12.01.2015 Views

buradan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

buradan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

buradan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

26 Eylül 26 Eylül / 3 Kasım / 3 Kasım 2011 2011<br />

Paneller<br />

• Yılmaz Güney<br />

• Paneller Yeni Türkiye Sineması<br />

- Yılmaz Güney<br />

• Altyazı Dergisi<br />

- Yeni Türkiye Sineması<br />

- Altyazı<br />

Söyleşiler<br />

• Söyleşiler<br />

Nuri Bilge Ceylan<br />

•- Kadir Nuri Bilge İnanır Ceylan<br />

•- Yavuz<br />

Kadir İnanır<br />

Özkan<br />

- Yavuz Özkan


Atölye<br />

sonbahar dönemi 2011<br />

DÖNEM BOYUNCA<br />

HER SALI 17.30’DA<br />

İLK ATÖLYE<br />

4 EKİM SALI 17.30’DA<br />

ATÖLYELERE SON<br />

BAŞVURU TARİHİ:<br />

27 EYLÜL ÇARŞAMBA<br />

AYRINTILI BİLGİ KATILIM<br />

FORMUNDA,KATILIM<br />

FORMU MİTHAT ALAM<br />

FİLM MERKEZİ’NDE!<br />

Çalışmaları *<br />

Yapımcılık Atölyesi “Bir <strong>Film</strong> Nasıl Yapılır”<br />

Ayrıntılı bilgi için<br />

Senaryo Atölyesi “Herşeyin Başı: Senaryo”<br />

Yönetmenlik Atölyesi “Yönetmenliğe Giden Yol”<br />

Görüntü Yönetmenliği Atölyesi “Yönetmenin Sağ<br />

Kolu: Görüntü Yönetmeni”<br />

Işık Atölyesi “Işığı Kaydetme Sanatı”<br />

Oyunculuk Atölyesi “Oyuncu Role Nasıl Hazırlanır“<br />

Sanat Yönetimi Atölyesi “Bir <strong>Film</strong> Nasıl Tasarlanır”<br />

Ses Kaydetme Atölyesi “Sesi Yerinde Kaydetmek”<br />

Ses Tasarımı Atölyesi “Sinemanın Yarısı: Ses”<br />

<strong>Film</strong> Müziği Atölyesi “Sinemada Müzik Kullanımı”<br />

* Atölyeler sadece öğrencilere<br />

açıktır ve ücretsizdir.<br />

www.mafm.boun.edu.tr<br />

mafm@boun.edu.tr<br />

(212) 359 73 81


Editörden<br />

Boğaziçi Üniversitesi<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong><br />

26 Eylül - 3 Kasım 2011<br />

Gösterim Programı ve<br />

<strong>Film</strong> Tanıtım Kitapçığı, 2011 / IV<br />

B u d e r g i B o ğ a z i ç i Ü n i v e r s i t e s i<br />

ö ğ r e n c i l e r i n c e h a z ı r l a n m ı ş t ı r .<br />

B o ğ a z i ç i Ü n i v e r s i t e s i<br />

M i t h a t A l a m F i lm M e r k e z i<br />

G ü n e y K a m p ü s 3 4 3 4 2 B e b e k -İ s t a n b u l<br />

Tel: (2 1 2 ) 3 5 9 7 3 8 1 Dahili: 7 3 8 1<br />

Faks: (2 1 2 ) 2 8 7 7 0 6 8<br />

E-posta: m a f m @ b o u n .e d u .t r<br />

internet: w w w .m a f m .b o u n .e d u .t r<br />

İmtiyaz Sahibi<br />

Y a m a ç O k u r<br />

Editör (Sorumlu)<br />

V e d a t E n g i n<br />

Yayın Kurulu<br />

N e r m i n T a ş k a l e<br />

Tasarım<br />

K a z ı m C a n s e v e r<br />

Düzelti<br />

N e r m i n T a ş k a l e<br />

H a m i t Ö z o n u r<br />

Künye<br />

H a m i t Ö z o n u r<br />

Yayın Danışmanları<br />

M i t h a t A la m<br />

Y a m a ç O k u r<br />

Katkıda Bulunanlar<br />

Ercan A kkaya, R aye A skın , B u rçak B aş, K aan C an se ve r,<br />

K a z ım C a n s e v e r, E v re n E rd e m , M e r v e E rd e m ,<br />

İre m G ü n h an , D e n iz İşce n , Ö zg e K ıcalı, Se rkan Kü p e li,<br />

C a n Ö n a la n , H a m it Ö zo n u r, U ra l M e m iş, C a n S e v e r,<br />

D a m la T a ş d e m i r, M e r v e Y ı l d ı z<br />

Teşekkürler<br />

İ r e m A k m a n , S a d u n B a ş e r , U t k u G ü n e ş ,<br />

A h m e t B ü le n t K ırk o ç , E re n O d a b a şı, Z e k i K ü p e li<br />

Arka kapak görseli:<br />

D i a m o n d s o f t h e N i g h t (1 9 6 4 )<br />

S i n e f i l , i k i a y l ı k s ü r e l i y a y ı n d ı r . Ü c r e t s i z d i r .<br />

D e rg id e y a y ım la n a n tü m y a z ıla rın s o ru m lu lu ğ u<br />

y a z a r l a r ı n a a i t t i r .<br />

Boğaziçi Üniversitesi Matbaası<br />

Eylül 2011<br />

Öncelikle Sinefil’in bu sayısında yapğımız bir değişiklikten bahsetmek isyorum.<br />

Eskiden bir kaç örneğin dışında, gösterimlerimizi tek gün tek film kuralımıza göre<br />

yapardık, bu sayıyla birlikte ark programımız dahilindeki günlerin çoğunda iki<br />

gösterim yapıyor olacağız. Bu sayede bir günde izlemek için iki film seçeneği<br />

olacak.<br />

Yılmaz Güney Paneli çerçevesinde, usta yönetmenin göstereceğimiz beş<br />

filminin ardından hayana ve sinemasına dair konuşacağız. Gösterimi yapılacak<br />

filmleri seçkten sonra dönüp bakğımda tüm filmlerin yönetmen koltuğunda<br />

Yılmaz Güney’in oturduğunu farkem. (Umut (1970)’te Şerif Gören ile<br />

paylaşıyor). Kasıtlı olarak değil de filmlerinin aralarından seçerek ilerlemişken<br />

böyle bir şey olması hoş bir sürpriz oldu kendi adıma. Birçok takipçisi gibi benim<br />

de aklımın bir köşesinde olan, acaba senaryosunu yazdığı Yol (1982) ve Sürü<br />

(1979) gibi güzel filmleri kendisi yönetseydi ne gibi farklılıklar olurdu merakını<br />

doyuracak bir seçki olduğunu düşünüyorum.<br />

Uzun zamandır konuk etmek istediğimiz Nuri Bilge Ceylan sonunda bu<br />

Sinefil’de Boğaziçi’li hayranlarının karşısına çıkacak. Yeni filmi Bir Zamanlar<br />

Anadolu’da (2011)’nın gösterime giriş tarihi olan 23 Eylül’den iki haa sonra<br />

6 Ekim Perşembe günü <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong>’ın moderatörlüğünde merak eklerimizi<br />

cevaplayacak. Yönetmenin filmlerine yazdığımız eleşrileri dergimizin içerisinde<br />

bulabilirsiniz.<br />

Bir çok Türk izleyici için keşfedilmeye hazır bir sineması olan Yavuz Özkan’ın,<br />

13 Ekim Perşembe Günü gerçekleşecek söyleşisine gelmeden önceki günlerde<br />

sinema salonumuzda göstereceğimiz beş filmini izleyebilirsiniz.<br />

Türk Sinemasının önde gelen erkek oyuncularından Kadir İnanır, 20 Ekim<br />

Perşembe günü söyleşimizin konuğu olacak. Birbirinden güzel beş filminden<br />

sonra Merkez’de sevenlerinin karşısına çıkacak olan Kadir İnanır Söyleşisinin çok<br />

keyifli geçeceğine hiç süphe yok.<br />

Gösterimlerimize Yeni Türkiye <strong>Film</strong>leri’yle devam edeceğimiz günlerin<br />

ardından, filmlerin yönetmenlerinin kalacağı Yeni Türkiye Sineması Paneli<br />

yapılacak. Yönetmenlerin bu ilk uzun metrajlarını izledikten sonra filmleri<br />

hakkında söyleyeceklerini dinlemek ilginizi çekebilir. Daha önce farklı<br />

yönetmenlerin kalımıyla da gerçekleşen panel, hem konuk yönetmenlerin<br />

filmlerini tarşmak hem de Türk Sineması’nın son dönemde izlediği yolu masaya<br />

yarmak adına keyifli ve öğreci olacakr.<br />

Altyazı Dergisi ekibinin seçği“KurmacadanBelgeselePedroCosta”seçkisinin<br />

arkasından Altyazı Yayın Kurulu üyelerinin kalımıyla gerçekleşecek olan panel,<br />

paneller serimizin son halkası oluyor. Portekiz’li ünlü yönetmenin filmlerini<br />

izledikten sonra filmler üzerine sinema yazarlarıyla konuşmak sinemaseverler ve<br />

özellikle Sinefil’ciler için eğlenceli olacak.<br />

Programa şöyle bir bakğımızda Türk Sineması’na ayırdığımız yerin ne<br />

kadar geniş olduğunu farkediyoruz. Bunu biraz da olsa dengeleyebilmek için<br />

Altyazı’nın filmlerine ek olarak öne çıkardığımız sekiz filmden oluşan Çek Yeni<br />

Dalgası seçkimiz oldukça ilginç filmlerden oluşuyor. Genelde Amerika’da çekği<br />

filmleriyle tanınan Çek yönetmen Milos Forman’ın ilk dönemlerine ait olan iki<br />

filmini izleme rsa bulabileceğiniz seçkimiz, son zamanlarda yapğımız ülke<br />

sineması gösterimleri arasında kendine özgü bir yer edinecek düzeyde. Kesinlikle<br />

izlenmesini tavsiye eğim bu sekiz film Merkez’in müdavimlerinin kaçırırlarsa<br />

üzüleceklerini düşündüğüm filmler.<br />

Bu yıl 10. Senesini dolduran <strong>Film</strong> Ekimi, 8-15 Ekim tarihleri arasında<br />

gerçekleşecek. İki haa boyunca dünyanın çeşitli fesvallerinden ödüllerle dönen<br />

40’a yakın filmin gösterileceği fesvalde sevdiğiniz yönetmenlerin Türkiye’de<br />

gösterime girip girmeyeceği belli olmayan son filmlerini izlemenizi öneririm.<br />

Vedat Engin<br />

1


İçindekiler<br />

1 Editörden<br />

3 Haberler<br />

4 Yılmaz Güney Paneli<br />

5 Seyyit Han<br />

6 Umut<br />

7 Duvar<br />

8 Ağıt<br />

9 Arkadaş<br />

10 Dosya : Çek <strong>Film</strong>leri<br />

11 Çek Yeni Dalgası<br />

15 Closely Observed Trains<br />

16 Diamonds of the Night<br />

17 The Party and the Guests<br />

18 Firemen’s Ball<br />

19 Cremator<br />

20 Loves of a Blonde<br />

22 Lemonade Joe<br />

23 Intimate Lighting<br />

24 Kısa <strong>Film</strong><br />

27 Söyleşi : Nuri Bilge Ceylan<br />

28 Kasaba<br />

29 Mayıs Sıkıntısı<br />

30 Uzak<br />

31 İklimler<br />

32 Üç Maymun<br />

33 Söyleşi : Yavuz Özkan<br />

34 Maden<br />

35 Bir Kadının Anatomisi<br />

36 Bir Erkeğin Anatomisi<br />

37 Yağmur Kaçakları<br />

38 Yengeç Sepeti<br />

39 Dosya: Kadir İnanır<br />

40 Üç Arkadaş<br />

41 Dila Hanım<br />

42 Ah Güzel İstanbul<br />

43 72. Koğuş<br />

44 Katırcılar<br />

45 Sinefil Seminerleri<br />

46 Dosya: Yeni Türkiye Sineması<br />

47 Çoğunluk<br />

48 Zefir<br />

49 Press<br />

50 Gişe Memuru<br />

51 Kurmacadan Belgesele Pedro Costa<br />

52 O Sangue<br />

53 In Vanda’s Room<br />

54 Change Nothing<br />

55 Where Does Your Hidden Smile Lie<br />

56 Colossal Youth<br />

2


Haberler<br />

• Bu yıl 10. Kez izleyicisiyle buluşacak olan <strong>Film</strong>ekimi, 8-15 Ekim tarihleri arasında<br />

gerçekleşecek. Festival bu sene ilk kez İstanbul dışına da açılacak. İzmir, Bursa, Konya, Trabzon<br />

ve Diyarbakır’da da hafta sonu gösterimleri düzenleyecek. İstanbul dışı şehirlerde gösterim<br />

tarih ve ücretlerinde farklılık gözetilecek. Festival programında öne çıkan filmler arasında ise A<br />

Dangerous Method (2011), Bisikletli Çocuk (2011), Bu Bir <strong>Film</strong> Değil (2011), Melankolia (2011)<br />

sayılabilir.<br />

• 14. İstanbul Uluslar arası 1001 Belgesel 29 Eylül-3 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek.<br />

Festival programı için www.1001belgesel.net‘e başvurulabilir.<br />

• 17. Saraybosna <strong>Film</strong> Festivali’nde cezaevinde bulunan İran Sineması’nın önemli<br />

yönetmenlerinden Cafer Panahi’ye ‘Saraybosna’nın Fahri Kalbi’ ödülü verildi.<br />

• Belma Baş’ın ilk uzun metraj filmi Zefir (2010), Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapılan<br />

7. Kazan Uluslararası Müslüman <strong>Film</strong> Festivali’nden En İyi Görüntü Yönetmeni ve TÜRKSOY<br />

Özel Ödülü ile döndü.<br />

• Goethe’nin önemli eserlerinden Faust (1806), Alexander Sokurov tarafından yönetmenin<br />

İktidarın Ayartıcı Etkileri serisinin dördüncü filmi olarak sinemaya uyarlandı.perdeye uyarlandı.<br />

un gözünden beyazperdeye uyarlandı. Yönetmen, Moloch (1999)’da Adolf Hitler, Taurus<br />

(2001)’ta Vladimir Lenin, Solnste (2005)’de Japon İmparator Hirohito’yu işlemişti.<br />

• <strong>Merkezi</strong>n bu sayıdaki gösterim programında yer alan Yılmaz Güney’in bir dönem<br />

yasaklı olan filmleri Yılmaz Güney Vakfı ve Kültür ve Turizm bakanlığı işbirliğiyle DVD olarak<br />

basılıyor. DVD’ler Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve TBMM’yi ziyaret eden yabancı konuklara<br />

verilecek. Yönetmenin filmlerinden oluşan bir seçki de Asi <strong>Film</strong>’in katkılarıyla ABD ve Kanada’da<br />

farklı şehirlerde gösterilecek.<br />

3


Yılmaz Güney Paneli<br />

29 Eylül Perşembe 18 00


Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Seyyit Han<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo: Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Yılmaz Güney (Seyyit), Nebahat Çehre (Keje)<br />

1968 / Türkiye / Türkçe / 80’<br />

Seyyit Han, Yılmaz Güney’in toplumsal gerçekçi özellikler taşıyan ilk filmlerinden biridir. O dönemde, Yeşilçam’da<br />

cari kaygılar güden filmlerde yer alan Güney; bu filmiyle yıllardır gelişrdiği sosyal duyarlılığını da yansıtma rsa<br />

bulmuştur. Yine de; film, kahramanın birçok kişiyi aynı anda dövdüğü kavga sahnelerinde olduğu gibi yönetmenin<br />

cari filmlerinden birçok öğeyi de içerir. Feodal düzenin sert, acımasız, baskıcı yönüne eğilen film; oldukça karamsar<br />

ama bir o kadar da şiirsel bir üsluba sahip.<br />

<strong>Film</strong>in öyküsü kısaca şöyle: Köylüler tarandan öldü zannedilen Seyyit, yıllar sonra köyüne geri döner. Orada,<br />

önceden evlenmek üzere anlaşkları Keje’nin bölgenin nüfuzlu beylerinden Haydar’la evlendirilmek üzere<br />

olduğunu görür. Gönlünden Seyyit’le evlenmek geçen Keje, ağabeyinin ve Haydar’ın baskısı yüzünden bunu<br />

gerçekleşremeyeceğini bildiği için durumu kabullenmek zorunda kalır. Gerdek gecesi Haydar’a yüz vermemesi ise bol<br />

kanlı olayların tekleyicisi olur.<br />

Gücü elinde bulunduran kimselerin acımasızca şiddet uyguladığı, zulmeği bir toplumsal sistemi gözler önüne<br />

seriyor Güney. Haydar o denli gaddardır ki; küçük bir kuşu bile nedensiz yere öldürebilir. Bu vahşi dünyadaki ka<br />

kurallar ve yasaklar, insanların mutlu ve özgür yaşamalarına izin vermeyecekr. Haydar’a itaat etmeyen, Seyyit’i<br />

arzulayan Keje’yi şaşırcı ölçüde şeytani bir son beklemektedir. Kadının kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olmasının<br />

mümkün olmadığı ve iradesinin yok sayıldığı bir düzendir bu. Güney’in özellikle ataerkil toplumlardaki kadınların<br />

ezilmesi, basrılması, ve ikinci sınıf konumuna düşürülmesine yönelik duyarlılığı film için dikkat çekicidir. Yol (1982)’da<br />

zina eden kadın ölüme terkedilir. Sürü (1979)’de feodal, ataerkil ve baskıcı bir toplumda kadın dilsiz kalmışr. Seyyit<br />

Han’da da buna benzer bir şekilde kadın yok sayılmakta, düzene uymamakta direnince de yok edilmektedir.<br />

Güney’in bu polik filmi, elbee devlen hoşuna gitmeyecekr. “Türkçe’de Keje diye bir ismin olmaması, filmdeki<br />

köyün, kıyafetlerin resmediliş şekillerinin uygun olmadığı” gibi gerekçeler öne sürerek film sansüre uğralmışr.<br />

Barındırdığı sosyal eleşrinin yanında, Seyyit Han bir western, kahramanca bir inkam öyküsü aynı zamanda.<br />

Kovboy şapkalı haydutlar, atlar, silahlar, bar kavgaları bu filmde de var. <strong>Film</strong>, özellikle Seyyit’in inkamını anlatan final<br />

bölümünde ilginç bir biçimde, toplumsal gerçekçilikten uzaklaşıp destansı ve epik bir havaya bürünüyor. <strong>Film</strong>de, birçok<br />

kurşun yediği halde vuruşmaya devam eden başkahraman gibi inkam filmi kalıplarından da yararlanılır. Bu sahnelerde<br />

de Seyyit’in gözlerinde sisteme başkaldıran, isyan duygularıyla dolu bir bakış hakimdir.<br />

Bütün bu sertliğin, vahşen içinde Güney şiirsel anlar da yakalar. Uçsuz bucaksız bozkırların, engin gökyüzünün<br />

ekranı kapladığı harika kompozisyonlar yarar. Kamera zaman zaman karakterlerden ayrılıp doğayı keşfe çıkar. Yakın<br />

çekimdeki bir kurbağa ya da bir çiçek, yapraklarını dökmüş ağaçlar, sazlıklar da karakterler kadar filmin odağındadır.<br />

Seyyit Han, özetle, çok yenilikçi ve cesur bir film; özellikle zamanına göre değerlendirildiğinde. Güney, anlasını<br />

türler arası bir kompozisyon üzerine kurmuş ve bu kompozisyonu etkin bir biçimde perdeye aktarmışr. Hollywood’a<br />

özgü bir tür olan inkam temalı western’e yerel unsurları güzelce yerleşrmiş ve bunu Türkiye’de egemen güçlerin<br />

uyguladığı baskıyı toplumsal gerçekçi, polik bir sinemayla birleşrmeyi başarmışr.<br />

Can Önalan<br />

26 Eylül Pazartesi 16:00<br />

5


Umut<br />

Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney, Şerif Gören<br />

Senaryo:Yılmaz Güney, Şerif Gören<br />

Oyuncular: Yılmaz Güney (Cabbar), Gülsen Alniaçik (Fatma), Tuncel Kurtiz (Hasan)<br />

1958/1970 / Türkiye / Türkçe / 100’<br />

Dingin bir Adana sabahında yine dingin bir melodiyle seyirciyle tanışan Umut, Cabbar karakterinin aldığı<br />

piyango bilene bel bağlaması ve onu tekrar tekrar kontrol etmesi ile hikayesine başlıyor. Umut’la tanışktan<br />

sonra ise filmin bütününe yayılan umutsuzlukla tanışmaya başlıyoruz izleyici olarak. Çünkü Cabbar; karısı,<br />

yaşlı annesi ve beş çocuğuna bakmakla yükümlü ve bunu herkese borçlanarak aldığı eski, kimsenin binmek<br />

bile istemediği faytonu ile yapmak zorunda olan zavallı bir arabacı. Hayatları, gecekonduda sefillik içerisinde<br />

sürüp gitmektedir. Durum böyleyken faytonların belediye tarandan kaldırılmak istenmesi ve nihayende<br />

Cabbar’ın Hamal Hasan’ın görece saçmalıklarına kulak vermesi ile işler daha da kötüye gidiyor. Bunlarla<br />

beraber; bıçağın kemiğe dayanmasına neden olan kaza ve sonrasında geriye kalan diğer a ile arabasının<br />

alacaklılar tarandan salması, Cabbar’ın trajedisine ortak olmamızı sağlıyor filmde. Yani umut giderek<br />

yerini büyük bir umutsuzluğa bırakıyor.<br />

Yılmaz Güney’in filmografisinde önemli bir yeri olan Umut, gerçekçi kurgusu ve muhteşem öyküsüyle<br />

yönetmenin sinemadaki gücüne güç kayor. <strong>Film</strong> biçim olarak İtalyan Yeni Gerçekçileri’nden Rossellini,<br />

Viscon ve De Sica gibi yönetmenlerin filmlerini andırsa da Güney’in usta diyalogları ve çizdiği panoramasıyla<br />

yeni bir boyut kazanıyor. <strong>Film</strong>in bir İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı filmi olan ve De Sica’nın yönetmiş olduğu<br />

1948 yapımı Ladri di Biciclee (Bisiklet Hırsızları) ile olan benzerliği iki filmin uzun zaman birbirleriyle<br />

kıyaslanmasına sebep olmuştur. İki film de kendisini kanıtlamış ve modern sinemanın önde gelen realisk<br />

örneklerinden olmuştur.<br />

<strong>Film</strong>, usta ve karakterleriyle son derece iyi uyuşan oyunculuklarıyla da seyircinin gözünde bir kademe<br />

ileri gidiyor. Özellikle başrollerdeki Cabbar ve Hamal Hasan karakterlerini canlandıran Yılmaz Güney ve Tuncel<br />

Kurz’in oyunculukları kusursuz akıyor filmde. Cabbar’a önce umut aşılayan fakat Cabbar umutlandıkça<br />

umutları yıkılan hayalperest Hasan’ın çöküşü ve karakterler arasındaki rol değişimi de filmin değerine değer<br />

kayor. Umut’u adeta bir psikolojik buhran havasına bürüyen bu durum, filmin sonrasında karakterler için<br />

umudun ne olduğunun pek de bir önemi kalmadığını anlayor. Bu andan sonra önemli olanın umudunu<br />

kaybetmemek değil; amaçlarına ulaşmak için her zaman bir umut olduğuna kendilerini inandırmak oluyor.<br />

Karakterlerin bu farkındalığı, onları büyük bir çıkmazın içine sürüklüyor.<br />

<strong>Film</strong>de, sosyal ve ekonomik eşitsizlik ile çaresiz insanların boş inançlara bile verdikleri taviz de çok<br />

etkileyici bir üslupla hicvedilir. Olayların çıkış noktası olan otomobil kazasında Cabbar haklıyken haksız<br />

duruma düşmüş; adeta suçlanmışr üstelik. Öyle ki; karakoldan çıkarken kendi arabasına çarpıp anın<br />

