31.07.2018 Views

İMİ KOLEJİ ANADOLU LİSESİ ÖNERİ KİTAP LİSTESİ

İMİ KOLEJİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ZÜMRESİ TARAFINDAN HAZIRLANAN 2018-2019 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA OKUTULACAK OLAN ÖNERİ KİTAP LİSTESİDİR.

İMİ KOLEJİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ZÜMRESİ TARAFINDAN HAZIRLANAN 2018-2019 EĞİTİM ÖĞRETİM YILINDA OKUTULACAK OLAN ÖNERİ KİTAP LİSTESİDİR.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Beni iki kadın çok sevdi:Biri yanlız ben<br />

olduğum için,öteki mevkim için."Mustafa<br />

Kemal'i karşılık beklemeden,yürekten,yalnızca<br />

"O" olduğu için seven tek kadın Fikriye... Milli<br />

mücadelede her zaman onun yanında olmasa<br />

da desteğini hep hissettiren Fikriye...Ne yazık<br />

ki Fikriye'nin ,bu içten sevgisi karşılığında elde<br />

edebildiği tek şeybüyük bir hayal kırıklığı<br />

olmuştu....<br />

Bu son derece çarpıcı çöküş öyküsü, XV. Louis<br />

döneminde Fransız sarayında epey etkili olmuş<br />

aristokrat bir kadının gerçek yaşamına dayanır.<br />

Madame de Prie günün birinde gözden düşer<br />

ve kral tarafından Normandiya’ya sürülür.<br />

İktidar sahibi ve ilgi odağı olduğu hareketli ve<br />

eğlenceli Paris günlerinden sonra, ne kadar<br />

süreceği belli olmayan, kendisiyle baş başa<br />

kalacağı bir sürgün dönemi beklemektedir onu.<br />

Ancak iktidar savaşları, entrika ve eğlenceden<br />

ibaret boş saray hayatı varoluşuna anlam<br />

katan tek şeydir. Hem kendini hem<br />

çevresindekileri sürekli kandırma eğilimindeki<br />

bu sığ ve kibirli kadın, malikânesinde gösterişli<br />

eğlenceler düzenleyerek Paris’teki hayatını<br />

yeniden canlandırmaya çalışır. Giderek<br />

mantıklı düşünme yetisini bütünüyle yitiren<br />

Madame de Prie, yeniden bütün dikkatleri<br />

üzerine çekebilmek için inanılmaz bir plan<br />

yapar.<br />

“Ne olması gerekirdi ki, diye düşündüm, beni,<br />

vücudumu böyle alev alev yakacak, sesimi<br />

ağzımdan kendi iradem dışında fırlatacak bir<br />

ateş seviyesine yükseltecek kadar<br />

heyecanlandırsın?” Hâli vakti yerinde, kendi<br />

küçük zevklerini zorlanmadan elde eden bir<br />

adamın ruhunun ölmeye başladığını dehşet<br />

içinde fark etmesi, onu insanlığını yeniden<br />

keşfedeceği olayların içine itiyor. Daha önce<br />

küçümsediği duygulara kendisinin de<br />

kapılmasını tetikleyen küçücük bir hâdise<br />

yaşaması gerekiyor.


Bir hayâle, bir vehme, bir söze bütün bir ömür feda<br />

edilebilir mi? Peki ya karşılık beklemeden duyulan<br />

bir sevgiye? “Çocuğum öldü dün” diye başlıyor<br />

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu… Acaba<br />

sevdiğinden başka gözü hiçbir şeyi görmeyen böyle<br />

bir kadının neleri göze alabileceğinin bir sınırı var<br />

mıdır? Hele bir de bu kişi sevdiğini herkesten daha<br />

iyi tanıyorsa… Ve gene bu kadının umursamaz,<br />

çapkın, eğlenmeyi seven ama birini sevmek, ona<br />

bağlanmak ve en önemlisi birinin kaderinden<br />

sorumlu olmak noktasında güdük kalmış bir insanı<br />

sevmesi ve onunla birlikte olması ağır bir bedel<br />

karşılığı oluyorsa… Peki, böyle bir bedeli ödemeye<br />

değer mi? Bir yanda sayısız gönül macerası olan,<br />

ama sevgiyi, bağlılığı yaşama şansı belki de hiç<br />

gerçekleşmeyecek bir adam, diğer yanda sevdiği<br />

kişi uğruna kendi hayatından bile vazgeçen bir<br />

kadın… Melodrama yaklaşan havasıyla biraz<br />

abartılı gibi görünse de, Zweig’ın akıcı ve güçlü<br />

anlatımıyla günümüzde artık yaşanmasına pek de<br />

ihtimal verilmeyen geçmişte yaşanan aşklara bir<br />

ağıttır belki de bu güzel hikâye…<br />

Mecburiyet’te, ressam Ferdinand eşi Paula’yla<br />

birlikte ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre’nin<br />

doğasına sığınmıştır. Ne var ki hâlâ içi içini yiyor,<br />

her an o malum mektubun gelmesini bekliyordur.<br />

İsviçre’de özgürdür, ama bir türlü kendini özgür<br />

hissedemiyordur. Günlerden bir gün, ülkesinden<br />

gelen askerliğe çağrı tebligatı eline ulaştığında<br />

içinde bir mecburiyet hissi belirir. Ülkesinin girdiği bu<br />

kirli savaşta o da ölmeye “mecbur” mudur, yoksa<br />

İsviçre’de kalıp “özgür” olmaya devam etmeli midir?<br />

Stefan Zweig yine en iyi bildiği şeyi yapıyor ve<br />

çelişkilerle dolu insan ruhunu bütün ustalığıyla<br />

gözler önüne seriyor. “Mecburiyet” pasifizme dair<br />

şimdiye dek yazılmış en güçlü metinlerden biri<br />

olmanın yanında, Stefan Zweig’ın kendi hayatıyla da<br />

şaşırtıcı paralellikler içermektedir.


