komedilerinden biri. Filmin çıkış noktası şu: Hitler günümüz<br />
Almanyası’nda uyansa ne olurdu?<br />
Avrupa’nın geri kalanı gibi Almanya da<br />
yakın zamanda mülteci meselesini gündeminde birinci<br />
sıraya koyan ülkelerden. Alman bir gazeteciyle oturup<br />
sohbet ettiğinizde konu muhakkak mülteciler, bilhassa<br />
Türkiye’den gelen Suriyeli mülteciler üzerine<br />
yoğunlaşıyor. Fakat meselenin ekseni son zamanlarda,<br />
bu konu üzerinden yeniden hortlayan ırkçılık ve neo<br />
nazizm belasına doğru kaymış durumda.<br />
“Mutluluk” kavramının işlendiği serginin<br />
son günlerinde “Sanat Pazarı” kurulacağını belirten sanatçı<br />
Nuray Turan, “Son iki gün sergimize 6 sanatçı<br />
daha dahil olacak. Almanya’da yerleşik sanatçıların<br />
yanı sıra Türkiye’den gelen sanatçı arkadaşların eserleri<br />
de bu sergide sanatseverlerin beğenisine sunuluyor”<br />
dedi.<br />
Almanların Türklere oranla sanatsal etkinlikliklere<br />
daha fazla ilgi gösterdiğini vurgulayan Turan,<br />
bu tür sergilerle sanata olan ilgiyi daha çok artırmayı<br />
ve sanatı sevdirmeyi amaçladıklarını ifade etti.<br />
Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan Turan,<br />
“Biz sanatçılar olarak bu tür sergiler düzenleyerek<br />
güzel bir iş yaptığımızı düşünüyoruz” diye konuştu.<br />
İşte tam da bu ortamda gösterime giren “Hitler<br />
bugün uyansa ne olurdu?” temalı film Er Ist Weder<br />
Da (O Geri Döndü), müthiş başrol oyuncusu Oliver<br />
Masucci’nin bir saniye bile sekmeyen Hitler yorumuyla<br />
insanı güldürürken, bir yanıyla da amiyane tabiriyle<br />
kara kara düşündürüyor.<br />
Zira filmin başta sorduğu soruya cevabı epey<br />
karamsar: Hitler günümüzde varolsaydı ne mi olurdu?<br />
Tamamen aynı şeyler olurdu, hiçbir şey değişmezdi!<br />
86
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
KIRKAMBAR<br />
Musa Celil'in<br />
“Moabit Defterleri”<br />
Şair Musa Celil, birçok<br />
önemli eserini İkinci Dünya Savaşı<br />
yıllarında tutuklu kaldığı Alman Moabit<br />
Toplama Kampı'nda oldukça zor<br />
şartlar altında yazmıştır. Burada yazdığı<br />
şiirleri, Tatar halkı tarafından dilden<br />
dile ulaştırılarak çoğaltılmış, ölümünden<br />
sonra da “Moabit Defterleri”<br />
adı altında kitaplaştırılarak yayınlanmıştır.<br />
Celil’in şiirleri cephe gazetelerinde<br />
yayınlanmıştır. Topçunun<br />
Yemini adlı ayrı bir Tatarca şiirler toplamı,<br />
1943 yılında Kazan’da yayınlanır,<br />
1944 yılında ise Rusça ‘Hendekten<br />
Mektup’ adlı şiirler toplaması yayınlanır.<br />
Sonradan bu şiirlerin aslında<br />
Moabit Defterleri’nin girişi olduğu anlaşılacaktı.<br />
Musa Celil ve arkadaşlarının<br />
şiirlere destan kahramanlığının ortaya<br />
çıkarılmasında en<br />
önemli rolü oynayan defterler<br />
ise Belçikalı Andre Timmermans<br />
tarafından muhafaza<br />
edilmiştir.<br />
Timmermans, Moabit hapishanesinde<br />
Calil ile aynı hücreyi<br />
paylaşmaktaydı. Son görüştüklerinde<br />
Musa kendisini<br />
ve tatar yoldaşlarını yakında<br />
infaz edeceklerini söyler ve<br />
defteri ona Rusya’ya iletilmek<br />
üzere emanet eder. Savaşın<br />
bitmesi ile hapisten<br />
çıkan Andre Timmermans<br />
defteri Sovyet elçiliğine teslim<br />
etmiştir.<br />
Moabit Defterleri bugün Tataristan<br />
