Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>MEKTUP</strong> <strong>XXIV</strong><br />
Tel-Başer’den Antep’e (Ayıntap) Giden Yol. - Bu Gün Koik Denen, Chalus Nehri. -<br />
Piskopos Auvergne’in 21 Eylül 1836’da Diyarbakır’da Ölümü. - Antep’ten Haleb’e Gidiş. –<br />
Halep’in Tarihi; Şehrin Şimdiki Durumu. - Halep Çıbanı. - Bay ve Bayan Delsignore. -<br />
Yeni Bir Tercüman. (Cilt 2, Sayfa 5-15):<br />
KARDEŞİME<br />
Halep, Ekim 1837<br />
Tel-Başer’den, Antep’e (Ayıntap) dört saatde gidiliyor. Antep’e iki saat kala, Koik<br />
nehrinden geçtik. Xénophon, bu nehirden, Chalus diye bahsetmişti. Bu nehirin kaynağı, Antep’in<br />
yukarısında, Cebelşeyh dağının eteğindedir. Buradan güneye dönüyor, hemen sonra, içinde<br />
meyva ağaçlarının olduğu dar bir vadiyi geçip, çıplak, ekilmemiş bir araziye giriyor. Koik nehri,<br />
Antep’in bahçelerini suladıktan sonra güneye akmaya devem ediyor. Suriye’nin eski başşehri<br />
Halep’e, yirmi dört km kala, Kenesrim kasabasının altındaki Matak bataklıklarında yok oluyor.<br />
Antep, içinde üzüm bağları ve her çeşit meyva ağaçlarının olduğu çok güzel bir vadide<br />
kurulmuş. Şehir, yuvarlak bir tepenin üzerine yapılmış olan eski bir kalenin etrafında toplanmış.<br />
Antep’in nüfusu, Kürt asıllı on iki bin Müslüman ve üç bin Ermeni’den oluşuyor. Surları,<br />
yontma taşlarla kaplanmış ve kayaları oyarak yapılmış derin hendekleri olan bu kale, biraz<br />
tamirle askeri bakımdan önemli bir yer olabilir. Mısır’lıların hakimiyetinden evvel Antep,<br />
Suriye’nin bir parçası değildi. Maraş Paşalığına bağlı, bölgenin başşehri idi. İbrahim Paşa’nın<br />
Suriye’yi fethine kadar Antep’in bir çeşit bağımsızlığı vardı. Mısırlılar, Antep halkını ancak zor<br />
kullanarak hakimiyetleri altına alabildiler. Konya savaşından sonra, İbrahim Paşa’nın emri ile<br />
dört yüz Müslümanın başı kesildi. Antep halkı, zalim Mısır idaresine karşı büyük bir kin<br />
besliyor. Eğer Padişah, Suriye’yi tekrar hakimiyeti altına almak için bir girişimde bulunursa,<br />
Antep halkı hemen Osmanlı sancağı altında toplanmaya hazırdır.<br />
Not: Bu gözlemi Ekim 1837’de yapıyorum. İki sene sonra, bunun doğru olduğu görüldü.<br />
Nizip savaşından evvel Hafız Paşa, Mehmet Ali Paşa’ya karşı bütün Suriye’de bir ayaklanma<br />
düzenledi. Antep halkı, Mısır boyunduruğundan kurtulmak için silaha sarılan ilk halk oldu.<br />
Gazetelerden öğrendiğimize göre, İbrahim Paşa Osmanlı ordusuna karşı kazandığı zaferden<br />
sonra, Antep’te ve civarındaki şehirlerde yeni katliamlar yaptı.<br />
Ben Antep’te, Mısır ordusunda görevli Avrupalı bir doktorun evinde kaldım. Burada<br />
bana verilen odada, bir zaman evvel Papalık hükümetinin Suriye’deki temsilcisi, Piskopos<br />
Auvergne kalmaktaymış. Gazetelerden öğrendiğimize göre Piskopos Auvergne geçen sene 21<br />
Eylül’de Diyarbakır’da ölmüş. Suriye’de hiç bir katolik din adamı, ondan daha fazla sevilmemiş,<br />
ölümüne onun kadar üzünülmemiştir. Lübnan’daki üç yıllık görevinde, kendisine emanet edilen<br />
halkı büyük bir aşkla gözetmiş. Ölüm haberi buraya ulaşınca, bütün hıristiyanlar gözyaşı<br />
dökmüşler, Suriye’deki bütün katolikler yas tutmuşlar.