ölmesine neden olan adamdan özür dilemek zorunda kalmışr.<br />

Özetle film, Yılmaz Güney’in çizdiği eşitsizlik panoramasında, hayallerinden başka sığınacak dalı olmayan<br />

insanların gözündeki Umut’un tanımıdır. Bununla birlikte, Yılmaz Güney’in henüz otuzlu yaşlarının başında<br />

geldiği noktanın görülebilmesi açısından önemli bir yeri olan filmin değeri asla bununla sınırlandırılmamalıdır.<br />

<strong>Film</strong> gerek senaryosuyla gerek yönemiyle gerekse oyunculuklarıyla Türk Sineması’nın en önde gelen<br />

realisk filmlerinden biri ve Güney filmografisinin yapıtaşlarındandır.<br />

Serkan Küpeli<br />

6<br />

27 Eylül Salı 16:00


Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Duvar<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo:Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Tuncel Kurtiz (Tonton Ali), Ayşe Emel Mesçi (La ‘politique’)<br />

1983 / Türkiye, Fransa / Türkçe / 117’<br />

Yılmaz Güney’in senaryosunu Marie-Helene Quinton ile<br />

beraber yazdığı ve yöneği son filmi olan Duvar, 1983 yılında<br />

Paris’te tamamlandı. Oldukça düşük bir bütçeyle çekilen<br />

film, Ankara Merkez Cezaevi’nde tutsak olan bir grup genç<br />

mahkumun yaşadıkları üzerine yoğunlaşıyor. Güney’in bizzat<br />

yakından tanıdığı hapishane ortamı filmde olabildiğince<br />

gerçekçi anlalıyor.<br />

<strong>Film</strong>in başında kamera, kaçmanın mümkün gözükmediği<br />

duvarların üzerinden geçerek hapishanenin avlusunu<br />

gösteriyor. Mahkum olmuş olmaktan dolayı oluşan klostrofobik<br />

yalnızlığı vurgulamak istercesine de uzunca bir süre avluda<br />

gezen mahkumları izleriyor yönetmen. Hapishane kadınların,<br />

erkeklerin, çocukların ve siyasi tutukluların bulunduğu dört<br />

farklı koğuştan oluşuyor. Kelimenin her anlamıyla insanlık dışı olan koğuş ortamı, bu minvalde Gece Yarısı Ekspresi<br />

filminin atmosferiyle paralellikler taşıyor. Düzgün ısınmanın ve temiz suyun bulunmadığı; ama bunun yanında<br />

her türlü tacizin ve şidden olduğu hapishanede en temel gereksinimlere dahi ulaşmanın yolu rüşveen geçiyor.<br />

Bu durumdan mütevellit çoğunluğunu öksüz ve yemlerin oluşturduğu çocukların kaldığı 4.koğuş en berbat yer<br />

haline geliyor. Yılmaz Güney de filminin merkezine hapishanedeki en güçsüz topluluk olan bu çocukları koyuyor.<br />

Çocuklar üzerinden anlalan bu umutsuz sefalet hikayesinde bir çok çarpıcı nokta var. Bunlardan en ilgi çekici<br />

olanı, çocuk mahkumların hayallerinin dahi korku ve baskıyla inanılmaz derecede darallmış olması. Örnekse,<br />

çocuklar dua ederken özgür olmak için değil, daha iyi bi hapishaneye transfer edilmek için yalvarıyorlar Allah’a.<br />

Hapishane müdürünün odasında yaşananlar ile Passolini’nin Salo’sunu harlatan filmde, gardiyanların çocukları<br />

taciz eği gerçeği sürekli gözler önüne seriliyor. Maruz kaldığı tacizi hapishane doktoruna iraf edemeyen<br />

Şaban’ın arkadaşları tarandan dışlanması ve ardından gelişen olaylar ile de filmin rahatsızlık katsayısı artmaya<br />

devam ediyor.<br />

Yılmaz Güney’in gördüklerini böylesine çıplak bir şekilde ortaya koyma çabası, yaşadığı dünyadaki gerçeklerle<br />

yüzleşen seyircinin filmi izlemesini zorlaşrıyor. Olabildiğince realist bir ortam hazırlamak isteyen yönetmen,<br />

filmde gerçek bir doğum sahnesini sansürsüz göstermekten geri kalmıyor. Hemen ardından da içinde gündelik<br />

hayaa karşılaşılmayacak cinsten bir hüzün barındıran başka bir öyküyü, iki idam mahkumu sevgilinin son<br />

günlerini anlayor. Doğum, düğün ve cenazenin bu kadar içiçe olması son derece etkileyici. Gerçek duygusallığı<br />

yakalayabilmek adına, Güney’in oyunculara zaman zaman sert davranmış olması da neorealist idolü Viorio de<br />

Sica’nın çalışma yöntemini anımsayor.<br />

Tüm bunların yanında Güney’in kamerayı kullanma tekniği, doğası gereği dramak olan bu filmin aşırı<br />

duygusal olmasına engel oluyor. Zaman zaman nesnel bir gözlem aracı olarak kullanılan kamera, bir anda yakın<br />

çekimlerle insanların yüzlerine odaklanıyor ve ardından tekrar gözlemci konumuna dönüyor.<br />

Çoğu amatör olan Türk ve Fransız oyuncuların sergiledikleri performanslar gayet başarılı. Fakat filmin çekimleri<br />

esnasında oyuncular repliklerini kendi dillerinde söylemelerine rağmen, sonradan yapılan Türkçe dublaj iyi değil<br />

malesef. Bu amatör oyuncular arasında Tuncel Kurz gibi ustaların olması da izleyici için güzel bir sürpriz oluyor.<br />

Kısacası Duvar anlağı sıkınlar ve içindeki hikayelerle beraber güçlü, çarpıcı ve rahatsız edici bir film.<br />

Kazım Cansever<br />

27 Eylül Salı 18:00<br />

7


Ağıt<br />

Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo: Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Yılmaz Güney (Çobanoğlu), Hayati Hamzaoğlu (Mehmet Emin), Bilal İnci<br />

(Ramazan)<br />

1972 / Türkiye / Türkçe / 82’<br />

Cumhuriyet sonrası dönemde, sol görüşlü yönetmenlerin filmlerinde yer verdiği konular köylü ve ağa<br />

arasındaki çaşma, feodal yapının halk üzerindeki olumsuz etkileri, köylerdeki yoksulluktan oluşuyordu.<br />

Genellikle yüzünü köylüye çevirmiş olan toplumsal gerçekçi yönetmenler halkın dramını, yoksulluğu<br />

romanzme kaçacak kadar dramaze ediyorlardı. Yılmaz Güney, tüm filmlerini aynı çerçevede<br />

değerlendirmek mümkün olmasa da, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel dönüşümlerini perdeye<br />

yansıtmada farklı bir yön izledi. Ağıt, bu dönüşümleri eşkıya-köylü, iyilik-kötülük arasındaki ilişki üzerinden<br />

çok yönlü bir biçimde inceliyor.<br />

Hikaye üstüne kayalar yuvarlanan, modernleşmeden nasibini alamamış, yoksul bir köyde geçiyor.<br />

Bölgedeki en esaslı eşkıya olan Çobanoğlu ve çetesi, köylüler tarandan çok iyi tanınmaktadır. Kaçakçılıktan<br />

ve haydutluktan ekmeğini kazanan bu eşkıyalar yoksul köylülerden oluşmaktadır. Çete üyeleri, karınlarını<br />

doyurmak için silah kullanmaktan şiddete başvurmaktan çekinmemektedirler. Saç kesimi, beyaz kıyafetleri<br />

ve şemsiyeleriyle dikkat çeken çete, köylülerin korkulu rüyası olmayı başarmışr.<br />

Dönemin diğer gerçekçi filmlerinin aksine Ağıt eşkıyaların perspekfinden sunuyor bize köy yaşamını.<br />

Ağa ile köylü arasındaki çaşmadan ziyade eşkıya ve köylü arasındaki ilişkiye yönelyor. Güney, yasadışı<br />

bu kahramanları toplumun sosyal ve ekonomik çarpıklığın kurbanları olarak resmediyor. Çobanoğlu’nun<br />

eşkıyalığı, toplumsal sıkınlara ve haksızlıklara başkaldırı niteliği taşıyor. Ezilen bir köylü olarak şiddete<br />

başvurmaktan çekinmiyor ve silahıyla tek başına çoğunluğa karşı kendisini kahramanca savunuyor. Bu<br />

kahramanlığın bazı sahnelerde destansı bir havaya büründüğünü söylemek mümkün. Bu yüzden film bazı<br />

eleşrmenlerce köy epiği olarak adlandırılıyor. Çobanoğlu’nun bireysel ve efsanevi kahramanlığının filmin<br />

sosyal ve toplumsal yönünün önüne geçmesi bazı devrimci sinemacılar tarandan eleşri alıyor.<br />

Ağıt, Güney’in diğer filmlerine paralel olarak birçok türü içinde barındırıyor. Avantür ve dramanın etkisi<br />

yer almakta birlikte, Western’in filmin en önemli esin kaynağı olduğunu söylemek zor değil. Geniş plan<br />

doğa çekimleri, yakın plan portreleri ve kamera pozisyonlarıyla film, Güney’in kamerasını eşsiz kılan ve<br />

karakterize eden bir çalışmaya dönüşüyor. Görüntü seçimleri, filmin temasına destek oluşturuyor. Geniş<br />

plan bozkır manzaraları, sert kayalıkların her daim tehdit oluşturduğu köyün doğası, halkın neden şiddete<br />

yöneldiğini açıklamaya çalışıyor gibi. Doğa ve insan arasındaki ilişkinin öne çıkğı, silahların ve uzun çaşma<br />

sahnelerinin boy gösterdiği filmi bir Western olarak görmek mümkün.<br />

Ağıt’ı diğer dönem filmlerinden ayıran bir başka özelliği de toplumsal dönüşümün insan ilişkileri<br />

üzerindeki etkisini farklı bir açıdan yansıtması. Köy filmlerinde genellikle ağalık düzeninin esiri, emekçi,<br />

birbirine bağlı, yoksulluğun kurbanı iyi insanlar olarak gösterilen köy halkı; Ağıt’ta para, güç ve ikdar<br />

mücadelesi çerçevesinde birbirine sırt çevirmekten çekinmiyor. Çobanoğlu’nun köylüler tarandan<br />

vurulması, halkın acıma duygusundan yoksunluğu, eşkıya çetesinin bile kendi içinde çaşmalar yaşaması,<br />

ekonomik zorlukların insanları nasıl yabancılaşrdığını ve düşmanlaşrdığını anlatmak için kullanılıyor.<br />

Dayanışmadan ziyade bireysel kurtuluşun ön plana çıkması, Çobanoğlu’nun bireysel kahramanlığının ön<br />

plana çıkarılmasıyla da destekleniyor.<br />

Ağıt, bir devrimci olarak ve bir sosyal gerçekçi olarak farklı yüzler taşıyan Yılmaz Güney’in sinemasını<br />

anlamak isteyenler için başarılı bir örnek.<br />

Raye Askın<br />

8<br />

28 Eylül Çarşamba 16:00


Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Arkadaş<br />

Yönetmen: Yılmaz Güney<br />

Senaryo: Yılmaz Güney<br />

Oyuncular: Kerim Afşar (Cemil), Azra Balkan (Necibe), Civan Canova (Halil)<br />

1975 / Türkiye / Türkçe / 105’<br />

Arkadaş, bir sosyalist propaganda filmi. <strong>Film</strong>, her ne kadar Yılmaz Güney’in Umut’la (1970) başlağı ve<br />

Duvar’la (1983) son bulan, Türkiye Polik Sineması’nı şekillendiren 13 yıllık dönemine denk gelse de, genel<br />

ibariyle bu dönemi etkileyen “İtalyan Yeni Gerçekçilik’in sinemasal zerafenden daha fazla Vertov’un Sinegöz<br />

Manifestosu’nun propagandacı tavrına yakın durur.<br />

<strong>Film</strong>in bir ilginç özelliği de adını, Melike Demirağ’ın aynı adlı şarkısından alması ve şarkıcının da filmde<br />

önemli bir role sahip olmasıdır.<br />

Arkadaş, yolları 10 yıl önce ayrılan Cemil ve Âzem’in hayatları üzerinden ilerleyen didakk bir hikâye. Cemil<br />

evlenmiş, para kazanmış, kendine kapitalist dünyada harı sayılır bir statü elde etmişr, Âzem ise karayollarındaki<br />

işine devam etmiş, sosyalist mücadeleyi kendine erek olarak benimsemiş bekar bir mühendisr. Âzem’in,<br />

Cemil’in yazlığına misafir olarak gelmesiyle bu iki arkadaşın anlayışları arasındaki fark belirginleşir. Âzem ilk<br />

geldiği günden beri kendi içinde kapitalist-yalılmış bir bölge olan bu yazlık sitede, yalnızca Cemil’in baldızı<br />

Melike ve zengin ailelerin mallarına zarar veren bahçıvan Halil ile yakınlık kurabilmişr. Âzem’in arkadaşı Cemil’i<br />

ve Melike’yi sosyalist çevrenin içine çekmek istediği başından beri bellidir. Melike’ye dönemin yasaklı kitabı,<br />

Ahmed Arif’in Hasrenden Prangalar Eskim’i, hediye eden Âzem, Cemil’den de umudunu kesmez, bu sırada<br />

yazlıktaki işçiler de Âzem tarandan küçük toplanlarla eğilmektedir.<br />

<strong>Film</strong>, iki arkadaşın dünyaya bakışları arasındaki farkı kaba bir karşıtlık yaratarak kurar. Kapitalist düzene<br />

ait her şey görünürde albeni sahibiyken pis ve ahlaktan yoksundur, halktan gelen ve halka ait her şey ise<br />

temiz ve ahlaklıdır. Aynı zamanda senarist de olan Yılmaz Güney görüntüyle yenmeyecek, defalarca sosyalist<br />

propagandayı canlandırdığı Âzem karakteri üzerinden yüksek sesle yineleyecekr. Güney’in sosyalist görüşü<br />

elbee diğer filmlerinde de baskındır ama Sürü (1979), Yol (1982), Duvar (1983) gibi sinemasının son dönem<br />

örneklerinde yerini daha yalın bir anlama ve daha ustaca kurulmuş bir olay örgüsüne bırakacakr. Yine de film,<br />

Türk Sineması için yeni sayılacak bir kurgusal yapıya sahipr; İstanbul’da bir sayfiye yeri olan Kumburgaz’daki<br />

çocuklar mayolarıyla denizde güneşlenip oynarken, Eisenstein’ın Entelektüel Montaj Metodu’ndan yararlanılarak<br />

paralel kurguyla ekrana gerilen aynı yaştaki Harranlı çocuklar köylerinde su olmadığı için yarı çıplak dolaşmak<br />

zorundadır.<br />

Arkadaş, Yılmaz Güney sinemasını yeni seyretmeye başlayacaklar için zor bir film. Yönetmen ya da senarist<br />

olarak Yılmaz Güney’in toplumcu bakışı tam olarak Arkadaş filminin sınırları içine girmiyor. Güney bu filminde<br />

kapitalist topluma tabi kesimi tamamen reddeden ve aşağılayan bir kimliğe bürünse de aslında o, en azından bu<br />

yazının yazarının gözünde, sınıflar arasındaki farklılığa saldıran eşitlikçi ve bütünleşrici bir sinema yapıyor.<br />

Evren Erdem<br />

1<br />

Dziga Vertov. Kinoglaz, 1924.<br />

2<br />

Sergei Eisenstein. Methods of Montage, 5. Intellectual; yazarın çevirisi.<br />

28 Eylül Çarşamba 18:00<br />

9


Çek Yeni Dalgası


Çek Yeni Dalgası<br />

Çek Yeni Dalga akımı, Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Post Neo-realizmi ile birlikte, 1960’ların en zengin kurmaca<br />

sinema hareketlerinden biri sayılabilir. Yine de; o yıllarda kapana kısılmış küçük bir Doğu Avrupa ülkesinde<br />

yeşğinden midir yoksa kuramsal altyapıdan yoksun olduğundan mıdır bilinmez; bugünkü sinema yazınında<br />

diğerleri kadar ilgi görmüyor. Bugün, özellikle, sonraki sansür yıllarında yurtdışına gitmek zorunda kalan,<br />

orada üretmeye devam eden yönetmenleri (Milos Forman, Ivan Passer, Jan Nemec) harlanmaya devam<br />

etmektedir. “Polik ve estek kimliğiyle dünya sineması üzerinde İtalyan neo-realizmi kadar etkili olduğu” (1)<br />

söylenen akım; farklı olarak teorisiz, manifestosuz, salt üreterek varolmuştur. Bu üremin önceden sıralanan<br />

maddelere uyularak yapılmaması, Yeni Dalga filmlerinin net ortaklıklara indirgenmesini ve analizini zorlaşrsa<br />

da; ekranda, kendinden önceki dönemin klişelerini, Stalinist anlayışını yıkan bu filmler; dönemin sosyopolik<br />

koşulları sebebiyle kaçınılmaz olarak ortak yaklaşımlar barındırmaktadır. Çek yönetmenler müzik ve<br />

edebiyan kadrajdaki yerini arrırken; Fransız Yeni Dalga, erken dönem Amerikan kara komedileri, İtalyan<br />

neo-realizmi, Fransa’da neredeyse eş zamanlı büyüyen belgesel akımı cinema-verite’nin tekniklerinden ve<br />

anlayışlarından da etkilenmişlerdir. Tüm bunlarla, Çek Yeni Dalga’nın karakterisklerininveçıkışdinamiklerinin;<br />

Çekoslovakya’nın o yıllardaki kaok ve büyük güçlerin baskısı/işgali/etkisi alndaki dönemleriyle mecburi ve<br />

organik bağlarını da incelemek gerekir. Nazi işgalinden, Dubçek’in yeni yönem tarzına; sosyalist anlayışla<br />

sinemanın merkezileşrilmesinden, 68’de Prag’da yürüyen Varşova Pak askerlerine kadar her gelişme<br />

dönemin filmleri üzerinde bire bir etkili oluyor.<br />

1920’lerde, ülkede, çoğunluğunu melodramların oluşturduğu yıllık ortalama 20 film çekiliyordu. 1931’de<br />

Prag yakınlarına kurulan Barrandov stüdyolarıyla (2) Prag, “Avrupa’nın sinema başken” olarak adlandırılmaya<br />

başlamış; Prag’da, yılda, çoğunluğu Barrandov stüdyolarında çekilen 80 film ürelmeye başlandı (3) . O yıllar<br />

“Çek modernizmi” olarak adlandırılıyordu. II. Dünya Savaşı’yla birlikte Slovakya, Çekoslovakya’dan ayrıldı<br />

ve Çek toprakları Nazi işgaline uğradı. İşgal döneminde yarım milyona yakın (100 bine yakın Yahudi’yle) Çek<br />

vatandaşı öldürüldü. İşgalle birlikte, Naziler Barrandov stüdyolarına da el koydu. Propaganda bakanı Joseph<br />

Goebbels Prag’ı, Berlin ya da Münih gibi bir Alman sinema merkezi yapmaya çalıs; Prag’a Alman filmleri<br />

hakim oldu (4) . 1939’dan 45’e ürelen yıllık film sayısı 40’tan 9’a kadar düştü. 1945’e gelindiğinde ülkeye giren<br />

Sovyet askerleri Alman işgaline son verdi. İşgalin biminden 3 yıl sonra ise, 1948’de, Çekoslovakya Komünist<br />

Parsi yönemi ele aldı. 1989’daki demokrak Kadife Devrim’e kadar süren komünist düzen başlamış oldu.<br />

Barrandov stüdyoları dahil ülke sineması ulusallaşrıldı; böylece Çekoslovakya, Sovyetlerden sonra ulusal<br />

sinema anlayışını geren 2. Doğu Avrupa ülkesi oluyordu. Moskova film okulunun da etkisiyle Avrupa’nın 5.<br />

film okulu (5) Prag’da kuruldu (6) . Otokar Vavra’nın öncülük eği okuldan, Çek Yeni Dalga’nın Jan Nemec, Jiri<br />

Menzel, Vera Chylova, Milos Forman, Ivan Passer gibi önemli isimleri mezun olacak. Aynı zamanda, Yeni<br />

Dalga’nın edebiyat ayağını oluşturan önemli isimlerden Milan Kundera da okulda yazım dersi vermekteydi.<br />

O yıllarda Sovyet sinemasının sosyal gerçekçiliğiyle yapılan (7) ya da an-Amerikan temeldeki filmler değer<br />

gördü (8) .<br />

60’lara gelindiğinde ekranın sosyal gerçekçiliğiyle, günlük hayanın gerçekliği arasında derinleşen<br />

uçurum, sinemada bir patlamaya yol açacak. 1961’de Berlin duvarının da inşaasıyla iyice içine dönmek<br />

zorunda kalan sosyalist ülkelerde sinema başkalaşıyordu. Çekoslovakya özelinde bu başlangıcın altyapısı<br />

zaten oluşmuştu: “1945’te ulusallaşrılan film endüstrisi (filmlere devlet desteği); 1947’de kurulan Prag film<br />

okulunun yönetmenlere sağladığı teknik gelişim; 1960’ların başlarında Çek hükümenin sanata uyguladığı<br />

Stalinist sansürden vazgeçmeye başlamasıyla (9) ” da ilk iki dinamik anlam kazandı. Forman, Menzel, Chylová,<br />

Nemec, Passer, Herz gibi genç yönetmenler ilk filmleriyle başkalaşım sürecini belli eler. Sinema ülkedeki<br />

kısmî özgürlükçü ortamda aln çağını yaşarken; Ocak 68’de yöneme gelen Alexander Dubçek’in (1921-1992)<br />

“insan yüzlü sosyalizm” (10) anlayışıyla başlağı liberalleşme, ya da daha ileri götürdüğü an-Stalinizasyonsüreci,<br />

Prag Baharı olarak adlandırıldı. Ancak Sovyetlerce “sosyalizmden kopuş” olarak algılanan süreç, aynı<br />

yılın Ağustos ayında Varşova Pak ülkelerinin Çekoslovakya’yı işgaliyle son buldu (11) . Sonrasında, Sovyetler<br />

Birliği’yle ilişkiler yeniden güçlendirildi, ülkenin sananda Stalinist sansür anlayışıyla “normalleşme” süreci<br />

başlaldı. Dolayısıyla Prag Baharı, Yeni Dalga akımının doğmasına/büyümesine değil, sonuna sebep oldu (12) .<br />

<strong>Film</strong>ler yasaklandı (13) ; filmleri sansüre uğrayan seçki yönetmenlerinden Forman, Passer ve Nemec ülkeyi<br />

terk etmek zorunda kaldı. Ülke,1989’de kansız ilerleyen Kadife Devrim’le demokrasiye dönüş yap (14) ; ancak<br />

sinemada 60’larda yakalanan hava bir daha yakalanamadı. O baskı alndaki yıllarda, yılda 25 film üreten<br />

Çekoslavakya, ülkedeki demokrak devrimden sonra bile; 1992’de; yılda sadece 8 film üretiyordu. O süreçte<br />

iki yılda iki Oscar alan ülke (15) , bir dahaki Oscar ödülünü 1996 alabildi(16).<br />

11


Çek Yeni Dalgası<br />

12<br />

60’larda film çekmeye başlayan Çek yönetmenler, o yıllarda eş zamanlı büyüyen ya da daha eski dünya<br />

sinema akımlarının -Fransız yeni dalga, İtalyan neo-realizmi, Fransa’da belgeselde Jean Rocuh öncülüğünde<br />

cinema-verite- dışında Franz Kaa, Jaroslav Haşek, Milan Kundera, Bohumil Hrabal gibi Çek edebiyanın<br />

