29.04.2016 Views

5 YENİDERGİ Ocak2016

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

HASBİHAL<br />

y<br />

Edebiyat, Kültür ve Sanat<br />

İMTİYAZ SAHİBİ<br />

TÜDAF e.V. adına<br />

Mustafa CAN<br />

GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />

Alaattin DİKER<br />

YAYIN KOORDİNATÖRÜ<br />

Yusuf AKTÜRK<br />

DANIŞMA KURULU<br />

Ali AYDOĞAN<br />

Yasin BAŞ<br />

Behruz HAKKI<br />

Cengiz İYİLİK<br />

Cemil ŞAHİNÖZ<br />

Fahri ÖZCAN<br />

Mustafa YÜKSEL<br />

Meltem ÇİMEN<br />

BİLİMSEL DANIŞMA KURULU<br />

Doç Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />

Doç. Dr. Hüseyin ÖZBAY<br />

SANAT YÖNETMENİ<br />

Dr. Aybeniz KENGERLİ<br />

GRAFİK TASARIM<br />

Bilgi Ofset<br />

BASKI<br />

Önel Verlag - Köln'<br />

İLETİŞİM<br />

Yeni Dergi<br />

Thywissen Str. 2<br />

51065 Köln<br />

Tel: 0049-15730733725<br />

E-Mail:yenidergi.almanya@hotmail.com<br />

Yeni Dergi’de yayınlanan yazılardan<br />

yazarları sorumludur.<br />

Dergimize gönderilen yazılar<br />

geri iade edilmez. Dergiye e-posta ile<br />

yazı gönderilebilir. Yayın Kurulu<br />

dergiye girecek yazılarda gerekli<br />

gördüğü düzeltme ve değişiklikleri<br />

yapabilir. Yeni Dergi’de çıkan<br />

yazılar izin alınmadan iktibas<br />

edilemez. Derginin bütün sayılarında<br />

yer alan yazıların dijital ortamda<br />

yayınlama hakkı Yeni DERGİ’ye aittir.<br />

Yeni Dergi, T.C. Başbakanlık<br />

Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar<br />

Başkanlığı tarafından desteklenmektedir.<br />

oethe’ye atfedilen bir atasözünde şöyle denir: “İki şey var-<br />

Gdır ki, her çocuk ailesinden mutlaka almalıdır: Köklerini ve<br />

kanatlarını!” Almanyalı Türkler için çok anlamlı olan bu<br />

sözü yerine getirmiş bir dergi olarak yolumuza devam ediyoruz!<br />

Bu sayımızda yine gündem yaratacak bir konuya el attık: Tersine<br />

Göç. Prof. Dr. Musa Taşdelen olayın sosyal boyutunu, Doç. Dr.<br />

Yusuf Adıgüzel kültürel yönünü irdeledi. Veyis Güngör meseleye<br />

içerden bakıyor. Yine Doç.Dr. Ulaş Sunata ile bir söyleşi yaptık. 'Tersine<br />

Göç' uzmanı olarak kendisinden yeni şeyler öğrendik.<br />

Yeni Dergi; Avrupalı Türklerin edebiyat dergisi olmak için<br />

ciddi çabalar içinde. Artık öykü ve şiirlere daha fazla yer ayırmayı düşünüyoruz.<br />

Genç yetenekleri Türk diline kazandırmak, genç kalemlere<br />

Türkçeyi sevdirmek biricik amacımız olacak. Yeni kalemlere ise<br />

her zaman kapımız açık. Bu sayıya öyküsü ile katkıda bulunan 'gurbetçi<br />

yazar' Meltem Çimen onlardan biri. Mustafa Can, Halil Gülel<br />

ve Sadık Yemni yine en güzel hikayeleriyle aramızdalar. Gurbetçi şairlerimiz<br />

de onlar kadar çalışkan çıktı: Yusuf Aktürk, Cengiz İyilik ve<br />

Halil Hasoğlu mısralarıyla bizi bize anlatıyorlar.<br />

Ayrıca; Ali Aydoğan ismi unutulmasın diyerek tarihe kayıt<br />

düştük. Avrupa'daki tek Karagöz sanatçımız Ali Köken ile gölge oyunumuzu<br />

konuştuk. Doç. Dr. Gülsüm Tepeli Berlin'de gözlemlediği<br />

'Türk Düğünleri'ni, Dr. Meryem Nakiboğlu 'Kanakça' olgusunu,<br />

Prof. Dr. Engin Berber 'Berlin Anıları'nı yazdılar. Her bir yazıyı beğenerek<br />

okuyacağınızı umuyorum.<br />

Bu vesileyle; ameliyatım esnasında beni hastanede yalnız bırakmayan<br />

dostlarıma teşekkür ediyor ve Ümit Yaşar Oğuzcan'ın unutulmaz<br />

mısralarını onlara adıyorum.<br />

Dönüp gerilere bakıyorum, bir de kendime<br />

Elli yıl geçmiş, ha gün, ha yarın derken<br />

Değişen birşey yok, bir şaşkın benden başka<br />

İşte aynı yol, aynı kapı, aynı merdiven<br />

YENİ DERGİ ailesi adına; tüm okuyucularımızın yeni yılını<br />

en kalbi duygularımla kutlar, sağlık ve mutluluklar dilerim.<br />

Arşivlik çapta yeni sayılarımızda buluşmak üzere...<br />

Alaattin DİKER


İÇERİK<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

GÜNDEM<br />

AÇIK TOPLUM VE DOSTLARI<br />

Alaattin DİKER<br />

HEPİMİZ GÖÇMENİZ<br />

Cemil ŞAHİNÖZ<br />

DİN DEĞİŞTİRME ALMANYA'DA<br />

KALMANIN ŞANSINI MI ARTIRIYOR?<br />

Yasin BAŞ<br />

DOSYA<br />

GÖÇE TERSİNDEN BAKMAK<br />

Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />

SÖYLEŞİ<br />

Yrd. Doç. Dr. Ulaş SUNATA<br />

TERSİNE GÖÇ MÜ ?<br />

SINIRLAR ÖTESİNDE-ULUS AŞIRI BİR HAYAT MI ?<br />

Prof. Dr. Musa TAŞDELEN<br />

TERSİNE GÖÇ'ÜN NERESİNDEYİZ?<br />

Veyis GÜNGÖR<br />

EDEBİYAT<br />

İSTERSEN ÇOK ŞEY DÜŞÜNME ARTIK<br />

Mustafa CAN<br />

YALNIZLIĞI KURUTUR HAYKIRIŞLARIN<br />

Mustafa CAN<br />

SEPETİ BEŞYÜZ LİRA<br />

Halil GÜLEL<br />

YAĞMURLARIN ÜLKESİNDEN DEYİŞLER<br />

Yusuf AKTÜRK<br />

GÖÇMEN TORTULARI TRENİ<br />

Sadık YEMNİ<br />

ÇOCUKLAR VE OYUN<br />

Cengiz İYİLİK<br />

ASLA GÖĞE BAKMA<br />

Serhat KARAHİSAR<br />

GÜZEL TÜRKÇEM<br />

Halil HASOĞLU<br />

10<br />

4<br />

20<br />

AĞAÇTAN OYULMUŞ HAYALLER<br />

Meltem ÇİMEN<br />

GERİDE KALANLAR<br />

Abdulkadir BAŞ<br />

GURBET AKŞAMLARI<br />

Murat AYBİRDİ<br />

KÜLTÜR<br />

KARAGÖZ VE HACİVAT ALMANYA'DA<br />

Behruz HAKKI<br />

SÖYLEŞİ<br />

Ali KÖKEN<br />

BERLİN'DE TÜRK DÜĞÜNÜ<br />

Yrd. Doç. Dr. Gülsüm DEPELİ<br />

BENDE VARIM. ICH BIN KANAK<br />

Dr. Meryem NAKİBOĞLU<br />

BİR TARİHÇİNİN BERLİN ANILARI<br />

Prof. Dr. Engin BERBER<br />

SANAT<br />

TÜRK DİZİLERİ VE TÜRKİYE GERÇEĞİ<br />

Arzu EMEKSİZ<br />

BERLİN DUVARININ ARKASI<br />

Emre YAVUZ<br />

ÇÖLÜN KRALİÇESİ<br />

Aybeniz KENGERLİ<br />

YORULDUĞUNDA NEREDE DİNLENİR USTA<br />

Mustafa CAN<br />

GÖNÜLLER FETHETMEK<br />

Ahmet SEZGİN<br />

GİTMEK VE GELMEK ARASINDA GEÇEN<br />

BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ<br />

Mehmet ÖZDEMİR<br />

51<br />

63<br />

GURBETİ VATAN EDENLER<br />

Oktay ATİK<br />

KIRKAMBAR<br />

79


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

İÇERİK


GÜNDEM Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Alaattin DİKER<br />

AÇIK TOPLUM VE<br />

DOSTLARI<br />

"Welches Land wollen wir sein?", Almanya’nın<br />

yeni gündemi işte bu. Elbette gündemde tek<br />

bir konu yok. Ancak yapılacak başka bir şey de<br />

yok! Öyle kabul edeceksiniz…Almanya kültürel<br />

alanda üretkenliğini yitirdikçe şimdiki gibi sıcak<br />

günlerde söylem yıkama makinası hızla dönüp duruyor.<br />

Evet "Nasıl bir ülke olmak istiyoruz?" sorusuna,<br />

tepkisiz kalan kimse kalmadı. Saygılar sunarız!<br />

Mülteci trenine şiddet vagonu ekleyen mi ararsınız<br />

yoksa vurgun yemiş gariban mülteciden ‚terörist‘<br />

çıkaran mı! Herşey ciddiyet içerisinde gözlerimiz<br />

önünde cereyan ediyor…<br />

Asıl mesele neydi acaba? Kısaca özetleyelim:<br />

Bir kaç aydın ve sanatçı kapalı kapılar ardında<br />

konuşulanları açıkça tartışalım, diyorlar. "Mülteci<br />

konusu ve terör saldırıları ortaya büyük bir soru atıyor:<br />

Nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz ve özgürlük<br />

ve insan hakları idealinin var ettiği‚ Açık Toplum‘<br />

için neler yapabiliriz? Kimliğimizi dış tehditlerden<br />

nasıl koruyabiliriz"<br />

Bu soru(n) hakkında uzun uzun yazmaya<br />

gerek duymuyorum. Unutanlara ve gençlere bir kitabın<br />

ismini hatırlatalım. "Açık Toplum ve Düşmanları"<br />

ünlü düşünür Karl Popper (1902-1994) tarafından<br />

kaleme alınmış bir eser. Orada Batı’nın<br />

resmini çekiyor Popper: "Açık Toplum". Hayranları<br />

da açıkça ifade eder ki Batı hiç bir zaman ‚açık‘<br />

olmadı. Örneğin kelimenin kendisi bile 8. yüzyılda<br />

Arapça’dan Batı dillerine geçmiş bir sözcük.<br />

İnsanlar arasına duvarlar örmek<br />

4<br />

Ortaya atılan sorular yüzünden tartışılan<br />

konunun alternatifi nedir denilebilir. Ya da Der Spiegel<br />

Dergisi’nin kapağına taşıdığı şekilde Avrupa<br />

koruma duvarlarının içine hapsedilmiş vaziyette.<br />

Acaba bu yaklaşım Almanya‘nın kimliğini korur<br />

mu? Sorusu ayrı bir konu. Daha önemlisi şu sorular<br />

haklı olarak cevap bekliyor: "Biz"?"Almanya"?<br />

"Avrupa"? "AB"? "Batı?" Sonuçta tehlike veya tehdit<br />

iyi tanımlanırsa bu kavramlar da kendiliğinden<br />

yerli yerine oturacaktır.<br />

Söylem piyasasında rekabet var<br />

Bir çok ülkede olduğu gibi Almanya’da da<br />

Think Thank kuruluşları mevcut. Akademi ve medyanın<br />

boş bıraktığı her alana hemen sızıyorlar..<br />

Kimi sahasında uzman sıfatıyla , kimi piyasaya<br />

kulağını vererek kamuoyunda ciddiyet oluşturuyor.<br />

Kısaca fikirler piyasasında bir rekabet ortamı<br />

hazırlanmış durumda. Siyasi ve sosyal konular-


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

GÜNDEM<br />

da danışmanlık hizmeti veriyorlar;<br />

alıcı çıkmayınca, kendileri<br />

bizzat gündem yaratıyorlar.<br />

İlkin - tutarlı ya da tutarsız olmasına<br />

bakılmaksızın - güçlü iddialar<br />

söylem alanına fırlatılıyor;<br />

ardından siyasetin bu soruna<br />

ilgisiz kaldığı söyleniyor.<br />

Acaba siyasetciler bu soruna<br />

gerçekten kayıtsızlar mı? Elbette<br />

değil. Tabii bu arada Twitter<br />

ve Facebook gibi sanal ortamlara<br />

unutuluyor. Aydınlar bu konuyu<br />

geçmişte salonlarda tartıştılar.<br />

Yeni yıl ile birlikte sendikalar,<br />

Dernekler, Kiliseler ve<br />

hatta spor klüpleri devreye girecekler.<br />

Nedense sürekli‚ ilk<br />

kez‘ konuyu ele alacaklar! Ve görüşler, beklentiler<br />

ve arzular tavan yapacak kamuoyunda.<br />

Her şey yolunda şimdilik, muhtemelen toplumlar<br />

artık bu şekilde örgütleniyor. Mülteci tartışması<br />

bu gerçeği ele veriyor: Açık toplumun dostları<br />

güvenlik gerekçesiyle bir kısım demokratik hakların<br />

ve özgürlüklerin kısıtlanmasından yana. Fark etmiyorlar<br />

ki, Açık Toplum’da bu işler dayatmayla<br />

yürümez. Demokrasi anlamını yitirir. En ayından<br />

"özgürlük veya güvenlik" ikilemi bir seçenek olamaz.<br />

Friedrich Ebert Vakfı tarafından hazırlanan<br />

"Öfke, dışlama, aşağılama: Almanya’da sağcı popülizm"(2015)<br />

adlı akademik çalışma İslamofobi’nin<br />

ciddi boyutlara ulaştığını gösteriyor.<br />

Demokrasi bazen çalışmıyor<br />

O zaman başka türlü – anlayacağınız dilden<br />

– konuşalım. Soralım. Niçin İngiltere’de stadyumlarda<br />

– dayanışma maksadıyla – Fransız ulusal<br />

marşı Marseillaise çalınıyor da Almanya‘da değil?<br />

Yoksa Alman seyirciler için itekleyici gelen başka<br />

nedenler mi var arada? 11 Eylül saldırısının ardından<br />

"Merkur" dergisi kapak konusu olarak ilginç<br />

bir tema seçmişti: Gülmek. Eleştiri kadar elbette<br />

gülmek bir çağdaşlık ifadesidir. Şiddet ve şiddete<br />

başvuranlar ile alay etmek başka bir çıkış yolu. Anadolu’nun<br />

en zor günlerinde Nasreddin Hoca da<br />

aynı tavırı takınmıştı…<br />

5<br />

Yana yakıla çöküş edebiyatı yapanların maalesef<br />

kavrayamadıkları yeni bir durum sözkonusu.<br />

Batı medeniyetinin gerilemesinin ardında yatan<br />

asıl sebeb mülteci akını olamaz. Ayrı ajandası bulunan<br />

Pegida ve AfD gibi aşırı uçlar sanki mahşeri<br />

bekler gibi mültecileri beklemişlerdir. Alınması istenen<br />

sıkı tedbirler birer teşhis değil, aksine sorunun<br />

kendisidir bir bakıma. Sistemi ayakta tutmak isteyenler,<br />

belirsizlikle başedebilmek için bir öteki<br />

uydurdular. Müslümanları hedef tahtasına koydular.<br />

Batı’ya yönelik her saldırıda sivil özgürlük<br />

ve demokratik hakları "anti-terör kampanyası"<br />

bayrağı altında kısıtlamak beklentisi çoğu kez bir<br />

itaate dönüşmektedir. "Terror" yabancı düşmanlığının<br />

ve toplum mühendisliğinin bir meşruiyet<br />

aracı yapılıyor. Çünkü Batı adaleti değil, düzeni<br />

esas alır. Batı, sadece gücü ister. Adalet ise güç dengelerinin<br />

kaçınılmaz bir sonucudur. Özellikle<br />

medya araçlarında yaşanan duygu patlaması ve önyargıları<br />

kışkırtma asıl gündemimiz olmalıdır.<br />

İngiltere bu tehlikeyi çabuk sezdi, aydınlarını gerçekçi<br />

olmaya çağırdı. Southbank Centre kapsamında<br />

gerçekleşen bir toplantıda düşünür Slavoj Zizek<br />

açık ve net konuştu: "Democracy sometimes<br />

doesn't work. People don't know what they want, as<br />

they don't want, what they know."


GÜNDEM Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Cemil ŞAHİNÖZ<br />

HEPİMİZ<br />

GÖÇMENİZ<br />

Sosyolog Georg Simmel´e göre yabancı ve<br />

misafirin ayrımı şu şekildedir: „Misafir bugün<br />

gelir, yarın diğer. Yabancı bugün gelir, yarın kalır.“<br />

Almanya 1955 ve 1973 seneleri arasında 2. Dünya<br />

Savaşından sonra ülkeyi tekrar kalkındırmak için<br />

yurtdışından misafir işçi almaya başladı.<br />

İtalya, eski Yugoslavya ve Türkiye´den<br />

yüzbinlerce insan Almanya´ya çalışmak için geldi.<br />

Bu bağlamda 30.10.1961 tarihinde Almanya ve<br />

Türkiye arasında anlaşmalar imzalandı. Kasım<br />

1973´de işçi alımı bittiğinde daha fazla işçi alınmadı,<br />

fakat gelmiş olan vatandaşların aile birleşimi<br />

için ailelerini Almanya´ya getirme imkanı oldu.<br />

Almanya´ya misafir işçi-hoş, bizim anlayışımıza<br />

göre misafir işçi olarak çalıştırılmaz - olarak<br />

gelen türk vatandaşları hepsi geri dönme arzusundaydı.<br />

Traktör parası kazanıp, geri dönmek istiyorlardı.<br />

Geri dönmek istedikleri için Almanya´ya<br />

entegre olmak, almanca öğrenmek gibi bir dertleri<br />

de yoktu. Alman siyasetinin de bu konular pek umrunda<br />

değildi. Nasıl olsa misafirler geri dönecekti.<br />

Misafirler dönmediler. Simmel´in tarifine<br />

göre yabancı oldular. Bir çok traktör parası biriktirdiler,<br />

Mercedes markalı arabalarıyla, son model<br />

radyolarıyla köylerine tatil amaçlı döndüler, fakat<br />

Almanya´da yaşamaya ve çalışmaya devam ettiler.<br />

Fakat uzun seneler “Anavatan“ dedikleri topraklara<br />

dönme hayalini hiç yitirmediler.<br />

Alman bir atasözüne göre insanın vatani,<br />

kendisini rahat hissettiği yerdir. Almanya´lı türkler<br />

6<br />

kendilerini Almanya´da rahat hissetmeye başladılar.<br />

Hatta 1980´de Almanya “Geri Dönüş“ yasasını<br />

çıkarttığı ve geri dönüşü maddi olarak desteklediği<br />

zaman, bazı türk aileleri Türkiye´ye geri döndüler.<br />

Fakat döndüklerinde, bıraktıklarını bulamadılar. O<br />

eski köy, artık yeni köy olmuştu. Ve “Vatanım“ dedikleri<br />

yerde uyum sorunu yaşamaya başladılar.<br />

Bunların arasında tekrar Almanya´ya geri dönenler<br />

bile oldu.<br />

Yani hiç fark etmeden çoktan iki vatanlı<br />

insan olmuştular. Bu mümkündü. Bir insanın bir annesi<br />

ve bir babası olur. Türkçe´de Anavatan denilirken,<br />

almancada Babavatan (Vaterland) deniliyor.<br />

İki vatanli olmak en azından kelime olarak<br />

mümkündü. Birisi ana, diğeri baba. Veyahut birisi<br />

vatan, diğeri memleket.<br />

Tam 60 sene sonra…<br />

Şimdi eskiden olduğu gibi gibi Almanya<br />

yine yurtdışından işçi istiyor. Fakat bu sefer herhangi<br />

işçileri değil, uzman ve profesyonel işçileri<br />

talep ediyor. Yani işin ehlini Almanya´ya getirmek<br />

istiyor.<br />

Benzer girişimler 90´lı senelerin ortasında<br />

da olmuşdu. O zamanları bilgisayar mühendislerine<br />

ihtiyaç duyuluyordu ve özellikle Hindistan´dan<br />

işçileri Almanya´ya getirmek istediler. Bu<br />

istek tam bir fiaskoyla sonuçlanmışdı, çünkü Hindistanlı<br />

bilgisayar uzmanları Almanya´ya gelmek<br />

istemiyorlardı, Amerika´daki Silicon Valley´i tercih<br />

ediyorlardı.Uzman işçi konusunda şuan Alman


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

GÜNDEM<br />

ekonomisi ve siyaseti ciddi bir sıkıntı yaşıyor. Son<br />

senelerin araştırmaları gösteriyorki, Almanya´da<br />

uzmanlar, üniversiteyi bitirenler ve genel olarak<br />

çocuk sayısı azalıyor. Var olan uzmanlar da ülkeyi<br />

terk ediyorlar.<br />

Bu durum Türkler de farklı değil.<br />

2002´den beri Türkiye´den Almanya´ya<br />

gelenlerin sayısı düşüyor, fakat Almanya´dan Türkiye´ye<br />

giden (dönen) türklerin sayısı çoğalıyor.<br />

Ve ilk defa 2006´dan beri Almanya´dan giden türklerin<br />

sayısı, gelenlerden daha yüksek oldu. Örneğin<br />

2009 senesinde 35.000 türk vatandaşı ve 4600<br />

alman vatandaşı olan türk Almanya´yı terk etmiş.<br />

Sadece 27.000 türk vatandaşı Almanya´ya gelmiş.<br />

Almanya´dan Türkiye´ye “kaçan”ların yapısı<br />

veya statüsü hakkında yapılan araştırmalar<br />

yok. Her türden insan, farklı nedenlerden dolayı Almanya´yı<br />

terk ediyorlar. Terk edenlerin arasında<br />

üniversiteyi bitirmiş akademisyenlerin olması<br />

özellikle dikkat çekiyor. Yani sadece tahsilli olmayanlar<br />

değil, tahsilli, uzmanlar ve üniversite bitirmiş<br />

türkler dahi Almanya´yı terk ediyorlar.<br />

Araştırmalara göre Almanya´daki türkler´in<br />

%3,2´sinin üniversite diplomalısı var. Bu<br />

orana alman vatandaşı olmuş olan türkler dahil<br />

değil. Sadece türk vatandaşı olanlar bu istatistik´de<br />

yer alıyor. Biz yinede %3,2`den hareket edersek,<br />

2009 senesinde 1280 uzman türk Almanya´dan göç<br />

etmiş oluyor. Bu ciddi alınması gereken bir<br />

rakam.Yine 2009 senesinde türk akademisyenler<br />

ve üniversiteli öğrenciler arasında yapılan bir araştırmaya<br />

göre, ankete katılanların %36´sı Almanya´yı<br />

terk etmeyi düşündüklerini söylüyorlar.<br />

Tabiki Türkiye´den Almanya´ya gelenlerin<br />

sayısının azalmasının da önemli faktörleri var,<br />

örneğin Almanya´ya gelebilme imkanlarının ciddi<br />

bir şekilde zorlaştırılması, Almanya´nın ekonomik<br />

cazibesini kaybetmesi gibi. Fakat biz şuan sadece<br />

Almanya´dan Türkiye´ye kaçışların sosyolojik nedenlerini<br />

anlamaya çalışalım:<br />

1. Almanya´ya vatan gözüyle bakılmıyor:<br />

Bir çok yabancı -sadece türkler değil- Almanya´da<br />

doğmalarına, almancayı anadillerinden<br />

daha iyi bilmelerine, anavatanlarına senede bir<br />

7<br />

kere veya iki senede bir gitmelerine rağmen, Almanya´yı<br />

hiç bir zaman kendi vatanları gibi sevemediler.<br />

Bu duyguyu onlara yaşatmadılar. Kendilerini<br />

hep farklı ve yabancı hissettiler. Kendilerini<br />

Almanya´ya ait hissetmediler. Aidiyet duygusu gelişmedi.<br />

Doğal olarak kendilerini ait hissettikleri<br />

topraklara gitmek istiyorlar.<br />

2. Uyum tartışmaları: Son senelerde Almanya´da<br />

yapılan uyum tartışmaları türkleri – ve<br />

özellikle bütün müslümanları – hedef tahtasına taşıdı.<br />

Müslümanların hepsi aynı kefeye koyuldu.<br />

Hatta müslümanlığa geçen almanlara dahi aynı<br />

gözle bakıldı. Buna birde ırkçı partilerin yükselişde<br />

olduğunu eklersek, çok vahim bir durum ortaya<br />

çıktı. Bu sıkıntılardan dolayı birçok yabancı Almanya´yı<br />

terk etmeye başladı.<br />

3.“Problemli ve Sorunlu grup” imajı:<br />

Uyum tartışmalarının neticesi olarak yabancılara –<br />

bilhassa müslümanlara – sorunlu insanlar gözüyle<br />

bakılmaya başladı. Sanki giderilmesi gereken bir<br />

eksiklikleri varmış gibi, problemli varlıklarmış<br />

gibi muamele edildi. Bu durum bir çok müslümanı<br />

savunma psikolojisine soktu. Ötekileştirme ve önyargılar<br />

ciddi sorun olmaya başladı.<br />

4.Türkiye´deki iş imkanları: Almanya´daki<br />

akademisyenlerin Türkiye´de iş bulma imkanları<br />

çok daha yüksek. Türkiye´den birçok üniversite<br />

Almanya´da üniversite bitirmiş, almancayı<br />

çok iyi bilen, Almanya´da doğmuş, büyümüş elemanlar<br />

arıyor. Bu da tabiki akademisyenler için<br />

çok cazibedar oluyor.<br />

Biryandan çocuk sayısının sürekli düşmesiyle<br />

ortaya çıkan siyasi ve demografik sorunlar,<br />

biryandan da uzman eleman eksikliği ile düşüşe<br />

geçen alman ekonomisi, aslında muhtaç olduğu elemanlara<br />

sahip. Sahip, ama sahiplenmesi gerekiyor.<br />

Asıl sorun da burada yatıyor zaten. Var olan<br />

kaynaklar ve elemanlar kullanılmıyor, dışarıdan<br />

aranıyor. Dışarıdakiler de elbette gelmiyorlar.<br />

Sorunu çıkmaza götüren bu kısır döngüsünden<br />

çıkabilmek için hem uyum ve eğitim<br />

siyasetinde hem de göçmenlerin Almanya´ya<br />

vatan olarak bakma konusunda ciddi paradigmaların<br />

değişmesi gerekiyor.


GÜNDEM<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Yasin BAŞ<br />

DİN DEĞİŞTİRME<br />

ALMANYA’DA KALMANIN<br />

ŞANSINI MI ARTIRIYOR?<br />

Almanya’da Müslüman mültecilerin Hristiyanlığa<br />

geçtiği medyada da birçok yerde haber konusu<br />

oluyor. Gelin bu konuya bir göz atalım.<br />

“Focus’’ Dergisinin Eylül sayılarından birinde belirttiğine<br />

göre sadece Berlin’de yüzlerce Afgan ve<br />

İranlı vaftiz olduğu vurgulanıyor.<br />

Birçok kişi bu kararı verirken gerçek<br />

inançlarını bulduklarını ve bunun da dinlerini değiştirmede<br />

asıl neden olduğunu söylüyor. Bunun<br />

yanında din değişimi Almanya’da kalmanın da şansını<br />

artırıyor.<br />

Mürtedlerin (din değiştirenlerin) geldikleri<br />

ülkelere dönmeleri gerektiğinde orada yeni dinlerinden<br />

dolayı baskı ve zulüm görme ihtimalleri<br />

yüksek olduğu dile getiriliyor. Bu bağlamda birçok<br />

haberde İran ve Afganistan’da başka bir din seçenlerin<br />

idam cezasına çarptırıldıkları aktarılıyor.<br />

Bu ve başka Müslüman ülkelerde mürtedlerin<br />

mallarının ellerinden alındıkları ve mirastan<br />

men edildikleri, işkence veya kötü muamelelere<br />

maruz kaldıkları açıklanıyor. Bu argümanla din değiştiren<br />

Afgan ve İranlıların Almanya’dan sınır dışı<br />

edilmelerinin şansı daha da az olduğu söyleniyor.<br />

Katolik Haber Ajansı KNA’ya konuşan<br />

Hannover Protestan Kilisesi ’’İranlılar Manevi Rehber’’<br />

Programı Başkanı Günther Oborski İranlılar<br />

arasında vaftiz olma eğiliminin çok daha yüksek olduğunu<br />

söylüyor. Obroski “Bu 15 yıl önceye kıyasla<br />

daha da yüksek’’ diyor.’’<br />

8<br />

İranlılar Manevi Rehber’’ Programı, İran<br />

devriminden itibaren, 1979’dan beri Hannover Bölgesinde<br />

uygulanıyor. Oborski 2003 yılından beri<br />

manevi rehberlik verdiğini ve 2003’den beri de iki<br />

bin (2000) İranlının manevi rehberlik programı esnasında<br />

din değiştirdiğini söylüyor. Obroski’nin dediğine<br />

göre: ’’Afganistanlılar’da da bu istek oldukça<br />

yüksek’’.<br />

Oborski haber ajansına yaptığı açıklamada<br />

İranlı insanların ruhlarının Hristiyan inancına<br />

İslam’dan daha yakın’’ olduğunu da sözlerine ekliyor.<br />

Yetkili nihayetinde İranlıların yarısının bir zamanlar<br />

Hristiyan olduğunu ve onların cemaatleri<br />

dünyada bulunan en eski Hristiyan cemaatleri arasında<br />

yer aldığını bildiriyor.<br />

Alman Kiliseleri 2009 yılında resmi olarak<br />

300 Müslümanın vaftiz olduğunu açıklıyor.<br />

Alman Piskoposlar Birliği’nin çıkardığı bir bilgilendirme<br />

broşüründe İslam’dan Hristiyanlığa<br />

geçen kişiler için Almanya gibi bir ülkede bile can<br />

güvenliği tehlikesi bulunduğu yer alıyor.<br />

“Frankfurter Allgemeine Gazetesinin’’<br />

(FAZ) bir haberine göre geçen yıl 24 milyon üyesi<br />

bulunan Alman Protestan ve Katolik Kilisesinden<br />

çeşitli nedenlerden dolayı beşyüz bin (500.000)<br />

kişi ayrılmış bulunuyor. Gazete kiliselerin mültecilere<br />

yönelik çalışmalar, yardımlar, ruhsal ve manevi<br />

rehberlikler ile kaybedilen üye sayısını telafi<br />

etmeye çalıştıklarını bildiriyor. Ayrıca Yehova Şahitleri,<br />

Evanjelik ve başka ağırlıklı olarak misyo-


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

GÜNDEM<br />

nerlik yapan Hristiyan cemaat ve tarikatlarının faaliyetlerinin<br />

yanı sıra büyük kiliselere ait Diakonie<br />

ve Caritas gibi yardım kuruluşlarının rehberlik çalışmaları<br />

sonucu da din değiştiren Müslümanların<br />

olduğu yönünde haber ve açıklamalar bulunuyor.<br />

Hapishanelerde manevi rehberlik hizmetleri de<br />

sunan bu kuruluşlar, oradaki kader kurbanları ile de<br />

yakinen ilgileniyorlar.<br />

“Die Welt’’ Gazetesinin verdiği bir haber<br />

göre Protestan Kilisesi bu yıl sadece mülteciler yardımı<br />

için düşünülen bütçesini 26 Milyon Avro artıracağı<br />

bildiriliyor. ’’Frankfurter Allgemeine Gazetesi’’<br />

Katolik Kilisesi’nin mülteciler için şimdilik<br />

66,5 milyon Avroluk bir bütçe ayırdığını açıklıyor.<br />

Bu kiliseler için kolaylıkla temin etmeleri<br />

mümkün bir bütçe. Kiliselerin üye sayıları azalsa<br />

da, konjünktür gereği kiliseler yüksek vergiler elde<br />

ettikleri bildiriliyor. Örneğin Katolik Kilisesinin<br />

elde ettiği vergiler en son 5,6 Milyar Avro olduğu<br />

bildiriliyor.<br />

Alaattin DİKER’in<br />

YENi<br />

KiTABI<br />

Batı Düşüncesinde <br />

Stratejik Perspektifler<br />

Protestan Kilisesi ise 5,2 Milyar Avro<br />

vergi aldığını açıklıyor. Sadece Köln Başpiskoposluğunun<br />

elde ettiği vergiler 1 Milyar Avro’dan<br />

fazla olduğu belirtiliyor. “Frankfurter Allgemeine<br />

Gazetesi’’ en fazla mültecinin giriş yaptığı Münih<br />

bölgesinde Münih Başpiskoposluğunun 5 Milyon<br />

Avroluk ek ödenek çıkarttığını açıklıyor. Münih<br />

Başpiskoposluğu bölgesinde şimdilik 953 mültecinin<br />

kilise ve cemaat barınaklarında kaldıkları vurgulanıyor.<br />

Diğer yandan ise Erlangen ’’Avrupa İslam<br />

ve Hukuk Merkezi’’nden İslam bilimci Jörn Thielmann<br />

her yıl yüzlerce Müslüman’ın Hristiyanlığa<br />

geçtiğini, ancak Katolik ve Protestan Kiliselerinin<br />

daha çok kendi içinde misyonerlik faaliyetleri yürüttüğünün<br />

altını çiziyor. Uzman, dış misyonerlik<br />

faaliyetlerinin daha fazla Hristiyan tarikat, Evanjelik<br />

ve bağımsız kiliseler tarafından yürütüldüğünü<br />

dile getiriyor ve Katolik Kilisesi ile Protestan Kilisesinin<br />

bu izlediği politika ile Müslüman Cemaatler<br />

ile arayı açmamaya özen gösterdiklerini ilave<br />

ediyor.<br />

9<br />

Alaattin Diker, Batı dünyasının bugün<br />

bulunduğu noktaya gelişinin izlerini, birkaç<br />

asır öncesine kadar uzanarak arıyor ve bulduğu<br />

izleri birleştirerek Batı'nın günümüzdeki<br />

devlet ve medeniyet anlayışına bir projeksiyon<br />

tutuyor. Tarih, sosyoloji, felsefe, siyaset...<br />

aynalarına ayrı ayrı, kimi zaman da aynı<br />

anda başvuruyor. Güncel siyasi gelişmeleri<br />

daha sağlam temellere oturtarak anlama ve yorumlamak<br />

isteyenler için rehber niteliğinde<br />

bir çalışma...


DOSYA<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />

Geçmişten Günümüze Geri Dönüş Göçleri<br />

Göçe Tersinden Bakmak<br />

Göç Döngüsü<br />

Bir yiğit gurbete gitse, Gör başına neler gelir.<br />

Garip sılayı andıkça, Yaş gözüne dolar gelir.<br />

Evlerinin önü söğüt, Atalardan almış öğüt.<br />

Yârinden ayrılan yiğit, Sılasına döner gelir.<br />

Karacaoğlan<br />

Dünyadaki göç hareketlerine baktığımızda,<br />

göçün bir akış yönü olduğunu görürüz.<br />

Hâkim göç hareketleri, kırdan kente, geleneksel<br />

kentlerden modern kentlere, doğu ülkelerinden<br />

batı ülkelerine, fakir ülkelerden<br />

zengin ülkelere doğru bir eğilim gösterir. Bu<br />

genel eğilim dikkatlerin hep gidenlere yoğunlaşmasına,<br />

geri dönenlerin ihmal edilmesine<br />

neden olmaktadır. Bu genellemeci bakış<br />

açısı göç hareketlerinin çizgisel bir doğru izliyormuş<br />

gibi bir algıya neden olur. Oysa ki<br />

göçler, çizgisel değil, döngüsel, dairesel bir<br />

hareket izler. Yukarıda saydığımız ana göç<br />

akımı, bizim alt dalgaları, geri dönüşleri yeterince<br />

dikkate almamıza mani olur. Bu yanılgı<br />

sadece sıradan insanlara özgü değil, devletlere,<br />

hatta göç konusuna eğilen akademisyenlerde<br />

bile görülen bir durumdur. Göç çalışmalarının<br />

ana akımı da kaynak ülkelere “dönenlere”<br />

değil, “gidenlere” odaklanır.<br />

Devletler yurtdışına gönderdikleri işçilerin<br />

sayımını tamı tamına yaparken, geri dönenler<br />

konusunda aynı hassasiyeti göstermezler. Bu sadece<br />

bizim ülkemize mahsus bir durum da değildir.<br />

10<br />

Gelişmekte olan birçok ülke, Batı ülkelerine yolladıkları<br />

göçmenlerin istatistiklerini çok dikkatli bir<br />

biçimde kayıt altına alırken, gidip geri dönenler dikkatlerden<br />

kaçırır. Almanya’ya işçi olarak gidenlerin<br />

sayısı konusunda tablolar, grafikler ve istatistikler<br />

yayımlanırken, kaç kişinin Almanya’da çalışıp<br />

geri döndüğü belli değildir.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

DOSYA<br />

Tersine Göç veya<br />

Geri Dönüş Göçleri<br />

Geri dönüş göçleri ile ilgili Türkçe literatürde<br />

“geriye göç”, “geri dönüş göçleri”, “eve<br />

dönüş” ve “tersine göç” gibi kavramsallaştırmalar<br />

yapılırken, İngilizce literatürde de “return migration”<br />

dışında reflux migration, homeward migration,<br />

remigration, returnflow, second-time migration,<br />

repatriation, retromigration gibi çok fazla kavram<br />

kullanılmaktadır.<br />

Ravenstein 1885’de yazdığı göç kanunlarını<br />

1889’da yenileyerek “Her göç dalgası ters bir<br />

göç dalgası ile dengelenir” biçiminde bir ilave yapmıştır.<br />

Ravenstein’a göre, her bir göç dalgası, tetikleyici<br />

etki göstererek, bir diğer göç dalgası yaratmakta<br />

ve bir bölgeden göç edenlerin boşalttığı yerler,<br />

başka göçmenler tarafından doldurulmaktadır.<br />

Son dönemlerde akademik çalışmalarda<br />

daha sık rastlanıyor olmakla birlikte, uluslararası<br />

göç literatürü açısından geriye dönüş göçleri çoğunlukla<br />

ihmal edilen ve yeterince önemsenmeyen<br />

bir konu olmuştur. Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya<br />

göçenler hakkında çok fazla çalışma yapılırken, Avrupa’ya<br />

dönenler göç çalışmalarında ihmal edilmiştir.<br />

Oysaki 19. Yüzyılda Avrupa’dan Kuzey<br />

Amerika’ya göçenlerden, dörtte biri 20. Yüzyılın<br />

başlarında Avrupa’ya geri dönmüştür. Mangalam<br />

tarafından 1968 yılında İngilizce olarak hazırlanan<br />

Göç Literatürü Rehberi’nde 2051 başlıktan sadece<br />

10 tanesi geri dönüş göçü ile ilgilidir.<br />

Tarihte Geri Dönüş Göçleri<br />

Yapılan araştırmalar, üzerinden nesiller<br />

geçse bile göçmenlerin anavatanlarına bağlılık hislerinin<br />

çok yüksek olduğunu göstermektedir. Geriye<br />

dönüş oranları savaşlar, ekonomik canlılık veya<br />

krizlere göre değişiklik göstermekle birlikte, yüzyıldan<br />

daha fazla bir süredir gözlemlenen geri<br />

dönüş göçleri oldukça etkileyici oranlardadır.<br />

11<br />

Geri dönüş göçleri, hem düzensiz ve zorunlu<br />

göçler için, hem de işgücü anlaşmaları ile yapılan<br />

gönüllü göç süreçleri için geçerlidir. Mülteciler<br />

ve göçmenler, bir kere göç ettikten sonra, anavatanları<br />

ile ilişkilerini kesmezler ve anavatanları<br />

ile göç ettikleri ülkeler arasında gidip gelirler.<br />

Hatta göç ettiği ülkeye yerleşen göçmenler veya onlardan<br />

sonraki nesiller dahi geri dönebilirler. Göçe<br />

zorlayan sebeplerin göçmen için ortadan kalkmış<br />

olması, “anavatan”a geri dönmeyi kolaylaştıran en<br />

önemli motivasyondur.<br />

Memleketlerine geri dönen göçmenler de<br />

göç sürecindeki işlevlerini kaybetmezler. Hatta<br />

göç süreçlerini besleyen, zincirleme göçü harekete<br />

geçiren daha işlevsel bir misyon üstlenebilirler.<br />

Hem göç edilen ülkeyi, hem de kendi ülkelerini bildikleri<br />

ve göç yolculuğunu, göçmenliği tecrübe ettikleri<br />

için, zincirleme göç çarkının dönmesi bu<br />

geri dönen göçmenler üzerinden devam edebilir.<br />

Batı ile doğu arasındaki göç akışını sağlayan göçmen<br />

ağlarını ortaya çıkaran, koruyan ve güçlendiren<br />

de aslında bu geri dönüş göçleridir.<br />

Alman göç uzmanı Thomas Faist Uluslararası<br />

Göç ve Ulusaşırı Toplumsal Alanlar (2003)<br />

kitabında geri dönüş göçlerinin beklenenin ve tahminlerin<br />

çok üzerinde olduğuna dikkat çeker. Bir<br />

göç ülkesi olmasına rağmen, ABD’den geri dönüş<br />

göçleri oldukça önemli ve beklenmedik düzeydedir.<br />

Göç kayıtlarındaki belirsizliklere rağmen 20.<br />

Yüzyıl başlarında ABD’den geriyi dönüş yapan<br />

Avrupalıların oranı yüzde 25 ile yüzde 60 arasındadır.<br />

Bir başka tahmine göre ABD’deki göçmenlerin<br />

yüzde 30’u 1821-1924 arasındaki yaklaşık<br />

yüzyıllık sürede ülkelerine geri dönmüştür.<br />

ABD Ticaret Bakanlığı’nın 1960 verilerine göre<br />

1908’den 1957’ye kadar ABD’ye göçen 15,7 milyon<br />

göçmenden 4,8 milyonu (yaklaşık üçte biri) yeniden<br />

göç etmiştir. 1970 ve 1980’lerde Latin Amerika<br />

ve Asya’dan ABD’ye göçler sürerken, bu ülkedeki<br />

göçmenlerin yüzde 20’si bu ülkeyi terk etmiştir.<br />

ABD ile Meksika arasındaki göç sistemini<br />

inceleyen göç çalışmalarına göre, Meksikalı göçmenlerin<br />

ilk 10 yıl içinde yüzde 31’inin, ilk 20 yıl<br />

içinde yüzde 54’ünün, ilk 30 yıl içinde ise yüzde<br />

67’sinin ABD’ye yerleşmelerinin ardından tekrar<br />

ülkelerine dönmeleri beklenmektedir.


DOSYA<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Misafir İşçilerin Dönüşü<br />

Avrupa ülkelerine işçi göçleri, göç alan ülkelerinde<br />

geçici olarak kalmayı öngören göç dalgasıyla<br />

başladığından Türkiye’ye geri dönüş adeta<br />

göç sürecinin ayrılmaz bir parçası gibi öngörülmüştür.<br />

Ancak yine de Türk göç literatüründe “geri<br />

dönüş” veya “tersine göç” ile ilgili yeterli çalışmanın<br />

mevcut olduğunu söylemek zordur.<br />

1960’tan 1993 yılına kadar Türkiye,<br />

Güney Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerinden Almanya’ya<br />

12 milyon sözleşmeli işçi (misafir işçi)<br />

gelmiş ve bunların 9,3 milyon’u (yüzde 78’i) ülkelerine<br />

geri dönmüştür. Ancak 1970 ve 1980’lerde<br />

aile birleşmeleri ile Almanya’daki göçmen nüfus<br />

artmaya devam etmiştir. Faist’e göre göç alan ülkeye<br />

yerleşme ile anavatana geri dönüş birbirini dışlayan<br />

stratejiler değildir. Göçmenler, Almanya ile<br />

göçtükleri anavatanları arasındaki bağları hep sürdürerek,<br />

tamamen geri dönmeseler bile, ikili bir mekânsal<br />

referans çerçevesi oluşturmaktadırlar.<br />

Türkiye’den Avrupa ülkelerine karşılıklı<br />

göç anlaşmaları dahilinde “misafir işçi” olarak yapılmak<br />

üzere başlayan emek göçlerinde “geri<br />

dönüş” yıllarca hep gündemin ilk sıralarında kalmıştır.<br />

Tasarruf hedeflerine ulaşan veya emekli<br />

olanlardan yıllık ortalama 20-30.000 kişi geri dönmüştür.<br />

1990’ların başlarında, önceki 30 yıllık sürede<br />

yurtdışına gidenlerden 500.000 ile 900.000<br />

arasında kişinin geri döndüğü tahmin edilmektedir.<br />

Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye üç geri dönüş dalgası<br />

yaşanmıştır.<br />

Bunlardan ilki 1966-67’deki ekonomik<br />

kriz dönemi, ikincisi 1974-75’teki petrol krizi sonrası<br />

ekonomik durgunluk dönemi, üçüncüsü ise<br />

1983-84’teki Almanya’daki “Geri Dönüşü Teşvik<br />

Yasası” sonrası yaşanan göçlerdir. İlk iki dönem ile<br />

ilgili elimizde veri bulunmamakla birlikte, geri dönüşü<br />

teşvik yasasından yararlananların sayısı belli<br />

olduğu için üçüncü döneme ilişkin rakamlar mevcuttur.<br />

1980’lerin başında göç alan ülke hükümetlerinin<br />

sunduğu ‘Destekli Geri Dönüş Programları’<br />

süreci kapsamında, 1983-1984 yılları arasında<br />

310.000 göçmen Almanya’dan, 1985-1986 yılları<br />

12<br />

arasında ise 10.000 Türkiye vatandaşı Hollanda’dan<br />

Türkiye’ye geri dönüş yapmıştır.<br />

Fransa ise işsiz göçmenlerin ülkelerine<br />

geri dönmeleri için teşvik yasaları çıkarmıştır.<br />

Nisan 1971 ve Kasım 1981 tarihleri arasında aileleriyle<br />

birlikte geldikleri ülkelere geri dönmeyi kabul<br />

eden işsiz göçmenlere 10.000 Frank ödenmiştir.<br />

Bu teşvik daha çok AB ülkeleri dışından gelenler<br />

için planlanmış olsa da, en fazla demokratik rejimlerin<br />

kurulduğu İspanya ve Portekiz’den gelenler tarafından<br />

kullanılmıştır.<br />

Geri dönüşü teşvik uygulamasından sonra<br />

da geri dönüşler azalarak devam etmiştir.<br />

1980’lerin ikinci yarısından itibaren Almanya’dan<br />

geri dönüş oranı yıllık 37.000, Hollanda’dan geri<br />

dönüş oranı ise 3.000 kişi olmuştur. 1990’ların ilk<br />

yıllarında da geri dönüş oranları benzer seviyelerde<br />

devam etmiştir.<br />

Bu iki Avrupa ülkesinden geri dönüş yapan<br />

göçmenler ve bu ülkelere mültecilik başvuruları<br />

kabul edilmeyen Türk vatandaşları da (Türkiye’den<br />

başvuru yapan 450.000 sığınmacının sadece<br />

yüzde onu mülteci statüsü kazanmıştır) düşünüldüğünde,<br />

1,5 milyondan fazla göçmen ve sığınmacının<br />

1980-1999 yılları arasındaki dönemde Türkiye’ye<br />

geri dönüş yaptığı tahmin edilmektedir.<br />

Almanya Göçü Tersine Döndü<br />

Son yıllarda gerek Türkiye’deki, Avrupa<br />

ülkelerindeki ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerle,<br />

AB ülkelerinden Türkiye’ye bir “tersine göç”<br />

olduğu, “geri dönüş miti”nin, gerçeğe dönüşmeye<br />

başladığı yönünde işaretler görülmektedir. Alman<br />

Federal İstatistik Bürosu verileri incelendiğinde,<br />

özellikle 2006 yılından sonra Almanya’dan Türkiye’ye<br />

dönenlerin, gidenlerin sayısından daha fazla<br />

olduğu göze çarpmaktadır. İkinci ve üçüncü kuşak<br />

göçmenleri de içine alan bu geri dönüş göçlerine katılan<br />

birinci kuşak göçmenleri ise daha çok ikili bir<br />

yaşamı tercih etmektedirler. Çocukları ve torunları<br />

Avrupa ülkelerinde yaşayan emekli olmuş Türk<br />

göçmenler, yılın bir kısmını Türkiye’de, bir kısmını<br />

ise Avrupa’da geçirmektedirler.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

DOSYA<br />

Almanya’da, 2000 yılından sonra 1525<br />

kişi üzerinde yapılan bir araştırmada “Türkiye’ye<br />

dönmeyi istiyor musunuz?” sorusuna, katılanların<br />

yüzde 78’i evet, yüzde 22’si hayır cevabını vermiştir.<br />

Şartlar olgunlaşmadan, tersine göçün gerçekleşmesi<br />

mümkün olmamakla birlikte, bu istek beyanı<br />

bir eğilimi göstermesi anlamında önem taşımaktadır.<br />

Türkiye’ye dönme isteği halen çok yüksek<br />

seviyelerde olmasına rağmen, göçmenlerin Almanya’ya<br />

göç etmelerine neden olan etmenlerin<br />

devam etmesi, geri dönmelerine mani olmaktadır.<br />

Türkiye-AB ilişkileri göç süreçlerini çift<br />

yönlü etkileyen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

Türkiye’nin Birliğe tam üyeliği durumunda,<br />

Türkiye’den Avrupa’ya bir göç akını yaşanacağı<br />

korkusu mevcutken, Birliğe sonradan üye olan<br />

İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da tam tersi bir<br />

durum yaşanmıştır.<br />

Kaya ve Kentel’in araştırmasına göre, Almanya<br />

ve Fransa’da yaşayan Türkiye kökenlilerin<br />

çok büyük bir çoğunluğu (Almanya % 80, Fransa<br />

%61), Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda,<br />

Türkiye’dekilerin Avrupa ülkelerine göç etmelerini<br />

tavsiye etmediklerini dile getirmişlerdir. Kaya<br />

ve Kentel, bu oranın bu kadar yüksek olmasını, Avrupa’daki<br />

Türkiye kökenlilerin karşılaştıkları,<br />

“artan işsizlik, vatan özlemi, düşük ücretler, disiplinli<br />

çalışma koşulları, hoşgörüsüzlük ve ahlaki değerlerin<br />

aşınması” gibi zorluklara ve sorunlara bağlamaktadır.<br />

Ancak, AB ülkelerindeki genel kanıya<br />

paralel olarak, Türkiye’nin AB üyesi olması durumunda<br />

büyük bir göç akını olacağı yönünde kanaatleri<br />

vardır.<br />

Yine bu araştırmaya göre, Türkiye’nin<br />

AB’ye üye olması durumunda (Almanya ve Fransa’dan)<br />

Türkiye’ye dönmeyi düşüneceğini söyleyenlerin<br />

oranı yüzde 30’dur. “AB üyeliği durumunda<br />

Türkiye’den göç akını olacağı” iddiası,<br />

“inşa edilmiş bir korkuyu resmetmek” olarak nitelendirilebilir.<br />

Zira, aynı korku İspanya, Portekiz ve<br />

Yunanistan için de gündeme getirilmiş olmasına<br />

rağmen, tam tersi bir durum olmuş, tersine göç gerçekleşmiştir.<br />

13<br />

“Okumuş Gençler” Dönüyor<br />

Krefeld Enstitüsü’nün dörtte üçü Almanya’da<br />

doğan 250 Türk akademisyen üzerinde yaptığı<br />

bir araştırmaya göre, Almanya’daki akademisyenlerin<br />

yüzde 38’i Türkiye’ye dönmek istiyor.<br />

Akademisyenlerin yarıya yakını kendisini Almanya’da<br />

“evinde hissetmediğini” söylerken, yüzde<br />

80’i Almanya’nın uyum politikasını yeterince güvenilir<br />

bulmadığını ifade ediyor.<br />

İstatistiklere göre 2006 son 10 yıldır Almanya’dan<br />

Türkiye’ye dönenler, gidenlerden daha<br />

fazla. Üstelik dönenler, Almanya’nın en kaliteli üniversitelerinden<br />

mezun, mesleki kariyerleri yüksek,<br />

iyi eğitimli Türk gençleri. Türkiye’de faaliyet gösteren<br />

5 binden fazla Alman şirketinde 100 binden<br />

fazla kişi çalışıyor. Üniversite eğitimlerini Almanya’da<br />

tamamlayan, en az iki dil bilen gençler bu şirketler<br />

için en ideal kişiler. Başta Almanya olmak<br />

üzere, Avrupa ülkelerindeki Türk gençleri, kendi<br />

vatanlarında daha itibarlı işlerde “birinci sınıf” kişiler<br />

olarak istihdam edilebiliyorlar. Türkiye’de<br />

hayat standartları Almanya seviyesine yaklaşırken,<br />

gençlerin kazançları da Almanya’daki ücretleri<br />

aratmıyor.<br />

Son yıllarda Avrupa’da artan islamofobi,<br />

yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, dışlanma gibi nedenler<br />

üçüncü kuşak göçmenlerin bile kendisini yabancı<br />

hissetmesine, “sılaya dönüşü” sürekli gündemlerinde<br />

tutmalarına neden oluyor. Alman vatandaşlığına<br />

geçse bile, “başı sıkıştığında döneceği<br />

bir anavatanı olduğunu” bilen, özellikle iyi eğitimli<br />

ve yetenekli gençler, artık Türkiye’ye dönmeye<br />

daha sıcak bakabiliyor. Almanya’da ekmek aslanın<br />

ağzında ise, dönüp kendi vatanında daha kolay<br />

şartlarda iş bulabiliyor. Ceplerindeki pasaportları<br />

onları bir dünya vatandaşı olan eğitimli gençlerin<br />

geri dönüşü, Almanya için büyük bir kayıp iken,<br />

Türkiye için ise önemli bir kazanç olarak değerlendirilmeli.<br />

Bu süreç, yıllardır şikâyetçi olunan<br />

“beyin göçü”nün tersine dönmesi olarak yorumlanmalı.<br />

Türkiye, yurtdışında yetişmiş gençleri kazanmak<br />

için, en az Avrupa ülkeleri kadar çaba çabalamalıdır.


