You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
BELGE YAYINLARI<br />
MARENOSTRUM<br />
Gâvur Êlo<br />
Baran Fundermann<br />
Dizgi/Sayfa Düzeni:<br />
ArtCeylan • ArtCeylan@topmail.de<br />
Düzelti:<br />
A. Yasemin<br />
Kapak Tasarım:<br />
Hüseyin Ceylan • Ceylan@cityweb.de<br />
Kapakta Kullanılan Resimler:<br />
© Baran Fundermann • bfunderman@aol.com<br />
Kapak/İç Baskı:<br />
Güler Ofset<br />
İç Montaj:<br />
Adım Grafik<br />
Cilt:<br />
Güven Mücellithanesi<br />
Birinci Baskı:<br />
Haziran 1999<br />
BELGE ULUSLARARASI YAYINCILIK<br />
Divanyolu Caddesi Işık Sokak<br />
Ali Faik İşhanı No: 5/6<br />
Sultanahmet/İSTANBUL<br />
Tel.: 0090 212 516 81 98<br />
Fax: 0090 212 683 3 58
Gâvur Êlo<br />
Baran FUNDERMANN<br />
MARENOSTRUM
„Neye yarad› bunca yaflaman ey Priam?<br />
‹flte o¤ullar›n da düfltü, yurdun ve tanr›lar›n da!<br />
Bir ihtiyar, ço¤u kez ceza görür yafll›l›kta,<br />
Yazg›n›n kendine b›rakt›¤› o yar›-ayd›nl›kta,<br />
Ölenlerden sonra hâlâ yaflamak elim bir esef!<br />
Yurdunun yand›¤›n› görmek,<br />
Ve bütün çocuklar›n›n öldü¤ünü...“<br />
V‹CTOR HUGO
BiRiNCi BÖLÜM
8<br />
Gâvur Êlo
Gâvur Êlo<br />
<br />
Kendisi de fazla bilmiyordu. Bildikleri anlatılanlardı. İnsanlar<br />
o savaşta yiyecek bir şeyler bulamadıkları için, hayvan<br />
dışkıları içindeki buğday, arpa tanelerni yerlermiş de öyle<br />
sağ kalmaya çalışırlarmış. Sonra anası...<br />
Neo güçlü, savaşçı biriymiş. Ününün Sultan Abdülhamit’e<br />
kadar bile gittiğini söylerlerdi. Ermeniler‘e karşı Allah<br />
adına Türklerle birlikte girdiği savaşta çetesi bile varmış.<br />
Hamidiye Alayları’ndan daha yetkiliymiş te, diğer aşiretler<br />
kıskanırmış. Şark Kumandanı Salih Paşa, bu adamı pek<br />
severmiş. Neo’ya cephaneyi o temin edermiş. Yeter ki gâvur<br />
öldürsün, mallarını talan etsindi. Salih Paşa’nın yalnızca<br />
„biz ona öldür dedik, o ise daha çok yağmayla ilgilendi“<br />
diye sitem ettiği bilinirmiş. Neo Kiğı, Beyazıt, Pasin ile<br />
Ur’daki çarpışma ve talanlarda bile yer almıştı. Neo’nun iyi<br />
bir cengâver olarak savaştığını söylediği Bedir Han’ı çok<br />
sevdiği de bilinir, onun gibi olmayı arzuladığı söylenirdi.<br />
Böylece çarpışa-döğüşe, Rewan 1 tarafından şimdi yerleştikleri<br />
köye kadar gelmişler. Bu esnada Celâlî aşireti,<br />
diğer aşiretler gibi yol üzerinde kimi Bazid, kimi Ağrı kimi<br />
9
10<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Gihadin, kimi Bayburt, kimi de bilinmez nerelerde, parçalanarak<br />
oralarda kalmışlar. İşte bu gidişat sırasında Neo,<br />
İran’a kaçmaya çalışan Taşnak Partisi’ne mensup bir Ermeni<br />
birliği eşliğindeki grupla savaşırken, içlerinden güzel mi<br />
güzel bir kadının çocuğuna sarılıp ağladığını görmüş.<br />
Derler ki, bu biçarenin feryadı yeri göğü birbirine katarmış.<br />
Çünkü, kocası öldürülmüş, kimi kimsesi kalmamış, kucağındaki<br />
o zavallı, küçücük oğlundan başka. Neo hem güzel<br />
anneye hem de feryada dayanamayıp ikisini de himayesine<br />
almış. Artık güzel kadın, Neo’nun ikinci eşi olmuş. Adının<br />
Pemığ olduğu söylenen bu kadın, yaşadıklarına dayanamayıp,<br />
oğluna rağmen, daha sonraları intihar etmiş. Kadın,<br />
Melko adındaki eski eşini, çocuğunun babasını pek severmiş.<br />
Erivan radyosunun hep çaldığı „Mıho“ türküsü işte bu<br />
Neo’nun dedesiyle ilgiliymiş. Bunlar sülalece gözükara<br />
savaşçıymış.<br />
Êlo bunları dinlerken bazen dalar giderdi. Belleğinde<br />
bölük-pörçük bir şeyler vardı ama, ne kadar zorlasa da kırılmış,<br />
dağılmış uyuz bir aynanın parçaları gibi silik görüntüleri<br />
birleştiremezdi. Hatırlamaya çalıştığı kadarıyla<br />
ortalık tozdan, dumandan görülmez bir haldeydi. Çığlıklar<br />
at ve nal seslerine karışmıştı. Bir adam vardı. Acaba babası<br />
mıydı... Şimdiye kadar cesaret edip de kimseciklere soramamıştı;<br />
o adamı bilen var mı diye. O, annesinin eteğine<br />
sıkıca sarılmış, bedenine bir iple bağlanmıştı. Adam onları<br />
hiç yalnız bırakmamıştı. Hep bir şeylere bağırıyor, bazen<br />
ona bazen de annesine sarılıyordu. Annesinin yüzünü bile<br />
hatırlayamıyor, yalnızca onun ten kokusunu unutamıyordu.<br />
Bu koku, Êlo’yu, her hatırladığında, sersem eder,<br />
derin bir iç çekmesine neden olurdu. Hem nasıl hatırlasın<br />
ki annesinin gül yüzünü, olanları; o zaman daha dört<br />
yaşındaymış mı ne. Burnundan akan soğuk sümüğün tadı
Gâvur Êlo<br />
<br />
da hâlâ damaklarındaydı. Bir de öküzlerin çektiği arabanın<br />
yağsız tekerleklerinin gıcırtısı hep gelir düşüncelerinin<br />
ortasına otururdu. Bir ara annesi çığlık çığlığa kalınca o da<br />
başlamıştı ağlamaya. Kadın, yüzünü göremediği bir adamın<br />
başını dizlerine koymuş durmadan öpüp okşuyordu.<br />
Arkadaşı Edê Barê ile yaşadıkları macera sırasında aniden<br />
hatırladıklarını bir yana bırakırsa, aklına gelenlerin hepsi<br />
buydu.<br />
Êlo bazen bunları düşünürken irkilir, sanki yanındakiler<br />
aklından ne geçtiğini anlamışlar gibi çekinerek suratlarına<br />
bakardı. Êlo‘nun çocukluğundan beri bilinçaltına yerleşen<br />
bir dürtü onu hep dizginler, olağanüstü dikkatli davranmasına<br />
neden olurdu. Yüreğinin tâ derinliklerinde tarifsiz,<br />
dermansız bir eziklik vardı. Herkes kırkında, o belki de daha<br />
yedisindeyken olgunlaşmıştı. Âlemin gurur duyabileceği<br />
her şeyden yoksun olduğunu ezelden bilirdi de içine kan<br />
akıtan bu gerçek yüreğini dağlardı.<br />
Kürtler büyüklerinden söz ederlerken en az yedi dedesini<br />
sayardı. Hattâ çocuklar bile bunu büyük bir gururla<br />
ezberler; Emin kurê Huso’ye 2 , Huso kurê Edê’ye, Edê kurê<br />
Barê’ye, Barê kurê Siyar‘e, Siyar kurê Siyabent’e, Siyabent<br />
kurê Xalıs’e... diye giderdi. Êlo bu gibi durumlarda belli<br />
belirsiz bir utançla başını önüne eğerdi. Sadece bu mu;<br />
çocuklar düşmancılık oynarlarken hep onu esir alır, yalancıktan<br />
eziyet ederlerdi. Ağa-bey gibi oyunlar oynarlarken<br />
uşaklık etmek, işleri yapmak hep ona düşerdi. Çocuklar<br />
annelerinin sütü kesilmesin diye birbirlerinin sidiği üzerine<br />
işemezlerdi. Böylesi ortamlarda hepsi de yüzlerindeki o<br />
hınzır sırıtkanlıkla nasıl olsa annesi yok diye köpürterek<br />
Êlo‘nun sidiği üzerine işerlerdi. Küçükler yaptıkları kötü<br />
işleri Êlo yaptı der işin içinden çıkarlardı. Sık sık iftiralara<br />
11
12<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
uğradığı için adı huysuz çocuğa çıkmıştı. İyi huylu olsun<br />
diye büyükler bir kaç defa köpek dışkısı bile yedirmişlerdi.<br />
Gerçi huysuz diğer arkadaşlarına da yedirmişlerdi yedirmesine<br />
ama, ona daha fazla vermişlerdi. Köylü renkli gözleriyle<br />
nazar saçtığına da inandığı için, dışkının bunu bile<br />
önleyeceğini söylüyordu. Bazıları çocuklarını nazardan<br />
korumak için sol omuzlarına boncuk, küçük deniz kabukları,<br />
çıngırak gibi şeyler iliştirmişlerdi. İnsanlar ona çokca<br />
acıdığından değil, geceleri rüyalarına köpek ya da yılanlar<br />
girmesin diye bazen ekmek-yemek veriyorlardı. Gün olur,<br />
tek kaldığında kimseciklerin görmediği bir köşeye çekilerek<br />
öyle ağlar, ağlardı, tâ ki rahatlayıp sakinleşinceye kadar.<br />
Sonra da göz ve yüzünün kızarıklığı gidinceye kadar bekler,<br />
ondan sonra insanlara görünürdü. Yeryüzünün annesiz,<br />
babasız bir tek çocuğu olduğunu düşündükçe sayısız kere<br />
sayısız kahrolurdu.<br />
Ne ki, güzel hatıraları da vardı Êlo’nun. Zamanı tam<br />
hatırlamasa da olayı bugün gibi hatırlıyordu. Çocuklarla<br />
Ziyaret’in yüksek çevresinde koyunları otlatıyorlardı.<br />
Güneşli sıcak bir havaydı. Rıhan, pung gibi türlü çiceklerin<br />
kokusu birbirine karışmış, doğa adeta onu eşsiz cömertliğiyle<br />
sarhoş etmişti. Yabanî bal arıları çiçekten çiçeğe<br />
uçuşuyor, vızıldayarak Êlo‘nun yanından, önünden geçiyorlardı.<br />
Öylesine de yorgundu ki. Kafasını üzerinde yaban<br />
kınasının olduğu bir taşa yaslamış, yeşil başlı kertenkelenin<br />
bir şeyden kaçışını izliyordu. Sonra, kertenkele küçük<br />
Êlo’nun şaşkın bakışları arasında bir kurtçuk gibi kıvranan<br />
kuyruğunu oracıkta bıraktı, göz açıp kapayıncaya kadar ot<br />
ve taşlar arasında yok oldu. Hemen ardından, Êlo’nun<br />
farkında bile olmadan ortaya çıkan ufacık kızıl bir tilki<br />
kuyruğu merakla kokladı, çevresine bakınıp Êlo’yu görünce<br />
ürkerek kaçıp gitti. Êlo bu olaydan sonra dalıp gerçekle,
Gâvur Êlo<br />
<br />
rüya arası yemyeşil geniş bir ovada çocukların gök kuşağına<br />
doğru koşarlarken bir yandan „ben de altından geçeceğim“<br />
diye bağrıştıklarını duyuyordu. Gökkuşağının altından<br />
geçen kız çocuğunun erkek, erkek çocuğun ise kız olabileceğine<br />
inanılırdı. Êlo otlattığı koyunların hepsinin yanında<br />
birer kuzu olduğunu gördü. Kuzulardan bazıları zorla ayaklarının<br />
üzerinde durmaya, kimisi de ön ayakları üzerine<br />
acemi ve titrek çökmüş burunlarıyla annelerinin memelerini<br />
döğüp süt emmeye çalışıyorlardı. Bütün köylü rengârenk<br />
giyinmiş biraz ötede ona şefkatle bakıyorlardı. Bir<br />
yandan da baştan ikiye bölünerek durmadan aralanıyorlardı.<br />
Bu bitmeyen bir aralanmaydı sanki. Êlo’ya, „bak<br />
kim geliyor!“ diyorlardı. Êlo soluksuz açılan kalabalığın<br />
arasına bakıyor, sanki sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen<br />
yolda kimseyi göremiyordu. Derken, köyün çobanı<br />
yaşlı Mıhê’nın saçları gibi ak bulutlar yeryüzüne inmişlerdi.<br />
Şimdi kalabalık daha da silikleşmiş, Êlo biraz önce gördüğü<br />
gökkuşağının üzerinden aşağıya doğru kayıyordu. Aşağıda<br />
ufacık görünen çocuklar bağrışmayı bırakmış, hayranlıkla<br />
kendisine bakıyorlardı. Arkadaşı Edê Barê, „beni de yanına<br />
al!“ diye yalvarıyordu. Korkmuyordu, aksine zevk içerisinde<br />
kıvranıyor, o an hiç bitmesin diyordu. Tanrım ne olur hiç<br />
bitmesin!<br />
Hiç yoktan kuyruksuz bir kertenkelenin üzerinde şimdiye<br />
kadar tasvir bile edemeyeceği garip, renkli toz gibi<br />
pırıltılar saçarak gelen bir adamla kadın gördü. Gözleri<br />
kamaşıyordu güzellikten. İkisinin de elleri yanlara açılmış<br />
büyük bir mutlulukla ona bakıyorlardı. Derken, birden üçü<br />
birlikte kaymaya başlamışlardı gökkuşağının üzerinden.<br />
Kadın onu öpüyor, adamsa güçlü elleriyle saçlarını okşuyordu.<br />
İkisi de, „görmeyeli ne kadar da büyümüşsün sevgili<br />
Êlo“ diyorlardı şefkatle. Bunlar anasıyla babasıydı. Söyle-<br />
13
14<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
memişlerdi, ama o biliyordu. İkisinin de yüzlerine bakıyor<br />
bakıyor, görüyor ama bir türlü kafasında tutamıyordu<br />
bakışları her ayrıldığında. Tekrar unuttukça, bir daha<br />
kaybederim diye korkudan tir tir titriyordu. Birden gök<br />
kuşağının onlarla birlikte uzaklaştığını fark etti. Ellerini<br />
uzattı, artık çok geçti. Gökkuşağının annesinin tül gibi şeffaf<br />
etekleri olduğunu gördü. Onlar öylece ondan uzaklaşırlarken,<br />
etek sarı, kırmızı, yeşil, mavi... rüzgârda dalgalanıyor,<br />
akıp gidiyordu.<br />
Rüzgârın fısıltısı Êlo, Êlo diye bağıran heyecanlı, garip<br />
sesler getiriyordu kulaklarına. Gözlerini açtı, ay ışığının<br />
parlattığı, sayamayacağı kadar yıldızın içerisinden birinin<br />
kaydığını görünce acaba kim öldü diye geçirdi kafasından.<br />
Tam o esnada bir at ayağının kafası üstünde öylece asılı<br />
kaldığını fark etti. Sonra, at geriye çekildi, üzerindeki boğuk<br />
ve heyecanlı bir sesle, „Gelin burada. Buldum onu!“ diye<br />
haykırdı. Êlo hâlâ uyku sersemliğinden neler olduğunu<br />
anlayamıyordu. Bu düş müydü yoksa gerçek mi, bir türlü<br />
çıkaramadı. Gazyağı lambaların ışığında ateş böcekleri gibi<br />
yüzünü seçemediği insanlar ona doğru geldi. Kimi de<br />
yayandı. Havaya tabancalarla ateş edilmiş, yanındaki atlar<br />
kişneyerek ürküp şahlanmışlardı. Hışımla çıkıp gelen Meta<br />
Zeytun 3 , onca yaşına rağmen insanları hayretler içerisinde<br />
bırakarak, bir çırpıda yakınlaşıp „Êlooo!“ diye bir feryadla<br />
ona sarıldı. Hıçkırıklarla bağrına bastı. „Êlo etimo, Êlo<br />
xeribo, roj nedityo Êlo!“ 4 diye ağıtlar yakarak ağladı, ağladı.<br />
Êlo’nun sonradan akrabası olan bu kadın onu pek sever,<br />
kendisinin de tarif edemediği bir ruh hâliyle kollardı. Ona<br />
sarıldı. Onca yaşlılığı ve hasta böbreklerine rağmen zorla<br />
kucağına alıp karanlık tepeden aşağıya yürüdü. Ziyaret‘in<br />
eteğindeki Cangirê Sıngırdon‘un oradan geçerek eve kadar<br />
taşıdı.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Êlo, çok sonraları, başından geçen bu hikâyeyi, köylüler,<br />
„koyunları otlatırken uykuya dalmış, eve dönmemişti. Bir<br />
süre onu aramış, beklemiş gelmediğini görünce durum<br />
muhtarla birlikte tüm köye bildirilerek başlayan geceyle<br />
beraber aramaya çıkılmıştı. Eğer Ferzenderê Xatê onu<br />
görüp fark etmeseydi kurtlara yem olacakmış. Çünkü<br />
çevrede aç dolaşan kurtları görenler olmuş. Onun yattığı<br />
yerin biraz ötesinde bu kurtlar Mecoê Xatê’nin kayıp<br />
kuzusunu parçalamışlardı. Bir de Allah yetimi seviyordu<br />
da, onu bulanın atı çiğnemeyip basmak için kaldırdığı<br />
ayağıyla birlikte öylece yerinde donup kalmıştı“ diye<br />
anlatırlarken duyuyordu. Kim ne derse desin, o gün, o<br />
yaşadıkları Êlo’nun hayatındaki en kıymetli olaydı. O kınalı<br />
taş, Êlo’nun herkesten gizlediği sevdası hâline gelmişti.<br />
Topladığı çiçeklerden demetler yapar, bazen de bulup<br />
buluşturduğu renkli bezlerle süslerdi. Etrafındaki otları<br />
dikenlerden arındırır, zararlı bitkileri temizlerdi. Taşın biraz<br />
ötesinde ve çevresindeki çalılıklar bulunduğu yeri gözden<br />
gizliyor, sanki saklanması için uygun bir harmoniyle onu<br />
sarmalıyorlardı. Narin renkteki kelebekler, değişik kokulu<br />
yabani çiçekler, ürkek çalı kuşları, teyyare böceği, yaprakları<br />
delik deşik etmiş tüylü sırtı çizgili çok ayaklı tırtıllar, durup<br />
dinlenmeden yuvalarına bir şeyler taşıyan karınca kervanları,<br />
yanar-döner gibi renkleriyle minnacık yaratıklar,<br />
güneşte parlayan ağlarını örmekle meşgul küçük siyah<br />
örümcekler, ortaya çıkıp kaybolan kertenkele ve kaya<br />
fareleri bu küçücük dünya da bayram havası estiriyorlardı<br />
adeta. Êlo, ya sırf o taş için gider, ya da oraya her gittiğinde<br />
o taşa başını yaslayarak türlü hayallere dalardı. Oradan<br />
köye döndüğünde eli hep kınalıydı. Taşının üzerindeki kuru<br />
kınaya tükürür, bir ufak taş parçasıyla da karıştırarak yumuşatıp<br />
sürerdi. Bu olay belki de, oraya gitmese bile onunla<br />
taşın hiç, ama hiç bir zaman ayrılmamaları demekti.<br />
15
16<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Küçük Êlo, Neo’nun diğer eşinden olan üç kardeşle<br />
birlikte büyümüştü. Yerleştikleri köy, Ermeniler’e ait bir<br />
köydü. Köye hâkim tepede çevreye egemen kilise artık<br />
Müslümanların „Ziyaret“i olmuştu. Ziyaret’e ayak basmadan<br />
önce mutlaka bir dua mırıldanır, kapının sağ ile sol<br />
yanları öpülerek içine girilirdi. Köylü sohbetlerinde yeri<br />
gelince, „köye ilk gelenler bu ziyaret için derlerdi ki;<br />
cennetin ortasından çıkmış gibiydi. Kapıları, pencereleri<br />
hâlâ rahmetli Usufê Tosın’ın evini süslüyordu“ diyerek<br />
anlatmaya çalışırdı buranın önemini. Êlo’nun sonraları<br />
muhtar olacak kardeşi Mehemet, Usıfê Tosun’u, sanki<br />
köyde boş ev yokmuş gibi diyerek yerleştiği ziyaretten,<br />
çıkartmıştı da adam kapı ile pencereleri de birlikte götürmüştü.<br />
Binanın yanındaki iki mezardan birinin taşı üzerinde<br />
haç kabartma vardı. Kutsal insanların yattığına inanılan<br />
bu mezarların üzerinde bazı geceler mum yandığını<br />
görenler vardı. Bu kabirlere şehitler deniliyordu. Buradan<br />
taş ya da eşya alıp götürenler ömür boyu iflah olmaz,<br />
başlarına mutlaka kötü işler gelirdi. Bu yüzden zarar<br />
görenler tek tek sayılırdı. Yine de arsız kimseler dibinde<br />
altın bulurum diye kazmış, burayı harabeye çevirmişlerdi.<br />
Başka bir kiliseden devşirme köy camisinin de içerisinden<br />
yapı taşları alınmış da hemen arkasındaki Beyler’in dükkânının<br />
altına konmuş, dükkândan hâlâ, o gün bugündür<br />
kimse hayır görememişti. Ziyaretin tepesinden bakıldığında<br />
