You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong> / SAYI: 2
Bazı geceler vardır; hiç mi hiç geçmek bilmeyen... Karanlığı<br />
kasvetli, havası basıktır. Güneş’i doğurabilmek için çekmediği sancıyı<br />
bırakmaz yer yüzü... 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan o gece de işte<br />
öyle bir geceydi...<br />
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, askeri darbeleri<br />
defalarca yaşamış, her defasında daha derin açılan yaralarını ‘’Bir daha<br />
asla!’’ diyerek kapatma gayretinde olmuş ülkemiz insanı, 15 Temmuz<br />
gecesinde yeni bir darbe girişimine daha şahit oldu. Ancak, öncekilerden<br />
tek bir farkla... Bu sefer darbecilerin de ilk defa şahit olacakları bir durum<br />
vardı: Toplumsal birliktelik ve direniş.<br />
Geçmiş tecrübeleri, çekilmiş acıları, kaybedilmiş canları göz<br />
önünde bulundurarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin özünü teşkil eden<br />
‘’demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’’ ilkesine karşı işlenmesi olası<br />
bir insanlık suçunun karşısında etnik, dini ve siyasi kimlik ayrımı<br />
olmaksızın dimdik duran Türkiye halkı, dünyanın gözü önünde yaşanan<br />
bu elim hadisede, ulusal karakterine uygun, onurlu bir davranış<br />
sergilemiştir.<br />
Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde;<br />
etnik, dini ve siyasi aidiyetler üzerinden girişilecek olası ayrıştırıcı faaliyet,<br />
söylem ve provokasyonlardan uzak durulmasının, yaraların en hızlı<br />
şekilde sarılması için ön koşul olduğunu düşünmekteyiz.<br />
Galata Mecmua ailesi olarak, 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a<br />
bağlayan o karanlık gecede kararlı duruşlarıyla aydınlığın bekçisi olmuş<br />
tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve tüm Türkiye’ye<br />
başsağlığı dileriz.<br />
‘’Değerlerimizi kaybetmeden geleceğe taşımak dileğiyle...’’<br />
Galata Mecmua Ailesi
egemenlİk<br />
kayıtsız şartsız<br />
mİlletİndİr
7’den 70’e bayrağını alan sokaklara koştu...<br />
Ne tank ne tüfek onları yollarından döndüremedi...
Bunu da gördük...<br />
Gazi Meclis cuntacıların hedefindeydi...
Meydanlarda günlerce süren demokrasi nöbeti...<br />
Milletimiz bayrağını hiç bırakmadı...
15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan o karanlık gece, nice kahramanlık hikayesini yeni güne miras bıraktı. Vatandaşların<br />
kalbine, beynine ve ruhuna kazınmış onca destansı hikayenin arasında öyle bir tanesi vardı ki, darbe<br />
girişiminin başarısız olmasında büyük pay sahibi olan... Güvenlik Uzmanı ve eski Özel Kuvvetler mensubu<br />
Mete Yarar, 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı gece cuntacı generali öldürerek kendini hiç düşünmeden<br />
feda eden Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın emir astsubayı Şehit Ömer Halisdemir’in kahramanlık<br />
öyküsünü NTV’ye telefon bağlantısıyla katıldığı canlı yayında şöyle aktarmıştı:<br />
‘’O gece iki tane olay var. Birincisi Özel Kuvvetler<br />
Komutanı Zekai Aksakallı Paşa’nın ele geçirilmeye<br />
çalışılması. Gazi Orduevi’nin oradayken iki arabayla<br />
takip ediliyor ve yakalanmaya çalışılıyor. Bu sıkıştırma<br />
ve ele geçirme operasyonundan kurtuluyor. Bu arada<br />
Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda bir tuğgeneral yirmi<br />
kişi ile birlikte Gölbaşı’ndaki karargahı ele geçirmeye<br />
çalışıyor. Neden bunu yapıyor? Orayı ele geçirirse<br />
kendilerine yönelik bütün nitelikli operasyonların<br />
önüne geçme şansı olacak, artı suikast veya diğer<br />
kurtarma eylemlerini yapabilecek bütün birimlerin<br />
kontrolleri kendi ellerine geçmiş olacak.<br />
Yirmi kişi ile beraber nizamiyedeki nöbetçileri ele<br />
geçirip karargaha gidiyor.’’ ‘’Karargahta Zekai Paşa’nın<br />
iki tane emir astsubayı vardır. Biri karargahta kalır,<br />
diğeri onunla birlikte hareket eder. Karargahta kalan<br />
kişinin yanına gidiyor ve kendisine; ‘’Bundan sonra<br />
komutan benim, bütün emirleri ben vereceğim,<br />
birliklerin komutasını da ben aldım.’’ diyor. Bu astsubayımız<br />
komutanından daha önce aldığı emirler<br />
doğrultusunda hiç düşünmeden silahını çekiyor ve<br />
bu cuntacı generali yanındaki yirmi kişinin yanında<br />
alnından vuruyor. Bu astsubayımız diğer yirmi<br />
cuntacının saldırmasıyla şehit ediliyor.’’<br />
‘’Şehit Astsubay Başçavuş Ömer Halisdemir.<br />
Mekanın cennet olsun. Biz sana çok şey borçluyuz.’’
15 TEMMUZ <strong>2016</strong><br />
demokrasİ ŞEHİTLERİ<br />
hakkınız<br />
ödenmez
İmtiyaz Sahibi Pera Ajans Adına Mesut Arıcı<br />
Genel Yayın Yönetmeni ve<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İlkim Üskent<br />
Yayın Koordinatörü Yıldırım Kaan Karakayalı<br />
Editör Kübra Karataş<br />
Tasarım Pera Grafik Ekibi<br />
Logo Tasarım Hüseyin Salma<br />
Kapak Tasarım Özgür Kaya<br />
Halkla İlişkiler Kaan Balaban<br />
Katkıda Bulunanlar Bensu Gök, Burak Altınay, Mehmet Akif Karslı,<br />
Murat Şafak, Mehmet Ciroğlu, Polen Kiziroğlu<br />
Yayına Hazırlama ve Reklam Pera Ajans<br />
Proje Merkezi Toplumsal Farkındalık Derneği<br />
Yayın Türü Süreli Yerel<br />
Baskı Furkan Ofset Matbaa Ltd<br />
Kasımpaşa Sok.<br />
No: 23 / 7<br />
Beyoğlu / İstanbul<br />
0212 939 81 51<br />
info@galatamecmua.com<br />
İstiklal Caddesi<br />
No:189 K: 2 D: 3 Beyoğlu / İSTANBUL<br />
/galatamecmua
Galata Mecmua ekibi olarak geçmişten günümüze süregelen<br />
toplumsal değerlerimizi siz değerli okuyucularımız ile birlikte hatırlamaya ve<br />
hatırlatmaya gönüllüyüz. Birden çok medeniyete ev sahipliği yapmış; sevginin,<br />
saygının, hoşgörünün merkezi olmuş Beyoğlu’muzun, yüksek kültürel mirasının<br />
tarihe karışma ihtimalinden korkarak, bu tarihi aidiyeti yeniden benimsemek ve<br />
benimsetebilmek için siz okurlarımıza ulaşmak arzusundayız. Zira yıllardır dini, dili,<br />
ırkı ne olursa olsun birbirine sevgi, saygı, hoşgörü gibi değerlerle bağlanmış semt<br />
sakinleriyle geçmişten günümüze bir köprü kurmak ve bu kültürel mirası geleceğe<br />
aktarabilmek prensibiyle yayıncılık yapma gayesindeyiz. Bizler, Beyoğlu'nda<br />
yaşayan, kahvesinde okey oynayıp pastanesinde çay içen, okulunda ders dinleyip<br />
mahallesinde top oynayan, atölyesinde renklerle yoldaş olup geç saatlere kadar<br />
sırtında yük taşıyan ve daha nice dertlerle dertlenip sevinçlerle sevinen siz<br />
okurlarımıza; Beyoğlu'nun toplumsal, tarihi ve kültürel tüm yaşanmışlıklarının yanı<br />
sıra spordan sanata güncel birçok konu ile alakalı yazıları sizlerin de yardımı ile bu<br />
dergide aktarmaya çalışacağız. Sadece Beyoğlu'nun değil aynı zamanda birçok<br />
medeniyetin de göz bebeği olmuş Galata Kulesi’nin gölgesinde, bu derginin<br />
içerisine yazmayı başardığımız her kelam için siz kıymetli okurlarımıza şimdiden<br />
minnettarız. Değerlerimizi kaybetmeden geleceğe taşımak dileğiyle...<br />
İstanbul’un orta yerinden selam ederiz.
15 TEMMUZ<br />
ÖZEL<br />
<br />
14<br />
Bir Martı Hikayesi<br />
16<br />
<br />
4<br />
<br />
<br />
29<br />
32<br />
<br />
<br />
<br />
64<br />
38<br />
<br />
<br />
Tesbih’in Ustası ile
Sayfa<br />
58<br />
GÜZELLİĞİ<br />
BİR FELSEFESİ<br />
OLMALI<br />
56<br />
ATIŞTIRMALIK<br />
4<br />
DÜNYA TURU<br />
MUSTAFA<br />
SAPMAZ<br />
FUTBOL<br />
ÜZERİNE SÖYLEŞİ<br />
EK,<br />
BİÇ - YE - İÇ<br />
4 9 62<br />
Sayfa
Ben de yalan yok, yavrularıma onları martıların getirdiğini anlatacağım.<br />
Cevdet Abi’yle beraber benim çatıya iki yastık taşıdık,<br />
taşımaz olaydık. Akşam saati olduğu gibi semtte ne<br />
kadar muhabbet tellalı varsa gelip yerleşiyor. Bazen<br />
Sütlüce’den, Kabataş’tan bile gelen oluyor. Dolunaya<br />
karşı, yastıkların üzerinde saf tutmuş on tane martı<br />
saydım bu gece. Hatta taklacı bir güvercin bile gelmiş<br />
muhabbetin bini bir para olmuş gidiyor. Ağızlarından<br />
çıkan kelimeleri takip etmekten öyle yoruldum ki çatının<br />
diğer tarafına geçip Tünel’e çıkan yokuşu kullananları<br />
seyretmeye başladım. Köşeye yeni açılan pizzacının dış<br />
duvarına koşup, ayaküstü yemek için koyulmuş dar ve<br />
kullanışsız raflarda, pizza yemeye cebelleşenlerden<br />
düşen artıkları tek tek toplayan serçeyi fark ettim. Bu<br />
saatlerde yemek peşine düştüğüne göre gün boyu aç<br />
kalmış olmalı. Mısır tanelerini vakumlar gibi kursağına<br />
dolduruyor, çevresini de hiç kontrol etmiyor. Serçe<br />
dediğin ‘’bir yer beş bakar’’ bu öyle değil, yemezse ölecek<br />
sanırsın.<br />
Pizzacının kapısına doğru düşen tanelerin peşine<br />
yürürken, giren çıkan insanların hengâmesinde gözden<br />
kaybettim. Çatının yüksek tavanının olduğu yere gidip<br />
daha tepeden görmek istedim yine başaramayınca iş<br />
başa düştü; bizim binanın dış duvarından kapının<br />
önündeki korkuluğa kadar uçtum. Serçe, pizzacının<br />
hemen yanındaki merdivenlerin kaldırımla kesiştiği<br />
yerde çırpınıyordu. Yanına gittiğimde onu kurtarmak<br />
için yapabileceğim pek bir şey olmadığını fark etmiştim.<br />
Gözlerinden büyük yaşlar ağzına kadar akıyordu. Beni<br />
görünce titreyen bedeni bir an kilitlendi, gözleri fal taşı<br />
gibi açıldı, umutlarıyla konuşuyormuş gibiydi<br />
- ’Gezi Parkındaki büyük çınara git. Orada<br />
yavrularım var onları yaşat’’ diyebildi. Anne serçeyi<br />
Dolapdere’deki serçe mezarlığına götürüp bıraktıktan<br />
sonra vasiyetini yerine getirmek için parka gittim.<br />
14<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Fıskiyeli havuzun güneyinde sıralı üç büyük çınar vardı.<br />
Soldakine bakmak için yükselirken kulağıma gelen<br />
ağlamaları takip ederek en sağdakine doğru yöneldim.<br />
Güçlü bir kolun ortasındaki dalların üzerindeydi yuva.<br />
Yavrular sanki annelerinin dönüşlerini hızlandıracakmış<br />
gibi aralıksız bağırıyorlar, düzensiz olarak da parmağımdan<br />
küçük ağızlarını açıp dillerini çıkarıyorlar. Üçünün de<br />
gözleri açılmamış, tüysüz keratalar. Kanatlarının olması<br />
gereken yerde kabartı var hepsi bu. Açlıklarını gidermek<br />
için yanımda getirdiğim simidin bir parçasını çıkarıp<br />
verdim, yiyemediler. Susam vereyim diyorum bir türlü kakıp<br />
da denk getiremiyorum. Annelerinin acelesine bakılırsa<br />
fazla zamanım yok, bir şekilde onları beslemem gerekiyor.<br />
Aklıma anne serçenin topladığı pizza artıkları geldi. Ben de<br />
İstiklal’deki ilk pizzacının kapısına uçtum. Sadece bir insan<br />
görünce açılan kapı açıldığı gibi içeriye daldım. Pizzacının<br />
müşterileri hayatlarında ilk defa gördükleri bu sahneyi ağız<br />
dolusu tepkilerle karşıladılar.<br />
- ‘’Martılar da iyice zıvanadan çıktılar artık. Şuna<br />
bak! Gelip bizimle masada yiyecek neredeyse’’.<br />
Yemesine yerim aslında ama acelem var. Bu yüzden masalarından<br />
toplayabildiğim kadar mısır toplayıp kapının<br />
açılmasını beklemek için sorti yapmaya başladım. Mekân<br />
alışılmadık ölçüde basık olduğundan ne kadar yüksekte de<br />
olsam ulaşılabilir bir vaziyetteydim. İşletmecinin aceleyle<br />
tuvaletten getirdiği paspas ile bana vurma şansı vardı.<br />
Sadece insanlara açılan kapının önüne artık bir insan<br />
gelmeliydi. Tam altı tur atmama rağmen kapıya uğrayan<br />
olmadı. İstiklal Caddesi’nin ortasındaki bu pizzacıya iki<br />
dakikadır hiç kimsenin gelmemesine şaşırmadım. İçerisi<br />
tıklım tıkış, insanlar oturmak için birbirlerinin üstüne<br />
çıkıyor, para alan ile yemek veren adam aynı yerde farklı bir<br />
iş yapacakmış gibi dönüp duruyor. İnsan böyle bir yere<br />
ancak bir kere gelir. İşte o ilk gelecek olanlardan da ümidi<br />
kesme zamanı geldi. Çünkü işgüzar bir müşteri beni haklamak<br />
için devreye girdi. Kendisi işletmeciden en az iki kafa<br />
uzun ve paspası beynime indirebilir. Başka çarem<br />
kalmayınca merdivenlerin olduğu tarafa gidip üst kattan<br />
bir çıkış aramaya karar verdim. Aman Allah’ım bu nasıl<br />
merdiven? Aynı anda sadece bir insan kullanacak<br />
büyüklükte. Fazladan bir martıya bile yer yok. Bereket bu<br />
sırada bir kadın yukarı çıkıyordu da ensesini takiben ben de<br />
yukarı çıkabildim. Yukarı kat aşağıya göre daha ferah<br />
olmasına rağmen pencereler kapalıydı, kaçacak bir yer<br />
bulamadım. Merdiven boşluğundan, elinde sancağıyla<br />
uzun boylu müşteri de belirdi. Çare yok, tekrar alt kata<br />
uçmak için müşterinin hamle yapamayacağı masaların<br />
üzerinden, gözümü kapatıp merdiven boşluğuna daldım.<br />
Kimseyle çarpışmayınca da gözümü açıp kapıya baktım.<br />
Bu kez kapıya doğru gelen bir aile vardı. Çarşaflı kadın<br />
kapıya yöneldi ama yanındaki adam onu geri çekti. Buna<br />
rağmen çocukları kapıya adım atınca, otomatik kapı açıldı<br />
ve dışarıya çıkabildim.<br />
Bu yaşıma kadar uçtuğumun en hızlısını uçtuğuma yemin<br />
edebilirim. Çınarın yapraklarından bir kaçı süratimden<br />
kopup yere süzüldü. Yuvanın tepesine geldim, cüssemden<br />
çekindiğim için yuvaya basmayıp hemen yanındaki irice<br />
dala tutundum. Yavrulardan biri hiç ses çıkarmıyor ağzını<br />
açmış öylece duruyor. İlk ona verdim ağzımda ezdiğim<br />
mısır tanesini. Tırnak ucum kadarını yutabildiğini görünce<br />
sevindim ama gerisini yiyemedi. Diğerleri ise hiç yiyemediler.<br />
Bir şeyleri doğru yapmadığım belliydi. Aklıma Taklacı<br />
güvercin geldi. Onların yiyeceklerini insanlar verdiği için<br />
her çeşidi bulmak mümkündü. Yuvayı tek başıma bizim<br />
semte taşıyamayacağım için yavruları biraz daha bekletmeyi<br />
göze alarak bizim çatıya uçtum. Yolda bir serçe<br />
görmek için gözlerimle yol boyu taradım. Fakat kimsecikler<br />
yoktu. Çatıya geldiğimde Cevdet Abi ile beraber iki arkadaş<br />
daha oturuyorlardı. Yanlarına gidip, durumu anlattım.<br />
Cevdet Abi yanlış yaptığımı belirten bir ifadeyle kaşlarını<br />
ortada buluşturdu:<br />
- ‘’Kırca kardeşim yuvaya dokunulmaz! Hem<br />
babası vardır onların yuvalarının yerini değiştirirsek<br />
bulamaz’’ dedi. -‘’Babası benim’’ dedim.<br />
Mahalleden arkadaşları yanıma alıp yola düştüm. Cevdet<br />
Abi ise Taklacıyı bulmak için Kasımpaşa’ya gitti. Çınarın dal<br />
ve yapraklarına, yuvayı taşırken çarpma olasılığımızı<br />
ortadan kaldırmak için önce alçak uçuşla parktan çıkmayı<br />
sonra yükselip semte gitmeyi planladık. Hala<br />
endişelendiğim bir şey vardı. Uçarken birbirimizle aynı<br />
ritimde uçamazsak sallanan yuvadan yavrular düşebilirdi.<br />
Bu yüzden çöpte uçuşan market poşeti ile yuvanın üstünü<br />
örtmeye karar verdik. Nihayet yuvayı yerinden oynattıkça<br />
yavrular çıldırır gibi bağırmaya başladılar. İçim kıyılsa da<br />
bu halde üstlerine poşeti geçirdim. Arkadaşlar iki yanından<br />
kaptıkları yuvayla alçak uçuşa geçtiler. Uyumlarına diyecek<br />
yoktu. Zaten bu ikisi çocukluktan beraber büyüdüler.<br />
Birbirlerini en iyi tanıyan iki martı desem abartmış olmam.<br />
Ben de tam altlarından ve bir boy gerilerinden onları takip<br />
etmeye başladım. Parktan çıkınca Kuleye doğru caddeyi<br />
dikey kesen sokakların üzerinden yükselerek devam ettik.<br />
Dolunay, önümüzde yol gösterir gibi parlıyordu. Çatıya<br />
gelmemize iki sokak kala yuvayı taşıyan arkadaşlar önce<br />
birbirlerine baktılar sonra da kanatları sabitlediler. Bir<br />
esinti gibi iki sokak boyunca alçalıp öylece kondular<br />
yastıkların üzerine. Geldiğimizde Cevdet Abi ve Taklacı da<br />
bizi bekliyordu. Önlerinde yuvayı tepeleme dolduracak<br />
kadar yem vardı. İlk defa gördüğüm mor, yeşil, kırmızı<br />
yemler bile vardı. Yavrular en çok da yeşil olanları yediler.<br />
Diğer ikisine göre daha cılız olana Alaca adını verdik.<br />
Diğerleri adlarını, onları taşıyanlardan aldılar: Ahmet ve<br />
Mehmet. İnsanlar kendi yavrularının leylekler tarafından<br />
getirildiğini söyleyip çocuklarını kandırırmış.<br />
‘’Ben de yalan yok, yavrularıma onları<br />
martıların getirdiğini anlatacağım.’’<br />
<br />
15<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
By Retro<br />
Öncelikle sevgili Hakan Vardar, bu kadar işin gücün arasında bize vakit ayırdığınız için teşekkür<br />
ederiz. By Retro’nun hikayesini bize kısaca anlatabilir misiniz?<br />
By Retro’nun Beyoğlu’ndaki kuruluş hikayesi yaklaşık<br />
yirmi yıl evvel, aile büyüğümüz rahmetli üstad<br />
Neşet Ertaş’ın fikir, girişim ve çabalarına dayanmaktadır.<br />
İlk amacımız bilinçli ikinci el tüketicisine yönelik<br />
bir mekan açmaktı. İkinci el kıyafetleri alıp bakımlarını<br />
