03.01.2018 Views

1

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

YIL : 1 SAYI : 1 OCAK 2013 FİYATI: 1 www.hukumdergisi.com<br />

Emperyalizmanın<br />

Sanat Ajanı:<br />

“Muhteşem<br />

Yüzyıl”<br />

17<br />

Bilad-ı Şam<br />

İslam İnkılabına Hazırlanıyor<br />

Emperyalizmden<br />

İran’a:<br />

“Düşman Görünelim<br />

Sen Müslüman<br />

Dostlar Kazan!”<br />

Suriye<br />

İslam İnkılabının<br />

Lideri<br />

Usame er-Rifâ’î:<br />

Türkiye Ensar,<br />

Biz Muhacir<br />

Fatih’in Son<br />

Dersiâm’ı<br />

Muhammed<br />

Emin Saraç<br />

05 09 15


Allah Azze ve Celle, “Ey ilim ve izzet libasına<br />

bürünen Peygamber! ‘Kum fe<br />

enzir… Kalk ve dünyaya müdahale<br />

et!” buyurduğunda O (sallallahu aleyhi ve sellem)<br />

herkesten daha yorgundu ve ashabı da<br />

azdı. Fakat tereddüt etmedi, vaktin kaç olduğuna<br />

bakmadı, kalktı ve uyardı; İdeologların<br />

yalanlarına karşı muhalled hakikati ilan etti.<br />

Yüreklere Sıbgatellah’ı/Allah’ın boyasını sürdü.<br />

Evde, sokakta, çarşıda hasılı hayatın her şubesinde<br />

İslam’a çağırdı; “Sadece İslam”, “Yalnız<br />

İslam” dedi. “Yer ve gökleri kim yarattı?”<br />

diye sorulunca koro halinde, “Allah” cevabını<br />

verenler, Onun haber verdiği yaratan ve yöneten<br />

Allah’a inanmadı. Mekke, Peygamber-i<br />

Ekber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayata<br />

müdahil olmasını engelleyemeyince, Ona<br />

İslam’ın cahiliye örfüyle yeni bir terkibe gitmesini<br />

teklif etti. Yani Arap-İslam sentezi önerdi.<br />

Allah Resulü hiç düşünmeden teklifi geri çevirdi.<br />

Bunun üzerine kapılar, sokaklar üzerine<br />

kapandı. Mekke dinlemedi, Taif halkı taşladı,<br />

beşerin ufku daraldı, Allah Azze ve Celle’ye<br />

giden yol açıldı; Taif dönüşü Nahle vadisinde<br />

Onu cinler dinledi. Mekke’ye dönünce Müslümanların<br />

maddi anlamdaki zaafiyetine rağmen<br />

sistemin mutlaka değişeceği ve “Allah’ın<br />

Orduları”nın galip olacağı vaadini yineledi.<br />

Adım adım inkılaba yürüken ashabın korunaklı<br />

bir bölgesi yoktu. Buna rağmen onlar<br />

da Allah Resulü gibi hayata müdahil oldular.<br />

Rahman Suresi nazil olunca Abdullah b.<br />

Mesud (radiyallahu anh) Dâru’n-Nedve’nin<br />

önüne gidip, “Dinleyin! İnsanı yaratan Allah<br />

konuşuyor.” dedi. Ebû Zer de (radiyallahu<br />

anh) davayı meydanlara taşıdı. Sahabe, yerde<br />

süründürülürken atın üzerindeki emperyalistlere<br />

“Mutaffifîn Suresini” okudu: “Veylü’llilmudaffıfîn:<br />

İktisadi hayatı sömürü üzerine<br />

kuran zalimlere sonsuza kadar veyl olsun.”<br />

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)<br />

hayatın tam merkezinde durdu. Bâtılı cerhetti,<br />

Hakk’ı tutup ayağa kaldırdı. Sahabe gibi<br />

ulema da (radiyallahu anhum) Onun izinde<br />

yürüdü. Bütün ilmî ve fikrî ameliyelerini,<br />

“hayatı İslam’a uydurma” esası üzerine bina<br />

BAŞ YAZI<br />

ettiler. Ebû Hanife (rahimehullah) ibadet, siyaset,<br />

iktisat, ceza hukuku başta olmak üzere<br />

hemen her konuda tam beş yüz bin içtihat<br />

yaptı. Uluslararası hukuk alanında en hacimli<br />

ilk kitabı (es-Siyeru’l-Kebîr/Sağîr) Onun<br />

öğrencisi İmam Muhammed kaleme aldı.<br />

Roma’nın hukuk fakültelerinden önce hukukun<br />

esaslarını Mebsût’ta elli üç babta bir araya<br />

getirdi. Bir filozof bu muhalled kitabı görünce,<br />

“Haza Kitab-u Muhammedikümu’l-Asgar<br />

fe Keyfe Kitab-u Muhammedikümu’l-Ekber/<br />

Küçük Muhammediniz’in kitabı bu ise, büyük<br />

Muhammediniz’in ki nasıl olur?” dedi ve iman<br />

etti.<br />

Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe dinle<br />

devletin birbirinden ayrılma süreci başlayınca<br />

muvazene bozuldu. Hocaların önemli bir bölümü<br />

medreseye çekilip ibareyle meşgul oldu.<br />

Onların boşalttığı siyaset, iktisat, ceza hukuku<br />

dahil hemen her alanda “münevverler” diye<br />

iştihar eden zümre konuştu. Bunların kahir<br />

ekseriyeti Batı’nın gönüllü kültür ajanı çıkınca<br />

Hak’tan yana olduğunu iddia eden ve kendilerine<br />

İslamcı denen yeni bir taife türedi. İslamı<br />

yaşanan bir din olmaktan ziyade, konuşulan<br />

bir tasavvur olarak gören bu zümrenin elinde<br />

din, sabitelerini yitirdi. Hayatın kendisine uyduğu<br />

“İslam”dan, hayata uyan “İslam” moduna<br />

geçildi. Batıdaki sekülarist yapı olduğu<br />

gibi İslam coğrafyasına taşındı, ulema umuru<br />

dünyadan anlamayan zümre olarak addedildi.<br />

İlahiyat Fakülteleri ise bu savrulmanın neticesi<br />

olarak ortaya çıktı. Medrese gitti, ilahiyat<br />

geldi. Eskiyi, yenilenememekle eleştiren ilahiyat,<br />

yeni olarak sadece selefi tenkit etti. Siyasî,<br />

ictimaî konularda görüş beyan etmemede ısrarcı<br />

oldu. Ulus merkezli faşist yapılanmaların<br />

İslam nazarından hal çaresinin nasıl olduğuna<br />

dair tek bir tez hazırlamadı. Bilad-ı İslam’da<br />

ümmetin kanının aktığı bir dönemde “kadının<br />

özel halini” müzakere etmek için toplandı.<br />

Namazın sünnetlerini saymaktan aciz<br />

olan İslamcı ise, “mutlak müctehit” gibi her<br />

mevzuda hüküm beyan etti. İslam’a göre siyasi<br />

ve ictimaî mevzuların hal çaresinin nasıl<br />

olacağını ya da olmayacağını o belirledi. Sadece<br />

ilim meclislerinde konuşulması gereken<br />

mahrem mevzuları gazeteye, televizyona taşıdı.<br />

Allamelerin “Lâ edrî/bilmiyorum” dediği<br />

mevzularda “bana göre…” diye söze başlayıp<br />

“yıldırım fetva”lar neşretti. Ulemanın sadece<br />

dersle meşgul olması onu daha da cesaretlendirdi.<br />

Medrese sustu, İslamcı konuştu. İşte<br />

“İnkişaf” mecmuası, böyle bir zamanda yayın<br />

hayatına başladı. Ne var ki bazı Müslümanlar<br />

varlığından rahatsız oldu, onu durdurmanın<br />

yollarını aradı, ilgili müesseseden derginin<br />

isim hakkını satın alıp hakkımızda dava açtı.<br />

Uzun zaman devam eden mahkemeler neticesinde<br />

İnkişaf’a ara verildi. O sıra da Cemali<br />

bir tecelli oldu. Yeni Süleymaniye’miz; İfam<br />

kuruldu. Şimdi ilk mezunları farklı halkalarda<br />

Beydavî, Nesefî, Müslim, Hidaye, Cami gibi<br />

üst dersleri okutuyor. İnkişaf birdi. İfam’la yüz<br />

olarak geri döndü. İnkişaf’ta yazılan mevzular<br />

şimdi İfam’da müzakere edilmekte.<br />

“Hüküm”, İnkişaf’tan biraz farklı olarak<br />

hayatın fikir ve aksiyon cephesinde duracak.<br />

Ulemayı, umûr-u dünyaya müdahil olmaya,<br />

tepetaklak olmuş ehramı yeniden temelleri<br />

üzerine oturtmaya davet edecek. İslamcıya,<br />

her durumda İslam’ın varlığından rahatsız<br />

olan küfür yobazına ve muazzez Müslümana<br />

ayrı ayrı beyanda bulunacak. Hüküm, İslam<br />

nazarıyla neyin, nasıl olması gerektiğini anlatacak.<br />

İslamcıların oluşturduğu, “kayıtsız yaşam<br />

alanı”nı sorgulayacak. İdeolojilerin sorun ürettiği,<br />

sistemlerin sarsıldığı, İslamcıların farklı<br />

zarflar içerisinde “İslam” diye onun, bunun yorumunu<br />

arz ettiği bir zamanda “sadece İslam”,<br />

“yeniden İslam” diyecek. Allah Resulü’nün genel<br />

hatlarıyla tayin ettiği, müçtehit imamların<br />

ise tedvin ve tafsil ettiği İslam’ı anlatacak. Her<br />

şeyin değişebileceğini fakat hükmün asla değişmeyeceğini<br />

ilan edecek.<br />

Hüküm, varoluş gayesine münasib bir şekilde<br />

“İşte iz, geliniz!” diyebilirse kendini başarılı<br />

addedecektir. Gayret bizden, muvaffakıyet<br />

Allah Teala’dandır.<br />

İhsan ŞENOCAK<br />

isenocak@hukumdergisi.com<br />

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

Erdal ULU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Enes GÜR<br />

Editörler<br />

Yusuf ZİYA MERMERTAŞ<br />

Muhammed Fatih DEMİRTÜRK<br />

01<br />

OCAK 2013<br />

YIL: 1 SAYI: 1 OCAK 2013<br />

Yayın Danışmanı<br />

İhsan ŞENOCAK<br />

Yayın Kurulu<br />

Ahmet YAZICI, Halid İSTANBULLU,<br />

Recep YILDIZ, Selim SEYHAN, Fahri TEPE<br />

Abdullah KADIOĞLU, Mahmut Sami GÜLCÜ<br />

Tashih<br />

Yücel SARIOĞLU<br />

Grafik-Tasarım<br />

www.globalgrafik.com<br />

Yazıların ilmi, fikri ve hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.<br />

Dağıtım Sorumlusu<br />

Sezai USLU<br />

Tel: 0212 999 97 96 / Cep: 0506 441 19 79<br />

Baskı<br />

İhlas Gazetecilik A.Ş<br />

Dağıtım<br />

YAYSAT<br />

Yönetim Yeri: Atikali Mah. Müezzin Bilal Sk. No: 16/3/3 Fatih / İSTANBUL<br />

e-mail: info@hukumdergisi.com www.hukumdergisi.com<br />

Merkez Mah. 29 Ekim Cad.<br />

İhlas Plaza No:11 A/41 34197 Yenibosna/İstanbul<br />

Yayın Türü- Aylık Yerel Süreli<br />

www.hukumdergisi.com


YARDIMCINIZ ALLAH (azze ve celle) OLUNCA...<br />

Bilad-ı Şam<br />

İslam İnkılabına<br />

Hazırlanıyor<br />

Suriye’de kardeşlerimiz acılar mahşerinde kaç bin defa bir buçuk milyarlık ümmeti hesaba katarak,<br />

“Bizi kurtarın/bize yardım edin!” diye çağrıda bulundu fakat çığlıkları İran severlerin dehlizlerinde ya da<br />

onları Ehl-i beyt olarak tanıtan taifenin stüdyolarında kayboldu. İslamcılar daha önemli(!) bahisleri olduğundan<br />

haber bültenlerinde, manşetlerinde onlara yer ayıramadı. Ya da 500 ölümlü bir katliamı bir trafik kazası<br />

çapında haber yaptılar.<br />

u İhsan ŞENOCAK<br />

isenocak@hukumdergisi.com<br />

Onlarca yıl Nusayri zulmüne maruz<br />

kaldılar. Malları talan edildi, camilerdeki<br />

ders halkaları tehdit olarak algılandı.<br />

Çocukları yüksek binaların tepelerinden<br />

yollara savruldu. Anne karnındaki çocukları<br />

katledildi. Hama’da on binlercesi şehid oldu.<br />

Baas rejiminin katliam ajandasını bilen<br />

Müslümanlar yola, “her şeye hazırız.” diyerek<br />

çıktı. Bir anda “Özgür Suriye Ordusu” oluştu.<br />

İslam gençliği ÖSO’nun tugaylarına koştu.<br />

Arkasına İran, Rusya ve adına Hizbullah<br />

denen örgütü alan Beşşar, babası ve amcası<br />

gibi zafer kazanacağını düşündü fakat her gün<br />

yeni yenilgi haberleri aldı. Taburları, tugayları<br />

düştü, şehirlerde hakimiyeti kaybetti. Elinde<br />

sadece hava gücü kaldı.<br />

Şam, Halep, Hımıs, … şimdilerde insanlık<br />

tarihinin, en şeni’ katliamlarından birine<br />

tanıklık ediyor. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar feryad<br />

ediyor. Okullar, çarşılar boşalmış. Atölyeler,<br />

fabrikalar çalışmıyor. Şu fikir inhitatına bakın<br />

ki, tek bilgi kaynağı İran ve Hizbullah olan<br />

bazı Müslümanlar, bu vahşete duyarsız kalmakla<br />

yetinmiyor, mazlumları da Amerikancı<br />

olmakla itham ediyor. Aşağıdaki mısra sanki<br />

tam da bu hadiseyi izah etmek için söylenmiş:<br />

“Sorsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir.”<br />

Müslümanlara hitap eden gazete ve televizyonları<br />

idare eden yazar-çizer taifesinin bir<br />

kısmı, açıkça Esed’ten yana tavır alarak sadece<br />

zahiren İslam’la alakası olduğunu bir kez<br />

daha tescil eden İran’ı tezkiye etmeye devam<br />

ediyor. (Hiçbir hadiseyi küçümseme amacımızın<br />

olmadığını, bütün bir alem-i İslam’ı<br />

misak-ı milli olarak kabul ettiğimizi ilanen<br />

söyleyelim). Bilad-i İslam’da birkaç şehit için<br />

nümayişler düzenleyenler günde yüzlerce kişinin<br />

şehit olduğu suriye cihadına karşı sükut<br />

orucuna büründü; hissetmiyor, görmüyor,<br />

duymuyor, konuşmuyor. Kur’an-ı Hakim’in<br />

ifadesiyle, sağır, dilsiz ve kör oldular. Diğer bir<br />

grup ise hakikati tahrif ediyor, gaddarı mazlum;<br />

mazlumu da gaddar olarak gösteriyor.<br />

Camileri bombalayan, ulema, avam ayırımı<br />

yapmadan Müslüman’ın boğazını kesen ya da<br />

onu kurşuna dizen İran, Beşşar ve Hizbullah’ı<br />

hakperset; mazlum ümmetin, yıkılan camilerin,<br />

ırzına geçilen kadınların hesabını soran,<br />

Allah Azze ve Celle’nin adını yücelten Özgür<br />

Suriye Ordusu’nu ise Amerikancı olarak haber<br />

yapıyor: “Müşkül budur ki, suret-i haktan zuhur<br />

ede.”<br />

Hakikat, ancak bu kadar çarpıtılabilir. Hz.<br />

İsa adına İseviliği tahrif edenler, şimdi İslam<br />

adına hakikati tahrif etmekle meşgul. En zor<br />

zamanlarda dahi kardeşlerinin yanında yer<br />

alan, varını yoğunu onlarla paylaşan, kıtalar<br />

arası yardım kafileleri düzenleyen bu ümmet,<br />

evi bombalanan muzdariplere, eşini ve çocuklarını<br />

kaybeden biçare kadınlara, yavrusuna<br />

süt bulamayan babalara karşı kayıtsız kaldı,<br />

onları acılarıyla baş başa bıraktı.<br />

Suriye’de kardeşlerimiz acılar mahşerinde<br />

kaç bin defa bir buçuk milyarlık ümmeti<br />

hesaba katarak, “Bizi kurtarın/bize yardım<br />

edin!” diye çağrıda bulundu fakat çığlıkları<br />

İran severlerin dehlizlerinde ya da onları Ehl-i<br />

beyt olarak tanıtan taifenin stüdyolarında<br />

kayboldu. İslamcılar daha önemli(!) bahisleri<br />

olduğundan haber bültenlerinde, manşetlerinde<br />

onlara yer ayıramadı. Ya da 500 ölümlü<br />

bir katliamı bir trafik kazası çapında haber<br />

yaptılar. Onlar aslında bu tavırlarıyla kendileri<br />

katında hangi sözün daha bağlayıcı olduğunu<br />

gösterdiler. Kur’an’ın, “Size ne oldu da Allah<br />

yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan<br />

bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip<br />

gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen<br />

zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda<br />

savaşmıyorsunuz!” (Nisâ 75) çağrısına<br />

mutaassıb bir Ayetullah’ın sözü kadar önem<br />

atfetmediler.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 02


HALİD<br />

Halid… Hımıs’ta, Halid b. Velid<br />

(radiyallahu anh)’ın kabrine yakın<br />

bir evde dünyaya gelmişti. Babası,<br />

“Hz. Halid gibi olur”, dağılan İslam<br />

ordularının önüne geçer, Onun gibi,<br />

“Hz. Muhammed’e şahadet/cennet<br />

karşılığında biat edenler gelsin.” der,<br />

hezimeti zafere çevirir temennisiyle<br />

ona büyük sahabinin adını vermişti.<br />

Hımıs’taki haberleri Halid’ten<br />

alır, emanetleri onun vasıtasıyla<br />

mazlumlara ulaştırırdık. Bazen gece<br />

iki de, bazen ders esnasında, bazen<br />

de fecirde arar yani -elektriğin olmadığı<br />

şehirde- nerede bir jeneratör<br />

bulur telefonunu şarz ederse oradan<br />

telefon açar, ihtiyaçları bildirirdi.<br />

Her telefonda yeni şehit haberleri verir,<br />

dünyada kalmasına hayıflanırdı.<br />

Konuşmayı sonlandırırken, “Hocam<br />

bir dakika, kapatmayın! Ben dua<br />

edeyim siz de amin deyin derdi: ‘Allahım!<br />

Beni şehadetle rızıklandır!”<br />

Halid’le en son Kasım ayının<br />

ilk günlerinde konuşmuş, “bu ayın<br />

emanetini falan kardeşimizle gönderiyoruz.”<br />

demiştim. Haftalar geride<br />

kaldı. Ne emanetçi ne de ben ulaşabildim.<br />

Halid de şehit oldu.<br />

Hımıs’lı mürşid Said Kahil’in öğrencisi,<br />

İmam Kevserî’nin muhibbi,<br />

ilim talebesi Halid mi Amerikancı?<br />

Kim Amerikancı?<br />

Düşünceleri Ehl-i Sünnet dışı havzalarda<br />

teşekkül edenler, “Bu bizim mücadelemiz<br />

değil.” dedi. Hımıs’ta, “komutanımız Hz. Muhammed”<br />

diye yürüyen İslam gençliğine emperyalizmadan<br />

aidiyet noktaları buldular(!).<br />

Beşşar’ın lojistiğinde onunla birlikte “Bunları<br />

ABD sokağa çıkardı.” diye kulis yaptılar. Yani<br />

yıllarca “En büyük cihad zalim sultanın karşısında<br />

hakkı söylemektir.” diyenler, “Esed’ten<br />

başka ilah yoktur.” diyen Şebbiha’yı İslam<br />

gençliğine tercih etti. Müslümanları Amerikancı<br />

olmakla itham etti.<br />

Okuma yazma bilmeyen, dağlarda yıllarca<br />

çobanlık yapan, köyündeki kızlara şebbihanın<br />

tecavüz ettiğini, Esed’in askerlerinin<br />

köy camisini tankla yakıp yıktığını duyunca,<br />

koyunlarını bırakıp, Özgür Suriye Ordusu’nun<br />

saflarına katılan, cihad ederken şehid düşen<br />

genç mi Amerikancı?<br />

Kötürüm dedesinin gözleri önünde on<br />

sekiz Suriye askerinin ırzına geçtiği, yaşadıklarının<br />

etkisinden kurtulamayıp gazla kendisini<br />

yakan Hama’lı kız mı Amerikancı?<br />

Şam’da Ebû İsa komutasındaki Liva-u<br />

Sukuri’ş-Şam’ın (Şam şahinleri tugayı) bir<br />

bölüğünde nöbet bekleyen, kendisine hangi<br />

taburdan olduğu sorulduğunda, “Nereye ait<br />

olmamızın ne önemi var. Biz, İslam’ın askerleriyiz.<br />

Allah’ın dinini yüceltmek için cihad ediyoruz.”<br />

diyen genç mi Amerikancı?<br />

Haleb’in, Şam’ın minberlerinde şehadeti<br />

anlatan mücahit imamlar mı; okullarını terk<br />

edip Özgür Suriye Ordusu saflarına katılan<br />

muazzez İslam gençleri mi, kim Amerikancı?<br />

Liva-u Sukuri’ş-Şam komutanına gelip<br />

cihad etmek için tabura alınmasını isteyen<br />

silah yetersizliğinden dolayı talebi karşılanamayınca<br />

yere kapanıp ağlamaya başlayan, bir<br />

müddet sonra toparlanıp komutana, “Neden<br />

cennete girmeme engel oluyorsun? Vallahi<br />

Cennetin kokusunu alıyorum.” diyen, ısrarları<br />

üzerine kendisine bir silah temin edilen ve ilk<br />

çatışmada şehit olan on beş yaşındaki genç mi<br />

Amerikancı?<br />

Gayeleri Allah Azze ve Celle, düsturları<br />

Kur’ân-ı Kerîm, komutanları Hz. Muhammed,<br />

idealleri büyük İslam inkılabı, yaşadıkları ise<br />

kah Bedir, kah Uhud olan mustakîm müminler<br />

mi Amerikancı?<br />

Onlar Kadisiye’de değiller fakat anaları<br />

Allah Rasulü’nün övgüsüne muhatab olan<br />

büyük İslam kadını Hz. Hansa gibi… Kadınları,<br />

kızları ölüme meydan okuyor; erkeklerinin<br />

şehadetleriyle iftihar ediyorlar. Bilad-ı Şam’da<br />

Umm-u Halid’ler, Ümm-u Ali’ler destanlar yazıyor.<br />

Şam’da Umm-u Davud adında bir İslam<br />

kadını… Ziyaretçilerine oğullarının şahadetlerini<br />

anlatıyor, o konuşuyor dinleyenler ağlıyor.<br />

Onda ise tek damla yaş yok, tam bir teslimiyet<br />

hali… Kendisine, “bütün bunlardan elem duymuyor<br />

musun?” diye sorulduğunda“Elbette<br />

Gayeleri Allah Azze<br />

ve Celle, düsturları<br />

Kur’ân-ı Kerîm, komutanları<br />

Hz. Muhammed,<br />

idealleri büyük İslam<br />

inkılabı, yaşadıkları ise<br />

kah Bedir, kah Uhud<br />

olan mustakîm müminler<br />

mi Amerikancı?<br />

03<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


acı çekiyorum… Anneyim ben, yüreğim yanıyor<br />

fakat ağlarsam mücahitlerin moralleri<br />

bozulur, ecrim azalır. Bu yüzden sabrediyorum.<br />

İntizar halindeyim. Her an bana da sefer<br />

emrinin gelmesini ve yavrularımla Cennet-i<br />

A’la’da bulaşmayı özlüyorum.” şeklinde cevap<br />

veriyor.<br />

Belki de Ümm-u Davud hiç okula gitmedi.<br />

Cihadın ne olduğunu bir kitaptan da<br />

öğrenmedi. İman ve amel-i salih ona öyle bir<br />

makam verdi ki bizzat kendisi kitap oldu. Şimdi<br />

siretiyle okumasını bilene İslam’ın ne olduğunu<br />

ve nasıl anlaşılması gerektiğini öğretiyor.<br />

Bilad-ı Şam’da şehirlerin en işlek yeri<br />

makberler... Makberlerde bölük bölük içtimalar<br />

var. Defin esnasında gençler Abdullah<br />

b. Cahş (radiyallahu anh) gibi dua ediyor: “Ya<br />

Rab! Şahadeti, kardeşimize nasip ettiğin gibi<br />

bize de ikram et, bizi o büyük devletten mahrum<br />

etme!”<br />

Müslümanların yaşadığı mahallelerde<br />

dükkanlar kapalı, açık olanlarda ise hemen hemen<br />

satacak mal kalmadı. Rejim, hava bombardımanında<br />

ekmek fırınlarını ilk vurulacak<br />

hedefler arasında gördüğünden yüzbinlik şehirlerde<br />

halen vurulmamış birkaç fırın kaldı.<br />

Halk temel besin kaynağı olan ekmeğe dahi<br />

ulaşmakta güçlük çekiyor. Bir kişiye yetecek<br />

bir çorbayı altı kişi yiyor. Yine de sofralardan<br />

hamdederek kalkıyorlar.<br />

Türkiye’de birilerinin varlıklarından rahatsızlık<br />

duyduğu konteyner kent… Her bir<br />

konteynerda ayrı bir acı, ayrı bir hikaye var.<br />

Kimi eşini, kimi oğlunu, kimi bütün bir ailesini<br />

kaybetmiş. Kimi tecavüze uğramış, şuurunu<br />

yitirmiş. Kiminin korkudan dili tutulmuş. Evleri,<br />

mülkleri yerle bir olmuş.<br />

Konteyner kentte ak sakallı bir ihtiyar...<br />

Yüzünde iman ve tevekkülün derin izleri var.<br />

Bir kenarda oturmuş elinde tesbih evradıyla<br />

meşgul oluyor. Yanına varıp selamdan sonra<br />

halini soruyorsunuz. Yaşadıklarını ve yaşananları<br />

anlatıyor. Sonra müftehir bir eda ile<br />

Konteyner kentte bir<br />

Perşembe günü… Çocuklara<br />

çikolata ve helva<br />

dağıtılıyor. On yaşlarındaki<br />

bir kız çocuğuna da helva<br />

uzatıyorlar. Israrlara rağmen<br />

geri çeviriyor. Sonra<br />

öğreniliyor ki ümmetin bu<br />

yetimi nafile oruç tutuyor.<br />

Zafere Kadar...<br />

oğullarının şahadetinden bahsediyor. Allah ve ***<br />

Rasul davası için geride kalan çocuklarını da Bir tarafta ‘idealimiz İslam inkılabı’ diyen<br />