önemli yazarlarından yararlandılar. Edebiyatla birlikte, sinema tekniğinde ve müzik kullanımında da<br />

yenilikçi davrandılar. 1962’den başlayarak Zbynek Brnych nin Transport z Raje (Transport From Paradise,<br />

1963) Stefan Uher’in Slinko v Sie (Sunshine in a Net, 1962), Vera Chylova’nın Pytel Blech (A Bag of<br />

Fleas, 1962) filmleriyle kalıplar kırılırken, Çek sineması eskiden ilk kopuşlarını yaşıyordu. 1968’deki işgale<br />

kadar yaşanan süreçte, genç yönetmenlerin amacı “Çek vatandaşlarında, içinde yaşadıkları baskıcı ve<br />

kendilerine zulmeden sisteme karşı farkındalık yaratmak (17) .” Çek Yeni Dalga dönem için bir ‘şemsiye<br />

terim’ sayılabilir; zira yazmadan, sadece çekerek varolan akımda en görünür ortak payda, ‘insana dair<br />

duyarlılıklarla sosyal hayata bakış’r. Bu yönüyle akım, bahsedilen Prag Baharı’nın sosyalizm anlayışına<br />

af olarak, “insan yüzlü polik sinema (18) ” olarak nitelendirilir. Bunun dışında, sıkı kurmaca anlam yerine<br />

toplum hayanı gözlemlemek, ön plana çıkan görsel-şiirsel sller, sürrealist öğeler, hümanist bakış, insanı<br />

çok boyutlu olarak –zaaflarıyla, komik halleriyle ve trajedileriyle- ele almak, sosyal haya parodileşren<br />

absürd tutum, uzun doğaçlama diyaloglar, amatör oyuncular, ironi/kara mizah, erozmin farklı sunumu,<br />

formalizme kaçan sinematografik denemeler dönemin genel özellikleri arasında sayılabilir. Küçük ve<br />

trajik olayların komedisi üzerinden verilen sosyal yaşam/bürokrasi eleşrisi de apolik olmakla suçlanan<br />

yönetmenlerin ortak tavrı.<br />

Geniş açıdan bir bakışla, yöneme gerdikleri eleşriler sebebiyle sosyalist sansüre maruz kalan<br />

filmler; eleşri dozunu hiçbir zaman sosyalizmin reddine vardırmıyor. Forman, bu apolizm suçlamasına<br />

“Bizim filmlerimizin, hayatları boyu sadece ideallerini gerçekleşrmek için savaşanlarca eleşrilmesini<br />

anlıyorum. Biz babalarımızı hiçbir şey için savaşırken görmedik. Biz, bizim için hazırlanmış bir dünyaya<br />

doğduk (19) ” diye karşılık veriyor. Akım; Fransız Yeni Dalga’yla, derin konularla absürdü birleşren sarik<br />

yaklaşımının dışında, filmi stüdyodan sokağa çıkarma ve gerçek/sıradan insanların hayatlarını konu<br />

edinme çabasıyla ortaklaşıyor. Öte yandan dönemin Çek sineması, ulusallaşrılmış bir sinemanın ürünleri<br />

olarak stüdyo ve kaynaklara erişim konusunda Fransa’daki dönemdaşından daha şanslı; belki de bu<br />

yüzden Godard, Çek Yeni Dalga için “burjuva” sineması demişr. Ek olarak Çek Yeni Dalga, bahsedildiği<br />

gibi, ülke edebiyandan uyarlamalarıyla da göze çarpıyor; öyle ki Kundera bu dönemi; Çekoslovak<br />

edebiyanın, sinema sayesinde gelişği dönem olarak görmektedir. Akımın önemli filmleri; Franz Kaa,<br />

Milan Kundera (20) , Bohumil Hrabal (21) , Jaroslav Haşek (22) gibi Çek yazarlarla direkt ya da dolaylı ilişki içinde.<br />

Kaa’dan ve dadaizmden etkilenen Hrabal’ın yazınındaki gibi, günlük hayan ritmini trajikle/absürdün,<br />

iyilikle/acımasızlığın, polikle/kişiselin böylesine iç içe geçmişliğiyle veren bu filmlerin, ülkenin yıkıma<br />

açık yıllarında doğması tesadüf olmasa gerek (23) . Akımın cinema-verite’yle ilişkisi ise iki yönlü: Birincisi;<br />

neredeyse her filmde karşılaşğımız karakterin kameraya bakması sliyle kameranın varlığını belli etme<br />

ve sıradan denebilecek sosyal grupların hayatlarına eğilerek, etnografik belgeselciliğe öykünen gözlemci<br />

anlayış. Bunun dışında, stüdyo filmlerinde bile doğal ışık/doğal mekan kullanılması, amatör oyuncular,<br />

filmlerin belgeselle kurmacanın sınırlarını üzerindeki deneyleri olarak görülebilir. Diğer yandan; filmlerin<br />

çoğunda müzik, ekranda üreliyor; diyaloglar anlamı kuvvetlendirici/yürütücü unsur olarak değil,<br />

karakterlerin varoluşlarını derinleşrecek şekilde uzun ve günlük konuşmalar şeklinde ilerliyor. Komedi<br />

unsurlarındaysa, Chaplin ve Keaton havası sezinlenebilir. Çek yönetmenler günlük hayaan seçkleri<br />

düzayak karakterlerin öznel deneyimlerinden yola çıkarak bürokrak kıskaçlara, geleneksel baskılara,<br />

otoriter anlayışa, polik/cinsel darkafalılığa, Çek taşra hayana, sosyal konformizme göndermeler<br />

yapma yolunu seçmişler. Jiri Menzel, Closely Observed Trains (1966) ile ilk seks deneyimini yaşamaya<br />

çalışan gencin trajedik öyküsünü absürd komedi unsurlarıyla verirken, cinsellikle vatanseverliğin<br />

öncelik sırasıyla oynuyordu. Jan Nemec, Kaaesk mizah anlayışıyla öznel durumlardan çıkarak; (Arnost<br />

Lusg’den uyarladığı) Diamonds of the Night (1964)’ta Nazilerden kaçan iki genç üzerinden ikdarı, The<br />

Party and the Guests (1966)’te ise göl kenarındaki bir ziyafet üzerinden o ikdarın yarağı “mutluluğa”<br />

boyun eğmeyenlerin başına gelebilecekleri irdeliyordu. Milos Forman Black Peter (1963) (24) ile kuşaklar<br />

arası anlayış farklarını, Loves of a Blonde (1965) ile genç bir kadının ilişkileri üzerinden Çekoslovakya’nın<br />

toplumsal kodlarını, Firemen’s Ball (1968) ile bürokrak/baskıcı saçmalıkları Chaplin ve Keaton’ınkilere<br />

benzer güldürü öğeleriyle; ancak kötümser bakışla işledi. Vera Chylova, A Bag of Fleas (1962) ve<br />

Diaesies (1966) filmleriyle kadınların toplumda varolma yollarını, sinema tekniklerini zorlayarak irdeledi.<br />

Belgeselci anlayışla başlayan filmlerine gerçeküstücü öğelerle devam e ve Yeni Dalga’nın erkek bakışına,


Çek Yeni Dalgası<br />

feminist alternaf olarak gösterildi(26). Godard, Chylova’nın filmlerini sevmediğini, “çizgifilm gibi ve apolik”<br />

bulduğunu söylemişr. Ivan Passer Inmate Lighng (1966) ile taşrada yaşayan yerel müzisyenlerin “sıradan”<br />

hayana, insanî zaaflarla dolu, espirili bir bakış ayordu. Oldrich Lipsky, ilginç bir western parodisiyle, Lemonade<br />

Joe (1964), ile klasik iyi-kötü algısıyla bir an-karakter üzerinden dalga geçerken kurgunun tüm imkanlarıyla<br />

oynuyordu. Juraj Herz, Morgiana (1972)’da fantask öğeler ve sinema tekniğiyle yapğı deneyler ile aile/<br />

toplum kavramını ve grotesk denebilecek Cremator (1968) ile Nazi soykırımını bir ‘yavru Hitler’ alegorisiyle<br />

yine Kaesk absürdlükte ele alıyordu.<br />

Bugün İran Sineması nasıl İslamî-otoriter baskılardan dolayı, mecburen “imgeler sineması” olarak varoluş<br />

mücadelesi veriyorsa; 60’larda da Çekoslovak sineması Stalinist-otoriter rejimle baskılanırken bir “alegoriler<br />

sineması” olmuştur. İşgalle biten aln çağ için yıllar sonra Ivan Passer, “Güzel şeyler harlıyorum. İlginç filmler<br />

yapıyorduk; ve hepimizin sinema anlayışı farklıydı. Aynı yerlerden gelmişk, birbirlerimizin işleri hakkında<br />

bilgi sahibi oluyorduk, senaryolarımızı birbirimize verirdik, birbirimize yardım ederdik ve yarışırdık. Harika<br />

zamanlardı. (27) ” demişr. Küçük bir Avrupa başkennde, büyük (büyüdükçe de çirkinleşen) ikdarların baskısı<br />

alnda gelişen ve uluslararası alanda kendine yer bulan Çek Yeni Dalga sineması, sert zamanlarda filmler üreten<br />

Çekoslovak yönetmenlerin tepkisel/insanî duyarlılıklarıyla bugünün izleyicisi için alternaf ve çok boyutlu bir<br />

deneyim niteliğinde.<br />

(1)<br />

David Cook. A History of Narrave <strong>Film</strong>. New York: Emory University. 4.Baskı, 1996. Sayfa 705.<br />

Can Sever<br />

(2)<br />

Seçkideki Lemonade Joe (1964), Loves of a Blonde (1965), Closely Watched Trains (1966), The Firemen’s Ball<br />

(1967) filmleri Barrandov Stüdyoları’nde çekilmişr. Stüdyo hala akir. 2010’da Burnt by the Sun2, 2011’de<br />

Faust filmleri burada çekilmişr. www.barrandov.cz<br />

(3)<br />

Griffith ve Von Stroheim’in asistanı Gustav Machaty’nin Erokon (1929) ve Extasy (1933) filmleri, ilk Çek sesli<br />

filmi Tonka of the Gallows (1930) dönemin önemli filmlerindendir.<br />

(4)<br />

Leni Riefenstahl, Tiefland (1940-44)’i Barrandov stüdyolarında çekmişr.<br />

(5)<br />

İlk dördü: Moskova(1919), Berlin(1936), Roma(1935), Paris(1939).<br />

(6)<br />

FAMU(<strong>Film</strong>ova Akademie Muzickych Umeni). Okul hala akf ve uluslararası öğrenci kabul ediyor. www.<br />

famu.cz<br />

(7)<br />

Mudi Bez Knedel (1946), Srena (1947).<br />

(8)<br />

The Kidnapping (1952).<br />

(9)<br />

Robin Bates. “The Ideological Foundaons of Czech New Wave”. Journal of the University <strong>Film</strong> Associaon<br />

XXIX, 3, 1977. Sayfa 37.<br />

(10)<br />

Sistemin Türkiye’ye uyarlanışı da o yılların Türkiye İşçi Parsi genel başkanı M.Ali Aybar’ın “güleryüzlü<br />

sosyalizm”idir. Nitekim, Aybar Sovyetler’in Çekoslovakya’yı işgaline de karşı çıkınca sosyalist dünyadan<br />

dışlanmış ve par keskin devrimcilerin etkisine girmişr.<br />

(11)<br />

İşgale Çek halkının tepkisi büyüktü. Gösteriler düzenlendi; Jan Pallach adlı öğrenci kendini yak. Kundera’nın<br />

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği (1986) bu dönemde geçmektedir.<br />

(12)<br />

Yıllar sonra, Kundera: “Prag Sonbaharı’nın etkisi Prag Baharı’ndan büyük oldu.”.<br />

(13)<br />

Seçkideki Firemen’s Ball (1967) ve The Party and The Guests (1966) “banned forever” olarak eketlendi.<br />

13


Çek Yeni Dalgası<br />

(14)<br />

Sovyetlerin dağılmasından sonra, Ocak 1993’te ülke barışçı yollarla Çek Cumhuriye ve Slovakya olmak<br />

üzere ayrıldı. Çek Cumhuriye bugün NATO ve Avrupa Birliği üyesi.<br />

(15)<br />

The Shop on Main Street (1965), Closely Watched Trains (1967).<br />

(16)<br />

Kolya (1996).<br />

(17)<br />

David Cook. A History of Narrave <strong>Film</strong>. New York: Emory University. 4.Baskı, 1996. Sayfa 705.<br />

(18)<br />

Jennifer Baldwin. “A Polical Cinema with Human Face”. libertasfilmmagazine.com.<br />

(19)<br />

“Chill Wind on a New Wave”. Saturday Review. 23 Aralık 1967. Sayfa 11.<br />

(20)<br />

Kundera (1929-.) uyarlaması: The Joke (1968).<br />

(21)<br />

Hrabal (1914-1997) uyarlamaları: Jiri Menzel’in Closely Observed Trains (1966), Skylarks on a String (1969),<br />

Cung It Short (1981), Snowdrop Celebraons (1984), I Served the King of England (2006) filmleri; Chylova/<br />

Menzel/Nemec/Schorm/Jires’in beraber çekkleri Perlicy Na Dne (1965) filmi.<br />

(22)<br />

Haşek (Çek taşlama/mizah yazarı, 1883-1923) uyarlamaları: Dobri Vojak Svejk, Jiri Trnka tarandan 1955’de,<br />

Karel Stekly tarandan 1957’de filme uyarlanmış.<br />

(23)<br />

Nasıl ki Dada’nın I.Dünya Savaşı yıllarında doğması, ya da Kaa’nın Dönüşüm’ü 1915 yazması tesadüf<br />

değilse.<br />

(24)<br />

1964 Locarno <strong>Film</strong> Fesvali’nde, Godard ve Antonioni’yi geride bırakmışr.<br />

(25)<br />

1989’da çekği A Hoof Here, A Hoof There, Avrupa’da AIDS ile ilgili ilk filmlerdendir.<br />

(26)<br />

“Ivan Passer: Czech New Wave filmmaker at helm of Karlovy Vary Jury”. 2008, Rosie Johnston.<br />

14


Çek Yeni Dalgası<br />

Closely Observed Trains<br />

Yönetmen: Jiri Menzel<br />

Senaryo: Bohumil Hrabal<br />

Oyuncular: Václav Neckár (Milos Hrma), Josef Somr (Hubicka), Vlastimil Brodský(Zednicek)<br />

1968 / Çekoslovakya / Çekçe, Almanca / 93’<br />

Closely Observed Trains, tren istasyonunda çalışan genç Milos Hrma’nın kendisinin ve ailesinin hikayesini<br />

anlatmasıyla başlıyor. Seyirciye konuşan Milos, ailesinin komik geçmişini anlarken bir yandan da işe<br />

hazırlanıyor. Geçmişin hikayesi, sunulan fotografik görsellerle belgesel kıyılarında dolanırken, film<br />

rotasını görece uzun bu açılış sekansından sonra kara mizaha çeviriyor. Milos’un işi için hazırlandığı<br />

giriş sekansında biz de karakteri olaylarla tanımayıp direkt kendisinden dinleme rsa buluyoruz. Bu<br />

sekansta Milos, tren istasyonunda hareket memuru olmasının nedenini açıkça söyleyebilecek ölçüde<br />

dürüst bir karakter olarak sunuluyor. Bunun da onun masumiyene yapılan vurgulardan ilki olduğunu<br />

film ilerledikçe anlıyoruz. Üniformasının ayrılmaz ve en önemli parçası olan şapkası annesi tarandan bir<br />

taç gibi giydirilse ve bu durum görevine verilen değeri gösterse de, Milos aslında babası ve büyükbabası<br />

gibi rahat olmak isteyen bir çocuk.<br />

Kamera tren istasyonundaki yerini aldıktan sonra gözümüze çarpan türlü makine görüntüleri, raylar<br />

bize Kameralı Adam (A Man with the Movie Camera, 1929)‘ı çağrışrıyor. Dziga Vertov’un Kameralı<br />

Adam ile yapmak istediği gerçekliğe vurgu filmin amacıyla örtüştüğünden olsa gerek, iki film arasındaki<br />

benzerlikler fark ediliyor. Kameralı Adam’da izlediğimiz gündelik yaşamdan alınan kesitler, bu filmin<br />

içinde birer öyküye dönüşüp anlam ve ağırlık kazanıyorlar sanki.<br />

Milos’un hoşlandığı Masa’yla bir türlü cinsel ilişkiye girmeyi becerememesinin etranda şekillenen<br />

hikaye, Milos kadar naif yönleri olan karakterleri barındırıyor. İstasyon şefi Max, görevine ve kuşlarına<br />

fazlasıyla bağlı; ahlakçı söylemlerinin alnda ne kadar başka biri olsa da karısının isteklerini yerine<br />

germekten kaçınmayan bir karakter. <strong>Film</strong>in başında vurgulanan “görev insanı” maskesinin alnda aslında<br />

zamanla acıma hissedeceğimiz biri olduğunu fark ediyoruz. Masa’nın dayısı, “damgalanan” kız ile annesi,<br />

mahkeme salonundaki yargıçlar, istasyondaki diğer insanlar bir şekilde sizde insani bir nı bırakıp, olaylara<br />

yaklaşımlarıyla sizi gülümseyor; onlara kızıp onlardan nefret etmeniz mümkün olmuyor film boyunca.<br />

Bu da filmin geneline yayılan naiflik duygusunu besliyor. Bu arada, karakterlerden bahsederken filmin bir<br />

bölümünde yer alan doktorun, yönetmen Jiri Menzel tarandan canlandırıldığını eklemek gerek.<br />

<strong>Film</strong>de erok sahnelerin, çıplaklığa boğulmadan, küçük ayrınların içine saklanılarak seyirciye<br />

sunulması, gerisinin seyircinin hayal dünyasına bırakılması bu anlamı daha da çekici kılıyor. Bu nedenle<br />

aan inen bir kadın ya da bir damgaya nefes vermek izleyicide bambaşka hisler uyandırabiliyor. Kapalı<br />

kapılar ardından gelen seslerin, koltuktaki bir yırğının, bacaktaki damganın hikayesini yazmak ya da<br />

süslemek bize kalıyor.<br />

II. Dünya Savaşı sırasında tren istasyonunda çalışmış olan Çek yazar Bohumil Hrabar’ın aynı adlı<br />

romanından uyarlama olan film, oyunculuklarının doğal olmamasıyla dikkat çekebilir. Ancak bu Çek Yeni<br />

Dalgası’nın kendi kendine doğurduğu bir durum. Haa diğer Çek Yeni Dalgası örneklerinde hissedileceği<br />

türden bir absürdlük bile bulunabilir. 1968 yılında En İyi Yabancı <strong>Film</strong> dalında Akademi Ödülü’nü alan film,<br />

bir kara komediden beklenileceği gibi de ironik bir şekilde sona eriyor.<br />

Gülnihal Kavaklıoğlu<br />

26 Eylül Pazartesi 18:00<br />

15


Diamonds of the Night<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Jan Nemec<br />

Senaryo: Jan Nemec, Arnost Lustig (hikaye)<br />

Oyuncular: Ladislav Jánsky, Antonín Kumbera, Irma Bischofova<br />

1972 / Çekoslovakya / Çekçe, Almanca / 63’<br />

Demanty Noci (Gecenin Elmasları), Çek Yeni Dalgası’nın yaracılarından olan Jan Nemec’in ilk uzun<br />

metrajlı filmi. Arnost Lusg’in Darkness Cast No Shadow (1985)kitabı temel alınarak yaralmış, anmilitarist<br />

tutumun sergilendiği filmde; Nazi kampına götürülmek istenen iki Yahudi çocuğun trenden<br />

kaçışıyla başlayan yaşam mücadelesi anlalmaktadır.<br />

<strong>Film</strong> silah sesleri arasında iki çocuğun ormanın içine doğru kaçmasıyla başlıyor. Başta neden<br />

kaçklarını göremediğimiz çocukların bitkin halleri daha önce ne yaşadıklarının göstergesi gibi. Çocukların<br />

yorgun düşmelerinin etkisiyle çok geçmeden halüsinasyon görmeye başlaması, izleyicinin gerçeği ayırt<br />

etmesini zorlaşrıyor bu bölümde.<br />

<strong>Film</strong>de, ana karakter olan Ladislav Jánsky‘nin haralarıyla bir çok kez karşılaşırız. Ladislav Jánsky<br />

kaçışında; kız arkadaşını, Nazi korkusunu, şehrin sokaklarında kalmış cinselliğin msali kadınlarını<br />

beraberinde götürmektedir.<br />

Açlığın giderilmesi gereken en önemli ihyaç olmasıyla birlikte idsel davranışlar da kendisini<br />

göstermeye başlar. Ladislav Jánsky‘nin bir Alman köyünde, girdiği evdeki kadını öldürdüğünü görmesi<br />

veya yatakta kendisine kur yapğını düşlemesi bu durumun sonucudur. Dönemin şartları içerisinde bir<br />

Alman kadınının, Yahudi bir adama yiyecek herhangi bir şey vermesi beklenemez. <strong>Film</strong>, izleyicinin sahip<br />

olduğu bu öngörüyü, kadının verdiği ekmeği yiyen çocukların ağzından kan gelmesi ile görselleşriyor.<br />

Yüzündeki ifadeyle de desteklendiği üzere kadın, ekmeği vermeye o kadar da istekli değil aslında.<br />

Kadının bu isteksiz yardımından sonra tekrar duyacağımız kurşun sesleri yaşlı Nazilerin silahlarından<br />

gelmektedir. Kadın, çocukları açlıklarından yararlanarak Nazilere yakalatmaya çalışmaktadır. Genç<br />

çocukların karşısında yaşlı ve yavaş Nazilerin olması, kurşunların hızı sayesinde önemsenmeyecek bir<br />

eşitsizlikr. Sürrealizmin etkilerini gördüğümüz filmde; yaşlı adamların gerçek değil çocukların paranoyası<br />

sonucu oluşmuş sanrılar olabileceği de düşünülmelidir.<br />

İkinci çocuğun rolünü üstlenen Antonín Kumbera’yı filmde sürekli ayağındaki sorunla beraber<br />

görürüz. Bu sorun iki çocuğun kaçışlarında büyük engeldir.<br />

Savaşın insan psikolojisi üzerindeki etkisini en açık dille anlatan yönetmen, diyalogları oldukça az<br />

kullanıyor. Buna gerekçe olarak gösterilebilecek geri dönüşlerle ise filmdeki hareketliliği canlandırıyor.<br />

Ses konusunda kısmi sıkınlar yaşanması ise film dönemin şartları içerisinde değerlendirildiğinde göz<br />

yumulabilir bir sorun oluyor.<br />

Nemec ve Çek Yeni Dalgası’nın pek çok sanatçısı hakkında değinilmesi gereken önemli bir nokta<br />

da polik tavırdır ki bu tavrı bu filmde de görmek mümkün. Jan Nemec, O Slavnos A Hostech (Par<br />

ve Konuklar, 1966) filminde “Ben bir demokram.” diyerek çıkış yapan karakter üzerinden tanımladığı<br />

sananı bu filmde an-militarist bir tutumla hümanizm temelleri üzerine kuruyor.<br />

<strong>Film</strong>de doğanın, koruyuculuğuna vurgu yapmak istercesine cömertçe kullanılması filmin siyah beyaz<br />

formana farklı bir derinlik kayor.<br />

Gecenin Elmasları, 1964 yılında Uluslararası Mannheim-Hiedelberg <strong>Film</strong> Fesvali Büyük Ödülü’nün<br />

sahibidir.<br />

Kaan Cansever<br />

16<br />

30 Eylül Cuma 16:00


Çek Yeni Dalgası<br />

The Party and the Guests<br />

Yönetmen: Jan Nemec<br />

Senaryo: Ester Krumbachová<br />

Oyuncular:Vyskocil (Treater), Jan Klusák (Rudolf), Jiri Nemec (Josef), Pavel Bosek (Frantisek)<br />

