27.04.2013 Views

gavurelo

gavurelo

gavurelo

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

BELGE YAYINLARI<br />

MARENOSTRUM<br />

Gâvur Êlo<br />

Baran Fundermann<br />

Dizgi/Sayfa Düzeni:<br />

ArtCeylan • ArtCeylan@topmail.de<br />

Düzelti:<br />

A. Yasemin<br />

Kapak Tasarım:<br />

Hüseyin Ceylan • Ceylan@cityweb.de<br />

Kapakta Kullanılan Resimler:<br />

© Baran Fundermann • bfunderman@aol.com<br />

Kapak/İç Baskı:<br />

Güler Ofset<br />

İç Montaj:<br />

Adım Grafik<br />

Cilt:<br />

Güven Mücellithanesi<br />

Birinci Baskı:<br />

Haziran 1999<br />

BELGE ULUSLARARASI YAYINCILIK<br />

Divanyolu Caddesi Işık Sokak<br />

Ali Faik İşhanı No: 5/6<br />

Sultanahmet/İSTANBUL<br />

Tel.: 0090 212 516 81 98<br />

Fax: 0090 212 683 3 58


Gâvur Êlo<br />

Baran FUNDERMANN<br />

MARENOSTRUM


„Neye yarad› bunca yaflaman ey Priam?<br />

‹flte o¤ullar›n da düfltü, yurdun ve tanr›lar›n da!<br />

Bir ihtiyar, ço¤u kez ceza görür yafll›l›kta,<br />

Yazg›n›n kendine b›rakt›¤› o yar›-ayd›nl›kta,<br />

Ölenlerden sonra hâlâ yaflamak elim bir esef!<br />

Yurdunun yand›¤›n› görmek,<br />

Ve bütün çocuklar›n›n öldü¤ünü...“<br />

V‹CTOR HUGO


BiRiNCi BÖLÜM


8<br />

Gâvur Êlo


Gâvur Êlo<br />

<br />

Kendisi de fazla bilmiyordu. Bildikleri anlatılanlardı. İnsanlar<br />

o savaşta yiyecek bir şeyler bulamadıkları için, hayvan<br />

dışkıları içindeki buğday, arpa tanelerni yerlermiş de öyle<br />

sağ kalmaya çalışırlarmış. Sonra anası...<br />

Neo güçlü, savaşçı biriymiş. Ününün Sultan Abdülhamit’e<br />

kadar bile gittiğini söylerlerdi. Ermeniler‘e karşı Allah<br />

adına Türklerle birlikte girdiği savaşta çetesi bile varmış.<br />

Hamidiye Alayları’ndan daha yetkiliymiş te, diğer aşiretler<br />

kıskanırmış. Şark Kumandanı Salih Paşa, bu adamı pek<br />

severmiş. Neo’ya cephaneyi o temin edermiş. Yeter ki gâvur<br />

öldürsün, mallarını talan etsindi. Salih Paşa’nın yalnızca<br />

„biz ona öldür dedik, o ise daha çok yağmayla ilgilendi“<br />

diye sitem ettiği bilinirmiş. Neo Kiğı, Beyazıt, Pasin ile<br />

Ur’daki çarpışma ve talanlarda bile yer almıştı. Neo’nun iyi<br />

bir cengâver olarak savaştığını söylediği Bedir Han’ı çok<br />

sevdiği de bilinir, onun gibi olmayı arzuladığı söylenirdi.<br />

Böylece çarpışa-döğüşe, Rewan 1 tarafından şimdi yerleştikleri<br />

köye kadar gelmişler. Bu esnada Celâlî aşireti,<br />

diğer aşiretler gibi yol üzerinde kimi Bazid, kimi Ağrı kimi<br />

9


10<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Gihadin, kimi Bayburt, kimi de bilinmez nerelerde, parçalanarak<br />

oralarda kalmışlar. İşte bu gidişat sırasında Neo,<br />

İran’a kaçmaya çalışan Taşnak Partisi’ne mensup bir Ermeni<br />

birliği eşliğindeki grupla savaşırken, içlerinden güzel mi<br />

güzel bir kadının çocuğuna sarılıp ağladığını görmüş.<br />

Derler ki, bu biçarenin feryadı yeri göğü birbirine katarmış.<br />

Çünkü, kocası öldürülmüş, kimi kimsesi kalmamış, kucağındaki<br />

o zavallı, küçücük oğlundan başka. Neo hem güzel<br />

anneye hem de feryada dayanamayıp ikisini de himayesine<br />

almış. Artık güzel kadın, Neo’nun ikinci eşi olmuş. Adının<br />

Pemığ olduğu söylenen bu kadın, yaşadıklarına dayanamayıp,<br />

oğluna rağmen, daha sonraları intihar etmiş. Kadın,<br />

Melko adındaki eski eşini, çocuğunun babasını pek severmiş.<br />

Erivan radyosunun hep çaldığı „Mıho“ türküsü işte bu<br />

Neo’nun dedesiyle ilgiliymiş. Bunlar sülalece gözükara<br />

savaşçıymış.<br />

Êlo bunları dinlerken bazen dalar giderdi. Belleğinde<br />

bölük-pörçük bir şeyler vardı ama, ne kadar zorlasa da kırılmış,<br />

dağılmış uyuz bir aynanın parçaları gibi silik görüntüleri<br />

birleştiremezdi. Hatırlamaya çalıştığı kadarıyla<br />

ortalık tozdan, dumandan görülmez bir haldeydi. Çığlıklar<br />

at ve nal seslerine karışmıştı. Bir adam vardı. Acaba babası<br />

mıydı... Şimdiye kadar cesaret edip de kimseciklere soramamıştı;<br />

o adamı bilen var mı diye. O, annesinin eteğine<br />

sıkıca sarılmış, bedenine bir iple bağlanmıştı. Adam onları<br />

hiç yalnız bırakmamıştı. Hep bir şeylere bağırıyor, bazen<br />

ona bazen de annesine sarılıyordu. Annesinin yüzünü bile<br />

hatırlayamıyor, yalnızca onun ten kokusunu unutamıyordu.<br />

Bu koku, Êlo’yu, her hatırladığında, sersem eder,<br />

derin bir iç çekmesine neden olurdu. Hem nasıl hatırlasın<br />

ki annesinin gül yüzünü, olanları; o zaman daha dört<br />

yaşındaymış mı ne. Burnundan akan soğuk sümüğün tadı


Gâvur Êlo<br />

<br />

da hâlâ damaklarındaydı. Bir de öküzlerin çektiği arabanın<br />

yağsız tekerleklerinin gıcırtısı hep gelir düşüncelerinin<br />

ortasına otururdu. Bir ara annesi çığlık çığlığa kalınca o da<br />

başlamıştı ağlamaya. Kadın, yüzünü göremediği bir adamın<br />

başını dizlerine koymuş durmadan öpüp okşuyordu.<br />

Arkadaşı Edê Barê ile yaşadıkları macera sırasında aniden<br />

hatırladıklarını bir yana bırakırsa, aklına gelenlerin hepsi<br />

buydu.<br />

Êlo bazen bunları düşünürken irkilir, sanki yanındakiler<br />

aklından ne geçtiğini anlamışlar gibi çekinerek suratlarına<br />

bakardı. Êlo‘nun çocukluğundan beri bilinçaltına yerleşen<br />

bir dürtü onu hep dizginler, olağanüstü dikkatli davranmasına<br />

neden olurdu. Yüreğinin tâ derinliklerinde tarifsiz,<br />

dermansız bir eziklik vardı. Herkes kırkında, o belki de daha<br />

yedisindeyken olgunlaşmıştı. Âlemin gurur duyabileceği<br />

her şeyden yoksun olduğunu ezelden bilirdi de içine kan<br />

akıtan bu gerçek yüreğini dağlardı.<br />

Kürtler büyüklerinden söz ederlerken en az yedi dedesini<br />

sayardı. Hattâ çocuklar bile bunu büyük bir gururla<br />

ezberler; Emin kurê Huso’ye 2 , Huso kurê Edê’ye, Edê kurê<br />

Barê’ye, Barê kurê Siyar‘e, Siyar kurê Siyabent’e, Siyabent<br />

kurê Xalıs’e... diye giderdi. Êlo bu gibi durumlarda belli<br />

belirsiz bir utançla başını önüne eğerdi. Sadece bu mu;<br />

çocuklar düşmancılık oynarlarken hep onu esir alır, yalancıktan<br />

eziyet ederlerdi. Ağa-bey gibi oyunlar oynarlarken<br />

uşaklık etmek, işleri yapmak hep ona düşerdi. Çocuklar<br />

annelerinin sütü kesilmesin diye birbirlerinin sidiği üzerine<br />

işemezlerdi. Böylesi ortamlarda hepsi de yüzlerindeki o<br />

hınzır sırıtkanlıkla nasıl olsa annesi yok diye köpürterek<br />

Êlo‘nun sidiği üzerine işerlerdi. Küçükler yaptıkları kötü<br />

işleri Êlo yaptı der işin içinden çıkarlardı. Sık sık iftiralara<br />

11


12<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

uğradığı için adı huysuz çocuğa çıkmıştı. İyi huylu olsun<br />

diye büyükler bir kaç defa köpek dışkısı bile yedirmişlerdi.<br />

Gerçi huysuz diğer arkadaşlarına da yedirmişlerdi yedirmesine<br />

ama, ona daha fazla vermişlerdi. Köylü renkli gözleriyle<br />

nazar saçtığına da inandığı için, dışkının bunu bile<br />

önleyeceğini söylüyordu. Bazıları çocuklarını nazardan<br />

korumak için sol omuzlarına boncuk, küçük deniz kabukları,<br />

çıngırak gibi şeyler iliştirmişlerdi. İnsanlar ona çokca<br />

acıdığından değil, geceleri rüyalarına köpek ya da yılanlar<br />

girmesin diye bazen ekmek-yemek veriyorlardı. Gün olur,<br />

tek kaldığında kimseciklerin görmediği bir köşeye çekilerek<br />

öyle ağlar, ağlardı, tâ ki rahatlayıp sakinleşinceye kadar.<br />

Sonra da göz ve yüzünün kızarıklığı gidinceye kadar bekler,<br />

ondan sonra insanlara görünürdü. Yeryüzünün annesiz,<br />

babasız bir tek çocuğu olduğunu düşündükçe sayısız kere<br />

sayısız kahrolurdu.<br />

Ne ki, güzel hatıraları da vardı Êlo’nun. Zamanı tam<br />

hatırlamasa da olayı bugün gibi hatırlıyordu. Çocuklarla<br />

Ziyaret’in yüksek çevresinde koyunları otlatıyorlardı.<br />

Güneşli sıcak bir havaydı. Rıhan, pung gibi türlü çiceklerin<br />

kokusu birbirine karışmış, doğa adeta onu eşsiz cömertliğiyle<br />

sarhoş etmişti. Yabanî bal arıları çiçekten çiçeğe<br />

uçuşuyor, vızıldayarak Êlo‘nun yanından, önünden geçiyorlardı.<br />

Öylesine de yorgundu ki. Kafasını üzerinde yaban<br />

kınasının olduğu bir taşa yaslamış, yeşil başlı kertenkelenin<br />

bir şeyden kaçışını izliyordu. Sonra, kertenkele küçük<br />

Êlo’nun şaşkın bakışları arasında bir kurtçuk gibi kıvranan<br />

kuyruğunu oracıkta bıraktı, göz açıp kapayıncaya kadar ot<br />

ve taşlar arasında yok oldu. Hemen ardından, Êlo’nun<br />

farkında bile olmadan ortaya çıkan ufacık kızıl bir tilki<br />

kuyruğu merakla kokladı, çevresine bakınıp Êlo’yu görünce<br />

ürkerek kaçıp gitti. Êlo bu olaydan sonra dalıp gerçekle,


Gâvur Êlo<br />

<br />

rüya arası yemyeşil geniş bir ovada çocukların gök kuşağına<br />

doğru koşarlarken bir yandan „ben de altından geçeceğim“<br />

diye bağrıştıklarını duyuyordu. Gökkuşağının altından<br />

geçen kız çocuğunun erkek, erkek çocuğun ise kız olabileceğine<br />

inanılırdı. Êlo otlattığı koyunların hepsinin yanında<br />

birer kuzu olduğunu gördü. Kuzulardan bazıları zorla ayaklarının<br />

üzerinde durmaya, kimisi de ön ayakları üzerine<br />

acemi ve titrek çökmüş burunlarıyla annelerinin memelerini<br />

döğüp süt emmeye çalışıyorlardı. Bütün köylü rengârenk<br />

giyinmiş biraz ötede ona şefkatle bakıyorlardı. Bir<br />

yandan da baştan ikiye bölünerek durmadan aralanıyorlardı.<br />

Bu bitmeyen bir aralanmaydı sanki. Êlo’ya, „bak<br />

kim geliyor!“ diyorlardı. Êlo soluksuz açılan kalabalığın<br />

arasına bakıyor, sanki sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen<br />

yolda kimseyi göremiyordu. Derken, köyün çobanı<br />

yaşlı Mıhê’nın saçları gibi ak bulutlar yeryüzüne inmişlerdi.<br />

Şimdi kalabalık daha da silikleşmiş, Êlo biraz önce gördüğü<br />

gökkuşağının üzerinden aşağıya doğru kayıyordu. Aşağıda<br />

ufacık görünen çocuklar bağrışmayı bırakmış, hayranlıkla<br />

kendisine bakıyorlardı. Arkadaşı Edê Barê, „beni de yanına<br />

al!“ diye yalvarıyordu. Korkmuyordu, aksine zevk içerisinde<br />

kıvranıyor, o an hiç bitmesin diyordu. Tanrım ne olur hiç<br />

bitmesin!<br />

Hiç yoktan kuyruksuz bir kertenkelenin üzerinde şimdiye<br />

kadar tasvir bile edemeyeceği garip, renkli toz gibi<br />

pırıltılar saçarak gelen bir adamla kadın gördü. Gözleri<br />

kamaşıyordu güzellikten. İkisinin de elleri yanlara açılmış<br />

büyük bir mutlulukla ona bakıyorlardı. Derken, birden üçü<br />

birlikte kaymaya başlamışlardı gökkuşağının üzerinden.<br />

Kadın onu öpüyor, adamsa güçlü elleriyle saçlarını okşuyordu.<br />

İkisi de, „görmeyeli ne kadar da büyümüşsün sevgili<br />

Êlo“ diyorlardı şefkatle. Bunlar anasıyla babasıydı. Söyle-<br />

13


14<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

memişlerdi, ama o biliyordu. İkisinin de yüzlerine bakıyor<br />

bakıyor, görüyor ama bir türlü kafasında tutamıyordu<br />

bakışları her ayrıldığında. Tekrar unuttukça, bir daha<br />

kaybederim diye korkudan tir tir titriyordu. Birden gök<br />

kuşağının onlarla birlikte uzaklaştığını fark etti. Ellerini<br />

uzattı, artık çok geçti. Gökkuşağının annesinin tül gibi şeffaf<br />

etekleri olduğunu gördü. Onlar öylece ondan uzaklaşırlarken,<br />

etek sarı, kırmızı, yeşil, mavi... rüzgârda dalgalanıyor,<br />

akıp gidiyordu.<br />

Rüzgârın fısıltısı Êlo, Êlo diye bağıran heyecanlı, garip<br />

sesler getiriyordu kulaklarına. Gözlerini açtı, ay ışığının<br />

parlattığı, sayamayacağı kadar yıldızın içerisinden birinin<br />

kaydığını görünce acaba kim öldü diye geçirdi kafasından.<br />

Tam o esnada bir at ayağının kafası üstünde öylece asılı<br />

kaldığını fark etti. Sonra, at geriye çekildi, üzerindeki boğuk<br />

ve heyecanlı bir sesle, „Gelin burada. Buldum onu!“ diye<br />

haykırdı. Êlo hâlâ uyku sersemliğinden neler olduğunu<br />

anlayamıyordu. Bu düş müydü yoksa gerçek mi, bir türlü<br />

çıkaramadı. Gazyağı lambaların ışığında ateş böcekleri gibi<br />

yüzünü seçemediği insanlar ona doğru geldi. Kimi de<br />

yayandı. Havaya tabancalarla ateş edilmiş, yanındaki atlar<br />

kişneyerek ürküp şahlanmışlardı. Hışımla çıkıp gelen Meta<br />

Zeytun 3 , onca yaşına rağmen insanları hayretler içerisinde<br />

bırakarak, bir çırpıda yakınlaşıp „Êlooo!“ diye bir feryadla<br />

ona sarıldı. Hıçkırıklarla bağrına bastı. „Êlo etimo, Êlo<br />

xeribo, roj nedityo Êlo!“ 4 diye ağıtlar yakarak ağladı, ağladı.<br />

Êlo’nun sonradan akrabası olan bu kadın onu pek sever,<br />

kendisinin de tarif edemediği bir ruh hâliyle kollardı. Ona<br />

sarıldı. Onca yaşlılığı ve hasta böbreklerine rağmen zorla<br />

kucağına alıp karanlık tepeden aşağıya yürüdü. Ziyaret‘in<br />

eteğindeki Cangirê Sıngırdon‘un oradan geçerek eve kadar<br />

taşıdı.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Êlo, çok sonraları, başından geçen bu hikâyeyi, köylüler,<br />

„koyunları otlatırken uykuya dalmış, eve dönmemişti. Bir<br />

süre onu aramış, beklemiş gelmediğini görünce durum<br />

muhtarla birlikte tüm köye bildirilerek başlayan geceyle<br />

beraber aramaya çıkılmıştı. Eğer Ferzenderê Xatê onu<br />

görüp fark etmeseydi kurtlara yem olacakmış. Çünkü<br />

çevrede aç dolaşan kurtları görenler olmuş. Onun yattığı<br />

yerin biraz ötesinde bu kurtlar Mecoê Xatê’nin kayıp<br />

kuzusunu parçalamışlardı. Bir de Allah yetimi seviyordu<br />

da, onu bulanın atı çiğnemeyip basmak için kaldırdığı<br />

ayağıyla birlikte öylece yerinde donup kalmıştı“ diye<br />

anlatırlarken duyuyordu. Kim ne derse desin, o gün, o<br />

yaşadıkları Êlo’nun hayatındaki en kıymetli olaydı. O kınalı<br />

taş, Êlo’nun herkesten gizlediği sevdası hâline gelmişti.<br />

Topladığı çiçeklerden demetler yapar, bazen de bulup<br />

buluşturduğu renkli bezlerle süslerdi. Etrafındaki otları<br />

dikenlerden arındırır, zararlı bitkileri temizlerdi. Taşın biraz<br />

ötesinde ve çevresindeki çalılıklar bulunduğu yeri gözden<br />

gizliyor, sanki saklanması için uygun bir harmoniyle onu<br />

sarmalıyorlardı. Narin renkteki kelebekler, değişik kokulu<br />

yabani çiçekler, ürkek çalı kuşları, teyyare böceği, yaprakları<br />

delik deşik etmiş tüylü sırtı çizgili çok ayaklı tırtıllar, durup<br />

dinlenmeden yuvalarına bir şeyler taşıyan karınca kervanları,<br />

yanar-döner gibi renkleriyle minnacık yaratıklar,<br />

güneşte parlayan ağlarını örmekle meşgul küçük siyah<br />

örümcekler, ortaya çıkıp kaybolan kertenkele ve kaya<br />

fareleri bu küçücük dünya da bayram havası estiriyorlardı<br />

adeta. Êlo, ya sırf o taş için gider, ya da oraya her gittiğinde<br />

o taşa başını yaslayarak türlü hayallere dalardı. Oradan<br />

köye döndüğünde eli hep kınalıydı. Taşının üzerindeki kuru<br />

kınaya tükürür, bir ufak taş parçasıyla da karıştırarak yumuşatıp<br />

sürerdi. Bu olay belki de, oraya gitmese bile onunla<br />

taşın hiç, ama hiç bir zaman ayrılmamaları demekti.<br />

15


16<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Küçük Êlo, Neo’nun diğer eşinden olan üç kardeşle<br />