Kars’ı bile görmek mümkündü. Özellikle geceleri<br />
adeta yanıyor havası veren kentin ışıkları olağanüstü gibi<br />
gelirdi köylüye.<br />
Köyün içlerinde, Xalısê Emin’in evinin arkasındaki Sılo‘ê<br />
Perişan’a ayıt eski değirmenin harebeleri de tepeden<br />
görülebilenler arasındaydı. Kürtler köye yerleştiklerinde bu<br />
yel değirmeni çalışırmış çalışmasına ama, kullanama-
Gâvur Êlo<br />
<br />
mışlar. Tahıllarını un etmek için dört köy, iki gün uzaklıktaki<br />
bir Rus‘un su değirmenine giderlerdi ağır yüklü öküz<br />
arabalarıyla. İşleri bitene kadar Xalısê Emin‘in kayınbabası<br />
olan Kürt Kerim‘in evine misafir olurlardı. Uzun Zaim, Rus<br />
Melaganların, Azeriler’in yerleştirildiği bir köydü. Burada<br />
Kürtler tek-tük olduklarından, adlarının önüne Kürt sözcüğünü<br />
korlar da öyle bilirlerdi. Ziyaretin köye bakan<br />
yüzünde, eteklerinin derinleşip bittiği yerden yukarıya<br />
Celâlîlerin oturduğu mahalle başlar. Tepeyle mahalle arasında<br />
sınır çizen dere kışın canlanır, yazın kururdu. Özellikle<br />
karın eridiği ilkbaharda deli olurdu. Bu dere, köyü üst<br />
taraftan terk etmeden kendisini, küçük bir şelâleyle süslerdi.<br />
Köyde her aşirete ayıt bir çeşme vardı. Celâlî aşiretinin<br />
çeşmesi derenin hemen yanındaydı. Xırbê Neo da dikkate<br />
değerdi, ziyaretin yüksekliğinden bakıldığında. Buranın<br />
harabeye çevrilmiş eski, başka bir köy olduğu bilinirdi.<br />
Şimdilerde taş üstünde taş kalmamış yıkıntı, Neo ailesine<br />
ayıtti. Askerler yaptıkları şoselerin malzemesini bu köyden<br />
çıkan bir çeşit kızıl kumdan elde ederdi. Yapılan şöseler,<br />
köylünün sıkça tanık olduğu ordu manevraları içindi.<br />
Ziyaretin eteklerinden bu kum alımının yarattığı girinti<br />
çıkıntıların bulunduğu yerlere, xulikork denirdi. Hayvanlarda<br />
veba salgınının olduğu yıllarda iğnelerle öldürülüp<br />
ebediyen xulikorka gömülen leşler köylünün belleğinde<br />
tazeliğini hâlâ koruyordu. Bir de, kim bilir hangi savaş sırasında<br />
kazılmış savunma mevzileri vardı. Mevziler tepenin<br />
çevresini bir kemer gibi sarmıştı. Çocukların burada<br />
buldukları bir top güllesi Êlo‘nun kardeşlerinden Meco‘ê<br />
Neo‘nun avlu kapısını açık tutmaya yarıyordu.<br />
Köylü tahılını gömdüğü çukurları kazarken Ermeni<br />
kemiklerinin yanısıra, çeşitli takılar da bulur, kullanırdı.<br />
Anlatılanlara göre, bunların içerisinde bakır haçlar, parşö-<br />
17
18<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
men üzerine yazılmış asırlık İnciller, gümüş kemerler bile<br />
varmış. Kemeri bulanlardan biri de Êlo’nun evlendirildiği<br />
Gewrê’den olma oğluymuş. Tahıl koymak için kazdığı<br />
kuyudan önce büyük-küçük kafa tasları, değişik iskelet<br />
parçaları, çürümemiş uzun ve kısa saçlar, altın dişler, kemik<br />
sahiplerine ayıt olduğu belli olan, kemik saç tarağı, bakır,<br />
gümüş, altın gibi çeşitli özel eşyalar çıkmıştı. Belli ki bu<br />
çukurda çıkanlar zengin bir aileydi. Elbiselerinden bez,<br />
kumaş parçaları da vardı kazıda çıkanlar arasında. Êlo<br />
çıkarılan kemikleri diğer köylülerin aksine, götürmüş kendi<br />
eliyle köy mezarına gömmüştü. Êlo‘nun oğulu, bulduğu<br />
deri üzerinde el işlemeli eşsiz gümüş kemeri, o köyden<br />
evlendiği karısı Qubar‘a vermiş. Kemerler öyle etkileyiciydi<br />
ki, üzerinde kavgalar dahi edilmiş. Köylü hep Ermeniler‘den<br />
kaldığını sandıkları hazineler arar dururdu. Bulduğunu<br />
sandıkları insanlar dahi varmış. Köylüler bulduğu,<br />
paraya çeviremediği çoğuşeyleri ise tarihi eser kaçakçılığından<br />
yakayı elevermemek için, bir biçimde yok ederdi.<br />
Êlo, uzun boyu gibi uzun kemikli elleriyle hep bir ermişi<br />
andıran sakallarını sıvazlardı, köylüler ona kendi dedelerinin<br />
kahramanlıklarını anlatırlarken. Çukurdaki yeşilimsi<br />
gözleri, ak-kızıl saçlarıyla çevresindekilere hiç benzemiyordu.<br />
Anlatılanların içerisinde, köyün nasıl zaptedildiği<br />
öyküleri de vardı. Öyle ya, Ermeniler bir olup da kendilerini<br />
de esas köylerinden, yurtlarından etmemişler miydi. Onlar<br />
da bu köyü alırlarken çıkmayanı, direneni bir güzel pataklamış,<br />
yer yer de öldürmüşlerdi. Ya onlar, ya biz demişlerdi<br />
hep bir ağızdan. Zaten devlet de oh diyordu. Hattâ Kâzım<br />
Karabekir çadırını bu köyün eteklerinde kurmuştu. Köyde<br />
devletten ödül alanlar vardı. Caminin önünde toplanan<br />
gençlerden biri Êlo’ya, Kâzım Karabekir, yazmış olduğu<br />
‘Kürt Meselesi’ adlı kitabında „Ermenistan içleri, Gümrü
Gâvur Êlo<br />
<br />
mükemmel görünüyor. Ani harebesi ayaklar altında. 93-94<br />
seferinin bu bölgedeki harekâtını birkaç defa okumuş,<br />
incelemiş bulunduğumdan Muhtar Paşa’nın karargâh<br />
yerini buldum. Van, Gümrü, Kars Çıldır gölü görünüyor.<br />
Ağrı ile Alegez dağlarının da manzaraları doyulmaz derecede<br />
güzel. Daha sonra Vezinköy’e geldik. Çadırımızı<br />
gerdik. Burada da bir vazife verdim. Burada da efendilere<br />
Kars’ın zaptında Vezinköy ve Yahnılar’daki harekâtı izah ve<br />
meseleyi de hallettirdim...“ diye yazmış, demişti de Êlo<br />
şaşılası bir maharetle, tam anlamasa da, hepsini kafasına<br />
yerleştirmişti. Hattâ Karabekir o kitapta Dersim‘li Kürtler’in<br />
Ermeniler’e yardım etmesinden bile yakınıyormuş. Çoğunun<br />
kaçıp kurtulmasına onlar yardım etmiş diye, tek tek<br />
aşiret ismi saymış. Oğlan Birinci Cihan Harbi‘ne de özel<br />
bir vurgu yaparak „Birinci Paylaşım Savaşı“ diyordu.<br />
Eskiden, Vezin olan köylerinin adı Türkçe’de aynı anlama<br />
gelen Ölçülüköyü’ne çevrilmişti. Kürtler buraya kısaca<br />
„Wez“ derlerdi. Diğer köyler de burayı öyle bilirdi. Yalnızca<br />
mektuplaşmada devletin verdiği ismi kullanırlardı. Delikanlılar<br />
daha neler bilmiyordu ki... Bu gençler kitap gibiydi.<br />
Êlo şimdi daha iyi anlıyordu köylülerin anlattıklarını.<br />
Êlo’nun kafasından bunlar geçerken köylü de anlatmaya<br />
devam ediyordu. Ama bu kâfirler de az değildi hani; çoğu<br />
eşyasını alamamış, ama evlerini yakıp öyle gitmişlerdi. Köy<br />
cemaatlerinde ya da düğün-dernek gibi muhtelif toplantılarda<br />
en çok bilen Mıstê idi. Mıstê çok dinleyen, çok<br />
anlatan biriydi. Kısa boylu, küçücük gözleri güneşte parşömen<br />
kâğıdı gibi buruşmuş yüzünün ortasına oturmuş, sivri<br />
burunlu, kürek gibi büyük, sicim gibi damarlı köylü elleri<br />
vardı. Her düğüne, her sohbete çağrılır, özel olarak ağırlanırdı.<br />
Bir de, iyi dengbej sayılırdı. Söze başlamadan Erzurum‘dan<br />
getirttiği oltu taşından tespihini koluna geçirir,<br />
19
20<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
şekerini rahat bir şekilde kırtlayarak demsiz su gibi çayını<br />
yudumlar, şöyle kocaman bir tütün sarar, ağzında kalanı<br />
tükürürdü. Sonuna kadar içtiği sigara dişlerini, dudaklarını<br />
dahi sarartmış, bıyıklarında iz bırakmıştı. Özellikle meraklılar<br />
onun konuşmaya başlamasını sabırsızlıkla beklerdi.<br />
Bu gibi konuşmalar sırasında belli etmeyen ama belki<br />
de en meraklı olan Êlo’ydu. Êlo bu adamın daha önceleri<br />
köyle ilgili anlattıklarını da sünger gibi içine çekmişti. Bu<br />
Mıstê’yı de hiç sevmezdi zaten, ama yine de dinlerdi. Mıstê<br />
o gün söze, „buraya geldiklerinde tüm merekler 5 yakılmıştı.<br />
Duvarlar bugün bile simsiyahtır. Yerleşmeye başladıklarında<br />
evlerin çoğu boştu. Arazilerin topu sahipsizdi. Padişah<br />
hepsi sizin, istediğiniz gibi kullanın diye buyurmuştu.<br />
Yeter ki Ermeni olmasındı, bir teki bile kalmasındı. Bu<br />
köyde yetmişiki millet ama dört aşiret var; Celâlî, Dılxeri,<br />
Bruki, Milli. Cemaldin falan gibi aşiretlerden yalnızca tek<br />
tek aileler var. Aslında bunların hepsi önemli değil;<br />
büyüklerimiz demezler miydi bütün Kürtler Mil ile Zil<br />
aşiretlerinden gelir. Neyse, tarih o zaman otuz dörttü“, diye<br />
başlayıp burada ara vererek, yapma bir bilgelikle çevresini<br />
süzdü. Rahatlıkla kolundan eline kaydırdığı tespihin<br />
taşlarından birini yün pantolonuna sürerek oturduğu yer<br />
minderinin altındaki keçeye doğru uzattı. Tespih taşı keçenin<br />
üzerindeki tozu mıknatıs gibi çekince, belli bir gururla<br />
konuşmasını tekrar kaldığı yerden sürdürmeye başladı,<br />
„Velhasıl o otuz dört bugünkü otuz dört değildi tabî“ diye<br />
devam etti. Aşiret ağalarına Kürtler, Gulaver derlermiş. Bu<br />
ağalar köydeki aşiretlerle güçlerini birleştirip öyle yola<br />
çıkmışlar. Çarpışa-kaça buraya gelip yerleşmişler. Bazıları<br />
dönüp alırız diye Bayburt‘taki evlerin altına kabkacaklarını,<br />
önemli eşyalarını sal ve toprak altına gömmüşlerdi. Mıstê,<br />
Ermeniler Kürtler’i mereklere doldurup topunu yakmış-
Gâvur Êlo<br />
<br />
lardı, dediğinde, cemaatin en alt tarafından bir genç, „burada<br />
önce Kürtler yoktu ki, Ermeniler vardı“ diye şaşırarak<br />
sorunca, hemen deneyimli bir hazırcevaplılıkla, „o zaman<br />
sen neredeydin?“ der demez bütün cemaat gülmüştü de<br />
genç fazla bir şey diyemez olmuştu.<br />
Emerê Sılıngê, Zibini’den bu köye misafir gelmişti. O da<br />
bu cemaatteydi. Bu adam, karısının güvendiği diğer kadınlara<br />
anlattığına bakılırsa, bazen geceleri sıçrayarak uyanır,<br />
tövbe tövbe der kan-ter içinde odasında hırsla volta atar<br />
da, öyle yatışırmış. Yatağına işediği bile olurmuş. Koynunun<br />
altında, ceketine iz dahi bırakmış, bir kare gibi duran kabartı,<br />
gittiği türlü hocaların yaptığı, üfürdüğü muskalardan<br />
olma kocaman, naylon kaplı bir hemaile aitti. Onca umut<br />
bağladığı Edê Barê bile çare olamamıştı derdine. Adam<br />
konuşurken farkında olmadan sol eliyle hemailin olduğu<br />
bölgeyi hep yoklar dururdu. İşte köylü bunların hepsini<br />
bilir de belli etmezdi. Karanlık bir adamdı bu Emerê Sılıngê.<br />
Kürtler’in Ağrı İsyanı sırasında, Celâlî aşiretiyle olan hısımlık<br />
ilişkilerini kötüye kullanmış da, devlete ispiyonluk bile<br />
yapmıştı. Hattâ İran’a kaçan Kürtler’in yerlerini dahi muhbirlemiş,<br />
Hoybun‘un ileri gelenlerini gammazlamış, bunları<br />
bile yerli yersiz anlatırmış. Sözlerine de hep, „devletle<br />
baş etmek kolay mıdır“ diye son verir, takma dişlerini<br />
sıkarak başını sallarmış. Kapkara yüzünün şekli bile<br />
belirsizdi. Ütüden parlamış eski yamalı takımını renkli,<br />
havlu büyüklüğünde eski bir kıravat süslerdi. Bir haftalık<br />
sakalı başını sağa-sola çevirdikçe, kirden kurumuş simsiyah<br />
gömlek yakasını fırçalayıp dururdu. Kopacak gibi duran<br />
büyük, yuvarlak burununun üzerinde kocaman, çıbana<br />
benzer yaralar vardı. Geçimini nasıl sağladığı pek bilinmez,<br />
sorulmazdı. Kars’a gittiğinde, mutlaka Ruslar’dan kalma<br />
binalardan oluşmuş askerî kışlalara uğrar, tanık köylülerin<br />
21
22<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
söylediğine göre çok da itibar görürmüş. Kumandanla çay<br />
içtiğini görenler dahi varmış. Yeri geldiğinde kin dolu bir<br />
duyguyla lanetlediği dağdaki isyancı Kürtler, bir zaman<br />
kıstırmışlar da, ölümden dönmüştü. Kısa boylu biriydi.<br />
Hayli ilerlemiş yaşından dolayı büzülmüş, olduğundan<br />
daha da ufalmıştı. Çok bilen bir tavırla, titrek, yaşlı sesine<br />
rağmen gürler gibi söze girerek, „Bizim orada Ermeniler’i<br />
bir ahıra doldurduk, yirmisini kendim kestim. Kollarım<br />
yoruldu, yanımdakiler devam etti. Xaçê Reş köyünden de<br />
yardım ettiler. Onlar da öldürdü, ama biz o fıllelerden daha<br />
çoğunu öldürdük“ demişti. Odanın içi bir anda buz kesti.<br />
İşte anlattığı O gün, o köye yerleştirilecek yaşlı, merhametli<br />
Kürtler’in çoğu „Yapmayın, Allah afetmez. Müslümana<br />
yakışmaz, ahları yakamızı bırakmaz. Bunlar daha dün çay,<br />
şeker aldığımız, ateşinde ısınıp dert yandığımız komşularımızdı“<br />
diye inliyorlardı olanlar karşısında çaresiz. Türk<br />
kumandan, Emerê Sılıngê’yi iz köpeği gibi kullanmış, her<br />
yeri bildiğinden Ermeniler’in gittiği, saklandığı en bulunmaz<br />
yerleri dahi ortaya çıkarmışlardı.<br />
Emerê Sılıngê, apar topar, askerî eğitim görmeden,<br />
disiplin nedir bilmeden Kürtler‘den meydana getirilen<br />
Hamidiye Alayları‘na katılmış küçük bir birliğin liderliğini<br />
yapıyordu. Emerê Sılıngê ile adamlarına silâh ve mühimmat<br />
dışında bir şey verilmediği için, buyuruk gereği Ermeniler’in<br />
sırtından geçinirdi. Böyle durumda olup Padişaha<br />
bağlı olmayan alaylar dahi vardı. Hamidiye Alayları‘na<br />
katılmadan önce, Emerê Sılıngê de bu çetelerdendi. Çok<br />
defa hırsızlık ve cinayetten tutuklanmış, neticede Zeki<br />
Paşa’nın karşısına çıkarılmışsa da ödüllendirilerek tekrar<br />
serbest bırakılmıştı. Devlet izin verir vermez Ermeniler’in<br />
en verimli topraklarına yerleşenlerin başında gelirdi.<br />
Yaptığı zulümler, işlediği cinayetler, giriştiği talanlar karşı-
Gâvur Êlo<br />
<br />
lığında hiç bir kovuşturmaya uğramayacağı şeklinde<br />
güvence aldığı için, o ve adamları yüzlerini bile gizlemezlerdi.<br />
Emerê Sılıngê’nin kafası bir şeyi almıyordu; Padişah<br />
neden Ermeniler‘den başka gâvurların da öldürülmesine<br />
izin vermiyordu. Şimdilik ille de Ermeniler diye tutturmuştu.<br />
Hele onlar bir halledilsin diyordu. Ah bir izin verilse. O<br />
Süryaniler’i, Yezidiler’i de sevmezdi ama elinden bir şey<br />
gelmezdi. Yine de dayanamayıp katlettiği birkaçı için gerekçe<br />
olarak „Ermeni sanmıştım“ demişti. Bunlardan bir Süryani<br />
Patriğinin durumu çok dramatikti. Emerê Sılıngê,<br />
Süryaniler’i özellikle sevmezdi. Botan Beyi Bedirxan gibi,<br />
elinden gelse, hepsini temizlerdi. Patriğin üzerinden yalnızca<br />
dinî kitaplar vardı. Bir kiliseden ötekine götürüyordu.<br />
Tek kıymetli eşyası bu kitaplarla elinin içiyle sıkıca kavradığı<br />
düz, sade bir haçtı. Emerê Sılıngê hırsla adamın elini bir<br />
kayanın üzerine koyarak topuğuyla ezdi. Kitaplar etrafa<br />
saçılmış, iyice eskimiş olanların düşen yaprakları rüzgârda<br />
sürükleniyordu. Kurbanın bağırmamak için ısırdığı dudaklarından<br />
çenesine kan sızdı. Bu durum caniyi daha da<br />
hiddetlendirdi. Sessizliğini bozmak için elindeki kamçıyı<br />
boynuna sarıp sürükledi. Bir yandan ise bacaklarına ateş<br />
ediyordu. Patriğin kanlı ağzından dökülen dua mırıltıları<br />
Emerê Sılıngê‘nin kafasına sıktığı bir kurşunla son bulmuştu.<br />
Sultanın askerleri Kürtçe bilmediklerinden, köylülerle<br />
Emerê Sılıngê’nın bozuk Osmanlıca’sıyla diyalog kuruyor,<br />
işlerini yürütüyorlardı. O gün, o köyde ahırlara, mereklere<br />
doldurulanların içerisinde Ermeniler’in önde gelenlerine<br />
yardım ettikleri için tutulan Kürtler de vardı. Bunlar harebeye<br />
çevrilmiş Ani’den Ermenistan’ın içlerine, oradan da<br />
Rusya’ya insan kaçırmışlardı. En azından kaçışa yardım<br />
etmişlerdi. Hattâ son gayretler sırasında Ani’de yıkılmış<br />
23
24<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
kiliselerden birinin altındaki gizli dehlizlerde, Emerê<br />
Sılıngê’nin çabaları sayesinde ele geçirilmişler de, boyunlarına<br />
ip geçirilip hayvan gibi sürüklenerek öylece getirilmişlerdi.<br />
Köylüler görsünler de ibret alsınlar diye. Kürtler<br />
sultan buyruğuyla Ermeni ölülerinin dahi böyle sürüklendiğini<br />
biliyor ama, kendilerinin bazen aynı duruma<br />
düşürülmelerine pek akıl erdiremiyordu. Bölgede kaçırılmasına<br />
yardım edilenlerin arasında Kevork Çavuş, Andranik,<br />
Vahan gibi ünlü Ermeni isyancılara bağlı Fedai Birliği’nden<br />
olanlar dahi varmış. Bunlar özellikle diğer Kürt<br />
köylüler tarafından aşağılanmaya zorlanıyor, aşağılamayanlar<br />
da hain, gâvur olmakla tehdit ediliyordu asker ve<br />
işbirlikçi Kürtlerce. Birkaç Kürt köylüsü cesur davranıp<br />
yatakları, çulları üzerlerine devirmiş, ya da taze hayvan<br />
gübrelerinin içlerine dahi boğulmayacak şekilde gömerek<br />
korumuşlardı kaç tane canı. Bazıları küçük, kundak çocuklarını<br />
annelerinden almış, askerlere „benim çocuğum“<br />
demişti de öyle kurtarmışlardı. Aslında Ermeni kadınlarıyla<br />
kızlarını zorla alıp evlenmek sultan emriyle serbestti. Oysa<br />
daha çok öldürmek ya da ırzlarına geçmek tercih ediliyordu.<br />
Kadın ve kızlar en azından ırzlarına geçilmesin diye<br />
