20.09.2016 Views

EYLÜL 2016 Dijital

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong> / SAYI: 2


Bazı geceler vardır; hiç mi hiç geçmek bilmeyen... Karanlığı<br />

kasvetli, havası basıktır. Güneş’i doğurabilmek için çekmediği sancıyı<br />

bırakmaz yer yüzü... 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan o gece de işte<br />

öyle bir geceydi...<br />

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, askeri darbeleri<br />

defalarca yaşamış, her defasında daha derin açılan yaralarını ‘’Bir daha<br />

asla!’’ diyerek kapatma gayretinde olmuş ülkemiz insanı, 15 Temmuz<br />

gecesinde yeni bir darbe girişimine daha şahit oldu. Ancak, öncekilerden<br />

tek bir farkla... Bu sefer darbecilerin de ilk defa şahit olacakları bir durum<br />

vardı: Toplumsal birliktelik ve direniş.<br />

Geçmiş tecrübeleri, çekilmiş acıları, kaybedilmiş canları göz<br />

önünde bulundurarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin özünü teşkil eden<br />

‘’demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’’ ilkesine karşı işlenmesi olası<br />

bir insanlık suçunun karşısında etnik, dini ve siyasi kimlik ayrımı<br />

olmaksızın dimdik duran Türkiye halkı, dünyanın gözü önünde yaşanan<br />

bu elim hadisede, ulusal karakterine uygun, onurlu bir davranış<br />

sergilemiştir.<br />

Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde;<br />

etnik, dini ve siyasi aidiyetler üzerinden girişilecek olası ayrıştırıcı faaliyet,<br />

söylem ve provokasyonlardan uzak durulmasının, yaraların en hızlı<br />

şekilde sarılması için ön koşul olduğunu düşünmekteyiz.<br />

Galata Mecmua ailesi olarak, 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a<br />

bağlayan o karanlık gecede kararlı duruşlarıyla aydınlığın bekçisi olmuş<br />

tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm Türkiye’ye<br />

başsağlığı dileriz.<br />

‘’Değerlerimizi kaybetmeden geleceğe taşımak dileğiyle...’’<br />

Galata Mecmua Ailesi


egemenlİk<br />

kayıtsız şartsız<br />

mİlletİndİr


7’den 70’e bayrağını alan sokaklara koştu...<br />

Ne tank ne tüfek onları yollarından döndüremedi...


Bunu da gördük...<br />

Gazi Meclis cuntacıların hedefindeydi...


Meydanlarda günlerce süren demokrasi nöbeti...<br />

Milletimiz bayrağını hiç bırakmadı...


15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan o karanlık gece, nice kahramanlık hikayesini yeni güne miras bıraktı. Vatandaşların<br />

kalbine, beynine ve ruhuna kazınmış onca destansı hikayenin arasında öyle bir tanesi vardı ki, darbe<br />

girişiminin başarısız olmasında büyük pay sahibi olan... Güvenlik Uzmanı ve eski Özel Kuvvetler mensubu<br />

Mete Yarar, 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı gece cuntacı generali öldürerek kendini hiç düşünmeden<br />

feda eden Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın emir astsubayı Şehit Ömer Halisdemir’in kahramanlık<br />

öyküsünü NTV’ye telefon bağlantısıyla katıldığı canlı yayında şöyle aktarmıştı:<br />

‘’O gece iki tane olay var. Birincisi Özel Kuvvetler<br />

Komutanı Zekai Aksakallı Paşa’nın ele geçirilmeye<br />

çalışılması. Gazi Orduevi’nin oradayken iki arabayla<br />

takip ediliyor ve yakalanmaya çalışılıyor. Bu sıkıştırma<br />

ve ele geçirme operasyonundan kurtuluyor. Bu arada<br />

Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda bir tuğgeneral yirmi<br />

kişi ile birlikte Gölbaşı’ndaki karargahı ele geçirmeye<br />

çalışıyor. Neden bunu yapıyor? Orayı ele geçirirse<br />

kendilerine yönelik bütün nitelikli operasyonların<br />

önüne geçme şansı olacak, artı suikast veya diğer<br />

kurtarma eylemlerini yapabilecek bütün birimlerin<br />

kontrolleri kendi ellerine geçmiş olacak.<br />

Yirmi kişi ile beraber nizamiyedeki nöbetçileri ele<br />

geçirip karargaha gidiyor.’’ ‘’Karargahta Zekai Paşa’nın<br />

iki tane emir astsubayı vardır. Biri karargahta kalır,<br />

diğeri onunla birlikte hareket eder. Karargahta kalan<br />

kişinin yanına gidiyor ve kendisine; ‘’Bundan sonra<br />

komutan benim, bütün emirleri ben vereceğim,<br />

birliklerin komutasını da ben aldım.’’ diyor. Bu astsubayımız<br />

komutanından daha önce aldığı emirler<br />

doğrultusunda hiç düşünmeden silahını çekiyor ve<br />

bu cuntacı generali yanındaki yirmi kişinin yanında<br />

alnından vuruyor. Bu astsubayımız diğer yirmi<br />

cuntacının saldırmasıyla şehit ediliyor.’’<br />

‘’Şehit Astsubay Başçavuş Ömer Halisdemir.<br />

Mekanın cennet olsun. Biz sana çok şey borçluyuz.’’


15 TEMMUZ <strong>2016</strong><br />

demokrasİ ŞEHİTLERİ<br />

hakkınız<br />

ödenmez


İmtiyaz Sahibi Pera Ajans Adına Mesut Arıcı<br />

Genel Yayın Yönetmeni ve<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İlkim Üskent<br />

Yayın Koordinatörü Yıldırım Kaan Karakayalı<br />

Editör Kübra Karataş<br />

Tasarım Pera Grafik Ekibi<br />

Logo Tasarım Hüseyin Salma<br />

Kapak Tasarım Özgür Kaya<br />

Halkla İlişkiler Kaan Balaban<br />

Katkıda Bulunanlar Bensu Gök, Burak Altınay, Mehmet Akif Karslı,<br />

Murat Şafak, Mehmet Ciroğlu, Polen Kiziroğlu<br />

Yayına Hazırlama ve Reklam Pera Ajans<br />

Proje Merkezi Toplumsal Farkındalık Derneği<br />

Yayın Türü Süreli Yerel<br />

Baskı Furkan Ofset Matbaa Ltd<br />

Kasımpaşa Sok.<br />

No: 23 / 7<br />

Beyoğlu / İstanbul<br />

0212 939 81 51<br />

info@galatamecmua.com<br />

İstiklal Caddesi<br />

No:189 K: 2 D: 3 Beyoğlu / İSTANBUL<br />

/galatamecmua


Galata Mecmua ekibi olarak geçmişten günümüze süregelen<br />

toplumsal değerlerimizi siz değerli okuyucularımız ile birlikte hatırlamaya ve<br />

hatırlatmaya gönüllüyüz. Birden çok medeniyete ev sahipliği yapmış; sevginin,<br />

saygının, hoşgörünün merkezi olmuş Beyoğlu’muzun, yüksek kültürel mirasının<br />

tarihe karışma ihtimalinden korkarak, bu tarihi aidiyeti yeniden benimsemek ve<br />

benimsetebilmek için siz okurlarımıza ulaşmak arzusundayız. Zira yıllardır dini, dili,<br />

ırkı ne olursa olsun birbirine sevgi, saygı, hoşgörü gibi değerlerle bağlanmış semt<br />

sakinleriyle geçmişten günümüze bir köprü kurmak ve bu kültürel mirası geleceğe<br />

aktarabilmek prensibiyle yayıncılık yapma gayesindeyiz. Bizler, Beyoğlu'nda<br />

yaşayan, kahvesinde okey oynayıp pastanesinde çay içen, okulunda ders dinleyip<br />

mahallesinde top oynayan, atölyesinde renklerle yoldaş olup geç saatlere kadar<br />

sırtında yük taşıyan ve daha nice dertlerle dertlenip sevinçlerle sevinen siz<br />

okurlarımıza; Beyoğlu'nun toplumsal, tarihi ve kültürel tüm yaşanmışlıklarının yanı<br />

sıra spordan sanata güncel birçok konu ile alakalı yazıları sizlerin de yardımı ile bu<br />

dergide aktarmaya çalışacağız. Sadece Beyoğlu'nun değil aynı zamanda birçok<br />

medeniyetin de göz bebeği olmuş Galata Kulesi’nin gölgesinde, bu derginin<br />

içerisine yazmayı başardığımız her kelam için siz kıymetli okurlarımıza şimdiden<br />

minnettarız. Değerlerimizi kaybetmeden geleceğe taşımak dileğiyle...<br />

İstanbul’un orta yerinden selam ederiz.


15 TEMMUZ<br />

ÖZEL<br />

<br />

14<br />

Bir Martı Hikayesi<br />

16<br />

<br />

4<br />

<br />

<br />

29<br />

32<br />

<br />

<br />

<br />

64<br />

38<br />

<br />

<br />

Tesbih’in Ustası ile


Sayfa<br />

58<br />

GÜZELLİĞİ<br />

BİR FELSEFESİ<br />

OLMALI<br />

56<br />

ATIŞTIRMALIK<br />

4<br />

DÜNYA TURU<br />

MUSTAFA<br />

SAPMAZ<br />

FUTBOL<br />

ÜZERİNE SÖYLEŞİ<br />

EK,<br />

BİÇ - YE - İÇ<br />

4 9 62<br />

Sayfa


Ben de yalan yok, yavrularıma onları martıların getirdiğini anlatacağım.<br />

Cevdet Abi’yle beraber benim çatıya iki yastık taşıdık,<br />

taşımaz olaydık. Akşam saati olduğu gibi semtte ne<br />

kadar muhabbet tellalı varsa gelip yerleşiyor. Bazen<br />

Sütlüce’den, Kabataş’tan bile gelen oluyor. Dolunaya<br />

karşı, yastıkların üzerinde saf tutmuş on tane martı<br />

saydım bu gece. Hatta taklacı bir güvercin bile gelmiş<br />

muhabbetin bini bir para olmuş gidiyor. Ağızlarından<br />

çıkan kelimeleri takip etmekten öyle yoruldum ki çatının<br />

diğer tarafına geçip Tünel’e çıkan yokuşu kullananları<br />

seyretmeye başladım. Köşeye yeni açılan pizzacının dış<br />

duvarına koşup, ayaküstü yemek için koyulmuş dar ve<br />

kullanışsız raflarda, pizza yemeye cebelleşenlerden<br />

düşen artıkları tek tek toplayan serçeyi fark ettim. Bu<br />

saatlerde yemek peşine düştüğüne göre gün boyu aç<br />

kalmış olmalı. Mısır tanelerini vakumlar gibi kursağına<br />

dolduruyor, çevresini de hiç kontrol etmiyor. Serçe<br />

dediğin ‘’bir yer beş bakar’’ bu öyle değil, yemezse ölecek<br />

sanırsın.<br />

Pizzacının kapısına doğru düşen tanelerin peşine<br />

yürürken, giren çıkan insanların hengâmesinde gözden<br />

kaybettim. Çatının yüksek tavanının olduğu yere gidip<br />

daha tepeden görmek istedim yine başaramayınca iş<br />

başa düştü; bizim binanın dış duvarından kapının<br />

önündeki korkuluğa kadar uçtum. Serçe, pizzacının<br />

hemen yanındaki merdivenlerin kaldırımla kesiştiği<br />

yerde çırpınıyordu. Yanına gittiğimde onu kurtarmak<br />

için yapabileceğim pek bir şey olmadığını fark etmiştim.<br />

Gözlerinden büyük yaşlar ağzına kadar akıyordu. Beni<br />

görünce titreyen bedeni bir an kilitlendi, gözleri fal taşı<br />

gibi açıldı, umutlarıyla konuşuyormuş gibiydi<br />

- ’Gezi Parkındaki büyük çınara git. Orada<br />

yavrularım var onları yaşat’’ diyebildi. Anne serçeyi<br />

Dolapdere’deki serçe mezarlığına götürüp bıraktıktan<br />

sonra vasiyetini yerine getirmek için parka gittim.<br />

14<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Fıskiyeli havuzun güneyinde sıralı üç büyük çınar vardı.<br />

Soldakine bakmak için yükselirken kulağıma gelen<br />

ağlamaları takip ederek en sağdakine doğru yöneldim.<br />

Güçlü bir kolun ortasındaki dalların üzerindeydi yuva.<br />

Yavrular sanki annelerinin dönüşlerini hızlandıracakmış<br />

gibi aralıksız bağırıyorlar, düzensiz olarak da parmağımdan<br />

küçük ağızlarını açıp dillerini çıkarıyorlar. Üçünün de<br />

gözleri açılmamış, tüysüz keratalar. Kanatlarının olması<br />

gereken yerde kabartı var hepsi bu. Açlıklarını gidermek<br />

için yanımda getirdiğim simidin bir parçasını çıkarıp<br />

verdim, yiyemediler. Susam vereyim diyorum bir türlü kakıp<br />

da denk getiremiyorum. Annelerinin acelesine bakılırsa<br />

fazla zamanım yok, bir şekilde onları beslemem gerekiyor.<br />

Aklıma anne serçenin topladığı pizza artıkları geldi. Ben de<br />

İstiklal’deki ilk pizzacının kapısına uçtum. Sadece bir insan<br />

görünce açılan kapı açıldığı gibi içeriye daldım. Pizzacının<br />

müşterileri hayatlarında ilk defa gördükleri bu sahneyi ağız<br />

dolusu tepkilerle karşıladılar.<br />

- ‘’Martılar da iyice zıvanadan çıktılar artık. Şuna<br />

bak! Gelip bizimle masada yiyecek neredeyse’’.<br />

Yemesine yerim aslında ama acelem var. Bu yüzden masalarından<br />

toplayabildiğim kadar mısır toplayıp kapının<br />

açılmasını beklemek için sorti yapmaya başladım. Mekân<br />

alışılmadık ölçüde basık olduğundan ne kadar yüksekte de<br />

olsam ulaşılabilir bir vaziyetteydim. İşletmecinin aceleyle<br />

tuvaletten getirdiği paspas ile bana vurma şansı vardı.<br />

Sadece insanlara açılan kapının önüne artık bir insan<br />

gelmeliydi. Tam altı tur atmama rağmen kapıya uğrayan<br />

olmadı. İstiklal Caddesi’nin ortasındaki bu pizzacıya iki<br />

dakikadır hiç kimsenin gelmemesine şaşırmadım. İçerisi<br />

tıklım tıkış, insanlar oturmak için birbirlerinin üstüne<br />

çıkıyor, para alan ile yemek veren adam aynı yerde farklı bir<br />

iş yapacakmış gibi dönüp duruyor. İnsan böyle bir yere<br />

ancak bir kere gelir. İşte o ilk gelecek olanlardan da ümidi<br />

kesme zamanı geldi. Çünkü işgüzar bir müşteri beni haklamak<br />

için devreye girdi. Kendisi işletmeciden en az iki kafa<br />

uzun ve paspası beynime indirebilir. Başka çarem<br />

kalmayınca merdivenlerin olduğu tarafa gidip üst kattan<br />

bir çıkış aramaya karar verdim. Aman Allah’ım bu nasıl<br />

merdiven? Aynı anda sadece bir insan kullanacak<br />

büyüklükte. Fazladan bir martıya bile yer yok. Bereket bu<br />

sırada bir kadın yukarı çıkıyordu da ensesini takiben ben de<br />

yukarı çıkabildim. Yukarı kat aşağıya göre daha ferah<br />

olmasına rağmen pencereler kapalıydı, kaçacak bir yer<br />

bulamadım. Merdiven boşluğundan, elinde sancağıyla<br />

uzun boylu müşteri de belirdi. Çare yok, tekrar alt kata<br />

uçmak için müşterinin hamle yapamayacağı masaların<br />

üzerinden, gözümü kapatıp merdiven boşluğuna daldım.<br />

Kimseyle çarpışmayınca da gözümü açıp kapıya baktım.<br />

Bu kez kapıya doğru gelen bir aile vardı. Çarşaflı kadın<br />

kapıya yöneldi ama yanındaki adam onu geri çekti. Buna<br />

rağmen çocukları kapıya adım atınca, otomatik kapı açıldı<br />

ve dışarıya çıkabildim.<br />

Bu yaşıma kadar uçtuğumun en hızlısını uçtuğuma yemin<br />

edebilirim. Çınarın yapraklarından bir kaçı süratimden<br />

kopup yere süzüldü. Yuvanın tepesine geldim, cüssemden<br />

çekindiğim için yuvaya basmayıp hemen yanındaki irice<br />

dala tutundum. Yavrulardan biri hiç ses çıkarmıyor ağzını<br />

açmış öylece duruyor. İlk ona verdim ağzımda ezdiğim<br />

mısır tanesini. Tırnak ucum kadarını yutabildiğini görünce<br />

sevindim ama gerisini yiyemedi. Diğerleri ise hiç yiyemediler.<br />

Bir şeyleri doğru yapmadığım belliydi. Aklıma Taklacı<br />

güvercin geldi. Onların yiyeceklerini insanlar verdiği için<br />

her çeşidi bulmak mümkündü. Yuvayı tek başıma bizim<br />

semte taşıyamayacağım için yavruları biraz daha bekletmeyi<br />

göze alarak bizim çatıya uçtum. Yolda bir serçe<br />

görmek için gözlerimle yol boyu taradım. Fakat kimsecikler<br />

yoktu. Çatıya geldiğimde Cevdet Abi ile beraber iki arkadaş<br />

daha oturuyorlardı. Yanlarına gidip, durumu anlattım.<br />

Cevdet Abi yanlış yaptığımı belirten bir ifadeyle kaşlarını<br />

ortada buluşturdu:<br />

- ‘’Kırca kardeşim yuvaya dokunulmaz! Hem<br />

babası vardır onların yuvalarının yerini değiştirirsek<br />

bulamaz’’ dedi. -‘’Babası benim’’ dedim.<br />

Mahalleden arkadaşları yanıma alıp yola düştüm. Cevdet<br />

Abi ise Taklacıyı bulmak için Kasımpaşa’ya gitti. Çınarın dal<br />

ve yapraklarına, yuvayı taşırken çarpma olasılığımızı<br />

ortadan kaldırmak için önce alçak uçuşla parktan çıkmayı<br />

sonra yükselip semte gitmeyi planladık. Hala<br />

endişelendiğim bir şey vardı. Uçarken birbirimizle aynı<br />

ritimde uçamazsak sallanan yuvadan yavrular düşebilirdi.<br />

Bu yüzden çöpte uçuşan market poşeti ile yuvanın üstünü<br />

örtmeye karar verdik. Nihayet yuvayı yerinden oynattıkça<br />

yavrular çıldırır gibi bağırmaya başladılar. İçim kıyılsa da<br />

bu halde üstlerine poşeti geçirdim. Arkadaşlar iki yanından<br />

kaptıkları yuvayla alçak uçuşa geçtiler. Uyumlarına diyecek<br />

yoktu. Zaten bu ikisi çocukluktan beraber büyüdüler.<br />

Birbirlerini en iyi tanıyan iki martı desem abartmış olmam.<br />

Ben de tam altlarından ve bir boy gerilerinden onları takip<br />

etmeye başladım. Parktan çıkınca Kuleye doğru caddeyi<br />

dikey kesen sokakların üzerinden yükselerek devam ettik.<br />

Dolunay, önümüzde yol gösterir gibi parlıyordu. Çatıya<br />

gelmemize iki sokak kala yuvayı taşıyan arkadaşlar önce<br />

birbirlerine baktılar sonra da kanatları sabitlediler. Bir<br />

esinti gibi iki sokak boyunca alçalıp öylece kondular<br />

yastıkların üzerine. Geldiğimizde Cevdet Abi ve Taklacı da<br />

bizi bekliyordu. Önlerinde yuvayı tepeleme dolduracak<br />

kadar yem vardı. İlk defa gördüğüm mor, yeşil, kırmızı<br />

yemler bile vardı. Yavrular en çok da yeşil olanları yediler.<br />

Diğer ikisine göre daha cılız olana Alaca adını verdik.<br />

Diğerleri adlarını, onları taşıyanlardan aldılar: Ahmet ve<br />

Mehmet. İnsanlar kendi yavrularının leylekler tarafından<br />

getirildiğini söyleyip çocuklarını kandırırmış.<br />

‘’Ben de yalan yok, yavrularıma onları<br />

martıların getirdiğini anlatacağım.’’<br />

<br />

15<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


By Retro<br />

Öncelikle sevgili Hakan Vardar, bu kadar işin gücün arasında bize vakit ayırdığınız için teşekkür<br />

ederiz. By Retro’nun hikayesini bize kısaca anlatabilir misiniz?<br />

By Retro’nun Beyoğlu’ndaki kuruluş hikayesi yaklaşık<br />

yirmi yıl evvel, aile büyüğümüz rahmetli üstad<br />

Neşet Ertaş’ın fikir, girişim ve çabalarına dayanmaktadır.<br />

İlk amacımız bilinçli ikinci el tüketicisine yönelik<br />

bir mekan açmaktı. İkinci el kıyafetleri alıp bakımlarını<br />

yaptıktan sonra değerlendirip insanlara satmaktı. Daha<br />

sonra kostüm alanına yoğunlaştık. Dizilerin ve filmlerin<br />

yapım maliyetleri oldukça yüksek olduğu için prodüksiyonlar<br />

bu noktada bütçelerini aşmamak adına ikinci el<br />

kıyafetleri kiralayarak kullanmayı uygun görüyorlardı.<br />

Geçen zamanla bu alanda talep artınca kostüm ağırlıklı<br />

işler yapmaya başladık. Nihayetinde; bin metre kareye<br />

yayılmış; içerisinde antika objeler, ayakkabılar,<br />

şapkalar, gözlükler gibi bir filmde, dizide, reklam<br />

filminde ve tiyatro oyununda kullanılabilecek otuz<br />

binden fazla malzemenin bulunduğu dünyanın en<br />

büyük ikinci el mağazası haline geldi burası.<br />

Aynı zamanda mağazamız; Julia Roberts, Angelina<br />

Jolie, Brad Pitt ve Madonna gibi dünyaca ünlü<br />

sanatçıları giydiren Delta & Mitex adlı firmanın Türkiye<br />

distribütörlüğünü de yürütmektedir. Öte yandan<br />

dünyanın dört bir yanındaki tanınmış mağazalara ikinci<br />

el kıyafetler veriyoruz. Onlar bizden aldıkları modelleri<br />

seri üretime geçiriyorlar.<br />

Geçmise Aralanan Bir Kapı<br />

Örneğin Türkiye’de Vakko ile çalıştık. Onun dışında an<br />

itibariyle 28’e yakın diziyle çalışıyoruz. Şimdiye kadar<br />

saydığımızda görüyoruz ki 1080 diziyle çalışmışız. By<br />

Retro’nun kurulum aşamasında bize yardımlarını bir<br />

gün olsun esirgemeyen rahmetli Tuncel Kurtiz’i de<br />

anmadan geçmek istemiyorum. Hatta haber ajansları<br />

tarafından da yayınlanmış, vefatından evvel ki son<br />

görüntüleri, şu arkadaşın oturduğu kırmızı koltukta<br />

çekilmiştir. (Hakan Vardar o sırada kamerasıyla çekim<br />

yapmakta olan İlkim Üskent’i göstermektedir.) Gece üç<br />

buçukta evine bırakmıştım kendisini. Hiç beklemezdim<br />

o gecenin sabahında, saat sekizde rahmetli olacağını<br />

Tuncel babanın. Sevgili aile büyüğümüz Neşet Ertaş’ın<br />

da o gün ölüm yıl dönümüydü tesadüf. Yaktı Beni’yi<br />

söylüyorduk o gece orada otururken hep beraber.<br />

Hakikaten de o gecenin sabahında hep beraber<br />

yandık... Özetle; rahmetli Neşet Ertaş’ın da söylediği<br />

gibi,<br />

‘’Biz burada para biriktirme değil insan biriktirme<br />

gayretindeyiz.’’<br />

16 <strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Dahası da var...<br />