Cumhuriyeti Devlet<br />
Müzesi’nde muhafaza edilmektedir.<br />
Hala toplam kaç defter<br />
olduğu bilinmemektedir. Вu defterlerde<br />
şöyle satırlar vardır: «Hayata<br />
veda ediyorum, Dünya beni<br />
unutabilir. Ama ben yaşayacak<br />
şarkılar bırakıyorum».<br />
Bir Öğüt<br />
(şiirinden bir parça)<br />
Ben çok gördüm fil gibi insanları<br />
Geniş göğüslü, demir bedenli.<br />
Yalnızca görülmeliyi işi ile<br />
İnsan olan gerçek adamı. (1944)<br />
87
ÖZGEÇMİŞ Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />
1973 yılında Adana’nın Kozan ilçesinde doğdu.<br />
1995’te Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’ni bitirdi.<br />
Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim<br />
Dalında lisansüstü (Yüksek Lisans 1998, Doktora 2004) çalışmalarını<br />
tamamladı. 2012’de Sosyoloji alanında Doçent unvanını<br />
aldı. Kültür Endüstrisi, Almanya’daki Türk Kuruluşları ve Almanya<br />
Türklerinde Dil Din Kimlik isimli üç adet yayımlanmış kitabı<br />
bulunmaktadır. İletişim Sosyolojisi, Göç Sosyolojisi, Avrupa’da<br />
Türkler, Türk Dernekleri, Sivil Toplum Kuruluşları, kurumsal<br />
iletişim konularında okuma, yazma ve akademik çalışmalarını<br />
sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babası olan Adıgüzel, 2012 yılından<br />
bu yana İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji<br />
Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.<br />
Yusuf AKTÜRK<br />
1956 Gediz/Kütahya doğumlu. Orta ve Lise öğrenimini<br />
Uşak'ta bitirdi. Ankara Ü niversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde<br />
başlayan yüksek öğrenimini Almanya'da tamamladı. Köln<br />
Üniversitesi'nde Sosyoloji, Ekonomi ve Siyasal Bilgiler okudu.<br />
1974 yılında başlayan şiir hayatı ilkin yerel basında, sonra Mavera<br />
ve Aylık Dergi'de sürdü. Halen Köln'de yaşıyor ve ticaretle uğraşıyor.<br />
Yasin BAŞ<br />
Yasin Baş siyaset bilimcisi, tarih bilimcisi, araştırmacı<br />
gazeteci. En son 'Almanya'da İslam - Alman İslam'ı mı?' ve<br />
'Medya'da Müslümanlar' kitaplarını çıkarmıştır. Yasin Baş çeşitli<br />
Almanca ve Türkçe gazete, dergi, internet haber sitelerinde yorum<br />
ve köşe yazıları kaleme almakta ve siyasi, toplumsal gelişmeleri<br />
değerlendirmektedir. Köln’de mukimdir.<br />
Prof. Dr. Engin BERBER<br />
1963'te doğdu. Lisans ve yüksek lisans öğrenimini Ege<br />
Üniversitesi tarih bölümü'nde tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi<br />
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde doktora yaparken,<br />
Yunanistan hükümetinden bir araştırma bursu alarak çalışmalarını<br />
Atina'da sürdürdü. 1993 yılında "mütareke ve yunan işgali<br />
döneminde izmir sancağı" başlıklı teziyle doktorasını aldı. Yayımlanmış<br />
dokuz kitabı vardır. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası<br />
İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.<br />
Mustafa CAN<br />
1949 yılında Terme’de doğdu. 1972 yılında Gazi Eğitim<br />
Enstitüsü Yabancı Diller Bölümü’nden mezun oldu. 1976 yılında<br />
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Almanca Bölümü’ne okutman<br />
olarak tayin oldu. Öğretmen olarak Türk Kültürü’ne hizmeti<br />
akademik sahada sürdürmek için 1979da Almanya’ya geldi.1980<br />