yaptıktan sonra değerlendirip insanlara satmaktı. Daha<br />
sonra kostüm alanına yoğunlaştık. Dizilerin ve filmlerin<br />
yapım maliyetleri oldukça yüksek olduğu için prodüksiyonlar<br />
bu noktada bütçelerini aşmamak adına ikinci el<br />
kıyafetleri kiralayarak kullanmayı uygun görüyorlardı.<br />
Geçen zamanla bu alanda talep artınca kostüm ağırlıklı<br />
işler yapmaya başladık. Nihayetinde; bin metre kareye<br />
yayılmış; içerisinde antika objeler, ayakkabılar,<br />
şapkalar, gözlükler gibi bir filmde, dizide, reklam<br />
filminde ve tiyatro oyununda kullanılabilecek otuz<br />
binden fazla malzemenin bulunduğu dünyanın en<br />
büyük ikinci el mağazası haline geldi burası.<br />
Aynı zamanda mağazamız; Julia Roberts, Angelina<br />
Jolie, Brad Pitt ve Madonna gibi dünyaca ünlü<br />
sanatçıları giydiren Delta & Mitex adlı firmanın Türkiye<br />
distribütörlüğünü de yürütmektedir. Öte yandan<br />
dünyanın dört bir yanındaki tanınmış mağazalara ikinci<br />
el kıyafetler veriyoruz. Onlar bizden aldıkları modelleri<br />
seri üretime geçiriyorlar.<br />
Geçmise Aralanan Bir Kapı<br />
Örneğin Türkiye’de Vakko ile çalıştık. Onun dışında an<br />
itibariyle 28’e yakın diziyle çalışıyoruz. Şimdiye kadar<br />
saydığımızda görüyoruz ki 1080 diziyle çalışmışız. By<br />
Retro’nun kurulum aşamasında bize yardımlarını bir<br />
gün olsun esirgemeyen rahmetli Tuncel Kurtiz’i de<br />
anmadan geçmek istemiyorum. Hatta haber ajansları<br />
tarafından da yayınlanmış, vefatından evvel ki son<br />
görüntüleri, şu arkadaşın oturduğu kırmızı koltukta<br />
çekilmiştir. (Hakan Vardar o sırada kamerasıyla çekim<br />
yapmakta olan İlkim Üskent’i göstermektedir.) Gece üç<br />
buçukta evine bırakmıştım kendisini. Hiç beklemezdim<br />
o gecenin sabahında, saat sekizde rahmetli olacağını<br />
Tuncel babanın. Sevgili aile büyüğümüz Neşet Ertaş’ın<br />
da o gün ölüm yıl dönümüydü tesadüf. Yaktı Beni’yi<br />
söylüyorduk o gece orada otururken hep beraber.<br />
Hakikaten de o gecenin sabahında hep beraber<br />
yandık... Özetle; rahmetli Neşet Ertaş’ın da söylediği<br />
gibi,<br />
‘’Biz burada para biriktirme değil insan biriktirme<br />
gayretindeyiz.’’<br />
16 <strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Dahası da var...<br />
Onun dışında By Retro’nun bünyesinde<br />
dünyanın en büyük avize koleksiyonu bulunuyor.<br />
Üç bin parçadan oluşan aplik ve avize koleksiyonu<br />
var elimizde. Özel depolarımızda muhafaza<br />
ediyoruz şu anda. Kataloglarımızdan<br />
gösterip müşterilerimizin hizmetine sunuyoruz.<br />
By Retro’nun bünyesinde içtiğiniz kahve de çok<br />
özel bir kahvedir, tarihi bir kahvecimiz, tarihi bir<br />
kahvemiz vardır. Bunu da eklemeyi unutmayın<br />
sakın. (Karşılıklı gülüşmeler) Öte yandan By<br />
Retro ünlülerimizin de uğrak mekanıdır. Tek tek<br />
saymaya kalkarsak günlerce sürecek büyük bir<br />
ailemiz var artık. Meryem Uzerli’den Derin<br />
Mermerci’ye, Bergüzar Korel’den diğer bir çok<br />
sanatçımızdan bahsetmek mümkün. Ayrıca<br />
Cem Yılmaz’ın tüm filmlerine, Yılmaz Erdoğan’ın<br />
tüm filmlerine kostüm vermişizdir. BKM’den<br />
tutun da Devlet Tiyatrosu’na kadar By Retro’nun<br />
ucundan kıyısından illaki bir imzası vardır. Aslında<br />
burası kendi başına bir film oldu adeta. Biz<br />
Metin Güngör’ün de filminde kullanacağı<br />
kostümleri buradan Londra’ya gönderiyoruz. By<br />
Retro gücü yettiği ölçüde heryere herkese<br />
ulaşmaya, dokunmaya çalışıyor. Şimdilik sadece<br />
Beyoğlu’ndayız tabii. İkincisini, üçüncüsünü<br />
elbette açmak isteriz. Fakat şimdilik buralardayız. En basitinden 200 liraya marka bir dericiden aldığınız montu<br />
burada yarı fiyatına bulabilirsiniz. Hem de ikinci el olarak. Ya da ne bileyim, üç bin liraya, dört bin liraya almaya<br />
çalıştığınız bir gelinliği benden 100 liraya da alabilirsiniz. Her şeyden önce ilk amacımız makul<br />
bir hizmet sunabilmek, alternatif oluşturabilmek.<br />
Bilinçli Tüketiciler ve Duyarlı Girişimcilerin Dikkatine...<br />
Farklı bir yerden devam etmek isterim. Şimdi insanın dolaşım sistemi, yani damarları çok önemlidir<br />
değil mi? Çorlu’da her on insandan sekizi kanserden ölüyor. Ben bunu araştırmaya çalıştım. Çünkü<br />
Çorlu’da boya fabrikaları, deri fabrikaları, tabakhaneler var hep. Oradaki akarsular hep simsiyah akar.<br />
Akarsular bir ülkenin damarlarıdır, dolaşım sistemidir. Doğal olarak o bölgenin insanı da bu durumdan<br />
olumsuz etkileniyor. Nihayetinde ikinci el giyinilse, tüketilse, yalnız giyimde değil başka alanlarda da<br />
uzun ömürlü şeyler kullansak, bu kayıplarımız, bu ölümler kesinlikle azalacaktır. Ben buna inanıyorum. Hazır<br />
giyim eşyası olarak satın aldıkları ürünlerin hepsinin sentetik olduğunu biliyor mu acaba tüketici? Hep cam elyafı<br />
içeriyor. Eski kıyafetler tamamen organik. Boyası, ipliği, pamuğu kesinlikle organiktir. İkinci el kıyafetlerde<br />
vücudunuz nefes alıyor. Hazır giyim ürünleri öyle değil ki ! En kalitelisini bile alsan yarım saat sonra kendini kötü<br />
kokuyor hissediyorsun. Neden? Üzerindeki sentetik, cam elyafı çünkü. Vücut sağlıklı bir biçimde hava alamadığı<br />
için koku yapıyor. Ayrıca ikinci el kıyafetlerin hepsi biricik. Mesela bende bir kıyafetin ikincisi yoktur. Bende yoksa<br />
başka bir üreticide de yoktur. Tamamen özel oluyorsun yani. İşin açığı, ben herkese hitap etmek istiyorum.<br />
Örneğin burada şimdilik üç bin tane gelinliğim var. Ben, 81 ilde üç milyon tane gelinliğim olsun istiyorum. Her<br />
köşede, her tarafta giyim anlamında ihtiyaçlara hizmet etmek istiyorum. Sizlerin aracılığıyla duyarlı<br />
girişimcilere çağrıda bulunmak istiyorum. Gelin müessesemizi genişletelim...<br />
Başka bir soruyla devam etmek istiyorum;<br />
By Retro koleksiyonunun içerisinde sizin için özel bir anlamı olan ürünler hangileridir?<br />
By Retro’nun tanınması Hatırla Sevgili dizisi ile başladı. Biz üç sene boyunca diziye sekiz bin parça<br />
ürün topladık. O Deniz Gezmiş parkası da zaten bizden sonra moda olmuştu. Hatırla Sevgili bizim göz<br />
bebeğimiz. O dizide kullanılan bütün parçalar benim için çok özel. Rahmetli Tuncel Kurtiz’in Cannes’da<br />
ödül almaya gittiği sene kendisine verdiğimiz smokini de çok ayrı bir yere sahiptir. Hatta Neşet Ertaş’ın da<br />
vefatından önceki son konser kıyafetleri de By Retro imzası taşıyordu. Özetle hepsi çok özel bizim için.<br />
Hiçbirini ötekinden ayıramıyorum ben.<br />
17<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Onun dışında 18.yy’den kalma kilise armonisi var mesela. Binlerce insanı defnetti, binlerce çocuğu vaftiz<br />
etti o alet. Bu mekandaki her şeyin çok ayrı bir değeri var aslında. Rahmetli Neşet Ertaş’ın bağlaması bende,<br />
Tuncel Kurtiz’in oturduğu son koltuk orada... Bir milyar dolar verseler bana, ben o bağlamayı satmam,<br />
satamam. Bunlar değeri biçilemeyecek şeyler. By Retro bir zaman tüneli bence. Tarihe açılan bir pencere<br />
adeta. Bazen ünlü büyük firmalar ve girişimciler buranın isim hakkını satın almak için geliyorlar.<br />
Buraya ayak basmış her insanın bir anısı mutlaka vardır.<br />
Peki ya vintage ve retro ürünlerin günümüz modasındaki yeri nedir?<br />
Moda her yüzyılda bir kendini tekrar eder. Şu an mesela Rusya’da 1960’lar ön plana çıkmış. Herkes boru<br />
paça, dar kesim pantolonlar giyiyor. Bir kere 70’ler kesinlikle ölmeyen bir on yıl. İspanyol paçanın dünyayla<br />
tanıştığı, köpek yaka olarak tabir ettiğimiz Tarık Akan gömleklerinin moda sahnesine çıktığı yıllardır hep.<br />
Devasa camlı gözlüklerin olduğu zamanlar geri geldi hatta. O yüzden 70’ler ekolü moda tarihi içinde<br />
ölmeyecek bir akım bence. Bu arada Vintage ve Retro kavramlarını doğru ayırmak lazım. Vintage, geçmiş<br />
dönemlerde marka olan firmaların ikinci el ürünlerine deniyor esasen. Retro ise 60’larda 70’lerde giyilen<br />
kıyafetlerin oluşturduğu akımı temsil ediyor. Mesela yıllar önce Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisine kıyafet<br />
verdiğimiz dönemde eski giyime duyulan ilgi moda olmuştu. Arada yine Beyoğlu’nda bilirsiniz konsept<br />
partiler düzenleniyor. Cadılar Bayramı, 70’ler partisi, 80’ler partisi tadında etkinliklerde müşteriler burayı<br />
tercih ediyorlar tabii.<br />
18<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
NEŞET ERTAŞ (1938 – 2012)<br />
Neşet Ertaş yaptığı her işe ‘’Gönül Hızmatı’’ derdi. Kaç eseri<br />
olduğunu, kaç plak, kaç kaset çıkardığını kendisi de bilmezdi. Zaten<br />
merak da etmezdi...<br />
‘’Halk kaç türkümü biliyor, seviyorsa o kadar türküm var<br />
benim.’’ derdi. O kadar da mütevazı bir kişiliğe sahipti. Hoş, sazının<br />
telleriyle gönülden gelen güfteleri aşkla harmanlayan bir adamın nasıl<br />
olması beklenebilirdi ki... 2003 yılında katıldığı bir programda türkü<br />
söylerken kalkıp oynayanlara; ‘’Bu oyun havası deel, amma oynamak<br />
isterseniz oynayın tabii.’’ diyecek kadar güzel yürekli bir adamdı. Sevdi<br />
mi bozkır gibi severdi. Kıskanırdı sevdiğini. Yel olur eser, yağmur olur<br />
gönlüne damlardı sevdiğinin... Yine bir gün ‘’Zahide’’ türküsündeki<br />
Zahide’nin kim olduğu sorulduğunda; ‘’Herkesin sevgilisi işte. Herkesin<br />
farklı isimlerde olsa da canı, sevdiği yok mu? Sadece canlar aynı...<br />
İçindeki ruhlar değişik. Bu türkü tüm herkesin...’’ diye cevaplar Neşet<br />
Baba... Gurbet ellerinde esir kalmış her bir cana göz pınarından selam<br />
gönderircesine...<br />
Şimdi ise geriye; sevenin gönlünü titreten, garibin ‘’cuğarasına<br />
ataş’’, dert ile gezenin derdine derman olan o<br />
güzelim türküleri kaldı...<br />
Bozkırın Tezenesi’nden ayrı kalmak zormuş meğer...<br />
Özlem, saygı ve rahmetle...
Sultan<br />
Ahmed’İn Rüyası<br />
Neden Sultan Ahmed’in rüyası ?<br />
Bilemiyoruz, çünkü bu bir rüya aslında bu rüyada Cihat Burak,<br />
Sultan Ahmed’in yerine geçerek onun görebileceği bir rüyanın tabirini ve tasvirini sunuyor bize.<br />
Eski İstanbul evlerinden birinde Aksaray’dayız.<br />
Sene 1915,<br />
Ev halkı oldukça kalabalık öyle bir kalabalık ki siyahi dadılar, dedeler, büyükanneler, bir Levanten<br />
ve bir de dilsiz. Siz deyin iki katlı ben diyeyim kiler ile 3 katlı bir ahşap ev. Merdivende<br />
yürüdüğünde gıcır gıcır o tahta seslerini duyuyorsun. Bir odada dede oturuyor belki de biraz<br />
homurdanıyor kendi kendine. Diğer odada ise ev halkından bazıları Levanten’i pür dikkat takip<br />
ederek Fransızca öğrenme gayretinde.<br />
- ‘’ Bonjour Madame! ’’ Dadılar koşturuyor çocukların peşinde bir aşağı bir yukarı. Büyükanneler<br />
ise oturmuş sohbete. Derken Cihat Burak, 1915 yılında Aksaray’da işte bu renkli kocaman evin<br />
içine doğuyor. Bu ev Cihat Burak’ın zengin hayal gücünü şekillendiren ilk referans oluyor. Doğup<br />
büyüdüğü evdeki dedeler, büyükanneler ve dadılardan bazen duyduğu hikayeleri bazen de<br />
onların günlük rutinlerini tek tek hafızasında tutan Burak, Galatasaray Lisesi’ni bitirip ardından<br />
dönemin İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi şu anki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi<br />
Mimarlık bölümü’nden mezun oluyor. Birleşmiş Milletler Bursu’nu kazanması ise onu bu ortamdan<br />
uzaklaştırıyor ve Fransa’ya gidiyor. O günden sonra Cihat Burak için en sevdiği iki şehir her<br />
zaman İstanbul ve Paris. Bu iki şehir Cihat Burak için yasamın, deneyimin masalsı bir biçime<br />
dönüşerek ortaya çıkan fantastik imgelerini tuvaline yansıtmasını sağlıyor. Onun çalışmalarında<br />
İstanbul ve Paris’e olan tutkusunun detaylarını, doğup büyüdüğü evin rengarenk insanlarını,<br />
dönemin İstanbul’unu tek tek seçebiliriz fakat burada önemli bir nokta var ki Cihat Burak aslında<br />
tüm bunları gördüklerini ve deneyimlediklerini zihnindeki imgeler ve hayal dünyası ile tekrardan<br />
yorumluyor ve karakterlerini bazen grotesk bir yaklaşımla bazen eleştirel bazen de ironik bir tavırla<br />
kurguluyor. Onun için kimi zaman yaşadığı dönemin gece hayatındaki başrollerde bir hikaye<br />
olabiliyor kimi zaman Paris’te yürüdüğü bir sokaktan geçerken gördüğü bir izlenim...<br />
Bir de kediler Cihat Burak için tabiri caizse tam bir tutku!<br />
Gelelim I. Ahmed’in Rüyası’na...<br />
I. Ahmed, III. Mehmet ve Valide Sultan’ın oğlu, 14. Padişah. Kösem Sultan’ın eşi ve Osmanlı’daki<br />
taht için savaşan kardeş kavgalarını bitiren Divan Edebiyatı’ndaki adıyla Bahti. Hepimiz bu aralar<br />
aşinayız diye düşünüyorum I. Ahmed’e. Şiire olan tutkusu kadar rüyalarıyla da bilinen bir padisah<br />
I. Ahmed. Bundandır ki, Cihat Burak aslında '' I. Ahmed’in Rüyası'' adlı eserinde Sultan Ahmed’in<br />
bir rüyasını tasvir etmektedir. Aslında resme eklemlenen imgeler ile bir hikaye anlatmaktadır<br />
bizlere.<br />
22<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Sultanahmet Camii’nin içindeyiz.<br />
Caminin içi mavi çinilerden kubbeler ile yükselmekte, bir mehter takımı, bir musalla taşı, askerler,<br />
aslan ve Burak üzerinde tasvir edilen Peygamber. Kompozisyonu oluşturan tüm bu imgelere<br />
baktığımızda aslında hepsinin fantastik bir kurgudan ibaret olduğunu söyleyebiliriz ama unutmayın<br />
I. Ahmed’in Rüyası’nı yaşıyoruz şu an! I. Ahmed’in değer verdiği askerleri orada, Peygamberin<br />
en sevdiği atı Burak üzerinde tasviri tam yukarıdan geçiyor ve onun ardından çıkardığı<br />
dumanda belirlen yeni doğacak bebeklerin suretleri ve musalla taşında bir adam. Camii’nin<br />
çinileri ve atmosferi o kadar büyüleyici ki bir şölende gibiyiz adeta. Bir tek musalla taşındaki adam<br />
bizi biraz ürkütmüyor değil.<br />
O adam yoksa Sultan Ahmed mi ?<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />
23
Neden Sultan Ahmed’in rüyası ?<br />
Bilemiyoruz, çünkü bu bir rüya aslında bu rüyada<br />
Cihat Burak, Sultan Ahmed’in yerine geçerek onun<br />
görebileceği bir rüyanın tabirini ve tasvirini sunuyor<br />
bize. Elbette şölen değil aslında bir mahşer<br />
gününü anlatıyor bu tablo. Mahşer gününde<br />
öleceğimiz ve yeniden dirileceğimiz gerçeğini<br />
bakışımızı musalla taşındaki adamdan yükseklerden<br />
atıyla geçen peygamber tasvirine yöneltiyor<br />
Cihat Burak ve bu bakış bize kıyamette yeniden<br />
dirileceğimize olan inancı ve borazanların<br />
çalmasıyla gelen kıyamet gününün bir sahnesini<br />
anlatıyor. Atının üstünde Peygamber öte dünyaya<br />
doğru yol alırken ardından çıkardığı dumandaki<br />
bebek figürleri yeniden doğuşun bir simgesi olarak<br />
zihnimize ekleniyor. Halk tarafından sevilen ve<br />
desteklenen padişahımız aslında kıyamet gününü<br />
yine kendini seven ve destekleyen askerleri ile<br />
karşılıyor. Aslında I. Ahmed’in rüyası bize zıtlıklarla,<br />
gerçek denilen ile rüyanın kesişmesiyle, öte dünya<br />
ve oradaki bilinmezle ve en önemlisi iki dünya<br />
arasındaki sıkışmış bir noktanın aralığından bize<br />
bakıyor. Minyatür geleneğinden gelen sanatçı,<br />
burada aslında bir minyatür gibi okuma yapabilmemize<br />
olanak sağlıyor. Sayfalarını çevirdiğimiz<br />
minyatürler gibi her katmanda bizi farklı bir hikayeyle<br />
sarıyor. Askerler, mehter takımı ve aslanlara<br />
bakan gözümüz bir anda mahşer günü<br />
gerçeğine yöneliyoruz.<br />
Camii kubbelerinin perspektif olarak yanlış konumlandırılması<br />
ise bizi bu hikayenin içinde bir göz<br />
olarak tanımlarken aslında dışarıdan baktığımız<br />
gerçeğini yüzümüze vuruyor. Bize açıldığını<br />
düşündüğümüz mekan bir anda bizi dışarıda<br />
bırakıyor ve en az bizim onlara baktığımız kadar<br />
cüretkar bir biçimde resimdeki figürlerde bize<br />
bakıyor aslında bizim bakışımıza cevap veriyor.<br />
Tüm bunlar Cihat Burak’ın hayal gücünün bir<br />
yansıması olarak I. Ahmed’in Rüyası’nı dışarıdan bir<br />
göz olan bizlere açıyor ve bizde bu<br />
hikayenin bir parçası oluyoruz.<br />
İlk kişisel sergisini 1957<br />
yılında İstanbul Beyoğlu Şehir<br />
Galerisin’de Fransa’da yaptığı<br />
çalışmalarla açan sanatçı,<br />
“Toplumsal Gerçekçilik”<br />
anlayışından hareketle çalıştığı<br />
yapıtlarının yanı sıra, Dolmabahçe<br />
Saray Kapısı, Mezar<br />
Taşları ve İncili Kız gibi yapıtlarında<br />
ise fantastik kurgu söz<br />
konusudur. “Kanaryam Güzel<br />
Kuşum Ben Sana Vurulmuşum”<br />
adlı yapıtında ölüm teması<br />
işleyen sanatçının çalışmaları<br />
arasında Yahya Kemal Beyatlı,<br />
Nazım Hikmet, Neyzen Tevfik,<br />
Eren Eyüboğlu ve Aliye Berger<br />
gibi ünlülerin resimleri ile son<br />