Onun dışında By Retro’nun bünyesinde<br />

dünyanın en büyük avize koleksiyonu bulunuyor.<br />

Üç bin parçadan oluşan aplik ve avize koleksiyonu<br />

var elimizde. Özel depolarımızda muhafaza<br />

ediyoruz şu anda. Kataloglarımızdan<br />

gösterip müşterilerimizin hizmetine sunuyoruz.<br />

By Retro’nun bünyesinde içtiğiniz kahve de çok<br />

özel bir kahvedir, tarihi bir kahvecimiz, tarihi bir<br />

kahvemiz vardır. Bunu da eklemeyi unutmayın<br />

sakın. (Karşılıklı gülüşmeler) Öte yandan By<br />

Retro ünlülerimizin de uğrak mekanıdır. Tek tek<br />

saymaya kalkarsak günlerce sürecek büyük bir<br />

ailemiz var artık. Meryem Uzerli’den Derin<br />

Mermerci’ye, Bergüzar Korel’den diğer bir çok<br />

sanatçımızdan bahsetmek mümkün. Ayrıca<br />

Cem Yılmaz’ın tüm filmlerine, Yılmaz Erdoğan’ın<br />

tüm filmlerine kostüm vermişizdir. BKM’den<br />

tutun da Devlet Tiyatrosu’na kadar By Retro’nun<br />

ucundan kıyısından illaki bir imzası vardır. Aslında<br />

burası kendi başına bir film oldu adeta. Biz<br />

Metin Güngör’ün de filminde kullanacağı<br />

kostümleri buradan Londra’ya gönderiyoruz. By<br />

Retro gücü yettiği ölçüde heryere herkese<br />

ulaşmaya, dokunmaya çalışıyor. Şimdilik sadece<br />

Beyoğlu’ndayız tabii. İkincisini, üçüncüsünü<br />

elbette açmak isteriz. Fakat şimdilik buralardayız. En basitinden 200 liraya marka bir dericiden aldığınız montu<br />

burada yarı fiyatına bulabilirsiniz. Hem de ikinci el olarak. Ya da ne bileyim, üç bin liraya, dört bin liraya almaya<br />

çalıştığınız bir gelinliği benden 100 liraya da alabilirsiniz. Her şeyden önce ilk amacımız makul<br />

bir hizmet sunabilmek, alternatif oluşturabilmek.<br />

Bilinçli Tüketiciler ve Duyarlı Girişimcilerin Dikkatine...<br />

Farklı bir yerden devam etmek isterim. Şimdi insanın dolaşım sistemi, yani damarları çok önemlidir<br />

değil mi? Çorlu’da her on insandan sekizi kanserden ölüyor. Ben bunu araştırmaya çalıştım. Çünkü<br />

Çorlu’da boya fabrikaları, deri fabrikaları, tabakhaneler var hep. Oradaki akarsular hep simsiyah akar.<br />

Akarsular bir ülkenin damarlarıdır, dolaşım sistemidir. Doğal olarak o bölgenin insanı da bu durumdan<br />

olumsuz etkileniyor. Nihayetinde ikinci el giyinilse, tüketilse, yalnız giyimde değil başka alanlarda da<br />

uzun ömürlü şeyler kullansak, bu kayıplarımız, bu ölümler kesinlikle azalacaktır. Ben buna inanıyorum. Hazır<br />

giyim eşyası olarak satın aldıkları ürünlerin hepsinin sentetik olduğunu biliyor mu acaba tüketici? Hep cam elyafı<br />

içeriyor. Eski kıyafetler tamamen organik. Boyası, ipliği, pamuğu kesinlikle organiktir. İkinci el kıyafetlerde<br />

vücudunuz nefes alıyor. Hazır giyim ürünleri öyle değil ki ! En kalitelisini bile alsan yarım saat sonra kendini kötü<br />

kokuyor hissediyorsun. Neden? Üzerindeki sentetik, cam elyafı çünkü. Vücut sağlıklı bir biçimde hava alamadığı<br />

için koku yapıyor. Ayrıca ikinci el kıyafetlerin hepsi biricik. Mesela bende bir kıyafetin ikincisi yoktur. Bende yoksa<br />

başka bir üreticide de yoktur. Tamamen özel oluyorsun yani. İşin açığı, ben herkese hitap etmek istiyorum.<br />

Örneğin burada şimdilik üç bin tane gelinliğim var. Ben, 81 ilde üç milyon tane gelinliğim olsun istiyorum. Her<br />

köşede, her tarafta giyim anlamında ihtiyaçlara hizmet etmek istiyorum. Sizlerin aracılığıyla duyarlı<br />

girişimcilere çağrıda bulunmak istiyorum. Gelin müessesemizi genişletelim...<br />

Başka bir soruyla devam etmek istiyorum;<br />

By Retro koleksiyonunun içerisinde sizin için özel bir anlamı olan ürünler hangileridir?<br />

By Retro’nun tanınması Hatırla Sevgili dizisi ile başladı. Biz üç sene boyunca diziye sekiz bin parça<br />

ürün topladık. O Deniz Gezmiş parkası da zaten bizden sonra moda olmuştu. Hatırla Sevgili bizim göz<br />

bebeğimiz. O dizide kullanılan bütün parçalar benim için çok özel. Rahmetli Tuncel Kurtiz’in Cannes’da<br />

ödül almaya gittiği sene kendisine verdiğimiz smokini de çok ayrı bir yere sahiptir. Hatta Neşet Ertaş’ın da<br />

vefatından önceki son konser kıyafetleri de By Retro imzası taşıyordu. Özetle hepsi çok özel bizim için.<br />

Hiçbirini ötekinden ayıramıyorum ben.<br />

17<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Onun dışında 18.yy’den kalma kilise armonisi var mesela. Binlerce insanı defnetti, binlerce çocuğu vaftiz<br />

etti o alet. Bu mekandaki her şeyin çok ayrı bir değeri var aslında. Rahmetli Neşet Ertaş’ın bağlaması bende,<br />

Tuncel Kurtiz’in oturduğu son koltuk orada... Bir milyar dolar verseler bana, ben o bağlamayı satmam,<br />

satamam. Bunlar değeri biçilemeyecek şeyler. By Retro bir zaman tüneli bence. Tarihe açılan bir pencere<br />

adeta. Bazen ünlü büyük firmalar ve girişimciler buranın isim hakkını satın almak için geliyorlar.<br />

Buraya ayak basmış her insanın bir anısı mutlaka vardır.<br />

Peki ya vintage ve retro ürünlerin günümüz modasındaki yeri nedir?<br />

Moda her yüzyılda bir kendini tekrar eder. Şu an mesela Rusya’da 1960’lar ön plana çıkmış. Herkes boru<br />

paça, dar kesim pantolonlar giyiyor. Bir kere 70’ler kesinlikle ölmeyen bir on yıl. İspanyol paçanın dünyayla<br />

tanıştığı, köpek yaka olarak tabir ettiğimiz Tarık Akan gömleklerinin moda sahnesine çıktığı yıllardır hep.<br />

Devasa camlı gözlüklerin olduğu zamanlar geri geldi hatta. O yüzden 70’ler ekolü moda tarihi içinde<br />

ölmeyecek bir akım bence. Bu arada Vintage ve Retro kavramlarını doğru ayırmak lazım. Vintage, geçmiş<br />

dönemlerde marka olan firmaların ikinci el ürünlerine deniyor esasen. Retro ise 60’larda 70’lerde giyilen<br />

kıyafetlerin oluşturduğu akımı temsil ediyor. Mesela yıllar önce Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisine kıyafet<br />

verdiğimiz dönemde eski giyime duyulan ilgi moda olmuştu. Arada yine Beyoğlu’nda bilirsiniz konsept<br />

partiler düzenleniyor. Cadılar Bayramı, 70’ler partisi, 80’ler partisi tadında etkinliklerde müşteriler burayı<br />

tercih ediyorlar tabii.<br />

18<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


NEŞET ERTAŞ (1938 – 2012)<br />

Neşet Ertaş yaptığı her işe ‘’Gönül Hızmatı’’ derdi. Kaç eseri<br />

olduğunu, kaç plak, kaç kaset çıkardığını kendisi de bilmezdi. Zaten<br />

merak da etmezdi...<br />

‘’Halk kaç türkümü biliyor, seviyorsa o kadar türküm var<br />

benim.’’ derdi. O kadar da mütevazı bir kişiliğe sahipti. Hoş, sazının<br />

telleriyle gönülden gelen güfteleri aşkla harmanlayan bir adamın nasıl<br />

olması beklenebilirdi ki... 2003 yılında katıldığı bir programda türkü<br />

söylerken kalkıp oynayanlara; ‘’Bu oyun havası deel, amma oynamak<br />

isterseniz oynayın tabii.’’ diyecek kadar güzel yürekli bir adamdı. Sevdi<br />

mi bozkır gibi severdi. Kıskanırdı sevdiğini. Yel olur eser, yağmur olur<br />

gönlüne damlardı sevdiğinin... Yine bir gün ‘’Zahide’’ türküsündeki<br />

Zahide’nin kim olduğu sorulduğunda; ‘’Herkesin sevgilisi işte. Herkesin<br />

farklı isimlerde olsa da canı, sevdiği yok mu? Sadece canlar aynı...<br />

İçindeki ruhlar değişik. Bu türkü tüm herkesin...’’ diye cevaplar Neşet<br />

Baba... Gurbet ellerinde esir kalmış her bir cana göz pınarından selam<br />

gönderircesine...<br />

Şimdi ise geriye; sevenin gönlünü titreten, garibin ‘’cuğarasına<br />

ataş’’, dert ile gezenin derdine derman olan o<br />

güzelim türküleri kaldı...<br />

Bozkırın Tezenesi’nden ayrı kalmak zormuş meğer...<br />

Özlem, saygı ve rahmetle...


Sultan<br />

Ahmed’İn Rüyası<br />

Neden Sultan Ahmed’in rüyası ?<br />

Bilemiyoruz, çünkü bu bir rüya aslında bu rüyada Cihat Burak,<br />

Sultan Ahmed’in yerine geçerek onun görebileceği bir rüyanın tabirini ve tasvirini sunuyor bize.<br />

Eski İstanbul evlerinden birinde Aksaray’dayız.<br />

Sene 1915,<br />

Ev halkı oldukça kalabalık öyle bir kalabalık ki siyahi dadılar, dedeler, büyükanneler, bir Levanten<br />

ve bir de dilsiz. Siz deyin iki katlı ben diyeyim kiler ile 3 katlı bir ahşap ev. Merdivende<br />

yürüdüğünde gıcır gıcır o tahta seslerini duyuyorsun. Bir odada dede oturuyor belki de biraz<br />

homurdanıyor kendi kendine. Diğer odada ise ev halkından bazıları Levanten’i pür dikkat takip<br />

ederek Fransızca öğrenme gayretinde.<br />

- ‘’ Bonjour Madame! ’’ Dadılar koşturuyor çocukların peşinde bir aşağı bir yukarı. Büyükanneler<br />

ise oturmuş sohbete. Derken Cihat Burak, 1915 yılında Aksaray’da işte bu renkli kocaman evin<br />

içine doğuyor. Bu ev Cihat Burak’ın zengin hayal gücünü şekillendiren ilk referans oluyor. Doğup<br />

büyüdüğü evdeki dedeler, büyükanneler ve dadılardan bazen duyduğu hikayeleri bazen de<br />

onların günlük rutinlerini tek tek hafızasında tutan Burak, Galatasaray Lisesi’ni bitirip ardından<br />

dönemin İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi şu anki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi<br />

Mimarlık bölümü’nden mezun oluyor. Birleşmiş Milletler Bursu’nu kazanması ise onu bu ortamdan<br />

uzaklaştırıyor ve Fransa’ya gidiyor. O günden sonra Cihat Burak için en sevdiği iki şehir her<br />

zaman İstanbul ve Paris. Bu iki şehir Cihat Burak için yasamın, deneyimin masalsı bir biçime<br />

dönüşerek ortaya çıkan fantastik imgelerini tuvaline yansıtmasını sağlıyor. Onun çalışmalarında<br />

İstanbul ve Paris’e olan tutkusunun detaylarını, doğup büyüdüğü evin rengarenk insanlarını,<br />

dönemin İstanbul’unu tek tek seçebiliriz fakat burada önemli bir nokta var ki Cihat Burak aslında<br />

tüm bunları gördüklerini ve deneyimlediklerini zihnindeki imgeler ve hayal dünyası ile tekrardan<br />

yorumluyor ve karakterlerini bazen grotesk bir yaklaşımla bazen eleştirel bazen de ironik bir tavırla<br />

kurguluyor. Onun için kimi zaman yaşadığı dönemin gece hayatındaki başrollerde bir hikaye<br />

olabiliyor kimi zaman Paris’te yürüdüğü bir sokaktan geçerken gördüğü bir izlenim...<br />

Bir de kediler Cihat Burak için tabiri caizse tam bir tutku!<br />

Gelelim I. Ahmed’in Rüyası’na...<br />

I. Ahmed, III. Mehmet ve Valide Sultan’ın oğlu, 14. Padişah. Kösem Sultan’ın eşi ve Osmanlı’daki<br />

taht için savaşan kardeş kavgalarını bitiren Divan Edebiyatı’ndaki adıyla Bahti. Hepimiz bu aralar<br />

aşinayız diye düşünüyorum I. Ahmed’e. Şiire olan tutkusu kadar rüyalarıyla da bilinen bir padisah<br />

I. Ahmed. Bundandır ki, Cihat Burak aslında '' I. Ahmed’in Rüyası'' adlı eserinde Sultan Ahmed’in<br />

bir rüyasını tasvir etmektedir. Aslında resme eklemlenen imgeler ile bir hikaye anlatmaktadır<br />

bizlere.<br />

22<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Sultanahmet Camii’nin içindeyiz.<br />

Caminin içi mavi çinilerden kubbeler ile yükselmekte, bir mehter takımı, bir musalla taşı, askerler,<br />

aslan ve Burak üzerinde tasvir edilen Peygamber. Kompozisyonu oluşturan tüm bu imgelere<br />

baktığımızda aslında hepsinin fantastik bir kurgudan ibaret olduğunu söyleyebiliriz ama unutmayın<br />

I. Ahmed’in Rüyası’nı yaşıyoruz şu an! I. Ahmed’in değer verdiği askerleri orada, Peygamberin<br />

en sevdiği atı Burak üzerinde tasviri tam yukarıdan geçiyor ve onun ardından çıkardığı<br />

dumanda belirlen yeni doğacak bebeklerin suretleri ve musalla taşında bir adam. Camii’nin<br />

çinileri ve atmosferi o kadar büyüleyici ki bir şölende gibiyiz adeta. Bir tek musalla taşındaki adam<br />

bizi biraz ürkütmüyor değil.<br />

O adam yoksa Sultan Ahmed mi ?<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />

23


Neden Sultan Ahmed’in rüyası ?<br />

Bilemiyoruz, çünkü bu bir rüya aslında bu rüyada<br />

Cihat Burak, Sultan Ahmed’in yerine geçerek onun<br />

görebileceği bir rüyanın tabirini ve tasvirini sunuyor<br />

bize. Elbette şölen değil aslında bir mahşer<br />

gününü anlatıyor bu tablo. Mahşer gününde<br />

öleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz gerçeğini<br />

bakışımızı musalla taşındaki adamdan yükseklerden<br />

atıyla geçen peygamber tasvirine yöneltiyor<br />

Cihat Burak ve bu bakış bize kıyamette yeniden<br />

dirileceğimize olan inancı ve borazanların<br />

çalmasıyla gelen kıyamet gününün bir sahnesini<br />

anlatıyor. Atının üstünde Peygamber öte dünyaya<br />

doğru yol alırken ardından çıkardığı dumandaki<br />

bebek figürleri yeniden doğuşun bir simgesi olarak<br />

zihnimize ekleniyor. Halk tarafından sevilen ve<br />

desteklenen padişahımız aslında kıyamet gününü<br />

yine kendini seven ve destekleyen askerleri ile<br />

karşılıyor. Aslında I. Ahmed’in rüyası bize zıtlıklarla,<br />

gerçek denilen ile rüyanın kesişmesiyle, öte dünya<br />

ve oradaki bilinmezle ve en önemlisi iki dünya<br />

arasındaki sıkışmış bir noktanın aralığından bize<br />

bakıyor. Minyatür geleneğinden gelen sanatçı,<br />

burada aslında bir minyatür gibi okuma yapabilmemize<br />

olanak sağlıyor. Sayfalarını çevirdiğimiz<br />

minyatürler gibi her katmanda bizi farklı bir hikayeyle<br />

sarıyor. Askerler, mehter takımı ve aslanlara<br />

bakan gözümüz bir anda mahşer günü<br />

gerçeğine yöneliyoruz.<br />

Camii kubbelerinin perspektif olarak yanlış konumlandırılması<br />

ise bizi bu hikayenin içinde bir göz<br />

olarak tanımlarken aslında dışarıdan baktığımız<br />

gerçeğini yüzümüze vuruyor. Bize açıldığını<br />

düşündüğümüz mekan bir anda bizi dışarıda<br />

bırakıyor ve en az bizim onlara baktığımız kadar<br />

cüretkar bir biçimde resimdeki figürlerde bize<br />

bakıyor aslında bizim bakışımıza cevap veriyor.<br />

Tüm bunlar Cihat Burak’ın hayal gücünün bir<br />

yansıması olarak I. Ahmed’in Rüyası’nı dışarıdan bir<br />

göz olan bizlere açıyor ve bizde bu<br />

hikayenin bir parçası oluyoruz.<br />

İlk kişisel sergisini 1957<br />

yılında İstanbul Beyoğlu Şehir<br />

Galerisin’de Fransa’da yaptığı<br />

çalışmalarla açan sanatçı,<br />

“Toplumsal Gerçekçilik”<br />

anlayışından hareketle çalıştığı<br />

yapıtlarının yanı sıra, Dolmabahçe<br />

Saray Kapısı, Mezar<br />

Taşları ve İncili Kız gibi yapıtlarında<br />

ise fantastik kurgu söz<br />

konusudur. “Kanaryam Güzel<br />

Kuşum Ben Sana Vurulmuşum”<br />

adlı yapıtında ölüm teması<br />

işleyen sanatçının çalışmaları<br />

arasında Yahya Kemal Beyatlı,<br />

Nazım Hikmet, Neyzen Tevfik,<br />

Eren Eyüboğlu ve Aliye Berger<br />

gibi ünlülerin resimleri ile son<br />

dönem “Kedi” resimleri de<br />

bulunmaktadır<br />

I. Ahmed’in rüyası sanat tarihinde içinde<br />

barındırdığı zıtlıklar ve teknik anlamda dönemin<br />

resim anlayışına yeni bir yorum getirdiğinden<br />

önem taşımaktadır. Minyatür geleneğini yağlı boya<br />

bir tabloya uyarlayan Cihat Burak aynı zamanda<br />

perspektif içinde kendinden bir söz söylemiş ve<br />

mekanın bilinen algılanma biçimini tamamen<br />

Yazan / Zeynep Bolat<br />

değiştirmiştir.<br />

24 <strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


BİR SAMATYA VE SARIYER HİKAYEsİ<br />

NEŞELİ GÜNLER<br />

1977’nin sonbahar/kış ayları, Samatya ve Sarıyer ilçelerine bir film seti kurulur. Adile Naşit ve Münir<br />