vücutlarına bok sürüyor, dişlerini karartıyor, saçlarını<br />
kökten biçimsiz kesiyor, türlü hilelere, akla gelmedik çarelere<br />
sığınıyorlardı.<br />
Tam cehennemî bir gündü. Ne Allah ne peygamber<br />
vardı; hiçkimse, terk edilmişti cümle âlem. İblis ile kulları<br />
kol geziyordu ortalıkta. Bir de Emerê Sılıngê. Acıma diye<br />
bir şey yoktu şeklinde anlatmıştı daha sonraları, o köyün<br />
namuslu ihtiyarları torunlarına. Kolay olsun diye en çok<br />
ot dolu merekler kullanıldı. Çakmak taşları birbirlerine<br />
vurularak çakıldı ilk kıvılcımlar. Gök, âlem tıkamışlardı artık<br />
kulaklarını yükselen çığlıklara. Emerê Sılıngê’nin kırk
Gâvur Êlo<br />
<br />
hanelik köyde kontrol etmediği vahşet yeri kalmadı. Genç,<br />
güçlü, pervasız, kuduz bir it gibi salyaları akarak bağırdı<br />
Allahsız, kitapsız âleme. Sanki iblisin tüm görevlerini devralmıştı.<br />
Sultan askerlerinin yanlarında bulundurdukları<br />
tespihli, cüppeli bir şeyh, önce papazı buldu ahırdaki<br />
kalabalık arasında. Yere yatırarak, kurbanlık koyunlara<br />
yapıldığı gibi Kuran’dan ayetler okuyup artık körelmiş bir<br />
bıçakla gırtlağın yarısına kadar indi. Sonra Emerê Sılıngê,<br />
sonra başkaları, öyle sürüp gitti.<br />
Akşam olduğunda, rüzgârla, sıcak havada yükselip<br />
duran kıvılcımlar arasında köylü neredeyse dumandan<br />
nefes bile alamıyordu artık. Garip duygular arasında<br />
yanmış et kokuları, yıkılmış bir insanlık duruyordu ortada.<br />
Sağda solda bedensiz kol ile bacaklar vardı. Bazı cesetlerin<br />
sağ kulakları yoktu. Padişahın bir emir askeri, kulakları<br />
keserek biriktirmiş, tuz dolu torbasına doldurmuştu. Bazılarının<br />
ise ağzına konmuş ateşkorları zayıf akşam ışığında<br />
bir tuhaf ışık saçıyordu. Kargalar bedenlerden saçılan<br />
bağırsakları çekiştirmeye çalışıyorlardı askerlere aldırmadan.<br />
Birbirine sarılmış, çocukların üzerine abanmış bedenler<br />
sanki birer heykel gibiydiler. Cesetlere ait değerli yüzükler,<br />
şişmiş parmaklar kesilerek alınmıştı. Hamidiye<br />
Alayları‘na bağlı birlik, Emerê Sılıngê ile devletin Kürtler’e<br />
dağıttığı Martini tüfekleri kuşanmış, adamlarını da alarak<br />
komşu köylere doğru gözden kaybolmuşlardı o gün. İşte o<br />
gündü bu gün anlatılanlar.<br />
Köylüler, Rus ve Ermeniler’e Kürtçe Gâvur anlamına<br />
gelen Fılle derdi. Fılle dendiğinde kastedilen Ermeniler‘le<br />
Ruslar‘dı. Fılle küfür gibi kullanılırdı. Fılle lafı geçtiğinde<br />
Êlo’nun içi burkulur, kendisinin de bilemediği bir nedenden<br />
dolayı bir esinti yalar geçerdi. Bir de oğullarına kızan<br />
25
26<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
köylünün Êloê Fıllenin oğlu demesine hiç dayanamazdı.<br />
Meselâ köyde çokca kişi ramazanda oruç tutmadığı halde<br />
kimse tarafından ses çıkarılmazken, çocuklarından biri<br />
aynı duruma düştüğünde kötü hakaretlere uğrardı hemen.<br />
Hem bazen bu hakaret eden o anda oruç tutmayan biri bile<br />
olabiliyordu. Çocuklarını çok seviyor, onlardan teselli<br />
buluyordu. Halbuki çocukları Kuran kursundan hiç eksik<br />
olmamış, daha bebecikken namaz öğrenmişlerdi. Hele<br />
kardeşleri, o Neo‘dan olma kardeşleri yok mu, araları<br />
bozulmaya dursun, kendisine bile fılle diyorlardı. Ne ki, o,<br />
onlardan daha dindardı. Meselâ namı değer biri olan<br />
Mehemed namaz dahi kılmazdı. Bu onu çok kızdırırdı. Êlo<br />
herkesi hayran bırakan güzel sesiyle perşembeleri penceresinin<br />
önünde, çok sesli bir şekilde ölüler için Kuran okurdu.<br />
Kürtler, cuma akşamı Kuran okumanın çok sevap olduğunu<br />
söylerlerdi. Êlo’nun o gün mutlaka Kuran okuduğunu<br />
çok kimse bilir di; sanki Êlo farkında değilmiş gibi gizlice<br />
pencerenin önüne birikip dinlerlerdi. Heci Xoce bile<br />
kıskanır da, belli etmezdi. Êlo, Kuran da en çok yetimlerle<br />
ilgili sureleri okurdu. Biliyordu ki, erken yaşta babasını<br />
kaybeden Hz. Muhammed‘in Zehrî kabilesinden annesi<br />
Amine bir ziyaretten Mekke’ye dönüşte Abua’da ölmüş,<br />
böylece tamamen öksüz kalınca, Mekke’ye getirilerek<br />
ihtiyar olan ve iki yıl sonra yaşama veda edecek dedesi<br />
Haşimoğlu Abdulmuttalib’e verilmişti. Dedesinin ölümünden<br />
sonra henüz sekiz yaşında bulunan Muhammed,<br />
Mekke’nin sayılı tüccarlarından amcası Ebu Talib tarafından<br />
yanına alınmış... Êlo belki de en çok bu yüzden<br />
Muhammed’i severdi. Allah da onu seviyordu ki, Muhammed’in<br />
hâlini görmüş, yetimleri koruyan onca ayet göndermişti.<br />
Bunu her fırsatta, herkese anlatırdı. Bir ara, ben bu<br />
Müslüman köyde değil de annem ile babamın yanında<br />
büyüseydim acaba Hristiyan mı olurdum diye aklından
Gâvur Êlo<br />
<br />
geçirmişse de, bu düşünceyi kafasına sokan şeytana üç defa<br />
lânet getirerek kovuvermiş, oralarda doğan çocuklara bu<br />
yüzden acımadan edememişti.<br />
Heci Xoce ufak-tefek, simsiyah sakallı, istediğinde<br />
şeytanî bakışlarıyla karşısındakini ezen, delen bir yetenekteydi.<br />
Gençlerin bazıları hariç, hemen herkes saygı<br />
duyar, hürmette kusur etmezdi. Kimbilir köyde kaç nikâh<br />
kıymış, kaç cenaze kaldırmış, nice muskalar yazmış biriydi.<br />
Hemen hemen bilmediği sır, tanımadığı kul, dibini yalamadığı<br />
tabak yok sayılırdı. Camiyi krallık gibi kullanır, Rab‘bi<br />
adına tüm kullara buradan hükmederdi. Mıhê‘nın yeni<br />
yetme oğlu, onun için, „seçim zamanı geldiğinde kimse<br />
köylüyü sormaz. Devlet istediği adamı Heci Xoce‘ye<br />
söyleyerek seçtirir“ dedikten sonra, „o ise bunu bildiğinden<br />
değil; cahilliğinden alet olur“ diye eklermiş.Ne ki, Heci Xoce<br />
köylüyü iyi bellediğinden onlara iyilik ediyordu kendince.<br />
Bu köyün milleti kuraklıkta, hastalıkta, geçim sıkıntısı<br />
çektiğinde ne yapacağını şaşırıp da ilk olarak onun kapısını<br />
çalmaz mıydı? „Kadınım doğuramıyor. Ne olur bir çare“<br />
diyenler yine bu köylüler değil miydi? Hee. Hemde hepsi.<br />
Aşiretler birbirini yedikten sonra araya kim girerdi? Heci<br />
Xoce! Heci Xoce olmazsa ne olurdu bu köylünün hâli Allah<br />
bilir. Kimbilir reylerini hangi devlet bilmez, tanrı tanımaza<br />
verip günaha gireceklerdi. Bu cahillikleri kuraklığı arttıracak,<br />
kadınlarını kısırlaştıracak, çocuklarını salgın hastalıklara<br />
peşkeş çekecekti. Daha neler neler olurdu.<br />
Mıhê‘nin o çok bilmiş oğlu bir grup gençle tartışırken,<br />
bir soru üzerine şunları demişti: „Aklı ortadan kaldırın,<br />
doğallıktan başka hiç bir şey bulamazsınız dünyamızda.<br />
Örneğin; giydiğiniz elbise, kullandığınız kaşık, oturduğunuz<br />
ev, yaptığınız cami, bindiğiniz araba... Her şey, ama<br />
27
28<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
her şey aklınızın ürünüdür. Okuldan edindiğiniz bilgiler bu<br />
saydıklarıma dair birikmiş deneyimlerdir. Tarih, coğrafya,<br />
dil bilgisi vesaire de aklın icadıdır. Kurallar insanlar tarafından<br />
konulmuştur. Demek ki, iyi düşündüğümüzde, akıl<br />
yoksa tanrı da yoktur! İnsan kadar kendisini kutsayan,<br />
ölümünü ya da doğumunu yücelten bir varlık daha bulamazsınız.<br />
Bir ay kendisine bakmayan, yıkanmayan bir<br />
insanı düşünebiliyor musunuz; tırnakları, saçları uzar,<br />
kirlenir ve giderek bir hayvandan farkı kalmaz. Bilinen<br />
şeyler değil, hep bilinmeyen şeyler gösterilir ‘doğaüstü‘ bir<br />
varlığın kanıtı için. Neden dün bilmediklerimizi bugün<br />
bildiğimize göre, bugün bilmediklerimizi de yarın öğrenebiliriz<br />
diye düşünemiyoruz. Farz edin ki; doğaüstü bir<br />
yaratıcı olmadan kimse, hiç bir şey var olmaz. O halde, yaratanın<br />
da bir yaratıcısı, yaratanı yaratanının da bir yaratıcısı<br />
derken sonsuza gider yaratanların sayısı. İlle de bir şeye<br />
inanılacaksa o da bilim olmalıdır. Bilimin kurallarına inanılmalıdır.<br />
Bu kuralları takip edin ve iyi düşünün. Göreceksiniz<br />
ki, evrende Allah‘ı arayan sonunda kendisini, yani<br />
insanı bulur!“ Bunların hepsi de gitmişti Heci Xoce‘nin<br />
kulağına. O çocuk bir gün bulacaktı belasını inşallah. Heci<br />
Xoce köylüsüne güvenir, hakkında söylenen inancı sarsıcı<br />
sözlere kulak asmazdı. Yine de üzülür, tüm hayfını camiye,<br />
tâ ayaklarının dibine, mimberin altına gelen bu haddini<br />
bilmez münafıklara öyle bir vaazlı, namazlı-niyazlı nasihat<br />
çekerdi ki, neye uğradıklarını şaşırırlardı. Ardından başlar<br />
özürler, yemekli davetler, türlü hediyeler...<br />
Yüzündeki kömür karası sakal ile neredeyse kalın kaşların<br />
üzerine inen beyaz sarığı gerçek yaşını gizlese de<br />
doksanına girmişti. Pelerine benzeyen siyah paltosunun<br />
etekleri, çevik yürüyüşüyle havalanır, deri meslerin girdiği<br />
lastik ayakkabılar geçtiği yerden toz koparırdı. İşi yoksa bile,
Gâvur Êlo<br />
<br />
o varmış gibi hızlı yürüyerek köylünün yanından hışımla<br />
geçer, birleşme noktasında alışık olduğu gibi „e‘selamün<br />
aleyküm“üyle birlikte eleni de uzatarak yürür vaziyette<br />
öptürüp karşısındakini mahrum etmezdi sevap almaktan.<br />
Bu köylü doyumsuzdu. Yüz vermeye kalksa, herbir işini yol<br />
üzerinde gördürür ne evine davet ederdi ne de camiye<br />
uğrardı bir daha. Belli mi olurdu. Köyün en uzun vadeli<br />
imamı olmakla övünürdü. Yine de içi rahat değildi. Êlo‘yu<br />
kollar, bazen de kendisine rakip görürdü. Adam gâvur<br />
olduğu halde hep korkmuş, yerime oturabilir, kariyerimi<br />
elimden alabilir diye ürkmüştü. Yıllardır alttan alta köylünün<br />
ağzından girip burnundan çıkar, Êlo‘nun böyle bir<br />
niyeti var mı diye sınardı. Sonra o kim ben kim diyerek kendisini<br />
avutur, cemaatin kendi mekânına; camiye çekildiği<br />
bir sırada ağırlığını koyarak bu tür münafık düşüncelere<br />
haddini bildirmekten çekinmezdi.<br />
Heci Xoce bir gün, yine böyle bir ruh hâliyle camide<br />
mimbere çıkıp vaazlarına başlamıştı. Êlo’nun gözlerinin<br />
içerisine bakarak „Kuran’ daki Hicr ayetinde, cehennemde<br />
Veyl denilen ve dibine ancak kırk yılda düşülen irinle dolu<br />
bir vadi var. Ayrıca Mutaffifin ayetinde buyrulduğu gibi,<br />
Falak isimli ağzı kapalı kuyu ile Siccin denilen ağzı açık bir<br />
kuyu daha var. Falak’a düşen kâfirlerin feryadına cehennem<br />
bile dayanamaz. Cehennem yedinci yer yüzünün altındadır<br />
ve insana ızdırap çektirecek tüm aletlere sahiptir. Suça göre<br />
gerdirilir, kaynatılır, tırnaklar sökülür, deriler yüzülür, gözler<br />
oyulur, kemikler un edilir. Katran kazanları bunlarla dolar.<br />
Saymakla bitmez. Cehennemde, iblis ve onun kuşakları,<br />
kâfirlerin neler çektiklerini seyrederler. Kâfirler, onun içine<br />
atıldıkça, cehennem uğultuyla kaynaşır, öfkeden parçalanacak<br />
gibi olur. Tanrının gazabına uğrayanın yerleştiği bir<br />
âlem olan cehennem, gidilecek yerlerin en fenasıdır. Bunlar<br />
29
30<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Âli İmran, Enfal, Bakara, Fecr ayet ve surelerinde de açıkça<br />
belirtilmiştir“ demişti. O bakışlar ömrü boyunca Êlo’nun<br />
aklından bir daha çıkmadı. Êlo hakarete uğrasa da, kimseye<br />
ben senden daha Müslümanım demezdi.<br />
Güzel bir kiliseden dönüştürmeydi köyün camisi. Onarılmış,<br />
üstüne bir minare dikilmişti. Zamanında mum<br />
yakılmış girintiler betonla doldurulmuş, yalnızca bir tanesi,<br />
içine isli hâliyle birlikte kuran koymak için öylece bırakılmıştı.<br />
Karşısında ise yine Ermeniler’ den kalma okul vardı.<br />
Binaların taşları dünyanın neresine giderseniz gidin, yalnızca<br />
bu bölgede bulunabilecek, özüne has kızılımsı bir<br />
renge sahipti. Mimarî şekli yerleşik kültürlerin zengin birikimlerini<br />
yansıtıyordu. Hepsinde de biçimli kesme taşlar<br />
kullanılmıştı. Taş ustalarının maharetli el izleri, ahşap gibi<br />
yontulmuş nakışlı malzemede benzerlerine meydan okuyordu.<br />
Sonradan yetme çocukların büyüklere anlattıklarına<br />
göre, okula devlet tarafından gönderilen öğretmenlerin<br />
çoğu ajandı. Êlo bir türlü öğretmenlere neden ajan denildiğini<br />
anlayamıyordu. Bu delikanlılardan bazıları ise,<br />
Kürtler’in yer yer Ermeni katliamında Türkler‘e hizmet<br />
ettiklerini kızarak ve yine Êlo’nun anlayamadığı ama dikkatle<br />
dinlediği bir ses tonuyla söylerlerdi. Êlo bunların<br />
çoğunu belki de kendisinin her gün ilk olarak gittiği<br />
caminin önünde duyuyordu. Söylenenler arasında köyün<br />
yetiştirdiği hoca da devletin göndereceği başka bir hocayla<br />
değiştirileceği de vardı. Gençler Êlo’ya, hocanın artık vaazların<br />
Türkçe verilmesi, namazın öyle kılınması için gönderileceğini<br />
söylüyorlardı. Êlo içinden ibadet ibadettir ne fark<br />
eder diye geçirirdi onları dinlerken. Yine de köyün altmış<br />
yıllık hocasından ne isterler diye düşünmeden edemedi.<br />
Kim anlardı Türkçe vaazlardan.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Delikanlıların içerisinde birisi vardı ki, Ona ayrıcalıklı<br />
bakardı. Duyduğuna göre bu çocuğun başı, Kürtçülükten<br />
beladaymış. Koskoca devlet bu ufacık canla uğraşır da başedemezmiş.<br />
Yamandı doğrusu şu çocuk. Êlo ona bakarken<br />
eskiden devlete vergi vermediği, kanun tanımadığı için<br />
dağlarda kurduğu çeteyle köylüye yardım eden Ehmedê<br />
Xanperi gelirdi aklına. Ahmedê Xanperi, „hududların<br />
kanunu yoktur, ben de her yerde yaşarım“ demişti koskoca<br />
devlete başkaldırırken. Devlet Ağrı Kürtleriyle boğuşup<br />
Zilan Deresi kanlı aktığı zaman, Ehmedê Xanperi ile anlaşarak<br />
aşağı indirtmişti. O zamana kadar Êlo da dahil, bütün<br />
delikanlılar hayrandı bu adama. Anlaşmazdan önce bir<br />
başına bir mürfezeyle başa çıkmış da tek yara almamıştı.<br />
Tam olmasa da işte böyle biriydi bu çocuk. Êlo kaç kere<br />
onu dinlemişti, laflarının hepsini pek anlamamış ama anladıkları<br />
kadarıyla köyün en yaşlısından daha akıllı buluyor,<br />
hiç duymadığı şeyleri ağzından işitiyordu. Bu çocuk, köyün<br />
en fukara, ufak-tefek çobanı Mıhê’nin oğluydu. Ne kadar<br />
mağrur, ne kadar da gözüpekti. Konuşurken olduğundan<br />
daha büyük görünür, muhtardan daha çok söz dinletirdi.<br />
Geceleri evinde kalmaz, nerede olduğunu kimseler bilmezdi.<br />
Bir gün çevresindekilere sakin, kararlı ve her zamanki<br />
öğreten ses tonuyla bir şeyler anlatırken aklından, acaba<br />
sorsam mı diye geçti. Sonra soru dilinin ucuna kadar geldi<br />
ama oracıkta kitlendi. Konuşmak için aldığı nefesi öylece<br />
dışarı saldı. Hem sorsa bile ne değişecekti. Ataları kim,<br />
nerden gelmişler, neden ölmüşler, neye inanmışlar... Bilse<br />
ne bilmese ne? O bir Müslümandı ve öyle kalacaktı. Hem<br />
bu köyde, bu insanlarla büyümüş çoluk çocuğa karışmamış<br />
mıydı. Yaşı seksene dayanmıştı. Bakarsın bu soru yüzünden<br />
elin diline dolanır, bir de Rus ajanı diye itham edilirdi. Bu<br />
köyde herkes işine gelmeyeni Rus ajanı diye damgalar da<br />
devlete şikâyet ederdi. O da durumu en müsait olanı değil<br />
31
32<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
miydi. Zaten dikkat çeken, en Müslüman olmayanın bazen<br />
imtihan ettiği biriydi. Sonra bu delikanlı bir zaman kendisine<br />
Türkler Ermeniler’i sevmez, ellerinden gelse tekini<br />
bırakmaz, demişti. Zamanında kestikleri Ermeniler’in<br />
kanları dereleri taşırırmış. Şimdi de sıra Kürtler’deymiş.<br />
Elini tabakasına attı, açtı, tütünü kalmamıştı. Usulca<br />
yandaki Beyler‘in dükkânına doğru yöneldi. Kafasından<br />
belki bir gün sorarım diye geçirdiyse de o düşünceyi hemen<br />
kovdu.<br />
Köylü dinden biraz sapanı, „Êlo’ya kurban olun. O kadar<br />
bile olamıyorsunuz“, diye azarlardı. Köy, irili-ufaklı en az<br />
on aşiretten meydana gelmiş dört yüz haneye sahipti. Yine<br />
bu gençlerin anlattığına göre, bunca nüfusa sahip bir yerleşim<br />
yeri köy değil kasaba olmalıydı. Olmamasının nedenini<br />
de devletin belediye, sağlık işleri ve benzeri gibi hizmetlerden<br />
kaçtığı, Kürtleri sevmediği şeklinde açıklıyorlardı.<br />
Birbirini sevmeyen bunca Kürt aşiretinin mahsustan bu<br />
köye yerleştirildiği de anlatılanlar arasındaydı. Êlo, devlet<br />
Kürtleri sevmiyor, Ermenileri sevmiyor peki kimi seviyor<br />
diye düşünmüştü anlatılanları dinlerken. İşte böylesine<br />
büyük bir köyde Êlo’nun dindarlığından söz etmeyen kalmadı.<br />