birlikte büyümüştü. Yerleştikleri köy, Ermeniler’e ait bir<br />

köydü. Köye hâkim tepede çevreye egemen kilise artık<br />

Müslümanların „Ziyaret“i olmuştu. Ziyaret’e ayak basmadan<br />

önce mutlaka bir dua mırıldanır, kapının sağ ile sol<br />

yanları öpülerek içine girilirdi. Köylü sohbetlerinde yeri<br />

gelince, „köye ilk gelenler bu ziyaret için derlerdi ki;<br />

cennetin ortasından çıkmış gibiydi. Kapıları, pencereleri<br />

hâlâ rahmetli Usufê Tosın’ın evini süslüyordu“ diyerek<br />

anlatmaya çalışırdı buranın önemini. Êlo’nun sonraları<br />

muhtar olacak kardeşi Mehemet, Usıfê Tosun’u, sanki<br />

köyde boş ev yokmuş gibi diyerek yerleştiği ziyaretten,<br />

çıkartmıştı da adam kapı ile pencereleri de birlikte götürmüştü.<br />

Binanın yanındaki iki mezardan birinin taşı üzerinde<br />

haç kabartma vardı. Kutsal insanların yattığına inanılan<br />

bu mezarların üzerinde bazı geceler mum yandığını<br />

görenler vardı. Bu kabirlere şehitler deniliyordu. Buradan<br />

taş ya da eşya alıp götürenler ömür boyu iflah olmaz,<br />

başlarına mutlaka kötü işler gelirdi. Bu yüzden zarar<br />

görenler tek tek sayılırdı. Yine de arsız kimseler dibinde<br />

altın bulurum diye kazmış, burayı harabeye çevirmişlerdi.<br />

Başka bir kiliseden devşirme köy camisinin de içerisinden<br />

yapı taşları alınmış da hemen arkasındaki Beyler’in dükkânının<br />

altına konmuş, dükkândan hâlâ, o gün bugündür<br />

kimse hayır görememişti. Ziyaretin tepesinden bakıldığında<br />

Kars’ı bile görmek mümkündü. Özellikle geceleri<br />

adeta yanıyor havası veren kentin ışıkları olağanüstü gibi<br />

gelirdi köylüye.<br />

Köyün içlerinde, Xalısê Emin’in evinin arkasındaki Sılo‘ê<br />

Perişan’a ayıt eski değirmenin harebeleri de tepeden<br />

görülebilenler arasındaydı. Kürtler köye yerleştiklerinde bu<br />

yel değirmeni çalışırmış çalışmasına ama, kullanama-


Gâvur Êlo<br />

<br />

mışlar. Tahıllarını un etmek için dört köy, iki gün uzaklıktaki<br />

bir Rus‘un su değirmenine giderlerdi ağır yüklü öküz<br />

arabalarıyla. İşleri bitene kadar Xalısê Emin‘in kayınbabası<br />

olan Kürt Kerim‘in evine misafir olurlardı. Uzun Zaim, Rus<br />

Melaganların, Azeriler’in yerleştirildiği bir köydü. Burada<br />

Kürtler tek-tük olduklarından, adlarının önüne Kürt sözcüğünü<br />

korlar da öyle bilirlerdi. Ziyaretin köye bakan<br />

yüzünde, eteklerinin derinleşip bittiği yerden yukarıya<br />

Celâlîlerin oturduğu mahalle başlar. Tepeyle mahalle arasında<br />

sınır çizen dere kışın canlanır, yazın kururdu. Özellikle<br />

karın eridiği ilkbaharda deli olurdu. Bu dere, köyü üst<br />

taraftan terk etmeden kendisini, küçük bir şelâleyle süslerdi.<br />

Köyde her aşirete ayıt bir çeşme vardı. Celâlî aşiretinin<br />

çeşmesi derenin hemen yanındaydı. Xırbê Neo da dikkate<br />

değerdi, ziyaretin yüksekliğinden bakıldığında. Buranın<br />

harabeye çevrilmiş eski, başka bir köy olduğu bilinirdi.<br />

Şimdilerde taş üstünde taş kalmamış yıkıntı, Neo ailesine<br />

ayıtti. Askerler yaptıkları şoselerin malzemesini bu köyden<br />

çıkan bir çeşit kızıl kumdan elde ederdi. Yapılan şöseler,<br />

köylünün sıkça tanık olduğu ordu manevraları içindi.<br />

Ziyaretin eteklerinden bu kum alımının yarattığı girinti<br />

çıkıntıların bulunduğu yerlere, xulikork denirdi. Hayvanlarda<br />

veba salgınının olduğu yıllarda iğnelerle öldürülüp<br />

ebediyen xulikorka gömülen leşler köylünün belleğinde<br />

tazeliğini hâlâ koruyordu. Bir de, kim bilir hangi savaş sırasında<br />

kazılmış savunma mevzileri vardı. Mevziler tepenin<br />

çevresini bir kemer gibi sarmıştı. Çocukların burada<br />

buldukları bir top güllesi Êlo‘nun kardeşlerinden Meco‘ê<br />

Neo‘nun avlu kapısını açık tutmaya yarıyordu.<br />

Köylü tahılını gömdüğü çukurları kazarken Ermeni<br />

kemiklerinin yanısıra, çeşitli takılar da bulur, kullanırdı.<br />

Anlatılanlara göre, bunların içerisinde bakır haçlar, parşö-<br />

17


18<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

men üzerine yazılmış asırlık İnciller, gümüş kemerler bile<br />

varmış. Kemeri bulanlardan biri de Êlo’nun evlendirildiği<br />

Gewrê’den olma oğluymuş. Tahıl koymak için kazdığı<br />

kuyudan önce büyük-küçük kafa tasları, değişik iskelet<br />

parçaları, çürümemiş uzun ve kısa saçlar, altın dişler, kemik<br />

sahiplerine ayıt olduğu belli olan, kemik saç tarağı, bakır,<br />

gümüş, altın gibi çeşitli özel eşyalar çıkmıştı. Belli ki bu<br />

çukurda çıkanlar zengin bir aileydi. Elbiselerinden bez,<br />

kumaş parçaları da vardı kazıda çıkanlar arasında. Êlo<br />

çıkarılan kemikleri diğer köylülerin aksine, götürmüş kendi<br />

eliyle köy mezarına gömmüştü. Êlo‘nun oğulu, bulduğu<br />

deri üzerinde el işlemeli eşsiz gümüş kemeri, o köyden<br />

evlendiği karısı Qubar‘a vermiş. Kemerler öyle etkileyiciydi<br />

ki, üzerinde kavgalar dahi edilmiş. Köylü hep Ermeniler‘den<br />

kaldığını sandıkları hazineler arar dururdu. Bulduğunu<br />

sandıkları insanlar dahi varmış. Köylüler bulduğu,<br />

paraya çeviremediği çoğuşeyleri ise tarihi eser kaçakçılığından<br />

yakayı elevermemek için, bir biçimde yok ederdi.<br />

Êlo, uzun boyu gibi uzun kemikli elleriyle hep bir ermişi<br />

andıran sakallarını sıvazlardı, köylüler ona kendi dedelerinin<br />

kahramanlıklarını anlatırlarken. Çukurdaki yeşilimsi<br />

gözleri, ak-kızıl saçlarıyla çevresindekilere hiç benzemiyordu.<br />

Anlatılanların içerisinde, köyün nasıl zaptedildiği<br />

öyküleri de vardı. Öyle ya, Ermeniler bir olup da kendilerini<br />

de esas köylerinden, yurtlarından etmemişler miydi. Onlar<br />

da bu köyü alırlarken çıkmayanı, direneni bir güzel pataklamış,<br />

yer yer de öldürmüşlerdi. Ya onlar, ya biz demişlerdi<br />

hep bir ağızdan. Zaten devlet de oh diyordu. Hattâ Kâzım<br />

Karabekir çadırını bu köyün eteklerinde kurmuştu. Köyde<br />

devletten ödül alanlar vardı. Caminin önünde toplanan<br />

gençlerden biri Êlo’ya, Kâzım Karabekir, yazmış olduğu<br />

‘Kürt Meselesi’ adlı kitabında „Ermenistan içleri, Gümrü


Gâvur Êlo<br />

<br />

mükemmel görünüyor. Ani harebesi ayaklar altında. 93-94<br />

seferinin bu bölgedeki harekâtını birkaç defa okumuş,<br />

incelemiş bulunduğumdan Muhtar Paşa’nın karargâh<br />

yerini buldum. Van, Gümrü, Kars Çıldır gölü görünüyor.<br />

Ağrı ile Alegez dağlarının da manzaraları doyulmaz derecede<br />

güzel. Daha sonra Vezinköy’e geldik. Çadırımızı<br />

gerdik. Burada da bir vazife verdim. Burada da efendilere<br />

Kars’ın zaptında Vezinköy ve Yahnılar’daki harekâtı izah ve<br />

meseleyi de hallettirdim...“ diye yazmış, demişti de Êlo<br />

şaşılası bir maharetle, tam anlamasa da, hepsini kafasına<br />

yerleştirmişti. Hattâ Karabekir o kitapta Dersim‘li Kürtler’in<br />

Ermeniler’e yardım etmesinden bile yakınıyormuş. Çoğunun<br />

kaçıp kurtulmasına onlar yardım etmiş diye, tek tek<br />

aşiret ismi saymış. Oğlan Birinci Cihan Harbi‘ne de özel<br />

bir vurgu yaparak „Birinci Paylaşım Savaşı“ diyordu.<br />

Eskiden, Vezin olan köylerinin adı Türkçe’de aynı anlama<br />

gelen Ölçülüköyü’ne çevrilmişti. Kürtler buraya kısaca<br />

„Wez“ derlerdi. Diğer köyler de burayı öyle bilirdi. Yalnızca<br />

mektuplaşmada devletin verdiği ismi kullanırlardı. Delikanlılar<br />

daha neler bilmiyordu ki... Bu gençler kitap gibiydi.<br />

Êlo şimdi daha iyi anlıyordu köylülerin anlattıklarını.<br />

Êlo’nun kafasından bunlar geçerken köylü de anlatmaya<br />

devam ediyordu. Ama bu kâfirler de az değildi hani; çoğu<br />

eşyasını alamamış, ama evlerini yakıp öyle gitmişlerdi. Köy<br />

cemaatlerinde ya da düğün-dernek gibi muhtelif toplantılarda<br />

en çok bilen Mıstê idi. Mıstê çok dinleyen, çok<br />

anlatan biriydi. Kısa boylu, küçücük gözleri güneşte parşömen<br />

kâğıdı gibi buruşmuş yüzünün ortasına oturmuş, sivri<br />

burunlu, kürek gibi büyük, sicim gibi damarlı köylü elleri<br />

vardı. Her düğüne, her sohbete çağrılır, özel olarak ağırlanırdı.<br />

Bir de, iyi dengbej sayılırdı. Söze başlamadan Erzurum‘dan<br />

getirttiği oltu taşından tespihini koluna geçirir,<br />

19


20<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

şekerini rahat bir şekilde kırtlayarak demsiz su gibi çayını<br />

yudumlar, şöyle kocaman bir tütün sarar, ağzında kalanı<br />

tükürürdü. Sonuna kadar içtiği sigara dişlerini, dudaklarını<br />

dahi sarartmış, bıyıklarında iz bırakmıştı. Özellikle meraklılar<br />

onun konuşmaya başlamasını sabırsızlıkla beklerdi.<br />

Bu gibi konuşmalar sırasında belli etmeyen ama belki<br />

de en meraklı olan Êlo’ydu. Êlo bu adamın daha önceleri<br />

köyle ilgili anlattıklarını da sünger gibi içine çekmişti. Bu<br />

Mıstê’yı de hiç sevmezdi zaten, ama yine de dinlerdi. Mıstê<br />

o gün söze, „buraya geldiklerinde tüm merekler 5 yakılmıştı.<br />

Duvarlar bugün bile simsiyahtır. Yerleşmeye başladıklarında<br />

evlerin çoğu boştu. Arazilerin topu sahipsizdi. Padişah<br />

hepsi sizin, istediğiniz gibi kullanın diye buyurmuştu.<br />

Yeter ki Ermeni olmasındı, bir teki bile kalmasındı. Bu<br />

köyde yetmişiki millet ama dört aşiret var; Celâlî, Dılxeri,<br />

Bruki, Milli. Cemaldin falan gibi aşiretlerden yalnızca tek<br />

tek aileler var. Aslında bunların hepsi önemli değil;<br />

büyüklerimiz demezler miydi bütün Kürtler Mil ile Zil<br />

aşiretlerinden gelir. Neyse, tarih o zaman otuz dörttü“, diye<br />

başlayıp burada ara vererek, yapma bir bilgelikle çevresini<br />

süzdü. Rahatlıkla kolundan eline kaydırdığı tespihin<br />

taşlarından birini yün pantolonuna sürerek oturduğu yer<br />

minderinin altındaki keçeye doğru uzattı. Tespih taşı keçenin<br />

üzerindeki tozu mıknatıs gibi çekince, belli bir gururla<br />

konuşmasını tekrar kaldığı yerden sürdürmeye başladı,<br />

„Velhasıl o otuz dört bugünkü otuz dört değildi tabî“ diye<br />

devam etti. Aşiret ağalarına Kürtler, Gulaver derlermiş. Bu<br />

ağalar köydeki aşiretlerle güçlerini birleştirip öyle yola<br />

çıkmışlar. Çarpışa-kaça buraya gelip yerleşmişler. Bazıları<br />

dönüp alırız diye Bayburt‘taki evlerin altına kabkacaklarını,<br />

önemli eşyalarını sal ve toprak altına gömmüşlerdi. Mıstê,<br />

Ermeniler Kürtler’i mereklere doldurup topunu yakmış-


Gâvur Êlo<br />

<br />

lardı, dediğinde, cemaatin en alt tarafından bir genç, „burada<br />

önce Kürtler yoktu ki, Ermeniler vardı“ diye şaşırarak<br />

sorunca, hemen deneyimli bir hazırcevaplılıkla, „o zaman<br />

sen neredeydin?“ der demez bütün cemaat gülmüştü de<br />

genç fazla bir şey diyemez olmuştu.<br />

Emerê Sılıngê, Zibini’den bu köye misafir gelmişti. O da<br />

bu cemaatteydi. Bu adam, karısının güvendiği diğer kadınlara<br />

anlattığına bakılırsa, bazen geceleri sıçrayarak uyanır,<br />

tövbe tövbe der kan-ter içinde odasında hırsla volta atar<br />

da, öyle yatışırmış. Yatağına işediği bile olurmuş. Koynunun<br />

altında, ceketine iz dahi bırakmış, bir kare gibi duran kabartı,<br />

gittiği türlü hocaların yaptığı, üfürdüğü muskalardan<br />

olma kocaman, naylon kaplı bir hemaile aitti. Onca umut<br />

bağladığı Edê Barê bile çare olamamıştı derdine. Adam<br />

konuşurken farkında olmadan sol eliyle hemailin olduğu<br />

bölgeyi hep yoklar dururdu. İşte köylü bunların hepsini<br />

bilir de belli etmezdi. Karanlık bir adamdı bu Emerê Sılıngê.<br />

Kürtler’in Ağrı İsyanı sırasında, Celâlî aşiretiyle olan hısımlık<br />

ilişkilerini kötüye kullanmış da, devlete ispiyonluk bile<br />

yapmıştı. Hattâ İran’a kaçan Kürtler’in yerlerini dahi muhbirlemiş,<br />

Hoybun‘un ileri gelenlerini gammazlamış, bunları<br />

bile yerli yersiz anlatırmış. Sözlerine de hep, „devletle<br />

baş etmek kolay mıdır“ diye son verir, takma dişlerini<br />

sıkarak başını sallarmış. Kapkara yüzünün şekli bile<br />

belirsizdi. Ütüden parlamış eski yamalı takımını renkli,<br />

havlu büyüklüğünde eski bir kıravat süslerdi. Bir haftalık<br />

sakalı başını sağa-sola çevirdikçe, kirden kurumuş simsiyah<br />

gömlek yakasını fırçalayıp dururdu. Kopacak gibi duran<br />

büyük, yuvarlak burununun üzerinde kocaman, çıbana<br />

benzer yaralar vardı. Geçimini nasıl sağladığı pek bilinmez,<br />

sorulmazdı. Kars’a gittiğinde, mutlaka Ruslar’dan kalma<br />

binalardan oluşmuş askerî kışlalara uğrar, tanık köylülerin<br />

21


22<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

söylediğine göre çok da itibar görürmüş. Kumandanla çay<br />

içtiğini görenler dahi varmış. Yeri geldiğinde kin dolu bir<br />

duyguyla lanetlediği dağdaki isyancı Kürtler, bir zaman<br />

kıstırmışlar da, ölümden dönmüştü. Kısa boylu biriydi.<br />

Hayli ilerlemiş yaşından dolayı büzülmüş, olduğundan<br />

daha da ufalmıştı. Çok bilen bir tavırla, titrek, yaşlı sesine<br />

rağmen gürler gibi söze girerek, „Bizim orada Ermeniler’i<br />

bir ahıra doldurduk, yirmisini kendim kestim. Kollarım<br />

yoruldu, yanımdakiler devam etti. Xaçê Reş köyünden de<br />

yardım ettiler. Onlar da öldürdü, ama biz o fıllelerden daha<br />

çoğunu öldürdük“ demişti. Odanın içi bir anda buz kesti.<br />

İşte anlattığı O gün, o köye yerleştirilecek yaşlı, merhametli<br />

Kürtler’in çoğu „Yapmayın, Allah afetmez. Müslümana<br />

yakışmaz, ahları yakamızı bırakmaz. Bunlar daha dün çay,<br />

şeker aldığımız, ateşinde ısınıp dert yandığımız komşularımızdı“<br />

diye inliyorlardı olanlar karşısında çaresiz. Türk<br />

kumandan, Emerê Sılıngê’yi iz köpeği gibi kullanmış, her<br />

yeri bildiğinden Ermeniler’in gittiği, saklandığı en bulunmaz<br />

yerleri dahi ortaya çıkarmışlardı.<br />

Emerê Sılıngê, apar topar, askerî eğitim görmeden,<br />

disiplin nedir bilmeden Kürtler‘den meydana getirilen<br />

Hamidiye Alayları‘na katılmış küçük bir birliğin liderliğini<br />

yapıyordu. Emerê Sılıngê ile adamlarına silâh ve mühimmat<br />

dışında bir şey verilmediği için, buyuruk gereği Ermeniler’in<br />

sırtından geçinirdi. Böyle durumda olup Padişaha<br />

bağlı olmayan alaylar dahi vardı. Hamidiye Alayları‘na<br />

katılmadan önce, Emerê Sılıngê de bu çetelerdendi. Çok<br />

defa hırsızlık ve cinayetten tutuklanmış, neticede Zeki<br />

Paşa’nın karşısına çıkarılmışsa da ödüllendirilerek tekrar<br />

serbest bırakılmıştı. Devlet izin verir vermez Ermeniler’in<br />

en verimli topraklarına yerleşenlerin başında gelirdi.<br />

Yaptığı zulümler, işlediği cinayetler, giriştiği talanlar karşı-


Gâvur Êlo<br />

<br />

lığında hiç bir kovuşturmaya uğramayacağı şeklinde<br />

güvence aldığı için, o ve adamları yüzlerini bile gizlemezlerdi.<br />

Emerê Sılıngê’nin kafası bir şeyi almıyordu; Padişah<br />

neden Ermeniler‘den başka gâvurların da öldürülmesine<br />

izin vermiyordu. Şimdilik ille de Ermeniler diye tutturmuştu.<br />

Hele onlar bir halledilsin diyordu. Ah bir izin verilse. O<br />

Süryaniler’i, Yezidiler’i de sevmezdi ama elinden bir şey<br />

gelmezdi. Yine de dayanamayıp katlettiği birkaçı için gerekçe<br />

olarak „Ermeni sanmıştım“ demişti. Bunlardan bir Süryani<br />

Patriğinin durumu çok dramatikti. Emerê Sılıngê,<br />

Süryaniler’i özellikle sevmezdi. Botan Beyi Bedirxan gibi,<br />

elinden gelse, hepsini temizlerdi. Patriğin üzerinden yalnızca<br />

dinî kitaplar vardı. Bir kiliseden ötekine götürüyordu.<br />

Tek kıymetli eşyası bu kitaplarla elinin içiyle sıkıca kavradığı<br />

düz, sade bir haçtı. Emerê Sılıngê hırsla adamın elini bir<br />

kayanın üzerine koyarak topuğuyla ezdi. Kitaplar etrafa<br />

saçılmış, iyice eskimiş olanların düşen yaprakları rüzgârda<br />

sürükleniyordu. Kurbanın bağırmamak için ısırdığı dudaklarından<br />

çenesine kan sızdı. Bu durum caniyi daha da<br />

hiddetlendirdi. Sessizliğini bozmak için elindeki kamçıyı<br />

boynuna sarıp sürükledi. Bir yandan ise bacaklarına ateş<br />

ediyordu. Patriğin kanlı ağzından dökülen dua mırıltıları<br />

Emerê Sılıngê‘nin kafasına sıktığı bir kurşunla son bulmuştu.<br />

Sultanın askerleri Kürtçe bilmediklerinden, köylülerle<br />

Emerê Sılıngê’nın bozuk Osmanlıca’sıyla diyalog kuruyor,<br />

işlerini yürütüyorlardı. O gün, o köyde ahırlara, mereklere<br />

doldurulanların içerisinde Ermeniler’in önde gelenlerine<br />

yardım ettikleri için tutulan Kürtler de vardı. Bunlar harebeye<br />

çevrilmiş Ani’den Ermenistan’ın içlerine, oradan da<br />

Rusya’ya insan kaçırmışlardı. En azından kaçışa yardım<br />

etmişlerdi. Hattâ son gayretler sırasında Ani’de yıkılmış<br />

23


24<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

kiliselerden birinin altındaki gizli dehlizlerde, Emerê<br />

Sılıngê’nin çabaları sayesinde ele geçirilmişler de, boyunlarına<br />

ip geçirilip hayvan gibi sürüklenerek öylece getirilmişlerdi.<br />

Köylüler görsünler de ibret alsınlar diye. Kürtler<br />

sultan buyruğuyla Ermeni ölülerinin dahi böyle sürüklendiğini<br />

biliyor ama, kendilerinin bazen aynı duruma<br />

düşürülmelerine pek akıl erdiremiyordu. Bölgede kaçırılmasına<br />

yardım edilenlerin arasında Kevork Çavuş, Andranik,<br />

Vahan gibi ünlü Ermeni isyancılara bağlı Fedai Birliği’nden<br />

olanlar dahi varmış. Bunlar özellikle diğer Kürt<br />

köylüler tarafından aşağılanmaya zorlanıyor, aşağılamayanlar<br />

da hain, gâvur olmakla tehdit ediliyordu asker ve<br />

işbirlikçi Kürtlerce. Birkaç Kürt köylüsü cesur davranıp<br />

yatakları, çulları üzerlerine devirmiş, ya da taze hayvan<br />

gübrelerinin içlerine dahi boğulmayacak şekilde gömerek<br />

korumuşlardı kaç tane canı. Bazıları küçük, kundak çocuklarını<br />

annelerinden almış, askerlere „benim çocuğum“<br />

demişti de öyle kurtarmışlardı. Aslında Ermeni kadınlarıyla<br />

kızlarını zorla alıp evlenmek sultan emriyle serbestti. Oysa<br />

daha çok öldürmek ya da ırzlarına geçmek tercih ediliyordu.<br />

Kadın ve kızlar en azından ırzlarına geçilmesin diye<br />

vücutlarına bok sürüyor, dişlerini karartıyor, saçlarını<br />

kökten biçimsiz kesiyor, türlü hilelere, akla gelmedik çarelere<br />

sığınıyorlardı.<br />

Tam cehennemî bir gündü. Ne Allah ne peygamber<br />

vardı; hiçkimse, terk edilmişti cümle âlem. İblis ile kulları<br />

kol geziyordu ortalıkta. Bir de Emerê Sılıngê. Acıma diye<br />

bir şey yoktu şeklinde anlatmıştı daha sonraları, o köyün<br />

namuslu ihtiyarları torunlarına. Kolay olsun diye en çok<br />

ot dolu merekler kullanıldı. Çakmak taşları birbirlerine<br />

vurularak çakıldı ilk kıvılcımlar. Gök, âlem tıkamışlardı artık<br />

kulaklarını yükselen çığlıklara. Emerê Sılıngê’nin kırk