meydana gönderdiğini söylemeyi ihmal etmiyor.<br />

Akla gelebilecek muhtemel sorulara cevap teyner kentteki aksakallı derviş, on yaşında,<br />

gençler, dört şehid anası Umm-u Halid, kon-<br />

kampta nafile oruç tutan kız çocuğu; karşıda<br />

babında ise şunları söylüyor: “Muhallefundan<br />

ise yüzde sekizlik bir kemiyetle Müslümanlara<br />

hükmeden, camileri yıkan, ulema, avam<br />

(cihattan geri kalanlardan) değilim. Şehit yavrularımın<br />

emanetleri olan kadın ve çocukları<br />

ayırımı yapmadan Müslüman katleden rejim,<br />

himaye etmek için buradayım.”<br />

İran ve Amerika’nın işgal ettiği yerlerde hep<br />

Konteyner kentte bir Perşembe günü…<br />

kazançlı çıkan Ehl-i Sünnet muarızları, Sizce<br />

Çocuklara çikolata ve helva dağıtılıyor. On yaşlarındaki<br />

bir kız çocuğuna da helva uzatıyorlar. Bütün cepheler dağılsa da, maaşlı ay-<br />

kim Amerikancı?!<br />

Israrlara rağmen geri çeviriyor. Sonra öğreniliyor<br />

ki ümmetin bu yetimi nafile oruç tutuyor. bilad-ı Şam büyük bir inkılaba<br />

dınlar doğruya yanlış, yanlışa doğru dese de,<br />

hazırlanıyor.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 04


05<br />

Emperyalizma planlarını<br />

azınlık olan<br />

Şiilere yeni yayılma<br />

alanları hazırlamak<br />

ve Ehl-i Sünnet Müslümanlarını<br />

farklı<br />

değerleri öne çıkararak<br />

yeni parçalara<br />

ayırabilmek esası üzerine<br />

tasarlamaktadır.<br />

Bunun için hemen her<br />

kesimden müslümanın<br />

nefretini kazanan ABD<br />

ve İsrail, İran’la düşman<br />

görünerek, İran’ın Ehl-i<br />

Sünnet Müslümanları<br />

nezdinde itibar kazanmasını<br />

temin etmektedir.<br />

Yani emperyalizma<br />

icraatlarıyla İran’a, “Sürekli<br />

düşman görünelim<br />

ki sen yeni dostlar kazan.”<br />

demektedir.<br />

OCAK 2013<br />

Emperyalizmden İran’a:<br />

“Düşman Görünelim<br />

Sen Müslüman<br />

Dostlar Kazan!”<br />

u Halit İSTANBULLU<br />

histanbullu@hukumdergisi.com<br />

Ümmetin siyasi, ve ictimai manada Emperyalizma, kendi menfaatleri çerçevesinde<br />

kurduğu dengeyi koruyabilmek<br />

yek vücut olduğunun muşahhas<br />

sureti olan Osmanlı’nın mirasına için, elini sahnede Ehl-i Sünnet Müslümanların<br />

sahip çıkan bir Türkiye ile İran’ın karşı karşıya<br />

yaşadığı devletlere, mahfilde ise İran’a<br />

geleceği malumdu. Bu malumiyet belli uzatmakta. Fakat zaman zaman da iki yüzlülüğünü<br />

çevrelerin hakikati tahrif ameliyelerine rağmen,<br />

örtememekte. Emperyalizma, geçen<br />

bugün o derece zahir olmuştur ki, en asırda Anadolu’yu, Mısır’ı, Şam’ı, Hindistan’ı<br />

basit nazarla dahi iki devlet arasındaki derin işgal etti fakat Şii nufusun yoğun olduğu yerlere<br />

ihtilafı görmek mümkündür.<br />

neredeyse hiç müdahil olmadı. (Ehl-i<br />

Aynı idealleri taşıdığımızı zannettiğimiz,<br />

Sünnet tarafından ehl-i kıble olarak görülen<br />

bütün olanlara rağmen kucakladığımız ve İslam dairesi içerisinde kabul edilen Şiile-<br />

İran gördük ki bir yüzüyle ümmet coğrafyasında,<br />

re emperyalizmanın müdahil olmaması her<br />

diğeriyle ise şer cephesinde yer al-<br />

Müslüman için sevindirici bir durumdur.)<br />

makta. Yani sahnede farklı, mahfilde farklı Çünkü Batı için asıl tehlike İslam coğrafyasındaki<br />

bir İran var. Surette ABD ve İsrail’le derin bir<br />

büyük çoğunluğu temsil eden Ehl-i<br />

anlaşmazlık içerisinde olan fakat ABD’nin Sünnet’tir. Bu yüzden emperyalizma planlarını<br />

işgal ettiği yerlerde her nasılsa sürekli kazanan,<br />

azınlık olan Şiilere yeni yayılma alanları<br />

kendisine atiyyeler verilen bir İran… hazırlamak ve Ehl-i Sünnet Müslümanlarını<br />

www.hukumdergisi.com


farklı değerleri öne çıkararak yeni parçalara<br />

ayırabilmek esası üzerine tasarlamaktadır.<br />

Bunun için hemen her kesimden müslümanın<br />

nefretini kazanan ABD ve İsrail, İran’la<br />

düşman görünerek, İran’ın Ehl-i Sünnet<br />

Müslümanları nezdinde itibar kazanmasını<br />

temin etmektedir. Yani emperyalizma icraatlarıyla<br />

İran’a, “Sürekli düşman görünelim<br />

ki sen yeni dostlar kazan.” demektedir.<br />

İran ve Şia ile alakalı bu değerlendirme<br />

Müslümanların mevcut algılarına aykırı olduğundan<br />

bazı zihinlerde idrak sıkıntısına<br />

yol açabilir. Bu yüzden hadiseyi örnekler<br />

bağlamında muşahhaslaştıralım:<br />

ABD, zahirde İran’a nisbetle Ehl-i Sünnet<br />

Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlere<br />

daha yakın duruyor. Ne var ki aynı<br />

ABD işgal ettiği Irak’tan çekilirken yönetimi<br />

İran’la her nevi birlikteliği olan Şiilere bıraktı.<br />

Nuri el-Malikî’nin hukuksuz uygulamalarından<br />

bunalan halk Saddam’ı arar hale geldi.<br />

İhvan-ı Müslimin’e yakınlığı ile bilinen<br />

Tarık el-Haşimî idama mahkum edildi. Sunnilerin<br />

yaşadığı bölgelerden sürekli katliam<br />

haberleri geliyor.<br />

Lübnan, İran devrimini desteklemek<br />

için kurulan Hizbullah’ın kontrolünde.<br />

Suriye’de iktidar onlarca yıl önce azınlık<br />

olan Nusayriler’e teslim edilmişti. En zalim<br />

idarecilerin dahi yapmaya cüret edemeyeceği<br />

katliamları Batı, Nusayriler eliyle yaptı.<br />

Dün Hama, Hıms yerle bir edildi. Bugün<br />

aynı azınlık kendisini iş başına getiren emperyalizmanın<br />

gizli, İran’ın ise açık desteğiyle<br />

Müslüman katliamına devam ediyor.<br />

Ehl-i kıble nazarıyla baktığımız Şia hakkında<br />

böyle bir mütaala, “ümmet bilincine<br />

ne kadar uygun?” diye sorabilirsiniz. Aslında<br />

bu soruyu, yazıyı yazmadan önce ben de<br />

kendime sordum. Fakat bina çökerken çatlayan<br />

duvarlara mücamele yapmanın büyük<br />

kayıplara yol açacak olması beni bu satırları<br />

yazmaya icbar etti. İsterseniz hadiseye<br />

Şam’da, Halep’te ya da Hama’da “Özgür Suriye<br />

Ordusu” saflarında savaşan mücahitler<br />

zaviyesinden bakalım. Geçen yıla kadar<br />

onların araba, ev ve işyerlerinin camlarında<br />

Hizbullah lideri Nasrallah’ın posterleri asılıydı.<br />

Şii olduğuna bakmadan onun zaferiyle<br />

iftihar ederlerdi. Hatta Butî’nin duasından<br />

etkilenip, “Ya Rab! beni Nasrallah’ın bedeninde<br />

bir parça yap” diye dua edenler de<br />

vardı. Fakat aynı Nasrallah, aynı Müslümanları<br />

Lübnan’da mülteci, kendi topraklarında<br />

ise mukim olarak hunharca katletti. Şimdi<br />

onlar, muzaffer olması için dua ettikleri<br />

“Hizbullah”a “Hizbuşşeytan”, Nasralllah’a<br />

“Nasrallât” diyorlar.<br />

Ehl-i Sünnet, Şia’yı her şeye rağmen<br />

tarihin hemen her döneminde defalarca<br />

kucakladı. Yakın dönemde Ehl-i Sünnet’e<br />

mensup bazı alimler, “Mukaren Fıkıh” kapsamında<br />

Şia Fıkhını da okuttu. Son dönemde<br />

telif edilen İslam Fıkhı kitaplarının bir<br />

kısmında Şia fıkhı’na yer verildi. Mustafa<br />

es-Sibaî (rahimehullah) akademik hayatı<br />

boyunca gerek dersleriyle, gerekse de eserleriyle<br />

rıza-i ilahi için bu oluşumu destekledi.<br />

Fakat Merhum, Şii alimlerin gerçek hayatta,<br />

ittihad-i İslam gündemli meclislerdeki konuşmalarının<br />

zıddına davrandıklarına şahit<br />

olunca yine ilah-i rıza için desteğini çekti.<br />

Hoca, Şia’nın söz-amel farklılığına müşahhas<br />

bir örnek olarak 1953 yılında Sur şehrindeki<br />

evinde ziyaret ettiği Şii alim Abdulhüseyin<br />

Şerefuddin’den bahseder. Evde, ittihad-ı<br />

İslam için neler yapılabileceği konuşulur.<br />

Belli esaslarda anlaşma da sağlanır. Her iki<br />

taraftan alimlerin birbirlerini ziyaret etmeleri<br />

ve bu yakınlaşmayı temin edecek eserlerin<br />

telif edilmesi öncelikle yapılması gerekenler<br />

ABD, zahirde İran’a<br />

nisbetle Ehl-i Sünnet<br />

Müslümanların<br />

çoğunlukta olduğu<br />

devletlere daha yakın<br />

duruyor. Ne var<br />

ki aynı ABD işgal ettiği<br />

Irak’tan çekilirken<br />

yönetimi İran’la her nevi<br />

birlikteliği olan Şiilere bıraktı.<br />

Nuri el-Malikî’nin<br />

hukuksuz uygulamalarından<br />

bunalan halk<br />

Saddam’ı arar hale geldi.<br />

İhvan-ı Müslimin’e yakınlığı<br />

ile bilinen Tarık el-<br />

Haşimî idama mahkum<br />

edildi. Sunnilerin yaşadığı<br />

bölgelerden sürekli<br />

katliam haberleri geliyor.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 06


Mahmud Şeltut<br />

Şia, amel planında muahede<br />

esaslarını değil, gizli<br />

ajandasını esas aldı. Muhammed<br />

Takî el-Kummi<br />

adındaki Şii bir alim 1945<br />

yılında Kahire’de “Dâru’t-<br />

Takrib beyne’l-Mezahibi’l-<br />

İslami”yi kurdu. Kurumun<br />

amacını, Ehl-i Kıble’yi tevhit<br />

etmek olarak açıkladı. Sunni<br />

alimlerin bir kısmı da zahirde<br />

iyi niyet taşıyan bu kurum<br />

içerisinde görev alarak katkı<br />

sağladı. Dâru’t-Takrib’in yayın<br />

organı olan “Risaletü’l-İslam”<br />

mecmuası Ezher Rektörü<br />

Mahmud Şeltut’un verdiği bir<br />

fetva ile kurumun gizli ajandasını<br />

deşifre etti. Sahabeye<br />

sövmekten vazgeçmeyen Şia,<br />

Ezher Rektörü olan Şeltut’a;<br />

“Ehl-i Sünnet mezhepleri gibi<br />

İmamiyye ya da İsna Aşeriyye<br />

Şiası olarak anılan Caferiyye<br />

mezhebinin hükümleriyle de<br />

amel etmek caizdir. Müslümanlar<br />

bunu bilmeli ve bazı mezhepler<br />

hakkında taassuptan<br />

kurtulmalıdırlar.” (Mahmud Şeltut,<br />

Fetva Tarihiyye, Risaletü’l-<br />

İslam, XI, 1378/1959 s. 227)<br />

şeklinde fetva verdirmeyi başardı.<br />

Pek çok Şii, bu fetvayı<br />

kitaplarının ilk sayfalarına aldı.<br />

Fetvanın etkisiyle bazı sunni<br />

gençler şiî oldu.<br />

İran devriminden sonra İslam<br />

gençliği, şiileri, “Ne Sünniler ne<br />

Şiiler yaşasın İslam ümmetinin<br />

birliği” ifadesiyle kucakladı.<br />

Mustafa Sıbai<br />

olarak not edilir. Sibaî bu çerçevede bir takım<br />

girişimlerde bulunur, Beyrut’ta Şia’nın<br />

önde gelen isimlerini ziyaret eder. Ne var<br />

ki bir zaman sonra ittifakın müessisi kabul<br />

edilebilecek Abdulhüseyin’in, Ebu Hureyre<br />

(radiyallahu anh) hakkında sövgülerle dolu<br />

bir kitap neşrettiğini görür. Sıbaî’nin başlattığı,<br />

Şia ile Ehl-i Sünnet’in ittihad-ı İslam<br />

ameliyesi öncekilerde olduğu gibi yine Şiilerin<br />

sözlerine muhalif amelleriyle inkıraza<br />

uğrar (Sibaî, es-Sünne ve Mekânetuha fi’ş-<br />

Şeriati’l-İslamiyye, Beyrut, 1985, s. 8-10).<br />

Şia, amel planında muahede esaslarını<br />

değil, gizli ajandasını esas aldı. Muhammed<br />

Takî el-Kummi adındaki Şii bir alim 1945<br />

yılında Kahire’de “Dâru’t-Takrib beyne’l-<br />

Mezahibi’l-İslami”yi kurdu. Kurumun amacını,<br />

Ehl-i Kıble’yi tevhit etmek olarak açıkladı.<br />

Sunni alimlerin bir kısmı da zahirde<br />

iyi niyet taşıyan bu kurum içerisinde görev<br />

alarak katkı sağladı. Dâru’t-Takrib’in yayın<br />

organı olan “Risaletü’l-İslam” mecmuası<br />

Ezher Rektörü Mahmud Şeltut’un verdiği<br />

bir fetva ile kurumun gizli ajandasını deşifre<br />

etti. Sahabeye sövmekten vazgeçmeyen Şia,<br />

Ezher Rektörü olan Şeltut’a; “Ehl-i Sünnet<br />

mezhepleri gibi İmamiyye ya da İsna Aşeriyye<br />

Şiası olarak anılan Caferiyye mezhebinin<br />

hükümleriyle de amel etmek caizdir.<br />

Müslümanlar bunu bilmeli ve bazı mezhepler<br />

hakkında taassuptan kurtulmalıdırlar.”<br />

(Mahmud Şeltut, Fetva Tarihiyye, Risaletü’l-<br />

İslam, XI, 1378/1959 s. 227) şeklinde fetva<br />

verdirmeyi başardı. Pek çok Şii, bu fetvayı<br />

kitaplarının ilk sayfalarına aldı. Fetvanın etkisiyle<br />

bazı sunni gençler şiî oldu.<br />

İran devriminden sonra İslam gençliği,<br />

şiileri, “Ne Sünniler ne Şiiler yaşasın İslam<br />

ümmetinin birliği” ifadesiyle kucakladı.<br />

Hadiseye dair hükmü, realite yerine, sadece<br />

emperyalizmanın surette İran’la kesintisiz<br />

bir krizi tercih etmesine bakarak tayin<br />

edenler, ray değiştirdi. Şia’nın gizli ajandası<br />

çerçevesinde yaptığı ihanetlere bakmadan<br />

onu desteklemeyi tercih etti. Filozofların Yunan<br />

Felsefesi’ne ait metinleri Arapçaya aktarırken<br />

“felsefe” kelimesini “hikmet” olarak<br />

tercüme etmeleri gibi, onlar da, Şia’yı, Ehl-i<br />

Beyt olarak isimlendirdi. İran’dan etkilenen<br />

yazar-çizer taifesi Suriye’deki katliama ya<br />

sessiz kalarak ya da bizzat İran’ın dolayısıyla<br />

da katil Esad’ın yanında yer alarak destek<br />

oldu. Hama,’da, Hımıs’ta, Şam’da her gün<br />

yüzlerce Müslüman şehit olurken, Suriye<br />

davası Filistin, Arakan ya da Somali için oluşan<br />

komuoyu desteğinin çok gerilerinde kaldı.<br />

Mazlumlarla dayanışma için düzenlenen<br />

mitinglerde Suriye gündeme bile alınmadı.<br />

Bütün bunların arkasında Türkiye’deki<br />

İran sever yazar-çizer taifesinin önemli bir<br />

rolü vardır. “Ehl-i Sünnet sabır ve temekkün<br />

okuludur. İhtilali benimsemez. Dolayısıyla<br />

meşru otoriteye başkaldıranlar desteklenemez.”<br />

diyen Müslümanlara gelince, onlar,<br />

emperyalizmanın Müslümanları katletme<br />

karşılığında kendisine iktidar verdiği Esad<br />

rejimini hangi esaslara dayanarak meşru addediyorlar<br />

ki ona başkaldırıyı gayr-ı meşru<br />

görüyorlar.<br />

07<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


Büyük Davanın Küçük Yiğitleri<br />

u Abdullah KADIOĞLU<br />

akadioglu@hukumdergisi.com<br />

Ümmetin çocukları küçük bedenleri ve dağ gibi yürekleriyle okumasını bilenlere sürekli aynı mesajı<br />

verirler. Küfür cehennem gibi ordularla üzerlerine gelse de onlar babalarından kendilerine kalan İslam<br />

Davası’nın sonsuza kadar savunucuları olacaklar. Ümmetin çiğnenen namusunu müdafaa etmekten aciz saray<br />

beylerine de zulme karşı direnmenin dolar banknotlarıyla değil göğüs kafesinde ki imanla olacağını anlatırlar.<br />