1966 / Çekoslovakya / Çekçe / 71’<br />

Kısıtlanmak nerede biter ve zorbalığa dönüşür, şiddet içermediği sürece bu zorbalık kabul edilebilir mi The<br />

Party and the Guests bu sorudan yola çıkan ve film boyunca bu sorunun cevabını arayan 1966 yapımı bir Çek<br />

Yeni Dalga Sineması örneği. Çek Yeni Dalga filmleri 1960’larda, Sovyet Rusya’nın Çekoslovakya’yı komünist<br />

bir eyalete dönüştürmesine tepki olarak doğan bir akımın ürünü ve Çek halkına baskıcı ve beceriksizce<br />

oluşturulmuş bir sistemin parçası haline gerildiğini ve bu sistemin acımasızlığına bırakıldığını fark ermeye<br />

çalışır. Senaryolar absürd mizah içerir ve amatör oyuncular kullanılır.<br />

The Party and the Guests’in başında piknik yapmaya çıkmış bir arkadaş grubu ormanda dolaşmaya<br />

çıkar ve kimliği belirsiz bir grup adam tarandan rehin alınır. Şehre ait bu arkadaş grubu zaten ormanda<br />

doğal ortamından uzaktadır: Kadınların topuklu ayakkabıları ve abiye kıyafetleriyle dolaşmakta zorluk<br />

çekğini görürüz. Erkekler güneşte terledikçe parfüm şişeleri çıkar ortaya ve tekrar medeni ortamlarına<br />

dönmeye çalışırlar. Rehin alınmalarıyla savunmasızlıkları iyice ortaya çıkar. Grubu yöneten akli dengesi<br />

yerinde olmayan biridir ve rehinelerden absürd isteklerde bulunur. Rehineler bir taraan zor kullanmaktan<br />

çekinmeyen yabancılardan tedirgin olurken diğer yandan kendilerini bir zarar görmeyeceklerine ikna etmeye<br />

çalışırlar. Birden ortaya çıkan bir adam sayesinde olaylar tatlıya bağlanır ve herkes bir anda bir kır ziyafene<br />

çağırılır. Acaba tüm gösterişine rağmen konuklar ziyafet sahibinin garip arzularını yerine gerecekler midir<br />

Emrinde tuhaf adamlar olan ziyafet sahibinin, “konuklarını mutlu etmek için” verdiği uğraşın, o konuklara<br />

ödelen bir bedeli var mıdır Onların; kendileri için hazırlanan “mutluluğa” hayır deme hakları saklı mıdır<br />

Jan Nemec; ziyafet ve konuklar alegorisi üzerinden, devlet-halk ilişkisinin konformist yollarını/yöntemlerini<br />

irdeliyor, baskıyla kabul erilen o suskun “mutlulukları” sorguluyor. Sonunda; ‘kadife eldiven içinde demir<br />

yumruk’ olmayı iyi bilen, güler yüzlü otoritelerin sürüleşrici mutluluk kurumlarına hayır diyor biri. Fakat<br />

hayır deme özgürlüğünün bedeli vardır: Ziyafen sahibi ve “mutlu” topluluk, tepkisini belli ediyor; vahşi ve<br />

meşru köpeklerle retçi avına çıkılıyor… Tüm bunlarla film; zamanını ve mekanını kaybediyor; devlen olduğu<br />

her yerde ve her çağda varolan sorunlara bakıyor.<br />

Nemec’in filmini sadece bu yönüyle ele almak, filmin Çek Yeni Dalgacı çekim sllerine, anlamın<br />

özgünlüğüne ve keyifli diline haksızlık olur. <strong>Film</strong>de, zamanın Çek sinemasının karakteriskleri görülüyor;<br />

piknik ve ziyafet sahnelerinde uzun uzadıya verilen günlük konuşmalar, büyük aksiyonlar içermeyen tek<br />

sahnenin -ziyafet- filmin neredeyse bütününü oluşturması, konuşurken bazı karakterlerin kameraya<br />

bakması dönem filmleriyle ortaklaşan özellikler. Ziyafet sahibinin emrindeki gençler tarandan sıkışrılan<br />

ciddi adamların düştükleri durum, tek konuğun başka sandalyeye geçmesiyle başlayan büyük yer değişrme<br />

telaşı gibi öğeler filmin absürd/taşlamacı kısımlarını oluşturuyor; fakat ziyafee, genç adamın, anlamsız bir<br />

hitap konuşmasına başlaması ve konuştukça Hitlerleşmesi de, Çek Yeni Dalga’nın en yerinde “yavru Hitler”<br />

alegorisi örneklerinden (1) ...<br />

1968’deki Sovyet işgalinden sonra, komünizm için tehlike olarak görülen ve “Sonsuza kadar yasaklılar”<br />

listesine alınan filmde, tüm saçmalığıyla baskıcı bir yönem ve bu yönem alndaki insanların tepkileri<br />

absürd bir şekilde gözler önüne serilir.<br />

(1)<br />

Ayrıca seçkide, Juraj Herz’in Cremator filmi “yavru Hitler” alegorisi üzerine kurulmuştur.<br />

Deniz İşcen<br />

3 Ekim Pazartesi 16:00<br />

17


Firemen’s Ball<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Milos Forman<br />

Senaryo: Milos Forman (senaryo), Jaroslav Papousek (senaryo), Ivan Passer (senaryo), Václav<br />

Sasek (hikaye)<br />

Oyuncular: Jan Vostrcil (Komite Başkanı), Josef Sebánek, Josef Valnoha, Frantisek Debelka<br />

1967 / Çekoslovakya / Çekçe / 71’<br />

Çek yönetmen Milos Forman’ı One Flew Over the Cuckoo’s Nest (1975), Amadeus (1984) ve Man on the<br />

Moon (1999) gibi, klasikler arasındaki yerlerini çoktan almış filmlerinden tanıyoruz. Bu filmleri bizleri<br />

yönetmenin o içten humanistliği ve iğneleyici güldürüsüyle tanışrıyor belki ama Forman’ın neden<br />

gelmiş geçmiş en büyük yönetmenlerden biri sayıldığını anlamak için Çekoslovakya’da çekği son film<br />

olan Firemen’s Ball’u izlemiş olmak gerekiyor sanırım.<br />

Forman’ın da, Çekoslovakya’da yaşarken inkar etmiş olsa da sonradan kabul eği gibi; küçük bir<br />

kasabanın iaiye birliğinin düzenlediği baloyu anlatan Firemen’s Ball’un hikayesi aslında bir komünist<br />

rejim alegorisi. Faaliyetlerinde sürekli aksaklıklarla karşılaşan bir grup iaiye eri üzerinden ülkesinin<br />

çalışmayan bürokrasisini hicveden Forman’ın filmi öyle güçlü bir toplumsal taşlama ki; yapımından<br />

yalnızca 1 yıl sonra, Sovyetlerin 68 askeri müdahalesinin yarağı baskı ortamanın da sonucu olarak<br />

Çekoslovakya’da süresiz yasaklanmış (en azından Sovyetlerin düşüşüne kadar). Ancak Truffaut’nun<br />

uluslararası dağımcılığı üstlenmesi sonucu yurtdışında izlenme rsa bulmuş ve filmin Amerika’da<br />

topladığı takdir Forman’ın Hollywood vizesini hazırlamış.<br />

Forman’ın ilk renkli uzun metrajı olan Firemen’s Ball’un daha ilk karelerinde filmin samimi ve naif<br />

atmosferi kucaklıyor izleyicisini. Bu atmosferin yaramında Forman’ın oyuncuların çoğunu filmin<br />

çekildiği kasabanın sakinlerinden seçmiş olması önemli bir etken elbee. Ayrıca neredeyse gerçek<br />

zamanlı çekilen filmde Forman, yakaladığı doğal oyunculuklarla yarağı; Çek Yeni Dalgası’nın alamet-i<br />

farikası sosyal gerçekçi havaya absürd olanı yedirmesini iyi biliyor. Öyle bir karışım ki bu; dönemin baskıcı<br />

rejimine göndermelerle dolu trajikomik anları izlerken, sistem içinde soluk almaya çabalayan insanların<br />

birey olma mücadelesine şahit olurken gülümseme eksik olmuyor yüzümüzden. Böylelikle ironinin baskı<br />

alnda tutulan ama derdini anlatmak isteyen insanların bir numaralı silahı olduğu aklımızdan çıkmıyor.<br />

Balodaki her olay ironi malzemesi oluyor Forman için. Henüz ikinci sahnede balo için hazırlanan pankart<br />

yanarken çaresiz kalan iaiyeciler olup bitecekler hakkında fikir edinmemizi sağlıyor aslında. Her şey<br />

bip balonun esas nedeni olan ama oluşan kakofonide unutulan “eski şefe hediye verme” merasimine<br />

geldiğinde sıra, dudaklardaki gülümsemeye ağızdaki kekremsi tat eşlik ediyor. Buna rağmen Firemen’s<br />

Ball’un hiçbir sahnesi polik sarlerde görmeye alışğımız karamsarlığa sahip değil. Boğucu sosyalizmin<br />

boyunduruğu alnda, etkisiz polikaların ürünü işlevsiz bir bürokrasi ile yaşamaya mahkum edilmiş<br />

de olsalar, insanlardan umudunu hiçbir zamana yirmeyen ve değişime inanan bir Forman’ın elinden<br />

çıkmış bir film bu çünkü.<br />

<strong>Film</strong>, çekildiği tarihten nerdeyse yarım asır sonra bile mizahi yönünü koruyup, izleyicisini güldürmeyi<br />

başarıyor. Eleşrilerinin yöneldiği rejimler yıkılalı on yıllar geçmiş olsa da hicveği sorunlar günümüzde<br />

de insanların boğuştuğu problemlerden olduğu için, sosyal tespitleri hala geçerli olan Firemen’s Ball;<br />

değerinden hiçbir şey kaybetmeden duruyor karşımızda. <strong>Merkezi</strong>n Çek Yeni Dalgası’nı yeniden keşfe<br />

daldığı şu günlerde Milos Forman’ın kara komedisini beyaz perdede izleme rsanı kaçırmayın!<br />

Hamit Özonur<br />

18<br />

4 Ekim Salı 15:00


Çek Yeni Dalgası<br />

Cremator<br />

Yönetmen: Juraj Herz<br />

Senaryo: Ladislav Fuks<br />

Oyuncular:Rudolf Hrusínský (Kopfrkingl), Vlasta Chramostová (Lakmé / Dagmar), Jana<br />

Stehnová (Zina)<br />

1968 / Çekoslovakya / Çekçe / 95’<br />

Cremator, totaliterizm, faşizm ve soykırımın insanlar tarandan neden ve nasıl kabul edildiğini muhafazakar<br />

bir ailenin tuhaf reisi üzerinden karanlık, rahatsız edici bir üslupla irdeliyor. <strong>Film</strong>, Çek Yeni Dalga’sından tuhaf<br />

ama başlıbaşına orjinal bir yapım. Nazi Almanya’sının tüm Avrupa üzerinde nüfuzunu arrdığı dönemde,<br />

Nazi sempazanlığı 1938 Çekoslovakyası’nda kendini ciddi biçimde göstermektedir. Bu dönemde Prag’da<br />

krematoryumunu işleten Karl Kopfrkingl’ in işleri hayli iyidir. Ailesine, karısına ve işine hayli düşkün<br />

görünen Karl, bir yandan karısının güzelliğine ilfatlar ederken diğer yandan genelev ziyaretlerinden de<br />

geri kalmamasıyla, Tibet ve reenkarnasyon konusunda takınklı konuşmaları, sanat eserleri ve müziğe<br />

düşkünlüğüyle izleyicide tekinsiz bir duyarlılık izlenimi yarayor. Geniş açı çekimler, abarlı derecede kısa<br />

tutulan shotlar karakterin doğasındaki çarpıklığı destekliyor. Yine de pek çok açıdan toleranslı ve açık fikirli<br />

bir portre çizen Karl’ ın, Nazi nüfuzunun artması ve yakın dostlarından birinin Naziler konusunda yapğı<br />

tutkulu konuşmaların etkisiyle zamanla kendisinin ve ailesinin kanı konusunda takınlı hale geliyor. Bunun<br />

yanı sıra, o zamana değin iyi geçindiği Yahudilere yaklaşımı da şüpheci bir hal alıyor. Avrupa’ yı bekleyen bu<br />

köklü polik değişimin bir parçası olmayı istemek, fikirlerine veya kendisine yaklaşımını beğenmediği kişiler<br />

hakkında iraa bulunmak, bunu tüm insanlığa faydalı olmak adına kutsal bir vazife gibi görmek Karl’ ı ve<br />

onun çarpıklığını 1930’lar Avrupa’ sına maledilebilecek abarlı ve mizahi bir sembol yapıyor.<br />

Juraj Herz’ in, deneysel ve sürrealist öğeler içeren The Cremator’u her bakımdan bir acayiplik hissi<br />

yarayor. <strong>Film</strong>in lunaparka yapılan ziyaret sahnesinde, Juraj Herz’in dünyaca ünlü animasyoncu ve<br />

yönetmen Jan Svankmajer ile arkadaşlığının izlerini buluyoruz bir nebze . <strong>Film</strong>in jeneriğinde de böyle bir<br />

benzerliğin izleri var. Bilhassa Terry Gilliam’ ın jeneriklerini andıran cut-out tekniği buna örnek gösterilebilir.<br />

Juraj Herz’ in öğrencilik döneminden beri aktörlüğe ve daha sonra yönetmenliğe olan ilgisine rağmen kukla<br />

eğimi sürdürmesi tüm bu arkadaşlık veya benzerliklere temel oluşturuyor. Yolu yönetmenliğe çıkktan<br />

sonra, Juraj Herz’ in “bağımsız, kendi istediğim gibi çekebileceğim bir filmdi ve bu açıdan kaçırmamam<br />

gereken bir rsa” dediği The Cremator kendi tanımıyla ekspresyonist bir psikolojik-gerilim. Dünya’ nın<br />

pek çok ülkesinde gösterilen filmin Herz’ e yaşağı en büyük tecrübe de bu kısım. Yönetmenin edindiği<br />

izlenime göre; “Prag’da insanlar depresifleş. Slovakya’ da güldüler. Hollanda’da ise film baştan sona bir<br />

komediydi. İtalyanlar filmden sonra doğruca bara giler çünkü ölü yakma onlara göre kabul edilebilir<br />

birşey bile değildi.”<br />

Çekoslovakya’ da komünist sistemin çöküşüne kadar yasaklı kalan The Cremator, totaliterizm<br />

ve faşizmin muhafazakarların içine nasıl sızıp kendini kabul erebildiğini 1930’lar Avrupası ve Nasyonalist<br />

Sosyalizm örneği üzerinden anlayor. Direnmek yerine soykırıma uzanan süreci meşru kılan her türlü<br />

iradeye gerdiği özeleşri filmi, acayiplik derecesinde bir orjinalliğe büründüyor.<br />

Ural Memis<br />

5 Ekim Çarşamba 18:00<br />

19


Loves of a Blonde<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Milos Forman<br />

Senaryo: Milos Forman<br />

Oyuncular: Hana Brejchová (Andula), Vladimír Pucholt (Milda)<br />

1965 / Çekoslovakya / Çekçe / 90’<br />

“Kızlık onuru sadece sözde değildir. Her gün başka erkekle birlikte olursanız, onların size kötü davranması<br />

beklenen bir durum olur. Mutlu olmak isyorsanız ömür boyu seveceğiniz biriyle evlenmelisiniz; ama önce<br />

bunu hak etmelisiniz.”<br />

Sadece genç kadınların çalışğı, şehirden uzak fabrikanın toplan salonunda yaşlı bir kadının, “yoldaş<br />

öğretmenin”, işçilere verdiği bu telkine uymayan isimsiz sarışının ‘hafif’ maceralarını, trajikle komik<br />

arasında gidip gelerek anlayorForman.Anlamyüzeyselaşkhikayeleriylevegünlükhayankomedileriyle<br />

seyrederken; Çek Yeni Dalga’nın yenilikçi, alaycı, formalist, polik karakteriskleri filmin senaryosunda,<br />

mizanseninde, müziğinde, sinematografik tercihlerinde kendini gösteriyor.<br />

Gitarıyla bir süre kameraya bakktan sonra eğlenceli bir aşk şarkısı söyleyen genç kadın; yatakhanede<br />

herkes uyurken parmağındaki hediye yüzüğü anlatan sarışın; ormanda, ağaca asılı krava görüp bunun<br />

yasak olduğunu söyleyen polis memuru; gece vak yatakta, hayvanlar alemi sohbe; Çekoslovak siyasi<br />

haritası üzerinde rütbeli bürokratlarca yapılan asker kaydırma pazarlıkları; “2000 genç kızın çalışğı<br />

fabrikanın civarlarına asker yığmanın tehlikeleri”; bir taşra istasyonunda heyecanla beklenen, orkestrayla<br />

karşılanan tren; askerlerin mekanik adımlarla ve topyekûn söylenen büyük sözlü marşlarla orduya<br />

kalmaları; askeri baloda “çirkin” subayların genç kadınlara kur yapma telaşı… Böyle dağınık başlayan bir<br />

anlamla, klasik sinemanın kişileri/mekanları izleyicinin algısında ilk dakikalardan ibaren anlaşılır şekilde<br />

kurma kuralına aldırmıyor yönetmen.<br />

Anlam, film boyunca ana akımdan daha da uzaklaşıyor. Kadınların masasına yollanacak bir şişe<br />

şampanya için uzun tarşmalar, garsonun yanlış masaya götürdüğü şampanyanın iki masa arasında kıskanç<br />

bakışmalara yol açması, erkeklerle gidip gitmeme kararını vermek için tuvalete giden kadınlar, erkeklerle<br />

birlikte sıkılarak onları beklediğimiz dakikalar, başka bir kene tanımadığı iki yaşlı insanla aynı masada<br />

kısır bir sohbete maruz kalan sarışın, otuz yıldır çalışan babasından çok kazanan genç piyanist, oğlunu eve<br />

gelen sarışından ‘koruma’ telaşıyla yatak odasına kapatan anne, o sarışın yüzünden aynı yatakta yatan<br />

üç kişilik ailenin şikayetleri… Olaylarla ilgili yararlı bilgiler verme işlevi olan diyaloglar, burada anlamı<br />

desteklemiyor; toplumun farklı yerlerinden hayatların günlük ritmini veriyor ve çok düzayak ve çok günlük<br />

kaldıkları için karakterlerin varoluşlarını derinleşriyor: Çok şikayet eden, oğlunu sarışından korumaya<br />

çalışan yaşlı bir ev kadını; pırlanta yüzüğüyle dakikalarca övünen genç kadın işçi; kadınlara yaklaşmak<br />

için arkadaşlarına baskı yapan, kadınların karşısında yeniyetme tavırlarıyla orta yaşlı subay… Ayrıca<br />

film, içinde gelişği akımın alaycı tavrını da -yer yer sinema tarihine gönderme niteliğinde- taşıyor: İlk<br />

sevişmenin, erkeğin kadına “Taciz edilirsen kendini nasıl korursun” diye gösterirken başlaması, yatakta<br />

erkeğin “Picasso kim” diye soran kadına Picasso resimlerinin “saçmalığını” uzun uzadıya anlatması (1) ,<br />

sevişkten sonra bir türlü kapanamayan perdeyle yaralan komedi (2) ; klasik sinemada yatak odasından/<br />

yataktan beklenenin tam aksini veriyor.<br />

Çok da derin olmayan bir aşkın peşinden giden sarışının asıl istediği, o yılların Doğu Avrupa’sında<br />

kadına biçilen rol sonucunda tek pleşrilen yaşansından, fabrika/yatakhane komününden kurtulma<br />

çabası olarak göze çarpıyor. Kitlelerin kısır hayanı tek bir kadın üzerinden gösterip, onun bunu kırma<br />

çabasını anlayor Forman. Bu bakışla film, kadının öğretmen/aile/erkeklerle ilişkilerinin dinamikleriyle<br />

Çek taşrasının günlük hayanın bürokrak, gelenekçi, ideolojik, otoriter sistemine bir eleşri olarak<br />

okunabilir. Bir taşra fabrikasında çalışan, hayalleriyle içinde bulunduğu koşulları çakışan kadının hikayesi<br />

başladığı yerde biyor; iyi hissetmek için söylediğimiz, söylerken inandığımız, kendimizi kandırmak<br />

20<br />

7 Ekim Cuma 18:00


Çek Yeni Dalgası<br />

Loves of a Blonde<br />

istediğimiz o tanıdık yalanlarla.<br />

<strong>Film</strong>in çekimleri ve ses/dekor/ışık gibi mizansen elementleri de Çek Yeni Dalga’nın bazen gerçekçi, bazen sli<br />

öne çıkaran bakışını örnekliyor. Kamera karakterlerin kameraya bakkları kısımlarda kendini belli ederken; uzun,<br />

kesmesiz diyaloglarların bulunduğu kısımlarda kendini unuurarak izleyiciyi gözlemci konumuna koyuyor. Gözlemci<br />

kameranın dışında; basit kıyafetler, (stüdyo çekimlerine rağmen) günlük mekanlar, doğal ışık ve profesyonel<br />

oyuncularla birlikte amatör oyuncuların kullanımı (3) da filmde belgesel havası esriyor. Forman’ın anlamı da<br />

doğrusal dramak gelişimi ya da karakterin gelişimini gözetmiyor; daha çok tümevarım metoduyla, etnografik<br />

belgeselciliğe vardırılabilecek ölçüde, sosyal hayan haritasını çıkarıyor. <strong>Film</strong>in Avrupa’da pop kültür, gençlik,<br />

sosyal tepki, cinsel özgürleşme gibi kavramların taze olduğu yıllarda çekilmesi de bu konularla olan ilişkisini daha<br />

ilginç hale geriyor. <strong>Film</strong>, tüm bu algıların Çekoslovakya versiyonunu sunuyor bir bakıma. Ayrıca Forman genele<br />

varmak için seçği karakteri de çok yönlü işliyor: “ailesiyle sorunlu bir çocuk, cinsel önyargılara ve zorlamalara<br />

maruz kalan genç bir kadın, yönetsel ve polik baskılara boyun eğmeye zorlanan bir işçi (4) ”… Kamera tercihleri,<br />

vücut kısımlarının/ objelerin yakın çekimleri ise filmi, realizmin tam tersi formalist (sli öne çıkaran) bir düzleme<br />

çekiyor. Kravat, gitar, yüzük gibi objelerin film boyunca farklı anlamlarda karşımıza çıkan ‘tuhaf’ kullanımları da bu<br />

anlamda dikkat çekici. Özellikle ev dekorları ise İtalyan yeni-gerçekçiliğiyle benzerlikler gösteriyor.<br />

Yönetmenin ses tercihleri de ilginç. <strong>Film</strong>, kendi müziklerinin çoğunu izleyicinin gözünün önünde üreyor:<br />

Sarışının aşklarından biri olan piyanist, yatakhanedeki gitarlı kadın, askerî orkestra, açık unutulan bir televizyon,<br />

ekranda eş zamanlı film müziği yapıyor.<br />

Tüm bunlarla, Çek Yeni Dalga akımının kült filmlerinden kabul edilen Loves Of A Blonde, sansür yıllarında<br />

filmleri yasaklılar listesine (5) alındıktan sonra 1968’de ABD’ye giden ve orada üretmeye devam eden Forman’ın<br />

dünya sinemasına açıldığı film olarak gösteriliyor. Loves Of A Blonde ile yönetmenin uluslararası fesvallerdeki<br />

yerini sağlamlaşıyor (6) . Dolayısıyla film, Forman’ın ilk işlerinden olması, Çek sinema akımının karakterisklerini<br />

yönetmeninin bakışıyla sentezlemesi, dünyanın farklı anlayışlarından/yerlerinden filmlerle olan ilişkisi ve 60’ların<br />