Dindarlığına karşın, dinlemeyi öğrenmiş, konuşmayı<br />
pek sevmese de bazı sohbetlerindeki dikkatli köylü-bilge<br />
sözleri gençlerin sempatisini de topluyordu. Gençler onunla<br />
sohbet etmekten hoşlanıyordu. Hattâ bir gün biri „Allah<br />
yok, olsaydı bunca zulüm olur muydu. Bak Kürtler’in hâline“<br />
demiş de Êlo onu hep gülen gözlerle dinlemişti. Ama<br />
hiç ses çıkarmamıştı.<br />
Êlo yaşamı boyunca kendi adına tek bir günah işlememişti.<br />
Cümle köy aynı kanıdaydı. Kimse aksini söyleyemezdi.<br />
Bir tek Edê Barê ile bir sırları vardı. Yemin etmiş-
Gâvur Êlo<br />
<br />
lerdi. Daha doğrusu Edê Barê, Êlo‘ya yemin ettirmişti<br />
kimseciklere söylememesi için. Êlo kendisine acı da verse<br />
tutmuştu sözünü. Tutacaktı da. O, şimdiye kadar verdiği<br />
her bir sözü tutmuştu. Ama yine de olayı her hatırladığında<br />
köylünün hâline güler, ne kadar saf olduklarını düşünürdü.<br />
Böyle düşünmekten kendini alamazdı. Nasıl düşünmesindi<br />
ki, bu Edê Barê‘yi neredeyse ermiş sayıp çıkmışlardı. Herkes<br />
başına yemin eder, hasta çocuklarının körpecik kafasına<br />
elini sürmesi için türlü hediyeler verip, dualar ederdi.<br />
Komşu köylerden gelen cin çarpmış, elk görmüş, kamburu<br />
çıkmış bir sürü biçare vardı onun kapısının önünde. Kendi<br />
karısı bile, ağzından su akıyor diye küçük oğlunu götürmüştü<br />
de, Êlo verdiği sözden dolayı ağzını açıp kendisiyle<br />
beraber kabire götüreceği doğruyu söylememişti. Oysa<br />
dayısı çocuğun ağzındaki akıntının kesilmesi için topuğuyla<br />
hafif vurmuş ama akıntı yine de kesilmemişti. Êlo, Edê<br />
Barê‘nin iyi bir arkadaşıydı aslında. Küçüklüğünden beri<br />
anlaşır, sırlarını paylaşırlardı. Ne ki, şimdiye kadar böylesine<br />
büyük bir gizleri olmamıştı hiç. Bir gün Edê Barê‘nin<br />
ısrarı üzerine Bazid üzerinden onun İran‘daki akrabalarını<br />
görmeye gitmişlerdi. Ona bir konuda, hem de çok önemli<br />
bir konuda yardım etmesi gerekiyordu. Bunun ne olduğunu<br />
yolda anlatacaktı. Edê Barê öyle demişti. Êlo yok<br />
diyememişti. O da gâvur, gâvurdur diye vermedikleri Gewrê‘yi<br />
anlaşarak kaçıracağı zaman, önce söylemeyip sonra<br />
yolda anlatmamış mıydı. Olurdu böyle şeyler. İyi arkadaşlıklar<br />
hangi gün içindi. Lafı bile olmazdı.<br />
Sınıra kadar üstü açık bir kamyonla, hayvanların arasında<br />
gittiler. Daha iki bahar önce olmuştu bu. Gelmişken<br />
Bazid‘teki başka hısımlarını da kısa bir süre için ziyaret<br />
ettiler. Sonra, seher vakti, sınırı ıslık çalıp düğün türküleri<br />
söyleyerek geçtiler. Diğer tarafta akrabaları yaşadığı için<br />
33
34<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Edê Barê buraları iyi bilirdi. Sınırı geçip bir saat kadar<br />
yürüdükten sonra Edê Barê çıkınını açıp yassı bir kayanın<br />
üstüne oturdu. Êlo da onun yaptığı gibi kendi çıkınını açtı.<br />
Peynir çıkarıp sac ekmeğinin içerisine koyarak dürüm<br />
yaptı. Edê Barê yemek esnasında birden değişmiş, Êlo‘ya<br />
garip görünmüştü. Êlo, „senin bir sıkıntın var galiba. Ne<br />
oldu?“ diye sordu. Edê hemen başka bir ruh hâline girip<br />
gülerek şöyle dedi „Bak Êlo. Sana haksızlık yaptığımı<br />
söyleyeceksin öğrendikten sonra. Ama öyle değil. Buradan<br />
bir koyun sürüsü götüreceğiz köyümüze seninle birlikte.<br />
Kim bilir kaç gün sürer.“ Êlo heyecanla, „ne koyun sürüsü.<br />
Neden bahsediyorsun sen. Aklını mı oynattın!“ diye bir<br />
çırpıda sıraladı sözcükleri. Edê daha heyecanlı bir tonda<br />
„Sakin ol. Sakin ol. Bırakda anlatayım. Ben geçen sefer<br />
buradaki akrabalarıma uğrayıp döndüğümde...“ deyip söze<br />
ara vererek Êlo‘nun koluna yapıştığı gibi sert bir biçimde<br />
ayağa kaldırarak biraz ilerdeki tepeye doğru sürüklercesine<br />
götürdü. Êlo şimdiye kadar onun böylesine güçlü olabileceğini<br />
düşünmemişti. Oysa gençken çok güreş etmiş,<br />
birbirlerini sınamışlardı. Tepeye ulaştıklarında Edê sakin<br />
bir biçimde aşağıda ip gibi uzanan taşlı dereyi gösterdi<br />
işaret parmağıyla. Akan suyun gürültüsü bulundukları yere<br />
kadar geliyordu. Êlo anlayamıyordu bir türlü. „İyi bak“ dedi<br />
arkadaşı. „Şuradaki sürüyü görüyor musun? Bak o yüksek<br />
yerin gölge tarafında otlanıyorlar.“ Doğruydu. Kocaman bir<br />
koyun sürüsü otlanıyordu gösterilen yerde. Ama o yine de<br />
anlamamıştı. Edê Barê büyük bir atiklikle aniden Êlo‘nun<br />
yakasına yapışarak belinden çıkardığı silâhın soğuk demirini<br />
burnuna dayadı. Êlo bir an şaka olmasını çok istedi.<br />
Ama şaka değildi. Ne istiyordu? Bu adam yıllarca arkadaşlık<br />
ettiği Edê Barê miydi? Doğrusunu söylemek gerekirse korkmuştu.<br />
Buraları da hiç tanımıyordu. Karısı, çocukları geldi<br />
aklına. Bir adam, patlayan silâh sesiyle birlikte yere yıkıldı.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Bu annesinin başını dizine koyup üstüne ağladığı adamdı.<br />
Yüzü kan içinde kalmıştı. Bu Êlo‘nun hep hatırlamaya<br />
çalışıp bir türlü netleştiremediği yüzdü. Kandan seçemese<br />
de görüyordu o yüzü. O ağlarken bir el uzanıp önce onu<br />
annesine bağlayan ipi kesmiş sonra ise ense kökünden<br />
yakalayarak atının terkisine atmıştı. Annesinden uzaklaştıkça,<br />
küçücük yüreği yerinden fırlayacakmışcasına<br />
ağladı, hep ağladı. Titredi, ağzını açtı tek söz çıkmadı. Edê<br />
Barê elini gevşeterek yavaşça bıraktı yakasını. Êlo‘nun ölü<br />
yüzü arkadaşını endişelendirdi. Tabancasını beline koyup,<br />
„bundan sonra tek bir soru sormadan dediklerimi yapacaksın“<br />
dedi kararlı bir ses tonuyla. Tehdit vardı, Êlo‘yu<br />
ezmiş, dost duygularından çalmıştı bu ses. Êlo‘dan biraz<br />
kısaydı ama yine de uzun sayılırdı. Son dönemlerde fark<br />
etmemişti, arkadaşının; yüzünün sol tarafının burnuna<br />
yakın kısmı seyiriyordu konuşurken.<br />
Çocukluğundan beri cesur biriydi Edê Barê. Bazen onun<br />
gibi biri olmayı düşündüğü bile olmuştu. Arazi davasından<br />
dolayı Buruki aşiretinden adam vurmuş, bir ara kaçağa<br />
düşmüştü. Af çıkınca köye geri dönmüştü. Êlo onda o<br />
zaman da bir değişiklik sezinlemişti ama bu kadar değildi.<br />
Edê Barê‘nin dalgalı siyah saçlarının arasında, alnından<br />
başlayarak arkaya doğru uzayan beyaz bir çizgi vardı. Geniş<br />
omuzlu, kaba görünüşlü biriydi. Gözleri kalın kaşlarının<br />
altında zor görülüyor, kısık bakıyorlardı. Köstekli, mine<br />
kaplı, üzerinde bilinmez hangi padişahın turası bulunan<br />
gümüş saatini siyah deri yeleğinin cebinden çıkarıp kurdu,<br />
kapağını açıp baktıktan sonra, „acele etmeliyiz“ dedi.<br />
Tepeden inerek çıkınlarını alıp kuşaklarına bağlayarak<br />
alttan dereye yöneldiler.<br />
35
36<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Edê Barê, Êlo‘ya „hemen şurada bir mağara var. Seni<br />
orada bırakacağım. İki saate kadar gelmezsem aynı yoldan<br />
geri dön. Ne diyorsam onu yap. Delilik etme. Ben ne<br />
dediğimi, ne yapacağımı iyi biliyorum. Sorana beni kaybettiğini,<br />
nerede olduğumu bilmediğini söylersin“ dedi. Nasıl<br />
olur demeye kalmadan „güven bana. Senden bana güvenmeni<br />
istiyorum“ demişti Edê anlamlı, saygılı bir biçimde.<br />
Êlo tamam der gibi başını salladı. Edê cep saatini çıkarıp<br />
ona vererek hızla uzaklaştı tepenin altındaki dönemece<br />
doğru. Êlo ne yapması, ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu,<br />
bilemiyordu. Hemen şimdi de gidebilirdi, ama<br />
yapmadı. Ceketini çıkarıp yastık gibi yaparak kuru toprağın<br />
üzerine uzandı. Yorgundu, dinlenmesi iyi olurdu. Bir de<br />
merak ediyordu. Nasıl etmesindi ki. Mağara dışarıya göre<br />
daha serindi. Bir örümcek girişin kenarına ördüğü ağına<br />
düşürdüğü bir sineği seri çabuklukla sarmalıyordu. Dışarıdan<br />
vuran ışığın parlattığı ağın üzerinde paketlenmiş başka<br />
kurbanlar da vardı. Göğün neredeyse tavanına değecek<br />
yükseklikte uçan kartal çığlıkları geliyordu kulağına.<br />
Önce köpek havlamaları duyuldu. Ardından iki el silâh<br />
sesi yankılandı. Derken üç-beş. Ortalık sessizliğe büründü<br />
birden. Êlo yerinden sıçrayarak ufacık inde fır döndü. Artık<br />
düşünemiyordu bile. Ağzı kurumuştu, tâ boğazına kadar.<br />
Elleri, vücudu titriyordu. Neden sonra, Edê Barê‘nin „Êlo!“<br />
diye kükreyen sesini duyunca dışarıya fırladı. Hangi yöne<br />
gideceğini şaşırdı. „Êlo, Êloo!“. Hemen sesi takip etti. Tepeyi<br />
döndü, Edê Barê bir eşeğin yularından çekerek önüne<br />
kattığı sürüyü kendisine doğru getiriyordu. Şimdi anlamaya<br />
başlamıştı. Yaşadıklarına, gördüklerine inanamıyordu.<br />
„İşte seni bunun için getirdim Êlo“ dedi yorgun<br />
ve bezgin bir sesle. „Kaç gün süreceğini Allah bilir. Sınırın<br />
neresinden geçeceğimizi uygun bir zamanda hesaplarız.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Buraları iyi bilirim. Belki de Gridağ‘ın oradan Digor mıntıkasını<br />
tutturup bizim köye varırız. Ama önce buradan olabildiğince<br />
uzaklaşmamız gerekiyor.“ Çobanın hemen<br />
hemen bütün erzağını olabildiğince eşeğe yüklemişti.<br />
Battaniye, çoban keçesi, yiyecek,tüfek gibi şeyler vardı.<br />
Artık karanlık basmıştı. Saatler sonra verdikleri bir mola<br />
sırasında, Edê Barê, Bazit‘ten girdikleri sınır boyunu takip<br />
ederek Gridağ eteklerine doğru gittiklerini tekrarlamıştı.<br />
Kaçakçılık yıllarında sık olarak kullandıkları bir bölge vardı.<br />
İran Pastar‘ları burada seyare 6 gezmez, Türk askerleri ise<br />
çok uzak aralıklarla ve belli zamanlarda seyare gezerlerdi.<br />
Buralarda kaçakçılık yapıldığını bilir, ses çıkarmazlardı.<br />
Bazen iki tarafın Kürt kaçakçılarıyla anlaşmalı çalıştıkları<br />
da olurdu. Kaçakçılara Acem halıları, Kermanşah‘tan tütün<br />
gibi siparişler dahi verdikleri olmuştur. İran askerleri ise<br />
meşhur Şemdinli tütününden mutlaka tembih ederlerdi.<br />
Edê Barê anlatıyor, arkadaşından ise çıt çıkmıyordu. Birden<br />
değişen, bambaşka bir dünyadan gelen bir sesle, „bak Êlo.<br />
Hatırlıyor musun bilmem ama ben iyi hatırlıyorum. Çocukken<br />
seninle aç kaldığımız çok olurdu. Öyle anlarda<br />
konuşurken, eğer büyüyüp de çocuklarımız olursa kadınımızın<br />
çeyiz sandığına bisküvi doldurup acıktıklarında<br />
çocuklarımıza gidin istediğiniz kadar yiyin diyecektik...“<br />
dedikten sonra, anlatmaya boğuk bir kahkahayla ara<br />
vermişti.<br />
Yaktıkları ateş bazen parlıyor, Edê Barê‘nin yüzünü aydınlatıyordu.<br />
Gören öyle zannetsin diye çobanın keçesini<br />
giymiş, başını bir poşiyle sarmıştı. Êlo o konuşurken<br />
elindeki değnekle rastgele çizdiği toprağa bakıyordu. Yemek<br />
için kestikleri koyunun ateşe düşen bir parça kıllı derisi<br />
mide bulandırıcı bir kokuya sebep olmuştu. Zaman zaman<br />
37
38<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
havaya yükselen kıvılcımlar dönüp giderek karanlıkta<br />
kayboluyorlardı. Gece kelebekleri uçuşuyordu alevlerin<br />
etrafında. Bir tanesi ateşe düşüp yandı. Aslında kaybettiği<br />
onca enerji olmasaydı, Êlo‘nun haram etten yemeye niyeti<br />
yoktu. Allahından af dileyerek boğazından aşağıya yollamıştı<br />
lokmaları. Uzaklardan çakal ulumaları geliyordu.<br />
Çevredeki vahşi hayvanları korkutmak için arada bir tüfek<br />
atışları yapıyorlardı. Nöbetleşe yatıyor, sürüyü hep arkası<br />
kapalı yamaçlarda durduruyorlardı.<br />
Ateşten aldığı bir korla henüz biten sıgarasının yerine<br />
yenisini yakan Edê, anlatmaya devam ediyordu: „Şimdi<br />
öyle mi? Hani sandık dolusu vaadler. Bazen çocuklarımın<br />
yüzüne bakamıyorum, anlıyor musun? Geçen sene herkese<br />
rahmet yağarken benim tarlama yumruk büyüklüğünde<br />
dolu yağdı. Senin durumun da pek iç açıcı değil. Zengin<br />
kardeşlerinin sana ne kadar faydası var Êlo, söyler misin?<br />
Seni kardeşten bile saymıyorlar yeri geldiğinde. Ne verdiler<br />
sana onca zenginlikten? Yok. Kimsenin kimseye faydası yok.<br />
Beni anlayacağını düşündüğüm tek arkadaşım sensin ama<br />
sen sessizliğe gömülmüş beni cezalandırıyorsun. Tövbe,<br />
tövbe, Allah‘ın haksızlık yaptığı bir yerde, ben bir sürüyü<br />
çalmışım çok mu, ha çok mu? Söyle! Söyle Êlo, çok mu?<br />
Hepimize Müslümanlığınla illallah dedirttin de ne oldu.<br />
Seni arkandan kollamaktan dillimde tüy bitti. Çocuklarının,<br />
o zavallı karının da durumu aynı. Nerede hak, nerede<br />
hukuk? Ne biçim bir dünya bu ha ne biçim bir dünya. Bu<br />
sürünün sahibi ne kadar zengin biliyor musun? Bilemezsin<br />
tabî. Nereden bileceksin adamın ne menem hınzır olduğunu.<br />
Kaçaktayken bizlere para verip işine gelmeyeni ortadan<br />
kaldırtırdı. Bırak koca Acemistanı, politika Romê 7 ile<br />
bile işini yürütürdü. Elinden çekmeyen Kürt, Acem, Azeri,<br />
hattâ aynı kanı taşıyan akrabaları dahi kalmamıştır. On iki
Gâvur Êlo<br />
<br />
kadınından otuz beş çocuğu var adamın. Yaşı da doksan.<br />
Buna mı acıyacağım, kendime mi ha...“ Sesi adeta yalvarıyordu.<br />
Êlo ancak „çobana ne yaptın?“ diyebildi. „Korkma.<br />
Bağladım sadece. Buranın çobanları bazen aylarca otlaklarda<br />
kalırlar. Ben kaçakken de buralara uğrardım. Bu beni<br />
tanımazdı. Yanına daha evvel hiç uğramamıştın, ama<br />
biliyordum. Hakkında malumatım vardı. Dağdayken en iyi<br />
ahbaplarımız çobanlardı. Köpekler önce biraz huysuzlandı<br />
çoban onları yatıştırana kadar. Ben fazla uzatmadan<br />
çobana silâh çekince korkmuştu. Tam bağlayacağım zaman<br />
köpekler hırlayarak üzerime geldi. Ateş etmek zorunda<br />
kaldım. Onu bulduklarında biz sınırı çoktan geçmiş olacağız.“<br />
Êlo‘nun inanmaktan başka çaresi yoktu. Acıyarak;<br />
ne yer, ne içer, kurda-kuşa yem olmaz mı gariban diye<br />
içinden geçirdi. Olan olmuştu. Uyuma sırası ondaydı.<br />
Battaniye ye sarılarak, farkında olmadan küçükken yaptığı<br />
gibi iki dizini de göğüsüne doğru çekerek, öylece uyudu.<br />
Türkler’in „Ağrı“ dedikleri Kürtçe’deki „Agrî“den gelir.<br />
Ağrı’ya, Ermeniler „Masis“, Farslar Kûh-i Nûh, Asuri-<br />
Süryaniler „Uruat-ru“, Araplar „Cebel-el Haris“, mukaddes<br />
kitaplardan Tevrat’da ise Ararat olarak geçer. „Agîr“ın Kürtçe<br />
karşılığı “ateş“tir. Agrî ise, ateşli anlamında kullanılmış. Agrî<br />
sönmüş volkanik bir dağ olduğundan, bu ismi vermişler.<br />
Cıvar köydeki insanlar ise Gridağ diye bilirler burayı.<br />
Muhteşem görünümlü dağın çevresinde, sönmüş lavların<br />
meydana getirdiği ilginç, girintilı çıkıntılı bir zemin vardı.<br />
Bazı yerler demir dökülmüş gibiydi. Lavlar neredeyse ta<br />
İshak Paşa Sarayı‘nın oralara kadar püskürmüş zamanında.<br />
Kimbilir içinde ne gizler saklıyor; gelecek için ne acılı<br />
planlar yapıyordu bu suskun canavar. İçindeki kini kusmaya<br />
görsün; ateşli diliyle çevresini birçırpıda yalar, külüyle<br />
ovaları yutardı. Hani tepesine çıksan, biraz ötesinde uza-<br />
39
40<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
nan Van Gölü‘nün ardındaki kardeş Süphan Dağı‘na, Xecê<br />
ile Siyabent‘ın kederli mezarına el sallardın. Dev gibi,<br />
insana küçüklük duygusu veren heybetli bir dağdı. Bundan<br />
olsa gerek, halk arasında dağla ilgili türlü efsaneler var. Nuh<br />
efsanesi bunların içinde en mistiğidir. Dağ İran-Nahçivan<br />
ve Ermenistan sınırlarına yakındır. Yukarıya doğru çıkıldığında<br />
ayrılıp iki tepe hâline gelir. Onun için Büyük ve<br />
Küçük Ağrı olarak bilinir. Büyük Ağrı‘nın tepesi, hemen hiç<br />
dumandanz kurtulmaz. Dağın üst tarafları, artık ağaç<br />
yetişemeyecek yüksekliğinden ötesi hep karlıdır. Geniş<br />
eteklerdeki ardıç ağaçları seyrektir. Yüzlerce çeşitte bitki<br />
örtüsüne sahip dağ, renga renk görülür çoğu mevsimlerde.<br />
Êlo yükseklere çıktıklarında bu yüce dağın zirvesini<br />
gördükçe rahatdı. Onlar yaklaştıkça dağ uzaklaşıyor gibi<br />
görülse de, giderek yakınlaşıyorlardı. Bir sabah Türkiye<br />
sınırını geçtiler. Dağın her tarafından kar suları akıyordu<br />
aşağılara doğru. Arklar, kanallar yapmışlardı kendilerine<br />
deli sular. Su birikintilerine vuran güneş gözlerini kamaştırıyordu.<br />
Gelyê Çêlekan 8 tarafından koyunları yayarak aşağıya,<br />
sürüyle birlikte geniş ovaya doğru indiler. Dağın<br />
eteklerindeki Ağrı sakinleri Gelyê Çêlekan‘daki mağaralarda<br />