dönem “Kedi” resimleri de<br />
bulunmaktadır<br />
I. Ahmed’in rüyası sanat tarihinde içinde<br />
barındırdığı zıtlıklar ve teknik anlamda dönemin<br />
resim anlayışına yeni bir yorum getirdiğinden<br />
önem taşımaktadır. Minyatür geleneğini yağlı boya<br />
bir tabloya uyarlayan Cihat Burak aynı zamanda<br />
perspektif içinde kendinden bir söz söylemiş ve<br />
mekanın bilinen algılanma biçimini tamamen<br />
Yazan / Zeynep Bolat<br />
değiştirmiştir.<br />
24 <strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
BİR SAMATYA VE SARIYER HİKAYEsİ<br />
NEŞELİ GÜNLER<br />
1977’nin sonbahar/kış ayları, Samatya ve Sarıyer ilçelerine bir film seti kurulur. Adile Naşit ve Münir<br />
Özkul başrolde. Fakat bu sefer ne komşuları aracılığıyla tanışmış yeni bir çift, ne yıllardır birbirine aşık<br />
eş ne de iki iş arkadaşı... Birbirlerinden senaryo gereği nefret eden bir karı-koca.<br />
Bir de bu hikayenin tam ortasında yer alan altı çocuk var.<br />
Birisi; 1975 yılı Türkiye Güzellik Yarışması’nda “son altı”ya<br />
kalıp bir yıl sonra Sinema Güzeli seçilen, hokka<br />
burunlu kömür gözlü Oya Aydoğan…<br />
Evin tek kızını o canlandırıyor. Kardeşlerinin biricik ablası.<br />
Evin beş erkeğinden ikisine ise; Hababam Sınıfı’nın<br />
Domdom’u Feridun Şavlı ve Hayta’sı Ahmet Arıman hayat<br />
veriyor. Diğer üç kardeş ise; o dönemde ismini yeni<br />
duyuran Tamer Şahin, henüz lise talebesi olan Yaman<br />
Coşkun ve ilkokul çağlarındaki Cem Aksoy<br />
Filmin yapımcısı Ertem Eğilmez, aile teması ile çektiği<br />
serinin son filmini çekiyor. Hikaye içerisinde yer alan bir<br />
karakter ise onun hikayesinden çıka geliyor. Ziya<br />
Eğilmez’in hayatında yer alan akrabalarından birisi. Onu<br />
beyaz perdeye taşımak Neşeli Günler filmine nasip<br />
oluyor. Böylesine bir karakteri de; tüm ustalığıyla ancak<br />
Şener Şen canlandırabilirdi ve öyle de oluyor.<br />
Kazım Efendi’nin erkek kardeşi, yalanlarıyla herkesi<br />
kandıran ama bir o kadar da çok sevilen. Senaryo yine<br />
bildiğimiz gibi, Sadık Şendil’e emanet. Hikaye turşu suyu<br />
üzerine kurulu... Her izlediğimizde turşuyu sevmeyene<br />
bile turşu yeme isteği uyandıran filmde, turşuculuk<br />
yapan Kazım ve Saadet’in tam 12 yıl boyunca birbirlerinden<br />
ve evlatlarından ayrı kalmalarına sebep olan şey;<br />
turşu suyunun sirkeyle kurulunca mı yoksa limonla<br />
kurulunca mı daha iyi olduğudur.<br />
Aradan tam on iki yıl geçer bu büyük ayrılıktan sonra. Altı<br />
kardeşin üçü babalarında, üçü annelerindedir artık. Ziya<br />
ise her iki tarafta... Abisine yengesini; yengesine abisini<br />
kötüler fakat onlar ile görüştüğünü anne – baba hasreti<br />
çeken yeğenlerine bile söylemez. Gerçek yıllar sonra bir<br />
gönül işi ile ortaya çıkar; aynı kızla konuşan iki<br />
kardeşin kavgası ve gerçeği duymaları…İşte izlerken<br />
“Aha! Hikaye başlıyor” dediğimiz yer de burası oluyor hiç<br />
kuşkusuz.<br />
Birbirlerini bulan en büyüğü 25, en küçüğü 12-13<br />
yaşlarındaki bu altı kardeşin duygulu kavuşmaları herkesi<br />
etkilemiştir. O birbirlerine hasretle bakışı ve sarılışı kim<br />
unutabilir ki? Ben unutamadım mesela; o yüzden hep en<br />
sevdiğim sahne olarak kaldı…Filmin aşk ve sevgi kavramlarını<br />
yüceleştirdiğini görmek mümkün: Kardeş, aile,<br />
sevgili; hayata dair, bizden, bize özgü…<br />
Zeynep: Çünkü ben kendi halinde bir ailenin kızıyım<br />
üstelik babanın fabrikasında işçiyim. Baban bu işe razı<br />
olur mu? Uğur: Niye olmasın? O da vaktiyle işçiymiş, hem<br />
gurur da duyar bundan iki de bir söyler. Klasik zengin kız<br />
– fakir oğlan aşkı bu film de fakir kız - zengin oğlan olarak<br />
kendisine yer bulur. Fakat ne diğer aşk filmleri gibi, ne de<br />
arabesk kült filmler gibi acı ve ızdırap ile işlemez bu<br />
hikayeyi. Kimi zaman bir pastane köşesinde fondan<br />
yükselen Orhan Gencebay şarkısı ile, kimi zaman Taksim<br />
meydanında yapılan aile protestosunda birbirlerine<br />
destek olarak…<br />
Ayşen Gruda’ya ve Ahmet Sezerel’e ilk dublaj bu film<br />
de yapıldı. Bilinen bir gerçeğe göre de Ahmet Sezerel<br />
sadece bu film de dublaj ile rol almıştı. Ayşen Gruda’nın<br />
sesi ise tiyatro sanatçısı Oya Başar’a aitti. Bunu ilk kez<br />
duyduysanız siz de benim gibi şaşırmış olabilirsiniz, zira<br />
ben ses tonunu hiç yadırgamadığımdan direkt Ayşen<br />
Gruda’nın sesi zannetmiştim. Yine Gazanfer Özcan da, Ali<br />
Sururi’ye yaptığı dublaj ile filmdeki yerini almıştı. Film<br />
içerisinde geçen birçok diyalog dönemin sosyo-politik<br />
durumuna da ışık tutar. Örneğin; Orhan Gencebay şarkılarını<br />
Zeynep ve Uğur çiftinin bulunduğu iki mekanda da çalması,<br />
dönemin en popüler sanatçılarından biri olduğunu ve müzik<br />
kültürü hakkında bilgi verir, yine Ziya karakterinin haber<br />
amacıyla getirdiği Günaydın Gazetesi’nin de o dönemde en<br />
çok okunan gazetelerden biri olduğunu gösterir.<br />
Bunlar gibi daha birçok örneği bu açıdan incelemek<br />
mümkün olacaktır.<br />
Sarıyer ve Samatya’nın tam ortasında bir araya gelen altı kardeşin yine aynı yerde anne ve babalarını bir araya getirmesiyle<br />
filmin ikinci yarısı da başlamış olur. Tam manasıyla İstanbul kokan bu filmden aile, aşk, kardeşlik ve<br />
anne – baba olma gerçekleri hakkında öğreneceğimiz çok şey var...<br />
Yazan / Hüsna Köşger<br />
26<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
BEYOĞLU<br />
Ankara Berber Salonu / Hayri Bey<br />
Merhaba Hayri Bey. Bize öncelikle kendinizden<br />
bahseder misiniz? Ne zamandan beri Beyoğlu’nda<br />
ikamet ediyorsunuz? Berberlik mesleği ile ne zamandan<br />
beri meşgulsünüz? Müşteri-esnaf ilişkileri hakkında<br />
bize ipuçları verebilir misiniz?<br />
Ben Berber Hayri, 1965 senesinde Tepebaşı’nda başladım<br />
berberlik mesleğine. Tabii birçoğumuz gibi ben de çırak<br />
olarak girdim bu dükkana. Etrafın büyüsü, tiyatronun<br />
cazibesi derken çocukluğumda öyle başladım, 51 senedir<br />
de yapıyorum bu işi. Muhit çok müstesna bir muhitti.<br />
Müşterilerimiz çok kaliteli müşterilerdi. Çok iyi müşterilerimiz<br />
vardı haliyle o zamanlar. Her biriyle müşteri-esnaf<br />
ilişkisinden ziyade, dostluk ilişkimiz vardı. Şimdilerde ne<br />
yazık ki eski müşterilerimiz kalmadı Beyoğlu’nda... Hatta<br />
eskiden müşterilerimizle ailece görüştüğümüz bile oluyordu.<br />
O insanlarla dertleşmek, güzel gününü, kederli gününü<br />
paylaşmak çok özeldi. Bugün baktığınızda müşteri geliyor<br />
ve gidiyor sadece... Dediğim gibi 51 senedir Beyoğlu’ndayım<br />
ve şu son bir senedir gördüğüm kadar ruhsuz bir<br />
Beyoğlu daha hatırlamıyorum. Mesela Beyoğlu’nun<br />
ihtişamlı o eski mağazaları kalmadı, alışveriş hanları<br />
kalmadı. Hep yiyecek ve eğlence sektörüne döndü. Hatta<br />
öyle ki geçmişe nazaran eğlence sektörünün içi boşaltıldı.<br />
Ezcümle, kaliteli bir eğlence mekanı kalmadı artık. Bu tarz<br />
eğlence mekanlarına gelen insanların profilleri ne yazık ki<br />
fazlasıyla değişime uğradı. Kaliteli, nazik insan göremez<br />
olduk. Derler ya hani ‘’Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı.’’<br />
diye... Evet, aynen öyleydi, ama hiç zorlama yoktu. İnsan<br />
kendini ister istemez Beyoğlu’nun o atmosferine uyduruyordu.<br />
Şu anda Pera Müzesi’nin olduğu yerde Şehir Tiyatrosu<br />
vardı eskiden. Tabii şu anda siz onu bilemezsiniz çünkü<br />
yandı gitti ne yazık ki. Tamamı ahşaptı. Zaten biri<br />
Fransa’daydı bir Türkiye’de… İşte o zamanlar Beyoğlu çok<br />
müstesna bir yerdi. İstanbul dışından gelenler<br />
Tepebaşı’ndaki otellerde kalırdı. Gece hayatı ayrı, gündüz<br />
hayatı ayrıydı bu şehirde. Değişirdi yani... gündüz iş piyasası,<br />
gece eğlence sektörü yaşanırdı Beyoğlu’nda.<br />
Ustama geldi söyledi ve ustam büfeci abiye karşı çıkmak<br />
yerine destek çıktı... Tam anımsayamıyorum ancak haksız<br />
yere yemiştim o dayağı sanırım. Buna rağmen ustam, ‘’O<br />
senin büyüğündür, bir bildiği vardır.’’ diyordu bana. Çünkü<br />
ilgi alaka vardı. Sahipleniyordu seni çevrendeki büyüklerin.<br />
Sen hata yapmayasın diye dikkat kesiliyorlardı.<br />
Düşünsenize her bir dükkan sahibi seni ustan kadar<br />
sahipleniyor... Artık öyle bir şey yok maalesef buralarda.<br />
Şimdilerde böyle bir şey mümkün mü! En ufak eleştiriyi<br />
bile kabul etmiyor yeni çocuklar... Bakın bizim dükkanın<br />
kökü 1930’dan 1970’e, o zamanlardan da bugüne kadar<br />
uzanıyor. Bundan sonra da ayakta kalmak daha zor, çünkü<br />
arkadan yetişen yok. Eskiden küçük çocuklar iş öğrensin,<br />
hayatı tanısın diye esnafların yanlarına çırak olarak<br />
verilirlerdi. Günümüzde artık tamamen tüketim toplumuna<br />
dönüşmüşüz. Çırak olmak için gelen bir çocuk bile<br />
daha merhaba demeden kaç lira maaş alacağını soruyor.<br />
Tabii onlarda da kabahat yok. Alım gücü düştü insanların...<br />
Peki ya iş prensibi nasıldı?<br />
Yazılı olmayan kurallara kaidelere bağlıydı eskinin<br />
esnafları. Mesela yanındaki bir dükkanla aynı işi yapıyorsan<br />
ilk siftahı yapan, yeni bir müşteri geldiğinde yanındaki<br />
dükkana yönlendirdi. Ne yazık ki bugün tam tersi... İnsanlar<br />
müşteri kapmak için birbirlerini yer olmuşlar, çok yazık. Bir<br />
de para mesele tabii, fahiş fiyatlar var bazı yerlerde. Bilhassa<br />
yabancılara karşı çok yapılıyor, olmaması lazım bu tür<br />
can sıkıcı şeyler. Bu işin normalinde sizlere verilen hizmetle<br />
turiste verilen hizmet arasında fiyat ve kalite farkı<br />
olmamalıdır. İnsanımızın kültürü, bakış açısı, görünüşü, her<br />
şeyi değişti artık.<br />
Esnaf ilişkileri nasıldı peki?<br />
Eskiden komşular, esnaflar birbirlerine çok yakındı, aile<br />
gibiydi diyebilirim. Hiç unutmam, bir gün bir büfeci abi bir<br />
hatamı görmüş... Beni bir temiz dövdü. (Gülüşmeler)<br />
ÇAY SOHBETLERİ<br />
29<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Mandabatmaz Kahvecisi / Cemil Filik<br />
Merhaba Cemil Bey, ‘’Mandabatmaz’’ nasıl kuruldu, kısaca anlatabilir<br />
misiniz bize?<br />
Biz memleketten, Erzincan’dan geldik. Tabii başka bir şehre<br />
yerleşmenin zorluklarıyla karşılaştık. Ama Allah’a şükürler olsun ki<br />
tutunabildik burada. Ardından Mandabatmaz’ı açtık. Vallahi neyi<br />
düşünüp bu ismi koyduk şimdi anımsayamıyorum. Ama iyi ki de bu<br />
ismi koymuşuz. İnsanlar benimsedi. Tanınır olduk artık. İlk geldiğimiz<br />
zamanlarda çalışma prensibimizi ve özellikle de ticaretin inceliklerini<br />
gayrimüslim büyüklerimizden öğrendik haliyle. Eskiden, sabahları<br />
Beyoğlu’nda saat yedi dedin mi mağazalar açılırdı. Dükkanların önleri<br />
temizlenirdi. Akşam saat yedide ise kapanırdı her yer. Yani adamın<br />
paraya ihtiyacı olmasa bile iş prensibine çok önem verirdi. Şimdi senin<br />
cebinde paran olsa sabah yedide mağazaya mı geleceksin Allah<br />
aşkına? Kendine çalışır olmuş herkes. Hemen şu yakında ipekçiler<br />
vardır. Giderdim oraya, patronları oradaydı hep. Tanıdığımız, yıllardan<br />
beri çay verdiğimiz insanlar. Sağ olsunlar ilgi alakalarını hiç eksik<br />
etmezlerdi. Bakın ben 63 yasındayım, 50 seneden beri 15 saat<br />
ayakta duruyorum. Çalışmadan kimse bir yere gelemez kardeşim.<br />
Eskiden anneler babalar atölyeye çocuğu verirdi, eti senin kemiği benim derdi eski usul. Çocuğu yetiştir derdi<br />
ustaya. Berbere, sanatkârın yanına verdiği zaman gerekirse bedava çalıştır derlerdi. Eğit, öğret derdi baba. Şimdi<br />
bir iş veren çocuğa bir şey söylese aile olay çıkarıyor. Yok efendim kulağını çekmiş. E çekme de gitsin sokakta<br />
tinerci olsun o zaman...<br />
Eski dönemlere kıyasla gezgin ve esnaflar hakkında görüşünüz nedir peki?<br />
Eskilerin kıyafetleri, giyimleri Beyoğlu’nu güzelleştirirdi. Beyoğlu’nu şimdi görüyorsun, adam bir tane bira almış<br />
eline, bir tane de çekirdek almış yemiş yemiş atmış sokağa. Bunlara rastladıktan sonra diyorlar ki ‘’Beyoğlu<br />
güzelleşmiyor’’. Güzelleşmez tabii. O eski adamları bulursan güzelleşir ama. Bak mesela Tarlabaşı’na... Akşam<br />
yediden sonra tek başına gidemez oldu insan. Eskiden öyle değildi tabii. Bak mesela burada bir Ermeni madam<br />
vardı, çocuk giyimi satardı. Bizimkiler turist geldiğinde nimet gözüyle bakardı. Bir etiket vardır bilir misin? Önü 10<br />
liraysa arkasında 20 lira yazardı bu etiketin. Dedim madam sen niye böyle yapmıyorsun? ‘’Asla!’’ dedi. Mal 10 liraysa<br />
10 liradır. Sana ne 11 der ne de 9 der. Bizimkiler hemen 10 liralık etiketi yabancılar geldiğinde 20 lira diye değiştirirdi.<br />
Sağ olsun o madam bizimkileri de alıştırdı öyle sahtekarlık yapmamaya.<br />
Günümüzde gözle görülür bir yozlaşmadan bahseder olduk. Sizce bu durumun düzelme ihtimali var mı?<br />
Geleceği nasıl görüyorsunuz?<br />
Aslına bakarsan aklımı kurcalayan bir konu var. Kültür seviyemiz de gelişmiş, okuma oranı da yukarlarda gençlerin.<br />
Okuyor ama suyu içiyor ve şişeyi sağa sola atıyor. Bazen görüyorum, adam sigarayı içiyor, küllüğe koyacağına yere atıyor.<br />
Belki bu söylediklerim sorunun kesin çözümü gibi gelmiyordur. Ancak unutulmamalı ki bir yerden başlamak lazım.<br />
Bugünlerde kimle münakaşa etsen çıkarıyor sana bıçağı. Senin üzerinde bıçağın ne işi var? Kalem tut bıçak tutacağına.<br />
Bir anlık öfken hayatını karartır. Vurdun adamı, içeri girdin işte. Hayatın karardı... Değer mi? Gençler geleceklerine<br />
temkinli bakmıyor. Benim görüşüm bu.<br />
30<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Kasımpaşa / Sıdıka Cavkaytar<br />
Sıdıka Hanım merhabalar, öncelikle bize kendinizi<br />
tanıtabilir misiniz ?<br />
İsmim Sıdıka Cavkaytar. 1950 doğumluyum. Doğma<br />
büyüme Kasımpaşalıyım. İki kızım, bir oğlum ve 2 tane<br />
de torunum var. Doğrusunu söylemek gerekirse<br />
bugüne kadar herhangi bir işte çalışmadım, ev<br />
hanımıyım. Ancak sosyal faaliyetlerle ilgilenmeyi hiçbir<br />
zaman ihmal etmedim. Kaptanpaşa İlkokulu’nun<br />
kurucu dernek üyelerindenim. Senelerce Kaptanpaşa<br />
İlkokulu’nda çeşitli faaliyetlerde<br />
bulunduk. Şimdilerde ise genellikle Kasımpaşa’da<br />
sosyal faaliyetlerde bulunuyorum.<br />
Kasımpaşa ile özdeşleşen bir yaşam desek yanlış<br />
olmaz sanırım. Eski Kasımpaşa ile şimdi arasında<br />
sizce de bir fark var mı? Dostluk, komşuluk ilişkileri<br />
nasıldı?<br />
Eskiden buralarda dostluk, komşuluk ilişkileri şimdiyle<br />
katiyen karşılaştırılmayacak derecede samimiydi.<br />
Bence bunun en temel sebebi herkesin birbirini<br />
tanıması, birbirine yakın olmasıydı. Mesela benim<br />
mahallemde 5-10 katlı binalar yoktu. Onların yerine<br />
birkaç tane bahçe içinde konak vardı. Ya da şimdiki<br />
gibi marketler yoktu. Mahalle bakkalları, kasapları,<br />
fırınları vardı. Her gün selamlaşır, iyi dileklerimizi<br />
paylaşır, yolumuza giderdik. Mahallemizin esnafları<br />
ailelerimizin birer parçası gibiydiler desem yanlış<br />
olmaz. Öyle ki, semtte en ufak bir münakaşada herkes<br />
araya girer, tarafları barıştırırdı. Sevgiye, saygıya, güzel<br />
söze değer verirdi insanlar.<br />
Anladığım kadarıyla geçmişin o samimi dokusuna<br />
özlem duyuyorsunuz. Sizce ne oldu da Kasımpaşa<br />
değişmeye başladı? O eski dokusunu aratmaya<br />
başladı?<br />
Aşağı yukarı 15 sene falan oldu. Az önce de belirttiğim<br />
gibi eski konaklar ve ahşap evler müteahhitlere verildi.<br />
Binalar yükseldikçe aileler çoğaldı. Farklı semtlerden,<br />
şehirlerden gelenler oldu. Eski aileler, eski dostlar,<br />
komşular gidince epey çehresi değişti semtin. Yeni<br />
semt sakinleriyle de dostane ilişkiler kuruldu fakat o<br />
eski samimiyeti yakalamak için yeni bir hayata ihtiyaç<br />
var... Meğerse evladım, gelen gideni hakikaten<br />
aratıyormuş... Eskiye gidiyorum bazen, aklıma direk o<br />
güzelim bayram günleri geliyor. Eskiden bayramlarımız<br />
çok güzel ve coşkulu geçerdi. Burası eskiden<br />
Tabakhane Meydanı (Şuan Kızılay Meydanı) diye<br />
geçerdi. Cuma pazarı kurulurdu sürekli. Bayramlıklarımızı<br />
hep buradan alırdık. Bir gece öncesinde yeni<br />
aldığım kıyafetleri, ayakkabıları muhakkak başucuma<br />
koyardım. Çünkü eskiden şimdiki gibi bolluk yoktu.<br />
Kıymet bilirdik... Şimdilerde, eski Kasımpaşalı bir bey<br />
Kasımpaşa Platformu’nu kurdu.<br />
Orada eski resimleri yayınlıyor. Gördükçe aklıma çocukluğum,<br />
gençliğim geliyor. Şimdi ne yazık ki o tat, o<br />
lezzet, o samimiyet yok. İnsanlar birbirinden korkar<br />
olmuş. Kapıyı çalıyorsun, açan yok. Eskiden böyle miydi<br />