DOSYA<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

DOÇ. DR. ULAŞ SUNATA<br />

İLE SÖYLEŞİ<br />

Bahçeşehir<br />

Üniversitesi Göç<br />

Çalışmaları Araştırma<br />

ve Uygulama Merkezi<br />

(BAUMUS) Başkanı<br />

Doç. Dr. Ulaş Sunata<br />

ile 'Tersine Göç'<br />

olgusunu konuştuk.<br />

Tersine Göç kavramından ne anlamalıyız?<br />

göçü yeni paradigma içinde değerlendirmek gereklidir.<br />

Tersine göç birinin kendisi veya önceki kuşaklarının<br />

geldiği ülkeye, bölgeye, şehre veya köye<br />

geri dönmesidir. Geri dönüş veya tersine göç olarak<br />

da isimlendirilen geriye göç, klasik olarak gidilen<br />

yerden yeniden eski mekâna dönüştür. Bu klasik<br />

tanım son yıllarda göç çalışmalarındaki ilerlemelerle<br />

birlikte tartışmalı hale gelmiştir. Uluslararası<br />

yerine geçen ulusötesi göç (transnational migration)<br />

terminolojisiyle geriye göç yazını içinde dönülen<br />

mekân olarak “ev” ve oraya “yeniden uyum”<br />

konuları eleştiriye açık olmuştur. Hatta göçün geriye<br />

dönüş ile tamamlandığına dair algı yerini artık<br />

göçün tamamlanan bir hareketten ziyade süreklilik<br />

içinde olduğu savına bırakmıştır. Ek olarak kimlik<br />

ve ulusal mensubiyet-bağlılıkların sorgulandığı ve<br />

kültürlerin yersizyurtsuzlaştığı bu çağda geriye<br />

14<br />

Özellikle yüksek eğitimli göçmenlerin<br />

geri dönmek isteklerini neye bağlıyorsunuz?<br />

Yüksek eğitimli göçmenlerin geri köken<br />

ülkelerine geri dönme isteklerinin ardından doktora<br />

çalışmamda kavramsallaştırdığım, siyah kuğu fenomeni“nin<br />

olduğunu düşünüyorum. Bu fenomen<br />

aslında bulundukları ülkede eğitim hayatlarındaki<br />

başarıyla elde edilen statünün göç arkaplanları sebebiyle<br />

sorgulanışı ve askıya alınışı durumlarını<br />

kapsar. Yüksek eğitimi ile sosyal tabakalaşma içinde<br />

elit tabakaya erişimi kurgulayan bireylerin karşısına<br />

„göçmenlik“lerinin çıkışı ve her seferinde bununla<br />

başetme gereksinimi onları yorar. Bu yüzden<br />

özellikle yüksek eğitimli göçmenlerin geri dönmek<br />

istediklerini düşünüyorum.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

DOSYA<br />

Tersine beyin göçündeki sosyal ağların<br />

rolüne kısaca değinir misiniz?<br />

Aslında sosyal ağlar göçün tüm aşamalarında<br />

incelemeye değerdir. Sosyal ağların sosyal<br />

sermaye olarak göçmenler tarafından aktif kullanımı<br />

göç çalışmaları açısından göçmenin ajan olarak<br />

gücünü gösterir. İnsanlar göçü başlatırken, devam<br />

ettirirken ve sonlandırırken tüm aşamalarında karara<br />

dair karar verici olarak etkin roldedirler. Yaptığım<br />

çalışmada sosyal yapının dayattığından bağımsız<br />

olarak göçmenin kendi bireysel fayda algısıyla<br />

sosyal ağlarını sermaye olarak kullanma yetkinliğine<br />

ilişkindir. Bu konuda yaptığım çalışmadan<br />

şöyle bir bulgu çıkarttım. Yüksek eğitimliler<br />

öncül göç aşamasında zayıf bağları olan sosyal ağlara<br />

doğru ha-ederken, tersine beyin göçü kapsamında<br />

kuvvetli sosyal bağlara doğru karar aldıklarını<br />

gördüm. Bu bakımdan geri dönüş kararında<br />

özellikle güçlü bağı olan sosyal ağların referans<br />

alındığı görülüyor.<br />

Türkiyeli kalifiye işgücünün Almanya’ya<br />

göçü seçme sebepleri arasında en belirgin etmenler<br />

görece coğrafi yakınlık ile dil konusuna ilişkin olarak<br />

Almanya’daki Türkiye diasporası ve ilgili etnik<br />

pazardır. Bir sosyal ağ olarak Türkiye diasporası ve<br />

gündelik hayata sunduğu/sunabileceği kuvvetli olanak<br />

ve fırsatlardır. Yüksek kalifiye göç aktörleri,<br />

göç deneyimlerinde kullansınlar ya da kullanmasınlar<br />

böyle bir sosyal sermayeleri olduğunu biliyorlar.<br />

İlginç olan, kendilerini diaspora sosyal ağının<br />

içinde olarak okumaktan da imtina ederler,<br />

bunun yerine Almanya’nın “eski ve çoğunluk”<br />

Öteki’si olarak görünmemek için kültürel sermayeleriyle<br />

farklı bir konum talep ederler. Almanya’daki<br />

Türkiye diasporasının varlığı yüksek eğitimlilerin<br />

öncül göç kararlarında olumlu etkiye<br />

sahip olduğu gibi, geri dönüşlerinde de etkilidir.<br />

Göçle sosyal statünün değişimine ek olarak çalışmamda<br />

sosyal statüdeki farklılığa göre göç algısının<br />

değiştiği sonucuna vardım.<br />

Çalışmamdaki bir diğer önemli bulgu ise<br />

göçün sosyal ağlar bakımından özgürlük alanları<br />

15<br />

açtığı, bu alanları kullanma durumunun kişilerin<br />

göç öncesi sosyal statü çelişkileriyle ilişkili olduğu<br />

yönündedir. Kişilerin toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim,<br />

etnik kimlik gibi özellikler açısından bağlı<br />

olduğu dezavantajlı sosyal gruplardan kaynaklı<br />

mağduriyetleri kazanılmış statüleriyle birleştiğinde<br />

sosyal statü çelişkileri belirgin olur. Böyle durumlarda<br />

çelişkilerini hafifletmek üzere göçü veya<br />

tersine göçü tercih ettikleri görülmektedir. Göç böylelikle<br />

özgürleştirici bir deneyim olarak okunabilir.<br />

Göçün özgürleştirici yönünü Türkiye’den<br />

ayrılan göç bağlamında örneğin Kürt, kadın ya da<br />

eşcinsel olduğu için göç etmiş olanlar örneği belirler.<br />

Öte yandan; Türkiye’ye göç bakımından mağduriyet<br />

odaklı göçlerde kişiler yaşadıkları ülkede<br />

doğrudan itibar yitimi algılıyorlarsa oluşan çelişkiyi<br />

gidermek için geri dönüşü düşünürler. Geriye<br />

göçün öncül göçte oluşan sosyal statü çelişkilerini<br />

rahatlattığı, hatta geriye göçle bu kişilerin itibarlarının<br />

köken ülke sosyal çevrelerinde arttığı görülmüştür.<br />

Geriye göçün göçle oluşan sosyal<br />

statü çelişkilerini rahatlattığı görülüyor. Bu<br />

itibarı kültürel anlamda nasıl okuyabiliriz?<br />

Köken ülkedeki sosyal sermayesi ile<br />

mesut ve sosyal ağları içinde görece itibarı yüksek<br />

olanlarda durum “orada çalışmak, burada yaşamak<br />

güzel” şeklinde özetlenebilir.<br />

Bu bağlamda 'Almanya’da çalışmak,<br />

Türkiye’de yaşamak güzel' ikilemi kimlik sorununa<br />

yansıyor mu?<br />

Geriye göç eden beyin göçmenlerinde, çalışma-yaşama<br />

ikiliğini sorgulayan haller ile karşılaştım.<br />

İş doyumu, çalışma etiği, sosyal devlet, sendika<br />

gibi etmenlerle Almanya’da çalışmaktan memnun<br />

bu kişiler, yaşamak için Türkiye’nin tercih edilesi<br />

olduğunu dillendiriyorlar. Türkiye’de yaşam<br />

meselesinin arkasında genellikle Türkiye’deki sosyal<br />

bağlar, ilişkiler ve ağlar olduğu görülüyor. Geriye<br />

göçüyle birlikte göçmenin göçün neden olduğu<br />

itibarın okunmasını hedeflediği ve bu bağlamda<br />

geri dönen göçmenin referans grubunun Türkiye’deki<br />

sosyal ağlar olduğu anlaşılmıştır.


DOSYA<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Prof. Dr. Musa TAŞDELEN<br />

TERSİNE GÖÇ MÜ?<br />

SINIRLAR ÖTESİNDE-<br />

ULUS AŞIRI BİR HAYAT MI ?<br />

Bugün dünyadaki uluslararası göçmen sayısı<br />

hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ama, uluslararası<br />

göç geçmişten bugüne daha da artarak devam<br />

etmektedir. Artık dünyada uluslararası göçmen sayısı<br />

250 milyona yaklaşmıştır. Özellikle son yıllarda<br />

sığınmacı ve mültecilerin sayısında ciddi bir<br />

artış gözlenmektedir. Castles ve Miller’in aktarımıyla,<br />

“Uluslararası Göç Örgütü, tarafından yayınlanan<br />

bir rapora göre, 1965 ve 2000 yılları arasında<br />

dünyadaki göçmenlerin sayısı ikiye katlanarak 75<br />

milyondan 150 milyona çıkmıştır. 2002 yılı itibariyle,<br />

Birleşmiş Milletler Nüfus Bölümü'nün tahminlerine<br />

göre, dünya nüfusunun yüzde ikisine<br />

teka¬bül eden 185 milyon insan en az 12 aydır doğduğu<br />

ülkelerin sınırları dışında yaşamaktadır . Önceki<br />

çağlar da kitlesel göçle anılmıştır. 1846 ve<br />

1939 yıllan arasında 59 milyon insan başta Kuzey<br />

Amerika, Güney Amerika, Avustralya ve Güney Afrika<br />

olmak üzere yeni yerlere yerleşmek için Avrupa'yı<br />

terk etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı öncesi<br />

yaşanan uluslararası göç verilerinin çağdaş nüfus<br />

hareketleriyle ilgili istatistiklerin karşılaştırılması<br />

iki dönem arasında hacim açısından kayda değer süreklilikler<br />

olduğunu göstermektedir.” Yine Castles<br />

ve Miller, yasadışı göçmenlerin sayısının büyük ölçüde<br />

bilinmediğini, çağdaş uluslararası göçün,<br />

çoğu itibariyle gerçekte kayıt dışı olduğuna dikkati<br />

çekmektedirler.<br />

16<br />

Catstles ve Miller’e göre, uluslararası göç,<br />

dünyanın dört bir yanında siyaseti ve toplumları yeniden<br />

şekillendiren ulus aşırı bir devrimin parçasıdır.<br />

1945'ten sonra, bütün Kuzey ve Batı Avrupa<br />

emek göçüne ve buna bağlı olarak göçmen yerleşimine<br />

açık hale gelmiştir, Yunanistan, İtalya, İspanya<br />

gibi uzun süre göç vermiş Güney Avrupa devletlerinin<br />

dahi 1980'lerden sonra göç almaya başladıklarına<br />

şahit olunmuştur. Castles ve Miller, Orta<br />

ve Doğu Avrupa devletleri arasında özellikle Macaristan,<br />

Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin<br />

bile göç alan ülkeler konumuna geldiklerini<br />

vurgu yapmaktadırlar. Batı Avrupa ülkelerine yönelen<br />

göçmen emeğinin kaynakları olarak Türkiye,<br />

Ürdün, Cezayir, Fas ve Tunus gibi ülkeler öne çıkmaktadır.<br />

Petrole dayalı zenginliğin hasılası olarak<br />

Körfez ülkelerine geçici işçi akımı gerçekleşmektedir.<br />

Ayrıca bazı bölge ülkelerindeki siyasi istikrarsızlık<br />

ve iç savaşlar, Batı Avrupa’ya yönelik kitlesel<br />

mülteci akımlarının da başlıca sebebidir. Fas<br />

ve Türkiye, Avrupa Birliği ülkelerine en fazla göçmen<br />

gönderen iki ülke olarak öne çıkmışlardır.<br />

Avrupa Birliği ülkelerinden Türkiye kökenli<br />

en fazla göçmenin bulunduğu Almanya örnek<br />

verilirse, göç kökenli insanların oranı yaklaşık<br />

yüzde 20’ye sayı itibariyle 15 milyona ulaşmıştır.<br />

Eski eyaletlerin büyük şehirlerinde ise göçmen kökenlilerin<br />

mevcut nüfusa oranı, yüzde 30’lar civarındadır.<br />

Çeşitli şehirlerin bazı semtlerinde, yerli<br />

nüfustan daha yüksek bir orana sahiptirler. Örneğin<br />

Berlin Soldiner Strabe yerleşim yerinde yüzde 41.5<br />

ve Duisburg Marxloh yerleşim yerinde yüzde<br />

50’nin üzerinde oldukları görülür. Çocuklar ve<br />

gençler arasında göç kökenli nüfusun oranı daha da<br />

yüksektir. Yine örnek olarak verilirse, Stuttgart’ta<br />

yedi okul bölgesinde, üç ila altı yaş arası çocukların<br />

oranı yüzde 66,7 ile 84,1 seviyesinde; sonuç olarak<br />

bu bölgelerde, bütün birinci sınıfa gidenlerin üçte


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

DOSYA<br />

ikisinden fazlası, göç kökenli çocuklardır. Bazı<br />

okullarda, örneğin Berlin-Neukölnn’de daha şimdiden,<br />

öğrencilerin yüzde 80’inden fazlası, Alman<br />

kökenli değildir. Kırsal alanda da yüksek göçmen<br />

oranlı kasabalara, beldelere ve hatta köylere rastlanabilmektedir.<br />

Almanya, artık bir göçmenler ülkesidir<br />

ve Alman kökenli nüfusun yanı sıra hatırı sayılır<br />

Alman kökenli olmayan bir nüfusu da barındırır<br />

hale gelmiştir. Yeni kuşak ülke nüfusunda ise<br />

bunun oranı daha da yüksektir.<br />

Küresel ölçekte gelişen ve yaygınlaşan<br />

yeni ulaşım ve iletişim teknolojileri sayesinde, göç<br />

kökenli insanlarla ülkeleri arasındaki toplumsal ve<br />

fiziki mesafe azalmıştır. Bu nedenle diaspora kavramının<br />

yanında ulus aşırı topluluk kavramının kullanımının<br />

da yaygınlaştığını görmekteyiz. Bu kavram,<br />

Riva Kastoryano’nun aktarımıyla tarif edilecek<br />

olursa, “Farklı milli toplumlar içerisinde,<br />

ortak menfaatler ile coğrafi, dini ve lisani değerlerle<br />

ilgili referanslar temelinde hareket eden milli sınırların<br />

ötesinde dayanışmalarını güçlendirici bir<br />

ağ kullanan fert ve gruplardan oluşan topluluğa<br />

ulus aşırı topluluk denir”.<br />

Uluslar arası seviyede, göçmenler ağ merkezli<br />

bir örgütlenmeyle bir birliktelik sağlarlar. Bu<br />

süreç sayesinde, ikamet ettikleri ve kökenlerinin dayandığı<br />

her iki ülke arasında çeşitli sosyal ilişkileri<br />

inşa eder ve sürdürürler. İkamet edilen ve köken olarak<br />

aidiyet duyulan ülkeler arasında sınırlar ötesi<br />

bir çok ilişki biçimi varlığını devam ettirir. Bu<br />

olgu, her iki ülkeyi ve toplumu içine alan yeni bir<br />

sosyal mekanı ifade eder. Bir diğer ifadeyle, bir<br />

milli devletin vatandaşları, sınırlar arasında diğer<br />

devletlere dağılmış bir şekilde fakat kendilerini sosyal,<br />

siyasi, kültürel ve önemli ölçüde ekonomik olarak<br />

ulus-devletlerine ait hissederek yaşarlar.<br />

Michel Bruneau’nun aktarımıyla, diasporik<br />

toplulukla, ulus aşırı topluluk karşılaştırıldığında,<br />

ulus aşırı topluluklar, 20. Yüzyılın ikinci yarısından<br />

sonra Türkiye, Kolombiya, Granada, Meksika,<br />

Filipinler, Cezayir gibi, yeni milli devletlerin<br />

verdiği göçlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Bu<br />

topluluklar ulus aşırı alanda, bir taraftan ait oldukları<br />

milli devletle vatandaşlık bağlarını sürdürürken,<br />

ikamet ettikleri ülkenin vatandaşı olsalar bile,<br />

köken ülkeleriyle güçlü bir etkileşim ağı kurarak<br />

ilişkilerini yoğun bir şekilde sürdürmektedirler. Bu<br />

17<br />

topluluklar iki mekanlı - iki ülkeli bir yaşama tarzına<br />

sahiptir. Bu ulus aşırı diyebileceğimiz mekanlar,<br />

diasporalarının tarihi derinliğine ya da geçmişine<br />

sahip değildir. Diaspora alanlarının varlıkları ve örgütlenmeleri<br />

herhangi özel bir milli devlete ait değildi.<br />

Diasporik topluluklar milli devletler öncesi<br />

vardılar ve bazı milli devletlerin ortaya çıkışına<br />

zemin hazırladılar. Her bir milli devlet, diasporik<br />

topluluğu denetimi altına almak çabası içinde olur,<br />

ancak, diasporik topluluklar, vatandaşı oldukları<br />

milli devletlere bir taraftan aidiyet duygusu diğer taraftan<br />

imtiyazlı ilişkiler geliştirmiş olsalar da güçlü<br />

bir şekilde varlıklarını devam ettirmek, örgütsel yapılarını<br />

ve muhtariyetlerini koruma eğilimi taşırlar.<br />

Bir diaspora herhangi bir devletin haricinde kendi<br />

varlığına da sahiptir, kökleri, zengin ve farklı bir<br />

kültüre (dil, din gibi) ve uzun bir tarihi geçmişe uzanır,<br />

bu nedenle kendi topluluğunu ve örgütsel yapısını<br />

üretmiş ve geliştirmiştir. Diyasporadan farklı<br />

olarak ulus aşırı topluluk ailelerinin kökeninin dayandığı<br />

milli devletten işgücü göçünden doğar ve<br />

bu temel/köken ile yerleştikleri ülke veya ülkeler<br />

arasında seyahat ederler. İkamet ettikleri ülkelerde<br />

vatandaşlık veya kurumsal bağlara sahip iken<br />

köken yerle güçlü bir sığınılacak liman ilişkisini de<br />

ellerinde tutarlar. Bir diasporik toplulukta bu tarz sığınılacak<br />

bir liman ya da köken ülkeyle kurulu<br />

güçlü bağlar yoktur. Ülkeler arası göçmen, kökeninin<br />

dayandığı milli devlete, yerleştiği devlete göre,<br />

bir diaspora mensubunun daha özerk ve yaratıcı olması<br />

bakımından çok daha bağımlıdır. Aslında göç<br />

hareketlerinin tarihi dikkate alındığında, Avrupa’da<br />

yaşayan göç kökenli toplulukların diasporaya<br />

dönüşmesi beklenilmesi gerekirken, yeni şartlar<br />

bu göçmenleri ulus aşırı topluluğa dönüştürmektedir.<br />

Hatta diasporalar bile gelişen ulaşım ve iletişim<br />

imkanları sayesinde ulus aşırı topluluklara özgü<br />

özellikler de göstermeye başlamışlardır. En azından<br />

diasporalar eski diasporalar değildir. Batı Avrupa’da<br />

yaşayan göç kökenli Türklerin daha ziyade<br />

yaşlı kuşakları için tersine bir göç söz konusu edilse<br />

bile aslında olan, günü birlik gidip gelmelerin<br />

mümkün olması sayesinde yılın belli zamanında<br />

köken ülkede, belli bir zamanında da göç edilen ülkede<br />

olacak şekilde sınırlar ötesi bir yaşama tarzının<br />

yaygınlaşmasıdır. Göç kökenli insanlar için çoğunlukla<br />

her iki ülkeyle de ilişkiler sürmektedir.<br />

Bunu mümkün kılan misafir işçilerin kuşaklar<br />

sonra ulus aşırı topluluklara dönüştükleri gerçeğidir.


DOSYA<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Veyis GÜNGÖR<br />

TERSİNE GÖÇÜN<br />

NERESİNDEYİZ?<br />

Henüz Üniversitenin ikinci sınıfındaydım.<br />

Siyasal Bilgiler Fakütesinde ek ders olarak ‘4. Ülkelerin<br />

Tarihi’ adlı bir ders takip etmekteydim.<br />

Dersi veren hocanın (Dr. Leo Biegel) baba tarafı<br />

göçmendi. Hollanda’nın sömürü ülkelerinden Endenozya’dandı.<br />

Dersin ana kitabı ‘Orta Doğu Tarihine<br />

Giriş’ adını taşıyordu. Hocanın kendi yazdığı<br />

kitaptı. Daha birinci gün anlatılan derste Ibn Haldun’dan<br />

bahsediyordu. Endülüs’lü müslüman bir<br />

tarihci ama aynı zamanda sosyolojinin kurucularından<br />

olduğunu öğrenmiştim o gün. Ibni Haldun<br />

aynı zamanda bir göçmen aile çocuğuydu. Tarih,<br />

sosyoloji ve göçmenlik beni ister istemenz Ibni Haldun’la<br />

yakınlaştırdı. Bu konuda Türkçe eserleri karıştırırken<br />

Taha Akyol’un ‘Tarihten Geleceğe’<br />

isimli kitabını bulmuştum.<br />

Taha Akyol kitabında Ibni Haldun ve tarih<br />

teorilerinden bahsediyordu. Okuduğum bölümleri<br />

kırmızı kalemle işaretledim. Sonraları tekrar terar<br />

okudum. Ve Ibn Haldun’un yazdığı ‘Mukaddime’<br />

kitabını buldum. Bu kitaplarla birlikte tarih ve sosyoloji<br />

ve tabiiki göç tarihine ilgm her geçen gün<br />

arttı. Bu ilginin sonucu olarak, dersi veren hocayla<br />

konuşup, Amsterdam’daki meşhur Nieuwe Kerk<br />

solanunda “Göç Tarihi ve Ibni Haldun” konulu bir<br />

konferans organize ettim. Konferans notlarını ve<br />

konuşmalarını bir kitapcık olarak yayınladım.<br />

Artık Ibni Haldun, bundan sonra, benim gibi bir<br />

göçmenin bireysel hikayesinde önemli bir dönüm<br />

noktası oluşturmuştu.<br />

18<br />

Ibni Haldun’un göçmenler hakkındaki ‘Sürekli<br />

güvenlik sorunu yaşarlar’ ifadesi bizim Avrupa’daki<br />

göçmen Türklerde de hep gözlemlediğim<br />

bir husus oldu...<br />

Bizim, ikinci dünya savaşından sonra Avrupa<br />

ülkelelerine yaşadığımız göç olayı, her ne<br />

kadar bir iş gücü göçü olarak sosyal bilimlerde yerini<br />

alsa da, göç sürecinin ilerleyen yıllarında yerleşik<br />

hayata geçişin örneklerini gözlemlemek mümkündür.<br />

Avrupalı Türklerin birinci nesli yani babalarımız<br />

göçün birinci aktörleriydi. Biz, genel anlamda<br />

aile birleşimi çerçeveresinde göç sürecine<br />

dahil olduğumuz için, ikinci aktörleriz. Üçüncü ve<br />

dördüncü neslin bir çoğu göç ettiğimiz ülkelerde<br />

doğmuş olmaları onları göçün en hareketli enstrümanları<br />

yapmaktadır. Bunlar Avrupa’da yeni oluşan<br />

‘Türk Diasporası’nın da etkin aktörleri olacaktır.<br />

Bugün sayıları altı milyonu bulan Avrupalı<br />

Türklerin elli yıllık göçmenlik tarihinde yeni bir gelişmenin<br />

yaşandığına şahit olmaktayız. Bu gelişme,<br />

tersine göç de diyebileceğimiz, Avrupa ülkelerinden<br />

Türkiye’ye göç olarak ya da beyin göçü olarak<br />

tanımlanmaktadır.<br />

Devlet yetkilileri tarafından açıklanan rakamlara<br />

göre, 2007 – 2011 yılları arasında sadece<br />

Almanya’dan Türkiye’ye göç edenlerin sayısı<br />

100.000 olarak ifade edilmektedir. Bu sayı 2012 yılında<br />

50.000’e çıkmıştır. Almanya’dan geri dönüş<br />

yapanların önemli ortak özelliği ise, bunların tamamına<br />

yakınının Almanya’da bir Üniversite ve Yüksek<br />

Okul bitirmiş ve meslek sahibi olmalarıdır.<br />

Aynı şekilde Belçika, Fransa, Hollanda ve diğer


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

DOSYA<br />

Avrupa ülkelerinden de<br />

Türkiye’ye geri dönüş<br />

yapanların sayısı her yıl<br />

artmaktadır.<br />

Örneğin Hollanda’dan<br />

Türkiye’ye<br />

tersine göç etmiş olanların<br />

büyük bir çoğunluğunun<br />

eğitimlerini<br />

Hollanda’da tamamlamış<br />

olmalarıdır. Bunların<br />

her biri üç dört dil<br />

bilen, meslek sahibi insanlardan<br />

oluşan Hollandalı<br />

Türklerdir. Kimileri<br />

Hollanda’da doğmuş,<br />

kimileri uzun yıllar<br />

Hollanda’da yaşamış<br />

ancak bir müddet<br />

sonra, farklı sebeplerden<br />

dolayı Türkiye’ye<br />

dönüş yapmış olanların Türkiye’deki tecrübelerini<br />

ilginçtir.<br />

Tersine göç, Avrupa Türk göçünün önemli<br />

bir sürecini oluşturan ve önümüzdeki yıllarda da<br />

devam edecek olan geri dönüş hareketliliği üzerinde<br />

çalışılması gereken önemli bir alan olarak karşımıza<br />

çıkmaktadır. Bireysel göç hikayeleri bize elbette<br />

tersine göç hakkında fikirler verecektir.<br />

Tersine göç, ve bunun aktörleri Türkiye’deki<br />

sosyal değişime katkıda bulunacağı tartışılmaz<br />

bir gerçektir. Bu değişimin çok somut örneklerini,<br />

İlahiyat Fakültelerinde okumakta olan<br />

Avrupalı Türk öğrencilerin bu fakültelerde sebep<br />

oldukları dönüşümde görmek mümkündür. Diğer<br />

taraftan bu kitlenin Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinde<br />