Doğu Avrupa’sında Çek toplumunun günlük yaşayışının kodlarını sunmasıyla çok boyutlu bir nitelik taşıyor.<br />

Can Sever<br />

(1)<br />

Jean Luc Godard’ın Breathles s(1960)’ındaki yatak diyaloğunu anımsatabilir: “William Faulkner’ı biliyor musun”,<br />

“Faulkner kim, onunla da mı yan”.<br />

(2)<br />

Absürd kısımlar, tekrarlanarak komedi unsuru olan küçük sorunlar Buster Keaton ve Charlie Chaplin filmlerini<br />

anımsatabilir.<br />

(3)<br />

“Sarışın” ve son sekanstaki “anne” profesyonel oyuncular değil.<br />

(4)<br />

Constann Parvulescu. “Milos Forman’s Loves of a Blonde: Pop Culture, Rebellion and Sexual Liberaon in the<br />

Eastern European Bloc”. www.sensesofcinema.com.<br />

(5)<br />

Seçkideki Firemen’s Ball (1967) o yıllarda “Banned Forever” olarak eketlenmişr.<br />

(6)<br />

Oscar ve Aln Küre ödüllerine aday. Ayrıca 2010’da Empire dergisinin “Tüm Zamanların En İyi 100 <strong>Film</strong>i”<br />

listesinde yer buluyor.<br />

21


Lemonade Joe<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yönetmen: Oldrich Lipský<br />

Senaryo: Lipský (senaryo), Jirí Brdecka (roman/oyun/senaryo)<br />

Oyuncular: Karel Fiala (Lemonade Joe), Milos Kopecký (Horác Badman)<br />

1964 / Çekoslovakya / Çekçe / 99’<br />

“What’s good for Kolaloka is good for the law!”<br />

Jiri Brdecka tarandan roman ve yatro oyunu olarak yazılan Lemonade Joe, 1964 yılında Çek Yeni<br />

Dalga’sının kült örneklerinden biri sayılacak harika bir müzikal komedi olarak beyaz perdeye aktarılıyor.<br />

Amerikan vahşi ba filmlerini alaya alan filmin hikayesi 1885 yılında geçiyor.<br />

Vahşi banın onu vahşi ba yapan tüm özellikleri filmde mevcut: haada birkaç kez soyulan<br />

bankalar, tabelaları üzerinde kargalar tünemiş olan sinsi bakışlı mezarcılar, iflah olmaz kovboylar ve tabii<br />

ki kapılarının önlerinde atlar bağlı olan içkili ve danslı salonlar. Bu salonlardan birindeki, kavgadan çok bir<br />

cümbüşü andıran bir karmaşa ile başlıyor film. Şarkıcı Lou’nun sahneye çıkmasıyla tüm salon sevinçten<br />

çıldırıyor. Tüm bu gürültüyü durduran ise kapıdan içeri girdiğinde herkesi susturan Lemonade Joe oluyor.<br />

Baştan aşağı sapsarı kıyafeyle adeta bir süper kahraman, iyilik meleği bir kovboy ve onu gören tüm<br />

kadınları kendine aşık etmeyi başarıyor. Ahlak kuralları ile ilgili broşürler dağıtan baba kızı kötü niyetli<br />

kovboylardan kurtarıyor, banka soyan hırsızları öldürüyor, içkiden nefret ediyor sadece, ismi belli ki<br />

Cola’dan esinlenilmiş, Kolaloka Lemonade içiyor ve Amerikan Vahşi Ba filmlerindeki sessiz kovboyların<br />

aksine şarkı söylüyor.<br />

Joe’ nun içki salonu sahibi Dough Badman ve onun kardeşi sihirbaz Hogofogo’nun nefreni kazanması<br />

uzun sürmüyor. Dahası, kasabalının ark sadece Kolaloka içip ahlakçı baba ve kızı Winnifred Goodman’nin<br />

açğı içkisiz salonda eğlenmeye başlamasıyla rekabet iyice kızışıyor. Kötülerin ve iyilerin savaşı başlıyor.<br />

Lemonade Joe nun bir sürelik yokluğundan yararlanan düşmanları ona hain bir plan hazırlamaya girişiyor.<br />

İnanılması güç derecede saf olan Winnifred’i kaçırıp ona aşık olan Joe’yu yakalıyorlar. Çek Yeni Dalgası<br />

filmlerinin önemli özelliklerinden biri olan toplumsal eleşri bu noktada devreye giriyor; zira Lemonade<br />

Joe’ nun Kolaloka & Sons şirkenin ortağı olduğu ortaya çıkıyor. Böylelikle; amacının içkiyi ortadan<br />

kaldırıp ahlaklı bir ortam yaratmak değil kendi şirkenin çıkarları için viskiyi piyasadan silmek olduğu<br />

anlaşılıyor. Sonrasında Amerikan vahşi ba filmlerindeki gibi akıl almaz gülünç tesadüfler birbiri ardına<br />

yaşanmaya başlıyor; iyiler ve kötüler şirken geleceği için birleşiyor ve yeni bir içki üretmeye karar<br />

veriyorlar: Whiskola!<br />

Edebiyaan sahne sanatlarına ve sinemaya pek çok türde ele alınan hikaye; Amerikan filmlerini, büyük<br />

şirketlerini, bu şirketlerin reklam polikalarını ve toplumunun yaşayış tarzını eleşren müzikal komedi<br />

türünde keyifli bir seyirlik sunuyor. <strong>Film</strong> aynı zamanda sürekli değişen renk ve tonları, hızlandırılmış<br />

dövüş sahneleriyle de dikkat çekiyor.<br />

Merkez’de Çek Sineması başlıklı seçki kapsamında gösterilecek olan Lemonade Joe güldürüsü ve<br />

eleşrisi bol bir film. Çek Yeni Dalga’sına giriş yapmak içinse tatmin edici bir başlangıç niteliğinde.<br />

Damla Taşdemir<br />

22<br />

10 Ekim Pazartesi 18:00


Çek Yeni Dalgası<br />

Intimate Lightning<br />

Yönetmen: Ivan Passer<br />

Senaryo: Ivan Passer, Jaroslav Papousek<br />

Oyuncular: Zdenek Bezusek (Peter), Karel Blazek (Bambas)<br />

1965 / Çekoslovakya / Çekçe / 71’<br />

Milos Forman’ın erken dönem filmlerinin daimi senaris olarak tanıdığımız ve Forman filmlerindeki sinsi<br />

mizahın yaracısı addedilen Ivan Passer’nin çekği ilk film olan Inmate Lightning gömülü hazinelerle<br />

dolu Çek Yeni Dalga’sının başyapıtlardan biri kesinlikle. Kieslowski’nin de kendisini en çok etkileyen 10 film<br />

arasında gösterdiği film, ciddi bir olay örgüsü takip etmeden karakterlerinin gündelik hayatlarına davet ediyor<br />

izleyicisini. Passer, uzun yıllar sonra tekrar biraraya gelen eski arkadaşlar Petr ve Bambas’ın yaşadıklarına<br />

odaklandığı filminde konvansiyonel hikaye anlamına yüz vermiyor. Görüntü yöneminde de minimal<br />

bir üslup tuuran yönetmenin tüm tercihleri amacına hizmet ediyor ve bize, runin yok eği hayalleri,<br />

yaşanılmaktan ziyade katlanılan hayatları ironik bir anlayla sunuyor.<br />

<strong>Film</strong> hiçbir karakterin hikayesinin izleğinde ilerlemiyor. Ivan Passer kamerasını ilgisi çabuk dağılan<br />

bir çocuk gibi kullanıyor; karakterler arasında dolaşıp duruyor. Bambas evlenip çocuk sahibi olmuş bir<br />

müzik hocası, aynı zamanda bir orkestrada keman çalıyor, zaman zaman da babasıyla cenazelerde müzik<br />

yapıyorlar. Petr da hayallerinin peşinden şehre gitmiş ama hala hayana belli bir yol çizememiş bir çellist.<br />

İlk karşılaşmalarından ibaren ortak hazalarından kaybolan izleri aradıklarını anlıyoruz. Araya giren yıllar<br />

kadar şeçkleri hayatlar da aşılması güç mesafeler koymuş iki müzisyen dostun arasına. Neredeyse tuğla<br />

tuğla yapğı evden başka gayesi kalmamış gözüküyor Bambas’ın; Petr’sa çocuk kalmış ruhuyla hayan<br />

sırna yükleyeceği sorumluluklardan kaçabileceğini umuyor. Eski samimiyetlerini tek bulabildikleri anlar<br />

enstrümanlarını ellerine aldıkları anlar oluyor. Her şeyi unutup yeniden o haşarı gençler oluyorlar; önlerinde<br />

kocaman bir ihmaller denizi olan, gelecekten umutlu gençler. Bambas’ın babası bile çalgısı elindeyken<br />

başka bir insana dönüşüyor veya annesi eski akrobatlık günlerinden bahsederken. Ancak hiçbiri dilediği,<br />

özlemini duyduğu haya yaşayamıyor. Hepsi boğucu hayatlarında kısılı kalmışlar. Geçmişlerinin buğusunda<br />

gelecek kaygısıyla geçiriyorlar günlerini. Sabretmek, tahammül etmek zorundalar, ama ne için sabrediyorlar<br />

bilmiyorlar, ya da hiçbir şey olmayacağını bildikleri için sabretmek zorundalar. Bu bağlamda filmin absürd<br />

finali de anlam bütünlüğünü çok iyi sağlıyor. <strong>Film</strong> hikayeden ziyade küçük anekdotlar üzerinden ilerlediğinden<br />

bir climax’ten bahsetmek güç. Yine de; Petr ve Bambas’ın gece boyu içip içlerini döktükleri ve sonunda<br />

sadece enstrümanlarını alıp (pijamalarını bile değişrmeden) hayatlarından kaçmak isteyerek yolda otostop<br />

çekmeye çalışkları sahne climax olarak nitelendirilebilir. Passer’in oradan, kapısını kitleyen Bambas’a yapğı<br />

kesme de karakterlerin kapana kısılmışlığını perçinler cinsten.<br />

Forman gibi Çekoslovakya’dan kaçktan sonra Hollywood’da film çekmeye başlayan Ivan Passer daha<br />

sonra çekği hiçbir filmde Inmate Lightning’teki başarısını tekrar edemedi. Ancak sinema tarihindeki en<br />

etkileyici finallerden birine sahip bu cevheri bizlere kazandırmış olması bile onu en iyiler arasında saymamıza<br />

yeter de artar sanırım. Tekrar tekrar bahsedip tadını kaçırıyor olmak pahasına sadece finali için dahi izlenmesi<br />

gereken bir film olduğunu söylemeliyim Inmate Lightning’in.<br />

Hamit Özonur<br />

14 Ekim Cuma 18:00<br />

23


Kısa <strong>Film</strong><br />

MAFM FİLM YAPIM ATÖLYELERİ<br />

Bu atölyelerden ilki, Kısa <strong>Film</strong> Salgını, biğinde tam 44 film ürelmiş. Süre olarak en uzun film<br />

4 dakikayı geçmiyordu ama daha önce sinema eğimi almamış 30 kadar kalımcı kendi yazdıkları<br />

hikayelerin filme dönüşme sürecini tecrübelemiş.<br />

İkinci atölye Spontaneous <strong>Film</strong> Reacon, ikinci yarıyıl başladı. 30 kalımcıyla başlayan atölye sonunda<br />

on alsı Yorum <strong>Film</strong>leri uygulamasına ait 27 film üreldi.<br />

İki dönem boyunca süren atölyeler sonunda bazı kalımcılar sinemayla olan ilişkilerini sürdürdüler.<br />

Ahmet Onur Yıldız, Suat Gündoğdu, Evren Erdem ve Yaşar Arif Karagülle atölyeler süresince veya<br />

sonrasında atölye filmlerinden bağımsız projelerini hayata geçirdiler. Ayrıca Atölyeler “34 milimetre”<br />

adında 6 kişilik bir sinema topluluğunun da oluşmasına ön ayak oldu. Topluluk Haziran-Eylül ayları<br />

arasında 3 kısa metraj ve 1 uzun metraj film üre.<br />

30 Eylül 2011 Sinefil gösteriminde yer alan 4 film bu grubun dolayısıyla atölyelerin sonucunda çekilmiş<br />

filmlerdir.<br />

SENDROM<br />

Yönetmen: Suat Gündoğdu<br />

Senaryo: Suat Gündoğdu<br />

Oyuncular: Merve Yıldız, Raye Askın 2011/ Türkiye /Türkçe/ 12 dk<br />

Tamamı siyah-beyaz çekilen 12 dakikalık bu gerçeküstü hikaye, ablasını kaybeden genç bir kızın<br />

yapabileceklerinin sınırlarını araşrıyor.<br />

Evine gelen anketör kızı öldürüp diğer öldürdüğü cesetlerin arasına koyan genç kız, hemen ertesinde<br />

içği esrarın etkisiyle hayali arkadaşlarına evsahipliği yapıyor, yakın zamanda kaybeği ablasıyla<br />

konuşuyor. Gerçeklik-hayal denkleminin kolayca değişrilebileceği film, Bergman’ın Det Sjunde<br />

Inseglet’ini (1957) harlatan ilginç bir pazarlık sahnesine de sahip.<br />

KÖKLER<br />

Yönetmen: Ahmet Onur Yıldız<br />

Senaryo: Ahmet Onur Yıldız<br />

Oyuncular: Yavuzhan Doğan, Murathan Muslu, Gülçin Çakır 2011/ Türkiye/ Türkçe/ 21 dk<br />

<strong>Film</strong>in rastlanlarla dolu hikayesi, içiçe geçmiş ve birbirlerini etkileyen insanlar ve onların hikayelerine<br />

odaklanıyor. Ahmet Onur Yıldız’ın yazdığı senaryo, on-dokuz yıllık bir lanen sırrını araşran bir<br />

adamın hikayesi.<br />

KALAN<br />

Yönetmen: Evren Erdem<br />

Senaryo: Evren Erdem<br />

Oyuncular: Merve Özgüle, Umut Özbağcı, Orhan Aydoğdu, Çağrı Aydoğdu 2011/ Türkiye/ Türkçe/ 8’<br />

Sabah tek başına uyanan adam, bilmediğimiz bir yere gitmek için hazırlanmaya başlar. Aklına gelen<br />

her olay adam ve yapkları hakkında bir gerçeği açıklar.<br />

24<br />

ÜSTÜMÜZDEN GEÇTİ BULUT<br />

Yönetmen: Yaşar Arif Karagülle<br />

Senaryo: Yaşar Arif Karagülle<br />

Oyuncular: Ahmet Emir Korur, Murathan Muslu 2011/ Türkiye/ Türkçe/ 15 dk<br />

Doğduğu topraklara geri dönen Cengiz, babasının harası, geçmişi ve olası geleceği ile yüzleşmek<br />

zorundadır ama herşeyden önce hesap vermesi gereken bir amcası vardır. Bir insanın kendi ölümünü<br />

dahi kabul edip kucaklayabileceğini gösteren etkileyici bir hikaye.<br />

Karadeniz’in eşsiz doğasında gerçek mekanlarda çekilen film, Çernobil faciası nedeniyle ölen,<br />

hastalanan, masum Karadeniz insanlarının hikayelerini anlatıyor.<br />

30 Eylül Cuma 18:00


Kısa <strong>Film</strong><br />

2010-2011 Öğrem Yılında <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>’nde Kısa <strong>Film</strong> Salgını ve Spontaneous <strong>Film</strong> Reacon<br />

atölyelerinde çekilmiş filmlerden oluşan on iki filmlik seçkide, farklı alanlarda öğrenim gören öğrencilerin<br />

ilk çekkleri filmler gösteriliyor. Daha önceki atölye kalımcılarının da misafirliğiyle, çekilen filmler masaya<br />

yarılıyor.<br />

Gösterim 3 Ekim’deki yeni film atölyesinin tanışma toplansının ardından başlayacak. Yeni atölye<br />

hakkında detaylı bilgi için alicaglarozkan@gmail.com ve ercn.akkaya@gmail.com adreslerine mail<br />

atabilirsiniz.<br />

PAZAR GÜNÜ/ ŞEBNEM ERİNÇ<br />

2’49’’ KURMACA 2011 HD<br />

Hayanı muakta geçiren bir kadının bütün bir pazar günü neler yapklarını anlatan, diyalogun olmadığı<br />

naif bir film.<br />

TEMAS/ GÖKÇE UYAR, CEM BÜYÜK<br />

4’40’’ BİYOGRAFİK 2011 HD<br />

Gerçek bir hikayeye dayanan, geri dönüşler üzerinden ilerleyen, özgün müzik kullanımının çok başarılı<br />

olduğu güzel bir film.<br />

EY EDİP ADANA’DA PİDE YE/ CANER ÖZTÜRK<br />

3’06’’ KURMACA 2011 DV<br />

Tüm atölye filmlerinin en gevezesi olan film, iki arkadaşının sinema yapma çabasının varoluşsal bir<br />

sorgulamaya dönüştüğü eğlenceli bir film.<br />

LEKE / TUĞBA ÇELİK<br />

2’03’’ DENEYSEL 2010 DV<br />

Tuğba Çelik’in deneysel filmi atölye kalımcıları tarandan çok sevilip, çok övülmüştü. Her yere işlemiş ve<br />

bir türlü söküp alamayan Leke’nin ne anlatmak istediğini sanırım her seyreden kendi haya üzerinden<br />

yorumluyor.<br />

SOKAK / SUAT GÜNDOĞDU<br />

1’35’’ KURMACA 2010 DV<br />

Sinema macerasına kendi yazdığı filmlerle devam eden Suat Gündoğdu’nun ilginç jeneriği filmin önüne<br />

geçen hikayesi… Plan-sekans çekilen Sokak, tabir-i caizse avını bekleyen bir avcıya odaklanıyor, bir sokak<br />

lambasının alnda bekleyen “Tekinsiz” karakter yalnız yürüyen bir kadının peşinden ilerliyor, film kadının<br />

çığlığıyla son buluyor.<br />

BİPOLAR / AHMET ONUR YILDIZ<br />

2’50’’ KURMACA 2010 DV<br />

İlk atölyenin kapsamında çekilen filmlerde verilen sürenin kısa olması nedeniyle genelde plan ve sahne<br />

sayısının makul derecelerde tutulduğu görülüyor, Ahmet Onur Yıldız’ın Bipolar’ı ise birçok farklı sahneden<br />

ve plandan oluşuyor. Uygulamanın bu açıdan en kapsamlı yapımı olan Bipolar, film içinde film diye<br />

özetlenebilir. Bir grup öğrencinin film çekme uğraşını değişik bir mizah anlayışla sunan Bipolar, ilginç ve<br />

yönetmenin anlamamıza izin vermediği bir finalle son buluyor.<br />

KAYIT / ÇAĞLAR KÖSEOĞLU<br />

1’55’’ KURMACA 2010 DV<br />

<strong>Film</strong> alışılmadık bir tarzla, kahramanları tarandan çok önemli addedilmiş bir olayın izlenimlerini seyirciye<br />

başkişiyle yapılan bir röportajla sunuyor. Sorulan basit sorular olay hakkında hiç bilgi vermezken seyircinin<br />

3 Ekim Pazartesi 18:00<br />

25


Kısa <strong>Film</strong><br />

KARŞILAŞMA / RAYE AŞKIN<br />

1’13’’ KURMACA 2010 DV<br />

Yalnız başına yürüyen bir kadın, takip edildiğini hisseder, dönüp arkasına bakar, kimse yoktur,<br />

karşılaşacağı kişi ondan önce davranmışr, yolun diğer tarandan kadının önüne çıkar.<br />

Karşılaşma sinemada sıkça kullanılan bir tema üzerinden yalın kısa bir film çıkarıyor, aynı zamanda<br />

filmin yönetmeni olan oyuncunun başarılı bir performans sergilediğini ve kameraya çok yakışğını not<br />

düşmek gerekir.<br />

BACK IN BLACK / DUYGU ÖZBAĞCI<br />

2’30’’ KURMACA 2010 DV<br />

Adını AC/DC’nin bir şarkısından alan film detaylar üzerinden ilerleyen naif ve ilginç bir mizah sunuyor.<br />

<strong>Film</strong>in müzik kullanımı ve bu kullanımın başarıyla hikâyeye yedirilmiş olması ilk anda göze çarpanlar,<br />

buna tabii ki filmin tek oyuncusunun bu garip hikâye içinde sırıtmayan doğal oyunculuğunu da eklemek<br />

gerekir. Duygu Özbağcı’nın filmi sanırım seyircinin en çok eğleneceği filmlerin başında geliyor.<br />

KİMLİK / GÜLCE ŞAFAK ÖZDEMİR<br />

0’33’’ KURMACA 2010 DV<br />

Kimlik insanlara ve onların toplumsal ilişkilerine dair bir hikâyeyi 33 saniye gibi akıl almaz bir kısalıkta<br />

perdeye yansıtan çok başarılı bir film. Yönetmen sadece iki plan ve üç oyuncuyla çok başarılı bir şekilde<br />

toplumsal önyargıları, bireyler arasındaki ileşimsizliği anlayor. <strong>Film</strong>in fikir olarak başarısı oyuncuların<br />

performanslarıyla da çokça zenginleşmiş. Kimlik bu özellikleriyle seçkide yer almayı en çok hak eden<br />

filmlerin başında geliyor.<br />

İKİLEM / DEFNE MUDUN<br />

2’04’’ KURMACA 2010 DV<br />

Bankamakte hesabına para yağını gören genç bir oyuncu adayı, telefonunu açar. Arayan güvendiği,<br />

tanıdığı bir yakınıdır. Parayı o yarmışr, ama bir beklensi vardır.<br />

Esprili bir dille toplumsal ilişkilere yönelen İkilem kendisini seyrermeyi ve merak uyandırmayı<br />

başaran bir film olmuş.<br />

SPONTANEOUS FILM REACTION YORUM FİLMLERİ<br />

8’07’’ KURMACA 2011 DV<br />

Spontaneous <strong>Film</strong> Reacon <strong>Film</strong> Yapım Atölyesi’nin temel çasını oluşturan bu uygulama için, her<br />

kalımcıya aynı konsepte dair bir men verildi. Bir kadın ve bir erkek, bir ilişki yaşıyorlar ve kalımcılar<br />

bu ilişkinin ayrılma sahnesini çekecekler. 7 farklı replik üstünden istediklerini seçen kalımcılar, kendi<br />

bakış açılarıyla bu sahneyi yorumladılar. Bazısı kadının ayrılmasını, bazısı erkeğin ayrılmasını doğru<br />

buldular ve seçkleri replikleri söyleler. Kalımcılar hikayede çok sınırlı değişkenlere müdahele<br />

edebilmelerine rağmen birbirinden çok farklı filmler ortaya çıkardılar. Bazı filmler tek plandan ve birkaç<br />

saniyeden oluşuyor, bazılarında sadece tek bir kelime diyalog kullanılıyor.<br />

Bu ilginç uygulama yönetmenin bir filmin sahibi olduğunu bize tekrar harlayor. 8 dakikalık bir<br />

süreçte 16 farklı kişinin aynı olaya bakışını görüyoruz ve onlara dair ilginç bilgiler ediniyoruz.<br />

Evren ERDEM<br />

26


Moderatör : <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong><br />

6 Ekim Perşembe 18 00<br />

Nuri Bilge Ceylan Söyleşisi


Kasaba<br />

Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Cemil Kavukçu<br />

Oyuncular: Muzaffer Özdemir (Mahmut), Emin Toprak (Yusuf)<br />

2002 / Türkiye / Türkçe / 110’<br />

Nuri Bilge’nin Çehovesk bir anlamla bezeli ilk uzun metraj filmi Kasaba, Nuri Bilge Ceylan’ın doğum<br />

yeri olan Çanakkale’deki küçük bir ailenin bireylerini işliyor. Eski bir fotoğrafçı olan Nuri Bilge ilk kısa<br />

filmi Koza (1995) ile Cannes’a gitmesinin ardından; aynı kasabada, yine kendi aile bireylerini kullanarak<br />