!? Kapımız komşularımıza her daim açıktı. Sofralarımıza<br />
ortak olurduk komşularımızla, yemeğimizi paylaşırdık.<br />
Ne yaparsın... Çok özlüyorum o günleri fakat yapacak da<br />
bir şey yok, mecburen kabul ediyorsunuz...<br />
Şimdilerde eskisi kadar yaygın olmayan, eskinin<br />
ayrı bir adetinden daha bahsetmekte fayda var diye<br />
düşünüyorum; usta-çırak ilişkileri. Sizce çocukları<br />
bir meslek erbabının yanına göndermek ne derece<br />
önemlidir?<br />
Eskiden meslek bilmek önemliydi. Altın bilezikti,<br />
gelecek garantisiydi yani. Çocuklar yaz tatillerinde ya<br />
berber yanına ya da marangoz yanına gönderilirdi.<br />
Maksat, çocuk iş öğrensin, çalışma becerisi edinsin ve<br />
para kazanmayı öğrensin. Artık ne yazık ki eskisi gibi ne<br />
berber kaldı ne de marangoz. Eski ustaların çoğu göçüp<br />
gitti. Geçim derdine farklı iş alanlarına yöneldiler tabii.<br />
Usta yetişmiyor ki çırak<br />
olsun. Aslına bakarsanız ben de çocuğumu çırak olarak<br />
vermedim bir yere. Okumayı, okutmayı ön plana<br />
çıkardık. Ama o da bir yere kadar. Bizim semtte Marangoz<br />
Sait Usta vardı. Oymacılık yapardı. Eşin dostun<br />
çocukları yaz tatilinde oymacılık öğrendi onun yanında.<br />
Okuyan yine okudu, mesleği seven ise o yoldan devam<br />
etti. Şimdilerde aileler çocuklarını anaokuluna gönderiyorlar.<br />
Tabii devir değişti...<br />
Dediğiniz gibi devir değişti herhalde... Peki ya<br />
değişen dünyaya, geçen zamana rağmen bu değerlerimizi<br />
kaybetmememiz için genç arkadaşlara<br />
önerileriniz var mı?<br />
Kendilerine zaman ayıracaklar öncelikle. Teknolojik<br />
aletlerden biraz uzaklaşmaları lazım. Tamam illaki<br />
kullanacaklar, o da bir ihtiyaç. Ancak bir çeki düzen<br />
vermek şart. Eski muhabbetler kalmadı çünkü. Ev halkı<br />
akşamları televizyon başına geçer, birbiriyle konuşup<br />
dertleşmez oldu. Bunu aşmak gerekiyor öncelikle.<br />
Herkesin üstüne düşen bir sorumluluk bence bu. Öte<br />
yandan kitap okusunlar. Gündelik zevklerden, eğlencelerden<br />
ziyade geleceğe dair planlar yapmalı gençlerimiz.<br />
Tabii ben dahil birçok tecrübeli büyükleri, gençlere<br />
tecrübelerimizi aktarmaya nasihat etmeye çalışıyoruz.<br />
Umarım dinlerler bizleri. Sonuçta biz onların iyiliğini,<br />
mutluluğunu istiyoruz...<br />
31<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Fotoğraflarla İstanbul<br />
32<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />
Ara Güler
16 Ağustos 1928'de İstanbul'da doğdu.<br />
Lisedeyken film stüdyolarında sinemacılığın her<br />
dalında çalışırken Muhsin Ertuğrul'un Tiyatro Kurslarına<br />
devam etti; çünkü yönetmen veya oyun yazarı<br />
olmak istiyordu. 1950'de Yeni İstanbul Gazetesi'nde<br />
gazeteciliğe başlarken aynı zamanda İstanbul Üniversitesi<br />
İktisat Fakültesi'ne devam etti. 1958'de Time-Life,<br />
Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu<br />
foto-muhabirliği görevlerini üstlendi. 1954'de Hayat<br />
Dergisi'nde fotoğraf bölüm şefi olarak çalışmaya<br />
başladı.<br />
1953'de Henri Cartier Bresson ile tanışarak Paris<br />
Magnum Ajansı'na katıldı ve İngiltere'de yayımlanan<br />
"Photography Annual Antalojisi" onu dünyanın en iyi 7<br />
fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl ASMP'ye<br />
(Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneği) tek Türk üye<br />
olarak kabul edildi.<br />
1962'de Almanya'da çok az fotoğrafçıya verilen<br />
"Master of Leica" ünvanını kazandı. İsviçre'de çıkan<br />
Camera dergisinde kendisine özel bir sayı ayırdı.<br />
1964'de Mariana Noris'in ABD'de basılan "Young<br />
Turkey" adlı yapıtında fotoğrafları kullanıldı.1967'de<br />
Japonya'da çıkan "Photography of the World" antolojisinde<br />
Richard Avedon ile birlikte bir dizi fotoğrafı<br />
yayınlandı. 1967'de Kanada'da açılan "İnsanların<br />
Dünyasına Bakışlar" sergisinde, 1968'de New York<br />
Modern Sanatlar Galerisi'nde düzenlenen "Renkli<br />
Fotoğrafğın On Ustası" adlı sergide; aynı yıl Almanya'da,<br />
Köln'de Fotokina Fuarı'nda yapıtları sergilendi.<br />
1970'de "Türkei" adında fotoğraf albümü Almanya'da<br />
yayımlandı. Sanat ve sanat tarihi konularındaki<br />
fotoğrafları ABD'de Time-Life, Horizon ve Nesweek<br />
kitap bölümlerince ve İsviçre'de Skira Yayınevi tarafından<br />
kullanıldı. 1971'de Lord Kinross'un "Hagia-Sophia"<br />
(Ayasofya) kitabının fotoğraflarını çekti. Yine Skira<br />
yayınevince Picasso'nun 90. yaş günü için yayımlanan<br />
"Picasso Metamorphose et unite" adlı kitap için<br />
Picasso'nun foto-röportajını yaptı. 1972'de Paris Ulusal<br />
Kitaplıkta sergisi açıldı.<br />
1975'de ABD'ne davet edildi ve birçok ünlü Amerikalının<br />
fotoğraflarını çektikten sonra "Yaratıcı Amerikalılar" adlı<br />
sergisini dünyanın birçok kentinde sergiledi.<br />
Yine aynı yıl Yavuz zırhlısının sökülmesini konu alan<br />
"Kahramanın Sonu" adlı bir belgesel film çekti.1979'da<br />
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "Foto Muhabirliği"<br />
dalındaki birincilik ödülünü aldı. 1980'de fotoğraflarının<br />
bir kısmı Karacan Yayıncılığın bastığı "Fotoğraflar" adlı<br />
kitabında basıldı.1986'da Hürriyet Vakfı'nca basılan<br />
Prof. Abdullah Kuran'ın yazdığı "Mimar Sinan" kitabını<br />
fotoğrafladı. Aynı kitap 1987'de "Institute of Turkish<br />
Studies" tarafından Ingilizce olarak yayınlandı.1989'da<br />
"Ara Güler'in Sinemacıları" kitabı basıldı. 1991'de<br />
Dışişleri Bakanlığı için Halikarnas Balıkçısı'nın (Cevat<br />
Şakir Kabaağaçlı) "The Sixth Continent" adlı kitabını<br />
fotoğrafladı. Bu arada bütün dünyayı gezerek foto<br />
röportajlar yaptı ve bunları Magnum Ajansı ile dünyaya<br />
duyurdu.<br />
Ismet Inönü, Winston Churchill, Indira Gandi, John<br />
Berger, Bertrand Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock,<br />
Ansel Adams, Imogen Cunningham, Salvador Dali,<br />
Picasso gibi birçok ünlü kişi ile röportajlar yaptı ve<br />
fotoğraflarını çekti. En ünlüsü fotografcılara poz<br />
vermeyen Picasso röportajı. Yıllarca üstünde çalıştığı<br />
Mimar Sinan yapıtlarının fotoğrafları 1992'de Fransa'da,<br />
ABD ve İngiltere'de "Sinan, Architect of Soliman the<br />
Magnificent" adlı kitabı yayımlandı. Aynı yıl "Living in<br />
Turkey" adlı kitabı Ingiltere, ABD ve Singapur'da<br />
"Turkish Style" başlığıyla, Fransa'da "Demeures<br />
Ottomanes de Turquie" adıyla yayımlandı. 1994'de "Eski<br />
İstanbul Anıları", 1995'de "Bir Devir Böyle Geçti",<br />
"Yitirilmiş Renkler ve Yüzlerinde Yeryüzü" fotoğraf<br />
kitapları yayımlandı.<br />
Ara Güler'in fotoğrafları Paris Ulusal Kitaplıkta, ABD'de<br />
Rochester Georg Eastman Müzesi'nde Nebraska Üniversitesi<br />
Sheldon Koleksiyonu'nda bulunuyor.<br />
Köln Mueseum Ludwing'de Das Imaginare Photo<br />
Museum'da fotoğrafları sergileniyor.<br />
* Bu bölümde bulunan yazı ve fotoğraflar www.araguler.com adresinden alınmıştır.<br />
33<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
İstanbul #2 Ara Güler<br />
34 <strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong> İstanbul #1 Ara Güler
İstanbul #3 Ara Güler<br />
İstanbul #4 Ara Güler<br />
35<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />
36
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />
37
TESBiH<br />
SANAT OLUNCA
Merhabalar sizin gibi kıymetli bir ustamızı okuyucularımız adına tanımak isteriz...<br />
Benim adım Zekai Şenyurt. Kuyumcu ve tesbih ustasıyım. 1966 yılında kuyumculuğa, 1980 yılında ise tesbih işine<br />
başladım. Herhangi bir ustanın yanında çırak olarak başlamadım bu işe. Deneyip yanılarak öğrendim. Zamanla çok<br />
geliştirdim. Eskiden tesbih üzerine oymacılık ve süsleme sanatı diye bir şey yoktu. Ben de kuyumculuğun verdiği<br />
avantaj ve kabiliyetle tesbih üzerine bir tarz geliştirdim.Günümüze gelindiğinde artık yaptığımız işler uç noktalara<br />
ulaştı. Tabii modellerimizi geliştirebilmek için doğadan, tarihten, çevremizdeki güzelliklerden esinlendik. Aklımıza<br />
gelen her şeyi uygulamaya kalktık. Bazen dönüp bakıyorum; ilk zamanlar yaptığım tesbihlerle şimdikiler arasında çok<br />
büyük fark var. Yani tesbih; ben bu işe başlarken herkesin çektiği, pek sanatsal değeri olmayan standart işçiliklerdi.<br />
Bizden sonra ise; hat sanatı gibi, resim sanatı gibi, sedef sanatı gibi yeni bir sanat kolu haline geldi diyebilirim.<br />
Yaptığımız işler artık koleksiyona yönelik olmaya başladı artık.<br />
Tesbih haricinde çalıştığınız eserleri görüyorum.<br />
Onlardan da bahsedebilir misiniz?<br />
Açıkçası onlar biraz hobi benim için. Tabii onların da ticaretini<br />
yapıyoruz. Örneğin satranç tahtasını ve figürlerini Osmanlı<br />
padişahlarından ve Yeniçerilerden esinlenerek dizayn ettik.<br />
Öte yandan hattatlarda kullanılan maktalar, kalemtıraşlar,<br />
divit takımları gibi birçok araç ve gereci fildişi ve sedef gibi<br />
değerli malzemelerin üzerine ince işlemeler yaparak üretmeye<br />
çalıştık.<br />
Özellikle sipariş usulü ile mi çalışıyorsunuz?<br />
Genellikle öyle oluyor. Koleksiyoner geliyor, kafasındakini<br />
motifi, malzemeyi söylüyor ona göre tesbihi düzenleyip işe<br />
koyuluyoruz. Mesela spor kulüplerinden teklif geliyor.<br />
Kulüplerin armalarını işliyoruz. Ya da iş adamları kendi<br />
şirketlerinin amblemlerini yaptırmak istiyorlar. Hatta bir<br />
müşterimiz kendi evindeki bir hat yazısını getiriyor bana onu<br />
uyguluyoruz tesbihe. Bu arada müşteri derken; bizim<br />
müessesede müşteri-satıcı ilişkisi diye bir durum söz konusu<br />
değil. Tamamen bir dostluk, arkadaşlık ilişkisi. Bulunduğumuz<br />
ofis çok zaman alışveriş değil, sohbet yeri . Gelen<br />
dostlarımız da genellikle Türkiye’deki tanınmış insanlar.<br />
Kişisel bir soru sormak istiyorum. Mesleğiniz<br />
ile alakalı olarak hayalinizdeki yere<br />
geldiğinize inanıyor musunuz?<br />
Şimdi yaptığımız işleri göz önüne aldığımda tam<br />
olarak hayalimdeki yerdeyim. Ancak imkan ve<br />
kolaylıklar derseniz, ne yazık ki o gelişmişlikte<br />
değiliz. Çok net olarak söylemek gerekirse ben bu<br />
işi Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde ya da Amerika<br />
Birleşik Devletleri gibi Kanada gibi ülkelerde<br />
yapıyor olsaydım, bugün herhalde dolar milyoneri<br />
olabilirdim. Ne yazık ki Türkiye’de bu işe devletin ve<br />
insanların bakış açısı çok farklı. Yeterli değeri<br />
gördüğümüzü söylemem kendimizi kandırmak<br />
olur. Şöyle ifade edeyim; el emeği göz nuru bu işleri<br />
yaparken sağlımızdan veriyoruz. Bakın bütün<br />
tesbihçilere, ciğerleri berbat durumdadır. Çünkü<br />
akşama kadar toz yutuyoruz. Böyle bir özverinin<br />
karşılığını tam anlamıyla alamıyor olmak, haliyle<br />
üzüntü verici.<br />
39<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Şu zamana kadar yaptığınız tesbihler arasında<br />
sizin için en özel olanı hangisidir?<br />
Yaptığım tüm işler benim içim özeldir. Ancak illaki birini<br />
seçmem gerekecek olursa; Cumhurbaşkanımıza hediye<br />
ettiğim Osmanlı padişahlarının figür ve tuğralarının<br />
bulunduğu tesbih diyebilirim. Tesbihin ölçüleri 28<br />
milimetreye 33 milimetre. Aşağı yukarı 1.5 metre<br />
uzunluğunda, büyük bir tesbih. Yaptığım en özel iş. Onun<br />
dışında zaman zaman çok özel, ince işçilik isteyen, yapımı<br />
uzun süren tesbih modelleri de çıkmıyor değil.<br />
Peki sizden sonra bu bayrağı devredeceğiniz<br />
birileri var mı?<br />
Var tabii. Oğlumla beraber çalışıyoruz şuan. Bayağı iyi bir<br />
mesafe kat etti kendisi. İnanıyorum ki; böyle çalışmaya ve<br />
üretmeye devam ederse çok daha iyi yerlere gelecek.<br />
Onun dışında yetiştirdiğim başka arkadaşlar da var. Kendi<br />
atölyelerinde devam ediyorlar. Kabiliyet konusunda<br />
sorunu olmayan bu arkadaşlarımızdan yeni modeller<br />
yaratma konusunda da beklentilerimiz var.<br />
Bir başka konuya değinmek istiyorum. Tesbih<br />
sanatçıları olarak bir dernek çatısı altında<br />
buluşmayı denediniz mi? İhtiyaçlarınızı daha<br />
rahat duyurabilmeniz açısından etkili bir adım<br />
olmaz mı?<br />
Şöyle anlatayım; Türkiye geneline dağılmış olduğumuz için İstanbul’da taş çatlasa 5-6 tane, Ankara’da<br />
ise 4-5 deneyimli usta var. Böyle bir dağınıklığın ortasında dernek oluşumuna gittik fakat verim alamadık. İşin<br />
açığını söylemek gerekirse dernek işini çok araştırdım ancak tam anlamıyla fayda sağlayabileceğine ikna olamadım.<br />
Hatta geçen sene bir koleksiyonerin Adana’da açtığı bir sergide yeni bir dernek oluşumu hakkında görüşüldü ve<br />
başkanlığı bana teklif edildi. Ancak bu girişimin efektif olacağına ikna olmadığım için kabul etmedim.<br />
40<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Vatandaşlarımızın bu sanata olan ilgisini tekrardan yeşertebilmek için neler yapmak gerekiyor?<br />
Herhangi bir çağrınız var mıdır?<br />
Vatandaşlarımızdan beklentimiz açılışına yardımcı olduğumuz sergilere ve müzelerimize gelmeleridir. An itibariyle<br />
Süleymaniye Camii’nden Eminönü’ne inerken karşımıza çıkan Seul Paşa Medresesi’nde Koleksiyoner Mehmet<br />
Çebi’nin açılışını yaptığı hat ve tesbih müzesi açıldı. 10’ar metrekarelik 12 tane odası var. Duvarlarda hat, vitrinlerde<br />
ise tesbihler var. Çok güzel bir müze olduğunu söyleyebilirim. Gezilip görülmesini şiddetle tavsiye ediyorum.Biz, bu<br />
gibi ücretsiz sergilerden hiçbir şey beklemiyoruz. Sadece eserlerimizi tanıtmak istiyoruz. Teşhir amaçlı açıyoruz, satış<br />
amaçlı değil. Özetle, bizim vatandaşlardan beklediğimiz bu. Başka bir beklentimiz yok. Ama haliyle devletten<br />
beklentimiz çok... Özellikle bizim meslekte malzeme sıkıntısı çok fazla. Tamamıyla kendi imkanlarımızla malzemeyi<br />
buluyoruz. Fildişi gibi malzemeleri yurtdışından getirmek yasak olduğu için Türkiye’de bulabildiklerimizle idare<br />
etmeye çalışıyoruz. Bu konuda yardımcı olabilirler. Ya da teşvik amaçlı krediler verilerek sahip çıkılabilir sanatçılara.<br />
Yanlış anlaşılmasın, ben bir şey beklemiyorum devletten ama diğer sanatçıların durumları ortada.<br />
41<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
2 çocuklu Pelin<br />
Anne blogger Pelin Balkır aile ve çocuk üzerine yazıları ile sizler için Galata Mecmua’da.<br />
Hangimizin hayali değildi ki evlenip bir çocuk sahibi<br />
olmak? Belki cinsiyetimizin farkına vardığımızdan<br />
itibaren çevresel faktörlerin de etkisi altında kalarak<br />
baskısı kurulan, belki de daha doğum adında bedenimize<br />
kodlanan duygu yoğunluğu… Benim de hayallerim<br />
böyle başladı… Şimdiki zamana göre oldukça küçük<br />
bir yaşta evlenmeye karar verdim, eşim hayal ettiğim<br />
gibi bir insandı. Doğru insansa evlenecektim ya, başka<br />
ne yapacaktım? İşte bunlar da hep kodlama. Evlendim.<br />
Sonra dedim ki hayır, 1-2 sene gezeceğim, çocuk falan<br />
istemiyorum. Evliliğimin üzerinden tam 2 ay geçmişti ki<br />
hamileydim. Plansız bir gebelik değildi, sadece evde<br />
sıkılıyordum ve öyle olması gerektiğini düşündüm.<br />
Evet, çocuk doğurmaya karar vermek benim için bu<br />
kadar kolay olmuştu. Şimdi fark ediyorum, büyük<br />
cesaret! Çok kolay bir gebelik geçirdim. Hamileydim,<br />
düzenli kontoller altında gebeliğim normal seyrinde<br />
ilerliyor, ben de doktorumun tavsiyelerini dinleyerek bu<br />
zamanların tadını çıkarıyordum. Biliyordum, hamilelik<br />
bir hastalık değildi, doğal akışına bırakılması gereken<br />
bir süreçti. Derken zaman ilerliyordu, hiç beklemediğimiz<br />
kadar erken bir zamanda bebeğimizin<br />
cinsiyetini öğrenmiştik, bir kızımız olacaktı. Ne yalan<br />
söyleyeyim, ilk çocuğumu hep erkek hayal etmiştim,<br />
şöyle yaramaz tatlı bir erkek çocuğu... Hamileliğim<br />
süresince odaklandığım tek bir nokta vardı. Normal<br />
doğum yapacaktım. Çünkü normal doğumun hem<br />
anneye hem de bebeğe önemli faydaları var.<br />
Derken Derin doğdu. Tam da tahmin ettiğim şekilde.<br />
Sorunsuz… Onu ilk gördüğüm anda ben birçok anne<br />
gibi ağlamadım, şaşkındım, onun benim olduğuna<br />
inanamıyordum, o nasıl bir mucizeydi, nasıl bir kokuydu,<br />
nasıl bir aşktı… Aslında hikayeler işte tam da o<br />
anda başlıyordu. Aylarca sürecek uykusuz günler,<br />
bitmeyecek gaz sancıları, depresif haller ve sadece<br />
yorgunluk… Sevmediğin kim için bu kadar zorluğu<br />
arkana alabilirsin ki? Zaman zaman şikayet etmedim mi<br />
tabii ki ettim, ama gözlerine baktığımda hepsi geçti,<br />