Özkul başrolde. Fakat bu sefer ne komşuları aracılığıyla tanışmış yeni bir çift, ne yıllardır birbirine aşık<br />

eş ne de iki iş arkadaşı... Birbirlerinden senaryo gereği nefret eden bir karı-koca.<br />

Bir de bu hikayenin tam ortasında yer alan altı çocuk var.<br />

Birisi; 1975 yılı Türkiye Güzellik Yarışması’nda “son altı”ya<br />

kalıp bir yıl sonra Sinema Güzeli seçilen, hokka<br />

burunlu kömür gözlü Oya Aydoğan…<br />

Evin tek kızını o canlandırıyor. Kardeşlerinin biricik ablası.<br />

Evin beş erkeğinden ikisine ise; Hababam Sınıfı’nın<br />

Domdom’u Feridun Şavlı ve Hayta’sı Ahmet Arıman hayat<br />

veriyor. Diğer üç kardeş ise; o dönemde ismini yeni<br />

duyuran Tamer Şahin, henüz lise talebesi olan Yaman<br />

Coşkun ve ilkokul çağlarındaki Cem Aksoy<br />

Filmin yapımcısı Ertem Eğilmez, aile teması ile çektiği<br />

serinin son filmini çekiyor. Hikaye içerisinde yer alan bir<br />

karakter ise onun hikayesinden çıka geliyor. Ziya<br />

Eğilmez’in hayatında yer alan akrabalarından birisi. Onu<br />

beyaz perdeye taşımak Neşeli Günler filmine nasip<br />

oluyor. Böylesine bir karakteri de; tüm ustalığıyla ancak<br />

Şener Şen canlandırabilirdi ve öyle de oluyor.<br />

Kazım Efendi’nin erkek kardeşi, yalanlarıyla herkesi<br />

kandıran ama bir o kadar da çok sevilen. Senaryo yine<br />

bildiğimiz gibi, Sadık Şendil’e emanet. Hikaye turşu suyu<br />

üzerine kurulu... Her izlediğimizde turşuyu sevmeyene<br />

bile turşu yeme isteği uyandıran filmde, turşuculuk<br />

yapan Kazım ve Saadet’in tam 12 yıl boyunca birbirlerinden<br />

ve evlatlarından ayrı kalmalarına sebep olan şey;<br />

turşu suyunun sirkeyle kurulunca mı yoksa limonla<br />

kurulunca mı daha iyi olduğudur.<br />

Aradan tam on iki yıl geçer bu büyük ayrılıktan sonra. Altı<br />

kardeşin üçü babalarında, üçü annelerindedir artık. Ziya<br />

ise her iki tarafta... Abisine yengesini; yengesine abisini<br />

kötüler fakat onlar ile görüştüğünü anne – baba hasreti<br />

çeken yeğenlerine bile söylemez. Gerçek yıllar sonra bir<br />

gönül işi ile ortaya çıkar; aynı kızla konuşan iki<br />

kardeşin kavgası ve gerçeği duymaları…İşte izlerken<br />

“Aha! Hikaye başlıyor” dediğimiz yer de burası oluyor hiç<br />

kuşkusuz.<br />

Birbirlerini bulan en büyüğü 25, en küçüğü 12-13<br />

yaşlarındaki bu altı kardeşin duygulu kavuşmaları herkesi<br />

etkilemiştir. O birbirlerine hasretle bakışı ve sarılışı kim<br />

unutabilir ki? Ben unutamadım mesela; o yüzden hep en<br />

sevdiğim sahne olarak kaldı…Filmin aşk ve sevgi kavramlarını<br />

yüceleştirdiğini görmek mümkün: Kardeş, aile,<br />

sevgili; hayata dair, bizden, bize özgü…<br />

Zeynep: Çünkü ben kendi halinde bir ailenin kızıyım<br />

üstelik babanın fabrikasında işçiyim. Baban bu işe razı<br />

olur mu? Uğur: Niye olmasın? O da vaktiyle işçiymiş, hem<br />

gurur da duyar bundan iki de bir söyler. Klasik zengin kız<br />

– fakir oğlan aşkı bu film de fakir kız - zengin oğlan olarak<br />

kendisine yer bulur. Fakat ne diğer aşk filmleri gibi, ne de<br />

arabesk kült filmler gibi acı ve ızdırap ile işlemez bu<br />

hikayeyi. Kimi zaman bir pastane köşesinde fondan<br />

yükselen Orhan Gencebay şarkısı ile, kimi zaman Taksim<br />

meydanında yapılan aile protestosunda birbirlerine<br />

destek olarak…<br />

Ayşen Gruda’ya ve Ahmet Sezerel’e ilk dublaj bu film<br />

de yapıldı. Bilinen bir gerçeğe göre de Ahmet Sezerel<br />

sadece bu film de dublaj ile rol almıştı. Ayşen Gruda’nın<br />

sesi ise tiyatro sanatçısı Oya Başar’a aitti. Bunu ilk kez<br />

duyduysanız siz de benim gibi şaşırmış olabilirsiniz, zira<br />

ben ses tonunu hiç yadırgamadığımdan direkt Ayşen<br />

Gruda’nın sesi zannetmiştim. Yine Gazanfer Özcan da, Ali<br />

Sururi’ye yaptığı dublaj ile filmdeki yerini almıştı. Film<br />

içerisinde geçen birçok diyalog dönemin sosyo-politik<br />

durumuna da ışık tutar. Örneğin; Orhan Gencebay şarkılarını<br />

Zeynep ve Uğur çiftinin bulunduğu iki mekanda da çalması,<br />

dönemin en popüler sanatçılarından biri olduğunu ve müzik<br />

kültürü hakkında bilgi verir, yine Ziya karakterinin haber<br />

amacıyla getirdiği Günaydın Gazetesi’nin de o dönemde en<br />

çok okunan gazetelerden biri olduğunu gösterir.<br />

Bunlar gibi daha birçok örneği bu açıdan incelemek<br />

mümkün olacaktır.<br />

Sarıyer ve Samatya’nın tam ortasında bir araya gelen altı kardeşin yine aynı yerde anne ve babalarını bir araya getirmesiyle<br />

filmin ikinci yarısı da başlamış olur. Tam manasıyla İstanbul kokan bu filmden aile, aşk, kardeşlik ve<br />

anne – baba olma gerçekleri hakkında öğreneceğimiz çok şey var...<br />

Yazan / Hüsna Köşger<br />

26<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


BEYOĞLU<br />

Ankara Berber Salonu / Hayri Bey<br />

Merhaba Hayri Bey. Bize öncelikle kendinizden<br />

bahseder misiniz? Ne zamandan beri Beyoğlu’nda<br />

ikamet ediyorsunuz? Berberlik mesleği ile ne zamandan<br />

beri meşgulsünüz? Müşteri-esnaf ilişkileri hakkında<br />

bize ipuçları verebilir misiniz?<br />

Ben Berber Hayri, 1965 senesinde Tepebaşı’nda başladım<br />

berberlik mesleğine. Tabii birçoğumuz gibi ben de çırak<br />

olarak girdim bu dükkana. Etrafın büyüsü, tiyatronun<br />

cazibesi derken çocukluğumda öyle başladım, 51 senedir<br />

de yapıyorum bu işi. Muhit çok müstesna bir muhitti.<br />

Müşterilerimiz çok kaliteli müşterilerdi. Çok iyi müşterilerimiz<br />

vardı haliyle o zamanlar. Her biriyle müşteri-esnaf<br />

ilişkisinden ziyade, dostluk ilişkimiz vardı. Şimdilerde ne<br />

yazık ki eski müşterilerimiz kalmadı Beyoğlu’nda... Hatta<br />

eskiden müşterilerimizle ailece görüştüğümüz bile oluyordu.<br />

O insanlarla dertleşmek, güzel gününü, kederli gününü<br />

paylaşmak çok özeldi. Bugün baktığınızda müşteri geliyor<br />

ve gidiyor sadece... Dediğim gibi 51 senedir Beyoğlu’ndayım<br />

ve şu son bir senedir gördüğüm kadar ruhsuz bir<br />

Beyoğlu daha hatırlamıyorum. Mesela Beyoğlu’nun<br />

ihtişamlı o eski mağazaları kalmadı, alışveriş hanları<br />

kalmadı. Hep yiyecek ve eğlence sektörüne döndü. Hatta<br />

öyle ki geçmişe nazaran eğlence sektörünün içi boşaltıldı.<br />

Ezcümle, kaliteli bir eğlence mekanı kalmadı artık. Bu tarz<br />

eğlence mekanlarına gelen insanların profilleri ne yazık ki<br />

fazlasıyla değişime uğradı. Kaliteli, nazik insan göremez<br />

olduk. Derler ya hani ‘’Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı.’’<br />

diye... Evet, aynen öyleydi, ama hiç zorlama yoktu. İnsan<br />

kendini ister istemez Beyoğlu’nun o atmosferine uyduruyordu.<br />

Şu anda Pera Müzesi’nin olduğu yerde Şehir Tiyatrosu<br />

vardı eskiden. Tabii şu anda siz onu bilemezsiniz çünkü<br />

yandı gitti ne yazık ki. Tamamı ahşaptı. Zaten biri<br />

Fransa’daydı bir Türkiye’de… İşte o zamanlar Beyoğlu çok<br />

müstesna bir yerdi. İstanbul dışından gelenler<br />

Tepebaşı’ndaki otellerde kalırdı. Gece hayatı ayrı, gündüz<br />

hayatı ayrıydı bu şehirde. Değişirdi yani... gündüz iş piyasası,<br />

gece eğlence sektörü yaşanırdı Beyoğlu’nda.<br />

Ustama geldi söyledi ve ustam büfeci abiye karşı çıkmak<br />

yerine destek çıktı... Tam anımsayamıyorum ancak haksız<br />

yere yemiştim o dayağı sanırım. Buna rağmen ustam, ‘’O<br />

senin büyüğündür, bir bildiği vardır.’’ diyordu bana. Çünkü<br />

ilgi alaka vardı. Sahipleniyordu seni çevrendeki büyüklerin.<br />

Sen hata yapmayasın diye dikkat kesiliyorlardı.<br />

Düşünsenize her bir dükkan sahibi seni ustan kadar<br />

sahipleniyor... Artık öyle bir şey yok maalesef buralarda.<br />

Şimdilerde böyle bir şey mümkün mü! En ufak eleştiriyi<br />

bile kabul etmiyor yeni çocuklar... Bakın bizim dükkanın<br />

kökü 1930’dan 1970’e, o zamanlardan da bugüne kadar<br />

uzanıyor. Bundan sonra da ayakta kalmak daha zor, çünkü<br />

arkadan yetişen yok. Eskiden küçük çocuklar iş öğrensin,<br />

hayatı tanısın diye esnafların yanlarına çırak olarak<br />

verilirlerdi. Günümüzde artık tamamen tüketim toplumuna<br />

dönüşmüşüz. Çırak olmak için gelen bir çocuk bile<br />

daha merhaba demeden kaç lira maaş alacağını soruyor.<br />

Tabii onlarda da kabahat yok. Alım gücü düştü insanların...<br />

Peki ya iş prensibi nasıldı?<br />

Yazılı olmayan kurallara kaidelere bağlıydı eskinin<br />

esnafları. Mesela yanındaki bir dükkanla aynı işi yapıyorsan<br />

ilk siftahı yapan, yeni bir müşteri geldiğinde yanındaki<br />

dükkana yönlendirdi. Ne yazık ki bugün tam tersi... İnsanlar<br />

müşteri kapmak için birbirlerini yer olmuşlar, çok yazık. Bir<br />

de para mesele tabii, fahiş fiyatlar var bazı yerlerde. Bilhassa<br />

yabancılara karşı çok yapılıyor, olmaması lazım bu tür<br />

can sıkıcı şeyler. Bu işin normalinde sizlere verilen hizmetle<br />

turiste verilen hizmet arasında fiyat ve kalite farkı<br />

olmamalıdır. İnsanımızın kültürü, bakış açısı, görünüşü, her<br />

şeyi değişti artık.<br />

Esnaf ilişkileri nasıldı peki?<br />

Eskiden komşular, esnaflar birbirlerine çok yakındı, aile<br />

gibiydi diyebilirim. Hiç unutmam, bir gün bir büfeci abi bir<br />

hatamı görmüş... Beni bir temiz dövdü. (Gülüşmeler)<br />

ÇAY SOHBETLERİ<br />

29<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Mandabatmaz Kahvecisi / Cemil Filik<br />

Merhaba Cemil Bey, ‘’Mandabatmaz’’ nasıl kuruldu, kısaca anlatabilir<br />

misiniz bize?<br />

Biz memleketten, Erzincan’dan geldik. Tabii başka bir şehre<br />

yerleşmenin zorluklarıyla karşılaştık. Ama Allah’a şükürler olsun ki<br />

tutunabildik burada. Ardından Mandabatmaz’ı açtık. Vallahi neyi<br />

düşünüp bu ismi koyduk şimdi anımsayamıyorum. Ama iyi ki de bu<br />

ismi koymuşuz. İnsanlar benimsedi. Tanınır olduk artık. İlk geldiğimiz<br />

zamanlarda çalışma prensibimizi ve özellikle de ticaretin inceliklerini<br />

gayrimüslim büyüklerimizden öğrendik haliyle. Eskiden, sabahları<br />

Beyoğlu’nda saat yedi dedin mi mağazalar açılırdı. Dükkanların önleri<br />

temizlenirdi. Akşam saat yedide ise kapanırdı her yer. Yani adamın<br />

paraya ihtiyacı olmasa bile iş prensibine çok önem verirdi. Şimdi senin<br />

cebinde paran olsa sabah yedide mağazaya mı geleceksin Allah<br />

aşkına? Kendine çalışır olmuş herkes. Hemen şu yakında ipekçiler<br />

vardır. Giderdim oraya, patronları oradaydı hep. Tanıdığımız, yıllardan<br />

beri çay verdiğimiz insanlar. Sağ olsunlar ilgi alakalarını hiç eksik<br />

etmezlerdi. Bakın ben 63 yasındayım, 50 seneden beri 15 saat<br />

ayakta duruyorum. Çalışmadan kimse bir yere gelemez kardeşim.<br />

Eskiden anneler babalar atölyeye çocuğu verirdi, eti senin kemiği benim derdi eski usul. Çocuğu yetiştir derdi<br />

ustaya. Berbere, sanatkârın yanına verdiği zaman gerekirse bedava çalıştır derlerdi. Eğit, öğret derdi baba. Şimdi<br />

bir iş veren çocuğa bir şey söylese aile olay çıkarıyor. Yok efendim kulağını çekmiş. E çekme de gitsin sokakta<br />

tinerci olsun o zaman...<br />

Eski dönemlere kıyasla gezgin ve esnaflar hakkında görüşünüz nedir peki?<br />

Eskilerin kıyafetleri, giyimleri Beyoğlu’nu güzelleştirirdi. Beyoğlu’nu şimdi görüyorsun, adam bir tane bira almış<br />

eline, bir tane de çekirdek almış yemiş yemiş atmış sokağa. Bunlara rastladıktan sonra diyorlar ki ‘’Beyoğlu<br />

güzelleşmiyor’’. Güzelleşmez tabii. O eski adamları bulursan güzelleşir ama. Bak mesela Tarlabaşı’na... Akşam<br />

yediden sonra tek başına gidemez oldu insan. Eskiden öyle değildi tabii. Bak mesela burada bir Ermeni madam<br />

vardı, çocuk giyimi satardı. Bizimkiler turist geldiğinde nimet gözüyle bakardı. Bir etiket vardır bilir misin? Önü 10<br />

liraysa arkasında 20 lira yazardı bu etiketin. Dedim madam sen niye böyle yapmıyorsun? ‘’Asla!’’ dedi. Mal 10 liraysa<br />

10 liradır. Sana ne 11 der ne de 9 der. Bizimkiler hemen 10 liralık etiketi yabancılar geldiğinde 20 lira diye değiştirirdi.<br />

Sağ olsun o madam bizimkileri de alıştırdı öyle sahtekarlık yapmamaya.<br />

Günümüzde gözle görülür bir yozlaşmadan bahseder olduk. Sizce bu durumun düzelme ihtimali var mı?<br />

Geleceği nasıl görüyorsunuz?<br />

Aslına bakarsan aklımı kurcalayan bir konu var. Kültür seviyemiz de gelişmiş, okuma oranı da yukarlarda gençlerin.<br />

Okuyor ama suyu içiyor ve şişeyi sağa sola atıyor. Bazen görüyorum, adam sigarayı içiyor, küllüğe koyacağına yere atıyor.<br />

Belki bu söylediklerim sorunun kesin çözümü gibi gelmiyordur. Ancak unutulmamalı ki bir yerden başlamak lazım.<br />

Bugünlerde kimle münakaşa etsen çıkarıyor sana bıçağı. Senin üzerinde bıçağın ne işi var? Kalem tut bıçak tutacağına.<br />

Bir anlık öfken hayatını karartır. Vurdun adamı, içeri girdin işte. Hayatın karardı... Değer mi? Gençler geleceklerine<br />

temkinli bakmıyor. Benim görüşüm bu.<br />

30<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Kasımpaşa / Sıdıka Cavkaytar<br />