Antep, Osmanlı imparatorluğunda, Fırat tarafında Türkçe konuşan son şehirdir. Antep’i<br />
geçip Halep veya Hatay (Antakya) taraflarına gidilirse buralarda sadece Arapça konuşulduğu<br />
görülür. Küçük Asya’da yaşayan Müslüman ırk ile, Suriye’deki Müslüman ırk arasında büyük<br />
bir fark var. Suriye’de yaşayanların yüz ifadeleri, Sakarya ve Kızılırmak kıyılarında yaşıyanlara<br />
göre daha canlı, daha anlamlı ve daha belirgin. Ama, Küçük Asya’daki Müslümanları, Kürt ırkı<br />
ile karıştırmamak lazımdır. Kürtler, başka hiç bir ırkla mukayese edilemez. Kürt ırkı, daha güzel,<br />
daha savaşçı ve akıllıdır. Suriye’de şehirlerinde yaşayan halkın elbiseleri, genellikle yeşil veya<br />
beyaz bir türban, gri bir kumaştan yapılmış ve belleri deri bir kayış veya bir iple bağlanmış, uzun<br />
bir gömlekten oluşuyor. Kadınlar, sadece mavi renkli elbise giyiyorlar. Mavi, onların tercih ettiği<br />
renktir. Evli kadınların göğüsleri açık, genç kızlarınki ise kapalıdır. Örgülü uzun saçları<br />
omuzlarına iniyor ve aralarına küçük paralar takılmış. Çıplak ayaklarla yürüyorlar.<br />
Antep’le Halep’in arası yirmi dört saat sürüyor. Yol, güneye ve doğuya, göz alabildiğince<br />
uzanan çok büyük bir ovadan geçiyor. Bu ova, batı tarafında Amenique sıra dağlarının<br />
kollarından olan tepelerle sınırlanmış. Amenique sıra dağları, İskenderun körfezinden, Fırat’ın<br />
batı yakasına kadar uzanıyor. Antep’ten, Halep’e giderken geçtiğimiz ova verimli bir ova ama,<br />
bazı yerlerine hiçbir şey ekilmemiş. Seyyahatimiz esnasında birçok yerde gördüğümüz gibi, halk<br />
bu verimli topraklardan istifade etmiyor. Bu büyük ovada, bazı Arap göçebelerin çadırları ve<br />
evleri topraktan yapılmış, bazı fakir köyler görünüyor. Antep’ten ayrıldıktan dört saat sonra, yol<br />
üzerindeki Körkun kasabasına geldik.<br />
Halep’e 28 Eylül’de, sabah saat on bir de vardık. Doğudaki tarihçilere göre bu şehri,<br />
Halep-İbni-El-Mehr kurmuş ve kendi adını vermiştir. Buradaki halkın da onayladığı, eski bir<br />
inanışa göre, Halep adının kaynağı, İbrahim’in Chanaan bölgesindeki gezisine kadar uzanır.<br />
Tharé’nin oğlu İbrahim, Fırat nehrini, develeri ve keçi sürüleri ile, Birecik yakınından geçtikten<br />
sonra, Antep bölgesinden de geçip, bugün üzerinde Halep kalesinin bulunduğu tepeye gelip,<br />
burada konaklamış. İbrahim, Hıristiyan ve Yahudilerin inanışına göre her cumartesi,<br />
Müslümanlara göre ise, her Cuma, sürülerinin sütünü bölgedeki fakirlere dağıtırmış. Söylenen<br />
günlerde herkes bu tepenin eteğine gelir, İbrahim acaba yardımdan vazgeçmiş midir (İbrahim-<br />
Halep) diye kendi kendilerine sorarlarmış. Buradaki inanışa göre, bu son kelime, onun süt<br />
dağıttığı yerin adı olarak kalmış. Bazı eski yazarlara göre, mesela Cédranus’a göre Halep,<br />
Nicanor diye anılan 1nci Céleucus tarafınan kurulmuştur. Yunanlılar, Makedonya’daki aynı<br />