de oynayacağı rol üzerinde de durulması gerekmektedir.<br />

Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri başta olmak üzere,<br />

edebiyat ve sanat ve bir çok alanda oryanayacakları<br />

görevler üzerine bir çok araştırma yapılmalıdır.<br />

Göç tersine de olsa bir şekilde devam etmektedir.<br />

Bu devamlılık elbette Avrupa – Türkiye çok yönlü<br />

ilişkilerini de kendiliğinden etkileyecektir.<br />

Bu alanda Hollanda Türkevi Araştırmaları<br />

Merkezi’nin bir alan araştırması ve yayını vardır.<br />

Tersine göç eden bireylerle yapılmış söyleşilerden<br />

oluşan çalışma yine kendiside Hollanda’da doğmuş<br />

ve yetişmiş ancak Türkiye’ye geri dönüş yapmış<br />

hukukcu Derya Kaplan tarafından yapılmıştır.<br />

Bu çalışmadan hareketle, tersine göç aktörlerinin<br />

19


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Mustafa CAN<br />

İSTERSEN ÇOK ŞEY<br />

DÜŞÜNME ARTIK<br />

Hastane koridorlarında pijamayla<br />

yürümeyi seven var mı, diye aklından<br />

geçirdi kendi kendine. Kim düşünür ki?<br />

Kim ister ki? İstenmez elbette, ama yaşanır…<br />

Hayatın ikramı her zaman tatlı mı<br />

olur? Bazen de öyle acıdır olur ki, önüne<br />

serilenler!<br />

Her şey olsun da, doktor olmasın,<br />

bir de hastaneyi görmeye tahammül<br />

edemiyordu. Beyaz gömleklilerden nefret<br />

ediyordu… Bu hastalık başkaydı…<br />

Hücreleri kemiren hastalık… Hastane ve<br />

doktor ikilisi sinir ve sabır bırakmamıştı<br />

artık onda. Hastalık, hiç sağlam ve genç<br />

insanların aklına gelir mi?<br />

O zamanlardı. Genç olduğu zamanlardı.<br />

Gündüzleri ve geceleri eğlence yerlerinde saz ve<br />

söz âlemlerinde yaşadığında, neşesine diyecek<br />

yoktu. Saz vardı elinde. Hâlâ sakladığı saz… Küçüktü<br />

o zamanlar. Babasının yanındaydı. Bakkal<br />

dükkânında çalışıyordu. Birden çok gerilere kaydı<br />

aklı ve küçüklüğünü hatırladı. Babasına yardımcı<br />

olmak için, sabahın erken saatlerinden başlayarak<br />

gece yarılarına kadar çalışmaktan bitkin düşüyordu.<br />

Günün birinde, beklemediği bir şey oldu.<br />

Kırık ve dökük bir saza kavuştu. Geceleri rüyasına<br />

giriyor, sabaha kadar çalıyor ha çalıyordu. Gündüzün<br />

fırsatı olduğunda ise, onu eline alıyor, kendi<br />

kendine çalmayı deniyor, uğraşıyor ve didiniyordu.<br />

Ama bağlamadan çıkan ses, bir nebzecik de<br />

20<br />

olsa, beklediği müzik sesiyle hiç uyuşmuyordu. Çalamayışına<br />

üzülüyor, ertesi gün tekrar çalmayı deniyordu.<br />

Lakin geceleri rüyasında ise gayet iyi çalıyordu.<br />

Aşağı yukarı bir ay kadar zaman sonra,<br />

yavaş yavaş tınısını beğendiği melodiyle kendini<br />

göstermeye başlatan kırık sazı, dükkân komşularından<br />

olan Yanık Osman Amcasından aldığı anı<br />

dün gibi hatırlıyordu. O anda sevincinden havaya<br />

uçmuştu. Babası sazı görünce şiddetli bir şekilde<br />

karşı çıkmıştı, ama Yanık Osman, “Benim hediyem<br />

ona. Sakın bağırma çocuğa!” demişti. “Kendisini<br />

avutacak ve eğlendirecek neyi var garibin?” Ve böylece<br />

babası Topal Rüştü’yü susturmuştu.<br />

Yanık Osman, bakkal dükkânın yanındaki<br />

kırtasiyenin sahibiydi. Kitap, kalem, okul çantaları<br />

ve defter satardı. Şehrin ana caddesinde değildi kır-


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

tasiye dükkânı, ama kenar da sayılmazdı.<br />

Yanık Osman, o gün erken denilecek kadar<br />

bir zamanda, dükkân kapısının kilidine anahtarla<br />

yaklaştığında, tesadüfen A. D. de dışarı çıkmış, bakkalın<br />

önündeki tenekelerden birini içeriye alacaktı.<br />

“Bu gün eve erken gideceksin herhalde<br />

Osman Amca? Yoksa birinin ziyaretine mi gideceksin?”<br />

diye sorduğunda A. D, Yanık Osman, kapının<br />

kapanıp kapanmadığını kontrol ediyordu.<br />

“Teyzen hasta… Hastaneye gideceğim.<br />

Doktorla da görüşmem lazım. Bir de Kamil Dede<br />

ağır hastalanmıştı, yenice hastaneden eve getirmişler.<br />

Onu da görmeye gideceğim.”<br />

“Anlaşıldı. Sen bu akşam hastaları sevindireceksin!”<br />

“Kamil Dede’yi sevindireceğimi zannetmiyorum,<br />

o son nefesine dayanmış, lakin Teyzen<br />

sevinecektir. Canı sıkılmıştır.”<br />

“Osman Amca senden bir isteğim olacaktı.<br />

Babam beni okula göndermeyecek artık kesin…<br />

Çok istiyordum, ama ondan ses çıkmıyor. Zaten<br />

yaşım da geçti. Hiç değilse, birazcık bana verdiğin<br />

bağlamayı öğrenmek istiyordum. Bana birini<br />

bula…”<br />

“Anladım… Anladım… Saz çalmasını en<br />

yakında öğrenmek istiyorsun. Bunu ben de senin gıyabında<br />

düşündüm. Saz dersleri verecek birisi var.<br />

Onunla dil ucuyla konuştum. Sana sormadım, ama<br />

ağzını aradım. Benim hatırımı kırmaz o.”<br />

O an sevincinden yerinde duramıyordu<br />

A.D. Daha sonra Osman Amcasının dediği Âşık<br />

Hasbi, A. D ile konuştu ve zaman ayarlaması yaptılar.<br />

Artık öğretici birisi vardı. İstekle sazın tellerine<br />

vurdu A.D.<br />

İşinden fırsat buldu gitti saz öğrenmeye.<br />

Fırsat bulamadığı zaman bahaneler üretti, yine gitti<br />

Âşık Hasbi’nin yanına. Kendi kendine çalıştı. Dükkânın<br />

havasından uzaklaşmak istediğinde hasta<br />

oldu yalandan.<br />

21<br />

Büyüdü… Kendisiyle beraber bağlama bilgisi de<br />

arttı. Çaldı… Ustalaştı… Küçüklük delikanlılığa<br />

evrildi. Sanatçı oldu. Büyük şehirlere geldi. Sahne<br />

hayatı büyüledi onu. Kader tuttu kolundan Köln’e<br />

getirdi. Kaç yıl geçti gelişinin üzerinden… Heyecanı<br />

canlı bir şekilde hâlâ sürüyordu o zamanları hatırlayınca.<br />

A.D. Hatırlamak da istiyordu o zamanları,<br />

çünkü tek tesellisi hatıralarıydı.<br />

Son altı ay içerisinde gücünü kaybetmişti.<br />

Ev doktoruna gitti ve şikâyetlerini anlattı. Doktorun<br />

mimikleri onu gerdi. Gülümseme bitmiş, düşünceli<br />

bir hal almıştı. Yaş ellinin ortalarına gelmiş,<br />

vücudunda önemli bir rahatsızlık hissetmemişti o<br />

ana kadar.<br />

Üç kişilik odanın pencere kenarındaydı<br />

yattığı yatak. İlk muayeneden sonra hastane hastane<br />

dolaşmak da A.D’ye bıkkınlık getirmişti. Şimdi<br />

ise yeni bir hastane ve kan torbası göbek merkezine<br />

yakın yere asılmıştı. Sabah altıda kan akıntısı artmış,<br />

hemşire üzerinden revir doktoruna haber vermişti.<br />

Saat on ikiye gelmiş, fakat ne doktor gelmişti,<br />

ne de diğerleri duruma müdahale için gelmişti.<br />

Son çare olarak kırık Almanca ile bürodaki hemşirelere<br />

çıkışıyordu A.D.<br />

Elinin biri göbeğinin üzerindeki kan torbasında,<br />

biri de kendinin konuşmasındaki vurgulamaları<br />

desteklemek için bir inip bir kalkıyordu. Zamanla<br />

da ellerini değiştirerek sözüne inandırıcılık<br />

kazandırmak için bir aşağı bir yukarı kaldırıyordu.<br />

Yüzü esmerdi, kızgınlıkla duygu yoğunluğu arasındaki<br />

iç sıkıntısı esmerliğini daha da artırmıştı.<br />

Alnı kırışık halde, uzaktan görenler, elini kaldırdığı<br />

ve o anda vuracağı hedefin hemşirelermiş gibi görünüyordu.<br />

A.D’nin sözü yarıda kaldı. Uzun zamandır<br />

tanıdığı Ş. Özkan ve bir de U. Tarık göründü. Ş.<br />

Özkan Hızır gibiydi. Kimsesizlerin kimsesiydi.<br />

Küçük bir meselede telefon eder, hemen yanına koşardı.<br />

U. Tarık ise tanıdığı biriydi, lakin sık sık<br />

gelen birisi değildi. İkiliyi görünce lafı ağzında<br />

kaldı. Bize döndü ve kanamayı gösterdi. Yabancı olduğu<br />

için kendine bakılmadığı söylemeye koyuldu.<br />

Ş. Özkan Amcası özür diledi ve doktora haber


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

verilmesini rica etti.<br />

İki eliyle kan torbasını tuttu ve kendi yattığı<br />

614 No’lu odaya götürdü ikiliyi. Daha önce çağrılan<br />

doktor, ikilinin ricası üzerine on dakikada gelivermişti.<br />

U. Tarık, doktora görüntünün normal olmadığını<br />

ve kanın durdurmanın mümkün olup olmadığını<br />

sorduğunda, doktor, şimdi hasta ile bu durumu<br />

ve yapılacak şeyleri konuşacağını söyledi. Ş.<br />

Özkan da, kendinin A.D’ye bakan görevli doktorla<br />

randevusu olduğunu söyleyince, hastaya dönüp;<br />

“Bu yakın tanıdıklarınız sizinle konuşacaklarımıza<br />

şahit olarak katılabilirler mi? Yoksa<br />

şimdi onlardan müsaade isteyip bizi yalnız bırakmalarını<br />

isteyeceğim. Sizinle konuşmamız gerekmekte.<br />

Görevli doktor, operasyon masasında olduğundan<br />

gelemeyecek. Ben onun yerine temsilci<br />

hekim olarak durumu izah edeceğim. Sonra görevli<br />

esas doktorunuzla konuşacaksınız.” Diye Rus şivesiyle,<br />

ama yüksek ileri seviyede Almanca ile tane<br />

tane izah etti.<br />

“Köln’de yakın akrabam yok.”<br />

“Hanımı ayrılmış vaziyette. On dört yaşında<br />

bir oğlu var, o da Türkçe bilmiyor. Babasının<br />

söylediklerine iyi bir şekilde anlayamıyor. Zaten<br />

her zaman da buraya gelmiyor.” Diye ekledi Ş.<br />

Özkan.<br />

“Evet, bunlar benim en yakın tanıdıklarım.<br />

Akrabalarımdan daha yakınlar bana… Onlar bizimle<br />

kalabilirler Doktor Bey… Ben öyle istiyorum.”<br />

Diye kendi düşüncesine rızasını da ekleyerek<br />

Doktor Bey’e ikilinin orada kalmasına izin verdiğini<br />

onayladı.<br />

22<br />

Odadaki diğer hastalar dışarı çıkması için<br />

haberdar edildi. Hastalıkla ilgili çok önemli teşhislerin<br />

hastaya bizzat söyleneceğinin işareti idi bu.<br />

U. Tarık, Ş. Özkan ile yatağın ayakucunda, Doktor<br />

Bey pencere camının önünde duruyordu. İri yarı biriydi<br />

doktor. Beyaz elbise, elinde tuttuğu kalem, bir<br />

de gözlüklü hali tipik bir meslek duruşuyla ses tonunu<br />

da ayarlayarak - ki davudi kalın sesi vardıhazır<br />

olduğunu ilk kelime ile ortaya koydu.<br />

“Çok, çok, çok önemli bu söyleyeceklerim.”<br />

A.D hastane odasındaki duyması gerekli<br />

ve çok önemli doktor konuşmasına önce bulunduğu<br />

yatış uygun değilmiş de yeni bir yatışa ihtiyaç<br />

duymuş olacak ki, yerinden kıpırdadı. Yatağın başucundaki<br />

özel olarak hazır olan yukarı kalkmasına<br />

yardımcı olacak kaldıraca tutundu ve baş tarafa<br />

ıkındı. Yandaki vinç için de ayarına dokundu.<br />

Yatak yastıkla beraber öne doğru geldi.<br />

Tekrar kendini ayaklarından destek alarak ve ikiliyi,<br />

yani Ş. Özkan ile U. Tarık’ı görecek şekle geldi.<br />

Doktor Bey ona göre sol tarafta duruyordu.<br />

“Şimdi dinliyorum Doktor Bey sizi.” dedi<br />

A. D. Bütün dikkatini vermiş, geniş alın gerilmiş,<br />

gözleri tam açık ve dinlemek için aklında ne varsa<br />

boşalmıştı. Ne geçmiş vardı, ne de gelecek. Yalnız<br />

şimdiki zaman vardı A. D için. Oda sessizliği koruyor,<br />

doktor da ses düzeni ile bir tiyatro sahnesinin<br />

benzerinde düzen almıştı. Perde açılmıştı.<br />

“Bu söylediklerimi anlamakta güçlük çekmeyeceğinizi<br />

zannediyorum. Hatta size söylerken<br />

insan olarak zorluk çekeceğimi öncelikle belirtmek<br />

isterim. Söylediklerim insan olarak doktor olduğumu<br />

unutmayınız lütfen. Bir yerimde acı, yani<br />

insani tarafım, ama bir yanım gerçek yani hekim tarafım.<br />

İnsani yanım ağlarken, hekim yanım hiç sapmadan<br />

doğruyu söyleyecek.”<br />

“Ben iyi olabilecek miyim Doktor Bey?<br />

Hiç iyi olma şansım var mı? Diğer insanların arasına<br />

girebilecek miyim, onlar gibi gülerek dolaşabilecek<br />

miyim?” A.D, gözlerini konuşmasını bitirince,<br />

sımsıkı yumdu. Uzunca bir müddet, öyle kaldı.<br />

Doktor kendinde oluşan sarsıntıyı belli<br />

edecek mi, yoksa etmeyecek miydi? Tereddüt etti.<br />

Bu durum davranışına yansımıştı. Durduğu yerde<br />

kımıldadı. Kesin olan hastalığın bilgisini ve hastalığın<br />

ölümcül etkisini ifade etmek öyle kolay


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

mıydı? İnsanın dilinin ucundan çıkanların etkisi,<br />

doğrudan olacaktı. Keskin bir bıçak gibi…<br />

Ölümün sözünü işitecek kulak yabancı bir<br />

kulak değildi. Kendini ölüme yaklaştıran hastalığın<br />

varlığını bir kere daha duyacaktı. Hastalığın adı<br />

kanserdi. Bütün vücudun merkezi yerlerini sarmıştı.<br />

İki ciğer ve kalbe giden ana damarı kendine esir<br />

etmişti. Hücreler canlılığını yitirmişti.<br />

Kanser dur durak bilmiyor, diğer canlı hücreleri<br />

kemiriyor ve kabı yenilmiş olan kan boşta kalıyor,<br />

bunun için de dışarı akıyordu. Özel bir kanal<br />

açılmıştı. A.D bunu biliyordu, görüyordu ve acısını<br />

ta derinlerde hissediyordu. Göbeğinin sağ tarafında<br />

açılan delikli kanal, duraksız bir şekilde torbayı<br />

dolduruyordu. O da yeterli olmuyor, dışarı taşıyordu.<br />

Yatak da yorgan da taşan kanlarla dolup taşmıştı.<br />

“D. Bey sizin durumunuz öyle bazı hastaların<br />

durumu gibi değil. Hastalığın adını biliyorsunuz;<br />

kanser. Ciğerlerinizin ikisini de sarmış. On<br />

beş santim birisinde, on yedi diğerinde olmak<br />

üzere ortada. Bununla da kalmamış, kalbe giden<br />

ana damarı da etkisi altına almış. Hastalıklı hücreler<br />

sağlam hücreleri yiyerek bitiriyor.” Doktor Bey,<br />

Ş. Özkan’ın hastaya kendi söylediklerinin tercüme<br />

edilmesini bekledi.<br />

“Burada sürekli kalamazsınız, ancak sosyal<br />

hizmetler bölümü size bakıcı tahsis edecek. Hayatınızın<br />

bundan sonraki bölümünde size öyle yardım<br />

edebileceğiz. İsterseniz bu gün yetkili ile görüşünüz!<br />

Bir de söyleceğim şey şu: Bundan sonraki<br />

hayatınızda dikkatli olunuz ve istediğinize uygun<br />

olarak devam ediniz!” Dedi ve elini uzattı… “Size<br />

arzunuza göre bir hayat dilerim. Allaha ısmarladık.”<br />

Bir başka revirde ve kendini bekleyen başka<br />

hastalara gitmek üzere ayrıldı.<br />

Adeta yatağa gömüldü A. D. Kanser hücreleri,<br />

sağlam hücreleri bitiriyor, ama kan kanaldan<br />

bir şekilde dışarı çıkabiliyordu. Ya ölümün kendi<br />

sarmalına aldığı düşünceler, nasıl olumsuzluktan<br />

kurtulacaktı? Ölüm düşüncesi durdurdu A. D.’nin<br />

aklını. Yatak beyaz, yorgan beyaz, gelecek simsiyahtı.<br />

Ayrılırken, yani odadan son adımını dışarı<br />

atarken Doktor Bey, “Çok şey düşünme artık bundan<br />

sonra! İstersen!...” diye yarı duyulur sesle mırıldanır<br />

gibi son sözünü söyledi ve kapıyı kapattı.<br />

“Akan kanlar, vücutta kalamazlar, onun<br />

için özel kanaldan dışarı çıkacaklar. Sakın kanım tükeniyor,<br />

ben kansız kalırım diye düşünmeyin. Biz<br />

size ihtiyacınız olacak kanı vereceğiz. Bilmeniz gerekli<br />

olan şey, hastalık ciddi ve kanınız devamlı dışarıya<br />

akacak.”<br />

U. Tarık ikinci bölüm konuşmayı tercüme<br />

ederken, A. D artık dikkatlice doktorun konuştuklarını<br />

dinlemiyordu. Tavana dikti gözlerini. Elleri<br />

tarak yaparak başının arkasına yerleştirdi.<br />

“Hayatın sonuna geldiğimi söylüyorsun<br />

değil mi Doktor Bey?” A. D Türkçe mırıldanıyordu.<br />

23


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Mustafa CAN<br />

YALNIZLIĞI KURUTUR HAYKIRIŞLARIN<br />

I<br />

Sesler yükselince<br />

Bir ağırlıktır çöker korkutur beni<br />

Bilemediklerimden<br />

Tanımadıklarımdan<br />

Kaçar giderim yılkı atı hızında<br />

Tutulmak istemem<br />

Kuytuların rüzgarsızlığına sığınır yüreğim<br />

Yalnızlık sarmalına alır da beni<br />

Kurtarır gürültülerden<br />

Kurtarır yalanlardan<br />

Kurtarır entrikalardan<br />

Isırır beni aç kalmış karıncalar<br />

Kaşınır derilerim hafiften<br />

II<br />

Diker şehrin en iyi terzisi gibi hayal kırıntılarımı<br />

kuytular arası sessizlik<br />

Dağ yamaçlarında yalnız kanat çırpınışlarını duyarken<br />

kuşların<br />

Anka kuşu gelir aklıma<br />

Nasıl öter onu da bilmem<br />

Nasıl uçar o büyüklükle<br />

Olmazsa bildiğimiz kuş seslerine benzetirim<br />

Ama inandırıcı olur mu<br />

Göz hizasına kadar geldi sincabın biri<br />

Ağaçların gövdesine tırmanışında çabukluk<br />

Kaçıyor<br />

Arkasında biri olmalı<br />

Korkudan ürkmüş<br />

Toprağı sürünürken öpen kertenkeleye bir işaret<br />

verdi<br />

Kaçanlar korkularını yutarlar göstermeden<br />

Ağaç uçlarından güneş sıcağı kafa tutan kaya parçasına<br />

Asıldı yine bakışlarım<br />

Hayal ülkesinde gezintinin sınırlarını kim çizer<br />

Bilen var mı aranızda<br />

Uvertür de istersen<br />

Sarıcı güfteyle başlar şarkılarım<br />

Susmaz<br />

Susturamaz hiçbir şey<br />

Şehir mi<br />

Köln<br />

Uzaklara gidişimin limanı<br />

Hayal kurarken ayak bastığım yer<br />

Şimdilerin zaman dilimine dönünce<br />

Düş sahnelerinin birinin kapısındayım<br />

Aralanıyor kapı<br />

Yeni bir gidişli gelişli yola çıkmakta<br />

Dönerken şimdilere<br />

Keman<br />

Tambur<br />

Çalanların parmak uçlarında titreşen tel<br />

Mekân<br />

Kilisenin Salonundayım<br />

Kulaklarım Bach ile Itri ikilisinde<br />

Doğrulurken yürek hüzünlü duruşundan<br />

Paralanıyor geçmiş<br />

Kuruluyor şimdiki zaman<br />

İki büyük usta<br />

Haykırışlarında<br />

Bach ve Itri<br />

Çağın girişine de<br />

Çağın çıkışına oturmuşlar<br />

Sesiniz kurtarmakta yalnızlığa düşmüş yanımı<br />

Sesiniz<br />

Sesinizde deva var<br />

Sesiniz iksir<br />

Kurutur deva bulmaz yalnızlığımı<br />

Haykırışlarınız<br />

Haykırışlarınız kurutur yalnızlığımı<br />

Karşımda siz<br />

Yanım yâr<br />

III<br />

Söylenmedik<br />

Bilinmedik<br />

Yenice notalara kavuşmuş<br />

Dumanlı bulutlara çıkan hafif tınılarıyla<br />

24


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

Halil GÜLEL<br />

SEPETİ<br />

BEŞYÜZ LİRA<br />

Tam altı yıldır bir izin yapamamıştım. Batı<br />

Avrupa'nın nemli, ayaz havası iliğimi, kemiğimi,<br />

etimi dondurmuştu. Hele o atom santrallarının,<br />

arada sırada, insanlarla dalga geçer gibi radyoaktif<br />

madde sızdırmaları da sinirlerimi bozmuştu. Bu diyarların,<br />

sıcağı ne sıcağa, soğuğu da ne soğuğa benziyordu.<br />

Altı koca yılı ardımızda bıraktıktan sonra<br />

bütün duyguları, acıları, dertleri bırakıp; İzmir istikametine<br />

giden uçağa bindik. Oldum olası bu tür<br />

yolculuklarda birlikte yolculuk yaptığımız kimselerle<br />

hemen yakın temas kurabiliyordum. Yani<br />

sizin anlayacağınız en kısa zamanda tanışıp, yol boyunca<br />

dost olduğumuz çoktur. Bu yüzden de uzun<br />

yolculuklarda pek canım sıkılmazdı. Bu günde<br />

uçakta yanıma oturan yolcu ile hemen dostluk kurmuştum.<br />

Adam İzmir'e varıncaya kadar hayat hikayesini<br />

bir güzel anlattı. Hep biz anlatacak değildik<br />

ya! Elbette bazen bizden de açık gözleri olacaktı.<br />

Aman Allah'ım! Adam bir başladı ki sorma... Kaç<br />

dönüm tarla aldığını, bacanağına kaç bin Mark yardım<br />

ettiğini, kasabadaki evinde oturan kaymakama<br />

açıyıp üç ay ev kirasını almadığını, komşusu Ali<br />

amcanın askere giden oğluna kaç para yolladığını<br />

bir bir anlattı. Adam mallarının kaç milyar edeceğini,<br />

çocuklarına ne kadar mal bırakacağını da izah<br />

ederken; yolculuk neredeyse bitmek üzereydi...<br />

Halbuki benim ne malım, ne de mülküm<br />

vardı. Çok çalışmaktan parmakları odun gibi<br />

olmuş adama, çocuklarını okula gönderip göndermediğini<br />

sordum. Kocaman elleriyle kırlaşan saçlarını<br />

taradı. Bıyıklarının ucunu burdu ve;<br />

25<br />

- Okuyamadılar yeğen... dedi.<br />

- Niçin? diye tekrar sordum.<br />

- Vallahi kafalarımı kalın, yoksa çalışmıyormu<br />

desem... diye hayıflandı.<br />

- Siz okuyan çocuklarınızla hiç ilgilendiniz<br />

mi? deyince;<br />

- Allah seni inandırsın: Belki benim kadar,<br />

senin anan baban bile ilgilenememiştir. Her ay okumaları<br />

için para gönderdim. Üstlerine, başlarına ne<br />

istedilerse aldım. Kendim şu ayakkabı ile tam üç<br />

sene idare ettim. Ama onlara hem en iyisinden,<br />

hem de en pahalısından aldım. Buna rağmen onlar,<br />

„Ekmek Bedirin, su Hıdırın; yen yen kudurun“ diyenin<br />

hesabı; yedikçe azdılar. Bu yüzdende okuyamadılar.<br />

- Sadece para ile değil Beyamca! Nerede<br />

okumaları gerekirdi? Hangi dersleri zayıftı? Kitap,<br />

sözlük, defter ihtiyaçları var mı? diye hiç araştırdınız<br />

mı? diye adama ahretlik sorular yönettim.<br />

Benim bu sözlerimi, Sen bunları külahıma<br />

anlat!“ der gibi yüzünü buruşturdu. Ablak yüzünün<br />

ortasına karşıdan fırlatılıpta, yapışıp kalmış Ankara<br />

armutu gibi olan burnunun ucunu kaşıdı. Sonrada<br />

benim sözümü ustura gibi keserek;<br />

- Yeğen! Aslında bu devirde okuyupta ne<br />

yapacaklar? Bizim komşunun oğlu Recep okudu.<br />

Öğretmen oldu. Allah seni inandırsın: Bizim köyün<br />

keçi çobanı kadar para alamıyor. Keçi çobanı de-


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

yipte geçme; adam ikide bir grev yapıp, aylığına<br />

zam yaptırabiliyor. Ya öğretmenler?<br />

Ben onu kuzu kuzu dinlerken, ağzındaki<br />

altın dişlerini göstere göstere kahkaha atarak<br />

güldü. Ardındanda yelek cebinden çıkardığı Amerikan<br />

malı sigarasından bir tane yakt. Halka halka<br />

dumanı havaya üfledi. Böylece temiz havamızı da<br />

kirletmişti.<br />

Baktımki, adamcağızın kültürü ve dünya<br />

görüşü gayet sınırlı: Bu adamla, ancak mal, para ve<br />

menfaat konusuyla sohbet edilebilirdi. Çok şükür<br />

kazasız, belasız İzmir havalimanına indik.<br />

Bitirdikten sonra gümrük işlemlerini, bir<br />

taksi tutup şehirler arası otomobil garajına gittim.<br />

Son otobüste bir yer buldum. Sabahın alaca karanlığında<br />

İç Batı Anadolu'ya doğru hareket ettik.<br />

Aydın'a gelince güneş üç mızrak boyu yükseldi.<br />

Arabamız bir müddet mola verdi.<br />

Otobüsten aşağıya indim. Mola yerindeki<br />

pınardan yüzümü bir güzel yıkadım. Buz gibi su<br />

beni, kendime getirmişti. Saçlarımı parmaklarımla<br />

tarakladım. Hava boncuk mavisiydi. Karşı tepelerdeki<br />

boz yeşil zeytin ağaçları, kıvrım kıvrım gövdeleriyle<br />

birbirine sarılarak kollarını yer ile gök arasında<br />

açmışlardı.<br />

Otobüsün çevresinde yolcuların arasına katılan<br />

kısa donlu, esmer tenli, ince uzun bacaklı çocuklar,<br />

ellerindeki incir dolu sepetlerini yolculara<br />

uzatıyorlardı. Yaban ellerde memleketimizin incir,<br />

kavun, karpuz gibi yiyecekleriniözlemiştim. Çocukluğumdada<br />

meyveyi çok severdim.<br />

Otobüsün yanına vardım. Güneşte yanmış<br />

çocuklar, incecik esmer kollarına incir dolu sepetleri<br />

dizmiştiler. Yolculardan müşteri kapmak için<br />

birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Henüz cebimdeki<br />

yabancı parayıda Türk parasına çevirtmemiştim.<br />

Ya sepetteki incirler. Nah yumruk gibi iri iriydiler.<br />

Hele bazıları tadından yarılmışlardı. Sanki „Gel<br />

beni, ye!“ diye buyur ediyorlardı. Iştahım iyice kabardı.<br />

Canım çekti. Sepetleri ufak gördüm. Sevimli<br />

küçük satıcının birisine yaklaşarak;<br />

26<br />

- Hey ufaklık! Kaç para bunlar? diye sordum.<br />

verdi.<br />

çekti.<br />

- Abi, sepeti beşyüz lira, diye karşılık<br />

- Bir sepet incir ne kadar çeker? deyince;<br />

- Bilmiyorum bey abi! diye omuzunu<br />

- Peki, o zaman iki sepet incir verir misin?<br />

- Hay, hay! Yeter ki, siz arzu edin; on sepet<br />

bile veririm, diye sevindi.<br />

- Yalnız bir sorunumuz var.<br />

- Nedir o bey abi? diye merakla sordu.<br />

- Ben de Türk parası yok. Alman parasını<br />

alır mısın? deyince;<br />

- Neden olmasın bey abi. Hele sen ver on<br />

Mark, yeter. Diye heyecanlı heyecanlı sepeti alıp,<br />

bana uzattı. Bu sefer şaşırma sırası bendeydi.<br />

- Olur mu canım! Beş Mark yeterlidir,<br />

dedim.<br />

-Yetmez amma! Haydi senin güzel hatırın<br />

hoş olsun, deyip ikramda bulundu.<br />

Biz pazarlık yaparken diğer yolcularda yerlerini<br />

almışlardı. Çılız muavinin gür sesi ortalığı;<br />

- Acele et abi! Kalkıyoruz! diye çınlattı.<br />

- Bir dakika delikanlı. Görmüyor musun<br />

incir alıyoruz? der demez;<br />

- Görüyorum abi. Fazla alma abi. Motoru<br />

bozarsın ha! diye beni ikaz etti.<br />

- Merak etme delikanlı. Bizim motor Batı<br />

Avrupa Medeniyetini görmüştür. Hemen öylece<br />

pes etmez. Şeytan kulağına kurşun, maaşallah dayanıklıdır,<br />

deyip kendi kendimi öğdüm.<br />

Kravatımı düzelttikten sonra incir sepetlerini<br />

elime aldım. Otobüse bindim. Şöfor, bir arabesk<br />

kasetini otobüsün etybine koydu. Uyuşuk<br />

sesli şarkıcı, söyledikçe yol uzadı. Güneşte hoş geldin<br />

der gibi yüzüme gülümsüyordu.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

İncirleri vakitsizlikten dolayı yıkayamamıştım.<br />

Fakat onların görünüşüne de dayanamıyordum.<br />

Yan koltukta oturan yaşlı kadın, titreyen elleriyle<br />

inciri soyup soyup, dişsiz ağzına atıyordu.<br />

„Matçak, mutçak“ çiğneyip yutuyordu. Onun bu şekilde<br />

incir yemesi, benim de canımı istetti. Artık<br />

kendimi tutamadım. Derken farkında olmadan incirin<br />

birisini yuvarladım.<br />

Otobüsün radyosundan haberleri dinlerken;<br />

birinci sepetin boşaldığını farkettim. Gırtlağımda<br />

incir tadının vermiş olduğu susuzluğu hissettim.<br />

Muavinden su istedim. Hemen getirdi. Şişeyi<br />

elime aldım. Ilıktı. Fakat şişedeki suyun yarısını<br />

bir dikişte bitirdim. Kalan suyuda Yurttan Sesler<br />

Kadınlar Korosunu dinlerken tükettim. Bizim<br />

diyarların ezgilerini çok içten söylüyorlardı. „İncir<br />

aldım Aydın'dan“ türküsünü dinlerken; ikinci sepetteki<br />

incire balıklama daldım. Denizli‘ye varmadan<br />

onu da bitirdim.<br />

Denizli Otogarı‘na öğle üzeri vardık... Eşyalarımı<br />

bir kenara çekerken bir de ne göreyim; Almanya'da<br />

aynı şehirde ikamet ettiğimiz hemşerim,<br />

karşımda yalı kazığı gibi dikilip duruyordu. Başında<br />

Meksika işi hasır bir şapka, ayağında da Hint fakirlerinin<br />

ayaklarına hemencecik geçiriverdikleri<br />

basit bir terlik... Başka bir yerde görsem, onu zor tanırdım.<br />

Zaten fazla bir eşyamda yoktu. Eşyalarımın<br />

hepsini otogardaki emanetçiye verdik. Arkadaşı<br />

görünce birden kahvaltı etme arzusunu hissettim.<br />

Ayaküstü sohbet ettikten sonra otogarın köşesinde<br />

bulunan lokantaya girdik. Günün bu saatinde<br />

lokanta müşteri ile doluydu. Heybeli köylüler,<br />

aceleci satıcılar ve arada bir görünen turistler<br />

sanki lokantayı işgal etmişlerdi. En dip köşede kendimize<br />

bir yer bulduk. Hemen oraya geçtik. Havanın<br />

sıcak oluşuna birden alışamamıştım. Masanın<br />

üzerinde duran içi su dolu sürahiden, bardağımın<br />

ağzına kadar su doldurdum. Ilık suyu bir dikişte bitirdim.<br />

Bardağı boşalmış bir halde masanın üzerine<br />

koyarken yanımıza garson geldi. Sanki padişaha<br />

kelle yetiştiriyormuş gibi yemeklerin adını tam söylemeden<br />

hızlı hızlı saydı. Garsonun söylediklerini<br />

27<br />

dinlediğim dahi yoktu. Avrupa'da bulamadığımız<br />

yemeklerden siparişimizi ettik.<br />

Biz memlekette yapılan zamlar üstüne konuşurken,<br />

garson üstü bol yağlı musakka yemeğini<br />

getirdi. “Ya Allah, bismillah!” deyip yemeğe kaşığı<br />

çaldım. Üç beş dakika içinde tabakta hiç bir yemek<br />

izi kalmamıştı. Bir de ekmek ile tabağı bir güzel temizledim.<br />

Tabak pırıl pırıl olmuştu. Üstünede zeytinyağlı<br />

patlıcan kızartması, yoğurt, tatlı ve bardak<br />

bardak su... Iyice doymuştuk. Denizli‘yi dolaştık...<br />

Her köşe başında dondurma, tatlı, çay derken akşamı<br />

dağların üstünde yakaladık...<br />

Köye gitmek istiyordum ama arkadaşım bırakmıyordu.<br />

Gündüz takmış olduğu Amerikan<br />

güneş gözlüğünü gece çıkaran arkadaş, „Felekten<br />

bir gün çalalım!“ diyordu. Ben de ona uydum.<br />

Akşam yemeklerini de yedik. Yedik ama bende birşeyler<br />

olmaya başladı. Sanki karnımda ulu toplar<br />

patlıyordu. Ramazan davulu gibi gerilen karnım<br />

daha sonra öne doğru tıpkı doğurmasına bir iki gün<br />

kalmış hamile kadın gibi şişti. Arkadaş görmeden<br />

elimle bastırıyorum. Lakin şişen karnım bana<br />

mısın demiyordu. Ben bastırdıkça o da içeriden karşılık<br />

veriyordu. Yine bastırınca hafiften bir sahra<br />

topu gibi „Vınn!“ diye ses verince; arkadaşımın<br />

gözleri iri iri açıldı. Durumu idare etmeye çalışıyordum.<br />

Lakin o, aslan gibi gerilip gerilip üstüme<br />

saldırıyordu.<br />

Bu vahşi aslanın saldırısına bir de içerideki<br />

kirli hava ve sigara dumanı eklenince iyice sıkılmıştım.<br />

Hava alalım diye dışarıya çıktık. Küçük bir<br />

pastanenin yazlık bahçesine oturduk. Biraz önceki<br />

o vahşi aslan yanına arkadaşlarını da almış adeta<br />

halay çekip, horon tepiyorlardı. Arkadaş dondurma<br />

arzu edip etmediğimi sordu. Aslında ben de dondurma<br />

yiyecek hal kalmamıştı. Gözlerim kısıldı.<br />

Sesim iyice kesildi. O ise tekrar sordu.<br />

- Cevizli mi yoksa fındıklı mı istersin?<br />

- Tuvalet arkadaş, tuvalet! diyebildim.<br />

Arkadaş garsonu çağırdı. Birşeyler söyledi.<br />

Garson şu anda tuvaletin bozuk olduğunu söy-


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

leyince hemen oradan ayrıldık. Koşar adım dışarıya<br />

fırladım. Her taraf banka ve tuhafiyeciydi. Fakat<br />

hepsi de kapalıydı. Açık bir kahve aradık ama bulamadık.<br />

Hükümet binasının önüne varıncaya kadar<br />

aramadığımız bir yer kalmadı. Hükümet binasının<br />

önündeki çam ağaçları karanlıkta heybetli bir pehlivan<br />

gibi karanlıkta sanki birbirlerine meydan okuyorlardı.<br />

Bu manzarayı gören arkadaş;<br />

- Gir şu ağaçların altına.<br />

- Olur mu yahu? diye karşılık verdim.<br />

- Bundan iyi bir yer bulamayız, diye karşılık<br />

verdi.<br />

- Burası hükümet! Hükümetin önüne o şey<br />

yapılmaz. Ayıp olur be arkadaş, diye serzenişte bulundum.<br />

- Bırak şu kuruntuyu! Sen şurada hükümetin<br />

önünde göreceksin ihtiyacını, lakin başkaları ağzına<br />

yapıyorlar. Aha, bak! Şimdi ben şu ağacın dibine<br />

nasıl küçük su döküyorum, dedi.<br />

Besmele çekerek arkadaş, küçük su dökmeye<br />

başladı. Hem de „Küçük suda gördüm seni!“<br />

diye birde eski İstanbul türküsünü mırıldanıyordu.<br />

Acı ot yemiş dana sesine benzeyen bir bağırtı duyunca;<br />

öyle bir irkildik ki arkadaş, dökmekte olduğu<br />

küçük suyun büyük bir kısmıyla pantolununu ıslattı.<br />

Biz önce hükümetin bekçilerinden birisi sandık.<br />

Meğer bir şarhoş o çadır gibi çam ağaçlarının<br />

birini benlenmiş ve orasını kendine yurt edinmiş.<br />

Bize, o adam küfürle karışık bir iki laf söyledi.<br />

- Gidin camiye!.. Bu ihtiyacınız için en<br />

uygun yeri, şehirlerde ancak oralarda bulabilirsiniz,<br />

diye üçretsiz akıl verdi. Teşekkür edip onun yanından<br />

ayrıldık.<br />

Ben zaten fenalaşmıştım. Hemen arkadaşıma,<br />

bir taksi tutmasını rica ettim. Maazallah;<br />

birde altımıza kaçırırsak elalame bayramlık sohbet<br />

malzemesi oluruz diye korkuyordum. Arkadaş yoldan<br />

geçen bir taksiyi ıslık çalarak çağırdı. Taksiye<br />

bindik. Bize doğru şoför dönerek;<br />

- Buyrun abiler, nereye?<br />

28<br />

- En yakın camiye kardeşim! dedim.<br />

- En yakınımızda falan tarikatın camisi<br />

var. Şu anda da onlar zikir ediyorlardır. Rahatsız etmesek<br />

mi?.. der demez;<br />

- Uzatma arkadaş, sen arabayı camiye<br />

çek!.. diye emir verdim.<br />

- Namaz vakti değil. Camiler belki açık olmayabilir.<br />

Yatsı namazının vakti de çoktan geçti,<br />

diye şoför hâlâ gevezeleniyordu.<br />

- Kes be! Biz nafile namazı kılacağız. Yeni<br />

Cami‘ye çek Yeni Cami'ye!.. diye sancılaşırken bağırdım.<br />

- Olur abi ! Siz lafı uzatacağınıza, şöyle deseniz<br />

ya bey abailerim!.. diye birde üste çıkmasın<br />

mı. Çok ağır sancılaşıyordum. Ah başka bir zaman<br />

olacaktı da ben bu şoföre... neyse!<br />

O anda konuşacak hal kalmamıştı. Rengim<br />

de iyice beyazlamıştı. Arkadaş, Almanca neler yediğimi<br />

sordu. Bende, Aydın'da iki sepet incir alıp,<br />

yolda yediğimi söyledim. Bu konu üzerine biraz<br />

daha konuştuk. Açıkgöz şoför bizim “Alamancı” olduğumuzu<br />

anladı. Yeni Cami'nin önüne getirdi.<br />

Onunla yol üçretine dair hiç konuşmamıştık. Arabadan<br />

inerken borcumuzu sorduk. Almanca konuştuğumuzu<br />

duyduğu için;<br />

- Hele beşbin verin yeter abi. Biz de bugün<br />

bir zifta edelim, diye lütfen konuştu.<br />

- Ne dedin arkadaş? Şunun şurası bir kilometre<br />

yol, dedi arkadaş.<br />

- Fiyatlar böyle abi. Sizin benzine yapılan<br />

zamdan haberiniz yok herhalde? Duymadınız değil<br />

mi? Hem nereden duyacaksınız! diye çıkıştı.<br />

- Benzine zam olduysa beşbin lira mı almanız<br />

gerekir? dedik.<br />

Arkadaşımla şoförün tartışması uzadıkça<br />

benim durumda gayet zorlaşıyordu. Eğer onlar bu<br />

tartışmayı uzatırlarsa bizim ağır pahalı mallar paçadan<br />

çarşıya dökülecekti.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

- Arkadaş! Oh, ıh! Ben tuvalete gidiyorum.<br />

Ne isterse ver, deyip yanlarından uzaklaştım.<br />

Benim bu sözümden hisse kapan şoför;<br />

- Bak, Hacı Abi ne diyor? dedi.<br />

- ......<br />

Öyle bir rahatlamıştım ki sanki yeniden<br />

doğmuş gibiydim. Arkadaş da gelmişti. Bir kaşı Çukurova'da,<br />

bir kaşı ise Ağrı Dağı üzerindeydi. Sinirlenmişti.<br />

Hem şoföre, hem de bana kızmıştı.<br />

- Adama bak! Gecenin onbirinde zifta edecekmiş...<br />

Herif bizi enayi zannediyor! Ben de, verdim<br />

eline ikibin lira avuçladı gitti.<br />

Denizli‘nin en işlek caddesini gece yarısına<br />

kadar dolaştık. Arkadaş, Pamukkale'nin uluslararası<br />

telefon hattını nereden duymuşsa duymuş:<br />

İçinde birden Almanya'ya telefon etmek arzusu<br />

uyandı. Bir taksi çağırdı. Genç şoför başını pencereden<br />

çıkarıp;<br />

- Buyrun abiler! dedi.<br />

- Sür, arkadaş Pamukkale'ye!<br />

- Buyrun abiler. Derhal! diye genç şoför<br />

karşılık verdi.<br />

Taksiye atladık. Taksiye bindik binmesine<br />

ama genç şoför, ara sokaklardan, bilmediğimiz yollardan<br />

geçiyordu. Pamukkale'ye giden anayola çıkmayınca;<br />

- Hey! Şoför bey, bizi nereye götürüyorsun?<br />

diye sordum. Sırıtarak;<br />

- Abiler, Pamukkale'ye. Dedi.<br />

- Anayola çıkmadınızda...<br />

- Çıkamayızda abiler... der demez şaşırdık.<br />

hemen kodese tıkıyorlar, diye bizi korkutan bir<br />

açıklamada bulundu.<br />

- Nereden malum, senin bizi Pamukkale'ye<br />

götürdüğün? diye sordum.<br />

- Merak etmeyin abiler. Sütten şüphe edin<br />

de benden etmeyin. Şu tarla yollarından sizi sağ<br />

salim Pamukkale‘ye götüreceğim. Hiç korkunuz olmasın,<br />

diye bize karşılık verdi. Tarla yolları diye karanlıkta<br />

bize işaret parmağıyla gösteriyordu. Fakat<br />

gözle görme imkânı bu zifiri karanlıkta mümkün değildi.<br />

İnsanın aklına böyle zamanlarda bin türlü şey<br />

geliyordu. Arkadaş;<br />

- Bizi zengin filan zannedipte yanlış yola<br />

sapmayasın haa! der demez genç şoför heyecanla;<br />

- Estağfurullah bey abiler. Biz sizin bildiğiniz<br />

insanlardan değiliz.<br />

Anayola yaklaşıyorduk. Uzun farlarını<br />

yakmış bir araç bize doğru geliyordu. Bizim şoför<br />

ışıklarını söndürdü. Arabayı durdurdu. Taksinin<br />

içine yatmamızı söyledi. İster istemez dediğini yaptık.<br />

Diğer araba yanımızdan “Vınnk!” diye geldi<br />

geçti. O araba yanımızdan geçip gitti amma bendede<br />

o hal yine başladı. Ah o incirler... tesirlerini tekrar<br />

gösteriyordu. Şoför rahatladı ve;<br />

- Geçenlerde askerler „Dur!“ demişler, onlarda<br />

durmayınca; mecburen taramışlar giden taşıtı.<br />

- Neden?<br />

- Biliyorsunuz ya... 12 Eylül Paşaların darbesinden<br />

sonra böyle oldu, dedi genç şoför. Bizi,<br />

birde can korkusu aldı. Fakat rahatsızlığımda asker<br />

korkusunu bastıracak derecede artmıştı. Askeri<br />

darbe olalı pek uzun bir zaman geçmemişti. Ara<br />

sıra gazetelerden bu tür olayları okuyorduk. Saatte<br />

gecenin yarısını çoktan geçmişti. Artık dayanamadım<br />

ve şoföre;<br />

- Neden çıkamayız şoför bey? dedi arkadaş.<br />

- Henüz ehliyetim yok da ondan. Dokuzkavaklar<br />

çıkışında askerler ve polisler kontrol ediyorlar.<br />

Ehliyeti olmayanı yakaladıkları zaman<br />

29<br />

dedim.<br />

- Hemşerim şu kenarda durabilir misiniz?<br />

- Ne oldu bey abi? diye sordu.<br />

- Sıkıntım var da...


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

- Bu zamanda kimin sıkıntısı yok ki ?..<br />

dedi.<br />

- Benim sıkıntım, o sıkıntılardan değil, der<br />

demez bizim arkadaş;<br />

- Tut biraz sende, arkadaş! Bu ehliyetsiz<br />

genç şoför şu bayırda nasıl dursun? diye bağırması<br />

beni o isteğimden vazgecirdi. Arkadaşın bu şekilde<br />

çıkışmasıyla mecburen tutmak zorunda kaldım.<br />

Taksi bağıra bağıra çıkıyordu bayırı ama bendede<br />

bir hal kalmamıştı. Karnım yine davul gibi şişmişti.<br />

Sağ kalçamın üzerine hafifçe doğrulunca; yokuş çıkamayan<br />

kamyonların çıkardığı gibi boğuk bir ses,<br />

“Çaaart!“ diye taksinin içini kapladı. Utancımdan<br />

kıpkırmızı oldum. Alnımdan boncuk boncuk terler<br />

dökülüyordu. Onlarsa işi pişkinliğe vurdurarak;<br />

- Maşallah, seside pek güzelmiş.<br />

- Meydan topu gibi. Bu sesi düşmanlar duyarlarsa;<br />

hemen cepheleri terkederler.<br />

Pamukkale'ye gece yarısından sonra vasıl<br />

olduk. Bizi, ehliyetsiz genç şoför postanenin önünde<br />

indirdi. Ardındanda ortalardan hemen kayboldu.<br />

Bir umutla postaneye koştum. Arkadaş yabancı<br />

ülkelere nasıl telefon edileceğini sormadan, atıldım<br />

hemen;- Memur bey, tuvalet nerede?<br />

- Ne tuvaleti beyefendi ? Burası postane,<br />

dedi.<br />

- O kadarını bende biliyorum. Bu postanenin<br />

tuvaleti yok mu?<br />

- Maalesef! Yoktur beyefendi.<br />

- Kardeşim burası turistlik bir yer. Burada<br />

tuvalet olmaz mı? Alaman'da öyle tuvaletler var ki;<br />

millet içinde gazetesini okuyor. Yabancı turistlere<br />

tuvaleti olmayan postanelerle nasıl hizmet edeceksiniz?<br />

diye çıkıştım.<br />

- Aramaya alışsınlar beyefendi. Zaten onların<br />

çoğu, buralarını görüp gezmeye değil, birşeyler<br />

aramaya geliyorlar. Bu güne kadar da hiç tuvalet<br />

soranına rastlamadım, dedi.<br />

- Ben ne yapacağım şimdi? diye sordum.<br />

30<br />

- Şu yanda, üçyüz metre ileride bir otel var.<br />

Oraya giderseniz belki rahatlarsınız. İlginç bir tavsiyede<br />

bulundu. Artık daha fazla onu dinleyecek<br />

gücü kendimde bulamadım. Arkadaşa arkamdan<br />

gelmesini söyleyerek veda ettim. Koşar adım otele<br />

vardım. Karayağız bir delikanlı „Hoş geldiniz!“<br />

diye beni karşıladı. O kadar rahatsızdım ki, ne yapacağı<br />

bilemiyordum. Birden;<br />

- Tuvalet! dedim.<br />

- Merak etmeyin, her odada var, diye karşılık<br />

verdi.<br />

- Ben onu sormuyorum kardeşim, tuvalet<br />

var mı?<br />

- Elbette var, beyefendi.<br />

- Nerede?<br />

- Sakin olun beyefendi her odalanın içinde<br />

tuvalet var.<br />

- Tuvalet için oda mı tutmam gerekiyor?<br />

- Tuvaletsiz odamız yoktur beyefendi. Burası<br />

lüks bir oteldir.<br />

- O zaman bana bir oda verir misiniz?<br />

- Nasıl bir oda istersiniz acaba?<br />

- Nasıl olursa olsun!<br />

- Yaylaya karşı mı, yoksa?<br />

- Neye karşı olursa olsun! Yeter ki bir tuvaleti<br />

olsun!<br />

- Hepsinde tuvalet var dedik ya beyefendi...<br />

- Verin o zaman.<br />

- Bir gecelik yüz Marktır, dedi. Dedi amma<br />

tam bu sırada bizim arkadaşta geldi. Yüz Mark lafını<br />

o da duydu. Müdahale ederek;<br />

- Ne yüz Markı arkadaşım? Etse etse elli<br />

Mark eder. Biz şu anda gecenin yarısını çoktan geçtik,<br />

diye çıkıştı. Orada çalışan karayağız gençte gü-


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

lümseyerek;<br />

- Olsun kardeşim. Müdiriyetin emri böyle.<br />

- İki kişilik odalarda mı elli Mark?<br />

- Evet.<br />

- Al sen şu elli Markı da helalleşelim. Karayağız<br />

genç işi oluruna bırakıp;<br />

- Bir kereye mahsus olmak şartıyla, dedi.<br />

- Verin o zaman anahtarı! diye haykırdım.<br />

Ayaklarımı birbirine yapıştırıyordum. Durduğum<br />

yerde duramıyordum. Ben acele ettikçe onlar işi<br />

gayet yavaştan alıyorlardı. Durum böyle giderse neredeyse<br />

bir pantolondan olacaktım. Karayağız<br />

genç, bir delikanlıyı çağırdı. Ona anahtarı uzatarak;<br />

- Buyrun efendim, sizlere odanızı göstersinler.<br />

Ben acele ederken, yanımdaki civan-ı mert<br />

uykulu gözlerini oğuşturuyordu. Bir de bu yetmezmiş<br />

gibi işi ağırdan alıyordu. Havuzun yanındaki<br />

bahçeyi geçtik. Delikanlı odayı gösterdi. Fakat teşekkür<br />

etmeme rağmen gitmeyince, bahşiş istediğini<br />

farkettim. Bir yüzlük çekip ona verdim. Az<br />

buldu. Yüzünü buruşturup gitti. Onun bu davranışını<br />

yorumlayacak vaktim yoktu. Kapıyı açtım. Yarısı<br />

içeride, yarısı dışarıda olarak tuvalete koştum.<br />

Ondan sonrasını pek hatırlamıyorum.<br />

Alaattin DİKER’in<br />

YENi<br />

KiTABI<br />

Batı Düşüncesinde <br />

Stratejik Perspektifler<br />

Güneş karşı dağlardan bize “Merhaba” derken<br />

uyandık. Kahvaltıyı terasanın üstünde yaptık.<br />

Denizli Ovası, göz alabildiğince uzandığı yerden<br />

sabah mahurluğuyla uyanıyordu.<br />

Biraz dolaştıktan sonra vilayete hareket<br />

etmek için dolmuşların durağına geldik. Ellerinde<br />

incir sepetleriyle, esmerleşmiş cılız bacaklı çocuklar<br />

müşteriden müşteriye koşuyorlardı. Iri boncuk<br />

gözlü olan sevimli çocuk, sepeti burnuma doğru<br />

uzatarak;<br />

- Sepeti beşyüz lira! Haydin kalmıyor! Beşyüz<br />

lira! diye bağırıyordu. Çocuğun yüzüne bakarak<br />

sadece içten gülümsedim. O da durumumu anlamış<br />

gibi bana tebessüm etti.<br />

31<br />

Alaattin Diker, Batı dünyasının bugün<br />

bulunduğu noktaya gelişinin izlerini, birkaç<br />

asır öncesine kadar uzanarak arıyor ve bulduğu<br />

izleri birleştirerek Batı'nın günümüzdeki<br />

devlet ve medeniyet anlayışına bir projeksiyon<br />

tutuyor. Tarih, sosyoloji, felsefe, siyaset...<br />

aynalarına ayrı ayrı, kimi zaman da aynı<br />

anda başvuruyor. Güncel siyasi gelişmeleri<br />

daha sağlam temellere oturtarak anlama ve yorumlamak<br />

isteyenler için rehber niteliğinde<br />

bir çalışma...


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Yusuf AKTÜRK<br />

YAĞMURLAR<br />

ÜLKESİNDEN<br />

DEYİŞLER<br />

söz söyleyenindir, devran sürenin<br />

devran yalnızlıklarındır, göğsümde ve gözlerimdeki<br />

benim gözlerim şehla değildir<br />

kalbim hep ayakta olmuştur zulümlere karşı<br />

istersen gözlerim senindir bütün renkleriyle<br />

istersen kalbim senindir, zalimlerden değilsen<br />

üşüdüm yalnızlıklarında yıldızların<br />

üşüdüm ey can.<br />

üşüdüm yalnızlıklarda<br />

öfkenin girdaplarında titredim<br />

yürümeye çalıştım, kaybolmaktan korkarak<br />

yaşamaya çalıştım.<br />

1.<br />

korktum demek bir ayıp, korkmadım demek bir<br />

başka<br />

en azından öyleydi bizim diyarlarda<br />

ve bir zamanlarda.<br />

başını dik tutacaktın<br />

yiğit bakacaktın<br />

‘maralım, ah maralım’ diye türküler söyleyecektin<br />

sevecektin, adamdan sayılmak için<br />

alnın açık olacaktı<br />

haksızlığa ve namerde boyun eğmeyecektin<br />

yerinde vuracak, yerinde karşı duracaktın<br />

yerinde susacak, yerinde konuşacaktın.<br />

ve daha neleri bilip dururken<br />

korktum demek bir ayıp, korkmadım demek bir<br />

başka.<br />

2.<br />

yağmurların ülkesindeyim desem ne anlatır sana<br />

neyi anlatabilirim, iklimlerden ve renklerden yana<br />

32<br />

bilemiyorum, iyi işlenmemiş fakat yürekten sözlerim<br />

ısıtır mı içini, giderir mi kuraklıklarını?<br />

yağmurlara karışır gözyaşlarım<br />

zulümlere karşı hıncımdan akan gözyaşlarım<br />

mesela filistin’deki, mesela çeçenya’daki, Irak’taki<br />

gözyaşlarım inceltir işte beni, götürür başka ülkelere<br />

gözyaşlarım dindirmez öfkemi<br />

birşey yapamamaktan, aczimden büyüyen öfkemi<br />

duaların bile dizgin vuramadığı öfkemi.<br />

ah öfkem, yağmurlara karışıp giden<br />

azdırır içimdeki yangınları<br />

ah öfkem, zulümlere set vuramıyan öfkem<br />

dağlara vursam parça parça olur, tur-u sina gibi<br />

gözyaşlarımı körükliyen öfkem<br />

yağmurlara karışan gözyaşlarımı.<br />

ne anlatabilirim sana<br />

yağmurların ülkesindeyim desem?<br />

3.<br />

bir devrandır sürüyor işte<br />

anlatılması zor, girift, bilmece<br />

ama mümkün, çalışmalısın diyorum kendimce<br />

bütün vakitlerde, gündüz ve gece<br />

yazmalısın, diyorum, yazılması gerekenleri<br />

yazmalısın, yazmalısın, anlatmalısın<br />

zulümleri, acıları, ahir zamanda<br />

en azından bilmeyenler için<br />

bilmek istemeyenler başka<br />

vasiyetini tutmalısın üstadın<br />

yazmalısın ey can.<br />

içini aydınlatmalısın önce<br />

aydınlıklar istemelisin aydınlıkların sahibinden


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

doldurmalısın peteklerini<br />

ki ikram edecek birşeylerin olsun<br />

vermelisin, verebildiğin kadar<br />

verebilmelisin, malından, canından<br />

ezilmeden, bükülmeden, dökülmeden<br />

dik durmalısın, yiğitçe, zulümlere karşı<br />

gücün yettiğince.<br />

bir devrandır, sürüyor işte<br />

son zamandır bu, ahir zamandır işte<br />

anlatılması güç, girift, bilmece.<br />

öğret bize Kur’an’ı yeniden<br />

Bedir’de, Uhud’da, Mescidin’de<br />

öğret bize zikri, secdeyi, alemlerin Rabbine<br />

zulüm karanlıklarında dardayız efendim.<br />

kendin gelmessen, Ali’yi gönder Zülfikar’ıyla<br />

Halid’i gönder de, toplasın mücahidleri bozgundan<br />

Selahaddin’i gönder, merhametiyle, keskin kılıcıyla<br />

Fatih’i gönder, Akşemseddin’le birlikte<br />

dardayız efendim, ve kapındayız<br />

Rahmet’e açılan kapında.<br />

4.<br />

kapında duruyorum işte, ve hep duracağım<br />

ey devranın sultanı efendim<br />

ahir zamanın sultanı<br />

çünkü senin kapından daha güzelini görmedim<br />

görmeyeceğimi de biliyorum.<br />

senin öğrettiğin gibi secde ediyorum efendim<br />

senin öğrettiğin gibi yıkıyorum azalarımı işte<br />

kalbime giden nur oluklarından<br />

rahmete uzanıyorum efendim.<br />

lakin ahir zamandır<br />

kendi yaptıkları putlara tapıyorlar yine insanlar<br />

kendilerine tapıyorlar<br />

bilmiyorlar, görmüyorlar efendim<br />

yerlerin ve göklerin nurunu.<br />

biz susadık, daraldık efendim<br />

uzat rahmet akan parmaklarınım<br />

mücahitlerine uzattığın gibi<br />

dinsin susuzluklarımız, öfkelerimiz efendim<br />

yeşersin yüreklerimiz, güllerin açsın.<br />

mümkünse bir daha gel efendim<br />

biz yollarına çıkıp ‘talaal bedrü’ diyelim<br />

zikirlerle gel, Kur’an’la gel efendim<br />

Fatiha’yla, İhlas’la, Furkan’la gel efendim<br />

gelsin artık evladın, Mehdin efendim<br />

çağın çocukları azdı<br />

parçalıyorlar mü’minleri vahşice<br />

fitnelere, fesatlara karşı duracak gücümüz kalmadı.<br />

Mümkünse, bir daha gel efendim<br />

Hicret et bir daha, ve yüreklerimizde konakla<br />

33


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Sadık YEMNİ<br />

GÖÇMEN<br />

TORTULARI<br />

TRENİ<br />

Yatağın altında duran bavulun hışırtısı<br />

Recep’in yarı sağır kulaklarını yormaktaydı. Bin<br />

adet cırcır böceği ambalajlamıştı sanki mübarek.<br />

Neyse ki, hiçbir zaman uzun sürmezdi. En fazla<br />

yarım saat. Yan binadan gelen seslere yönelttti dikkatini.<br />

Alman komşusu Hans Fredrich Hertz karısına<br />

bağırıyor. Arabanın anahtarını nereye koydun?<br />

Kadın bir şeyler söyleyince ikinci kükreme. Sana<br />

kaç defa dedim. Kadının sesi de yükselince uzunca<br />

bir es. Güç topluyor ya da tırsma belirtisi. Bugün cumaysa<br />

akşam arkadaşlarıyla içmeye gidecekdi. Kadından<br />

harçlık alması lazımdı. Ayın ikinci yarısında<br />

hep böyle oluyordu son yıllarda. Şu allahın belası<br />

ekonomik kriz nedeniyle. İkisi de emekliydi.<br />

Emekli maaşları vardı. Günde iki paket sigara içen<br />

34<br />

Hans’ın bu harçlıklara ihtiyacı vardı. Kadın, adı<br />

neydi ya, birazdan hatırlardı, nazlanır, ama biraz<br />

yalvarttıktan sonra adamın parasını verirdi. O da<br />

bu akşam eve arkadaşlarını çağıracaktı belki. Çay,<br />

kahve ve erik likörü içerek konken benzeri bir kağıt<br />

oyunu oynayacaklar. Bu oyunun adı da çıkmış aklından.<br />

P ile başlayan bir şey.<br />

Zamanın belleğine pas sarması yeni bir şey<br />

değil. 1966 yılında Sirkeci’den kalkan kara trenden<br />

Münih bahnofunda inen 28 yaşındaki o afili delikanlı<br />

değil artık. Yetmiş yaşını ortaladı çoktan.<br />

Oğlu kırkı aştı. Kızı da otuz beş. Oğlu hâlâ bekâr.<br />

Kızı neyse ki, ona bir torun verdi. Adı Esra. Altı yaşında.<br />

Onu çok seviyor. Gözden düşmüş, gönülden


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

ıraklaşmış bir eşya gibi burada tavan arasında yaşamaya<br />

başlamadan önce onu yazları havuza ve luna<br />

parka götürürdü.<br />

Hışırtı kesilince Recep derin bir nefes aldı<br />

ve hemen sağında duran komodinin üzerindeki ilaç<br />

kutusuna, su şişesine ve yarı dolu bardağa baktı.<br />

Belleği çekim gücünü yitirdikçe yaptığı ile yapılacak<br />

işler havada serbestçe yüzen renkli topçuklar olmaya<br />

başlamıştı. Hangisi hangisiydi seçemiyordu<br />

kolayca. Oğlu, kızı, eşleri yukarıya gelip onunla ko<br />

nuşuyor muydu? Hatırlamıyordu. En son diyebileceği<br />

bir şey yoktu. Yaramaz çocuklar gibi olan anıları<br />

tarih sırasına göre dizilmemekte direnmekteydi.<br />

Üstü tozlanmış ilaç kutusu daha düzgün bilgi veriyordu.<br />

Tozlu satıhta parmaklarının izi yoktu. Demekki<br />

ya bu ilaç bitmişti, ya da artık kullanmasına<br />

gerek yoktu. Bundan başka tek kesin bildiği şey torunu<br />

Esra’nın sık sık ziyaretine geldiğiydi. Bunu<br />

bir şekilde unutmuyordu. Hatta geleceği zamanı<br />

hissediyordu. Merdivendeki adımlarını. Minik kalbinde<br />

tırmanan çarpışları. Şu anda olduğu gibi.<br />

“Merhaba.”<br />

“Merhaba Esra. Nasılsın?”<br />

Odanın kapısını gıcırdatmadan açabilen<br />

tek kimse torunu. Diğerleri sağır kulaklarını tahriş<br />

eden cızırtılar çıkarmadan on santim bile aralayamaz.<br />

Yatağın altındaki bavulu da hemen onlara<br />

uyum sağlar. Birlikte hışırtı taksimi yaparlar.<br />

“Amca sen ne zaman gitçen?”<br />

Lacivert elbise, beyaz çorap ve ayakkabı<br />

giymiş kıza baktı sevgiyle. Kızının bir modeli. İri<br />

kahverengi gözlerinde merak ve endişe yanıyor.<br />

Hani sevgi şerareleri nerede? Aşağıda kızı fitillemişler<br />

yine belli. Münih’in şehir merkezindeki bu<br />

binayı satın alan, çocuklarına refah yüklü gelecek<br />

bırakan babaya böyle vefasızlık göstermek. Maximilian<br />

Strabe’de üç katlı bir bina ne demek. Böyle<br />

bir miras bırakacak olan kimseye bu muamele yapılır<br />

mı?<br />

“Bu nasıl söz kızım?”<br />

35<br />

“Ama söz vermiştin amca?”<br />

Kıza verdiği sözü hatırlamıyordu. Kelime<br />

kelime yani, ama içinde kız haklı diyen cılız bir dirilme<br />

var.<br />

“Ne sözü?”<br />

Kız içini çekerek yan gözle aralık duran kapıya<br />

baktı. Gözlerindeki endişe azıcık koyulmuştu<br />

sanki. Ayakları bastığı yerden geriye dönmek ister<br />

gibi oldu, ama tereddütünü yendi.<br />

“Anneannem, annem, babam ve küçük kardeşim<br />

çok korkuyor.”<br />

“Benden mi?”<br />

Kız başını salladı.<br />

“Niçin korkuyorlarmış?”<br />

“Burdasın diye.”<br />

Küçük kızın kendi kelime dağarcığıyla kurduğu<br />

son cümle Recebi ciğerinden vurmuştu. Yıllarca<br />

günde iki ayrı işte çalışarak, gece gündüz demeden<br />

para biriktiren, çocuklarına böyle muhteşem<br />

bir gelecek kuran birine böyle vefasızlık gösterilmesi.<br />

Korkuyorlarmış. Birden aklına bir şey<br />

gelmişti. Anneanne de kimdi ya? Karısı kızı on yaşındayken<br />

mide kanamasından ölmüştü. Mezarı<br />

Niğde’deydi. Torunu onu hiç görmemişti. Bir de şu<br />

amca lafı yok mu.<br />

“Anneannen mi?”<br />

“Evet. Adak adadı hatta. Tutsun diye bekliyor.”<br />

Adak kelimesinin telaffuzunun hemen ardından<br />

yatağın altındaki tahta bavulu birkaç saniyeliğine<br />

hışırdadı ve sessizleşti. Recep bu bavulu<br />

ilk aldığı günü hatırladı. 1965 yılının kasım ortasıydı.<br />

Almanya’ya işçi olarak kabul edilmişti. Sırasını<br />

bekliyordu. O yüzden buradaydı. Başarı nişanesi<br />

olarak. Tahta bir bavuldan ta nerelere gelinmişti.<br />

Bavula baktı. Her an hışırdamasını bekliyordu. Saniyeler<br />

aktı. Sessizlik kırışmadı. Torununa baktı.