Sıdıka Hanım merhabalar, öncelikle bize kendinizi<br />

tanıtabilir misiniz ?<br />

İsmim Sıdıka Cavkaytar. 1950 doğumluyum. Doğma<br />

büyüme Kasımpaşalıyım. İki kızım, bir oğlum ve 2 tane<br />

de torunum var. Doğrusunu söylemek gerekirse<br />

bugüne kadar herhangi bir işte çalışmadım, ev<br />

hanımıyım. Ancak sosyal faaliyetlerle ilgilenmeyi hiçbir<br />

zaman ihmal etmedim. Kaptanpaşa İlkokulu’nun<br />

kurucu dernek üyelerindenim. Senelerce Kaptanpaşa<br />

İlkokulu’nda çeşitli faaliyetlerde<br />

bulunduk. Şimdilerde ise genellikle Kasımpaşa’da<br />

sosyal faaliyetlerde bulunuyorum.<br />

Kasımpaşa ile özdeşleşen bir yaşam desek yanlış<br />

olmaz sanırım. Eski Kasımpaşa ile şimdi arasında<br />

sizce de bir fark var mı? Dostluk, komşuluk ilişkileri<br />

nasıldı?<br />

Eskiden buralarda dostluk, komşuluk ilişkileri şimdiyle<br />

katiyen karşılaştırılmayacak derecede samimiydi.<br />

Bence bunun en temel sebebi herkesin birbirini<br />

tanıması, birbirine yakın olmasıydı. Mesela benim<br />

mahallemde 5-10 katlı binalar yoktu. Onların yerine<br />

birkaç tane bahçe içinde konak vardı. Ya da şimdiki<br />

gibi marketler yoktu. Mahalle bakkalları, kasapları,<br />

fırınları vardı. Her gün selamlaşır, iyi dileklerimizi<br />

paylaşır, yolumuza giderdik. Mahallemizin esnafları<br />

ailelerimizin birer parçası gibiydiler desem yanlış<br />

olmaz. Öyle ki, semtte en ufak bir münakaşada herkes<br />

araya girer, tarafları barıştırırdı. Sevgiye, saygıya, güzel<br />

söze değer verirdi insanlar.<br />

Anladığım kadarıyla geçmişin o samimi dokusuna<br />

özlem duyuyorsunuz. Sizce ne oldu da Kasımpaşa<br />

değişmeye başladı? O eski dokusunu aratmaya<br />

başladı?<br />

Aşağı yukarı 15 sene falan oldu. Az önce de belirttiğim<br />

gibi eski konaklar ve ahşap evler müteahhitlere verildi.<br />

Binalar yükseldikçe aileler çoğaldı. Farklı semtlerden,<br />

şehirlerden gelenler oldu. Eski aileler, eski dostlar,<br />

komşular gidince epey çehresi değişti semtin. Yeni<br />

semt sakinleriyle de dostane ilişkiler kuruldu fakat o<br />

eski samimiyeti yakalamak için yeni bir hayata ihtiyaç<br />

var... Meğerse evladım, gelen gideni hakikaten<br />

aratıyormuş... Eskiye gidiyorum bazen, aklıma direk o<br />

güzelim bayram günleri geliyor. Eskiden bayramlarımız<br />

çok güzel ve coşkulu geçerdi. Burası eskiden<br />

Tabakhane Meydanı (Şuan Kızılay Meydanı) diye<br />

geçerdi. Cuma pazarı kurulurdu sürekli. Bayramlıklarımızı<br />

hep buradan alırdık. Bir gece öncesinde yeni<br />

aldığım kıyafetleri, ayakkabıları muhakkak başucuma<br />

koyardım. Çünkü eskiden şimdiki gibi bolluk yoktu.<br />

Kıymet bilirdik... Şimdilerde, eski Kasımpaşalı bir bey<br />

Kasımpaşa Platformu’nu kurdu.<br />

Orada eski resimleri yayınlıyor. Gördükçe aklıma çocukluğum,<br />

gençliğim geliyor. Şimdi ne yazık ki o tat, o<br />

lezzet, o samimiyet yok. İnsanlar birbirinden korkar<br />

olmuş. Kapıyı çalıyorsun, açan yok. Eskiden böyle miydi<br />

!? Kapımız komşularımıza her daim açıktı. Sofralarımıza<br />

ortak olurduk komşularımızla, yemeğimizi paylaşırdık.<br />

Ne yaparsın... Çok özlüyorum o günleri fakat yapacak da<br />

bir şey yok, mecburen kabul ediyorsunuz...<br />

Şimdilerde eskisi kadar yaygın olmayan, eskinin<br />

ayrı bir adetinden daha bahsetmekte fayda var diye<br />

düşünüyorum; usta-çırak ilişkileri. Sizce çocukları<br />

bir meslek erbabının yanına göndermek ne derece<br />

önemlidir?<br />

Eskiden meslek bilmek önemliydi. Altın bilezikti,<br />

gelecek garantisiydi yani. Çocuklar yaz tatillerinde ya<br />

berber yanına ya da marangoz yanına gönderilirdi.<br />

Maksat, çocuk iş öğrensin, çalışma becerisi edinsin ve<br />

para kazanmayı öğrensin. Artık ne yazık ki eskisi gibi ne<br />

berber kaldı ne de marangoz. Eski ustaların çoğu göçüp<br />

gitti. Geçim derdine farklı iş alanlarına yöneldiler tabii.<br />

Usta yetişmiyor ki çırak<br />

olsun. Aslına bakarsanız ben de çocuğumu çırak olarak<br />

vermedim bir yere. Okumayı, okutmayı ön plana<br />

çıkardık. Ama o da bir yere kadar. Bizim semtte Marangoz<br />

Sait Usta vardı. Oymacılık yapardı. Eşin dostun<br />

çocukları yaz tatilinde oymacılık öğrendi onun yanında.<br />

Okuyan yine okudu, mesleği seven ise o yoldan devam<br />

etti. Şimdilerde aileler çocuklarını anaokuluna gönderiyorlar.<br />

Tabii devir değişti...<br />

Dediğiniz gibi devir değişti herhalde... Peki ya<br />

değişen dünyaya, geçen zamana rağmen bu değerlerimizi<br />

kaybetmememiz için genç arkadaşlara<br />

önerileriniz var mı?<br />

Kendilerine zaman ayıracaklar öncelikle. Teknolojik<br />

aletlerden biraz uzaklaşmaları lazım. Tamam illaki<br />

kullanacaklar, o da bir ihtiyaç. Ancak bir çeki düzen<br />

vermek şart. Eski muhabbetler kalmadı çünkü. Ev halkı<br />

akşamları televizyon başına geçer, birbiriyle konuşup<br />

dertleşmez oldu. Bunu aşmak gerekiyor öncelikle.<br />

Herkesin üstüne düşen bir sorumluluk bence bu. Öte<br />

yandan kitap okusunlar. Gündelik zevklerden, eğlencelerden<br />

ziyade geleceğe dair planlar yapmalı gençlerimiz.<br />

Tabii ben dahil birçok tecrübeli büyükleri, gençlere<br />

tecrübelerimizi aktarmaya nasihat etmeye çalışıyoruz.<br />

Umarım dinlerler bizleri. Sonuçta biz onların iyiliğini,<br />

mutluluğunu istiyoruz...<br />

31<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Fotoğraflarla İstanbul<br />

32<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />

Ara Güler


16 Ağustos 1928'de İstanbul'da doğdu.<br />

Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her<br />

dalında çalışırken Muhsin Ertuğrul'un Tiyatro Kurslarına<br />

devam etti; çünkü yönetmen veya oyun yazarı<br />

olmak istiyordu. 1950'de Yeni İstanbul Gazetesi'nde<br />

gazeteciliğe başlarken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi<br />

İktisat Fakültesi'ne devam etti. 1958'de Time-Life,<br />

Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu<br />

foto-muhabirliği görevlerini üstlendi. 1954'de Hayat<br />

Dergisi'nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya<br />

başladı.<br />

1953'de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris<br />

Magnum Ajansı'na katıldı ve İngiltere'de yayımlanan<br />

"Photography Annual Antalojisi" onu dünyanın en iyi 7<br />

fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP'ye<br />

(Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye<br />

olarak kabul edildi.<br />

1962'de Almanya'da çok az fotoğrafçıya verilen<br />

"Master of Leica" ünvanını kazandı. İsviçre'de çıkan<br />

Camera dergisinde kendisine özel bir sayı ayırdı.<br />

1964'de Mariana Noris'in ABD'de basılan "Young<br />

Turkey" adlı yapıtında fotoğrafları kullanıldı.1967'de<br />

Japonya'da çıkan "Photography of the World" antolojisinde<br />

Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı<br />

yayınlandı. 1967'de Kanada'da açılan "İnsanların<br />

Dünyasına Bakışlar" sergisinde, 1968'de New York<br />

Modern Sanatlar Galerisi'nde düzenlenen "Renkli<br />

Fotoğrafğın On Ustası" adlı sergide; aynı yıl Almanya'da,<br />

Köln'de Fotokina Fuarı'nda yapıtları sergilendi.<br />

1970'de "Türkei" adında fotoğraf albümü Almanya'da<br />

yayımlandı. Sanat ve sanat tarihi konularındaki<br />

fotoğrafları ABD'de Time-Life, Horizon ve Nesweek<br />

kitap bölümlerince ve İsviçre'de Skira Yayınevi tarafından<br />

kullanıldı. 1971'de Lord Kinross'un "Hagia-Sophia"<br />

(Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekti. Yine Skira<br />

yayınevince Picasso'nun 90. yaş günü için yayımlanan<br />

"Picasso Metamorphose et unite" adlı kitap için<br />

Picasso'nun foto-röportajını yaptı. 1972'de Paris Ulusal<br />

Kitaplıkta sergisi açıldı.<br />

1975'de ABD'ne davet edildi ve birçok ünlü Amerikalının<br />

fotoğraflarını çektikten sonra "Yaratıcı Amerikalılar" adlı<br />

sergisini dünyanın birçok kentinde sergiledi.<br />

Yine aynı yıl Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan<br />

"Kahramanın Sonu" adlı bir belgesel film çekti.1979'da<br />

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "Foto Muhabirliği"<br />

dalındaki birincilik ödülünü aldı. 1980'de fotoğraflarının<br />

bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı "Fotoğraflar" adlı<br />

kitabında basıldı.1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan<br />

Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı "Mimar Sinan" kitabını<br />

fotoğrafladı. Aynı kitap 1987'de "Institute of Turkish<br />

Studies" tarafından Ingilizce olarak yayınlandı.1989'da<br />

"Ara Güler'in Sinemacıları" kitabı basıldı. 1991'de<br />

Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı'nın (Cevat<br />

Şakir Kabaağaçlı) "The Sixth Continent" adlı kitabını<br />

fotoğrafladı. Bu arada bütün dünyayı gezerek foto<br />

röportajlar yaptı ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya<br />

duyurdu.<br />

Ismet Inönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John<br />

Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock,<br />

Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali,<br />

Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve<br />

fotoğraflarını çekti. En ünlüsü fotografcılara poz<br />

vermeyen Picasso röportajı. Yıllarca üstünde çalıştığı<br />

Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992'de Fransa'da,<br />

ABD ve İngiltere'de "Sinan, Architect of Soliman the<br />

Magnificent" adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl "Living in<br />

Turkey" adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur'da<br />

"Turkish Style" başlığıyla, Fransa'da "Demeures<br />

Ottomanes de Turquie" adıyla yayımlandı. 1994'de "Eski<br />

İstanbul Anıları", 1995'de "Bir Devir Böyle Geçti",<br />

"Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü" fotoğraf<br />

kitapları yayımlandı.<br />

Ara Güler'in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD'de<br />

Rochester Georg Eastman Müzesi'nde Nebraska Üniversitesi<br />

Sheldon Koleksiyonu'nda bulunuyor.<br />

Köln Mueseum Ludwing'de Das Imaginare Photo<br />

Museum'da fotoğrafları sergileniyor.<br />

* Bu bölümde bulunan yazı ve fotoğraflar www.araguler.com adresinden alınmıştır.<br />

33<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


İstanbul #2 Ara Güler<br />

34 <strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong> İstanbul #1 Ara Güler


İstanbul #3 Ara Güler<br />

İstanbul #4 Ara Güler<br />

35<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />

36


<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />

37


TESBiH<br />

SANAT OLUNCA


Merhabalar sizin gibi kıymetli bir ustamızı okuyucularımız adına tanımak isteriz...<br />

Benim adım Zekai Şenyurt. Kuyumcu ve tesbih ustasıyım. 1966 yılında kuyumculuğa, 1980 yılında ise tesbih işine<br />

başladım. Herhangi bir ustanın yanında çırak olarak başlamadım bu işe. Deneyip yanılarak öğrendim. Zamanla çok<br />

geliştirdim. Eskiden tesbih üzerine oymacılık ve süsleme sanatı diye bir şey yoktu. Ben de kuyumculuğun verdiği<br />

avantaj ve kabiliyetle tesbih üzerine bir tarz geliştirdim.Günümüze gelindiğinde artık yaptığımız işler uç noktalara<br />

ulaştı. Tabii modellerimizi geliştirebilmek için doğadan, tarihten, çevremizdeki güzelliklerden esinlendik. Aklımıza<br />

gelen her şeyi uygulamaya kalktık. Bazen dönüp bakıyorum; ilk zamanlar yaptığım tesbihlerle şimdikiler arasında çok<br />

büyük fark var. Yani tesbih; ben bu işe başlarken herkesin çektiği, pek sanatsal değeri olmayan standart işçiliklerdi.<br />

Bizden sonra ise; hat sanatı gibi, resim sanatı gibi, sedef sanatı gibi yeni bir sanat kolu haline geldi diyebilirim.<br />

Yaptığımız işler artık koleksiyona yönelik olmaya başladı artık.<br />

Tesbih haricinde çalıştığınız eserleri görüyorum.<br />

Onlardan da bahsedebilir misiniz?<br />

Açıkçası onlar biraz hobi benim için. Tabii onların da ticaretini<br />

yapıyoruz. Örneğin satranç tahtasını ve figürlerini Osmanlı<br />

padişahlarından ve Yeniçerilerden esinlenerek dizayn ettik.<br />

Öte yandan hattatlarda kullanılan maktalar, kalemtıraşlar,<br />

divit takımları gibi birçok araç ve gereci fildişi ve sedef gibi<br />

değerli malzemelerin üzerine ince işlemeler yaparak üretmeye<br />

çalıştık.<br />

Özellikle sipariş usulü ile mi çalışıyorsunuz?<br />

Genellikle öyle oluyor. Koleksiyoner geliyor, kafasındakini<br />

motifi, malzemeyi söylüyor ona göre tesbihi düzenleyip işe<br />

koyuluyoruz. Mesela spor kulüplerinden teklif geliyor.<br />

Kulüplerin armalarını işliyoruz. Ya da iş adamları kendi<br />

şirketlerinin amblemlerini yaptırmak istiyorlar. Hatta bir<br />

müşterimiz kendi evindeki bir hat yazısını getiriyor bana onu<br />

uyguluyoruz tesbihe. Bu arada müşteri derken; bizim<br />

müessesede müşteri-satıcı ilişkisi diye bir durum söz konusu<br />

değil. Tamamen bir dostluk, arkadaşlık ilişkisi. Bulunduğumuz<br />

ofis çok zaman alışveriş değil, sohbet yeri . Gelen<br />

dostlarımız da genellikle Türkiye’deki tanınmış insanlar.<br />

Kişisel bir soru sormak istiyorum. Mesleğiniz<br />

ile alakalı olarak hayalinizdeki yere<br />

geldiğinize inanıyor musunuz?<br />

Şimdi yaptığımız işleri göz önüne aldığımda tam<br />

olarak hayalimdeki yerdeyim. Ancak imkan ve<br />

kolaylıklar derseniz, ne yazık ki o gelişmişlikte<br />

değiliz. Çok net olarak söylemek gerekirse ben bu<br />

işi Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde ya da Amerika<br />

Birleşik Devletleri gibi Kanada gibi ülkelerde<br />

yapıyor olsaydım, bugün herhalde dolar milyoneri<br />

olabilirdim. Ne yazık ki Türkiye’de bu işe devletin ve<br />

insanların bakış açısı çok farklı. Yeterli değeri<br />

gördüğümüzü söylemem kendimizi kandırmak<br />

olur. Şöyle ifade edeyim; el emeği göz nuru bu işleri<br />

yaparken sağlımızdan veriyoruz. Bakın bütün<br />

tesbihçilere, ciğerleri berbat durumdadır. Çünkü<br />

akşama kadar toz yutuyoruz. Böyle bir özverinin<br />

karşılığını tam anlamıyla alamıyor olmak, haliyle<br />

üzüntü verici.<br />

39<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Şu zamana kadar yaptığınız tesbihler arasında<br />

sizin için en özel olanı hangisidir?<br />

Yaptığım tüm işler benim içim özeldir. Ancak illaki birini<br />

seçmem gerekecek olursa; Cumhurbaşkanımıza hediye<br />

ettiğim Osmanlı padişahlarının figür ve tuğralarının<br />

bulunduğu tesbih diyebilirim. Tesbihin ölçüleri 28<br />

milimetreye 33 milimetre. Aşağı yukarı 1.5 metre<br />

uzunluğunda, büyük bir tesbih. Yaptığım en özel iş. Onun<br />

dışında zaman zaman çok özel, ince işçilik isteyen, yapımı<br />

uzun süren tesbih modelleri de çıkmıyor değil.<br />

Peki sizden sonra bu bayrağı devredeceğiniz<br />

birileri var mı?<br />

Var tabii. Oğlumla beraber çalışıyoruz şuan. Bayağı iyi bir<br />

mesafe kat etti kendisi. İnanıyorum ki; böyle çalışmaya ve<br />

üretmeye devam ederse çok daha iyi yerlere gelecek.<br />

Onun dışında yetiştirdiğim başka arkadaşlar da var. Kendi<br />

atölyelerinde devam ediyorlar. Kabiliyet konusunda<br />

sorunu olmayan bu arkadaşlarımızdan yeni modeller<br />

yaratma konusunda da beklentilerimiz var.<br />

Bir başka konuya değinmek istiyorum. Tesbih<br />

sanatçıları olarak bir dernek çatısı altında<br />

buluşmayı denediniz mi? İhtiyaçlarınızı daha<br />

rahat duyurabilmeniz açısından etkili bir adım<br />

olmaz mı?<br />

Şöyle anlatayım; Türkiye geneline dağılmış olduğumuz için İstanbul’da taş çatlasa 5-6 tane, Ankara’da<br />

ise 4-5 deneyimli usta var. Böyle bir dağınıklığın ortasında dernek oluşumuna gittik fakat verim alamadık. İşin<br />

açığını söylemek gerekirse dernek işini çok araştırdım ancak tam anlamıyla fayda sağlayabileceğine ikna olamadım.<br />

Hatta geçen sene bir koleksiyonerin Adana’da açtığı bir sergide yeni bir dernek oluşumu hakkında görüşüldü ve<br />

başkanlığı bana teklif edildi. Ancak bu girişimin efektif olacağına ikna olmadığım için kabul etmedim.<br />

40<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Vatandaşlarımızın bu sanata olan ilgisini tekrardan yeşertebilmek için neler yapmak gerekiyor?<br />

Herhangi bir çağrınız var mıdır?<br />

Vatandaşlarımızdan beklentimiz açılışına yardımcı olduğumuz sergilere ve müzelerimize gelmeleridir. An itibariyle<br />

Süleymaniye Camii’nden Eminönü’ne inerken karşımıza çıkan Seul Paşa Medresesi’nde Koleksiyoner Mehmet<br />

Çebi’nin açılışını yaptığı hat ve tesbih müzesi açıldı. 10’ar metrekarelik 12 tane odası var. Duvarlarda hat, vitrinlerde<br />

ise tesbihler var. Çok güzel bir müze olduğunu söyleyebilirim. Gezilip görülmesini şiddetle tavsiye ediyorum.Biz, bu<br />

gibi ücretsiz sergilerden hiçbir şey beklemiyoruz. Sadece eserlerimizi tanıtmak istiyoruz. Teşhir amaçlı açıyoruz, satış<br />

amaçlı değil. Özetle, bizim vatandaşlardan beklediğimiz bu. Başka bir beklentimiz yok. Ama haliyle devletten<br />

beklentimiz çok... Özellikle bizim meslekte malzeme sıkıntısı çok fazla. Tamamıyla kendi imkanlarımızla malzemeyi<br />

buluyoruz. Fildişi gibi malzemeleri yurtdışından getirmek yasak olduğu için Türkiye’de bulabildiklerimizle idare<br />

etmeye çalışıyoruz. Bu konuda yardımcı olabilirler. Ya da teşvik amaçlı krediler verilerek sahip çıkılabilir sanatçılara.<br />

Yanlış anlaşılmasın, ben bir şey beklemiyorum devletten ama diğer sanatçıların durumları ortada.<br />

41<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


2 çocuklu Pelin<br />

Anne blogger Pelin Balkır aile ve çocuk üzerine yazıları ile sizler için Galata Mecmua’da.<br />