sağlıklı olsun yeterdi bir anne başka ne isteyebilir ki?<br />
Derken Derin büyüdü. 5-6 yaşlarına geldiğinde “Ben<br />
kardeşim olsun istiyorum!” demeye başlamıştı. Bence<br />
bu da kodlama;) Çocuk doğar, büyür ve bir kardeşi olur.<br />
Fakat ben Derin’i çok zorluklar çekerek büyüttüğüm<br />
için 2. çocuk fikrine sıcak bakamıyordum. Eşim kararı<br />
bana bırakmıştı, nasılsa bakacak olan bendim. Ama ya<br />
bu da uyumazsa, ya bu da yemezse fikri beni biraz<br />
karamsarlığa sokuyordu. Nitekim Derin 6 yaşındayken<br />
kararımı vermiştim. Onun bir kardeşi olmalıydı. O da<br />
planlı bir gebelikti.<br />
Derin’e nazaran biraz daha zor bir hamilelik geçirdim.<br />
Kızım bir kız kardeşi olmasını çok istiyordu. Fakat<br />
kardeşinin erkek olacağını öğrendiğinde de çok<br />
sevindi, hepimiz çok sevindik, tabii ki kız erkek fark<br />
etmeyecekti, ama sanırım değişikliği her anne bana<br />
istiyor… Derken oğlum Yamaç yine normal bir<br />
doğumla dünyaya geldi. Hamileliğim boyunca sürekli<br />
kafamı kurcalayan sorular vardı. Bebek doğunca<br />
sanki Derin’e haksızlık yapacakmışım gibi geliyordu.<br />
Ya kıskanırsa, ya içine kapanırsa, ya ona yeterli ilgiyi<br />
gösteremezsem gibi korkularım vardı. Ben aslında<br />
Derin kadar ikinci çocuğumu sevemem diye<br />
düşünüyordum bu sefer de ikinci çocuğa haksızlık<br />
olursa ne yaparım diyordum. Bunlar hep annelik<br />
evhamı. Bir de lohusalık sendromu var ki ondan daha<br />
sonra bahsederim… Doğdu. Hepimiz ona aşık<br />
olmuştuk. Hani diyorlar ya ilkinde bir şey anlamıyorsun.<br />
Ne kadar doğru, ne bir eksik, ne bir fazla. Hala<br />
anlayamıyorum. Bir insan aynı anda nasıl iki kişiyi<br />
sevebilir? Doğum sonrası tıpkı korktuğum gibi (artık<br />
evrene nasıl bir enerji göndermişsem) aynı zorluklarla<br />
karşılaştım. O da uyumuyor, o da gaz sancısı çekiyor<br />
ve asla kucağımdan inmiyordu. Lohusalık çok<br />
başka bir şey. Geçiyor. Fakat bu dönemde bir<br />
yakınınızdan yardım almanız çok önemli. Benim zor<br />
zamanlarımda aile büyüklerimiz yanımda olsa da<br />
genel olarak iki çocuğumu da tek başıma büyüttüm.<br />
Yamaç şu an 2 yaşında, Derin de 9. Aralarındaki ilişki<br />
gerçekten çok iyi boyutta. Bana insanların en çok<br />
sordukları sorulardan biri iki kardeş arası yaş farkının<br />
kaç olması gerektiği. Bence bu cevap tamamen her<br />
aile için farklı. Benim ideal yaş aralığım 7. Çünkü ilk<br />
çocukta çok zorlandığım için ikinciye karar vermekte<br />
çok zorlandım. Bence bir anne etrafında ona yardım<br />
eden birisi varsa tıpkı büyüklerimizin eski zamanlarda<br />
yaptıkları gibi, çocuklar arası yaş farkını fazla<br />
uzatmamalılar. İkisi üçü bir anda büyümeli. Ya da tam<br />
bizimki gibi olmalı ilk çocuk tamamen kendini bilip<br />
gerçek bir abi-abla olmaya hazır olana kadar beklenmeli.<br />
Derin benim sağ kolum. Ona ağır yükler asla<br />
yüklemiyorum. Aileler ablaları genelde küçük anne<br />
olarak kullanıyorlar. Çok kızıyorum! O çocuk sizin<br />
çocuğunuza bakmak için dünyaya gelmedi. Tabii ki<br />
Derin’in de bana ufak tefek faydaları oluyor, kardeşiyle<br />
çok güzel ilgilenebiliyor gerektiğinde. Benim<br />
ailelere bu konudaki tek tavsiyem bunu asla bir görev<br />
haline getirmemeleri. Unutmayın, o bir abla ya da<br />
abi, ve yine unutmayın ki onlar da daha cocuk.<br />
42<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />
43
Güzellİğİn<br />
Bİr Felsefesİ Olmalı<br />
Ameliyatsız yüz gençleştirme son zamanlarda gittikçe<br />
yükselen bir trend. Kadınlar tarih boyunca farklı estetik ve<br />
güzellik arayışlarıyla hep daha genç ve güzel olma arayışındalar.<br />
Özellikle estetikte teknolojilerin her geçen gün<br />
gelişmesi ve yeni yöntemlerin çıkması, genç ve daha güzel<br />
olmanın cazibesini arttırmakta. Bu artışta, dijital iletişim ve<br />
medyanın gücü tartışılmaz.<br />
Önceki yıllarda, estetik uygulamaların tek tip görünen,<br />
abartılı sonuçlarını gördük. Estetiğin hızla gelişmesiyle bu<br />
uygulamalar yerini daha doğal çalışmalara bıraktı.<br />
Ameliyatsız yüz estetiği ve cilt gençleştirme çalışmalarında<br />
doğallık vurgusunu sıkça yapan doktorumuz<br />
Mehtap Bayramoğlu’na bu konudaki düşüncelerini<br />
sorduk.<br />
Estetik ve güzellikte benim için altın kural; doğallık vurgusu.<br />
Doğallığı bozmayan çalışmalar her zaman için benim<br />
tercihim. İfadesiz botokslar, abartılı yüz dolguları yerini<br />
zamanla daha sağlıklı, genç fakat ifadenin bozulmadığı<br />
çalışmalara bıraktı. Son dönemlerde estetikle uğraşan<br />
hekimlerin deneyimlerinin artması, yeni uygulama<br />
teknikleri, kullanılan ürünlerin her geçen gün daha doğal<br />
ürünler olması, yıllar içinde de estetiğe bakışın değişmesi,<br />
başarılı ve doğal sonuçları karşımıza çıkarıyor.<br />
Cilt yenileme ve cilt gençleştirme uygulamalarının her<br />
geçen gün daha iyi teknikler ve içeriklerle uygulanabiliyor<br />
olması, estetik bilincinin gelişmesi ve daha erken yaşlarda<br />
uygulamalara başlanması, daha güzel sonuçlar almamızda<br />
çok önemli etkenler. Benim hastalarımda tercihim; yüz<br />
muayenesi sonrası kişiye özel çıkarttığımız estetik takvimi.<br />
Dr. Mehtap Bayramoğlu<br />
drmehtapbayramoglu@gmail.com<br />
Bu takvim, her yıl sizi daha güzel ve formda gösterecek küçük estetik dokunuşları ve sizi düzenli takip etmemizi<br />
sağlar. Yüz ifadesini değiştirmeden yapılması gereken kişiye özel çalışmalar, bizim de en çok üzerinde durduğumuz<br />
konu. Her geçen gün artan sayıda botoks ve dolgu yaptığımızı düşünürseniz, bu konuda ön yargıların da artık<br />
yıkıldığını düşünüyorum. ‘’Doğal olacak mı?’’ sorusu artık bizim gündemimizde değil. Güzel sonuçlar ortaya çıktıkça,<br />
bu çalışmalar, bırakın yüz ifadesini olumsuz anlamda değiştirmeyi, yüze gittikçe daha güzel, genç ve dinamik bir<br />
ifade kazandırıyor. Kim daha sağlıklı, güzel ve genç görünmek istemez ki? Estetik, bilim, sanat ve felsefenin bir arada<br />
olduğu bir tıp dalı, medikal estetik de bu işin bir parçası. Bilimsel tecrübenize sanatınızı da yansıtmanız gerekir.<br />
Goethe’nin dediği gibi elleri, kafası ve yüreği ile çalışan insan sanatkardır. Bizim işimiz de ‘’Estetik Yüz Sanatı’’dır.<br />
44<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Botoks ve dolgu uygulamaları dışında, hastalarının takviminde en çok yer alan uygulamaları anlatarak<br />
devam ediyor Dr. Mehtap Bayramoğlu.<br />
Bu işin en önemli bölümü, cilt gençleştirme için yapılan uygulamalardır. Bize gelen hastalarımızın takviminde<br />
mutlaka sonbahar kış ve bahar aylarında uyguladığımız rutin tedavileri olur. Her yıl da, cildin ihtiyacına göre<br />
değişen uygulamalar yaparız. Medikal estetik uygulamalar her yıl yapılırsa genç ve güzel görünmemek mümkün<br />
değil. 40 yaş, kadınlar için milat gibidir. Yüzümüzde ciddi anlamda değişimlerin başladığı bir yaş dönemi diyebiliriz.<br />
40’lı yaşların izlerini görmek istemiyorsanız, 30’lu yaşlarınızda daha güzel yaş almak için bu konuda önleminizi alın<br />
derim. Sarkmalara ve cildin kalitesinin bozulmasına fırsat vermeyecek uygulamalar artık bir öğle arası kadar kısa bir<br />
sürede uygulanabilip ertesi gün iş ve sosyal yaşantıya kolaylıkla dönmenizi sağlıyor. Ameliyatsız güzellik ve<br />
gençleşme artık bu yüzden çok kolay. Daha sağlıklı, parlak ve ışıldayan genç bir cilt için yaptığımız uygulamalara ve<br />
teknolojinin hızına biz bile yetişmekte zorlanıyoruz.<br />
Dr. Mehtap Bayramoğlu, en sık yaptıkları uygulamaların, Botoks, Estetik Dolgu, Mezoterapi, Mezolifting,<br />
Pi Aşısı, Somon DNA, Gençlik Aşısı, Hücresel Tedaviler, Lazerle Cilt Gençleştirme ve Altın İple Yüz Germe<br />
olduğunu belirtiyor. Göz kapağı ve göz çevresi estetiğinin de, son dönemlerde adını sık duyacağınız Plazma<br />
Teknolojisi ile birlikte çok daha kolay olduğunu belirtiyor. Bayramoğlu, bu uygulamaların kişinin ihtiyacına<br />
göre seçilmekte olduğunu ve estetik takviminde sıkça yer aldığını söylüyor. Yüz Estetiğine bakışın her<br />
doktora göre değiştiğini biliyoruz, bazı hekimler daha marjinal, bazıları daha doğal çalışmaları sever.<br />
Dr.Bayramoğlu’na bu konudaki yaklaşımını soruyoruz.<br />
Estetik, resim sanatı gibi uygulanmalıdır. Her resim farklı ve özgün olmalıdır. Bana göre sadelik zarafettir. Her gelişte<br />
yapacağınız küçük estetik dokunuşlarla, zaman geçtikçe aynadaki yansımanız çok daha genç ve güzel olacaktır.<br />
Resminizi bir günde bitirmeye kalkarsanız, yapacağınız çalışma estetik ve güzellik kavramından uzaklaşacaktır.<br />
Burada en önemli nokta, dışarıdan bakıldığı zaman ne yapıldığı belli olmayan, yüz ifadesini çok değiştirmeden,<br />
kişiye özel doğal çalışmalar yapmaktır. Estetik ve güzellik uygulamalarının yüzünüzde yansımalarını daha güzel<br />
görmek için, devamlı gideceğiniz ve sizin cildinizi iyi tanıyan bir hekiminiz ve kliniğinizin olması çok önemlidir.<br />
45<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
HİPERLİPİDEMİ<br />
Yüksek Kolesteröl Tanısı ve Tedavisi<br />
Son yıllarda giderek artan hiperlipidemi (kan yağları yüksekliği) ve buna bağlı olarak<br />
ortaya çıkan kalp ve damar hastalıkları en önemli ölüm nedenleri arasında sayılmaktadır.<br />
Bu kadar ciddi sonuçlara yol açabilen ve günden güne artış gösteren hiperlidemi<br />
hakkında merak edilenleri Ümraniye Erdem Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı<br />
Doç Dr. İsmail Oral Hastaoğlu okuyucularımız için cevaplandırıyor.<br />
Hiperlipidemi Nedir?<br />
Hiperlipidemi kan yağlarının normalde olması gereken<br />
seviyelerin üzerinde olmasıdır. Kan lipidleri<br />
denildiğinde basitçe yağlar tarif edilmektedir. Lipidlerin<br />
de çeşitli alt türleri bulunmaktadır. Bunlar başlıca<br />
kolesteroller ve trigliseridler olarak sınıflanabilirler.<br />
Kolesteroller kanda apolipoprotein adı verilen küçük<br />
protein parçacıklarına bağlanan yağ molekülleridir.<br />
Bunlar yoğunluklarına göre çok düşük yoğunluklu,<br />
düşük yoğunluklu ve yüksek yoğunluklu olarak alt<br />
gruplara ayrılmaktadır. Düşük yoğunluklu lipoproteinler<br />
(LDL kolesterol) yağları karaciğerden dolaşım yolu<br />
ile dokulara ve organlara taşırken yüksek yoğunluklu<br />
lipoproteinler (HDL kolesterol) dolaşımdaki yağları<br />
bağlayarak karaciğere taşımaktadır. Bu nedenle kanda<br />
LDL kolesterol yüksekliği kalp ve damar hastalıklarının<br />
gelişiminde rol oynamaktadır.<br />
Kimlerde Görülür?<br />
Bu hastalık sessiz ve yavaş ilerlemekte belirti verdiğinde<br />
bazen çok geç olmaktadır. Hiperlipideminin kendisi<br />
belirti vermez ancak komplikasyonları olduğunda (kalp<br />
krizi, felç gibi) altta yatan sebeplerden birisi olarak<br />
belirlenebilir. Tanı kan tahlili ile konulur. Hiperlipidemi<br />
oldukça yaygındır çocuklar da dahil olmak üzere her<br />
yaşta görülebilir. Diyetle sıklıkla ilişkili olup rafine<br />
ürünlerle beslenme, fast food tarzı yiyeceklerin<br />
(hamburger vb) sıklıkla tüketilmesi, şeker hastalığı,<br />
sigara içme alışkanlığı, hareketsiz yaşam tarzı gibi<br />
sebeplerle toplumda yaygın olarak görülmektedir.<br />
Bunun yanında, hiperlipidemi genetik olarak çeşitli<br />
tipleri tanımlanmış kalıtsal bir hastalık grubudur. Ailevi<br />
hiperlipidemiler çok erken yaşta kalp ve damar<br />
hastalıklarına sebep olmaktadır.<br />
Tedavisi Mümkün Müdür?<br />
Hiperlipidemi tanısı basit kan tahlilleri ile kolesterol ve<br />
trigliserid seviyeleri ölçülerek konulur. İlaç tedavisi ile<br />
tedavisi mümkündür. Hiperlipidemi çok nadir durumlar<br />
dışında kalıcı bir hastalıktır. Bunun anlamı tedavisi<br />
aynı hipertansiyonda olduğu gibi ömür boyu sürer.<br />
İlaçlar ile kısa sürede kan yağları normal değerlere<br />
inebilir ancak ilaç tedavisinin bırakılması tekrar<br />
kolesterollerin yükselmesine neden olur. Hiperlipidemi<br />
tedavisikanda yapılan ölçümlerin neticesinde<br />
yapılmaktadır. Hastaların durumuna göre değişen iki<br />
ana kolesterol düşürücü tedavi seviyesi mevcuttur.<br />
Yüksek yoğunluklu statin tedavisi ve orta yoğunluklu<br />
statin tedavisi. Yüksek yoğunluklu tedavi başlangıç LDL<br />
kolesterol seviyesini ≥%50 seviyesinde düşürülmesini<br />
ifade ederken orta yoğunluklu tedavi başlangıç<br />
LDL kolesterol seviyesinini %30-50’si seviyesinde<br />
kolesterol düşürülmesini hedeflemektedir. Bunun<br />
yanında HDL kolesterolü yükselttiği bilinen yöntemlerin<br />
başında sigara içiliyorsa bırakılması ve düzenli egzersiz<br />
yapmak gelmektedir. Hiperlipidemi tedavisi mutlaka<br />
gereken bir hastalık mıdır? Hiperlipidemi<br />
tedavi edilmediği takdirde uzun vadede hayatı tehdit<br />
eden komplikasyonlara yol açan bir hastalıktır.<br />
Bu durumların başında ateroskleroz yani damar<br />
sertliği gelmektedir. Ateroskleroz, damar duvarının<br />
mikrobik olmayan iltahabi bir hastalığıdır. Bu<br />
hastalıkta damar duvarında bir dizi iltahabi olay<br />
gerçekleşmekte, kolesterol, yani yağ parçacıkları<br />
birikmekte, damarın iç çapında daralma ve kan akımı<br />
azalması durumu ortaya çıkmaktadır. Daralan<br />
damar bölgesinde kan pıhtısı yerleşmesi de damarda<br />
tam tıkanmaya yol açmaktadır. Bu durum kalp<br />
damarında olursa kalp krizine, beyin damarlarında<br />
olursa felce neden olmaktadır. Kolesterollerin ilaç ile<br />
düşürülmesi ateroskleroz ve buna bağlı damar<br />
daralması, enfarktüs, felç gibi hastalıkların önlenmesini<br />
sağlayabilmektedir.<br />
47<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Hangi hastalar ilaç tedavisi hangileri diyet ile tedavi edilmelidir?<br />
Yapılan araştırmalar ve çok sayıda araştırmanın verilerinin birleştirilmesi ile elde edilen güçlü kanıtlar dört grup hastada<br />
kolesterol düşürücü (statin) ilaçların kullanılmasının faydalarının yan etkilerinden çok daha fazla olduğuna işaretetmektedir.<br />
Bu dört grup;<br />
1- Daha önceden saptanmış aterosklerotik kardiyovasküler hastalık (damar sertliği olan hastalar),<br />
2- LDL kolesterol düzeyi 190 mg/dL seviyesinin üzerinde olanlar<br />
3- 40-75 yaş araında ve şeker hastalığı olup LDL kolesterolü 70-189 mg/dL arasında olanlar<br />
4- Kanıtlanmış damar sertliği veya şeker hastalığı olayan ancak 40-75 yaş arasında ve LDL kolesterolü 70-189 mg/dL<br />
seviyelerinde 10 senelik aterosklerotik kardiyovasküler hastalık riski %7.5’in üzerinde olan bireylerdir.<br />
On sene içerisinde aterosklerotik kalp damar hastalığına yakalanma olasılığı çeşitli risk skoru belirleme sistemlerince<br />
ölçülebilmektedir. Bunlarda bir tanesi Framinghan risk skorudur. Çeşitli parametreler (yaş, kan basıncı, lipid değerleri<br />
vb) girilerek hesaplayıcılar yardımı ile hesaplanan olasılık yüksek ise statin kullanımının faydalı olduğu kanıtlanmıştır.<br />
Yukarıdaki özellikleri taşıyan hastalar mutlaka kolesterol düşürücü ilaçları kullanmalıdır. Bunun dışındaki hastalarda<br />
kolesterol düşürücü diyet egzersiz, sigaranın bırakılması gibi önlemler alınmalıdır. Buna rağmen takiplerde yukarıdaki<br />
seviyeler saptanırsa ilaç tedavisine başlanmalıdır.<br />
Etkileri Azalan Hastalıkta İlacı Bırakabilir Miyiz?<br />
Güncel olarak medyada sıkça tartışılan ve bazı hekimlerin<br />
yanlış yönlendirmeleri neticesinde kolesterol düşürücü<br />
ilaç kullanması gerekli iken ilacını bırakan çok sayıda hasta<br />
ile karşılaşmaktayız. Bu durum kısa süre içerisinde damar<br />
sertliğinde ilerlemeye, damar tıkanmalarına, enfarktüslere,<br />
felçlere ve en kötüsü de yaşam kaybına neden<br />
olmaktadır. İlaç tedavisi ile uzun yıllar sağlıklı bir şekilde<br />
yaşamını sürdürebilecekken bu duruma uğramamak için<br />
hastaların hastalıklarını en başından beri bilen ve takip<br />
eden hekimlerine danışmaları hekimlerin de kanıta dayalı<br />
tıp verileri ışığı altında tedaviyi yönetmeleri gerekmektedir.<br />
Kolesterol ve tansiyon yüksekliği gibi durumlar sürekli<br />
ilaç kullanmayı gerektiren ancak sıklıkla ilaçların bir<br />
müddet sonra bırakıldığı hastalıklardır. Bir şikayetim yok<br />
neden ömür boyu bu ilaçları kullanmalıyım ki? Yan etkileri<br />
de varmış, ya karaciğerim bozulursa veya kas erimesi<br />
olursa gibi kaygılarla kolesterol düşürücü ilaçlar bırakılmaktadır.<br />
Gerek hiperlipidemi tedavisi gerek hipertansiyon<br />
tedavisi çok uzun süreli ve önleyici tedavilerdir. Her<br />
ikisinde de amaç uzun vadede oluşabilecek komplikasyonları<br />
önlemektir. Kan yağlarınız yüksekte düşükte<br />