Gâvur Êlo<br />

<br />

hanelik köyde kontrol etmediği vahşet yeri kalmadı. Genç,<br />

güçlü, pervasız, kuduz bir it gibi salyaları akarak bağırdı<br />

Allahsız, kitapsız âleme. Sanki iblisin tüm görevlerini devralmıştı.<br />

Sultan askerlerinin yanlarında bulundurdukları<br />

tespihli, cüppeli bir şeyh, önce papazı buldu ahırdaki<br />

kalabalık arasında. Yere yatırarak, kurbanlık koyunlara<br />

yapıldığı gibi Kuran’dan ayetler okuyup artık körelmiş bir<br />

bıçakla gırtlağın yarısına kadar indi. Sonra Emerê Sılıngê,<br />

sonra başkaları, öyle sürüp gitti.<br />

Akşam olduğunda, rüzgârla, sıcak havada yükselip<br />

duran kıvılcımlar arasında köylü neredeyse dumandan<br />

nefes bile alamıyordu artık. Garip duygular arasında<br />

yanmış et kokuları, yıkılmış bir insanlık duruyordu ortada.<br />

Sağda solda bedensiz kol ile bacaklar vardı. Bazı cesetlerin<br />

sağ kulakları yoktu. Padişahın bir emir askeri, kulakları<br />

keserek biriktirmiş, tuz dolu torbasına doldurmuştu. Bazılarının<br />

ise ağzına konmuş ateşkorları zayıf akşam ışığında<br />

bir tuhaf ışık saçıyordu. Kargalar bedenlerden saçılan<br />

bağırsakları çekiştirmeye çalışıyorlardı askerlere aldırmadan.<br />

Birbirine sarılmış, çocukların üzerine abanmış bedenler<br />

sanki birer heykel gibiydiler. Cesetlere ait değerli yüzükler,<br />

şişmiş parmaklar kesilerek alınmıştı. Hamidiye<br />

Alayları‘na bağlı birlik, Emerê Sılıngê ile devletin Kürtler’e<br />

dağıttığı Martini tüfekleri kuşanmış, adamlarını da alarak<br />

komşu köylere doğru gözden kaybolmuşlardı o gün. İşte o<br />

gündü bu gün anlatılanlar.<br />

Köylüler, Rus ve Ermeniler’e Kürtçe Gâvur anlamına<br />

gelen Fılle derdi. Fılle dendiğinde kastedilen Ermeniler‘le<br />

Ruslar‘dı. Fılle küfür gibi kullanılırdı. Fılle lafı geçtiğinde<br />

Êlo’nun içi burkulur, kendisinin de bilemediği bir nedenden<br />

dolayı bir esinti yalar geçerdi. Bir de oğullarına kızan<br />

25


26<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

köylünün Êloê Fıllenin oğlu demesine hiç dayanamazdı.<br />

Meselâ köyde çokca kişi ramazanda oruç tutmadığı halde<br />

kimse tarafından ses çıkarılmazken, çocuklarından biri<br />

aynı duruma düştüğünde kötü hakaretlere uğrardı hemen.<br />

Hem bazen bu hakaret eden o anda oruç tutmayan biri bile<br />

olabiliyordu. Çocuklarını çok seviyor, onlardan teselli<br />

buluyordu. Halbuki çocukları Kuran kursundan hiç eksik<br />

olmamış, daha bebecikken namaz öğrenmişlerdi. Hele<br />

kardeşleri, o Neo‘dan olma kardeşleri yok mu, araları<br />

bozulmaya dursun, kendisine bile fılle diyorlardı. Ne ki, o,<br />

onlardan daha dindardı. Meselâ namı değer biri olan<br />

Mehemed namaz dahi kılmazdı. Bu onu çok kızdırırdı. Êlo<br />

herkesi hayran bırakan güzel sesiyle perşembeleri penceresinin<br />

önünde, çok sesli bir şekilde ölüler için Kuran okurdu.<br />

Kürtler, cuma akşamı Kuran okumanın çok sevap olduğunu<br />

söylerlerdi. Êlo’nun o gün mutlaka Kuran okuduğunu<br />

çok kimse bilir di; sanki Êlo farkında değilmiş gibi gizlice<br />

pencerenin önüne birikip dinlerlerdi. Heci Xoce bile<br />

kıskanır da, belli etmezdi. Êlo, Kuran da en çok yetimlerle<br />

ilgili sureleri okurdu. Biliyordu ki, erken yaşta babasını<br />

kaybeden Hz. Muhammed‘in Zehrî kabilesinden annesi<br />

Amine bir ziyaretten Mekke’ye dönüşte Abua’da ölmüş,<br />

böylece tamamen öksüz kalınca, Mekke’ye getirilerek<br />

ihtiyar olan ve iki yıl sonra yaşama veda edecek dedesi<br />

Haşimoğlu Abdulmuttalib’e verilmişti. Dedesinin ölümünden<br />

sonra henüz sekiz yaşında bulunan Muhammed,<br />

Mekke’nin sayılı tüccarlarından amcası Ebu Talib tarafından<br />

yanına alınmış... Êlo belki de en çok bu yüzden<br />

Muhammed’i severdi. Allah da onu seviyordu ki, Muhammed’in<br />

hâlini görmüş, yetimleri koruyan onca ayet göndermişti.<br />

Bunu her fırsatta, herkese anlatırdı. Bir ara, ben bu<br />

Müslüman köyde değil de annem ile babamın yanında<br />

büyüseydim acaba Hristiyan mı olurdum diye aklından


Gâvur Êlo<br />

<br />

geçirmişse de, bu düşünceyi kafasına sokan şeytana üç defa<br />

lânet getirerek kovuvermiş, oralarda doğan çocuklara bu<br />

yüzden acımadan edememişti.<br />

Heci Xoce ufak-tefek, simsiyah sakallı, istediğinde<br />

şeytanî bakışlarıyla karşısındakini ezen, delen bir yetenekteydi.<br />

Gençlerin bazıları hariç, hemen herkes saygı<br />

duyar, hürmette kusur etmezdi. Kimbilir köyde kaç nikâh<br />

kıymış, kaç cenaze kaldırmış, nice muskalar yazmış biriydi.<br />

Hemen hemen bilmediği sır, tanımadığı kul, dibini yalamadığı<br />

tabak yok sayılırdı. Camiyi krallık gibi kullanır, Rab‘bi<br />

adına tüm kullara buradan hükmederdi. Mıhê‘nın yeni<br />

yetme oğlu, onun için, „seçim zamanı geldiğinde kimse<br />

köylüyü sormaz. Devlet istediği adamı Heci Xoce‘ye<br />

söyleyerek seçtirir“ dedikten sonra, „o ise bunu bildiğinden<br />

değil; cahilliğinden alet olur“ diye eklermiş.Ne ki, Heci Xoce<br />

köylüyü iyi bellediğinden onlara iyilik ediyordu kendince.<br />

Bu köyün milleti kuraklıkta, hastalıkta, geçim sıkıntısı<br />

çektiğinde ne yapacağını şaşırıp da ilk olarak onun kapısını<br />

çalmaz mıydı? „Kadınım doğuramıyor. Ne olur bir çare“<br />

diyenler yine bu köylüler değil miydi? Hee. Hemde hepsi.<br />

Aşiretler birbirini yedikten sonra araya kim girerdi? Heci<br />

Xoce! Heci Xoce olmazsa ne olurdu bu köylünün hâli Allah<br />

bilir. Kimbilir reylerini hangi devlet bilmez, tanrı tanımaza<br />

verip günaha gireceklerdi. Bu cahillikleri kuraklığı arttıracak,<br />

kadınlarını kısırlaştıracak, çocuklarını salgın hastalıklara<br />

peşkeş çekecekti. Daha neler neler olurdu.<br />

Mıhê‘nin o çok bilmiş oğlu bir grup gençle tartışırken,<br />

bir soru üzerine şunları demişti: „Aklı ortadan kaldırın,<br />

doğallıktan başka hiç bir şey bulamazsınız dünyamızda.<br />

Örneğin; giydiğiniz elbise, kullandığınız kaşık, oturduğunuz<br />

ev, yaptığınız cami, bindiğiniz araba... Her şey, ama<br />

27


28<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

her şey aklınızın ürünüdür. Okuldan edindiğiniz bilgiler bu<br />

saydıklarıma dair birikmiş deneyimlerdir. Tarih, coğrafya,<br />

dil bilgisi vesaire de aklın icadıdır. Kurallar insanlar tarafından<br />

konulmuştur. Demek ki, iyi düşündüğümüzde, akıl<br />

yoksa tanrı da yoktur! İnsan kadar kendisini kutsayan,<br />

ölümünü ya da doğumunu yücelten bir varlık daha bulamazsınız.<br />

Bir ay kendisine bakmayan, yıkanmayan bir<br />

insanı düşünebiliyor musunuz; tırnakları, saçları uzar,<br />

kirlenir ve giderek bir hayvandan farkı kalmaz. Bilinen<br />

şeyler değil, hep bilinmeyen şeyler gösterilir ‘doğaüstü‘ bir<br />

varlığın kanıtı için. Neden dün bilmediklerimizi bugün<br />

bildiğimize göre, bugün bilmediklerimizi de yarın öğrenebiliriz<br />

diye düşünemiyoruz. Farz edin ki; doğaüstü bir<br />

yaratıcı olmadan kimse, hiç bir şey var olmaz. O halde, yaratanın<br />

da bir yaratıcısı, yaratanı yaratanının da bir yaratıcısı<br />

derken sonsuza gider yaratanların sayısı. İlle de bir şeye<br />

inanılacaksa o da bilim olmalıdır. Bilimin kurallarına inanılmalıdır.<br />

Bu kuralları takip edin ve iyi düşünün. Göreceksiniz<br />

ki, evrende Allah‘ı arayan sonunda kendisini, yani<br />

insanı bulur!“ Bunların hepsi de gitmişti Heci Xoce‘nin<br />

kulağına. O çocuk bir gün bulacaktı belasını inşallah. Heci<br />

Xoce köylüsüne güvenir, hakkında söylenen inancı sarsıcı<br />

sözlere kulak asmazdı. Yine de üzülür, tüm hayfını camiye,<br />

tâ ayaklarının dibine, mimberin altına gelen bu haddini<br />

bilmez münafıklara öyle bir vaazlı, namazlı-niyazlı nasihat<br />

çekerdi ki, neye uğradıklarını şaşırırlardı. Ardından başlar<br />

özürler, yemekli davetler, türlü hediyeler...<br />

Yüzündeki kömür karası sakal ile neredeyse kalın kaşların<br />

üzerine inen beyaz sarığı gerçek yaşını gizlese de<br />

doksanına girmişti. Pelerine benzeyen siyah paltosunun<br />

etekleri, çevik yürüyüşüyle havalanır, deri meslerin girdiği<br />

lastik ayakkabılar geçtiği yerden toz koparırdı. İşi yoksa bile,


Gâvur Êlo<br />

<br />

o varmış gibi hızlı yürüyerek köylünün yanından hışımla<br />

geçer, birleşme noktasında alışık olduğu gibi „e‘selamün<br />

aleyküm“üyle birlikte eleni de uzatarak yürür vaziyette<br />

öptürüp karşısındakini mahrum etmezdi sevap almaktan.<br />

Bu köylü doyumsuzdu. Yüz vermeye kalksa, herbir işini yol<br />

üzerinde gördürür ne evine davet ederdi ne de camiye<br />

uğrardı bir daha. Belli mi olurdu. Köyün en uzun vadeli<br />

imamı olmakla övünürdü. Yine de içi rahat değildi. Êlo‘yu<br />

kollar, bazen de kendisine rakip görürdü. Adam gâvur<br />

olduğu halde hep korkmuş, yerime oturabilir, kariyerimi<br />

elimden alabilir diye ürkmüştü. Yıllardır alttan alta köylünün<br />

ağzından girip burnundan çıkar, Êlo‘nun böyle bir<br />

niyeti var mı diye sınardı. Sonra o kim ben kim diyerek kendisini<br />

avutur, cemaatin kendi mekânına; camiye çekildiği<br />

bir sırada ağırlığını koyarak bu tür münafık düşüncelere<br />

haddini bildirmekten çekinmezdi.<br />

Heci Xoce bir gün, yine böyle bir ruh hâliyle camide<br />

mimbere çıkıp vaazlarına başlamıştı. Êlo’nun gözlerinin<br />

içerisine bakarak „Kuran’ daki Hicr ayetinde, cehennemde<br />

Veyl denilen ve dibine ancak kırk yılda düşülen irinle dolu<br />

bir vadi var. Ayrıca Mutaffifin ayetinde buyrulduğu gibi,<br />

Falak isimli ağzı kapalı kuyu ile Siccin denilen ağzı açık bir<br />

kuyu daha var. Falak’a düşen kâfirlerin feryadına cehennem<br />

bile dayanamaz. Cehennem yedinci yer yüzünün altındadır<br />

ve insana ızdırap çektirecek tüm aletlere sahiptir. Suça göre<br />

gerdirilir, kaynatılır, tırnaklar sökülür, deriler yüzülür, gözler<br />

oyulur, kemikler un edilir. Katran kazanları bunlarla dolar.<br />

Saymakla bitmez. Cehennemde, iblis ve onun kuşakları,<br />

kâfirlerin neler çektiklerini seyrederler. Kâfirler, onun içine<br />

atıldıkça, cehennem uğultuyla kaynaşır, öfkeden parçalanacak<br />

gibi olur. Tanrının gazabına uğrayanın yerleştiği bir<br />

âlem olan cehennem, gidilecek yerlerin en fenasıdır. Bunlar<br />

29


30<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Âli İmran, Enfal, Bakara, Fecr ayet ve surelerinde de açıkça<br />

belirtilmiştir“ demişti. O bakışlar ömrü boyunca Êlo’nun<br />

aklından bir daha çıkmadı. Êlo hakarete uğrasa da, kimseye<br />

ben senden daha Müslümanım demezdi.<br />

Güzel bir kiliseden dönüştürmeydi köyün camisi. Onarılmış,<br />

üstüne bir minare dikilmişti. Zamanında mum<br />

yakılmış girintiler betonla doldurulmuş, yalnızca bir tanesi,<br />

içine isli hâliyle birlikte kuran koymak için öylece bırakılmıştı.<br />

Karşısında ise yine Ermeniler’ den kalma okul vardı.<br />

Binaların taşları dünyanın neresine giderseniz gidin, yalnızca<br />

bu bölgede bulunabilecek, özüne has kızılımsı bir<br />

renge sahipti. Mimarî şekli yerleşik kültürlerin zengin birikimlerini<br />

yansıtıyordu. Hepsinde de biçimli kesme taşlar<br />

kullanılmıştı. Taş ustalarının maharetli el izleri, ahşap gibi<br />

yontulmuş nakışlı malzemede benzerlerine meydan okuyordu.<br />

Sonradan yetme çocukların büyüklere anlattıklarına<br />

göre, okula devlet tarafından gönderilen öğretmenlerin<br />

çoğu ajandı. Êlo bir türlü öğretmenlere neden ajan denildiğini<br />

anlayamıyordu. Bu delikanlılardan bazıları ise,<br />

Kürtler’in yer yer Ermeni katliamında Türkler‘e hizmet<br />

ettiklerini kızarak ve yine Êlo’nun anlayamadığı ama dikkatle<br />

dinlediği bir ses tonuyla söylerlerdi. Êlo bunların<br />

çoğunu belki de kendisinin her gün ilk olarak gittiği<br />

caminin önünde duyuyordu. Söylenenler arasında köyün<br />

yetiştirdiği hoca da devletin göndereceği başka bir hocayla<br />

değiştirileceği de vardı. Gençler Êlo’ya, hocanın artık vaazların<br />

Türkçe verilmesi, namazın öyle kılınması için gönderileceğini<br />

söylüyorlardı. Êlo içinden ibadet ibadettir ne fark<br />

eder diye geçirirdi onları dinlerken. Yine de köyün altmış<br />

yıllık hocasından ne isterler diye düşünmeden edemedi.<br />

Kim anlardı Türkçe vaazlardan.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Delikanlıların içerisinde birisi vardı ki, Ona ayrıcalıklı<br />

bakardı. Duyduğuna göre bu çocuğun başı, Kürtçülükten<br />

beladaymış. Koskoca devlet bu ufacık canla uğraşır da başedemezmiş.<br />

Yamandı doğrusu şu çocuk. Êlo ona bakarken<br />

eskiden devlete vergi vermediği, kanun tanımadığı için<br />

dağlarda kurduğu çeteyle köylüye yardım eden Ehmedê<br />

Xanperi gelirdi aklına. Ahmedê Xanperi, „hududların<br />

kanunu yoktur, ben de her yerde yaşarım“ demişti koskoca<br />

devlete başkaldırırken. Devlet Ağrı Kürtleriyle boğuşup<br />

Zilan Deresi kanlı aktığı zaman, Ehmedê Xanperi ile anlaşarak<br />

aşağı indirtmişti. O zamana kadar Êlo da dahil, bütün<br />

delikanlılar hayrandı bu adama. Anlaşmazdan önce bir<br />

başına bir mürfezeyle başa çıkmış da tek yara almamıştı.<br />

Tam olmasa da işte böyle biriydi bu çocuk. Êlo kaç kere<br />

onu dinlemişti, laflarının hepsini pek anlamamış ama anladıkları<br />

kadarıyla köyün en yaşlısından daha akıllı buluyor,<br />

hiç duymadığı şeyleri ağzından işitiyordu. Bu çocuk, köyün<br />

en fukara, ufak-tefek çobanı Mıhê’nin oğluydu. Ne kadar<br />

mağrur, ne kadar da gözüpekti. Konuşurken olduğundan<br />

daha büyük görünür, muhtardan daha çok söz dinletirdi.<br />

Geceleri evinde kalmaz, nerede olduğunu kimseler bilmezdi.<br />

Bir gün çevresindekilere sakin, kararlı ve her zamanki<br />

öğreten ses tonuyla bir şeyler anlatırken aklından, acaba<br />

sorsam mı diye geçti. Sonra soru dilinin ucuna kadar geldi<br />

ama oracıkta kitlendi. Konuşmak için aldığı nefesi öylece<br />

dışarı saldı. Hem sorsa bile ne değişecekti. Ataları kim,<br />

nerden gelmişler, neden ölmüşler, neye inanmışlar... Bilse<br />

ne bilmese ne? O bir Müslümandı ve öyle kalacaktı. Hem<br />

bu köyde, bu insanlarla büyümüş çoluk çocuğa karışmamış<br />

mıydı. Yaşı seksene dayanmıştı. Bakarsın bu soru yüzünden<br />

elin diline dolanır, bir de Rus ajanı diye itham edilirdi. Bu<br />

köyde herkes işine gelmeyeni Rus ajanı diye damgalar da<br />

devlete şikâyet ederdi. O da durumu en müsait olanı değil<br />

31


32<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

miydi. Zaten dikkat çeken, en Müslüman olmayanın bazen<br />

imtihan ettiği biriydi. Sonra bu delikanlı bir zaman kendisine<br />

Türkler Ermeniler’i sevmez, ellerinden gelse tekini<br />

bırakmaz, demişti. Zamanında kestikleri Ermeniler’in<br />

kanları dereleri taşırırmış. Şimdi de sıra Kürtler’deymiş.<br />

Elini tabakasına attı, açtı, tütünü kalmamıştı. Usulca<br />

yandaki Beyler‘in dükkânına doğru yöneldi. Kafasından<br />

belki bir gün sorarım diye geçirdiyse de o düşünceyi hemen<br />

kovdu.<br />

Köylü dinden biraz sapanı, „Êlo’ya kurban olun. O kadar<br />

bile olamıyorsunuz“, diye azarlardı. Köy, irili-ufaklı en az<br />

on aşiretten meydana gelmiş dört yüz haneye sahipti. Yine<br />

bu gençlerin anlattığına göre, bunca nüfusa sahip bir yerleşim<br />

yeri köy değil kasaba olmalıydı. Olmamasının nedenini<br />

de devletin belediye, sağlık işleri ve benzeri gibi hizmetlerden<br />

kaçtığı, Kürtleri sevmediği şeklinde açıklıyorlardı.<br />

Birbirini sevmeyen bunca Kürt aşiretinin mahsustan bu<br />

köye yerleştirildiği de anlatılanlar arasındaydı. Êlo, devlet<br />

Kürtleri sevmiyor, Ermenileri sevmiyor peki kimi seviyor<br />

diye düşünmüştü anlatılanları dinlerken. İşte böylesine<br />

büyük bir köyde Êlo’nun dindarlığından söz etmeyen kalmadı.<br />

Dindarlığına karşın, dinlemeyi öğrenmiş, konuşmayı<br />

pek sevmese de bazı sohbetlerindeki dikkatli köylü-bilge<br />

sözleri gençlerin sempatisini de topluyordu. Gençler onunla<br />

sohbet etmekten hoşlanıyordu. Hattâ bir gün biri „Allah<br />

yok, olsaydı bunca zulüm olur muydu. Bak Kürtler’in hâline“<br />

demiş de Êlo onu hep gülen gözlerle dinlemişti. Ama<br />

hiç ses çıkarmamıştı.<br />

Êlo yaşamı boyunca kendi adına tek bir günah işlememişti.<br />

Cümle köy aynı kanıdaydı. Kimse aksini söyleyemezdi.<br />

Bir tek Edê Barê ile bir sırları vardı. Yemin etmiş-


Gâvur Êlo<br />

<br />

lerdi. Daha doğrusu Edê Barê, Êlo‘ya yemin ettirmişti<br />

kimseciklere söylememesi için. Êlo kendisine acı da verse<br />

tutmuştu sözünü. Tutacaktı da. O, şimdiye kadar verdiği<br />

her bir sözü tutmuştu. Ama yine de olayı her hatırladığında<br />

köylünün hâline güler, ne kadar saf olduklarını düşünürdü.<br />

Böyle düşünmekten kendini alamazdı. Nasıl düşünmesindi<br />

ki, bu Edê Barê‘yi neredeyse ermiş sayıp çıkmışlardı. Herkes<br />

başına yemin eder, hasta çocuklarının körpecik kafasına<br />

elini sürmesi için türlü hediyeler verip, dualar ederdi.<br />

Komşu köylerden gelen cin çarpmış, elk görmüş, kamburu<br />

çıkmış bir sürü biçare vardı onun kapısının önünde. Kendi<br />

karısı bile, ağzından su akıyor diye küçük oğlunu götürmüştü<br />

de, Êlo verdiği sözden dolayı ağzını açıp kendisiyle<br />

beraber kabire götüreceği doğruyu söylememişti. Oysa<br />

dayısı çocuğun ağzındaki akıntının kesilmesi için topuğuyla<br />

hafif vurmuş ama akıntı yine de kesilmemişti. Êlo, Edê<br />

Barê‘nin iyi bir arkadaşıydı aslında. Küçüklüğünden beri<br />

anlaşır, sırlarını paylaşırlardı. Ne ki, şimdiye kadar böylesine<br />

büyük bir gizleri olmamıştı hiç. Bir gün Edê Barê‘nin<br />

ısrarı üzerine Bazid üzerinden onun İran‘daki akrabalarını<br />

görmeye gitmişlerdi. Ona bir konuda, hem de çok önemli<br />

bir konuda yardım etmesi gerekiyordu. Bunun ne olduğunu<br />

yolda anlatacaktı. Edê Barê öyle demişti. Êlo yok<br />

diyememişti. O da gâvur, gâvurdur diye vermedikleri Gewrê‘yi<br />

anlaşarak kaçıracağı zaman, önce söylemeyip sonra<br />

yolda anlatmamış mıydı. Olurdu böyle şeyler. İyi arkadaşlıklar<br />

hangi gün içindi. Lafı bile olmazdı.<br />

Sınıra kadar üstü açık bir kamyonla, hayvanların arasında<br />

gittiler. Daha iki bahar önce olmuştu bu. Gelmişken<br />

Bazid‘teki başka hısımlarını da kısa bir süre için ziyaret<br />

ettiler. Sonra, seher vakti, sınırı ıslık çalıp düğün türküleri<br />

söyleyerek geçtiler. Diğer tarafta akrabaları yaşadığı için<br />

33


34<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Edê Barê buraları iyi bilirdi. Sınırı geçip bir saat kadar<br />