Hangimizin hayali değildi ki evlenip bir çocuk sahibi<br />

olmak? Belki cinsiyetimizin farkına vardığımızdan<br />

itibaren çevresel faktörlerin de etkisi altında kalarak<br />

baskısı kurulan, belki de daha doğum adında bedenimize<br />

kodlanan duygu yoğunluğu… Benim de hayallerim<br />

böyle başladı… Şimdiki zamana göre oldukça küçük<br />

bir yaşta evlenmeye karar verdim, eşim hayal ettiğim<br />

gibi bir insandı. Doğru insansa evlenecektim ya, başka<br />

ne yapacaktım? İşte bunlar da hep kodlama. Evlendim.<br />

Sonra dedim ki hayır, 1-2 sene gezeceğim, çocuk falan<br />

istemiyorum. Evliliğimin üzerinden tam 2 ay geçmişti ki<br />

hamileydim. Plansız bir gebelik değildi, sadece evde<br />

sıkılıyordum ve öyle olması gerektiğini düşündüm.<br />

Evet, çocuk doğurmaya karar vermek benim için bu<br />

kadar kolay olmuştu. Şimdi fark ediyorum, büyük<br />

cesaret! Çok kolay bir gebelik geçirdim. Hamileydim,<br />

düzenli kontoller altında gebeliğim normal seyrinde<br />

ilerliyor, ben de doktorumun tavsiyelerini dinleyerek bu<br />

zamanların tadını çıkarıyordum. Biliyordum, hamilelik<br />

bir hastalık değildi, doğal akışına bırakılması gereken<br />

bir süreçti. Derken zaman ilerliyordu, hiç beklemediğimiz<br />

kadar erken bir zamanda bebeğimizin<br />

cinsiyetini öğrenmiştik, bir kızımız olacaktı. Ne yalan<br />

söyleyeyim, ilk çocuğumu hep erkek hayal etmiştim,<br />

şöyle yaramaz tatlı bir erkek çocuğu... Hamileliğim<br />

süresince odaklandığım tek bir nokta vardı. Normal<br />

doğum yapacaktım. Çünkü normal doğumun hem<br />

anneye hem de bebeğe önemli faydaları var.<br />

Derken Derin doğdu. Tam da tahmin ettiğim şekilde.<br />

Sorunsuz… Onu ilk gördüğüm anda ben birçok anne<br />

gibi ağlamadım, şaşkındım, onun benim olduğuna<br />

inanamıyordum, o nasıl bir mucizeydi, nasıl bir kokuydu,<br />

nasıl bir aşktı… Aslında hikayeler işte tam da o<br />

anda başlıyordu. Aylarca sürecek uykusuz günler,<br />

bitmeyecek gaz sancıları, depresif haller ve sadece<br />

yorgunluk… Sevmediğin kim için bu kadar zorluğu<br />

arkana alabilirsin ki? Zaman zaman şikayet etmedim mi<br />

tabii ki ettim, ama gözlerine baktığımda hepsi geçti,<br />

sağlıklı olsun yeterdi bir anne başka ne isteyebilir ki?<br />

Derken Derin büyüdü. 5-6 yaşlarına geldiğinde “Ben<br />

kardeşim olsun istiyorum!” demeye başlamıştı. Bence<br />

bu da kodlama;) Çocuk doğar, büyür ve bir kardeşi olur.<br />

Fakat ben Derin’i çok zorluklar çekerek büyüttüğüm<br />

için 2. çocuk fikrine sıcak bakamıyordum. Eşim kararı<br />

bana bırakmıştı, nasılsa bakacak olan bendim. Ama ya<br />

bu da uyumazsa, ya bu da yemezse fikri beni biraz<br />

karamsarlığa sokuyordu. Nitekim Derin 6 yaşındayken<br />

kararımı vermiştim. Onun bir kardeşi olmalıydı. O da<br />

planlı bir gebelikti.<br />

Derin’e nazaran biraz daha zor bir hamilelik geçirdim.<br />

Kızım bir kız kardeşi olmasını çok istiyordu. Fakat<br />

kardeşinin erkek olacağını öğrendiğinde de çok<br />

sevindi, hepimiz çok sevindik, tabii ki kız erkek fark<br />

etmeyecekti, ama sanırım değişikliği her anne bana<br />

istiyor… Derken oğlum Yamaç yine normal bir<br />

doğumla dünyaya geldi. Hamileliğim boyunca sürekli<br />

kafamı kurcalayan sorular vardı. Bebek doğunca<br />

sanki Derin’e haksızlık yapacakmışım gibi geliyordu.<br />

Ya kıskanırsa, ya içine kapanırsa, ya ona yeterli ilgiyi<br />

gösteremezsem gibi korkularım vardı. Ben aslında<br />

Derin kadar ikinci çocuğumu sevemem diye<br />

düşünüyordum bu sefer de ikinci çocuğa haksızlık<br />

olursa ne yaparım diyordum. Bunlar hep annelik<br />

evhamı. Bir de lohusalık sendromu var ki ondan daha<br />

sonra bahsederim… Doğdu. Hepimiz ona aşık<br />

olmuştuk. Hani diyorlar ya ilkinde bir şey anlamıyorsun.<br />

Ne kadar doğru, ne bir eksik, ne bir fazla. Hala<br />

anlayamıyorum. Bir insan aynı anda nasıl iki kişiyi<br />

sevebilir? Doğum sonrası tıpkı korktuğum gibi (artık<br />

evrene nasıl bir enerji göndermişsem) aynı zorluklarla<br />

karşılaştım. O da uyumuyor, o da gaz sancısı çekiyor<br />

ve asla kucağımdan inmiyordu. Lohusalık çok<br />

başka bir şey. Geçiyor. Fakat bu dönemde bir<br />

yakınınızdan yardım almanız çok önemli. Benim zor<br />

zamanlarımda aile büyüklerimiz yanımda olsa da<br />

genel olarak iki çocuğumu da tek başıma büyüttüm.<br />

Yamaç şu an 2 yaşında, Derin de 9. Aralarındaki ilişki<br />

gerçekten çok iyi boyutta. Bana insanların en çok<br />

sordukları sorulardan biri iki kardeş arası yaş farkının<br />

kaç olması gerektiği. Bence bu cevap tamamen her<br />

aile için farklı. Benim ideal yaş aralığım 7. Çünkü ilk<br />

çocukta çok zorlandığım için ikinciye karar vermekte<br />

çok zorlandım. Bence bir anne etrafında ona yardım<br />

eden birisi varsa tıpkı büyüklerimizin eski zamanlarda<br />

yaptıkları gibi, çocuklar arası yaş farkını fazla<br />

uzatmamalılar. İkisi üçü bir anda büyümeli. Ya da tam<br />

bizimki gibi olmalı ilk çocuk tamamen kendini bilip<br />

gerçek bir abi-abla olmaya hazır olana kadar beklenmeli.<br />

Derin benim sağ kolum. Ona ağır yükler asla<br />

yüklemiyorum. Aileler ablaları genelde küçük anne<br />

olarak kullanıyorlar. Çok kızıyorum! O çocuk sizin<br />

çocuğunuza bakmak için dünyaya gelmedi. Tabii ki<br />

Derin’in de bana ufak tefek faydaları oluyor, kardeşiyle<br />

çok güzel ilgilenebiliyor gerektiğinde. Benim<br />

ailelere bu konudaki tek tavsiyem bunu asla bir görev<br />

haline getirmemeleri. Unutmayın, o bir abla ya da<br />

abi, ve yine unutmayın ki onlar da daha cocuk.<br />

42<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />

43


Güzellİğİn<br />

Bİr Felsefesİ Olmalı<br />

Ameliyatsız yüz gençleştirme son zamanlarda gittikçe<br />

yükselen bir trend. Kadınlar tarih boyunca farklı estetik ve<br />

güzellik arayışlarıyla hep daha genç ve güzel olma arayışındalar.<br />

Özellikle estetikte teknolojilerin her geçen gün<br />

gelişmesi ve yeni yöntemlerin çıkması, genç ve daha güzel<br />

olmanın cazibesini arttırmakta. Bu artışta, dijital iletişim ve<br />

medyanın gücü tartışılmaz.<br />

Önceki yıllarda, estetik uygulamaların tek tip görünen,<br />

abartılı sonuçlarını gördük. Estetiğin hızla gelişmesiyle bu<br />

uygulamalar yerini daha doğal çalışmalara bıraktı.<br />

Ameliyatsız yüz estetiği ve cilt gençleştirme çalışmalarında<br />

doğallık vurgusunu sıkça yapan doktorumuz<br />

Mehtap Bayramoğlu’na bu konudaki düşüncelerini<br />

sorduk.<br />

Estetik ve güzellikte benim için altın kural; doğallık vurgusu.<br />

Doğallığı bozmayan çalışmalar her zaman için benim<br />

tercihim. İfadesiz botokslar, abartılı yüz dolguları yerini<br />

zamanla daha sağlıklı, genç fakat ifadenin bozulmadığı<br />

çalışmalara bıraktı. Son dönemlerde estetikle uğraşan<br />

hekimlerin deneyimlerinin artması, yeni uygulama<br />

teknikleri, kullanılan ürünlerin her geçen gün daha doğal<br />

ürünler olması, yıllar içinde de estetiğe bakışın değişmesi,<br />

başarılı ve doğal sonuçları karşımıza çıkarıyor.<br />

Cilt yenileme ve cilt gençleştirme uygulamalarının her<br />

geçen gün daha iyi teknikler ve içeriklerle uygulanabiliyor<br />

olması, estetik bilincinin gelişmesi ve daha erken yaşlarda<br />

uygulamalara başlanması, daha güzel sonuçlar almamızda<br />

çok önemli etkenler. Benim hastalarımda tercihim; yüz<br />

muayenesi sonrası kişiye özel çıkarttığımız estetik takvimi.<br />

Dr. Mehtap Bayramoğlu<br />

drmehtapbayramoglu@gmail.com<br />

Bu takvim, her yıl sizi daha güzel ve formda gösterecek küçük estetik dokunuşları ve sizi düzenli takip etmemizi<br />

sağlar. Yüz ifadesini değiştirmeden yapılması gereken kişiye özel çalışmalar, bizim de en çok üzerinde durduğumuz<br />

konu. Her geçen gün artan sayıda botoks ve dolgu yaptığımızı düşünürseniz, bu konuda ön yargıların da artık<br />

yıkıldığını düşünüyorum. ‘’Doğal olacak mı?’’ sorusu artık bizim gündemimizde değil. Güzel sonuçlar ortaya çıktıkça,<br />

bu çalışmalar, bırakın yüz ifadesini olumsuz anlamda değiştirmeyi, yüze gittikçe daha güzel, genç ve dinamik bir<br />

ifade kazandırıyor. Kim daha sağlıklı, güzel ve genç görünmek istemez ki? Estetik, bilim, sanat ve felsefenin bir arada<br />

olduğu bir tıp dalı, medikal estetik de bu işin bir parçası. Bilimsel tecrübenize sanatınızı da yansıtmanız gerekir.<br />

Goethe’nin dediği gibi elleri, kafası ve yüreği ile çalışan insan sanatkardır. Bizim işimiz de ‘’Estetik Yüz Sanatı’’dır.<br />

44<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Botoks ve dolgu uygulamaları dışında, hastalarının takviminde en çok yer alan uygulamaları anlatarak<br />

devam ediyor Dr. Mehtap Bayramoğlu.<br />

Bu işin en önemli bölümü, cilt gençleştirme için yapılan uygulamalardır. Bize gelen hastalarımızın takviminde<br />

mutlaka sonbahar kış ve bahar aylarında uyguladığımız rutin tedavileri olur. Her yıl da, cildin ihtiyacına göre<br />

değişen uygulamalar yaparız. Medikal estetik uygulamalar her yıl yapılırsa genç ve güzel görünmemek mümkün<br />

değil. 40 yaş, kadınlar için milat gibidir. Yüzümüzde ciddi anlamda değişimlerin başladığı bir yaş dönemi diyebiliriz.<br />

40’lı yaşların izlerini görmek istemiyorsanız, 30’lu yaşlarınızda daha güzel yaş almak için bu konuda önleminizi alın<br />

derim. Sarkmalara ve cildin kalitesinin bozulmasına fırsat vermeyecek uygulamalar artık bir öğle arası kadar kısa bir<br />

sürede uygulanabilip ertesi gün iş ve sosyal yaşantıya kolaylıkla dönmenizi sağlıyor. Ameliyatsız güzellik ve<br />

gençleşme artık bu yüzden çok kolay. Daha sağlıklı, parlak ve ışıldayan genç bir cilt için yaptığımız uygulamalara ve<br />

teknolojinin hızına biz bile yetişmekte zorlanıyoruz.<br />

Dr. Mehtap Bayramoğlu, en sık yaptıkları uygulamaların, Botoks, Estetik Dolgu, Mezoterapi, Mezolifting,<br />

Pi Aşısı, Somon DNA, Gençlik Aşısı, Hücresel Tedaviler, Lazerle Cilt Gençleştirme ve Altın İple Yüz Germe<br />

olduğunu belirtiyor. Göz kapağı ve göz çevresi estetiğinin de, son dönemlerde adını sık duyacağınız Plazma<br />

Teknolojisi ile birlikte çok daha kolay olduğunu belirtiyor. Bayramoğlu, bu uygulamaların kişinin ihtiyacına<br />

göre seçilmekte olduğunu ve estetik takviminde sıkça yer aldığını söylüyor. Yüz Estetiğine bakışın her<br />

doktora göre değiştiğini biliyoruz, bazı hekimler daha marjinal, bazıları daha doğal çalışmaları sever.<br />

Dr.Bayramoğlu’na bu konudaki yaklaşımını soruyoruz.<br />

Estetik, resim sanatı gibi uygulanmalıdır. Her resim farklı ve özgün olmalıdır. Bana göre sadelik zarafettir. Her gelişte<br />

yapacağınız küçük estetik dokunuşlarla, zaman geçtikçe aynadaki yansımanız çok daha genç ve güzel olacaktır.<br />

Resminizi bir günde bitirmeye kalkarsanız, yapacağınız çalışma estetik ve güzellik kavramından uzaklaşacaktır.<br />

Burada en önemli nokta, dışarıdan bakıldığı zaman ne yapıldığı belli olmayan, yüz ifadesini çok değiştirmeden,<br />

kişiye özel doğal çalışmalar yapmaktır. Estetik ve güzellik uygulamalarının yüzünüzde yansımalarını daha güzel<br />

görmek için, devamlı gideceğiniz ve sizin cildinizi iyi tanıyan bir hekiminiz ve kliniğinizin olması çok önemlidir.<br />

45<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


HİPERLİPİDEMİ<br />

Yüksek Kolesteröl Tanısı ve Tedavisi<br />

Son yıllarda giderek artan hiperlipidemi (kan yağları yüksekliği) ve buna bağlı olarak<br />

ortaya çıkan kalp ve damar hastalıkları en önemli ölüm nedenleri arasında sayılmaktadır.<br />

Bu kadar ciddi sonuçlara yol açabilen ve günden güne artış gösteren hiperlidemi<br />

hakkında merak edilenleri Ümraniye Erdem Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı<br />

Doç Dr. İsmail Oral Hastaoğlu okuyucularımız için cevaplandırıyor.<br />

Hiperlipidemi Nedir?<br />

Hiperlipidemi kan yağlarının normalde olması gereken<br />

seviyelerin üzerinde olmasıdır. Kan lipidleri<br />

denildiğinde basitçe yağlar tarif edilmektedir. Lipidlerin<br />

de çeşitli alt türleri bulunmaktadır. Bunlar başlıca<br />

kolesteroller ve trigliseridler olarak sınıflanabilirler.<br />

Kolesteroller kanda apolipoprotein adı verilen küçük<br />

protein parçacıklarına bağlanan yağ molekülleridir.<br />

Bunlar yoğunluklarına göre çok düşük yoğunluklu,<br />

düşük yoğunluklu ve yüksek yoğunluklu olarak alt<br />

gruplara ayrılmaktadır. Düşük yoğunluklu lipoproteinler<br />

(LDL kolesterol) yağları karaciğerden dolaşım yolu<br />

ile dokulara ve organlara taşırken yüksek yoğunluklu<br />

lipoproteinler (HDL kolesterol) dolaşımdaki yağları<br />

bağlayarak karaciğere taşımaktadır. Bu nedenle kanda<br />

LDL kolesterol yüksekliği kalp ve damar hastalıklarının<br />

gelişiminde rol oynamaktadır.<br />

Kimlerde Görülür?<br />

Bu hastalık sessiz ve yavaş ilerlemekte belirti verdiğinde<br />

bazen çok geç olmaktadır. Hiperlipideminin kendisi<br />

belirti vermez ancak komplikasyonları olduğunda (kalp<br />

krizi, felç gibi) altta yatan sebeplerden birisi olarak<br />

belirlenebilir. Tanı kan tahlili ile konulur. Hiperlipidemi<br />

oldukça yaygındır çocuklar da dahil olmak üzere her<br />

yaşta görülebilir. Diyetle sıklıkla ilişkili olup rafine<br />

ürünlerle beslenme, fast food tarzı yiyeceklerin<br />

(hamburger vb) sıklıkla tüketilmesi, şeker hastalığı,<br />

sigara içme alışkanlığı, hareketsiz yaşam tarzı gibi<br />

sebeplerle toplumda yaygın olarak görülmektedir.<br />

Bunun yanında, hiperlipidemi genetik olarak çeşitli<br />

tipleri tanımlanmış kalıtsal bir hastalık grubudur. Ailevi<br />

hiperlipidemiler çok erken yaşta kalp ve damar<br />

hastalıklarına sebep olmaktadır.<br />

Tedavisi Mümkün Müdür?<br />

Hiperlipidemi tanısı basit kan tahlilleri ile kolesterol ve<br />

trigliserid seviyeleri ölçülerek konulur. İlaç tedavisi ile<br />

tedavisi mümkündür. Hiperlipidemi çok nadir durumlar<br />

dışında kalıcı bir hastalıktır. Bunun anlamı tedavisi<br />

aynı hipertansiyonda olduğu gibi ömür boyu sürer.<br />

İlaçlar ile kısa sürede kan yağları normal değerlere<br />

inebilir ancak ilaç tedavisinin bırakılması tekrar<br />

kolesterollerin yükselmesine neden olur. Hiperlipidemi<br />

tedavisikanda yapılan ölçümlerin neticesinde<br />

yapılmaktadır. Hastaların durumuna göre değişen iki<br />

ana kolesterol düşürücü tedavi seviyesi mevcuttur.<br />

Yüksek yoğunluklu statin tedavisi ve orta yoğunluklu<br />

statin tedavisi. Yüksek yoğunluklu tedavi başlangıç LDL<br />

kolesterol seviyesini ≥%50 seviyesinde düşürülmesini<br />

ifade ederken orta yoğunluklu tedavi başlangıç<br />

LDL kolesterol seviyesinini %30-50’si seviyesinde<br />

kolesterol düşürülmesini hedeflemektedir. Bunun<br />

yanında HDL kolesterolü yükselttiği bilinen yöntemlerin<br />

başında sigara içiliyorsa bırakılması ve düzenli egzersiz<br />

yapmak gelmektedir. Hiperlipidemi tedavisi mutlaka<br />

gereken bir hastalık mıdır? Hiperlipidemi<br />

tedavi edilmediği takdirde uzun vadede hayatı tehdit<br />

eden komplikasyonlara yol açan bir hastalıktır.<br />

Bu durumların başında ateroskleroz yani damar<br />

sertliği gelmektedir. Ateroskleroz, damar duvarının<br />

mikrobik olmayan iltahabi bir hastalığıdır. Bu<br />

hastalıkta damar duvarında bir dizi iltahabi olay<br />

gerçekleşmekte, kolesterol, yani yağ parçacıkları<br />

birikmekte, damarın iç çapında daralma ve kan akımı<br />

azalması durumu ortaya çıkmaktadır. Daralan<br />

damar bölgesinde kan pıhtısı yerleşmesi de damarda<br />

tam tıkanmaya yol açmaktadır. Bu durum kalp<br />

damarında olursa kalp krizine, beyin damarlarında<br />

olursa felce neden olmaktadır. Kolesterollerin ilaç ile<br />

düşürülmesi ateroskleroz ve buna bağlı damar<br />

daralması, enfarktüs, felç gibi hastalıkların önlenmesini<br />

sağlayabilmektedir.<br />

47<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Hangi hastalar ilaç tedavisi hangileri diyet ile tedavi edilmelidir?<br />

Yapılan araştırmalar ve çok sayıda araştırmanın verilerinin birleştirilmesi ile elde edilen güçlü kanıtlar dört grup hastada<br />

kolesterol düşürücü (statin) ilaçların kullanılmasının faydalarının yan etkilerinden çok daha fazla olduğuna işaretetmektedir.<br />

Bu dört grup;<br />

1- Daha önceden saptanmış aterosklerotik kardiyovasküler hastalık (damar sertliği olan hastalar),<br />

2- LDL kolesterol düzeyi 190 mg/dL seviyesinin üzerinde olanlar<br />

3- 40-75 yaş araında ve şeker hastalığı olup LDL kolesterolü 70-189 mg/dL arasında olanlar<br />

4- Kanıtlanmış damar sertliği veya şeker hastalığı olayan ancak 40-75 yaş arasında ve LDL kolesterolü 70-189 mg/dL<br />

seviyelerinde 10 senelik aterosklerotik kardiyovasküler hastalık riski %7.5’in üzerinde olan bireylerdir.<br />

On sene içerisinde aterosklerotik kalp damar hastalığına yakalanma olasılığı çeşitli risk skoru belirleme sistemlerince<br />

ölçülebilmektedir. Bunlarda bir tanesi Framinghan risk skorudur. Çeşitli parametreler (yaş, kan basıncı, lipid değerleri<br />

vb) girilerek hesaplayıcılar yardımı ile hesaplanan olasılık yüksek ise statin kullanımının faydalı olduğu kanıtlanmıştır.<br />

Yukarıdaki özellikleri taşıyan hastalar mutlaka kolesterol düşürücü ilaçları kullanmalıdır. Bunun dışındaki hastalarda<br />

kolesterol düşürücü diyet egzersiz, sigaranın bırakılması gibi önlemler alınmalıdır. Buna rağmen takiplerde yukarıdaki<br />

seviyeler saptanırsa ilaç tedavisine başlanmalıdır.<br />

Etkileri Azalan Hastalıkta İlacı Bırakabilir Miyiz?<br />

Güncel olarak medyada sıkça tartışılan ve bazı hekimlerin<br />

yanlış yönlendirmeleri neticesinde kolesterol düşürücü<br />

ilaç kullanması gerekli iken ilacını bırakan çok sayıda hasta<br />

ile karşılaşmaktayız. Bu durum kısa süre içerisinde damar<br />

sertliğinde ilerlemeye, damar tıkanmalarına, enfarktüslere,<br />

felçlere ve en kötüsü de yaşam kaybına neden<br />

olmaktadır. İlaç tedavisi ile uzun yıllar sağlıklı bir şekilde<br />

yaşamını sürdürebilecekken bu duruma uğramamak için<br />

hastaların hastalıklarını en başından beri bilen ve takip<br />

eden hekimlerine danışmaları hekimlerin de kanıta dayalı<br />

tıp verileri ışığı altında tedaviyi yönetmeleri gerekmektedir.<br />

Kolesterol ve tansiyon yüksekliği gibi durumlar sürekli<br />

ilaç kullanmayı gerektiren ancak sıklıkla ilaçların bir<br />

müddet sonra bırakıldığı hastalıklardır. Bir şikayetim yok<br />

neden ömür boyu bu ilaçları kullanmalıyım ki? Yan etkileri<br />

de varmış, ya karaciğerim bozulursa veya kas erimesi<br />

olursa gibi kaygılarla kolesterol düşürücü ilaçlar bırakılmaktadır.<br />

Gerek hiperlipidemi tedavisi gerek hipertansiyon<br />

tedavisi çok uzun süreli ve önleyici tedavilerdir. Her<br />

ikisinde de amaç uzun vadede oluşabilecek komplikasyonları<br />

önlemektir. Kan yağlarınız yüksekte düşükte<br />

olsa bir şikayete yol açmayacaktır. Ancak seneler sonra<br />

damar sertliği neticesinde geçirilen bir kalp krizi yada felç<br />

halinde bunun ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıkacaktır.<br />