isimli bir şehrin hatırasına, bu şehre Barrae demişler. Strabon, bu şehri ve civarındaki bölgeyi<br />
Schalibon diye adlandırır. Arap’ların kullandıkları Halep adı, belki de eski Schalibon adının<br />
zamanla bozulmasından oluşmuştur.<br />
Halep, uzun müddet Sabien’lerin hakimiyetinde kaldı. Bu şehir, kimin idaresi altında<br />
kalacağı sorunu yüzünden Yunan imparatorları ile İran kıralları arasında devamlı çekişmelere<br />
sebep oldu. Araplar Halep’i, İsa’dan sonra yedinci asırda Bizans imparatoru Héraclius’tan<br />
aldılar. Muthaded’in halifeliği zamanında, Müslüman sultanlar tatillerini bu şehirde geçirirlerdi.<br />
Rum’lar, 964 senesinde, Phocas Nicéphore kumandasındaki bir ordu ile Halebi geri almaya<br />
çalıştılar ama Araplar’ın direnci karşında başarılı olamadılar. Halep daha sonra sırası ile
Selçuklu’ların, Fatimi’lerin ve Eyyubi’lerin hakimiyetinde kaldı. Timurlenk, Sivas’ı<br />
yağmaladıktan, Malatya ve Antep’i aldıktan sonra, 30 Kasım 1400’de Halep’i de ele geçirdi.<br />
Halkın tamamını kılıçtan geçirip, adeti üzerine şehrin dört köşesine öldürdüklerinin kafalarından<br />
piramitler kurduttu. Halep, daha sonra 1nci Selim’in zamanında, 1517 senesinde Osmanlı’lar<br />
tarafından zaptedildi. Bu şehir, bildiğiniz gibi bir kere daha el değiştirip, 1832 senesinde Mısır<br />
hakimiyetine geçti.<br />
Halep’in bu kısa tarihi geçmişinde, Haçlılar tarafından 1124 senesinde yapılan korkunç<br />
kuşatmadan bahsetmedim. Bu kuşatma, Correspondace d’Orient’ın yedinci cildindeki bir<br />
mektupta anlatılmıştır. Ben sadece 1119 senesinde Mardin emiri Ilgazi’nin birlikleri ile Antioch<br />
(Antakya) prensi Roger kumandasındaki Hıristiyan ordusu arasındaki savaşın yapıldığı yer<br />
hakkında bilgiler vermek istiyorum. Roger, bu savaşta şan ve şerefle hayatını kaybetmişti. Latin<br />
ve Arap tarihçiler bu savaşın yeri hakkında farklı bilgiler vermektedir. Müslüman tarih kayıtçısı<br />
Kemalettin, savaş alanının Halep’e yakın bir yerde olduğunu gösteren tek bir isim vermektedir.<br />
Bu yerin adı Kenesrim’dir. Onun söylediğine göre, Ilgazi’nin ordusu, yüklerini Kenesrim’de<br />
bırakıp, gece Hıristiyan ordusunun bulunduğu yere yaklaşmışlar. Savaş, cumartesi öğle<br />
saatlerinde başlamış. Savaşa katılan birliklerin akşam Halep’e geldikleri görülmüş. Kerasim<br />
kasabası, Halep’in on beş dakika güneyindedir. Gautier le Chancelier’nin raporuna göre savaş,<br />
Cerep şatosunun surları yakınında olmuş. İncelediğim haritalarda ve bölgede görüştüğüm<br />
kimselerden Cerep şatosunun yeri kakkında bir bilgiye ulaşamadım. Kemalettin’in yazdıklarına<br />
göre bu savaşın Halep’in güneyinde, Kenesrim civarında bir yerde yapıldığını düşünebiliriz. Bu<br />
savaşta, on beş bin Hıristiyan savaş alanında, esir düşen çok sayıdaki diğerleri ise düşmanların<br />
elinde işkence ile hayatlarını kaybetti. ‘‘Antioche Savaşı’’nın yazarı, Halep’e giden ve din<br />
uğruna hayatını veren Robert de Foulques adlı bir Fransız şövalyesinden bahseder. Bu tarih<br />