yürüdükten sonra Edê Barê çıkınını açıp yassı bir kayanın<br />

üstüne oturdu. Êlo da onun yaptığı gibi kendi çıkınını açtı.<br />

Peynir çıkarıp sac ekmeğinin içerisine koyarak dürüm<br />

yaptı. Edê Barê yemek esnasında birden değişmiş, Êlo‘ya<br />

garip görünmüştü. Êlo, „senin bir sıkıntın var galiba. Ne<br />

oldu?“ diye sordu. Edê hemen başka bir ruh hâline girip<br />

gülerek şöyle dedi „Bak Êlo. Sana haksızlık yaptığımı<br />

söyleyeceksin öğrendikten sonra. Ama öyle değil. Buradan<br />

bir koyun sürüsü götüreceğiz köyümüze seninle birlikte.<br />

Kim bilir kaç gün sürer.“ Êlo heyecanla, „ne koyun sürüsü.<br />

Neden bahsediyorsun sen. Aklını mı oynattın!“ diye bir<br />

çırpıda sıraladı sözcükleri. Edê daha heyecanlı bir tonda<br />

„Sakin ol. Sakin ol. Bırakda anlatayım. Ben geçen sefer<br />

buradaki akrabalarıma uğrayıp döndüğümde...“ deyip söze<br />

ara vererek Êlo‘nun koluna yapıştığı gibi sert bir biçimde<br />

ayağa kaldırarak biraz ilerdeki tepeye doğru sürüklercesine<br />

götürdü. Êlo şimdiye kadar onun böylesine güçlü olabileceğini<br />

düşünmemişti. Oysa gençken çok güreş etmiş,<br />

birbirlerini sınamışlardı. Tepeye ulaştıklarında Edê sakin<br />

bir biçimde aşağıda ip gibi uzanan taşlı dereyi gösterdi<br />

işaret parmağıyla. Akan suyun gürültüsü bulundukları yere<br />

kadar geliyordu. Êlo anlayamıyordu bir türlü. „İyi bak“ dedi<br />

arkadaşı. „Şuradaki sürüyü görüyor musun? Bak o yüksek<br />

yerin gölge tarafında otlanıyorlar.“ Doğruydu. Kocaman bir<br />

koyun sürüsü otlanıyordu gösterilen yerde. Ama o yine de<br />

anlamamıştı. Edê Barê büyük bir atiklikle aniden Êlo‘nun<br />

yakasına yapışarak belinden çıkardığı silâhın soğuk demirini<br />

burnuna dayadı. Êlo bir an şaka olmasını çok istedi.<br />

Ama şaka değildi. Ne istiyordu? Bu adam yıllarca arkadaşlık<br />

ettiği Edê Barê miydi? Doğrusunu söylemek gerekirse korkmuştu.<br />

Buraları da hiç tanımıyordu. Karısı, çocukları geldi<br />

aklına. Bir adam, patlayan silâh sesiyle birlikte yere yıkıldı.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Bu annesinin başını dizine koyup üstüne ağladığı adamdı.<br />

Yüzü kan içinde kalmıştı. Bu Êlo‘nun hep hatırlamaya<br />

çalışıp bir türlü netleştiremediği yüzdü. Kandan seçemese<br />

de görüyordu o yüzü. O ağlarken bir el uzanıp önce onu<br />

annesine bağlayan ipi kesmiş sonra ise ense kökünden<br />

yakalayarak atının terkisine atmıştı. Annesinden uzaklaştıkça,<br />

küçücük yüreği yerinden fırlayacakmışcasına<br />

ağladı, hep ağladı. Titredi, ağzını açtı tek söz çıkmadı. Edê<br />

Barê elini gevşeterek yavaşça bıraktı yakasını. Êlo‘nun ölü<br />

yüzü arkadaşını endişelendirdi. Tabancasını beline koyup,<br />

„bundan sonra tek bir soru sormadan dediklerimi yapacaksın“<br />

dedi kararlı bir ses tonuyla. Tehdit vardı, Êlo‘yu<br />

ezmiş, dost duygularından çalmıştı bu ses. Êlo‘dan biraz<br />

kısaydı ama yine de uzun sayılırdı. Son dönemlerde fark<br />

etmemişti, arkadaşının; yüzünün sol tarafının burnuna<br />

yakın kısmı seyiriyordu konuşurken.<br />

Çocukluğundan beri cesur biriydi Edê Barê. Bazen onun<br />

gibi biri olmayı düşündüğü bile olmuştu. Arazi davasından<br />

dolayı Buruki aşiretinden adam vurmuş, bir ara kaçağa<br />

düşmüştü. Af çıkınca köye geri dönmüştü. Êlo onda o<br />

zaman da bir değişiklik sezinlemişti ama bu kadar değildi.<br />

Edê Barê‘nin dalgalı siyah saçlarının arasında, alnından<br />

başlayarak arkaya doğru uzayan beyaz bir çizgi vardı. Geniş<br />

omuzlu, kaba görünüşlü biriydi. Gözleri kalın kaşlarının<br />

altında zor görülüyor, kısık bakıyorlardı. Köstekli, mine<br />

kaplı, üzerinde bilinmez hangi padişahın turası bulunan<br />

gümüş saatini siyah deri yeleğinin cebinden çıkarıp kurdu,<br />

kapağını açıp baktıktan sonra, „acele etmeliyiz“ dedi.<br />

Tepeden inerek çıkınlarını alıp kuşaklarına bağlayarak<br />

alttan dereye yöneldiler.<br />

35


36<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Edê Barê, Êlo‘ya „hemen şurada bir mağara var. Seni<br />

orada bırakacağım. İki saate kadar gelmezsem aynı yoldan<br />

geri dön. Ne diyorsam onu yap. Delilik etme. Ben ne<br />

dediğimi, ne yapacağımı iyi biliyorum. Sorana beni kaybettiğini,<br />

nerede olduğumu bilmediğini söylersin“ dedi. Nasıl<br />

olur demeye kalmadan „güven bana. Senden bana güvenmeni<br />

istiyorum“ demişti Edê anlamlı, saygılı bir biçimde.<br />

Êlo tamam der gibi başını salladı. Edê cep saatini çıkarıp<br />

ona vererek hızla uzaklaştı tepenin altındaki dönemece<br />

doğru. Êlo ne yapması, ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu,<br />

bilemiyordu. Hemen şimdi de gidebilirdi, ama<br />

yapmadı. Ceketini çıkarıp yastık gibi yaparak kuru toprağın<br />

üzerine uzandı. Yorgundu, dinlenmesi iyi olurdu. Bir de<br />

merak ediyordu. Nasıl etmesindi ki. Mağara dışarıya göre<br />

daha serindi. Bir örümcek girişin kenarına ördüğü ağına<br />

düşürdüğü bir sineği seri çabuklukla sarmalıyordu. Dışarıdan<br />

vuran ışığın parlattığı ağın üzerinde paketlenmiş başka<br />

kurbanlar da vardı. Göğün neredeyse tavanına değecek<br />

yükseklikte uçan kartal çığlıkları geliyordu kulağına.<br />

Önce köpek havlamaları duyuldu. Ardından iki el silâh<br />

sesi yankılandı. Derken üç-beş. Ortalık sessizliğe büründü<br />

birden. Êlo yerinden sıçrayarak ufacık inde fır döndü. Artık<br />

düşünemiyordu bile. Ağzı kurumuştu, tâ boğazına kadar.<br />

Elleri, vücudu titriyordu. Neden sonra, Edê Barê‘nin „Êlo!“<br />

diye kükreyen sesini duyunca dışarıya fırladı. Hangi yöne<br />

gideceğini şaşırdı. „Êlo, Êloo!“. Hemen sesi takip etti. Tepeyi<br />

döndü, Edê Barê bir eşeğin yularından çekerek önüne<br />

kattığı sürüyü kendisine doğru getiriyordu. Şimdi anlamaya<br />

başlamıştı. Yaşadıklarına, gördüklerine inanamıyordu.<br />

„İşte seni bunun için getirdim Êlo“ dedi yorgun<br />

ve bezgin bir sesle. „Kaç gün süreceğini Allah bilir. Sınırın<br />

neresinden geçeceğimizi uygun bir zamanda hesaplarız.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Buraları iyi bilirim. Belki de Gridağ‘ın oradan Digor mıntıkasını<br />