Acıyı gördüm. Gözlerinin ortasında bir çiçek gibi<br />

büyüyen irisin önce ağır ağır büzülmesini, ardından<br />

çığlık gibi ansızın patlamasını gördüm. Titreyen<br />

dudaklar, bal mumuna dönüşen yüzleri, çöken<br />

yanakları, irileşen elmacık kemiklerini, birer mağara<br />

gibi derinleşen göz çukurlarını, kurumuş ağızların<br />

içinde pelteleşen dilleri gördüm.<br />

Anladım ki benliğimizin farkına vardığımız an, acının<br />

pençesinde kıvrandığımız andır.<br />

Çığlık değil, ürperiş değil, evet, nereden geldiğini<br />

bilmediğim o vahşi iniltiyi kalbimin derinliklerinde<br />

duydum. Soluksuz kaldım, boğazım kupkuru, alnım<br />

ateşler içinde, tuhaf bir hülyaya kapılmışım gibi<br />

sürüklendim o dipsiz boşlukta. Hayatın en karanlık<br />

sırrıyla yüzleştim.<br />

Karanlığın her aşamasından geçtim, akan kanın<br />

sesini duydum, ölümün serinliğini damarlarımda<br />

hissettim. Geçmişin kamburunu çoktan söküp attım<br />

sırtımdan. İnsanın insanı öldürdüğü o ilk ânı<br />

gördüm, katilin zafer haykırışını, kurbanın korku<br />

çığlığını işittim.Her an uyanmaya hazır o muhteşem<br />

dürtüyü bastırmak, insanlığın en masum haline, en<br />

saf doğasına dönmemek için yıllarca ihanet ettim<br />

kendime. Kendimle birlikte bütün dünyayı da<br />

kandırdım. Neredeyse başaracaktım ama<br />

bırakmadılar, benim adıma onlar öldürmeye<br />

başladılar.<br />

İşte bu yüzden geri döndüm...<br />

Hoşça git,” dedi tilki. “Vereceğim sır çok basit: İnsan<br />

ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir.<br />

Gerçeğin mayası gözle görülmez.” Küçük Prens<br />

unutmamak için tekrarladı: “Gerçeğin mayası gözle<br />

görülmez.”


Bilenler derler ki tasavvufu anlamak için derviş<br />

olmak lazımdır. Emine Işınsu’nun “Bir Ben Vardır<br />

Bende Benden İçeri”si, okuyana tasavvufu,<br />

yaşamışçasına hissettiren bir eser. Kültürümüzü<br />

anlamak için tasavvufu, tasavvufu anlamak için de<br />

Yunus’u anlamak gerek. Tasavvufu yakından<br />

bilmenin tek yolu, onu yaşamaktır. Edebiyatta, bir<br />

hayatı ilk elden yaşamaya en yakın şekil, muhakkak<br />

ki roman türüdür. Bu yüzdendir ki derin sezgiye<br />

dayanan mesajları, büyük duyuşları, büyük aşkları<br />

iletmek isteyen yazar, daha çok romanı tercih<br />

etmiştir. Bu romanda Emine Işınsu’nun güçlü<br />

kalemi, binlerce yıldır sufi kültürüne dayanarak bize<br />

bir Yunus Emre anlatıyor. İnsan olarak, derviş<br />

olarak, ermiş olarak Yunus’un yolculuğunu adım<br />

adım izliyoruz. Yaşamıyoruz… Bu mümkün değil.<br />

Ama yaşamış kadar oluyoruz.<br />

“Bir yanımız çöl bir yanımız deniz…”<br />

“Zaman döngüseldir ve farklı seçimler yapsan<br />

da aynı hayatı yaşarsın. Sana verilmiş bir ömür<br />

vardır. Bu dünyadaki zamanın bellidir. Ve her<br />

şey bir denge içindedir. Biz... Daha doğrusu<br />

ben, o dengeyi bozdum…”<br />

Aynı gün aynı hastanede doğmalarıyla başladı<br />

her şey. Bir hayatın birden fazla kez<br />

yaşanabileceğinin ve yarım kalmış her<br />

hikâyenin tamamlanmaya muhtaç olduğunun<br />

bir kanıtıydı onlar. Peki Mecnun bu sefer<br />

Leylasına kavuşabilecek mi? Yoksa yine çölde<br />

mi açacak gözlerini? Çünkü o çöl çaresiz<br />

âşıkların son durağıdır. Kavuşamayan âşıklar o<br />

çölde aralar sevdiğini, kavuşanlarsa emlakçı<br />

emlakçı dolanır dururlar, 2+1 kombili.<br />

Yayınlandığı dönemde izleyicisini ekrana<br />

kilitleyen Leyla ile Mecnun, bu kez bambaşka<br />

bir hikâye ile sevenleriyle yeniden buluşuyor.<br />

Mecnun, İsmail Abi, Erdal Bakkal, Baba<br />

İskender, Yavuz Hırsız, Yedek Kamil, Gözlüklü<br />

Çocuk Kaan ve Aksakallı Dede bu kez<br />

bambaşka bir maceranın peşine düşüyor. O<br />

geminin geleceğine ilk günkü gibi inananların,<br />

sevdiği kızın gözlerinin içine bakarak ‘seni<br />

seviyorum’ diyemeyenlerin, kendi çölünde<br />

kaybolanların hikâyesi Leyla ile Mecnun Burak<br />

Aksak’ın kalemiyle yeni başlangıçlar için geri<br />

dönüyor.