yılında Türk toplum kuruluşlarının kalbi Köln şehrine yerleşti ve<br />
orada Türkçe öğretmenliği yanında Köln Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde<br />
Alman Dili ve Edebiyatı, Felsefe ve Siyasi Bilimler<br />
dallarını okudu. 2007 yılında Yunus Emre Kültür Akademisi’ni<br />
kurdu ve yönetti. Bu süre zarfında Akademi’nin yayın organları<br />
88<br />
olan Divan Gazetesi ile Renkler Ülkesi dergisini çıkardı. Edebî çalışmalarını<br />
da aksatmadan sürdüren Can, yazılarını yerel gazete ve<br />
dergilerde yayınladı. Şiir, hikaye ve deneme dalında yayınlanmış<br />
altı kitabı bulunmaktadır.<br />
Meltem ÇİMEN<br />
Meltem Çimen Istanbul Teknik Üniversitesini bitirdikten<br />
sonra sonra uluslararası firmalarda satış ve pazarlama mühendisi<br />
olarak çalıştı. Bir dönem Orta Asya Ülkelerinde iş geliştirme<br />
yaptı ve bu dönemde Orta Asya’daki çeşitli ülkelere uzun seyahatleri<br />
oldu. İş amaçlı yaptığı gezilerde aynı zamanda oradaki kültürleri<br />
ve tarihi inceleme fırsatı buldu. Çalıştığı firmanın dergisinin<br />
yayın kurulunda görev aldı ve gezi yazıları yazdı. Bir süredir yaşadığı<br />
Almanya'da yazı yazmayı farklı açılardan sürdürmekte ve gönüllü<br />
edebiyat organizasyonları yapmaktadır. Çocukları olduktan<br />
sonra ara verdiği profosyonel iş yaşamına kendi şirketinde kişisel<br />
gelişim, performans destekleyici eğitimler, kariyer gelişimi ve<br />
planlaması ve benzer konularda danışmanlık yaparak devam etmektedir.<br />
Çok tatlı iki cocuk annesidir ve hayata bu tatlı açıdan<br />
bakmaktadır.<br />
Alaattin DİKER<br />
1962 yılında Afyonkarahisar’da doğdu. Yüksek tahsilini<br />
Bonn ve Trier Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler ve Sosyal Antropoloji<br />
alanında tamamladı. 1988 ve 1989 yılları arasında Anadolu<br />
Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak görev yaptı. 1990 yılından<br />
itibaren özel sektörde başlayan yöneticilik hayatı bugüne<br />
kadar sürdü. 1994-1997 ve 2002-2005 yılları arasında iki dönem işveren<br />
kuruluşu Müsiad-Almanya’nın Genel Sekreterliği'ni yürüttü.<br />
Almanya Türk Vatandaşları Konseyi(RTS)nin kuruluşunda<br />
görev aldı. 2013 yılında Türk-Alman Yazarlar Birliği‘ne kurucu<br />
başkan seçildi. 2015 yılında TÜDAF (Türk-Alman Yazarlar Forumu)<br />
kurucuları arasında yer aldı. Türkiye’de çeşitli dergilerde (Mavera,<br />
İlim ve Sanat ve Türk Edebiyatı) makaleleri yayınlandı.<br />
'Türkiye'nin Korkuları' ve 'Batı Düşüncesinde Stratejik Perspektifler<br />
' isimli yayınlanmış iki kitabı bulunmaktadır.<br />
Yrd. Doç. Dr. Gülsüm DEPELİ<br />
Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde<br />
(2000) ve Yüksek Lisansını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />
Enstitüsü, Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalında tamamladı<br />
(2003). Doktora çalışmasını yine aynı bölümde “Almanyalı<br />
Türklerde Evlilik Törenlerinin Dönüşümü: Kültürel Bellek,<br />
Kimlik ve Aidiyet” konusunda yaptı. Halen Hacettepe Üniversitesi<br />
İletişim Fakültesi öğretim üyesidir. Avrupalı Türklerin kültürel<br />
yaşamı uzmanlık alanına girmektedir.<br />
Arzu EMEKSİZ<br />
1990 Belçika Gent doğumlu. 12 yıl önce eğitimi için<br />
ailesiyle beraber Belçika’ya yerleşti.Bir senelik dil eğitiminden<br />