çekği filminde bu kez daha geniş ve daha parçalanmış bir aileyi taşıyor ekrana. Taşra Üçlemesi’nin ilk<br />

filmİ olan Kasaba’da, üçlemenin diğer filmlerinde de benzer bir karakterle ve Saffet ismiyle oynayacak<br />

olan Mehmet Emin Toprak başrolde oynuyor.<br />

<strong>Film</strong>, esas olarak dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde; ailenin kızı Asiye bir yandan zor<br />

koşullarda okula giderken diğer yandan sosyalleşme sıkınlarıyla haya tanımaya başlar. Mevsimlerden<br />

kışr ve kar her şeyin üzerini örtmüştür. İkinci bölümde ise Asiye, kardeşi ile birlikte etraflarındaki doğayı<br />

tanımaya çalışır; bir anlamda can sıkınsından kurtulmanın bir yoludur bu. Mevsimlerden bahardır ve<br />

etraflarını çevreleyen yeşil doğa onlara hapishane gibi gözükmeye başlamışr. Asiye’nin küçük kardeşinin<br />

bir kaplumbağayı yok yere öldürmesinin sebebi de yine bu hisr. Bir sonraki sahnede Saffet de buna<br />

değinecekr; “Sağa baksan ağaç, sola baksan ağaç. İnsan burada nasıl sıkılmasın…”<br />

Üçüncü bölümde tüm aile bireyleri ateşin başına geçğinde, ailenin tüm sırları konuşulmaya<br />

başlanıyor. Bu bölümde uzun ve sürekli konuşmalar olsa da bunların bir diyalog oluşturduğundan<br />

bahsetmek güç. Konuşmalar daha ziyade birbiriyle ilişkisiz monologlar halinde. Dede bir köşede I. Dünya<br />

Savaşı anılarını anlar, hayat pahalılığından dem vurur ve en sonunda her şeyi inanca bağlar. Ailenin<br />

tek okumuş kişisi olan ‘baba’ ise Büyük İskender’i anlar; komutanlardan, giği Amerika’dan bahseder<br />

durur. Konuşmaları ve tavrı oldukça rasyoneldir. Mehmet Emin Toprak’ın canlandırdığı Saffet karakteri<br />

ise askerden uzun zaman önce dönmüş, fakat hayanda bir düzen kuramamışr. Haya boş ve anlamsız<br />

olarak algılar. Kasaba onun için bir hapishaneden farksızdır. Saffet, nihilizmi temsil eder.<br />

Dördüncü bölümde ise herkes evdedir. Çocuklar büyüklerin bu duygularını anlamaya, bir özdeşim<br />

kurmaya çalışırlar. Sakin bir bölümdür. <strong>Film</strong> Asiye’nin elini bir ırmağa sokmasıyla son bulur. Irmak neyi<br />

temsil ediyordur, akıp giden zamanı mı berraklığı mı yoksa kaderi mi<br />

Saffet karakteri ile okumuş baba karakterinin çaşması, yönetmenin öteki filmlerinde de var olan<br />

bir unsur. Rasyonellikle nihilizmi çaşran Nuri Bilge, filmde bir olay anlatma amacı gütmez. Çehov gibi<br />

bir durum öyküsü anlar bize. Birbiriyle sağlam bir diyalog kuramayan, ancak birbiriyle çaşamayacak<br />

kadar da yorgun ve bıkkın bir ailenin tasviridir bu. Yönetmen karakterlerin ruh halini kelimelerle değil,<br />

etraflarındaki dünyanın öğelerini kullanarak vermeyi seçer. Saffet’in lunaparka gitmesi, Asiye’nin<br />

kardeşinin kaplumbağayı ters çevirmesi, annenin kiraz ağacında gördüğü yılan, sının ortasında uçan<br />

tüy, sınıa okunan ‘aile’ konulu okuma parçası, mevsimlerin değişmesi, meyve vb. küçük detaylar<br />

seyirciye karakterlerin ruh hallerini farklı bir üslupla sunar. <strong>Film</strong>deki konuşmaların çoğu üçüncü kısımda<br />

olsa da karakter tasvirleri film boyunca devam eder.<br />

Burag Peksezer<br />

28


Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Mayıs Sıkıntısı<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan<br />

Oyuncular: Muzaffer Özdemir(Muzaffer), Emin Toprak<br />

1999 / Türkiye / Türkçe / 130’<br />

Anton Çehov’a göre: “Her şey basit olmalıdır... Tümüyle basit... Teatral olmamakr esas olan.”. Nuri<br />

Bilge Ceylan; Antalya <strong>Film</strong> Fesvali’nden en iyi yönetmen, en iyi ikinci film, en iyi laboratuvar ve jüri<br />

özel ödülleriyle dönen Mayıs Sıkınsı’nı Çehov’a adıyor. Mayıs Sıkınsı’nda da her şey pkı Çehov’un<br />

anlamındaki gibi oldukça basit, saf, gösterişsiz ve yalın.<br />

Nuri Bilge Ceylan Mayıs Sıkınsı’nda ilk filmi Kasaba (1997)’nın çekim hikayesini ve ailesini<br />

kamera karşısına geçirirken yaşadığı süreci tasvir ediyor. <strong>Film</strong> içinde film çekilirken, Mayıs Sıkınsı’nın<br />

kahramanlarının gerçekten de yaşamın kendisinden bir kesit sunduğu hissediliyor. Bunda Nuri Bilge<br />

Ceylan’ın anne ve babası da dahil olmak üzere yerliyi filmine taşıması etkili.<br />

Mayıs Sıkınsı, oldukça ‘gerçek’ bir film. Varolanı farklılaşrmak için özel bir çaba harcamıyor,<br />

olanı sadece olduğu gibi gösteriyor. Her şeyin az ve öz olarak anlalmasına karşın; film izleyici üzerinde<br />

oldukça yoğun bir etki bırakıyor. İzleyici; filmden bir karaktermişçesine monotonluğun, yılgınlığın ve<br />

bıkkınlığın; ‘mayıs sıkınsı’nın alnda kalıyor.<br />

<strong>Film</strong>, kır insanlarının kenen uzak yaşamlarının portresini çizerken, doğa ve doğalın yalınlığı<br />

ön plana çıkarlıyor. Çanakkale dolaylarındaki bir kasabada şekillenen öykü, gerçek Türkiye’nin kır<br />

insanının günlük yaşamından, hayallerinden ve hayal kırıklıklarından bir kesit sunuyor.<br />

<strong>Film</strong>in öyküsü, sınırlı sayıdaki karakter üzerinden döndürülüyor. Bir yanda Muzaffer, çocukluğunun<br />

geçği kasabada film çekmeye çalışırken; diğer yanda Muzaffer’in babası Emin, arazideki ağaçların<br />

kesilmesini önlemeyi kendisine hayat amacı seçip, kadastroculara karşı savaşını kazanmayı hedefliyor.<br />

Üniversite sınavını bir türlü kazanamayan Saffet ise İstanbul’a gidip iş bulduğunda kendi ayakları<br />

üzerinde durabileceği yanılgısını taşıyor. <strong>Film</strong>in küçük karakteri Ali de müzikli saat alma hayali için<br />

‘yumurta’sına güveniyor. Mayıs Sıkınsı’nda adeta kişilik kazanan ‘yumurta’, izleyicinin odak noktası<br />

haline geliyor. Ali, müzikli saat hayalini gerçekleşrmek için kırk gün boyunca kırmadan cebinde<br />

yumurta taşıma sorumluluğunu alıyor. Böylece yumurta; sorumluluğun, sabrın, emeğin ve dürüstlüğün<br />

sembolü haline geliyor.<br />

Mayıs Sıkınsı, karakterlerin hayat amaçlarını gerçekleşrmeye çalışırken; etrandakilere<br />

karşı kayıtsız ve duyarsız kalmasını, birbirleriyle empa kuramamasını anlayor. Nitekim Muzaffer,<br />

babasının hayat amacına değer vermeyip hep devlen ‘taranı tutarken’; babası da Muzaffer’in ‘para<br />

eden bir film’ çekemeyeceğini düşünüyor.<br />

Mayıs Sıkınsı, Nuri Bilge Ceylan’ın önemli filmlerinden. Hem Nuri Bilge Ceylan sinemasından bir<br />

örnek izlemek hem de yönetmenin kurduğu atmosferi deneyimlemek için iyi bir seyir.<br />

Burçak Baş<br />

29


Uzak<br />

Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Cemil Kavukçu<br />

Oyuncular: Muzaffer Özdemir (Mahmut), Emin Toprak (Yusuf)<br />

2002 / Türkiye / Türkçe / 110’<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba (1997) ve Mayıs Sıkınsı (1999)<br />

filmlerinin ardından Taşra Üçlemesi’nin son filmi olan<br />

Uzak (2002) ile var olmanın sadeliği içinde kent-kasaba<br />

çaşmasının kişiler üzerindeki yansımasını anlayor.<br />

<strong>Film</strong> İstanbul’a giden karlı yollarda Yusuf’un<br />

görülmesiyle başlıyor. Herhangi bir vasfa sahip olamamış<br />

ve filmin pek çok kez değineceği 2001 krizi sebebiyle işten<br />

çıkarılmış Yusuf’un uzaklara gitme isteğinin ilk karesidir bu<br />

görüntü.<br />

Yusuf, İstanbul’u kendisine liman olarak belirlerken<br />

koca şehirde kalacak yer olarak da uzak akrabası<br />

Mahmut’un evine gider. Mahmut ise geçmişine dair tüm bağlarından uzaklaşmış bir şekilde reklam<br />

fotoğrafçılığı yaparak İstanbul’da yaşamaktadır.<br />

Yusuf’un Mahmut’un evine yerleşmesiyle birlikte kent-kasaba çaşması da daha belirgin hale<br />

gelmeye başlar. Bunun en gözle görünür durumu, aynı kasabadan gelmiş olan Mahmut’un büyük<br />

şehirde tutunabilmek adına verdiği savaş karşısında Yusuf’un vasıfsız ve rahat halidir.<br />

Yusuf, liman olarak belirlediği İstanbul’dan uluslararası gemilerde çalışma düşüncesiyle ayrılıp<br />

dünyayı gezmek istemektedir. Ama kriz, koskoca bir geminin karaya vurması imgesi alnda bu alanda<br />

da kendisini hissermişr.<br />

Mahmut’un flu özel yaşamının sonucu olan yalnızlığı, oturduğu koltuktan kullandığı arabasına<br />

kadar yansımışr. Bu yalnızlığın içinde kendisine yer bulmaya çalışan Yusuf’un her davranışı olumsuz<br />

bir tepkiyle karşılanır.<br />

<strong>Film</strong>de uzak kavramı pek çok farklı noktadan ele alınabilir durumda. Yusuf’un uzaklara gitme<br />

isteği bunlar arasında en göze çarpanı. Uzak kavramının bir başka ele alınış şekli ise Tarkovsky gibi bir<br />

yönetmen olmak isteyen entelektüel fotoğrafçı Mahmut’un hayallerinden uzaklaşıp para için reklam<br />

fotoğrafçılığı yapması. İki akrabanın aynı evde yaşamalarına rağmen aralarına kapılar koymaları bize<br />

ilişkisel uzaklığı da göstermektedir.<br />

Uzak, bir çok açıdan Michelangelo Antonion’nin Blow-Up (1966) filmini anımsatmakla beraber; alt<br />

men olarak Nuri Bilge Ceylan’ın otobiyografik hikayesini anlatmaktadır.<br />

<strong>Film</strong>de uzun tek plan çekimler ve kameranın gözlemci pozisyonunda olması, karakterler üzerinde<br />

objekf yargılarda bulunmamıza yardımcı oluyor. Ve bu tek plan çekimler Ceylan’ın fotoğrafçı kişiliği ile<br />

birleşince takdire şayan görüntüler ortaya çıkıyor.<br />

Görüntüler üzerindeki hassasiyeni ses konusunda da gösteren yönetmen; rüzgar, dalga ve vapur<br />

sesleriyle melankolik anlamına kasve de ekliyor. Hiç kullanılmayan müziğin ve minimum seviyede<br />

tutulan diyaloğun eksikliği ise hissedilmiyor.<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes <strong>Film</strong> Fesvali Büyük Jüri Ödülü (2003) ile taçlandırılmış, Aln Portakal<br />

<strong>Film</strong> Fesvali En İyi <strong>Film</strong> (2002), İstanbul <strong>Film</strong> Fesvali En İyi <strong>Film</strong> (2003) gibi yurçi ve yurtdışında pek<br />

çok ödül almış olan filmi Uzak (2002), Türk sinema tarihinde Yılmaz Güney’in Yol (1981) filminden sonra<br />

Cannes <strong>Film</strong> Fesvalinden ödülle dönen ilk film.<br />

Uzak filmi hakkında söylenebilecek en üzücü durum ise filmdeki performansıyla Cannes <strong>Film</strong><br />

Fesvali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen Mehmet Emin Toprak’ın ödülünü alamadan<br />

hayata veda etmesi olmuştur.<br />

Kaan Cansever<br />

30


Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

İklimler<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan<br />

Oyuncular: Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan<br />

2006 / Türkiye,Fransa / Türkçe / 97<br />

Dengesini kaybetmiş bir ilişkinin sorunlu yolculuğu<br />

üzerinden ilerleyen İklimler, bu ilişkinin kopmaya yüz tutmuş<br />

gidişanı, başka bir deyişle ikliminin değişimini anlatan bir<br />

film. Havaların serinlemeye başladığı yaz sonu güz başı bir<br />

zamanda Kaş’ta başlayan filmde, İsa ve Bahar’ın yolunda<br />

gitmeyen birlikteliklerinin hikayesi, kara bir kışın yaşandığı<br />

karlarla kaplı Ağrı’ya kadar uzanıyor.<br />

İklimler, Bahar’ın İsa’ya zoraki bir gülümseyişiyle,<br />

sonrasında onu uzaktan izlerken gözyaşlarını tutamayışıyla<br />

başlayıp, aralarındaki problemli ilişkiyi odağına alarak<br />

ilerliyor. Yazın sonlarında, mevsim dönerken başlayan<br />

film, İsa ve Bahar’ın birlikteliklerinin atmosferinin de<br />

değişeceğinin işareni seyirciye hisseriyor. Kaş’ta geçen ilk bölümde, İsa’nın Bahar’a söyleyemediklerini<br />

kendi kendine iraf eği prova sahnesinde ve Bahar’ın sahilde gördüğü kabus sahnesinde, film bu ilişkinin<br />

değişen dinamiğini çarpıcı bir biçimde, daha baştan gözler önüne seriyor. Yine bu bölümün sonunda, Bahar’ın<br />

motorsiklet kullanan İsa’nın gözlerini kapap kontrolünü kaybedişine sebep oluşunu, ikisinin de aralarındaki<br />

ilişkinin hakimiyeni kaybedişinin bir metaforu olarak yorumlamak çok da zor değil. Haa ilişkilerinin çoktan<br />

kendilerinin olmaktan çıkğını, peşine takıldıkça onları daha da yalnızlaşrdığını söyleyebiliriz.<br />

<strong>Film</strong>in İstanbul’da devam eden bölümünde, İsa yoluna Bahar olmadan devam ediyor. İsa’nın muğlak<br />

hislerine tanık olduğumuz bu kısımda, onun huzursuzluğunu yer yer gökgürültüsünün eşliği ile görmek, pkı<br />

yağmurlu ve rüzgarlı havaların mevsimi iyiden iyiye kışa çevirişi gibi İsa’nın kendi iç dünyasının; ruhunun<br />

ikliminin de değişği anlamına geliyor. İsa’nın karlarla kaplı Ağrı’ya gidişi ise kışın ardından baharın gelmesi<br />

için alan belirsiz bir adım, meçhul bir yolculuk olarak yorumlanabilir.<br />

İklimler’i Nuri Bilge Ceylan filmografisinde biraz farklı bir konuma oturtmak mümkün. Taşra<br />

Üçlemesi’ndeki karakterlerin mutsuzlukları, sıkışmışlıkları ve yalnızlıkları üzerinden ortaya çıkan kentsel<br />

ve kırsalın yarağı çaşma ve ikilem, İklimler’de karşımıza çıkmıyor. Çevrenin sosyal ve kültürel yapısının<br />

karakterler üzerindeki etkisi bu kez geri planda. Bu bağlamda, üçleme filmlerine nazaran İklimler’in –Nuri<br />

Bilge Ceylan’ın da belirği gibi- herhangi bir ülkede geçebilecek, mekana bağlı olmayan bir film olduğu<br />

söylenebilir. Üç Maymun (2008)’daki olay örgüsünü ve daha yüksek tempoyu düşünürsek de İklimler’in daha<br />

içe dönük, daha sakin bir film olduğu sonucuna varmak mümkün. Fakat en nihayende minimal yapısıyla,<br />

fotoğraf esteğine sahip sahneleriyle, Nuri Bilge Ceylan’a has anlam diliyle İklimler’in, yönetmenin<br />

yarağı ve tüm sinema çevrelerince takdir edilen auteur sinemanın bir parçası olduğunu belirtmek gerek.<br />

Mehmet Taner Demir<br />

31


Üç Maymun<br />

Nuri Bilge Ceylan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal<br />

Oyuncular: Yavuz Bingöl (Eyüp), Hatice Aslan (Hacer), Ahmet Rifat Sungar (İsmail)<br />

2008 / Türkiye, Fransa, İtalya / Türkçe / 109’<br />

Zaman zaman melodrama göz kırpan yapısı, Antonioni-vari dokunuşlar barındıran senaryosu ve kara film<br />

mofleri taşıyan görselliğiyle tam bir tür kırması Üç Maymun. Hemem hemen her filminde büyüleyici<br />

bir görsel dünya yaratmayı başaran yönetmen ark biçimsel olgunluğun sınırlarında dolaşıyor. Her biri<br />

tablo niteliğindeki kadrajlar, close-up ve plan sekansların ustalıklı kullanımları, küçücük bir evde dahi<br />

bulunan inanılmaz kamera açıları ve filmin atmosferine en büyük katkıyı sağlayan gri, kırmızı ve yeşilin<br />

baskın olarak kullanıldığı renk pale; hepsi Ceylan’ın yönetmenlik başarısına işaret ediyor. Tüm bunların<br />

yanında olağanüstü ses işçiliğini de göz önünde bulundurduğumuzda Cannes jürisinin, verdiği En İyi<br />

Yönetmen Ödülü’nde ne kadar haklı bir karar aldığını anlamak güç değil.<br />

Üç Maymun, mensel boyua da en derin filmi Ceylan’ın. İsmini şahit oldukları kötülükler karşısında<br />

körü, sağırı ve dilsizi oynayan Konfüçyüs’ün “üç maymun”undan alan filmde ihanet, şüphe ve inkam<br />

hikayenin odağında duruyor. Arabasıyla bir yayaya çarpıp kaçan polikacı Servet, para karşılığı şöförü<br />

Eyüp’ün suçu üstlenmesini sağlar. Eyüp hapse girmeyi eline geçecek toplu parayla ailesinin ve özellikle<br />

oğlu İsmail’in geleceğini garan alna alabileceğini düşündüğünden kabul eder. Eyüp’ün, oğlu için böyle<br />

büyük bir fedakarlık yapışının ardında İsmail’in küçük yaşta ölen bir kardeşinin olması yayor aslında.<br />

Eyüp’ün kendini fedası ve mahkum olması her karakterde, daha çok Antonioni filmlerinde rastlamaya<br />

alışğımız bir içe dönüşe neden oluyor. Yanlız bu, Antonioni filmlerinde karakterlerin çaresizce baş<br />

etmeye çalışkları bir durumken Ceylan’ın karakterleri duyarsız olmayı, gözlerini kapamayı kendileri<br />

seçiyorlar. Gördüklerini ve yapklarını kendilerine saklayıp teker teker filmin adındaki maymunlara<br />

dönüşüyorlar. Nuri Bilge de birçok şeyi görmezden geliyor. Kamerasını olaylardan çok insanlara<br />

çeviriyor. Onu olaylar değil olayların karakterler üzerindeki etkileri ilgilendiriyor. Yönetmen izleyicisini<br />

karakterlerinin suskunluklarına şahit ediyor. Ve sessizlikler uzadıkça gerçekleri; suçluluk duygusunu,<br />

garezi ve şüpheyi görüyoruz karakterlerin gözlerinde.<br />

Diyalogların yokluğunda oyuncuların bakışları ve yönetmenin kadraj tercihleri kadar etraf sesleri de<br />

büyük önem kazanıyor. Arka planda sürekli tekrar eden tren sesleri filmin tekinsiz atmosferine büyük<br />

katkı sağlıyor.<br />

Ceylan’ın filminde sınıf ayrımı da büyük yer teşkil ediyor. Servet’in -güçlü ve zengin polikacının- işçi<br />

sınından bir aileyi kendi çıkarları uğruna kullanması ve onları “maymun etmesi” Ken Loach filmlerinde<br />

karşımıza çıkabilecek, emperyalizm eleşrisine açık bir konu. Ancak Ceylan’ın amacı sistem eleşrisi<br />

yapmak değil. O, insanların her zaman sömürebilecekleri birilerini buldukları gerçeğinin ardındaki<br />

sosyoekonomik nedenlere takılmıyor. En başa dönüyor ve insan doğasını incelemeye koyuluyor;<br />

Darwin’in açğı yoldan ilerliyor ve daha “ilkel” bir çıkarım yapıyor. Her şeyin aslında hayaa kalma<br />

mücadelesi olduğu sonucuna varıyor. Bunu yaparken de suç ya da suçlu kavramındansa nedensellik<br />

ilişkisine odaklanıyor.<br />

Oyuncu kadrosunun tamamının ama özellikle Hace Arslan’ın ışıllı oyunculuğundan gücünü alan<br />

Nuri Bilge Ceylan’ın melankolik neo-noir’ı basit ama iyi anlalmış hikayesini sağlam bir sinematografiye<br />

yaslıyor ve Merkez takipçilerine sinema dolu iki saat vaat ediyor. Kara film hiç bu kadar güzel<br />

gözükmemiş!<br />

Hamit Özonur<br />

32


13 Ekim Perşembe 18 00<br />

Yavuz Özkan ile Söyleşi


Maden<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Cüneyt Arkın (İlyas), Tarık Akan (Nurettin)<br />

1978 / Türkiye / Türkçe / 90’<br />

İşçiler, elleriyle kurarlar yaşadığımız dünyayı. Metali eriten, madeni çıkaran, yeryüzünü dönüştüren<br />

işçiler...<br />

Sendikası manen yanlarında olmayan maden işçileri... Durumun farkındalığıyla örgütlenmeye çalışan,<br />

umutlu bir işçi. Kendisine yakın, kendisi kadar olmasa da davasına destek olmak isteyen üç dört arkadaşı<br />

var. Arkadaşlarının ve kendisinin hayatlarından kareler sunarak gelişen, kötü sonla biten bir hikaye..<br />