tutturup bizim köye varırız. Ama önce buradan olabildiğince<br />

uzaklaşmamız gerekiyor.“ Çobanın hemen<br />

hemen bütün erzağını olabildiğince eşeğe yüklemişti.<br />

Battaniye, çoban keçesi, yiyecek,tüfek gibi şeyler vardı.<br />

Artık karanlık basmıştı. Saatler sonra verdikleri bir mola<br />

sırasında, Edê Barê, Bazit‘ten girdikleri sınır boyunu takip<br />

ederek Gridağ eteklerine doğru gittiklerini tekrarlamıştı.<br />

Kaçakçılık yıllarında sık olarak kullandıkları bir bölge vardı.<br />

İran Pastar‘ları burada seyare 6 gezmez, Türk askerleri ise<br />

çok uzak aralıklarla ve belli zamanlarda seyare gezerlerdi.<br />

Buralarda kaçakçılık yapıldığını bilir, ses çıkarmazlardı.<br />

Bazen iki tarafın Kürt kaçakçılarıyla anlaşmalı çalıştıkları<br />

da olurdu. Kaçakçılara Acem halıları, Kermanşah‘tan tütün<br />

gibi siparişler dahi verdikleri olmuştur. İran askerleri ise<br />

meşhur Şemdinli tütününden mutlaka tembih ederlerdi.<br />

Edê Barê anlatıyor, arkadaşından ise çıt çıkmıyordu. Birden<br />

değişen, bambaşka bir dünyadan gelen bir sesle, „bak Êlo.<br />

Hatırlıyor musun bilmem ama ben iyi hatırlıyorum. Çocukken<br />

seninle aç kaldığımız çok olurdu. Öyle anlarda<br />

konuşurken, eğer büyüyüp de çocuklarımız olursa kadınımızın<br />

çeyiz sandığına bisküvi doldurup acıktıklarında<br />

çocuklarımıza gidin istediğiniz kadar yiyin diyecektik...“<br />

dedikten sonra, anlatmaya boğuk bir kahkahayla ara<br />

vermişti.<br />

Yaktıkları ateş bazen parlıyor, Edê Barê‘nin yüzünü aydınlatıyordu.<br />

Gören öyle zannetsin diye çobanın keçesini<br />

giymiş, başını bir poşiyle sarmıştı. Êlo o konuşurken<br />

elindeki değnekle rastgele çizdiği toprağa bakıyordu. Yemek<br />

için kestikleri koyunun ateşe düşen bir parça kıllı derisi<br />

mide bulandırıcı bir kokuya sebep olmuştu. Zaman zaman<br />

37


38<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

havaya yükselen kıvılcımlar dönüp giderek karanlıkta<br />

kayboluyorlardı. Gece kelebekleri uçuşuyordu alevlerin<br />

etrafında. Bir tanesi ateşe düşüp yandı. Aslında kaybettiği<br />

onca enerji olmasaydı, Êlo‘nun haram etten yemeye niyeti<br />

yoktu. Allahından af dileyerek boğazından aşağıya yollamıştı<br />

lokmaları. Uzaklardan çakal ulumaları geliyordu.<br />

Çevredeki vahşi hayvanları korkutmak için arada bir tüfek<br />

atışları yapıyorlardı. Nöbetleşe yatıyor, sürüyü hep arkası<br />

kapalı yamaçlarda durduruyorlardı.<br />

Ateşten aldığı bir korla henüz biten sıgarasının yerine<br />

yenisini yakan Edê, anlatmaya devam ediyordu: „Şimdi<br />

öyle mi? Hani sandık dolusu vaadler. Bazen çocuklarımın<br />

yüzüne bakamıyorum, anlıyor musun? Geçen sene herkese<br />

rahmet yağarken benim tarlama yumruk büyüklüğünde<br />

dolu yağdı. Senin durumun da pek iç açıcı değil. Zengin<br />

kardeşlerinin sana ne kadar faydası var Êlo, söyler misin?<br />

Seni kardeşten bile saymıyorlar yeri geldiğinde. Ne verdiler<br />

sana onca zenginlikten? Yok. Kimsenin kimseye faydası yok.<br />

Beni anlayacağını düşündüğüm tek arkadaşım sensin ama<br />

sen sessizliğe gömülmüş beni cezalandırıyorsun. Tövbe,<br />

tövbe, Allah‘ın haksızlık yaptığı bir yerde, ben bir sürüyü<br />

çalmışım çok mu, ha çok mu? Söyle! Söyle Êlo, çok mu?<br />

Hepimize Müslümanlığınla illallah dedirttin de ne oldu.<br />

Seni arkandan kollamaktan dillimde tüy bitti. Çocuklarının,<br />

o zavallı karının da durumu aynı. Nerede hak, nerede<br />

hukuk? Ne biçim bir dünya bu ha ne biçim bir dünya. Bu<br />

sürünün sahibi ne kadar zengin biliyor musun? Bilemezsin<br />

tabî. Nereden bileceksin adamın ne menem hınzır olduğunu.<br />

Kaçaktayken bizlere para verip işine gelmeyeni ortadan<br />

kaldırtırdı. Bırak koca Acemistanı, politika Romê 7 ile<br />

bile işini yürütürdü. Elinden çekmeyen Kürt, Acem, Azeri,<br />

hattâ aynı kanı taşıyan akrabaları dahi kalmamıştır. On iki


Gâvur Êlo<br />

<br />

kadınından otuz beş çocuğu var adamın. Yaşı da doksan.<br />

Buna mı acıyacağım, kendime mi ha...“ Sesi adeta yalvarıyordu.<br />

Êlo ancak „çobana ne yaptın?“ diyebildi. „Korkma.<br />

Bağladım sadece. Buranın çobanları bazen aylarca otlaklarda<br />

kalırlar. Ben kaçakken de buralara uğrardım. Bu beni<br />

tanımazdı. Yanına daha evvel hiç uğramamıştın, ama<br />

biliyordum. Hakkında malumatım vardı. Dağdayken en iyi<br />

ahbaplarımız çobanlardı. Köpekler önce biraz huysuzlandı<br />

çoban onları yatıştırana kadar. Ben fazla uzatmadan<br />

çobana silâh çekince korkmuştu. Tam bağlayacağım zaman<br />

köpekler hırlayarak üzerime geldi. Ateş etmek zorunda<br />

kaldım. Onu bulduklarında biz sınırı çoktan geçmiş olacağız.“<br />

Êlo‘nun inanmaktan başka çaresi yoktu. Acıyarak;<br />

ne yer, ne içer, kurda-kuşa yem olmaz mı gariban diye<br />

içinden geçirdi. Olan olmuştu. Uyuma sırası ondaydı.<br />

Battaniye ye sarılarak, farkında olmadan küçükken yaptığı<br />

gibi iki dizini de göğüsüne doğru çekerek, öylece uyudu.<br />

Türkler’in „Ağrı“ dedikleri Kürtçe’deki „Agrî“den gelir.<br />

Ağrı’ya, Ermeniler „Masis“, Farslar Kûh-i Nûh, Asuri-<br />

Süryaniler „Uruat-ru“, Araplar „Cebel-el Haris“, mukaddes<br />

kitaplardan Tevrat’da ise Ararat olarak geçer. „Agîr“ın Kürtçe<br />

karşılığı “ateş“tir. Agrî ise, ateşli anlamında kullanılmış. Agrî<br />

sönmüş volkanik bir dağ olduğundan, bu ismi vermişler.<br />

Cıvar köydeki insanlar ise Gridağ diye bilirler burayı.<br />

Muhteşem görünümlü dağın çevresinde, sönmüş lavların<br />

meydana getirdiği ilginç, girintilı çıkıntılı bir zemin vardı.<br />

Bazı yerler demir dökülmüş gibiydi. Lavlar neredeyse ta<br />

İshak Paşa Sarayı‘nın oralara kadar püskürmüş zamanında.<br />

Kimbilir içinde ne gizler saklıyor; gelecek için ne acılı<br />

planlar yapıyordu bu suskun canavar. İçindeki kini kusmaya<br />

görsün; ateşli diliyle çevresini birçırpıda yalar, külüyle<br />

ovaları yutardı. Hani tepesine çıksan, biraz ötesinde uza-<br />

39


40<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

nan Van Gölü‘nün ardındaki kardeş Süphan Dağı‘na, Xecê<br />

ile Siyabent‘ın kederli mezarına el sallardın. Dev gibi,<br />

insana küçüklük duygusu veren heybetli bir dağdı. Bundan<br />

olsa gerek, halk arasında dağla ilgili türlü efsaneler var. Nuh<br />

efsanesi bunların içinde en mistiğidir. Dağ İran-Nahçivan<br />

ve Ermenistan sınırlarına yakındır. Yukarıya doğru çıkıldığında<br />

ayrılıp iki tepe hâline gelir. Onun için Büyük ve<br />

Küçük Ağrı olarak bilinir. Büyük Ağrı‘nın tepesi, hemen hiç<br />

dumandanz kurtulmaz. Dağın üst tarafları, artık ağaç<br />

yetişemeyecek yüksekliğinden ötesi hep karlıdır. Geniş<br />

eteklerdeki ardıç ağaçları seyrektir. Yüzlerce çeşitte bitki<br />

örtüsüne sahip dağ, renga renk görülür çoğu mevsimlerde.<br />

Êlo yükseklere çıktıklarında bu yüce dağın zirvesini<br />

gördükçe rahatdı. Onlar yaklaştıkça dağ uzaklaşıyor gibi<br />

görülse de, giderek yakınlaşıyorlardı. Bir sabah Türkiye<br />

sınırını geçtiler. Dağın her tarafından kar suları akıyordu<br />

aşağılara doğru. Arklar, kanallar yapmışlardı kendilerine<br />

deli sular. Su birikintilerine vuran güneş gözlerini kamaştırıyordu.<br />

Gelyê Çêlekan 8 tarafından koyunları yayarak aşağıya,<br />

sürüyle birlikte geniş ovaya doğru indiler. Dağın<br />

eteklerindeki Ağrı sakinleri Gelyê Çêlekan‘daki mağaralarda<br />

hayvan besiciliği yapıyorlardı. Görenler koca sürüyü<br />

önüne katmış bu iki garip adama el sallıyorlardı. Onlar ise<br />

yolculuk boyunca olduğu gibi kimseciklerle sohbet etmemeye<br />

çalışıyor, meraklı ya da değil, sorulara kısa, kestirme<br />

cevaplar veriyorlardı. Şimdi Ağrı eteklerinde ovayı ip gibi<br />

kesen ince, uzun yolun kenarındaydılar. Bu yol asırlarca<br />

üzerinden geçen kervanların sırlarını paylaşmış, yolcularını<br />

bilinmez nereden Iğdır, Ağrı, Doğu Beyazıt, Van, Tatvan,<br />

Bitlis, Batman, Diyarbakır ve Urfa‘dan geçirerek almış<br />

ecnebi devletlere kadar götürmüş. Çevresinde kurulan<br />

tarihi kentlerin onurunu taşıyan bir efendi, bilmeyenlerin


Gâvur Êlo<br />

<br />

cahil sayıldığı bir uygarlığın dilsiz tarihi olmuştu. Edê Barê<br />

zoraki suç ortağıyla yolun kenarına geldiklerinde diz çöküp<br />

toprağı öptü. Artık bu yol civarını takip ederek, burunlarında<br />

mis gibi tüten eşlerine, çocuklarına, köylerine<br />

döneceklerdi. Edê, “artık bizi kimse tutamaz” dedi Êlo‘ya,<br />

zafer ilân eden bir edayla.<br />

Iğdır ovası sıcak ve bol ağaçlarıyla karşıladı yolcularını.<br />

Oradan Tuzluca‘ya yöneldiler. Bölgenin tuz ihtiyacı buradan<br />

sağlanırdı. Yerleşim bölgesini terk etmek üzereyken,<br />

Digor yönünün sağında tuz alınarak oluşmuş mağaraların<br />

gizemli görüntüsüyle karşılaşırsınız. Bu tepenin tam<br />

sağında, aşağıda Celâlî aşiretinin yerleşmiş olduğu mahalle<br />

yer alıyordu. Mahallenin otantik yapısı, toprak evleri, tarihi<br />

artıklarıyla karışık yapısı hem bir köy, hem de bir kalıntı<br />

görüntüsü veriyordu. Evlerin tümü, sabah güneşinden faydalanmak<br />

için doğuya dönüktü. Yıkılmamış, henüz ayakta<br />

duran görkemli bir tarihi kapının aynı nitelikteki ahşap<br />

kanatları geçmişin ipuclarını verircesine dikilmişti perişan<br />

bir evin önüne. Aşiret çocukları kapının önünde çelikçomak<br />

oynuyorlardı. Çevrenin buraya gösterdiği aşırı saygı,<br />

aşiretin heybetinden kaynaklanıyordu. Görenler sürü<br />

sahiplerine “aman burada kimseye bulaşmayın!” diye tembih<br />

ediyorlardı. Tuzluca tümüyle sırtını Kürtlerin Keskin<br />

anlamına gelen “Tujo” dedikleri dağa yaslamıştı. Dağ bıçak<br />

sırtı gibi zirvesiyle süslemişti çevresini. Sürü sanki bir<br />

tablonun tamamlanması için geçiyordu oradan.<br />

Tuzluca‘nın çıkışında toprağın rengi daha da kızıla<br />

dönüşüyordu. Güneş, rüzgâr ve doğal hareketlerin meydana<br />

getirdiği ucu sivri kızıl, yüksekçe tümseklerden arazi,<br />

büyülü bir yere çevirmişti etrafını. Tepelerden sonra Erez<br />

nehirinin üzerindeki köprüden geçtiler. Edê nehirin diğer<br />

41


42<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

yakasındaki evleri göstererek “Êlo bak şurası bir Ermeni<br />

köyüdür” dediğinde, arkadaşı ilgisiz gibi bakarak omuzunu<br />

silkti. Edê fazla üstelemedi. Nehir sakin, dertli görünümüyle<br />

durmadan akarak aynı zamanda sınır ödevini yerine<br />

getiriyordu. Karşılarında her tarafı adeta taş serpiştirilmiş<br />

bir yokuş duruyordu. Taşların her biri sanki bir heykeltıraşın<br />

elinden çıkmış gibi ayrı görünümlere sahipti. Êlo<br />

hayretle inceliyordu bu çiçek, patlamış mısır gibi şekillere<br />

sahip taşları. Renkleri paslı demirlere benziyordu. Güneş<br />

görmeyen taraflardaki yeşilimsi görünüm ise başka, hoş bir<br />

renge büründürüyordu taş tarlasını. Burayı çıkmadan<br />

sürüyü nehirin etrafındaki küçük düzde biraz daha otlatmaya<br />

karar verdiler. Akşam serinliğinde tırmanarak artık<br />

yarısını çoktan aştıkları yollarına devam ettiler. Geriye<br />

dönüp tepeden baktıklarında, Erez‘in çağlayıp geçtiği,<br />

Tujo‘nun efendisi gibi dikildiği küçük Tuzluca ovası taa<br />

Ermenistan‘a kadar ayaklarının altında bir ruya gibi uzanıyordu.<br />

Hele usluca Tujo‘nun ardına kayıp saklanan güneşin<br />

ışınları sarhoş ediyordu seyrine dalanları. İki arkadaşta bu<br />

manzara karşısında farkına varmadan, aynı anda derin bir<br />

iç çektiler. Temiz havayı kirleterek dışarıya salan nefesleri<br />

sanki bir ağızdan çıkmıştı.<br />

Ertesi gün Harabe Digor‘un cıvarına geldiklerinde Êlo<br />

arkadaşına sollarındaki çukurda bulunan Digor‘a inmelerini<br />

teklif etti. Amacı çokça sözü edilen Beş Kilise‘yi<br />

görmekti. Edê anlamıştı. “Tamam” dedi. “Yalnız elimizi<br />

çabuk tutalım”. Harabe Digor‘un karşı tarafındaki Digor‘un<br />

çukuruna inerek, inişin bitimindeki küçük nehrin sağından<br />

Beş Kilise‘ye doğru yol aldılar. Bu dere yüz yıllardır akarak<br />

yumşak yerleri oyup aşağılara kadar inmişti. Sözü edilen<br />

kiliseler, nehirin kenarlarında oluşturduğu yaklaşık iki<br />

kilometrelik geniş düzlükten sonra yükselmeye başlayan


Gâvur Êlo<br />

<br />

görkemli uçurumların üzerindeydi. Beş kiliseden yalnızca<br />

birisi ayaktaydı. Diğer üçünden iz yokken, birisinin ise yanlızca<br />

bazı taşları vardı. Burada karşılaştıkları başka bir<br />

çoban “geçenlerde Ermenistan‘dan bir hacı geldi buraya.<br />

Nerede diğer kiliseler diye ağlayarak diz çöktü yere” diye<br />

anlatınca Êlo‘nun da içi bir tuhaf oldu. Bu kültürü tanımamasına<br />

rağmen garip bir yakınlık duyuyor, yapının<br />

etkisi camininkinden apayrı güzel, buruk bir his yaratıyordu<br />

kanında. Kilisenin sivri tepesinin bittiği yerde<br />

yuvarlak yapıyı saran yirmi santim eninde bir kabartma<br />

desen vardı. Oradaki çoban kulaktan dolma bilgisiyle kocaman,<br />

kirli sarıya çalan güzel taşları göstererek “bunlar<br />

develerle Ani‘den getirilmiş” diye anlatmaya çalışıyordu bu<br />

getirilmesi imkânsız gibi görülen kaya yavrularını. Hepsi<br />

de peynir gibi kesilmiş, akıl ermez bir düzgünlükle örülmüştü.<br />

Yazılar kâğıt üstünde gibi yazılmış, duvarın doğu<br />

cephesine oyularak dizilmişti. Kilise Doğuda yükselen<br />

heybetli bir dağ yavrusuna yaslanmış, Batısında ise nehirin<br />

oluşturduğu baş dönderen uçurumu göğüslemişti. Eskiden<br />

su alındığı belli olan bir çükür kiliseye ait diğer bölümlerden<br />

yıkılmış taşlarla doldurulmuştu. Avluya dair tek başına<br />

kalmış güzel küşük taş kapının kenarları ise zamana direnemeyecek<br />

bir zayıflıkla yaşamaya çalışıyordu. Yine üzerinde<br />

çeşitli şekil ve işaretlerin olduğu onlarca yapı taşı her tarafa<br />

serpilmiş, çoğu kırılmıştı. Kilisenin muhtelif yerlerinde<br />

oluşan çatlaklar, buranın da pek direnemeyeceğini söylüyordu.<br />

Aşağıda, uçurumun bittiği yerde doğal, sıcak bir<br />

kaynağın çıktığı yere buranın çobanları “çermik” diyordu.<br />

Çermiğin çıktığı yerin önü mevsimin aksine yemyeşildi.<br />

Her şeye rağmen, kilise ve çevresi görülmeye değer muhteşem<br />

bir mekândı. Êlo “hadi gidelim dedi” arkadaşına<br />

birden çok anlama gelebilecek bir ses tonuyla. Artık bir<br />

atımlık yer sayılırdı köylerine kalan mesafe. Tam yirmi iki<br />

43


44<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

gün çekti sürüyü köye getirmeleri. Onlar için bundan ötesi<br />

yoktu. İkisi de tükenmişti yorgunluktan. Yüzleri toz toprak<br />

içinde kalmış, havasız lastik ayakkabılardaki parmakların<br />

derisi yüzülmüştü. Harmanların oralarda, rüzgârın<br />

çıkarttığı hortum geçtiği yerleri silip süpürüyordu. Anneler<br />

küçük çocuklarını yerden yukarıya huni gibi dönerek<br />

yükselen beladan korumak için güvenceye, evlerin içine<br />

götürüyorlardı telâşla. Köylüler bu hortuma “Ejder” derlerdi.<br />

Onlara göre tavuklarını, kazlarını, çocuklarını, önüne<br />

gelen ne varsa çalan canlı bir varlıktı. Kuyruğu yerde, başı<br />

gökte olan Ejder ile ilgili sayısız kötü hikâye anlatılırdı.<br />

Ejder‘in zincirlerle bağlanmış göklerdeki başı bir meleğin<br />

elindeydi. Allah‘tan bu melek güç de olsa onu zaptedebiliyordu.<br />

Hava yağmura gebeydi. Şimşek yüklü bulutlar<br />

yere değecek kadar alçalmışlardı. Göğün biryerleri<br />

durmadan yanıp sönüyor, ard arda gübürtüyle patlıyordu.<br />

Ziyaretin tepesi sisten görülemiyordu. Tepenin eteklerindeki<br />

Sıngırdon‘un evinin damındaki toprak uçuşup duruyordu.<br />

Rüzgâr nefes almayı dahi zorlaştırıyordu. Yerden<br />

kalkan toz diken gibi batıyor, kamçı gibi çarpıyordu. Sürüyü<br />

gören köylü yine de meraklarına yenilmiş, her şeye rağmen<br />

zaten endişeyle bekledikleri bu iki insana bakıyorlardı.<br />

Êlo‘nun oğulları da geldi. Sürüyü hep birlikte Edê Barê‘nin<br />

küçük gomuna 9 götürdüler. Sığmayınca kalanlar geçici<br />

olarak Êlo‘nun gomuna götürüldü.<br />

Edê‘nin evinde toplandılar. Yer olmadığından dışarda<br />

beklemek zorunda kalanlar vardı. Köyün ileri gelenlerinden<br />

Heci Xoce, muhtar ve yaşlılar misafir odasının en üst<br />

kısmında yerlerini aldılar. Edê Barê biricik büyük oğluna<br />

sürüden iki koyunun kesilmesini emretti. Çaylar geldi.<br />

Ardından erkekler sofrayı kurdular. Edê sürüyü nasıl köye<br />

kadar getirdiklerini anlatıyordu bu sırada. Kaç defa kurt-


Gâvur Êlo<br />

<br />

larla burun buruna gelmişlerdi. Bir keresinde de neredeyse<br />

bir uçurumdan yuvarlanacaklardı. Nasıl da didinmiş, keçi<br />

yollarından aşağılara kadar inmişlerdi. Hele koca kartalın<br />

kuzuyu havalandırmaya çalışması görülmeye değerdi doğrusu.<br />

Bir atışta indirmişti feleksizi. Anlata anlata bitiremiyordu.<br />

Ama kimin olduğunu henüz söylememişti. Nerden<br />

çıkmıştı bu sürü? Neden buradaydı? Êlo ise anlattıklarını<br />

sesizce dinliyordu. Heci Xoce dayanamayarak, “Peki kimin<br />

bunlar? Sende ne arıyor?” diye bütün cemaata tercüman<br />

oldu. Hizmet edenler de dahil, herkes olduğu yerde çakıldı<br />

kaldı. Pür dikkat kesildı oda. Edê Barê cemaatın alt taraflarında<br />

sardığı cıgarasını dilinin ucuyla yalayıp, kâğıdını<br />

yapıştırmaya çalışan Êlo‘ya baktı. Hiç acelesi yoktu. “Sen<br />

anlat” dedi gözlerindeki şeytanî bir pırıltıyla arkadaşını kast<br />

ederek. Êlo başını oynatmadan buruşuk alnını kaldırarak<br />

yukarıya doğru bakıp şaşırdı. Bir an kendisini suçüstü<br />

yakalanmış gibi hisetti. Edê Barê zeki bir manevrayla, “Hayır,<br />

hayır! Bırak ben anlatayım” dedi. Êlo rahatlamıştı. Tuhaf<br />

bir rahatlıktı bu. Geçici, aldatıcı bir rahatlık. Arkadaşının<br />

ses tonu Heci Xoce‘nin camide vaaz veren derin, anlamlı<br />

sesine dönüşmüştü. Bu seste hiç bir günah, vebal, zaval<br />

yoktu. Su gibi temiz, nur gibi akıcıydı. Gittiklerinden beri<br />

haylı uzamış, artık ömrünün sonuna kadar kesmeyeceği<br />

sakalını yukardan aşağıya sıvazlayarak, salavat getirdi.<br />

“Biliyorsunuz; Êlo ile akrabalarımı görmeye gitmiştik. Êlo<br />

can ciğer arkadaşımdır. Oğluma bir kız bakacak, aynı<br />

zamanda kızı gösterip ona da danışacaktım. Ailesinin ne<br />

kadar Müslüman olduğunu görüp bana hak verecekti.<br />

Onlar da Êlo‘nun ne ehli-müslim olduklarını bilir, tâ<br />

oralarda sayar, severlerdi.” Êlo‘nun yüreği hop yukarı, hop<br />

aşağı neredeyse yerinden fırlayacaktı. Ne anlatmaya, yine<br />

ne tezgâh kurmaya çalışıyordu bu zalim.<br />

45


46<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Edê devam ediyordu “Gittiğimiz yere direkt vesait ulaşamazdı.<br />

Dağlık, engebelik olduğu için, at ya da katırlarımız<br />

olmadığından yürümek zorundaydık. Mola vermiştik bir<br />

kayalığın dibinde. Êlo namazını kılıp uzanmıştı. Ben de<br />

derede abdest alarak büyük bir kayanın dibinde namazımı<br />

kılmaya başladım. Kaya tam kıblenin olduğu taraftaydı. Bu<br />

yüzden yönüm ona dönük namazımı kılmaya başladım.<br />

İşte ne olduysa o anda oldu...” Edê düşünceli bir halde<br />

sustu. Cemaatten birkaç ses birden “ne olduu?!” diye inledi.<br />

Edê memnuniyetle devam etti; “Kaya yerinden oynayıp bir<br />

kapı gibi açılmaya başladı. Koskoca kaya açılmaya başladı!..”<br />

Heci Xoce “fe süphan Allah! Anlat anlat ey Allah‘ın<br />

sevdiği kulu!” diye haykırdı iman dolu bir nefesle. Sanki<br />

ömrü boyu beklediği mucize nihayet belirmişti. Yıllardır<br />

demez miydi; Allah kerametlerini ancak çok güvendiği<br />

seçkin kullarına gösterir diye. Cemaatın üst taraflarından<br />

başlayarak dışarıya kadar, “o namaz kılarken koskoca kaya<br />

kapı gibi açılmış! Ardından da nur gibi bir ışık saçmış!” gibi<br />

derin manalarla dolu bir fısıltı yalayıp geçti ahaliyi. Êlo<br />

neredeyse küçük dilini yutacaktı duydukları karşısında.<br />

Edê, “Sonra... Sonra kayanın ardından bugün görmüş<br />

olduğunuz koyunlar çıkmaya başladı tek tek. Şaşırdım.<br />

Ama namazıma ara vermedim. Ben bitirene kadar epeyce<br />

çıkmıştı. Namazı bitirdikten sonra saymaya başladım; bir,<br />

iki, yüz, ikiyüz... Derken inanamıyordum gördüklerime.<br />

Eeey büyük yaradan, sen büyüksün ya-Rab‘im, maşallah,<br />

maşallah der demez, tam eşekten sonra çobanla köpekler<br />

de çıkacaktı ki, kapı gürültüyle tekrar kapandı.” Kalabalık<br />

hep birden “Nazardan. Nazardan!” diye çınladı. “Êlo ile<br />

benim gözlerim önünde yok olup gitti koca kaya. Sanki hiç<br />

olmamıştı. Bir fırtına çıkıp bizi fırıldak gibi dönderdi.<br />

Gözümüzü açınca sürüyle birlikte Gridağ‘ın ulu yamaçlarındaydık”.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Köylü gerisini biliyordu. Herkes Êlo‘ya baka kalmıştı. O<br />

hakikatten sapmaz, harama el uzatmaz, dünya malına göz<br />

koymazdı. Êlo kendisini küçülmüş, tespih tanesi gibi<br />

ufalmış hissediyordu. Ne yapacaktı. Söz vermişti. Sözünden<br />

dönemezdi. Başını kaldırmadan sallayarak “he” diye<br />

tısladı. Heci Xoce Edê Barê‘nin ayaklarına “ey Allah‘ın<br />

sevdiği kulu, mübarek adam!” diye iman dolu bir törenle<br />

kapandı. Bütün oda onu takip etti. Edê Barê neredeyse<br />

havasızlıktan boğulacaktı. İki karısı dört kızı da boşuna<br />

kendilerine yer açıp ona ulaşmaya çalıştı. Haber yıldırım<br />

gibi köye yayıldı: “Duydunuz mu, duydunuz mu? Êlo‘da<br />

yanındaymış. Gözleriyle görmüş. Melekler Edê Barê‘yi<br />

namaz kıldığı yerden almış bir kayanın dibine götürmüşler.<br />

Kayayı açıp istediğin kadar koyun al kendine. Git biraz rahat<br />

et, sen Allah‘ın muteber kulusun demişler! Ayaklarına ilk<br />

olarak Heci Xoce kapanmış ermişin!” Edê Barê daha sonra<br />

Êlo‘ya birkaç koyun teklif ettiyse de, o bunlara tenasül<br />

etmedi. Zaten yaşamından yeterince taviz vermiş sayıyordu<br />

kendini. Allahından bulsundu şu Edê. Nasıl olsa en<br />

sonunda Allah‘ın eline düşmeyecek miydi. Hak‘kın<br />

huzurunda hakikati bir bir anlatmaz mıydı o zaman. Allah<br />

nasıl olsa haklıyı haksızı bilir, inşallah onu affederdi. Zaten<br />

bu saatten sonra birisine anlatsa dahi inanan olmazdı.<br />

Êlo’nun tek derdi haca gitmekti. Koca köyde haca tek<br />

giden bir Heci Xoce vardı. Ona da köylü yardım etmiş, öyle<br />

göndermişti. Civar köylerde haca giden tek-tük insanlar<br />

ağızdan ağıza bir başka saygıyla dolaşırlardı. Hacılar<br />

hürmetle anılırdı cümlede. Êlo haca gitmeliydi. Şu köye ne<br />

Müslüman olduğunu esas o zaman gösterecekti. Ama bu<br />

kolay mıydı. Onca zorluk, onca geçim sıkıntısına karşın üç<br />

oğlu üç ağızdan he diyorlardı. Sonra üç kız da baş sallayarak<br />

onay vermişlerdi. Gevrê, onca çile çekmiş eşi, bazen hem<br />

47


48<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

anası hem avradı, çocukluğunda kaybettiği ten kokusunu<br />

döşünde soluyarak tiryakisi olduğu biricik karısı bile he<br />

diyordu. Êlo bir türlü mantık erdiremiyordu hem ailesinin<br />

hem de kendisinin bu güçlü isteğine. Zaten bu yaptığı akıl<br />

kârı değildi. Onlar he dese bile durumu biliyor, aslında<br />

gitmek istemiyordu. Ama gitmeliydi. Bir ses, bir his, bir<br />

nefes ona durmadan git, git, git diyordu. Bir de, bir gün<br />

rüyasında bütün köylü peşine takılmış, “Eloê Fılle, Eloê<br />

Fılle” diye bağırıyorlardı. Emerê Sılıngê‘nin elinde ucundan<br />

kan damlayan kocaman bir tırpan 10 vardı. En önlerinde<br />

ise durmadan ayetlerden misal verip yırttığı kuran sayfalarını<br />

yüzüne fırlatan köyün saygın imamı Heci Xoce vardı.<br />

Onların ellerinden kurtulmaya çalışan zavallı Êlo ter<br />

içerisinde uykusundan sıçramış, herkesi telâşla uyandırarak<br />

haca gideceğini açıklamıştı mutlak bir kararlılıkla.<br />

Aile bayram etti. Elde avuçta, çıkında, tarlada, kümeste<br />

ahırda ne varsa döküldü. Bütün köylü, cümle kâinat duydu;<br />

“vay be ne adam bu Êlo. Ne dindar!”.