sonra normal eğitime başladı. Liseden sonra Gent Üniversitesi<br />
Ekonomi bölümüne gitti. 2012 yılında üniversite öğrencisi olan<br />
birkaç arkadaşızla Rota Türk Öğrenci Derneği’ni kurdu ve kurulduğu<br />
sene başkan seçildi. Rota Türk Öğrenci Derneği’nin amacı;
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
ÖZGEÇMİŞ<br />
üçüncü jenerasyon gençlerin toplumda adını daha çok duyurabilmesi<br />
ve okuyan Türk sayısını çoğaltmaktı. Kurumsal Finans bölümünde<br />
yüksek lisans yaparken daha değişik derneklerin de yönetim<br />
kurulunda bulundu. Ve son bir senedir BelemTurk TV haber sitesinde<br />
köşe yazarlığı yapmaktadır.<br />
Halil GÜLEL<br />
1955 yılında Denizli’nin Çal ilçesinin Yukarıseyit köyünde<br />
doğdu. Küçükken çocuk felçine yakalandı. İlkokulu köyünde,<br />
ortaokulu Çal’da, 1974’te de Denizli Lisesini bitirdi. İstanbul<br />
Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Resim Bölümünden<br />
1980’de me¬zun oldu. 1982’de Düsseldorf Kunst Akademisinden<br />
yüksek lisans diploması aldı. 1980’den bu yana Düsseldorf’ta<br />
yaşıyor ve halen öğretmen olarak çalışıyor. 1984 yılında evlendi.<br />
İki çocuğu vardır. Bu arada birçok kişisel sergi açıp, karma<br />
sergilere katıldı. Mistik ve lirik konuları işleyen, (hece ölçüsüyle)<br />
şiirler yazmaktadır. Şiir, hikâye ve araştırma yazıları Türkiye,<br />
Azerbaycan, Almanya ve Hollanda’da dergi ve gazetelerde yayımlandı.<br />
Veyis GÜNGÖR<br />
Konya’da doğdu. Ortaokul ve Liseyi Konya’da okudu.<br />
1990 yılında Amsterdam Üniversitesi Pedagoji Fakültesi’nden<br />
master alarak mezun oldu. Lise yıllarında başladığı sivil tolum hayatı<br />
üniversite ve sonrası devam etti. Halen Hollanda Türkevi<br />
Araştırmalar Merkezi Başkanlığını yürütmektedir. Hollanda merkezli<br />
HABER gazetesi başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde<br />
Avrupalı Türklerin meseleleri üzerine deneme yazıları yayınlamaktadır.<br />
Avrupa’da Anadolu, Siyasi Katılım, Bizimkilerin<br />
Pedagojisi başta olmak üzere oniki yayınlanmış eseri bulunmaktadır.<br />
Başkanlığını yürüttügü Türkevi Yayınları son yirmibeş yılda<br />
Avrupa Türk kültür tarihine, Türkçe, Hollandaca, İngilizce ve Japonca<br />
olmak üzere 100 yazılı eser kazandırmıştır.<br />
Halil HASOĞLU<br />
1953 Osmaniye doğumlu, evli, iki kız çocuğu babası.<br />
1971 yılında liseyi bitirdikten sonra 1972 yılında Almanya'ya tahsil<br />
için geldi. Sırasıyla Makina ve İş Bilimleri Mühendisliği, Sosyoloji,<br />
Toplum Psikolojisi ve Çevirmenlik tahsili yaptı. Halen Almanya'da<br />
Aile ve Gençlik Danışmanı olarak görev yapmaktadır.<br />
Bilhassa Alman toplumuna sürekli açık olan Avrupanın en büyük<br />
'İpek Yolu Ülkeleri Sazları' isimli telli ve vurmalı çeşitli şark ve<br />
Türk sazlarından oluşan(285 adet) müzik aletleri sergisine sahip<br />
olup, bu nedenle 2001 yılında Frankfurter Rundschau isimli<br />
büyük bir Alman gazetesi tarafından 'kültürlerarası iletişim şeref<br />
ödülüne' lâyık görüldü. Bilhassa Alman öğrencilere bağlama ve<br />
Türk halk müziği dersleri vermekte olup, Hessen Eyaleti belediyeler<br />
şenliklerinde kendi yetiştirdiği öğrencileriyle sürekli Türk<br />
müziği icrâ eden mûsikî topluluğu vardır.<br />
Cengiz İYİLİK<br />
89<br />
1935 yılında Eskişehir’de doğdu. 1963 yılında Almanya’ya<br />