Kâbe’de yan yanayız. Mushaf-ı Şerif<br />

okurken “biz” diye geçen zamirlerde<br />

beraberiz. Aynı dua cümlelerine<br />

“âmin” diyoruz. Aynı cennette olacağımızı<br />

hayal ederken onlar dünya cehenneminde<br />

biz ise dünya cennetindeyiz. Duymuyoruz,<br />

görmüyoruz, görmek istemiyoruz.<br />

Acılarımız var. Ümmet coğrafyasından<br />

ağıtlar yükseliyor. Randevulerinizden, hamasi<br />

nutuklarınızdan vakit bulup ta Âlemi<br />

İslam’a kulak verirseniz Arakan’da Budist<br />

zulmü altında diri diri yakılırken “Bizden<br />

başka Müslüman yok mu?’ diye feryad<br />

eden müslümanı duyacaksınız. Suriye’de<br />

Esed’in uçaklarının bombaladığı camisini<br />

yaşlı gözlerle seyrederken “Kurtarın bizi ey<br />

Müslümanlar!” diyen arşı titreten mazlumların<br />

yardım çığlıklarını dinleyeceksiniz.<br />

Gazze’de çocuklarını direnişe kurban veren<br />

ve “Eğer bu şehadetler ümmetin birliğine<br />

vesile olacaksa varlığımız bu ittihada armağan<br />

olsun.” diyen annenin İslam âlemini tek<br />

vücut olmaya davetini işiteceksiniz.<br />

Her gün yeni katliamlar ve sonrasında<br />

yeni ağıtlar. İslam coğrafyası matem yurdu<br />

haline geldi. Artık, ajanslardan “yüzlerce<br />

ölü var” diye geçilen haberler ilgi görmüyor.<br />

Afganistan’da, Arakan’da, Şam’da ya da sair<br />

İslam beldelerinde ağlayan kadınlar, yaşlılar,<br />

çocuklar… Evet onlar bizden bizde onlardan,<br />

fakat acılarını ”ötekiler”olarak yaşıyorlar.<br />

Matem yurdunun küçüklerini düşünün.<br />

İki yaşında ağaç yapraklarıyla beslenen Arakanlı<br />

Nurbahar’ı, ya da abisinin parçalanmış<br />

bedenini kolundaki bileklikten tanıyan yedi<br />

yaşındaki Suriye’li Bedir’i. Bir de, Birleşmiş<br />

Milletler Çocuk Beyannamesi’nin haklarını<br />

güvence altına aldığı Paris’in Londra’nın<br />

ya da diğer batı başkentlerinin çocuklarını<br />

düşünün. Siz ey Müslümanlar! Hz<br />

Muhammed’in çocuk beyannamesini ilan<br />

edene kadar ümmetin çocukları matem tutmaya<br />

devam edecek.<br />

Vahşi ideolojiler onlara yaşama hakkı<br />

tanımasa da, küçücük bedenlerinde cesaret<br />

hisarları inşa eden “ümmetin çocukları”,<br />

Uhud ordusuna katılabilmek için Hz<br />

Peygamber(sav)’e kendilerini arzeden ve<br />

güreş tutuşan Semure bin Cündeb ve Rafi’<br />

bin Hadic’in(radiyellahuanhuma) halefleri<br />

onlar. Dünya çocukları yeni oyuncaklarla<br />

sevinirken onlar günaşırı bulabildikleri ekmekle<br />

mutlu olacaklar. Akranları okulda başarılı<br />

olmak için yarışırken onlar ellerindeki<br />

taşlarla ülkesini yıkmaya gelen tanklara karşı<br />

koymanın telaşında olacaklar. Ve kimisi<br />

dünyanın gözü önünde Abdullah b. Cahş(ra)<br />

gibi parçalanan bir beden bırakıp kimisi de<br />

babasından öğrendiği şehadet türküsünü<br />

haykırarak semaya yükselecek.<br />

Çocuklar neden katledilir? Sadece küçük<br />

bir taş atacak kadar gücü olan çocuklardan<br />

ne isterler ki? Kurdukları sömürü sistemini<br />

ileride başlarına geçirecek çocuklarla<br />

aynı dünyada yaşamak istemediklerinden<br />

ve küçücük Muhammed’leri geleceğin en<br />

büyük tehdidi olarak gördüklerinden belki.<br />

Firavunu saran korku onları da kuşatmış ve<br />

her doğan çocuğu Musa zannediyorlar. İşte<br />

bu yüzden Humus’lu Fatıma’nın dünyaya<br />

yeni gelmiş yavrusu ve belki yeni Musa’lar<br />

doğurur diye annesi Fatıma yaşasın istemediler.<br />

Ümmetin çocukları küçük bedenleri<br />

ve dağ gibi yürekleriyle okumasını bilenlere<br />

sürekli aynı mesajı verirler. Küfür cehennem<br />

gibi ordularla üzerlerine gelse de<br />

onlar babalarından kendilerine kalan İslam<br />

Davası’nın sonsuza kadar savunucuları olacaklar.<br />

Ümmetin çiğnenen namusunu müdafaa<br />

etmekten aciz saray beylerine de zulme<br />

karşı direnmenin dolar banknotlarıyla<br />

değil göğüs kafesinde ki imanla olacağını<br />

anlatırlar. Çünkü onlar, dünya çocukları gibi<br />

gece yatağa yattıklarında annelerinin okuduğu<br />

masallarla değil Selahaddin-i Eyyübilerin<br />

İzzeddin el Kassamların destanlarıyla<br />

büyürler.<br />

Ümmetin küçük mazlumlarına ve onları<br />

şehadet ninnileriyle büyüten annelerine<br />

selam olsun…<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 08


Usema er-Rifaî, her meslekten<br />

insanları bünyesinde toplayabilen<br />

oldukça etkili bir cemaatin lideri<br />

olarak bilinirdi. Şam âlimler birliği<br />

başkanı da olan Hoca, yıllarca hizmetlerini<br />

“er-Rifaî Camii” merkezli<br />

yürüttü. Ağırlıklı olarak ictimaî konuları<br />

tahlil ettiği Cuma hutbeleri yoğun<br />

ilgi gördü. Suriye’de Müslümanlar özgürlük<br />

talebiyle sokaklara çıkınca Hoca<br />

açıkça mazlumlardan yana taraf olduğunu<br />

ilan etti. 2011 yılının Kadir Gecesinde<br />

şebbiha camisini basıp çok sayıda<br />

müslümanı şehit etti. Hoca da başından<br />

ağır darbe aldı. Rejimin baskısı artıp<br />

zulüm katliama dönünce Usame Hoca,<br />

yönetimi ikaz eden ve mazlum halkı<br />

savunan hutbeler irat etti. Bir hutbesinde<br />

olayların yegane sebebinin kırk<br />

yıldır süren zulüm olduğunu dolayısıyla<br />

hadisenin arka planında dış güçleri<br />

aramanın meseleyi çarpıtma anlamı<br />

taşıdığını söyledi. Hoca, hutbelerinde<br />

yönetimi, halkı dinlemeye, taleplerine<br />

kulak vermeye davet etti. Rejime muhalefetin,<br />

ona buğz etmekten öteye geçmediği<br />

bir ülkede açıkça halktan yana<br />

taraf olmak her şeyi göze almak demekti.<br />

Onun bu müstakim duruşu kıyamı<br />

başlatan gençler nezdinde büyük bir<br />

heyecanla karşılandı. Halkın özgürlük<br />

talebine kadar, belli bir cemaatin<br />

mürşidi olarak bilinen Hoca<br />

inkilab başlayınca bilad-ı Şam’daki<br />

cihadın lideri oldu. Medyada “Suriye<br />

muhalefeti”nin temsilcileri olarak öne<br />

çıkan isimlerin bir kısmının laik, bir<br />

kısmının da ülke dışında yaşıyor olması<br />

gençleri Hoca’ya daha da yakınlaştırdı.<br />

Bu yüzden rejim onu ve kardeşi<br />

Sariye er-Rifaî’yi birinci derecede tehdit<br />

olarak algıladı. İstihbarattan birisi<br />

kendisine rejimin suikast planladığını<br />

söyleyince çalışmalarını İstanbul’a taşıdı.<br />

Merhum Necmettin Erbakan’ın da<br />

dostu olan Hoca, İhvan-ı Müslimin’e ve<br />

Türkiye’ye yakınlığıyla biliniyor.<br />

09<br />

OCAK 2013<br />

Cihad, Allah’ın Adıyla Başladı,<br />

Onun Rızası İçin Devam Ediyor...<br />

u Ahmet YAZICI<br />

ayazici@hukumdergisi.com<br />

Hüküm: Hocam Suriye’de 22 aydır<br />

devam eden bir cihad var. Farklı şehirlerde<br />

birbirini hiç tanımayan insanlar tugaylar<br />

oluşturdular, düzenli bir orduya karşı mücadele<br />

ediyorlar. Özgür Suriye ordusu nasıl<br />

oluştu, bu kadar insan nasıl bir araya geldi?<br />

Usame er-Rifâ’î: Hamd Âlemlerin rabbi<br />

olan Allah’a, salat ve selam onun Resulü’ne<br />

olsun. Yüce Rabbimiz; Kitabında ashabın<br />

kalplerini cem eden müessir sebebi vasf-<br />

ederken Resulüne şu şekilde hitap ediyor:<br />

“Allah müminlerin kalplerini birleştirdi. Eğer<br />

sen dünyadaki her şeyi harcasaydın yine de<br />

onların kalplerini sevgi üzere birleştiremezdin.<br />

Fakat Allah onların kalplerini birbirine<br />

kaynaştırmıştır.”(Enfal-63). Biz inanıyoruz<br />

ki; kâinatta hareket eden her şey Allah’ın izni<br />

ve müsaadesine tabidir. Fakat biz insanlara<br />

düşen sebeplere sarılıp gücümüz nispetinde<br />

tedbirlerimizi almaktır. Ama hakikatte her<br />

şey Allah (azze ve celle)’nin kudret elindedir.<br />

Nitekim Rabbimiz Yüce Kitabında “Onları<br />

siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Elindeki<br />

oku attığın zaman da sen atmadın, Allah<br />

Suriye İslam İnkılabının<br />

Manevi Lideri ve Şam Alimler Birliği Başkanı<br />

Usame er-Rifâ’î Hoca:<br />

attı.” buyurarak hakiki manada bütün fiillerin<br />

kendisine ait olduğunu beyan etmektedir.<br />

Aynı zamanda kalplere sevgiyi ve muhabbeti<br />

koyan, onları birbirine yakınlaştıran<br />

da Yüce Rabbimizdir. Suriye’de ki cihada bu<br />

zaviyeden baktığımızda, yaşlısıyla genciyle,<br />

kadınıyla erkeğiyle insanları harekete geçiren,<br />

kalplerini bu yolda birleştiren ve onlara<br />

bu şekilde mücadele azmi verenin sadece ve<br />

sadece Allah (azze ve celle) olduğunu görürüz.<br />

Âlimlerin Konumu<br />

Hüküm: Suriye’de ki Ulemanın cihada<br />

bakışı nasıldır, farklı değerlendirmeler<br />

var mı?<br />

Usame er-Rifâ’î: Suriye’deki âlimlerin<br />

az bir kısmı rejimi desteklemektedir. Bunların<br />

rejimi desteklemekteki amaçları ya maddi<br />

menfaat temini ya da akıl tutulmasıdır.<br />

Bunlar her ne kadar allame olsalar da halk<br />

bu âlimlere artık itibar etmiyor. Bu yüzden<br />

bunların rejime desteği hiçbir anlam ifade<br />

etmez. Suriye’deki âlimlerin büyük ekseriyeti<br />

ise rejimin karşısındadır ve mücahitleri<br />

desteklemektedir. Ancak bunların önemli<br />

bir bölümü Suriye’de ikamet etmeye devam<br />

ettiğinden pasif muhalefeti tercih etmektedir.<br />

www.hukumdergisi.com


Buti<br />

Hüküm: Said Ramazan el-bûtî<br />

Hoca’nın rejimin yanında yer alması, hala<br />

hutbelerinde düzenli orduya dua etmesi<br />

hakkında neler söyleyeceksiniz?<br />

Usame er-Rifâ’î: Bûtî âlimdir. Dininde<br />

samimidir. Dünya menfaati için dinini satmaz.<br />

Biz böyle biliyoruz. Fakat Hoca, bütün<br />

siyasi haberleri rejimin adamlarından<br />

alır. Onların söylediklerini doğru kabul eder.<br />

Kendisine Esed’in zulmünü anlatan arkadaşlar<br />

gönderdim. Onları dinledi ve “bunlar<br />

olamaz” dedi. Taaccüp etti, hemen vakıflar<br />

bakanını arayıp haberlerin doğru olup olmadığını<br />

sordu. Onlarda tabiki kendilerini<br />

tezkiye etti. Yani Bûtî’yi halktan uzaklaştıran<br />

yönetimdeki insanlara itimadıdır.<br />

Molla Ramazan - Hasan Habenneke<br />

Hüküm: Peki sizin Hocayla doğrudan<br />

bir diyaloğunuz oldu mu?<br />

Usame er-Rifâ’î: Bûtî ile aramızda geçen<br />

bir olayı aktararak sorunuza cevap vereyim.<br />

Biz, Suriye’deki âlimlerle iki haftada<br />

bir toplantı yapardık. Hoca da bu toplantılara<br />

katılırdı. Kardeşim Sariye er-Rifâ’î istihbarat<br />

tarafından takip edilmeye başlanınca<br />

Bûtî toplantılarımıza katılmamaya başladı.<br />

Kendisine “neden toplantılarımıza iştirak<br />

etmiyorsun” diye haber gönderince, “kardeşin<br />

Sâriye takip ediliyor” dedi. Ben de haberi<br />

getiren kardeşimize o’na babası Molla<br />

Ramazan Bûtî’nin şu olayını hatırlatmasını<br />

Molla Ramazan el-Buti<br />

söyledim. Şeyh Hasan Habenneke (rahimehullah)<br />

rejim tarafından 60’lı yıllarda tutuklanıp<br />

hapse atıldığında, hiç kimse Şam’da<br />

korkusundan sokağa çıkamıyordu. Senin<br />

baban Molla Ramazan Bûtî (rahimehullah)<br />

ilerleyen yaşına rağmen Şam’ın bir ucundan<br />

diğer ucuna yaya olarak yürümüş, Şeyh<br />

Hasan Habenneke’nin evine gitmiş, kapısını<br />

çalmış, beni üstadın odasına götürün demiş,<br />

gitmiş, oturmuş ve “o özgürlüğüne kavuşuncaya<br />

kadar bu odadan çıkmayacağım, gelsin<br />

beni de alsınlar” demişti. Benim kardeşim<br />

sadece takip ediliyor, Şeyh Hasan Habenneke<br />

ise idamla yargılanıyordu, senin allâme<br />

baban Molla Ramazan o zor şartlarda böyle<br />

bir kahramanlık sergilemişti. Sen ise toplantılarımıza<br />

katılmıyorsun ey Bûtî dedim. Maalesef<br />

Bûtî, ehlisünnet noktasındaki müstakim<br />

duruşunu halkının yanında yer alarak<br />

gösterememiş bu vesileyle Suriye halkı nazarındaki<br />

itibarını tamamıyla kaybetmiştir.<br />

Suriye Ordusu<br />

Hüküm: Hocam, Mısır devriminde ordunun<br />

tarafsız kaldığını, en azından halka<br />

müdahale etme noktasında çekimser bir<br />

tutum izlediğini biliyoruz. Bu açıdan değerlendirdiğimizde<br />

Suriye ordusu hakkında<br />

neler söyleyebilirsiniz?<br />

Usame er-Rifâ’î: Maalesef Suriye ordusu<br />

rejimin yanında yer almakta ve zalimlerin<br />

bekçiliğini yapmaktadır. Ancak orduda<br />

görevli Müslüman asker ve komutanların<br />

önemli bir bölümü cihadın başlamasıyla<br />

birlikte ordudan ayrılmış ve hür orduya katılmıştır.<br />

Fakat yine de mevcut Suriye ordusu<br />

içerisinde cihadı destekleyen ve yeri geldiğinde<br />

halkını koruyan komutanlar mevcuttur.<br />

Şam’ın Guta Şarkiyye mıntıkasında beş<br />

çocuğuyla birlikte bir evde yaşayan Abdulfettah<br />

isimli kardeşimizin başından geçen<br />

şu olay bu duruma güzel bir örnektir. Bu<br />

kardeşimizin evde olmadığı bir günde bir<br />

komutan şikâyet üzerine eve gider, evin hanımına<br />

arama yapacaklarını, çocukları bir<br />

odaya kilitlemesini söyler. Daha sonra şebbihaları<br />

içeriye çağırır ve onlara evi aramalarını<br />

söyler. Evi ararlar, bir şey bulamazlar.<br />

Sadece kilitli odaya bakmadıklarını söylerler.<br />

Komutan da o odaya kendisinin baktığını<br />

söyler. Ancak komutan kendisinden<br />

başka bir asker eve gelmesin diye emrindeki<br />

şebbihalara evi tam üç defa aratır. Silah bulamadıklarını<br />

söylediklerinde de onları azarlar<br />

ve gönderir. Daha sonra evin hanımına<br />

dönerek “kardeşim! karşıdaki evin çatısında<br />

Yahudi asıllı İranlı bir keskin nişancı var, sizi<br />

gözetliyor. O taraftaki abajuru açmayın, evin<br />

Hasan Habenneke el Meydanı<br />

Ortada Sarıklı<br />

Biz, Suriye’deki âlimlerle iki haftada<br />

bir toplantı yapardık. Hoca<br />

da bu toplantılara katılırdı. Kardeşim<br />

Sariye er-Rifâ’î istihbarat<br />

tarafından takip edilmeye<br />

başlanınca Bûtî toplantılarımıza<br />

katılmamaya başladı. Kendisine<br />

“neden toplantılarımıza iştirak<br />

etmiyorsun” diye haber gönderince,<br />

“kardeşin Sâriye takip ediliyor”<br />

dedi. Ben de haberi getiren<br />

kardeşimize ona babası Molla Ramazan<br />

Bûtî’nin şu olayını hatırlatmasını<br />

söyledim. Şeyh Hasan<br />

Habenneke (rahimehullah) rejim<br />

tarafından 60’lı yıllarda tutuklanıp<br />

hapse atıldığında, hiç kimse<br />

Şam’da korkusundan sokağa<br />

çıkamıyordu. Senin baban Molla<br />

Ramazan Bûtî (rahimehullah)<br />

ilerleyen yaşına rağmen Şam’ın<br />

bir ucundan diğer ucuna yaya<br />

olarak yürümüş, Şeyh Hasan<br />

Habenneke’nin evine gitmiş, kapısını<br />

çalmış, beni üstadın odasına<br />

götürün demiş, gitmiş oturmuş<br />

ve “o özgürlüğüne kavuşuncaya<br />

kadar bu odadan çıkmayacağım,<br />

gelsin beni de alsınlar” demişti.<br />

Benim kardeşim sadece takip<br />

ediliyor, Şeyh Hasan Habenneke<br />

ise idamla yargılanıyordu, senin<br />

allâme baban Molla Ramazan o<br />

zor şartlarda böyle bir kahramanlık<br />

sergilemişti. Sen ise toplantılarımıza<br />

katılmıyorsun ey Bûtî<br />

dedim. Maalesef Bûtî, ehlisünnet<br />

noktasındaki müstakim duruşunu<br />

halkının yanında yer alarak<br />

gösterememiş bu vesileyle Suriye<br />

halkı nazarındaki itibarını tamamıyla<br />

kaybetmiştir.<br />

Usema Hoca’nın Babası Abdülkerim er-Rifai<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 10