iKiNCi BÖLÜM<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

<br />

49


50<br />

Gâvur Êlo


Gâvur Êlo<br />

<br />

Vezınköy‘ün arazileri devletin hazine malıydı. Tapulu<br />

olanlar yok denecek kadar azdı. Êlo‘nun kardeşi Mehemet<br />

muhtarlığı zamanında üç-beş tarlasını tapulatmıştı. Daha<br />

sonra Mehemed‘in küçüğü Edo da muhtar seçilmiş ve<br />

tarlalarından yarısını tapulatmıştı. Köy güney-batıdan<br />

Kars‘la birleşiyordu. Güneyinde ise Xelefoğlu ile Taşko<br />

köyleri var. Digor‘la kesişen kuzey-batıda ise devlet, Kürtler’in<br />

kendi aralarında dalga geçerek, “dinlenme tesisleri”<br />

dediği büyük bir hapishane yaptırmıştı. Digor‘un sınırları<br />

ötesinde Erivan uzanıyordu. Bir de, köylünün nereden<br />

geldiklerini bilmediği, yine delikanlıların yorumlarına göre<br />

köyün civarına devlet tarafından getirilerek Kürtleri Türkleştirmek<br />

maksatıyla yerleştirilmiş bir Laz köyü vardı. Bu<br />

köyle komşu olmalarına komşuydular ama, şimdiye kadar<br />

ne kız alıp vermişler ne de doğru-dürüst komşuluk etmişlerdı.<br />

Aslında kötü insanlar değillerdi. Aralarında kayda<br />

değer hiç bir şey olmamıştı. Köy toprakları çorak ve taşlıydı.<br />

Öyle ki, sık sık bu taşlara takılan kara sabanların çoğu<br />

51


52<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

kırılmaktan kurtulamazdı. Köylü her sene taş çıkartmaktan<br />

bıkmıştı. Çıkan taşlar tarlaların kenarında çeper edilirdi.<br />

Ne köyde ne de çevrede ağaca rastlamak mümkün değildi.<br />

Ağaç yetişmediğinden değil, bilgisizlikten. Arazi sınırlarının<br />

belirsizliği sık sık kavgalara neden olurdu. Köyün geçim<br />

kaynağı hayvancılık ve ekin işlerindendi. Köylü çok didinir,<br />

zor geçinirdi. Neo ailesi geçimi iyi olanlardandı. Êlo içinse<br />

aynı şey söylenemezdi. Altı çocuğu vardı. Kendisine verilen<br />

biraz toprak parçası geçimlerini kıt-kanaat sağlâmaya<br />

ancak yetiyordu. Dört inek, biraz koyun, birkaç at, iki tane<br />

iyi öküzü vardı. Allahtan üç oğlu da çok çalışkandı. Kızları<br />

ise hamarattı. Köyde ilk olarak patates eken Êlo‘ydu. Bostan<br />

işine yabancı olan köylü önce dalga geçmiş, daha sonra da<br />

hak vermişti. Êlo ile çocukları, geceleri tenha olduğundan<br />

köy çeşmesine gider, tarlalarını sulamak için çelik kuşaklı<br />

demir fıçılarla durmadan su taşırlardı. İşler iyi giderse, elde<br />

ettikleri patatesleri sattıkları bile olurdu.<br />

Hac hazırlıkları başlamıştı. Tâ uzaklardan gelip Êlo‘yu<br />

kutladıklarından ev boş kalmıyordu. Bu durum işlerini<br />

aksatsa da aile memnundu. Kentten fazladan şeker, çay<br />

getirilmişti torbalarla. Misafirler iyi ağırlanıyordu. Çingeneler<br />

her sene bu mevsim uğrarlardı köylerine. Kurdukları<br />

çadırlarda kap-kacağı kalaylar, kaplama dişler yapar,<br />

getirdikleri incik-boncuğu el halıları, kilimlerle değiştirir,<br />

fal bakar, türlü işler yaparlardı. Düğünlerde davul ile<br />

zurnayı en iyi onlar çalardı. İşleri bittiğinde çekip giderlerdi.<br />

Êlo‘yu duymuş, evinin dolup taştığını görünce onlardan<br />

birkaçı da uğramıştı. Garip görünürlerdi köylünün gözüne.<br />

Değişik kıyafetleri, müziğe düşkünlükleri, neşeli olmaları,<br />

uzun bacaklı küçük av tazıları esrarengiz davranışları<br />

yadırganmıyor, aksine sempati bile topluyordu. Köyde kaldıkları<br />

sürece avlanırlardı. Köyün bazı çobanları tilki, kurt


Gâvur Êlo<br />

<br />

gibi yaban hayvan-ların kafa kısmı da dahil, derilerine zarar<br />

vermeden ağızdan çıkarma yöntemini bunlardan<br />

öğrenmişti. Êlo köpeklerin hepsini zencirlerle bağlatmıştı<br />

misafirlere saldırmasınlar diye. Köpekler her gelene havlıyor,<br />

kudurmuş gibi zincirlerine asılırlarken ağızlarından<br />

salyalar saçılıyordu. Boyunlarında kurtlar boğmasın diye<br />

özel yaptırılmış demir dikenli Xışteler 11 vardı. O günlerde<br />

bir akrabasını kaybettiği için elbiselerini ters giymiş olan<br />

Gewrê içeri buyur etmişti Çingeneleri. Gevrê yasta olduğundan<br />

kofisini 12 de takmamıştı. Esmer, yaşlı yüzünde bir<br />

hüznün acı ifadesi vardı. Bir de yorgun görülüyordu o gün.<br />

Çingeneler Kürt köylerine sıkça uğradıkları için çoğu<br />

Lazca, Süryanice, Acemce’nin yanı sıra Kürtçe de bilirdi.<br />

“Roja we xêrwe cemaet” 13 diyerek selâmlaşıp oturdular.<br />

Kulaklarında ve burnunda küpe olan bir erkek Çingene oturur<br />

oturmaz, kendilerine çay ikram etmekte olan Êlo‘nun<br />

en büyük kızı Xatun’un elinden tutup falına bakmak<br />

istediğini söyleyince, olayı izleyen küçük kız Sonê ile<br />

ortanca olan Altun kikir kikir gülmeye başladı. Xatun<br />

utanmış, “ne kadar da üzun yaşam çizgin var...” diyen<br />

adamın elinden zorla kurtulmuştu. Bir daha da odaya<br />

girmedi. Bu olay üzerine oradaki herkes gülmeye başladı.<br />

Konuk odası gomlarda döğülmüş renkli işlemeli yünden<br />

yer keçeleriyle kaplanmıştı. Duvarlarında ise Gewrê ile<br />

kızlarının ellerinden çıkmış kilimler vardı. Kilimlerden arta<br />

kalan boş yerlerden birine, ay ışığında altında atlarla güzel<br />

bir kızı kaçıran Arap beyzadelerinin rengârenk parlayan<br />

ipek namazlıklar üzerine işlenmiş resimleri asılıydı.<br />

Diğerinde ise, ikisi su içen diğeri ise ürkmüş gibi etrafına<br />

bakan ceylanlar vardı. İri yapraklı ağaçları olan bir ormanın<br />

derinliklerindeydiler. Yer minderleri büyük çiçekli bezlerden<br />

yapılmıştı. Misafirlerin sırtlarını dayadığı içleri ot<br />

53


54<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

dolu büyük yastıklar da hünerli ellerden çıkmaydı. Büyük<br />

yastıkların üzerine bezle yapılmış küçük kafa yastıklarını<br />

şahê meran 14 dedikleri kadın başlı, yılan gövdeli figürler<br />

süslüyordu. Yer gibi tavanları da tahta olan odanın duvarları<br />

bembeyaz badanalanmıştı. Yeni olan kirecin kokusu, gelen<br />

misafirlere tutulan tütün kolonyasını bastırıyordu. Kalın<br />

tahtalı kapının sağında, büyük bir çeyiz sandığına<br />

dayanmış bir bakır sini duruyordu. Sinideki işle-meler,<br />

örsle çekiç arasında çıktığı belli olan usta işi kabartmalardı.<br />

Göbeğine ise güneşe benzeyen bir motif yerleştirilmişti.<br />

Sandığın üzerinde Êlo‘nun Kürtçe yayınları kaçırmadığı<br />

Erivan Radyosu‘nu dinlemek için büyük külfet-lere<br />

katlanarak alınmış formika kaplı Alman malı bir Nordmende<br />

radyo vardı. Radyonun istasyon aramak için basılıp<br />

kıvrılabilen kocaman beyaz düğmeleri, kenarı kırılmış arka<br />

kapaktan görülen küçük ve büyük boylarda enteresant cam<br />

lambaları bulunuyordu. Êlo‘nun küçük oğlu Hemit daha<br />

çok ufakken radyoyu içinde küçük adamlar var diyerek yere<br />

atmıştı. Allahtan radyo çalışmasını etkilemeyen dış kırıklarla<br />

kurtarılabilmişti elinden. Aletin düğmeleri fosfora<br />

benziyorlardı. Duvar boyunca yan yana dizili gazyağı<br />

lambalarını yakmak için henüz erkendi. Bunlardan birkaçı<br />

geçici olarak komşulardan ödünç alınmıştı. İkinci pencerenin<br />

sağ tarafına, atadan kalma eski bir martini tüfek,<br />

Kuran’ın yanına özenle asılmıştı. Pencerelerin yaklaşık yarım<br />

metre derinliği, oda duvarının ne kadar kalın olduğunu<br />

gösteriyordu. Bu köydeki evlerin duvarları taş, damlarıysa<br />

toprak örtülüydü. Damdaki toprağa mutlaka soba külü<br />

karıştırılırdı. Bu damların üstünde ise günlük işlerde<br />

kullanılan süpürge bitkileri çıkardı. Evin taze gelini, Fevzi‘nin<br />

kadını Qubar ilk çocuğunu doğurmuş olduğundan<br />

evdeki aynaların tümü ortadan kaldırılmıştı. Yoksa aynayla<br />

karşı karşıya gelebilecek çocuğun ağzı, yüzü eğilebilirdi.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Êlo küçük oğlu Hemit‘e misafirlere tütün ikram etmesi<br />

için işaret etti. Diğer oğullarından Zadê o gün bir ineği<br />

satmak için Kars‘taki mal pazarına gitmişti gecenin sabaha<br />

doğru seyreden bir vaktinde. En büyük kardeş olan Fevzi<br />

ise, ekim zamanı yaklaştığından tarladaki taşları temizlemekle<br />

meşguldu. Misafir odasındaki gel-git işlerini henüz<br />

on yaşlarında olan küçük Hemit üstlenmişti. Muş‘tan özel<br />

olarak getirtilen tütün altın sarısındaydı. Hemit kuruması<br />

için tütünü yaydığı küçük tepsiyle sarma kâğıtlarını misafirlerin<br />

önünde gezdirdi. Mısto köyde kamburu olan tek<br />

talihsiz insandı. Odanın dışarıya bakan pencere tarafında<br />

oturmuş, yanındakilerle sohbet ediyordu. Hemit‘in ikram<br />

ettiği tütüne tam uzanmıştı ki, şakacılığıyla bilinen Qadır<br />

dürterek “ayıptır lan. Daha kulağının arkasındakini içmedin<br />

be” diye takıldı. Mısto‘yu hafif bir utanç sardı geçti. Bu<br />

odadakilerin dikkatinden kaçmadı. Şakacı gülüşmelere yol<br />

açtı. Êlo “rahat bırakın çocuğu” dedi. Qadır “Allah aşkına<br />

Heci, gittiğinde bolca dua et de belki bu adamın kamburu<br />

yok olur” diye takılmaya devam etti. Köylü artık Êlo‘ya şimdiden<br />

hacı demeye başlamıştı. Yine gülüşmeler olunca<br />

Eminê Huso‘nun oğlu Qadır biraz da şımarıklığa kaçan<br />

tavrını sürdürmeye devam etti. Bu zaten konuları çoktan<br />

tükenmiş cemaatin hoşuna gidiyordu. Böylesi günlerde,<br />

toplantılarda birinin harcanması olağandı. Kefen bugün<br />

Mısto‘ya biçilmişti. Edê Barê Êlo‘nun yanında, üst tarafta<br />

oturuyordu. Şimdi iyice uzanmış siyah sakallarında da<br />

ortaya çıkan beyaz çizgi, saçlarındakiyle aynı hizadaydı.<br />

Êlo‘nun kulağına doğru eğilerek, yavaş bir sesle “şimdi<br />

seyret olacakları. Qadır kolay bırakmaz yakasını Mısto‘nun<br />

artık” dedi.<br />

Aralarındaki sohpetin odanın malına dönüştüğünü fark<br />

eden Mısto, bu tür şakalara alışık olduğundan, ilgi odağına<br />

55


56<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

dönüşmesi rahatını bozmayacaktı. Köşeli şapkası yana<br />

kaymış, güneş yanığı yüzünde bir çocuk saflığı sezinleniyordu.<br />

Hafif bir tebessümle dinliyordu kendisiyle ilgili<br />

lakırdıları. Yamalı pantolonunu sergileyen bacağını geriye<br />

çekerek, saldırı karşısında savunmaya geçer gibi toparlanıp<br />

bağdaş kurdu. Kulağındaki kıllar da dışarıya fırlamıştı<br />

burnundakiler gibi. Qadır artık söyleye söyleye sanki orada<br />

bulunmuş gibi anlattığı hikâyenin bilinmez kaçıncı tekrarını<br />

anlatmaya başlamıştı bile: “Adamın biri kambur ve<br />

çaresizdir. Bu kamburundan kurtulmak için yapmadığı,<br />

etmediği kalmamış. Gecenin birinde, bir mağaranın önünden<br />

geçerken, içerden gelen garip sesler duymuş. Korksa<br />

da, merakına yenilerek mağaraya şöyle bir göz atmış.<br />

Gözleri ensesinde olan cinler halaya tutuşmuşlar. Eğlenen<br />

cinler ‚Yekşem nine Düşeme‘ 15 diye türkü söylüyorlarmış.<br />

Kamburu fark eden cinler onu da alıp oyuna katmışlar. Hep<br />

aynı şey; ‘Yekşem nine Düşeme’. Kambur ise cinlerin aksine<br />

‚Düşem nine Sêşeme‘ 16 diye söylemeye başlamış türküyü.<br />

Bu, cinlerde yerini hoşnutluğa bırakan bir şaşkınlığa yol<br />

açmış. Demişler ki, ‚bize bir gün daha kazandırdın, seni<br />

ödüllendireceğiz‘ ve adamın kamburunu bir anda yok<br />

etmişler. Adam köyüne dönüp durumu sevinç ve heyecanla<br />

anlatmış. Diğer bir kambur o gece hemen aynı mağaranın<br />

önüne gitmiş. Cinler kaderdaşının söylediği gibi halaya<br />

tutuşmuşlarmış. Ancak, bu seferki türküleri ‚Duşem nine<br />

Sêşeme‘ imiş. Halaya alınan kambur ise diğerinin kendisine<br />

anlattığı gibi, ‚Sêşem nine Çarşeme‘ 17 diye bir gün<br />

daha eklemiş. Çarşem cinlerin hiç sevmediği bir günmüş.<br />

Kızarak adama bir kambur daha yapmışlar”. Qadır bitirmişti<br />

ki, bir kahkaha tufanı odayı kapladı. Çingenelerin sesi<br />

tâ komşu evlerden duyuldu. Kaderine çoktan razı olan Mısto<br />

bile olgun olgun gülüyordu arkadaşının anlattıklarına.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Odayı cinlerle, perilerle ilgili hikâye ve inançlar kapladı.<br />