hayvan besiciliği yapıyorlardı. Görenler koca sürüyü<br />
önüne katmış bu iki garip adama el sallıyorlardı. Onlar ise<br />
yolculuk boyunca olduğu gibi kimseciklerle sohbet etmemeye<br />
çalışıyor, meraklı ya da değil, sorulara kısa, kestirme<br />
cevaplar veriyorlardı. Şimdi Ağrı eteklerinde ovayı ip gibi<br />
kesen ince, uzun yolun kenarındaydılar. Bu yol asırlarca<br />
üzerinden geçen kervanların sırlarını paylaşmış, yolcularını<br />
bilinmez nereden Iğdır, Ağrı, Doğu Beyazıt, Van, Tatvan,<br />
Bitlis, Batman, Diyarbakır ve Urfa‘dan geçirerek almış<br />
ecnebi devletlere kadar götürmüş. Çevresinde kurulan<br />
tarihi kentlerin onurunu taşıyan bir efendi, bilmeyenlerin
Gâvur Êlo<br />
<br />
cahil sayıldığı bir uygarlığın dilsiz tarihi olmuştu. Edê Barê<br />
zoraki suç ortağıyla yolun kenarına geldiklerinde diz çöküp<br />
toprağı öptü. Artık bu yol civarını takip ederek, burunlarında<br />
mis gibi tüten eşlerine, çocuklarına, köylerine<br />
döneceklerdi. Edê, “artık bizi kimse tutamaz” dedi Êlo‘ya,<br />
zafer ilân eden bir edayla.<br />
Iğdır ovası sıcak ve bol ağaçlarıyla karşıladı yolcularını.<br />
Oradan Tuzluca‘ya yöneldiler. Bölgenin tuz ihtiyacı buradan<br />
sağlanırdı. Yerleşim bölgesini terk etmek üzereyken,<br />
Digor yönünün sağında tuz alınarak oluşmuş mağaraların<br />
gizemli görüntüsüyle karşılaşırsınız. Bu tepenin tam<br />
sağında, aşağıda Celâlî aşiretinin yerleşmiş olduğu mahalle<br />
yer alıyordu. Mahallenin otantik yapısı, toprak evleri, tarihi<br />
artıklarıyla karışık yapısı hem bir köy, hem de bir kalıntı<br />
görüntüsü veriyordu. Evlerin tümü, sabah güneşinden faydalanmak<br />
için doğuya dönüktü. Yıkılmamış, henüz ayakta<br />
duran görkemli bir tarihi kapının aynı nitelikteki ahşap<br />
kanatları geçmişin ipuclarını verircesine dikilmişti perişan<br />
bir evin önüne. Aşiret çocukları kapının önünde çelikçomak<br />
oynuyorlardı. Çevrenin buraya gösterdiği aşırı saygı,<br />
aşiretin heybetinden kaynaklanıyordu. Görenler sürü<br />
sahiplerine “aman burada kimseye bulaşmayın!” diye tembih<br />
ediyorlardı. Tuzluca tümüyle sırtını Kürtlerin Keskin<br />
anlamına gelen “Tujo” dedikleri dağa yaslamıştı. Dağ bıçak<br />
sırtı gibi zirvesiyle süslemişti çevresini. Sürü sanki bir<br />
tablonun tamamlanması için geçiyordu oradan.<br />
Tuzluca‘nın çıkışında toprağın rengi daha da kızıla<br />
dönüşüyordu. Güneş, rüzgâr ve doğal hareketlerin meydana<br />
getirdiği ucu sivri kızıl, yüksekçe tümseklerden arazi,<br />
büyülü bir yere çevirmişti etrafını. Tepelerden sonra Erez<br />
nehirinin üzerindeki köprüden geçtiler. Edê nehirin diğer<br />
41
42<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
yakasındaki evleri göstererek “Êlo bak şurası bir Ermeni<br />
köyüdür” dediğinde, arkadaşı ilgisiz gibi bakarak omuzunu<br />
silkti. Edê fazla üstelemedi. Nehir sakin, dertli görünümüyle<br />
durmadan akarak aynı zamanda sınır ödevini yerine<br />
getiriyordu. Karşılarında her tarafı adeta taş serpiştirilmiş<br />
bir yokuş duruyordu. Taşların her biri sanki bir heykeltıraşın<br />
elinden çıkmış gibi ayrı görünümlere sahipti. Êlo<br />
hayretle inceliyordu bu çiçek, patlamış mısır gibi şekillere<br />
sahip taşları. Renkleri paslı demirlere benziyordu. Güneş<br />
görmeyen taraflardaki yeşilimsi görünüm ise başka, hoş bir<br />
renge büründürüyordu taş tarlasını. Burayı çıkmadan<br />
sürüyü nehirin etrafındaki küçük düzde biraz daha otlatmaya<br />
karar verdiler. Akşam serinliğinde tırmanarak artık<br />
yarısını çoktan aştıkları yollarına devam ettiler. Geriye<br />
dönüp tepeden baktıklarında, Erez‘in çağlayıp geçtiği,<br />
Tujo‘nun efendisi gibi dikildiği küçük Tuzluca ovası taa<br />
Ermenistan‘a kadar ayaklarının altında bir ruya gibi uzanıyordu.<br />
Hele usluca Tujo‘nun ardına kayıp saklanan güneşin<br />
ışınları sarhoş ediyordu seyrine dalanları. İki arkadaşta bu<br />
manzara karşısında farkına varmadan, aynı anda derin bir<br />
iç çektiler. Temiz havayı kirleterek dışarıya salan nefesleri<br />
sanki bir ağızdan çıkmıştı.<br />
Ertesi gün Harabe Digor‘un cıvarına geldiklerinde Êlo<br />
arkadaşına sollarındaki çukurda bulunan Digor‘a inmelerini<br />
teklif etti. Amacı çokça sözü edilen Beş Kilise‘yi<br />
görmekti. Edê anlamıştı. “Tamam” dedi. “Yalnız elimizi<br />
çabuk tutalım”. Harabe Digor‘un karşı tarafındaki Digor‘un<br />
çukuruna inerek, inişin bitimindeki küçük nehrin sağından<br />
Beş Kilise‘ye doğru yol aldılar. Bu dere yüz yıllardır akarak<br />
yumşak yerleri oyup aşağılara kadar inmişti. Sözü edilen<br />
kiliseler, nehirin kenarlarında oluşturduğu yaklaşık iki<br />
kilometrelik geniş düzlükten sonra yükselmeye başlayan
Gâvur Êlo<br />
<br />
görkemli uçurumların üzerindeydi. Beş kiliseden yalnızca<br />
birisi ayaktaydı. Diğer üçünden iz yokken, birisinin ise yanlızca<br />
bazı taşları vardı. Burada karşılaştıkları başka bir<br />
çoban “geçenlerde Ermenistan‘dan bir hacı geldi buraya.<br />
Nerede diğer kiliseler diye ağlayarak diz çöktü yere” diye<br />
anlatınca Êlo‘nun da içi bir tuhaf oldu. Bu kültürü tanımamasına<br />
rağmen garip bir yakınlık duyuyor, yapının<br />
etkisi camininkinden apayrı güzel, buruk bir his yaratıyordu<br />
kanında. Kilisenin sivri tepesinin bittiği yerde<br />
yuvarlak yapıyı saran yirmi santim eninde bir kabartma<br />
desen vardı. Oradaki çoban kulaktan dolma bilgisiyle kocaman,<br />
kirli sarıya çalan güzel taşları göstererek “bunlar<br />
develerle Ani‘den getirilmiş” diye anlatmaya çalışıyordu bu<br />
getirilmesi imkânsız gibi görülen kaya yavrularını. Hepsi<br />
de peynir gibi kesilmiş, akıl ermez bir düzgünlükle örülmüştü.<br />
Yazılar kâğıt üstünde gibi yazılmış, duvarın doğu<br />
cephesine oyularak dizilmişti. Kilise Doğuda yükselen<br />
heybetli bir dağ yavrusuna yaslanmış, Batısında ise nehirin<br />
oluşturduğu baş dönderen uçurumu göğüslemişti. Eskiden<br />
su alındığı belli olan bir çükür kiliseye ait diğer bölümlerden<br />
yıkılmış taşlarla doldurulmuştu. Avluya dair tek başına<br />
kalmış güzel küşük taş kapının kenarları ise zamana direnemeyecek<br />
bir zayıflıkla yaşamaya çalışıyordu. Yine üzerinde<br />
çeşitli şekil ve işaretlerin olduğu onlarca yapı taşı her tarafa<br />
serpilmiş, çoğu kırılmıştı. Kilisenin muhtelif yerlerinde<br />
oluşan çatlaklar, buranın da pek direnemeyeceğini söylüyordu.<br />
Aşağıda, uçurumun bittiği yerde doğal, sıcak bir<br />
kaynağın çıktığı yere buranın çobanları “çermik” diyordu.<br />
Çermiğin çıktığı yerin önü mevsimin aksine yemyeşildi.<br />
Her şeye rağmen, kilise ve çevresi görülmeye değer muhteşem<br />
bir mekândı. Êlo “hadi gidelim dedi” arkadaşına<br />
birden çok anlama gelebilecek bir ses tonuyla. Artık bir<br />
atımlık yer sayılırdı köylerine kalan mesafe. Tam yirmi iki<br />
43
44<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
gün çekti sürüyü köye getirmeleri. Onlar için bundan ötesi<br />
yoktu. İkisi de tükenmişti yorgunluktan. Yüzleri toz toprak<br />
içinde kalmış, havasız lastik ayakkabılardaki parmakların<br />
derisi yüzülmüştü. Harmanların oralarda, rüzgârın<br />
çıkarttığı hortum geçtiği yerleri silip süpürüyordu. Anneler<br />
küçük çocuklarını yerden yukarıya huni gibi dönerek<br />
yükselen beladan korumak için güvenceye, evlerin içine<br />
götürüyorlardı telâşla. Köylüler bu hortuma “Ejder” derlerdi.<br />
Onlara göre tavuklarını, kazlarını, çocuklarını, önüne<br />
gelen ne varsa çalan canlı bir varlıktı. Kuyruğu yerde, başı<br />
gökte olan Ejder ile ilgili sayısız kötü hikâye anlatılırdı.<br />
Ejder‘in zincirlerle bağlanmış göklerdeki başı bir meleğin<br />
elindeydi. Allah‘tan bu melek güç de olsa onu zaptedebiliyordu.<br />
Hava yağmura gebeydi. Şimşek yüklü bulutlar<br />
yere değecek kadar alçalmışlardı. Göğün biryerleri<br />
durmadan yanıp sönüyor, ard arda gübürtüyle patlıyordu.<br />
Ziyaretin tepesi sisten görülemiyordu. Tepenin eteklerindeki<br />
Sıngırdon‘un evinin damındaki toprak uçuşup duruyordu.<br />
Rüzgâr nefes almayı dahi zorlaştırıyordu. Yerden<br />
kalkan toz diken gibi batıyor, kamçı gibi çarpıyordu. Sürüyü<br />
gören köylü yine de meraklarına yenilmiş, her şeye rağmen<br />
zaten endişeyle bekledikleri bu iki insana bakıyorlardı.<br />
Êlo‘nun oğulları da geldi. Sürüyü hep birlikte Edê Barê‘nin<br />
küçük gomuna 9 götürdüler. Sığmayınca kalanlar geçici<br />
olarak Êlo‘nun gomuna götürüldü.<br />
Edê‘nin evinde toplandılar. Yer olmadığından dışarda<br />
beklemek zorunda kalanlar vardı. Köyün ileri gelenlerinden<br />
Heci Xoce, muhtar ve yaşlılar misafir odasının en üst<br />
kısmında yerlerini aldılar. Edê Barê biricik büyük oğluna<br />
sürüden iki koyunun kesilmesini emretti. Çaylar geldi.<br />
Ardından erkekler sofrayı kurdular. Edê sürüyü nasıl köye<br />
kadar getirdiklerini anlatıyordu bu sırada. Kaç defa kurt-
Gâvur Êlo<br />
<br />
larla burun buruna gelmişlerdi. Bir keresinde de neredeyse<br />
bir uçurumdan yuvarlanacaklardı. Nasıl da didinmiş, keçi<br />
yollarından aşağılara kadar inmişlerdi. Hele koca kartalın<br />
kuzuyu havalandırmaya çalışması görülmeye değerdi doğrusu.<br />
Bir atışta indirmişti feleksizi. Anlata anlata bitiremiyordu.<br />
Ama kimin olduğunu henüz söylememişti. Nerden<br />
çıkmıştı bu sürü? Neden buradaydı? Êlo ise anlattıklarını<br />
sesizce dinliyordu. Heci Xoce dayanamayarak, “Peki kimin<br />
bunlar? Sende ne arıyor?” diye bütün cemaata tercüman<br />
oldu. Hizmet edenler de dahil, herkes olduğu yerde çakıldı<br />
kaldı. Pür dikkat kesildı oda. Edê Barê cemaatın alt taraflarında<br />
sardığı cıgarasını dilinin ucuyla yalayıp, kâğıdını<br />
yapıştırmaya çalışan Êlo‘ya baktı. Hiç acelesi yoktu. “Sen<br />
anlat” dedi gözlerindeki şeytanî bir pırıltıyla arkadaşını kast<br />
ederek. Êlo başını oynatmadan buruşuk alnını kaldırarak<br />
yukarıya doğru bakıp şaşırdı. Bir an kendisini suçüstü<br />
yakalanmış gibi hisetti. Edê Barê zeki bir manevrayla, “Hayır,<br />
hayır! Bırak ben anlatayım” dedi. Êlo rahatlamıştı. Tuhaf<br />
bir rahatlıktı bu. Geçici, aldatıcı bir rahatlık. Arkadaşının<br />
ses tonu Heci Xoce‘nin camide vaaz veren derin, anlamlı<br />
sesine dönüşmüştü. Bu seste hiç bir günah, vebal, zaval<br />
yoktu. Su gibi temiz, nur gibi akıcıydı. Gittiklerinden beri<br />
haylı uzamış, artık ömrünün sonuna kadar kesmeyeceği<br />
sakalını yukardan aşağıya sıvazlayarak, salavat getirdi.<br />
“Biliyorsunuz; Êlo ile akrabalarımı görmeye gitmiştik. Êlo<br />
can ciğer arkadaşımdır. Oğluma bir kız bakacak, aynı<br />
zamanda kızı gösterip ona da danışacaktım. Ailesinin ne<br />
kadar Müslüman olduğunu görüp bana hak verecekti.<br />
Onlar da Êlo‘nun ne ehli-müslim olduklarını bilir, tâ<br />
oralarda sayar, severlerdi.” Êlo‘nun yüreği hop yukarı, hop<br />
aşağı neredeyse yerinden fırlayacaktı. Ne anlatmaya, yine<br />
ne tezgâh kurmaya çalışıyordu bu zalim.<br />
45
46<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Edê devam ediyordu “Gittiğimiz yere direkt vesait ulaşamazdı.<br />
Dağlık, engebelik olduğu için, at ya da katırlarımız<br />
olmadığından yürümek zorundaydık. Mola vermiştik bir<br />
kayalığın dibinde. Êlo namazını kılıp uzanmıştı. Ben de<br />
derede abdest alarak büyük bir kayanın dibinde namazımı<br />
kılmaya başladım. Kaya tam kıblenin olduğu taraftaydı. Bu<br />
yüzden yönüm ona dönük namazımı kılmaya başladım.<br />
İşte ne olduysa o anda oldu...” Edê düşünceli bir halde<br />
sustu. Cemaatten birkaç ses birden “ne olduu?!” diye inledi.<br />
Edê memnuniyetle devam etti; “Kaya yerinden oynayıp bir<br />
kapı gibi açılmaya başladı. Koskoca kaya açılmaya başladı!..”<br />
Heci Xoce “fe süphan Allah! Anlat anlat ey Allah‘ın<br />
sevdiği kulu!” diye haykırdı iman dolu bir nefesle. Sanki<br />
ömrü boyu beklediği mucize nihayet belirmişti. Yıllardır<br />
demez miydi; Allah kerametlerini ancak çok güvendiği<br />
seçkin kullarına gösterir diye. Cemaatın üst taraflarından<br />
başlayarak dışarıya kadar, “o namaz kılarken koskoca kaya<br />
kapı gibi açılmış! Ardından da nur gibi bir ışık saçmış!” gibi<br />
derin manalarla dolu bir fısıltı yalayıp geçti ahaliyi. Êlo<br />
neredeyse küçük dilini yutacaktı duydukları karşısında.<br />
Edê, “Sonra... Sonra kayanın ardından bugün görmüş<br />
olduğunuz koyunlar çıkmaya başladı tek tek. Şaşırdım.<br />
Ama namazıma ara vermedim. Ben bitirene kadar epeyce<br />
çıkmıştı. Namazı bitirdikten sonra saymaya başladım; bir,<br />
iki, yüz, ikiyüz... Derken inanamıyordum gördüklerime.<br />
Eeey büyük yaradan, sen büyüksün ya-Rab‘im, maşallah,<br />
maşallah der demez, tam eşekten sonra çobanla köpekler<br />
de çıkacaktı ki, kapı gürültüyle tekrar kapandı.” Kalabalık<br />
hep birden “Nazardan. Nazardan!” diye çınladı. “Êlo ile<br />
benim gözlerim önünde yok olup gitti koca kaya. Sanki hiç<br />
olmamıştı. Bir fırtına çıkıp bizi fırıldak gibi dönderdi.<br />
Gözümüzü açınca sürüyle birlikte Gridağ‘ın ulu yamaçlarındaydık”.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Köylü gerisini biliyordu. Herkes Êlo‘ya baka kalmıştı. O<br />
hakikatten sapmaz, harama el uzatmaz, dünya malına göz<br />
koymazdı. Êlo kendisini küçülmüş, tespih tanesi gibi<br />
ufalmış hissediyordu. Ne yapacaktı. Söz vermişti. Sözünden<br />
dönemezdi. Başını kaldırmadan sallayarak “he” diye<br />
tısladı. Heci Xoce Edê Barê‘nin ayaklarına “ey Allah‘ın<br />
sevdiği kulu, mübarek adam!” diye iman dolu bir törenle<br />
kapandı. Bütün oda onu takip etti. Edê Barê neredeyse<br />
havasızlıktan boğulacaktı. İki karısı dört kızı da boşuna<br />
kendilerine yer açıp ona ulaşmaya çalıştı. Haber yıldırım<br />
gibi köye yayıldı: “Duydunuz mu, duydunuz mu? Êlo‘da<br />
yanındaymış. Gözleriyle görmüş. Melekler Edê Barê‘yi<br />
namaz kıldığı yerden almış bir kayanın dibine götürmüşler.<br />
Kayayı açıp istediğin kadar koyun al kendine. Git biraz rahat<br />
et, sen Allah‘ın muteber kulusun demişler! Ayaklarına ilk<br />
olarak Heci Xoce kapanmış ermişin!” Edê Barê daha sonra<br />
Êlo‘ya birkaç koyun teklif ettiyse de, o bunlara tenasül<br />
etmedi. Zaten yaşamından yeterince taviz vermiş sayıyordu<br />
kendini. Allahından bulsundu şu Edê. Nasıl olsa en<br />
sonunda Allah‘ın eline düşmeyecek miydi. Hak‘kın<br />
huzurunda hakikati bir bir anlatmaz mıydı o zaman. Allah<br />
nasıl olsa haklıyı haksızı bilir, inşallah onu affederdi. Zaten<br />
bu saatten sonra birisine anlatsa dahi inanan olmazdı.<br />
Êlo’nun tek derdi haca gitmekti. Koca köyde haca tek<br />
giden bir Heci Xoce vardı. Ona da köylü yardım etmiş, öyle<br />
göndermişti. Civar köylerde haca giden tek-tük insanlar<br />
ağızdan ağıza bir başka saygıyla dolaşırlardı. Hacılar<br />
hürmetle anılırdı cümlede. Êlo haca gitmeliydi. Şu köye ne<br />
Müslüman olduğunu esas o zaman gösterecekti. Ama bu<br />
kolay mıydı. Onca zorluk, onca geçim sıkıntısına karşın üç<br />
oğlu üç ağızdan he diyorlardı. Sonra üç kız da baş sallayarak<br />
onay vermişlerdi. Gevrê, onca çile çekmiş eşi, bazen hem<br />
47
48<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
anası hem avradı, çocukluğunda kaybettiği ten kokusunu<br />
döşünde soluyarak tiryakisi olduğu biricik karısı bile he<br />
diyordu. Êlo bir türlü mantık erdiremiyordu hem ailesinin<br />
hem de kendisinin bu güçlü isteğine. Zaten bu yaptığı akıl<br />
kârı değildi. Onlar he dese bile durumu biliyor, aslında<br />
gitmek istemiyordu. Ama gitmeliydi. Bir ses, bir his, bir<br />
nefes ona durmadan git, git, git diyordu. Bir de, bir gün<br />
rüyasında bütün köylü peşine takılmış, “Eloê Fılle, Eloê<br />
Fılle” diye bağırıyorlardı. Emerê Sılıngê‘nin elinde ucundan<br />
kan damlayan kocaman bir tırpan 10 vardı. En önlerinde<br />
ise durmadan ayetlerden misal verip yırttığı kuran sayfalarını<br />
yüzüne fırlatan köyün saygın imamı Heci Xoce vardı.<br />
Onların ellerinden kurtulmaya çalışan zavallı Êlo ter<br />
içerisinde uykusundan sıçramış, herkesi telâşla uyandırarak<br />
haca gideceğini açıklamıştı mutlak bir kararlılıkla.<br />
Aile bayram etti. Elde avuçta, çıkında, tarlada, kümeste<br />
ahırda ne varsa döküldü. Bütün köylü, cümle kâinat duydu;<br />
“vay be ne adam bu Êlo. Ne dindar!”.