olsa bir şikayete yol açmayacaktır. Ancak seneler sonra<br />
damar sertliği neticesinde geçirilen bir kalp krizi yada felç<br />
halinde bunun ne kadar tehlikeli olduğu ortaya çıkacaktır.<br />
Kolesterol düşürücü ilaçların çok sayıda yan<br />
etkileri var mı?<br />
Kolesterol düşürücü ilaçların yan etkileri sanılanın aksine<br />
son derece düşüktür. Miyopati (kas ağrısı, kas güçsüzlüğü<br />
ve kanda kas enzimi yükselmesi) yani kaslar üzerine olan<br />
yan etkiler yılda 10 000 hastadan sadece dördünde<br />
görülmektedir. İleri derecede kas hasarı ve buna bağlı<br />
böbrek yetersizliği gelişme ihtimali çok daha düşüktür<br />
(milyonda birden daha az).<br />
İlacın oluşturduğu risk damar hastalığının riski ile<br />
kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Karaciğer üzerine<br />
olan yan etkileri de seyrek olup nadiren karaciğer<br />
enzim yükselmesi nedeni ile ilaç bırakmak gerekmektedir.<br />
İlacın oluşturduğu risk damar hastalığının riski ile<br />
kıyaslanamayacak kadar küçüktür. Karaciğer üzerine<br />
olan yan etkileri de seyrek olup nadiren karaciğer<br />
enzim yükselmesi nedeni ile ilaç bırakmak gerekmek<br />
tedir.<br />
Kolesterolün iyi olanı hangisidir? Onu<br />
yükseltmek mümkün müdür?<br />
Halk arasında iyi kolesterol olarak bilinen kolesterol<br />
HDL kolesteroldür. Yapılan araştımalara göre toplumumuzda<br />
oldukça düşüktür. HDL kolesterolün yüksek<br />
değerleri kalp damar hastalığı riskinde azalma<br />
sağlamaktadır. Klinikte LDL kolesterolü düşürmek<br />
amacı ile kullandığımız ilaçlar HDL kolesterolde hafif<br />
derecede (%5-10 arası) bir artışı da sağlamaktadır.<br />
Bunun dışında içiliyorsa sigaranın bırakılması düzenli<br />
egzersiz yapılması HDL kolesterolü artırabilmektedir.<br />
Sonuç olarak ; kolesterol düşürücü ilaçlar özellikle kalp<br />
damar hastalığı kanıtlanmış hastalarda, kalp damar<br />
hastalığı riski yüksek şeker hastalığı olan bireylerde,<br />
LDL kolesterolü 190 mg/dL üzerinde olanlarda, LDL<br />
kolesterolü 190 mg/dL seviyesinin altında bile olsa 10<br />
senelik kalp hastalığı riski %7.5’un üzerinde olan<br />
hastalarda son derece yararlı ilaçlardır ve kullanılması<br />
şiddetle tavsiye edilmektedir. Bu ilaçlar yan etkileri çok<br />
düşük olan ilaçlardır. Hiçbir kalp hastalığı saptanmamış<br />
kolesterol seviyesi hafif yüksek olan hastalarda (LDL<br />
190 mg/dL’nin altında) diyet, egzersiz ve yaşam tarzı<br />
değişikliği çoğu zaman yeterli olmaktadır. Uzun süren<br />
tedavi nedeni ile hastaların tedaviye uyum göstermesi<br />
başarı açısından mutlaka gereklidir.<br />
48<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
EK BİÇ YE İÇ<br />
Büyük<br />
kentin<br />
küçük bir<br />
bahçesinde<br />
aklımıza<br />
gelmeyecek<br />
birçok<br />
organik<br />
ürünü<br />
yetiştirebileceğimizi<br />
göstermek<br />
üzere ve<br />
insanların<br />
bu konuda<br />
yüreklendir<br />
mek üzere<br />
bu projeyi,<br />
bu sosyal<br />
girişimi<br />
hayata<br />
geçirmiş<br />
olduk.<br />
Galata Mecmua Lezzet Durakları’nda bu sayımızda Ek Biç Ye İç’e konuk olduk. Taksim<br />
Meydanı’na yürüme mesafesinde bulunan Ek Biç Ye İç, ekoloji dostu konsepti ile müşterilerine<br />
yeni bir deneyim sunuyor. İşletme bünyesinde hayata geçirilen atölyeler aracılığıyla<br />
müşterilerine üretici yaşam tarzına dair ipuçları sunan Ek Biç Ye İç, mevsimine göre<br />
değişkenlik gösteren, tamamen organik sebze ve meyveleri farklı kombinasyonlarda<br />
kullanarak zengin bir menü sunuyor. Tam da bu noktada işletmeye dair daha kapsamlı<br />
bilgilere ulaşabilmek adına Ek Biç Ye İç Program Yöneticisi Ayça İnce ile bir söyleşi<br />
gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz...<br />
Bize ‘’ Ek-Biç-Ye-İç ’’ fikrinin nasıl<br />
oluştuğundan ve geliştiğinden<br />
bahsedebilir misiniz?<br />
Ayça İnce Öncelikle ismimizin kafiyesi<br />
dışında, her hareketimizle ifade etmeye<br />
çalıştığımız bir de ''paylaş'' kısmı var tabii. Bu<br />
bir ekip projesi. Ben bu ekip projesinin<br />
''paylaş'' kısmıyım. Tek bir kurucu vardır da<br />
diyemeyiz. Fakat arkamızda bir girişimcimiz<br />
var. Bu mekanı bize veren kişi olur kendisi.<br />
Çocukluğu burada, bu apartmanda geçmiş.<br />
Dolayısıyla Taksim'i ve Taksim Meydanı'nı<br />
gözlemleyerek büyüyen bir kişi kendisi. Siz<br />
de takdir edersiniz ki Taksim Meydanı<br />
İstanbul'un kalbi ve aynı zamanda da<br />
memleketle birlikte birçok yeni değişime ve<br />
gelişmeye gebe bir lokasyon. Son<br />
geldiğimiz noktada iyiden iyiye betonlaşmış<br />
bir halde maalesef. Bu iş belki de biraz<br />
naziredir fikrimce. Taksim Meydanı bu denli<br />
betonlaşırken yeşille, ekip biçmeyle, bir<br />
apartmanın giriş katında bile bunu başarabileceğimizi<br />
gördüm.<br />
Büyük kentin küçük bir bahçesinde aklımıza<br />
gelmeyecek birçok organik ürünü yetiştirebileceğimizi<br />
göstermek üzere ve insanların<br />
bu konuda yüreklendirmek üzere bu projeyi,<br />
bu sosyal girişimi hayata geçirmiş olduk.<br />
Şeflerimiz sabahları buraya geldiğinde<br />
üretim sistemlerimizden yeşillikleri topluyorlar,<br />
yıkıyorlar ve siz misafirlerimize bunları<br />
doğrudan sunuyorlar. Bu anlamda altını<br />
çizdiğimiz başka bir şey de - kentsel tarım ve<br />
bahçecilik anlamında - karbon ayak izi<br />
olabildiğince düşük olan bir işletme burası.<br />
Yani herhangi tarım yapılan bir yerden gelen<br />
marulun, biberin tabağınıza geleceği ana<br />
kadar geçtiği aşamaları bir düşünürsek;<br />
toplanması, temizlenmesi, kamyonlara<br />
yüklenmesi, tedarikçiye gitmesi ve oradan<br />
pazara ulaşması, soğuk depolarda<br />
bekletilmesi, süpermarketlerde yerini alması<br />
ve nihayetinde sofranızda yerini alması gibi<br />
aşamalar önemsediğimiz bir süreci temsil<br />
ediyor aslında.<br />
49<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Belki de bu endüstriyel süreci kısaltmış oluyorsunuz<br />
bir bakıma...<br />
Evet, sorumluluğumuzun sadece siz misafirlerimize karşı<br />
değil gezegenimize de karşı olduğunu biliyoruz. Başka bir<br />
ifadeyle küresel iklim değişikliğine de duyarlı bir işletme<br />
olduğumuzun da altını çiziyoruz böylece. Bu çatı altındaki<br />
birçok eylemimizi de bu doğrultuda gerçekleştiriyoruz.<br />
Peki biraz da menü çeşitliliğinden bahsedebilir<br />
misiniz?<br />
Aslında oldukça basit bir menümüz var bizim. Sürekli<br />
çorbalarımız dışında her hafta beş yeni çorba menüye<br />
dahil oluyor. Salatalarımız var, salatadan yapılmış<br />
wrap'larımız var. Ancak menüdeki salataları şeflerimizin<br />
hazırlaması yerine misafirlerimizin kendi salatalarını<br />
hazırlamalarını sağlayan bir ''spectrum'' sunuyoruz<br />
burada. Bu spectrum dediğimiz şey, birkaç anahtar<br />
kelimeyle desteklemek gerekirse, mevsiminde olması,<br />
organik olması ve olabildiğince tedarik açısından elverişli<br />
olması çok önemlidir. Biz mevsiminde olmayan bir ürünü<br />
satmak gayretinde hiç değiliz. O günün çorbası bittiği<br />
zaman biter. Yenisini sadece satmak için aynı gün tekrar<br />
getirmek gayretinde olmayız. Ama yarın yine aynı saatte<br />
aynı şekilde karşınıza çıkabilir. Zaman içinde, ‘’Biz seçmeyelim<br />
şefim. Sen öner’’ diyen, yeniliğe açık müşterilerimizin<br />
arttığını söyleyebilirim. Hatta insanların yemeklerin içine<br />
kurutulmuş meyve kattığını, standart bir lokantanın<br />
menüsünde göremeyeceğiniz çeşniler kattığını görebiliyoruz.<br />
Yeni tatlar denemek üzere kendilerine kapı açtıklarına<br />
şahit oluyoruz zamanla.<br />
Keza damak sürekli eğitilen bir şeydir. Gel gelelim hazır bir<br />
menüden alınan bir yemeği işe geç kalma bahanesiyle<br />
çöpe atma refleksine karşı olarak işin içine merakı, deneyimi,<br />
deneyselliği dahil eden imkanlar yaratıyoruz.<br />
Özellikle kişi kendinden bilirmiş işi diye eski bir laf<br />
vardır, bu oluşuma kendi yaşam tarzınız ışında gönül<br />
vermeseydiniz burası gibi samimi bir işletmenin var<br />
olabileceğini açıkçası düşünmüyorum.<br />
Özetle biz bir yaşam tarzına dair önerilerde bulunmaya<br />
çalışıyoruz. Ama bunu yaşam tarzı olarak düşünüp düşünmemek<br />
tamamen misafirlerimizin kanaatiyle alakalı.<br />
Aslında biz buranın işletmecileri olarak aynen anlattığımız<br />
gibi yaşıyoruz. Bu alternatif yaşam tarzının da bize olan<br />
olumlu anlamdaki getirilerini de samimiyetle paylaşmayı<br />
tercih ediyoruz. Ekipçe konuşan, tartışan, deneyen, merak<br />
eden bir yapıya sahibiz. Denemeden alışkanlıklarımızı<br />
değiştiremiyoruz elbette. O yüzden biz burada<br />
denemenin yeme, içme, üretme aşamasından seslenmeye<br />
çalışıyoruz. Ekip biçerek, tohum koklayarak, konuşmalara<br />
katılarak ya da içeride meyve suyu içerken açık<br />
kütüphanemizdeki organik üretme ve tüketme konularında<br />
okumalar yaparak deneyim yelpazenizi genişletebiliyorsunuz.<br />
Biz bu tip etkileşime açık bir platform yaratarak<br />
çeşitli insani ihtimaller sunuyoruz. Turşu atölyemize<br />
katılanlar ilk turşularını yapıp çoktan tüketmişlerdir bile.<br />
(Gülüşmeler) Şöyle diyelim, insanları ''yeşil'' konusunda<br />
yüreklendirmeye çalışıyoruz.<br />
50<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Yetiştirdiğimiz yeşille insanların aralarına çit koymak yerine<br />
elleriyle uzanabilecekleri bir yakınlık sağlamak bizim için<br />
çok değerli. Az evvel ben bunu mu yedim? Tadabilir miyim?<br />
Koparabilir miyim? gibi sorulara doğrudan cevap alabilmek<br />
önemli bir şey. Aksi halde marketten alınan sebzenin orada<br />
dalından koparılıp tadılması gibi bir şey mümkün değil. Onu<br />
evinizde yıkamanız lazım çünkü. Biz burada birazdan<br />
önünüzde yiyeceğiniz besine temas etme olanağı tanıyoruz<br />
size. Tabii ki üretim sistemlerini ve bitkilerimizi koruyoruz.<br />
Onlara zarar gelmesini istemeyiz ama bu karşılıklı diyaloğu<br />
kurabilmek lazım.<br />
Peki bize biraz da üretim atölyelerinden bahsedebilir<br />
misiniz?<br />
Tabii, adımızda da belirttiğimiz gibi ekip biçmek ve yiyip<br />
içmekle alakalı her bildiğimizi paylaşmaya çalışıyoruz<br />
öncelikle. Az evvel bahsettiğim çalışma üslubu bence çok<br />
önemli. Misafirlerimizin kendi kendilerine yetebilecekleri<br />
ve üretebilecekleri tarz atölyeler düzenlemeye gayret<br />
ediyoruz. Mesela ''do it yourself !'' temelli yaklaşımları<br />
benimsiyoruz. Genelde şahsi deneyimini paylaşan bir<br />
atölye lideri ile bahçeyi yaz mevsimine hazırlamak da<br />
olabilir turşu kurmak da olabilir atölyenin konusu. Hatta<br />
evinizde çeşitli kimyasallar kullanmadan sinek kovucu<br />
yapmak da olabilir.<br />
Atölyelerimizde kısa bir ön anlatımdan sonra direkt uygulamaya geçiyoruz. Sonuçta da buradan eve<br />
dönüldüğünde zaman kaybetmeden uygulanabilecek pratiklikte şeyler öğretmeyi amaçlıyoruz. Öte yandan<br />
yan yana çalışma pratiğinde insanlar birbirilerinden görüyor, öğreniyor, ip ucu paylaşıyor, fikirler geliştiriyor.<br />
Hatta buranın dışında ufak ufak yeni iletişim ağları kuruluyor misafirlerimiz arasında. Ben ekipte bu bahsettiğimiz<br />
atölyelerin programlamasını yapıyorum. Onun dışında söyleşiler düzenliyoruz bu atölye programları<br />
dahilinde. Söyleşilerde kişilerin hayatla ilgili, ekip biçmekle ilgili deneyimlerini aktardıkları ortamlar yaratmaya<br />
çalışıyoruz. Örneğin sonradan vegan olmuş bir bireyin tüketim deneyimleri olabilir, hayatından bütün<br />
benzinli ve motorinli taşıtları çıkarmış ve sadece bisikletle seyahat eden birinin deneyimi olabilir. Fakat tekrar<br />
altını çiziyorum, ''tüm bunları ben tek başıma yaptım ve oldu'' demek yerine, ''siz de yapabilirsiniz'' diyen ve<br />
bu mesajı ısrarla yayan insanları söyleşilerimize davet ediyoruz.<br />
51<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Peki Beyoğlu esnafı ile ilişkileriniz nasıl? Müdavimleriniz var mı?<br />
İki tip müdavimimiz var. Birincisi burada çalışanlar. İkincisi burada yaşayanlar. Bizim genel olarak duyduğumuz<br />
taş fırın ve klasik Türk yemeği ağırlıklı mekanlardan ziyade daha sağlıklı beslenecekleri ve kendilerini<br />
hafif tüketiyor olarak hissedecekleri, bolca çeşit bulabilecekleri ve neyin nereden önlerine geldiğini görebilecekleri<br />
bir yerin olmasını istiyor müşterilerimiz. Hafta içi daha çok burada çalışanlar geliyor. Her pazartesi<br />
öğlen gelen iki misafirimiz var. 80'li yaşlarda iki amca... Karşıdan vapurla geliyorlar. Yemeklerini yedikten<br />
sonra tam buradaki dolmuşlara atlayıp geri dönüyorlar. Yani Beyoğlu, insanlarının kemikleşmiş alışkanlıkları<br />
olan bir odak noktası bu şehirde. Fakat en çarpıcı olan tam karşıdaki Teşvikiye dolmuşu şoförlerimiz. Onlar<br />
burayı mümkün olduğunca ziyaret etmeye çalışıyor. Birbirimizi gözetiyoruz sürekli.<br />
Açıkçası işletmenize gerek doğaya karşı olan tutumu gerekse de insanlarımızı<br />
üretmeye ve ürettirmeye yönelik teşviki sebebiyle ekibim adına teşekkür etmek<br />
istiyorum. Umarım öncülüğünü yapmış olduğunuz bu işletme anlayışı;<br />
sadece hak ettiği değeri görmekle kalmaz, aynı zamanda farklı işletmelere de örnek<br />
oluşturur.<br />
Röportaj<br />
Y. Kaan Karakayalı<br />
İlkim Üskent<br />
52<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
GRÖNLAND<br />
ATIŞTIRMALIK dÜNYA tURU<br />
Kübra Karataş ‘’Atıştırmalık Dünya Turu’’ dosyası ile Galata Mecmua’nın her sayısında dünyanın farklı bir<br />
köşesinden sizlere sesleniyor olacak. Gidilen ülkenin; yemek kültüründen toplumsal alışkanlıklarına, coğrafi<br />
niteliklerinden turistik önerilerine kadar geniş bir deneyim sunmayı amaçlayan Kübra, dünyanın özel ve güzel<br />
köşelerini ulaşılabilir kılmak için yollara düşecek. Yollara düşecek dediğimize bakmayın, düştü bile… Dünya’nın<br />
en soğuk noktalarından biri olan Grönland’ı bir de Kübra’nın kaleminden okuyun...<br />
Grönland, Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde, kuzey kutbundaki en büyük buz örtüsüyle kaplı Danimarka’ya bağlı özerk bir<br />
bölgedir. Dünyanın yüzölçümü bakımından en büyük adası olmasının yanı sıra %81’i buzullarla kaplıdır. Ada M.S. 900<br />
yılında keşfedilmiş, M.S. 986 yılında ise Kızıl Erik adında biri burada Viking sömürgesi kurmak istemiştir. İnsanları buraya<br />
çekmek için de buraya ‘’Greenland’’ yeşil ülke adını vermiştir. Gelgelelim, gittiğinizde hiç de yeşil bir ülke olmadığını<br />
anlayacaksınız.<br />
Günümüzde Grönland’ın yaklaşık nüfusu 60.000 civarındadır. Başkent Nuuk ‘da yalnızca 15.000 kişi yaşamaktadır.<br />
İç işlerinde özerk olan fakat dış işlerinde Danimarka’ya bağlı olan Grönland, Danimarka’dan 4 saat, Türkiye ‘den ise 5 saat<br />
geridedir . Grönland’da yaşamın oldukça zor olmasına karşın halkın gelişmişlik ve refah seviyesi bir hayli yüksektir. Genel<br />
olarak geçimlerini avcılıkla sağlayan Grönlandlılar, kışın dünya ile bağlantılarını neredeyse koparmaktadır. Bunun yanı<br />
sıra bölgede küresel ısınmanın etkisiyle her yıl birçok buz parçası kopup hızla ilerlemekte ve okyanus sularına karışıp<br />
okyanus akıntılarını değiştirmektedir. Bu da dünya çapında hava koşullarını etkilediği gibi bazı canlı türlerinin de yok<br />
olmasına neden olmaktadır. Adanın nüfusu Danimarkalıların yanı sıra yerli İniut halkından oluşmaktadır.<br />
Yemek kültürlerinden bahsedecek olursak bizden oldukça farklı bir kültüre sahipler. Daha çok avcılık yaptıkları için deniz<br />
ürünü ya da et tüketiyorlar. Sebzeler çok sınırlı sayıda ve çok pahalı. Oraya gidip bir markete girdiğinizde sadece bir<br />
küçük domatesin tanesinin Türk lirasında karşılığının 2-2.5 TL olduğunu görünce ‘’Ah benim güzel ülkem.’’ diyorsunuz.<br />
Öyle her sebzeyi bulmanız mümkün değil. Dondurulmuş gıdalar da tercih ettikleri ürünlerden.<br />
Deniz ürünleri de bizim buralara göre tabii oldukça ucuz. Somon, balina eti, köpek balığı eti ve daha birçok balık çeşidine<br />
rastlamak mümkün. Bunun yanı sıra tavşan, ren geyiği ve oraya özgü olan ‘’muskox’’ yani misk sığırı da en çok tüketilen<br />
besinlerden.<br />
54<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Grönland’a gitmek için bir tek Kophenag’dan Airgreenland<br />
hava yolu var. Kophenag’dan yaklaşık 4 saat<br />
uzaklıkta. Uluslararası havaalanı olarak bir tek Kangerlussuag<br />
kullanılıyor. Yaklaşık 500 kişinin yaşadığı bu<br />
yerin uluslararası havaalanı olmasının nedeni ise<br />
bölgenin Amerikan üssü olmasından kaynaklanmaktadır.<br />
Kangerlussuag’tan başkent Nuuk ve diğer şehirlere<br />