kayıtçısının dediğine göre, Halep halkı, bir Fransız savaşçısının şehirlerine getirildiğini<br />
öğrenince onu görmeğe gelip, başına gelenlere sevinmiş. Ilgazi, Fransız esiri Doldakin adlı başka<br />
bir Türk emir’e göndermiş. O da, yazdığı bir mektupla beraber Fransız’ı kendisine geri yollamış.<br />
Mektubunda, bu esirin kendisine daha önceden vergi ödediğini, onu öldürmesi için bir sebep<br />
olmadığını, eğer mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyorsa, bu işi onun yapmasını istemiş. Ilgazi,<br />
Robert de Foulques’a kötü davranıp, onu ikinci defa Doldakin’e yollamış. Doldakin, bu sefer<br />
eline bir kılıç alıp esire: ‘‘Ya dininden vazgeç, ya da ölümü kabul et’’ demiş. O da: ‘‘Ben<br />
Şeytandan ve onun elmalarından vaz geçerim ama, benim Tanrım ve kurtarıcım İsa’dan<br />
vazgeçmem’’ diye cevap vermiş. Bunun üzerine Doldekin, Hıristiyan şövalyenin kafasını<br />
uçurmuş ve bütün gün boyunca Antep sokaklarında dolaştırmış 1 .<br />
Halep, kuzey yönünde, üç veya dört küçük tepe ile sınırlanmış bir vadi üzerine kurulmuş.<br />
Güneyinde büyük Palmyre çölü bulunuyor. Şehir, çevresi dört mil olan bir surla çevrili. Bu<br />
surların dokuz kapısı var. Asyadaki Osmanlı şehirlerinin aksine, bu şehrin sokakları temiz ve<br />
bakımlı. Evleri kesme taşlardan yapılmış ve damları düz. Yaz aylarında halk taraslarda uyuyor.<br />
Bu da, şehirde neden bu kadar çok kör olduğunu açıklamaktadır. Şehirde Müslümanların yüz<br />
1 Haçlıların Kitaplığı, birinci bölüm. (Bibliothèque des Croisades, première partie.)
camisi var. Bunların birkaç tanesinin mimarisi çok güzel. Şehirde ayrıca Ermeniler’in,<br />
Marronit’lerin Suriye’lilerin ve buraya yerleşmiş Frenk’lerin kullandıkları on bir kilise<br />
bulunuyor. Yahudi’lerin ise hiçbir güzelliği ve zenginliği olmayan iki sinagogları var. Halep’te<br />
ayrıca dört kervensaray, on yahut on iki medrese, biri erkekler, diğeri kadınlar için iki hastane ve<br />
içinde sadece Kuran ve tevsirlerinin olduğu iki kütüphane bulunmakta. Bu tesislerin bakımı,<br />
bağlı oldukları vakıflar veya dindarlar tarafından yapılmaktadır. Halep’te, her adımda 13<br />
Ağustos 1822’deki şiddetli depremin izlerine rastlanıyor. Bu depremde kırk bin evin yıkılmış ve<br />
yirmi bin kişi bu yıkıntıların altında kalmıştı. Şu anda Haleb’in kalenin her yeri yıkılmış<br />
durumda.<br />
Koik nehri, Halep’in batı tarafında, birkaç km uzakdaki güzel bahçeler arasından<br />
akmaktadır. Bu nehrin suyu her ne kadar içilebilir durumda ise de halk, şehrin iki saat<br />
kuzeyindeki Hailan kaynaklarının suyunu tercih etmektedir. Buranın suyu, Halep’e, bazı yerlerde<br />
toprak seviyesinde, bazı yerlerde toprak altına döşenmiş kanallarla getiriliyor. Bu kanallar,<br />
şehirdeki bütün çeşmelerin ve hamamların suyunu sağlamakta. Avrupa’lıların Halep çıbanı,<br />
burada yaşayanların ise ‘‘bir senelik ülser’’ dedikleri, sadece bu bölgenin halkına mahsus bu<br />