İnandıklarımız Gerçekliğimiz Olabilir<br />

Bir düşünün...<br />

Bali'de tatildesiniz. Eve dönmeden önce bir<br />

şifacıya görünüyorsunuz. Aslında bir<br />

şikâyetiniz yok. Sadece onun ününü duymuş<br />

olduğunuz için görüşmek istiyorsunuz.<br />

Şifacının teşhisi kesin: Sağlığınız gayet yerinde<br />

ama... mutlu değilsiniz.<br />

Sonsuz bir bilgeliğin taşıyıcısı olan bu yaşlı<br />

adam sizi sizden daha iyi biliyor gibi<br />

gözükmekte. Yaşamınıza tuttuğu çok özel ışık,<br />

sizi olabilecek en büyüleyici maceraya<br />

sürükleyecek: Kendini keşfetmek! Size<br />

yaşattığı deneyimler yaşamınızı altüst edecek<br />

ve düşlerinizdeki yaşamın anahtarını size<br />

sunacak.<br />

Dünya çapında insanların dilinden düşmeyen<br />

Mutlu Olmak İsteyen Adam, gerçekten mutlu<br />

olmaktan bizi alıkoyan şeylerden kurtulmayı<br />

öğrendiğimiz an, elde edebileceğimiz yeni<br />

imkânlar dünyasıyla bizi tanıştırıyor.<br />

"Kulaktan kulağa yayılarak büyük bir başarı<br />

kazanan, insanların hayata bakış açılarını<br />

değiştiren eşsiz bir roman."<br />

Tanrı Daima Tebdil-İ Kıyafet Gezer<br />

Mutluluğun kapını çalmasını bekleme, sen ona<br />

git<br />

Hayatını değiştirecek roman bu işte!<br />

Bir düşünün. İntihar etmek üzeresiniz. Bir<br />

adam hayatınızı kurtarıyor, ama karşılığında<br />

sizinle bir anlaşma yapıyor. Bundan sonra o ne<br />

söylerse sorgusuz sualsiz yapacaksınız. Kendi<br />

iyiliğiniz için... Çaresiz, kabul ediyorsunuz ve<br />

hayatınızın iplerini tıpkı bir kukla gibi<br />

başkasının ellerine bırakıyorsunuz. Ve<br />

hayatınız eskisinden çok daha güzel oluyor.<br />

Yine de şüpheleriniz var: Bu adam aslında<br />

kim? Çevresindeki gizemli kişilerin sırrı ne?<br />

Sizden aslında ne istiyor?<br />

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer, kendi<br />

kendimize koyduğumuz engelleri, korkularımızı<br />

ve önyargılarımızı nasıl aşacağımızın,<br />

kaderimiz sandığımız mutsuz bir yaşamı, bizi<br />

mutluluğa götüren bir yolculuğa nasıl<br />

dönüştüreceğimizin hikâyesi.


"İsteyip istemedeğimi doğru dürüst bilmediğim,<br />

fakat neticede aleyhime çıkarsa istemediğimi<br />

iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir<br />

mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan<br />

diyordum, müdafaasını üzerime almaktan<br />

korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve<br />

kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa,<br />

tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi<br />

nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum.<br />

Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu<br />

bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması..<br />

"<br />

Bu romanında, toplumsal gündemin kişilikler<br />

üzerindeki baskısını ve güçsüz insanın<br />

"kapana kısılmışlığını" gösteriyor Sabahattin<br />

Ali. Aydın geçinenlerin karanlığına, "insanın<br />

içindeki şeytan"a keskin bir bakış.<br />

İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle<br />

söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı<br />

tatlı dinler de. Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o<br />

seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler<br />

olacak.


Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün<br />

dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri<br />

sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken<br />

yazdığı Genç Werther'in Acıları'nda, kısa bir<br />

süre önce Charlotte adlı genç bir kadınla<br />

yaşadığı mutsuz ilişkiden yola çıkmıştı.<br />

Edebiyat dünyasına, karşılıksız aşkıyla intihara<br />

sürüklenen "Romantik kahraman"ı armağan<br />

eden bu büyüleyici mektup-roman, şiirselliği<br />

ve yaşama tutkulu bakışıyla okuyucuları<br />

mıknatıs gibi kendine çekmişti. Almanya'da<br />

bütün gençliği etkisi altına alan romanın,<br />

birçok intihara neden olduğu, Werther'in<br />

giydiği mavi frak, sarı yelek ve çizmelerin<br />

döneminde moda yarattığı, Napoléon'un bile<br />

kitabı sürekli yanında taşıdığı söylenir.<br />

Son derece duyarlı ve tutkulu bir genç ressam<br />

olan Werther'in, düşsel dostu Wilhelm'e<br />

yazdığı mektuplardan oluşan Genç Werther'in<br />

Acıları, edebiyatta akılcılığın yerini alan<br />

duygusallığın bir başyapıtıdır.<br />

Aytmatov'a ilk büyük şöhretini kazandıran<br />

Cemile, bir çoklarınca en güzel aşk hikâyesi<br />

olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten de<br />

Cemile, aşk ve tabiatın çocuk dikkat ve<br />

masumiyetiyle sunulduğu şahâne bir duygu<br />

tablosudur. Ayrıca töre ve çevre şartlarının<br />

insan unsurlarıyla ilişkileri açısından da<br />

olağanüstü bir hikâyedir.<br />

"İşte şimdi burada, Villon'un, Hugo'nun,<br />

Baudelaire'nin Paris'inde, kralların ve<br />

devrimlerin Paris'inde, ressamların yüzyıllık<br />

Paris'i olmakla övünen her taşı ya bir tarihi, ya<br />

bir efsaneyi hatırlatan şu Paris'te Werther,<br />

Bérénice, Antoine ve Kleopatra, Manon<br />

Lescaut, Education Sentimentale, Dominique,<br />

hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü<br />

ben Cemile'yi okudum. Roméo Juliette, Paolo<br />

ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık<br />

bunların hiçbiri gözümde değil, çünkü ben<br />

ikinci dünya savaşının üçüncü yılı yazında,<br />

1943 yılının o Ağustos gecesinde Kurkureu<br />

vadisinde bir yerde Zahire arabaları ile giden<br />

Danyar ve Cemile'ye, bunların hikâyesini<br />

anlatan küçük Seyit'e rastladım."<br />

-Louis Aragon-


Dönüşüm<br />

“Bir kitap başımıza inen bir darbe gibi bizi<br />

sarsıyorsa neden zahmet edip okuyalım ki?”<br />

Franz Kafka<br />

3 Temmuz 1882 - 3 Haziran 1924… insan ömrü<br />

için açılmış kırk yıllık kısa bir parantez ve bu<br />

kısa aralıklı paranteze sığdırılan ömre derinlik<br />

katan yedi eser, bunların yanında<br />

tamamlanmamış üç roman, iç dökümü yüzlerde<br />

mektup…<br />

Gotik öğelerle bezeli Gregor’un öyküsü, birey ile<br />

muktedir arasında yaşanan çatışma döngüsüne ve<br />

yabancılaşmanın tekinsizliğine dair bit<br />

manifestodur.<br />

Pulitzer ve Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan<br />

John Steinbeck'in çağımızın toplumsal ve<br />

insani meselelerini ustalıkla resmettiği eserleri<br />

modern dünya edebiyatının başyapıtları<br />

arasında yer alır. Steinbeck romanlarında yalın<br />

ve keskin bir gerçeklik sunarken yine de her<br />

seferinde çarpıcı bir öykü ile çıkar okurunun<br />

karşısına. Tarihin bir kesitindeki dramı insani<br />

ayrıntıları kaçırmadan sergilerken, "tozpembe<br />

olmayan gerçekçi bir umudun" türküsünü<br />

dillendirir. Bu nedenle eserleri edebi değerleri<br />

kadar güncelliklerini de hiç yitirmemiştir.


Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Mustafa Kemal<br />

Atatürk zamanında Türkçeye ilk kez çevrildi.<br />

Atatürk, kitabı okuduğunda bu destansı<br />

başarıya tek kelimeyle hayran olmuştu. Derhal<br />

kitabın ülkedeki okulların, özellikle askeri<br />

okulların müfredatına dahil edilmesini emretti.<br />

Türk askerleri ülkelerindeki “yaşamı yenilemek”<br />

için mutlaka bu kitabı okumalıydılar. O vakitler,<br />

kitap o kadar çok ilgi gördü ki, Kuran-ı<br />

Kerim’den sonra en çok okunan kitap haline<br />

geldi.<br />

Sabahattin Ali – Eserin ana fikri ile ilgili<br />

düşüncelerini bu sözlerle belirtmiştir:<br />

”Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en<br />

ahmak adamı bile, insanı hayretten<br />

hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık<br />

bir ruha maliktir!... Niçin bunu<br />

anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan<br />

dedikleri mahluku anlaşılması ve<br />

hakkında hüküm verilmesi en kolay<br />

şeylerden biri zannediyoruz?”<br />

1998’ten bu yana YKY (Yapı Kredi<br />

Yayınları) tarafından basılan kitap müthiş<br />

bir satış başarısı yakalayan ve ilk basımı<br />

1943 yılında Remzi Kitabevi’nden çıkan<br />

“Kürk Mantolu Madonna”, kitap olarak<br />

basılmadan önce 1941 yılında 48 bölüm<br />

halinde “Hakikat” gazetesinde “Büyük<br />

Hikaye” başlığı altında yayımlanmıştır.<br />

Sabahattin Ali, Büyükdere’de ikinci kez<br />

askerliğini yaptığı dönemde sol bileğini<br />

sakatlamasına rağmen romanı yazmaya<br />

devam etmiştir.<br />

.