iKiNCi BÖLÜM<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
<br />
49
50<br />
Gâvur Êlo
Gâvur Êlo<br />
<br />
Vezınköy‘ün arazileri devletin hazine malıydı. Tapulu<br />
olanlar yok denecek kadar azdı. Êlo‘nun kardeşi Mehemet<br />
muhtarlığı zamanında üç-beş tarlasını tapulatmıştı. Daha<br />
sonra Mehemed‘in küçüğü Edo da muhtar seçilmiş ve<br />
tarlalarından yarısını tapulatmıştı. Köy güney-batıdan<br />
Kars‘la birleşiyordu. Güneyinde ise Xelefoğlu ile Taşko<br />
köyleri var. Digor‘la kesişen kuzey-batıda ise devlet, Kürtler’in<br />
kendi aralarında dalga geçerek, “dinlenme tesisleri”<br />
dediği büyük bir hapishane yaptırmıştı. Digor‘un sınırları<br />
ötesinde Erivan uzanıyordu. Bir de, köylünün nereden<br />
geldiklerini bilmediği, yine delikanlıların yorumlarına göre<br />
köyün civarına devlet tarafından getirilerek Kürtleri Türkleştirmek<br />
maksatıyla yerleştirilmiş bir Laz köyü vardı. Bu<br />
köyle komşu olmalarına komşuydular ama, şimdiye kadar<br />
ne kız alıp vermişler ne de doğru-dürüst komşuluk etmişlerdı.<br />
Aslında kötü insanlar değillerdi. Aralarında kayda<br />
değer hiç bir şey olmamıştı. Köy toprakları çorak ve taşlıydı.<br />
Öyle ki, sık sık bu taşlara takılan kara sabanların çoğu<br />
51
52<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
kırılmaktan kurtulamazdı. Köylü her sene taş çıkartmaktan<br />
bıkmıştı. Çıkan taşlar tarlaların kenarında çeper edilirdi.<br />
Ne köyde ne de çevrede ağaca rastlamak mümkün değildi.<br />
Ağaç yetişmediğinden değil, bilgisizlikten. Arazi sınırlarının<br />
belirsizliği sık sık kavgalara neden olurdu. Köyün geçim<br />
kaynağı hayvancılık ve ekin işlerindendi. Köylü çok didinir,<br />
zor geçinirdi. Neo ailesi geçimi iyi olanlardandı. Êlo içinse<br />
aynı şey söylenemezdi. Altı çocuğu vardı. Kendisine verilen<br />
biraz toprak parçası geçimlerini kıt-kanaat sağlâmaya<br />
ancak yetiyordu. Dört inek, biraz koyun, birkaç at, iki tane<br />
iyi öküzü vardı. Allahtan üç oğlu da çok çalışkandı. Kızları<br />
ise hamarattı. Köyde ilk olarak patates eken Êlo‘ydu. Bostan<br />
işine yabancı olan köylü önce dalga geçmiş, daha sonra da<br />
hak vermişti. Êlo ile çocukları, geceleri tenha olduğundan<br />
köy çeşmesine gider, tarlalarını sulamak için çelik kuşaklı<br />
demir fıçılarla durmadan su taşırlardı. İşler iyi giderse, elde<br />
ettikleri patatesleri sattıkları bile olurdu.<br />
Hac hazırlıkları başlamıştı. Tâ uzaklardan gelip Êlo‘yu<br />
kutladıklarından ev boş kalmıyordu. Bu durum işlerini<br />
aksatsa da aile memnundu. Kentten fazladan şeker, çay<br />
getirilmişti torbalarla. Misafirler iyi ağırlanıyordu. Çingeneler<br />
her sene bu mevsim uğrarlardı köylerine. Kurdukları<br />
çadırlarda kap-kacağı kalaylar, kaplama dişler yapar,<br />
getirdikleri incik-boncuğu el halıları, kilimlerle değiştirir,<br />
fal bakar, türlü işler yaparlardı. Düğünlerde davul ile<br />
zurnayı en iyi onlar çalardı. İşleri bittiğinde çekip giderlerdi.<br />
Êlo‘yu duymuş, evinin dolup taştığını görünce onlardan<br />
birkaçı da uğramıştı. Garip görünürlerdi köylünün gözüne.<br />
Değişik kıyafetleri, müziğe düşkünlükleri, neşeli olmaları,<br />
uzun bacaklı küçük av tazıları esrarengiz davranışları<br />
yadırganmıyor, aksine sempati bile topluyordu. Köyde kaldıkları<br />
sürece avlanırlardı. Köyün bazı çobanları tilki, kurt
Gâvur Êlo<br />
<br />
gibi yaban hayvan-ların kafa kısmı da dahil, derilerine zarar<br />
vermeden ağızdan çıkarma yöntemini bunlardan<br />
öğrenmişti. Êlo köpeklerin hepsini zencirlerle bağlatmıştı<br />
misafirlere saldırmasınlar diye. Köpekler her gelene havlıyor,<br />
kudurmuş gibi zincirlerine asılırlarken ağızlarından<br />
salyalar saçılıyordu. Boyunlarında kurtlar boğmasın diye<br />
özel yaptırılmış demir dikenli Xışteler 11 vardı. O günlerde<br />
bir akrabasını kaybettiği için elbiselerini ters giymiş olan<br />
Gewrê içeri buyur etmişti Çingeneleri. Gevrê yasta olduğundan<br />
kofisini 12 de takmamıştı. Esmer, yaşlı yüzünde bir<br />
hüznün acı ifadesi vardı. Bir de yorgun görülüyordu o gün.<br />
Çingeneler Kürt köylerine sıkça uğradıkları için çoğu<br />
Lazca, Süryanice, Acemce’nin yanı sıra Kürtçe de bilirdi.<br />
“Roja we xêrwe cemaet” 13 diyerek selâmlaşıp oturdular.<br />
Kulaklarında ve burnunda küpe olan bir erkek Çingene oturur<br />
oturmaz, kendilerine çay ikram etmekte olan Êlo‘nun<br />
en büyük kızı Xatun’un elinden tutup falına bakmak<br />
istediğini söyleyince, olayı izleyen küçük kız Sonê ile<br />
ortanca olan Altun kikir kikir gülmeye başladı. Xatun<br />
utanmış, “ne kadar da üzun yaşam çizgin var...” diyen<br />
adamın elinden zorla kurtulmuştu. Bir daha da odaya<br />
girmedi. Bu olay üzerine oradaki herkes gülmeye başladı.<br />
Konuk odası gomlarda döğülmüş renkli işlemeli yünden<br />
yer keçeleriyle kaplanmıştı. Duvarlarında ise Gewrê ile<br />
kızlarının ellerinden çıkmış kilimler vardı. Kilimlerden arta<br />
kalan boş yerlerden birine, ay ışığında altında atlarla güzel<br />
bir kızı kaçıran Arap beyzadelerinin rengârenk parlayan<br />
ipek namazlıklar üzerine işlenmiş resimleri asılıydı.<br />
Diğerinde ise, ikisi su içen diğeri ise ürkmüş gibi etrafına<br />
bakan ceylanlar vardı. İri yapraklı ağaçları olan bir ormanın<br />
derinliklerindeydiler. Yer minderleri büyük çiçekli bezlerden<br />
yapılmıştı. Misafirlerin sırtlarını dayadığı içleri ot<br />
53
54<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
dolu büyük yastıklar da hünerli ellerden çıkmaydı. Büyük<br />
yastıkların üzerine bezle yapılmış küçük kafa yastıklarını<br />
şahê meran 14 dedikleri kadın başlı, yılan gövdeli figürler<br />
süslüyordu. Yer gibi tavanları da tahta olan odanın duvarları<br />
bembeyaz badanalanmıştı. Yeni olan kirecin kokusu, gelen<br />
misafirlere tutulan tütün kolonyasını bastırıyordu. Kalın<br />
tahtalı kapının sağında, büyük bir çeyiz sandığına<br />
dayanmış bir bakır sini duruyordu. Sinideki işle-meler,<br />
örsle çekiç arasında çıktığı belli olan usta işi kabartmalardı.<br />
Göbeğine ise güneşe benzeyen bir motif yerleştirilmişti.<br />
Sandığın üzerinde Êlo‘nun Kürtçe yayınları kaçırmadığı<br />
Erivan Radyosu‘nu dinlemek için büyük külfet-lere<br />
katlanarak alınmış formika kaplı Alman malı bir Nordmende<br />
radyo vardı. Radyonun istasyon aramak için basılıp<br />
kıvrılabilen kocaman beyaz düğmeleri, kenarı kırılmış arka<br />
kapaktan görülen küçük ve büyük boylarda enteresant cam<br />
lambaları bulunuyordu. Êlo‘nun küçük oğlu Hemit daha<br />
çok ufakken radyoyu içinde küçük adamlar var diyerek yere<br />
atmıştı. Allahtan radyo çalışmasını etkilemeyen dış kırıklarla<br />
kurtarılabilmişti elinden. Aletin düğmeleri fosfora<br />
benziyorlardı. Duvar boyunca yan yana dizili gazyağı<br />
lambalarını yakmak için henüz erkendi. Bunlardan birkaçı<br />
geçici olarak komşulardan ödünç alınmıştı. İkinci pencerenin<br />
sağ tarafına, atadan kalma eski bir martini tüfek,<br />
Kuran’ın yanına özenle asılmıştı. Pencerelerin yaklaşık yarım<br />
metre derinliği, oda duvarının ne kadar kalın olduğunu<br />
gösteriyordu. Bu köydeki evlerin duvarları taş, damlarıysa<br />
toprak örtülüydü. Damdaki toprağa mutlaka soba külü<br />
karıştırılırdı. Bu damların üstünde ise günlük işlerde<br />
kullanılan süpürge bitkileri çıkardı. Evin taze gelini, Fevzi‘nin<br />
kadını Qubar ilk çocuğunu doğurmuş olduğundan<br />
evdeki aynaların tümü ortadan kaldırılmıştı. Yoksa aynayla<br />
karşı karşıya gelebilecek çocuğun ağzı, yüzü eğilebilirdi.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Êlo küçük oğlu Hemit‘e misafirlere tütün ikram etmesi<br />
için işaret etti. Diğer oğullarından Zadê o gün bir ineği<br />
satmak için Kars‘taki mal pazarına gitmişti gecenin sabaha<br />
doğru seyreden bir vaktinde. En büyük kardeş olan Fevzi<br />
ise, ekim zamanı yaklaştığından tarladaki taşları temizlemekle<br />
meşguldu. Misafir odasındaki gel-git işlerini henüz<br />
on yaşlarında olan küçük Hemit üstlenmişti. Muş‘tan özel<br />
olarak getirtilen tütün altın sarısındaydı. Hemit kuruması<br />
için tütünü yaydığı küçük tepsiyle sarma kâğıtlarını misafirlerin<br />
önünde gezdirdi. Mısto köyde kamburu olan tek<br />
talihsiz insandı. Odanın dışarıya bakan pencere tarafında<br />
oturmuş, yanındakilerle sohbet ediyordu. Hemit‘in ikram<br />
ettiği tütüne tam uzanmıştı ki, şakacılığıyla bilinen Qadır<br />
dürterek “ayıptır lan. Daha kulağının arkasındakini içmedin<br />
be” diye takıldı. Mısto‘yu hafif bir utanç sardı geçti. Bu<br />
odadakilerin dikkatinden kaçmadı. Şakacı gülüşmelere yol<br />
açtı. Êlo “rahat bırakın çocuğu” dedi. Qadır “Allah aşkına<br />
Heci, gittiğinde bolca dua et de belki bu adamın kamburu<br />
yok olur” diye takılmaya devam etti. Köylü artık Êlo‘ya şimdiden<br />
hacı demeye başlamıştı. Yine gülüşmeler olunca<br />
Eminê Huso‘nun oğlu Qadır biraz da şımarıklığa kaçan<br />
tavrını sürdürmeye devam etti. Bu zaten konuları çoktan<br />
tükenmiş cemaatin hoşuna gidiyordu. Böylesi günlerde,<br />
toplantılarda birinin harcanması olağandı. Kefen bugün<br />
Mısto‘ya biçilmişti. Edê Barê Êlo‘nun yanında, üst tarafta<br />
oturuyordu. Şimdi iyice uzanmış siyah sakallarında da<br />
ortaya çıkan beyaz çizgi, saçlarındakiyle aynı hizadaydı.<br />
Êlo‘nun kulağına doğru eğilerek, yavaş bir sesle “şimdi<br />
seyret olacakları. Qadır kolay bırakmaz yakasını Mısto‘nun<br />
artık” dedi.<br />
Aralarındaki sohpetin odanın malına dönüştüğünü fark<br />
eden Mısto, bu tür şakalara alışık olduğundan, ilgi odağına<br />
55
56<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
dönüşmesi rahatını bozmayacaktı. Köşeli şapkası yana<br />
kaymış, güneş yanığı yüzünde bir çocuk saflığı sezinleniyordu.<br />
Hafif bir tebessümle dinliyordu kendisiyle ilgili<br />
lakırdıları. Yamalı pantolonunu sergileyen bacağını geriye<br />
çekerek, saldırı karşısında savunmaya geçer gibi toparlanıp<br />
bağdaş kurdu. Kulağındaki kıllar da dışarıya fırlamıştı<br />
burnundakiler gibi. Qadır artık söyleye söyleye sanki orada<br />
bulunmuş gibi anlattığı hikâyenin bilinmez kaçıncı tekrarını<br />
anlatmaya başlamıştı bile: “Adamın biri kambur ve<br />
çaresizdir. Bu kamburundan kurtulmak için yapmadığı,<br />
etmediği kalmamış. Gecenin birinde, bir mağaranın önünden<br />
geçerken, içerden gelen garip sesler duymuş. Korksa<br />
da, merakına yenilerek mağaraya şöyle bir göz atmış.<br />
Gözleri ensesinde olan cinler halaya tutuşmuşlar. Eğlenen<br />
cinler ‚Yekşem nine Düşeme‘ 15 diye türkü söylüyorlarmış.<br />
Kamburu fark eden cinler onu da alıp oyuna katmışlar. Hep<br />
aynı şey; ‘Yekşem nine Düşeme’. Kambur ise cinlerin aksine<br />
‚Düşem nine Sêşeme‘ 16 diye söylemeye başlamış türküyü.<br />
Bu, cinlerde yerini hoşnutluğa bırakan bir şaşkınlığa yol<br />
açmış. Demişler ki, ‚bize bir gün daha kazandırdın, seni<br />
ödüllendireceğiz‘ ve adamın kamburunu bir anda yok<br />
etmişler. Adam köyüne dönüp durumu sevinç ve heyecanla<br />
anlatmış. Diğer bir kambur o gece hemen aynı mağaranın<br />
önüne gitmiş. Cinler kaderdaşının söylediği gibi halaya<br />
tutuşmuşlarmış. Ancak, bu seferki türküleri ‚Duşem nine<br />
Sêşeme‘ imiş. Halaya alınan kambur ise diğerinin kendisine<br />
anlattığı gibi, ‚Sêşem nine Çarşeme‘ 17 diye bir gün<br />
daha eklemiş. Çarşem cinlerin hiç sevmediği bir günmüş.<br />
Kızarak adama bir kambur daha yapmışlar”. Qadır bitirmişti<br />
ki, bir kahkaha tufanı odayı kapladı. Çingenelerin sesi<br />
tâ komşu evlerden duyuldu. Kaderine çoktan razı olan Mısto<br />
bile olgun olgun gülüyordu arkadaşının anlattıklarına.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Odayı cinlerle, perilerle ilgili hikâye ve inançlar kapladı.<br />
Gewrê içeriye girip gaz lambalarını tek tek yaktı. Misafirlere<br />
xengel 18 hazırladığı için üstü-başı una bulanmıştı. Köyün<br />
üzerine akşam çökmeye başlamıştı bile. Êlo Çingenelerden<br />
birine yanaşarak eliyle sallamakta olduğu bir dişini çektirmek<br />
istediğini söyledi. Ağzında hemen hemen diş kalmadığından,<br />
bunu çektirmemek için uzun zamandır direniyordu.<br />
Çingene de zaten beklediği fırsata kavuşmuş gibi, “ben<br />
içeriye girerken avludaki köpeklerden birinin gözlerinin<br />
önünün kurtlanmış olduğunu gördüm. Güzel bir çoban köpeği.<br />
Henüz genç sayılır. Sana bir ilâç vereyim. Bir de<br />
dişlerini çekersem şu sandığın yanındaki siniyi bana verir<br />
misin?” dedi. Êlo “olmaz. O çok eski bir yadigârdır. Veremem”<br />
deyince Çingene ısrarla, “bir de kaplarınızı, hem de<br />
ne kadar varsa, bakır kaplarınızı bedava kalaylayabilirim<br />
isterseniz” dedi. Yine “hayır” dedi Êlo ısrara rağmen. “Gewrê‘nin<br />
sizlerle değiştirmek istediği şeyleri var. Benim dişim<br />
ile köpek ilâcı için de bir şeyler verebilir” diye kestirip attı.<br />
Çingenenin yılışıklığından hoşlanmamıştı. Diğer Çingeneler<br />
bir yandan fal bakıyor, öte yandan o köyün insanlarıyla<br />
bir takım anlaşmalar yapıyorlardı. Kalan misafirlere<br />
yeniden çay dağıtılıyordu.<br />
Dışarıdan heyecanlı tartışma sesleri geliyordu. Gewrê<br />
ile Fevzi‘nin sesiydi. Êlo huzursuzlanmıştı. Derken Fevzi<br />
öfkeyle girdi içeriye. Misafirlere hiç bakmadı. Bir kızgınlık<br />
vardı hâlinde. Elleri ve üstü kurumuş çamurla kaplıydı.<br />
Fevzi babası gibi uzun boylu, hırslı, biraz da kavgacı biriydi.<br />
Bu kavgacılığı belki de babasını savunmakla geçmiş, bu<br />
yüzden hakaretlere uğramış, durmadan kendisini, ailesini<br />
kabul ettirmeye çalışan birinin kavgacılığıydı. Her zaman<br />
kendisini korumaya hazır bir saldırgan hâli vardı. Bu ona<br />
belli bir saygınlık bile kazandırmış, ondan çekinilmesine<br />
57
58<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
yol açmıştı. Köşeli çenesi, ince sivri burnu ile çizgili bir<br />
suratın sahibiydi. Bu çizgilerin çoğunu ciddi duruşuna<br />
borçluydu. “Bu Lazlar çok ileri gidiyorlar” diye homurdandı<br />
başını sallayarak. Babası oğlunu seven, kollayan bir şevkatle,<br />
“Misafirlerimiz var. Sakin ol, hoş geldiniz de. Uzaklardan<br />
gelip bizi şereflendirdiler” dedi. Fevzi “bizim tarla sınırlarımızın<br />
iki senedir kendi tarlalarının içlerine üç adım<br />
girdiğini söylüyorlar hayasızca. Bu yalana göz mü yumalım<br />
baba!” Kapıyı çarparak çıkıp gitti. Adamların Fevzi’yi iyice<br />
kızdırdıkları belliydi. Kim bilir aralarında neler geçmişti.<br />
Edê Barê de sıkılmış bir sesle “Aldırma. Gençtir. İşin bir yolu<br />
bulunur elbet” diyerek arkadaşını yatıştırmaya, üzülmemesine<br />
çalıştı içtenlikle. Odanın havası değişmiş, o gün<br />
orada kalacakların dışındakiler, tek tek Edê Barê‘nin eteklerini<br />
öperek konuk evini terk etmeye başlamışlardı. Êlo<br />
köstekli saatinin kapağını açarak baktı, artık namaz vaktiydi.<br />
Bu sürüyü getirirlerken Edê‘nin ona verip, onca ısrara<br />
karşın bir daha geri almadığı gümüş saattı. Ortaya çıkmaya<br />
başlayan dolunayın ışığında köpek ulumaları geliyordu<br />
uzaklardan ve eşikten.<br />
Muhtarın oraya askerî cemseler gelmişti. İki cip dört reo<br />
ard arda dizilmişti. Arabaların brandaları güneşte soluk bir<br />
yeşile dönmüştü. Köpekler huysuzlanmış, durmadan<br />
havlıyorlardı. Muhtar omuzunda üç yıldız olan bir kumandanın<br />
etrafında dört dönüyor, ancak iyi dinlenirse anlaşılabilir<br />
bozuk Türkçesiyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.<br />
Hava biraz önceki yağmurla yıkanmış, gök yüzü saman sarı<br />
bir güzelliğe bürünmüştü. Islak toprak kokusu vardı havada.<br />
Meraklılar olup biteni anlamak için tek tek sökün etmişti<br />
araçların park ettiği yere. Qıjo ışığın karşıdan düştüğü<br />
yıpranmış yüzünü oldukça buruşturmuş, oraya gelerek<br />
meraklılar safında yerini almıştı. Yüzündeki derin çizgi-
Gâvur Êlo<br />
<br />
lerden dolayı oldukça kalınlaşmış gölgeler tuhaf, korkutan<br />
bir surat çıkarmıştı ortaya. Bütün dişlerini kaybettiği için<br />
alt çenesi yok gibiydi adamın. Köyün belki de en yaşlılarındandı.<br />
Askerliği sırasında devletin Kürtler üzerindeki<br />
otoritesini tanımış, bir erkek çocuğunu askere gitmemesi<br />
için İran‘daki akrabasına göndermişti. Kumandanın buyuran<br />
sesi muhtar üzerinde çınladıkça o da gayri-ihtiyarı<br />
hazrola geçiyordu. Bu hâli çocukların gülüşmesine yol açtı.<br />
Muhtar büyük enerji harcayarak “sayın, hürmetli yüzbaşım”<br />
dediği kumandana derenin oradaki çoban Mıhê‘nın<br />
evini tarif etmeye çalışıyordu. Kumandan hemen ellerinde<br />
yeşil kabzalı, çelik gövdeli G-3 tüfeklerle dizilmiş askerlerin<br />
başındaki çavuşa köylülerin ne dediğini anlayamadığı bir<br />
hızla komutlar yağdırdı. Çavuş sert bir biçimde “Emredersin<br />
komutanım!” dedikten hemen sonra, mavi bereli,<br />
jandarma komandosu erleri alıp, kuşatma pozisyonunda<br />
eve doğru hızla uzaklaştılar. Bir cip de onları takip etti.<br />
Êlo‘nun evi muhtarınkiyle bitişikti. Küçük Hemit evden<br />
çıkarak, kalabalığa aldırmadan elindeki ufak torbayla<br />
köyün alt tarafındaki harmanların oradan gideceği tarlaya<br />