Kolesterol düşürücü ilaçların çok sayıda yan<br />

etkileri var mı?<br />

Kolesterol düşürücü ilaçların yan etkileri sanılanın aksine<br />

son derece düşüktür. Miyopati (kas ağrısı, kas güçsüzlüğü<br />

ve kanda kas enzimi yükselmesi) yani kaslar üzerine olan<br />

yan etkiler yılda 10 000 hastadan sadece dördünde<br />

görülmektedir. İleri derecede kas hasarı ve buna bağlı<br />

böbrek yetersizliği gelişme ihtimali çok daha düşüktür<br />

(milyonda birden daha az).<br />

İlacın oluşturduğu risk damar hastalığının riski ile<br />

kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Karaciğer üzerine<br />

olan yan etkileri de seyrek olup nadiren karaciğer<br />

enzim yükselmesi nedeni ile ilaç bırakmak gerekmektedir.<br />

İlacın oluşturduğu risk damar hastalığının riski ile<br />

kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Karaciğer üzerine<br />

olan yan etkileri de seyrek olup nadiren karaciğer<br />

enzim yükselmesi nedeni ile ilaç bırakmak gerekmek<br />

tedir.<br />

Kolesterolün iyi olanı hangisidir? Onu<br />

yükseltmek mümkün müdür?<br />

Halk arasında iyi kolesterol olarak bilinen kolesterol<br />

HDL kolesteroldür. Yapılan araştımalara göre toplumumuzda<br />

oldukça düşüktür. HDL kolesterolün yüksek<br />

değerleri kalp damar hastalığı riskinde azalma<br />

sağlamaktadır. Klinikte LDL kolesterolü düşürmek<br />

amacı ile kullandığımız ilaçlar HDL kolesterolde hafif<br />

derecede (%5-10 arası) bir artışı da sağlamaktadır.<br />

Bunun dışında içiliyorsa sigaranın bırakılması düzenli<br />

egzersiz yapılması HDL kolesterolü artırabilmektedir.<br />

Sonuç olarak ; kolesterol düşürücü ilaçlar özellikle kalp<br />

damar hastalığı kanıtlanmış hastalarda, kalp damar<br />

hastalığı riski yüksek şeker hastalığı olan bireylerde,<br />

LDL kolesterolü 190 mg/dL üzerinde olanlarda, LDL<br />

kolesterolü 190 mg/dL seviyesinin altında bile olsa 10<br />

senelik kalp hastalığı riski %7.5’un üzerinde olan<br />

hastalarda son derece yararlı ilaçlardır ve kullanılması<br />

şiddetle tavsiye edilmektedir. Bu ilaçlar yan etkileri çok<br />

düşük olan ilaçlardır. Hiçbir kalp hastalığı saptanmamış<br />

kolesterol seviyesi hafif yüksek olan hastalarda (LDL<br />

190 mg/dL’nin altında) diyet, egzersiz ve yaşam tarzı<br />

değişikliği çoğu zaman yeterli olmaktadır. Uzun süren<br />

tedavi nedeni ile hastaların tedaviye uyum göstermesi<br />

başarı açısından mutlaka gereklidir.<br />

48<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


EK BİÇ YE İÇ<br />

Büyük<br />

kentin<br />

küçük bir<br />

bahçesinde<br />

aklımıza<br />

gelmeyecek<br />

birçok<br />

organik<br />

ürünü<br />

yetiştirebileceğimizi<br />

göstermek<br />

üzere ve<br />

insanların<br />

bu konuda<br />

yüreklendir<br />

mek üzere<br />

bu projeyi,<br />

bu sosyal<br />

girişimi<br />

hayata<br />

geçirmiş<br />

olduk.<br />

Galata Mecmua Lezzet Durakları’nda bu sayımızda Ek Biç Ye İç’e konuk olduk. Taksim<br />

Meydanı’na yürüme mesafesinde bulunan Ek Biç Ye İç, ekoloji dostu konsepti ile müşterilerine<br />

yeni bir deneyim sunuyor. İşletme bünyesinde hayata geçirilen atölyeler aracılığıyla<br />

müşterilerine üretici yaşam tarzına dair ipuçları sunan Ek Biç Ye İç, mevsimine göre<br />

değişkenlik gösteren, tamamen organik sebze ve meyveleri farklı kombinasyonlarda<br />

kullanarak zengin bir menü sunuyor. Tam da bu noktada işletmeye dair daha kapsamlı<br />

bilgilere ulaşabilmek adına Ek Biç Ye İç Program Yöneticisi Ayça İnce ile bir söyleşi<br />

gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz...<br />

Bize ‘’ Ek-Biç-Ye-İç ’’ fikrinin nasıl<br />

oluştuğundan ve geliştiğinden<br />

bahsedebilir misiniz?<br />

Ayça İnce Öncelikle ismimizin kafiyesi<br />

dışında, her hareketimizle ifade etmeye<br />

çalıştığımız bir de ''paylaş'' kısmı var tabii. Bu<br />

bir ekip projesi. Ben bu ekip projesinin<br />

''paylaş'' kısmıyım. Tek bir kurucu vardır da<br />

diyemeyiz. Fakat arkamızda bir girişimcimiz<br />

var. Bu mekanı bize veren kişi olur kendisi.<br />

Çocukluğu burada, bu apartmanda geçmiş.<br />

Dolayısıyla Taksim'i ve Taksim Meydanı'nı<br />

gözlemleyerek büyüyen bir kişi kendisi. Siz<br />

de takdir edersiniz ki Taksim Meydanı<br />

İstanbul'un kalbi ve aynı zamanda da<br />

memleketle birlikte birçok yeni değişime ve<br />

gelişmeye gebe bir lokasyon. Son<br />

geldiğimiz noktada iyiden iyiye betonlaşmış<br />

bir halde maalesef. Bu iş belki de biraz<br />

naziredir fikrimce. Taksim Meydanı bu denli<br />

betonlaşırken yeşille, ekip biçmeyle, bir<br />

apartmanın giriş katında bile bunu başarabileceğimizi<br />

gördüm.<br />

Büyük kentin küçük bir bahçesinde aklımıza<br />

gelmeyecek birçok organik ürünü yetiştirebileceğimizi<br />

göstermek üzere ve insanların<br />

bu konuda yüreklendirmek üzere bu projeyi,<br />

bu sosyal girişimi hayata geçirmiş olduk.<br />

Şeflerimiz sabahları buraya geldiğinde<br />

üretim sistemlerimizden yeşillikleri topluyorlar,<br />

yıkıyorlar ve siz misafirlerimize bunları<br />

doğrudan sunuyorlar. Bu anlamda altını<br />

çizdiğimiz başka bir şey de - kentsel tarım ve<br />

bahçecilik anlamında - karbon ayak izi<br />

olabildiğince düşük olan bir işletme burası.<br />

Yani herhangi tarım yapılan bir yerden gelen<br />

marulun, biberin tabağınıza geleceği ana<br />

kadar geçtiği aşamaları bir düşünürsek;<br />

toplanması, temizlenmesi, kamyonlara<br />

yüklenmesi, tedarikçiye gitmesi ve oradan<br />

pazara ulaşması, soğuk depolarda<br />

bekletilmesi, süpermarketlerde yerini alması<br />

ve nihayetinde sofranızda yerini alması gibi<br />

aşamalar önemsediğimiz bir süreci temsil<br />

ediyor aslında.<br />

49<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Belki de bu endüstriyel süreci kısaltmış oluyorsunuz<br />

bir bakıma...<br />

Evet, sorumluluğumuzun sadece siz misafirlerimize karşı<br />

değil gezegenimize de karşı olduğunu biliyoruz. Başka bir<br />

ifadeyle küresel iklim değişikliğine de duyarlı bir işletme<br />

olduğumuzun da altını çiziyoruz böylece. Bu çatı altındaki<br />

birçok eylemimizi de bu doğrultuda gerçekleştiriyoruz.<br />

Peki biraz da menü çeşitliliğinden bahsedebilir<br />

misiniz?<br />

Aslında oldukça basit bir menümüz var bizim. Sürekli<br />

çorbalarımız dışında her hafta beş yeni çorba menüye<br />

dahil oluyor. Salatalarımız var, salatadan yapılmış<br />

wrap'larımız var. Ancak menüdeki salataları şeflerimizin<br />

hazırlaması yerine misafirlerimizin kendi salatalarını<br />

hazırlamalarını sağlayan bir ''spectrum'' sunuyoruz<br />

burada. Bu spectrum dediğimiz şey, birkaç anahtar<br />

kelimeyle desteklemek gerekirse, mevsiminde olması,<br />

organik olması ve olabildiğince tedarik açısından elverişli<br />

olması çok önemlidir. Biz mevsiminde olmayan bir ürünü<br />

satmak gayretinde hiç değiliz. O günün çorbası bittiği<br />

zaman biter. Yenisini sadece satmak için aynı gün tekrar<br />

getirmek gayretinde olmayız. Ama yarın yine aynı saatte<br />

aynı şekilde karşınıza çıkabilir. Zaman içinde, ‘’Biz seçmeyelim<br />

şefim. Sen öner’’ diyen, yeniliğe açık müşterilerimizin<br />

arttığını söyleyebilirim. Hatta insanların yemeklerin içine<br />

kurutulmuş meyve kattığını, standart bir lokantanın<br />

menüsünde göremeyeceğiniz çeşniler kattığını görebiliyoruz.<br />

Yeni tatlar denemek üzere kendilerine kapı açtıklarına<br />

şahit oluyoruz zamanla.<br />

Keza damak sürekli eğitilen bir şeydir. Gel gelelim hazır bir<br />

menüden alınan bir yemeği işe geç kalma bahanesiyle<br />

çöpe atma refleksine karşı olarak işin içine merakı, deneyimi,<br />

deneyselliği dahil eden imkanlar yaratıyoruz.<br />

Özellikle kişi kendinden bilirmiş işi diye eski bir laf<br />

vardır, bu oluşuma kendi yaşam tarzınız ışında gönül<br />

vermeseydiniz burası gibi samimi bir işletmenin var<br />

olabileceğini açıkçası düşünmüyorum.<br />

Özetle biz bir yaşam tarzına dair önerilerde bulunmaya<br />

çalışıyoruz. Ama bunu yaşam tarzı olarak düşünüp düşünmemek<br />

tamamen misafirlerimizin kanaatiyle alakalı.<br />

Aslında biz buranın işletmecileri olarak aynen anlattığımız<br />

gibi yaşıyoruz. Bu alternatif yaşam tarzının da bize olan<br />

olumlu anlamdaki getirilerini de samimiyetle paylaşmayı<br />

tercih ediyoruz. Ekipçe konuşan, tartışan, deneyen, merak<br />

eden bir yapıya sahibiz. Denemeden alışkanlıklarımızı<br />

değiştiremiyoruz elbette. O yüzden biz burada<br />

denemenin yeme, içme, üretme aşamasından seslenmeye<br />

çalışıyoruz. Ekip biçerek, tohum koklayarak, konuşmalara<br />

katılarak ya da içeride meyve suyu içerken açık<br />

kütüphanemizdeki organik üretme ve tüketme konularında<br />

okumalar yaparak deneyim yelpazenizi genişletebiliyorsunuz.<br />

Biz bu tip etkileşime açık bir platform yaratarak<br />

çeşitli insani ihtimaller sunuyoruz. Turşu atölyemize<br />

katılanlar ilk turşularını yapıp çoktan tüketmişlerdir bile.<br />

(Gülüşmeler) Şöyle diyelim, insanları ''yeşil'' konusunda<br />

yüreklendirmeye çalışıyoruz.<br />

50<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Yetiştirdiğimiz yeşille insanların aralarına çit koymak yerine<br />

elleriyle uzanabilecekleri bir yakınlık sağlamak bizim için<br />

çok değerli. Az evvel ben bunu mu yedim? Tadabilir miyim?<br />

Koparabilir miyim? gibi sorulara doğrudan cevap alabilmek<br />

önemli bir şey. Aksi halde marketten alınan sebzenin orada<br />

dalından koparılıp tadılması gibi bir şey mümkün değil. Onu<br />

evinizde yıkamanız lazım çünkü. Biz burada birazdan<br />

önünüzde yiyeceğiniz besine temas etme olanağı tanıyoruz<br />

size. Tabii ki üretim sistemlerini ve bitkilerimizi koruyoruz.<br />

Onlara zarar gelmesini istemeyiz ama bu karşılıklı diyaloğu<br />

kurabilmek lazım.<br />

Peki bize biraz da üretim atölyelerinden bahsedebilir<br />

misiniz?<br />

Tabii, adımızda da belirttiğimiz gibi ekip biçmek ve yiyip<br />

içmekle alakalı her bildiğimizi paylaşmaya çalışıyoruz<br />

öncelikle. Az evvel bahsettiğim çalışma üslubu bence çok<br />

önemli. Misafirlerimizin kendi kendilerine yetebilecekleri<br />

ve üretebilecekleri tarz atölyeler düzenlemeye gayret<br />

ediyoruz. Mesela ''do it yourself !'' temelli yaklaşımları<br />

benimsiyoruz. Genelde şahsi deneyimini paylaşan bir<br />

atölye lideri ile bahçeyi yaz mevsimine hazırlamak da<br />

olabilir turşu kurmak da olabilir atölyenin konusu. Hatta<br />

evinizde çeşitli kimyasallar kullanmadan sinek kovucu<br />

yapmak da olabilir.<br />

Atölyelerimizde kısa bir ön anlatımdan sonra direkt uygulamaya geçiyoruz. Sonuçta da buradan eve<br />

dönüldüğünde zaman kaybetmeden uygulanabilecek pratiklikte şeyler öğretmeyi amaçlıyoruz. Öte yandan<br />

yan yana çalışma pratiğinde insanlar birbirilerinden görüyor, öğreniyor, ip ucu paylaşıyor, fikirler geliştiriyor.<br />

Hatta buranın dışında ufak ufak yeni iletişim ağları kuruluyor misafirlerimiz arasında. Ben ekipte bu bahsettiğimiz<br />

atölyelerin programlamasını yapıyorum. Onun dışında söyleşiler düzenliyoruz bu atölye programları<br />

dahilinde. Söyleşilerde kişilerin hayatla ilgili, ekip biçmekle ilgili deneyimlerini aktardıkları ortamlar yaratmaya<br />

çalışıyoruz. Örneğin sonradan vegan olmuş bir bireyin tüketim deneyimleri olabilir, hayatından bütün<br />

benzinli ve motorinli taşıtları çıkarmış ve sadece bisikletle seyahat eden birinin deneyimi olabilir. Fakat tekrar<br />

altını çiziyorum, ''tüm bunları ben tek başıma yaptım ve oldu'' demek yerine, ''siz de yapabilirsiniz'' diyen ve<br />

bu mesajı ısrarla yayan insanları söyleşilerimize davet ediyoruz.<br />

51<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Peki Beyoğlu esnafı ile ilişkileriniz nasıl? Müdavimleriniz var mı?<br />

İki tip müdavimimiz var. Birincisi burada çalışanlar. İkincisi burada yaşayanlar. Bizim genel olarak duyduğumuz<br />

taş fırın ve klasik Türk yemeği ağırlıklı mekanlardan ziyade daha sağlıklı beslenecekleri ve kendilerini<br />

hafif tüketiyor olarak hissedecekleri, bolca çeşit bulabilecekleri ve neyin nereden önlerine geldiğini görebilecekleri<br />

bir yerin olmasını istiyor müşterilerimiz. Hafta içi daha çok burada çalışanlar geliyor. Her pazartesi<br />

öğlen gelen iki misafirimiz var. 80'li yaşlarda iki amca... Karşıdan vapurla geliyorlar. Yemeklerini yedikten<br />

sonra tam buradaki dolmuşlara atlayıp geri dönüyorlar. Yani Beyoğlu, insanlarının kemikleşmiş alışkanlıkları<br />

olan bir odak noktası bu şehirde. Fakat en çarpıcı olan tam karşıdaki Teşvikiye dolmuşu şoförlerimiz. Onlar<br />

burayı mümkün olduğunca ziyaret etmeye çalışıyor. Birbirimizi gözetiyoruz sürekli.<br />

Açıkçası işletmenize gerek doğaya karşı olan tutumu gerekse de insanlarımızı<br />

üretmeye ve ürettirmeye yönelik teşviki sebebiyle ekibim adına teşekkür etmek<br />

istiyorum. Umarım öncülüğünü yapmış olduğunuz bu işletme anlayışı;<br />

sadece hak ettiği değeri görmekle kalmaz, aynı zamanda farklı işletmelere de örnek<br />

oluşturur.<br />

Röportaj<br />

Y. Kaan Karakayalı<br />

İlkim Üskent<br />

52<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


GRÖNLAND<br />

ATIŞTIRMALIK dÜNYA tURU<br />

Kübra Karataş ‘’Atıştırmalık Dünya Turu’’ dosyası ile Galata Mecmua’nın her sayısında dünyanın farklı bir<br />

köşesinden sizlere sesleniyor olacak. Gidilen ülkenin; yemek kültüründen toplumsal alışkanlıklarına, coğrafi<br />

niteliklerinden turistik önerilerine kadar geniş bir deneyim sunmayı amaçlayan Kübra, dünyanın özel ve güzel<br />

köşelerini ulaşılabilir kılmak için yollara düşecek. Yollara düşecek dediğimize bakmayın, düştü bile… Dünya’nın<br />

en soğuk noktalarından biri olan Grönland’ı bir de Kübra’nın kaleminden okuyun...<br />

Grönland, Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde, kuzey kutbundaki en büyük buz örtüsüyle kaplı Danimarka’ya bağlı özerk bir<br />

bölgedir. Dünyanın yüzölçümü bakımından en büyük adası olmasının yanı sıra %81’i buzullarla kaplıdır. Ada M.S. 900<br />

yılında keşfedilmiş, M.S. 986 yılında ise Kızıl Erik adında biri burada Viking sömürgesi kurmak istemiştir. İnsanları buraya<br />

çekmek için de buraya ‘’Greenland’’ yeşil ülke adını vermiştir. Gelgelelim, gittiğinizde hiç de yeşil bir ülke olmadığını<br />

anlayacaksınız.<br />

Günümüzde Grönland’ın yaklaşık nüfusu 60.000 civarındadır. Başkent Nuuk ‘da yalnızca 15.000 kişi yaşamaktadır.<br />

İç işlerinde özerk olan fakat dış işlerinde Danimarka’ya bağlı olan Grönland, Danimarka’dan 4 saat, Türkiye ‘den ise 5 saat<br />

geridedir . Grönland’da yaşamın oldukça zor olmasına karşın halkın gelişmişlik ve refah seviyesi bir hayli yüksektir. Genel<br />

olarak geçimlerini avcılıkla sağlayan Grönlandlılar, kışın dünya ile bağlantılarını neredeyse koparmaktadır. Bunun yanı<br />

sıra bölgede küresel ısınmanın etkisiyle her yıl birçok buz parçası kopup hızla ilerlemekte ve okyanus sularına karışıp<br />

okyanus akıntılarını değiştirmektedir. Bu da dünya çapında hava koşullarını etkilediği gibi bazı canlı türlerinin de yok<br />

olmasına neden olmaktadır. Adanın nüfusu Danimarkalıların yanı sıra yerli İniut halkından oluşmaktadır.<br />

Yemek kültürlerinden bahsedecek olursak bizden oldukça farklı bir kültüre sahipler. Daha çok avcılık yaptıkları için deniz<br />

ürünü ya da et tüketiyorlar. Sebzeler çok sınırlı sayıda ve çok pahalı. Oraya gidip bir markete girdiğinizde sadece bir<br />

küçük domatesin tanesinin Türk lirasında karşılığının 2-2.5 TL olduğunu görünce ‘’Ah benim güzel ülkem.’’ diyorsunuz.<br />

Öyle her sebzeyi bulmanız mümkün değil. Dondurulmuş gıdalar da tercih ettikleri ürünlerden.<br />