o tarafında da dolaşmayın” der ve gider.<br />

Elhamdülillah Beşşar’ın ordusu içinde<br />

Suriye halkını korumaya çalışan böyle<br />

komutanlar da mevcuttur.<br />

diğini yapmaya muktedir olan sadece<br />

Yüce Allah’tır.<br />

İran’ın Konumu<br />

Cihadın ilk günleriydi. Mescitten çıktım,<br />

eve geldim. Evdekiler misafir odasında<br />

Hımıs’lı bir kadının benimle görüşmek istediğini<br />

söyledi. Odaya gittim. Kadını tanıyordum.<br />

Saliha, zahide bir hanımefendiydi.<br />

Fakat yaşadıkları onu şoka sokmuştu.<br />

Beni görünce, yüksek bir sesle, “sizler burada<br />

yiyin, oturun, bizler Hımıs’ta öldürülelim,<br />

bizi doğrasınlar.” diye çıkıştı. Ben de<br />

kendisine “kardeşim! sakin ol, durum nedir,<br />

elimden geldiği ölçüde sana yardımcı<br />

olayım.” dedim. Biraz sakinleşince sesini<br />

yükselttiği için özür diledi ve dışardaki bir<br />

otobüste kadın ve çocuktan oluşan elli kişinin<br />

olduğunu söyledi. “Hımıs’tan geldik.<br />

Bize barınacak yer lazım. Artık benim yapabileceğim<br />

bir şey yok. Ben onları tecavüz<br />

ve katliamdan kurtararak buraya getirebildim”<br />

dedi. Ben de evimi onlara tahsis<br />

ettim ve ailemi başka bir eve götürdüm.<br />

Daha sonra kadın başından geçen ve onu<br />

şok eden hadiseyi şu şekilde anlattı. “Biz<br />

Hımıs’ta falan mahallede oturuyorduk.<br />

Şebbiha ve rejimin askerleri mahallemizi<br />

kuşattı. Evlere girip insanları katlediyorlardı.<br />

Bir ara evimden çıkıp yakın komşumun<br />

evine gittim. Kapıyı açtığımda bir de ne<br />

göreyim çoluk çocuk demeden hepsi öldürülmüş<br />

ve vücutları lime lime doğranmıştı.<br />

Gördüğüm manzaranın dehşetiyle bir<br />

süre baygınlık geçirdim. Ayıldıktan sonra<br />

çıkıp kız kardeşimin evine gittim. Kardeşimin<br />

beş çocuğu vardı. Ne yazık ki onları<br />

da aynı şekilde katletmişlerdi. Hunharca<br />

katledilen yeğenlerimin minik bedenlerini<br />

görünce yine kendimi kaybettim. Daha<br />

sonra toparlanıp eve gitmek için oradan<br />

ayrıldım. Yolda katliamı yapan askerleri<br />

gördüm. Hepsinin elinde otomatik silahlar<br />

ve kemerlerinin her iki taraflarında<br />

büyük bıçaklar asılıydı. Başlarında da “ya<br />

Hüseyin!” yazan bantlar vardı. Sordum,<br />

öğrendim ki onlar İran’dan ve Hizbullah<br />

kanalıyla Lübnan’dan gelen Şii milislerdi.<br />

Bunların herkesi öldüreceklerini anladım<br />

ve ne yapabilirim diye düşündüm. Aklıma<br />

siz geldiniz. Mahallede ne kadar kadın ve<br />

çocuk varsa bir otobüse bindirdim ve buraya<br />

getirdim.<br />

Cihadın Arkasındaki Güç<br />

Hüküm: Efendim! Bazı çevreler<br />

tarafından Suriye’deki cihadın arkasında<br />

Avrupa, Amerika hatta Siyonistlerin<br />

olduğu iddia edilmektedir. Bu<br />

konuda neler söylemek istersiniz?<br />

Usame er-Rifâ’î: Şunu özellikle<br />

vurgulamak isterim ki Suriye’deki inkılabın<br />

arkasında ne Amerika, ne Avrupa<br />

ne de herhangi bir ülke vardır. Bu inkılabın<br />

arkasında sadece ve sadece Allah’ın<br />

kudreti ve lütfu vardır. Bu inkılabın sebebi<br />

ise insanların elli yıldır yaşadıkları<br />

zulümdür. Her ne kadar bazı insanlar<br />

bu olayların arkasında hâkim güçleri<br />

arasalar da samimi olanlar batılıların<br />

Suriye’deki bu harekete karşı olduğunu<br />

kısa zamanda fark etmektedir. Çünkü<br />

bu mücadelenin yegâne amacı Allah’ın<br />

rızasını kazanmaktır. O’nun dinini<br />

hâkim kılmaktır. Batılıların bizim yanımızda<br />

olmadığının en büyük göstergesi<br />

de mücahitlere silah ulaştırılmasına engel<br />

olmalarıdır. Libya’dan bazı kardeşlerimiz<br />

gemiyle mücahitlere dağıtılmak<br />

üzere ağır ve hafif silahlar gönderdi. Ancak<br />

Amerikalılar Akdeniz’de gemilere<br />

el koydular ve silahların mücahitlerin<br />

eline geçmesine engel oldular. Silahları<br />

gasp edip Katar’daki üslerine götürdüler.<br />

Bu olay Amerika’nın Suriye’deki<br />

mücahidlere yaklaşımını açık bir şekilde<br />

ortaya koymaktadır. Şunu herkes bilsin<br />

ki Suriye’deki cihad ne Amerika’nın ne<br />

de başka bir gücün işaretiyle başlamıştır.<br />

Bu cihad Suriye’nin bir ucundan diğer<br />

ucuna “Allah’ın adıyla” başlamıştır,<br />

onun rızası için devam etmektedir.<br />

Hüküm: Bu olay, Batılı ülkelerin<br />

dolaylı olarak Suriye’deki Beşşar Esed<br />

rejimini desteklediğini göstermektedir.<br />

Usame er-Rifâ’î: Batılılar Esed’in<br />

yönetiminden ümitlerini kestiler. Açıkça<br />

destek vermiyor görünüyorlar. Özgür<br />

Suriye Ordusu’nu da karşılarına almıyorlar.<br />

Gelecek hesapları var; fakat Allah<br />

Teâla’nın da hesabı var. O’nun hesabı<br />

galip olacaktır. Unutmayalım ki Amerika<br />

bir şey ister, batı başka bir şey ister<br />

Allah ise dilediğini yapar. Çünkü dile-<br />

Hüküm: Hocam Beşşar Esed ve<br />

ailesinin Nusayri olduğunu, Nusayrilerin<br />

de gulat-ı Şia’dan olduğunu biliyoruz.<br />

Bu süreçte Şia’nın rolü nedir?<br />

Usame er-Rifâ’î: İran, Irak hükümeti<br />

ve Hizbullah denen örgüt bütün<br />

bu zulümlere rağmen Suriye’de ki mevcut<br />

rejimi desteklemeye devam ediyor.<br />

Hatta pek çok cinayeti onlar işliyor.<br />

Başımdan geçen bir olayı anlatarak bu<br />

ülkelerin konumunu somut bir şekilde<br />

ifade edeyim. Cihadın ilk günleriydi.<br />

Mescitten çıktım, eve geldim. Evdekiler<br />

misafir odasında Hımıs’lı bir kadının<br />

benimle görüşmek istediğini söyledi.<br />

Odaya gittim. Kadını tanıyordum. Saliha,<br />

zahide bir hanımefendiydi. Fakat<br />

yaşadıkları onu şoka sokmuştu. Beni<br />

görünce, yüksek bir sesle, “sizler burada<br />

yiyin, oturun, bizler Hımıs’ta öldürülelim,<br />

bizi doğrasınlar.” diye çıkıştı. Ben<br />

de kendisine “Kardeşim! sakin ol, durum<br />

nedir, elimden geldiği ölçüde sana<br />

yardımcı olayım.” dedim. Biraz sakinleşince<br />

sesini yükselttiği için özür diledi ve<br />

dışardaki bir otobüste kadın ve çocuktan<br />

oluşan elli kişinin olduğunu söyledi.<br />

“Hımıs’tan geldik. Bize barınacak yer lazım.<br />

Artık benim yapabileceğim bir şey<br />

yok. Ben onları tecavüz ve katliamdan<br />

kurtararak buraya getirebildim.” dedi.<br />

Ben de evimi onlara tahsis ettim ve ailemi<br />

başka bir eve götürdüm. Daha sonra<br />

kadın başından geçen ve onu şok eden<br />

hadiseyi şu şekilde anlattı: “Biz Hımıs’ta<br />

falan mahallede oturuyorduk. Şebbiha<br />

ve rejimin askerleri mahallemizi kuşattı.<br />

Evlere girip insanları katlediyorlardı.<br />

Bir ara evimden çıkıp yakın komşumun<br />

evine gittim. Kapıyı açtığımda bir de<br />

ne göreyim çoluk çocuk demeden hepsi<br />

öldürülmüş ve vücutları lime lime<br />

doğranmıştı. Gördüğüm manzaranın<br />

dehşetiyle bir süre baygınlık geçirdim.<br />

Ayıldıktan sonra çıkıp kız kardeşimin<br />

evine gittim. Kardeşimin beş çocuğu<br />

vardı. Ne yazık ki onları da aynı şekilde<br />

katletmişlerdi. Hunharca katledilen yeğenlerimin<br />

minik bedenlerini görünce<br />

yine kendimi kaybettim. Daha sonra<br />

toparlanıp eve gitmek için oradan ayrıl-<br />

11<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


dım. Yolda katliamı yapan askerleri gördüm.<br />

Hepsinin elinde otomatik silahlar ve kemerlerinin<br />

her iki taraflarında büyük bıçaklar<br />

asılıydı. Başlarında da “ya Hüseyin!” yazan<br />

bantlar vardı. Sordum, öğrendim ki onlar<br />

İran’dan ve Hizbullah kanalıyla Lübnan’dan<br />

gelen Şii milislerdi. Bunların herkesi öldüreceklerini<br />

anladım ve ne yapabilirim diye<br />

düşündüm. Aklıma siz geldiniz. Mahallede<br />

ne kadar kadın ve çocuk varsa bir otobüse<br />

bindirdim ve buraya getirdim.”<br />

Adı Ömer Diye Öldürülen Genç<br />

Hüküm: Açıkça sünni Müslümanlara<br />

karşı bir katliam var.<br />

Usame er-Rifâ’î: Evet. Şia militanlarının<br />

bizzat Suriye’deki Müslümanlara<br />

zulmettiğinin bir başka örneği de Şam’da<br />

yaşayan Hımıs’lı bir kardeşimizin başına<br />

gelenlerdir. 18 yaşındaki Ömer kardeşimiz<br />

Hımıs’taki dedesini ziyaret amacıyla bir taksi<br />

kiralayarak yola çıkar. Şehrin çıkışındaki<br />

kontrol noktasında Şii militanlar yolu keser<br />

ve kardeşimizi arabadan indirirler. Kardeşimizin<br />

ismini soran militanlar, adının Ömer<br />

olduğunu duyunca “senin adın Ömer ve<br />

hala yaşıyorsun ha” diyerek onu orada şehit<br />

ederler. Taksinin şoförü olayın şokunu atlatınca<br />

askerlerden o kardeşimizin cesedini<br />

ister. Onlar “senin kafana da sıkmadan buradan<br />

çek git.” derler. Taksi şoförü Hımıs’a gidip<br />

Ömer’in dedesini bulur ve hadiseyi ona<br />

anlatır. Şehid kardeşimizin yaşlı dedesi taksi<br />

şoförüne beni oraya götür, olur ki onları ikna<br />

ederim de en azından torunumun cesedini<br />

alırım der. Beraber kontrol noktasına giderler.<br />

Yaşlı adam oradaki askerin elini öper ve<br />

“benim torunum eceliyle ölmüştür, takdiri<br />

ilahi böyleymiş” diyerek torununun cansız<br />

bedenini ister. Yaşlı adamın bunca iltifatına<br />

rağmen memnun olmayan militanlar silahın<br />

kabzasıyla vurarak başını yararlar. Taksi<br />

şoförü kan revan içinde kalan yaşlı adamı<br />

alarak oradan uzaklaşır. Bu ve bunun gibi<br />

yüzlerce hatta binlerce olay anlatmak mümkündür.<br />

Ancak ben iki tanesini anlatmakla<br />

iktifa ediyorum. Fakat şunu özellikle belirtmek<br />

istiyorum ki İran, Irak hükümeti ve adına<br />

Hizbullah denen örgüt sadece Beşşar’a<br />

para ve silah yardımında bulunmuyor bilakis<br />

İran, devrim muhafızlarını, Hizbullah da<br />

militanlarını göndererek Beşşar’a yardım<br />

ediyor ve Müslümanları katlediyorlar.<br />

Türkiye Ensar, Biz Muhacir<br />

Hüküm: Hocam! Ümmetten ve özellikle<br />

de Türkiye’de yaşayan Müslümanlardan<br />

beklentileriniz nelerdir?<br />

Usame er-Rifâ’î: Allah Resulü<br />

Medine’ye hicret ettiğinde ilk olarak Ensar<br />

ve muhacir kardeşliğini tesis etmişti. Gerek<br />

Suriye’de inkilab başladığı günden ve gerekse<br />

de Türkiye’ye geldiğimden beri elhamdülillah<br />

siz Türk kardeşlerimden hep bu ensar<br />

kardeşliğini gördüm. Gerek hükümet olarak,<br />

gerek halk olarak bize ensar kardeşliğinin en<br />

güzel örneğini sundunuz. Rabbimden niyaz<br />

ediyorum -inşallah- bizleri de muhacir konumunda<br />

kabul etsin.<br />

Bazı Arap devletler, az da olsa yardım<br />

göndermektedir. Ancak yardım gönderen bu<br />

Arap ülkelerinin büyük çoğunluğunun Beşşar<br />

sonrası dönem için Batılılarla ve Amerika<br />

ile görüş birliği içerisinde olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Ancak Türkiye hem devlet hem<br />