İlyas, diğer işçi arkadaşlarına göre farkındalığı olan, hem kendi hem kardeşlerinin haklarını savunmaya<br />

kendini adamış bir işçidir. <strong>Film</strong> madende hayanı kaybetmiş işçilerden birinin cenazesiyle başlar. “Ölüm<br />

bu, Allah’ın emridir.” denir, ne yakınları ne de arkadaşları olayı araşrmazlar, sorgulamazlar. Çoğu kişi<br />

kader kısmet olarak görse de; İlyas işin iç yüzünü sezmektedir. Önlemleri kısan, insan hayanı hiçe sayan<br />

işverenleri durumdan sorumlu tutmaktadır. Harekete geçmek hevesiyle işçi arkadaşlarını durumdan<br />

haberdar etmeye ve örgütlenmeye koyulur. Bu durumu fark eden sendika başkanları İlyas’ın yoluna taş<br />

koyarlar. İlyas’ın örgütlenme çabasında karşısına çıkan bir başka güçlük de işçilerin hepsini aynı tepki çası<br />

alnda toplamanın zorluğudur. Önüne sunulandan fazlasını aramayan, onu sorgulamayan, eğlenceye<br />

ve kadına meraklı işçileri de davasına, aslında kendi davalarına, dahil etmenin yollarını düşünür. <strong>Film</strong>in<br />

devam sürecinde Yavuz Özkan bize kadın işçileri gösterir. Madende çalışmasalar bile onlar da zalim bir<br />

işverenin buyruğu alnda birer işçidirler.<br />

Sadece erkek vurgusuyla akmayan filmin bu gidişi şahsen dikkami çeken ve filmi daha canlı ve<br />

gerçekçi kılan bir geçiş olmuş. Diyaloglara serpişrilen didakk söylemlerle filmdeki vurgu siyasi olgulara<br />

kaymakta. <strong>Film</strong>, odağı siyasal eleşri yönünde olmasına rağmen, içerisindeki karakterlerin hayatlarına ve<br />

duygularına değinerek siyasi yönü dışında özellikler barındırıyor içerisinde. Bu anlamda hikayesinin güçlü<br />

olduğunu söyleyeyim. Şaşırcı olmayan ama gerçekçiliğin dozunu arran biş sahnesi, verilen mesaja<br />

dikkat çekmek isyor. Tarık Akan, Cüneyt Arkın ve Hale Soygazi filmografilerindeki popüler ve bilinen<br />

filmlerinden farklı bir filmle, siyasi bir filmle karşımıza çıkıyorlar.<br />

Türk Sineması’nın önemli, tanınmış oyuncularını bir araya geren film; 1978 Antalya Aln Portakal<br />

<strong>Film</strong> Fesvali’nde dört ödül kazanmış. Tarık Akan en iyi erkek oyuncu, Hale Soygazi en iyi kadın oyuncu,<br />

Meral Orhonsay en iyi yardımcı kadın oyuncu ve Yavuz Özkan bu filmiyle en iyi film ödülüne uzanmış.<br />

Maden 1942 Yozgat doğumlu Yavuz Özkan’ın ikinci filmi. <strong>Film</strong>ografisi içinde siyasi duruşuyla ayrılan<br />

bir film. Muhtemeldir ki siyasi söylemleri içermesi gerekçesiyle diyalogları bilinen kalıpları, söylemleri<br />

barındırıyor. Söylenenler açık ve net. Türk Sineması’na, siyasi filmlere ilgi duyanlara şiddetle tavsiye<br />

edilir. İyi seyirler.<br />

İrem Günhan<br />

34<br />

10 Ekim Pazartesi 16:00


Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Bir Kadının Anatomisi<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Hülya Avşar, Mehmet Aslantuğ, Uğur Polat<br />

1995 / Türkiye / Türkçe / 98’<br />

Bir kadının evliliği, erkeklerle ilişkilerinde beklenleri, onlarla yaşadıkları; evlilikleri ve kurduğu aşk ilişkileri<br />

ekseninde değişen ve değişmeyen haya. Bir Kadının Anatomisi’nde işlenen konu bu cümleden ibaret. <strong>Film</strong>i<br />

bu cümleden çıkarıp derinleşren ve özelleşren ise bir kadının çözülmeyen karmaşıklığı. <strong>Film</strong> boyunca bu<br />

karmaşıklık ve bir nev-i şahsına münhasır çaresizlik kendini hisseriyor izleyiciye.<br />

Hülya Avşar’ın başrolde canlandırdığı karakter, işte bu karmaşık kadın. Hikayenin ilk kısmında uyumlu,<br />

mutlu ve sakin biri olarak gösterilir bu isimsiz karakter. Jenerik akarken, farkeğinizi anımsarsınız; filmdeki<br />

karakterlerin adları yoktur. Eksiklik duygusu yaşatan nedendir belki bu isimsizlik, yani isim duymayışınız.<br />

Yaşadığı talihsiz bir olay, bu kadını devamlı geçmişiyle diyalog halinde tutmakta ve onun erkeklere uzak bir<br />

tavır takınmasına sebep olmaktadır. <strong>Film</strong> bu karakterin aşk ve erkeklerle olan ilişkilerini yansıtmaktadır.<br />

Böyle karmaşık bir karakterin ilişkilerini kesrmekse ilk anlarda zor oluyor. <strong>Film</strong> akkça şekillendiği haliyle<br />

gördüklerimiz, talihsiz olaylar ve devamında yaşanılan gelişmeler oluyor. <strong>Film</strong>in ilk kısımları ilk elden havada<br />

asılı bir izlenim verse de anlam kronolojik açıdan ilerledikçe gelen sahnelerin anlamlandırılmasına katkıda<br />

bulunuyor. Elbee ki bu nedenselliği çözmek izleyenlerin ya da Yavuz Özkan’ın derdi değil. <strong>Film</strong>in hisserdikleri,<br />

bir kadının karmaşasının ve yaşadıklarının ne olduğunu gözlemlemek ve empa kurmak nedensellik ilişkisinin<br />

önüne geçiyor. O karmaşanın gerçekliği ve güçlülüğü bir çok sahnede izleyenin karşısına çıkıyor. Bir anda<br />

alevlenen, şiddetlenen ve izleyicinin dikkat kesilmesini sağlayan sahneler ardında bu kadının karmaşasının<br />

gerçekliğini bırakıyor.<br />

Ana kahramanın, talihsiz biten ilk evliliğin ardından yapğı ikinci evlilikte de mutlu olamadığını görüyoruz<br />

film ilerledikçe. Dahası, bu evliliğinde ark uyumlu bir eş de olamıyor. Bu ikinci aşk ilişkisinde, sakin yapısının<br />

ne kadar hırçınlaşğını izliyoruz. Kadının ikinci ilişkisinde de hüsrana uğraması izleyicinin kafasında sorular<br />

uyandırıyor: Kadın niye böyle davranıyor Geçmişi atlatamıyor mu İstediği halde bir başkasına her şeyiyle<br />

yakınlaşamıyor mu Beklenlerini şekillendiren neydi Bu sorular verilecek cevapların ucu açık; durumu<br />

sadece olduğu gibi gösteren bir film Bir Kadının Anatomisi.<br />

1942 Yozgat doğumlu Yavuz Özkan, 1974’de çekği 2.2=5 filmiyle yönetmenlik koltuğuna geçmiş ve 2000’li<br />

yıllara kadar on filmde yönetmenlik yapmış. Bir Kadının Anatomisi filmi, gösterim yılı ve ardındaki yıl toplam üç<br />

ödül almış. İlki 1995 yılında Ertunç Şenkay’ın en iyi sinematografi dalında aldığı Aln Portakal olmuş. Ardından<br />

1996 Ankara Uluslararası <strong>Film</strong> Fesvali’nde en iyi yardımcı kadın oyuncu rolünde Hümeyra ve yine en iyi<br />

sinematografi dalında Ertunç Şenkay ödüle layık bulunmuşlar. Her biri, filmden yaklaşık yirmi sene sonra hala<br />

konuşulan ve çoğunluğu beğenilen oyunculardan oluşan filmin kadrosu oldukça dikkat çekici. 1990’lı yılların<br />

Türk <strong>Film</strong>leri’ne ilgi duyanlara tavsiye edilir.<br />

İrem Günhan<br />

11 Ekim Salı 15:00<br />

35


Bir Erkeğin Anatomisi<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Uğur Polat, Ayda Aksel, Tilbe Saran, Taner Birsel<br />

1996 / Türkiye / Türkçe / 99’<br />

<strong>Film</strong>in başında gördüğümüz karakter iyi mi kötü mü tam emin olamayız. Yolda yürüyüşünden bile<br />

işkilleniriz, bu adamda birşeyler ters deriz kendi kendimize. Sahnenin devamında ofise girdiğinde bile<br />

anlamayız ofisin kendisine ait olduğunu. Bunu anladığımız an, kendisinden daha koyu renkli takım<br />

elbiseler içinde olan daha kötü karakterlerden rahatsız olduğu andır. Her şey bir referans noktasına<br />

göre belirlenir hayaa. Az önce gözümüze kötü görünen adam, ortamda daha kötülerin belirmesiyle<br />

bir anda iyi biriymiş gibi gelir bizlere.<br />

Yukarıdaki paragran son cümlelerini filmin baş karakteri olan Taner’in ağzından da duyabilirdiniz.<br />

Karakterin felsefi derinliğini kaldığı radyo programında anlaklarından çıkarabiliriz. Taner, başarılı<br />

bir avukat ama o kadar da başarılı olmayan bir kocadır. Bir gün yeral dünyasındaki bir müşterisinden<br />

emanet aldığı belgeler hayanı değişrir. Peşine hiç tanımadığı adamlar takılır, hayanı araşrır,<br />

sevdiklerini kullanarak onu tehdit etmeye başlarlar. Bu tür şeylere pabuç bırakmayacak bir yapısı olan<br />

Taner savaşabildiği son noktaya kadar savaşmaya niyetlidir.<br />

Baştan engelli kardeşini eğlendirmek için aradığı radyo programı daha sonra onda bir tür meraka<br />

dönüşür ve kafasını kurcalayan şeyleri atmak için kullanmaya başlar. Radyo programını hazırlayan Selma<br />

ile aralarında değişik bir uyum yakalar yönetmen film boyunca. Adam umutsuzluğu, boşvermişliği<br />

temsil ederken, kadın ise umudun olduğuna yüzde yüz inanan birisi olarak umudu temsil eder. Haa<br />

filmin bir kısmında, radyo binasının civarında şiirler yazan yaşlı adamın aslında güzel şeyler yazdığını<br />

söyler. Bunun üzerine arkadaşı madem beğeniyorsun, al da programında kullan dediğinde, güzel şeyler<br />

yazıyor ama daima umutsuz hayat hakkında, benim programıma uygun değil bu içerik diyerek kendini<br />

ve programını umut dağıtmaya ayırmış birisi olduğunu salık verir.<br />

Avukat Taner’in araba kullanırken radyo ile telefonda konuşması filmin en akılda kalıcı sekanslarından<br />

biriydi. Görece uzun sayılabilecek sahnede baş karakter kötüler tarandan takip edilir ama onlara teslim<br />

olmak aklından bile geçmemektedir. Bir eliyle telefonda radyo programında diğeriyle arabayı kontrol<br />

etmeye çalışarak, filmin temposunu ayakta tutmayı becerebilen bir oyunculuk ile sahneyi dolduruyor.<br />

Uğur Polat’ın oyunculuğu gerçekten izlenmeye değer. Yazılan diyaloglar tamamiyle sokağa ait olmayan<br />

yer yer steril cümleler olsa da, başarılı aktör rolün gereğini yerine germeyi becerir. DJ Selma rolünde<br />

izlediğimiz Ayda Aksel’in oyunculuğu da yönetmenin yarağı karakterin hayat bulmasında oldukça etkili<br />

olmuş. Engelli kardeşi canlandıran Deniz Uğur ise filmde masumiye simgeliyor. Kardeşi ve yengesinin<br />

kavga eği sahnelerde küçük bir çocuk gibi konuyu değişrme çabası görülmeye değerdir. Deniz Uğur<br />

hakkında Ankara Uluslararası <strong>Film</strong> Fesvali jürisi de benim gibi düşünmüş olacak ki oyuncuya, gelecek<br />

vaat eden oyuncu ödülünü layık görmüş.<br />

Bir Erkeğin Anatomisi yönetmen Yavuz Özkan’ın 1997 yılında yapğı, sinema anlayışını taviz<br />

vermeksizin devam erdiği bir filmdir. Yönetmenin diğer filmleri de kesinlikle izlenmelidir.<br />

Tansu Salih<br />

36<br />

12 Ekim Çarşamba 16:00


Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yağmur Kaçakları<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Tarık Akan, Ayşegül Aldinç<br />

1987 / Türkiye, Fransa / Türkçe / 125’<br />

Düşünceleri yüzünden ölüme mahkum edilmiş bir adamın ve yalnızlığıyla barışamayan bir kadının<br />

hikayesi Yağmur Kaçakları. Biri Türk diğeri Fransız iki yabancı insanın bilindik aşklarını anlatan film,<br />

anlaşmak için her zaman aynı dili mi konuşmak gerekir sorusunu da akıllara geriyor.<br />

<strong>Film</strong>in konusuna gelince; düşünce mahkumu olan genç adam, yağmurlu bir günde hapisten<br />

kaçarak bir kadın arkadaşının yanına sığınır. Ancak hayana özgürce devam edebilmesi için tek yol<br />

yurtdışına çıkmasıdır. Yanında kaldığı arkadaşının da yardımıyla kendini Fransa’da bulan adam bir<br />

gece karşı komşusu Michelle’i inhar ederken görür ve yardımına koşar. O geceden sonra aralarında<br />

tatlı bir arkadaşlık başlayan genç kadın ve adam kısa süre sonra birbirlerine aşık olurlar. Aşklarının<br />

en büyük engeli ise birbirlerinin dillerini konuşamamalarıdır; ama onlar bu engelin üstesinden<br />

dokunuşlarla, resimlerle, işaretlerle gelmeye çalışırlar. Hızlı başlayan aşkları genç adamın Fransa’dan<br />

sınır dışı edilme şokuyla bitme noktasına gelir ve adam yine yağmurlu bir günde kaçmak zorunda kalır.<br />

Michelle bu ayrılığı kabullenemez, ülkesine dönmek zorunda kalan sevgilisinin peşinden gider. Bir<br />

süre sevgilisinin izini bulamayan kadın ortak bir arkadaşlarının da yardımıyla adamın saklandığı köye<br />

ulaşır ve gösterişli bir köy düğünüyle genç adamla evlenir. Ancak düğünün ertesi günü genç adam<br />

tekrar kaçmak zorunda kalır ve akabinde Michelle sınır dışı edilir.<br />

Yağmur Kaçakları 80’ler Türkiye’sinin apolik havasından sıyrılan filmlerden biri olsa da; Özkan’ın<br />

bürokrasinin işleyişi, düşünce suçu kavramı, kaçaklık hali, birine ya da bir yere ait olma ihyacı, aşkın<br />

evrenselliği gibi pek çok önemli ve geniş konuya aynı anda yer verme çabası; filmin polik yanını<br />

gölgede bırakıyor. Yine bu çaba, filmde değinilen birçok noktanın tam olarak açıklığa kavuşmamasına<br />

ve seyircinin filmin dışında kalmasına sebep oluyor. Bunların dışında film, deneyimli yönetmeninin<br />

ustalıkla kullandığı yaracı imgeler ile dikkat çekiciyor. <strong>Film</strong>in ilk sahnelerinden biri olan hapishane<br />

sahnesinde karşımıza çıkan tek sıra halinde durmuş, siyah takım elbiseli adamların hem düşünce<br />

özgürlüğüne, hem tek pleşrmeye, hem de hiyerarşik düzene aynı anda bir gönderme yapabiliyor<br />

olması Özkan’ın imgelerindeki anlam gücünü bize ilk dakikalardan gösteriyor.<br />

Yağmur Kaçakları, film boyunca vazgeçmediği cesur bir tavra, güçlü imgelere ve farklı bir hikayeye<br />

sahip olmasına rağmen, sonunda oluşturduğu soru işaretleri ve kafa karışıklığı sebebiyle yönetmenin<br />

diğer filmlerinin gölgesinde kalmış.<br />

Merve Yıldız<br />

12 Ekim Çarşamba 18:00<br />

37


Yengeç Sepeti<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Yavuz Özkan<br />

Senaryo: Yavuz Özkan<br />

Oyuncular: Derya Alabora, Sadri Alışık, Mehmet Aslantuğ, Ege Aydan<br />

1995 / Türkiye / Türkçe / 96’<br />

Şiddet, savaş, çaşma, kıyım, kavga ve dövüş görüntüleri yayınlayan bir TV programının görüntüleriyle<br />

başlayan film, Yavuz Özkan filmlerinin polik/toplumsal vurgularına uygun bir biçimde, bize şidden<br />

rahatsız ediciliğini harlatarak başlıyor. TV programını filmin odağındaki ailenin çocuklarından biri<br />

sunmakta ve diğer aile üyeleri de programı evlerinde izlemektedir. <strong>Film</strong>in ilerleyen dakikalarında, yaşlı<br />

ana-babanın daveyle göl kenarındaki yaşlı evinde hem ebeveynlerini ziyaret eden hem de kardeşler<br />

ve onların aileleri olarak bir araya gelen çocukların haasonu başından geçen olaylar da, psikolojik<br />

ve fiziksel şidden çeşitli gündelik boyutlarının ne derece rahatsızlık ve huzursuzluk verici olduğunu<br />

gösterir nitelikte gelişiyor.<br />

Sadri Alışık’ı bu son sinema filminde baba rolüyle izlediğimiz hikayede; büyük oğlu ve sadakat<br />

sorunları çeken evliliğine, büyük kızı ve boşandığı kocasıyla sorunlu ilişkisine, küçük kızının ‘tehlikeli<br />

davalar’ alan avukatlık kariyerine ve küçük oğullarının ailesinin neşe kaynağı olmaya çalışma çabalarına<br />

eşlik ediyoruz. Kardeşlerin birbirleriyle ve eşleriyle (ya da eski eşleriyle) çözemedikleri sorunlarıyla<br />

geldikleri haasonu ziyare, bu kadar sorunlu dinamiklere sahip ilişki dengesini kaldıramıyor. Ayfer’in<br />

eski kocasının beklenmeyen ziyareyle daha önce çizilen mutlu tablonun alndaki geçimsizlik ile<br />

kardeşlerin birbirlerine olan bağlılığı ve sevecenliklerinin yapmacıklığının çöküşünü izliyoruz.<br />

Yengeç Sepe, 2004 Antalya Aln Portakal <strong>Film</strong> Fesvali’nde En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen,<br />

En İyi Kurgu, En İyi <strong>Film</strong>, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülleri, 2005<br />

Uluslararası Ankara <strong>Film</strong> Fesvali’nden de En iyi Kurgu ve En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülleri ile<br />

dönüyor. <strong>Film</strong>, oyunculukları kadar başarılı mise-en-scène ile de dikkat çekiyor.<br />

Yönetmen bazı diyaloglarda ise polik tavrını sergilemekten geri durmuyor. <strong>Film</strong>de yer yer,<br />

yönetmenin kendisinin konuştuğu izlenimi ediniyor;, bir anda hikayeye yabancılaşarak mesaja<br />

odaklanmış bulabiliyorsunuz kendinizi. Buna rağmen ‘serbest piyasa ekonomisi’ tamlamasını<br />

karakterlerinin diyaloğuna yerleşrecek nadir yönetmenlerden olması, Yavuz Özkan’ın sinemamızdaki<br />

yerini ve saygınlığını aldığı kaynağın ufak bir göstergesi olarak bu filmde de karşımıza çıkıyor.<br />

Usta oyuncu Sadri Alışık’ı oynadığı son sinema filminde, aynı sepete konan yengeçler gibi<br />

birbirlerini yiyen kardeşlerin babası rolündeki başarılı performansını izlemeyi arzuluyorsanız; bunun<br />

yanısıra Yavuz Özkan’dan kalabalık bir ailenin yüz rmalayan saldırganlıktaki bireylerinin hikayesini<br />

izlemek niyendeyseniz Yengeç Sepe dikkanize değer. <strong>Film</strong> yönetmenin sinemasını tanımak için iyi<br />

bir başlangıçken başka Yavuz Özkan filmleri için de teşvik edici.<br />

Ercan Akkaya<br />

38<br />

13 Ekim Perşembe 16:00


20 Ekim Perşembe 18 00<br />

Kadir İnanır ile Söyleşi


Üç Arkadaş<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Memduh Ün<br />

Senaryo: Memduh Ün (senaryo), Turgut Ören (roman)<br />

Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Gül), Kadir İnanır (Murat), Halit Akçatepe (Mustafa), Müşfik<br />

Kenter (Artin)<br />

1971 / Türkiye / Türkçe / 88’<br />

Düşündüğüm zaman aklıma sadece Alfred Hitchcock (The Man Who Knew Too Much,1934 ve 1956)<br />

ve Michael Haneke (Funny Games, 1997 ve 2007) örneklerinden başkası gelmeyen, sinema tarihinde<br />

örneklerine pek az yönetmende rastlanan, kendi filmini alıp tekrardan çekme fikrini bizim sinemamızda<br />

da Memduh Ün yapmışr. Üç Arkadaş’ı ilk kez 1958 yılında Fikret Hakan ve Muhterem Nur ile, ikinci<br />

kez de 1971’de Kadir İnanır ve Hülya Koçyiğit ile çeken yönetmen; oldukça başarılı bir iş çıkarmış.<br />

<strong>Film</strong>e adını veren bu üç arkadaş, eğer çok zengin olsalardı her gün şehriye çorbası içecekleriyle<br />

ilgili hayaller kurarak evlerine dönerken parkta uyuyakalmış bir kadına rastlarlar. Gece vak parkta<br />

uyumanın güvenli olmadığını düşünerek kadını evine gitmesini söylemek üzere uyandırırlar ve<br />

akabinde kızın aslında kör olduğunu öğrenirler. Kıza acıyıp onu evlerine şehriye çorbalarını paylaşmak<br />

üzere davet ederler. Kızın, bizim üç arkadaşın da kendisi gibi fakir olduklarını düşünmeye başladığı ve<br />

çorbayı içip oradan gitmeyi önerdiği anda, annelerimizin izlerken ağlamaklı olduğu bizim neslin ise<br />

hem filmlerde geçen olaylara hem de bu olaylara ağlayabilen annelerimize gülmeyi seçğimiz sözüm<br />

ona klişelerin en iyilerinden biri gelir. Üç arkadaş yaşadıkları viranenin aslında bir köşk, muhtemelen<br />

çoktan ölmüş olan babalarınınsa Adana’da pamuk tüccarlığı yapan biri olduğu gibi beyaz yalanlarla<br />

kızı onlarla birlikte kalmaya ikna ederler.<br />

Kimseyi bu tür oyunlara niye gülüyor diye eleşrmeye niyem yok elbee, ama benim bu konuya<br />

dair düşüncelerim biraz farklı. Yeşilçam’ın klişeleri diye bahseğimiz bu olaylar filmlerin çekildiği<br />

dönemin insanı için normal hayaa yaşanan değil belki ama yaşanması normal karşılanabilecek<br />

olaylarken, 2000’lerin insanlarına göre yaşanması söz konusu bile olmayan naifliklerdir. Kadir İnanır<br />

başta olmak üzere oyuncuların başarılı performansları da şimdilerde inanması güç bulunan hikayeye<br />

ve karakterlerin samimiyene inanmamıza yardımcı oluyor.<br />

Gel zaman git zaman, balkabağından evlerinde mutlu mesut yaşarlarken birden kız dünyanın,<br />

çevresindeki insanların neye benzediğini görme isteği doğar. Bizim üç arkadaş da kızın her istediğini<br />

yerine germeye yeminli gibi Yeşilçam’ın o meşhur pahalı ameliyatları için gereken parayı bulurlar.<br />

Tam da bu noktada kahramanlarımızı bir ikilem beklemektedir: Şimdi onları çok zengin sanan Gül,<br />

ya gözleri açıldığında onların fakir olduğunu görüp onları sevmezse Ama yine de Gül’ün isteği<br />

ağır basğından onlardan beklendiği gibi kendilerini düşünmeyerek ameliya mümkün kılarlar ve<br />

tahminleri doğrultusunda Gül hastaneden çıkar çıkmaz dönemin lüks arabalarından birinden inen<br />

zengin bir adama doğru koşar. Parayı bulabilmek için hırsızlık yapan Murat ve Mısk hapise giderken<br />