hastalığı Hailan’dan gelen suyun yaptığı düşünülmektedir. Halep halkı, hayatlarında sadece bir<br />
kere Halep çıbanı çıkarır. Halep’te birkaç hafta kalan yabancılar da bu hastalıktan kurtulamaz.<br />
Bu çıban, eğer altı ayda çıkmazsa, altı sene sonra, yirmi sene sonra, ama mutlaka çıkacaktır.<br />
Hamilton adlı bir İngiliz seyyah, Suriye’den Londra’ya döndüktan on sekiz sene sonra bu çıbanı<br />
çıkarmıştı. Bu çıban vücudun herhangi bir yerinde çıkabilir ama daha çok burun ucunda,<br />
yanaklarda ve alında çıkmaktadır. Halep’in sokaklarında, hemen herkesde bu çıbanın izlerini<br />
görebilirsiniz. Bir çıban olursa buna erkek çıban, birden fazla olursa buna da dişi çıban denir.<br />
Dişi çıbana çok daha sık rastlanır. Halep çıbanı, bir toplu iğnenin başı kadar küçük olarak başlar,<br />
dokuz ayda bir ceviz büyüklüğüne ulaşır. Takriben onuncu ayda, içinden irin akıttıktan sonra bir<br />
senenin sonunda, ilk çıktığı aynı günde kabuk kaplar. Kabuk düşünce hiç bir zaman silinmiyen<br />
bir iz bırakır. Ben Halep’te ve bu şehrin civarlarındaki bölgelerde sadece bir ay kalmama<br />
rağmen, Halep çıbanı bana da geçti. Halep’ten ayrıldıktan dört ay sonra, ikisi bileklerimde, biri<br />
de sağ kolumun dirseğinde üç çıban çıkardım.<br />
Bölgenin yerlileri, bu çıbanları geçirmek için ilaç kullanmıyor. Onlar bunu, diğer<br />
hastalıklara yakalanmayı önleyen mükemmel bir koruyucu olarak görüyorlar. Bu hastalığa<br />
sadece Halep’te değil, ayrıca Antep’te ve Antep’in kırk sekiz km kuzeyindeki Horerunkale<br />
köyünde de yaygın olarak rastlandığı için, sebebinin sadece Hailan’nın suyundan geldiği<br />
söyleyemeyiz. Bu çıban, su kalitesi, Chalus nehri ve Hailan kaynakları ile aynı özelliklerde<br />
olmayan Diyarbakır ve civardaki şehirlerde de görülmektedir. Acayip bir özelliği olan bu<br />
hastalığı, tıp biliminin, derinlemesine araştırması lazımdır.<br />
Halep, kırk sene kadar evvel İstanbul ve Kahire’den sonra, Osmanlı imparatorluğunun en<br />
önemli şehirlerinden biri idi. Halep, bölgesel konumu dolayısı ile İran’dan, Hindistan’dan ve<br />
Türkiye’den gelen bütün ticari malların depolandığı bir ana lojistik üssü durumunada idi.<br />
Avrupa’dan ve Yeni Dünya’dan gelen mallar buraya, İskenderun ve Lazkiye limanlarından
ulaştırılıyordu. Halep’ten her sene dört karavan, Asya’nın belli başlı şehirlerine mal götürmek<br />
için ayrılıyordu. İran içlerinden ise, senede iki kere kervanlar gelip, oradaki zengin bölgelerin<br />
kıymetli mallarını getirirdi. Halep, Filistin’den, Suriye’den, Küçük Asya’dan, Avrupa’dan,<br />
Afrika’dan gelen malları, Asya’nın uzak bölgelerinden gelen mallarla değiştiriyordu. Bir Arap<br />
şairinin söylediğine göre, o çağda Halep, bütün kainatın pazarı idi. Şehre bir tek günde gelmiş<br />
olan çeşitli mallar, bir aydan daha kısa bir zamanda Kahire’ye ve Şam’a kolaylıkla satılma<br />
olanağı bulabiliyordu. Halep, bu muazzam ticaretten dolayı ‘‘Yeni Palmyre’’ diye anılıyordu. Bu<br />