millet olarak, hem batınen hem de zahiren<br />

Suriye halkının yanında yer almakta, aynı<br />

şekilde hem Beşşar’ın gidişi noktasında hem<br />

de Beşşar sonrası dönem için mücahitlerle<br />

aynı düşünceyi paylaşmaktadır. Bu açıdan<br />

siz Türk kardeşlerimize ve hükümetinize teşekkür<br />

ediyoruz.<br />

Muaz El-Hatip<br />

Usame Hoca İFAM’da Konferans Verirken<br />

Hüküm: Hocam! Suriyeli muhaliflerin<br />

Doha’da bir araya gelmesi ve mutabakata<br />

varması ile alakalı farklı spekülasyonlar<br />

var. Bu konsey nasıl teşekkül etmiştir ve<br />

Suriye halkı nezdindeki karşılığı nedir?<br />

Usame er-Rifâ’î: Aslında Doha’daki<br />

toplantının tertip edilmesindeki asıl amil<br />

Avrupalılar ve Amerika’dır. Aynı zamanda o<br />

toplantıda oluşturulan konseyin Suriye halkı<br />

nezdinde çok da bir karşılığı yoktur. Bu toplantıyı<br />

tesis edenlerin amacı Suriye’deki rejimin<br />

gitmesinin ardından orada yine laik bir<br />

sistem oluşturmaktır. Bu toplantı bize haber<br />

verilmeden tertip edilmiştir ve bizim de adımız,<br />

Şam Âlimler Birliği Başkanı olarak o toplantıda<br />

yer almıştır. Daha sonra Katar’dan<br />

bir bakan beni aradı ve katılmam yönünde<br />

ikna etmeye çalıştı. Ben de kesinlikle bu oluşumu<br />

desteklemediğimizi kendisine ilettim.<br />

Fakat sonuç Batılıların istediği gibi olmadı.<br />

Toplantının sonunda bizim de kendisini sevip<br />

takdir ettiğimiz, vizyon sahibi bir âlim<br />

olan Şam Emevi Camii imamlarından Muaz<br />

el-Hatib başkan seçildi. Bu oluşumun başına<br />

Muaz el-Hatib’in getirilmesinin amacı<br />

Suriye halkı nezdinde bir itibar kazanmaktı.<br />

Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz ki Mücahitler<br />

kesinlikle İslami bir nizam istiyorlar.<br />

Başka bir ideolojiye asla müsaade etmeyecekler.<br />

Bu nedenle bizim Suriye halkı olarak<br />

ihtiyacımız olan şey, birlik ve beraberliğimizi<br />

bozmadan kalplerimizin aynı duyguyla<br />

çarpmaya devam etmesidir ve bunun için<br />

sizlerden hususen seher vakitlerinde dua istirham<br />

ediyoruz.<br />

Hüküm: Hocam son olarak neler söylemek<br />

istersiniz?<br />

Usame er-Rifâ’î: Allah Azze ve Celle’ye<br />

tevekkülümüz tamdır. Böyle olunca da hiç<br />

kimseden ve hiçbir şeyden korkmayız, çekinmeyiz.<br />

Bizim gayemiz sadece ve sadece<br />

Allah Teala’nın rızasıdır. Biz şuna inanıyoruz<br />

ki kainatta hareket halinde olan bir şeyi durdurmak<br />

üzere bütün insanlar, cinler ve melekler<br />

bir araya gelecek olsalar onu durdurmaya<br />

güç yettiremezler. Durmakta olan bir<br />

şeyi de hareket ettirmeye çalışsalar Allah’ın<br />

izni ve müsaadesi olmadan buna da güç<br />

yettiremezler. Dolayısıyla sizler ve bizler bu<br />

şekilde tevekkülümüzü Allah’a yaptığımız<br />

zaman hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmamıza<br />

gerek yoktur.<br />

İşte Özgür Suriye Ordusu tugayları bu<br />

derin iman ve tevekkül üzeredirler. Onlar nasıl<br />

canlarıyla rejime karşı dinlerini savunuyorlarsa,<br />

dayatılacak gayri İslami rejimlere<br />

karşı da canlarını feda edeceklerdir. Allah’ın<br />

inayetiyle Suriye’de zafer Müslümanların<br />

olacaktır ve zafer yakındır.<br />

Hüküm: Hocam yoğunluğunuz içinde<br />

vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.<br />

Usame er-Rifâ’î: Ben teşekkür eder,<br />

muvaffakiyetler dilerim.<br />

OCAK 2013 12


Hindistanlı Alimin<br />

Rüyasındaki Osmanlı Evladı<br />

-<br />

-<br />

<br />

<br />

<br />

konuşulan siyasi<br />

bir tasavvur olarak<br />

gören, sosyal bilimler<br />

okuyup ilmihal düzeyindeki<br />

malumatla İslam’a<br />

dair kati hükümler serdeden<br />

İslamcılar taifesi<br />

doldurmaya çalıştı.<br />

u Ahmet AÇIKGÖZ<br />

aacikgoz@hukumdergisi.com<br />

Kur’an-ı Kerim Mekke’de de,<br />

Medine’de de hayatın en temel<br />

konularına müdahil oldu, çareler<br />

üretti. Allah Resulü (sallâllahu aleyhi ve<br />

sellem)’in hitabeleri de gündeme yönelikti.<br />

Sefil bir halde meclisine gelen Mudar kabilesini<br />

görünce bütün işlerinden vazgeçip<br />

onlar için hutbe îrad etti. Namaz sonraları<br />

yaptığı akşam konuşmalarında “Allah’a<br />

ve Ahiret gününe iman edenler misafirine<br />

ikramda bulunsun.” çağrısını yineleyerek<br />

ashabı, ümmetin sorunlarıyla ilgilenmeye<br />

davet etti.<br />

Müçtehit imamların ilmi ve fikri ameliyeleri<br />

de hayatın içindeki sorunları çözmeye<br />

matuftu. Onları takip eden ulema da<br />

aynı minval üzere yürüdü. Yeri geldi müellif,<br />

yeri geldi mücâhid kimlikleriyle ödevlerini<br />

ifâ ettiler.<br />

Tanzimatla birlikte mustağribler,<br />

Batı’yı bütün kurum ve kuruluşlarıyla taklit<br />

mercii olarak görünce, İslam’la hayat<br />

arasındaki muvazene bozuldu. Hayata<br />

hükmeden İslam’dan, hayata uydurulan<br />

İslam moduna geçildi. Devlet kadrolarına<br />

müstağriblerin atanması, neşriyatın onların<br />

elinde olması ulemanın nüfuz alanını<br />

daralttı. Medreseler kapatılmadan şu kadar<br />

zaman önce, ulema fiilen siyasi ve ictimaî<br />

alandan tecrid edilmiş oldu.<br />

İlga edilen medreseler yerine kurulan<br />

İlahiyat fakültelerinin ümmetin hayatında<br />

ancak üçüncü ya da dördüncü derecede<br />

önem arzeden konuları müzakere etmesi,<br />

onlar üzerine tezler hazırlaması, İslami eğitimin<br />

siyasi ve ictimai alanı bütünüyle terk<br />

etmesine yol açtı.<br />

Ulemanın medreseye çekilmesi ile ortaya<br />

çıkan boşluğu, İslam’ı yaşanan bir din<br />

olmaktan ziyade üzerinde konuşulan siyasi<br />

bir tasavvur olarak gören, sosyal bilimler<br />

okuyup ilmihal düzeyindeki malumatla<br />

İslam’a dair kati hükümler serdeden İslamcılar<br />

taifesi doldurmaya çalıştı.<br />

Aşırı tedbirin İslam’ı anlama ve yaşamalarını<br />

olumsuz yönde etkilediği akademisyenler,<br />

Mekke’deki emperyalist yapıya<br />

meydan okuyan kitabı, 28 Şubat sürecinde<br />

kısık sesle okudu. Ebû Hanife’yi eleştirirken<br />

aslan görüntüsü verenler, süreç içerisinde<br />

başörtüsü mağduru kız öğrencileri teskin<br />

etmekle meşguldü.<br />

Evet süreç İslam’a yönelikti fakat ilahiyatçılar<br />

ortak bir deklarasyon düzeyinde<br />

dahi bir tepki gösteremedi. Somali’de insanlar<br />

açlıktan ölürken ya da Arakan’da ve<br />

Suriye’de katliam yaşanırken ekran ekran<br />

dolaşıp imsak ve benzeri mevzularda mülahazalar<br />

serdeden muhalif ilahiyatçılar bu<br />

süreçte ortalıkta yoktu. Meşhur televizyon<br />

vaizi ile farklı açılardan aynı kareye giren<br />

akademisyenlerin, tez, makale, tebliğ ya da<br />

konuşmalarının yüzde kaçı ümmetin gerçek<br />

gündemiyle alakalıdır?<br />

Ulema ile ilgili akademisyenler arasındaki<br />

en temel fark işte burada zahir olmaktadır.<br />

İlki bütün ilmi ve fikri istidadını<br />

ümmetin ihtiyacı çerçevesinde bezl etmiş,<br />

ikincisi ise ısmarlama gündemlerle meşgul<br />

olmuştur. Eğer 28 Şubat Ebu Hanife ya da<br />

Ahmed b. Hanbel (radiyallahuanhuma) zamanında<br />

yaşansaydı herkesin sustuğu bir<br />

zamanda jop sesleri altında o büyük allamelerin<br />

sesini duyardınız. Yani onlar pkk,<br />

Siyonizm gibi oluşumların İttihad-ı İslam’ı<br />

tehdit ettiği süreçte yaşasalardı mutlaka ilgili<br />

illetlerden kurtulmanın çözüm ve çareleri<br />

üzerinde çalışırlardı.<br />

13<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


Ulema, mutlak hürriyeti Hakk’a kullukta<br />

ve Allah Resulü’ne ittibada bulan ve<br />

bundan taviz vermeyen İslam mucizesinin<br />

ortak adıdır. Zaman zaman devlet himayesindeki<br />

medreselerde görev yapsalar da bu<br />

hal müstakim duruşlarına mani olmamıştır.<br />

Devlet başkanları tarafından kendilerine<br />

fetva dayatıldığında İmam Nevevî gibi,<br />

“ben buna imza atmam” diyerek karşı koymuşlardır.<br />

Ulema, medrese var oluş gayesini ifa<br />

etmede acziyet gösterdiğinde inzivaya çekilmiş,<br />

küçük odalarda “İhya” gibi büyük<br />

destanlar telif etmişlerdi. Onlar araca değil<br />

amaca bakmış ve hal çaresinin mevcut yapıyı<br />

terke zorladığı zamanlarda sivilleşmekten<br />

ürkmemiş, nafaka korkusuyla hareket<br />

etmemişlerdi.<br />

Nitekim İmam Gazzalî (rahimehullah)<br />

Nizamiye Medreseleri’ni makam için<br />

okuyan öğrencilerin istila ettiğini görünce<br />

orayı terk etmeyi “hizmet” adına daha faydalı<br />

gördü. O, yeni bir nesil inşa edecekti.<br />

Gelecek kaygısı taşımayan, Kudus’ü fethetmeyi<br />

ibarelerdeki işkalleri çözmekten daha<br />

önemli gören bir nesil...<br />

Nizamiye hale çare olmadı. Yeni bir<br />

medreseye ihtiyaç vardı. Kudüs’e fatih yetiştirecek<br />

bir medreseye… Gazzalî İhya’yı,<br />

hayalini kurduğu bu medrese için yazdı.<br />

Onunla yüreklerin dirilişini hedefledi. Fıkhı,<br />

hikmeti ve gayesiyle yeniden telif etti. Haçlı<br />

katliamları ve ümmetin yenilgisi karşısında<br />

acı ve ızdırap duymayan, kitaplardaki<br />

işkalleri çözmeyi asıl mesele addeden ilmi<br />

hayatta yeni bir damar açtı. Onun eserleri<br />

Selahaddin Eyyübi’nin el kitabı oldu. Kudüs<br />

için hayıflanan, hüznünden yemek yiyemeyen,<br />

“Mescid-i Aksa esaret altında iken<br />

evde kalmak caiz değildir.” deyip çadırda<br />

yatan Selahaddin “ahiret için yaşama” idealini<br />

Gazzali’den aldı. Kudüs’ün gözyaşlarına<br />

eşlik etti. Haftalar aylar geçti, gülmedi,<br />

gülemedi. “Kudüs esirken gülemem.” dedi.<br />

Hayatının sonuna doğru bütün mallarını<br />

Allah yolunda vakfetti. Riya karışır korkusuyla<br />

vakfiyeleri alim ve devlet adamları<br />

adına yaptı.<br />

Gazzalî’nin kudretli öğrencisi, dağılan<br />

ümmeti tek bir sancak altında topladı.<br />

Bütün mücadelesinin merkezine Kudüs’ü<br />

koydu. Türk’ü, Arab’ı, Kürd’ü aynı bayrak<br />

altında topladı. 27 Recep 1187 tarihinde bir<br />

Miraç gecesinde Kudüs’ü fethetti. 1099’ta<br />

başlayan Haçlı işgali onunla son buldu.<br />

İmam Rabbâni de, hale dair konuştu,<br />

mektuplar yazdı. Mürşid, alim, devlet adamı<br />

ve halka yazdığı mektuplarla ümmeti ye-<br />

İsrail’le Müslümanlar<br />

arasında büyük bir<br />

harp zuhur etmiş, yer<br />

gök kıyamet gibi…<br />

Mağribten meşrıka<br />

kadar Müslümanlar<br />

Kudus’ün imdadına<br />

koşuyor. Ümmet tek<br />

bir sancak altında<br />

toplanmış ve hareket bir<br />

karargahtan idare ediliyor.<br />

Ortalıkta İsrail’in hezimet<br />

haberleri dolaşıyor.<br />

Derken bir an kendimi<br />

Ravza’da buldum. Şurada<br />

bir yerde (eliyle gösteriyor)<br />

Hz. Ebu Bekir<br />

(radiyallahuanh) bir silah<br />

sandukasının üzerine<br />

oturmuş, yanına gelen<br />

birisine talimatlar veriyor.<br />

Deniz birlikleri nereye çıkarma<br />

yapacak, uçaklar<br />

hangi noktaları vuracak,<br />

topçular hangi hedeflere<br />

atış yapacak… Yani bütün<br />

emirler Hz. Ebu Bekir<br />

(radiyallahuanh)’den<br />

çıkıyor. Yaklaşınca gördüm<br />

ki Hz. Ebu Bekir’den<br />

aldığı talimatla cihadı<br />

yürüten Âlem-i İslam’ın<br />

muhabbetini kazanan bir<br />

Osmanlı evladı.<br />

niden İslam’a davet etti. Senteze karşı çıkan<br />

İmam’ın bütün ameliyelerinin tek bir amacı<br />

vardı o da İslam’ı cemiyetin bütün şubelerinde<br />

yeniden hakim kılmaktı. Bunun için<br />

cihad etti. Tutuklandı, Govalyar kalesinde<br />

hapis yattı fakat büyük ödevden taviz vermedi.<br />

Bediuzzaman, Hasan el-Benna, Mehmed<br />

Zahid Kotku, Mahmud Sami Efendi,<br />

Mahmud Efendi gibi alim ve davet adamları<br />

da ömürlerini ümmetin sorunlarına çareler<br />

üretmeye adadı. Siyaset, ilim, fikir ve sanat<br />

cephesinde önemli isimler yetiştirdiler.<br />

Osmanlı Evladı Kudüs Fatihi<br />

İsrail’in Kudüs’ü işgali üzerinden onlarca<br />

yıl geçti. Şu kadar yıldır yerleşik sisteme<br />

muhalif büyük bir mürşid ya da alim çıkar<br />

yani bir muasır Gazzali gelir de, yeni bir<br />

Selahaddin ümmete hediye eder mi? diye<br />

bekliyoruz. Üç yıl önceydi…Ravza’da Diyobendi<br />

medresesine mensup Hindistan’lı<br />

bir muhaddisle karşılaştım.Diyobendi ulemasının<br />

ilmi faaliyetlerinden ve ümmetin<br />

umumi ahvalinden konuştuk. Muhaddis bir<br />

süre sonra, “Sana geçenlerde gördüğüm bir<br />

rüyayı anlatayım.” dedi ve şunları söyledi:<br />

“İsrail’le Müslümanlar arasında büyük bir<br />

harp zuhur etmiş, yer gök kıyamet gibi…<br />

Mağribten meşrıka kadar Müslümanlar<br />

Kudus’ün imdadına koşuyor. Ümmet tek<br />

bir sancak altında toplanmış ve hareket<br />

bir karargahtan idare ediliyor. Ortalıkta<br />

İsrail’in hezimet haberleri dolaşıyor. Derken<br />

bir an kendimi Ravza’da buldum. Şurada<br />

bir yerde (eliyle gösteriyor) Hz. Ebu<br />

Bekir (radiyallahuanh) bir silah sandukasının<br />

üzerine oturmuş, yanına gelen birisine<br />

talimatlar veriyor. Deniz birlikleri nereye<br />

çıkarma yapacak, uçaklar hangi noktaları<br />

vuracak, topçular hangi hedeflere atış yapacak…<br />

Yani bütün emirler Hz. Ebu Bekir<br />

(radiyallahuanh)’den çıkıyor. Yaklaşınca<br />

gördüm ki Hz. Ebu Bekir’den aldığı talimatla<br />

cihadı yürüten Âlem-i İslam’ın muhabbetini<br />

kazanan bir Osmanlı evladı.”<br />

Diyobendi alime bu rüyayı nasıl tevil<br />

ettiğini sorduğumda şunları söyledi: “Müslümanlar<br />

yakın bir gelecekte saflarını tevhid<br />

edecek, ardından da o Osmanlı evladının<br />

kumandasında Kudüs’ü özgürleştirecektir.<br />

Bekliyoruz...”<br />

Biz de, Kudüs için yeni Selahaddin’i<br />

bekliyoruz. Beş yıllık tedris hayatında “cihad”<br />

kelimesine bir derslik dahi olsa yer<br />

ayırmayan İlahiyat Fakülteleri’nin ya da<br />

üniversitelerin mevcut haliyle beklenen<br />

fatihi yetiştiremeyeceği açıktır. O halde Salahaddin,<br />

yerleşik yapıya muhalif bir mürşidin<br />

ocağından gelecektir. Belki Merhum Zahit<br />

Kotku’nun belki de bir başka mürşidin<br />

ocağından…. Bekliyoruz.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 14


Fatih’in Son Dersiâm’ı:<br />

Muhammed Emin Saraç<br />

Çocuklar erken yaşta medreseye kaydolur,<br />

İslam harflerini öğrenir, her fenden kitaplar<br />

ezberlerdi. Ezberlenen metinler, hoca<br />

huzurunda takrir edilir, unutmamak için<br />

belli aralıklarla tekrar edilirdi. Bunları ezberleyerek<br />

yetişenler, icazet alır, icazet verir<br />

zamanla halk nazarında ayaklı kütüphane<br />

olarak kabul görürdü.<br />

Her soruya, bizzat ezberledikleri ibareyi<br />

okuyarak cevap vermeleri soranlar nezdinde<br />

güvenirliklerini artırırdı. Çok okur,<br />

çok düşünür, az yazarlardı. Yazdıklarından<br />

çok daha fazlasını bilirlerdi. Bu durum kendilerine<br />

soru sorulduğunda daha da zahir<br />

olurdu. Talebenin kaynağa ulaşmasını kolaylaştırmak<br />

için cevap verirken kitapların<br />

baplarını, fasıllarını hatta sayfalarını<br />

da zikreden alimler vardı. Eğitimde kitabî<br />

kültür yanında şifahî mirasında önemli bir<br />

yeri vardı. Medreseler kapatılıp, alimlere<br />

okutma yasağı getirilince ilimdeki tevarüs<br />

durdu. İlim sonraki kuşaklara taşınamadı.<br />

Tedrisattan uzaklaştırılan alimler evlerine<br />

çekildi, çocukları sıra kitaplarını okumadığından<br />

babalarının dünyalarına giremedi,<br />

onları anlayamadı. Bu yüzden sadece onların<br />

züht ve takvalarından bahsettiler, babalarını<br />

farklı kılan ilimlerini sonraki nesillere<br />

aktaramadılar. Medresenin ilgası bizi<br />

İslam dünyasından kopardığı gibi medeni<br />

birikimimizden de uzaklaştırdı. Birkaç ferdi<br />

zuhur haricinde ilimde tevarüs tarih oldu.<br />

Emin Saraç Hocamız büyük hocaların<br />

ders halkalarından nasibdar oldu. Ulemayı<br />

hem kendi, hem de gelecek nesiller adına<br />

dinledi. Varis oldu. Varis olabilecek hocalar<br />

yetiştirdi. Yıllarca Fatih Camii’nde kudemanın<br />

usulü üzere dersler okuttu. Fatih<br />

Medresesi’nin son fahri dersiâmı olarak iştihar<br />

etti.<br />

Filistinli mücahid alim Muhammed<br />

Nemr el-Hatib’i Medine-i Münevvere’ye her<br />

gidişimde ziyaret ederdim. Bir defasında<br />

kendisine İnkişaf mecmuasından bahsettim,<br />

söyleşi yapmak istediğimi söyledim. Soruların<br />

bir kısmını dinleyince gözleri doldu:<br />

“Bu soruları bana on beş yıl önce sormalıydın.<br />

Şimdi zihnimi toparlayamıyorum.” demişti.<br />

Kitabî bilgisi gibi şifahî müktesebatı<br />

da senet olan Emin Saraç Hocamıza daha<br />

çok sorular yöneltmeli ki vakit geç olmadan<br />

“türas” tevarüs etsin. Okuyacağınız muhaverenin<br />

bu amaca hizmet eden mütevazi bir<br />

katkısı olursa gayesine ulaşmış olacaktır.<br />

15<br />

u Abdullah KARGILI<br />

akargili@hukumdergisi.com<br />

O devirlerde İstiklal<br />

Mahkemeleri vardı.<br />

Hocalar tevkif ediliyor,<br />

asılıyordu. Çünkü<br />

biliyorlardı ki hocalar<br />

Müslümanların<br />

rehberleridir. Onları<br />

susturmamız halinde<br />

Müslümanlar da korkar<br />

artık dinlerini terk ederler.<br />

Böyle düşünmüşlerdi.<br />

O zamanlar işe hep<br />

İslâm düşmanlığı ile<br />

başlamışlardı. Mekteplerde<br />

acayip safsatalar<br />

anlatırlardı talebelere.<br />

OCAK 2013<br />

Hüküm: Efendim, yeni kuşakların<br />

ilme adanan hayatınızı yakından tanımaları,<br />

size hayru’l-halef olabilmeleri için<br />

fevkalade önem arz etmektedir. Bunun<br />

için hayatınızı ve onu var eden değerleri<br />

sizin okumanızla öğrenmek arzusundayız.<br />

Bu bağlamda ilk olarak çocukluğunuzdan<br />

bahseder misiniz?<br />

M.Emin Saraç Hoca: Evet Efendim, ismim<br />

Muhammed Emin Saraç. Her ne kadar<br />

nüfus cüzdanımızda Emin diye yazsa<br />

da dedemin Kâdî tefsirinin başında abimin<br />

ondan sonra benim ismim kayıtlı. Yazı da<br />

Muhammed Emin şu günde doğmuştur der,<br />

Ramazan’ın birinci günü pazartesi Tokat’ın<br />

Erbaa kazasının Tanoba Köyünde doğmuşum.<br />

Erken yaşta babam bizi hafızlığa başlattı.<br />

Hatırlarım 1940 senesinde mukabele okumak<br />

için abimle birlikte Niksar’a gitmiştik.<br />

Arasta Camii’nde de ilk defa hatimle teravih<br />

namazımı kıldım. İmamın arkasında fatihlik<br />

yapıyordum.<br />

Daha sonra 41,42,43 senelerinde<br />

Merzifon’a mukabele okumaya gittik, abim,<br />

ben ve küçük kardeşim Osman. Biz dört kardeş<br />

babamızda hafız olduk. Babamız azimetli,<br />

gayretli, cesaretli bir müslümandı.<br />

Kur’an-ı Kerim okutuyor diye karakola götürürler,<br />

hesaba çekerlerdi. Fakat o yine bizi<br />

okutmaya devam ederdi. Hatta “eşhedü billah”<br />

şunu söyleyeyim ki; ne hikayedir ne de<br />

hayal… Bize Kur’an okutmak için ancak gece<br />

yarıları fırsat bulabiliyordu. Gündüzleyin<br />

okuyacağımız zaman evimizde camın yanında<br />

bir makat vardı, orada abimle birlikte<br />

bir yorganın altında oturur, okurduk. Birinin<br />

geldiğini fark ettiğimiz zaman hemen yorganı<br />

başımıza çeker, Kur’an-ı Kerim’i bağrımıwww.hukumdergisi.com


İlim tahsiline niyet eden kardeşlerimize hatırlatmak istediğim ilk husus ihlâs olacaktır. Zira bu<br />

işin temelini sağlam tutmak için evvela niyetimizde samimi olacağız. Bileceğiz ki; ilimden, okumaktan<br />

gaye, Rabbimizin rızasını kazanmaktır, ibadetlerimize dikkat etmektir. Buradan başlar takvaya ehemmiyet verirsek<br />

Cenab-ı Hak önümüzü açar, inkişaf verir. Okuduklarımızı da anlamak hususunda bir basiret ve feraset sahibi<br />

oluruz. Vesvese-i şeytaniye ile kendimizi mağlup etmeyiz inşaallah.<br />

Soldaki Emin Saraç Hocaefendinin Babası, Sağdaki ise Ağabeyi Bahattin Saraç<br />

za alır, uyuyormuş gibi yapardık. İşte babam<br />

bu derece bir baskı, sıkıntı içerisinde okutmaya<br />

çalıştı bizleri.<br />

O devirlerde İstiklal Mahkemeleri vardı.<br />

Hocalar tevkif ediliyor, asılıyordu. Çünkü biliyorlardı<br />

ki hocalar Müslümanların rehberleridir.<br />

Onları susturmamız halinde Müslümanlar<br />

da korkar artık dinlerini terk ederler.<br />

Böyle düşünmüşlerdi. O zamanlar işe hep<br />

İslâm düşmanlığı ile başlamışlardı. Mekteplerde<br />

acayip safsatalar anlatırlardı talebelere.<br />

Haşa! Allah Teâlâ’nın yokluğunu kendi<br />

fikirlerince isbata çalışırlardı. Öğretmen<br />

sınıfta talebelere soruyor: “Allah var mı yok<br />

mu? Varsa kendini ispat etmelidir? Ben şimdi<br />

size söylüyorum, çağırın bakalım Allah’ı,<br />

size cevap verecek mi? Cevap yok.” Ondan<br />

sonra da başlardı anlatmaya. Görmüyoruz,<br />

seslenince cevap alamıyoruz. Demek ki yok<br />

(Haşa). Sonra öğretmen dışarı çıkar talebelere,<br />

“haydi seslenin bana” der. Kendisi cevap<br />

verir. Ardından da “bakın çocuklar demek ki<br />

var olan cevap verendir” diyerek safsatasını<br />

isbat ettiğini zannederdi. Türkiye sathında<br />

böyle bir eğitim sistemi takip ederlerdi.<br />

İşte öyle bir devirde babam bizi hafız<br />

yaptı, elhamdülillah. Ve ondan sonra da<br />

43’te İstanbul’a geldik. İstanbul’da çok kıymetli<br />

hocaefendilerle mülaki olduk. Bu gün<br />

maalesef ki onlara benzeyen kimsemiz yok.<br />

Şahsen ben onları çok seven biri olduğum<br />

halde onlara benzediğime hiçbir vech ile kanaatim<br />

yoktur. Haşa! Ben o hocaların temsilcisiyim<br />

gibi ifadeler kullanamam. Siretiyle,<br />

suretiyle, ilmiyle, irfanıyla öyle kuvvetli, azametli<br />

hocalarımız vardı. Onların hepsi gitti.<br />

İş bizim gibilere kaldı. Onlara benzediğimiz<br />

husus şudur ki; Kur’an-ı Kerim’e inanıyoruz.<br />

Kafirleri reddediyoruz. Biliyoruz ki, Kur’an-ı<br />

Kerim’den başka nûr yok. Rasûlullah<br />

Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi ve selef-i salihinin<br />

sireti bizlere kalan en kıymetli mirasımızdır.<br />

Biz onları takip ediyoruz.<br />

43’ten 50’ye kadar İstanbul’da bir şeyler<br />

okumaya çalıştık. Sonra da kardeşim Osman<br />

ile Mısır’a tahsile gittik. Mısır’da Ezher’de<br />

Külliyet-i Şeriat-ı İslâm’da okumak nasip<br />

oldu. O şekilde de oradaki tahsilimizi tamamladık.<br />

Ama hala talebeliğimiz devam<br />

etmekte.<br />

TAVSİYELER<br />

İlim tahsiline niyet eden kardeşlerimize<br />

hatırlatmak istediğim ilk husus ihlâs<br />

olacaktır. Zira bu işin temelini sağlam tutmak<br />

için evvela niyetimizde samimi olacağız.<br />

Bileceğiz ki; ilimden, okumaktan gaye,<br />

Rabbimizin rızasını kazanmaktır, ibadetlerimize<br />

dikkat etmektir. Buradan başlar takvaya<br />

ehemmiyet verirsek Cenab-ı Hak önümüzü<br />

açar, inkişaf verir. Okuduklarımızı da<br />

anlamak hususunda bir basiret ve feraset<br />

sahibi oluruz. Vesvese-i şeytaniyye ile kendimizi<br />

mağlup etmeyiz inşaallah.<br />

Sonra bu yola adım atmak için ilmin de<br />

esası olan Arapça’yı iyi bileceğiz. Cenab-ı<br />

Hak kelamını, beşeriyetin son irşad fermanını<br />

Arapça indirmiştir. Bizler de Arapça’yı;<br />

sarfı, nahvi bileceğiz.<br />

Sarfı, nahvi okumadan kitabımız<br />

Kur’an-ı Kerim’i anlayamayız. Bu şekilde<br />

de dinî mevzularda söz edemeyiz. İşte görüyoruz,<br />

böyle kimselerin ortaya koydukları<br />

meallerin, tefsirlerin hangisi işe yarıyor.<br />

Âlet ilimleri olan sarf, nahv vs. okuduktan<br />

sonra âli ilimlerden okumaya başlayacağız.<br />

Her ilimde mutlaka birkaç kitap baştan<br />

sona ciddî surette tedris edilmiş olacak.<br />

Böylece tekmîl-i nüsah olacak.<br />

Bugünün hocalarının pek çoğu maalesef<br />

bu tedris usûlünden habersiz yetişiyor.<br />

Bu usûlden, tekmîl-i nüsah’tan maksat nedir?<br />

Talebe bir kitabı aldığı zaman başından<br />

sonuna kadar hazmederek, gayet muhkem<br />

bir şekilde okuyacak. Gerek sarf, nahiv gibi<br />

alet ilimlerini gerek tefsir, hadis, fıkıh, akaid<br />

gibi âli ilimleri, sâlih, ilmiyle âmil bir hoca<br />

efendinin huzurunda kâmilen bitirecek. En<br />

sonunda da şerh-i akaid okuyacak. Bütün<br />

bunların nihayetinde icazet aldığı zaman<br />

kendisine birkaç ibare verilir, onları tahlil<br />

eder. Bunun müzakeresi heyet huzurunda<br />

yapılırken okuduğu ilimlerin hepsi o ibarelerde<br />

tatbik edilir. Muvaffakiyet gösterirse,<br />

o kimse tedris yapma ehliyetini kesb eder.<br />

Bugün ise mekteplerimizde hiçbir kitabın<br />

güzelce baştan sona okunduğuna<br />

şahit olamıyoruz. Eslâfın bakıyesi diyebileceğim<br />

âlimlerimizin, hocaefendilerin yetiştiği<br />

medreselerde bundan bin sene evvel<br />

yazılmış kitaplar tedris ediliyordu. Bakınız<br />

Teftazanî’nin eseri, Nesefî’nin eseri,<br />

Sadru’şşerîa’nın eserleri bütün İslâm dünyasının<br />

hepsinde aynı şekilde okunmuştur.<br />

Her yerde Hanefi fıkhının Hidaye’si,<br />

Kudûrî’si ve İhtiyar’ı okunmuştur.<br />

İşte talebe hocaefendi olabilmek için<br />

bunları okuyacak sonra bildikleriyle amel<br />

edecek. “Bildiğiniz ile amel ederseniz Allah<br />

bilmediklerinizi de ihsan eder. İttikâ sahibi<br />

olursanız Allah size öğretir.” emrinin sırrına<br />

nâil olacak inşaallah. Böylece o talebede<br />

şerh-i sadr hâsıl olacak. Bu ikisi bir arada<br />

cem olunduğu zaman o kimse ehliyetli bir<br />

hocaefendi olacak inşaallah.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 16


Emperyalizmanın Sanat Ajanı:<br />

“Muhteşem Yüzyıl”<br />

Emperyalizma, silahla işgal ettiği İslam coğrafyasında güçle uzun süre kalamayacağını<br />

anlayınca görüntü sanatını daha müessir kullanma kararı aldı. Ancak kültür ve sanat merkezli<br />

bir işgalle varlığını sürdürebileceğini düşündü. Bu süreçte sinemayı keşfetti. Onunla istediği yaşam<br />

tarzını, istediği surette dünyanın en ücra köşelerine taşıdı. Beyaz perdede zarfını gösterip hayranlar<br />

güruhu oluşturdu. Sonuçta, nefret ettiği bir elbiseyi ekranda İngilizlerin giydiğini görünce giyen,<br />

sevmese de onların yediği meyveyi yiyen, onlar gibi tıraş olan, toprak yollarda onların kadınları gibi<br />

uzun topuklu ayakkabı giyen bir mukallitler tabakası oluştu. Batı, silahla girdiği İslam coğrafyasında<br />

sinemayla gönüllü kültür ajanları kazandı. Onlar vasıtasıyla Müslümanlara nüfuz etti.<br />

u Erdal ERKAN<br />

eerkan@hukumdergisi.com<br />

Batı, kültürünü pazarlayabilmek için önce<br />

“gazete”yi keşfetti. Hayallerini ve yaşam<br />

tarzını onunla kitlelere taşıdı. Ne var ki<br />

gazete, kenti aşıp köylere, mezralara ulaşamadı.<br />

Her ne kadar bu süreçte gazeteci, sözüne itibar<br />

edilen bir üst sınıf olarak kabul gördüyse de Batı<br />

gazeteyle beklentilerini karşılayamadı.<br />

Emperyalizma, silahla işgal ettiği İslam coğrafyasında<br />

güçle uzun süre kalamayacağını anlayınca,<br />

görüntü sanatını daha müessir kullanma<br />

kararı aldı. Ancak kültür ve sanat merkezli bir<br />

işgalle varlığını sürdürebileceğini düşündü. Bu<br />

süreçte sinemayı keşfetti. Onunla istediği yaşam<br />

tarzını, istediği surette dünyanın en ücra köşelerine<br />

taşıdı. Beyaz perdede zarfını gösterip hayranlar<br />

güruhu oluşturdu. Sonuçta, nefret ettiği<br />

bir elbiseyi ekranda İngilizlerin giydiğini görünce<br />

giyen, sevmese de onların yediği meyveyi yiyen,<br />

onlar gibi tıraş olan, toprak yollarda onların kadınları<br />

gibi uzun topuklu ayakkabı giyen bir mukallitler<br />

tabakası oluştu. Batı, silahla girdiği İslam<br />

coğrafyasında sinemayla gönüllü kültür ajanları<br />

kazandı. Onlar vasıtasıyla Müslümanlara nüfuz<br />

etti.<br />

Batı, her nekadar sinemayla İslam coğrafyasının<br />

bütün karelerine ulaşma imkanı yakalasa<br />

da, bu, onu bir anda kitlelere ulaştıracak bir<br />

iletişim vasıtası arama cehdinden vazgeçirmedi.<br />

Yeni vasıta ile yer yer zuhur eden uyanışların<br />

17<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


önüne geçecek, ilim, fikir ve sanatta ki dirilişi<br />

önleyecekti. Sonuçta televizyonu keşfetti.<br />

Televizyon, İslam coğrafyasında Batı taklitçisi<br />

bir kadronun idaresinde yaygınlaşınca<br />

müslümanların uyanışına esaslı bir darbe<br />

indirdi.<br />

Müslümanlar ve Televizyon<br />

Müslümanlar kendi program ve sinemalarını<br />

oluşturarak televizyonun tahribatının<br />

önüne geçmek istedi. Uyuyan kalabalıkları<br />

onunla uyandıracaklardı. Bu niyetle<br />

yola koyuldular. Fakat sinema ve televizyonu<br />

keşfeden batı onun yan sanayiini de kendi<br />

arzularına göre inşa etmişti. İslam ülkelerinde<br />

radyo, televizyon, sinema eğitimi veren<br />

iletişim fakülteleri de konuyla ilgili bilgileri<br />

olduğu gibi tercüme edip ilgili fakültelerin<br />

müfredatına dahil etti. Varoluşunu temellendiremeyen<br />

hocaların ders okuttuğu fakültelerde<br />

okuyan Müslüman öğrencilere<br />

evvela sanatın Batılı adamla başladığı ve onsuz<br />

olamayacağı anlatıldı. Derin bir kompleksle<br />

yetişip diploma aldılar.<br />

Televizyon için yüklü miktarda paralar<br />

toplandı. Müslümanların idare ettiği televizyonların<br />

çocuklarının imanını koruyacağına<br />

inanan anneler kollarındaki bilezikleri<br />

bağışladı. Diğerleriyle aynı imkanlara sahip<br />

kanallar kuruldu. Fakat mazruf “Araf”ta kaldı.<br />

Reyting hassasiyeti Müslümanların kurduğu<br />

televizyonları da etkiledi. Onların televizyonlarında<br />

İslam, cuma’dan cuma’ya<br />

yer bulabildi. Sonuçta ortaya ya bütünüyle<br />

açık ya da kafasının bir tarafına baş örtüsüne<br />

benzeyen bir kumaş bağlayan, suratı boyalı<br />

sunucular çıktı. Aynı yüzler bazı gazetelerin<br />

sütunlarına da taşındı. Bu şekilde iletişim<br />

araçlarının İslami olma vasfına sahip olacağı<br />

düşünüldü.<br />

Büyük beklentilerle kurulan televizyonlar<br />

bugün Batı’nın kültür ajanlığını yapmaktadır.<br />

Sinemaya aktarılan İslam büyüklerinin<br />

hayatları, gayr-i İslami yayınlarla aynı<br />

kuşakta verilmekte, bununla da “İslam geçmişte<br />

yaşanan bir dindir. Günümüz dünyasına<br />

tesiri muhaldir.” tezi işlenmektedir.<br />

Müslümanların televizyon hayali aşağılık<br />

kompleksinden kurtulamayan mustagribler<br />

elinde sahte bir uyanışla son buldu.<br />

Günümüzde müslümanların kurduğu televizyonlar<br />

da ötekiler gibi medeniyeti tahrib<br />

Büyük beklentilerle<br />

kurulan televizyonlar<br />

bugün Batı’nın kültür<br />

ajanlığını yapmaktadır.<br />

Sinemaya aktarılan İslam<br />

büyüklerinin hayatları,<br />

gayr-i İslami yayınlarla aynı<br />

kuşakta verilmekte, bununla<br />

da “İslam geçmişte yaşanan<br />

bir dindir. Günümüz<br />

dünyasına tesiri muhaldir.”<br />

tezi işlenmektedir.<br />

Müslümanların televizyon<br />

hayali aşağılık kompleksinden<br />

kurtulamayan mustagribler<br />

elinde sahte bir<br />

uyanışla son buldu. Günümüzde<br />

müslümanların kurduğu<br />

televizyonlar da ötekiler<br />

gibi medeniyeti tahrib<br />

etmeyi esas vazife telakki<br />

eden yapımları “türk filmi”<br />

başlığı altında ekrana taşımakta.<br />

Evet, Batı’dan bize intikal<br />

ettiği günden beri İslam<br />

medeniyetini aşağılayan<br />

ucubelerin adı maalesef ki<br />

“türk filmi”dir. Müstagrib<br />

senaristlerin, milletin değerlerini<br />

aşağılayan yapımcıların,<br />

her gece ayrı kulüpte<br />

sabahlayan aktörlerin filmi<br />

Müslümanların televizyonlarında<br />

yer bularak onlar tarafından<br />

da onaylanmıştır.<br />

etmeyi esas vazife telakki eden yapımları<br />

“türk filmi” başlığı altında ekrana taşımakta.<br />

Evet, Batı’dan bize intikal ettiği günden<br />

beri İslam medeniyetini aşağılayan ucubelerin<br />

adı maalesef ki “türk filmi”dir. Müstagrib<br />

senaristlerin, milletin değerlerini aşağılayan<br />

yapımcıların, her gece ayrı kulüpte sabahlayan<br />

aktörlerin filmi Müslümanların televizyonlarında<br />

yer bularak onlar tarafından da<br />

onaylanmıştır.<br />

Türk Dizileri<br />

Türk filmi etiketi taşıyan yapımların<br />

önemli bir bölümü Arapça’ya çevrilerek pek<br />

çok ülkede televizyonlar vasıtasıyla Müslümanlara<br />

da servis edilmekte. Yabancı filmlere<br />

tepkiyle yaklaşan müstakim Müslümanlar<br />

da, Türkiye’nin İslam coğrafyasında<br />

yükselen itibarına bağlı olarak türk patenti<br />

taşıyan bu yapımlara teveccüh göstermekte.<br />

Ne var ki, İslam tarihine boykot uygulayan,<br />

edebiyatımızı yok sayan, İslam aile yapısıyla<br />

istihza eden türk sineması müstagrib<br />

kültür ve sanat ajanları maharetiyle Batı sinemasından<br />

daha büyük bir tahribata yol<br />

açmaktadır. Ahlaksız ilişkilerin işlendiği diziler<br />

Müslümanların aile yapılarını sarsmış,<br />

iffetsizliğin artmasına zemin hazırlamıştır.<br />

Hadiseyi birkaç örnek bağlamında muşahhaslaştıralım.<br />

İki yıl önce karşılaştığım Kuzey Afrikalı<br />

Müslümanlar evvela büyük bir umutla<br />

Türkiye’nin Osmanlı suretinde dönüşünü<br />

beklediklerini, çocuklarını İstanbul’u istikbale<br />

hazırladıklarını söylediler. Ne var<br />

ki içlerinden birisi konuşmasını şu şekilde<br />

sürdürdü: “İktida makamında gördüğümüz<br />

Türkiye’nin filmleri, Batınınkinden daha tesirli<br />

bir kültür ve sanat yıkımına yol açmıştır.<br />

Adeta şemsiyesiz bir halde sağnak yağmura<br />

yakalanmış insanlar gibiyiz.”<br />

Üç yıl önceydi… Mekke-i Mükerreme’de<br />

Harem-i Şerif’e birkaç yüz metre uzaklıkta<br />

bir oteldeyim. Beytullah’a gitmek için otelin<br />

lobisine inmiştim. Resepsiyonda görevli<br />

Suud’lu bir genç, Türk kanallarının birinde<br />

gösterilen filmi izliyordu. Beni görünce<br />

Arapçaya tercüme etmem ricasında bulundu.<br />

Dedim ki, “Kardeşim ben müslümanım.<br />

Sen nasıl olur da bana, Beytullah’ın gölgesinde<br />

kubur faresinden daha aşağı bir hayatı<br />

anlatan filmi tercüme etmemi istersin.”<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 18