Simyacı, dünyaca ünlü Brezilyalı yazar<br />

Paulo Coelho'nun üçüncü romanı. 1996<br />

yılından bu yana Türkiye'de de çok<br />

okundu, çok sevildi, çok övüldü bu kitap.<br />

Bir büyük Doğu klasiği olan Mevlâna'nın<br />

ünlü Mesnevî'sinde yer alan bir küçük<br />

öyküden yola çıkarak yazılan bu roman,<br />

yüreğinde çocukluğunun çırpınışlarını<br />

taşıyan okurlar için bir "klasik" yapıt<br />

haline geldi.<br />

Darülelhan'ın (Konservatuvarın) alaturka<br />

kısmında ud eğitimi alan Neriman, mensup<br />

olmakla iftihar ettiği Doğu kültürünü çok seven<br />

babası Faiz Bey'le on beş yaşından beri Fatih<br />

semtinde oturmaktadır. Yine bu semtte<br />

tanıştığı, babasına çok benzeyen ve<br />

Darülelhan'da kemençe eğitimi alan Şinasi ile<br />

yedi yıldır nişanlıdır. Bütün mahalle, tahammül<br />

sınırlarını zorlayan bu nişanlılık ilişkisinin<br />

evlilikle bitmesini beklemektedir. Ancak<br />

Neriman'ın Darülelhan'da tanıştığı Macit, onun<br />

içinde yer etmiş Batılı bir hayat yaşama isteğini<br />

uyandırır. Neriman, Beyoğlu'nda, Harbiye'de<br />

yaşanan ışıltılı hayat tarzına imrenerek<br />

yaşadığı muhitten, evlerinden, babasından,<br />

Şinasi'den ve hatta doğuyu temsil ettiğini<br />

düşündüğü kedisinden bile nefret etmeye<br />

başlar. Tramvay yoluyla birbirine bağlanan<br />

ama birbiriyle bağdaşması mümkün olmayan<br />

iki semt, Fatih ve Harbiye, aynı coğrafyada<br />

yaşanan bir kültür ve zihin geriliminin<br />

cepheleridir. Türk edebiyatının en üretken<br />

kalemi Peyami Safa, televizyon dizilerine de<br />

konu olan Fatih-Harbiye romanında<br />

toplumumuzun yaşadığı asrîleşme<br />

(çağdaşlaşma) sancılarına eşyalar, şahıslar,<br />

kurumlar ve mekânlar üzerinden ayna<br />

tutmaktadır.


Yalnızca bir iletişim aracı olarak görmeye<br />

alıştırdığımız, belki de bu yüzden hafife almaya<br />

başladığımız dil, aslında yaşamımızı belirleyen<br />

en önemli kültürel etken. Dilimizin yoğurduğu<br />

bir zihinle düşünüyor, hissediyor ve bunları<br />

yine dili kullanarak aktarıyoruz. Dildeki<br />

bozulma, yaşamı algılayışımızı,<br />

kurgulayışımızı, yaşama sahip çıkışımızı<br />

etkilediği gibi, iletişim kazalarına da yol<br />

açabiliyor.<br />

Feyza Hepçilingirler bu kitapta, bir yandan<br />

dilimize sahip çıkmanın anlamını tartışırken, bir<br />

yandan da doğru Türkçe'nin bilgisini sunuyor<br />

okurlara. Dilimize ayna tutarken<br />

yaşadıklarımıza da tanıklık eden bu yazılar,<br />

Türkiye'yi birçok boyutuyla yansıtıyor.<br />

"Bunca sorun dururken dille uğraşmayı<br />

gereksiz bulanlar var mıdır, bilemiyorum.<br />

Gereksiz değildir; çünkü dildeki bozulma, hem<br />

o sorunların göstergesidir hem de dolaylı<br />

olarak nedeni. Türkçe'nin bu kadar kötü<br />

kullanılıyor olması, bütün işlerin kötüye gidiyor<br />

olmasından bağımsız mı?"<br />

ATİLLA İLHAN: ABD Bilim ve sanat<br />

Akademisi'nin ilk ve tek Türk üyesi; iki kere<br />

Nobel adayı... Kim bu adam? Kim bu çetin<br />

Türkçe öğretim savaşçısı? Onu niye hepimiz<br />

yeterince tanımıyoruz? Sinanoğlu, ABD gibi<br />

nam ülkede çok genç yaşında profesör olmuş<br />

bir harika çocuk; ülkesindeki "Amerikan<br />

Rüyası"nın yanlış yayğınlığından, Türkçenin<br />

itilip kakılarak, herhangi bir sömürgedeki "yerli<br />

dili" muamelesi görmesinden son derece<br />

rahatsız."


Serenad fırtınasından sonra Livaneli'den nefes<br />

kesen bir roman<br />

Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının<br />

cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey.<br />

Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat<br />

mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci<br />

kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur.<br />

Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en<br />

karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye,<br />

daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece<br />

başlar. Modern bir Binbir Gece Masalı'nın<br />

kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad<br />

erkektir.<br />

Kardeşimin Hikâyesi aşkın mutlulukta<br />

ulaşılacak son nokta olduğuna inananları bir<br />

kez daha düşünmeye davet eden, aşka, aşkın<br />

karmaşıklığına ve tehlikelerine dair nefes<br />

kesen bir roman. Her sayfada yeni bir<br />

gerçekliği keşfedecek, kuşku ile kesinliğin<br />

sınırlarında dolaşacaksınız.<br />

Roman okumak istiyorsanız...<br />

Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir<br />

gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler<br />

görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den<br />

gelen Alman asıllı Profesör Maximilian<br />

Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.<br />

1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde<br />

hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine,<br />

Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece,<br />

katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk<br />

hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine<br />

ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da<br />

öğrenir.