Deniz ürünleri de bizim buralara göre tabii oldukça ucuz. Somon, balina eti, köpek balığı eti ve daha birçok balık çeşidine<br />

rastlamak mümkün. Bunun yanı sıra tavşan, ren geyiği ve oraya özgü olan ‘’muskox’’ yani misk sığırı da en çok tüketilen<br />

besinlerden.<br />

54<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Grönland’a gitmek için bir tek Kophenag’dan Airgreenland<br />

hava yolu var. Kophenag’dan yaklaşık 4 saat<br />

uzaklıkta. Uluslararası havaalanı olarak bir tek Kangerlussuag<br />

kullanılıyor. Yaklaşık 500 kişinin yaşadığı bu<br />

yerin uluslararası havaalanı olmasının nedeni ise<br />

bölgenin Amerikan üssü olmasından kaynaklanmaktadır.<br />

Kangerlussuag’tan başkent Nuuk ve diğer şehirlere<br />

gitmek için yapmanız gereken buraya gelip uçakla ya da<br />

deniz yoluyla devam etmeniz. Çünkü Grönland’da kara<br />

ve demiryolları ağı bulunmuyor. Biz Kangerlussuag’ta<br />

kaldık. O muhteşem kuzey ışıklarını izlerken bu küçük<br />

yeri keşfe çıktık. Kangerlussag’ta sadece iki tane restoran<br />

bulunuyor. Ve yalnızca bir market. Merkezden yaklaşık<br />

yarım saat yürüme mesafesinde, mutfağında tamamen<br />

Grönland’a özel yemek çeşitlerini bulunduran geleneksel restoran yalnızca akşamları servis veriyor ve oldukça pahalı. Diğer<br />

restoran ise hem bar hem yemek yeme alanı olarak kullanılıyor. Burada geleneksel yemekler olduğu gibi pizza, makarna,<br />

klasik başlangıçlar ve Tayland usulü yemekler de bulunuyor. Tabii ki buranın da favorisi muskox. Muskox etinden yaklaşık<br />

yirmi çeşit yemek yapıyorlar. Oraya gidip denemeden olmaz tabii. Genel olarak tüm lezzetleri pek de damak tadımıza uygun<br />

olmasa da tattık. Örneğin ren geyiği eti biraz sert olsa da lezzetliydi. Geyik etini önce marine edip ardından kızartarak servis<br />

ettiler. Yanına ise sadece haşlanmış pirinç eklemişler. Onun dışında muskox’un bir çok çeşidi vardı. Ben soslu, Hindistan<br />

cevizli ve mantarlı seçeneği tercih ettim. Tabii yanında yine haşlanmış pirinçle. Gayet keyifliydi fakat sürekli muskox eti<br />

yedikçe sonunda sıkılıyorsunuz ve bir yerden sonra ağır gelmeye başlıyor. Yine diyorum, ne varsa bizim ülkemizde var.<br />

Onun dışında evlerinde geleneksel yemeklerini yapmaya devam ediyor İniut halkı.<br />

Duyduğumda ise beni çok şaşırtan bir besinle karşılaştım<br />

markette. Kurutulmuş kambur balina eti ve kurutulmuş<br />

morina balığı. Orda deneme fırsatını bulamadım ama birer<br />

paket alıp Türkiye’ye getirdim. Kurutulmuş kambur balina eti<br />

koyu renkte ve paketin içinde yaklaşık 7-8 büyük parça var.<br />

Türk lirası ile bir paket fiyatı 20 TL civarı. Kurtulmuş morina<br />

balığı ise 2 büyük parçadan oluşuyor. O da yaklaşık aynı<br />

fiyatlarda ve balina etine nazaran daha açık renkli. Her ikisi de<br />

Grönlandlıların en çok sevdiği lezzetlerden. Genel olarak<br />

paketten çıkardıkları gibi direk çıtır çıtır atıştırmalık olarak<br />

yiyorlar. Onun dışında kambur balina etine bazen dip sos<br />

yapıyorlar.<br />

Genelde soya ve ‘’chilli’’ sosuna bandırarak yiyorlar. Kambur balina etini ben de aynı şekilde sosla tercih ettim. Oldukça sert<br />

kuru ve aslında yavan bir tadı vardı. Sanki bir gün dolapta kalmış balığı soğuk soğuk yiyorsunuz gibi ama her türlü buram<br />

buram deniz kokusunu alabiliyorsunuz. Soslarla ise daha farklı lezzetler deneyimledim. Chilli sos ile sevdim diyebilirim<br />

hatta. Kurutulmuş Morina ise bana daha yenilebilir geldi. Tadını tam olarak tarif etmekte zorlansam da daha yumuşak,<br />

taze balığın kurumuş hali gibiydi. Hatta bana ve yanımda tadan kişilere göre kızarmış hamsinin soğuk halini yiyormuşuz<br />

gibi bir his uyandırdı. Kurutulmuş Morina da paketten açıldığı gibi yeniyor. Fakat yerken dikkat etmek gerekiyor.<br />

Ortasında ince bir kılçığı bulunuyor. Ben ise yeni bir lezzet denemek istedim. Buzluktan çıkardığım kurutulmuş Morina<br />

balıklarımı kılçıklarından ayırıp 3,4 parçaya böldüm. Biraz limon ve zeytinyağı ile karışım hazırladım. içine tuz ve bir parça<br />

karabiber ekledim. Dereotlarını ince ince kıydım yanında ufak bir iki dilim kızarmış ekmek ekledim. Balıklarımı sade<br />

yediğim gibi üzerine sos ve dereotu ekleyip yanında kızarmış ekmekle de tükettim. Farklı bir lezzet olsa da yemedim demem<br />

en azından. Grönland başlı başına yaşanması gereken harika bir deneyimdi.<br />

Kuzey ışıklarını izlemek için, köpeklerle kızakta kaymak için, değişik canlı türlerini, eşsiz buzulları görmek ve<br />

Dünya’nın trafiğinden biraz da olsa kopmak için bir gün rotanızı mutlaka Grönland’a çevirin .<br />

Yazan<br />

Kübra Karataş<br />

55<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Mustafa Sapmaz İle<br />

Türkİye’de Futbol Üzerİne Bİr Sohbet<br />

Türkiye'deki futbol kulüplerinin alt yapı çalışmaları genel futbol politikası bağlamında nasıl işliyor acaba?<br />

Şimdi öncelikle ülkede bir altyapı takıntısı olduğunu söylemek lazım. Ama altyapı çalışmalarına bu oranda<br />

öncelik verilmiyor. Kimsenin genç bir oyuncunun yetişmesini bekleyecek kadar sabrı yok. Altyapıdan gelecek<br />

oyuncularla yakalanması planlanan başarının ortaya çıkacağına dair bir inanç yok. Buna inanan yöneticiler ve<br />

kulüpler elbette var, onların sayesinde yetenek sahibi futbolcularda kendini gösterme imkanı buluyor. Genel anlamda<br />

kulüplerin ve süper ligde çalışan hocaların altyapı sistemleri yok denecek kadar az maalesef. Mesela A takımına<br />

milyon dolarlar harcanıyor, ama bir iki milyon dolar gibi bir miktar o kulübün altyapısına yatırılması hiç<br />

düşünülmüyor. Böyle bir futbol geleneğinin olduğu ortamda altyapıya yatırım vardır demek çok saçma olur aslında.<br />

Bu sistemin sorumluları ülkedeki kulüp başkanları ve yarattıkları futbol anlayışı olabilir mi acaba? Zira<br />

Avrupa'ya baktığımızda kulüp başkanlarının kurumları için orta ve uzun vadede planlar yaptığını<br />

görüyoruz. Sonradan kazanım sağlayacak adımlar atmaya çalışıyorlar. Fakat ülkemizdeki büyük futbol<br />

kulüpleri yöneticileri sürekli bir değişime tabii tutuldukları için başarılı yatırımlar gerçekleşemiyor demek<br />

doğru olabilir mi?<br />

Bu fikrin bir kısmında doğruluk payı var tabii. Çok uzun yıllardan beri başkanlık yapan hemen iki tane isim<br />

sayalım desek rahatlıkla sayarız. Gençlerbirliği kulübünün başkanı İlhan Cavcav bu yatırıma cesaret ediyor. Fakat<br />

uzun yıllardan beri orada olduğu için fark edilmiyor artık. Onun şahsi olarak böyle bir inancı var. O yüzden yeni<br />

oyuncu yetiştirme meselesini kültür haline getirmişler. Gençlerbirliği oyuncu yetiştirdikçe ve sattıkça para kazanmaya<br />

devam eden bir kulüp olduğu için, bu onların bireysel özelliği oluyor. Öte yandan Fenerbahçe'nin de başkanı 18<br />

yıldır kulübünün başında. Fakat kulübün bünyesinden oyuncu yetiştirmek üzere bir alışkanlıkları yok.<br />

Bu noktada şunu söylemek lazım, başkanların kulüpleri<br />

başındaki görev süreleri mi bu ileriye dönük yatırımları<br />

belirler? İşte onu pek sanmıyorum. Zira büyük başarı<br />

hemen gelmez. Örneğin Arsen Wenger yakın zamanda<br />

''gençlerle başarıya ulaşmak çok kolay bir şey değil''<br />

minvalinde bir açıklamada bulundu. O da 18 yıldır<br />

Arsenal'de ve gerçeği gördü. Genç bir takımla başarıya<br />

ulaşmak bir fetişizm noktasında ve zor bir mesele. Herkes<br />

başarı istediği için kulüplerin başkanları çok sonuç odaklı<br />

adımlar atıyorlar ve daha çok altyapıdan gelen oyunculara<br />

yatırım yapalım düşüncesinde olamıyorlar. Kurtarıcı da<br />

her zaman liglerdeki ''yabancı oyuncu'' sayısındaki sınırlama<br />

kuralı oluyor. Ben başkanların görev sürelerinden<br />

dolayı yatırımdan kaçındıklarını düşünmüyorum. Hatta<br />

süreler uzamalı bile belki.<br />

Peki bu durumu Avrupa'daki standartlara göre<br />

kıyaslayacak olursanız?<br />

Aslında hayatla futbolu birbirinden ayırmak çok da<br />

kolay değil. Yani ortalama bir Avrupa şehrini ziyaret ettiğin<br />

anda gözlemlediğin şehirleşme yapısıyla, büyümesiyle,<br />

gelişimiyle ve planlamasıyla Türkiye'deki kentlerin<br />

büyümesini karşılaştırdığın vakit biz çok daha kaotik ve<br />

dağınık bir yapılanma içindeyiz sanki. Biz bu sistemi<br />

futboldan bağımsız düşünemeyiz.<br />

56<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Sen bu şehrin içindeki araba kornası sesinden rahatsız<br />

olurken altyapıları mükemmel derecede önem veren<br />

takımlar da bulunamaz o futbol kültürünün içinde. O<br />

ülkelerdeki kulüpler vizyonlarından dolayı çatışmacı bir<br />

yapının içinde değiller. Karmaşadan beslenen bir görüş<br />

açıları yok. Çok daha çözüm odaklı, planlı adımlar<br />

atıyorlar. Bu yüzden de genç oyunculara yönelik<br />

birtakım çalışma prensipleri geliştiriyorlar. Avrupa<br />

kulüplerinin oyuncu yetiştirmeye yönelik olmasının en<br />

büyük sağlayıcısı, futbol teknolojisini ellerinde tutuyor<br />

olmaları bence. Özetle Avrupalılar futbolun teknolojisini<br />

üretiyorlar. Bunu üretebilmen için de kurduğun<br />

atölyelerde arzuladığın futbol modeline uygun oyuncu<br />

yetiştirmen lazım. Bu devirde hız, dayanıklılık oldukça<br />

ön planda nitelikler oldu. Ve bu niteliklere sahip<br />

oyuncuları bulup takımlarına entegre etmeye yönelik<br />

bir anlayışa sahipler. Real Madrid, Borussia Dortmund,<br />

kimi sayarsan say, en küçük ölçekli bir kulüp bile<br />

modern futbol mevzusuna böyle bakıyor. Biz futbol<br />

teknolojisini henüz maalesef üretemiyoruz. Son kullanma<br />

tarihi geçmek üzere olan stratejileri de alıp buraya<br />

getiriyoruz. O yüzden yeni futbol teknolojisine uygun<br />

oyuncuları bizzat biz üretelim diye bir derdimiz henüz<br />

yok.<br />

Türkiye buna hiç yakınlaştı mı bir dönem için de<br />

olsa?<br />

Kişisel çabalar dediğim şey her dönem geçerli<br />

aslında. Mesela Fatih Terim'in şimdiki milli takım<br />

sürecindeki çabası var. Gençlerbirliği’nin kulüp<br />

düzeyinde bir çabası var. Çanakkale Dardanelspor'un<br />

da var. Keza Selçuk İnan, Burak Yılmaz ve Mehmet Topal<br />

oradan çıktılar. Bunlar futbol akademisi anlamında<br />

başarılı gelişmelerdi. Şu günlerde Altınordu'nun<br />

tamamen başkanının kişisel futbol sevgisiyle alakalı<br />

olarak gelişen bir durumu var. Altyapı futbolunu<br />

desteklediği için sisteme de bu metodu zorlamaya<br />

çalışıyor. Asıl sorunun cevabına gelecek olursak; evet,<br />

dönem dönem gerçekleşti. Biz de iyi jenerasyonlar<br />

yakaladık. Örneğin 96 jenerasyonu, Fatih Terim'in<br />

ortaya koymuş olduğu en büyük miraslardan biridir.<br />

Şimdiki jenerasyon da hiç fena değil. Fatih Hoca'nın<br />

yönettiği, başka hocaların da büyük katkıda bulunduğu,<br />

Avrupa'dan da Türk uyruklu oyuncuları ikna edip<br />

takıma kattığımız bir dönem bu. Fakat halen çok da<br />

sistemli görünmüyoruz istikrarlı jenerasyon yaratma<br />

konusunda.<br />

Şunu da sormak istiyorum, acaba kulüpler dış<br />

pazara açılmalı mıdır? Yabancı Kulüp Başkanları<br />

modeli Türkiye’de işler mi ?<br />

Bu kaçılmaz bir son bence. Küresel sermaye sonunda<br />

futbolun da her alanında söz sahibi olacak. Fakat biz<br />

futbolumuzu yeni sermayelere açmadan önce kendi<br />

sistematiğimizi oluşturmalıyız bir şekilde.<br />

Peki ya sizin önerileriniz nelerdir?<br />

Şu günlerdeki futbol ortamımız bence bilgi temelli<br />

olmayan daha çok dedikoduyla yürüyen bir yapı içinde.<br />

Özellikle 80'lerden ve 90'lardan sonra yetişen nesilin<br />

içinde bilgiyi ön plana koyup futbolumuzu bu bilginin<br />

ışığında yüceltmeliyiz diyen bir güruh olacaktır. O nesil<br />

daha evvel ifade ettiğim futbolun küresel anlamda<br />

gelişimini gösteren işaretleri uygulayacak nesil olacaktır.<br />

Ayrıca bu yeni futbol sistemini yüceltecek olanlar da<br />

öncelikle medya, kulüp başkanları, üst düzey yöneticiler<br />

ve taraftarlar olacaktır elbette. Sonuçta ülkedeki spor<br />

bakanlığının hakim spor politikasını uygulayacak olan<br />

ilerici futbol adamları var bu memlekette. Futbolda<br />

Almanya'nın yaptığı altyapı yatırımının içerisinde yeni<br />

nesil oyuncuları yetiştirirken yeni nesil teknik direktörler<br />

de yetiştirmek esastır aslında. Şöyle ki, bir önceki<br />

nesil video çocuğu değildi pek. Onlara görsel olarak bir<br />

şeyler sunmak zorunda değildin. Ama bu yeni nesil,<br />

ilgisi çabuk dağılan, hızlı bir şekilde bilgi sahibi olmak<br />

isteyen, görsel olarak beslenen ve bu görselliği de çok<br />

çabuk yorumlayabilen bir nesil. Futbolcu yeni nesil,<br />

teknik direktör eski toprak olursa randımanlı bir gelişim<br />

sürecini yakalamak zor olur. İki yeni nesil kavramı bir<br />

araya getirdi Almanlar ve randımanlı bir futbol sürecini<br />

yakaladılar. Bizim yapmamız gereken şey de kesinlikle<br />

bu işte. Videoyu kullanan bu neslin, Martin O'Neill artık<br />

video izletmek yöntemiyle oyuncunuza birçok şeyi<br />

öğretebilirsiniz diyor. Ve bu yeni teknolojinin gelişiminden<br />

kaçamazsınız diyor. Artık yeni nesil oyuncuya<br />

yalnız sözlü nasihatle birtakım durumları idrak<br />

ettiremezsiniz. Ona doğru kurguladığını videolarla saha<br />

içinde neler daha iyi yapması gerektiğini anlatabilirsiniz<br />

diyor. Fakat dikkat etmelisiniz ki, bu oyunculara<br />

izlettiğiniz videolarda olumsuz etki yaratacak detayları<br />

göstermeyin. Yani bir oyuncuya maçtan önce ona<br />

yaptığı hatalardan oluşan bir video izletmek ondan<br />

olumlu geri dönüşler almanızı zorlaştırır. Maç içinde<br />

yapılan iyi hareketleri izletirseniz çok daha kolaylıkla<br />

başarılı performanslar sergilemesini sağlayabilirsiniz.<br />

Aynı fikri de hayatın genelinde yorumlarsak, olumsuz<br />

davranışları tekrar tekrar hatırlayarak olumlu anlamda<br />

bir sıçrama yakalamak çok zor olur kişisel olarak.<br />

Olumlu olan şeylere vurgu yapmak esas olmalı sporda.<br />

Şimdi kuralları ve sistematiği oturmuş bir ülke olsak<br />

hemen başlamasını destekleyeceğim bir model olabilirdi<br />

tabii. Siz kurallarını ve sistematiği oturtmuş bir ülke<br />

konumunda değilken yabancı sermayenin giriş yaptığı<br />

yeni bir modelde o söz konusu dış sermayelerin kendi<br />

kurallarını ülkenizde kabul etmek durumunda kalabilir<br />

siniz.<br />

Röportaj<br />

Y. Kaan Karakayalı<br />

İlkim Üskent<br />

57<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Atagün Hocam, öncelikle çok teşekkür ederiz bu röportajı kabul ettiğiniz için. Klasik bir<br />

giriş yapalım istiyorum. Genel anlamda otizmi bize kavramsal olarak nasıl açıklarsınız?<br />

Bunu bir engel türü olarak mı tanımlamak doğru olur? Yoksa daha doğru bir anlatım<br />

biçimi var mıdır?<br />

Öncelikle genel olarak otizm bir engel türü olarak<br />

adlandırılıyor. Yalnız engel olarak neyi konumlandırdığımız<br />

da çok önemli bu noktada. Otizmin diğer<br />

engelli durumların biraz daha dışında, biraz daha özel<br />

bir karşılığı var. Tıbbi olarak nedeni tam kesinleşmemiş<br />

bir durum otizm. Özellikle doğumdan sonra<br />

gerçekleştiğini biliyoruz. Doğum esnasında ve<br />

öncesinde otizmi tespit edebilmeniz pek mümkün<br />

değil bugünün şartlarında. Yeni birey dünyaya geldikten<br />

sonra, iki buçuk yaş civarlarında net olarak tanısı<br />

konulabilen bir vaka. Lakin o yaş gruplarında çoğu aile,<br />

çocuğuna doğrudan otizm tanısını koydurmak istemiyor.<br />

Dolayısıyla acabalarla beraber beş yaşına kadar<br />

tanısı konulamayan vakaların olması mümkün oluyor<br />

tabii. Özetle otizm nasıl bir şeydir diye sorarsak, sosyal<br />

iletişim ve etkileşimi kısıtlayan zihinsel temelli bir<br />

durum diye yanıtlayabiliriz. Tam olarak bir hastalık<br />

değil, gelişim bozukluğu olarak da tanımlayabiliriz.<br />

Otizm daha eski yıllarda tek başına bir vakaydı. Sonra<br />

otizmi kendi içinde de sınıflara ayırdılar. Spectrum<br />

Bozukluğu altında otizm, Asperger Sendromu gibi<br />

türleri bulunmakta. Bireyin günlük yaşamını doğrudan<br />

engellediği için ''engelli'' olarak ifade edilen bağlam<br />

larda fazla itiraz edemiyoruz.<br />

Aileler konusunda şunu sormak istiyorum, teşhisin<br />

geç konulması tedavi,terapi sürecini nasıl etkiliyor<br />

peki? Negatif anlamda bireye bir zararı oluyor mu?<br />

Erken tanının önemi otizm için ne ölçüde önemli?<br />

Erken tanı ve tedavi otizm için de kesinlikle çok önemli.<br />

Bu soru için ayrıca teşekkür etmek istiyorum size. Özel<br />

bir çocuğa sahip olan aile bireyleri ve yakınlarının<br />

farkındalığı dışında bu durumların ihtimalinden biraz<br />

habersizler açıkçası. Örneğin, çocukları erken yaşlarda<br />

konuşamayan aileler oluyor. ''Konuşur, konuşur babası<br />

da böyleydi aynı yaşlardayken.'' Kulaktan dolma,<br />

gelenek -göreneklerin ışığında, oluruna bırakma,<br />

doğru gözlem yapamama gibi durumların sonucunda<br />

vakayla geç tanışmış oluyor aileler.<br />

Yalnız geçtiğimiz yıllarda Tohum Otizm Vakfı bu<br />

konuya ilişkin gerekli organizasyonları ortaya koyarak<br />

topluma etki ediyorlar. Otizmli çocuk sahibi ailelere<br />

desteklerini sunuyorlar. Lakin işin odağında olan<br />

aileler ve çocuklar için biraz yetersiz kalıyor hep.<br />

Özellikle aileler, eğitimciler ve özel kurumlar daha<br />

fazlasını istiyorlar.<br />

Yusuf'la tanışma hikayenizi bizimle paylaşabilir<br />

misiniz hocam? Yusuf'un bu noktaya geliş<br />

sürecinde nasıl bir mücadele geçti başınızdan? Ne<br />

gibi zorluklarla başa çıktınız?<br />

Yusuf Daha önce çalıştığım bir kurumda eğitim alıyordu.<br />

O zamanlar ben kendisiyle çalışmıyordum. İlk<br />

görüşte aşk gibi bir şey oldu aslında aramızda.<br />

Yusuf'la çalışmak niyetindeydim. Güler yüzü oluşu,<br />

yakışıklılığı, sempatisi ister istemez insanda merak<br />

uyandırıyor. Yusuf'la güzel işler yapabilirim, daha fazla<br />

yol kat edebilirim fikri beni etkiledi sanırım. (Bu<br />

esnada karşılıklı gülüşmeler yaşanıyor.) Başka bir<br />

meslektaşım Yusuf'la çalışıyordu. Kendisi işi bırakma<br />

durumunda kalmıştı. Yusuf sonra başka bir eğitmenle<br />

devam etti bir süre daha. Gel zaman git zaman, hiç<br />

hesapta yokken Yusuf'la çalışmaya başladık nihayet.<br />

Bizim frekansımız daha çok uyuştu demek ki.<br />

Bu süreçte ne gibi zorluklarla karşılaştınız peki<br />

hocam? Nasıl aşamalar kaydettiniz? Birlikte neler<br />

yaptınız?<br />

Biz Yusuf'la iki yıldır çalışıyoruz. İlk başlarda her çocuk<br />

gibi kaygıları ve korkuları vardı. Özgüven eksikliği<br />

yaşıyordu. Şimdi burada rahat bir şekilde oturup, yiyip<br />

içebiliyoruz. Siz de farkındasınız zaten. Sorun<br />

çıkarmadan, huzursuzluk yaratmadan oturuyoruz.<br />

Benim kendi yeğenlerim bile kısa bir süre sonra ''hadi<br />

gidelim'' demeye başlarlar.<br />

Erken tanı ve tedavi otizm için de kesinlikle çok önemli. Özel bir çocuğa sahip<br />