Gewrê içeriye girip gaz lambalarını tek tek yaktı. Misafirlere<br />

xengel 18 hazırladığı için üstü-başı una bulanmıştı. Köyün<br />

üzerine akşam çökmeye başlamıştı bile. Êlo Çingenelerden<br />

birine yanaşarak eliyle sallamakta olduğu bir dişini çektirmek<br />

istediğini söyledi. Ağzında hemen hemen diş kalmadığından,<br />

bunu çektirmemek için uzun zamandır direniyordu.<br />

Çingene de zaten beklediği fırsata kavuşmuş gibi, “ben<br />

içeriye girerken avludaki köpeklerden birinin gözlerinin<br />

önünün kurtlanmış olduğunu gördüm. Güzel bir çoban köpeği.<br />

Henüz genç sayılır. Sana bir ilâç vereyim. Bir de<br />

dişlerini çekersem şu sandığın yanındaki siniyi bana verir<br />

misin?” dedi. Êlo “olmaz. O çok eski bir yadigârdır. Veremem”<br />

deyince Çingene ısrarla, “bir de kaplarınızı, hem de<br />

ne kadar varsa, bakır kaplarınızı bedava kalaylayabilirim<br />

isterseniz” dedi. Yine “hayır” dedi Êlo ısrara rağmen. “Gewrê‘nin<br />

sizlerle değiştirmek istediği şeyleri var. Benim dişim<br />

ile köpek ilâcı için de bir şeyler verebilir” diye kestirip attı.<br />

Çingenenin yılışıklığından hoşlanmamıştı. Diğer Çingeneler<br />

bir yandan fal bakıyor, öte yandan o köyün insanlarıyla<br />

bir takım anlaşmalar yapıyorlardı. Kalan misafirlere<br />

yeniden çay dağıtılıyordu.<br />

Dışarıdan heyecanlı tartışma sesleri geliyordu. Gewrê<br />

ile Fevzi‘nin sesiydi. Êlo huzursuzlanmıştı. Derken Fevzi<br />

öfkeyle girdi içeriye. Misafirlere hiç bakmadı. Bir kızgınlık<br />

vardı hâlinde. Elleri ve üstü kurumuş çamurla kaplıydı.<br />

Fevzi babası gibi uzun boylu, hırslı, biraz da kavgacı biriydi.<br />

Bu kavgacılığı belki de babasını savunmakla geçmiş, bu<br />

yüzden hakaretlere uğramış, durmadan kendisini, ailesini<br />

kabul ettirmeye çalışan birinin kavgacılığıydı. Her zaman<br />

kendisini korumaya hazır bir saldırgan hâli vardı. Bu ona<br />

belli bir saygınlık bile kazandırmış, ondan çekinilmesine<br />

57


58<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

yol açmıştı. Köşeli çenesi, ince sivri burnu ile çizgili bir<br />

suratın sahibiydi. Bu çizgilerin çoğunu ciddi duruşuna<br />

borçluydu. “Bu Lazlar çok ileri gidiyorlar” diye homurdandı<br />

başını sallayarak. Babası oğlunu seven, kollayan bir şevkatle,<br />

“Misafirlerimiz var. Sakin ol, hoş geldiniz de. Uzaklardan<br />

gelip bizi şereflendirdiler” dedi. Fevzi “bizim tarla sınırlarımızın<br />

iki senedir kendi tarlalarının içlerine üç adım<br />

girdiğini söylüyorlar hayasızca. Bu yalana göz mü yumalım<br />

baba!” Kapıyı çarparak çıkıp gitti. Adamların Fevzi’yi iyice<br />

kızdırdıkları belliydi. Kim bilir aralarında neler geçmişti.<br />

Edê Barê de sıkılmış bir sesle “Aldırma. Gençtir. İşin bir yolu<br />

bulunur elbet” diyerek arkadaşını yatıştırmaya, üzülmemesine<br />

çalıştı içtenlikle. Odanın havası değişmiş, o gün<br />

orada kalacakların dışındakiler, tek tek Edê Barê‘nin eteklerini<br />

öperek konuk evini terk etmeye başlamışlardı. Êlo<br />

köstekli saatinin kapağını açarak baktı, artık namaz vaktiydi.<br />

Bu sürüyü getirirlerken Edê‘nin ona verip, onca ısrara<br />

karşın bir daha geri almadığı gümüş saattı. Ortaya çıkmaya<br />

başlayan dolunayın ışığında köpek ulumaları geliyordu<br />

uzaklardan ve eşikten.<br />

Muhtarın oraya askerî cemseler gelmişti. İki cip dört reo<br />

ard arda dizilmişti. Arabaların brandaları güneşte soluk bir<br />

yeşile dönmüştü. Köpekler huysuzlanmış, durmadan<br />

havlıyorlardı. Muhtar omuzunda üç yıldız olan bir kumandanın<br />

etrafında dört dönüyor, ancak iyi dinlenirse anlaşılabilir<br />

bozuk Türkçesiyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.<br />

Hava biraz önceki yağmurla yıkanmış, gök yüzü saman sarı<br />

bir güzelliğe bürünmüştü. Islak toprak kokusu vardı havada.<br />

Meraklılar olup biteni anlamak için tek tek sökün etmişti<br />

araçların park ettiği yere. Qıjo ışığın karşıdan düştüğü<br />

yıpranmış yüzünü oldukça buruşturmuş, oraya gelerek<br />

meraklılar safında yerini almıştı. Yüzündeki derin çizgi-


Gâvur Êlo<br />

<br />

lerden dolayı oldukça kalınlaşmış gölgeler tuhaf, korkutan<br />

bir surat çıkarmıştı ortaya. Bütün dişlerini kaybettiği için<br />

alt çenesi yok gibiydi adamın. Köyün belki de en yaşlılarındandı.<br />

Askerliği sırasında devletin Kürtler üzerindeki<br />

otoritesini tanımış, bir erkek çocuğunu askere gitmemesi<br />

için İran‘daki akrabasına göndermişti. Kumandanın buyuran<br />

sesi muhtar üzerinde çınladıkça o da gayri-ihtiyarı<br />

hazrola geçiyordu. Bu hâli çocukların gülüşmesine yol açtı.<br />

Muhtar büyük enerji harcayarak “sayın, hürmetli yüzbaşım”<br />

dediği kumandana derenin oradaki çoban Mıhê‘nın<br />

evini tarif etmeye çalışıyordu. Kumandan hemen ellerinde<br />

yeşil kabzalı, çelik gövdeli G-3 tüfeklerle dizilmiş askerlerin<br />

başındaki çavuşa köylülerin ne dediğini anlayamadığı bir<br />

hızla komutlar yağdırdı. Çavuş sert bir biçimde “Emredersin<br />

komutanım!” dedikten hemen sonra, mavi bereli,<br />

jandarma komandosu erleri alıp, kuşatma pozisyonunda<br />

eve doğru hızla uzaklaştılar. Bir cip de onları takip etti.<br />

Êlo‘nun evi muhtarınkiyle bitişikti. Küçük Hemit evden<br />

çıkarak, kalabalığa aldırmadan elindeki ufak torbayla<br />

köyün alt tarafındaki harmanların oradan gideceği tarlaya<br />

yöneldi. Tarlada çalışmakta olan Fevzi‘ye yiyecek götürüyordu.<br />

Küçük adımlarıyla olabildiğince çevik yürüyordu.<br />

Arkasında onun hızına yetişmek için takip eden küçük enik<br />

bazen yuvarlanmak zorunda kalıyordu. Gewrê boşalan<br />

şeker torbalarından Hemit‘e bir pantolon yapmıştı. Ufaklığın<br />

beyaz pantolonunun tam kıçının üzerinde zamanında<br />

barındırdığı şekerin kilogram yazısı komik bir görünümdeydi.<br />

Fevzi epey taş temizlemişti önceki günler. Bu gün<br />

ise artık kar kalktığından, toprağı sürmek, tarlayı ekmek<br />

için buradaydı. Hemit‘in uzaktan kendisine doğru geldiğini<br />

görünce öküzleri sabandan çözmek için boyunduruk<br />

demirlerini çıkardı. Hayvanları biraz ötede önceden hazır-<br />

59


60<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

ladığı ot yığınına doğru sürdü “hoo” diyerek. Taze sürülmüş<br />

toprak ile toprağa karışmış buğday taneleri kuşların hücumuna<br />

uğramıştı. Fevzi Hemit‘in yanaklarından öperek<br />

yanına oturttu. Yukarıda, köyde neler olduğunu sordu.<br />

Askerî araçları görmüştü. Hâlâ huzursuz, uğursuz havlamakta<br />

olan köpeklerin sesleri tâ buralara geliyordu. Hemit,<br />

“Çoban Mıhê‘nin oğlu için buradalar. Muhtar söylemiş bu<br />

gün köyde olduğunu. Ablam onu almak için geldiklerini<br />

söyledi” dedi bir çırpıda. Fevzi‘nin amcası Edo geçen seneki<br />

muhtarlık seçimlerinde kaybetmişti. Şimdi Buriki aşiretinden<br />

Usıfê Xelil muhtarlık yapıyordu başlarında. Celâlî‘leri<br />

hiç sevmezdi. Celâlî‘ler de onu sevmezlerdi. Fevzi<br />

kafasından, alçak adam diye geçirdi. Sonun da muradına<br />

ermişti demek. O çocuğu muhtar amcası Edo‘dan çok<br />

istemişti devlet. Yerini, ne yaptığını, nereye gittiğini, kimlerle<br />

görüştüğünü, hattâ neler dediğini dahi soruşturuyorlardı.<br />

Onunla aynı soyadı taşıyanlar Kars‘a işleri düştüğünde<br />

gözaltına alınıp sorugudan geçiriliyordu. Fevzi‘nin<br />

küçüğü Zadê’yi de Arabistan‘da çalışmak için pasaport<br />

başvurusunda bulunduğu zaman yakalamış bu çocuğu<br />

sormuşlardı. Zadê bilmiyorum dediğinde bolca dayak<br />

yemiş, işlemleri yapılmamıştı. Bu çocuk köyde Êlo ailesini<br />

en çok kollayıp, saygı duyanlardandı. Ailede de ona karşı<br />

bir sevgi vardı. Olmakta olanlar Fevzi‘nin hiç hoşuna gitmemişti.<br />

Hemit‘in getirdiği yoğurt ile ufaladığı tandır ekmeğini<br />

üzerine biraz su, biraz şeker dökerek karıştırdı. Mısinin yanındaki<br />

tasa da dört şeker atıp üzerine su doldurdu. Şekeri<br />

eriyene kadar sabırla onu da karıştırdı. Hemit eniğiyle<br />

kuşların peşine düşmüş, bir çeşit oyun oynuyordu. Hafif<br />

çamurlanmış toprak küçük ayaklarını kaldırıp indirmesini<br />

zorlaştırıyordu. Fevzi‘nin gözü köydeydi. Zor da olsa,


Gâvur Êlo<br />

<br />

askerlerin ziyaretin tepesine tırmanışını seçebiliyordu.<br />

Birini kovalıyorlardı. Ayağa kalkıp daha iyi görebileceği bir<br />

yer aradı. Huzursuzlanmıştı. Silâh sesleri geliyordu. Tek tek<br />

atış seslerini seri atışlar takip etti. Silâh sesleri uzun sürmeden<br />

kesildi. Ne oluyordu? Yoksa çocuğu vurdular mı? O<br />

bunları düşünürken kadın çığlıkları köpek havlamalarına<br />

baskın çıktı. Evet, evet vurdular diye düşündü. Hayıflandı.<br />

Artık ne çalışmak ne de yemek için keyfi kalmadı. Üzgün<br />

bir ses tonuyla “Hemit” diye bağırdı. “Hemit gel, toparlanıp<br />

gideceğiz”. Vay namussuz muhtar. Oysa onun oğlu da o<br />

çocuğun iyi arkadaşıydı. Gençler kadar olunamıyordu bu<br />

köyde. Onlar aşiret nedir, aşiretlerle kavga nedir bilmezlerdi<br />

birkaçının dışında. Acele ederlerse toparlanmaları yaklaşık<br />

bir iki saat alırdı.<br />

Fevzi kağnıya öküzleri koştu. Ufak-tefek eşyaları yerleştirdi.<br />

Bu çamurlu yolda öküzlerin işi hayli zor olacaktı. Tam<br />

güçlü kollarıyla koca sabanı arabaya atmak üzereydi ki,<br />

Hemit “atlılar geliyor” dedi. Fevzi bakmak için sabanı yüklemekten<br />

o an için vazgeçti. Nal seslerini o da duymuştu.<br />

Belki gelenler yardım da ederlerdi. Geriye doğru, bakmak<br />

için döndüğünde, gördükleri onu hiçde hoşnut etmedi.<br />

Daha geçen gün neredeyse kavgaya tutuşacakları tarla<br />

komşusu Lazlar geliyordu onlara doğru. Atları dörtnala<br />

sürdüklerine göre önemli diye düşündü Fevzi. Huzursuzlandı.<br />

Hemit‘in kucağına aldığı küçük köpek atlılara<br />

doğru havlıyordu cılız sesiyle. Tarladaki kuşlar atların<br />

toynaklarıyla döğdükleri yer titremesinden ürküp değişik<br />

yönlere doğru havalandılar. Tam sekiz atlı saydı. Hepsinin<br />

de sırtında tırpan vardı. Ekin biçme zamanı değildi. Belki<br />

de çayır biçmekten geliyorlar dedi kendi kendisine. Ama<br />

çayır zamanı da değildi ki. En önde tüyleri daha yeni bitme,<br />

bayağı heyecanlı bir delikanlı vardı. Altındaki cins bir arap<br />

61


62<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

atıydı. Atlar kan-ter içinde soluyorlardı. Fevzi‘nin durduğu<br />

yerin tam oraya gelir gelmez, daha at durmadan yere atladı<br />

oğlan. Sarı dalgalı saçları arkaya doğru taranmış, diğerlerin<br />

aksine şapkasızdı. Atlamadan önce ileriye doğru attığı tırpanı<br />

tekrar aldı. Bu arada ötekiler de gelmişlerdi. Ne selâm,<br />

ne sabah. Fevzi hiç hoşlanmamıştı bu işten. Belli ettirmemeye<br />

çalışarak sol yanını yokladı hafiften. Kalın kazağının<br />

altında, yanından hiç ayırmadığı Belçika malı bir<br />

tabancası vardı. Bu tabancayı hep yağlamış, gözü gibi<br />

korumuş ama deneme atışlarının dışında kullanmamıştı.<br />

En fazla orta yaşa kadar ilerlemiş insanlardı. Aralarında<br />

Fevzi‘nin anlamadığı Lazca konuşuyor, bazen de şiveli<br />

Türkçe ile Fevzi‘nin duymasını istercesine laf atıyorlardı<br />

Delikanlıdan ise hiç ses çıkmıyordu. Masadıyla tırpanını<br />

biliyordu yalnızca. Bir de ters ters bakışları vardı teresin.<br />

Geçen geldiklerinde böyle değillerdi. Bunların içlerinde<br />

geçen gruba ayıt yalnızca hakkını ihlâl ettiğini iddia eden<br />

komşu tarlanın sahibini tanıyordu. Adam laftan anlamayan,<br />

dik kafalı biriydi. Fevzi çok dil dökmüştü. O ise en<br />

son tehditler savurarak çekip gitmişti. Zayıf, ince olanları<br />

tarla sahibine Fevzi’yi göstererek “ha bu mudur o gâvur<br />

Êlo‘nun oğlu” diye sordu alay eden bir sırıtkanlıkla. Gülüşmeye<br />

başladılar. Korkuyu yenmeye, bastırmaya çalışan bir<br />

gülüştü bu. Tarla sahibi alaylı alaylı, “Öyle deme. Gâvur<br />

dediğin Êlo hac yolunda biliyor musun?” dedi. Gülüşmeler.<br />

Zayıf olan “adamın birine kurnazlığından dolayı ruvi 19<br />

diyorlarmış. Adam hoşlanmadığı bu lakaptan bir türlü<br />

kurtulamıyormuş. Karısı bir gün ‚herif haca git de kurtul‘<br />

diye nasihat etmiş. ‚Sana artık ruvi yerine heci 20 derler‘.<br />

Adamın kafasına yatmış. Kalkmış haca gitmiş. Hacdan<br />

döner dönmez onu karşılayanlardan ilk adam ‚hoş geldin<br />

heci ruvi‘ demiş”. Gülüşmeler kahkahalara dönüştü.


Gâvur Êlo<br />

<br />

Fevzi garip bir içdürtüyle küçük Hemit‘i sürülü tarla-nın<br />

yanındaki otlağa doğru itiyordu. Kendisi de ağır ağır geriye<br />

doğru çekildi. Emin bir yer arar gibiydi. Keşke bu kadar geç<br />

kalmasaydı tarlada. Delikanlı her adımını gözlüyordu.<br />

Fevzi‘de harcayacak, işe yarayacağını umut edecek tek laf<br />

yoktu. Atmosferin ağırlığından neredeyse dizleri bedenini<br />

taşıyamayacak haldeydi. Saçlarının dibi terlemişti. Bir ara<br />

titrek, korkak bir mum alevine döndüğünü fark ederek<br />

toparlandı. Hani erkek adamdı. Hani herkes ondan çekinir,<br />

gözünü budaktan esirgemez, derdi. Lazlar çevresini sarmıştı.<br />

Fevzi Hemit‘e taşların arkasına doğru kaç diye bağırıp<br />

tabancasını çekti. Çevresi sarılmış bir kaplana döndü bir<br />

an. Çemberi ölümüne yarmaya hazırlanmıştı aniden. Hemit‘e<br />

baktı. Çocuk ortalarda yoktu. Rahatlamıştı. “Bir kaza<br />

çıkmadan çekin gidin” dedi kararlı bir sesle. Tarla sahibi<br />

delikanlıya dönerek, “Ne diyor bu gâvurun oğlu. Kürt bile<br />

değil it. Kalkmış bizi kovuyor. Kimi nereden kovduğunu<br />

bilmiyor hergele” dedi, ardında komut yatan bir ses tonuyla.<br />

Konuşmasında yanındakilere bir mesaj var gibiydi. İnce<br />

olanı “o tabancayı elinden atarsan, sana yalnızca bir ders<br />

verip gideceğiz” dedi yine sırıtarak. Doğru söylüyordu. Eğer<br />

Fevzi dediklerini yaparsa biraz hırpalayıp korkutarak gitme<br />

niyetindeydiler. “Alçaklar” dedi Fevzi havaya bir el ateş<br />

ederek. “Gidin diyorum!”. Genç tırpanı bilediği taşı Fevzi‘ye<br />

doğru fırlatıp atıldı. Fevzi yana çekilip bir atışta devirdi<br />

delikanlıyı. Dağılmadılar. Aksine kudurdular kan görünce.<br />

Artık ok yaydan çıkmıştı. Her taraftan gelen saldırı sonucu<br />

başladı rastgele ateş etmeye adamların üzerine. Tabancayı<br />

tutan kolu bir tırpan darbesiyle gövdesinden ayrılmazdan<br />

önce Laz‘lardan ikisi daha devrilmişti. Artık hiç bir şey<br />

hissetmiyordu. Panik içerisinde kalan sağlar, ağzından<br />

çıkan son sözleri anlayamadılar. Fevzi son nefesini Hemit‘e<br />

git dediği yöne bakarak vermişti.<br />

63


64<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Katliamdan arta kalanlar, cehennemin atlıları gibi gelmedikleri<br />

bir yöne doğru uzaklaştılar. Küçük Hemit tarla<br />

taşlarının ardında gözlerini sıkıca yumarak geçirmişti dört<br />

yaşamın söndüğü kısa zaman dilimini. Köpeği ezecek kadar<br />

sıkı sıkıya sarılmıştı. Köpek ise onu, olanları anlamış gibi<br />

çocuğun yüzünü yalayıp durdu. Cesaret edip bakabildiğinde,<br />

gözleri kocaman açıldı. Dili tutulmuştu. Ağzını<br />

açtı, bağıramadı. Abi diye bağırmak istiyordu. Sürünerek<br />

geçti sarı saçlı delikanlının cansız cesedini. Fevzi‘nin kolsuz,<br />

kanlar içinde kalmış bedenini görünce dondu kaldı.<br />

Ölümü ilk kez görüyordu böyle yakından. Dişleri kenetlenmişti<br />

şimdi Hemit‘in. Köpek Fevzi’nin yüzündeki<br />

kanları yalıyordu. Bu ona vahşi bir görünüm vermişti.<br />

Hemit ondan da korkmaya başladı. Başı dönüyordu.<br />

Oracıkta bayıldı.<br />

Artık batmak üzere olan güneş, bir kocaman tepsi görünümündeydi.<br />

Gökyüzü şimdi yalnızca birkaç dakika sürecek<br />

bir başka güzelliğe büründü. Seyrek bulutlar, kendilerini<br />

terk etmekte olan güneşten gelen kırmızının giderek<br />

koyuda biten tonlarıyla bezendi. Hava soğumaya, yerdeki<br />

su birikintileriyle çamur da donmaya başladı. Yılın bu mevsiminde<br />

don az görülürdü. Dışarıdaki köylüler sıcak nefeslerini<br />

hohladıkları ellerini birbirine oğuşturup ancak dayanabiliyorlardı.<br />

Çoban Mıhê’nin evinin çevresinde insanlar<br />

birikmişti. Ev çukurda olduğundan yukarılarda oturanlar<br />

da ellerini göğüslerine kavuşturmuş hareketliliği izliyorlardı.<br />

Muhtarın evinin önü de kalabalıktı. Söylentilere<br />

göre, Mıhê‘nin oğlu askerleri görünce toprak damı üstten<br />

delerek çıkmış, ziyaretin tepesine doğru kaçmaya çalışıyormuş.<br />

Amacı, başarabilirse Elegez dağına gitmekmiş.<br />

Zaten her konuşmasında “Kürdün sığınabileceği bir tek<br />

dağları kaldı” demez miydi. Askerler evin tahta kapısını


Gâvur Êlo<br />

<br />

devirip açtıklarında, durumu fark edip takibe başlamışlar.<br />

Mıhê‘nin oğlu yakalanacağını anlayınca üzerindeki tabancayla<br />

başlamış ateş etmeye. Son mermisine kadar direnmiş,<br />

bu arada ölümcül yaralar almış. Komutan, telsizinden<br />

“imha oldu” diye bilgi alınca askerlerini çağırıp muhtara,<br />

“fazla ortalığı ayağa kaldırmadan gömün bir yere. Köylüye<br />

de ki, devlete karşı geleceklerin hâli budur. Zaten sizin<br />

köyünüz göze batıyor” deyip gitmiş.<br />

Çocuğun babası Mıhê köy sürüsünün başında olduğu<br />

için ancak ayda bir veya iki defa uğruyabiliyordu. Evde olan<br />

annesi feryadlar kopararak oğluna yaklaştığında ölmediğini<br />

fark edip çocuğun dostlarına haber vermiş. Aralarında<br />

muhtarın oğlunun olduğu da söylenen bir grup genç,<br />

ağır yaralıyı kimsenin bilmediği bir yere götürmüşler.<br />

Şaşırıp kalan muhtar ne yapacağını bilemez halde, birikmiş<br />

kalabalığın arasında sessizce oturuyordu. Bazı köylüler de<br />

muhtarı azarlıyor, bunun aşiret yasalarına yakışmadığını<br />

anlatmaya çalışıyorlardı. Köylü, şimdiye kadar olan sorunlarını<br />

devlet kapısı görmeden aşiret içinde çözmüştü.<br />

Fukara Mıhê namuslu emaktar bir adamdı. Ne istemişti bu<br />

zavallının tek oğlundan. Hem ne kadar da efendi, kendini,<br />

büyüğünü-küçüğünü bilen bir oğuldu. Köyde bunlar olurken,<br />

aşağıdan, tarlaların oralardan yeniden silâhlar patlamıştı.<br />

Muhtarın evindeki kalabalık en yüksek dama çıktı.<br />

Toprak dam neredeyse çökecekti. Köylü gittiklerini zannettikleri<br />

askerlerin gitmediğini düşündü. Güneş batmış,<br />

gökteki muhteşem kızıllık yerini seyrek bulutların arasından<br />

batıya doğru görülen koyu lacivert bir gökyüzüne bırakmıştı.<br />

Kadınlardan biri “Görmediniz mi yusyuvarlak ay<br />

dün ne kadar kan kırmızıydı. Bir felâketin bizleri beklediği<br />

ondan bile belliydi. Atalarımız gibi aya bir kurban bile<br />

kesmedik. İnanç, saygı diye bir şey kalmayınca böyle olur<br />

65


66<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

işte” diye yakındı bilmişcesine. Bazıları doğru der gibi<br />

başlarını salladılar. Artık koyulaşan karanlık havadan bir<br />

şeyler sezebilmek güçtü fani gözün görebildiği kadarıyla.<br />

Köylü inşallah hayırdır diye düşündü.<br />

Êlo olanları durmadan içeriye girip çıkan Sonê‘den<br />

öğreniyordu. Kendisini çok çaresiz, gereksiz hissediyordu.<br />

Varsın âlem başka düşünsün, o Mıhê‘nin oğlunu çok seviyordu.<br />

Şimdi daha iyi anlıyor, hayıflanıyordu. Çocuğun<br />

ölmediği haberi yüreğine biraz olsun su serpmişti. Uzaktan<br />

gelip onda kalan iki misafiri de dışarıdaki meraklıların<br />

yanına gidince odada yalnız kaldı. Elindeki uzun, yeşil<br />

tespihle durmadan Allah‘ın doksan dokuz adını tekrarlıyordu.<br />

Kendisini iyi hissettiğinde Mıhê‘nin oğlu iyileşip<br />

sağlığına kavuşsun diye Kur‘anı okuyup bir kere daha<br />

bitirecekti. Gewrê‘ye gaz lambasını yaktırmamıştı. Odanın<br />

bir süre daha karanlık kalmasını istiyordu. Her çekişte<br />

sigarayı tüketen kor gibi ateş karanlıktaki yerini belli ediyordu.<br />

Radyosunun tam yanında, çeyiz sandığına dayanmıştı<br />

oturduğu yerden. Erivan Radyosu‘nun Kürtçe haberlerini<br />

dinlemek çok hoşuna gidiyordu. Hele Grabet‘ê Xaco,<br />

Aslik‘a Qadır, ile Egit‘ê Cımo‘dan dinlediği türküler onu alıp<br />

bambaşka dünyalara götürürdü. Radyonun Erivan‘dan<br />

yayın yapmasıysa ona bir değişik, belki de açıklayamadığı<br />

bir yurt duygusu veriyordu. Bir günah, bir zina gibi değil;<br />

bir yar, bir yavuklu, bir hasret gibi dinliyordu radyoyu. Her<br />

zaman tozunu kendisi alır, kimseciklere dokundurmazdı.<br />

Gewrê bile kıskanmıştır bu alâkasını. Emin‘a Evdal haberlerden<br />

biraz sonra Mıho‘nun türküsünü söyleyecekti bu<br />

akşam.<br />

Mıho. Neo‘nun babası. Êlo Mıho‘yu hiç görmemişti. O<br />

doğmadan önce ölmüştü adam. Torunlarının hepsi de


Gâvur Êlo<br />

<br />

onun için adanan bu aşk ve kahramanlık türküsünü ezbere<br />

bilirdi. Mıho‘nun yanından ayrılmayan, onun her yaptığını<br />

türküyle dinleten saygın bir dengbeji dahi varmış. Êlo<br />

bu türküyü neden severdi? Yoksa sevmez miydi? Onu türküde<br />

cezbeden neydi? Kimsecikler öğrenemedi. Nedense<br />

sormadılar. Zadê girdi içeriye. Çoktandır sobaya atılan<br />

yakacak tükenmiş, sönmek üzereydi. Babasına “üşüteceksin.<br />

Hem burası çok karanlık. Misafirler de gelmek üzere.<br />

İzin verirsen lambaları yakim” dedi. “Hayır. Lambaları<br />

yakma. Misafir geldiğinde yakarsın. Sobaya bir şeyler at”<br />

dedi Êlo. Belki de o üzüntülü, düşünceli hâli görülsün<br />

istemiyordu. Zadê diğer kardeşlerine hiç benzemiyordu.<br />

Yaşı otuzuna dayanmış, kısa boylu korkak biriydi. Korkaklığı<br />

kendisini, ailesini savunma acizliğinden geliyordu. Bu<br />

korkaklığı onu da oldukça dindar yapmış, böylesine bir<br />

yarışa sürüklemişti. Akranları arasında güvenilmez biriydi.<br />

Bu da Êlo‘yu çok üzüyordu. Oysa Fevzi ne kadar mağrur,<br />

ne kadar da cesurdu. Zadê, pasaport alabilirse yakında<br />

gidip Arabistan‘da çalışacaktı. Babasına, “böyle giderse<br />

gelecek kışa yakacak kalmayacak” diyerek çıktı odadan.<br />

Köylüdeki merak yerini korkuya bırakmıştı. Evlerine<br />

çekildiler. Devletin ne düşündüğü, ne yapacağı belli olmazdı.<br />

Çocukların köylerinin etrafında otlattıkları koyunlar<br />

dönmeye başlamışlardı. Bunlar çobana verecek parası<br />

olmayanların hayvanlarıydı. Ortalığı koyun, kuzu melemeleri<br />

sarmıştı. Dılxeranlardan Fequsf‘un oğlu Bextewar,<br />

Êlo‘nun tarlasından özellikle geçirmişti koyunlarını. Çocuk<br />

silâh sesleriyle birlikte, uzaklaşan atlıları görmüş, oraya<br />

doğru yönelmişti. Korkutucu manzara karşısında ürkmüş,<br />

sonra toparlanarak henüz kendisine gelmekte olan akranı<br />

Hemid‘e yardım etmişti doğrulması için. Hemit hareketsizlik<br />

ve soğuktan neredeyse donacak haldeydi. Dişleri<br />

67


68<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

birbirine vuruyor, bütün gövdsi titriyordu. Damarlarında<br />

kalınlaşan kan güçlükle akıyor, nabzı daha yavaş atıyordu.<br />

Bextewar üzerindeki çulu onun sırtına atarak, koyunlarını<br />

oracıkta bırakıp Hemit‘le köye yöneldi.<br />

Avlu kapısını yumruklamaya başladı Bextewar. Köpekler<br />

havladı. Gewrê kim olduğuna bakmaya çıktı. Karşısında<br />

Hemit‘i çula sarılmış, ayakta duramaz halde titrerken<br />

görünce nedenini anlamak için iyice yaklaştı. Karanlık, yaşlı<br />

gözlerinin görmesini zorlaştırıyordu. Baktı olmayacak,<br />

çocuğu daha aydınlık olan odalar arasındaki girişe götürdü<br />

aceleyle. Zadê sobaya koymak için kermeleri 21 misafir<br />

odasına götürmek üzereydi. Kardeşini görünce kermeler<br />

ellerinden düştü. Hemit‘in beyaz pantolonu ile yüzü<br />

kurumuş, adeta kanla sıvanmıştı. Çocuk artık yakasını<br />

kolay bırakmayacak bir kekemeyle ancak “ab. Abim. Abimi<br />

vur. Vurdu... Vurdu... Lar... Lazlar öl... Öl... Öldürdü on...<br />

Onu...” diyebildi dehşetle, kendisini anlamaya çalışan<br />

annesiyle, kardeşine. Zadê demek buydu aşağılardan gelen<br />

silâh sesleri diye düşünebildi. Gewrê olduğu yerde diz<br />

çökerek yıkıldı. Ağlayacak, ağıt yakacak gücü bile yoktu.<br />

Derman kalmamıştı. Yaşlı saçlarını yoldu tutam tutam.<br />

Dizlerini, Fevzi‘sini, diğer çocuklarını emzirdiği göğüsünü<br />

dövdü, dövdü. Zadê ne edeceğini bilmeyen bir acemi gibi<br />

duvardaki lambayı alıp kardeşini babasına götürdü. Diğer<br />

kızlar aşxanede yemek pişirmek, çamaşır yıkamakla<br />

meşguldüler. Henüz ne olduğunu bilmiyorlardı. Fevzi‘nin<br />

karısı çocuğuyla babasının evine gitmişti bir günlüğüne.<br />

Êlo artık karanlık da olsa yerini ezberden bildiği radyosunun<br />

düğmesine uzandı. Bir şeyler duymuş ama, bugün<br />

köyde yaşananlara yormuştu. Odadan gerekmedikçe çıkmayı<br />

hiç sevmezdi. Zaten haberleri de neredeyse kaçır-


Gâvur Êlo<br />

<br />

mıştı. Hem haberlerden sonra Sisık‘a Mecit, Mıho‘nun<br />

türküsünü söyleyecekti. Oda ne kadar da soğumuştu birden.<br />

Zadê gürültüyle kapıyı açıp odaya girdi. Elindeki<br />

lambayla Hemid‘in tükenmiş, bitmiş kanlı yüzünü gösterdikten<br />

sonra, lambayı aşağıya doğru indirip pantolonuna<br />

tuttu. Yardım, akıl isteyen, şaşkın bir ruh hâliyle “Lazlar...<br />

Namussuzlar Fevzi‘yi katletmişler. Öldürmüşler!” diye<br />

çınlattı o uğursuz, öldüren haberi. Êlo‘nun o anda düğmeyi<br />

kıvıran eli kenetlendi. Göğsü sıkışmış, Zadê‘nin yüzüne<br />

doğru tuttuğu lamba ışığındaki gözleri şaşkın, hüzünlü ve<br />

ebedî bir açıklıkla kalmıştı. Cesimê Celil‘ın sunduğu Erivan<br />

Radyosu‘nun haberleri bitmişti artık. Şimdi sıra Mıho‘nun<br />

türküsündeydi. Radyonun mekanik ses dalgaları haberlerin<br />

bittiğini belirten efeğin gücüyle, kabını zıngırlatarak yayıldı<br />

odanın içine. Spiker yumuşak bir sesle taktim etti radyonun<br />

beklenen türküsünü: “Gudarên eziz! Hunê naha bıbıhizın<br />

kılama ‚Mıho‘jı dengê Sisik‘a Mecid 22 :<br />

69


70<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Oro Mıho Li me daye Stêrka xule,<br />