Köln şehrine geldi. Almanya’nın ilk Türk derneği olan Dr.<br />
Selahattin Sözeri tarafından 1963 yılında kurulan “Köln ve Çevresi<br />
Türk İşçileri Derneği”ne 1965 yılında yönetim kurulu üyesi olarak<br />
seçildi. Kültür ve eğitim çalışmaları görevini üstlenerek 1965<br />
yılında “Yurdun Sesi” korosu ve halk oyunları topluluğunu kurdu.<br />
2015 yılında Yurdun Sesi Korosu 50. yılını kutlamış ve çalışmalarını<br />
Arbeiterwohlfahrt çatısı altında devam ettirmektedir. Cengiz<br />
İyilik, 1977 yılında T.C. Köln Başkonsolosluğu çatısı altında açılmış<br />
olan Türkevi’nde de ilk kez Türk Halk Müziği çalışmalarını<br />
başlatmıştır. 1978 yılında Arbeiterwohlfahrt Türkdanış Köln teşkilatında<br />
sosyal danışman olarak başlamış, kültür ve eğitim işleriyle<br />
uğraşmış ve bu kurumdan emekli olmuştur. Halen aynı kuruluşta<br />
fahri olarak faaliyet göstermektedir. 2002 yılında Federal<br />
Alman devletinin liyakat nişanıyla onurlandırılmıştır.<br />
Dr. Aybeniz KENGERLİ<br />
Azerbaycan'da doğdu ve Bakü Devlet Pedagoji Üniversitesi'nden<br />
mezun oldu. Nizami Edebiyat Enstitüsü'nde "Azerbaycan<br />
Romantikleri ve Türkçülük Harekketi" teziyle doktor ünvanıı<br />
aldı(2005). Sehifeler, Yeni Tercüman, gazeteleriyle,<br />
Aydın,Yom, Yeddi İqlim, Qızıl Pero gibi edebi dergilerin redaksiyon<br />
heyeti üyesi olan Kengerli, ailesiyle halen Almanya'nın Köln<br />
kentinde yaşamakta olup, Elturan adında bir evladı vardır.<br />
Ali KÖKEN<br />
1967 yılında Afyonkarahisar'da doğdu. Liseyi bitirdikten<br />
sonra Almanya'ya gitti. Burada tiyatro eğitimi aldı. Bir çok tiyatroda<br />
oyunculuk, yönetmenlik, ve danışmanlık yaptı. Geleneksel<br />
Türk Tiyatrosu üzerine araştırmalarda bulundu ve karagöz hacivat<br />
üzerine yogunlaştı bu konuda ustalaştı. 30 dan fazla oyun<br />
yazdı. 2009 Almanya Figur tiyatrosunun 60. yılı kutlamalarında<br />
onur konuğu oldu. Bremen Deniz aşırı kültürler müzesinde karagöz<br />
tanıtım günleri düzenledi ve müzeye karagöz tasvirleri kazandırdı.2010<br />
yılında Avrupa kültür başkenti projesinde Almanya‘nın<br />
Essen, Gelsenkirschen ve Bottrop şehirlerinde karagöz oynattı ve<br />
Karagözü Avrupalılara tanıttı. Aachen Universitesi ve Almanya 3.<br />
kanalı WDR televizyonu tarafındanda Almanyada yaşayan Karagöz<br />
Hacıvat ustası olarak belgeseli çekildi. 2015 yılında Almanyanın<br />
Saarland eyaletinde yapılan Tiyatro Festivalinde Türkçenin Almanyada<br />
yaşayan diller arasına alınmasını sağladı.<br />
Dr. Meryem NAKİBOĞLU<br />
1968 yılında Afyonkarahisar/Sandıklı’da doğdu. Selçuk<br />
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Almanca Öğretmenliği Bölümünden<br />
mezun oldu. Doktora çalışmasını Atatürk Üniversitesi<br />
Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı.<br />
Halen Yüzüncü Yıl Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümümde<br />
Uzm. Dr. Olarak görev yapmaktadır. Göçmen edebiyatı<br />
ve göçmen çocukların anadili konusunda çalışmaları bulunmaktadır.<br />
Mehmet ÖZDEMİR<br />
1986 yılında Giresun’a bağlı Espiye ilçesinde doğdu.<br />
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />
Bölümü Türk Halkbilimi Anabilim Dalı programında lisans eğitimini<br />
tamamladı(2010). Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens-