yöneldi. Tarlada çalışmakta olan Fevzi‘ye yiyecek götürüyordu.<br />
Küçük adımlarıyla olabildiğince çevik yürüyordu.<br />
Arkasında onun hızına yetişmek için takip eden küçük enik<br />
bazen yuvarlanmak zorunda kalıyordu. Gewrê boşalan<br />
şeker torbalarından Hemit‘e bir pantolon yapmıştı. Ufaklığın<br />
beyaz pantolonunun tam kıçının üzerinde zamanında<br />
barındırdığı şekerin kilogram yazısı komik bir görünümdeydi.<br />
Fevzi epey taş temizlemişti önceki günler. Bu gün<br />
ise artık kar kalktığından, toprağı sürmek, tarlayı ekmek<br />
için buradaydı. Hemit‘in uzaktan kendisine doğru geldiğini<br />
görünce öküzleri sabandan çözmek için boyunduruk<br />
demirlerini çıkardı. Hayvanları biraz ötede önceden hazır-<br />
59
60<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
ladığı ot yığınına doğru sürdü “hoo” diyerek. Taze sürülmüş<br />
toprak ile toprağa karışmış buğday taneleri kuşların hücumuna<br />
uğramıştı. Fevzi Hemit‘in yanaklarından öperek<br />
yanına oturttu. Yukarıda, köyde neler olduğunu sordu.<br />
Askerî araçları görmüştü. Hâlâ huzursuz, uğursuz havlamakta<br />
olan köpeklerin sesleri tâ buralara geliyordu. Hemit,<br />
“Çoban Mıhê‘nin oğlu için buradalar. Muhtar söylemiş bu<br />
gün köyde olduğunu. Ablam onu almak için geldiklerini<br />
söyledi” dedi bir çırpıda. Fevzi‘nin amcası Edo geçen seneki<br />
muhtarlık seçimlerinde kaybetmişti. Şimdi Buriki aşiretinden<br />
Usıfê Xelil muhtarlık yapıyordu başlarında. Celâlî‘leri<br />
hiç sevmezdi. Celâlî‘ler de onu sevmezlerdi. Fevzi<br />
kafasından, alçak adam diye geçirdi. Sonun da muradına<br />
ermişti demek. O çocuğu muhtar amcası Edo‘dan çok<br />
istemişti devlet. Yerini, ne yaptığını, nereye gittiğini, kimlerle<br />
görüştüğünü, hattâ neler dediğini dahi soruşturuyorlardı.<br />
Onunla aynı soyadı taşıyanlar Kars‘a işleri düştüğünde<br />
gözaltına alınıp sorugudan geçiriliyordu. Fevzi‘nin<br />
küçüğü Zadê’yi de Arabistan‘da çalışmak için pasaport<br />
başvurusunda bulunduğu zaman yakalamış bu çocuğu<br />
sormuşlardı. Zadê bilmiyorum dediğinde bolca dayak<br />
yemiş, işlemleri yapılmamıştı. Bu çocuk köyde Êlo ailesini<br />
en çok kollayıp, saygı duyanlardandı. Ailede de ona karşı<br />
bir sevgi vardı. Olmakta olanlar Fevzi‘nin hiç hoşuna gitmemişti.<br />
Hemit‘in getirdiği yoğurt ile ufaladığı tandır ekmeğini<br />
üzerine biraz su, biraz şeker dökerek karıştırdı. Mısinin yanındaki<br />
tasa da dört şeker atıp üzerine su doldurdu. Şekeri<br />
eriyene kadar sabırla onu da karıştırdı. Hemit eniğiyle<br />
kuşların peşine düşmüş, bir çeşit oyun oynuyordu. Hafif<br />
çamurlanmış toprak küçük ayaklarını kaldırıp indirmesini<br />
zorlaştırıyordu. Fevzi‘nin gözü köydeydi. Zor da olsa,
Gâvur Êlo<br />
<br />
askerlerin ziyaretin tepesine tırmanışını seçebiliyordu.<br />
Birini kovalıyorlardı. Ayağa kalkıp daha iyi görebileceği bir<br />
yer aradı. Huzursuzlanmıştı. Silâh sesleri geliyordu. Tek tek<br />
atış seslerini seri atışlar takip etti. Silâh sesleri uzun sürmeden<br />
kesildi. Ne oluyordu? Yoksa çocuğu vurdular mı? O<br />
bunları düşünürken kadın çığlıkları köpek havlamalarına<br />
baskın çıktı. Evet, evet vurdular diye düşündü. Hayıflandı.<br />
Artık ne çalışmak ne de yemek için keyfi kalmadı. Üzgün<br />
bir ses tonuyla “Hemit” diye bağırdı. “Hemit gel, toparlanıp<br />
gideceğiz”. Vay namussuz muhtar. Oysa onun oğlu da o<br />
çocuğun iyi arkadaşıydı. Gençler kadar olunamıyordu bu<br />
köyde. Onlar aşiret nedir, aşiretlerle kavga nedir bilmezlerdi<br />
birkaçının dışında. Acele ederlerse toparlanmaları yaklaşık<br />
bir iki saat alırdı.<br />
Fevzi kağnıya öküzleri koştu. Ufak-tefek eşyaları yerleştirdi.<br />
Bu çamurlu yolda öküzlerin işi hayli zor olacaktı. Tam<br />
güçlü kollarıyla koca sabanı arabaya atmak üzereydi ki,<br />
Hemit “atlılar geliyor” dedi. Fevzi bakmak için sabanı yüklemekten<br />
o an için vazgeçti. Nal seslerini o da duymuştu.<br />
Belki gelenler yardım da ederlerdi. Geriye doğru, bakmak<br />
için döndüğünde, gördükleri onu hiçde hoşnut etmedi.<br />
Daha geçen gün neredeyse kavgaya tutuşacakları tarla<br />
komşusu Lazlar geliyordu onlara doğru. Atları dörtnala<br />
sürdüklerine göre önemli diye düşündü Fevzi. Huzursuzlandı.<br />
Hemit‘in kucağına aldığı küçük köpek atlılara<br />
doğru havlıyordu cılız sesiyle. Tarladaki kuşlar atların<br />
toynaklarıyla döğdükleri yer titremesinden ürküp değişik<br />
yönlere doğru havalandılar. Tam sekiz atlı saydı. Hepsinin<br />
de sırtında tırpan vardı. Ekin biçme zamanı değildi. Belki<br />
de çayır biçmekten geliyorlar dedi kendi kendisine. Ama<br />
çayır zamanı da değildi ki. En önde tüyleri daha yeni bitme,<br />
bayağı heyecanlı bir delikanlı vardı. Altındaki cins bir arap<br />
61
62<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
atıydı. Atlar kan-ter içinde soluyorlardı. Fevzi‘nin durduğu<br />
yerin tam oraya gelir gelmez, daha at durmadan yere atladı<br />
oğlan. Sarı dalgalı saçları arkaya doğru taranmış, diğerlerin<br />
aksine şapkasızdı. Atlamadan önce ileriye doğru attığı tırpanı<br />
tekrar aldı. Bu arada ötekiler de gelmişlerdi. Ne selâm,<br />
ne sabah. Fevzi hiç hoşlanmamıştı bu işten. Belli ettirmemeye<br />
çalışarak sol yanını yokladı hafiften. Kalın kazağının<br />
altında, yanından hiç ayırmadığı Belçika malı bir<br />
tabancası vardı. Bu tabancayı hep yağlamış, gözü gibi<br />
korumuş ama deneme atışlarının dışında kullanmamıştı.<br />
En fazla orta yaşa kadar ilerlemiş insanlardı. Aralarında<br />
Fevzi‘nin anlamadığı Lazca konuşuyor, bazen de şiveli<br />
Türkçe ile Fevzi‘nin duymasını istercesine laf atıyorlardı<br />
Delikanlıdan ise hiç ses çıkmıyordu. Masadıyla tırpanını<br />
biliyordu yalnızca. Bir de ters ters bakışları vardı teresin.<br />
Geçen geldiklerinde böyle değillerdi. Bunların içlerinde<br />
geçen gruba ayıt yalnızca hakkını ihlâl ettiğini iddia eden<br />
komşu tarlanın sahibini tanıyordu. Adam laftan anlamayan,<br />
dik kafalı biriydi. Fevzi çok dil dökmüştü. O ise en<br />
son tehditler savurarak çekip gitmişti. Zayıf, ince olanları<br />
tarla sahibine Fevzi’yi göstererek “ha bu mudur o gâvur<br />
Êlo‘nun oğlu” diye sordu alay eden bir sırıtkanlıkla. Gülüşmeye<br />
başladılar. Korkuyu yenmeye, bastırmaya çalışan bir<br />
gülüştü bu. Tarla sahibi alaylı alaylı, “Öyle deme. Gâvur<br />
dediğin Êlo hac yolunda biliyor musun?” dedi. Gülüşmeler.<br />
Zayıf olan “adamın birine kurnazlığından dolayı ruvi 19<br />
diyorlarmış. Adam hoşlanmadığı bu lakaptan bir türlü<br />
kurtulamıyormuş. Karısı bir gün ‚herif haca git de kurtul‘<br />
diye nasihat etmiş. ‚Sana artık ruvi yerine heci 20 derler‘.<br />
Adamın kafasına yatmış. Kalkmış haca gitmiş. Hacdan<br />
döner dönmez onu karşılayanlardan ilk adam ‚hoş geldin<br />
heci ruvi‘ demiş”. Gülüşmeler kahkahalara dönüştü.
Gâvur Êlo<br />
<br />
Fevzi garip bir içdürtüyle küçük Hemit‘i sürülü tarla-nın<br />
yanındaki otlağa doğru itiyordu. Kendisi de ağır ağır geriye<br />
doğru çekildi. Emin bir yer arar gibiydi. Keşke bu kadar geç<br />
kalmasaydı tarlada. Delikanlı her adımını gözlüyordu.<br />
Fevzi‘de harcayacak, işe yarayacağını umut edecek tek laf<br />
yoktu. Atmosferin ağırlığından neredeyse dizleri bedenini<br />
taşıyamayacak haldeydi. Saçlarının dibi terlemişti. Bir ara<br />
titrek, korkak bir mum alevine döndüğünü fark ederek<br />
toparlandı. Hani erkek adamdı. Hani herkes ondan çekinir,<br />
gözünü budaktan esirgemez, derdi. Lazlar çevresini sarmıştı.<br />
Fevzi Hemit‘e taşların arkasına doğru kaç diye bağırıp<br />
tabancasını çekti. Çevresi sarılmış bir kaplana döndü bir<br />
an. Çemberi ölümüne yarmaya hazırlanmıştı aniden. Hemit‘e<br />
baktı. Çocuk ortalarda yoktu. Rahatlamıştı. “Bir kaza<br />
çıkmadan çekin gidin” dedi kararlı bir sesle. Tarla sahibi<br />
delikanlıya dönerek, “Ne diyor bu gâvurun oğlu. Kürt bile<br />
değil it. Kalkmış bizi kovuyor. Kimi nereden kovduğunu<br />
bilmiyor hergele” dedi, ardında komut yatan bir ses tonuyla.<br />
Konuşmasında yanındakilere bir mesaj var gibiydi. İnce<br />
olanı “o tabancayı elinden atarsan, sana yalnızca bir ders<br />
verip gideceğiz” dedi yine sırıtarak. Doğru söylüyordu. Eğer<br />
Fevzi dediklerini yaparsa biraz hırpalayıp korkutarak gitme<br />
niyetindeydiler. “Alçaklar” dedi Fevzi havaya bir el ateş<br />
ederek. “Gidin diyorum!”. Genç tırpanı bilediği taşı Fevzi‘ye<br />
doğru fırlatıp atıldı. Fevzi yana çekilip bir atışta devirdi<br />
delikanlıyı. Dağılmadılar. Aksine kudurdular kan görünce.<br />
Artık ok yaydan çıkmıştı. Her taraftan gelen saldırı sonucu<br />
başladı rastgele ateş etmeye adamların üzerine. Tabancayı<br />
tutan kolu bir tırpan darbesiyle gövdesinden ayrılmazdan<br />
önce Laz‘lardan ikisi daha devrilmişti. Artık hiç bir şey<br />
hissetmiyordu. Panik içerisinde kalan sağlar, ağzından<br />
çıkan son sözleri anlayamadılar. Fevzi son nefesini Hemit‘e<br />
git dediği yöne bakarak vermişti.<br />
63
64<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Katliamdan arta kalanlar, cehennemin atlıları gibi gelmedikleri<br />
bir yöne doğru uzaklaştılar. Küçük Hemit tarla<br />
taşlarının ardında gözlerini sıkıca yumarak geçirmişti dört<br />
yaşamın söndüğü kısa zaman dilimini. Köpeği ezecek kadar<br />
sıkı sıkıya sarılmıştı. Köpek ise onu, olanları anlamış gibi<br />
çocuğun yüzünü yalayıp durdu. Cesaret edip bakabildiğinde,<br />
gözleri kocaman açıldı. Dili tutulmuştu. Ağzını<br />
açtı, bağıramadı. Abi diye bağırmak istiyordu. Sürünerek<br />
geçti sarı saçlı delikanlının cansız cesedini. Fevzi‘nin kolsuz,<br />
kanlar içinde kalmış bedenini görünce dondu kaldı.<br />
Ölümü ilk kez görüyordu böyle yakından. Dişleri kenetlenmişti<br />
şimdi Hemit‘in. Köpek Fevzi’nin yüzündeki<br />
kanları yalıyordu. Bu ona vahşi bir görünüm vermişti.<br />
Hemit ondan da korkmaya başladı. Başı dönüyordu.<br />
Oracıkta bayıldı.<br />
Artık batmak üzere olan güneş, bir kocaman tepsi görünümündeydi.<br />
Gökyüzü şimdi yalnızca birkaç dakika sürecek<br />
bir başka güzelliğe büründü. Seyrek bulutlar, kendilerini<br />
terk etmekte olan güneşten gelen kırmızının giderek<br />
koyuda biten tonlarıyla bezendi. Hava soğumaya, yerdeki<br />
su birikintileriyle çamur da donmaya başladı. Yılın bu mevsiminde<br />
don az görülürdü. Dışarıdaki köylüler sıcak nefeslerini<br />
hohladıkları ellerini birbirine oğuşturup ancak dayanabiliyorlardı.<br />
Çoban Mıhê’nin evinin çevresinde insanlar<br />
birikmişti. Ev çukurda olduğundan yukarılarda oturanlar<br />
da ellerini göğüslerine kavuşturmuş hareketliliği izliyorlardı.<br />
Muhtarın evinin önü de kalabalıktı. Söylentilere<br />
göre, Mıhê‘nin oğlu askerleri görünce toprak damı üstten<br />
delerek çıkmış, ziyaretin tepesine doğru kaçmaya çalışıyormuş.<br />
Amacı, başarabilirse Elegez dağına gitmekmiş.<br />
Zaten her konuşmasında “Kürdün sığınabileceği bir tek<br />
dağları kaldı” demez miydi. Askerler evin tahta kapısını
Gâvur Êlo<br />
<br />
devirip açtıklarında, durumu fark edip takibe başlamışlar.<br />
Mıhê‘nin oğlu yakalanacağını anlayınca üzerindeki tabancayla<br />
başlamış ateş etmeye. Son mermisine kadar direnmiş,<br />
bu arada ölümcül yaralar almış. Komutan, telsizinden<br />
“imha oldu” diye bilgi alınca askerlerini çağırıp muhtara,<br />
“fazla ortalığı ayağa kaldırmadan gömün bir yere. Köylüye<br />
de ki, devlete karşı geleceklerin hâli budur. Zaten sizin<br />
köyünüz göze batıyor” deyip gitmiş.<br />
Çocuğun babası Mıhê köy sürüsünün başında olduğu<br />
için ancak ayda bir veya iki defa uğruyabiliyordu. Evde olan<br />
annesi feryadlar kopararak oğluna yaklaştığında ölmediğini<br />
fark edip çocuğun dostlarına haber vermiş. Aralarında<br />
muhtarın oğlunun olduğu da söylenen bir grup genç,<br />
ağır yaralıyı kimsenin bilmediği bir yere götürmüşler.<br />
Şaşırıp kalan muhtar ne yapacağını bilemez halde, birikmiş<br />
kalabalığın arasında sessizce oturuyordu. Bazı köylüler de<br />
muhtarı azarlıyor, bunun aşiret yasalarına yakışmadığını<br />
anlatmaya çalışıyorlardı. Köylü, şimdiye kadar olan sorunlarını<br />
devlet kapısı görmeden aşiret içinde çözmüştü.<br />
Fukara Mıhê namuslu emaktar bir adamdı. Ne istemişti bu<br />
zavallının tek oğlundan. Hem ne kadar da efendi, kendini,<br />
büyüğünü-küçüğünü bilen bir oğuldu. Köyde bunlar olurken,<br />
aşağıdan, tarlaların oralardan yeniden silâhlar patlamıştı.<br />
Muhtarın evindeki kalabalık en yüksek dama çıktı.<br />
Toprak dam neredeyse çökecekti. Köylü gittiklerini zannettikleri<br />
askerlerin gitmediğini düşündü. Güneş batmış,<br />
gökteki muhteşem kızıllık yerini seyrek bulutların arasından<br />
batıya doğru görülen koyu lacivert bir gökyüzüne bırakmıştı.<br />
Kadınlardan biri “Görmediniz mi yusyuvarlak ay<br />
dün ne kadar kan kırmızıydı. Bir felâketin bizleri beklediği<br />
ondan bile belliydi. Atalarımız gibi aya bir kurban bile<br />
kesmedik. İnanç, saygı diye bir şey kalmayınca böyle olur<br />
65
66<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
işte” diye yakındı bilmişcesine. Bazıları doğru der gibi<br />
başlarını salladılar. Artık koyulaşan karanlık havadan bir<br />
şeyler sezebilmek güçtü fani gözün görebildiği kadarıyla.<br />
Köylü inşallah hayırdır diye düşündü.<br />
Êlo olanları durmadan içeriye girip çıkan Sonê‘den<br />
öğreniyordu. Kendisini çok çaresiz, gereksiz hissediyordu.<br />
Varsın âlem başka düşünsün, o Mıhê‘nin oğlunu çok seviyordu.<br />
Şimdi daha iyi anlıyor, hayıflanıyordu. Çocuğun<br />
ölmediği haberi yüreğine biraz olsun su serpmişti. Uzaktan<br />
gelip onda kalan iki misafiri de dışarıdaki meraklıların<br />
yanına gidince odada yalnız kaldı. Elindeki uzun, yeşil<br />
tespihle durmadan Allah‘ın doksan dokuz adını tekrarlıyordu.<br />
Kendisini iyi hissettiğinde Mıhê‘nin oğlu iyileşip<br />
sağlığına kavuşsun diye Kur‘anı okuyup bir kere daha<br />
bitirecekti. Gewrê‘ye gaz lambasını yaktırmamıştı. Odanın<br />
bir süre daha karanlık kalmasını istiyordu. Her çekişte<br />
sigarayı tüketen kor gibi ateş karanlıktaki yerini belli ediyordu.<br />
Radyosunun tam yanında, çeyiz sandığına dayanmıştı<br />
oturduğu yerden. Erivan Radyosu‘nun Kürtçe haberlerini<br />
dinlemek çok hoşuna gidiyordu. Hele Grabet‘ê Xaco,<br />
Aslik‘a Qadır, ile Egit‘ê Cımo‘dan dinlediği türküler onu alıp<br />
bambaşka dünyalara götürürdü. Radyonun Erivan‘dan<br />
yayın yapmasıysa ona bir değişik, belki de açıklayamadığı<br />
bir yurt duygusu veriyordu. Bir günah, bir zina gibi değil;<br />
bir yar, bir yavuklu, bir hasret gibi dinliyordu radyoyu. Her<br />
zaman tozunu kendisi alır, kimseciklere dokundurmazdı.<br />
Gewrê bile kıskanmıştır bu alâkasını. Emin‘a Evdal haberlerden<br />
biraz sonra Mıho‘nun türküsünü söyleyecekti bu<br />
akşam.<br />
Mıho. Neo‘nun babası. Êlo Mıho‘yu hiç görmemişti. O<br />
doğmadan önce ölmüştü adam. Torunlarının hepsi de
Gâvur Êlo<br />
<br />
onun için adanan bu aşk ve kahramanlık türküsünü ezbere<br />
bilirdi. Mıho‘nun yanından ayrılmayan, onun her yaptığını<br />
türküyle dinleten saygın bir dengbeji dahi varmış. Êlo<br />
bu türküyü neden severdi? Yoksa sevmez miydi? Onu türküde<br />
cezbeden neydi? Kimsecikler öğrenemedi. Nedense<br />
sormadılar. Zadê girdi içeriye. Çoktandır sobaya atılan<br />
yakacak tükenmiş, sönmek üzereydi. Babasına “üşüteceksin.<br />
Hem burası çok karanlık. Misafirler de gelmek üzere.<br />
İzin verirsen lambaları yakim” dedi. “Hayır. Lambaları<br />
yakma. Misafir geldiğinde yakarsın. Sobaya bir şeyler at”<br />
dedi Êlo. Belki de o üzüntülü, düşünceli hâli görülsün<br />
istemiyordu. Zadê diğer kardeşlerine hiç benzemiyordu.<br />
Yaşı otuzuna dayanmış, kısa boylu korkak biriydi. Korkaklığı<br />
kendisini, ailesini savunma acizliğinden geliyordu. Bu<br />
korkaklığı onu da oldukça dindar yapmış, böylesine bir<br />
yarışa sürüklemişti. Akranları arasında güvenilmez biriydi.<br />
Bu da Êlo‘yu çok üzüyordu. Oysa Fevzi ne kadar mağrur,<br />
ne kadar da cesurdu. Zadê, pasaport alabilirse yakında<br />
gidip Arabistan‘da çalışacaktı. Babasına, “böyle giderse<br />
gelecek kışa yakacak kalmayacak” diyerek çıktı odadan.<br />
Köylüdeki merak yerini korkuya bırakmıştı. Evlerine<br />
çekildiler. Devletin ne düşündüğü, ne yapacağı belli olmazdı.<br />
Çocukların köylerinin etrafında otlattıkları koyunlar<br />
dönmeye başlamışlardı. Bunlar çobana verecek parası<br />
olmayanların hayvanlarıydı. Ortalığı koyun, kuzu melemeleri<br />
sarmıştı. Dılxeranlardan Fequsf‘un oğlu Bextewar,<br />
Êlo‘nun tarlasından özellikle geçirmişti koyunlarını. Çocuk<br />
silâh sesleriyle birlikte, uzaklaşan atlıları görmüş, oraya<br />
doğru yönelmişti. Korkutucu manzara karşısında ürkmüş,<br />
sonra toparlanarak henüz kendisine gelmekte olan akranı<br />
Hemid‘e yardım etmişti doğrulması için. Hemit hareketsizlik<br />
ve soğuktan neredeyse donacak haldeydi. Dişleri<br />
67
68<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
birbirine vuruyor, bütün gövdsi titriyordu. Damarlarında<br />
kalınlaşan kan güçlükle akıyor, nabzı daha yavaş atıyordu.<br />