Stêrkê li me lı me daye stêrka xule<br />

Hê Mıho şewqê daye guhıra Şêx Resule<br />

Hê Mıho were heft xunê mala bavê mınê lı ser mala bavê<br />

tene<br />

Hê kuro gee were ramusanekê mı keremke pêşva mı<br />

qebule<br />

Mıho wi wi wi...<br />

Ê Mıho vê bılurê guve guve<br />

Mihemedo vê bılurê guve guve<br />

Ser sımêla Mıhemedê mıne zere-zer dılıve<br />

Ê herge hunê Mıhangê mı nazdıkın naz bıkın<br />

Hun naz nekın gustila destê Mıhangê mıne gêrşıve<br />

Mıho wi wi wi...<br />

Hê mıho dılê mı sêleke dı hesıni dengızeke ha bê bıni<br />

Dılê mı sêleke hesıni dengızeke ha bê bıni<br />

Hê de mınê dasekê dabu destê xwe


Şiva hespê Mıhangê xwe ra giha jê dıçıni<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Oro kuro gede were hiviya Sose dinê va nemine ti bê jıni<br />

Mıho wi wi wi...<br />

Oro Mıho wezê çume goma jêrin goma miya ne<br />

Ezê zıvırime goma jêrin miya ne<br />

Hê Mıho mori muncuğê zenda zer qetyane<br />

Mori muncığê zenda zer qetyane<br />

Hê şevekê dı êvar da ez qizmetê lê geryane<br />

Lı guhura jêrin keta dı salığa lı sulığa cêwa Mıhemedê<br />

mıda salığ dane<br />

Mıho hey wi wi wi... Mıho wi wi...” 23<br />

SON<br />

71


72<br />

Gâvur Êlo


Önemli Bazı Açıklamalar:<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Öykünün anlatıldığı bölgedeki adı geçen köyde doğdum.<br />

Êlo‘yu sever, gittiğim ve büyüdüğüm Türk metropollerinden<br />

gelerek saygıyla ziyaret ederdim. Uzun, güzel sohbetlerimiz<br />

olmuştur kendisiyle. Öyküde anlatıldığı gibi ani bir<br />

kalp krizinden değil, doğal bir şekilde öldü. Yaşamının<br />

sonlarına doğru haca gitmeyi başardı ve Hacı Êlo olarak<br />

terk etti sevenlerini. Êlo‘nun gerek Türkiye‘nin değişik kentlerinde,<br />

gerekse de Avrupa‘nın bazı ülkelerinde çocukları,<br />

torunları var. Fılle lafı bunlar arasında hâlâ sevilmeyen,<br />

hakaret sayılan bir tabirdir. Neo‘nun torunlarından Mehemed‘in<br />

oğlu Hemit‘e öyküyü açtığımda ilk tepkisi, “Sakın<br />

fılle deme adına öykünün. Hemen değiştirsen iyi olur!...”<br />

biçiminde oldu. Ardından ise “valla ben ona hiç fılle demedim.<br />

Başkalarının söylediği doğrudur...” diyerek masum bir<br />

itirafta bulunma gereği duymuştur.<br />

Anlatılanların ışığında, tahmin edilebileceği gibi öykünün<br />

konusu yaşamımın tâ derinliklerinde kök salarken,<br />

kurgusu yaklaşık dört yıl sürdü. Köylülerle konuşup bant<br />

73


74<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

kayıtları, notlar aldığımdan, öyküde geçen konuşmaların<br />

bazıları gerçektir. Elimden geldiğince tarihî doğrulara sadık<br />

kaldım. Bu yüzden padişah fermanlarından tutun, soykırımla<br />

ilgili ayrıntılara kadar hepsi konunun çerçevesi oranında<br />

doğrudur. Aynı köyde bulunan küçük bir bakır hac<br />

halen bendedir. Üzerinde çarmıha gerilmiş İsa kabartması<br />

var. Bunu, bu öyküyle birlikte bir Ermeni müzesine vermeyi<br />

düşünüyorum. Tarihsel delil, kültürel değer açısından<br />

mühim buluyorum.<br />

Wez‘de (şimdi Ölçülüköy) olduğu gibi, öykü de adı geçen<br />

bölgelerdeki bir çok köyün tarihsel gerçekleri aynıdır.<br />

Ziyarete çevrilmiş kiliseler, diğer birçokları gibi, artık<br />

tanınamaz haldedir. Camiye çevrilmiş olanların dışında,<br />

Ani harebeleri gibi yok olmak üzereler. Gerek Ani harebelerinden<br />

ve gerekse de adı geçen nitelikteki kiliselerden<br />

alınan taşlarla, bazı cahil köylülerin duvar yapmalarına<br />

devlet tarafından engel olunmadığı gözleniyor. Bu durum<br />

göz göre göre yerleşik bir kültürün tarihsel miraslarının<br />

gelecek kuşaklardan acımasızca çalınıp, talan edilmesine<br />

neden oluyor. Köylü, devletin göz yummasını teşvik olarak<br />

algılıyor. Tatvan‘daki “Selçuklu Müzesi” yine aynı adlı “Selçuklu<br />

Mezarlığı”nın yanında, askerî kışlanın biraz ötesinde<br />

kurulmuş. Buraya gösterilen ilginin bölgedeki başka yerlere<br />

gösterilmemesi, devletin bilinçli hareket ettiğini gösteriyor.<br />

Eğer neden böyle bir öykü diye sorulacak olursa, şunu<br />

söyleyebilirim: Suça ortak edilmiş bir halkın çocuğu olarak<br />

ödev bildim. Öykü yaraları saramaz ama gelecek kuşaklara<br />

önemli bir mesaj sayılabilir. Çorbada bir tutam tuzumun<br />

olması bu anlamda sevindiricidir. Öykü de konu olan ya<br />

da adı geçenlerden, yanlış analamalara sebep olabilecek<br />

her şeyden dolayı bağışlamalarını diliyorum.


Gâvur Êlo<br />

Öyküde geçen bazı Kürtçe kelime ve kavramların Türkçe<br />

karşılıkları:<br />

1. Rewan: Erivan.<br />

2. “Emin kurê Huso’ye...”: Emin Hoso‘nun oğludur.<br />

3. “Meta Zeytun”: Zeytun hala.<br />

<br />

4. “Êlo etimo, Êlo xeribo, roj nedityo Êlo!.” : Êlo yetim, Êlo seyip,<br />

Êlo gün görmemiş.<br />

5. “Merek”: Samanlık.<br />

6. “Seyare”: Devriye.<br />

7. Rom: Kuzeyli Kürtler Türk askerî ya da yönetimi için kullanır-<br />

lar. Örneğin Türk askerî yerine, “eskerê Romê” derler.<br />

8. “Gelyê Çêlekan”: İnekler Vadisi.<br />

9. “Gom”: Koyunların koyuldukları ağıl.<br />

10. “Tırpan”: Orak gibi ekin biçme âleti.<br />

11. “Xışte”: Tasma.<br />

12. “Kofi”: Kürt kadınların taktığı bir çeşit özel başlık.<br />

13. “Roja we xêrwe cemaet”: Gününüz hayır olsun cemaat.<br />

75


76<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

14. “Şahê meran”: Yılanların şahı.<br />

15. “Yekşem nine Düşeme” Pazartesi değil, Salıdır.<br />

16. “Düşem nine Sêşeme”: Salı değil Çarşambadır.<br />

17. “Sêşem nine Çarşeme”: Çarşamba değil Perşembedir.<br />

18. “Xengel”: Hamurdan yapılıp üzerine yağda kavrulmuş soğan<br />

ve sarımsaklı yoğurt dökülerek yenen bir Kürt yemeği.<br />

19. “Ruvi”: Tilki.<br />

20. “Heci”: Hacı.<br />

21. “Kerme”: Tezek.<br />

22. “Gudarên eziz! Hunê naha bıbıhizın kılama ‚Mıho‘jı dengê<br />

Sisika Mecid...”: Değerli dinliyiciler! Şimdi Sisika Mecid‘in<br />

sesinden “Mıho” türküsünü dinliyeceksiniz.<br />

23. Öykü açısından önemli olan bu Kürtçe türküyü aslına sadık<br />

kalarak Türkçeye çevirmek güç olduğundan, anlamayan<br />

okurlardan özür diliyoruz.


Êlo<br />

<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

I


II<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

5 kilise ve koyunlarını otlatan bir çoban...


Gâvur Êlo<br />

<br />

Êlo'nun karısı Gewrê<br />

III


IV<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Wezınköy'de şimdi „Ziyaret“ olan kilise... ve çalışan bir köylü...


Gâvur Êlo<br />

<br />

Ağrıdağı önünde halı, kilim satan Kürtler...<br />

V


VI<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Wezınköy'lü bir kadın (Gûle)...


Gâvur Êlo<br />

<br />

Wezınköy'de güneşlenen çocuklar<br />

VII


VIII<br />

Gâvur Êlo<br />

<br />

Wezınköy'de tuz öğüten bir kadın (Asê)...


MARENOSTRUM<br />

BELGE YAYINLARI<br />

MARENOSTRUM DİZİSİ<br />

LOKSANDRA-İSTANBUL DÜŞÜ<br />

Maria Yordanidu<br />

<br />

Gâvur Êlo<br />

Dizimiz Marenostrum‘u İstanbul doğumlu, Batum‘da, İskenderiye‘de yaşamış,<br />

92 yıllık ömrünü 1989 Kasım‘ında Atina‘da noktalamış olan Maria Yordanidu‘nun<br />

Loksandra/İstanbul Düşü adlı kitabı ile başlattık. Marenostrum latince<br />

bir deyim: Romalılar Akdeniz‘e sahiplenmiş ve onu Bizim Deniz diye anmışlardı.<br />

biz de şimdi „evet, bizim deniz“ diyoruz, „ama, hepimizin tüm Akdenizlilerin<br />

ortak denizi!“<br />

Bölüştüğümüz, kavga ettiğimiz, aşık olduğumuz, öldüğümüz deniz. Bizi<br />

birbirimize sımsıkı bağlayan, ortak anılarla yüklü, tüm duygusal coşkunluk ve<br />

aşırılıkları barındıran deniz. Adriyatik, Ege, Marmara ve Karadeniz‘i de bu koca<br />

denizin parçası sayarsak, Maria Yordanidu Akdeniz‘in kozmopolitizmini kendi<br />

kişiliğinde en iyi yansıtan yazarlardan biri. Dizimizde tam bir halklar çümbüşü<br />

yeralacak. Yordanidu ile İstanbul‘dan başlayan yolculuğumuz, diğer yazarlarla<br />

diğer liman kentlerine, adalara, denizi kovalayan dağlara, bazen balkanlara,<br />

bazen Kafkaslara sıçrayacak. Taha Hüseyin, Tefik el Hakim, Neval el Sadavi ile<br />

Mısır‘da dolaştıktan sonra, Durell‘ın Kıbrıs‘ına, Korfu‘suna, Kazancakis‘in<br />

Girit‘ine, Henry Miller‘in Yunanistan‘ına, Sciascia‘nın Sicilya‘sına, Pasolini‘nin<br />

İtalya‘sına sıçrayacağız. Babel‘le Odessa‘da dolaştıktan sonra yine İstanbul‘da<br />

İstrati ile İstanbulli Rum ve Ermeni öykücülerle olacağız. Barselona‘dan Fas‘ın<br />

hüzünlü kıyılarına, sıradağlarına açılacağız. Yugoslav yazarı Danilo Kiş ile<br />

tanışacağız.<br />

Marenostrum özel bir dizi olacak. Bizi kendimize, birbirimize tanıtacak. Bu<br />

macera okurlarımızı da sürükleyecek.<br />

<br />

77


78<br />

Gâvur Êlo<br />

HEGNAR ÇEŞMESİ<br />

Mıgırdiç Armen<br />

<br />

Kafkasya‘nın yeniden trajik çatışmalarla sarsıldığı bir dönemde son derece insani<br />

bir yaklaşımla kaleme alınmış bir Ermeni romanını okurlarımıza ilettiğimiz için<br />

mutluyuz.<br />

Sanıyoruz, şimdi tarihe karışmı olan Sovyet Ermenistan‘ından Türkçeye<br />

çevrilmiş ilk kitap Mıgırdiç Armen‘in Hegnar Çeşmesi adlı romanı oluyor. Bir<br />

dönem ortak bir yaşam kültürü üretmiş halklar ne yazık ki, bugün acımasız çatışmaların<br />

içine sürüklendi.<br />

Biz Marenostrum dizisinde acısıyla tatlısıyla ortak yaşam kültürümüzün,<br />

yitik günlerimizin tadını okurlarımıza iletmek istiyoruz.<br />

Marenostrum geçmişle bugün arasında tinsel bir köprü oluşturmaya devam<br />

edecek.<br />

YİTİK KENTİN KIRK YILI<br />

Kozmas Politis<br />

Dizimizin bu kitabını Kozmas Politis‘in „Yitik Kentin Kırk Yılı“ adlı İzmir‘in bir<br />

kültür mozaiği oluşturduğu günlerden canlı izlenimler aktardığı romanına<br />

ayırdık. Politis 1888 Atina doğumlu. Babası Midili‘nin Pelopi köyünden, annesi<br />

ise Ayvalıklı idi. Politis yüksek öğrenimini İzmir‘de tamamladı. 1922‘de ailesiyle<br />

birlikte İzmir‘i terk etti. Paris ve Londra‘dan sonra 1924‘te Atina‘ya yerleşti. „Yitik<br />

Kentin Kırk Yılı“‘nı 74 yaşında kaleme alan yazar 1974 yılında Atina‘da bir yaşlılar<br />

evinde hayata gözlerini yumdu. Yazarın diğer eserleri arasında „To Yiri“, „Eroika“,<br />

„Üç Kadın“, „Santa barbara“, „Büyük Konstantin“, „Erik Ağacı“, „Son Durak“<br />

öne çıkmakta, G.P.Savidis‘le yaptığı bir görüşmede şöyle diyor: „İzmir‘de yaşarken<br />

kendimizi hür hissediyorduk ve 1914 öncesi Türklerle hiç bir sorunumuz<br />

yoktu... Ama Yunan orduları İzmir‘e yerleşince kendimizi, düşman bir gücün<br />

demiyeyim ama - yabancı bir gücün altında hissettik.“


KENTİMİN ÖYKÜSÜ - Muğla‘de Rum İzleri<br />

Ertuğrul Aladağ<br />

<br />

Gâvur Êlo<br />

„Rumlar çok önce gelmiş Muğla‘ya. Rumların evleri oluşundan çatılıymış.<br />

Bizimkileri ise toprak damlıydı. Rumlar iyi giyinirlerdi. Şu andaki gibi modern<br />

giyinirlerdi. Bizimkilerde ise topdon vardı. Kırmızı yumurtaları ve halkları Türklere<br />

de verirlerdi. Saburhane‘de fırıncı bayan vardı. Ekmek ve yufka yapardı.<br />

Kilise‘nin alt tarafında Rum okulu vardı. Hamamın olduğu sokak meyhane<br />

boğazıydı. Rakı satarlardı Rumlar. Üzümden, incirden kendi evlerinde imbikleriyle<br />

rakı yaparlardı. Bir ufak şişeye bir karafakih derlerdi. Çok iyi ustaları vardı.“<br />

„Koca Han Eczanesi, Rum Eczacı Harlombos‘undu. saburhane meydanındaki<br />

taş örgülü ev onundu. Zenginlerden Barutçular kerestecilik yaparlardı. Çiçek<br />

aşısı yapan Vasil vardı. Bana bile aşı yapmıştı. Andon kireç çıkartırdı. Türkler taş<br />

yakmak günah derlerdi, o nedenle kireççilerin hepsi de Rum‘du. Apostol, Han<br />

işletirdi. 1922‘deki mübadelede Rum kadınları Marmaris yoluyla, erkekleri de<br />

Davas yoluyla gittiler. Yumurtayı kırmızıya boyarlardı. Toplu iğnelerine kadar<br />

sattılar gittiler.“<br />

ACI LİMONLAR - Kıbrıs 1956<br />

Lawerence Durrell<br />

„Bu siyasi içerikli bir kitap değildir. 1953-56 arası çalkantılı yıllar sırasında<br />

Kıbrıs‘ın ruh hali ve atmosferini inceleyen, bir ölçüde izlenimci bir araştırmadır.<br />

Adaya bağımsız bir birey olarak gittim ve Güzelyurt (Bellapaix) adlı Rum<br />

bölgesine yerleştim. Bundan sonra olan ve ilerdeki sayfalarda yer alan olaylar,<br />

olanaklar elverdiği ölçüde misafirperver köylü arkadaşlarımın gözünden anlatılmıştır<br />

ve bu kitabın Kıbrıslı köylülerle adanın manzarasına dikilmiş etkisiz bir<br />

anıt olmadığını umuyorum. Ada kitapları „üçlemem“ bununla tamamlanmaktadır.<br />

Koşullar Kıbrıs yaşamını ve olaylarını eşsiz açılardan görmemi sağladı, çünkü<br />

orada yaşarken bir dizi farklı işte çalıştım. Hatta adada kalışımın son iki yılında<br />

Kıbrıs Hükümetinde memur olarak görev aldım. Böylece Kıbrıs trajedisine hem<br />

köy kahvesinden, hem de Hükümet Konağından bakabildiğimi öne sürebiliyorum.“<br />

<br />

79


80<br />

Gâvur Êlo<br />

MOSKOF SELİM<br />

Georgios Vizyinos<br />

<br />

„Bu kez size Trakyalı bir yazarı sunuyoruz. Rumlarla Türklerin ortak yaşam günlerinden<br />

izlenimler veren bir yazar Vizyinos. Aynı zamanda son Osmanlı döneminin<br />

alt-üst oluşunun insan özeline yansımaları, yer yer 1870‘ler İstanbul‘undan<br />

izlenimleri de bu öykülerde yakalamak mümkün. Çağdaş Yunan edebiyatının<br />

kurucuları arasında yer alan Vizyinos, yaptığı pisikolojik çözümlemeler ve hümanist<br />

yaklaşımı ile öne çıkıyor. Aynı zamanda başarılı bir doğa tasvircisi olan Vizyinos,<br />

doğa-insan ilişkisini ustalıkla aktarırken, köylü dünyasının kaderci ve<br />

gerçeküstücü özelliklerini de başarıyla veriyor.“<br />

GÜNLERİN KİTABI<br />

Taha Hüseyin<br />

Dizimiz bu kez Mısır‘a doğru yelken açıyor ve Mısır entelijansyasının öncü<br />

isimlerinden biri olan Taha Hüseyin‘i tanıtıyor.<br />

Mısır... Dünyanın en eski uygarlıklarından birinin mirasçısı olan gizemli bir<br />

ülke, eski Mısır, Yunan, Roma, Arap, Osmanlı ve İngiliz egemenlik dönemlerinin<br />

karmaşık kültür mozaiğini taşıyan Mısır, kozmopolitizmi ile gözleri kamaştırıyor.<br />

Bizim Cemil Meriç‘imiz gibi Taha Hüseyin de gözleri görmeye ve hem Batı<br />

hem de Doğu kültüründe kıvraklıkla at koşturan bir yazardır. Andre Gide nezdinde<br />

Batı onun oldukça erken bir dönemde farkında oldu. Andre Gide‘in onu<br />

yakalayıp yakalamadığı tartışmalı, belki yorumlarına da katılmayacaksınız...<br />

Ve bizim kendi garabetimiz, Taha Hüseyin‘i tanımıyoruz bile. Gecikmiş bir<br />

görevi, Batı üzerinden de olsa yerine getirdiğimiz için „kıvançlıyız“ diyemiyoruz<br />

doğrusu...


Gâvur Êlo<br />

<br />

81

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!