güzel günlerde Halep’te her çeşitinden on iki bin dokuma tezgahı, yüz altın iplik fabrikası, çok<br />
sayıda kumaş boyahanesi, sabun imalathaneleri ve tabakhaneler vardı. Bir ticaret şehri olarak,<br />
modern çağın Palmyre’i olduktan sonra şimdi sanki terk edilmiş bir şehir durumuna düşmüş.<br />
Isaie bunu söyle söylemişti: ‘‘O, meyva mevsiminden sonraki küçük kulübe gibi, salatalık<br />
tarlasınaki kulübe gibi, harap olmuş bir şehir gibi terkedilmiş.’’ Eskiden İran’dan Halep’e<br />
ipekler, müslin kumaşlar esanslar, saraydaki sultanların hanımlarına taktıkları incileri, küpeleri,<br />
kolyeleri, elmasları ve bunca zenginlikleri getiren büyük kervanlardan şimdi eser kalmamış.<br />
Kervandaki develerin sayıları, nargilede kullanılan tömbeki taşıyan on, on iki civarındaki deveye<br />
inmiş.<br />
Halep’te ticaretin tamamen yok olmasının sebeplerini izah etmek kolaydır. On beş’nci<br />
yüzyılın sonunda Avrupa ile Hindistan arasındaki Ümit Burnu’ndan geçen deniz yolunun<br />
bulunması ‘‘Yeni Palmyre’in’’ zenginliğine ilk darbeyi vurmuştur. Bu yolun bulunmasından<br />
önce, Akdeniz ve Halep, ticaret yapanların takip ettiği yegane geçiş yolu idi. İngiliz’ler eskiden<br />
Halep’e giden malları tekellerine almak için İran körfezinde ve bağdat’ta önemli ticaret şirketleri<br />
kurdular. Halep, Doğu için büyük pazarı olmaktan çıkıca, civardeki tüccarlar tarafından da<br />
ziyaret edilmez oldu. Küçük Asya, Halep’in yolunu unuttu. Beyrut ve Şam, mallarını Filistin’den<br />
Suriye’den aldılar.<br />
Halep’te ticaret’in azalması nüfusunun da azalmasına sebep oldu. 1797 senesinde Brown<br />
adlı bir İngiliz seyyah, burada iki yüz bin kişinin olduğunu, bu nüfusun bininin Rum, altı bininin<br />
Ermeni, dört bininin Maronit, beş bininin Yahudi, gerisininde Müslüman olduğunu bildirmişti.<br />
1819 senesinde Fransa’nın Halep konsolosu M. Rousseau burada sadece yüz elli bin kişinin<br />
olduğunu gördü. Suriye’nin bu eski başşehrinde şu anda Doğu’daki bütün ırkların birarada<br />
yaşadığı sadece yetmiş bin kişi bulunuyor. Halep, eski ticaretin kesilmiş olmasına ramen yanlız<br />
ziraatle kendi kendine yeterli olabilir. Şehrin kuzeyine, batısına ve güneyine uzanan geniş<br />
tarlalarda her çeşit mahsül elde edilebilir. Buranın halkı, İbrahim Paşa’nın Suriye’yi fethinden<br />
beri çok az yeri ekmektedirler. Çünkü, Mısır askerleri onların mahsüllerine el koyuyor. Eğer<br />
Halep’in başında iyi bir hükümet olursa, onları şu anda kemiren yoksulluktan kurtuldukları<br />
görülecektir.<br />
Suriye ile Fransa arasındaki ticaret hakkında bir fikir verebilmek için birkaç ayrıntı<br />
veriyorum. Eğer Fransa Levant’daki çok eski nüfusunu kullanırsa, şu anda zaten çok zengin ve<br />
gelişmekte olan Marsilya, daha da zenginleşebilir. Marsilya, her sene ortalama yüz yetmiş tonluk<br />
on dört gemiyi Suriye’ye, takriben dokuz gemiyi Beyrut’a, iki yahut üç gemiyi Halep’e, üç veya