Gerçek, Efsane'ye dönüşecek<br />

Bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri'nin<br />

batı kıyısı olarak bilinen yerde şimdi<br />

Cumhuriyet adında, komşularıyla sürekli<br />

savaşan bir ülke vardır. Cumhuriyet'in seçkin<br />

sınıfından gelen on beş yaşındaki üstün<br />

yetenekli June, askerî bir dehaya sahiptir.<br />

İtaatkâr, hırslı ve kendini ülkesine adamış bu<br />

genç kız onun uğruna her şeyi yapmaya<br />

hazırdır. Fakir bir aileden gelen on beş<br />

yaşındaki Day ise ülkenin en çok aranan<br />

suçlusu ve bir devlet düşmanıdır. Kendisi gibi<br />

asker olan ağabeyi Metias öldürülünce June,<br />

Day'in peşine düşer. İnandıkları şeyler uğruna<br />

savaşan bu iki gencin kesi?en yolları, onları<br />

Cumhuriyet'in karanlık sırlarına götürecektir.<br />

"Efsane, söylendiği kadar iyi olmakla kalmıyor,<br />

bunu kesinlikle hak ediyor.<br />

Her yazdığı romanla yüz binlerin kalbini feth<br />

eden İskender Pala yeni romanı ‘OD’ ile<br />

yeniden okurlarını selamlıyor. Od bir Yunus<br />

Emre romanı. Gök kubbemizin her zaman<br />

parlayan ve hep çok sevilen, şiirleri gönülden<br />

gönüle dolup dilden dile dolaşan Yunus Emre,<br />

bu kez OD’un ana kahramanı. İskender<br />

Pala’nın ilim ve kültür adamı olmasının<br />

yanında, yazar kişiliğinin imbiğinden geçirilerek<br />

aşkın tahtına bir kez daha oturtuluyor. 13.<br />

yüzyılın her bakımdan kavruk ve yanıp yıkılan<br />

ortamına Yunus Emre’nin gelişi tarihi atmosfer<br />

içerisinde hakiki anlamına kavuşturuluyor.<br />

Yıkıntılar ve yangınlar içinden bir gönül ve bir<br />

insanlık anıtının inşa edilişi cümle cümle<br />

anlatıyor ve elbette kalbe dokuna dokuna yol<br />

alıyor. Romanın her sayfasında Yunus’un<br />

hamlıktan saflığa geçişi okunuyor.


"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda,<br />

çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi<br />

edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol<br />

bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir<br />

evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği<br />

sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık<br />

arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek<br />

bir yığın hısım akraba arasında geçen<br />

çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda<br />

bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki<br />

yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı<br />

makinemin başına oturmadan önce bu kitap<br />

hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı.<br />

Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile<br />

kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan<br />

şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri<br />

bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz<br />

tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu<br />

kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin<br />

işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu<br />

romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç<br />

şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım.<br />

Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında<br />

yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda<br />

gerçekliğe dayanmayan tek cümle<br />

bulamazsınız."<br />

Kendi dönemi içindeki gerçekçilik anlayışına<br />

uygun olarak yazılmış olan Yaban'da Yakup<br />

Kadri, I. Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte<br />

Sakarya Savaşı'nın sonuna kadar olan sürede<br />

bir Anadolu köyünde, köylüleri, köyün<br />

durumunu, Milli Mücadeleye ilişkin tavırlarını<br />

bir aydının gözüyle verir. Yaban için "bu eser<br />

benliğimin çok derinliklerinden adeta kendi<br />

kendine sökülüp, koparak gelmiş bir şeydir"<br />

diyen yazar, bu romanda ortaya koyduğu<br />

birçok soruna daha sonra yazacağı Ankara'da<br />

cevap bulmaya çalışacaktır.


Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor<br />

Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım<br />

asırdan ziyade, bazan da her gece, bu küçük<br />

kızın rüyalarına girmiştir. Arka taraftaki<br />

bahçeye nazır pencereler, çifte merdivenlerin<br />

sahanlıklarındaki ince uzun pencereleri, baştan<br />

başa mor salkımlıdır ve akşam güneşinde mor<br />

çiçekler arasında camlar birer ateş levhası gibi<br />

parlar.<br />

Halide Edib Adıvar, anılarını iki cilt halinde<br />

kaleme almış, bu iki cildi de hayatının ayrı<br />

dönemlerinde yazmıştı. Mor Salkımlı Ev,<br />

yazarın çocukluk günlerinden 1918 yılına kadar<br />

olan dönemi anlatır. 'İstiklâl Savaşı Hatıraları'<br />

alt başlığını verdiği Türk'ün Ateşle İmtihanı ise<br />

bu tarihten 1923 yılına kadar olan olayları.<br />

Mor Salkımlı Ev'de, ülkesinin tarihine hem bir<br />

aydın, hem de bir eylemci olarak büyük<br />

katkılarda bulunmuş bir yazarın yetiştiği yılları<br />

okuyacaksınız.<br />

Bir oteli yönetmekle bir kurumu, geniş bir<br />

işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi<br />

aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya,<br />

gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya<br />

başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu.<br />

Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu;<br />

yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden<br />

çok daha büyük hasarlar yaparlardı<br />

yeryüzünde. Defteri kapadı. Ne gereği vardı<br />

artık bunları yazmanın ya da birkaç satır yazıp<br />

bırakmanın?<br />

Çağdaş edebiyatımızın en ünlü kişilerinden<br />

Zebercet, yaşamını günlük yaşamın<br />

gerektirdiği en basit işlevlere odaklamış biri.<br />

Görünüşüyle son derece gerçek, basit ve<br />

sıradan. Ama içimizde bıraktığı etki öyle mi?<br />

Yusuf Atılgan’ın unutulmaz romanı Anayurt<br />

Oteli, bir memleket portresi, bir mizaç izahı.<br />

Yayımlandığı ilk günden bu yana<br />

başucumuzda. Okura düşen de onu daha<br />

yakından tanımak.


Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk’un kitabı<br />

Masumuyet Müzesi, 2008 yılında<br />

yayımlanmıştır. Orhan Pamuk, kitabı kızı<br />

Rüya’ya ithaf etmiştir. Yazar bu kitabı on yıllık<br />

çalışma sonucunda oluşturduğu bilinmektedir.<br />

Kitap New York Times tarafından “2009 Yılının<br />

En İyi Kitapları” listesinde yer almaktadır.<br />

İngiliz yazar George Orwell’in 1949 yılında<br />

yayımlanan ve kısa sürede kült mertebesine<br />

erişmiş eseri 1984, 1949 yılında<br />

yayımlanmıştır. Distopya türünde bir roman<br />

olan 1984, “Büyük Birader”, “Düşünce Polisi”,<br />

“101 Numaralı Oda”, “2+2=5” gibi çeşitli<br />

terminolojileri ve kavramları günümüz lugâtına<br />

dahil etmiştir. George Orwell kitapları arasında<br />

en çok bilinen eserdir.<br />

Romanın adı “Avrupa’daki Son Adam” ismiyle<br />

yayımlanmak istenmiştir fakat Orwell’ın<br />

yayıncısı başarılı bir pazarlama stratejisiyle<br />

kitabın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört<br />

olarak değiştirmiştir.<br />

Roman, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan<br />

totaliter rejimlere ağır bir eleştiri niteliğindedir<br />

ve romandaki alegoriler ve semboller bu<br />

totaliter devletleri işaret etmektedir.


Hasretinden Prangalar Eskittim, ilk kez 1968<br />

yılında yayımlandı. O tarihten günümüze<br />

defalarca baskı yaptı. Birbirini takip eden<br />

birkaç kuşak sosyalist ve devrimcinin ellerinde,<br />

sözlerinde ve şarkılarındaydı. Birçok kişinin acı<br />

tatlı hatıralarında unutulmaz, özel bir yeri oldu.<br />

Ahmed Arif şiirleri bizce, hem şairin kendi<br />

kuşağının hem de ardından 68-78 kuşaklarının<br />

memleket ve halk sevgisini, isyancı ruhunu ve<br />

başkaldırı etiğini simgeliyor. Kitabın bu 40. yıl<br />

özel basımıyla Ahmed Arif`in dizeleriyle, eski<br />

kuşaklara bir kırmızı karanfil vermek istedik.<br />

Daha da önemlisi, gözlerden silinmeye<br />

çalışıldıkları bu çağda, bu fikirleri ve değerleri<br />

genç okurlara taşımak, hatırlatmak istedik.<br />

Cemal Süreya, ilk kitabı Üvercinka 1958'de<br />

çıktığında, 27 yaşında, ilk şiiri ("Şarkısı Beyaz")<br />

daha beş yıl önce yayımlanmış genç bir şairdi.<br />

Bu kitapla çağcıl Türk şiirinin en çok<br />

konuşulan, en çok tartışılan akımlarından İkinci<br />

Yeni'nin öncülerinden biri olacağını ne kendisi<br />

ne de bir başkası bilebilirdi.<br />

Lirik, erotik, ideolojik... Sıcak, tılsımlı ve<br />

ölümsüz.


Yapı Kredi Yayınları toplu şiirlerini yayımladığı<br />

şairlerin kitaplarının tekil baskılarını yapmaya<br />

devam ediyor. Ben Ruhi Bey Nasılım’ın<br />

ardından Edip Cansever’in 1958 Yeditepe Şiir<br />

Armağanı’na layık görülen kitabı Yerçekimli<br />

Karanfil 1957 yılında yapılan ilk baskısındaki<br />

Orhan Peker’e ait özgün kapak tasarımıyla<br />

okurla yeniden buluşuyor.<br />

Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum<br />

işte Sen de bir başkasına veriyorsun daha<br />

güzel O başkası yok mu? bir yanındakine<br />

veriyor Derken karanfil elden ele...<br />

Dostoyevski'nin edebi hayatının olgunluk<br />

dönemlerinde yazdığı ve ahlâkın anlamını<br />

sorgulayan Suç ve Ceza, içine saplandığı<br />

yoksulluk çıkmazında toplum kurallarının<br />

bağından kurtulduğuna inanan bir gencin<br />

hikâyesini anlatır. Raskolnikov adını taşıyan bu<br />

gencin vicdan muhasebesi ve ahlâki<br />

hesaplaşması üzerinde yoğunlaşan roman da<br />

sarsıcı sorularla yüzleşilir; Raskolnikov,<br />

öldürdüğü tefeciden aldığı parayı hayırlı bir<br />

amaç için kullanırsa, işlediği suçun doğasını<br />

kalıcı biçimde değiştirebilir mi? Cinayet ve<br />

hırsızlık gibi suçlar, "yüce" amaçlar için<br />

gerçekleştirilmişse vicdanın yükünden ve<br />

cezadan muaf olabilir mi? Dostoyevski'nin en<br />

çok okunan romanı olan Suç ve Ceza, ilk defa<br />

yayımlandığı 1866 yılından bu yana insan<br />

ideallerini ahlâki ve felsefi sorularla sınamaya<br />

devam ediyor.