ÖZGEÇMİŞ<br />
Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />
titüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı programında “Aşk ve<br />
Kahramanlık Konulu Türk Halk Hikâyelerinde Düşman Tipi Üzerine<br />
Bir Araştırma” isimli teziyle yüksek lisans eğitimini bitirdi<br />
(2013). 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />
Türk Halkbilimi Anabilim Dalı doktora programına kaydoldu.<br />
Halen doktora eğitimine devam etmektedir. Ayrıca Özdemir’in,<br />
“Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, Turkish Studies,<br />
Bilim ve Kültür” gibi uluslararası dergilerde çeşitli makaleleri yayınlanmıştır.<br />
Ahmet SEZGİN<br />
1966 yılında Samsun/Terme’de doğdu. 1988 yılında<br />
Ondokuz Mayıs Üniv. Eğitim Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi<br />
Bölümü’nü bitirdi. 1989-1992 yılları arasında İstanbul/Kartal Anadolu<br />
Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev<br />
yaptı. Halen Terme Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik<br />
yapmaktadır. Şair-yazar A. Sezgin’in yayımlanmış eserleri<br />
şunlardır: “Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi” (Cengiz<br />
Yalçın ile, Ünlem Yay, İstanbul, 1993), “Güllerimi Ver Anne”<br />
(Şiir, Etüt Yay, Samsun, 1999, 2007), “Termeli Yazarlar ve Şairler<br />
Ansiklopedisi” (Terme Bilgi Gazetesi Yay, Samsun, 2012), “Aşk<br />
Medeniyetine Yolculuk” (Deneme, Etüt Yay, Samsun 2015).<br />
Yrd. Doç. Dr. Ulaş SUNATA<br />
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İstatistik lisansı ve<br />
Sosyoloji yüksek lisansını tamamladıktan sonra Sosyoloji alanında<br />
doktora yeterliliğini aldı. Göç araştırmalarına ilgisi nedeniyle<br />
doktora tezi çalışmasını Almanya’nın Göç Araştırmaları ve Kültürlerarası<br />
Çalışmalar Enstitüsü (IMIS) bünyesinde yürütmeyi tercih<br />
etti. Doktora çalışmasını Osnabrück Üniversitesi’nde 2010 yılında<br />
bitirdi. Halen Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde<br />
öğretim üyesidir. Başta Türkiye-Almanya uzamı olmak üzere göç<br />
ve diaspora çalışmaları konusunda uzman olan Sunata’nın Almanya’da<br />
yayınlanmış iki kitabının yanı sıra göç, küreselleşme, diaspora,<br />
şehirleşme ve toplumsal cinsiyet alanlarında yayınlanmış<br />
çok sayıda akademik makalesi bulunmaktadır. Göçün ve kentin sürekli<br />
artan önemini değerlendiren Sunata, disiplinlerarasılığı ve<br />
takım çalışmasını daha güçlendirmek adına Bahçeşehir Üniversitesi<br />
Göç ve Kent Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi<br />
(BAUMUS) kuruculuğunu üstlenmiştir.<br />
Cemil ŞAHİNÖZ<br />
1981 yılında Almanya´nın Halle/Westf. şehrinde<br />
doğdu. Bielefeld Üniversitesinde sosyoloji ve psikoloji okudu.<br />
Halen felsefe bölümünde doktora tezini yazıyor. Şahinöz 2001 senesinde<br />
gazetecilik, yazarlık ve köşe yazarlığı yapmaya başladı.<br />
Farklı dergilerde ilmi makaleleri yayımlandı. Bir çok kitap yazdı,<br />
bir çok kitabı tercüme etti veya editörlüğünü yaptı. Aynı zamanda<br />
entegrasyon (uyum) sorumlusu ve psikolojik aile danışmanı olarak<br />
görev yapan Şahinöz, geçmişte öğretmen, eğitimci, ve proje<br />
menejeri olarak çalışdı ve “Misawa Talk” radyo programını<br />
sundu. Haziran 2011´de Avrupa İşadamları ve Akademisyenler<br />