Nasıl ki küfür, Hendek Muharebesiyle İslam’ı maddi anlamda çökertemeyeceğini anlayınca,<br />

mücadeleyi bütünüyle manevi cepheye taşımış, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Benû Mustalık<br />

Gazvesi’nden dönerken, en iffetli kadına en iffetsiz isnadı yapmışlardı. Böylece İslam’a yönelişin<br />

önüne geçeceklerdi. Fakat başaramadılar. Hz. Aişe’nin beratini önce Kur’an-ı Kerim sonra bütün bir<br />

Hicaz tasdik etti. Muhteşem Yüzyıl da İstanbul’un, Şam, Bağdat, Gazze için yeniden umut olduğu bir<br />

zamanda ekrana taşındı. Zigetvar’da ruhunu teslim eden mücahid bir devlet adamı yatak odasına<br />

hapsedildi. Magazin programlarının dahi mahrem kabul ettiği ayrıntılar hakikat niyetine ona isnat<br />

edildi. Filmde amuda kalkmış bir tarih var… Aklın ve kalbin zaman zaman hatırlandığı filmde Sultan<br />

Süleyman cinselliği ile gündemde. Böyle bir filmin adı “Muhteşem Yüzyıl” olarak belirlenerek İslam<br />

gençliğine, “eğer Osmanlı’nın muhteşem hali bu şekilde ise sairini siz düşünün.” denmektedir.<br />

TRT et-Türkiye<br />

Arapça yayın yapan TRT et-Türkiye ise<br />

yarışa geç katılmasına rağmen gerek ekrana<br />

çıkardığı kadın sunucular, gerekse de tercüme<br />

ettiği filmlerle bu tahrip harekatının en<br />

baş aktörü olmayı başarmıştır.<br />

Bir Sanat Ajanı Olarak “Muhteşem<br />

Yüzyıl”<br />

“Muhteşem Yüzyıl” yukarıdaki hususiyetleri<br />

taşıyan güruha ait onlarca filmden biridir.<br />

Bu zaviyeden bakıldığında onlarla aynı<br />

hükme sahiptir. Fakat zamanlaması itibariyle<br />

ayrı bir yeri vardır. Hadise esas itibariyle<br />

İslam’a ve ümmetin uyanışına karşı işlenen<br />

bir suikasttır. Bu açıdan planlıdır ve tarihteki<br />

fitne hareketleri ile sebep sonuç bağlamında<br />

ayniyet arzetmektedir. Nasıl ki küfür, Hendek<br />

Muharebesi’yle İslam’ı maddi anlamda<br />

çökertemeyeceğini anlayınca, mücadeleyi<br />

bütünüyle manevi cepheye taşımış, Allah<br />

Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Benû<br />

Mustalık Gazvesi’nden dönerken, en iffetli<br />

kadına en iffetsiz isnadı yapmışlardı. Böylece<br />

İslam’a yönelişin önüne geçeceklerdi.<br />

Fakat başaramadılar. Hz. Aişe’nin beratini<br />

önce Kur’an-ı Kerim sonra bütün bir Hicaz<br />

tasdik etti. Muhteşem Yüzyıl da İstanbul’un,<br />

Şam, Bağdat, Gazze için yeniden umut olduğu<br />

bir zamanda ekrana taşındı. Zigetvar’da<br />

ruhunu teslim eden mücahid bir devlet adamı<br />

yatak odasına hapsedildi. Magazin programlarının<br />

dahi mahrem kabul ettiği ayrıntılar<br />

hakikat niyetine ona isnat edildi.<br />

Filmde amuda kalkmış bir tarih var…<br />

Aklın ve kalbin zaman zaman hatırlandığı<br />

filmde Sultan Süleyman cinselliği ile gündemde.<br />

Böyle bir filmin adı “Muhteşem<br />

Yüzyıl” olarak belirlenerek İslam gençliğine,<br />

“Eğer Osmanlı’nın muhteşem hali bu şekilde<br />

ise sairini siz düşünün.” denmektedir.<br />

Muhteşem Yüzyıl’ın Arapçaya tercüme<br />

edilmesi durumunda Türkiye’nin tarihi ve<br />

medeni kazanımları bir anda sıfıra müncer<br />

olacaktır. Aksini düşünenler filmi izleyen çocuklara,<br />

Sultan Süleyman’ın kim olduğunu<br />

sorsunlar. Nasıl bir algı ile karşılaşacaklardır?<br />

Arap çocukları da, Anadolu’daki akranlarından<br />

farklı bir cevap vermeyeceklerdir?<br />

Muhteşem Yüzyıl, Batı’nın sinemayı<br />

keşfediş amacına uygun bir kültür istilası,<br />

bir sanat cinayetidir. Altı asır Allah ve Resul<br />

davasına hizmet eden Devlet-i Aliyye’den<br />

emperyalizm adına intikam alma ameliyesidir.<br />

İslam ümmetinin yeniden İstanbul’a yöneliş<br />

sürecine karşı planlanan bir sabataist<br />

saldırıdır.<br />

Evet televizyon yıkıcı olduğu kadar yapıcıdır<br />

da. Millet bünyesinde açtığı tahribatlar<br />

yine onun vasıtasıyla giderilebilir. Fakat<br />

evvela bu ameliyeye, iletişim fakültelerinin<br />

müfredatını İslamileştirerek başlamalı. Ancak<br />

bu şekilde, yeni teşebbüsler kültür ajanlarının<br />

aşağılık ameliyeleriyle hüsrana uğramaktan<br />

kurtulabilir.<br />

Ayrıca dini konuları kültür-sanat muhtevalı<br />

bir içerikte ekrana taşımalı ki İslam’la<br />

arasına mesafe koyan ya da yetiştiği ortam<br />

itibariyle İslam’ı geçmiş zamanların tarihi<br />

değeri olarak gören gençler uyansın. Ne var<br />

ki; programcıların önemli bir bölümü anlatılanların<br />

millete faydasının ne olduğunu<br />

düşünmeden belli bir zaman üzerinde çalıştıkları<br />

tez konularını ya da tartışmaya sebep<br />

olacak mevzuları ekrana taşımaktadır.<br />

Peki ne yapmalı…? İmam Hatip okullarında<br />

sanat cehdine sahip kabiliyetli öğrenciler<br />

keşfedilmeli daha sonra bunlar, iman<br />

ve fikir ayarı yapılan yeni iletişim fakültelerinde<br />

sanatı Allah için kurgulayan hizmet<br />

gönüllüleri olarak yetiştirilmelidir. İşte o zaman<br />

televizyonlar, İslamî yayın yapma iddiasında<br />

bulunabileceklerdir.<br />

19<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


Musa’yı Bekliyoruz<br />

u Selim SEYHAN<br />

sseyhan@hukumdergisi.com<br />

Kuduz bir köpek tarafından<br />

ısırıldığınız zaman kimi suçlarsınız?<br />

Köpeği mi sahibini mi?<br />

Kuşkusuz sahibini. Bu yüzden<br />

bütün suç İsrail gibi bir ülkeyi<br />

desteklediği için Amerika’nın.<br />

Robert De Niro<br />

Gördüğü rüyayı yorumlatmak için kurmaylarını toplayan<br />

Firavun gibi bütün think thank kuruluşlarınızı seferber<br />

etseniz de,<br />

Musa ana rahmine henüz düşmeden tahtını kurtarabilmek<br />

için çözüm arayan yapma ilâh gibi toplantılar üzerine toplantılar<br />

düzenleseniz de<br />

O çocuğun doğmaması için rahimlere giyotinler inşa edip<br />

Tevrat okumaları eşliğinde bombalar yağdırsanız da,<br />

Musa belki budur korkusuyla her yeni doğan yavruyu katleden<br />

tağut gibi bütün Âlem-i İslâmı kan gölüne çevirseniz de,<br />

“Eğer bütün çocukları öldürürsen ağır hizmetleri yaptıracak<br />

köleler bulamayacağız,” ikâzından sonra bir sene katleden bir<br />

sene ara veren sefih gibi bir sonraki katliamlarınıza hazırlık için<br />

sözde barış ilân etseniz de,<br />

O’nu yok etmek için olağan üstü tedbirler alan firavnî rejim<br />

gibi kapalı kapılar ardında aldığınız kararları yeni dünya düzeni<br />

olarak insanlara dikte ettirseniz de,<br />

Her gün peygamber katili atalarınıza taş çıkartan katliamlar<br />

yapsanız da,<br />

Değil demir kubbeler buruc-u müşeyyedeler inşâ etseniz de,<br />

Biz, af senesinde doğan Harun’un aksine, Allah’ın kudretini<br />

izhâr için katliam yılında gönderilen Musa’yı bekliyoruz:<br />

Allah’ın emriyle Nil’in azgın sularına bırakılan ve Firavun’un<br />

sarayına gönderilen Musa’yı,<br />

Hiçbir çocuğa hayat hakkı tanımayan Firavun’un bile öldürmeye<br />

kıyamadığı Musa’yı,<br />

Başka medeniyetlerden beslenmeyi reddeden öz evladı olduğu<br />

medeniyetin imân ve fikir pınarlarından kana kana içen<br />

Musa’yı,<br />

Rüşdüne erince ilmi ve hikmeti kuşanıp azgınlar gürûhunun<br />

karşısına dikilen ve bir tokatla Kıpti’yi yere seren Musa’yı,<br />

Ben sizin en büyük rabbinizim diyen tağut ve şürekâsını<br />

Kızıldeniz’in dibine gömen Musa’yı.<br />

Bekliyoruz evet bekliyoruz; gerilmiş bir yay gibi bekliyoruz.<br />

Çıldırtan bir sabırla, hesabın döneceği günü bekliyoruz.<br />

Sabahı gözleyen hasta gibi,<br />

Baharı özleyen tohum gibi,<br />

Bülbüle hasret gül gibi bekliyoruz.<br />

O’nu yok etmek için olağan üstü tedbirler alan firavnî rejim gibi kapalı kapılar ardında aldığınız<br />

kararları yeni dünya düzeni olarak insanlara dikte ettirseniz de,<br />

Her gün peygamber katili atalarınıza taş çıkartan katliamlar yapsanız da,<br />

Değil demir kubbeler buruc-u müşeyyedeler inşâ etseniz de,<br />

Biz, af senesinde doğan Harun’un aksine, Allah’ın kudretini izhâr için katliam yılında gönderilen Musa’yı bekliyoruz:<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 20


Allah’ın Ayetleriyle<br />

Modernitenin Nassları<br />

Arasındaki Med-Cezir: KADIN<br />

D e v l e t - i A l i y e ’ d e n A h i r Z a m a n a İ s l a m c ı K a d ı n ı n E v r i m i<br />