gitmek için yapmanız gereken buraya gelip uçakla ya da<br />
deniz yoluyla devam etmeniz. Çünkü Grönland’da kara<br />
ve demiryolları ağı bulunmuyor. Biz Kangerlussuag’ta<br />
kaldık. O muhteşem kuzey ışıklarını izlerken bu küçük<br />
yeri keşfe çıktık. Kangerlussag’ta sadece iki tane restoran<br />
bulunuyor. Ve yalnızca bir market. Merkezden yaklaşık<br />
yarım saat yürüme mesafesinde, mutfağında tamamen<br />
Grönland’a özel yemek çeşitlerini bulunduran geleneksel restoran yalnızca akşamları servis veriyor ve oldukça pahalı. Diğer<br />
restoran ise hem bar hem yemek yeme alanı olarak kullanılıyor. Burada geleneksel yemekler olduğu gibi pizza, makarna,<br />
klasik başlangıçlar ve Tayland usulü yemekler de bulunuyor. Tabii ki buranın da favorisi muskox. Muskox etinden yaklaşık<br />
yirmi çeşit yemek yapıyorlar. Oraya gidip denemeden olmaz tabii. Genel olarak tüm lezzetleri pek de damak tadımıza uygun<br />
olmasa da tattık. Örneğin ren geyiği eti biraz sert olsa da lezzetliydi. Geyik etini önce marine edip ardından kızartarak servis<br />
ettiler. Yanına ise sadece haşlanmış pirinç eklemişler. Onun dışında muskox’un bir çok çeşidi vardı. Ben soslu, Hindistan<br />
cevizli ve mantarlı seçeneği tercih ettim. Tabii yanında yine haşlanmış pirinçle. Gayet keyifliydi fakat sürekli muskox eti<br />
yedikçe sonunda sıkılıyorsunuz ve bir yerden sonra ağır gelmeye başlıyor. Yine diyorum, ne varsa bizim ülkemizde var.<br />
Onun dışında evlerinde geleneksel yemeklerini yapmaya devam ediyor İniut halkı.<br />
Duyduğumda ise beni çok şaşırtan bir besinle karşılaştım<br />
markette. Kurutulmuş kambur balina eti ve kurutulmuş<br />
morina balığı. Orda deneme fırsatını bulamadım ama birer<br />
paket alıp Türkiye’ye getirdim. Kurutulmuş kambur balina eti<br />
koyu renkte ve paketin içinde yaklaşık 7-8 büyük parça var.<br />
Türk lirası ile bir paket fiyatı 20 TL civarı. Kurtulmuş morina<br />
balığı ise 2 büyük parçadan oluşuyor. O da yaklaşık aynı<br />
fiyatlarda ve balina etine nazaran daha açık renkli. Her ikisi de<br />
Grönlandlıların en çok sevdiği lezzetlerden. Genel olarak<br />
paketten çıkardıkları gibi direk çıtır çıtır atıştırmalık olarak<br />
yiyorlar. Onun dışında kambur balina etine bazen dip sos<br />
yapıyorlar.<br />
Genelde soya ve ‘’chilli’’ sosuna bandırarak yiyorlar. Kambur balina etini ben de aynı şekilde sosla tercih ettim. Oldukça sert<br />
kuru ve aslında yavan bir tadı vardı. Sanki bir gün dolapta kalmış balığı soğuk soğuk yiyorsunuz gibi ama her türlü buram<br />
buram deniz kokusunu alabiliyorsunuz. Soslarla ise daha farklı lezzetler deneyimledim. Chilli sos ile sevdim diyebilirim<br />
hatta. Kurutulmuş Morina ise bana daha yenilebilir geldi. Tadını tam olarak tarif etmekte zorlansam da daha yumuşak,<br />
taze balığın kurumuş hali gibiydi. Hatta bana ve yanımda tadan kişilere göre kızarmış hamsinin soğuk halini yiyormuşuz<br />
gibi bir his uyandırdı. Kurutulmuş Morina da paketten açıldığı gibi yeniyor. Fakat yerken dikkat etmek gerekiyor.<br />
Ortasında ince bir kılçığı bulunuyor. Ben ise yeni bir lezzet denemek istedim. Buzluktan çıkardığım kurutulmuş Morina<br />
balıklarımı kılçıklarından ayırıp 3,4 parçaya böldüm. Biraz limon ve zeytinyağı ile karışım hazırladım. içine tuz ve bir parça<br />
karabiber ekledim. Dereotlarını ince ince kıydım yanında ufak bir iki dilim kızarmış ekmek ekledim. Balıklarımı sade<br />
yediğim gibi üzerine sos ve dereotu ekleyip yanında kızarmış ekmekle de tükettim. Farklı bir lezzet olsa da yemedim demem<br />
en azından. Grönland başlı başına yaşanması gereken harika bir deneyimdi.<br />
Kuzey ışıklarını izlemek için, köpeklerle kızakta kaymak için, değişik canlı türlerini, eşsiz buzulları görmek ve<br />
Dünya’nın trafiğinden biraz da olsa kopmak için bir gün rotanızı mutlaka Grönland’a çevirin .<br />
Yazan<br />
Kübra Karataş<br />
55<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Mustafa Sapmaz İle<br />
Türkİye’de Futbol Üzerİne Bİr Sohbet<br />
Türkiye'deki futbol kulüplerinin alt yapı çalışmaları genel futbol politikası bağlamında nasıl işliyor acaba?<br />
Şimdi öncelikle ülkede bir altyapı takıntısı olduğunu söylemek lazım. Ama altyapı çalışmalarına bu oranda<br />
öncelik verilmiyor. Kimsenin genç bir oyuncunun yetişmesini bekleyecek kadar sabrı yok. Altyapıdan gelecek<br />
oyuncularla yakalanması planlanan başarının ortaya çıkacağına dair bir inanç yok. Buna inanan yöneticiler ve<br />
kulüpler elbette var, onların sayesinde yetenek sahibi futbolcularda kendini gösterme imkanı buluyor. Genel anlamda<br />
kulüplerin ve süper ligde çalışan hocaların altyapı sistemleri yok denecek kadar az maalesef. Mesela A takımına<br />
milyon dolarlar harcanıyor, ama bir iki milyon dolar gibi bir miktar o kulübün altyapısına yatırılması hiç<br />
düşünülmüyor. Böyle bir futbol geleneğinin olduğu ortamda altyapıya yatırım vardır demek çok saçma olur aslında.<br />
Bu sistemin sorumluları ülkedeki kulüp başkanları ve yarattıkları futbol anlayışı olabilir mi acaba? Zira<br />
Avrupa'ya baktığımızda kulüp başkanlarının kurumları için orta ve uzun vadede planlar yaptığını<br />
görüyoruz. Sonradan kazanım sağlayacak adımlar atmaya çalışıyorlar. Fakat ülkemizdeki büyük futbol<br />
kulüpleri yöneticileri sürekli bir değişime tabii tutuldukları için başarılı yatırımlar gerçekleşemiyor demek<br />
doğru olabilir mi?<br />
Bu fikrin bir kısmında doğruluk payı var tabii. Çok uzun yıllardan beri başkanlık yapan hemen iki tane isim<br />
sayalım desek rahatlıkla sayarız. Gençlerbirliği kulübünün başkanı İlhan Cavcav bu yatırıma cesaret ediyor. Fakat<br />
uzun yıllardan beri orada olduğu için fark edilmiyor artık. Onun şahsi olarak böyle bir inancı var. O yüzden yeni<br />
oyuncu yetiştirme meselesini kültür haline getirmişler. Gençlerbirliği oyuncu yetiştirdikçe ve sattıkça para kazanmaya<br />
devam eden bir kulüp olduğu için, bu onların bireysel özelliği oluyor. Öte yandan Fenerbahçe'nin de başkanı 18<br />
yıldır kulübünün başında. Fakat kulübün bünyesinden oyuncu yetiştirmek üzere bir alışkanlıkları yok.<br />
Bu noktada şunu söylemek lazım, başkanların kulüpleri<br />
başındaki görev süreleri mi bu ileriye dönük yatırımları<br />
belirler? İşte onu pek sanmıyorum. Zira büyük başarı<br />
hemen gelmez. Örneğin Arsen Wenger yakın zamanda<br />
''gençlerle başarıya ulaşmak çok kolay bir şey değil''<br />
minvalinde bir açıklamada bulundu. O da 18 yıldır<br />
Arsenal'de ve gerçeği gördü. Genç bir takımla başarıya<br />
ulaşmak bir fetişizm noktasında ve zor bir mesele. Herkes<br />
başarı istediği için kulüplerin başkanları çok sonuç odaklı<br />
adımlar atıyorlar ve daha çok altyapıdan gelen oyunculara<br />
yatırım yapalım düşüncesinde olamıyorlar. Kurtarıcı da<br />
her zaman liglerdeki ''yabancı oyuncu'' sayısındaki sınırlama<br />
kuralı oluyor. Ben başkanların görev sürelerinden<br />
dolayı yatırımdan kaçındıklarını düşünmüyorum. Hatta<br />
süreler uzamalı bile belki.<br />
Peki bu durumu Avrupa'daki standartlara göre<br />
kıyaslayacak olursanız?<br />
Aslında hayatla futbolu birbirinden ayırmak çok da<br />
kolay değil. Yani ortalama bir Avrupa şehrini ziyaret ettiğin<br />
anda gözlemlediğin şehirleşme yapısıyla, büyümesiyle,<br />
gelişimiyle ve planlamasıyla Türkiye'deki kentlerin<br />
büyümesini karşılaştırdığın vakit biz çok daha kaotik ve<br />
dağınık bir yapılanma içindeyiz sanki. Biz bu sistemi<br />
futboldan bağımsız düşünemeyiz.<br />
56<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Sen bu şehrin içindeki araba kornası sesinden rahatsız<br />
olurken altyapıları mükemmel derecede önem veren<br />
takımlar da bulunamaz o futbol kültürünün içinde. O<br />
ülkelerdeki kulüpler vizyonlarından dolayı çatışmacı bir<br />
yapının içinde değiller. Karmaşadan beslenen bir görüş<br />
açıları yok. Çok daha çözüm odaklı, planlı adımlar<br />
atıyorlar. Bu yüzden de genç oyunculara yönelik<br />
birtakım çalışma prensipleri geliştiriyorlar. Avrupa<br />
kulüplerinin oyuncu yetiştirmeye yönelik olmasının en<br />
büyük sağlayıcısı, futbol teknolojisini ellerinde tutuyor<br />
olmaları bence. Özetle Avrupalılar futbolun teknolojisini<br />
üretiyorlar. Bunu üretebilmen için de kurduğun<br />
atölyelerde arzuladığın futbol modeline uygun oyuncu<br />
yetiştirmen lazım. Bu devirde hız, dayanıklılık oldukça<br />
ön planda nitelikler oldu. Ve bu niteliklere sahip<br />
oyuncuları bulup takımlarına entegre etmeye yönelik<br />
bir anlayışa sahipler. Real Madrid, Borussia Dortmund,<br />
kimi sayarsan say, en küçük ölçekli bir kulüp bile<br />
modern futbol mevzusuna böyle bakıyor. Biz futbol<br />
teknolojisini henüz maalesef üretemiyoruz. Son kullanma<br />
tarihi geçmek üzere olan stratejileri de alıp buraya<br />
getiriyoruz. O yüzden yeni futbol teknolojisine uygun<br />
oyuncuları bizzat biz üretelim diye bir derdimiz henüz<br />
yok.<br />
Türkiye buna hiç yakınlaştı mı bir dönem için de<br />
olsa?<br />
Kişisel çabalar dediğim şey her dönem geçerli<br />
aslında. Mesela Fatih Terim'in şimdiki milli takım<br />
sürecindeki çabası var. Gençlerbirliği’nin kulüp<br />
düzeyinde bir çabası var. Çanakkale Dardanelspor'un<br />
da var. Keza Selçuk İnan, Burak Yılmaz ve Mehmet Topal<br />
oradan çıktılar. Bunlar futbol akademisi anlamında<br />
başarılı gelişmelerdi. Şu günlerde Altınordu'nun<br />
tamamen başkanının kişisel futbol sevgisiyle alakalı<br />
olarak gelişen bir durumu var. Altyapı futbolunu<br />
desteklediği için sisteme de bu metodu zorlamaya<br />
çalışıyor. Asıl sorunun cevabına gelecek olursak; evet,<br />
dönem dönem gerçekleşti. Biz de iyi jenerasyonlar<br />
yakaladık. Örneğin 96 jenerasyonu, Fatih Terim'in<br />
ortaya koymuş olduğu en büyük miraslardan biridir.<br />
Şimdiki jenerasyon da hiç fena değil. Fatih Hoca'nın<br />
yönettiği, başka hocaların da büyük katkıda bulunduğu,<br />
Avrupa'dan da Türk uyruklu oyuncuları ikna edip<br />
takıma kattığımız bir dönem bu. Fakat halen çok da<br />
sistemli görünmüyoruz istikrarlı jenerasyon yaratma<br />
konusunda.<br />
Şunu da sormak istiyorum, acaba kulüpler dış<br />
pazara açılmalı mıdır? Yabancı Kulüp Başkanları<br />
modeli Türkiye’de işler mi ?<br />
Bu kaçılmaz bir son bence. Küresel sermaye sonunda<br />
futbolun da her alanında söz sahibi olacak. Fakat biz<br />
futbolumuzu yeni sermayelere açmadan önce kendi<br />
sistematiğimizi oluşturmalıyız bir şekilde.<br />
Peki ya sizin önerileriniz nelerdir?<br />
Şu günlerdeki futbol ortamımız bence bilgi temelli<br />
olmayan daha çok dedikoduyla yürüyen bir yapı içinde.<br />
Özellikle 80'lerden ve 90'lardan sonra yetişen nesilin<br />
içinde bilgiyi ön plana koyup futbolumuzu bu bilginin<br />
ışığında yüceltmeliyiz diyen bir güruh olacaktır. O nesil<br />
daha evvel ifade ettiğim futbolun küresel anlamda<br />
gelişimini gösteren işaretleri uygulayacak nesil olacaktır.<br />
Ayrıca bu yeni futbol sistemini yüceltecek olanlar da<br />
öncelikle medya, kulüp başkanları, üst düzey yöneticiler<br />
ve taraftarlar olacaktır elbette. Sonuçta ülkedeki spor<br />
bakanlığının hakim spor politikasını uygulayacak olan<br />
ilerici futbol adamları var bu memlekette. Futbolda<br />
Almanya'nın yaptığı altyapı yatırımının içerisinde yeni<br />
nesil oyuncuları yetiştirirken yeni nesil teknik direktörler<br />
de yetiştirmek esastır aslında. Şöyle ki, bir önceki<br />
nesil video çocuğu değildi pek. Onlara görsel olarak bir<br />
şeyler sunmak zorunda değildin. Ama bu yeni nesil,<br />
ilgisi çabuk dağılan, hızlı bir şekilde bilgi sahibi olmak<br />
isteyen, görsel olarak beslenen ve bu görselliği de çok<br />
çabuk yorumlayabilen bir nesil. Futbolcu yeni nesil,<br />
teknik direktör eski toprak olursa randımanlı bir gelişim<br />
sürecini yakalamak zor olur. İki yeni nesil kavramı bir<br />
araya getirdi Almanlar ve randımanlı bir futbol sürecini<br />
yakaladılar. Bizim yapmamız gereken şey de kesinlikle<br />
bu işte. Videoyu kullanan bu neslin, Martin O'Neill artık<br />
video izletmek yöntemiyle oyuncunuza birçok şeyi<br />
öğretebilirsiniz diyor. Ve bu yeni teknolojinin gelişiminden<br />
kaçamazsınız diyor. Artık yeni nesil oyuncuya<br />
yalnız sözlü nasihatle birtakım durumları idrak<br />
ettiremezsiniz. Ona doğru kurguladığını videolarla saha<br />
içinde neler daha iyi yapması gerektiğini anlatabilirsiniz<br />
diyor. Fakat dikkat etmelisiniz ki, bu oyunculara<br />
izlettiğiniz videolarda olumsuz etki yaratacak detayları<br />
göstermeyin. Yani bir oyuncuya maçtan önce ona<br />
yaptığı hatalardan oluşan bir video izletmek ondan<br />
olumlu geri dönüşler almanızı zorlaştırır. Maç içinde<br />
yapılan iyi hareketleri izletirseniz çok daha kolaylıkla<br />
başarılı performanslar sergilemesini sağlayabilirsiniz.<br />
Aynı fikri de hayatın genelinde yorumlarsak, olumsuz<br />
davranışları tekrar tekrar hatırlayarak olumlu anlamda<br />
bir sıçrama yakalamak çok zor olur kişisel olarak.<br />
Olumlu olan şeylere vurgu yapmak esas olmalı sporda.<br />
Şimdi kuralları ve sistematiği oturmuş bir ülke olsak<br />
hemen başlamasını destekleyeceğim bir model olabilirdi<br />
tabii. Siz kurallarını ve sistematiği oturtmuş bir ülke<br />
konumunda değilken yabancı sermayenin giriş yaptığı<br />
yeni bir modelde o söz konusu dış sermayelerin kendi<br />
kurallarını ülkenizde kabul etmek durumunda kalabilir<br />
siniz.<br />
Röportaj<br />
Y. Kaan Karakayalı<br />
İlkim Üskent<br />
57<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Atagün Hocam, öncelikle çok teşekkür ederiz bu röportajı kabul ettiğiniz için. Klasik bir<br />
giriş yapalım istiyorum. Genel anlamda otizmi bize kavramsal olarak nasıl açıklarsınız?<br />
Bunu bir engel türü olarak mı tanımlamak doğru olur? Yoksa daha doğru bir anlatım<br />
biçimi var mıdır?<br />
Öncelikle genel olarak otizm bir engel türü olarak<br />
adlandırılıyor. Yalnız engel olarak neyi konumlandırdığımız<br />
da çok önemli bu noktada. Otizmin diğer<br />
engelli durumların biraz daha dışında, biraz daha özel<br />
bir karşılığı var. Tıbbi olarak nedeni tam kesinleşmemiş<br />
bir durum otizm. Özellikle doğumdan sonra<br />
gerçekleştiğini biliyoruz. Doğum esnasında ve<br />
öncesinde otizmi tespit edebilmeniz pek mümkün<br />
değil bugünün şartlarında. Yeni birey dünyaya geldikten<br />
sonra, iki buçuk yaş civarlarında net olarak tanısı<br />
konulabilen bir vaka. Lakin o yaş gruplarında çoğu aile,<br />
çocuğuna doğrudan otizm tanısını koydurmak istemiyor.<br />
Dolayısıyla acabalarla beraber beş yaşına kadar<br />
tanısı konulamayan vakaların olması mümkün oluyor<br />
tabii. Özetle otizm nasıl bir şeydir diye sorarsak, sosyal<br />
iletişim ve etkileşimi kısıtlayan zihinsel temelli bir<br />
durum diye yanıtlayabiliriz. Tam olarak bir hastalık<br />
değil, gelişim bozukluğu olarak da tanımlayabiliriz.<br />
Otizm daha eski yıllarda tek başına bir vakaydı. Sonra<br />
otizmi kendi içinde de sınıflara ayırdılar. Spectrum<br />
Bozukluğu altında otizm, Asperger Sendromu gibi<br />
türleri bulunmakta. Bireyin günlük yaşamını doğrudan<br />
engellediği için ''engelli'' olarak ifade edilen bağlam<br />
larda fazla itiraz edemiyoruz.<br />
Aileler konusunda şunu sormak istiyorum, teşhisin<br />
geç konulması tedavi,terapi sürecini nasıl etkiliyor<br />
peki? Negatif anlamda bireye bir zararı oluyor mu?<br />
Erken tanının önemi otizm için ne ölçüde önemli?<br />
Erken tanı ve tedavi otizm için de kesinlikle çok önemli.<br />
Bu soru için ayrıca teşekkür etmek istiyorum size. Özel<br />
bir çocuğa sahip olan aile bireyleri ve yakınlarının<br />
farkındalığı dışında bu durumların ihtimalinden biraz<br />
habersizler açıkçası. Örneğin, çocukları erken yaşlarda<br />
konuşamayan aileler oluyor. ''Konuşur, konuşur babası<br />
da böyleydi aynı yaşlardayken.'' Kulaktan dolma,<br />
gelenek -göreneklerin ışığında, oluruna bırakma,<br />
doğru gözlem yapamama gibi durumların sonucunda<br />
vakayla geç tanışmış oluyor aileler.<br />
Yalnız geçtiğimiz yıllarda Tohum Otizm Vakfı bu<br />
konuya ilişkin gerekli organizasyonları ortaya koyarak<br />
topluma etki ediyorlar. Otizmli çocuk sahibi ailelere<br />
desteklerini sunuyorlar. Lakin işin odağında olan<br />
aileler ve çocuklar için biraz yetersiz kalıyor hep.<br />
Özellikle aileler, eğitimciler ve özel kurumlar daha<br />
fazlasını istiyorlar.<br />