Birliği Derneği (AİB) tarafından kendisine “Akademisyen ve<br />
Uyum Ödülü” verildi. Şahinöz, Almanya genelinde bir çok kuruma<br />
seminerler veriyor.<br />
90<br />
Prof. Dr. Musa TAŞDELEN<br />
1959 yılında İstanbul’da doğdu. 1982 Yılında Marmara<br />
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu.<br />
1989 Yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün<br />
Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Bilim Dalı’nda doktorasını tamamladı.1997<br />
yılında Uygulamalı Sosyoloji Anabilim dalında<br />
profesör oldu. Halen Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Yurtdışından Dönen İşçilerin<br />
Sosyal ve Ekonomik Problemleri, Şehirleşen Göçerler : Beritan<br />
Aşireti, Siyaset Sosyolojisi, Avrupa’da Yeni Kuşaklar: Uyum<br />
ve Kimlik Sorunları ile Bulgaristan, Romanya ve Kırım’daki Müslüman<br />
Topluluklarda Sarı Saltık Algısı adlı kitapları yayınlanmıştır.<br />
Uluslararası göç, Avrupa’da göç kökenli Türkler, siyaset sosyolojisi,<br />
Türk toplum yapısı, şehir sosyolojisi, Türk Dünyası, deprem<br />
sosyolojisi gibi konularda da çok sayıda makalesi bulunmaktadır.<br />
Evli ve üç çocuk babasıdır.<br />
Emre YAVUZ<br />
1993 yılında Ankara’da doğdu. Ortaokulda ilgi alanlarım<br />
baş göstermeye başladı. Atletizm yarışmalarında yer aldım.<br />
Ortaokulun sonları ve lisenin ilk dönemlerine kadar bir süre Gençlik<br />
Spor’da, bir yıl Tofaş ve bir yılda Efes Pilsen alt yapısında basketbol<br />
oynadım. Ortaokulu ortalama bir öğrenci olarak tamamladım<br />
ve Meslek lisesinin kapılarını araladım. Okulda önce Makine<br />
bölümüne daha sonra CNC bölümüne geçtim. Son sınıfta mühim<br />
bir firmada staj yaptım ve ortalama bir öğrenci olarak lise hayatımı<br />
sonlandırdım. 2012 yılında Kırıkkale Üniversitesi M.Y.O radyo televizyon<br />
programcılığı bölümünü kazandım. Fotoğraf, kısa film,<br />
klip, ve belgesel çekimleri gibi deneyimlerim oldu son sınıfta<br />
TRT’de staj yaptım ve 2014 yılında iyi bir ortalamayla kep attım.<br />
Hemen ardından Dikey Geçiş ile Ankara Üniversitesi Radyo televizyon<br />
ve sinema bölümünü kazandım. Şu anda Yabancı diller yüksek<br />
okulunda İngilizce eğitimi almaktayım.<br />
Sadık YEMNİ<br />
1951 yılında İstanbul’da doğdu. Üç yaşında ailesiyle<br />
İzmir’e taşındı. 1975 - 2013 yılları arasında Amsterdam’da yaşadı.<br />
Yazarlığa 1985’de başladı.Türkçe yazıyor. Hollanda’da çeviriyle<br />
sekiz kitabı basıldı ve üç tiyatro oyunu sahnelendi. Son yıllarda<br />
Hollandacadan Türkçeye çevirdiği üç kitap basıldı. Türkiye’de<br />
17’si roman, 1’i anı , 1’i deneme ve 3’ü öykü kitabı olmak<br />
üzere toplam basılmış 23 kitabı var. Romanlar: Muska (1996 ),<br />
Yatır (2005), Öte Yer (2005), Çözücü (2003), Metros (2002),<br />
Ölümsüz (2004), Amsterdam’ın Gülü (1997), Muhabbet Evi<br />
(2006), Zaman Tozları (2010), Sokaklar Benim Yeniden (2011) ,<br />
Akisfer (2011), Kuşadası’ndan Sevgilerle (2012), Ağrıyan<br />
(2012), Gizemli Evren - Zaman Tozları- 2(2012) Zihin İşgalcileri<br />
(2012), İfrit 18.19 (2013), Alsancak Börekçisi(2013), Kayıp Kedi<br />
(2015), Nazarzede Kliniği (2015 Öykü: Hayal Tozu Gölgecisi<br />
(2009). Arafor (2012), Sınav Hortlağı (2012) Anı: Durum<br />
429(2007) Deneme: Korkulobin (2012)