Bextewar üzerindeki çulu onun sırtına atarak, koyunlarını<br />
oracıkta bırakıp Hemit‘le köye yöneldi.<br />
Avlu kapısını yumruklamaya başladı Bextewar. Köpekler<br />
havladı. Gewrê kim olduğuna bakmaya çıktı. Karşısında<br />
Hemit‘i çula sarılmış, ayakta duramaz halde titrerken<br />
görünce nedenini anlamak için iyice yaklaştı. Karanlık, yaşlı<br />
gözlerinin görmesini zorlaştırıyordu. Baktı olmayacak,<br />
çocuğu daha aydınlık olan odalar arasındaki girişe götürdü<br />
aceleyle. Zadê sobaya koymak için kermeleri 21 misafir<br />
odasına götürmek üzereydi. Kardeşini görünce kermeler<br />
ellerinden düştü. Hemit‘in beyaz pantolonu ile yüzü<br />
kurumuş, adeta kanla sıvanmıştı. Çocuk artık yakasını<br />
kolay bırakmayacak bir kekemeyle ancak “ab. Abim. Abimi<br />
vur. Vurdu... Vurdu... Lar... Lazlar öl... Öl... Öldürdü on...<br />
Onu...” diyebildi dehşetle, kendisini anlamaya çalışan<br />
annesiyle, kardeşine. Zadê demek buydu aşağılardan gelen<br />
silâh sesleri diye düşünebildi. Gewrê olduğu yerde diz<br />
çökerek yıkıldı. Ağlayacak, ağıt yakacak gücü bile yoktu.<br />
Derman kalmamıştı. Yaşlı saçlarını yoldu tutam tutam.<br />
Dizlerini, Fevzi‘sini, diğer çocuklarını emzirdiği göğüsünü<br />
dövdü, dövdü. Zadê ne edeceğini bilmeyen bir acemi gibi<br />
duvardaki lambayı alıp kardeşini babasına götürdü. Diğer<br />
kızlar aşxanede yemek pişirmek, çamaşır yıkamakla<br />
meşguldüler. Henüz ne olduğunu bilmiyorlardı. Fevzi‘nin<br />
karısı çocuğuyla babasının evine gitmişti bir günlüğüne.<br />
Êlo artık karanlık da olsa yerini ezberden bildiği radyosunun<br />
düğmesine uzandı. Bir şeyler duymuş ama, bugün<br />
köyde yaşananlara yormuştu. Odadan gerekmedikçe çıkmayı<br />
hiç sevmezdi. Zaten haberleri de neredeyse kaçır-
Gâvur Êlo<br />
<br />
mıştı. Hem haberlerden sonra Sisık‘a Mecit, Mıho‘nun<br />
türküsünü söyleyecekti. Oda ne kadar da soğumuştu birden.<br />
Zadê gürültüyle kapıyı açıp odaya girdi. Elindeki<br />
lambayla Hemid‘in tükenmiş, bitmiş kanlı yüzünü gösterdikten<br />
sonra, lambayı aşağıya doğru indirip pantolonuna<br />
tuttu. Yardım, akıl isteyen, şaşkın bir ruh hâliyle “Lazlar...<br />
Namussuzlar Fevzi‘yi katletmişler. Öldürmüşler!” diye<br />
çınlattı o uğursuz, öldüren haberi. Êlo‘nun o anda düğmeyi<br />
kıvıran eli kenetlendi. Göğsü sıkışmış, Zadê‘nin yüzüne<br />
doğru tuttuğu lamba ışığındaki gözleri şaşkın, hüzünlü ve<br />
ebedî bir açıklıkla kalmıştı. Cesimê Celil‘ın sunduğu Erivan<br />
Radyosu‘nun haberleri bitmişti artık. Şimdi sıra Mıho‘nun<br />
türküsündeydi. Radyonun mekanik ses dalgaları haberlerin<br />
bittiğini belirten efeğin gücüyle, kabını zıngırlatarak yayıldı<br />
odanın içine. Spiker yumuşak bir sesle taktim etti radyonun<br />
beklenen türküsünü: “Gudarên eziz! Hunê naha bıbıhizın<br />
kılama ‚Mıho‘jı dengê Sisik‘a Mecid 22 :<br />
69
70<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Oro Mıho Li me daye Stêrka xule,<br />
Stêrkê li me lı me daye stêrka xule<br />
Hê Mıho şewqê daye guhıra Şêx Resule<br />
Hê Mıho were heft xunê mala bavê mınê lı ser mala bavê<br />
tene<br />
Hê kuro gee were ramusanekê mı keremke pêşva mı<br />
qebule<br />
Mıho wi wi wi...<br />
Ê Mıho vê bılurê guve guve<br />
Mihemedo vê bılurê guve guve<br />
Ser sımêla Mıhemedê mıne zere-zer dılıve<br />
Ê herge hunê Mıhangê mı nazdıkın naz bıkın<br />
Hun naz nekın gustila destê Mıhangê mıne gêrşıve<br />
Mıho wi wi wi...<br />
Hê mıho dılê mı sêleke dı hesıni dengızeke ha bê bıni<br />
Dılê mı sêleke hesıni dengızeke ha bê bıni<br />
Hê de mınê dasekê dabu destê xwe
Şiva hespê Mıhangê xwe ra giha jê dıçıni<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Oro kuro gede were hiviya Sose dinê va nemine ti bê jıni<br />
Mıho wi wi wi...<br />
Oro Mıho wezê çume goma jêrin goma miya ne<br />
Ezê zıvırime goma jêrin miya ne<br />
Hê Mıho mori muncuğê zenda zer qetyane<br />
Mori muncığê zenda zer qetyane<br />
Hê şevekê dı êvar da ez qizmetê lê geryane<br />
Lı guhura jêrin keta dı salığa lı sulığa cêwa Mıhemedê<br />
mıda salığ dane<br />
Mıho hey wi wi wi... Mıho wi wi...” 23<br />
SON<br />
71
72<br />
Gâvur Êlo
Önemli Bazı Açıklamalar:<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Öykünün anlatıldığı bölgedeki adı geçen köyde doğdum.<br />
Êlo‘yu sever, gittiğim ve büyüdüğüm Türk metropollerinden<br />
gelerek saygıyla ziyaret ederdim. Uzun, güzel sohbetlerimiz<br />
olmuştur kendisiyle. Öyküde anlatıldığı gibi ani bir<br />
kalp krizinden değil, doğal bir şekilde öldü. Yaşamının<br />
sonlarına doğru haca gitmeyi başardı ve Hacı Êlo olarak<br />
terk etti sevenlerini. Êlo‘nun gerek Türkiye‘nin değişik kentlerinde,<br />
gerekse de Avrupa‘nın bazı ülkelerinde çocukları,<br />
torunları var. Fılle lafı bunlar arasında hâlâ sevilmeyen,<br />
hakaret sayılan bir tabirdir. Neo‘nun torunlarından Mehemed‘in<br />
oğlu Hemit‘e öyküyü açtığımda ilk tepkisi, “Sakın<br />
fılle deme adına öykünün. Hemen değiştirsen iyi olur!...”<br />
biçiminde oldu. Ardından ise “valla ben ona hiç fılle demedim.<br />
Başkalarının söylediği doğrudur...” diyerek masum bir<br />
itirafta bulunma gereği duymuştur.<br />
Anlatılanların ışığında, tahmin edilebileceği gibi öykünün<br />
konusu yaşamımın tâ derinliklerinde kök salarken,<br />
kurgusu yaklaşık dört yıl sürdü. Köylülerle konuşup bant<br />
73
74<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
kayıtları, notlar aldığımdan, öyküde geçen konuşmaların<br />
bazıları gerçektir. Elimden geldiğince tarihî doğrulara sadık<br />
kaldım. Bu yüzden padişah fermanlarından tutun, soykırımla<br />
ilgili ayrıntılara kadar hepsi konunun çerçevesi oranında<br />
doğrudur. Aynı köyde bulunan küçük bir bakır hac<br />
halen bendedir. Üzerinde çarmıha gerilmiş İsa kabartması<br />
var. Bunu, bu öyküyle birlikte bir Ermeni müzesine vermeyi<br />
düşünüyorum. Tarihsel delil, kültürel değer açısından<br />
mühim buluyorum.<br />
Wez‘de (şimdi Ölçülüköy) olduğu gibi, öykü de adı geçen<br />
bölgelerdeki bir çok köyün tarihsel gerçekleri aynıdır.<br />
Ziyarete çevrilmiş kiliseler, diğer birçokları gibi, artık<br />
tanınamaz haldedir. Camiye çevrilmiş olanların dışında,<br />
Ani harebeleri gibi yok olmak üzereler. Gerek Ani harebelerinden<br />
ve gerekse de adı geçen nitelikteki kiliselerden<br />
alınan taşlarla, bazı cahil köylülerin duvar yapmalarına<br />
devlet tarafından engel olunmadığı gözleniyor. Bu durum<br />
göz göre göre yerleşik bir kültürün tarihsel miraslarının<br />
gelecek kuşaklardan acımasızca çalınıp, talan edilmesine<br />
neden oluyor. Köylü, devletin göz yummasını teşvik olarak<br />
algılıyor. Tatvan‘daki “Selçuklu Müzesi” yine aynı adlı “Selçuklu<br />
Mezarlığı”nın yanında, askerî kışlanın biraz ötesinde<br />
kurulmuş. Buraya gösterilen ilginin bölgedeki başka yerlere<br />
gösterilmemesi, devletin bilinçli hareket ettiğini gösteriyor.<br />
Eğer neden böyle bir öykü diye sorulacak olursa, şunu<br />
söyleyebilirim: Suça ortak edilmiş bir halkın çocuğu olarak<br />
ödev bildim. Öykü yaraları saramaz ama gelecek kuşaklara<br />
önemli bir mesaj sayılabilir. Çorbada bir tutam tuzumun<br />
olması bu anlamda sevindiricidir. Öykü de konu olan ya<br />
da adı geçenlerden, yanlış analamalara sebep olabilecek<br />
her şeyden dolayı bağışlamalarını diliyorum.
Gâvur Êlo<br />
Öyküde geçen bazı Kürtçe kelime ve kavramların Türkçe<br />
karşılıkları:<br />
1. Rewan: Erivan.<br />
2. “Emin kurê Huso’ye...”: Emin Hoso‘nun oğludur.<br />
3. “Meta Zeytun”: Zeytun hala.<br />
<br />
4. “Êlo etimo, Êlo xeribo, roj nedityo Êlo!.” : Êlo yetim, Êlo seyip,<br />
Êlo gün görmemiş.<br />
5. “Merek”: Samanlık.<br />
6. “Seyare”: Devriye.<br />
7. Rom: Kuzeyli Kürtler Türk askerî ya da yönetimi için kullanır-<br />
lar. Örneğin Türk askerî yerine, “eskerê Romê” derler.<br />
8. “Gelyê Çêlekan”: İnekler Vadisi.<br />
9. “Gom”: Koyunların koyuldukları ağıl.<br />
10. “Tırpan”: Orak gibi ekin biçme âleti.<br />
11. “Xışte”: Tasma.<br />
12. “Kofi”: Kürt kadınların taktığı bir çeşit özel başlık.<br />
13. “Roja we xêrwe cemaet”: Gününüz hayır olsun cemaat.<br />
75
76<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
14. “Şahê meran”: Yılanların şahı.<br />
15. “Yekşem nine Düşeme” Pazartesi değil, Salıdır.<br />
16. “Düşem nine Sêşeme”: Salı değil Çarşambadır.<br />
17. “Sêşem nine Çarşeme”: Çarşamba değil Perşembedir.<br />
18. “Xengel”: Hamurdan yapılıp üzerine yağda kavrulmuş soğan<br />
ve sarımsaklı yoğurt dökülerek yenen bir Kürt yemeği.<br />
19. “Ruvi”: Tilki.<br />
20. “Heci”: Hacı.<br />
21. “Kerme”: Tezek.<br />
22. “Gudarên eziz! Hunê naha bıbıhizın kılama ‚Mıho‘jı dengê<br />
Sisika Mecid...”: Değerli dinliyiciler! Şimdi Sisika Mecid‘in<br />
sesinden “Mıho” türküsünü dinliyeceksiniz.<br />
23. Öykü açısından önemli olan bu Kürtçe türküyü aslına sadık<br />
kalarak Türkçeye çevirmek güç olduğundan, anlamayan<br />
okurlardan özür diliyoruz.
Êlo<br />
<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
I
II<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
5 kilise ve koyunlarını otlatan bir çoban...
Gâvur Êlo<br />
<br />
Êlo'nun karısı Gewrê<br />
III
IV<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Wezınköy'de şimdi „Ziyaret“ olan kilise... ve çalışan bir köylü...
Gâvur Êlo<br />
<br />
Ağrıdağı önünde halı, kilim satan Kürtler...<br />
V
VI<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Wezınköy'lü bir kadın (Gûle)...
Gâvur Êlo<br />
<br />
Wezınköy'de güneşlenen çocuklar<br />
VII
VIII<br />
Gâvur Êlo<br />
<br />
Wezınköy'de tuz öğüten bir kadın (Asê)...
MARENOSTRUM<br />
BELGE YAYINLARI<br />
MARENOSTRUM DİZİSİ<br />
LOKSANDRA-İSTANBUL DÜŞÜ<br />
Maria Yordanidu<br />
<br />
Gâvur Êlo<br />
Dizimiz Marenostrum‘u İstanbul doğumlu, Batum‘da, İskenderiye‘de yaşamış,<br />
92 yıllık ömrünü 1989 Kasım‘ında Atina‘da noktalamış olan Maria Yordanidu‘nun<br />
Loksandra/İstanbul Düşü adlı kitabı ile başlattık. Marenostrum latince<br />
bir deyim: Romalılar Akdeniz‘e sahiplenmiş ve onu Bizim Deniz diye anmışlardı.<br />
biz de şimdi „evet, bizim deniz“ diyoruz, „ama, hepimizin tüm Akdenizlilerin<br />
ortak denizi!“<br />
Bölüştüğümüz, kavga ettiğimiz, aşık olduğumuz, öldüğümüz deniz. Bizi<br />
birbirimize sımsıkı bağlayan, ortak anılarla yüklü, tüm duygusal coşkunluk ve<br />
aşırılıkları barındıran deniz. Adriyatik, Ege, Marmara ve Karadeniz‘i de bu koca<br />
denizin parçası sayarsak, Maria Yordanidu Akdeniz‘in kozmopolitizmini kendi<br />
kişiliğinde en iyi yansıtan yazarlardan biri. Dizimizde tam bir halklar çümbüşü<br />
yeralacak. Yordanidu ile İstanbul‘dan başlayan yolculuğumuz, diğer yazarlarla<br />
diğer liman kentlerine, adalara, denizi kovalayan dağlara, bazen balkanlara,<br />
bazen Kafkaslara sıçrayacak. Taha Hüseyin, Tefik el Hakim, Neval el Sadavi ile<br />
Mısır‘da dolaştıktan sonra, Durell‘ın Kıbrıs‘ına, Korfu‘suna, Kazancakis‘in<br />
Girit‘ine, Henry Miller‘in Yunanistan‘ına, Sciascia‘nın Sicilya‘sına, Pasolini‘nin<br />
İtalya‘sına sıçrayacağız. Babel‘le Odessa‘da dolaştıktan sonra yine İstanbul‘da<br />
İstrati ile İstanbulli Rum ve Ermeni öykücülerle olacağız. Barselona‘dan Fas‘ın<br />
hüzünlü kıyılarına, sıradağlarına açılacağız. Yugoslav yazarı Danilo Kiş ile<br />
tanışacağız.<br />
Marenostrum özel bir dizi olacak. Bizi kendimize, birbirimize tanıtacak. Bu<br />
macera okurlarımızı da sürükleyecek.<br />
<br />
77
78<br />
Gâvur Êlo<br />
HEGNAR ÇEŞMESİ<br />
Mıgırdiç Armen<br />
<br />
Kafkasya‘nın yeniden trajik çatışmalarla sarsıldığı bir dönemde son derece insani<br />
bir yaklaşımla kaleme alınmış bir Ermeni romanını okurlarımıza ilettiğimiz için<br />
mutluyuz.<br />
Sanıyoruz, şimdi tarihe karışmı olan Sovyet Ermenistan‘ından Türkçeye<br />
çevrilmiş ilk kitap Mıgırdiç Armen‘in Hegnar Çeşmesi adlı romanı oluyor. Bir<br />
dönem ortak bir yaşam kültürü üretmiş halklar ne yazık ki, bugün acımasız çatışmaların<br />
içine sürüklendi.<br />
Biz Marenostrum dizisinde acısıyla tatlısıyla ortak yaşam kültürümüzün,<br />
yitik günlerimizin tadını okurlarımıza iletmek istiyoruz.<br />
Marenostrum geçmişle bugün arasında tinsel bir köprü oluşturmaya devam<br />
edecek.<br />
YİTİK KENTİN KIRK YILI<br />
Kozmas Politis<br />
Dizimizin bu kitabını Kozmas Politis‘in „Yitik Kentin Kırk Yılı“ adlı İzmir‘in bir<br />
kültür mozaiği oluşturduğu günlerden canlı izlenimler aktardığı romanına<br />
ayırdık. Politis 1888 Atina doğumlu. Babası Midili‘nin Pelopi köyünden, annesi<br />
ise Ayvalıklı idi. Politis yüksek öğrenimini İzmir‘de tamamladı. 1922‘de ailesiyle<br />
birlikte İzmir‘i terk etti. Paris ve Londra‘dan sonra 1924‘te Atina‘ya yerleşti. „Yitik<br />
Kentin Kırk Yılı“‘nı 74 yaşında kaleme alan yazar 1974 yılında Atina‘da bir yaşlılar<br />
evinde hayata gözlerini yumdu. Yazarın diğer eserleri arasında „To Yiri“, „Eroika“,<br />
„Üç Kadın“, „Santa barbara“, „Büyük Konstantin“, „Erik Ağacı“, „Son Durak“<br />
öne çıkmakta, G.P.Savidis‘le yaptığı bir görüşmede şöyle diyor: „İzmir‘de yaşarken<br />
kendimizi hür hissediyorduk ve 1914 öncesi Türklerle hiç bir sorunumuz<br />
yoktu... Ama Yunan orduları İzmir‘e yerleşince kendimizi, düşman bir gücün<br />
demiyeyim ama - yabancı bir gücün altında hissettik.“
KENTİMİN ÖYKÜSÜ - Muğla‘de Rum İzleri<br />
Ertuğrul Aladağ<br />
<br />
Gâvur Êlo<br />
„Rumlar çok önce gelmiş Muğla‘ya. Rumların evleri oluşundan çatılıymış.<br />
Bizimkileri ise toprak damlıydı. Rumlar iyi giyinirlerdi. Şu andaki gibi modern<br />
giyinirlerdi. Bizimkilerde ise topdon vardı. Kırmızı yumurtaları ve halkları Türklere<br />
de verirlerdi. Saburhane‘de fırıncı bayan vardı. Ekmek ve yufka yapardı.<br />
Kilise‘nin alt tarafında Rum okulu vardı. Hamamın olduğu sokak meyhane<br />
boğazıydı. Rakı satarlardı Rumlar. Üzümden, incirden kendi evlerinde imbikleriyle<br />
rakı yaparlardı. Bir ufak şişeye bir karafakih derlerdi. Çok iyi ustaları vardı.“<br />
„Koca Han Eczanesi, Rum Eczacı Harlombos‘undu. saburhane meydanındaki<br />
taş örgülü ev onundu. Zenginlerden Barutçular kerestecilik yaparlardı. Çiçek<br />
aşısı yapan Vasil vardı. Bana bile aşı yapmıştı. Andon kireç çıkartırdı. Türkler taş<br />
yakmak günah derlerdi, o nedenle kireççilerin hepsi de Rum‘du. Apostol, Han<br />
işletirdi. 1922‘deki mübadelede Rum kadınları Marmaris yoluyla, erkekleri de<br />
Davas yoluyla gittiler. Yumurtayı kırmızıya boyarlardı. Toplu iğnelerine kadar<br />
sattılar gittiler.“<br />
ACI LİMONLAR - Kıbrıs 1956<br />
Lawerence Durrell<br />
„Bu siyasi içerikli bir kitap değildir. 1953-56 arası çalkantılı yıllar sırasında<br />
Kıbrıs‘ın ruh hali ve atmosferini inceleyen, bir ölçüde izlenimci bir araştırmadır.<br />
Adaya bağımsız bir birey olarak gittim ve Güzelyurt (Bellapaix) adlı Rum<br />
bölgesine yerleştim. Bundan sonra olan ve ilerdeki sayfalarda yer alan olaylar,<br />
olanaklar elverdiği ölçüde misafirperver köylü arkadaşlarımın gözünden anlatılmıştır<br />
ve bu kitabın Kıbrıslı köylülerle adanın manzarasına dikilmiş etkisiz bir<br />
anıt olmadığını umuyorum. Ada kitapları „üçlemem“ bununla tamamlanmaktadır.<br />
Koşullar Kıbrıs yaşamını ve olaylarını eşsiz açılardan görmemi sağladı, çünkü<br />
orada yaşarken bir dizi farklı işte çalıştım. Hatta adada kalışımın son iki yılında<br />
Kıbrıs Hükümetinde memur olarak görev aldım. Böylece Kıbrıs trajedisine hem<br />
köy kahvesinden, hem de Hükümet Konağından bakabildiğimi öne sürebiliyorum.“<br />
<br />
79
80<br />
Gâvur Êlo<br />
MOSKOF SELİM<br />
Georgios Vizyinos<br />
<br />
„Bu kez size Trakyalı bir yazarı sunuyoruz. Rumlarla Türklerin ortak yaşam günlerinden<br />
izlenimler veren bir yazar Vizyinos. Aynı zamanda son Osmanlı döneminin<br />
alt-üst oluşunun insan özeline yansımaları, yer yer 1870‘ler İstanbul‘undan<br />
izlenimleri de bu öykülerde yakalamak mümkün. Çağdaş Yunan edebiyatının<br />
kurucuları arasında yer alan Vizyinos, yaptığı pisikolojik çözümlemeler ve hümanist<br />
yaklaşımı ile öne çıkıyor. Aynı zamanda başarılı bir doğa tasvircisi olan Vizyinos,<br />
doğa-insan ilişkisini ustalıkla aktarırken, köylü dünyasının kaderci ve<br />
gerçeküstücü özelliklerini de başarıyla veriyor.“<br />
GÜNLERİN KİTABI<br />
Taha Hüseyin<br />
Dizimiz bu kez Mısır‘a doğru yelken açıyor ve Mısır entelijansyasının öncü<br />
isimlerinden biri olan Taha Hüseyin‘i tanıtıyor.<br />
Mısır... Dünyanın en eski uygarlıklarından birinin mirasçısı olan gizemli bir<br />
ülke, eski Mısır, Yunan, Roma, Arap, Osmanlı ve İngiliz egemenlik dönemlerinin<br />
karmaşık kültür mozaiğini taşıyan Mısır, kozmopolitizmi ile gözleri kamaştırıyor.<br />
Bizim Cemil Meriç‘imiz gibi Taha Hüseyin de gözleri görmeye ve hem Batı<br />
hem de Doğu kültüründe kıvraklıkla at koşturan bir yazardır. Andre Gide nezdinde<br />
Batı onun oldukça erken bir dönemde farkında oldu. Andre Gide‘in onu<br />
yakalayıp yakalamadığı tartışmalı, belki yorumlarına da katılmayacaksınız...<br />
Ve bizim kendi garabetimiz, Taha Hüseyin‘i tanımıyoruz bile. Gecikmiş bir<br />
görevi, Batı üzerinden de olsa yerine getirdiğimiz için „kıvançlıyız“ diyemiyoruz<br />
doğrusu...
Gâvur Êlo<br />
<br />
81