Yusuf'la tanışma hikayenizi bizimle paylaşabilir<br />
misiniz hocam? Yusuf'un bu noktaya geliş<br />
sürecinde nasıl bir mücadele geçti başınızdan? Ne<br />
gibi zorluklarla başa çıktınız?<br />
Yusuf Daha önce çalıştığım bir kurumda eğitim alıyordu.<br />
O zamanlar ben kendisiyle çalışmıyordum. İlk<br />
görüşte aşk gibi bir şey oldu aslında aramızda.<br />
Yusuf'la çalışmak niyetindeydim. Güler yüzü oluşu,<br />
yakışıklılığı, sempatisi ister istemez insanda merak<br />
uyandırıyor. Yusuf'la güzel işler yapabilirim, daha fazla<br />
yol kat edebilirim fikri beni etkiledi sanırım. (Bu<br />
esnada karşılıklı gülüşmeler yaşanıyor.) Başka bir<br />
meslektaşım Yusuf'la çalışıyordu. Kendisi işi bırakma<br />
durumunda kalmıştı. Yusuf sonra başka bir eğitmenle<br />
devam etti bir süre daha. Gel zaman git zaman, hiç<br />
hesapta yokken Yusuf'la çalışmaya başladık nihayet.<br />
Bizim frekansımız daha çok uyuştu demek ki.<br />
Bu süreçte ne gibi zorluklarla karşılaştınız peki<br />
hocam? Nasıl aşamalar kaydettiniz? Birlikte neler<br />
yaptınız?<br />
Biz Yusuf'la iki yıldır çalışıyoruz. İlk başlarda her çocuk<br />
gibi kaygıları ve korkuları vardı. Özgüven eksikliği<br />
yaşıyordu. Şimdi burada rahat bir şekilde oturup, yiyip<br />
içebiliyoruz. Siz de farkındasınız zaten. Sorun<br />
çıkarmadan, huzursuzluk yaratmadan oturuyoruz.<br />
Benim kendi yeğenlerim bile kısa bir süre sonra ''hadi<br />
gidelim'' demeye başlarlar.<br />
Erken tanı ve tedavi otizm için de kesinlikle çok önemli. Özel bir çocuğa sahip<br />
olmayan aile bireyleri ve yakınlarının farkındalığı dışında bu durumların<br />
ihtimalinden biraz habersizler açıkçası.<br />
58<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
Eskiden bunun gibi mekanlarda rahat bir şekilde<br />
oturamıyorduk. Yusuf çok çabuk sıkılıyordu. Korktuğu<br />
şeyler vardı. Özellikle karanlıktan korkuyordu mesela.<br />
Tırnakları kesmek onun için büyük bir zulme dönüşebiliyordu.<br />
Anneannesi ve annesi Yusuf uyurken tırnaklarını<br />
kesebiliyorlardı. Sadece ayak tırnaklarının tamamını<br />
kesmek bir haftayı falan buluyordu. Ayrıca lunaparklardan<br />
da korkuyordu Yusuf. Çünkü orada çok fazla gürültü var,<br />
farklı frekanslar var, farklı ışıklar var. Bunlar Yusuf gibi<br />
diğer çocuklar için de tehdit oluşturuyor haliyle. İlk başlarda<br />
kendini pek güvende hissetmiyordu Yusuf. Onun<br />
dışında suya girmekten korkuyorduk. Saç tıraşı olmaktan<br />
da korkuyorduk mesela. Bu saç kestirme mevzusu Yusuf<br />
gibi özel tanılı diğer çocukların büyük bir kısmında olan<br />
ortak bir problem. Benden önce Yusuf'un saçlarını<br />
kestirmesi çok zormuş. Evde yapılıyormuş o işlem mecburen.<br />
Aksi halde toplum tarafından güzel karşılanmayan,<br />
bizim de problem davranış olarak nitelendirdiğimiz<br />
hareketler sergileniyor maalesef. Bunları zamanla çok aza<br />
indirdik. Öte yandan yüksek enerjinin dışa vurulması<br />
şeklinde de otizmli çocuklar birtakım davranışlar<br />
sergileyebiliyor. O yüzden şekerli gıdaları kullanmaları<br />
kesinlikle sakıncalı. Bu geride bıraktığımız iki yıl içerisinden<br />
Yusuf'la el ele bir sürü engeli aştık diyebiliriz. Ayrıca<br />
içinde olduğumuz bu mevsim değişiklikleri Yusuf gibi<br />
özel çocukları çok etkiliyor. Böyle haftalar oldukça zorlu<br />
geçiyor. Her şey yolunda giderken bu mevsim<br />
geçişlerinde negatif anlamda geriye dönüşler yaşanabiliyor.<br />
Dolayısıyla otizmli çocuklarımız bizler gibi bu mevsim<br />
geçişlerindeki kasvetli durumlara psikolojik anlamda bir<br />
savunma mekanizması yaratmakta güçlük çekiyorlar.<br />
Haliyle çok daha fazla etkilenmiş oluyorlar. Bu arada<br />
otizmli çocukların yüzde yetmişi kadarı konuşamıyor.<br />
İletişim ve etkileşimde temel bir problem olduğu için<br />
mevsim geçişlerinde çocuklar çok sıkıntı çekiyor.<br />
Yusuf iletişimini nasıl sağlıyor hocam?<br />
Yusuf aslında iletişim kuran bir çocuk. Veyahut ben<br />
kurduğunu düşünüyor da olabilirim artık. Dolu dolu bir iki<br />
yıl birlikte geçirdiğimiz için, onun bakışından, mimiğinden,<br />
gözlerini devirmesinden bazı şeyleri anlıyorum.<br />
Beden dili ile anlattığı çok şey var Yusuf'un. Ayrıca Yusuf<br />
yabancı dil olarak İngilizce, Almanca ve son iki yılda da<br />
Türkçe'yi öğrendi. Yedi yaşına kadar hiç konuşmamış,<br />
dolayısıyla o yaşa geldiğinde anne ve babası kendi<br />
evlatlarıyla iletişime geçemedikleri için güç bir çıkmaza<br />
girmişler. Yusuf sonraki süreçte de işaret dilini öğrenmiş.<br />
O şekilde iletişim kurmaya başlamışlar. Bir hafta gibi kısa<br />
bir süre içinde üç yüz tane kelimeye kadar öğrenebilmiş.<br />
Dolayısıyla farklı ülkelerde yaşadığı için mecburen söz<br />
konusu olan yabancı dillere de aşina tabii Yusuf. Şu anda<br />
en iyi dili İngilizce bu delikanlının. Almancası da biraz<br />
var diyebiliriz. İki yıldır da Türkiye'de kendi dilimizi<br />
öğretmeye çalışıyoruz. Ben bugüne kadar gelinen<br />
süreçte annemle, babamla, diğer aile fertlerimle,<br />
çevremdeki yakın insanlarla nasıl konuşuyorsam,<br />
Sosyal ve sportif aktivite anlamında Yusuf ne gibi<br />
etkinlikler yapıyor acaba?<br />
Benim işim aynı zamanda spor eğitmenliği ve yaşam<br />
koçluğu. Tabii ikincisi özellikle şöyle bir durumu<br />
karşılıyor, kendi kendilerine yetebilmeleri için hayatta<br />
ne gerekiyorsa ben kendi bilgi ve tecrübem dahilinde<br />
Yusuf'a aktarmaya çalışıyorum. Sosyal yaşamdaki<br />
problemlerini sporla aşmaya çalışıyoruz. Mümkün<br />
olduğunca Yusuf'u hep farklı spor dallarına<br />
yönlendirmeye gayret gösteriyorum. Öncelikle bizim<br />
Yusuf buz pateninde gayet iyi. Bisiklet sürüyoruz,<br />
basketbol oynuyoruz, masa tenisi oynuyoruz.<br />
Geçtiğimiz sonbaharda Kapadokya'da balon turuna<br />
katıldık. Aslında ilginç olan şudur ki; spor branşlarında<br />
gayet iyiler. Özetle vücudun ve kişinin yeteneği ve<br />
alakası hangi spora daha yatkınsa ona yönlendirmekte<br />
fayda var. Diğer insanlardan farklı düşünmeksizin bu<br />
böyledir. Bu spor süreci kişinin gayreti ölçüsünde<br />
bazen uzun bazen daha kısa sürebiliyor tabii. Yusuf'ta<br />
da aynen öyle oldu. Bizim de amacımız inşallah bir gün<br />
bizi olimpiyatlarda temsil eden o ''özel'' sporculardan<br />
biri olabilmek. Bundan iki sene önce İzmir'de Yusuf'la<br />
çalışmaya başladığım ilk haftalarda Çeşme'de kaldık.<br />
Her gün sudayız haliyle. Tabii su üzerinde kalma<br />
aşamasını geçeli çok olmuştu. Fakat fonksiyonel<br />
anlamda ''yüzme'' tam olarak gerçekleşemiyordu.<br />
Teknik yüzme konusunda bir hafta boyunca çalıştık ve<br />
istediğimiz kıvana gelmiştik aslında. Kulaç atma suretiyle<br />
güzelce yüzebiliyorduk artık. Babası yanımıza<br />
geldiğinde hiç yüzme bilmeyen bir Yusuf'la karşılaşmış.<br />
Yusuf'un ailesi geldiğinde ben orada yoktum. Ben<br />
olayı sonradan Yusuf'un annesinden öğrenmiştim.<br />
İnsan ister istemez böyle bir durumla karşı karşıya<br />
gelince üzülüyor tabii. O kadar emek sarf edip öğrettiğiniz<br />
bir şeyin karşılığında, Yusuf'un öğrendiği şeyi<br />
yakını olduğu diğer insanlara göstermekten çekinmesi<br />
üzücü olmuştu. Nasıl olduğuna inanamamıştım hatta<br />
ben ilk duyduğumda. Yusuf'un öğrenme sürecindeki<br />
videolarını kayıt altına aldığımız için hem ailelerin hem<br />
bizlerin içleri rahat ediyor tabii. Yusuf'la o günlerde<br />
adadan adaya yüzdüğümüzü bizzat kendim biliyorum<br />
nihayetinde. (Karşılıklı gülüşmeler yaşanıyor.) Zamanla<br />
eski korkularımızı endişelerimizi atıyoruz ama. Bu yaz<br />
sezonunda birtakım şeylere tekrar baştan başlamak<br />
gibi bir niyetimiz yok açıkçası. Bu olaydan haftalar<br />
sonra Yusuf'un ayağını kuma basamadığı için sudan<br />
çekindiğini öğrendik. İşin aslıda bu çok bilindik ve<br />
insani bir detay. Nihayetinde her şeyi otizmle<br />
bağdaştırmamak lazım diye düşünüyorum.<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong><br />
59
Geleceğe yönelik bir soru sormak istiyorum size.<br />
Yusuf'la önümüzdekü eğitim sürecinde neler<br />
yapmayı planlıyorsunuz hocam?<br />
Yusuf'un eğitim süreci boyunca biz çok şanslıydık<br />
aslında. Aileyle aram gayet iyi. Onlara güvenim ve<br />
saygım tam, onların da bana aynı şekilde çok şükür.<br />
Yusuf'un eğitimi konusunda aslında onun hayatındaki<br />
insanlar olarak hepimizin ayrı ayrı görevleri var. Ve biz<br />
bunun bilincindeyiz. Hep beraber küçük küçük notlar<br />
alıyoruz, birbirimize telkinlerde bulunuyoruz. Bu iş<br />
sadece bir eğitmen ve onun eğitim programından<br />
ibaret değildir. Onun hayatında kimler varsa, anneannesi,<br />
dedesi, arkadaşları, eğitmenler, terapistleri,<br />
psikologları fikirsel anlamda aynı çatı altında toplanmalı.<br />
Bu insanları tanışıyor olması ve görüşüyor olması<br />
lazım. Sizin o çocuğa vermiş olduğunuz emeğin kalıcı<br />
olabilmesi için ailenin de anlayışlı olması çok önemli.<br />
Yusuf'un benimle öğrendiklerini evde de uyguluyor<br />
olması o anlamda belirleyici oluyor. Özetle Yusuf<br />
benimle yemek yedikten sonra ellerini kendi yıkıyor<br />
evde yemek yediği vakit ellerini annesi siliyor ise bizim<br />
çalışmamızın faydasını kötü etkilemiş oluyor elbette.<br />
Bu noktada, hocam bizim çocuk sizin yanınızda<br />
mükemmel, ama eve geldiğimiz zaman bambaşka bir<br />
insana dönüşüyor şeklinde aldığımız geri dönüşler en<br />
büyük problemimiz aslında.<br />
Peki hocam daha fazla neler yapabiliriz? gibi sorular<br />
yöneltiliyor eğitim süreci kapsamında. Bazı şeylerin<br />
aileler tarafından ölçülü ve kademeli olarak verilmesi<br />
eğitim sürecinde çok önemli bence. Aslında bu çocuklar<br />
bizim eğitim süresi boyunca öğrendikleri<br />
neticesinde kendi yemeklerini yiyebiliyorlar, giysilerini<br />
giyebiliyorlar.<br />
Ama tabii çocuğun önüne özel bir tanı konulduğu için<br />
her şey iki katına çıkarılıyor aile tarafından. Aile daha<br />
çok ve birebir ilgilenme refleksi gösteriyor çocuğa<br />
karşı. Bu çok doğru bir şey değil. Gelişimi engelleyici<br />
bir faktör olabiliyor bazı durumlarda.<br />
Gördüğüm kadarıyla Yusuf'la çok güzel ve verimli<br />
bir ilişkiniz var. Siz de artık Yusuf'un hayatındaki<br />
önemli karakterlerden biri olmuşsunuz, bir<br />
eğitmen niteliğinin dışında. Ayrılmak Yusuf<br />
üzerinde nasıl bir etkiye yol açacak sizce? İkiniz<br />
için de pek kolay olmayacak gibi.<br />
Allah kısmet ettiği sürece aynı yolda yürüyeceğiz biz<br />
Yusuf'la. İnsan hayatı karmaşık. Neyin nasıl olacağını<br />
şimdiden kestiremiyoruz. Allah hiçbirimize kötü gün<br />
göstermesi diyelim. (Bu esnada Yusuf'la hocası sarılır.)<br />
Son olarak siz Yusuf'un hayatına bu denli etki<br />
etmiş biri olarak diğer ''özel'' çocuğu olan ailelere<br />
neler söylemek istersiniz?<br />
Her şey oyunla başlar, oyunla öğretilir. Bizler de<br />
oyunla öğrendik aslında, hep unutuyoruz bunu.<br />
Bebeklik dönemlerinden itibaren çocuklarının<br />
istediği şeyleri oyuna dönüştürmeleri lazım. Evet<br />
zorlu ve sabır isteyen bir süreç. Ama bu son ifade<br />
ettiğim husus çok önemli. Velilerden uzun süre;<br />
Hocam çocuğumla iletişime geçemiyorum. Ne<br />
denediysem olmadı. Ne yapmalıyım? gibi sorular<br />
geldi hep. Dedim ki, bir gün çocuğunuzla<br />
oynadığınız oyunların bir videosunu çekebilir<br />
misiniz? Sonra o veli geldi videoyu beraber izledik.<br />
Evet çocuğuyla oyun oynamış. Ama kendi istekleri<br />
doğrultusunda ve çocuğunun yapmasını istediği<br />
şeylerin doğrultusunda bir oyun oynanmış. O yüzden<br />
bu biçimde uygulanan bir oyun denklemi maalesef<br />
çalışmaz. Çocukla iletişim tam da bu ufak ayrıntılarda<br />
gizli işte. Nİhayetinde o çocuk oynamak istediği şeyin<br />
desteğiyle seninle iletişim kurmak istiyor. Oyunla<br />
kurulması gereken iletişim özeti bu aslında. Biz bu<br />
çocuklarla, parklarda, bahçelerde, sinemada, alışveriş<br />
merkezlerinde, misafirlikte, yolculukta, metrobüste,<br />
vapurda ve başka aklınıza gelebilecek her türlü<br />
kamusal ortamda bulunmayı bilmemiz gerekiyor.<br />
Kendimize ve çocuğumuza engel koymadan<br />
yaşamanın birinci kuralı budur.<br />
60<br />
<strong>EYLÜL</strong> <strong>2016</strong>
2015<br />
Toplumsal Farkındalık<br />
Derneğİ
Bir çok medeniyete beşiklik yapmış; yüzyıllardır insanların huzur ve bolluk içinde<br />
yaşadığı topraklarımız bugünlerde bir çok terör unsurunun yegane hedefi haline gelmiş;<br />
gerçekleştirilen terör eylemleri aracılığıyla da toplumsal birlikteliğimizin önü alınmaya<br />
çalışılmıştır. Bu gün sadece bölgemiz insanları değil, tüm insanlık savaştan, çatışmadan,<br />
nefretten yorgun düşmüştür. Öyle ki, geçmişten günümüze toplumsal hafızalarımızda yer<br />
edinmiş sayısız savaş, sayısız afet ve sayısız ihanet vardır. Nice evlere ateş düşüren, anneleri<br />
evlatsız, evlatları babasız bırakan onlarca kötü hatıra...<br />
İşte 15 Temmuz <strong>2016</strong> tarihi de toplumsal belleklerde yer edinmiş büyük bir<br />
ihanete işaret etmektedir. Ulusal egemenliği doğrudan hedef alarak toplumsal<br />
birlikteliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan bu hain girişimini başarısızlığa uğratan,<br />
şüphesiz ki eski yaşanmışlıklardan ders çıkarmış, demokrasi sevdalısı milletimiz oldu. Tüm<br />
dünya milletlerine örnek olacak nitelikte ve milli benliğine yaraşır şekilde hareket eden<br />
halkımız; bu millete tarih boyunca zincir vurulmadığını ve ne olursa olsun vurulamayacağını<br />
bütün şer odaklarına göstermiş oldu...<br />
Bu elim hadisenin bizlere verdiği mesaj aslında çok açıktı. Toplumsal diyalog ve<br />
uzlaşma zemini yaratılmadığı sürece, aramıza nifak sokmak isteyenlerin elleri daha da<br />
kuvvetlendiği gibi küçük bir kıvılcım bile arayı kapatmayı zorlaştıracak mesafeler açmaktadır.<br />
Bu sebepledir ki; başta siyasiler olmak üzere toplumun her kesimini birlik ve<br />
beraberlik içinde daha güzel yarınlar inşa etmeye davet ediyoruz. Gelecek nesillere barış<br />
ve huzur dolu bir ortam bırakmak isteyen herkes, farklı düşünce, kültür ve inançlara sahip<br />
olsalar bile ortak gaye için bir arada olmalı ve toplumsal birlikteliği zaman kaybetmeden<br />
tahsis etmelidirler.<br />
Temenni ediyorum ki, ülkemiz terörün, çatışmaların, eğitimsizliğin yaygınlaştığı<br />
bir ülke değil, sevginin, hoşgörünün, adaletin, dayanışmanın timsali bir ülke olur. Aydınlık<br />
bir geleceğe doğru ilerlediğimiz bu yolda, birbirimizi hiç bir ön kimliğin tesiri altında<br />
kalmadan sevmeye ve saymaya başlarsak gelecek nesillere daha güzel yarınlar bırakabiliriz.<br />
Unutulmamalıdır ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi;<br />
‘’Mevzubahis vatansa, gerisi teferruattır.’’<br />
Saygı ve Hürmetlerim ile,<br />
Serdar Hasan KOÇYİĞİT<br />
Toplumsal Farkındalık Derneği Başkanı
Toplumsal Farkındalık Derneği olarak öncelikli amacımız; sosyal<br />
alanda unutulmuş, arka planda bırakılmış ya da etkisiz faaliyetlerle yol<br />
kat edilememiş meseleleri gün yüzüne çıkarıp mümkün olduğunca<br />
vatandaşımıza duyurmak ve sonuç odaklı projeler ile çözümüne<br />
katkıda bulunmaktır. İşte tam da bu noktada yayın hayatına yeni bir<br />
soluk getireceğine inandığımız Galata Mecmua ile görme engelli<br />
vatandaşlarımızın sosyal hayata entegre olmalarını kolaylaştırıcı, diğer<br />
yazılı ve görsel yayın kuruluşlarına örnek teşkil edebilecek bir proje<br />
geliştirdik.<br />
Galata Mecmua ve Toplumsal Farkındalık Derneği proje ortaklığıyla<br />
gerçekleştirilen Galata Mecmua Sesli Dergi Projesi, Türkiye’de<br />
sayısı 400.000’e ulaşan görme engelli vatandaşlarımızın görsel ve<br />
yazılı medyada yer alan yayınları takip edebilme ve doğrudan<br />
katılabilmeleri amacıyla sunulmuştur.<br />
Kültürel ve tarihi konuların yanı sıra spordan sanata birçok başlığın<br />
makale ve röportajlar aracılığıyla dinleyiciye sunulacağı Galata<br />
Mecmua Sesli Dergi Projesi, Engelsiz Kahramlar bölümü aracılığıyla<br />
her sayısında; engellerine rağmen hayatın zorlu koşullarına göğsünü<br />
gerebilen kahramanların hikayelerini paylaşacaktır.<br />
Galata Mecmua Sesli Dergi Projesi kapsamında bizimle birlikte<br />
sorumluluk alan ve alacak olan tüm yol arkadaşlarımıza şimdiden<br />
teşekkür eder, engelsiz bir dünyanın özlemi ile tüm takipçilerimize<br />
esenlikler dileriz.<br />
2015<br />
Toplumsal Farkındalık<br />
Derneğİ<br />
Dergimizin sesli halini takip etmek için<br />
QR kodumuzu kullanabilirsiniz.