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

“Asılsız gölgeler var bu evde diyor anneannem.<br />

Bebek kardeşim seni görünce çok korkuyor.<br />

Altına kakasını yapıyor. O tuvalete gitmeyi öğrendi.<br />

Hem kakasını yapıyor, hem de gece ağlayıp<br />

bizi uyutmuyor. Senin yüzünden.”<br />

Kızın gözlerinde yeni bir anlam belirmişti.<br />

Cüret diyeceği geliyordu. Kalkışma ya da.<br />

“Bana söz vermiştin.” Küçük kız kahverengi<br />

nevresimi örtülü yatağa doğru yürüdü. Dizleri<br />

yatağa değecek kadar yakın durdu. “Bavulun şahidim.”<br />

Eğildi yatağın altından bavulu aldı. O koca<br />

şeyi çok zorlanmadan kaldırabilmesi garipti. Getirip<br />

ayaklarının dibine koydu.<br />

“Açayım mı?”<br />

İçinde beliren korkunun şiddeti Recep’in<br />

yaşlı kaslarını yeterince diriltememiş olmalıydı.<br />

Çok istemesine rağmen oturduğu yerden doğrulamadı.<br />

Sadece sol eli kıpırdamış, komodinin üzerindeki<br />

su bardağını ve ilaç kutusunu yere devirmişti.<br />

“Açma.”<br />

Küçük kızın heyecandan yüzü allanmıştı.<br />

Yüzünden korktuğu da belliydi, ama dediğini yapacağı<br />

açıktı. Bavul kapalı durmalı diyordu iç ses.<br />

‘Sımsıkı kapalı durmalı. O senin tılsımın.’ diyordu.<br />

“Gidecek misin?”<br />

Recep başıyla olumlayınca küçük kızın<br />

gerginliği azaldı.<br />

“Şimdi.”<br />

Yaşlı adam derin bir nefes alarak ayaklarını<br />

hareket ettirmeyi denedi. Kıkırdakları katırdadı,<br />

ama bunu başaramadı. Tam kıza olmuyor diyeceği<br />

sırada Esra elini uzattı ve “Elimi tut.” dedi.<br />

Kızık minik eli kaslarının hareket geçirmek<br />

için çabalayan yaşlı adama umduğundan daha<br />

fazla güç verdi ve kimbilir ne kadar zaman sonra olduğu<br />

yerde ilk kez doğruldu. Yeni yürümeye başlayan<br />

bir çocuk gibi bulunduğu yerde hafifçe yalpaladı,<br />

ama dengesini korudu.<br />

36<br />

“Şimdi ne olacak?”“Dışarı çıkıcaz. Bavulunu<br />

al.”<br />

Recep yıllar sonra bavulunun kulpunu parmaklarında<br />

hissettiğini düşünerek heyecan duydu.<br />

Biraz gezmek, bulvar kafelerinde oturup Hutthurmer<br />

Bayerwald birası içmek hiç de fena bir fikir değildi.<br />

Eli kızın elinde tahta basamakları inmeye başladılar.<br />

Recep heyecanlıydı. Sokakları görmeyi özlemişti.<br />

Diğer yandan bir çeşit iç alarm da hissetmekteydi.<br />

Sibop ağzı diyordu. Çıkınca geri dönüş<br />

yok. Özlemi daha baskındı. Tereddütü susuz kalmış<br />

bir ev bitkisi gibi cansızdı.<br />

Dört kat aşağı indiler. Bina o elini eteğini<br />

çektikten sonra hemen bakımsızlaşmıştı. Basamaklar<br />

yer yer çatlamıştı. Bakımsızlıktan da öte<br />

aksam üslupsuzlaşmıştı. Toz ve sarımsak kokusu<br />

sarmıştı her yanı. Oğlu tembelin tekiydi, ama kızı<br />

öyle değildi. Nasıl izin vermişti malzemenin bu<br />

denli çapsızlaşmasına. Gitmeden onlarla bir görüşse<br />

düşüncesi çöl kumuna düşen bir çiy tanesi gibi<br />

kısa ömürlü oldu. Sokak kapısına yaklaştıklarında<br />

sokağın sesi içeriye doluşmaya başlamıştı. Recebin<br />

heyecandan ağzı kurumuştu. Keşke çıkmadan<br />

önce bir bardak su içseydim diye düşündü, sonra aklına<br />

bir litrelik bira bardağı gelince beyaz köpükleri<br />

düşünerek dudaklarını yaladı.<br />

Recep sokağı gördüğünde apışıp kaldı.<br />

Arabalar, kalabalık, binalar... Burası Münih değildi.<br />

İstanbul’du. Çok şeyler değişmesine rağmen<br />

semti de tanımıştı. Sirkeci’ydi. 1966’da bindiği<br />

trenle hayatını değiştiren semt. Küçük kıza baktı.<br />

Kız gülümsedi ve “Çok evler var.” dedi.<br />

Recebin zihni hareketlenmişti. Yeni bilgilerle<br />

dolmaktaydı. Dönüp geriye baktı. İnsanların<br />

kıyafetleri de binalar gibi değişmişti. Zihnine<br />

minik delikli bir huniyle bilgi akışı devam etmekteydi.<br />

O binada oturmuştu. Apartman değildi. O sıralar<br />

salaş bir oteldi. En üst katta bir odada kalmıştı.<br />

Kendini genç haliyle otel odasında yatıyor<br />

gördü. Yaklaştı. Yüzü bal mumu gibi sarıydı.Ağzından<br />

sızan salyalar çenesinde ve yastık kılıfının<br />

üzerinde kurumuştu. Gözleri yarı aralıktı ve nefes<br />

almıyordu.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

Birden hatırladı. Yıl 1972’i yazıydı. Almanya’da<br />

işler ters gitmişti. Başkasının adıyla çalıştırdığı<br />

restorana büyük bir vergi borcu gelince<br />

Recep Istanbul’a kaçmıştı. Karısı ondan boşanmıştı.<br />

Çocukları yoktu neyse ki. Parası azdı. Utancından<br />

memlekete gidemiyordu. İyi pokerci olduğu<br />

için kumara takılmıştı. Son gece şansı bayağı açıktı.<br />

Masadan paraları süpürmüştü. İçinde umut yeşermişti<br />

yeniden. Önce memlekete gidip büyüklerini<br />

ziyaret edecek, ardından yine Almanya’nın yolunu<br />

tutacaktı. Sonra otele dönerken birileri kafasına<br />

levyeyi indirip üzerinde ne kadar para varsa almıştı.<br />

Güç bela otel odasına gitmiş. Yatağa uzanmış<br />

ve bir daha da uyanmamıştı. Niğde’de mezarının<br />

başındaki insanları hatırladı. Bütün bunları<br />

nasıl bilebilirdi?<br />

“Hangi yıldayız biz Esra?”<br />

“2010 nisanı Amca. 3 nisan.”<br />

38 yıl o odada oturmuş olabilir miydi? Bir<br />

hayalet olarak. Bir mazi kalıntısı. Göçmen tortusu.<br />

Demek bu şirin kızı yazları havuza ve lunaparka götürmemişti.<br />

Hiç çocuğu olmamıştı. Az öncesine<br />

kadar oturduğu döküntü yerde 34 yaşında hayatla<br />

ilişkisini kesmişti.<br />

Sirkeci garının çevresi çok değişmişti,<br />

ama binası aynen duruyordu. Esra onu acaba niye<br />

buraya getirmişti. Tam bunu soracağı sırada ileride<br />

kıyafetleri kendi gibi olan, ispanyol paçalı pantolonlar<br />

giymiş adamların, döpyesli kadınların olduğu<br />

grubu farketti. Hepsinin de yanlarında kendininkine<br />

benzer eski tip bavullar bulunmaktaydı.<br />

Yolda gelirken turistlerin tekerlekleriyle ardlarından<br />

sürüklediği modern bavulları görmüştü. Tıpkı<br />

yeni model arabalar gibi pırıl pırıldılar.<br />

“Bak amca oradalar.”<br />

Recep kim diye soracaktı vazgeçti. Kendi<br />

taifesiydi hepsi. Merak ve anlayışla onu izliyorlardı.<br />

Dördü kadın, on on iki kişi. Genç bir ekipti. En<br />

yaşlısı otuz beş yaşında falan olmalıydı.<br />

Recep durdu ve küçük kıza baktı.<br />

“Tamam. Anladım. Ben onların yanına gidicem.”<br />

37<br />

“Bir daha bize gelmicen değil mi?”<br />

Recep’in gözleri dolmuştu. “Hayır.”dedi.<br />

Kız elini çözdü. “Hoşçakal amca.”deyip<br />

geldikleri yöne doğru yürümeye başladı. Bir ara<br />

durup geriye baktı. Recep el sallayınca kız da aynısı<br />

yaptı ve adımlarını hızlandırarak yoluna devam<br />

etti.<br />

Kimi oturmuş güneşin tadını çıkartan, kimileri<br />

de ikili üçlü sohbet eden gruptan ona en<br />

yakın olan delikanlı eliyle selam verdi ve “Hoşgeldin<br />

biraderim.” dedi.<br />

Yeşil renkli ispanyol paçalı pantolon,<br />

siyah sivri yakalı gömlek giymişti. Taş çatlasa<br />

yirmi beş yaşındaydı.<br />

“Merhaba benim adım Recep.”<br />

“Benim de Tahir.”<br />

“Tren mi bekliyorsunuz?”<br />

“Evet.”<br />

Kaçta geleceği belli mi?”<br />

Delikanlı gülümsedi. “Son anda belli olacakmış.”<br />

Recebin yüzündeki şaşkınlık üzerine gülümsemesi<br />

genişledi. Önden bir dişi eksik olmasına<br />

rağmen yakışıklı bir siması vardı. “Zaman burda<br />

eğlenceli geçer. Çümbüşü iyi bayağı.”<br />

Recep elindeki bavulu yere bıraktı ve gerindi.<br />

‘Göçmen Tortuları Treni’ diye düşündü.<br />

Tavan arasındaki sıkıcı saatlerden, kasvetli mekândan<br />

ve daha da önemlisi yalnızlıktan kurtulmuştu.<br />

Küçük Esracık sayesinde. Ayaklarının hemen dibinde<br />

yerde yiyecek arayan kumrulara ve az ileride<br />

onlara kayıtsız duran simitçiye baktı.<br />

“Son anda demek ha?”<br />

Delikanlı başıyla olumlayınca Recep atıl<br />

kalmış dudak kaslarını zorlayarak tebessüm etti.<br />

Tren zamanın bir köşesinden kalkmış çufçuflayarak<br />

geliyordu. Burada susamın tadını unutana<br />

kadar bekleyecekti.