dört gemiyi Tripoli’ye göndermektedir. Marsilya’dan Suriye sahillerine gönderien malların<br />
değeri takriben dört milyon fraktır. Gönderilen malların büyük çoğunluğu Languedoc’taki<br />
fabrikaların üretiği çarşaflar, Orlean’daki fabrikalarda üretilen başlık ve şapkalar, nadir bulunan<br />
ipek kumaşlar, ilaçlar, hırdavat malzemeleri, vesairedir. Bizim onlardan aldıklarımız ise altı<br />
milyon frank değerinde ham ipek, pamuk, yün, Hint kumaşları, safran, mazı cevizi, inci<br />
vesairedir. Paranın hakiki değeri, aradaki farkı kapatmaktadır. Görüldüğü gibi toplam ticaret<br />
hacmi on milyon franktır. Yirmi, otuz sene evvel bu miktar üçte bir daha fazla idi. Bizim<br />
papazlarımızın bu bölgede başarılı şekilde tesis ettikleri nüfuzumuzu Fransa eğer korumazsa, ve<br />
rakip devletler yerimizi alırsa, ticaretimizin geleceği ne olacak?<br />
Halep’e gelişimizde, bütün Avrupalı seyyahları misafirperverlikle karşılıyan Latin<br />
manastırına indik. Hepimiz zayıf ve hasta idik. Yorgunluk ve yol yoksulluğu bize kendini<br />
zalimce hissettiriyordu. Bozulan sıhatimizi tedavi için doktor çağırmaya mecbur kaldık. M.<br />
Delsignore adlı bir Frank doktor bizi görmeye geldi. Kaldığımız manastırı yeteri kadar rahat ve<br />
kullanışlı bulmayıp bizi kendi evinde kalmaya davet etti. Çok samimi, içten davranışı karşısında<br />
davetini kabul etmemek çok büyük bir saygısızlık olacaktı. Kısa bir müddet sonra, bagajlarımız<br />
M. Delsignore uşakları tarafından kendi evine taşındı. Doktorumuzla arkadaş olduk ve onun<br />
evinde kendimizi sanki kendi evimizde kalıyormuş gibi hissettik. On iki gün müddetle onun<br />
sevgi dolu konuksverliğini gördük. Bütün bu müddet zarfında özen ve dikkatini üzerimizden<br />
eksik etmedi. Biz de tükenmiş gücümüzü yeniden kazandık. Onun bana karşı gösterdiği ve bana<br />
çok tesir eden iyiliğini sonsuza dek hatırlıyacağım. Ayrıca Arno sahillerinde doğmuş bir İtalyan<br />
olan, nazik ve güzel eşi madam Delsignore’in bana gösterdiği cömert iyilikseverliği de hiç<br />
unutmayacağım.<br />
Unutmadan söyleyeyim. Hafız Paşanın bize verdiği tercüman Pietro’ya Halepte yol<br />
verdik. Burada, İbrahim adlı, az italyanca bilen, Sennaar’lı genç bir Arap bulduk. Kendisi<br />
eskiden iki veya üç Avrupalı seyyaha hem tercümanlık hem de hizmetkarlık yapmış. İbrahim,<br />
ilgi çekici bir insan. Size onu tarif etmeye çalışacağım. Vücut ölçülerinde bir oran yok. Belden<br />
yukarısı, kollarına nazaran son derece zayıf ve kısa, elleri, bacakları ve ayakları ölçüsüz derecede<br />
uzun. Kafası uzun ve sivri, yüzünün siyahımsı rengi, parlak beyaz dişlerini daha belirgin yapıyor.<br />
Alnı dar ve çökük, küçük gözleri, göz yuvalarına gömülmüş. Konuştuğu zaman yüzü korkunç<br />
şekilde buruşuyor. Onu bana tanıştırdıkları zaman, bana karşımda bir orangotan duruyormuş gibi<br />
geldi. Bize Palmyre çöllerinde refaket edecek olan tercuman işte böyle biri idi.