21<br />

Konservatuara gitti.<br />

İmkan nisbetinde her<br />

nevi sanatsal ve riyazi<br />

ameliyelere dahil oldu.<br />

Toplu taşıma araçlarına<br />

bindiğinde, kadınlığını<br />

yani naif oluşunu hatırladı,<br />

erkeklerden yer istedi.<br />

Fakat sokakta, arp taşıdı,<br />

kontrbas taşıdı, yorulmadı.<br />

Perdenin arkasından konuşan<br />

Peygamber eşlerine<br />

inat, sahnede rol aldı. Konser<br />

yönetti, sergilere katıldı,<br />

sergiler açtı. Erkeklerin lebalep<br />

doldurduğu salonlarda<br />

icra-i sanatta bulundu, ilahi<br />

okudu. İmam olup mihraba<br />

geçemediğinden hayıflandı.<br />

Fakat İlahiyat fakültelerinde<br />

tefsir, fıkıh, hadis hocalığı<br />

payelerine nail olup erkeklere<br />

mahremiyet dahil<br />

mesail-i islamiyyeyi anlattı.<br />

Söyleşiler yaptı, dergilere<br />

kapak oldu. Katıldığı programlara<br />

reyting getirdi.<br />

OCAK 2013<br />

u Muhammed MAŞALI<br />

mmarasli@hukumdergisi.com<br />

Münkir aklın vahyi ve yaratılışı inkar<br />

etmek için uydurduğu taş, yontma<br />

taş, cilalı taş devirleri gibi takdirlerin<br />

ötesinde gerçekçi bir tasnif yapmak<br />

gerekirse kadının hayatını Hz. Havva’dan<br />

Modern Batı Düşüncesi’nin zuhuruna ve<br />

zuhurdan günümüze kadar olacak şekilde<br />

ikiye ayırmak mümkündür. Bu iki dönemin<br />

ayrışma noktasını ise kadının erkekle aynı<br />

koşullarda çalışma hayatına girmesi teşkil<br />

eder. Mahremiyete dair kayıtları ihlal edip,<br />

erkekle aynileşen kadın özgür ve muteber<br />

kadındır.<br />

Özgürlük ve itibar, doğudan batıdan,<br />

köyden kentten her nevi kadını derinden etkiledi.<br />

Müslüman kadın birkaç kuşak farkla<br />

da olsa sair kültürlere mensup kadınlardan<br />

geri kalmadı. Peçeli kadınların torunları<br />

altmış yetmiş yıl gecikmeyle de olsa ecnebi<br />

erkeklerle aynı mekanlarda bulunup, onlara<br />

mesai arkadaşı oldu.<br />

Müslüman kadın özgürlüğe giden yolda<br />

en küçük ayrıntıyı dahi atlamadı. Özgür<br />

olmak için okudu. Gurbete çıktı. Kazandı,<br />

kaybetti, ağladı, hüzünlendi. Fakat erkeklerle<br />

girdiği bu yarıştan hiç kopmadı. Akidesiyle<br />

modern hayatın nassları arasında kaldığında,<br />

özgürlük ve itibarın cazibesi onu,<br />

“sadece İslam”dan “sentez İslam”a götürdü.<br />

Kadına dair her şeyi İslam ve Modern hayatın<br />

nassları çerçevesinde yeniden yorumladı.<br />

İslam’a muhalif, muasır hayata muhib<br />

oldu. Okuldan, işten erkek arkadaşlar edindi.<br />

Mahremi olmayan erkeklere selam verdi,<br />

selam aldı. Onlarla aynı masada yemek yedi,<br />

birlikte okul ya da iş gezilerine çıktı. Şehir<br />

şehir dolaştı. Zarfının kıymetine göre, ecnebi<br />

erkekler nezdinde gündem oldu. Gaipte,<br />

huzurda hep ondan konuşuldu.<br />

Konservatuara gitti. İmkan nisbetinde<br />

her nevi sanatsal ve riyazi ameliyelere dahil<br />

oldu. Toplu taşıma araçlarına bindiğinde,<br />

kadınlığını yani naif oluşunu hatırladı, erkeklerden<br />

yer istedi. Fakat sokakta, arp taşıdı,<br />

kontrbas taşıdı, yorulmadı. Perdenin arkasından<br />

konuşan Peygamber eşlerine inat,<br />

sahnede rol aldı. Konser yönetti, sergilere<br />

katıldı, sergiler açtı. Erkeklerin lebalep doldurduğu<br />

salonlarda icra-i sanatta bulundu,<br />

ilahi okudu. İmam olup mihraba geçemediğinden<br />

hayıflandı. Fakat İlahiyat fakültelerinde<br />

tefsir, fıkıh, hadis hocalığı payelerine<br />

nail olup erkeklere mahremiyet dahil<br />

mesail-i islamiyyeyi anlattı. Söyleşiler yaptı,<br />

dergilere kapak oldu. Katıldığı programlara<br />

reyting getirdi.<br />

www.hukumdergisi.com


Dışarıda olmaktan, iş toplantılarına,<br />

eğitim seminerlerine katılmaktan keyif<br />

aldı. Eşini uyanık halde birkaç saat görürken,<br />

sekizden beşe kadar iş arkadaşlarıyla<br />

aynı ortamda kaldı. Evdeki birlikteliklerini<br />

de, çoğu geceler ayrı odalarda televizyon<br />

programları izlemeye tahsis etti. Eşinin<br />

yanında eski kıyafetleri, iş arkadaşlarının<br />

olduğu meclislerde ise en şık olanları<br />

giydi. İşine sarıldıkça eşinden ve evinden<br />

uzaklaştı. Kadındaki bu harici alaka, ona<br />

karşı harici ilgiyi artırırken eşinin muhabbetini<br />

zayıflattı. Aynı durum erkekte de zuhur<br />

etti. O da “iş arkadaşı” olan kadınlara<br />

daha farklı davrandı. Neticede ortaya evde<br />

aradıklarını ancak hariçte bulabilen gayr-i<br />

memnunlar taifesi çıktı. Harici yakınlıklar<br />

güçlendikçe aile zayıfladı. Krizler, yeni<br />

krizlere zemin hazırladı. Hayat sorunlar<br />

yumağı haline geldi. Erkek gibi kadın da<br />

hal çaresi aradı. Fakat kadının çözüm süreci<br />

içerisindeki uğraşıları nafile ameliye<br />

olmanın ötesinde bir anlam ifade etmedi.<br />

Modern hayatta kazandığı rolleri kaybetmeme<br />

ısrarı, sonraki adımları başlamadan<br />

akamete uğrattı. Kadın, bütün oluşlarının<br />

neticesinde asıl anne olması gerektiğini<br />

düşünmek istemedi. Problemi bir psikiyatrist<br />

nezaretinde göreceği birkaç seanslık<br />

tedavi ile aşabileceğini zannetti.<br />

Para kazandıkça özgürlük alanı daha<br />

da korunaklı hale geldi. Araba, ev sahibi<br />

olunca itibarı göz kamaştırdı. İzleniyor<br />

olması ona ayrı bir haz verdi. Hep önde,<br />

gözde olabilmek için elinden geleni yaptı.<br />

Kuaföre gitti. Manikür, pedikür yaptırdı.<br />

Modaya göre yaşadı. Ayakkabısına uygun<br />

kıyafet, kıyafetine uygun takılar aldı. Bunlar<br />

için gün geldi dükkan dükkan, çarşı çarşı<br />

dolaştı. Her kıyafet uyumunun yeni bir<br />

moda rüzgarıyla demode olduğunda üzüldü,<br />

hayıflandı fakat modaya ittiba hassasiyetinden<br />

ödün vermedi. Bir anlamda hayatı<br />

modaya uyum seferberliği olarak gördü.<br />

Yoruldukça sabır-selamet diledi. Sürekli<br />

tekrar eden bu hadiseden muzdarip olsa da<br />

müşteki olmadı. Çünkü erkekler nezdinde<br />

muteber olmak ona ayrı bir hava veriyordu.<br />

Magazin programlarının malzeme sorununu<br />

çözebilmek için “ünlüler” başlığı<br />

altında pek çoğu aşufteden oluşan ve millet<br />

evlatlarının kendilerine uyması istenen<br />

bir taife ihdas edildi. Bunların yaşam şekilleri<br />

ve kıyafet tarzlarını teşhirde podyumlar<br />

yetersiz kalınca, diziler ve internet aktif<br />

“İSLAMCI KADININ”<br />

GELENEK İSYANI<br />

Gazeteci kadın, modanın icat ettiği<br />

sun’î başörtüyle katıldığı bir yayında<br />

yeni okurlar bulabilmek için önce<br />

“mücrim bir program” kurguladı. Daha<br />

sonra programın kısa sureleri ezberlemeye<br />

icbar ettiği ateist arkadaşını hatırlayıp,<br />

yüksek sosyeteden özür diledi.<br />

Böylece mağdurlar safında yazan biri<br />

olarak mağduru gaddar gibi göstermiş<br />

oldu. Ötekiyle ne kadar aynı olduğunu<br />

izah edebilme adına daha başka inkar<br />

ve itiraflarda bulundu.<br />

Sanat adına tarihe ya da İslam’a<br />

sövmenin insan hakkına tecavüz olacağını<br />

düşünmeden dizileri savundu.<br />

Bu savunmayla zımnen de olsa benzer<br />

sahnelerin kendisi için de kurgulanması<br />

durumunda sanata olan derin saygısından<br />

dolayı sessiz kalacağını itiraf etmiş<br />

oldu.<br />

Kadın hukuk okudu, siyaset, edebiyat<br />

okudu. İlmihal seviyesindeki dini<br />

bilgisiyle İslam adına ahkam neşretti.<br />

Sun’i başörtüsü esas alınarak ifadeleri<br />

İslamcı kadının “geleneğe isyanı” şeklinde<br />

verildi.<br />

İslamcı Kadının<br />

Yaşam Malzemeleri<br />

olarak kullanıldı. Dergi ve gazete gibi yazılı<br />

basın da bu pazarlama ameliyesinin destek<br />

unsurları olarak görev icra etti.<br />

Ecnebi erkeklere şık görünebilme yarışı,<br />

açılamadığından kapanan Müslüman<br />

kadına da sirayet etti. O da Yahudilerin cumartesi<br />

yasağını çiğnemeleri gibi şeriatı,<br />

şeriatla aşmaya çalıştı. Bu durum o derece<br />

müessir oldu ki İslam beldelerinde Allah<br />

Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haber<br />

verdiği gibi “zahirde örtülü hakikatte çıplak”<br />

kadınlar taifesi kesret ifade eder hale<br />

geldi.<br />

Medyanın da etkisiyle, tesettürün nasıl<br />

olacağını Allah’ın ayetleri, Resulü’nün sünneti<br />

ve müctehit imamların hükümlerinden<br />

alan İslam kadını marjinal; moda tasarımcılarına<br />

ittiba edenler “Kur’an talebesi” addedildi.<br />

Zahirde Allah Azze ve Celle’ye hakikatte<br />

ise modaya uyanlar İslam’ı temsil<br />

davasına soyundu. Onların yaşam tarzları,<br />

İslam yorumları referans alındı. Gazeteci,<br />

yazar, mimar, avukat oldular. Panellere, seminerlere,<br />

tv programlarına katılıp erkeklerle<br />

konu ayrımı yapmadan her mevzuyu<br />

tartıştılar. Yeni nesle neyin nasıl olması gerektiğini<br />

hem hal, hem de konuşma diliyle<br />

anlattılar.<br />

Erkeklerle aynı kulvarda vur ha vur yürüyen<br />

kadın, işinden ziyade zarfıyla itibar<br />

gördüğünün farkındaydı. Bu yüzden ilerleyen<br />

yaşlarda da zarf bakımını ihmal etmedi.<br />

Geçen yılların yüzünde zahir olan izlerini<br />

giderebilmek için yüz bakımı, cilt bakımı<br />

yaptırdı. Yarıştan kopmamaya çalıştı. Her<br />

nevi bakıma rağmen yaşlılığın izlerini silmekten<br />

aciz kaldığında kısmi tesettüre baş<br />

vurdu. Yani tesettürü mahrem bölgelerini<br />

örtmek için değil uzuvlarındaki kusurları<br />

gizlemek için kullandı.<br />

“Kadınlar yuvalarından çıkıp, beşeri<br />

yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli…”<br />

diyen ve böyle dediğinden dolayı<br />

öğrencileri ile birlikte idamla yargılanan<br />

Bediuzzaman’a aidiyet iddiasında bulunanların<br />

bir kısmı da modaya ittiba sürecinde<br />

aktif olarak görev aldı.<br />

Ezcümle, modern zaman kadını özgürleştikçe,<br />

kadın Allah’tan uzaklaştı; çağdaş<br />

değerlere, modaya, okula, ünlülere, sinemaya<br />

kul oldu. Eğer onlara uyduğu kadar<br />

Allah Azze ve Celle’ye ittiba etmiş olsaydı<br />

şüphesiz zahideler ehramının en tepe noktalarında<br />

yer alacaktı.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 22


Hacı Aydın Doğan’ın<br />

Hattı Müdafaası<br />

Olmamış olayları, gerçek<br />

hayattan kesitler<br />

ya da Müslümanların<br />

genel temayülü gibi veriyorlardı.<br />

Ali Kalkancı<br />

gibi şahsiyetleri Müslümanların<br />

temsilcisi olarak<br />

ilan edip, onlar üzerinden<br />

yeni neslin İslam’dan nefret<br />

etmesini arzuluyorlardı.<br />

Mahmud Efendi gibi Büyük<br />

Mürşidlerin hayatlarında<br />

cerh edilecek bir nokta bulamayınca<br />

“müteşeyyıh/<br />

yapma şeyh”ler üzerinden<br />

tasavvufu ekrana taşımış<br />

ve “en müstakim hayatları”,<br />

“en sapıkların yaşamlarıyla”<br />

tanıtmışlardı.<br />

u Ahmet BUHARALI<br />

abuharali@hukumdergisi.com<br />

Bizde aydın, her duruma uyum sağlayabilen<br />

çok değişkenli insan demektir.<br />

Zuhur ettiği günden beri de<br />

“şakile”si değişmemiştir. O kadar ki mal sahibinin<br />

kim olduğuna bakmadan “atiyye”<br />

mukabilinde her nevi yazı siparişi alabilir,<br />

ihale takip edebilir. Cerh ve tadil uzmanlık<br />

alanıdır. Her çeşit darbe ortamında ilgilileri<br />

memnun edecek yazılar telif etme istidadına<br />

sahiptir. Askere mücamelede bulunmada ise<br />

“la misle lehu’dur./Eşi benzeri yoktur.”<br />

Aydın, askerin iktidar yıllarında “mutlak<br />

demokrat”, hukukun müessir olduğu süreçte<br />

ise “mağdur demokrat” rolünde oynar.<br />

“Bunlar ülkenin intelijansıyasıdır. Bu<br />

şekilde bir cerh insafsızlık olur” şeklindeki<br />

itirazlara gelince, evet kudema, “el-insaf<br />

hayru’l-evsâf/insaf, insandaki vasıfların<br />

en hayırlısıdır.” buyurur. Münsif olmak erdemdir.<br />

Fakat kavramların arkasına sığınıp<br />

birileri için “merhamet dilenciliği” yapmak<br />

mağduriyetlerin devamına yol açacak ya da<br />

mağdurların iade-i itibarına engel olacaksa<br />

bu da zulümdür.<br />

28 Şubat sürecinin “mutlak demokratları”<br />

her sokakta, her okulda irticaî yapılanma<br />

var diyerek “sun’i gündem” oluşturmuş,<br />

“küfür yobazlarını” mazlum millet üzerine<br />

sevketmişlerdi. İslam karşıtı olmak, “mutlak<br />

demokratların” kutsal ödeviydi. Mekke<br />

müşriklerinin zaviyesinden bakıp dalâlette<br />

gördükleri (Mutaffifîn: 32) Müslümanları bu<br />

yayınlarla dünyaya uyumlu hale getireceklerdi.<br />

Bu yüzden her nev’i tarassutu meşru<br />

addediyorlardı. Olmamış olayları, gerçek<br />

hayattan kesitler ya da Müslümanların genel<br />

temayülü gibi veriyorlardı. Ali Kalkancı<br />

gibi şahsiyetleri Müslümanların temsilcisi<br />

olarak ilan edip, onlar üzerinden yeni neslin<br />

İslam’dan nefret etmesini arzuluyorlardı.<br />

Mahmud Efendi gibi Büyük Mürşidlerin<br />

hayatlarında cerh edilecek bir nokta<br />

bulamayınca “müteşeyyıh/yapma şeyh”ler<br />

üzerinden tasavvufu ekrana taşımış ve “en<br />

müstakim hayatları”, “en sapıkların yaşamlarıyla”<br />

tanıtmışlardı.<br />

Ahiretteki hesaba inanmayanlar bir gün<br />

göklerin yeryüzüne müdahil olacağını, 28<br />

Şubat sürecinin sona ereceğini, kendilerine,<br />

çiğnenen haklardan sorulacağını düşünemediler.<br />

Bunun için medyanın önemli bir<br />

bölümü mağduru mütecaviz, zalimi hakpe-<br />

23<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


est rolünde haber yapmaktan imtina etmedi.<br />

Evet 15 yıl öncesinin ‘mutlak demokratları’<br />

şimdi “mağdur demokratlar” rolünde<br />

“günah çıkarmak”la meşgul... Aydınlar taifesi<br />

koro halinde aldatıldığını söylüyor. Milletin<br />

hafızası ya da arşivler olmasa, “TBMM<br />

Araştırma Komisyonu”nda ki açıklamalardan<br />

hareketle hepsi “masum” diyeceksiniz.<br />

Ne var ki bu geceye gündüz demek kadar<br />

muhal bir durum. 28 Şubat süreci ve sonrasında<br />

yapılan haber-yorumlara bakıldığında<br />

her birini, “aslanın bacakları arasına<br />

girip ezeli ve ebedi hasmı olan kediye meydan<br />

okuyan fare” konumunda görürsünüz.<br />

Arslan/asker kışlasına çekilince fare ortada<br />

kaldı. Çaresiz “cemaziyelevvel” kavgasına<br />

tutuştular. Ekranlarda, gazete sütunlarında<br />

“irticanın başı ezilmeli” diyenler, askeri “göreve”<br />

çağıranlar, Merhum Erbakan’a hakarette<br />

sınır tanımayanlar şimdi günahlarını<br />

patronlara ya da askere hamletme yarışında.<br />

Paşaların Silivri macerasının oyun olmadığını<br />

gören Aydın Doğan da eski silah<br />

arkadaşlarını ortada bırakıp “hattı müdafaaya”<br />

geçmiş. Sanki ardından gelenlere “Dava<br />

(!) bitti. Şimdi zor zaman, dolayısıyla en selametli<br />

yol “nefis tezkiyesi” diyor. Zahiri gibi<br />

batınının da temiz olduğuna kamuoyunu<br />

inandırabilmek için bu yıl hacca da gitti.<br />

Cuntacılar Silivri’ye gidince “aydınların”<br />

duruşları gibi devlet-millet nazariyeleri<br />

de değişti. O kadar ki yazılarında müstear<br />

isim kullansalar, “bu yorumlar onlara aittir.”<br />

diyemezsiniz.<br />

“Aydınların” irtica başlığı altında yürüttükleri<br />

savaşta komuta merkezinde olan patronlarıyla<br />

da araları açıldı. Eski dostların 28<br />

Şubat mülahazaları cehennem ehlinin hesap<br />

anındaki muhaveresine benziyor. Kimse<br />

suçu kabul etmiyor. Tâbi konumunda olan<br />

yazarların beyanları aldananların ifadeleriyle<br />

ayniyet arz ediyor: “Ey Rabbimiz! Bizi saptıranlar<br />

bunlardır. Bunun için onlara ateşten<br />

bir kat daha fazla azap ver.” (A’raf: 38). Lider<br />

kadro ise, “Benim sizin üzerinizde bir hakimiyetim<br />

yoktu. Sadece sizi göreve çağırdım.<br />

Siz de davetime hemen icabet ettiniz. O halde<br />

beni değil kendinizi yerin.” (İbrahim: 22)<br />

şeklinde müdafaada bulunuyor.<br />

Buradan senaristlere bir tavsiyede bulunmak<br />

istiyorum. 28 Şubat sürecinin müessir<br />

aydınlarının eski ve yeni beyanlarını<br />

mukayeseli okumaya tabi tutarak sanat değeri<br />

pek yüksek bir senaryo telif edebilirler.<br />

“Ehl-i Cehennem Muhavereleri” ya da ”Cehennemden<br />

Kesitler” başlığını taşıyacak bu<br />

senaryoda o günkü medya patronları ve gazeteciler<br />

rol alırsa Türk Sineması gişe rekorları<br />

kıracak bir “sanat eserine” imza atmış<br />

olacaktır.<br />

Şayet senaryo Devlet-i Aliye’nin son yıllarından<br />

başlatılırsa, uzun yıllar devam edecek<br />

bir dizi de hazırlanabilir. Ülkenin birinci<br />

sınıf sanat severleri, mutlaka Aydın Doğan,<br />

Ertuğrul Özkök, Mehmet Ali Birand ve emsalini<br />

ikna edip bu dizide oynamalarını sağlamalıdırlar.<br />

Bu senaryo, “kalaysız kazan” gibi içine<br />

konan her şeyi zehre dönüştüren bir kısım<br />

medyada milat olacak ve yüz küsür yıllık basın<br />

tarihimizin en esaslı “taharet harekatı”<br />

diye kayda geçecektir.<br />

Evet, bu husus bu günün olduğu gibi<br />

dünün de sorunuydu. Nitekim bizde aydın<br />

millet menfaatinden daha ziyade şahsi menfaatleri<br />

önceleyen, bunun için de rolden role<br />

giren adam olarak temayüz etmiştir. Bu durum<br />

“uyumlu aydınların piri” Yunus Nadi’de<br />

çok daha zahirdir. Aşağıdaki ifadeler maaşlı<br />

aydınların “atiyye” için neler yapabileceklerinin<br />

müşahhas belgesidir:<br />

Yunus Nadi, Kütahya’lı Şeyh Seyfi<br />

Efendi’ye yazdığı mektubunda kurtuluş savaşının<br />

şeyhlerin himmetiyle kazanıldığını<br />

belirttikten sonra ifadelerine şöyle devam<br />

eder: “…Şimdi daha yıkılacak şeyler varsa<br />

onları da yıkmak ve her halde sonuna kadar<br />

vezaif-i vataniyemizi ifa edebilmek için ‘Yeni<br />

Gün’ü ayakta tutmak lazım. Sen belki bir gazetenin<br />

ne demek olduğunu hakkıyla bilemeyeceğin<br />

için bunun manasını pek anlayamazsın.<br />

Kısaca anlatmak için haber vereyim<br />

ki, Yeni Gün’ün aylık masraf bütçesi iki bin<br />

lirayı Osmanî’dir. Şimdi onu aynı fiyatla dört<br />

sayfa olarak neşretmeye başlayacağız, bütçe<br />

çıkacak üç bin beş yüze! Benim hakikat-bîn<br />

şeyhim! Sen bilirsin ki, bu mebaliğ-i maddiyye<br />

hazine-i gaybiden gelmez. Bu kadarcık<br />

işaret, vaziyeti zat-ı fâzılanelerine anlatmaya<br />

kafidir”.<br />

Yunus Nadi, istismarın sidre-i muntehası<br />

olan mektubunu şu şekilde noktalar:<br />

“Ricamı azami mikyas ile infaz edeceğinden<br />

emin olduğum için fazla söze lüzüm görmeyerek<br />

müsadenle muhterem ellerini tekrar<br />

tekrar öper ve hatm-i kelam eylerim Şeyhim<br />

efendim.” (Anadolu’da Yeni Gün, 20. 09.<br />

1338/1922).<br />

İhtiyaç hissettiklerinde şeyhlerin ellerini<br />

öpen, cuntacılarla rakı masasına oturduğunda<br />

ise Müslümanları yeryüzünün fazlalık<br />

yaratıkları olarak gören bu taife acilen<br />

ıslah edilmelidir. Her ortama uyumlu aydın<br />

yetiştiren bu inkar fideliğine müdahale<br />

edilmezse hafizanallah yarın bir işgal durumunda<br />

bunlar seleflerinden Halide Edip gibi<br />

çıkıp Amerikan mandasını savunur, millet<br />

arasında sömürgeden yana taraftarlar oluşturmaktan<br />

geri durmazlar.<br />

28 Şubat süreci ve sonrasında yapılan haber-yorumlara bakıldığında her birini, “aslanın<br />

bacakları arasına girip ezeli ve ebedi hasmı olan kediye meydan okuyan fare” konumunda görürsünüz.<br />

Arslan/asker kışlasına çekilince fare ortada kaldı. Çaresiz “cemaziyelevvel” kavgasına tutuştular.<br />

Ekranlarda, gazete sütunlarında “irticanın başı ezilmeli” diyenler, askeri “göreve” çağıranlar, Merhum<br />

Erbakan’a hakarette sınır tanımayanlar şimdi günahlarını patronlara ya da askere hamletme yarışında.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 24


Yalnız Seccademin<br />

Yününde Şefkat<br />

u Mahmut SİVASLI<br />

msivasli@hukumdergisi.com<br />

25<br />

Namaz bütün dayanaklar çöktüğünde, bağlantılar koptuğunda<br />

çökmeyen, kopmayan hep yerinde kalan en sağlam<br />

kulptur. Gökten yeryüzüne inen Kur’an’la, tekrar Allah’a<br />

yükselişin nasıl olacağını gösteren bir habl-ı metindir. Onun için<br />

Allah Resulü’ne bir musibet geldiğinde kalkar namaz kılardı.<br />

OCAK 2013<br />

Arkadaşları babaları ile dolaşırken<br />

bir kenara çekilip onları izleyen bir<br />

yetim için anne, bütün annelerden<br />

daha farklıdır. Yetim, sokakta, okulda,<br />

bayram sabahında sırılsıklam yalnızlığı yaşadığında<br />

annesine koşar, onun eteklerine<br />

yapışır, kucağında teselli bulur. Çünkü anne<br />

onun rükn-ü şedidi, en güçlü dayanağıdır.<br />

Daha güçlü olana iltica, insanda bastırılamaz<br />

bir duygudur. Bu yüzden yaşlılar gibi<br />

gençler de güvenli bölgeler arar, okula, hastaneye<br />

yakın yerlere yerleşir. Reaya için adil<br />

sultanlar bir sığınaktır. Fakat onlar da hayatlarının<br />

her aşamasında çaresizliği yaşarlar.<br />

Hasta olur, varlıkta yokluğu yaşar, yakınlarını<br />

kaybeder yani ezeli takdir sürekli ona<br />

“mülteci” olduğunu hatırlatır.<br />

Yeryüzünde insan için sınırsız güvenli<br />

bir alan yoktur. Her dayanak noktasının<br />

hükümsüz olduğu bir an vardır. En güvenli<br />

şehirlerin dahi gündüzünde, gecesinde varlığımızı<br />

tehdit eden riskler mevcuttur.<br />

Mesai saatinden sonra devlet kurumlarının<br />

sadece belli servisleri, hastanelerin acil<br />

bakım üniteleri açıktır. Ne var ki onların da<br />

gücü sınırlıdır. Bir bina yandıktan ya da bir<br />

hasta öldükten sonra itfaiye bütün imkanlarını<br />

seferber etse ya da en uzman doktorlar<br />

hastaya müdahil olsa yanacakla, öleceğe<br />

kim çare olabilir?<br />

Namaz, her tabakadan insanın sığındığı<br />

bir kurtuluş limanıdır. Zayıf için de güçlü için<br />

de sürekli bir korunmuşluk halidir. Her şeyi<br />

bilen (alîm), gören (basîr), duyan (semî’),<br />

rahîm, kerîm olan Allah Azze ve Celle’ye sığınmadır.<br />

Namaz, günbatımıyla devlet daireleri<br />

kapandığında, güvenlik güçleri daha düşük<br />

bir yoğunlukta çalıştığında, yıldızlar kaybolduğunda,<br />

uykusu, uyuklaması olmayan Allah<br />

Azze ve Celle’ye (Bakara, 255) hali arzediştir.<br />

Rabbanî olmaya “ya lebbeyk” deyiştir.<br />

Müslüman namazda, sadece suda yaşayabilen<br />

bir balık gibidir. Balık, sudan çıktığında<br />

ya da çıkarıldığında yaşamak için suya<br />

www.hukumdergisi.com


dönmelidir. Müslümanların camiye muttasıl<br />

yürekleri de ancak namazla mutmain olur.<br />

Bunun için her yaştan Müslüman günün<br />

farklı saatlerinde huzura çıkar, yakarışta bulunur.<br />

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)<br />

namazı gözünün nuru olarak tarif eder<br />

(Nesâî, H no: 3946, VII, 66).<br />

Seccade anne kucağından daha müşfiktir.<br />

Müslümanı günde kaç defa alnından<br />

öper. Fani olan insanla, baki olan Allah Azze<br />

ve Celle arasında ki rabıtayı tesis eder.<br />

Namaz çölde vurha vur yürüyen, öğle<br />

sıcağında kavrulan insan için bir anda zuhur<br />

eden ağaç altı gölgeliği gibidir. O, zor anların<br />

sığınağı, uçsuz bucaksız sahraların barınağıdır.<br />

Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem),<br />

Darü’n-Nedve’nin dezenformasyonu<br />

karşısında çaresiz kaldığında namazla Rabbine<br />

iltica eder, secdeyle teselli bulurdu.<br />

Baskılara dayanmakta güçlük çeken ashabına<br />

da sabır ve namazla dayanmayı telkin<br />

ederdi. Yakınlarına bir musibet geldiğinde<br />

onlara da namazı emretmiş ve şu ayeti okumuştu<br />

(Beyhakî, Şuabu’l-İman, Beyrut, 2000,<br />

III, 152): “Ailene namazı emret, kendinde<br />

ona sabırla devam et!” (Tâhâ: 132). Babasına<br />

mecnun, sihirbaz, kahin denen Hz. Fatıma<br />

(radiyallahu anha) da namazla ayakta kalabilmişti.<br />

Münafıklar, Yahudiler bazen farklı<br />

bazen de aynı meclislerde toplanıp Allah<br />

Resulü’nü durdurmaya dair yeni stratejiler<br />

geliştirirken Cebrail Ona: “Sana vahyedileni<br />

oku ve namaz kıl!” emrini ulaştırmıştı.<br />

Seccade anne kucağından<br />

daha müşfiktir.<br />

Müslümanı günde<br />

kaç defa alnından<br />

öper. Fani olan insanla,<br />

baki olan Allah<br />

Azze ve Celle arasında<br />

ki rabıtayı tesis<br />

eder. Namaz çölde<br />

vurha vur yürüyen, öğle<br />

sıcağında kavrulan insan<br />

için bir anda zuhur<br />

eden ağaç altı gölgeliği<br />

gibidir. O, zor anların sığınağı,<br />

uçsuz bucaksız<br />

sahraların barınağıdır.<br />

Ayetle zahir olmuştu ki, namaz belalar mahşerinden<br />

cennete yürüyenlerin azığıydı. Bütün<br />

peygamberler onunla ayakta kalabilmişti.<br />

Bu yüzden Efendimiz (sallalalhu aleyhi<br />

ve sellem) de daraldığında Bilal b. Rebah’a<br />

Kalk Bilal! Ezan oku, insanlar toplansın; Bizi<br />

namazla rahatlat! Bilal kalk ve bizi namazla<br />

dirilt.(Ebû Davûd Edeb 87; Ahmed, V, 371).<br />

Namaz bütün dayanaklar çöktüğünde,<br />

bağlantılar koptuğunda çökmeyen, kopmayan<br />

hep yerinde kalan en sağlam kulptur.<br />

Gökten yeryüzüne inen Kur’an’la, tekrar<br />

Allah’a yükselişin nasıl olacağını gösteren bir<br />

habl-ı metindir. Onun için Allah Resulü’ne<br />

bir musibet geldiğinde kalkar namaz kılardı.<br />

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)<br />

güneş tutuldu namaz kıldı. Ay tutuldu açılıncaya<br />

kadar namazda kaldı. Çünkü namaz,<br />

balığın karnında Hz. Yunus’u duyan, ateşe<br />

atılan Hz. İbrahim’e imdad eden, tufanda<br />

Hz. Nuh’u koruyan Allah Azze ve Celle’nin<br />

himayesine giriştir.<br />

Namaz, hesap gününde, Alemlerin<br />

Sahibi’nin huzurunda oluşu hatırlatır. Namazda<br />

nerede, niçin durduğunu idrak edenler<br />

her nev’î düşüncenin karşısında muhkem<br />

dağlar gibi durur. İdeolojiler, istikbal<br />

temennileri en izzetli insanları, en zelil hale<br />

getirirken namaz kılanlar sarsılmaz.<br />

Namaz için abdest alıp günahtan temizlenenler,<br />

evden camiye giderken yol boyu<br />

o büyük gündeki hesabı tefekkür eder. İbn<br />

Abbas’a (radiyallahu anhuma), “Rabbin’in<br />

adını anıp namaz kılan kurtuluşa erdi.” (ela’lâ:<br />

14-15) ayetleri sorulduğunda namazın<br />

yerle gök arasındaki irtibatına dikkat çekmiş<br />

ve şöyle buyurmuştu: “Temizlenen ve ahirette<br />

Rabbinin huzurundaki duruşunu hatırlayıp<br />

namaz kılan kurtuldu” (Nesefî, Medarik,<br />

IV, 513).<br />

Namaz kadim bir duruştur. Tesadüfen<br />

ortaya çıkmamıştır. Bütün zamanlardaki<br />

Rabbanî kulların Hakk’a yakarış şeklidir.<br />

Sadece Hz. Muhammed ve ümmetine ait<br />

değildir. Nitekim kıyametteki sorguyu düşünerek<br />

namaz kılanların kurtuluşa ereceği ilk<br />

gönderilen kitaplarda, İbrahim ve Musa’nın<br />

sahifelerinde de vardı.” (el-a’lâ: 18-19).<br />

Mahşeri hatırlatan namaz her nev’i derde<br />

devadır. Aşılmaz gibi görünen müşkillerin<br />

halçaresidir. İnsanı bir halden alır başka bir<br />

hale taşır. Ruh hastalarının sahte bir ümitle<br />

merhamet dilendiği psikiyatristin de kurtarıcısıdır.<br />

Namaz yeryüzüne<br />

ait değerler sistemini<br />

yeniden inşa eder.<br />

Musalli namazla, hakim<br />

güce göre değil,<br />

Hakk’ın takdirine göre<br />

yaşamayı öğrenir. İftitah<br />

tekbiriyle kurbet<br />

iklimine dahil olur, bir<br />

daha hiç çıkmaz. Zahirde<br />

halkla, hakikatte ise<br />

Hakk’la birliktedir.<br />

Namaz yeryüzüne ait değerler sistemini<br />

yeniden inşa eder. Musalli namazla, hakim<br />

güce göre değil, Hakk’ın takdirine göre yaşamayı<br />

öğrenir. İftitah tekbiriyle kurbet iklimine<br />

dahil olur, bir daha hiç çıkmaz. Zahirde<br />

halkla, hakikatte ise Hakk’la birliktedir.<br />

Namaz beşer aklının keşfettiği, sonra da<br />

kayda geçtiği bir terapi değildir. Birkaç musahhihin<br />

tashihinden geçtikten sonra tedavüle<br />

çıkan bir eserin mevzuu da değildir. O<br />

bir miraçtır. O yeryüzündeki en esaslı inkılabın<br />

rüknüdür. Bunun için Allah Resulü (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) ondan çok bahsetti.<br />