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Cengiz İYİLİK<br />

ÇOCUKLAR<br />

VE OYUN<br />

Bilirim çocuklar bilirim<br />

Uçurtmasız gökyüzü<br />

Karanlık gelir size<br />

Tahtadan arabalar<br />

Bez bebekler de olmalı<br />

Ellerinizde irili ufaklı<br />

Bilyeler misketler bulunmalı<br />

Topaç süzüle süzüle çevrilmeli<br />

Ruhlarınız oyuncaklarla yıkanmalı<br />

Aşık oyunu hedefi tutturmayı<br />

Çelik çomak isabetli olmayı öğretir<br />

Yağmur altında ıslanmak<br />

Kar altında kartopu<br />

Ne elleriniz üşür<br />

Ne soğuk korkutur sizi<br />

Yüklenip kızakları tırmanıp tepeleri<br />

Yukarıdan aşağıya kayıp gitmeli<br />

İşte o zaman görmeli yüzlerinizi<br />

Yeter ki oyun olsun<br />

Çocukluk tadında olsun<br />

Kanatlanmış gibi uçar gidersiniz<br />

Gece rüyalarınızda gündüz düşlerinizde<br />

Ve dağların tepesinde<br />

Devleri şaşırtmaya çalışırsınız<br />

Yüksek çatılardan uçarak inersiniz<br />

Yüreğiniz ağzınızda<br />

Ah çocuklar!<br />

Sizin gözlerinizle bakabilseydim<br />

Sizin gibi görebilseydim doğayı<br />

Su birikintilerinde kurbağa yavrularını<br />

Sizin gibi tanıyabilseydim<br />

Kediyi köpeği kuşları kuzuları<br />

Benim çocukluğumda çocuklar vardı<br />

Koyun güderdi,süt sağardı,tarla sulardı<br />

Bezden bir atbaşı yapar<br />

Bir sopaya takardı<br />

Ata binmeyi ilk kez onda denerlerdi<br />

Bu tahta atla güveni gelir<br />

Rüzgarlarla yarışa girerlerdi<br />

Hayalleri böyle yönlenir<br />

Senaryolar böyle başlardı yazılmaya<br />

Onların düşlerindeki oyunlar<br />

Gelecek yaşamın ayak izleriydi<br />

Sizin bisikletleriniz var<br />

Onların yoktu<br />

Oyuncakları dükkanlardan değil<br />

Babaları amcaları yapardı<br />

Onlar asvalt ve kaldırımlarda değil<br />

Taşlı çamurlu köy yollarında<br />

Koşturdular tahta atlarını<br />

Sanki dünyanın hızını keser gibi<br />

Nerde yaşarsanız yaşayın<br />

Oyuncak yakışıyor size<br />

Oynayın çocuklar oynayın<br />

Arabalarınızla atlarınızla<br />

Bebek beşik salıncaklarınızla<br />

Takın takıştırın incik boncuk<br />

Sofralar kurun evcilik oynayın<br />

Karabaşlı kuzuları alın kucağınıza sevin<br />

Sabah horoz seslerini dnleyin<br />

Tek ayak üstünde kaydırak<br />

Koşun, saklambaç oynayın<br />

Yağ satarım bal satarım<br />

Aç kapıyı bezirgan başı<br />

Oyun hayat demektir çocuğa<br />

Zekanız gelişir Buluşcu olursunuz<br />

Hayatı daha çok anlar<br />

Zorlukları kavrar çareler bulursunuz<br />

Oynayın çocuklar oynayın<br />

Hayatta yaşayacaklarınızı<br />

Oyunlarla yaşamalısınız<br />

Oyunda çekilen zahmet<br />

Hayatta zahmetin hakkından gelir<br />

Çamura şekil verin renk verin<br />

Resimler çizin beceriler geliştirin<br />

Zaman çabuk geçiyor büyüyeceksiniz<br />

Bir daha bu çocukluğu nerede göreceksiniz


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

Serhat KARAHİSAR<br />

ASLA GÖĞE BAKMA<br />

Tıpkı o! Tıpkı değil, kendisi. Tanımaz<br />

mıyım hiç Nuray’ı. İlkokul’dan Ortaokul‘a dek<br />

aynı sınıfta okuduk. Sınıf arkadaşlarımın bir kısmını<br />

unuttum ama Çerkez kızını hiç unutmadım. Hoş,<br />

artist olmak için az<br />

uğraşmadı. Hergün<br />

resim çektirmekten<br />

ve kendini<br />

beğendirmekten<br />

bıkmadı. İyi ki aklıma<br />

kötü şeyler<br />

gelmemiş, diyorum<br />

şimdi kendime…<br />

Sonra ver<br />

elini Almanya. İdealler,<br />

hayaller ve<br />

biten hasretlik.<br />

Hızla merdivenlerden<br />

inerken<br />

gözucuyla gördüm<br />

onu. Kalabalıkta<br />

gözden kaçırdım.<br />

Konsere yetişmem<br />

lazım. Hauptbahnhof’un<br />

arkasından<br />

Rhein’a<br />

uzanan tam karşıdaki<br />

arayolu alıyor<br />

u m . H e d e f e<br />

doğru ilerlerken<br />

merakla sağa sola<br />

bakıyorum. Hem Almanya’da yeniyim hem de ilk<br />

kez yürüyorum bu yolu. Mekan uzakta değilmiş, ıhlamur<br />

ağaçlarının yanıbaşında al kırmızı metal kaplama<br />

bir bina yükseliyor: Musikhochschule Köln.<br />

39<br />

Girişin ücretsiz olduğunu ve klasik müzik<br />

konseri verileceğini biliyorum sadece. Carl Orff ve<br />

eseri Carmina Burana ismini ilk kez orada duyuyorum.<br />

Konservatuar’da eğitim gören Japon öğrenci<br />

korosu sahnede yerini<br />

alırken yanımda birinin<br />

dikeldiğini hissediyorum.<br />

“Darf ich mal hier<br />

sitzen?” sorusuna yalnızca<br />

“Ja” cevabı veriyorum.<br />

Yanımdaki boş<br />

yere oturan kişi Tren<br />

Garı’nda gözden kaybettiğim<br />

kız. Hani cesar<br />

e t i m i t o p l a s a m ,<br />

“Nuray’cığım, ben<br />

senin okul arkadaşın<br />

Ali‘yim” desem, gene<br />

yeşil gözleriyle boncuk<br />

boncuk bakar mı?<br />

Sonra da her zaman yaptığı<br />

gibi yapıp, saçlarını<br />

çözüp başını sallayarak<br />

yeniden sımsıkı bağlar<br />

mı?<br />

Ketum duygular<br />

içinde dolaşırken Carmina<br />

Burana’nın dramatik<br />

müziği aklımı başımdan<br />

alıyor. Konser<br />

başlamış. Dünyadan<br />

çok uzaklara, başka alemlere doğru bir yolculuğa<br />

çıkıyorum. Dinleyiciler içlerinde cennet ve cehennemi<br />

yaşıyorgibi kıpırdamadan konseri izliyorlar.<br />

“Ayine mi geldim yoksa?” endişesiyle ürpe-


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

riyorum. Ama kendimi kaptırmışım bir kere tınıların<br />

akışına. Konserin bittiğini aynı tiz sesin uyarmasıyla<br />

fark ediyorum:<br />

“Beeindruckend.”<br />

“I'm sorry, I can not German” der demez,<br />

akıcı bir İngilizce ile isminin Carla olduğunu söylüyor.<br />

“I am a student from Turkey und lerne Deutsch”<br />

karma cümlesine gülüyor. “Ich heise Ali“<br />

şeklinde kendimi takdim ediyorum. “Ben de öğrenciyim.<br />

Her ay düzenli gelirim buraya. Umarım<br />

tekrar karşılaşırız.” diyerek yanımdan ayrılıyor.<br />

Her ayın ilk Cumasını dörtgözle bekler olmuştum.<br />

Carla’dan önce konservatuvara gidiyor<br />

ve giriş kapısında onu bekliyordum. Beni göremediği<br />

zaman gözleriyle beni aradığını sezmiştim bir<br />

kez. Birgün Vivaldi’nin 'Dört Mevsim' konçertosunu<br />

izledikten sonra aniden yüzüme bakıp “Gehen<br />

wir zu mir?” diye sormaz mı! “Peki” dedim tepkisiz.<br />

Daveti umursadığım hiç yüzüme vurmadı.<br />

Köln Üniversitesi’ne yakın bir semtdeki<br />

öğrenci yurdunda kalıyormuş. Tranvay 15 dakika<br />

sonra Unicenter’in önünde durdu. Kapıdaki görevlinin<br />

dikkatli gözlerle beni süzdüğünü fark ettim.<br />

Rahatsız olmadım değil ama ev sahibini izledim.<br />

13. katta bulunan bir oda bir mutfak artı banyo.<br />

Küçük ve şirin. Şehir ayaklarımın altında. Katedralin<br />

ışıklarına rağmen gecenin içine bir ıssızlık çökmüştü.<br />

Dom’un silüetinde, ta orta çağdan kalma karanlıklar<br />

vardı. Bir ben, bir Carla ve bir de gece.<br />

Peki ötekiler neredeler? Balkondan yalnızlığın resmini<br />

çekerken Carla odadan seslendi :<br />

“Bir vakitler teröristler Alman İşveren Kuruluşu<br />

başkanını kaçırıp bu binaya saklamışlar. O<br />

günden beridir güvenlik bulunur bu yurt binasında.<br />

Fazla üzerinde durma..”<br />

sordu.<br />

Rahatlamıştım biraz.<br />

“Çay demleyeyim, ister misin?” diye<br />

“ Hayır. Kahve içelim” dedim.<br />

40<br />

Çay yerine kahve. Şark alışkanlığını bırakıp<br />

yeni bir alışkanlık edinmek zor gelmedi. Ne de<br />

olsa, kahve de sonradan Batı’ya mal olmuş bir keyifti.<br />

Kahvelerimizi yudumlarken „ Bana olan ilgini<br />

geç anladım” dedi. “Bilmiyorum” demekle yetindim.<br />

Acaba eski bir sınıf arkadaşıma olan benzerliğinden<br />

bahsetsemiydim. Vazgeçtim. Kırılırdı<br />

belki. “Ama pek güzel olmadığımın da farkındayım.<br />

Neye borçluyum ilgini?” Atlatmak için<br />

“Müzik evrensel bir şey, pekala ayrı insanları birleştirebilir”<br />

bahanesine sığındım.<br />

“Ben de bu duruma şaşırıyorum ya, Klasik<br />

müzik ve bir Türk. Bağdaştırmakla zorlandım.”<br />

“Haklısın” dedim. “Ama okullarda Batılı<br />

olmayı öğretiyorlar bize. Mesela aynı yüzyılda yaşamış<br />

iki müzisyen; biri Bach biri Itri. Doğu’nun<br />

Bach‘ı desem sana hemen anlarsın, Batı’nın Itri’si<br />

deseler bizde kimse anlamaz”.<br />

Sessiz kalınca tartışmaya girmeyeceğini<br />

anladım. Benden tecrübeli olmasını yaşına verdim.<br />

Benimle ilgili, ailem ve tahsilim hakkındaki kısa sorularına<br />

yine kısa cevaplar vererek geçiştirdim. Masasının<br />

üzerinde duran kitaplardan, rafta dizili kasetlerden<br />

ilgisini ölçmeye çalıştım. Bir iki kolay hazırlanabilen<br />

Türk yemeği öğretmeye söz verdim.<br />

Gecenin ilerleyen bir vakti hareketlendiğimi görünce<br />

kalmamı teklif etti:<br />

“Kannst du doch bei mir übernachten. Es<br />

ist schwierig in dieser Zeit Bahn zu finden.” Şaşkınlığımı<br />

anlayınca kanepeyi gösterdi. “Tamam”<br />

kelimesi ağzımdan çıkmış oldu bir kez. Sabah uyanınca<br />

o hala uyuyordu. Sessizce kahvaltıyı hazırlamaya<br />

koyulurken gözlerini açtı ve mahmur bir<br />

sesle “Guten Morgen” diyebildi. “Kahvaltıyı hazırlarım<br />

ben.” Bir müddet sonra kalktı; kahve pişirmeyi<br />

bilmediğimi düşünerek otomata yöneldi. Sırtıma<br />

başını yasladı, sonra birden banyoya yöneldi…<br />

Kahvaltı masasına oturunca tekrar yüzüme<br />

baktı.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

“İyi uyuyabildin mi?”<br />

“Evet”.<br />

“Kahvaltı için teşekkür ederim”.<br />

“Asıl ben sana teşekkür ederim. Yoksa dün<br />

gece eve yürüyerek gitmek zorunda kalacaktım”.<br />

Uzunca bir süre konuşmadan sessiz kaldık.<br />

Bu esrarengiz limanı dolaşırken sessizliği yine<br />

Carla bozdu. “Ali, biliyor musun, Carmina Burana<br />

aslında aşk ve mutluluk kutlaması. Ve bu eser gerçekten<br />

doğru bir zamanda yaşamıma girdi; bu yüzden<br />

bende ayrı bir yeri var! Sadece müzikal anlamda<br />

değil; aynı zamanda değişik insanların birbirleriyle<br />

olan ilişkilerini de anlatmaya çalışır”. “Ben<br />

iyi bir dinleyiciyim, yorumcu değil” dediğimi hatırlıyorum.<br />

“Bir de hayatı ıskalamak istemiyorum.<br />

Buradayım ve günü yaşıyorum”.<br />

“Hayattan hiç haberim olmadı ki Ali, onu<br />

şimdi ıskalayayım!” “Anlayamadım Carla.”<br />

“Yokluk ve sıkıntı çekmeden büyüdüm.<br />

Evin son çocuğuyum. Fakat kendimi sürekli ezik<br />

hissettim. Avrupa dışına gezmeye gittiğimde bile<br />

‘Norveçli’ olduğumu söylerim etrafıma.”<br />

“Tuhaf.” Tuhaf kelimesini işitir işitmez<br />

elimi avcunun içine alarak konuşmasını sürdürdü.<br />

“Çünkü utanıyorum. Babam eski bir Nazi. Bir bakanlıktan<br />

memur emeklisi şimdi. Memuriyetten<br />

bile atmadılar onu. Hergün bir ‘ritüel’ gibi bodrumdaki<br />

çalışma odasına iner, saatlerce Nazi marşları<br />

dinler, eski kitaplarını karıştırır, Kavgam’ı okur.”<br />

Bunları niçin anlattığını sorma cesareti bulamadım<br />

kendimde. Olayı doğal akışına bıraktım. Bir çırpıda<br />

ansızın sesini yükseltti: “Çocukluğumdan beri<br />

hep acı çektim durdum. Kötülüklerin kaynağı sayılan<br />

bir dünya görüşüne sahipti babam. Bir ömür<br />

boyu okulda, işte, sokakta hep bunları duydum,<br />

okudum ve öğrendim. Evimizde olan biteni ise arkadaş<br />

çevremden gizledim hep”.<br />

“Bir yabancıyla arkadaşlık etmem bile.”.<br />

Cümlenin sonunu getiremedi.<br />

Sarıldım. Gözlerinde biriken yağmur tanelerini<br />

elimle sildim.<br />

“Unuttun mu Carmina ne anlatıyordu?<br />

İnsanlar günah işlerken, ölümlerinden sonra<br />

Tanrı’nın onları cezalandıracağının da bilincindedirler<br />

.”<br />

“Ben senden teselli beklerken, sevgi dolu cümleler<br />

duymak isterken kelime oyununa başvuruyorsun”.<br />

Onu üzmek istemezdim ama içimdeki duygunun<br />

aşk olmadığını da bilecek yaştaydım. Duyduğum<br />

son cümle “Senin olmak istiyorum” oldu.<br />

Elimi tuttu, beyaz tenine götürdü. Kalbimin hiç bu<br />

kadar hızlı attığını hissetmemiştim. Hiçbir şey düşünmemeye<br />

çalıştım. Sadece dokunmanın verdiği<br />

hazza odaklandım. Beş duyuyu aynı anda yaşamak<br />

güzel bir şey olmalıydı mutlaka. Sonra ter bezlerim<br />

kurumuş vaziyette yatağın bir yanına yığıldım.<br />

Uyandığımda Carla hala yerinde kımıldamadan<br />

uzanıyordu. “Es ist immer so” diyebildi. Anlamıştım.<br />

Çocukluğun soğuk izleri öyle kolay geçmiyordu<br />

demek. Uzandım alnından öptüm…<br />

…………..<br />

Yıllar sonra Düsseldorf’da karşılaştık.<br />

Küçük bir kız çocuğu sımsıkı elini tutuyordu. Tebrik<br />

etmeye hazırlanırken; “Evlatlık aldım” dediğini<br />

duydum yalnızca. Ve yanımdan uzaklaştı hemen.<br />

Şaşırmadım. Yabancı bir hayatın kıyısında beklemek<br />

neymiş gördün şimdi dedim içimden. Hiçte<br />

söylendiği gibi acı değilmiş…<br />

Hem hıçkırarak ağlıyor hem de kendini sorguluyordu:<br />

41


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Halil HASOĞLU<br />

GÜZEL<br />

TÜRKÇEM<br />

Atadan yadigar ezelden beri<br />

Canımdır kanımdır benim lisanım<br />

Dilinden düşmesin Türk insanının<br />

Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />

Eğrisi yok büğrüsü yok bakarsak<br />

Ziynet olur kulaklara takarsak<br />

Yakut olur elmas olur yazarsak<br />

Özünde Türkçedir benim lisanım!<br />

Kuldan kula esen serin yel olur<br />

Canânıma tüten gonca gül olur<br />

Dosttan gelip dosta giden yol olur<br />

Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />

Yaradan emrini kula yetirir<br />

Dosta bilgi dosta sevinç götürür<br />

Nice gönül alıp işler bitirir<br />

Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />

Ona dil uzatanın dili lâl olsun<br />

Ona el sürenlerin eli hâl olsun<br />

Yaşatan yaşayana bin helâl olsun<br />

Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />

Kederli dostlara dilinden söyler<br />

Gâhi yazar, dinler, gâh kelâm eyler<br />

Türkü'ye hasretse acep niceyler<br />

Özünde Türkçe'dir benim lisanım!<br />

Almanya, 10.09.2015<br />

42


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

Meltem ÇİMEN<br />

AĞAÇTAN<br />

OYULMUŞ<br />

HAYALLER<br />

Yoğun iş temposundan İstanbul’un tatlı baharını<br />

bile farkedemez olmuştu. İzlendiği hissiyle<br />

başını çevirince karşıdaki ağacın dalından bir sincabın<br />

kendisini izlediğini gördü. Tatlı tatlı hayallere<br />

daldığı sırada telefon çaldı ve iş dünyası onu sert bir<br />

sekilde çekip tekrar yutuverdi.<br />

Arabanın camından başını çıkarıp çöle<br />

baktı, rüzgarı estikçe serinlik gelmiyor daha çok<br />

kumlu tozlu bir hava gözlerine doluyordu. Orta Asyadaki<br />

bu küçük ülkede çile adı verilen sıcaklar başlamıştı.<br />

Komşu Aybelen teyze başının ağrıdığını duyunca<br />

‘kut kuymak gerek’ demişti. Hiç inanmazdı<br />

böyle seylere ama kendisine yardım etmek isteyen<br />

çekik gözlü ufak tefek Türkmen kadınını kırmak istememişti.<br />

Gelen şifacı yaşlı kadın rengarenk uzun<br />

yöresel bir elbise giymişti, elleri ve yüzü kırışık ve<br />

kuruydu ama gözleri pırıl pırıldı. Gözgöze gelince<br />

ürperdi ışıldayan gözlerinden.<br />

Başıyla yere oturmasını işaret etti şifacı,<br />

otoriter bir hali vardı. Hani makyaj yapıp topuklu<br />

ayakkabılar giyse, bir de markalı bir çanta koluna,<br />

İstanbul’daki şirketin ikinci yöneticisi kırmızı boya<br />

saçlı müdüre benzeyebilirdi bile..Düşüncelerini anlamış<br />

gibi ters ters baktı şifacı metal bir kaşığın içinde<br />

kurşunu eritip ay ışığı renginde bir sıvı haline getirirken.<br />

Kaşığın içinde parlayan aya takıldı gözleri.<br />

43<br />

İstanbul’da finans dünyasının tüm stresini<br />

yaşıyordu, Borsalar düştükçe geceleri uykusuz kalıyor,<br />

yükseldikçe mutlu bir gün geçiriyordu. Günü<br />

borsayı takip ederek ve arada sincabını izleyerek geçiyordu.<br />

Yavaş yavaş cami açıp biraz yaklaşmaya çalıştı,<br />

hatta evden getirdiği fıstıkları camın dışına<br />

koyup sincabın gelip yemesini bekledi. Sincabı<br />

ağaçta gördükçe küçükken dedesinin kendisi için<br />

ağaçtan oyduğu oyuncak sincabı aklına gelmiş,<br />

evde aramış bulmuştu. Daha sonra işe getirip masasının<br />

kenarına koymuştu. Artık iki sincap vardı ofisinde.<br />

Dedesi çakıyla oyarken kendisi de yardım etmişti<br />

ilk oyuncağının yapılmasına. Nemli ağaç kokusu<br />

burnuna geldi, ne severdi dedesinin küçük dükkanında<br />

vakit geçirmeyi. Güneş dükkanın kirli camından<br />

bir başka süzülürdü içeri. Annesi hiç istemezdi<br />

dede mesleğini sürdürmesini.<br />

Dedesi rölyef işlemeyi öğretirken hayatın<br />

önemini, gerçek mutluluğun ne olduğunu öyle derin<br />

anlatırdı ki, çocuk haliyle anlamasa da heyecanla<br />

dinlerdi hep. Maneviyatlı falan birşeyler hatırlıyordu<br />

o günlerden. Derin bir adamdı dedesi, ulvi bir<br />

sesi vardı, konuşurken ‘kırt kırt’ diye çıkan oyma sesine<br />

karışırdı ulu ulvi ses. Annesi ve ananesi daha<br />

çok ne pişirecekler derdinde olur, öğlene doğru evi<br />

nefis yemek kokuları kaplardı.<br />

Tamam demişti Aybelen teyzeye bir kere<br />

işte, ‘kut kuyacaklardı’ ya da herneyse iste ne derlerse<br />

yapacaktı eli mahkum. Başının üstüne bir örtü ile<br />

kapattılklarında gülmek geldi içinden. Sonrasında<br />

toplantısı olduğu için takım elbiseyle gittiğine utanmıştı<br />

biraz, bari kravatı sonra taksaydım diye düşündü.<br />

O sırada sifac mırıldanarak erimiş kurşunu<br />

tasın içindeki suya atıverdi... Cossss... Sertleşen kurşunu<br />

eline alıp uzun uzun incelerken dönüp kederli<br />

bir şekilde kendisine bakıp birseylermırıldandı. Sürekli<br />

mırıldanıyordu zaten. Bir süre Türkiye’de ya-


EDEBİYAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

şamış Aybelen ona korkak gözlerle bakıp sanki bir<br />

sır veriyormuş gibi gizemli bir ses tonuyla açıklama<br />

yaptı.<br />

‘Çile sıcağıyla geliyormuş seninkiler, öyle<br />

diyor şifacı. ’<br />

‘Ne geliyor yani?’ dedi saşkınca<br />

Yaşli sifacı kadın yine ‘maalesef’ der gibi<br />

başini sağa sola sallamıştı birşeyler söylemişti.<br />

‘Etrafına dikkatli baksın, diyor, görmediğini<br />

görsün, gördüğünü görmesin, kum engel olmasın’<br />

Borsanin düşüşü uzun sürdü, ciddi şekilde<br />

asabı bozuluyordu, artık ağaçtakı sincabı falan gözü<br />

görmez olmuştu. Hesap sahipleri olan müşteriler<br />

yavaş yavaş sıkıştırmaya başlamışlardı. Yaptığı ortaya<br />

çıkmadan tekrar düze çıkmayı hayal ediyordu.<br />

Masasında kendisine bakan oyuncağını gördükçe siniri<br />

bozuldu, çekmecenin içine atıverdi sinirle. Son<br />

zamanlarda oynadığı hesaplar öyle büyük kar etmişti<br />

ki, fazla paranın bir kısmını kendi özel hesabında<br />

işletip, tekrar aldıklarını geri koymayı hayal<br />

etmişti.<br />

44<br />

Yaşamaya başladığı yeni ülkesinde kendisine<br />

yakın davranan ama bir şekilde aralarına almayan<br />

komşuları kuruttuklari et gibi birşeyleri pazar<br />

günü kurulan çöl pazarına götürür satarlardı. Etin<br />

yanı sıra kımız, bir çeşit ekmek, gümüş halkalari birleştirerek<br />

yaptıkları kolyelerden de para kazanırlardı.<br />

Baş ağrısı dışında hayatında hersey yolundaydı<br />

ama iç hesaplaşmalarını bir türlü bitiremiyordu. Ne<br />

demişti dün arsasını almak için ziyaret ettikleri yaşlı<br />

Türkmen amca, yaşam avucunuzda bir avuç tuza<br />

benzer, azar azar vaktinde yalamazsan ellerini<br />

yakar.<br />

O günü hiç unutmamıştı, yemekte çok dalgındı,kravatını<br />

çıkardı cebine koydu, annesini bir<br />

türlü geri aramaya cesaret edemiyordu. Arkadaşlarının<br />

konuştukları onu hiç çekmiyordu. Hepimiz<br />

takım elbiseyle uzaylı penguenlere benziyoruz diye<br />

düşündü. Dışarıya çıkıp yağmur yüzünü okşamaya<br />

başladığında rahatladığını hissetti. Birkaç güne<br />

kadar borsa yükselmezse ne yapacağını düşünmesi<br />

gerekiyordu. Annem çok üzülecek ama diye düşündü.<br />

Babasız olarak kendisini büyütmüş okutmuş, bir<br />

çok şeyden fedakarlık etmişti. Halen konuda komşuda,<br />

gün gezmesinde hep kendisiyle övünür dururdu<br />

biliyordu. Bitmez tükenmez kendisine kız bulma<br />

çalışması da vardı tabii ki. Yağmur hızlandı, hizlandıkça<br />

damlalar soğudu sanki, yüzünde yağmuru hissetmek<br />

hoşuna gitti. Yaşadıkları küçük kasabada sokakta<br />

oynarken yağmur yağıyor diye eve gitmezler<br />

oğlanlarla top peşinde koşmaya devam ederlerdi.<br />

Aynı böyle olurdu işte,yağmur hızlanınca damlalar<br />

da soğurdu sanki. İçinden bir topa tüm gücüyle vurmak<br />

geldi, sağnakta ıslandı, koştu koştu yandaki<br />

parka doğru, ağaçların karanlığının arasına koştu<br />

koştu, topu bulsa hemen vuracaktı tüm gücüyle...<br />

Kadınlar rengarenk giyinmişler, etrafta çicekler<br />

gibi dolaşıyorlardı çöl pazarında. Başındaki<br />

şapka güneşi kesemiyordu sanki... Halıcılar halılarını<br />

satmaya çalışıyor, gümüşçüler gümüşlerini övüyordu.<br />

Turistler ve iş için gelmiş yabancılar alabildikleri<br />

kadar sey almaya çalışıyor gibilerdi. Sesler<br />

seslere, halılar gümüşlere, kımızlar kazanlarda<br />

pişen pilavlara, kumlar krallara, krallar yıldızlara karışıyordu.<br />

Öyle mistik bir havası vardı.<br />

Çöl pazarı karışıklıklarıyla, tezatlarıyla, sıcaklarıyla,<br />

temposuyla her hafta olduğu gibi en sevdiği<br />

yerlerden biriydi bu ülkede. Ilk geldiği yıl tesadüf<br />

marangoz dükkanının önünden geçerken bulduğu<br />

rölyef ustası Rafat’ı gördü uzaktan. O tarafta işi<br />

oldukça atölyeye uğrar ağaç kokusunu içine çeker,<br />

ustanın yaptıklarını izlerdi. Sadece Türkmence konuşan<br />

Rafat ile çat pat sohbet bile ederlerdi. Öylece<br />

samimi olmuşlardı zaman içinde. Rafat yeni kapıları<br />

getirmiş, kamyonuna yan yana dayamış satılması<br />

için bekliyordu. Kapılar ağacın budaklarına uygun<br />

sekilde oyulmuş, ustalıgın doruklarında yapılmıştı.<br />

Oldum olası severdi ağaç oymasıyla ilgilenen kişileri.<br />

Kırmızı sincap pencereye gelmiyordu<br />

artık. Borsanın durumunu takip etmekte diğer işle-ri<br />

yapamaz olmuş yavaş yavaş müdürlerin dikkatini<br />

çekmeye başlamıştı. Haftalık toplantıda işlerin tıkandığı<br />

noktalar hep kendisinin yapması gereken pozisyonlarda<br />

ortaya çıkıyordu. Ah şu borsa bir pat lasa<br />

yine, hem müşterilerin parasını geri koyacak hem<br />

de bu ruhsuz dünyayı bırakıp kendi hayatını arayacaktı.<br />

Camin içindeki fıstıkları da halen duruyordu.Annesine<br />

‘Artık yeter bu kadar başkasının<br />

ekmek kapısında çalışmak, biraz da kendim patron


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

olayım’ diyecekti. Patron olma merakı yoktu artık<br />

ama annesinin hayalleri devam etsin, konuya komşuya<br />

anlatacak birseyleri olsun diye, tatlılık olsun<br />

diye öyle diyecekti. Konuyu yine evlilik işine getirecekti<br />

annesi ‘sana bir kız buldum ama bak bu kız<br />

bir başka’ diyecekti her zaman ki gibi.<br />

Güneşe doğru gitmek istiyorum anne<br />

demek istedi bir kaç kere. Ama annesini küçük dünyasında<br />

mutsuz etmek istemedi. Kendi hayalleri ile<br />

annesinin hayallerinde gitti geldi hayatı, güneş<br />

yoktu o hayallerde, başarı vardı, para vardı. Rüyasına<br />

giriyordu sincabı, güneşe git diyordu. Şu borsa<br />

bir yükselse... Hoşuna gitti, kulağına tatlı geldi güneşe<br />

gitmek, öylece direk havaalanına gitmek istedi,<br />

bilet bölümüne gidip uçak bileti almak istiyorum<br />

diyecekti,<br />

‘Nereye beyefendi’ diye soracaklardı,<br />

‘Güneşe diyecekti, güneşe gitmek istiyorum’<br />

tatlı tatlı gülecekti sarışın bilet satan kız. Annesinin<br />

bulduğu kıza benziyor mu acaba diye düşünecekti<br />

tabii.<br />

‘Ne zamandır kimse sormamıştı, dur bir sorayım<br />

nasıl veriyorduk bileti’ diyip içeri gidecekti.<br />

Gülümsedi hayalini bile mantıksızca hayal edemiyordu,<br />

örneğin ne olurdu sarışın bilet satan kız içeri<br />

gidip sormadan ‘tabii efendim bir saniye’ diyip biletini<br />

uzatıverse. Yok ama öyle hayal kuramıyordu<br />

işte, hayalsiz kalmıştı yıllardır, geride kalanlarla<br />

ancak bu kadarını hayal edebiliyordu.<br />

Neyse sonra kız içeriden gelecek biletini<br />

uzatacak, çapkın çapkın gülümseyerek ‘Güneşe<br />

selam söyleyin’ diyecekti kırmızı rujlu dudaklarıyla<br />

öpücük yollarcasına.<br />

Borsayı geride bırakacaktı, müdürün yaptığı<br />

basit şakalara kahkahalarla gülen arkadaşlarını<br />

hiç özlemeyecekti. Şu borsa bir yükselse... Annesi<br />

çok üzülecekti. Oyma işi yapan dedesini ise hiç düşünmek<br />

istemedi.<br />

45<br />

Rafat usta müşterilerle meşgulken eliyle kapının<br />

üzerine oyulmuş ağaç üstündeki hayvan figürlerine<br />

dokundu. Detaylar büyük sabırla çalışılmıştı..<br />

Kapı çok güzel diye düşündü, alsa nereye götürecekti,<br />

nasıl götürecekti, kalın sert bir ağaçtan yapılmıştı.<br />

Eliyle asma yapraklarına dokundu, yumuşacıktı<br />

sanki, dedesinin yanındayken duyduğu ağaç kokusunu<br />

duydu yine. Rölyef boyunca yukarıya doğru<br />

elini gezdirdigi sırada arkadaşı onu bırakmış bir<br />

Amerikalıyla ilgilenmeye başlamıştı, hararetli hararetli<br />

pazarlık ediyorlardı.<br />

Rahmetli dedesiyle ne eğlenirdi ağaç oyarken.<br />

Dal boyunca elini gezdirmeye devam etti, diğer<br />

ucuna gelince birden dondu kaldı, eli buz gibi oldu,<br />

bazı oyuklara kumlar dolmuştu, eliyle temizledi<br />

çabuk çabuk, içi ürperdi çöl sıcagında dalın ucundaki<br />

sincap kabartmasına bakarken. Aynı iş yerinde<br />

kendisine bakan kırmızımsı sincap gibi arka ayaklarının<br />

ucunda kalkmış, kuyrugu yanda, kıpırdamadan<br />

duruyor ve kendisine bakıyordu. Yutkundu. Uzanıp<br />

dokundu, elinin altında sincabın minik tahtadan<br />

ellerini hissetti. Amerikalı kapıyı aldığından memnun,<br />

arkadaşı yaşlı usta da iyi bir fiyata sattığından<br />

memnun kapıyı arabaya yukluyorlardı. Elini kapının<br />

üstündeki kabartma sincabın üstünden çekemiyordu.<br />

Diğer elini çantasına atıp ilk oyuncağı olan<br />

dedesinin yaptığı sincabı buldu, yanyana getirdi, elleri<br />

titredi, aynı duruş, aynı yanda kuyruk...<br />

‘Dede’...gözleri doldu. Çile sıcağıyla birşeyler geliyor<br />

mu demişti ne demişti bu şifacı kadın o gün.<br />

Arkada bekleyen taksinin şöförünün sesiyle<br />

irkildi. ‘Saat 2 oldu, kum fırtınası geliyor’ dedi.<br />

Unutmuştu randevusunu, arsa alacağı birisiyle görüşecekti,<br />

rüzgar artmış, kum iyice kalkmıştı. Etraftaki<br />

kalabalık hareketlenmiş yerli halktan herkes<br />

sakin hareketlerle başına uzunca bir beyaz bir bez<br />

sarmaya çalışıyordu. İleri geri panik halinde koşup<br />

arabalara binmeye çalışanlar sadece turistlerdi. Etrafı<br />

seçemiyordu artık, kum fırtınası yoğunlaşmış<br />

güneşi kapatmaya başlamıştı. İlk geldiği yıl çok<br />

korkmuştu kum fırtınasından ama artık buradaki hayatının<br />

bir parçası olmuştu. Çöle has o tuhaf uğultuyla<br />

taksiye doğru sakince ilerlerken başını öne<br />

eğip yüzünü kumdan korumaya çalıştı ama nafile.<br />

Güneş artık havadaki kumdan görünmez olmuş,<br />

etraf iyice kararmıştı. Avucundaki sincabı sıkıca tutarak<br />

taksiye bindi kumlu acıyan gözlerle.<br />

‘Nereye?’ dedi taksici<br />

‘Güneşe’ dedi... ’doğru güneşe.’<br />

Köln, 13.12.2015


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Abdulkadir BAŞ<br />

GERİDE KALANLAR<br />

Dolunayda adım adım,sokakları arşınladım,<br />

Asırlardır ziya saçan mabedlerde sabahladım,<br />

Bu şehrin her köşesinde, kavgamdan hatıralar var,<br />

Yalnız kalmış olsam bile, yüreğimde o sevdalar.<br />

Akıl tutulmalarına saplanıyor bedenim,<br />

Akıntıya karşı yüzen ,sanki bir sal gibiyim,<br />

Tutup da ellerimden çeken yok mu karaya?<br />

Ahde vefa beklerdim , onca pak hatıraya.<br />

Gidenlerin ardından, ancak safa dizildik,<br />

Boynu bükük garipleri nasıl teselli ettik,<br />

Bir kutlu sevda için serdengeçen pusatlı,<br />

Yine doğru bil bizi, kavlimizden dönmedik!<br />

Helal et hakkını , bize şefaat eyle,<br />

Bıraktığın gibiyiz, şimdi yaban ellerde,<br />

Koyu gri yıllardan kurumuş bir gül kaldı,<br />

Kafeste açan umut , tel örgüye takıldı.<br />

Ayın şavkı vurunca, gölge gibi uzanan,<br />

Kaybolan yıllar değil, hüzündür arda kalan,<br />

Yüce dağ başında, yürekleri donduran,<br />

Koskoca bir vatandır, çığ altında saplanan,<br />

46


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

Murat AYBİRDİ<br />

GURBET<br />

AKŞAMLARI<br />

Hatçe Ana, sabah ezanıyla uyanıp dışarı<br />

çıktı. Köyden yükselen tütsü kokusunu kesik kesik<br />

öksürüklerle içine çekti. Ağır adımlarla kümese<br />

doğru yönelip tavukları kontrol etti. Sabah rüzgarının<br />

ürperten serinliğine aldırmadan bir süre kümesin<br />

çevresinde dolandı. Uzaklarda bir yerlerde acı<br />

acı havlayan köpeklerin sesine kulak verip ne olduğunu<br />

anlamaya çalıştı. Bu sabah sanki köy, her zamankinden<br />

daha kasvetliydi. Ağır adımlarla içerinin<br />

yolunu tuttu ve abdest alıp Yaradan’a yöneldi.<br />

Namazı bittiğinde nasırlaşmış ellerini dua için açtı.<br />

Kısık bir sesle dakikalarca dua etti. Güneş, yaramaz<br />

bir çocuk sevecenliği ile görünmeye başlayınca<br />

usulca yerinden doğrulup Ali’nin kahvaltısını hazırlamaya<br />

başladı. Ali’yi, bu zalim hayattaki tek dayanağını,<br />

bugün Almanya’ya uğurlayacaktı. Yanardağa<br />

dönüşen yüreğindeki ateş, nefesini kesiyor;<br />

gırtlağındaki düğüm onu soluksuz bırakıyordu.<br />

Yağmur yüklü bulut hüznü çöken bakışları, etrafı<br />

anlamsızca süzdü. Yılların eskitemediği Hatçe<br />

Kadın, nedense bugün kendini öksüz bir çocuk gibi<br />

hissediyordu. Nedense titrekti bakışları, bir maratonu<br />

soluksuz bitiren yarışçıdan farklıydı kalp atışları.<br />

-Varsın birimiz, bin olmasın. Varsın toprak<br />

kokan ellerimiz, günden güne nasırlaşsın. Hem huzurumuz<br />

yerinde, canımız sağ değil mi? Ben, sen olmadıktan<br />

sonra parayı pulu ne’deyim?<br />

47<br />

Hatçe Ana’nın kendi kendisiyle konuştuğu<br />

da hiç görülen şey değildi. Yaşlı gövdesini taşımaya<br />

çalışan kader yorgunu bacaklarının sızlanmasına<br />

aldırmadan ve kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle<br />

doğruldu. Şimdi Ali’yi kaldırmalı ve onunla<br />

geçecek şu birkaç saate koca bir ömür sığdırmalıydı.<br />

Ali, uyuyor görünse de aslında sabaha<br />

kadar gözünü kırpmamıştı. Çocukluğunu, gençliğini<br />

yaşadığı bu köyden ayrılacak olmasına mı,<br />

yoksa garip anasını hepten garip bırakmasına mı<br />

yansındı? Mutfaktan gelen taze ekmek kokusu, çaydanlığın<br />

fokurtusu ve Hatçe Ana’nın iniltisi eşliğinde<br />

dalıp çok uzaklara gitti. Kaşla göz arasında<br />

ruhu mazinin sisli sayfalarında dolaşmaya başlamıştı<br />

bile. İşte yine Kezban Kız’la her zamanki<br />

yerde, Kınalıtepe’de, o koca çınarın altında beraberlerdi.<br />

Kezban Kız’a gözyaşıyla yıkanan ve Anadolu’nun<br />

yanık sıcaklığını yansıtan türküler söylüyor,<br />

onun pamuk saçlarını avuçlayıp kokluyordu.<br />

Ona bir kara kış günü nasıl sevdalandığını, onu bu<br />

dünyadaki her şeyden çok sevdiğini anlatıyordu.<br />

Aylardan mart, günlerden mutluluktu. Ağaçlar çiçeğe<br />

durmanın telaşını yaşarken güneş neşeli bakışlarla<br />

genç aşıkları selamlıyordu. Birden her yer<br />

bir karanlığa büründü sanki. Kınalıtepe’ye çöreklenen<br />

kara kara bulutlar, adeta öfke kusuyor, yıldırımlar<br />

Kınalıtepe’yi dövüyordu. Kezban Kız çığlık<br />

çığlığaydı. Bir mahşer yerini andıran köyden hıçkırıklar<br />

yükseliyor ya da Ali öyle zannediyordu.<br />

İnsanlar, toprak damlı evlerin kör pencerelerinden<br />

bu hazin manzarayı ürkek bakışlarla seyrediyorlardı.<br />

Oysa köy ne mahşer yerine dönmüştü ne de köyden<br />

yükselen hıçkırıklar vardı. Ali, düğün alayını<br />

cenaze alayı; beyaz gelinlik içindeki Kezban Kız’ı


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

da kefene bürünmüş bir ak güvercin zannediyordu.<br />

Kim bilir belki de ölen, yıllarca beslediği sevdasıydı,<br />

sevdalısıydı. Sahi bir sevda bu kadar çabuk ölebilir<br />

miydi ya da bir sevgi bu kadar kolay tüketilebilir<br />

miydi? Yüreklere atılan sevgi tohumları bu<br />

kadar çabuk mu çürürdü? Ali’nin buğulu bakışları,<br />

toprak damlı evin tahta döşemeli tavanına demirlenmişti.<br />

Kırgındı, kaygılıydı ve küskündü hayata.<br />

O, okşamaya, koklamaya kıyamadığı<br />

beyaz güvercin, nasıl olduysa yad ellere gelin gitmişti.<br />

Ömer Efendi, zengin birini bulunca bu fırsat<br />

kaçmaz deyip Kezban Kız’ın yüreğine dağ, sevdasına<br />

kelepçe vurmuş, onu gözü yaşlı da olsa gelin etmişti.<br />

Ali, işte o gün bu köye onu bağlayacak hiçbir<br />

şeyin kalmadığını anlamış, köyden uzaklaşmak<br />

için çareler arar olmuştu. Almanya’ya işçi alımını<br />

duyunca da kararını hemen vermişti. Bulanık bir<br />

hayal deryasından sıyrılmamanın telaşıyla ya<br />

anam, diye geçirdi içinden. Anam, bu ayrılığın yükünü<br />

ne kadar çeker? Yoksa kalsa mıydı, hayata bıraktığı<br />

yerden yeni ümitlerle başlasa mıydı? Yok<br />

yok böylesi daha iyiydi. Hem bir süre uzaklaşmalı<br />

buralardan, bu yürek yangınını yad ellerde dindirmeli.<br />

Hatçe Ana, sobaya bir şiş sokmuş, amaçsızca<br />

sobayı karıştırıyor, gözünden yanaklarına süzülen<br />

yaşlara aldırmadan bakışlarını bir noktaya sabitlemiş,<br />

boğazına düğümlenen hıçkırıktan kurtulmaya<br />

çalışıyordu. Başında hala sabah namazından<br />

kalma namaz örtüsü vardı. Gözünden süzülen inci<br />

taneleri, sobadan dökülen kızgın küllerin üzerine cızırtıyla<br />

akıyor, Hatçe Ana’nın gözleri buğulanıyordu.<br />

Yüreği bu ayrılığa nasıl dayanacaktı? Sonra o<br />

dilini, dinini bilmediği, “ha!” değince imdadına yetemeyeceği<br />

diyarlarda Ali ne ederdi? Kazaya bile<br />

arada bir giden Ali’nin gurbet ellerde bu acımasız<br />

hayatla nasıl baş edeceğini düşündükçe gırtlağındaki<br />

düğüm onu daha bir nefessiz bırakıyordu. Gurbetin<br />

ülke sınırları dışında başladığını Hatçe Ana<br />

çok iyi biliyordu. Gurbet altı harflik bir sözcük değildi<br />

onun lügatinde. Gurbet, dilinin sıcaklığını hissedememek,<br />

ezan sesiyle ruhunu dindirememekti,<br />

Gurbet, kalabalıklar içinde, bataklığa gömülmüş<br />

yalnız bir ağaç hüznüyle yaşamaktı.<br />

Ali, ruhunu esir alan hayal âleminden sıyrılıp<br />

kendini dışarı attı. Rengârek çiçeklerin süslediği<br />

bahçeye taze bir bahar kokusu yayılmıştı.<br />

Derin bir nefes alıp bahçedeki kuyuya kovayı daldırdı.<br />

Berrak suda bir müddet kendini seyrettikten<br />

sonra avuç avuç su alarak yüzündeki geceden kalan<br />

sersemliği dağıtmayı denedi. Olmuyordu işte, ne<br />

yapsa ruhundaki yorgunluğu, sersemliği yok edemiyordu.<br />

48<br />

Kahvaltıda ne Hatçe Ana konuşuyor ne de<br />

Ali’nin ağzını bıçak açıyordu. Birden Hatçe Ana,<br />

boğuk bir sesle “Gitme oğul!” deyinceye kadar metanetini<br />

koruyan Ali, anasının ayaz yemiş ellerine<br />

sarıldı ve onun o toprak kokan göğsüne başını dayayıp<br />

öylece kalakaldı. Zaman durmuş, bakışlara<br />

kilit vurulmuştu işte. Hatçe Kadın, Ali’nin kararlılığını<br />

bildiğinden olsa gerek daha da bir şeyler söyleyemedi.<br />

Göstermelik bir kahvaltıdan sonra nihayet<br />

yolculuk saati gelmişti. Ali, yitik sevdasını ve<br />

garip anasını geride bırakıp köy arabasına binmişti.<br />

Yaşlı köy arabasının gök gürültüsünü andıran sesine<br />

aldırmadan ve ne olduğunu anlamadan kendisini<br />

kasabada buldu. Kazada kendisini bekleyen<br />

grupla önce otobüsle İstanbul’a, oradan da uçakla<br />

Almanya’ya vardı.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

EDEBİYAT<br />

Bir ayakkabı fabrikasında işe başlayalı bir<br />

ay olmuştu. Köyde akıp geçen zaman, bu gurbet<br />

elde ıssız bir adaya demir atmış gemi gibi adeta yerinden<br />

kımıldamıyordu. İnsanların konuştukları<br />

dilde kendi dilinin tadını, ana sıcaklığını duyamayan<br />

Ali, sanki hem kendinden hem de çevresindekilerden<br />

uzaklaşıyor, belki de kaçıyordu. Artık<br />

güneş bile farklı doğup farklı batıyordu. Üstelik<br />

artık uyanırken ne horoz sesi duyuyor ne de köyünün<br />

dağ havasıyla ciğerlerini doldurabiliyordu.<br />

Hele o her okunduğunda huzur bulduğu ezan sesine<br />

hasret kalışına ne demeliydi? Susuyordu sürekli,<br />

inadına susuyordu. Çok para kazanıp köye “Alamancı”<br />

olarak dönecekti belki ama ne hikmetse şu<br />

zaman, bir türlü geçmiyordu işte. Kezban Kız ise<br />

içerisinde hala kanayan bir yara olarak tazeliğini<br />

koruyordu. Ya anası? Onu aklından bir an olsun çıkaramıyor,<br />

hep yanı başında hissediyordu. Onun<br />

namazda kendisine dualar ettiğini duyar gibi oluyordu.<br />

Sokaklardan el ayak çekildiğinde hızlı<br />

adımlarla evinin yolunu tutuyor, içeri girer girmez<br />

kadife kaplı çekyata yüzükoyun uzanarak köy akşamlarının<br />

hayaliyle bir süre öylece kalıyordu. Dilini,<br />

dinini, örf ve adetlerini bilmediği insanlar arasında<br />

ne kadar da yalnız ve çaresizdi. Gurbetin<br />

ağırlığını ayaz yemiş bedeni kaldırabilecek miydi?<br />

Daha ne kadar dayanacaktı bu ayrılığa? Yerinden<br />

doğrulup banyoya yöneldi. Aynaya bakmaktan korkarcasına<br />

başını aşağı eğip elini, yüzünü yıkadı.<br />

Sonra balkona çıkıp şehrin üzerine siyah bir tül gibi<br />

çöken akşamın serinliğini içine çekti. İçi ürpermişti.<br />

Şimdi şuracıkta deliler gibi bağırsa, memleketten<br />

bir türkü tuttursa ne derlerdi ona?<br />

49<br />

Önceleri kimseyle konuşmayan, hatta konuşmaya<br />

çekinen Ali, bir müddet sonra derdini anlatabilecek<br />

kadar da Almanca öğrenmeye başladığında<br />

Hans adındaki bir Alman’la sıcak bir dostluk<br />

kurmuştu. Dilini, dinini, kültürünü bilmediği bir ülkede<br />

biriyle bu kadar samimi olmasına zaman<br />

zaman kendisi de bir anlam veremiyordu. Şunu<br />

artık iyi biliyordu ki dostluğun ve arkadaşlığın dili,<br />

dini yoktu. İnsan vardı sadece, birbirini karşılıksız<br />

seven ve birbirini renginden, ırkından dolayı ötekileştirmeyen<br />

insan… Üstelik öyle olmasaydı<br />

Hans’la bu kadar samimi olabilir miydi? Hans’la samimi<br />

olmasa yalnızlığını bu kadar kolay dindirebilir<br />

miydi?<br />

Ali, zaman geçtikçe kendini daha da rahatlamış<br />

ve bu ülkeye alışmış hissediyordu. Ayrıca ilk<br />

başlarda beynine paslı bir hançer gibi işleyen çan<br />

sesleri artık onu rahatsız etmiyor, fırsat buldukça<br />

bu koca şehri keşfetmek için saatlerce dolaşıyordu.<br />

Farklı dile, farklı dine sahip insanların arasında rotası<br />

belli olmayan bir gemi gibi yalpalaya yalpalaya<br />

yürüyor, geç saatlerde evinin yolunu tutuyordu.<br />

Yoksa gittikçe kendisi de farklılaşıyor muydu? O,<br />

Anadolu’nun bağrından kopup gelen, elleri nasırlı,<br />

yüreği yanık Ali’ye bir haller mi olmuştu?<br />

O gün işten erken çıkmıştı ve biraz dalgındı.<br />

Bir müddet, serseri adımlarla Hamburg’un<br />

çorba kokan kalabalık caddelerinde dolaştı. Bir kebapçıya<br />

gidip bir şeyler yemeyi düşünde, sonra vazgeçti.<br />

Az sonra başlayan yağmur, köyünün yağmurlarına<br />

pek benzemese de sonuçta yağmurdu<br />

işte. İnsan da böyle değil miydi? Rengi, dili, kültürü<br />

farklı da olsa hepsi aynı geminin yolcusu değil<br />

miydi zaten? Yağmurdan kaçanlara baktı, kim bilir<br />

onlar ne maceralarla yüklülerdi? Kendisi de kalabalığa<br />

karışıp nereye gittiğini bilmeden uzunca bir<br />

süre yürüdü. Artık bu kalabalığın, bu ülkenin ve bu<br />

dünyanın ayrılmaz bir parçası olduğunu iyi biliyordu.<br />

Küçük bir tohum olarak dünyaya atılıp oraya<br />

kök salan bir koca çınardı o. Ne yazık ki bu koca çınarın<br />

kökünün dallarına sözü geçmiyordu artık. Kökünden,<br />

benliğinden, Türklüğünden gittikçe uzaklaşıyordu<br />

işte. Hem Türkçe konuşamamak da o<br />

kadar rahatsız etmiyordu onu.<br />

Gün ikindiyi vurduğunda Hatçe Ana, bacağındaki<br />

ağrılardan olacak sızlanarak doğruldu.<br />

Ali’nin hatıraları saklı bahçeyi birkaç adımda tüketti<br />

ve incir ağacının serin gölgesine çömeldi. Başındaki<br />

oyalı yazmanın ucuyla alnındaki teri sildi.<br />

Karşı dağların tepelerinde beyaz bir tülü andıran<br />

kar yığınları vardı. Gözünü bir an kızıllaşmaya başlamış<br />

ufuklardan alamadı. Karşı dağlar yanıyordu<br />

sanki. Oysa yanan karşıki dağlar değil onun yüreğiydi;<br />

çünkü içerisinde koca bir alev vardı. Bu alev<br />

onu içten içe yakıyor, nefesini kesiyor ve onu soluksuz<br />

bırakıyordu.


EDEBİYAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Az sonra muhtar elinde beyaz bir zarfla göründü.<br />

Muhtarı karşılamak için kalkmaya yeltendi;<br />

ama başarılı olamadı.<br />

-Ne ediveriyon Hatçe Ana?<br />

-Ne edivereyin oğul, yaşlılık, yuvarlanıp<br />

gedeyoz işte.<br />

-Gözün aydın, Ali’den mektup var.<br />

-Mektup mu?<br />

-He ya, mektup...<br />

Hatçe Ana’da bir durgunluk…Muhtar,<br />

zarfı açıp “Garip Anam” diye başlayan mektubu<br />

okumaya başlayınca Hatçe Ana’nın donuk gözlerindeki<br />

bulutlar, yağmur olup boşaldı. Yüreğindeki<br />

koru Erciyes’in karı bile söndüremeyecek haldeydi.<br />

Mektubu alıp kokladı ve göğsüne Ali’yi basarmışçasına<br />

öylece yüreğine bastı. Gözlerini sararan<br />

ufuklara dikerek koca bir dağı sırtlamışçasına iniltiyle<br />

ve hıçkırarak dakikalarca ağladı, ağladı.<br />

Sonra bir çağlayana dönüştü gözyaşları say ki sıladan<br />

gurbete doğru aktı, aktı.<br />

O gece ne yaptıysa uyuyamadı Ali. Önce<br />

sağ tarafına yatmayı denedi, olmayınca sol tarafına<br />

döndü. Sırt üstü yatıp içeri sızan loş ışığı seyre koyuldu.<br />

Başucundaki su bardağına uzanıp sudan bir<br />

yudum aldı. Su, çok sıcaktı. Derin bir nefesle uyumak<br />

için tekrar yeltendi. Henüz yenilmiş ve yenilgiyi<br />

kabullenememiş bir güreşçi hırçınlığıyla yorganı<br />

başına çekti. Yorgan sanki nemliydi. Havasızlığa<br />

daha fazla dayanamadı, yorganı üzerinden attı.<br />

Bir gurbet gecesinin kasaveti çökmüştü tüm odaya.<br />

Üstelik bu kasaveti içeri sızan loş ışık bile yok edemiyordu.<br />

Gün ışıdığında o hala uyumak için mücadele<br />

veriyordu. İçerisi yarı aydınlıktı; perdeler,<br />

içeri sızmaya çalışan güneşe geçit vermemek için<br />

çabalıyorlardı sanki. Savaştan mağlup ayrılan bir<br />

asker ürkekliğiyle doğruldu, gözlerini ovuşturup<br />

bir süre esnedi. Yıkanıp kahvaltıya oturdu. Kahvaltı<br />

masasının üzerindeki tabakların birinde dünden<br />

kalan üç beş zeytin, az ötede birkaç dilim ekmek ve<br />

50<br />

köy peynirine hiç benzemeyen; ama peynir denilebilecek<br />

türden bir şeyler vardı. Bir bardak çay içtikten<br />

ve birkaç zeytin yedikten sonra işte kahvaltı bitmişti.<br />

İşe geldiğinde Ali’yi Hans’ın sıcak bakışları<br />

karşıladı. Hans, Ali’den öğrenebildiği kadar ve<br />

aslında bozuk sayılabilecek bir Türkçeyle “ Gunaydin,<br />

dostum. ne yapıyor sen?” deyince bedeninde<br />

bir sıcaklık hissetti. Evet, bu doğruydu. Hans,<br />

onun en yakın arkadaşı, dert ortağı ve dostuydu. Ne<br />

yazık ki Hans gibilerin sayısı çok değildi. O da olmasa<br />

zaten bu garip diyarda hepten yalnızlığa gömülecekti.<br />

Hans, ne olduğunu anlamadan kendini<br />

Ali’nin kolları arasında bulmuştu. Ali, onu sıkı sıkı<br />

sarıyor ve içinden “ Arkadaşlığın, dostluğun dili<br />

bir; sevginin dili hep aynı.” diye söyleniyordu. Uykusuz<br />

geçen bir gecenin ardından başlayan gün,<br />

neyse ki çok güzel geçmişti. Ali, iş çıkışı Hans’la<br />

bir Türk lokantasına gidip döner yemiş ve sonrasında<br />

yine bir Türk çay ocağında tavşan kanı birkaç<br />

bardak çay içmiş, günü bir Alman mağazasında<br />

alışveriş yaparak noktalamıştı. Hans’tan ayrılıp da<br />

eve geldiğinde saat 22.00 civarındaydı. Dilinde sebebini<br />

anlamadığı bir türküyle yatağına uzandı.<br />

Gözleri titriyor, kırık dökük bakışları tavanı dövüyordu.<br />

hey!<br />

Allı turnam, bizim ele varırsan,<br />

Şeker söyle kaymak söyle, bal söyle,<br />

Oy, gülüm gülüm!<br />

Kırıldı kolum, tutmuyor elim, turnalar<br />

Allı turna…<br />

Dudaklarında yarım kalan mısralar, az<br />

sonra yerini iç çekişlere bıraktı. Tavana çivilenen<br />

bakışları usulca yana kaydı, gözlerinden dökülen<br />

mercan parçaları, yastıkta garip çizgilere dönüşmüş,<br />

soluk alıp verişi de başkalaşmıştı. Kendini<br />

gurbet akşamlarının buruluğuna bırakıp çoktan<br />

memleketinin sıcaklığında dolaşmaya başlamıştı<br />

bile.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KÜLTÜR<br />

Behruz HAKKI<br />

KARAGÖZ VE HACİVAT<br />

ALMANYA’DA<br />

Almanya'daki tek gölge oyunu ustamız<br />

Ali Köken 22 yıldır Köln'de perde kurup oynattığı<br />

Karagöz ve Hacivat sanatını gelecek nesillere<br />

aktarıyor. Oğlunu da karagöz Hacivat ustası<br />

olarak yetiştiren Köken, Almanca olarak da oynattığı<br />

bu gölge oyununa Almanların da ilgisinin<br />

büyük olduğunu belirtiyor.<br />

Almanya'nın Köln kentinde yaşayan Ali<br />

Köken, 55 yıldır Almanya'da yaşayan ve bu ülkeye<br />

uyum sağlamakta zorlanan bir toplumun komik<br />

yönlerini, saçmalıklarını, Alman ve Türk toplumunun<br />

entegrasyona karşı duruşuna bir başka açıdan<br />

bakıp 22 yıldır Karagöz Hacivat tarzı ile olayları yorumluyor.<br />

Ali Köken bu kadarıyla da yetinmeyip<br />

Türkiye'de bile yeterince usta yetişmezken Avrupa'nın<br />

ortasında 25 yaşındaki oğlu Erkan Kökeni<br />

Hacivat Karagöz ustası olarak yetiştirmiş. Erkan<br />

51<br />

Köken babasıyla birlikte bu gölge oyununu sadece<br />

oynatmakla kalmamış, bir de Almanca'ya uyarlamış.<br />

Almanlar kendilerini buluyorlar<br />

1982 yılında Türkiye'deyken tanıştığı Mustafa<br />

Mert isimli Karagöz ustasının<br />

yanında çıraklık yaparak<br />

başlayan Ali Köken, bugüne<br />

kadar Avrupa'da yüzlerce<br />

gösteriye imza atmış. Ali<br />

Köken kendi uyarlamasıyla<br />

Almanların da kendilerini bu<br />

gölge oyununun içinde bulduklarını<br />

belirtiyor. Almanların<br />

Karagöz'e ilgisinin çok<br />

fazla olduğunu ve bu yüzden<br />

Almanca Karagöz oynattığını<br />

söylüyor. Kendi yazdığı<br />

oyunların içine Almanların da<br />

karakterlerini yerleştirmiş.<br />

Çok ilginçtir ki ilk kez Karagöz<br />

Hacivat oyunlarını kitaplaştıran<br />

da bir Alman, ve bu kişinin ismi Helmut Ritter.<br />

Ona göre; burada Hacivat- Karagöz’ün 100 yılı<br />

aşkın bir geçmişi var. Ali Köken, Almanca Hacivat-<br />

Karagöz oyunlarıyla ilgili olarak sohbetimizde<br />

önemli bir noktaya dikkat çekiyor:„Gölge<br />

oyunu olduğu için Almanlar Hacivat- Karagöz’ü siyah-<br />

beyaz sanıyorlar. Renkli olduğunu görünce şaşırıyorlar.<br />

O yüzden Hacivat- Karagöz oyunları<br />

büyük beğeni topluyor.”


KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Ali Köken'in, 25 yaşındaki hukuk fakültesi<br />

öğrencisi ve aynı zamanda tiyatro oyuncusu olan<br />

oğlu Erkan Köken de bu baba mesleğini gelecek nesillere<br />

aktarmak istiyor. 16 yaşından beri Hacivat<br />

ve Karagöz oynatan Erkan Köken, Almanların<br />

ünlü Kasperle kukla oyunu ile Hacivat Karagöz'ün<br />

birbirine benzer yönleri<br />

olduğunu dile getirerek<br />

şöyle konuştu:<br />

“9 yıldır tiyatro oynuyorum<br />

ve 5 yıldır karagöz<br />

Hacivatla uğraşıyorum.<br />

Ondan önce<br />

de çırak olarak uğraştım,<br />

şimdi ise kendi hikayelerimi<br />

yazıyorum,<br />

kendi Karagöz<br />

Hacivatımı çiziyorum,<br />

artık babamla beraber<br />

geziyoruz. Almanların<br />

Kasperle tiyatrosu<br />

diye bir tiyatrosu<br />

var, el kuklaları<br />

bunlar. Biz Almanların<br />

önünde ilk kez Karagöz Hacivat oynadığımızda<br />

herkes bu oyunu Kasperle'ye çok benzetti.<br />

Kasperle de Karagöz Hacivat'da biraz<br />

deli diyelim çok ama kalbi açık insanlar, herkesle<br />

arkadaşlık kurmaya çalışıyorlar, herkese<br />

zaman ayırmak istiyorlar. Gelecekte Kasperle<br />

ile Karagöz Hacivatı buluşturmak amacıyla.<br />

Yeni oyunlar yazıyoruz”<br />

Köln Üniversitesi'nde<br />

bölümü kuruldu<br />

Gelecekte bu bayrağı<br />

oğlu devralacak<br />

52<br />

Köln üniversitesi Tiyatro Bilimi ve koleksiyon<br />

Müzesinde Karagöz sanatı, tanıtım ve<br />

öğretim görevlisi olarak görev alan Köken,<br />

birçok Avrupa ülkesinden televizyon kanalı<br />

ve organizasyondan davet aldıklarını anlatıyor.<br />

Ülkemizde bu konuda bir kültür politikası<br />

oluşması ve ustaların yetiştirilmesi konusunda<br />

hassasiyet bekliyor. Köken, “Gösterimlerimizde<br />

inanın salon dolup taşıyor ancak<br />

bizim insanımız sahip çıkmıyor, kendi izlemiyor,<br />

çocuğuna izlettiriyor. Ama onlar merak ediyor, izliyor,<br />

araştırıyor" dedi. "Karagöz'ün çok güçlü bir<br />

yapısı var. Karagöz çocuğun içindeki muzir yana<br />

sesleniyor, Hacivat ise doğru olanı temsil eden ebeveyn<br />

karakteri. Her ne kadar bir çocuk oyunu olmasa<br />

da tüm dünyada çocuklar Karagöz'ü seviyor,<br />

çünkü Karagöz, çocuk yanı temsil ediyor" diyor.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KÜLTÜR<br />

ALMANYADA'Kİ TEK<br />

KARAGÖZ-HACİVAT SANATÇIMIZ<br />

ALİ KÖKEN İLE KONUŞTUK<br />

Ali Bey, yaklaşık 20 yıldır bir Türk sanatı<br />

olan gölge oyunu Karagöz-Hacivat’ı oyununu<br />

Alman toplumuna aktarıyordunuz. Peki, bu ilgi<br />

sizde ne zaman başladı?<br />

Biraz eskilere gitmek lazım. 1983 yılında<br />

Afyonkarahisar’da Mustafa Mert isimli Karagöz ustasıyla<br />

tanıştım. Ondan önce Karagöz öğrendim.<br />

‘Öğrenin sonra unutun’ diye bir söz vardır. İşte öyle<br />

bir durum. Sonra Almanya’ya geldim. Tiyatro okuluna<br />

gittim. Friedrich Gut isimli bir Alman kuklacı ile<br />

tanıştım. Karagöz oyununu çok seven bir insan. Türkiye’ye<br />

bu oyunu öğrenmek için gitmiş. Kendisi de<br />

oynatmış. Bana ‘Karagöz’ü Almanya’da yaşatacak<br />

bir insan lazım’ dedi. Ona ‘Ben biliyorum’ dedim.<br />

Bu işi mutlaka yapmamı tavsiye etti. Gölge oyununun<br />

Almanya’daki altyapısını araştırdım. Mesela,<br />

Karagöz’ün ilk kitabını bir Alman yazmış.<br />

Peki, Karagöz’ü Almanya’da yaşatma<br />

sizde fikri nasıl oluştu? Yalnızca bir tavsiye üzerine<br />

mi..<br />

Evet, biraz öyle oldu. Almanya’da bir tarihçesi<br />

olduğunu öğrenmem beni teşvik etti. Mevcut altyapı<br />

üzerine yoğunlaşabileceğimi fark ettim. Karagöz<br />

üzerine gerek şarkiyatcıların gerek sanatçıların<br />

yaptığı araştırmalar yoluma ışık tuttu. Halbuki bizde<br />

Karagöz sözlü ve nakile dayalı bir sanat olarak anlaşılmış.<br />

Oyun metinleri ve figürler piyasada yok. Bunların<br />

çoğuna Almanca kaynaklardan ulaştım. Öyle<br />

olunca kendim yeni tasvirler yaptım. Zaten her usta<br />

da kendine ait bir Karagöz çıkarmış. Bu tasvirleri<br />

kendim işledim ve yeniden oyunlar yazdım.<br />

Ben de bu noktaya gelmek istiyordum.<br />

Ülke değiştirmekle beraber algı ve anlayışlarımız<br />

da değişiyor. Siz bu Türk gölge oyununu Alman izleyiciye<br />

sunarken nasıl bir zorlukla karşılaştınız?<br />

53<br />

1994-1999 arasında beş yıl boyunca buradaki<br />

Türk toplumuna yönelik çalışmaya başladım.<br />

‘Kanakça’ denilen dil yapısına göre oyunlar geliştirdim.<br />

Çünkü toplum yapımız ve yaşayışımız Türkiye’den<br />

farklı. İlk kuşaklar Almanca’yı Türkçe vurguyla<br />

konuştular. Genç kuşaklar Almanca kelimeler<br />

katarak Türkçe konuşuyorlardı. Yazdığım oyunlarda<br />

izleyici kendini buldu, kendi durumunu gülerek kanıksadı..<br />

Karagöz tam bir Anadolu kahramanı iken<br />

Hacivat bilgiç tavrıyla Almanca’yı konuşabilen bir<br />

tipe dönüştü. Aradaki kültürel çatışmayı ben perdeye<br />

yansıttım. Onları güldüren bir Karagöz-Hacivat<br />

yarattım kısaca.<br />

Alman kamuoyu ile buluşmanız nasıl<br />

oldu?<br />

Beş yıl sonra baktım ki Almanya’da çok<br />

güzel bir altyapı var. 1999 yılında ilk defa perde<br />

açtım Almanlara yönelik. İlgi arttıkça oyunları değiştirdim.<br />

Eklemeler çıkartmalar yaptım. Amacım<br />

Almanların sanatımıza olan ilgisini artırmak. Tabii<br />

kullanılan dil Almanca oldu mecburen. Yalnızca Karagöz-Hacivat<br />

olarak kalmadım, Alman figürleri de<br />

ilave ettim. Almanlar kendilerini perdede bulunca<br />

olay ilginç bir noktaya gitti.<br />

Kültürlerarası iletişi mi diyelim buna?<br />

Bir bakıma Almanların yoğun ilgisini tesbit<br />

ettim. Bu ilgiyi kalıcı hale getirebilir miyim? düşüncesi<br />

doğdu bende. Belediye ve Kültür Daireleri ile çalışmanın<br />

yollarını aradım. Okullarla çalışmaya başladım.<br />

Hatta birkaç üniversite ile irtibatımız oldu.<br />

Mesela 2008 yılında Berlin Üniversitesi’nde Karagöz<br />

-Hacivat üzerine bir doktora çalışması yapıldı.Arkasından<br />

2012 yılında Aachen Üniversitesi’nde<br />

bir master çalışması yapıldı.


KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Bahsettiğiniz ilmi çalışmaları yapanlar<br />

Türk gençleri mi, yoksa Almanlar mı?<br />

Genelde Almanlar. Karagöz sanatçısı olarak<br />

beni buluyorlar. Kültürel hafızamız kaybolmasın<br />

diyerek severek onlara yardımcı oluyorum. Arşivlere<br />

girmiş oluyoruz. Bunun yanında Köln’de kendi<br />

sahnemizi açmak istiyoruz. Perdemizi taşınabilecek<br />

her yere götürüyoruz. Hatta Kiliseler de bile programlar<br />

yaptım. Almanlar için Karagöz farklı bir olay.<br />

Onlarda gölge oyunu siyah/beyaz, bizde ise renkli.<br />

Alman ve Türk gölge oyunu arasındaki bu<br />

farkı nasıl değerlendirdiniz?<br />

Hannover’de Alman Gölge Tiyatrosu var.<br />

Oraya gittim, gördüm. Tasvirlerin hepsi siyah beyaz.<br />

Ben kendi tasvirimi işlemek ve kök boya ile renklendirmek<br />

için en az 15 gün çalışıyorum. Alman sanatkar<br />

onu gördüğü zaman hemen üzerindeki işçiliği ve<br />

çabayı hemen kavrıyor. Ama onlarınki de ayrı bir<br />

sanat. ( Sanatçımız yanında getirdiği ve kendi eseri<br />

olan Karagöz ve Hacivat figürlerini çantasından çıkarıyor.)<br />

Evet, bu gösterdiğiniz bu tasvirlere biraz aşinayım.<br />

Yıllar önce Köln’de düzenlenen bir ‘Türk-<br />

Alman Kültür Günü’ münasebetiyle Karagöz ustası<br />

Tacettin Diker ile tanışmıştım. Şimdi o olayı hatırladım..<br />

Rahmetli büyük bir ustaydı, ancak bu sanatı<br />

çocuk oyunu olarak yansıttı. Toplumumuz öyle algıladı.<br />

Halbuki Karagöz ciddi bir olaydır. Eleştirel bir<br />

sanatır ve insanlar her zaman bu eleştiriyi kaldıramıyorlar.<br />

Hele hele devlet kurumları bu tür eleştirilerden<br />

hoşlanmazlar. Hacivat oyunda devleti temsil<br />

eder ve kurnazdır. Karagöz halkı temsil eder, saftır<br />

ve ağzına geldiği gibi konuşur. Yapılan yanlışlara Karagöz<br />

tepki verir, o yanlışlığı Karagöz söyler, Sakınmaz.<br />

O yüzden zaman zaman kısıtlama getirilmiştir.<br />

Bir çok yerde engellenmiştir. Örneğin 1980 askeri<br />

darbesinden sonra birçok Karagöz sanatçısı tutuklandı.<br />

Benim ustam bile ‘Oğlum ben Karagözleri<br />

gömdüm’ dedi. Adam ihtilalden sonra sorgusuz sualsiz<br />

tutuklanmış. Serbest bırakılırken gözdağı verilmiş.<br />

‘Bırak bu işleri’ denilmiş. Maalesef ülkemizde<br />

kurmay aklı kısadır.<br />

54<br />

12 Eylül’ün sosyal ve kültür hayatımıza vurduğu<br />

darbe meçhulümüz değil. Nerden nereye geldik!<br />

Onun için Karagöz sadece ‘çocuk oyunu’ sayılamaz.<br />

Büyüklerimiz eleştiriden korktukları için<br />

çocuklara yönelik oynanması istenmiştir. Hedef kitlesi<br />

çocuk olan bir ticarete dökülmüştür. Şu an hepimizin<br />

yaptığı iş sanatın ticareti.<br />

Önümüzde büyük bir sorumluluk duruyor.<br />

Bu sanatı biz, bizden sonraki kuşaklara nasıl bırakabiliriz?<br />

Önce toplumu bilinçlendirmeliyiz. Bilinçli<br />

toplumlar geleneklerine de sanatına da saygılıdır.<br />

Kendi kültürünü özümseyen, başka kültürleri de yadsımayan<br />

bir toplum olmamız gerekiyor. Uyum denilen<br />

şey aslında budur. Benim tasvirlerim de çeşitlendirilmiştir.<br />

Her yöreden ve ayrı kültürlerden figürler<br />

bulunur. Her bir yaşadığımız hayatın renkleridir. Almanya’da<br />

Türk müziğine karşı da ilgi var. Ben bu konuyu<br />

da işlemeye çalışıyorum. Özellikle Türk folklor<br />

ekipleri çok beğeniliyor Almanlar tarafından.<br />

Geçen sene 15. si düzenlenen Köln Tiyatro Gecesi’nde<br />

her saat başı ziyarete gelen Almanlar kültürümüzü,<br />

sanatımızı, folklorumuzu tanıma fırsatı<br />

buldu. Artık biz bu toplumun bir parçasıyız.<br />

Uzun yıllar gölge oyununu icra etmiş bir<br />

sanatçı olarak bir Alman kuruluşuna üye misiniz?<br />

Evet. Uluslararası Gölge Oyunları Federasyonuna<br />

üyeyim.Genel merkezi Fransa’da ama Almanya’da<br />

da şubesi var. Köln Üniversitesi Tiyatro<br />

Bölümü ile ilişkilerim var. Köln Mülheim Belediyesi<br />

ile ortak çalışmalarımız mevcut. Onların tahsis ettiği<br />

‘Kulturbunker’ da perdemizi düzenli oarak açıyoruz.<br />

Bu sanatı sizden sonra kim devam ettirecek.<br />

Usta-Çırak ilişkisi içinde olduğunuz biri var<br />

mı?<br />

25 yaşında bir oğlum var. Kimileri o seni geçecek<br />

diyor. Ben de ‘Keşke benim babam da Karagöz<br />

ustası olsaydı’ diyerek hayıflanıyorum. Alman<br />

televizyonlarında Karagöz oynatmış bir insan. Ve<br />

bir çok ödül aldı bu alanda. Umarım bu perde hiç<br />

inmez...<br />

Emeklerin için teşekkür ediyoruz, Hayali<br />

Ali Usta!


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KÜLTÜR<br />

Yrd.Doç. Dr. Gülsüm DEPELİ<br />

BERLİN’DE<br />

TÜRK DÜĞÜNLERİ<br />

Berlin kentindeki Türkiye kökenli göçmenlerin<br />

evlilik törenleri yerelleşme üzerine yeniden<br />

düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Kültür<br />

araştırmacısı Assmann’dan ödünç aldığımız ‘iletişimsel<br />

bellek’ ve ‘kültürel bellek’ kavramları çerçevesinde<br />

düğün olayını tartışacağız, zira evlilik ve<br />

düğün etkinlikleri törensel nitelikleri nedeniyle,<br />

Assmann’ın kategorilendirmesine göre ‘kültürel<br />

bellek’in unsuru sayılmaktadır. Bu araştırmada Almanyalı<br />

Türklerin evlilik törenleri ‘iletişimsel bellek’<br />

aşamasındayken, kuşaksal aktarımın devam ettiği<br />

koşullarda izlendi ve buradan hareketle kültürel<br />

ve iletişimsel bellek türlerinin arasındaki köprü<br />

sorgulandı. Çalışma, yaşa göre belirlenen toplam<br />

üç kuşak üzerinden sürdürülen görüşmelerle ve görsel<br />

kaynaklara başvurmak yoluyla<br />

gerçekleştirildi. Ayrıca günümüzdeki<br />

durumu incelemek için,<br />

özellikle pratiği merkeze alacak<br />

şekilde, gene kuşaklara göre ayrışmış<br />

görüşmelerden ve katılımlı<br />

gözlemlerden faydalanıldı.<br />

Araştırmamızın ilk ve en<br />

önemli sonuçlarından biri düğün<br />

törenlerinin gerçekleşmesinde<br />

düğün sektörünün etkisinin boyutları<br />

olmuştur. Alanı belirlemede<br />

önemli bir aktör olarak sektörel<br />

yapı, çalışmanın temel izleğini,<br />

kuşaklararası iletişimi izleme<br />

olarak belirlenmiş olan ana rotayı<br />

kısmen saptıracak kadar etkindir.<br />

Bu doğrultudaki sonuç tartışmalarına olabildiği<br />

ölçüde yer verilecektir. Sözkonusu bu tespit<br />

çalışmayı, araştırma soruları doğrultusunda, topluluklar<br />

ve kültürel pratiklere ilişkin tespitler yapmaktan<br />

da alıkoymayacaktır. Zira unutulmamalıdır<br />

ki bulguların bütünü, toplulukların düğün töreni<br />

pratiklerine ilişkin sorgulamadan sağlanmıştır ve<br />

çalışma bulgular ile alan arasındaki bağı izleme sorumluluğunu<br />

yerine getirmektedir.<br />

Berlin’deki Almanyalı Türklerin evlilik törenlerinin,<br />

Alman barlarından ve spor salonlarından<br />

düğün salonlarına (“eventcenter”) doğru ilerleyen<br />

tarihsel süreci, toplumsal ve sektörel altyapısının<br />

gelişimi açısından, çalışma içinde detaylı ola-<br />

55


KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

rak betimlenmiştir. Günümüzdeki törensel pratikler<br />

üzerinden, Berlin’deki Almanyalı Türklerin<br />

düğün törenlerinde izlenen değişim rotaları,<br />

“kayan ağırlık noktaları” olarak, beş ayrı madde<br />

olarak tespit edilmiştir. Bu doğrultuda, topluluğun<br />

kolektif algısının farklılaştığı ve zayıflamaya meylettiği,<br />

özellikle evlilik sektörünün tüketim merkezli<br />

yönlendirmeleri sonucunda, topluluğun kolektiften<br />

bireyselleşmeye doğru kaydığı belirtildi.<br />

Bireyselleşme istikametindeki kayma, özellikle<br />

genç kuşağın yönelimleri doğrultusunda, sosyolojik<br />

bir nitelik de taşımakta ve bu doğrultuda bulgular<br />

sunmaktadır. Fakat bu çerçevedeki bilgileri,<br />

hala sürmekte olan değişimin sıcak sürecinde,<br />

kesin sonuçlar olarak öne sürmek acelecilik olur.<br />

Düğün törenlerinin pratiğe dikkat yönelmek<br />

suretiyle izlenmesi, bir tespiti daha getirmiştir.<br />

Etkinliğin içeriğindeki diğer bir kayma törenselden<br />

eğlenceye doğru yaşanmıştır. Yaklaşık 30<br />

yıllık bir süre içinde yavaş yavaş merkeze doğru<br />

ilerleyen eğlence, düğün özelinde gerçekleşen kültürel<br />

tüketimin maddi ve manevi unsurlarını içine<br />

çekmiştir. Bu doğrultuda, ilk kaba yorumla kültürel<br />

emperyalizm yaklaşımının homojenleşme argümanlarıyla<br />

bağ kuruyor gibi görünen süreç,<br />

üçüncü bir tespiti sağlamıştır; Türkiye’den gelen<br />

toplulukların bölgesel, kültürel, etnik ve dinsel<br />

farklılıklar içeren etkinlikleri, salon ortamında, törenin<br />

standartlaşması içinde önemli ölçüde erimiştir.<br />

Fakat buradaki erime ifadesi, bütünen aynılaşma<br />

olarak düşünülmemelidir.<br />

Almanyalı Türk toplulukların bölgesel,<br />

etnik ve dinsel farklılıkları bütünüyle yok olmamış,<br />

bunlar sektörün düğün formatının içine, ‘müşteri<br />

talebi ve memnuniyeti’ doğrultusunda, ‘hizmette<br />

çeşitlilik’ olarak yerleşmişlerdir. İsteyenler<br />

için Türkçe milliyetçi içerikli müzik parçaları, isteyenler<br />

için Kürtçe milliyetçi ve politik müzikler,<br />

Alevi deyişleri, davul zurna ve kemençe, sektörel<br />

ağın içinde seçenekler olarak listelenmiştir. Düğün<br />

sahiplerince arzu edilmesi halinde, salonların<br />

ilahi okuyan kişiler bulmaları dahi mümkündür.<br />

Standartlaşmanın oluşum sürecini ve içeriğini<br />

belirleyen asıl olarak genç kuşağın kültürel tüketim<br />

56<br />

yönelimi olmuştur. Yukarıda aktarılan materyal unsurlar,<br />

topluluğun tören pratiğinin içeriğini de belirleyen,<br />

hatta yöneten etkidedirler. Bunun en açık<br />

örneği toplulukların müzik ve eğlence tercihlerinde<br />

kendini göstermektedir. Nitekim, örneğin Kürt<br />

müziğinin ve halay türlerinin bütün Almanya’daki<br />

Almanyalı Türk topluluklarca tüketilir olmasına ve<br />

popülerleşmesine karşı topluluklardan gelmesi<br />

olası etnik ve kökencil dirençlerin, pratiği belirlemede<br />

nadiren işlevli olduğu ortadadır.<br />

Buradaki standartlaşma, kendine özgü bir<br />

düğün töreni formatının kombinasyonal genişlemesini<br />

örneklemekte ve Almanyalı Türklerin bölgesel,<br />

dinsel, etnik farklılıklarının iç içe geçtiğini<br />

ortaya koymaktadır. Düğün buluşmalarına bulgular<br />

ışığında biraz daha dikkatli bakıldığında, toplulukların<br />

kimlik pratiklerinin genişlemesinin ulusötesi’nin<br />

de (transnational) dışına taştığı izlenebilmektedir.<br />

Hem kavramsal sınır hem de fikri sınır anlamında,<br />

ulus-sonrası (postnational) süreç kavramıyla<br />

birlikte yorumlanabilecek pratiklerle karşılaşılmaktadır.<br />

Evlilik ve düğün tüketimin rotasına<br />

giren kültür nesnelerinin ulus-ötesi hareketliliği bir<br />

yana, insanların hareketlilikleri de artık iki ülke arasındaki<br />

en kısa mesafeyi çizmemektedir. Almanyalı<br />

Türkler arasındaki kültürel farklılıkların birbirinin<br />

içine geçişmesi için kullanmakta temkinli olduğumuz<br />

bir kavramı kullanmanın yeri gelmiştir;<br />

belirtilen düğün standardizasyonu kendi özgüllüğünü<br />

‘melez’ unsurları da taşıyabilecek biçimde<br />

kurmaktadır.<br />

Dolayısıyla, etnik evlilik nişlerinin çıkarları<br />

ve yönlendirmeleriyle ortaya çıkan standartlaşma,<br />

kendi içinde ayrıca melezleşme görünümleri<br />

de sunmaktadır.<br />

Diğer deyişle, göçmen toplulukların kolektif<br />

etkinliklerini biçimlendiren standart formlar,<br />

yeni kentteki yeni yaşam koşullarında, kendi içinde<br />

yapısal özgüllüklerini de yaratmaktadır. Bu konuda,<br />

salonlarda çekilen halayların içeriğindeki<br />

yeni alaşımsal görünümler en açık örneklerdir;


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KÜLTÜR<br />

gençler, Çepki halay ile HipHop dansı birleştirerek<br />

yepyeni bir tarz yaratmıştır. Genç kuşaklar etkinlikleri,<br />

potansiyelleri ve kapasiteleri açısından bir<br />

çok çalışmaya konu olmuşlardır. Nitekim gençlerin<br />

müzik ve dans pratiklerindeki melez tarzın fikri<br />

boyutta izlerini sürmeye çalışan Soysal, Kaya, Çağlar<br />

gibi araştırmacılar bu metnin içinde de önemli<br />

başvuru kaynakları olmuşlardır.<br />

Diğer taraftan, gençler özgüllüğünde örnekleneduran<br />

bu tespitler toplumsal yaşamın bütününde<br />

de izlenebilirdir. Pratiğe ve kimliğe yönelik<br />

yeni alaşımları vurgulayan önemli isimlerden biri<br />

Çağlar’dır. Dolayısıyla genel görünümü yorumlamada,<br />

Çağlar’ın durduğu yerde durulmaktadır:<br />

Toplulukların etkinliklerinin sunduğu oluşum yönünü,<br />

melezleşme boyutuyla birlikte, ‘sosyal pratiğin’<br />

kozmopolitleşmesine çevirmiştir.<br />

Çalışmanın sonuçlarından bir diğeri, beşinci<br />

bölümde konu edilen “törenin gösteriselleşmesi”<br />

tespiti bağlamında ortaya çıkmıştır. Törensel<br />

iletişim sürecinde aktarılanın aslında “kültürel kimlikler”<br />

olduğuna vurgu yapan Leeds-Hurwitz’den<br />

hareketle devam edelim. Gerçek mekanda kendini<br />

izleme ve kendini başkalarına gösterme biçimleri<br />

olarak törensel iletişimin bizzat kendisinin içerik<br />

ve nitelik olarak medyalaşması, mekansal deneyimi<br />

çoğullaştırmaktadır. Bu adım kimlik sunumunun<br />

gösteriselleşmesi (self-display) ile de doğrudan<br />

bağ kurmaktadır. Gençlerin düğün ortamlarındaki,<br />

kıyafet, aksesuar ve beden performansları boyutunda<br />

izlenebilirolan bu gösterisel kimlik ile<br />

göçün ilk yıllarındaki suskun kimlik arasında tarihsel<br />

olarak bir rota tespit edilmiştir; bu bağlamda<br />

nostaljik suskunluktan gösterisel kimliğe doğru<br />

yol alan bir dönüşümden söz edilmiştir.<br />

Araştırmamızın ortaya koyduğu bulguların<br />

ilk bakışta kültür endüstrisi ve homojenleşme<br />

tartışmalarıyla bir arada yorumlanabilir gibi göründüğü<br />

belirtilmişti. Bu gerçekten de yüzeysel bir<br />

bakışla görünen bir bağdır. Bakışı derinleştirmek,<br />

alanın bulgularını kavramsal soyutlama düzlemine<br />

taşırken temkinli olmak gerekir. Zira mikro yaşam<br />

alanlarındaki bulgular sıklıkla genellemelere direnen<br />

bir karmaşa ortaya koymaktadır. Göçmen toplulukların<br />

‘yeniden üretim mekanizmalarının’, göç<br />

sürecinde ulus-ötesi ekonomik alanların rotasına<br />

girmesi, bizzat ‘kültürün tüketimi’ni bütün hissel<br />

ve özcül altyapısıyla birlikte ekonomik dolayıma<br />

sokmuştur. Dolayısıyla kültürel unsurlar, endüstriyel<br />

yapıları besleyen bir olanak olarak ortaya çıkmıştır.<br />

Bu tür gelişmeler hızla dikkat çekmiş, metaların,<br />

insanların ve enformasyonun aktığı kanallara<br />

bakmak, uzamlararası akışları izlemek kaçınılmaz<br />

olmuştur.<br />

57


KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Uzm.Dr. Meryem NAKİBOĞLU<br />