Sunay Akın, bu kez Bir Çift Ayakkabı'yla<br />

çıkıyor insanlık tarihinin bilinmeyen tozlu<br />

yollarındaki macerasına.<br />

Bir Çift Ayakkabı kimi zaman boya<br />

sandıklarındaki hayat ağacı imgesine<br />

dönüşüyor, kimi zaman koskoca bir padişahın<br />

imdadına yetişiyor. Ay'ın, sinemanın, sanatın,<br />

aşkın, savaşın, vd. tarihine ışık tutuyor.<br />

"Kendi vatanında bile yabancıdır kanadı<br />

kırık kuşlar"<br />

1930'ların Almanyası... Nazilerin baskısından<br />

bunalan Yahudi asıllı tıp doktoru Gerhard<br />

Schlimann, çemberin yeterince daraldığını,<br />

kendisi ve ailesi için tek çarenin kaldığını<br />

hisseder: Kaçmak...<br />

Ancak işsizliğin, savaşın habercisi toplumsal<br />

karmaşaların ve her yere yayılan ayrımcılığın<br />

cenderesindeki bir dünyada insanca<br />

yaşanacak bir yer bulmak hiç de kolay değildir.<br />

Zira Gerhard Schlimann ve diğer Yahudilere<br />

sözümona gelişmiş ülkeler bir bir sırt<br />

çevirirken, bir tek Avrupa'nın kıyısındaki genç<br />

bir Müslüman ülke kucak açar: Türkiye<br />

Cumhuriyeti...


Karanlık Odalarda Bir Kehanet<br />

Fısıldanıyor…<br />

Doğru sandıkların, derinlere indikçe<br />

yalanlara dönüşmek üzere…<br />

Işid'e bağlı bir grup Vatikan’a sızar ve<br />

Papa Franciscus’u kaçırır. Papa’nın<br />

kaçırılışından bir süre sonra internette<br />

dolaşan bir video ruhani lideri tutsak<br />

halde göstermekte ve kan dondurucu bir<br />

duyuru yapmaktadır: I. Franciscus gece<br />

yarısı canlı yayında infaz edilecektir.<br />

Böylece zamana karşı kıyasıya bir yarış<br />

başlar. Öte yandan Papa’nın kaçırılması<br />

tüm dünyada kaosa neden olmuştur.<br />

Milyonlarca insan sokaklara dökülür, bu<br />

arada radikal dinci terör örgütleri birçok<br />

saldırı gerçekleştirir ve çeşitli bölgelerde<br />

Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında<br />

çatışmalar baş gösterir. Dünya büyük bir<br />

savaşın eşiğindedir. San Pietro<br />

Bazilikası’nda çalışırken tüm bu krizin<br />

ortasında kalan Tomás Noronha,<br />

Papa’nın tutulduğu yerle ilgili bir ipucu<br />

ararken gizemli bir isme ulaşır: Bu ipucu<br />

Tomas’ı kutsal kentin en karanlık sırrına<br />

götürecektir.<br />

Çok satan romanlarıyla tanınan ve geniş<br />

okur kitlesine sahip yazar Sinan Akyüz<br />

yine ses getirecek son kitabıyla<br />

okurlarını selamlıyor. Alfa Yayınları’ndan<br />

çıkan İncir Kuşları’nda yazar, Bosnalı bir<br />

genç kız olan Suada’nın gerçek<br />

yaşamından yola çıkıyor. Okuru savaşın<br />

ve aşkın yakıcı gücüne tanıklığa davet<br />

ediyor.Bosna tüm bilinmeyenleriyle ilk<br />

kez Sinan Akyüz kalemiyle yazıldı…<br />

Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir<br />

soykırımı Suada’nın öyküsüyle yeniden<br />

gündeme getiriyor. Yakın tarihi<br />

edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde<br />

“savaşı ve şiddeti”, savaşın içinde de<br />

“aşkı ve inancı” ustalıkla harmanlıyor. Bu<br />

romanla Bosna Savaşı’nın bilinmeyen<br />

bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkarken;<br />

kitap okuyucusuna sürpriz bir sonla veda<br />

ediyor.


Aynı ırktan geliyorlardı. Aynı dili<br />

konuşuyorlardı. Bir tek dinleri farklıydı.<br />

Biri Müslüman Boşnak genci, diğeri ise<br />

Hıristiyan Sırp’tı. İkisi de<br />

konservatuardaki aynı Boşnak kızına<br />

âşık olmuşlardı. Ve bir gün bu iki genç,<br />

güzeller güzeli Suada’ya aşklarını ilan<br />

ettiler. Ancak gençlerden biri aşkına<br />

karşılık bulmuş, diğeri ise “Kalbimde iki<br />

kişiye yer yok” cevabını almıştı. Takvim<br />

yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir<br />

bomba düştü beyaz zambakların açtığı<br />

yüreklere… Suada patlak veren savaşın<br />

estirdiği rüzgârda âdeta savrulan bir<br />

yaprak gibiydi.<br />

Savruldu, savruldu, savruldu… Sonra da<br />

kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği<br />

genç adamın eline esir düşürdü. Genç<br />

adam, o gün ela gözlü çöl ahusuna<br />

bakmış “Kader bizi ne inanılmaz bir<br />

şekilde birleştirdi, görüyor musun<br />

Suada?” demişti. Modern zamanlarda<br />

Avrupa’da yaşanmış bir soykırımda,<br />

kadere inananların romanıdır İncir<br />

Kuşları… Bu kitap tamamen gerçeklere<br />

dayanmaktadır…

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!