Onun vesilesiyle günde en az beş defa ashabıyla<br />

buluştu. Bana dinimi öğret, muhtasar<br />

bir içerikte bana İslam’ı anlat! diyen sahabiye:<br />

Namaza kalktığında kendini dünyadan<br />

ayrılacak kişi gibi farz et. Dünyaya elveda<br />

demeye hazırlanan kişinin namazını kıl.”<br />

buyurdu(İbn Mâce, Zühd 15).<br />

Mümini her secdede göklere yükselten<br />

namaz, her defasında en son kılınan namazdır.<br />

İşte yalnız bu namaz, bütün bir cemiyeti<br />

değiştirecek, tepetaklak olmuş ruhlar ehramını<br />

yeniden inşa edecektir.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 26


Suriye İzlenimleri<br />

Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgelerinde çok sayıda aile, “belki çadır kentte yer açılır da<br />

bizi de alırlar veya en azından sınır bölgesinde uçakların bombalarından çocuklarımızı koruruz” temennisiyle<br />

bekliyor. Aile büyükleri farklı büyüklükteki çadırlarda soğuk kış şartlarında bir örtünün üzerine<br />

bir kaç çocuğuyla oturmuş hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar.<br />

u Abdulhakim İMAMOĞLU<br />

aimamoglu@hukumdergisi.com<br />

İlim tahsil etmek için gittiğim Suriye’ye<br />

İFAM’ın (ilmi ve fikri araştırmalar merkezi)<br />

“kardeşlik konvoyları” eşliğinde dönmenin<br />

heyecanı içerisindeyim. Yıkılan evler,<br />

bombalanan camiler, yol kenarlarında kurulu<br />

çadırlar, ekmek bulmakta güçlük çeken insanlar,<br />

çocuklar ve iffetli kadınlar… Manzara,<br />

ajanslardan okuduklarımdan ve Suriye’li arkadaşlardan<br />

dinlediklerimden çok daha vahim…<br />

Allâh Rasûlü’nun (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) buyurduğu gibi “Leyse’l haberu kel<br />

iy’an/görmek işitmek gibi değil.” (el-Hâkim,<br />

Müstedrek, Kitâbü-t Tefsîr, no: 3303).<br />

Sokaklar yıkılmış, evler harap olmuş,<br />

dükkânlar kapalı, omuzlarda tabutlar taşınıyor,<br />

sürekli yeni mezarlar kazılıyor fakat İslam<br />

gençliği dimdik ayakta, dualarının ana mevzuu<br />

ise şehadet… Kararlılar, kırk yıldır devam<br />

eden rejim yıkılacak. Cihadın sonu “hıtâmuhu<br />

misk” olacak. Suriye’ye her girişimde yıkılan<br />

binaların çoğalmasına inat bu kararlılığın<br />

daha da arttığını görüyorum.<br />

Özgür Suriye Ordusu yetkililerini “kardeşlik<br />

konvoylarının” dağıtım planını hazırlamaları<br />

için aradığımda ses tonlarında hep bir<br />

burukluk olur. Zira her gün yeni şehit haberleri<br />

alıyorlar. Bir defasında Özgür Ordunun<br />

Kızılayı mesabesindeki yardım kuruluşunda<br />

ki arkadaşı arayıp, planı sordum. Kendisinin<br />

o an bir köyde olduğunu hava bombardımanı<br />

neticesinde vefat eden şehitlerin defniyle meşgul<br />

olduğunu söylemişti. Ne zaman ararsanız<br />

benzer durumlarla karşılaşırsınız. İlgili kardeşler<br />

ya yardım dağıtmak ya hasta taşımak ya da<br />

şehitleri defnetmekle meşgul. Suriye’de acı,<br />

hüzün, umut, izzet ve direniş etle tırnak gibi…<br />

Türkiye’den giden yardımları koordine<br />

ile meşgul olan Suriyeli bir hocamız mazlum<br />

İslam ümmetinden yana taraf olan milletimize<br />

teşekkür ve duadan sonra şu meyanda bir<br />

27<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


sitemde de bulundu. “Diğer gıda maddelerinden<br />

vazgeçtik. Şiddetli bir şekilde ekmeğe ihtiyacımız<br />

var.” Hoca bir ara maziyi yâdederken,<br />

cihattan önce Türkiye’den yüzlerce öğrenciye<br />

ders okuttuğunu, fakat şimdilerde onların bir<br />

telefon bile açmadıklarını söylemişti.” Bu yüzden<br />

Suriye uleması, yaklaşık yüz tır yardım<br />

malzemesini Bilad-ı Şam’a ulaştıran İFAM’a<br />

karşı ayrı bir muhabbet besliyor.<br />

Biz sınırda Kızılay nezaretinde yardım<br />

malzemelerini Suriye’ye geçirip Özgür Suriye<br />

Ordusu’nun dağıtım planı çerçevesinde farklı<br />

bölgelerden gelen kardeşlerimize teslim ediyoruz.<br />

Tırlar giriyor, ambulanslar çıkıyor. Maalesef<br />

ki ambulans seferleri daha çok.<br />

Âlimler yoğun meşguliyetleri arasında<br />

ilmi faaliyetlere de devam ediyor. Suriye ve<br />

Türkiye arasında sürekli gidip gelen bir hocamız<br />

Şam’daki evini terk ederken yanına birkaç<br />

kitap almış, onlardan bir tanesi de Şeyhulislam<br />

Mustafa Sabri Efendi’nin « Mevkifu’l Akl<br />

» isimli muhteşem eseri. Hoca kitabı gösterdi.<br />

Kapağın içinde Mustafa Sabri Efendi’nin kendi<br />

el yazısı var. “Bununla teberrük ediyorum”<br />

diyor.<br />

Suriye’ye ikinci seferimde İdlib’ten bir<br />

arkadaşla tanışmıştım. Yirmibeş yaşlarındaydı.<br />

Ailesi Suriye’de kendisi ise Kilis’teki çadır<br />

kentte kalıyor, hem hafızlık yapıyor hem de<br />

çadır kentte ki çocuklara Kur’an-ı Kerim öğretiyor.<br />

Büyük bir alimin riyasetinde Suriye Müslümanları<br />

organize olmuş, her şehirde idari,<br />

askeri birimler teşkil etmişler, yardım büroları,<br />

mahkemeleri, belediye teşkilatları var. Yeni<br />

Suriye’nin tüm kuruluşları İslami esaslara göre<br />

idare ediliyor. Özgür Ordu İslâm’a tam bağlı,<br />

her işlerinde ulemâ’ya başvuruyor. Âlimlerden<br />

oluşan bir heyet mücahitler arasında oluşan<br />

küçük çaplı ihtilafları anında çözüyor. Son karar<br />

İslam mahkemelerine ait. Kararlara mutlak<br />

itaat var.<br />

Moralleri çok yüksek. Fakat askeri malzeme<br />

temininde sıkıntılar var. Silahın çoğunu ele<br />

geçirdikleri Suriye Ordusu karargâhlarından<br />

temin ediyorlar. Uçak savar ve ağır silahların<br />

yetersizliğinden yakınıyorlar. Emperyalist ülkelerden<br />

silah geldiği iddialarını ise kesin bir<br />

dille yalanlıyorlar. Hatta Amerikalıların Akdeniz<br />

üzerinden gelen silahlara el koyduklarını<br />

ifade ediyorlar. Bütün bunlara rağmen başta<br />

Halep olmak üzere pek çok şehirde rejimin askeri<br />

açıdan son derece stratejik öneme sahip<br />

tesislerini ele geçirdiler. Mesela Haleb’in yüzde<br />

doksanı fethedilmiş durumda.<br />

Bir hava saldırısında ailesinden sekiz kişi<br />

şehit düşen Enes kardeşle tanıştım. Babası,<br />

annesi, ablası ve ablasının iki çocuğu şehit olmuş.<br />

Her namaz sonrasında Rabbinden şehadet<br />

isteyen merhum babasını hatırlayıp gözleri<br />

doluyor. Ama her şeye rağmen hamdediyor,<br />

“onlar şehit oldular, ebedi kurtuluşa erdiler,<br />

sıra bizde ” diyor.<br />

Hocamızla Suriye topraklarında ilerlerken<br />

bir kardeşimiz: “Allah Tela bize rahmet kapısını<br />

açtı, elhamdülillâh. Bize şehadet nasib<br />

ediyor. Halid bin Velid Efendimiz bile o kadar<br />

cihad etmesine, onca yara almasına rağmen,<br />

çok arzuladığı şehadete ulaşamamıştı. Rabbim<br />

millet olarak bizi bu devletten mahrum<br />

etmedi.” diyor.<br />

Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgelerinde<br />

çok sayıda aile, “belki çadır kentte yer<br />

açılır da bizi de alırlar veya en azından sınır<br />

bölgesinde uçakların bombalarından çocuklarımızı<br />

koruruz” temennisiyle bekliyor. Aile<br />

büyükleri farklı büyüklükteki çadırlarda soğuk<br />

kış şartlarında bir örtünün üzerine bir kaç çocuğuyla<br />

oturmuş hayatlarını idame ettirmeye<br />

çalışıyorlar. Baktıkça utanıyorum, rahat yataklarda<br />

yatan, evinde yorgan ve battaniye biriktiren<br />

müslümanlardan olduğum için hayıflanıyorum.<br />

Özgür Orduya ait yardım koordinasyon<br />

merkezi çok sistemli çalışıyor. Hepsi gönüllülerden<br />

oluşmuş. Orada İfam’ın ayrı bir yeri<br />

var. Teslim tutanakları yanında bir de teşekkür<br />

belgesi hazırlamışlar. Bense bunları yapmak<br />

vazifemiz; asıl zor olanı sizler yapıyorsunuz.<br />

Eğer bir belge verilecekse onu bizim vermemiz<br />

gerekir dedim.<br />

Bir hava saldırısında<br />

ailesinden sekiz<br />

kişi şehit düşen Enes<br />

kardeşle tanıştım.<br />

Babası, annesi, ablası<br />

ve ablasının iki çocuğu<br />

şehit olmuş. Her<br />

namaz sonrasında Rabbinden<br />

şehadet isteyen<br />

merhum babasını hatırlayıp<br />

gözleri doluyor.<br />

Ama her şeye rağmen<br />

hamdediyor, “onlar şehit<br />

oldular, ebedi kurtuluşa<br />

erdiler, sıra bizde ” diyor.<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 28


Sınır kapılarından itibaren Suriye’deki<br />

büyük değişimi hissediyorsunuz. Öğrencilik<br />

yıllarımda çokça geçtiğim Öncüpınar sınır<br />

kapısının Suriye tarafında artık rüşvet isteyen<br />

görevliler yok. İlgili birimlerde bombardıman<br />

altında dahi cemaatle namaza devam eden<br />

müstakim Müslümanlar var.<br />

Sokaklarda aralarında çok küçüklerin de<br />

bulunduğu çocuklar kasetçalar ve amfi eşliğinde<br />

gösteri yapıyor, slogan atıyorlar. Çocuklar<br />

yürüyüşe devam ettikçe sayıları artıyor, bir<br />

meydana ulaştıklarında ise teşkil ettikleri yekün<br />

bir miting yoğunluğuna ulaşıyor. Bir hava<br />

saldırısında şehit olma ihtimalleri yüksek olan<br />

ümmetin bu izzetli gençleri yürüyüş esnasında,<br />

“Lebbeyk lebbeyk lebbeyk ya Esed” (Buyur,<br />

emrindeyiz ey Esed !) diyen rejim yanlılarına<br />

karşı “Lebbeyk lebbeyk lebbeyk ya Allah !”<br />

(Buyur, buyur, buyur, emrindeyiz ey Allâh’ım<br />

!) diye haykırıyorlar. Şebbiha “Kaiduna lil<br />

ebed beşşar el esed” (Ebediyen komutanımız<br />

Beşşar el Esed’dir !) derken, ümmetin çocukları<br />

“Kaiduna lil ebed Seyyiduna Muhammed!”<br />

(Ebediyyen komutanımız Efendimiz<br />

Muhammed’dir !) diyor. Mücâhitlerin moralini<br />

yükselten, halkın direnme azmini canlı tutan<br />

bu tür gösterileri sıklıkla görmek mümkün.<br />

Sokaklar hakem, sokaklar mücadelenin Hak<br />

ile batıl arasında cereyan ettiğinin en canlı şahitleri…<br />

Yemekleri hür ordunun yemekhanelerinde<br />

yemeyi tercih ettik. Genç mücahitler silahları<br />

yanlarında yemek yiyorlar. Bir tanesi gözüme<br />

çarpıyor, tam karşı masamızda oturuyor,<br />

tek başına… Yaşı en fazla on altı, asker kıyafetiyle<br />

oturuyor, silahını masanın üzerine koymuş…<br />

Daha sonra öğreniyorum ki bu mücâhit<br />

on beş yaşındaki bir arkadaşıyla Hür Ordu’ya<br />

katılmak istemiş, başvurdukları her tugay komutanı<br />

küçük olduklarından kabul etmemiş,<br />

sonunda bölge komutanı Ebu İbrâhim’e müracaat<br />

etmişler, ricada bulunmuşlar, o da dayanamayıp<br />

kabul etmiş. Arkadaşı şehit olmuş,<br />

o ise intizar halinde.<br />

Ziyaret ettiğimiz bir tugayda bize refakat<br />

eden Hocaefendi mücahitleri tanıtırken, “işte<br />

bunlar ırzlarımızı müdafaa eden kahramanlar”<br />

diyor. Sonra : “Ben üç tane savaşa şâhit oldum,<br />

Irak savaşına katılıp ABD’ye karşı cihad<br />

ettim, Gazze saldırılarında Hamas’la birlikteydim,<br />

bir de bu savaşı gördüm. Vallâhi, yemin<br />

ediyorum –ve Allâh katında bu yeminden<br />

mesulüm ki- Hür Ordu’daki mücahitler gibi<br />

İslam’a bağlı mücahit görmedim.” diyor.<br />

İz’az bölgesi komutanı Ebu İbrahim…<br />

Ümmi bir komutan fakat İslam iliklerine öyle<br />

işlemiş ki, bir teftiş sırasında Özgür Ordu’ya ait<br />

bir ofise uğruyor, memurun masasında meyve<br />

dolu tabağı görünce millet ekmek bulamıyor,<br />

siz meyve yiyorsunuz diyerek ilgili memuru<br />

bir günlük hapisle cezalandırıyor. Birisi bir<br />

dükkânda sandviç satıyor. Ebu İbrahim bunu<br />

da yasaklıyor. Gerekçe şu: “burada kadınlar,<br />

çocuklar var, bunlar arasında hamileler olabilir.<br />

Sandviçin kokusunu alır, canı çeker fakat<br />

parası olmadığından alamaz. Buna müsaade<br />

edemem!”<br />

Bir hocamız bir gün mücahitlere vaaz<br />

ederken bir genç kalkıyor ve diyor ki: “Hocam,<br />

Şam’ı yıktılar, yerle bir ettiler. Her şeyimizi kaybetsek<br />

de yine biz kazançlıyız!” Hoca : “Neden<br />

?” diye sorunca, genç: “Çünkü Suriyeli gençlerin<br />

kalbine nüfuz eden imânı artık Allâh’dan<br />

başka hiçbir güç söküp atamaz !” diyor. O bunları<br />

naklederken ben Aliya’nın: “Savaşta Müslüman<br />

olduk” sözünü hatırlıyorum. Sonradan<br />

öğreniyorum ki bunu söyleyen genç kendisiyle<br />

fotoğraf çektirdiğim mücahitmiş.<br />

Bir hocamız bir gençten bahsetti. Beş ay<br />

muhaberatın elinde kalmış, işkence etmişler...<br />

Sırtında sigara izleri var. İşkenceyi Beşşar’ın<br />

resmine secde etsin diye yapmışlar. Genç ise<br />

direnmiş, secde etmemiş. Özgür Ordunun teşebbüsüyle<br />

kurtulan bu gence ruhsatla amel<br />

edip secde etseydin dendiğinde genç, “Hocam,<br />

ben o güne kadar ömrümde hiç namaz<br />

kılmamıştım. İlk secdeyi Beşşar Esed’e yapsaydım,<br />

Allâh Te‘âlâ nın huzuruna hangi yüzle<br />

çıkardım? Ama o günden sonra hiç bir namazımı<br />

kaçırmadım elhamdülillâh!” Hoca anlatırken<br />

ağlıyor...<br />

Şehirlerde fırınları vurmuşlar, açık olanların<br />

önünde ise uzun ekmek kuyrukları var.<br />

Özgür ordunun idaresindeki fırınlarda ekmek<br />

meccanen dağıtılıyor. Manzarayı görünce<br />

bizleri bu hizmete vesile kılan Allah Teala’ya<br />

hamdediyorum.<br />

Şehirlerde çok sayıda imha edilmiş tank<br />

var. Bazı sokaklara « Makbaratu-d Debbâbât<br />

» yani tanklar mezarlığı deniyor.<br />

Bizi arabayla Türkiye sınırına götüren<br />

Abdulkadir kardeş şunları söyledi:<br />

“Elhamdülillâh, Müslümanlar olarak kardeşiz,<br />

bize bunu ispatladınız, bizleri birleştiren söz:<br />

‘Lâ ilâhe illallâh, Muhammed Rasûlullâh’dır.’<br />

Türkiye’de bizim için çarpan kalplerin olduğunu<br />

bilmek bizi çok sevindirdi. Şu ana kadar<br />

Türkiye’den birçok kuruluş bizlere yardım<br />

gönderdi, fakat siz İFAM birinci sıradasınız,<br />

Allah sizden razı olsun. Kardeşlerimize selâm<br />

söyleyin, bulunduğumuz kış şartlarında Suriye’deki<br />

bebekleri unutmasınlar, özellikle teheccüd<br />

vakitlerinde dualarını eksik etmesinler.”<br />

Suriye’den her defasında geriye, ekmek<br />

kuyruklarında şehit olan yakınlarına ağlayan,<br />

soğuk kış gecelerini çadırda geçiren, fakat bütün<br />

bunlara rağmen imanlarıyla ayakta kalan<br />

müzdarib Müslümanları bırakarak dönerim.<br />

Bu yüzden bana Suriye’ye gitmek vuslat, dönmek<br />

ise gurbet gibi gelir. Ölüme meydan okuyan<br />

bu Müslüman gençler Allâh’ın izniyle muzaffer<br />

olacaktır!<br />

29<br />

OCAK 2013<br />

www.hukumdergisi.com


Ey Şehid! Kitabullah Yerine<br />

Das Kapital Okusaydın!<br />

u Recep YILDIZ<br />

ryildiz@hukumdergisi.com<br />

Amerikan icadı şu stratejik araştırma merkezlerinin birinde maaşlı uzman olsaydın, birkaç<br />

programa çıkıp “derin analizler” yapsaydın ya da nargile meclislerinde aşuftelerle oturup<br />

sabahlara kadar “mühim mevzular” üzerine entelektüel çıkarımlarda bulunsaydın “cins kafa” derlerdi.<br />

İslam’ı yaşanan değil de, “konuşulan bir din” olarak algılasaydın yani İslamcı olsaydın, gazeteci dostların<br />

şehadet haberini alınca, “O bizim idolümüzdü.” derlerdi. Uluslararası siyasi analizler yaparken araya bir<br />

yere seni de sıkıştırırlardı. Ajandalarında yer bulurdun.<br />

Sosyalist olsaydın ardından yazı kaleme<br />

alırlar, belki de adına bir anma programı<br />

tertib ederlerdi. “Mülkiyet hırsızlıktır<br />

deseydin” ya da Kelâmullah yerine Das<br />

Kapital’i referans alsaydın büyük devrimci<br />

olurdun; Sana özgürlük savaşçısı derlerdi.<br />

Marks, Engels ve Lenin’den oluşan üç ayaklı<br />

küfür üçgeni üzerinden biraz proletarya nutukları<br />

atabilseydin sen de konuşulmaya değer<br />

bir direnişçi olurdun.<br />

İslam’la ideolojiler arasında bir sentez<br />

yapıp, Nişantaşı’nda tanıştığın dostlarınla<br />

umreye gidip, metaftan gazetene birkaç poz<br />

gönderseydin, cennet için meydanlara inmez<br />

kolay tarafından dünyanı da ahiretini<br />

de imar (!) ederdin.<br />

“Kahrolsun kapitalist Müslümanlar!”<br />

diye birkaç slogan atsaydın ya da bir basın<br />

açıklaması sonrasında Marksistlerle kolkola<br />

yürüyüp dükkanların camlarını indirseydin<br />

büyük kahraman olurdun. Bu da, “bizim<br />

Che Guevara’mız, onun gibi devrimci doğdu,<br />

devrimci öldü.” derlerdi.<br />

Amerikan icadı şu stratejik araştırma<br />

merkezlerinin birinde maaşlı uzman olsaydın,<br />

birkaç programa çıkıp “derin analizler”<br />

yapsaydın ya da nargile meclislerinde<br />

aşuftelerle oturup sabahlara kadar “mühim<br />

mevzular” üzerine entelektüel çıkarımlarda<br />

bulunsaydın “cins kafa” derlerdi.<br />

İslam’ı yaşanan değil de, “konuşulan<br />

bir din” olarak algılasaydın yani İslamcı olsaydın,<br />

gazeteci dostların şehadet haberini<br />

alınca, “O bizim idolümüzdü.” derlerdi.<br />

Uluslararası siyasi analizler yaparken araya<br />

bir yere seni de sıkıştırırlardı. Ajandalarında<br />

yer bulurdun.<br />

Şia’ya Ehl-i Beyt deseydin, mustazaf<br />

olurdun, şehadet haberinin ertesi günü Şia<br />

baronları ekranlarında “Kerbela istismarına”<br />

seni de dahil eder, ardından ağıtlar yakarlardı.<br />

Fakat sen ne sosyalist, ne sloganist,<br />

ne İslamcı, ne istismarcı, ne de İrancı oldun.<br />

Türâs-ı İslam’a sahip çıkabilmek için<br />

Şeria’da okudun. Ya hep İslam ya hiç İslam<br />

dedin. İslam’ın da içerisinde yer alacağı yeni<br />

toplumsal mutabakat amentülerini, “İslam,<br />

hiçbir ideolojinin yedek parçası olamaz.” diyerek<br />

reddettin. Kariyeri, fikri muhayyilesi ne<br />

olursa olsun başkasının karısıyla nargile başında<br />

memleket kurtaran mücameleler yapmadın.<br />

Haram yolla ancak Şeytanın davasına<br />

hizmet edilir dedin. Bütün devrimcileri,<br />

Allah Resulü (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in<br />

iman, fikir ve aksiyon inkılabı karşısında “ke<br />

enlem yekün” hükmünde gördün. İmam Şamil<br />

gibi büyük ruhlu mürşitlerin yolunda,<br />

Hasan el-Benna gibi bir şeb-i arus arzuladın.<br />

Allah Azze ve Celle’den bir, ümmetin hürriyetini,<br />

bir de şehadeti niyaz ettin.<br />

Ravza’da imam, Bedir’de komutan, İslam<br />

devletinde başkan olan bir Peygamber-i<br />

Ekber’e tâbi oldun. Esed’e karşı intifada<br />

başlayınca kalemi, kürsüyü bırakıp İslam<br />

ordularının baş kumandanı Hz. Muhammed<br />

(salallahu aleyhi ve sellem)’in Bilad-ı<br />

Şam birliklerine katıldın. Önce neyin nasıl<br />

kullanılacağını öğrendin sonra kardeşlerine<br />

öğrettin. Rejimin tankları Hımıs’a her girdiğinde<br />

onları Hz. Halid b. Velid gibi hezimete<br />

uğrattın; Karşında ölüm makineleri enkaz<br />

yığınına dönüştü. Rejim şehre bu şekilde giremeyeceğini<br />

anlayınca taktik değiştirdi, güç<br />

kullanarak Müslümanları tankların etrafında<br />

kalkan yaptı. Tanklar ve onları sevk eden<br />

mukavva yürekli askerler ancak bu şekilde<br />

şehre girebildi. Onlar Hımıs sokaklarında<br />

bu şekilde dolaşırken son defa karşı karşıya<br />

geldiniz. Bir silaha bir de tankın çevresinde<br />

kalkan yapılan biçare millet-i islam’a baktın,<br />

vicdanın müsaade etmedi, ateş edemedin,<br />

ateş emri veremedin. Sen durdun onlar attı,<br />

tank mermisi göğsüne isabet etti. Bin parça<br />

oldun, sadece ayakların kaldı. “Söz kahramanlarının”<br />

yıkıldığı yerde dağ gibi dimdik<br />

duran o ayakların…<br />

Evet Kardeşim Muhammed el-Atasî!<br />

Sen sosyalist, sen kapitalist, sen devrimci,<br />

sen modernist, sen İslamcı olmadın. Ne onlar<br />

seni, ne de sen onları tanıdın. Rabbine<br />

tertemiz bir sicille gittin. Hani bir muharebe<br />

sonrasında Hz. Ömer’e, “Ey Ömer! Bu cihatta<br />

öyle kahramanlar şehid oldu ki, sen onların<br />

hiç birini tanımıyorsun” dediklerinde,<br />

Ömer Efendimiz, “Onları Allah Azze ve Celle<br />

bildikten sonra benim tanıyıp tanımamamın<br />

ne önemi var.” buyurmuştu.<br />

Kardeşim Muhammed! Seni gökte istikbal<br />

eden melekler biliyor, Arşın Sahibi biliyor.<br />

Varsın ümmetin ızdırabını hissetmeyen,<br />

feryadına gazetesinde yer bulamayan, onun<br />

için yumruğunu sıkamayan şu marka Müslümanları<br />

bilmesin. Ne önemi var ki?!<br />

www.hukumdergisi.com OCAK 2013 30

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!