"BEN DE VARIM<br />

ICH BİN KANAK"<br />

Her şey Almanya ile Türkiye arasında imzalanan<br />

işçi göçü Anlaşmasıyla başlar. İlk misafir işçilerden<br />

günümüze kadar zor dönemlerden geçilmiştir.<br />

Tüm göçmen işçiler için söz konusu olan sosyokültürel<br />

zorlukların yanında Türkler için en önemli<br />

sorunlardan birini de dil problemi olmuştur. Almanya’ya<br />

ilk gelen işçiler önceleri “Heim” olarak bilinen<br />

toplu yaşama tabi tutulurlar. Bu onların dil öğrenme<br />

sürecini geciktirir. Bilindiği gibi Türkler daha<br />

çok toplu olarak belirli semtlerde ya da binalarda gettolar<br />

halinde yaşamışlardır. Gettonun kendine özgü<br />

zorlukları vardır. Özellikle Alman toplumundan soyutlanmış<br />

ve ötekileştirilmişlerdir.<br />

Biz bu denememizde özellikle gettolarda büyüyen<br />

gençlerin dil gelişimlerini ele almak istiyoruz.<br />

Alman toplumu onları “Kanak” olarak adlandırmış,<br />

Türk gençleri de bu kavramı olumlu olarak kabullenirler.<br />

Kanakça, Almancayla Türkçenin karışımından<br />

doğan ve Almanya’da yaşayan ikinci ve üçüncü<br />

nesil genç Türk göçmenler tarafından oluşturulan<br />

“Kanak Sprak” olarakta adlandırılan yeni bir dildir.<br />

Bir takım gruplar tarafından geliştirilen bu jargon,<br />

göçmenlerin ikili bir yaşamı yavaş yavaş kanıksadıklarını<br />

göstermektedir.<br />

1980’lere gelindiğinde yabancı işçi çocuklarının<br />

ve gençlerinin dile hâkim olduğu dönem başlar.<br />

Ancak, yabancı bir ülkede her ne kadar dile<br />

hâkim olsalar bile, bu onların yaşadıkları ülke vatandaşları<br />

tarafından kabullenildikleri anlamına gelmez.<br />

Toplum onları ötekileştirmeye devam eder. Yabancılar<br />

sosyal ve politik olarak ayrımcılığa maruz<br />

kalır ve yaşadıkları toplum tarafından alay konusu<br />

olurlar. Kanak dilinin ortaya çıkış nedenlerinden en<br />

önemlisi bizce budur; gençler topluma tepkilerini,<br />

58<br />

toplumdan farklılıklarını dilleriyle, giyinişleriyle<br />

abartılı bir biçimde göstererek adeta “Biz de varız!”<br />

demek istemektedirler. Konuştukları bu dil onların<br />

varlıklarının soysa-kültürel kimliklerinin sembolüdür.<br />

Ayrıca Kanak dilinin ortaya çıkış nedenlerinden<br />

bir başka nedeni ise Almanca’nın zor dilbilgisi kurallarının<br />

daha kolaya indirgenilerek kullanılmasını<br />

sağlamaktır.<br />

Kanakça henüz eğitim dili olmayan, üç yüz<br />

kelimeden oluşan, dilbilgisi ve söz dilimsel belirsizlikleriyle<br />

“azınlık dil çeşitliliği” (etnolektale Varietät)<br />

olarak adlandırılan bir grup dilidir. Dilbilgisinde<br />

(grammatisch), sözlükte (lexikalisch), vurguda<br />

(prosodisch) ve ses biliminde (phonetisch) eksiklikler<br />

vardır. Birçok edat ve isimlerin cinsiyetini belirten<br />

“artikel”ler yoktur. Nötr isimler için kullanılan<br />

“das” bütün isimler için kullanılır. Konuşma ritmi<br />

(Sprechrhythmus) belli yükseklikte (Hebungen) ve<br />

vurgusuz hecelerle (Senkungen) karakterize edilir.<br />

Türkçe cümle parçaları (Satzteile) ve yapılar<br />

(Konstruktionen) Almanca deyimler içine yerleştirilerek<br />

değiştirilir.<br />

Önceleri gettolarda yaşayan Türk gençleri<br />

Kanak Dili’ni oluşturur, bu dil zaman içerisinde<br />

diğer ülkelerden gelen yabancı gençler hatta Alman<br />

gençleri arasında da konuşulmaya başlanır. Gençler<br />

arasında yaygınlaşan bu dil, getto dışında yaygınlaşır.<br />

Başlangıcı sokak olan Kanakça, artık günümüzde<br />

kitle iletişimde de kullanılmaktadır. Karma olan<br />

bu dilin ifadeleri, deyimleri, vecize ve sözleri şarkıcı,<br />

rapçi, komedyen, film yapımcıları,tiyatrocular,<br />

yazarlar tarafından kullanılarak halka yansıtılır. Bu<br />

dil ayrıca kamuoyunda pek göze çarpmayan fakat dil


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KÜLTÜR<br />

bilimsel araştırmalarda yaygın olarak ele alınan<br />

sosyo linguistik bir olgudur. Artık okul bahçelerinde,<br />

Münih tramvaylarında, Frankfurt metrolarında<br />

veya Köln belediye otobüslerinde Kanakça konuşan<br />

kişilere rastlamak mümkündür. Bunlar Türk, Yunan,<br />

Alman, İspanyol, İtalyan, Arap kadın veya erkek olabilir.<br />

“Kanak Dili” hakkında birçok söylem vardır.<br />

Mihael Freidank’a göre “Bu dil lehçenin (dialekt)<br />

bir türüdür. Son yıllarda genişleyerek yaygınlaşmaktadır.<br />

Bu durum gelecekte de devam edecektir”der.<br />

Freidank’ın bu konudaki görüşlerine biraz<br />

daha detaylı değinmemiz gerekir: “Kanakça yirmi<br />

yıllık genç bir dildir. Bu dili kullananların üst yaş sınırı<br />

bellidir. Elli yaşındaki birinden bu dili duymak<br />

mümkün değildir. Kanakça vazgeçilmez bir dildir.<br />

Giderek yayılmaktadır, bunu dikkate almak gerekir.<br />

Firmalar İngilizce ve bilgisayar kullanımı yanında<br />

belki de Kanakça’yı da yazılı veya sözlü olarak isteyebilirler”ifadesinde<br />

bulunur.<br />

Freidank’ın bu fikirleri önümüzdeki yıllarda<br />

gerçekleşir mi, bunu şimdiden kestirmek mümkün<br />

değil, bunu ancak zaman gösterecektir. Frankfurt’taki<br />

Karşılaştırmalı Dil Bilimleri Enstitüsü’nün<br />

yöneticisi Prof. Dr. Jost Gippert dünyada dört bin<br />

dilin yok olma tehlikesine karşın yalnızca otuz yeni<br />

dilin ortaya çıktığını söyler. Ona göre bu dillerden<br />

biri de yukarıda bahsedilen, Almanya’da doğup büyüyen<br />

Türk gençlerinin oluşturduğu “Kanak Dil”i<br />

olarak bilinen dildir. Gippert’in açıklaması da Freidank’ın<br />

bu konudaki görüşlerini pekiştirir niteliktedir.<br />

Feridun Zaimoğlu’na göre Kanakça uzun zamandır<br />

kendine özgü kodu ve jargonu olan, gelişmiş<br />

ve konuşulan bir dildir. Tıpkı Afrikalı Fransızların<br />

konuşması gibi, argo ve işaretleri vardır. Repte uzun<br />

nutuk biçiminde kullanılır. Ayrıca bu dil varoluşun<br />

göstergesidir. zamandır “Türk vuruşu” olarak adlandırılan<br />

etkili bir konuşma biçimidir. Almanca kalıplaştırılarak,<br />

anlaşılmaz şekilde konuşulur (gepresste<br />

und genuschelte Deutsch).<br />

Rosemarie Füglein’in “Kanak Sprak. Eine<br />

ethnolinguistische Untersuchung eines Sprachphänomens<br />

im Deutschen” (2000) adlı doktora<br />

çalışmasında misafir işçilerin kullandıkları dilden<br />

farklı olarak, Kanak dili kullanıcılarının kendi farkındalıklarını<br />

arz ettiklerini ve bunu bilinçli olarak<br />

kullandıklarının altının çizilmesi gerektiğini ifade<br />

59<br />

eder. Kanak dili, marjinalliğin ifadesi olarak tanımlanır.<br />

Ayrıca Türk gençlerinin dil ve kültürleriyle<br />

farklılıklarının bilinmesini sağlar.<br />

Kanakça, Alman Dilbilimci Inken Keim tarafından<br />

“geçici modadan daha ötede bir dil modası”<br />

şeklinde tanımlanır. Bu dilin sözdizimlerinde, sözcüklerinde<br />

görülen eksiltmeler, Türk kökenli gençlerin<br />

Almancayı kurallarıyla kullanmamasıyla açıklanır.<br />

Ayrıca “bunun güvensizlik ve dilbilgisel hatalarla<br />

bir ilgisi yoktur. Onlar Kanak Dili’nde artikel<br />

ve edat eksiltmeleri yaparak ne Alman ne de Türk<br />

gruplarına ait olduklarını hissederler. Bu karışım dili<br />

olsa olsa onların sosyo-kültürel kimliklerinin sembolü<br />

olabilir” açıklamasını yapar. Bir başka açıklamada<br />

ise “bu karma dil, bir dil versiyonu olarak algılanabilir”<br />

denilmektedir.<br />

Bu dile çok değişik adlar verilmiştir. “Türkendeutsch”,“Döner-Deutsch”,“Kiezdeutsch”,<br />

“Lan-Sprache”,“Gettodeutsch”,“Mischsprache”,<br />

“Kanak Sprak”,“Balkanslang”,“Türkenslang”,<br />

“Ausländerslang”,“Gettoslang”,“Ausländisch”<br />

“Multikultisprache”,“Streetslang”,“Foreigner<br />

Talk”,“Deutschlandtürkisch”,“Stilisiertes Türkendeutsch”,“Gemischtsprachen”<br />

gibi adlar verilen bu<br />

dil, bazı Alman gençleri tarafından da sevilerek konuşulmakta<br />

ayrıca radyo, televizyon ve sinemalarda<br />

esprili bir dil olarak kullanılmaktadır. Başlangıçta<br />

karşı çıkışlar olsa da bu dil sembolik bir jargon olmaktan<br />

çıkmış, edebiyat çevrelerini ve okurları etkiler<br />

bir düzeye ulaşmıştır. Entelektüeller anlatı ve<br />

espri boyutuyla, Kanak Dili’ni beğenmektedir.<br />

Dilbilimci Peter Auer’e göre bu dilin gelişim<br />

ve çıkış noktası ne çocuklar ne de yaşlılardır. Bu<br />

dili, farklı çevrelerden gelen, 12-25 yaş grubundaki<br />

gençler oluşturur. Dildeki yenilikler bu gruplara<br />

bağlı olarak süreklilik arz eder, doğrudan toplumdaki<br />

bireyler arasındaki ilişkiler ve medya yoluyla oluşan<br />

konuşma biçimidir. Bir başka tanımda, dilbilimci<br />

Inken Keim ve Jannis Androutsopoulus’un araştırma<br />

projesinde bu dil, “Almanca-Türkçe versiyonu<br />

ve etkin Türk göçmen gruplarından ortaya çıkan<br />

yeni konuşma stili” olarak ifade edilir.<br />

Sonuç olarak tüm bu ifadeler bize bu dilin<br />

daha çok Almanya’da büyük şehirlerde yaşayan<br />

gençler arasında yaygın olarak konuşulduğunu, medyada<br />

popüleritesinin yüksekliğini ve bilimsel araştırmalara<br />

konu edildiğini göstermektedir.


KÜLTÜR<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Prof. Dr. Engin BERBER<br />

BİR TARİHÇİNİN<br />

BERLİN ANILARI<br />

2015 yılı Nisan ayının<br />

son haftasını, Zentrum<br />

Moderner Orient’te doktora<br />

sonrası çalışmalar yapmakta<br />

olan eski bir öğrencim,<br />

Ufuk Adak’ın davetlisi<br />

olarak Berlin’de geçirdim.<br />

Reşat Nuri Güntekin,<br />

roman türünde olmayan<br />

bir kitabında, gezileri<br />

sırasında istasyonda tren,<br />

otelinde uyku veya yolculuk<br />

etmekte olduğu aracın<br />

tamirini beklerken, “vakit<br />

öldürmek için icat ettiğim<br />

çarelerden biri de, elime<br />

geçen bir kâğıt parçasına<br />

yollarda gördüğüm öteberiyi karmakarışık not etmektir”<br />

diye yazmış. Benim amacım farklı: Gözlemlerimden<br />

hareketle yazacaklarımın, kendimden<br />

başkaları için de anlamlı olacağı düşüncesiyle<br />

gezilerim sırasında günlük tutuyorum. Birazdan<br />

okuyacaklarınız, Berlin’de tuttuğum günlükten çıkarıp<br />

geliştirdiğim notlardır.<br />

Sabahları Bülbül Sesiyle Uyanmak<br />

60<br />

Bindiğim uçak Tegel Havaalanı’na inerken<br />

camdan görünen, bir örnek apartmanlar ve bahçeli<br />

evler arasına serilmiş yeşil bir örtüydü. Wilmersdorf<br />

semtindeki bir apartmanın beşinci katında,<br />

küçük bir dairede kalıyoruz. Sabahları balkondan<br />

baktığımda, oradan oraya koşuşan tavşan ve<br />

sincaplar görüyorum. Berlin’in parkları ve koruluk<br />

benzeri mezarlıklarında gözüme ilişen yaban domuzu<br />

ve tilkilerle şafağın sökmesine ramak kala<br />

işittiğim bülbül seslerini de unutmam mümkün<br />

değil. Bu nedenle Avrupa’nın en büyük hayvanat<br />

bahçelerinden birinin (Zoo Berlin) Berlin’de kurulmuş<br />

olmasını hiç yadırgamadım. Giriş için 13<br />

Avro ödüyorsunuz ama son kuruşuna kadar değer.<br />

Elde kalan bir avuç yeşilin yandaş sermayeye peşkeş<br />

çekildiği, süs havuzlarındaki ördek ve kazların<br />

kesilip tüketildiği, kendi habitatında ayıların zevk<br />

için dövülerek öldürüldüğü Türkiye’de, sakinleri<br />

doğa ve bileşenleriyle barışık bir kentimiz var mı<br />

diye düşünmeden edemiyorum.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KÜLTÜR<br />

Kamusal Alanın Temizliği<br />

Avrupa’nın birçok kentinde olduğu gibi,<br />

Berlin’de de başıboş kedi-köpeğe rastlamanız<br />

mümkün deği. Tasmayla dolaştırılan bu tür sahipli<br />

hayvanların kirlettiği birkaç sokak adımlasam da,<br />

yaşamakta olduğum İzmir’in sokaklarına, başıboş<br />

kedi-köpekler için bırakılmış/dökülmüş yemek artıkları<br />

ve yaz aylarında bundan kaynaklanan pis<br />

koku ve haşarat baskısı aklıma gelince, gördüklerimi<br />

unutuyorum. Berlin’de çok sayıda insan, toplu<br />

taşıma araçlarında bira tüketerek seyahat ediyor.<br />

Bir akşam metroda, burnumuzun direğini sızlatan<br />

bir üre kokusuna maruz kalıyoruz. Neyse ki, sonraki<br />

istasyonda bindiğimiz vagonu, başkalarıyla göz<br />

teması kurmaktan kaçınan olası suç failiyle baş<br />

başa bırakarak terk ediyoruz.<br />

Ulaşımın Truva Atı:<br />

Berlin Metrosu<br />

Bir büyük şehirde olması beklenen, her ulaşım<br />

aracı var Berlin’de: Metro, otobüs, tramvay,<br />

taksi ve vapur. Sadece turistik amaçlar için kullanıldığı<br />

anlaşılan vapuru bir kenara bırakacak olursak,<br />

bu araçların en önemlisi, çok sayıda hattıyla<br />

kenti daha çok yer altından dolaşan metro (U-<br />

Bahn). Hizmete açıldığı 1902 yılından bu yana büyüyen<br />

Berlin Metrosu’nda, sarıya boyanmış vagonların<br />

camlarını, Brandenburg Kapısı’nın beyaz<br />

çıkartmaları süslüyor. Türkiye’de siyaset yapanların,<br />

her seçim döneminde hızlı tren ve/veya metroyu<br />

vadetmeleri dolayısıyla toplu taşıma konusundaki<br />

geri kalmışlığımızı anımsıyorum.<br />

Alman Tarih Müzesi’nde Bir Gün<br />

Berlin bir müzeler kenti. Tamamını gezmeye<br />

ne niyetimiz, ne de zamanımız var. Bergama<br />

Müzesi (Pergamon Museum)10 ile Alman Tarih<br />

Müzesi (Deutsches Historisches Museum), Prusyalı<br />

ünlü tarihçi Ranke’nin kurduğu Alexanderplatz’daki<br />

müzeler adası (Museumsinsel) içinde,<br />

sanki birbirlerine sırt vermiş gibiler. Spree Nehri,<br />

bu iki ve de başka büyük müzelerin yerleştiği, 1999<br />

yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne<br />

dahil ettiği adayı çevreliyor. Son dört-beş yıldır,<br />

61<br />

kent müzeciliği de yapan bir akademisyen olarak,<br />

burayı gezmeği çok istiyordum.<br />

Nihayet, Alman Tarih Müzesi’nin yüksek<br />

tavanlı büyük giriş holündeyiz. Kişi başına 9 Avro<br />

verip biletlerimizi alıyoruz. Çok sayıda heykel ve<br />

büstün süslediği holde, en az üç metre yüksekliğinde<br />

bronz bir Lenin heykeli dikkatimizi çekiyor. Yaklaşıyoruz<br />

ve heykelin Alman Ordusu tarafından,<br />

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği’nden<br />

getirilmiş bir ganimet olduğunu öğreniyoruz.<br />

Alman tarihini geçmişten bugüne anlatan<br />

galeriler; görsel, işitsel ve okunur bir ziyafet sunuyor.<br />

Değişik türde binlerce obje ve belgeyle kuşatıldığınız<br />

hissine kapılıyorsunuz. Genel olarak sergileme<br />

başarılı ama müze çalışanlarının neredeyse<br />

hiç İngilizce bilmiyor oluşu ve Almancadan başka<br />

dillerde basılmış müze broşürlerinin azlığı ciddi<br />

bir sıkıntı. Etnografya, savaş ve sanat müzelerini<br />

birleştiren Alman Tarih Müzesi’nde, Viyana kuşatmasından<br />

miras Osmanlı eserleri de sergileniyor.<br />

Soğuk Savaş döneminde, Batı Almanya’nın<br />

radikal sol örgütlerinden Kızıl Ordu Fraksiyonu’nuyla<br />

ilgili bir sergiyi de (RAF-<br />

Terroristische Gewalt) görme fırsatı bulduk<br />

Müze’de. Çok sayıda öldürme ve yaralamadan sorumlu<br />

bu örgüte ait yayımlanmamış film, fotoğraf<br />

ve illüstrasyonlarla desteklenmiş sergi büyüleyiciydi.<br />

Bir müzenin, özellikle bulunduğu kentte yaşayan<br />

ziyaretçilerinin ilgisini sürekli kılabilmek<br />

için, atölye ve seminer çalışmaları yapması yanında,<br />

bunun gibi gelip-geçici sergiler açması da çok<br />

önemli.<br />

Tarihle Hemhal<br />

Sokak ve Meydanlar<br />

İmparator II. Wilhelm’in, kendisiyle aynı<br />

ismi taşıyan Almanya’nın ilk imparatoru için inşa<br />

ettirdiği, Kurfürstendamm Caddesi’ndeki anı kilisesindeyiz<br />

(Kaiser Wilhelm Gedachtniskirche).<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndaki bir müttefik hava bombardımanında<br />

kubbesi yıkılan kilisenin, 110 metreden<br />

yüksek çan kulesi hala ayakta. Tavanı görkemli


KÜLTÜR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

mozaiklerle kaplı anı kilisesi, artık ibadete açık<br />

değil. Kubbesiz haliyle ücretsiz gezilebilen bir müzeye<br />

dönüştürülmüş. İçinde, kilisenin yıkılmadan<br />

önce ve hemen sonraki durumunu gösteren bir fotoğraf<br />

sergisi ve hediyelik eşya reyonu var. Kapısı -<br />

önünde, AB’ye alınmasından sonra Bulgaristan’dan<br />

Berlin’e göçtüğü söylenen çingenelerden<br />

birkaçı dileniyor. Kilise demişken, özellikle Berlin<br />

Katedrali’ni (Berliner Dom) unutmamak gerekiyor.<br />

Havuzlu bahçesi, dinlenmek isteyen herkese<br />

kucak açan Lustgarten’deki bu Protestan katedrali,<br />

ilk kez 15. Yüzyıl ortalarında inşa edilmiş. İmparator<br />

II. Wilhelm’in emriyle yıkılıp yeniden inşa edilen<br />

(1905) heybetli katedral, İkinci Dünya Savaşı’nda<br />

ağır hasara uğramış. Demokratik Alman<br />

Cumhuriyeti sınırları içinde olduğu soğuk savaş döneminde<br />

kapalı duran katedral, uzun süren bir restorasyon<br />

çalışmasının ardından, 1993’te yeniden ziyarete<br />

açılmış.<br />

İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında,<br />

Alman Polis Teşkilatı’nın (Gestapo) Berlinli Yahudileri<br />

tutukladığı kaldırım ve meydanlarda yerlere,<br />

kare biçimli dökümden plakalar çakılmış. Plakalarda<br />

tutuklanan kişinin ismi, doğum tarihi ve mesleği<br />

dışında, hangi toplama kampında öldüğü, katledildiği<br />

veya kaybolduğu belirtilmiş. Yakın geçmişte<br />

böyle bir işaretlemenin kolayca yapılabilmesi,<br />

Gestapo’nun ne denli özenli kayıt tuttuğunun<br />

gösteriyor.<br />

Esasen Nazi dönemini mahkûm eden, açık<br />

ve/veya kapalı mekânları görmeden Berlin’i gezmek<br />

mümkün değil. Katledilmiş Avrupalı Yahudileri<br />

anmak için inşa edilmiş temsili bir mezarlık<br />

(Holocaust Memorial), bu mekânların başında geliyor.<br />

Brandenburg Kapısı’na birkaç dakika uzaklıktaki<br />

mezarlık, 2005 yılında ziyarete açılmış. Yaklaşık<br />

20 dönümlük bir alana, birbirinden farklı büyüklükte<br />

2.711 adet beton blok yerleştirilmiş.<br />

Alman Parlamentosu’nun (Reichstag/Bundestag)<br />

yanındaki büyük parkta (Tiergarten), katledilmiş<br />

çingeneleri anmak için yapılmış bir alan var. Yuvarlak<br />

bir sığ havuzu çevreleyen kayrak taşlarına,<br />

çingenelerin gönderilip katledildikleri toplama<br />

kamplarının isimleri yazılmış. Nereden geldiği<br />

belli olmayan tiz ve sinir bozucu bir müzik, kasvetli<br />

bir atmosfer yaratıyor.<br />

62<br />

Spree Nehri’nde Gezinti<br />

Orta Avrupa ülkeleri başkentlerinde yaptığım<br />

gibi, Berlin’de de bir vapur turu attım. Spree<br />

Nehri’ne inen taş ve/veya ahşap merdivenlerin<br />

açıldığı küçük iskelelere, değişik büyüklükte vapurlar<br />

bağlanmış. Kırk beş dakikalık bir tur için,<br />

kişi başına on avro ödeyerek bu vapurlardan birine<br />

bindik ve üst güvertedeki bir masaya kurulduk. Tur<br />

şirketiyle Berlin’e gelmiş orta yaşlı bir Türk bayan<br />

da, bize katıldı. Dediğine göre arkadaşları, kendisi<br />

gibi müze gezmek istememişler, sucuk satın almak<br />

için Berlin’deki Türk mahallesine (Kreuzberg) gitmişler.<br />

Turumuz devam ederken, “biz döner yiyoruz,<br />

sen ne yapıyorsun” diye telefon ettiler. Adını<br />

anımsamadığım, ancak tadı damağımızda kalan<br />

buğday biralarımızı yudumlarken: Müzeler Adası,<br />

Berlin Hayvanat Bahçesi, Alman Parlamentosu,<br />

Berlin Katedrali vb. binaları farklı açılardan görme<br />

ve fotoğraflama şansı buluyorum. Nehir kenarındaki<br />

kafelerde oturan, çimenlerde güneşlenen kalabalığı<br />

seyrederek turumuzu tamamlıyoruz. Karaya<br />

çıktığımızda, atıştırmaya başlayan yağmurdan korunmak<br />

için, nehir kenarında kurulmuş bir hediyelik<br />

eşya pazarına daldık. Bu pazardan aldığım ve<br />

benzerini daha önce görmediğim bir cam divit, Berlin<br />

gezimde edindiğim iki önemli eşyadan biri<br />

oldu.<br />

Berlin’deki Turkish Town:<br />

Kreuzberg<br />

“Kottbuser Tor” metro istasyonundan girilen<br />

Kreuzberg’de, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce,<br />

daha çok Yahudi asıllı Alman yurttaşları ikamet<br />

edermiş. Berlin bölündüğünde Batı tarafında<br />

kalan, duvar boyundaki bu metruk mahalleye devlet,<br />

çalışmak üzere Almanya’ya gelmekte olan<br />

Türk işçilerini yerleştirmiş. Sakinlerinin önemli bir<br />

kısmı Türkiyeli olan Kreuzberg’te, kulağınıza Almancadan<br />

ziyade Türkçe çalınıyor. Birçok dükkân<br />

ve mağazanın tabelası Türkçe ve Merkez Simit<br />

Evi’nde yediğimiz sucuklu yumurtanın tadı bildik<br />

olsa da, memleket bir başka. Günlüğüme, Tegel Havaalanı’nda<br />

yazdığım son cümlenin, “umarım uçak<br />

rötar yapmaz” olması galiba bu sebepten.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

Arzu EMEKSİZ<br />

TÜRK DİZİLERİ VE<br />

TÜRKİYE GERÇEĞİ<br />

Millet olarak gösterişi çok severiz. Belki<br />

ay sonunu zor getiririz ama cebimizde en pahalı<br />

telefonlar vardır. Hatta cüzdanımızda ikiden<br />

fazla kredi kartı olmazsa rahat etmeyiz. Tabiri<br />

caizse belki ağzımız kokar açlıktan ama biz yine<br />

de lüksümüzden taviz vermeyiz. Bizi bu kadar<br />

gösteriş meraklısı yapan şeyler nedir diye biraz<br />

düşünürsek Türk dizilerinin bu listede üst sıralarda<br />

yer aldığını söylemek mümkün.<br />

63<br />

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama Türk<br />

dizilerinde illa ki bir zengin aile vardır. Öyle böyle<br />

zenginlik değildir bu; yalıda otururlar, son model<br />

arabalara binerler, evde sayısını bilmediğimiz<br />

kadar hizmetlileri vardır. Türkiye gerçeği ise, Türkiye<br />

İstatistik Kurumu’nun yapmış olduğu araştırmalara<br />

göre nüfusun yüzde 16,3’ünün yoksulluk sınırının<br />

altında yaşadığıdır. Maddi yoksunluk oranı<br />

yüzde 55 – 60’larda olan bir ülke için dizilerdeki bu<br />

abartı birçok kişiyi özentiye itiyor dersek yanılmış<br />

sayılmayız. Kaldı ki, maddi yoksunluk temel ihtiyacımız<br />

olan bazı aktiviteleri yapamamamızla ortaya<br />

çıkar, bunlardan en basiti evde çamaşır makinesinin<br />

olmamasıdır. Böyle bir ülkede yaşarken<br />

Behlül’ün bindiği arabalar, gittiği mekanlar insanları<br />

hayaller alemine daldırmasında ne yapsın?<br />

Dizilerin insanları lüks hayata özendirmesi<br />

bir yana, bir de gereksiz içeriğiyle kafamızı boş<br />

yere meşgul etmesi de aşikar. Günlerce dizinin bir<br />

sonraki bölümünde ne olacağıyla ilgili yorum yaparız.<br />

Dizi oyuncusu ölür bir yakınımız ölmüş gibi<br />

üzülürüz, başrol oyuncuları evlenir günlerce mutluluğunu<br />

yaşarız. Hatta yıllarca sokaklarda kendini<br />

Polat Alemdar sanan gençlerin varlığından hepimiz<br />

haberdarız.<br />

Millet olarak kendimizi dizi senaryosuna<br />

çok kaptırıyoruz ve senaristler bunun gayet bilincinde.<br />

Dizim var diye kavga eden eşler, misafir<br />

kabul etmeyen hanımlar, hatta dizi uğruna<br />

programlarını iptal eden insanların olduğu<br />

bir memleket Türkiye. Dizi meraklısı ve televizyon<br />

bağımlısı insanları hipnoz etme yolunun<br />

dizileri olabildiğince uzun tutmak olduğunu<br />

bilirler bu işle uğraşanlar. Belgesel sevmeyiz,<br />

bilgi yarışmaları sıkıcıdır, haberler<br />

desek hep kötü haber veriyor, değmeyin keyfime çayımı<br />

alıp dizimi izleyeceğim. Yakınlarımızın, komşularımızın<br />

hatta bizim bile kurmuş olduğumuz<br />

cümlelerdir bunlar. Dizilerin bize bir şey katmadığını<br />

iyi biliriz ama ısrarla izlemeye devam ederiz.<br />

Dizi izlemek bazı kişilerin tek aktivitesidir.<br />

Kişi kendine eder sözünden yola çıkarak herkesin<br />

fikrine saygı duymak gerek. Ancak çocukları ve<br />

gençleri dizilerden uzak tutmakta fayda var. Özellikle<br />

şiddet, ihanet ve ahlaka aykırı hareketler içeren<br />

dizilerin yayından kaldırılması bence çok mantıklı.<br />

Zira bugünün gençleri yarın ülke temsilcileri<br />

olacaklar ve ülkemizin çok dizi izleyen değil, çok<br />

bilgili ve kültürlü nesillere ihtiyacı var.


SANAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Emre YAVUZ<br />

BERLİN<br />

DUVARININ<br />

ARKASI<br />

En alttakiler<br />

1986 yılında Alman yazar Günter Wallraff<br />

Türklerin yaşantılarını deneyimlemek için ten rengini<br />

esmerleştirip bıyık ve peruk takarak Levent<br />

Ali Sinirlioğlu adında bir Türk gibi yaşamaya başladı<br />

ve yaşadıklarını “En Alttakiler” adıyla bir<br />

kitap haline getirdi. Günter, kitabında iş yerinde ve<br />

günlük yaşamında sürekli dışlandığı; hakaretlere,<br />

küfürlere ve fiziksel şiddete maruz kaldığı anılarını<br />

paylaşarak Türklerin nasıl hala sabırla Almanya’da<br />

yaşamaya devam ettiklerini anlayamadığını söylüyordu.<br />

Deneyimleri sırasında hem ruhsal hem de fiziksel<br />

birçok zorluk ve sağlık sorunları yaşamışsa<br />

da gurbetçilerin Almanya’da nasıl şartlarda yaşadığını<br />

betimleyen en önemli eserlerden birini bıraktı.<br />

Irkçı saldırılar.<br />

80’lere gelindiğinde ırkçı Almanların,<br />

Neo-Nazi çetelerinin Türklere karşı saldırıları başladı.<br />

O güne kadar sosyal alanda her fırsatta ezilen<br />

64<br />

ve dışlanan; ev, iş verilmeyen, eğitimleri, sağlıkları,<br />

inançları, emekleri, hakları… göz ardı edilen<br />

Türkler bir de fiziki şiddetle karşı karşıya kalmışlardı.<br />

Bu saldırılardan en çok etkilenenler ise<br />

küçük yaşta Almanya’ya gelmiş yada Almanya’da<br />

doğmuş işçi çocukları oldu. 80’li yıllarda olgunluk<br />

çağına ulaşmış, Alman okullarına giden, Alman arkadaşları<br />

olan, Almanca bilen, sokakta vakit geçiren<br />

ve sosyal hayatın içinde olan bu gençler, her<br />

türlü şiddeti en sert şekilde gören kesim oldular.<br />

Çoğu Türk genci Neo-Nazi gruplara karşı çeteler<br />

kurup ailelerini, arkadaşlarını, kendilerini sokaklarda<br />

Nazilerle çatışarak korumak istedi. Birçok<br />

Türk genci bu kavgalarda hayatını kaybetti.<br />

Türkler Hip-Hop ile tanıştı<br />

Alman toplumda hiçbir yere ait olamamak,<br />

Türk gençlerini kötü bir yola sürüklerken Almanya’nın<br />

dört bir yanındaki gençler dönemin popüler<br />

müzik kültürü Hip-Hop ile tanışmaya başladı.<br />

Gerek Berlin duvarında Amerikan askerlerinden,<br />

gerek okullardaki Amerikalı çocuklardan gerekse<br />

rap müzik çalan diskolardan… Hiç şiddete<br />

bulaşmadan sorunlarını anlatabilecekleri, seslerini<br />

duyurabilecekleri bir kültürün içinde rap müzik<br />

yapmaya başladılar. Uzun yıllar Almanca ve<br />

İngilizce sözler yazan Türk rapçilerden bilinen ilk<br />

Türkçe sözler 1986 yılında King Size Terror grubunun<br />

“Bir yabancının hayatı” şarkısında Alper<br />

Ağa’dan duyuldu. Yine aynı yıl Boe-B’nin kurduğu<br />

İslamic Force grubu Türkçe sözlü rap müzik<br />

yapmayabaşladı. Ağırlıklı olarak yaşanan sorun-


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

lardan, ırkçılıktan, ayrımcılıktan bahseden ve çok<br />

beğenilen bu şarkılar Türkler arasında hızla yayılıyordu.<br />

Bu durumda insan hakları batar.<br />

Hey Hop Hans! Bizde sizin moruklarınız<br />

Ne yalancı ne yabancı ne Almancı<br />

Sadece gurbetçi çocuklarıyız evet<br />

Bizim zamanımızda iki kültür arasında geçer<br />

Bizler yurt dışında yaşayan gençler<br />

Bizim zaman vatan özlemiyle geçer<br />

Bizler yurt dışında yaşayan gençler<br />

Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı<br />

Gurbetçi çocuğuyum ben.<br />

Almancı diyorlar, yabancı oluyoruz.<br />

Biz perde arkası yolumuzu buluyoruz.<br />

Almanya’da yaşıyorum<br />

Çoğu Almanlarda kalp yok bunu biliyorum.<br />

Şaşmıyorum. Dazlaklar içimi kinle doldurdular.<br />

Taşıyorum, savaşıyorum.<br />

Şiddete değil, müzige baş vuruyorum.<br />

Başlıyorum. Bulaşıyorum bu işe. Bu işin içindeyim.<br />

Uğraşıyorum. Molotof kokteylleri peşimde.<br />

Yine de size ulaşıyorum.<br />

Çünkü, sizlere bir orijinal rapim var.<br />

Gurbet denen yer insanlığınıza zarar.<br />

Urbanda saldırıya uğrayana kadar<br />

Ama iş işten geçtikten sonra isyan neye yarar?<br />

Hey, Hop Hans! Biz de sizin moruklarınız<br />

Ne yalancı, ne yabancı, ne almancı<br />

Sadece, gurbetçi çocuklarıyız evet.<br />

Tüm dünyada yaşayan Türk gençliğimiz için yeni<br />

bir müzik yolu buldum<br />

Melide Uzan Yüksel Hakan Barix yeni bir tür kurduk<br />

Seviniyoruz ama Almanlara göre vatanlarını pisletiyoruz,<br />

işlerini alıyoruz.<br />

Ellerini bağlıyoruz. ummadıklarından, sanmadıklarından<br />

daha çok başarıyoruz<br />

Artık zamanı geldi müzikle başkaldırıyoruz.<br />

Çünkü hayatına küsmüş Alman ilk kötü lafı bize<br />

atar.<br />

Hanımına kızan Alman caddede ilk bize çatar.<br />

Elinde olsa bizi Türkiye’ye geri satar.<br />

65<br />

Cartel bir numara<br />

1995 yılına kadar Almanya’da birçok Türk<br />

genci Türkçe sözlü rap müziği bir şekilde herkese<br />

duyurmayı başardı. Sorunlarını, isteklerini, beklentilerini<br />

anlattılar. Rap müzik, birçoğunu kötü bir<br />

yoldan geri çevirmişti. Onlar da peşlerinden gelenler<br />

için bir yol oldulr. Alper ağa, boe-b, killa hakan,<br />

Kabus Kerim, Fuat, Erci-e… ve birçok isim daha o<br />

gün bu müziğin gelişmesi için bir irade ortaya koydular.<br />

Bugün, hala Almanya’da rap yapan müzisyenlerin<br />

çok büyük kısmını ve en iyilerini hala<br />

Türkler oluşturuyor.<br />

1995 yılında Karakan, Cinai Şebeke ve Erci-e<br />

birleşerek Cartel grubunu kurdu. İlk albümleri<br />

“Cartel” Almanya’da 29.000 Türkiye’de ise<br />

550.000 satış yaptı. Birçok ödül aldı ve birçok gazete,<br />

dergi ve programa konu oldu. Türkçe rap tarihinin<br />

en büyük sıçrayışını Cartel yapmıştı. 1995 yılında<br />

grup ilk kez Türkiye’ye geldi ve İnönü Stadyumu’nda<br />

konser verdi. O güne kadar Türkiye’de<br />

Michael Jackson’dan sonra en büyük kalabalığı<br />

toplayan konser oldu. Türkiye’de birçok insan rap<br />

müziği Cartel sayesinde öğrendi.


SANAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Aybeniz KENGERLİ<br />

“ÇÖLÜN KRALİÇESİ”<br />

Bugün çok tartışılan Irak haritasını, 100 yıl<br />

önce Arapların “el Hatun” ya da “Çölün Kraliçesi” dediği<br />

İngiltere tarihinin Arabistanlı Lawrence olarak<br />

anılan T. E. Lwrence ile birlikte en karizmatik, en gözü<br />

pek casusu Gertrude Bell tarafından, ne din ne mezhep<br />

ne de etnik kimlik gözetmeden, “Ortadoğu'ya<br />

model olacak bir ulus yaratma” inancıyla çizilmişti.<br />

Irak işgal edildikten sonra Ortadoğu haritası<br />

tartışılır oldu. Müslüman ülkelerin parçalanmasının<br />

artık kaçınılmaz olduğu tezleri Batı'da yüksek<br />

sesle dile getiriliyor. Birinci Dünya Savaşı'nın<br />

ardından 'yaratılan' devletlerden biri olan Irak<br />

geçen 100 yılda hep iç çatışmalara ve dış müdahalelere<br />

açık oldu. Bugün Irak'ın sorunlarının nedeni<br />

olarak görülen haritanın arkasında tarih en etkili kadınlarından<br />

biri var: Gertrude Bell. Bell'in adı,<br />

“Arabistanlı Lawrence” olarak tanınan Thomas Edward<br />

Lawrence'ın gölgesinde kaldı. Oysa İngiliz casusu<br />

Gertrude Bell, neredeyse tek başına Irak'ın haritasını<br />

çizip Osmanlı'ya karşı Arap isyanını başlatan<br />

Mekke Şerifi Emir Hüseyin'in oğlu Faysal'ı ülkenin<br />

krallık tahtına oturtmuştu. Bu nedenle o<br />

“Irak'ın Taçsız Kraliçesi” olarak anılıyordu.<br />

Oxfordlu bir soylu<br />

Kızıl saçlı, 160 cm boyunda çevik bir<br />

kadın olan Gertrude Bell'i Arabistan'nın kaderini<br />

belirleyen kişi haline gelmesinin sırrı, tarihe, arkeolojiye,<br />

filolojiye ve keşfetmeye olan doyumsuz<br />

merakıydı. Oxford'a kabul edilip mezun olabilen<br />

ikinci, tarih bölümünü hem de sadece iki yılda bitirebilen<br />

ilk kadındı. Almanca Fransızca ve italyanca<br />

konuşuyordu. Gertrude Bell, Osmanlı İmparatorluğu<br />

topraklarında kazı izni almış bir İngiliz arkeolog<br />

olarak bugünkü Irak, Suriye ve Lübnan’ı dolaşarak<br />

istihbarat toplamıştı. Dönem itibarıyla<br />

“Kadın Lawrence” olarak da adlandırılan Bell,<br />

savaş sırasında Orta Doğu’daki İngiliz ordusu ve<br />

66<br />

Arap isyancılarla birlikte çalışmış, savaştan sonra<br />

ise Irak Krallığı’nın kuruluşunda önemli bir rol oynamıştı.<br />

İlk durağı İstanbul<br />

Oxford'u birincilikle bitiren Bell, çok geçmeden<br />

kendini yollara vurdu. Tarih ve arkeoloji merakından<br />

ötürü seyahat etmek istiyordu. Tahran büyükelçisi<br />

dayısı Sir Frank Lescalle'i ziyaret etmek<br />

için yola çıktığında İstanbul'da da mola verdi. Tahran'ı<br />

çok sevdi. Dayısının yanına yerleşip, Farsça<br />

öğrendi. Sonraki 10 yılını Tahran'dan Uzakdoğu ve<br />

Ortadoğuya uzun seyahatler yaparak geçirdi. Ortadoğu'da<br />

6 kez baştan aşağı gezdi, Arapçasını mükemmelleştirdi.<br />

Bu yolculuklar sırasında hem yeni<br />

diller öğreniyor hem de arkeolojik kazılara katılıyordu.<br />

Kapadokya, Urfa ve Antep'te de gitti, Türkçe<br />

öğrendi. Antep yakınlarındaki Karkamış kazılarında<br />

o zamanlar kendisi gibi genç bir arkeolog(!)<br />

T.E. Lawrence ile tanıştı.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

Çölde çay keyfi<br />

Ortadoğu çöllerinde çoğu zaman yolculuklarını<br />

deve sırtında yapıyor, ahşısı, uşakları ve<br />

katıcıları ile büyük kervanlar kuruyor ama yolculuğunda<br />

hep tek kadın oluyordu. Sporcu bedeni<br />

çölün koşullarına müthiş uyum gösteriyordu ama<br />

çayını Çin porseleni fincandan içmekten asla vazgeçmedi.<br />

Bu uzun gezilerde defalarca soyuldu, kaçırıldı,<br />

hapsedildi... Gezdiği coğrafyada hoş karşılanmayacak<br />

huyları vardı: Erkekler arasında sigaraları<br />

uçucu eklemekten çekinmiyor, su bulduğunda<br />

yüzüyor, sohbetlerinde ateist olduğunu saklamıyordu.<br />

Ama hep saygı gördü. Çünkü mükemmel<br />

Arapçası ve Arap kültürüne hakimiyeti ile kısa sürede<br />

yerel aşiret reislerinin kendine hayran bırakıyordu.<br />

Ona 'Çölün Kızı' diyorlardı.<br />

İlk Ortadoğu uzmanı<br />

Gertrude Bell elbette bir turist değildi: Gittiği<br />

yerlerde gördüklerini günlüklerine yazıyor, çizdiği<br />

haritaları İngiliz Kraliyet Coğrafya Merkezi'ne<br />

gönderiyor, batılılara çöl hayatını anlatan yazılar<br />

yazıyordu. 1907'de İngilte'de basınlan “Syria:<br />

the Desert and the Sown” adlı kitabı İngilizler için<br />

adeta haritada bir boşluk olan Ortadoğu'nun bilinen<br />

ilk uzmanı haline getirdi. The Times gazetesine<br />

bölgeden haberler, gezi notları ve siyasi analizler<br />

geçmeye başlayınca İngiliz İstihbarat Servisi'nin<br />

de dikkatini çekti.<br />

67<br />

Kod adı 'Çöl Kraliçesi’<br />

Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken Londra'ya<br />

çağırıldı. İstihbarat Servisi ondan Suriye, Irak ve<br />

Arabistan hakkında öğrendiği her şeyi bir rapor haline<br />

getirip sunmasını istedi. Çünkü İngiltere Ortadoğu'nun<br />

petrol kaynaklarıyla yakından ilgilenmeye<br />

başlamıştı. İlk etapta İran petrol kaynaklarına yönelmiş,<br />

Basra Körfezi'ne kıyı Abadan'da bir petrol<br />

rafinerisi kurmuşlardı. Ancak Körfezi'n güvenliği<br />

İngilizler'i endişelendiriyordu. Gertrude Bell, raporunu<br />

bir yıl sonra sundu. Arap aşiretlerinin İngiltere'nin<br />

yanında yer alacağına inanındığını belirtti<br />

ve “Bana kalırsa Türkler'i Körfez'de adam akıllı bunaltabiliriz”<br />

diye yazdı. Bir yıl sonra İngiliz istihbaratına<br />

alındı. Çalışma arkadaşları arasında<br />

T. E. Lawrence da olacaktı. Kod adı “Çöl Kraliçesi”<br />

oldu.<br />

Harem'de bir casus<br />

Bell'in ilk görevi Arabistanlı el Suud ailesinin<br />

rakibi Raşid ailesinin karagahı Arabistan çölünün<br />

ortasındaki Ha'il kentine gidip, acımasızlığı<br />

ile ünlü bu aşiretin Türkler ile bir savaşta iyi bir müttefik<br />

olup olmayacağını araştırmaktı. Ama Raşid<br />

ailesi 20 yıldır hiçbir Batı'lının ayak basmadığı<br />

kente gelen bu kadından çabuk şüphelendi.<br />

Onu,sarayda hareme kapattılar. Ama kusursuz<br />

Arapçasıyla cariyelerden Raşid ailesi ve gücü hakkında<br />

istediği bütün bilgiyi topladı. Sonunda serbest<br />

kaldığında Londra'ya “Raşidler geçmişte kaldı<br />

gelecek Suudlar'da” mesajını gönderdi.


SANAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Kahvaltıda Irak sınırını çizdi<br />

Çölün kraliçesi savaş boyunca Arap kabilelerini<br />

Türklere karşı kışkırtmak için elinden geleni<br />

yaptı. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox'un<br />

davetiyle Basra'ya gitti oradan Fırat nehri boyunca<br />

kuzeye ilerleyip bölgenin ayrıntılı haritalarını hazırladı.<br />

Savaş bittiğinde yolu yine Irak'a düşecekti.<br />

Çünkü İngilizlerin bölgeye dair doğru düzgün bir<br />

politikası yoktu. Sömürgeler Bakanlığına getirilen<br />

Winston Churchill, ülkesine çok pahalıya mal olan<br />

bu topraklarda kalma konusunda tereddütteydi.<br />

Bell'e Irak'ın haritasını çıkarma görevi verildi. Bölgeyi<br />

çok iyi tanıyan Bell, çok geçmeden ayrıntılı<br />

bir harita çıkardı. İşi bittiğinde babasına “Sabahım<br />

çok iyi geçti, Irak'ın güney sınırını tamamladım”<br />

diye yazacaktı. 1919 yılında yapılan Paris Konferansı'na<br />

delege olarak katıldı, çizdiği Irak sınırlarını<br />

savundu ama konferansta Osmanlı'nın Ortadoğu<br />

topraklarının bölüşülmesi kararı sonraya bırakıldı.<br />

Churchill'i ikna etti<br />

İki yıl sonra Churchill 40 bölge uzmanını<br />

çağırıp Kahire Konferansı'nı topladı. Çağırdığı insanlar<br />

arasında tek kadın Bell'di. Uzmanların<br />

hemen hepsi Körfez bölgesi dışığında çekilmeden<br />

yana görüş sundu. Sadece Arabistanlı Lawrence ile<br />

Gertrude Bell, bölgede İngiltere^ye bağlı yönetimler<br />

oluşturması fikrini savundu. Onlara göre bu<br />

kukla devletler hem İngiltere'ye masraf çıkarmayacak<br />

hem petrol bölgelerini güvenlik altına alacak<br />

Winston Churchill, Gertrude Bell ve Lawrence bir arada…<br />

68<br />

hem de Türkiye'ye karşı tampon görevi görecekti.<br />

İki arkeolog ajan Mekke Şeyhi Hüseyin'in oğlu Faysal'ın,<br />

Hz. Muhammed soyundan gelmesinden<br />

ötürü Irak'ın Sünni aşiretleri gözünde saygı göreceğini<br />

savundular. Churchill ikna oldu. Bell, aynı yıl<br />

Irak'ta sahte bir referandum düzenleyip Faysal'ı<br />

yüzde 96 oyla kral seçtirdi...<br />

Türkiye'nin güney sınırı onun eseri<br />

Gertrude Bell, Irak kurulduktan sonra yaşamının<br />

geri kalanında kendini Bağdat'ta, bir arkeoloji<br />

müzesi kurmak için adadı. ABD'inn 2004'tki<br />

işgalinde yağmalanacak olan bu müze açıldıktan<br />

kısa süre sonra da henüz 57 yaşındayken aşırı<br />

dozda uyku ilacı için intihar etti. Ölümünden sonra<br />

adına kurulan vakıf, yaşamı boyunca biriktirdiği<br />

belge harita ve fotoğrafları düzenleyip internette<br />

halka açtı. Bu belgelerde Bell'in Irak sınırını da çizdiği,<br />

İngilizlerin Lozan'da Türkiye'nin Musul ve<br />

Kerkük Irak devleti sınırları içine alınması ve sadece<br />

Hakkari Sancağı'nın Türkiye'ye bırakılması tezlerinin<br />

de sahibi olduğu ortaya çıktı.<br />

Nicole Kidman 'El Hatun' oldu<br />

Gertrude Bell'in yaşamı uzun süredir Hollywood'un<br />

ilgi alanındaydı. İki yıl önce ilk filmi<br />

“Kan ve Bal Ülkesi”ni tamamlayan çiçeği burnunda<br />

yönetmen Angelina Jolie'nin ikinci projesinin<br />

Gertrude Bell portresi olduğu<br />

ileri sürülmüştü. Jolie'nin, senaryoyu<br />

yazması için “Arka<br />

Bahçe” (The Constant Gardner)<br />

filminin senaristi Jeffrey<br />

Caine ile anlaşmış, başrolü<br />

kendisi oynayacağından yönetmenlik<br />

için Ridley Scott ile<br />

görüştüğü bile iddia edilmişti.<br />

Ama filmi çekmek Alman yönetmen<br />

Werner Herzog'a<br />

nasip oldu. Almanya'da Eylül<br />

ayında gösterime giren filmde<br />

Bell'i Nicole Kidman, T. E. Lawrence'ı<br />

ise Robert Pattison<br />

oynuyor.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

Mustafa CAN<br />

Yorulduğunda Nerede<br />

Dinlenir Usta<br />

Dervişe sormuşlar,<br />

‘Tiryakiyi ve buna bağlı da<br />

tiryakiliği tarif etmeniz<br />

mümkün mü?’ Dervişin cevabı:<br />

‘Elbette mümkün.<br />

Ama öncelikle sizin tiryakinizin<br />

neyin tiryakisi olduğunu<br />

bilmek isterim.’ Demiş.<br />

“Benim cevabım sizin sorunuzdaki<br />

sırlı bilmecenin adının<br />

altında yatan şeydir. O da<br />

sizin tiryakinizin tarifi olacaktır.<br />

Arzum, bana hareket<br />

halinde olan yolcunun ve<br />

bir de o yolcunun hedefinin<br />

olup olmadığını söyler misiniz?<br />

İşte söz konusu tiryakilik,<br />

o yolcu ile eş değerdedir.<br />

Ve bu yüzden de, o yolcunun<br />

hedefi, tarifi istenen tiryakiliğinin<br />

kendisidir. Bahçıvan<br />

ve yetiştirdiği her şeyi…<br />

Bilim adamı ve her türlü bilimi,<br />

aynı şekilde karşılaştırılabilirsiniz. Eser yaratma<br />

adına inadına çalışma yapmak istemek gibi. O<br />

yolda caymadan, ölümüne hedefe varmak gibi.<br />

Olumsuz da olabilir, kötülüğünü bile bile, o şeyi<br />

yapmak gibi…<br />

Ben, Allah yolunun tiryakisi olmak istedim,<br />

bu yüzden Aşk’ı benim tiryakiliğim sayabilirsiniz.<br />

” dedi ve sustu.<br />

69<br />

Ali Aydoğan, zamanımızın iflah olmayacak<br />

derecede bir tiryakisi. Tiryakiliği ise, suskun<br />

taşların konuşturulması uğraşısı… Mezar taşlarının<br />

konuşmasına ortam ve imkân sağlaması ve beceremeyenlerin,<br />

taşların lisanından anlayamayanların,<br />

tarih ve kültür kaynaklarına yabancılaşmış<br />

olanların, hatta ölülerini hatırlamakta zorluk çekenlerin<br />

önüne geçip, “Utanası halinize kim acıyacak?<br />

Sıkılmaz mısınız siz hiç? Düşünmez misiniz<br />

hiç siz?” diyen bir araştırıcı.


SANAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Türkiye’de altmışın üzerinde vilayetin mezarlıklarında<br />

manzum ve hayat kaynağı olan kitabeler,<br />

ölenin geride kalanlara bıraktığı hayat izleri<br />

yazılarını gün yüzüne sunan Hacı Ali Aydoğan,<br />

Sivas’a bağlı bağlı Tokuş köyünde doğar, ama büyümesi<br />

ve gençliğinin serpildiği yer ise Amasya’dır.<br />

İstanbul şehri ise, ilk gurbete çıkma denemesi<br />

olur. Çırak olarak çalıştığı sıralarda, gençlik<br />

sarhoşluğu, onu, uzak ülkelere gitme sevdasıyla<br />

yanıp tutuşturur…<br />

Kader kurası torbasının önüne koyduğu<br />

memleket Almanya’dır. Maden işçisi olarak çalışmasına<br />

bir de Fort Fabrikası eklenir. Daha sonraları<br />

Köln’ün kurada çıkan, ama ikinci yurt olmasını da<br />

engelleyemeyen kaderine razı olur. 1970’lerde Kitapçılık<br />

yaparak ve bu yolla insanının okuma sevdasına<br />

destek olmak istemesi onu hüsrana uğratır.<br />

Kitapçılığı bırakır. Yaz tatillerinde ve bulduğu her<br />

fırsatı Türkiye’ye gitmek, orada da sıcağın veya<br />

başka türlü engellere de aldırmayan bir gayrete kalkışır.<br />

Tek tek mezarlıkları dolaşarak beğendiği ve<br />

manaca unutulmayacak olanları kitaplaştırmak<br />

ister.<br />

Mezar taşları, sağlıklarında yaptıklarını ibretlik<br />

hale getirenlerin, ideallerinde beslediklerini,<br />

ölüm ve ölüm sonrasında hatırlanması gerekli ibretli<br />

sözlerin yazıldığı levhalardır. İnsanı çarpan ifadelerdir.<br />

İnsana ölümü hatırlatan ve sağ olanların<br />

unuttukları şeylere gönderme yapan işaretlerdir.<br />

Mezar taşları sağların okumadan geçmemesi gerekli<br />

olan ikazların kazındığı taşlardır.<br />

Müslüman Türk Milletinin mezarlıklara<br />

başka gözle görmesinin eksikliğini sezen Üstat,<br />

yazar, şair, hattat, koleksiyoncu ve çağın dervişi<br />

Hacı Ali Aydoğan, kitapların arasında ve evinde<br />

oturacak bir köşesi bile kalmayan, bir araştırıcı…<br />

Vazgeçilmez bir dost ve arifçe davranan bir gönül<br />

adam… Yüzünde toplanan samimi duyguların yansımasındaki<br />

canlılığı sınırsız yaşayan adam. Dili<br />

tatlı ve sohbet ehli derviş… Bizi, misafir olarak<br />

Köln’deki evinde karşıladığında, her hali ve hareketleriyle<br />

tarih kokuyordu.<br />

70<br />

Bu adam, kıymet bilmezlerden şikayetlenmenin<br />

bile lüzumsuz olduğunu sessizce rahatsız<br />

edici olmadan mırıldandı, hepsi o kadar. “Derviş<br />

hiç şikâyet eder mi halinden? Edepsiz edepsizdir,<br />

bu böyle biline!”der gibiydi.<br />

Lakin o vurdumduymaz yetkililerden,<br />

yani elinde devlet erkini tutan eblehlerden şikâyet<br />

edecek bir cümle ile de bize fısıldamadan edemedi:<br />

“Eserlerinin değerini bilmeyen köklü bir millet, yarına<br />

bakacak yüzü yoktur. Eser kıymeti anlayan,<br />

onu sahiplenen ve kendi geçmişine bilerek sahip çıkanın<br />

geleceğe taşıyacağı çok şeyi vardır. Kültür<br />

korunmakla, kültür adamlarının desteklenmesi ile<br />

milletin başı dik kalır. Yoksa millet de onun idarecisi<br />

de sürünmekten kurtulamaz.” dedi.<br />

Çay bardaklarının getirildiği tepsi bile kültür değeri<br />

taşıyordu. Hazırladığı kitabın sayfalarını öylesine<br />

karıştırırken şu yazı dikkatimi çekti: “Çıkmışsa<br />

ilahi bir emir, bahane yol,/ Toprakla başlar, toprakla<br />

biter bu yol.” Babadağ’lı Şerif Ali Değirmenci,<br />

(1910-15.7.1975), Eski Mezarlık, Denizli.<br />

Yine şu yazı dikkat çekici: “Padişahı âlem<br />

olmak, bir kuru kavga imiş,/ Bir veliye bende<br />

olmak, cümleden evla imiş.” Hamdullah Efendi<br />

(1878-1934), Ali Mezarlığı, Tokat.<br />

Bir yazı daha: “Genç yaşında gittin sen,/<br />

Gözümüz seni arar,/ Bu toprak değil sana,/ Gönüllerimiz<br />

mezar.” Orhan Karaelmas (1923-1943). Sülüklü<br />

Mezarlığı, Trabzon<br />

Gezip yorulan insan dinlenmek istediğinde,<br />

herhangi bir yerde bir köşede, deniz kenarında,<br />

çayhanede, evinin beğendiği köşesinde dinlenmek<br />

ister. Ama Usta Hacı Ali Aydoğan, mezarlıklar, duvarla<br />

çevriliyse veya duvarsız terkedilmiş bir arazi<br />

üzerinde kurulmuşsa, dağ yamaçlarında veya bir<br />

ırmak kenarında ise, sıcaklarda gölgelik olabilecek<br />

serin bir yer bulur, gözleri, okumak istediği ve gün<br />

ışığına çıkarmak istediği yazıların bulunduğu<br />

mezar taşları levhalarına çakılı kalır. Nefes alıp dinlenince<br />

de bir sonraki mezarlığa ulaşmak üzere<br />

biner arabasına…<br />

Yolun açık ola Usta!


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

Ahmet SEZGİN<br />

Kesin Dönüş Yapan<br />

Türklerin İstanbul Serüveni<br />

GÖNÜLLER FETHETMEK<br />

Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />

Bölümü’nü başarıyla bitirmiş; Türkiye on dokuzuncusu<br />

olarak İstanbul/Kartal’da Almanca eğitim<br />

yapan bir Anadolu lisesine 14 Şubat 1989’da atanarak<br />

hayalimdeki öğretmenlik mesleğine büyük bir<br />

aşkla başlamıştım.<br />

Ancak bu okul, normal bir Anadolu lisesi<br />

değildi. Almanya‘da “yabancı, pis Türk,”, Türkiye’de<br />

“Almancı” diye dışlanan, horlanan, iki kültür<br />

arasında bocalayan üçüncü neslin dram ve trajedisine<br />

şahitlik etmiştim bu lisede. Para ve konfora<br />

doymuş ama kalbindeki boşluğu bir türlü dolduramamış;<br />

ilgi, sevgi ve manevi değerlere aç öğrencilerdi<br />

bu gençler. Korkunç bir ahlaki yozlaşma, şuursuzluk<br />

vardı öğrencilerde ama çoğu samimi ve<br />

saygılı idi.<br />

Bu okuldaki öğrencilerin çoğu, kendi aralarında,<br />

teneffüslerde Almanca konuşuyorlardı.<br />

Çünkü bu çocuklar, Almancayı sokak ve okulda,<br />

Türkçeyi mutfakta öğrenmiş, her iki ülkede de<br />

uyum sıkıntısı yaşayan çocuklardı. Bunların çoğu,<br />

bölünmüş ailelerin sevgiye aç, çift kimlikli gençleriydi.<br />

Birçoğu; “günah, sevap, ayıp, edep” kavramlarına<br />

bile yabancıydı. Bayrak, İstiklal Marşı,<br />

vatan, ezan ve şehitlik kavramlarının anlamından<br />

habersizdiler. Maddî yönden zengin ama manevi<br />

bakımdan fakir öğrencilerin bazılarının yakınları<br />

yüksek bürokrattı. Amcası, dayısı bakan, dedesi<br />

YÖK başkanı olan öğrencilerim de vardı bunların<br />

arasında.<br />

71<br />

Türkiye’den sınavla gelen öğrenciler de<br />

vardı ama ağırlıklı olarak dili Almanca olan ülkelerde<br />

yaşayan gurbetçilerimizin çocukları eğitim<br />

görüyordu bu okulda. Bu lise, Avrupa Birliği proje<br />

okuluydu. Okulda Almanya’nın maaşlarını verdiği<br />

Alman öğretmenler de görev yapıyordu. Yalnızca<br />

sosyal branşlarda Türkçe eğitim yapılıyordu. Bu<br />

okulda yabancı öğretmenlerin bir misyoner gibi çalıştıklarını<br />

kahrolarak öğrendim. “Entegrasyon”<br />

adı altında misyonerlik faaliyetleri bile yapılıyordu.<br />

Ben bir taraftan öğrencilerin kafa ve ruhlarındaki<br />

tahribatı gidermek için bir taraftan da “laik,<br />

çağdaş, ilerici” kisvesi altındaki “beyaz Türkler”<br />

ile mücadele ediyordum.<br />

Başlangıçta çok zorlandım bu çocuklarla<br />

iletişim kurmakta. Sonra onları tanımaya, anlamaya<br />

başladıkça yarı Türkçe yarı Almanca konuşarak,<br />

Yunus irfanıyla, sevgi ve hoşgörü diliyle bu gençlerin<br />

gönüllerini fethetmeye çalıştım. Anlamıştım<br />

ki, öğrencilerimin yüreklerine giremeden kafasına<br />

asla giremezdim. Onlarla özel sohbetler ediyor, onların<br />

dertlerini dinliyordum. Öğrencilerime sadece<br />

bir öğretmen, rehber değil; ağabey, baba, dost, kardeş<br />

ve sırdaş olmaya gayret ediyordum. İstanbul’un<br />

bazı tarihî eserlerini, Çanakkale şehitlerini,<br />

Selimiye Camii’ni ziyaret ettik öğrencilerimizle.<br />

Onlara “Çanakkale ruhu”nu hissettirmek istemiştik.<br />

Onlarla okulda voleybol, futbol ve masa tenisi<br />

oynuyordum sık sık. Edebiyattan yıllık ödev<br />

olarak İsmet Özel, Yavuz Bülent Bakiler, İhsan Işık<br />

gibi şair-yazarlarla, bazı sanatçılarla mülakat yaptırıyordum<br />

yetenekli öğrencilerime.<br />

Öğrencilerimden bazılarının anne ve babaları<br />

farklı millet ve dine mensuptu. Tamara isimli


SANAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

öğrencimin annesi Türk, babası ise Alman idi. Tamara,<br />

Türkçeyi en zor anlayıp konuşan ama sıcakkanlı,<br />

mütebessim, saygılı, sorumlu, azimli, saçları<br />

sarı, yüreği beyaz bir öğrenciydi. Kendisiyle yakından<br />

ilgileniyordum. Edebiyat derslerinde dil yüzünden<br />

çok zorlansa da sınıfta en dikkatli ve ilgili<br />

öğrencilerimden biriydi. Özellikle Tasavvuf edebiyatını<br />

anlatırken pürdikkat ve gözleri ışıl ışıldı.<br />

Ben, İslam’ı, Yunus ve Mevlâna vasıtasıyla anlatıyordum<br />

aslında. Tamara’nın İslam tasavvufundan,<br />

Yunus Emre’den çok etkilendiğini hissediyordum.<br />

Bir gün derste: “Tamara, sen Hristiyan<br />

mısın, Müslüman mısın?” diye sordum. Öğrencim,<br />

çok heyecanlı ve ürkek bir şekilde “Hocam, biliyorsunuzdur,<br />

babam Alman ve Hristiyan, annem<br />

ise Türk. Annem ‘Müslüman’ım’ diyor ama İslam’ı<br />

bilmiyor. Ben Almanya’da doğup büyüdüğüm için<br />

küçük yaştan beri kiliseye götürüldüm. Hangi dini<br />

seçeceğim konusunda ailem beni özgür bıraktı.<br />

Din hususunda şu anda kararsızım ama Tanrıya inanıyorum.”<br />

dedi. Bu durum beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü.<br />

Öğrencilere edebî romanların yanı sıra<br />

dini ve tarihi romanlar da tavsiye etmeye başlamıştım.<br />

Kütüphaneden sorumlu öğretmen olarak okul<br />

kütüphanesine 2-3 bin civarında eser satın almıştık.<br />

Her tür ve fikirden, yerli ve yabancı yazarlardan<br />

oluşan kütüphanede her hafta bir iki saat sesli<br />

ve sessiz okuma çalışması yapıyordum. Öğrencilerim,<br />

kitap okuma alışkanlığı kazanmışlardı.<br />

Tamara’nın annesi, bir gün okula gelip kızının<br />

beni ve dersimi çok sevdiğini, tasavvuf ve<br />

“Yunus felsefesi”nden çok etkilendiğini, kendisinin<br />

de bu konuyu çok merak ettiğini söyledi. Tasavvuf<br />

ile ilgili Almanca kitaplar varsa kızıyla birlikte<br />

okumak istediklerini belirtti ve bana teşekkür<br />

etti. Çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Peygamberimiz,<br />

dört halife ve İslam ile ilgili birkaç Almanca<br />

kitap bulup verdim Tamara’ya.<br />

Aradan iki üç ay geçmişti. Bir Ramazan<br />

günü koridorda fotokopi çekerken beni gören Tamara,<br />

yanında sıra arkadaşı Meral ile birlikte yanıma<br />

koşarak geldi ve “Ahmet Hocam, ben sizden<br />

oldum, ben de Müslüman oldum!” dedi büyük<br />

72<br />

bir heyecan ve sevinçle. Bu kadar hızlı bir değişim<br />

beklemiyordum doğrusu. Çok şaşırmış, sevinmiş<br />

ve heyecanlanmıştım. “Tamara, seni yürekten tebrik<br />

ediyorum. Dinimize hoş geldin. Allah yardımcın<br />

olsun. Çok mutlu oldum.” dedim sevinçle.<br />

“Oruç tutuyor musun?” diye sordum. “Evet, oruç<br />

tutuyorum hocam.” dedi. Hayatımın en büyük<br />

mutluluklarından birisini yaşattığı için Allah’a<br />

şükür gözyaşları döktüm.<br />

Yurtdışından gelen öğrencilerin çoğu, Almanya’da<br />

en alt zekâ seviyesindeki öğrencilerin<br />

okuduğu “Sonderschule” isimli Özel Eğitim<br />

Okulu ile düz lise seviyesindeki Hauptschule’de<br />

okumuşlardı. Aslında bu çocukların çoğu, normal<br />

zekâya sahiptiler. Ya dil problemi ya da yabancıların<br />

Türk çocuklarına uyguladığı ayrımcılıktan bu<br />

öğrenciler, bu okullara alınmıştı.<br />

Yurtdışından gelen öğrencilerin<br />

içinde en anormal davranışlara sahip, uyumsuz,<br />

ders dinlemeyen, sorumsuz, disiplinsiz olan, Tuğrul<br />

isimli bir öğrenciydi. Ağzında sakız, elinde kola<br />

şişesi, sıraların arasında dolaşan, ödevlerini yapmayan,<br />

doğru dürüst kitap defter bile getirmeyen<br />

bu öğrenci için hem Alman hem de Türk öğretmenler<br />

“geri zekâlı” teşhisi koymuştu. Anadolu lisesinin<br />

orta ikinci sınıfında olan bu öğrenci için öğretmenler:<br />

“Bu çocuk, bu okula nasıl gelmiş? Bu öğrenci,<br />

hiperaktif değil, zekâ özürlü. Bu okuldan<br />

özel bir okula gönderilmeli.” diyorlardı. Ben de<br />

mesleğimin üçüncü yılında, tecrübesiz olduğum<br />

için öğretmenlerle aynı kanaatteydim. Bu sınıfta<br />

ders anlatmakta her öğretmen gibi ben de çok zorlanıyordum.<br />

Tuğrul’a tatlı bir dil ve sabırla, yaptığının<br />

çok yanlış olduğunu, herkesin rahatsız olduğunu,<br />

saygılı olması ve ders dinlemesi gerektiğini<br />

söylüyordum. Tuğrul ise her defasında “Özür dilerim<br />

öğretmenim.” diyor ama biraz sonra benzer<br />

davranışları sergiliyordu. Ben, yaramazlık yaptıkça<br />

ona bir hikâye okuyup özetleme cezası veriyor,<br />

yapmazsa sözlü notunu çok düşük vereceğimi söylüyordum.<br />

Bir ay sonra cezası kadar hikâye özetini<br />

önümü koydu Tuğrul. Çok ilginç şeyler anlatılmıştı<br />

burada. Bu hikâyeleri kendisinin yazıp yazmadığı<br />

sorunca “Hocam, bana kızmayacaksınız ama.”


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

dedi. “Tamam, doğruyu söyle, kızmayacağım.”<br />

dedim. “Öğretmenim, bu hikâyeleri ben uydurdum.”<br />

dedi. Büyük bir şaşkınlık içindeydim ama<br />

çok da sevinmiştim. “Aferin, Tuğrul sana!” dedim.<br />

Çok mutlu olmuştu. “Gerçekten, doğru mu söylüyordu?<br />

Yoksa bu çocuk…”<br />

Öğrenciler bana ısınmaya başlayınca sınıfta<br />

ara sıra espri yapmaya başlamıştım. Ama bu<br />

esprilerime en çok da, geri zekâlı damgası vurulan<br />

Tuğrul gülüyordu. Bu işte bir tuhaflık vardı. Canım<br />

iyice sıkılmaya başlamıştı. Bu işin hakikatini çözmeliydim.<br />

Bu bozuk sistem, öğrencileri eğitmek yerine,<br />

yetenek ve şahsiyetlerini mi öğütüyordu<br />

yoksa?<br />

Öğrencilere yazdırdığım kompozisyonların<br />

içinde en ilginç ve güzel olanı Tuğrul’a aitti. Bu<br />

çocuk üstün zekâlı mıydı gerçekten? Tuğrul’un<br />

kompozisyonunu sınıfta okudum. Onu tebrik edip<br />

öğrencilere alkışlattım. Tuğrul bambaşka öğrenci<br />

olmaya başlamıştı. Dersi dikkatle dinleyip ilginç<br />

sorular soruyor, ilginç yorumlar yapıyordu. Ben<br />

özellikle onun ilgisini çekecek ders dışı şeyler de<br />

anlatıyordum. Çok mutlu oluyor, gözleri ışıl ışıl<br />

parlıyordu.<br />

Tuğrul’un üstün zekâlı bir öğrenci olduğuna<br />

yüzde yüz inanmıştım artık. Beni çok seven, idealist<br />

müdür yardımcısı ve Türkçe öğretmeni<br />

Osman Bey’e anlattım durumu. Çok şaşırdı ama<br />

bana inandı ve tebrik etti beni. “Öğretmenlere de<br />

bunu anlatalım, bir öğrencinin hayatı, geleceği söz<br />

konusu.” dedim. “Tamam, hocam, bu çok önemli<br />

meseleyi ilk toplantıda gündeme getirelim. Ben<br />

müdür beye de söylerim.” dedi Osman Hocam. Öğretmenlere,<br />

bu çocuğa bir de bu açıdan baktıklarında<br />

bana hak vereceklerini söyledim. Onlar da bir<br />

müddet sonra Tuğrul’un geri zekâlı değil, tam aksine<br />

süper zekâlı bir öğrenci olduğunu anlamışlardı.<br />

Çok sevinmiş, mutlu olmuştum.<br />

73<br />

Aynı sınıfta dikkatimi çeken öğrencilerimden<br />

biri de kekeme olan Ömer isimli bir çocuktu.<br />

Türkçe derslerini öğrencilerin konuşma, telaffuz<br />

yeteneklerini geliştirmek, onlara özgüven kazandırmak,<br />

dersi canlı ve zevkli hale getirmek için genellikle<br />

soru-cevap metoduyla işliyordum. Konuşma<br />

özürlü öğrencim Ömer’e kolay sorular soruyordum.<br />

Ömer’e şiir ve hikâyeler okutturuyor, onu konuşturuyor,<br />

sabırla dinliyor, arkadaşlarına alkışlattırıyor<br />

ve heyecanını yenmesini, özgüven kazanmasını<br />

sağlıyordum. Kekemelik probleminin,<br />

küçük yaşlarda yaşadığı büyük bir korkudan sonra<br />

olduğunu aynı sınıfta okuyan kız kardeşi Serpil’den<br />

öğrenmiştim. 2 bin yıl önce meşhur Filozof<br />

Çiçero’nun da önce kekeme olduğunu, çakıl taşlarını<br />

ağzına alıp deniz kenarında yüksek sesle konuşarak<br />

bu problemini yok ettiğini ve büyük bir hatip<br />

olduğunu söylüyordum. Ömer’in de bunu yenebileceğine<br />

inanmasını istiyordum. Evde de bu sesli<br />

okuma egzersizlerini sürekli yapmasını tavsiye ediyordum.<br />

O, sınıfta yokken arkadaşlarına da onunla<br />

asla dalga geçmemelerini tembihliyordum. Günler,<br />

aylar geçtikçe Ömer’in özgüveni daha da artmaya,<br />

derslere daha fazla katılmaya, yüzü daha fazla gülmeye<br />

başlamıştı.<br />

İstanbul’da 3 yıl içinde öğrencilerime<br />

vatan, millet, bayrak, ezan, millî marş sevgisiyle<br />

birlikte dil, din, tarih ve medeniyet şuuru kazandırmaya<br />

çalışmıştım. Şahsiyetli bir millî kimlikle<br />

aidiyet bilinci oluşan öğrencilerimde “kimlik buhranı”<br />

da ortadan kalkmaya başlamıştı.<br />

İstanbul’da susuzluğun yanında kira ve<br />

geçim derdiyle uğraşırken bazı meslektaşlarım<br />

bana öğüt veriyorlardı: “Ahmet Hocam, sen daha<br />

gençsin, toysun. Bu kadar idealist yaşayarak emekliliği<br />

getiremezsin. Öğrenciler çok zengin. Almanya’dan<br />

geldikleri için iyi Türkçe de bilmiyorlar.<br />

Özel dersten köşeyi dönmeye bak.” diyorlardı.<br />

Bense tecrübeli meslektaşlarımın telkinlerine rağmen<br />

bir takım damatlık elbiseyle her gün okula<br />

gidip gelirken, eşimin iki takım elbise almam için<br />

bileziğini bozdurup verdiği parayla bile Cağaloğlu’ndan<br />

dört beş koli kitap alıyordum.<br />

Eğitimi aşka dönüştüren idealistliğim sebebiyle<br />

İstanbul’da öğretmenlikten başka paralı<br />

ikinci bir iş yapmamıştım. Özel ders, dershane, ticaret<br />

gibi para getirecek şeylerden uzak durmuştum.<br />

Kendimi kültüre, şiire, edebiyata ve eğitime<br />

verip bir de kitap hazırlayıp yayınevine teslim etmiştim.<br />

Haftada bir gelen ve içilemeyen su ile kiralık<br />

ev derdi iyice bunaltmıştı bizi. Düğünümüzde


SANAT Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

alınan ve hediye edilen altınları tüketince de çaresiz<br />

olarak çok sevdiğim İstanbul’a, dostlarıma ve<br />

gül yürekli öğrencilerime gözyaşlarıyla veda ediyordum<br />

askerlik öncesi. Ailemin yaşadığı, doğup<br />

büyüdüğüm memleketim Samsun/Terme’ye dönüyorduk<br />

artık.<br />

Yıllar sonra bir akşamüstü Terme’deki evimizin<br />

kapı zili çalmıştı. Karşımda tanımadığım iki<br />

genç ile bir erkek ve kadın. “Hocam, beni tanıdınız<br />

mı? Ben İstanbul’dan öğrenciniz Ömer.” der<br />

demez hemen soyadını söyledim. “Sevgili Ahmet<br />

Hocamız, bizi unutmamış.” dediler sevinerek. Sarıldık<br />

birbirimize büyük bir hasret ve mutlulukla.<br />

Yanındakiler de kız kardeşi Serpil öğrencim ile Almanya’dan<br />

kesin dönüş yapan anne ve babası idi.<br />

Hususi olarak ta İstanbul’dan kalkıp Terme’ye beni<br />

ziyarete gelmişlerdi. Ömer artık bülbül gibi konuşuyordu.<br />

“Hocam, sizin sayenizde ben kekemelikten<br />

kurtuldum. Yıllarca size dua ettim. Size teşekkür<br />

etmeye geldik değerli hocam” dedi. Ömer’in<br />

anne ve babası da minnettarlıklarını ifade ediyorlardı.<br />

Üzerinde çok emeğim olan sevgili öğrencim<br />

Fatih’ten yıllar sonra çok anlamlı bir mesaj<br />

aldım: “Pek değerli, okul ve hayat öğretmenim, sayenizde<br />

yönetici oldum. Öğrencilerinizin % 90'ı bu<br />

tür görevlerde. Sizden çok şey öğrendim: Mertliği,<br />

dürüstlüğü, edebi, edebiyatı… Hele ki Divan edebiyatı<br />

deyince aklıma hemen siz gelirsiniz, içimden<br />

bir şey kopar. İlk derslerde bize edebin gerçek<br />

anlamını öğretmiştiniz eline, diline, beline hâkim<br />

olmak diye. “Ben yürürüm yane yane, /Aşk boyadı<br />

beni kane, / Ne âkilem ne divane,/ Gel gör beni aşk<br />

neyledi.” Yunus Emre’nin bu ilahisini siz ezberletmiştiniz<br />

sevgili hocam. Geçenlerde bir yerde duydum,<br />

gözlerim doldu. Sizi tanıyıp da hakkınızda<br />

hayır ve muhabbetle anmayan bir tek kişi bile yoktur<br />

değerli hocam.”<br />

mutlu oldum çok değerli ve sevgili hocam. Size<br />

çok teşekkür ederim, Allah sizden razı olsun. İsviçre’de<br />

de beni ‘bu çocuk normal değil’ bahanesi ile<br />

zekâ özürlülerin okuduğu bir okula vermek istemişlerdi.<br />

Bunun üzerine beni Türkiye’ye, dayımın<br />

yanına getirdiler, KAL’de ortaokula başladım.<br />

Orada da benim için bu şekilde hareket ettiklerini<br />

bilmiyordum, ama siz olmasaydınız bugün sanırım<br />

üniversiteye kadar gelme imkânım hiç olmayacaktı.<br />

Ben İstanbul Üniv. Elektronik Mühendisliği’ni<br />

kazandım. Beni zekâ özürlülerin okuluna<br />

yollamak isteyen, Türklere her fırsatta tepeden<br />

bakan birçok İsviçreliye karşı bu ülkenin en iyi üniversitesi<br />

bilinen Zürich Teknik Üniversitesi<br />

(ETH)’ne girmeyi kafama koymuştum ve bir yıl çalışarak<br />

Makine Mühendisliği’ni kazandım. Ancak<br />

özel sebeplerden bu okulu bırakmak zorunda kaldım.<br />

Şimdi Almanya'da Braunschweig Teknik Üniversitesi<br />

Uçak Mühendisliği’nde okuyorum.<br />

Ben ortaokul/lise yıllarımda hiç bir dersi sizinki<br />

kadar zevkli bulamadım. Birçok öğretmenin<br />

yaptığı gibi müfredatta ne varsa çocukların kafasına<br />

kuru kuru sokmak yerine, ayrı bir tarzınız vardı.<br />

Bize eğitimi sohbet ederek sevgiyle veriyordunuz.<br />

Bazen konumuz Osmanlılar olurdu, bazen de edep,<br />

ahlak. Yaptığınız espriler aslında beni hem güldürüyor<br />

hem de düşündürüyordu. Bugün bana ‘Tarih<br />

derslerinde ne öğrendin?’ diye sorsanız cevap veremem.<br />

Sizin dersiniz dışında diğer Türkçe ve Edebiyat<br />

derslerinde ne öğrendiğimi sorsanız, inanın hatırlamıyorum<br />

bile.<br />

Hocam, koyun gibi özentili yetişen insan<br />

olmamaya çalıştım. Bu yönde en sağlam temelleri<br />

siz attınız bende. Ellerinizden sevgi, saygı ve hasretle<br />

öperim çok kıymetli hocam.”<br />

Çok merak ettiğim Tuğrul öğrencimle sosyal<br />

medya vasıtasıyla 20 yıl sonra haberleştik. Beni<br />

çok heyecanlandırıp eşimle bana mutluluk gözyaşları<br />

döktüren şu mektubu aldım ondan:<br />

“KAL’de benim için verdiğiniz mücadeleyi<br />

öğrenince hem çok duygulandım hem de çok<br />

74


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

Mehmet ÖZDEMİR<br />

GİTMEK VE GELMEK<br />

ARASINDA GEÇEN<br />

BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ<br />

“Böyle gidiyoruz iste, bir yanımız<br />

'kalk gidelim', öbür yanımız 'otur' diyor.”<br />

Can Yücel<br />

Bu yazımızda, göç olgusunun başlangıcı<br />

ve bitişi üzerine odaklanan bazı olguları gündeme<br />

getirmek istedik. Göçmenliğin başlangıcı ile bitişi<br />

arasında geçen çeşitli yaşam öykülerine değinerek<br />

tersine göç olayını farklı cephelerden sunmaya çalıştık.<br />

Sonuç olarak gitmek ve gelmek kavramlarını<br />

göçmek ve göçmenlik sözcükleriyle buluşturmaya<br />

çalıştık.<br />

Gitmek ile gelmek bir kavramda buluşur,<br />

göç… Gitmek ayrılıktır, hüzündür, gözyaşıdır, son<br />

kez dokunmak ve sarılmaktır; dahası gitmek, çoğu<br />

kez bir zorunluluktur. Gitmek tüm alışkanlıkları<br />

terk etmektir; yeni alışkanlıklar edinmektir. Yeni<br />

bir kültüre, yeni insanlara alışmaktır. Gitmek ardından<br />

dökülen bir maşrapa su ile tez vakitte geri<br />

gelmektir. Su gibi akıp gitmektir. Burada bir parantez<br />

açmak faydalı olur. Türk kültürünün kadim dönemlerinden<br />

Anadolu’ya birçok gelenek ve görenek<br />

intikal etmiştir. Aynı zamanda SU, Türk kültüründe<br />

önemli kültlerden bir tanesidir. En temiz, en<br />

halis haliyle su, yaşam kaynağıdır; yaşamı ve canlılığı<br />

simgeler.<br />

75<br />

Suyun yaşamsal önemi gelenek ve göreneklerde<br />

de kendisine yer bulmasını sağlamıştır.<br />

Bu geleneklerden bir tanesi de hiç şüphesiz “saçı<br />

saçma” geleneğimizdir. Saçı geleneğinde suyun dışında<br />

“buğday, arpa, mısır, pirinç gibi tahıllar ve<br />

para, şeker” (yöreye göre değişir) vb. pek çok ürünün<br />

kullanıldığını da hatırlatmalıyız. Geleneğin bir<br />

uzantısı olarak “darısı başına” gibi bir temenniyi de<br />

eklemeliyiz. Gidenin ardından dökülen bir maşrapa<br />

su, gidenin saçısıdır. Bu geleneğin temelinde bolluk,<br />

bereketlilik ve kötü ruhlardan arınma yatar.<br />

Saçı geleneğinin bir çeşit kansız kurban olduğu yönünde<br />

de görüşler mevcuttur (Harun Güngör). Vurgulamak<br />

istediğimiz gurbete çıkışta “gurbete<br />

geden kişiye” bu tür uğurlama pratiklerinin uygulanmasıdır.<br />

Yapılan uygulamalar her çeşit kötülükten<br />

“koruma” amaçlıdır.<br />

Bizim türkülerimiz de gurbet kokar, gurbetin<br />

acılarını her haliyle terennüm eder.<br />

“Almanya treni kalkıyor gardan<br />

Gönül ister mi hiç, ayrılmak yardan<br />

Feleğe sözüm yok böyle yazmış yaradan<br />

Belki bir gün dönerim sen gelme ardımdan”<br />

(Ferdi Tayfur)<br />

“Büyüklerimiz cefa çekmeden sefa sürülmez”<br />

demişler. Gitmek ilk dizeden, dönmek son<br />

dizen olsun, aradaki dizeler gurbette çekilen cefalar<br />

olsun. Gitmek sözcüğü ayrılmak ve uzaklaşmak<br />

ile yakın anlamlı olarak telaffuz edilmektedir. Günlük<br />

yaşamdan birkaç örnekle somutlaştırmak gerekirse:<br />

Yeni evlenen çiftlerden işsizlik nedeniyle erkeklerin<br />

henüz genç yaşta iş bulma ümidiyle hem<br />

ülke içinde hem de ülke dışında diyar-ı gurbet yollarına<br />

düşmesi, öğrencilik gibi nedenlerle, çoğu<br />

kez yurt içinin gurbete dönüşmesi ve bazen de yurt<br />

dışına çıkılması, askerlik nedeniyle kısa bir süre<br />

gurbetlik yaşanması, evlilik nedeniyle çoğu kez kadınların<br />

bazen de erkeklerin yaşadıkları yerleri terk<br />

etmeleri vb. şeklinde gitmek sözcüğü ile ilgili daha<br />

birçok örnek sıralanabilir.


SANAT<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Oktay ATİK<br />

GURBETİ<br />

VATAN<br />

EDENLER<br />

Alamancı, gurbetçi gibi adlarla anılan insanlarımızın<br />

edebiyatıdır aslında göçmen edebiyatı.<br />

Ne tamamlanmış, ne de bitmiş bir edebiyattır, ancak<br />

hiç bitmeyeceği de kesin gibidir, biçim ve renk değiştirse<br />

de. Her yeni damla ile yeniden büyüyen,<br />

sonra yine kendine dönerek son bulan su halkaları<br />

gibi, öteki sularda, yaban ellerde biçim ve renk değiştirse<br />

de hiç bitmeyeceği de kesin gibidir. Göç, gurbet<br />

gibi kavramlarla artık özdeşleşmiş, bunları içselleştirmiş<br />

olan toplumumuzda Almanya’nın apayrı<br />

bir yeri vardır kuşkusuz. Almanya tüm o gurbet ve<br />

memleket öykülerinden çok daha uzak, çok daha yabancı,<br />

öteki bir kavram idi. Almanyalılık, Alamancılık<br />

ya da Almanyalı olmak; gurbet kavramının en<br />

öteki, en uç biçimi olarak elli yılını tamamlamış, tarihteki<br />

yerini çoktan almış, belgesellere konu olmuş<br />

ve en nihayetinde de kendi edebiyatını ve sinemasını,<br />

kısaca sanatını oluşturabilmiştir, üç kuşak boyunca.<br />

Kimsesiz, öksüz bir çocuk gibi büyüyen bu<br />

edebiyat, ilk başlarda ciddiye alınmamış, hor görülmüş<br />

ve ötekileştirilmiştir. Azınlık edebiyatı mı, dışgöç<br />

yazını mı yoksa konuk işçi edebiyatı mı tartışmaları<br />

arasında bir de kendi kimliğini aramış; Türk<br />

edebiyatı mı Alman edebiyatı mı derken zamanla yeteneğini<br />

ve gücünü ortaya koydukça, sinema, tiyatro<br />

gibi diğer sanat dalları ile birlikte dallanıp budaklandıkça<br />

paylaşılmaz olmuş, her iki taraf da kendinden<br />

saymaya başlamıştır. Birkaç milyonluk sessiz<br />

yığının sesi soluğu olmuş olan göçmen edebiyatı ise<br />

her iki tarafa da kendini ait hissettiğinden Türk-<br />

Alman Edebiyatı adını sevmiştir. Bu sözlük çalışmasında<br />

Türk-Alman Edebiyatına ait, elli yıllık süreci<br />

boyunca üç kuşak boyu, ikiyüze yakın göçmen<br />

edebiyatı sanatçıları tanıtılmaktadır.<br />

76<br />

Göçmen Edebiyatı -<br />

Yazarlar Sözlüğü:<br />

Son elli yıl içersinde hem Türk, hem Alman<br />

yazınında uzun ve zorlu süreçler sonucunda oluşmuş<br />

olan ve Türk-Alman yazını olarak da adlandırılan<br />

göçmen yazını, günümüzde göçün ellinci yılı<br />

kutlamaları çerçevesinde kendi varlığını da kutlamaktadır<br />

denebilir. Önceleri ağırlıklı olarak Türkçe<br />

yazılan bu edebiyatta giderek neredeyse tamamen<br />

Almanca yazıldığı görülmektedir. H. Asutay ve<br />

Oktay Atik’in birlikte ele aldıkları giriş yazısında ayrıntılı<br />

olarak Türk-Alman göçmen yazınının aşamalarına<br />

yer verilmiştir. Bu konuda çok farklı sınıflamalar<br />

olabildiği gibi, bu kitapta ele alınan üç kuşak<br />

sınıflandırması, Nilüfer Kuruyazıcı ve Mahmut Karakuş’un<br />

“Gurbeti Vatan Edenler” ile Hayrunisa<br />

Topçu’nun “Avrupa ve Amerika’da Türk Edebiyatı”<br />

adlı eserlerinden yola çıkarak daha çok yaş grupları<br />

na ve zaman sınırlamalarına göre yapılmıştır. Buna


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

SANAT<br />

göre birinci kuşak yazarlar, göçle birlikte başlayan,<br />

seksenli yıllara kadar devam eden ve Türkiye’den<br />

Almanya’ya giden yazarları kapsamaktadır. Seksenli<br />

yıllardan doksanlı yılların ortalarına kadar ise,<br />

ikinci kuşak göçmen yazını devam etmektedir.<br />

İkinci kuşak yazarlar bir taraftan farklı, öteki bir kültürün<br />

içinde yaşamanın getirdiği zorluklar gibi birinci<br />

kuşağın konularını devam ettirmişler, diğer<br />

yandan ise ağırlıklı olarak iki kültür arasında kalmışlığın<br />

ve bu durumun yarattığı kendi kimliğini<br />

arayışını ve bu arayışın yarattığı kaygı, çelişki ve çatışmaları<br />

konu edinmişlerdir. Her bir kuşağın konuları<br />

da birbirinden farklılıklar göstermekte bu bakımdan<br />

konusal olarak da göçmen yazını üç kuşak<br />

halinde sınıflanabilmektedir.<br />

Son ve üçüncü kuşak ise doksanlı yılların<br />

ortalarından itibaren başlasa da daha genel bir çizgi<br />

olarak ikibin ve sonrası olarak da tanımlanabilir.<br />

Özellikle Feridun Zaimoğlu’nun “kanaksprak” kavramı<br />

ile birlikte üçüncü kuşak kendi içindeki dönüşümünü<br />

tamamlamış, konusal olarak diğerlerinden<br />

ayrılmış ve tüm bunların yanında dildeki paradigma<br />

değişimini de kendine özgü dil kullanımı ile gerçekleştirmiştir.<br />

Bu onları hem daha bir kendine özgü bir<br />

yapıya kavuşturmuş, hem de Alman yazını içersinde<br />

daha fazla yerini almaya başlamış, Akif Pirinçci gibi<br />

yazarlarla dünya edebiyatı sahnesine de çıkmıştır.<br />

Selim Özdoğan ile birlikte azınlık kültürü içersinde<br />

yer alan gençlik alt kültürleri de konu edilmeye başlamış<br />

ve yazın içersinde ifadesini bulmuş ve bulmaya<br />

devam etmektedir. Son dönem eserleri Fatih<br />

Akın gibi dünya çapında ünlenen yönetmenler tarafından<br />

da beyazperdeye aktarılarak göçmen yazını<br />

içersinde göçmen filmlerinin de daha çok ortaya çıkmasını<br />

sağlamıştır.<br />

Yazarlar sözlüğü, yazarların soyadlarının alfabetik<br />

sıralamasına göre düzenlenmiştir. Sözlük yapısı<br />

gereği yazarların yaşam öykülerine çok kısa olarak<br />

yer verilmiş, varsa bazı yorum ya da değerlendirmelere<br />

de yer verilmiş ve ağ ortamında bulunabildiği<br />

ölçüde fotoğrafları da eklenmiştir. Pek azının<br />

fotoğrafına hiçbir şekilde ulaşılamadığından, yalnızca<br />

esere ait kapak resmi ile yetinilmiştir. Kaynak<br />

taraması ise daha çok ağ ortamlarından yapılmış,<br />

genel olarak “wikipedia” sitesinin Almanca sürümü<br />

içersinde yer alan “Deutsch-Türkische Literatur” ya<br />

da “Migrantenliteratur” gibi anahtar sözcüklerle yapılan<br />

taramalarda ortaya çıkan verilerden yararlanılmıştır.<br />

Her bir yazar ayrıntılı olarak çevrimiçi ağ<br />

ortamında taranmış, yazarların varsa kendi web sayfalarından<br />

mutlaka yararlanılmıştır.<br />

77<br />

Yazar ve sanatçıların seçiminde ölçüt olarak;<br />

Türk-Alman göçmen yazını kapsamına giren<br />

tüm yazar, şair ve bazı yönetmenler ele alınmıştır.<br />

Temel ölçüt, bu yazın bağlamında doğrudan edebiyatla<br />

ilgisi olmaktır. Fatih Akın ve diğer birkaç yönetmen<br />

de bu çalışmada yer almıştır çünkü kurguladıkları<br />

yapımlar edebiyat kökenlidir ve Türk-<br />

Alman göçmen yazını ya da Almanya’daki Türkler<br />

denince ilk akla gelenlerdendir. Bu nedenle bazı yönetmenler<br />

de sözlük kapsamına alınmıştır. Tüm bunların<br />

dışında çok sayıda araştırmacı, gazeteci, radyo<br />

televizyoncular, yorumcular, oyuncular, siyasetçiler<br />

ve akademisyenler de mevcuttur ancak doğrudan<br />

edebiyatla ilgisi olmadığı için, bu sözlük kapsamı dışında<br />

tutulmuştur. Ayrıca çeşitli nedenlerle Almanya’ya<br />

göç edip kısa bir süre ikamet etmiş ancak göçmen<br />

yazını bağlamında eser yazmamış olan yazarlar<br />

da kapsam dışında tutulmuştur. Bunların dışında<br />

Avusturya, İsviçre, Hollanda ve Fransa gibi ülkelerde<br />

de yaşayan yazarlar arasından Almanca yazan<br />

şair ve yazarlara yer verilmiştir. Söz konusu Türk-<br />

Alman göçmen yazını bu anlamda Almanca konuşan<br />

ülkelerdeki Türk ve göçmenlik geçmişi ya da<br />

oralarda doğan insanlarımızı kapsamaktadır.<br />

Biçim olarak sözlük kurgusu yazar soyadlarının<br />

alfabetik sıralaması şeklinde sıralanmış,<br />

yazar ad ve soyadlarının hemen altında doğum tarihi<br />

ve doğum yerleri belirtilmiştir. Daha sonra vesikalık<br />

fotoğraf boyutunda yazar veya sanatçının fotoğrafına<br />

yer verilmiş, fotoğrafların alıntılandığı<br />

kaynaklar ise her bir yazar başlığının sonunda yer<br />

alan kaynak kısmında erişim tarihleri ile birlikte ayrıca<br />

belirtilmiştir. Her bir yazar için “hayatı”,<br />

(varsa) almış olduğu “ödüller”, eserleri (yayımlandıkları<br />

yıllar eskiden yeniye doğru sıralanmış olarak)<br />

en sonda da yararlanılan ya da alıntılanan tüm<br />

kaynaklar “kaynak” başlığı altında belirtilmiştir.<br />

Genel olarak her bir yazar maddesi bir sayfa ile sınırlandırılmaya<br />

çalışıldıysa da, bazı yazarlarımızın<br />

(Y. Pazarkaya, Aras Ören, S. Özdoğan örneklerinde<br />

olduğu gibi) hem çok sayıda eserlerinin oluşu, hem<br />

de göçmen yazınının temsilcileri ya da en bilindik<br />

isimleri olmaları nedeniyle yazar maddeleri sayfaları<br />

aşmıştır. Kitabın sonunda ise Türk-Alman yazını<br />

ya da Türk-Alman göçmen yazını konusunda yapılan<br />

taramalar sonucu ulaşılabilen tüm referanslar,<br />

bilimsel çalışmalar, makale, bildiri tez vb. bir araya<br />

toplanarak kapsamlı ve toplu bir kaynakça oluşturulmaya<br />

çalışılmıştır. Türkçe’de Türk-Alman Göçmen<br />

Yazını alanında şimdiye kadar bulunmayan bir<br />

iş kotarılmıştır.