olmayan aile bireyleri ve yakınlarının farkındalığı dışında bu durumların<br />

ihtimalinden biraz habersizler açıkçası.<br />

58<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


Eskiden bunun gibi mekanlarda rahat bir şekilde<br />

oturamıyorduk. Yusuf çok çabuk sıkılıyordu. Korktuğu<br />

şeyler vardı. Özellikle karanlıktan korkuyordu mesela.<br />

Tırnakları kesmek onun için büyük bir zulme dönüşebiliyordu.<br />

Anneannesi ve annesi Yusuf uyurken tırnaklarını<br />

kesebiliyorlardı. Sadece ayak tırnaklarının tamamını<br />

kesmek bir haftayı falan buluyordu. Ayrıca lunaparklardan<br />

da korkuyordu Yusuf. Çünkü orada çok fazla gürültü var,<br />

farklı frekanslar var, farklı ışıklar var. Bunlar Yusuf gibi<br />

diğer çocuklar için de tehdit oluşturuyor haliyle. İlk başlarda<br />

kendini pek güvende hissetmiyordu Yusuf. Onun<br />

dışında suya girmekten korkuyorduk. Saç tıraşı olmaktan<br />

da korkuyorduk mesela. Bu saç kestirme mevzusu Yusuf<br />

gibi özel tanılı diğer çocukların büyük bir kısmında olan<br />

ortak bir problem. Benden önce Yusuf'un saçlarını<br />

kestirmesi çok zormuş. Evde yapılıyormuş o işlem mecburen.<br />

Aksi halde toplum tarafından güzel karşılanmayan,<br />

bizim de problem davranış olarak nitelendirdiğimiz<br />

hareketler sergileniyor maalesef. Bunları zamanla çok aza<br />

indirdik. Öte yandan yüksek enerjinin dışa vurulması<br />

şeklinde de otizmli çocuklar birtakım davranışlar<br />

sergileyebiliyor. O yüzden şekerli gıdaları kullanmaları<br />

kesinlikle sakıncalı. Bu geride bıraktığımız iki yıl içerisinden<br />

Yusuf'la el ele bir sürü engeli aştık diyebiliriz. Ayrıca<br />

içinde olduğumuz bu mevsim değişiklikleri Yusuf gibi<br />

özel çocukları çok etkiliyor. Böyle haftalar oldukça zorlu<br />

geçiyor. Her şey yolunda giderken bu mevsim<br />

geçişlerinde negatif anlamda geriye dönüşler yaşanabiliyor.<br />

Dolayısıyla otizmli çocuklarımız bizler gibi bu mevsim<br />

geçişlerindeki kasvetli durumlara psikolojik anlamda bir<br />

savunma mekanizması yaratmakta güçlük çekiyorlar.<br />

Haliyle çok daha fazla etkilenmiş oluyorlar. Bu arada<br />

otizmli çocukların yüzde yetmişi kadarı konuşamıyor.<br />

İletişim ve etkileşimde temel bir problem olduğu için<br />

mevsim geçişlerinde çocuklar çok sıkıntı çekiyor.<br />

Yusuf iletişimini nasıl sağlıyor hocam?<br />

Yusuf aslında iletişim kuran bir çocuk. Veyahut ben<br />

kurduğunu düşünüyor da olabilirim artık. Dolu dolu bir iki<br />

yıl birlikte geçirdiğimiz için, onun bakışından, mimiğinden,<br />

gözlerini devirmesinden bazı şeyleri anlıyorum.<br />

Beden dili ile anlattığı çok şey var Yusuf'un. Ayrıca Yusuf<br />

yabancı dil olarak İngilizce, Almanca ve son iki yılda da<br />

Türkçe'yi öğrendi. Yedi yaşına kadar hiç konuşmamış,<br />

dolayısıyla o yaşa geldiğinde anne ve babası kendi<br />

evlatlarıyla iletişime geçemedikleri için güç bir çıkmaza<br />

girmişler. Yusuf sonraki süreçte de işaret dilini öğrenmiş.<br />

O şekilde iletişim kurmaya başlamışlar. Bir hafta gibi kısa<br />

bir süre içinde üç yüz tane kelimeye kadar öğrenebilmiş.<br />

Dolayısıyla farklı ülkelerde yaşadığı için mecburen söz<br />

konusu olan yabancı dillere de aşina tabii Yusuf. Şu anda<br />

en iyi dili İngilizce bu delikanlının. Almancası da biraz<br />

var diyebiliriz. İki yıldır da Türkiye'de kendi dilimizi<br />

öğretmeye çalışıyoruz. Ben bugüne kadar gelinen<br />

süreçte annemle, babamla, diğer aile fertlerimle,<br />

çevremdeki yakın insanlarla nasıl konuşuyorsam,<br />

Sosyal ve sportif aktivite anlamında Yusuf ne gibi<br />

etkinlikler yapıyor acaba?<br />

Benim işim aynı zamanda spor eğitmenliği ve yaşam<br />

koçluğu. Tabii ikincisi özellikle şöyle bir durumu<br />

karşılıyor, kendi kendilerine yetebilmeleri için hayatta<br />

ne gerekiyorsa ben kendi bilgi ve tecrübem dahilinde<br />

Yusuf'a aktarmaya çalışıyorum. Sosyal yaşamdaki<br />

problemlerini sporla aşmaya çalışıyoruz. Mümkün<br />

olduğunca Yusuf'u hep farklı spor dallarına<br />

yönlendirmeye gayret gösteriyorum. Öncelikle bizim<br />

Yusuf buz pateninde gayet iyi. Bisiklet sürüyoruz,<br />

basketbol oynuyoruz, masa tenisi oynuyoruz.<br />

Geçtiğimiz sonbaharda Kapadokya'da balon turuna<br />

katıldık. Aslında ilginç olan şudur ki; spor branşlarında<br />

gayet iyiler. Özetle vücudun ve kişinin yeteneği ve<br />

alakası hangi spora daha yatkınsa ona yönlendirmekte<br />

fayda var. Diğer insanlardan farklı düşünmeksizin bu<br />

böyledir. Bu spor süreci kişinin gayreti ölçüsünde<br />

bazen uzun bazen daha kısa sürebiliyor tabii. Yusuf'ta<br />

da aynen öyle oldu. Bizim de amacımız inşallah bir gün<br />

bizi olimpiyatlarda temsil eden o ''özel'' sporculardan<br />

biri olabilmek. Bundan iki sene önce İzmir'de Yusuf'la<br />

çalışmaya başladığım ilk haftalarda Çeşme'de kaldık.<br />

Her gün sudayız haliyle. Tabii su üzerinde kalma<br />

aşamasını geçeli çok olmuştu. Fakat fonksiyonel<br />

anlamda ''yüzme'' tam olarak gerçekleşemiyordu.<br />

Teknik yüzme konusunda bir hafta boyunca çalıştık ve<br />

istediğimiz kıvana gelmiştik aslında. Kulaç atma suretiyle<br />

güzelce yüzebiliyorduk artık. Babası yanımıza<br />

geldiğinde hiç yüzme bilmeyen bir Yusuf'la karşılaşmış.<br />

Yusuf'un ailesi geldiğinde ben orada yoktum. Ben<br />

olayı sonradan Yusuf'un annesinden öğrenmiştim.<br />

İnsan ister istemez böyle bir durumla karşı karşıya<br />

gelince üzülüyor tabii. O kadar emek sarf edip öğrettiğiniz<br />

bir şeyin karşılığında, Yusuf'un öğrendiği şeyi<br />

yakını olduğu diğer insanlara göstermekten çekinmesi<br />

üzücü olmuştu. Nasıl olduğuna inanamamıştım hatta<br />

ben ilk duyduğumda. Yusuf'un öğrenme sürecindeki<br />

videolarını kayıt altına aldığımız için hem ailelerin hem<br />

bizlerin içleri rahat ediyor tabii. Yusuf'la o günlerde<br />

adadan adaya yüzdüğümüzü bizzat kendim biliyorum<br />

nihayetinde. (Karşılıklı gülüşmeler yaşanıyor.) Zamanla<br />

eski korkularımızı endişelerimizi atıyoruz ama. Bu yaz<br />

sezonunda birtakım şeylere tekrar baştan başlamak<br />

gibi bir niyetimiz yok açıkçası. Bu olaydan haftalar<br />

sonra Yusuf'un ayağını kuma basamadığı için sudan<br />

çekindiğini öğrendik. İşin aslıda bu çok bilindik ve<br />

insani bir detay. Nihayetinde her şeyi otizmle<br />

bağdaştırmamak lazım diye düşünüyorum.<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />

59


Geleceğe yönelik bir soru sormak istiyorum size.<br />

Yusuf'la önümüzdekü eğitim sürecinde neler<br />

yapmayı planlıyorsunuz hocam?<br />

Yusuf'un eğitim süreci boyunca biz çok şanslıydık<br />

aslında. Aileyle aram gayet iyi. Onlara güvenim ve<br />

saygım tam, onların da bana aynı şekilde çok şükür.<br />

Yusuf'un eğitimi konusunda aslında onun hayatındaki<br />

insanlar olarak hepimizin ayrı ayrı görevleri var. Ve biz<br />

bunun bilincindeyiz. Hep beraber küçük küçük notlar<br />

alıyoruz, birbirimize telkinlerde bulunuyoruz. Bu iş<br />

sadece bir eğitmen ve onun eğitim programından<br />

ibaret değildir. Onun hayatında kimler varsa, anneannesi,<br />

dedesi, arkadaşları, eğitmenler, terapistleri,<br />

psikologları fikirsel anlamda aynı çatı altında toplanmalı.<br />

Bu insanları tanışıyor olması ve görüşüyor olması<br />

lazım. Sizin o çocuğa vermiş olduğunuz emeğin kalıcı<br />

olabilmesi için ailenin de anlayışlı olması çok önemli.<br />

Yusuf'un benimle öğrendiklerini evde de uyguluyor<br />

olması o anlamda belirleyici oluyor. Özetle Yusuf<br />

benimle yemek yedikten sonra ellerini kendi yıkıyor<br />

evde yemek yediği vakit ellerini annesi siliyor ise bizim<br />

çalışmamızın faydasını kötü etkilemiş oluyor elbette.<br />

Bu noktada, hocam bizim çocuk sizin yanınızda<br />

mükemmel, ama eve geldiğimiz zaman bambaşka bir<br />

insana dönüşüyor şeklinde aldığımız geri dönüşler en<br />

büyük problemimiz aslında.<br />

Peki hocam daha fazla neler yapabiliriz? gibi sorular<br />

yöneltiliyor eğitim süreci kapsamında. Bazı şeylerin<br />

aileler tarafından ölçülü ve kademeli olarak verilmesi<br />

eğitim sürecinde çok önemli bence. Aslında bu çocuklar<br />

bizim eğitim süresi boyunca öğrendikleri<br />

neticesinde kendi yemeklerini yiyebiliyorlar, giysilerini<br />

giyebiliyorlar.<br />

Ama tabii çocuğun önüne özel bir tanı konulduğu için<br />

her şey iki katına çıkarılıyor aile tarafından. Aile daha<br />

çok ve birebir ilgilenme refleksi gösteriyor çocuğa<br />

karşı. Bu çok doğru bir şey değil. Gelişimi engelleyici<br />

bir faktör olabiliyor bazı durumlarda.<br />

Gördüğüm kadarıyla Yusuf'la çok güzel ve verimli<br />

bir ilişkiniz var. Siz de artık Yusuf'un hayatındaki<br />

önemli karakterlerden biri olmuşsunuz, bir<br />

eğitmen niteliğinin dışında. Ayrılmak Yusuf<br />

üzerinde nasıl bir etkiye yol açacak sizce? İkiniz<br />

için de pek kolay olmayacak gibi.<br />

Allah kısmet ettiği sürece aynı yolda yürüyeceğiz biz<br />

Yusuf'la. İnsan hayatı karmaşık. Neyin nasıl olacağını<br />

şimdiden kestiremiyoruz. Allah hiçbirimize kötü gün<br />

göstermesi diyelim. (Bu esnada Yusuf'la hocası sarılır.)<br />

Son olarak siz Yusuf'un hayatına bu denli etki<br />

etmiş biri olarak diğer ''özel'' çocuğu olan ailelere<br />

neler söylemek istersiniz?<br />

Her şey oyunla başlar, oyunla öğretilir. Bizler de<br />

oyunla öğrendik aslında, hep unutuyoruz bunu.<br />

Bebeklik dönemlerinden itibaren çocuklarının<br />

istediği şeyleri oyuna dönüştürmeleri lazım. Evet<br />

zorlu ve sabır isteyen bir süreç. Ama bu son ifade<br />

ettiğim husus çok önemli. Velilerden uzun süre;<br />

Hocam çocuğumla iletişime geçemiyorum. Ne<br />

denediysem olmadı. Ne yapmalıyım? gibi sorular<br />

geldi hep. Dedim ki, bir gün çocuğunuzla<br />

oynadığınız oyunların bir videosunu çekebilir<br />

misiniz? Sonra o veli geldi videoyu beraber izledik.<br />

Evet çocuğuyla oyun oynamış. Ama kendi istekleri<br />

doğrultusunda ve çocuğunun yapmasını istediği<br />

şeylerin doğrultusunda bir oyun oynanmış. O yüzden<br />

bu biçimde uygulanan bir oyun denklemi maalesef<br />

çalışmaz. Çocukla iletişim tam da bu ufak ayrıntılarda<br />

gizli işte. Nİhayetinde o çocuk oynamak istediği şeyin<br />

desteğiyle seninle iletişim kurmak istiyor. Oyunla<br />

kurulması gereken iletişim özeti bu aslında. Biz bu<br />

çocuklarla, parklarda, bahçelerde, sinemada, alışveriş<br />

merkezlerinde, misafirlikte, yolculukta, metrobüste,<br />

vapurda ve başka aklınıza gelebilecek her türlü<br />

kamusal ortamda bulunmayı bilmemiz gerekiyor.<br />

Kendimize ve çocuğumuza engel koymadan<br />

yaşamanın birinci kuralı budur.<br />

60<br />

<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>


2015<br />

Toplumsal Farkındalık<br />

Derneğİ


Bir çok medeniyete beşiklik yapmış; yüzyıllardır insanların huzur ve bolluk içinde<br />

yaşadığı topraklarımız bugünlerde bir çok terör unsurunun yegane hedefi haline gelmiş;<br />

gerçekleştirilen terör eylemleri aracılığıyla da toplumsal birlikteliğimizin önü alınmaya<br />

çalışılmıştır. Bu gün sadece bölgemiz insanları değil, tüm insanlık savaştan, çatışmadan,<br />

nefretten yorgun düşmüştür. Öyle ki, geçmişten günümüze toplumsal hafızalarımızda yer<br />

edinmiş sayısız savaş, sayısız afet ve sayısız ihanet vardır. Nice evlere ateş düşüren, anneleri<br />

evlatsız, evlatları babasız bırakan onlarca kötü hatıra...<br />

İşte 15 Temmuz <strong>2016</strong> tarihi de toplumsal belleklerde yer edinmiş büyük bir<br />

ihanete işaret etmektedir. Ulusal egemenliği doğrudan hedef alarak toplumsal<br />

birlikteliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bu hain girişimini başarısızlığa uğratan,<br />

şüphesiz ki eski yaşanmışlıklardan ders çıkarmış, demokrasi sevdalısı milletimiz oldu. Tüm<br />

dünya milletlerine örnek olacak nitelikte ve milli benliğine yaraşır şekilde hareket eden<br />

halkımız; bu millete tarih boyunca zincir vurulmadığını ve ne olursa olsun vurulamayacağını<br />

bütün şer odaklarına göstermiş oldu...<br />

Bu elim hadisenin bizlere verdiği mesaj aslında çok açıktı. Toplumsal diyalog ve<br />

uzlaşma zemini yaratılmadığı sürece, aramıza nifak sokmak isteyenlerin elleri daha da<br />

kuvvetlendiği gibi küçük bir kıvılcım bile arayı kapatmayı zorlaştıracak mesafeler açmaktadır.<br />

Bu sebepledir ki; başta siyasiler olmak üzere toplumun her kesimini birlik ve<br />

beraberlik içinde daha güzel yarınlar inşa etmeye davet ediyoruz. Gelecek nesillere barış<br />

ve huzur dolu bir ortam bırakmak isteyen herkes, farklı düşünce, kültür ve inançlara sahip<br />

olsalar bile ortak gaye için bir arada olmalı ve toplumsal birlikteliği zaman kaybetmeden<br />

tahsis etmelidirler.<br />

Temenni ediyorum ki, ülkemiz terörün, çatışmaların, eğitimsizliğin yaygınlaştığı<br />

bir ülke değil, sevginin, hoşgörünün, adaletin, dayanışmanın timsali bir ülke olur. Aydınlık<br />

bir geleceğe doğru ilerlediğimiz bu yolda, birbirimizi hiç bir ön kimliğin tesiri altında<br />

kalmadan sevmeye ve saymaya başlarsak gelecek nesillere daha güzel yarınlar bırakabiliriz.<br />

Unutulmamalıdır ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi;<br />

‘’Mevzubahis vatansa, gerisi teferruattır.’’<br />

Saygı ve Hürmetlerim ile,<br />

Serdar Hasan KOÇYİĞİT<br />

Toplumsal Farkındalık Derneği Başkanı


Toplumsal Farkındalık Derneği olarak öncelikli amacımız; sosyal<br />

alanda unutulmuş, arka planda bırakılmış ya da etkisiz faaliyetlerle yol<br />

kat edilememiş meseleleri gün yüzüne çıkarıp mümkün olduğunca<br />

vatandaşımıza duyurmak ve sonuç odaklı projeler ile çözümüne<br />

katkıda bulunmaktır. İşte tam da bu noktada yayın hayatına yeni bir<br />

soluk getireceğine inandığımız Galata Mecmua ile görme engelli<br />

vatandaşlarımızın sosyal hayata entegre olmalarını kolaylaştırıcı, diğer<br />

yazılı ve görsel yayın kuruluşlarına örnek teşkil edebilecek bir proje<br />

geliştirdik.<br />

Galata Mecmua ve Toplumsal Farkındalık Derneği proje ortaklığıyla<br />

gerçekleştirilen Galata Mecmua Sesli Dergi Projesi, Türkiye’de<br />

sayısı 400.000’e ulaşan görme engelli vatandaşlarımızın görsel ve<br />

yazılı medyada yer alan yayınları takip edebilme ve doğrudan<br />

katılabilmeleri amacıyla sunulmuştur.<br />

Kültürel ve tarihi konuların yanı sıra spordan sanata birçok başlığın<br />

makale ve röportajlar aracılığıyla dinleyiciye sunulacağı Galata<br />

Mecmua Sesli Dergi Projesi, Engelsiz Kahramlar bölümü aracılığıyla<br />

her sayısında; engellerine rağmen hayatın zorlu koşullarına göğsünü<br />

gerebilen kahramanların hikayelerini paylaşacaktır.<br />

Galata Mecmua Sesli Dergi Projesi kapsamında bizimle birlikte<br />

sorumluluk alan ve alacak olan tüm yol arkadaşlarımıza şimdiden<br />

teşekkür eder, engelsiz bir dünyanın özlemi ile tüm takipçilerimize<br />

esenlikler dileriz.<br />

2015<br />

Toplumsal Farkındalık<br />

Derneğİ<br />

Dergimizin sesli halini takip etmek için<br />

QR kodumuzu kullanabilirsiniz.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!