ABONELİK Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

YENİ DERGİ<br />

GELİYOR<br />

2016 yılında tüm Almanya’da<br />

YENİ DERGİ ABONELİK FORMU<br />

LÜTFEN DOLDURUNUZ<br />

ß<br />

ŞAHIS ADINA TALEP<br />

Ad ve soyad:<br />

________________________<br />

Adres ve telefon: ________________________<br />

________________________<br />

E-Mail:<br />

________________________<br />

1 yıllık abonelik ücreti (6 sayı) 30 €'dur. Yıllık abonelik ücretini, aşağıda belirtilen hesap<br />

numarasına yatırarak, abonelik formunu veya bilgilerini mustafacan49@hotmail.com<br />

adresine gönderdiğiniz takdirde, talep ettiğiniz yayın adresinize ulaştırılacaktır.<br />

TÜDAF e.V.<br />

Banka: Stadtsparkasse KölnBonn<br />

IBAN: DE65 0006 4000 0011 0111 7643 73<br />

78


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KIRKAMBAR<br />

Türk Göç<br />

Konferansı<br />

2015<br />

Fransa'nın Yabancı<br />

Roman Ödülü<br />

Hakan Günday'a<br />

2012’den beri her yıl Avrupa’nın çeşitli kentlerinde<br />

düzenlenen Türk Göç Konferansları serisi içerisinde<br />

üçüncüsü Prag’da yapıldı.<br />

Konferans, Regent’s Üniversitesi Londra<br />

Ulusötesi Araştırmalar Merkezi; Prag’daki Charles<br />

Üniversitesi, Beşeri Bilimler Fakültesi; Manisa Celal<br />

Bayar Üniversitesi Nüfus ve Göç Araştırmaları Merkezi<br />

ile California Üniversitesi Davis Gifford Nüfus<br />

Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa bir organziasyonu<br />

olarak gerçekleşti.<br />

Yirmi beş ülkeden yaklaşık iki yüz araştırmacının<br />

iştirak ettiği bu bilimsel toplantıda sunulan bildirler<br />

tahmin edilebilceği gibi Türkiye’ye özgü göç konularını<br />

çeşitli boyutlarıyla işlemekteydi.<br />

Başka ülkelerden Türkiye’ye ve Türkiye’den<br />

başka ülkelere yönelen göç akımlarıyla birlikte Türkiye’de<br />

halen en önemli demografik olaylardan biri olarak<br />

gerçekleşen iç göçler bildirilerde sunulmak amacıyla<br />

araştırmacılar tarafından en çok tercih edilen konular<br />

arasındaydı.<br />

Son olarak, gelecek yıl, Türk Göç Konferansı<br />

2016’nın 12-15 Temmuz 2016 tarihlerinde Viyana Üniversitesi,Avusturya’da<br />

düzenleneceğini buradan<br />

okurlara duyuralım.<br />

Fransa’nın saygın roman ödülü Prix Medicis’nin,<br />

2015 En İyi Yabancı Roman Ödülü Türk yazar<br />

Hakan Günday’a verildi.<br />

Günday’ın Fransızca’ya “Encore” adıyla çevirilen<br />

“Daha” adlı romanı, göçmen ticareti yapan bir<br />

kaçakçılık şebekesinin hikayesi üzerinden göçmen ve<br />

insanlık dramına değiniyor.<br />

Bu ödül daha önce Türkiye'den yalnızca<br />

“Kar” romanıyla Orhan Pamuk’a verilmişti. Jean Descat’nın<br />

Fransızca’ya çevirdiği ve Galaad yayınlarından<br />

çıkan “Encore” kitabıyla Fransa’da büyük beğeni<br />

toplayan Hakan Günday'ın kitaptaki baş kahramanı 9<br />

yaşındaki Gazâ.<br />

Gazâ’nın hikayesi Arthur Rimbaud’nun “Dayanılmaz<br />

olan tek şey, hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır”<br />

diyerek başlıyor.<br />

79<br />

Gazâ'nın babası bir insan kaçakçısı, Gazâ da<br />

onun çırağı. Yani, hayata ve insana dair, öğrenmemesi<br />

gereken ne varsa, hepsini öğrenecek yaşta...


KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Göçmen<br />

kadınlardan<br />

dişil sözlük<br />

Kalbten Gelen<br />

Büyük Aşk<br />

kitabı çıktı<br />

Göçmen Kadınlar, Elif Çiğdem Artan küratörlüğünde<br />

‘Dişil Bir Sözlük’ hazırladı.<br />

Frankfurt Tarih Müzesi’ne bağlı Bibliothek<br />

der Alten için hazırlanan “Göçmen Kadınların<br />

ABC’si” başlıklı bu katılımcı sergi projesinde, 11<br />

kentten 200’den fazla kadın, ‘göçmen ve kadın’ olmaya<br />

dair kelimeleri, kavramları, nesneleri, duyguları ve<br />

renkleri yeniden tanımladılar.<br />

Türkçe alfabenin 29 harfinden yola çıkarak<br />

hazırlanan sözlük, göçmen kadınların mücadelelerini<br />

A’dan Z’ye sergilemeyi hedefliyor.<br />

Artan, sözlükte hangi kelimenin öne çıktığını<br />

söylemenin zor olduğunu ifade ediyor; ‘Ayrımcılık,<br />

Barış, Cinsiyet, Çay, Dergi, Ev İşleri, Feodal, Güven,<br />

Yumuşak G, Halay, Irkçılık, İşbirliği, Jin, Kahkaha,<br />

Lila, Mücadele, Namus, Off, Özgürlük, Pantolon, Ruj,<br />

Sessizlik, Şiddet, Taciz, Umut, Üretim, Vücut, Yoksulluk,<br />

Zaman. www. bda119. de<br />

Kalbten Gelen Büyük Aşk adlı kitabın tanıtım<br />

gecesine Frankfurt ve çevresinden çok sayıda davetli<br />

katıldı.<br />

Gecenin açış konuşmasını yapan Yazar Müzeher<br />

Şimşek, şu an sizlerle birlikte çok mutluyum.<br />

Hoş geldiniz şeref verdiniz beni mutlu ve bahtiyar<br />

ettiniz güzeller dolusu dostlarım diyerek şöyele<br />

devam etti: Ben Tokat doğumluyum.Çocukluğum<br />

küçük bir kasabada geçti.<br />

Adı Yeşilova çok şirin bir kasabadı. Orada<br />

çok mutlu ve huzurlu idim.Büyük bir ailem vardı. Yalnız<br />

orta okul bittikten sonra 13. yaşımda Almanya’nın<br />

Frankfurt kentine geldim. Kasabadaki yıllarımda aklımda<br />

bir şeyler vardı Yazar olmak isterdim. Kitaplar<br />

yazmak isterdim. Yalnız kendi romanımı yazacağım<br />

aklıma bile gelmezdi.<br />

80<br />

Hiç bir şey olmaz demeyin. İlk kitabım<br />

“Kalbten Gelen Büyük Aşk”ı anlatmakta. Aşk’ı anlatan<br />

şiir kitabım yolda diyor Yazar Müzeher Şimşek.


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KIRKAMBAR<br />

Berlinli yazar<br />

Zeki Nurçin'den<br />

yeni bir kitap<br />

Türk olduğum için<br />

sansürleniyorum<br />

Zeki Nurçin üzerinde dört yıl üzerinde çalıştığı<br />

tarihi romanı “Kırmızı Begonvil”i yayımladı.<br />

Romanda kullanılan üslup; mitoloji ve tarihe<br />

dayanarak çağının eleştirisini yapan bir çalışmadır. Bu<br />

tarzla birlikte folklorik anlatım tarzı canlandırılarak<br />

günümüze uyarlanmıştır.<br />

Çalışmayı farklı kılan en önemli özelliklerinden<br />

biri olağanüstü öğelerin, okura yabancısı olmadıkları<br />

ama ayrıntılarını pek bilmedikleri bir tarihi göstermesidir.<br />

Çünkü gözden kaçan bir İmparatorluğun, Hititlerin<br />

son dönemlerini anlatması bakımından da<br />

önemli bir bilgi, başvuru kaynağı niteliğindedir.<br />

Roman konusu bakımından tarihsel, duygusal<br />

roman, oluşum romanı özelliklerini taşır. Romanda<br />

tamamen yaşanmış, tarihin değişik dönemlerindeki<br />

gizli kalmış olayları, kendisine özgü bir yaklaşımla işlemesi<br />

bakımında dışavurumcudur.<br />

Ayrıca romandaki dışavurumculuk toplumsal<br />

kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen<br />

toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne<br />

çıkarılmasıyla kendisini bir canlı varlık gibi sürekli<br />

gösterir. Romanda bu durumun insana indirgenmiş<br />

hali var.<br />

Almanya’nın Türk kökenli kabare sanatçısı<br />

Serdar Somuncu ‘Der Adolf in mir’ adlı kitabında,<br />

Alman televizyon kanallarının kendisine uyguladığı<br />

ağır sansürü anlatıyor.<br />

Türk olduğu için sansürlendiğini ileri süren<br />

Somuncu "Almanların konularını konuşmak istiyorum.<br />

Alman medyası bunu kesinlikle istemiyor. Türkler,<br />

Türk konularını konuşsun istiyor.<br />

Ben bugüne kadar her stand-up programında<br />

sansür yaşadım. Bu Almanya için büyük bir ayıp. Almanya<br />

kendini çok özgür bir ülke olarak gösteriyor,<br />

başka ülkeleri yeriyor ama kendisi de bunu yapıyor.<br />

Ama ben size daha büyük bir skandalı anlatayım.<br />

Ben sadece sözlerimden dolayı değil, Türk olduğum<br />

için de sansür yaşadım. Ben bunu birebir yaşadım.<br />

Ben benim kökenime uymayan konuları, Almanların<br />

konularını konuşmak istiyorum. Alman medyası<br />

bunu kesinlikle istemiyor. Türkler, Türk konularını konuşsun<br />

istiyor.<br />

81<br />

Beni programa davet ederken, bir Türk olarak<br />

çıkmamı istiyorlar. Kabul etmeyince, çağırmıyorlar.<br />

Bugüne kadar bir ödül almadım. Başka sanatçılar<br />

alıyor. Almanların Türk resmine uyan sanatçılara veriyorlar.<br />

Ben o imaja uymuyorum".


KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Dil, bizim<br />

kimliğimizdir<br />

Almanya'da<br />

Şeb-i Arus<br />

töreni yapıldı<br />

DİTİB Köln‘deki Genel Merkezi‘nde Şeb-i<br />

Arus töreni düzenlendi. DİTİB Eğitim ve Kültür Merkezi<br />

tarafından "Sema ve Tasavvuf Müziği Programı"<br />

adıyla düzenlenen etkinliğe vatandaşlar yoğun bir teveccüh<br />

gösterdiler.<br />

Filmforum NRW'de düzenlediği Uzun Hikaye<br />

film gösteriminin ardından konuşan yönetmen<br />

Osman Sınav, yarım bıraktığı üniversiteyi 35 yıl sonra<br />

bitirdiğini ve bu filmin kendisinin mezuniyet filmi olduğunu<br />

belirterek şöyle konuştu:<br />

"Türk kültür ve sanatının tanıtımına katkıda<br />

bulunmak için Yunus Emre Enstitüsü'nün etkinliklerine<br />

destek vermelisiniz. Hatta etkinliğe gelirken herkesin<br />

bir de Alman komşunun elinden tutup getirmesi gerekmektedir.<br />

Dil, bizim kimliğimizdir. Onu kaybedersek<br />

herşeyimizi kaybederiz. Irk, önemli değildir ama<br />

herşeyimiz dildir".<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi<br />

Türk Müziği Topluluğu'nun "Ayin-i Şerif"i eşliğinde<br />

düzenlenen sema gösterisi katılımcılar tarafından<br />

büyük ilgiyle izlendi. Sözleri Mevlana Celaleddin-i<br />

Rumi'ye, bestesi Kuçek Derviş Mustafa Dede'ye ait<br />

olan "Bayati" makamındaki "Ayin-i Şerif" eşliğinde<br />

tavaf eden semazenler bedenleriyle sema ederlerken,<br />

kalpleri ve dilleriyle de Allah'ı zikrettiler.<br />

Yaşadığımız asırda sevgiye ve merhamete<br />

her geçen günden daha fazla ihtiyacın olduğuna işaret<br />

eden Yönetim Kurulu Üyesi Ramazan Ilıkkan; “Hz.<br />

Mevlana, yaşadığı sürece Resulullah rehberliğinde<br />

Kur’an’a ulaşan yol Hazret-i Pîr’i tanıyıp anlamak ve<br />

izinden yürümekten geçtiğini” söylüyor bizlere.<br />

O sebeple Hz. Mevlana’nın felsefesine, Anadolu’nun<br />

ruhuna ve onun sevgisine yeniden ihtiyacımız<br />

var” dedi.<br />

82


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KIRKAMBAR<br />

Türkler<br />

Almancayı<br />

Nao'dan<br />

öğrenecek<br />

Anadili<br />

eğitimi<br />

masaya<br />

yatırıldı<br />

Hessen Eyaleti’nde görev yapan öğretmenler,<br />

Türkçe eğitimiyle ilgili sorunları masaya yatırdılar.<br />

Interkulturelle Schule Rhein Main’da düzenlenen<br />

toplantıya, Frankfurt Başkonsolosu Mustafa<br />

Çelik, Eğitim Ataşesi Şadan Özdirik, ATÖF Başkanı<br />

Yücel Tuna ve TÖDER Başkanı Zeynel Fırat gibi<br />

isimlerin de aralarında bulunduğu yaklaşık 80 kişi katıldı.<br />

Türk çocuklarının Türkçesi Türk toplumunun<br />

gözleri önünde kaybolurken, Alman bilim adamları<br />

göçmen çocuklarına Almancayı daha iyi öğretmek<br />

için robot Nao’yu yeniden programlıyor.<br />

Projede Koç Üniversitesi de var. Ancak Türk<br />

çocuklarına Türkçe öğretmek için değil, İstanbul’daki<br />

çocuklara İngilizce öğretmek için.<br />

Uzun yıllardan beri Almanya’da görev yapan<br />

Ataşe Şadan Özdirik, “Hessen Eyaleti’nde, bakanlığımızdan<br />

43, yerelden 59 olmak üzere toplam 102 öğretmenimiz<br />

görev yapıyor.<br />

Türkçe derslerinde 8 bin 900 çocuğumuz<br />

devam ediyor. Öğretmenlerimizin gösterdiği çaba,<br />

hem Türk hem de Alman toplumunun yararınadır.<br />

Amacımız, çocuklarımızın anadillerini ve kültürlerini<br />

en iyi şekilde öğrenmesidir” dedi.<br />

Almanyalı Türkler, çocuklarının Türkçesinin<br />

kaybolduğunu henüz fark ederken Alman bilim adamları<br />

göçmen çocuklarına Almanca öğretecek bir robot<br />

geliştirmek için kolları sıvadı.<br />

Bielefeld Üniversitesi araştırmacıları, önümüzdeki<br />

üç yıl boyunca insana benzeyen robotların 4<br />

ila 5 yaşlarındaki göçmen çocuklarına Almanca öğretip<br />

öğretemeyeceğini araştırmayı planlıyor.<br />

Bielefeld Üniversitesi’nde yapay zekâ alanında<br />

araştırmalar yürüten Prof. Stefan Kopp’a göre<br />

bu mümkün olabilir. Zira her çocuğa teker teker ikinci<br />

bir dilde eğitmek anaokullarının gücünü aşan bir<br />

görev ve bu ek görevi robotlar eğitmenlerden devralabilir.<br />

83


KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Gençlerin<br />

edebiyat<br />

çalışması<br />

ödüllendirildi<br />

Türkische<br />

Delikatessen<br />

Kültür<br />

Festivali<br />

29 Kasım 2015 tarihlerinde 'Türkische Delikatessen'<br />

Müzik-Kültür Festivali Köln’de gerçekleşti.<br />

T.C. Kültür Bakanlığı, T.C. Köln Başkonsolosluğu,<br />

Köln Belediyesi, Türk Hava Yolları, Funkhaus Europa’nın<br />

katkılarıyla ile gerçekleşen festivalde tanınmış<br />

pek çok işim Köln’ün farklı mekanlarında konserler<br />

verdi.<br />

Türk müzik ve kültürünü tanıtmak ve önyargıları<br />

yıkmak amacıyla bu organiyasyonu gerçekleştirdiklerini<br />

söyleyen organizatörler, gelen tepkiye<br />

göre festivalin tekrarlanacağını belirttiler.<br />

Nürnberg DİDF’in başlattığı ve özellikle göçmen<br />

kökenli gençlerin yer aldığı, edebiyata özendirme<br />

projesi, başarılı bir şekilde ve ödüller verilerek kutlandı.<br />

Gençlere yönelik çalışmaları en önde götürmeyi<br />

hedeflediklerini söyleyen Başkan Eylem Gün,<br />

“Göçmen çocuk ve gençlerin yetersiz kalışlarının ana<br />

sebebi, adaletsiz bir yapıya sahip olan sistemdir.<br />

Festivalde Okay Temiz, Burhan Öcal, Görkem<br />

Şen, Barış Demirel gibi sanatçılar sahne aldılar.<br />

Festival programı hakkında geniş bilgiyi www. tuerkische-delikatessen-festival.<br />

de adresinde buabilirsiniz.<br />

Eşit koşullar yaratılmadıkça, göçmenlerin başarısı<br />

da kısıtlıdır. Buna ve bu gibi politalara karşı mücadele<br />

ediyoruz ve herkesi birliğe davet ediyoruz”<br />

dedi.<br />

84


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KIRKAMBAR<br />

Türkçe Kitap<br />

ve Kültür Fuarı<br />

açıldı<br />

Türk<br />

Edebiyatçılar<br />

örgütleniyor<br />

Hessen eyaletinde yaşayan Türkçe yazan edebiyatçılar<br />

“Türk Edebiyat Platformu” adı altında örgütlenme<br />

kararı aldı.<br />

Duisburg yakınlarında açılan ve 27 Aralık- 4<br />

Ocak tarihleri arasında açık kalan fuarda, çocuk<br />

ilmihalinden en son çıkan romanlara, dünya<br />

klasiklerinden görme engelliler için özel yapılan<br />

kabartma yazılı Kuran-ı Kerim'e kadar çok sayıda eser<br />

yer aldı. Fuarda ayrıca sanatın her çeşidine rastlamak<br />

da mümkündü.<br />

Düzenlenen panellerde edebi sohbetler, şiir<br />

buluşmaları ve resim, ebru gibi sanatsal faaliyetler de<br />

gerçekleştirildi. Fuar yetkilisi Ahmet Turunç,<br />

Almanya'da yaşayan Türk gençlerinin kitap okuma<br />

alışkanlığı konusundaki eksikliklerini fark ederek<br />

2000 yıllında bu fuarı organize etmeye karar verdiğini,<br />

fuarlar ilgi görünce, o günden bu yana 16 kez bu<br />

alanda fuar düzenlediklerini belirtti.<br />

45'i Türkiye'den 9'u Avrupa'dan olmak üzere<br />

54 yayınevinin katılımıyla açılan fuarı bu yıl da 100<br />

bin kişinin ziyaret ettiğini belirten Turunç,<br />

"Kitapseverler Türkiye'de yeni çıkan, ancak burada<br />

ulaşamadıkları kitap ve dergilere bu fuar sayesinde<br />

ulaşabiliyorlar" şeklinde konuştu.<br />

Almanya’da anadilleri Türkçe’de yazan<br />

büyük bir şair ve yazar kitlesi mevcut. Ancak bu kitle<br />

birbirinden habersiz. Kenarda köşede kalmış, kendi başına<br />

birşeyler yapmaya çalışan şair ve yazarları Türk<br />

Edebiyatı Platformu adı altında toplanması Yeni Dergi<br />

tarafından da desteklenmektedir.<br />

Platformun kurulması için Rhein Main Bölgesi’ndeki<br />

yazar ve şairlerle görüşmeler sürmekte ve<br />

bu oluşum “Türk Edebiyat Platformu’nun bir adım ötesinde<br />

aynı isimle dernekleşmek istemektedir.<br />

İlk buluşmaya katılan yazar ve şairlerden<br />

Fatih Mehmet Yıldırım, Mehmet Erçen, Müzeher Şimşek,<br />

Ayşer Koç ve Yasemin Semerci sonraki etkinliğe<br />

de katılacaklarını açıkladılar. Ayrıca kişisel gelişim<br />

uzmanı Bircan Özünal, yeni oluşama destek veriyor.<br />

85


KIRKAMBAR Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Er ist<br />

wieder da<br />

Köln'de<br />

“Art bridge”<br />

karma sergisi<br />

Almanya’nın Köln kentinde küratörlüğünü<br />

sanatçı Nuray Turan’ın üstlendiği “Fröhlichkeit – Happiness<br />

- Mutluluk” başlıklı karma sergi 16 uluslararası<br />

sanatçının katılımıyla açıldı. Bu yıl onuncusu düzenlenen<br />

“Art bridge” karma sergisinde 6 Türk, 9 Alman, 1<br />

Suriyeli sanatçının eserleri yer alıyor.<br />

Timur Vermes’in çok satan romanından sinemaya<br />

uyarlanan Er ist wieder da (O Geri Döndü), şu sıralar<br />

Almanya’da vizyonda ve ülkenin gişe rekortmeni<br />

komedilerinden biri. Filmin çıkış noktası şu: Hitler günümüz<br />

Almanyası’nda uyansa ne olurdu?<br />

Avrupa’nın geri kalanı gibi Almanya da<br />

yakın zamanda mülteci meselesini gündeminde birinci<br />

sıraya koyan ülkelerden. Alman bir gazeteciyle oturup<br />

sohbet ettiğinizde konu muhakkak mülteciler, bilhassa<br />

Türkiye’den gelen Suriyeli mülteciler üzerine<br />

yoğunlaşıyor. Fakat meselenin ekseni son zamanlarda,<br />

bu konu üzerinden yeniden hortlayan ırkçılık ve neo<br />

nazizm belasına doğru kaymış durumda.<br />

“Mutluluk” kavramının işlendiği serginin<br />

son günlerinde “Sanat Pazarı” kurulacağını belirten sanatçı<br />

Nuray Turan, “Son iki gün sergimize 6 sanatçı<br />

daha dahil olacak. Almanya’da yerleşik sanatçıların<br />

yanı sıra Türkiye’den gelen sanatçı arkadaşların eserleri<br />

de bu sergide sanatseverlerin beğenisine sunuluyor”<br />

dedi.<br />

Almanların Türklere oranla sanatsal etkinlikliklere<br />

daha fazla ilgi gösterdiğini vurgulayan Turan,<br />

bu tür sergilerle sanata olan ilgiyi daha çok artırmayı<br />

ve sanatı sevdirmeyi amaçladıklarını ifade etti.<br />

Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan Turan,<br />

“Biz sanatçılar olarak bu tür sergiler düzenleyerek<br />

güzel bir iş yaptığımızı düşünüyoruz” diye konuştu.<br />

İşte tam da bu ortamda gösterime giren “Hitler<br />

bugün uyansa ne olurdu?” temalı film Er Ist Weder<br />

Da (O Geri Döndü), müthiş başrol oyuncusu Oliver<br />

Masucci’nin bir saniye bile sekmeyen Hitler yorumuyla<br />

insanı güldürürken, bir yanıyla da amiyane tabiriyle<br />

kara kara düşündürüyor.<br />

Zira filmin başta sorduğu soruya cevabı epey<br />

karamsar: Hitler günümüzde varolsaydı ne mi olurdu?<br />

Tamamen aynı şeyler olurdu, hiçbir şey değişmezdi!<br />

86


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

KIRKAMBAR<br />

Musa Celil'in<br />

“Moabit Defterleri”<br />

Şair Musa Celil, birçok<br />

önemli eserini İkinci Dünya Savaşı<br />

yıllarında tutuklu kaldığı Alman Moabit<br />

Toplama Kampı'nda oldukça zor<br />

şartlar altında yazmıştır. Burada yazdığı<br />

şiirleri, Tatar halkı tarafından dilden<br />

dile ulaştırılarak çoğaltılmış, ölümünden<br />

sonra da “Moabit Defterleri”<br />

adı altında kitaplaştırılarak yayınlanmıştır.<br />

Celil’in şiirleri cephe gazetelerinde<br />

yayınlanmıştır. Topçunun<br />

Yemini adlı ayrı bir Tatarca şiirler toplamı,<br />

1943 yılında Kazan’da yayınlanır,<br />

1944 yılında ise Rusça ‘Hendekten<br />

Mektup’ adlı şiirler toplaması yayınlanır.<br />

Sonradan bu şiirlerin aslında<br />

Moabit Defterleri’nin girişi olduğu anlaşılacaktı.<br />

Musa Celil ve arkadaşlarının<br />

şiirlere destan kahramanlığının ortaya<br />

çıkarılmasında en<br />

önemli rolü oynayan defterler<br />

ise Belçikalı Andre Timmermans<br />

tarafından muhafaza<br />

edilmiştir.<br />

Timmermans, Moabit hapishanesinde<br />

Calil ile aynı hücreyi<br />

paylaşmaktaydı. Son görüştüklerinde<br />

Musa kendisini<br />

ve tatar yoldaşlarını yakında<br />

infaz edeceklerini söyler ve<br />

defteri ona Rusya’ya iletilmek<br />

üzere emanet eder. Savaşın<br />

bitmesi ile hapisten<br />

çıkan Andre Timmermans<br />

defteri Sovyet elçiliğine teslim<br />

etmiştir.<br />

Moabit Defterleri bugün Tataristan<br />

Cumhuriyeti Devlet<br />

Müzesi’nde muhafaza edilmektedir.<br />

Hala toplam kaç defter<br />

olduğu bilinmemektedir. Вu defterlerde<br />

şöyle satırlar vardır: «Hayata<br />

veda ediyorum, Dünya beni<br />

unutabilir. Ama ben yaşayacak<br />

şarkılar bırakıyorum».<br />

Bir Öğüt<br />

(şiirinden bir parça)<br />

Ben çok gördüm fil gibi insanları<br />

Geniş göğüslü, demir bedenli.<br />

Yalnızca görülmeliyi işi ile<br />

İnsan olan gerçek adamı. (1944)<br />

87


ÖZGEÇMİŞ Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

Doç. Dr. Yusuf ADIGÜZEL<br />

1973 yılında Adana’nın Kozan ilçesinde doğdu.<br />

1995’te Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’ni bitirdi.<br />

Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim<br />

Dalında lisansüstü (Yüksek Lisans 1998, Doktora 2004) çalışmalarını<br />

tamamladı. 2012’de Sosyoloji alanında Doçent unvanını<br />

aldı. Kültür Endüstrisi, Almanya’daki Türk Kuruluşları ve Almanya<br />

Türklerinde Dil Din Kimlik isimli üç adet yayımlanmış kitabı<br />

bulunmaktadır. İletişim Sosyolojisi, Göç Sosyolojisi, Avrupa’da<br />

Türkler, Türk Dernekleri, Sivil Toplum Kuruluşları, kurumsal<br />

iletişim konularında okuma, yazma ve akademik çalışmalarını<br />

sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babası olan Adıgüzel, 2012 yılından<br />

bu yana İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji<br />

Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.<br />

Yusuf AKTÜRK<br />

1956 Gediz/Kütahya doğumlu. Orta ve Lise öğrenimini<br />

Uşak'ta bitirdi. Ankara Ü niversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde<br />

başlayan yüksek öğrenimini Almanya'da tamamladı. Köln<br />

Üniversitesi'nde Sosyoloji, Ekonomi ve Siyasal Bilgiler okudu.<br />

1974 yılında başlayan şiir hayatı ilkin yerel basında, sonra Mavera<br />

ve Aylık Dergi'de sürdü. Halen Köln'de yaşıyor ve ticaretle uğraşıyor.<br />

Yasin BAŞ<br />

Yasin Baş siyaset bilimcisi, tarih bilimcisi, araştırmacı<br />

gazeteci. En son 'Almanya'da İslam - Alman İslam'ı mı?' ve<br />

'Medya'da Müslümanlar' kitaplarını çıkarmıştır. Yasin Baş çeşitli<br />

Almanca ve Türkçe gazete, dergi, internet haber sitelerinde yorum<br />

ve köşe yazıları kaleme almakta ve siyasi, toplumsal gelişmeleri<br />

değerlendirmektedir. Köln’de mukimdir.<br />

Prof. Dr. Engin BERBER<br />

1963'te doğdu. Lisans ve yüksek lisans öğrenimini Ege<br />

Üniversitesi tarih bölümü'nde tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi<br />

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde doktora yaparken,<br />

Yunanistan hükümetinden bir araştırma bursu alarak çalışmalarını<br />

Atina'da sürdürdü. 1993 yılında "mütareke ve yunan işgali<br />

döneminde izmir sancağı" başlıklı teziyle doktorasını aldı. Yayımlanmış<br />

dokuz kitabı vardır. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası<br />

İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.<br />

Mustafa CAN<br />

1949 yılında Terme’de doğdu. 1972 yılında Gazi Eğitim<br />

Enstitüsü Yabancı Diller Bölümü’nden mezun oldu. 1976 yılında<br />

Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Almanca Bölümü’ne okutman<br />

olarak tayin oldu. Öğretmen olarak Türk Kültürü’ne hizmeti<br />

akademik sahada sürdürmek için 1979da Almanya’ya geldi.1980<br />

yılında Türk toplum kuruluşlarının kalbi Köln şehrine yerleşti ve<br />

orada Türkçe öğretmenliği yanında Köln Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde<br />

Alman Dili ve Edebiyatı, Felsefe ve Siyasi Bilimler<br />

dallarını okudu. 2007 yılında Yunus Emre Kültür Akademisi’ni<br />

kurdu ve yönetti. Bu süre zarfında Akademi’nin yayın organları<br />

88<br />

olan Divan Gazetesi ile Renkler Ülkesi dergisini çıkardı. Edebî çalışmalarını<br />

da aksatmadan sürdüren Can, yazılarını yerel gazete ve<br />

dergilerde yayınladı. Şiir, hikaye ve deneme dalında yayınlanmış<br />

altı kitabı bulunmaktadır.<br />

Meltem ÇİMEN<br />

Meltem Çimen Istanbul Teknik Üniversitesini bitirdikten<br />

sonra sonra uluslararası firmalarda satış ve pazarlama mühendisi<br />

olarak çalıştı. Bir dönem Orta Asya Ülkelerinde iş geliştirme<br />

yaptı ve bu dönemde Orta Asya’daki çeşitli ülkelere uzun seyahatleri<br />

oldu. İş amaçlı yaptığı gezilerde aynı zamanda oradaki kültürleri<br />

ve tarihi inceleme fırsatı buldu. Çalıştığı firmanın dergisinin<br />

yayın kurulunda görev aldı ve gezi yazıları yazdı. Bir süredir yaşadığı<br />

Almanya'da yazı yazmayı farklı açılardan sürdürmekte ve gönüllü<br />

edebiyat organizasyonları yapmaktadır. Çocukları olduktan<br />

sonra ara verdiği profosyonel iş yaşamına kendi şirketinde kişisel<br />

gelişim, performans destekleyici eğitimler, kariyer gelişimi ve<br />

planlaması ve benzer konularda danışmanlık yaparak devam etmektedir.<br />

Çok tatlı iki cocuk annesidir ve hayata bu tatlı açıdan<br />

bakmaktadır.<br />

Alaattin DİKER<br />

1962 yılında Afyonkarahisar’da doğdu. Yüksek tahsilini<br />

Bonn ve Trier Üniversitesi'nde Siyasal Bilgiler ve Sosyal Antropoloji<br />

alanında tamamladı. 1988 ve 1989 yılları arasında Anadolu<br />

Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak görev yaptı. 1990 yılından<br />

itibaren özel sektörde başlayan yöneticilik hayatı bugüne<br />

kadar sürdü. 1994-1997 ve 2002-2005 yılları arasında iki dönem işveren<br />

kuruluşu Müsiad-Almanya’nın Genel Sekreterliği'ni yürüttü.<br />

Almanya Türk Vatandaşları Konseyi(RTS)nin kuruluşunda<br />

görev aldı. 2013 yılında Türk-Alman Yazarlar Birliği‘ne kurucu<br />

başkan seçildi. 2015 yılında TÜDAF (Türk-Alman Yazarlar Forumu)<br />

kurucuları arasında yer aldı. Türkiye’de çeşitli dergilerde (Mavera,<br />

İlim ve Sanat ve Türk Edebiyatı) makaleleri yayınlandı.<br />

'Türkiye'nin Korkuları' ve 'Batı Düşüncesinde Stratejik Perspektifler<br />

' isimli yayınlanmış iki kitabı bulunmaktadır.<br />

Yrd. Doç. Dr. Gülsüm DEPELİ<br />

Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde<br />

(2000) ve Yüksek Lisansını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü, Radyo Televizyon Sinema Anabilim Dalında tamamladı<br />

(2003). Doktora çalışmasını yine aynı bölümde “Almanyalı<br />

Türklerde Evlilik Törenlerinin Dönüşümü: Kültürel Bellek,<br />

Kimlik ve Aidiyet” konusunda yaptı. Halen Hacettepe Üniversitesi<br />

İletişim Fakültesi öğretim üyesidir. Avrupalı Türklerin kültürel<br />

yaşamı uzmanlık alanına girmektedir.<br />

Arzu EMEKSİZ<br />

1990 Belçika Gent doğumlu. 12 yıl önce eğitimi için<br />

ailesiyle beraber Belçika’ya yerleşti.Bir senelik dil eğitiminden<br />

sonra normal eğitime başladı. Liseden sonra Gent Üniversitesi<br />

Ekonomi bölümüne gitti. 2012 yılında üniversite öğrencisi olan<br />

birkaç arkadaşızla Rota Türk Öğrenci Derneği’ni kurdu ve kurulduğu<br />

sene başkan seçildi. Rota Türk Öğrenci Derneği’nin amacı;


Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

üçüncü jenerasyon gençlerin toplumda adını daha çok duyurabilmesi<br />

ve okuyan Türk sayısını çoğaltmaktı. Kurumsal Finans bölümünde<br />

yüksek lisans yaparken daha değişik derneklerin de yönetim<br />

kurulunda bulundu. Ve son bir senedir BelemTurk TV haber sitesinde<br />

köşe yazarlığı yapmaktadır.<br />

Halil GÜLEL<br />

1955 yılında Denizli’nin Çal ilçesinin Yukarıseyit köyünde<br />

doğdu. Küçükken çocuk felçine yakalandı. İlkokulu köyünde,<br />

ortaokulu Çal’da, 1974’te de Denizli Lisesini bitirdi. İstanbul<br />

Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Resim Bölümünden<br />

1980’de me¬zun oldu. 1982’de Düsseldorf Kunst Akademisinden<br />

yüksek lisans diploması aldı. 1980’den bu yana Düsseldorf’ta<br />

yaşıyor ve halen öğretmen olarak çalışıyor. 1984 yılında evlendi.<br />

İki çocuğu vardır. Bu arada birçok kişisel sergi açıp, karma<br />

sergilere katıldı. Mistik ve lirik konuları işleyen, (hece ölçüsüyle)<br />

şiirler yazmaktadır. Şiir, hikâye ve araştırma yazıları Türkiye,<br />

Azerbaycan, Almanya ve Hollanda’da dergi ve gazetelerde yayımlandı.<br />

Veyis GÜNGÖR<br />

Konya’da doğdu. Ortaokul ve Liseyi Konya’da okudu.<br />

1990 yılında Amsterdam Üniversitesi Pedagoji Fakültesi’nden<br />

master alarak mezun oldu. Lise yıllarında başladığı sivil tolum hayatı<br />

üniversite ve sonrası devam etti. Halen Hollanda Türkevi<br />

Araştırmalar Merkezi Başkanlığını yürütmektedir. Hollanda merkezli<br />

HABER gazetesi başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde<br />

Avrupalı Türklerin meseleleri üzerine deneme yazıları yayınlamaktadır.<br />

Avrupa’da Anadolu, Siyasi Katılım, Bizimkilerin<br />

Pedagojisi başta olmak üzere oniki yayınlanmış eseri bulunmaktadır.<br />

Başkanlığını yürüttügü Türkevi Yayınları son yirmibeş yılda<br />

Avrupa Türk kültür tarihine, Türkçe, Hollandaca, İngilizce ve Japonca<br />

olmak üzere 100 yazılı eser kazandırmıştır.<br />

Halil HASOĞLU<br />

1953 Osmaniye doğumlu, evli, iki kız çocuğu babası.<br />

1971 yılında liseyi bitirdikten sonra 1972 yılında Almanya'ya tahsil<br />

için geldi. Sırasıyla Makina ve İş Bilimleri Mühendisliği, Sosyoloji,<br />

Toplum Psikolojisi ve Çevirmenlik tahsili yaptı. Halen Almanya'da<br />

Aile ve Gençlik Danışmanı olarak görev yapmaktadır.<br />

Bilhassa Alman toplumuna sürekli açık olan Avrupanın en büyük<br />

'İpek Yolu Ülkeleri Sazları' isimli telli ve vurmalı çeşitli şark ve<br />

Türk sazlarından oluşan(285 adet) müzik aletleri sergisine sahip<br />

olup, bu nedenle 2001 yılında Frankfurter Rundschau isimli<br />

büyük bir Alman gazetesi tarafından 'kültürlerarası iletişim şeref<br />

ödülüne' lâyık görüldü. Bilhassa Alman öğrencilere bağlama ve<br />

Türk halk müziği dersleri vermekte olup, Hessen Eyaleti belediyeler<br />

şenliklerinde kendi yetiştirdiği öğrencileriyle sürekli Türk<br />

müziği icrâ eden mûsikî topluluğu vardır.<br />

Cengiz İYİLİK<br />

89<br />

1935 yılında Eskişehir’de doğdu. 1963 yılında Almanya’ya<br />

Köln şehrine geldi. Almanya’nın ilk Türk derneği olan Dr.<br />

Selahattin Sözeri tarafından 1963 yılında kurulan “Köln ve Çevresi<br />

Türk İşçileri Derneği”ne 1965 yılında yönetim kurulu üyesi olarak<br />

seçildi. Kültür ve eğitim çalışmaları görevini üstlenerek 1965<br />

yılında “Yurdun Sesi” korosu ve halk oyunları topluluğunu kurdu.<br />

2015 yılında Yurdun Sesi Korosu 50. yılını kutlamış ve çalışmalarını<br />

Arbeiterwohlfahrt çatısı altında devam ettirmektedir. Cengiz<br />

İyilik, 1977 yılında T.C. Köln Başkonsolosluğu çatısı altında açılmış<br />

olan Türkevi’nde de ilk kez Türk Halk Müziği çalışmalarını<br />

başlatmıştır. 1978 yılında Arbeiterwohlfahrt Türkdanış Köln teşkilatında<br />

sosyal danışman olarak başlamış, kültür ve eğitim işleriyle<br />

uğraşmış ve bu kurumdan emekli olmuştur. Halen aynı kuruluşta<br />

fahri olarak faaliyet göstermektedir. 2002 yılında Federal<br />

Alman devletinin liyakat nişanıyla onurlandırılmıştır.<br />

Dr. Aybeniz KENGERLİ<br />

Azerbaycan'da doğdu ve Bakü Devlet Pedagoji Üniversitesi'nden<br />

mezun oldu. Nizami Edebiyat Enstitüsü'nde "Azerbaycan<br />

Romantikleri ve Türkçülük Harekketi" teziyle doktor ünvanıı<br />

aldı(2005). Sehifeler, Yeni Tercüman, gazeteleriyle,<br />

Aydın,Yom, Yeddi İqlim, Qızıl Pero gibi edebi dergilerin redaksiyon<br />

heyeti üyesi olan Kengerli, ailesiyle halen Almanya'nın Köln<br />

kentinde yaşamakta olup, Elturan adında bir evladı vardır.<br />

Ali KÖKEN<br />

1967 yılında Afyonkarahisar'da doğdu. Liseyi bitirdikten<br />

sonra Almanya'ya gitti. Burada tiyatro eğitimi aldı. Bir çok tiyatroda<br />

oyunculuk, yönetmenlik, ve danışmanlık yaptı. Geleneksel<br />

Türk Tiyatrosu üzerine araştırmalarda bulundu ve karagöz hacivat<br />

üzerine yogunlaştı bu konuda ustalaştı. 30 dan fazla oyun<br />

yazdı. 2009 Almanya Figur tiyatrosunun 60. yılı kutlamalarında<br />

onur konuğu oldu. Bremen Deniz aşırı kültürler müzesinde karagöz<br />

tanıtım günleri düzenledi ve müzeye karagöz tasvirleri kazandırdı.2010<br />

yılında Avrupa kültür başkenti projesinde Almanya‘nın<br />

Essen, Gelsenkirschen ve Bottrop şehirlerinde karagöz oynattı ve<br />

Karagözü Avrupalılara tanıttı. Aachen Universitesi ve Almanya 3.<br />

kanalı WDR televizyonu tarafındanda Almanyada yaşayan Karagöz<br />

Hacıvat ustası olarak belgeseli çekildi. 2015 yılında Almanyanın<br />

Saarland eyaletinde yapılan Tiyatro Festivalinde Türkçenin Almanyada<br />

yaşayan diller arasına alınmasını sağladı.<br />

Dr. Meryem NAKİBOĞLU<br />

1968 yılında Afyonkarahisar/Sandıklı’da doğdu. Selçuk<br />

Üniversitesi Eğitim Fakültesi Almanca Öğretmenliği Bölümünden<br />

mezun oldu. Doktora çalışmasını Atatürk Üniversitesi<br />

Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı.<br />

Halen Yüzüncü Yıl Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümümde<br />

Uzm. Dr. Olarak görev yapmaktadır. Göçmen edebiyatı<br />

ve göçmen çocukların anadili konusunda çalışmaları bulunmaktadır.<br />

Mehmet ÖZDEMİR<br />

1986 yılında Giresun’a bağlı Espiye ilçesinde doğdu.<br />

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />

Bölümü Türk Halkbilimi Anabilim Dalı programında lisans eğitimini<br />

tamamladı(2010). Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Ens-


ÖZGEÇMİŞ<br />

Yeni Dergi / Ocak-Şubat 2016<br />

titüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı programında “Aşk ve<br />

Kahramanlık Konulu Türk Halk Hikâyelerinde Düşman Tipi Üzerine<br />

Bir Araştırma” isimli teziyle yüksek lisans eğitimini bitirdi<br />

(2013). 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />

Türk Halkbilimi Anabilim Dalı doktora programına kaydoldu.<br />

Halen doktora eğitimine devam etmektedir. Ayrıca Özdemir’in,<br />

“Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, Turkish Studies,<br />

Bilim ve Kültür” gibi uluslararası dergilerde çeşitli makaleleri yayınlanmıştır.<br />

Ahmet SEZGİN<br />

1966 yılında Samsun/Terme’de doğdu. 1988 yılında<br />

Ondokuz Mayıs Üniv. Eğitim Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi<br />

Bölümü’nü bitirdi. 1989-1992 yılları arasında İstanbul/Kartal Anadolu<br />

Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev<br />

yaptı. Halen Terme Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik<br />

yapmaktadır. Şair-yazar A. Sezgin’in yayımlanmış eserleri<br />

şunlardır: “Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi” (Cengiz<br />

Yalçın ile, Ünlem Yay, İstanbul, 1993), “Güllerimi Ver Anne”<br />

(Şiir, Etüt Yay, Samsun, 1999, 2007), “Termeli Yazarlar ve Şairler<br />

Ansiklopedisi” (Terme Bilgi Gazetesi Yay, Samsun, 2012), “Aşk<br />

Medeniyetine Yolculuk” (Deneme, Etüt Yay, Samsun 2015).<br />

Yrd. Doç. Dr. Ulaş SUNATA<br />

Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İstatistik lisansı ve<br />

Sosyoloji yüksek lisansını tamamladıktan sonra Sosyoloji alanında<br />

doktora yeterliliğini aldı. Göç araştırmalarına ilgisi nedeniyle<br />

doktora tezi çalışmasını Almanya’nın Göç Araştırmaları ve Kültürlerarası<br />

Çalışmalar Enstitüsü (IMIS) bünyesinde yürütmeyi tercih<br />

etti. Doktora çalışmasını Osnabrück Üniversitesi’nde 2010 yılında<br />

bitirdi. Halen Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde<br />

öğretim üyesidir. Başta Türkiye-Almanya uzamı olmak üzere göç<br />

ve diaspora çalışmaları konusunda uzman olan Sunata’nın Almanya’da<br />

yayınlanmış iki kitabının yanı sıra göç, küreselleşme, diaspora,<br />

şehirleşme ve toplumsal cinsiyet alanlarında yayınlanmış<br />

çok sayıda akademik makalesi bulunmaktadır. Göçün ve kentin sürekli<br />

artan önemini değerlendiren Sunata, disiplinlerarasılığı ve<br />

takım çalışmasını daha güçlendirmek adına Bahçeşehir Üniversitesi<br />

Göç ve Kent Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi<br />

(BAUMUS) kuruculuğunu üstlenmiştir.<br />

Cemil ŞAHİNÖZ<br />

1981 yılında Almanya´nın Halle/Westf. şehrinde<br />

doğdu. Bielefeld Üniversitesinde sosyoloji ve psikoloji okudu.<br />

Halen felsefe bölümünde doktora tezini yazıyor. Şahinöz 2001 senesinde<br />

gazetecilik, yazarlık ve köşe yazarlığı yapmaya başladı.<br />

Farklı dergilerde ilmi makaleleri yayımlandı. Bir çok kitap yazdı,<br />

bir çok kitabı tercüme etti veya editörlüğünü yaptı. Aynı zamanda<br />

entegrasyon (uyum) sorumlusu ve psikolojik aile danışmanı olarak<br />

görev yapan Şahinöz, geçmişte öğretmen, eğitimci, ve proje<br />

menejeri olarak çalışdı ve “Misawa Talk” radyo programını<br />

sundu. Haziran 2011´de Avrupa İşadamları ve Akademisyenler<br />

Birliği Derneği (AİB) tarafından kendisine “Akademisyen ve<br />

Uyum Ödülü” verildi. Şahinöz, Almanya genelinde bir çok kuruma<br />

seminerler veriyor.<br />

90<br />

Prof. Dr. Musa TAŞDELEN<br />

1959 yılında İstanbul’da doğdu. 1982 Yılında Marmara<br />

Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu.<br />

1989 Yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün<br />

Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Bilim Dalı’nda doktorasını tamamladı.1997<br />

yılında Uygulamalı Sosyoloji Anabilim dalında<br />

profesör oldu. Halen Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi<br />

Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir. Yurtdışından Dönen İşçilerin<br />

Sosyal ve Ekonomik Problemleri, Şehirleşen Göçerler : Beritan<br />

Aşireti, Siyaset Sosyolojisi, Avrupa’da Yeni Kuşaklar: Uyum<br />

ve Kimlik Sorunları ile Bulgaristan, Romanya ve Kırım’daki Müslüman<br />

Topluluklarda Sarı Saltık Algısı adlı kitapları yayınlanmıştır.<br />

Uluslararası göç, Avrupa’da göç kökenli Türkler, siyaset sosyolojisi,<br />

Türk toplum yapısı, şehir sosyolojisi, Türk Dünyası, deprem<br />

sosyolojisi gibi konularda da çok sayıda makalesi bulunmaktadır.<br />

Evli ve üç çocuk babasıdır.<br />

Emre YAVUZ<br />

1993 yılında Ankara’da doğdu. Ortaokulda ilgi alanlarım<br />

baş göstermeye başladı. Atletizm yarışmalarında yer aldım.<br />

Ortaokulun sonları ve lisenin ilk dönemlerine kadar bir süre Gençlik<br />

Spor’da, bir yıl Tofaş ve bir yılda Efes Pilsen alt yapısında basketbol<br />

oynadım. Ortaokulu ortalama bir öğrenci olarak tamamladım<br />

ve Meslek lisesinin kapılarını araladım. Okulda önce Makine<br />

bölümüne daha sonra CNC bölümüne geçtim. Son sınıfta mühim<br />

bir firmada staj yaptım ve ortalama bir öğrenci olarak lise hayatımı<br />

sonlandırdım. 2012 yılında Kırıkkale Üniversitesi M.Y.O radyo televizyon<br />

programcılığı bölümünü kazandım. Fotoğraf, kısa film,<br />

klip, ve belgesel çekimleri gibi deneyimlerim oldu son sınıfta<br />

TRT’de staj yaptım ve 2014 yılında iyi bir ortalamayla kep attım.<br />

Hemen ardından Dikey Geçiş ile Ankara Üniversitesi Radyo televizyon<br />

ve sinema bölümünü kazandım. Şu anda Yabancı diller yüksek<br />

okulunda İngilizce eğitimi almaktayım.<br />

Sadık YEMNİ<br />

1951 yılında İstanbul’da doğdu. Üç yaşında ailesiyle<br />

İzmir’e taşındı. 1975 - 2013 yılları arasında Amsterdam’da yaşadı.<br />

Yazarlığa 1985’de başladı.Türkçe yazıyor. Hollanda’da çeviriyle<br />

sekiz kitabı basıldı ve üç tiyatro oyunu sahnelendi. Son yıllarda<br />

Hollandacadan Türkçeye çevirdiği üç kitap basıldı. Türkiye’de<br />

17’si roman, 1’i anı , 1’i deneme ve 3’ü öykü kitabı olmak<br />

üzere toplam basılmış 23 kitabı var. Romanlar: Muska (1996 ),<br />

Yatır (2005), Öte Yer (2005), Çözücü (2003), Metros (2002),<br />

Ölümsüz (2004), Amsterdam’ın Gülü (1997), Muhabbet Evi<br />

(2006), Zaman Tozları (2010), Sokaklar Benim Yeniden (2011) ,<br />

Akisfer (2011), Kuşadası’ndan Sevgilerle (2012), Ağrıyan<br />

(2012), Gizemli Evren - Zaman Tozları- 2(2012) Zihin İşgalcileri<br />

(2012), İfrit 18.19 (2013), Alsancak Börekçisi(2013), Kayıp Kedi<br />

(2015), Nazarzede Kliniği (2015 Öykü: Hayal Tozu Gölgecisi<br />

(2009). Arafor (2012), Sınav Hortlağı (2012) Anı: Durum<br />

429(2007) Deneme: Korkulobin (2012)

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!