Gül yine sokaklardadır.<br />

Hapisten çıkklarında Gül’ü bir assolist olarak bulurlar, bir kaç kez yaklaşmayı deneseler de<br />

önlerine çıkan engeller onları geri püskürtür ve üç arkadaş Gül’ün onları harlamamasını normal<br />

olarak algılarlar. Burada yine bir başka Yeşilçam klişesi olan sevilen kadının şarkıcı/assolist/ünlü<br />

olduğunu afişlerden öğrenme durumu ortaya çıkar. Elinde afişle koşarak gazinoya giden Murat yine<br />

istediğini elde edemez.<br />

Bu esnada Gül de aradaki yanlış anlaşılmayı halletmişr, arkadaşlarını bulabilmek için halk konseri<br />

vermeyi akıl eder. Konser çıkışında Mısk’ı sesinden tanır ve herkesin pek sevdiği, bazılarının da<br />

uzaktan sempa duyduğu mutlu sona ulaşılır. İzleyenleri, kesinlikle iyi vakit geçirecekleri bir buçuk<br />

saat bekliyor. İyi seyirler.<br />

İdil Tahir<br />

40<br />

14 Ekim Cuma 16:00


Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Dila Hanım<br />

Yönetmen: Orhan Aksoy<br />

Senaryo: Safa Önal<br />

Oyuncular: Şoray (Dila Hanım), Kadir İnanır (Karadağlı Rıza)<br />

1977 / Türkiye / Türkçe / 86’<br />

-Gönül diye bir şey yok mu Ya severse, sevilirse, içinde bir çiçek büyürse<br />

-Tutup koparacak o çiçeği, ap çiğneyecek.<br />

Devlerin Aşkı (1976) ve Selvi Boylum Al Yazmalım (1978) filmlerinin sevgiye, aşka, ihanete dair uyandırdığı<br />

soruları ağalık sistemi ve töreler üzerinden farklı bir bakışla perdeye aktarıyor Orhan Aksoy. Toprak ağası<br />

Barazoğlu İbrahim Bey’in bir arazi kavgası üzerine başka bir toprak ağası olan Karadağlı Rıza Bey tarandan<br />

öldürülmesinin ardından sistemin başına geçen güçlü karısı Dila Hanım’ın, inkam arzusunun bilmeden<br />

tanışğı Rıza Bey’e aşık olmasıyla yerini bir gurur savaşına bırakmasını anlayor film. Bu gurur savaşı<br />

içerisinde gitgide güçlerini kaybeden, töre sistemi içinde kımıldayamaz hale gelen aşıkların çaresizliği<br />

filmin çekildiği coğrafyanın çenliği ile tasvir edilemez bir uyum sergiliyor. Neca Cumalı’nın öyküsünden<br />

uyarlanan, müziklerini Cahit Berkay’ın hazırladığı film aşkı, nefre, cesaret ve gururun gerdiği acıyı Türk<br />

sinemasının en efsane çii olan Türkan Şoray ve Kadir İnanır ile canlandırıyor.<br />

Kırsalın, ağalığın, törelerin olduğu filmde, kadınlık-erkeklik konularına toplumsal cinsiyet anlayışı<br />

üzerinden değinilmeden edilmemiş. Kocasının ölümünden sonra “kadın başına” kalan Dila Hanım’ın<br />

cenazede tek damla yaş dökmemesi, köylüsüne yapğı her şeyin eskisi gibi devam etmesi gerekğine<br />

dair konuşmasındaki dik duruşu, güçlü ses tonu, sonrasında inkam için kiraladığı cani Kara Haydar’ın bile<br />

beceremediği Rıza Bey’i öldürme işini tek başına üstlenmesi ve hiçbir yardımı kabul etmemesi ile film<br />

boyunca kadınlık ve erkeklikle üzerine bizzat yapğı yorumlar dönemin ve coğrafyanın toplumsal cinsiyet<br />

konusundaki güçlü tutumlarının berrak bir yansımasını oluşturuyor. Dila Hanım’ın bir diğer karşılaşrması<br />

ise köy kadını ve şehir kadını imajı üzerinden yürüyor. Orhan Aksoy yozlaşmış şehir kadınının samimiyetsizliği<br />

ve kendi toprağı dışında yer görmemiş olan köy kadının gerçekliği arasında bir çizgi çekiyor.<br />

Asalen ve sadakan simgesi olarak an önemli bir duruşu var Dila Hanım’da. Öldürülen kocası<br />

İbrahim Bey’e ve törelere olan bağlılığı ile inkam yolculuğuna çıkan Dila Hanım’ın ana olan hakimiyea<br />

kullanırkenki becerisi, Rıza Bey’i öldürme niyeyle giği İstanbul’dan bunu yapacak gücü kendinde<br />

bulamayıp; dönmesinden önce aldığı Rıza Bey’in anı köye döndüğünde serbest bırakışı ve an dört<br />

nala sahibi Rıza Bey’e dönmesi ile Rıza Bey’in gözlerinden okunan mutluluk, umut… Kır at filmde yer yer<br />

bağlayıcı bir nitelik kazanıyor.<br />

Gerek olay örgüsü gerekse görsel olarak hüzün dolu gerçekliği ve başarılı müzik kullanımıyla baştan<br />

sona izleyiciyi içine alan film, bikten sonra da uzunca bir süre izleyicinin kafasını meşgul etmeyi başaran<br />

sorular sorduruyor. Türk sinemasının kültlerinden sayılabilecek olan Dila Hanım kesinlikle görülmeye<br />

değer bir film.<br />

Özge Kıcalı<br />

17 Ekim Pazartesi 16:00<br />

41


Ah Güzel İstanbul<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Ömer Kavur<br />

Senaryo: Ömer Kavur, Füruzan<br />

Oyuncular: Kadir İnanır (Kamil), Müjde Ar (Cevahir)<br />

1981 / Türkiye / Türkçe / 96’<br />

Türkiye sinema tarihi ile amatör olarak ilgilenenlerin aklına Ah Güzel İstanbul dendiğinde akla gelen<br />

ilk film yüksek ihmal, Af Yılmaz’ın 1966 tarihli filmidir. Sadri Alışık’ın performansı ile evrenselliği<br />

yakalamış bu film bir yana, amatörlükten biraz ileri giğimizde 1981 yapımı ikinci bir Ah Güzel İstanbul<br />

ile karşılaşırız. Af Yılmaz’ın filmiyle bir ilgisi olmayan ve Ömer Kavur’un üçüncü uzun metraj çalışması<br />

olan bu ikinci Ah Güzel İstanbul, her ne kadar yıllarca arka planda kalmış olsa da, değindiği konular ve<br />

Yeşilçam’da sarsğı tabulardan dolayı sinema tarihimizin önemli filmlerinden olma özelliğini koruyan,<br />

sinefiller için önemi olması gereken bir yapım.<br />

Füruzan’ın 1971 tarihli öyküsünden uyarlama Ah Güzel İstanbul, kamyoncu Kamil ve hayat kadını<br />

Cevahir’in buruk aşklarını anlatmakta. Kamil şehirlerarası mal taşıyarak hayanı kazanan genç bir<br />

uzun yol şoförüdür. Arkadaşları ile giği genelevde birlikte olduğu Cehavir’e aşık olan Kamil, onu<br />

içinde bulunduğu hayaan çıkarmaya karar verir. Birlikte çıkkları evde yaşamaya başlayan çi<br />

evlilik hayalleri kurmaktadır, ancak hayat pahalılığı önlerinde büyük bir engeldir. Kamil’in hayallerini<br />

gerçekleşrmek için elindeki tek seçenek ise arkadaşlarının uzun süredir ısrar eği kaçakçılık işine<br />

girmesidir.<br />

Ah Güzel İstanbul, dönemin sosyolojisini başarıyla okuyan bir yapım. Uzun yol şoförlüğünü bir<br />

arkaplan yapmanın ötesinde hikayenin temeline oturtan film, şoförlerin olası tüm çaşmalarını<br />

(geçim derdi, uzun yolun verdiği yalnızlık, bir hayat kadınıyla birlikte yaşamanın gereceği toplum<br />

baskısına karşı duyulan gerilim) abardan uzak bir dille Kamil’in hayana sokmayı başarıyor. <strong>Film</strong>,<br />

hikayeyi içinden çıkardığı toplumu bemlerkenki başarısının yanında, Müjde Ar’ın oynadığı Cevahir’e<br />

bir “fahişe plemesi”nden ötesini veriyor. Cevahir, filmde beklenleri ve üzüntüleri olan, gerçek bir<br />

karakter olarak var oluyor ki bu da (her ne kadar bu konudaki başarısı biraz tarşmalı da olsa) dönem<br />

koşullarına bakıldığında çarpıcı ve radikal bir hamle.<br />

Ah Güzel İstanbul’u Ömer Kavur filmografisini öğrenmek kaygısıyla seyretmek isteyenler çok<br />

verim alamayacaklardır. Kavur’un bu filmde her ne kadar Müjde Ar’ın karakteri ile yapmaya çalışğı<br />

bazı yeşilçamdışı hamleleri olsa da, pek çok sahnede dönemin sinema sektörünün zorluklarının<br />

yönetmende yarağı kısıtlamaları hissetmek olası. Bu yüzden Ah Güzel İstanbul, özellikle 80’ler<br />

başında düşük gelir grubunu ve kadının konumunu araşrmak isteyen izleyicilere hitap etmekte.<br />

Buna rağmen, iflah olmaz Yeşilçam tutkunları için film, hem Müjde Ar’ın ilk rollerinden birini hem de<br />

Kadir İnanır’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’dan (1971) sonraki bir diğer kamyoncu rolünü nasıl başarıyla<br />

oynadığını görmek için büyük bir rsat oluşturuyor. Ah Güzel İstanbul, oyunculuğu ve sosyolojik<br />

incelemelere yol veren öyküsü ile seyrinin keyifli ve öğreci olan bir film.<br />

Yiğit Kocagöz<br />

42<br />

18 Ekim Salı 15:00


Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

72. Koğuş<br />

Yönetmen: Erdoğan Tokatlı<br />

Senaryo: Erdoğan Tokatlı (senaryo), Orhan Kemal (roman)<br />

Oyuncular: Kadir İnanır (Ahmet Kaptan), Tülay Arda (Fatma)<br />

1987 / Türkiye / Türkçe / 98’<br />

Orhan Kemal’in 1967 yılında yazdığı eseri 72. Koğuş’un aynı adlı sinema uyarlaması olan film, davranış<br />

üzerinde çevresel ve biyolojik etkenlerin rolünü işliyor. <strong>Film</strong>i sosyal çevrenin belirleyici rolünden dem<br />

vuran, II. Dünya Savaşı döneminin bilimsel çalışmalardan ayıran nokta ise çevreyi daha geniş bir planda<br />

alması. <strong>Film</strong> için çevre, sadece içinde bulunulan sitümülatörlerden mürekkep bir ortam değil; bir yaşam<br />

alanı. <strong>Film</strong>e göre insan, kendi davranış kalıplarından oluşan ranj çerçevesinde çevresine uyum sağlıyor.<br />

Bu önerme sebebiyle de türlü suçlardan mahkumların bulunduğu cezaevinde geçen filmde olağan olaylar<br />

izleyiciye daha filmin başından sunuyor. Cezaevinde de insanın sorunları aynı: yemek, para sıkınsı, soğuk<br />

hava. 72. Koğuş mahkumlarının yaşadığı bu sorunlar, hikayenin geçği II. Dünya Savaşı’nın olağanüstü<br />

koşulları sebebiyle katmerleniyor. Bir lokma ekmek bulmak sadece geçim sıkınsıyla alakalı değil ark;<br />

onu elinde tutmak için kavga etmek bile gerekiyor. Böylelikle film, çevreci ve evrimci ekollerin sentezini<br />

başarıyla sunabiliyor.<br />

Yönetmen, ilerleyen dakikalarda hikayesinin geçği dönemin karakterlerinin gündelik hayana<br />

etkisini daha keskin detaylarla da sunmaya başlıyor. Mahkumlar cezaevindeyken duyulan hoparlör<br />

sesleri dönemin sosyo-polik yapısını gözler önüne seriyor. Resmi olarak savaşa girmemiş bir ülkede<br />

cezaevi müdürünün Almanya’nın savaştaki durumunu “Bizim Almanlar” diye anlatması dönemin baskıcı<br />

sistemini ve yanlılığını dolaylı ama keskin bir dille anlayor. Cezaevinde müdürün uyguladığı bu otoriter<br />

yapı gardiyan başının “başefendi” olarak tanımlanmasıyla da bemleniyor.<br />

72. Koğuş’taki otoriter hiyerarşi sadece statü ile belirlenmiyor. <strong>Film</strong>in ana kahramanı Ahmet,<br />

arkadaşlarınca “Kaptan” diye çağırılırken para sahibi olunca “Ağa” oluyor ve haya görselliğini<br />

değişriyor. Önce ona mintan, pon alınıyor. Ranzası geriliyor. Koğuş arkadaşları ise onun yandaşları<br />

olduğu için giydiriliyor; ele güne karşı. Ranza sahibi olmaksa vitrinlik bir amaca sahip olamayacağı için<br />

koğuştaki kimselere nasip olmuyor. Cezaevi de kendi statü sistemini oluşturuyor. Tüm “çevre”ler gibi<br />

onun da uygun ya da uygunsuz davranış sistemleri var.<br />

<strong>Film</strong>in koşulların olağanüstülüğüne rağmen davranışın olağanlığına dair söylemleri Kaptan ile<br />

Fatma’nın aşklarıyla sağlamlaşıyor. Kaptan’ın çamaşırlarını yıkayan Fatma ve ona para gönderen Kaptan,<br />

sıradan; orta sınıf bir çii çağrışrıyor izleyicide. Cezaevinde yaşamaları birbirlerine aşık olmalarını<br />

engellemiyor. İlk defa revir kapısında buluştuklarında ikisinin de dili mahcup aşıklıkla lal oluyor. Yalnız,<br />

yaşanlar ne kadar gerçekliğe uydurulmaya çalışılsa da düşler hep bir tutsak. Kaptan’ın rüyasında<br />

Fatma’yı görünce düş kabusa çeviriyor ve asılacağını zannederek uyanıyor. Böylelikle cezaevinin<br />

mahkumlar üzerindeki asıl etkisi gün ışığına çıkıyor: Ne kadar olağanlaşrılmaya çalışılırsa çalışılsın bu<br />

baskıcı rejim temel hedefi olan sindirme görevini yerine geriyor.<br />

Yazı süresince davranışlar üzerinde çevreci-evrimci yaklaşımlar üzerine incelenilen 72. Koğuş;<br />

cinsiyet rolleri, tarih ve polika gibi çok farklı bakış açılarından okunulabilecek bir yapım. Bu sebeple<br />

edebiyaan sinemaya uyarlanan eser, bu yıl içerisinde yeni bir kadro ile ikinci kez perdeye yansıdı. Farklı<br />

film okumalarından olduğu kadar yapımların farklı dönemlerdeki versiyonlarını izlemekten hoşlanan<br />

Sinefil’ciler için de cezp edici olan filmi Türk Sineması’ndan bir edebiyat uyarlaması olarak ele almak da<br />

son derece keyifli.<br />

Nermin Taşkale<br />

19 Ekim Çarşamba 16:00<br />

43


Katırcılar<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Şerif Gören<br />

Senaryo: Hüseyin Kuzu, Eyüp Halit Türkyazıcı<br />

Oyuncular: Kadir İnanır (Rüstem), Halit Ergün (Abdurrahman), Aysegül Aldinç (Gazeteci Kız)<br />

1987 / Türkiye / Türkçe / 85’<br />

Toplumsal gerçekçilik akımının ikinci dalga yönetmenlerinden olan Şerif Gören, sinema haya<br />

boyunca önemli pek çok filmde farklı görevlerde yer alması sebebiyle adına aşina olduğumuz bir<br />

yönetmen. Bu filmler arasında senaristliğini yapğı Umut (1970), editörlüğünü yapğı Derman (1983),<br />

yönetmenliğini yapğı Yol (1981), Endişe (1974), Yılanların Öcü (1985) ve On Kadın (1987) gibi filmler<br />

sayılabilir. Karcılar, bu filmlerin yanında adını daha az duyduğumuz bir film olmakla beraber; güçlü<br />

öyküsü ve karakterlerinin çeşitliliğiyle izleyicisini vurucu bir gerçekliğin içine çekiyor.<br />

<strong>Film</strong>in ana karakterlerini karcılık işiyle uğraşan, karın kışın ortasında Bingöl dağlarında yük<br />

taşırken kaçakçılık yüzünden yakalanan Ramazan, Rüstem ve Abdurrahman ile onları yargılanmaya<br />

götüren dört asker oluşturuyor. <strong>Film</strong>in başından sonuna kadar gerçek anlamda izleyebildiğimiz tek<br />

kadın karakter ise İstanbul’dan gelen gazeteci Ayşegül. Diğer kadınlar belli rollerde kısa zamanlarda,<br />

repliksiz bir şekilde belirip kayboluyorlar. Köydeki kadınların varlığı bu denli pasif ve derinliksiz<br />

verilmişken Ayşegül, kendi kararlarını alan; meslek sahibi; modern bir kadın olarak karşımıza çıkıyor.<br />

Fakat onun varlığı da çevresindeki erkekler için bir cazibe unsuru olmaktan öteye geçemiyor. Çevre<br />

ve kişiler değişkçe Ayşegül’e yakınlaşma çabaları da değişiyor fakat Ayşegül’ün bu ileşim ağında<br />

konumu nerdeyse hep aynı kalıyor.<br />

<strong>Film</strong>in erkek karakterleriniyse birçok sosyal ve ekonomik alanda, farklı vazife ve duruşlarla görmek<br />

mümkün. Bunun yanında karcılara eşlik eden askerlerin farklı farklı arka planlardan gelmesi ve<br />

karcıların ortak yaşamlarına rağmen birbirine benzemeyen huyları filmde birçok etkileyici detayın<br />

doğmasına sebep oluyor. Metrelerce karla kaplı yollarda hem kendi dertleriyle hem de güçlü soğukla<br />

baş etmeye çalışan karakterlerin bir yerden sonra birbirlerine mesleki ünvanlarının gerekrdiği<br />

profesyonel davranış kalıplarının ötesinde davranabilir hale gelmeleri filmi daha insani ve derinlikli bir<br />

noktaya taşıyor. Böylelikle de film, karakterlerin barındırdıkları farklı katmanları görmemizi sağlıyor.<br />

Şerif Gören’in 1987’de çekği Karcılar filmi, öyküsünü Doğu’da farklı görev ve kimliklerle<br />

yaşamlarını sürdüren insanlara ve onlar arasındaki ilişki üzerine temellendirirken radikal ya da<br />

basmakalıp bir anlanın ötesine geçebilmesi sebebiyle anlamlı bir film. Devlen içinde ya da karşısında<br />

olarak konumlandırılabilecek birçok kurum ve eylemin gündelik yaşamda birbirlerinden o kadar da<br />

kolay ve net bir biçimde ayrılamadığını görebildiğimiz filmde; karakterlerin hiçbiri salt suçlu, mazlum<br />

ya da kahraman olarak karşımıza çıkmıyor. Her karakterin kendi hayat hikayesi, kendi sonu, kendi<br />

duygusal gerilimleri var ve bu zenginlik film kahramanlarını durumlarının birer soyut imgesi olarak<br />

okumamızın önüne geçiyor.<br />

Dönemin malum şartları sebebiyle yaşananların etnisiteye dayalı boyutu eksik. Yine de; Türkiye<br />

polik tarihine az buçuk aşina olan herhangi bir seyirci izlediği yaşam koşullarının ve mevcut<br />

gerilimlerin nasıl bir etnik ve ekonomik yapı üzerinden şekillendiğini okuyabilir. Bununla birlikte,<br />

yukarda da değindiğim gibi, karakterler ve dolayısıyla etnik kimlikler arasındaki ilişkiler film boyunca<br />

aynı kalmıyor. <strong>Film</strong>in başarılı kurgusu; yolculuk ilerledikçe, pi ve soğuk güçlendikçe karakterlerin<br />

konumlarının soyut temsilcileri olmaktan öteye geçmelerini; hem birbirleri hem de seyirci için daha<br />

gerçek, ete kemiğe bürünmüş varlıklar haline gelmelerini sağlıyor.<br />

Merve Erdem<br />

44<br />

20 Ekim Perşembe 16:00


Sinefil Seminerleri Güz 2011<br />

2008’den bu yana pek çok yönetmeni, sinemasal akımı ve ülke sinemasını ineceleyen Sinefil<br />

Seminerleri geri dönüyor!<br />

Sinefil Seminerleri’nin yeni serisinde günümüzün en ünlü yönetmenlerinin filmlerini onlara esin<br />

kaynağı olan ustalarının eserleriyle karşılaştırarak tartışacağız. Yönetmenler arasında kuracağımız<br />

usta-çırak ilişkileri sayesinde çok farklı dönemlerden, birbirinden çok uzak coğrafyalardan gelen<br />

filmler arasında şaşırtıcı benzerlikler bulacağız.<br />

Her yaştan sinemasevere hitap eden ve ücretsiz olan Sinefil Seminerleri her Pazar 11:00 – 14:00<br />

arası <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>’nde!<br />

2 EKİM PAZAR 11:00<br />

ROSETTA Jean Pierre&Luc Dardenne, 1999, Belçika, 95’<br />

9 EKİM PAZAR 11:00<br />

MOUCHETTE Robert Bresson, 1967, Fransa, 78’<br />

16 EKİM PAZAR 11:00<br />

WOMAN IS THE FUTURE OF MAN Hong Sang Soo, 2004, Güney Kore, 88’<br />

23 EKİM PAZAR 11:00<br />

LOVE IN THE AFTERNOON Eric Rohmer, 1972, Fransa, 97’<br />

13 KASIM PAZAR 11:00<br />

DEAR DIARY Nanni Moretti, 1993, İtalya, 100’<br />

20 KASIM PAZAR 11:00<br />

MANHATTAN Woody Allen, 1979, ABD, 96’<br />

27 KASIM PAZAR 11:00<br />

WATER DROPS ON BURNING ROCKS Francois Ozon, 2000, Fransa, 81’<br />

4 ARALIK PAZAR 11:00<br />

FOX AND HIS FRIENDS R.W. Fassbinder, 1975, Almanya, 123’<br />

Seminer hakkında ayrıntılı bilgi için:<br />

Seminer Koordinatörü Eren Odabaşı<br />

odabasi.eren@gmail.com<br />

EREN ODABAŞI HAKKINDA<br />

1989’da İstanbul’da doğan Eren Odabaşı, Ekim 2008’den bu yana Sinefil Seminerleri’ni vermektedir.<br />

2009 ve 2010 yıllarında MAFM Sinefil Dergisi’nin editörlüğünü üstlenen Odabaşı, Altyazı Aylık<br />

Sinema Dergisi’nde de yazmaktadır. 2009 ve 2010 yıllarında Hisar Kısa <strong>Film</strong> Seçkisi ön jürisinde yer<br />

almış, 2011 Berlin <strong>Film</strong> Festivali Talent Press programına katılmıştır. Boğaziçi Üniversitesi Kimya<br />

Bölümü mezunu olan Odabaşı, BÜ Ekonomi Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisidir.<br />

45


26 Ekim Çarşamba 18 00<br />

Belma Baş<br />

Sedat Yılmaz<br />

Seren Yüce<br />

Tolga Karaçelik<br />

Yeni Türkiye Sineması Paneli


Yeni Türkiye Sineması<br />

Çoğunluk<br />

Yönetmen: Seren Yüce<br />

Senaryo: Seren Yüce<br />

Oyuncular: Settar Tanrıöğen (Kemal), Nihal G. Koldaş (Nazan), Bartu Küçükçaglayan (Mertkan),<br />

Esme Madra (Gül)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe / 103’<br />

<strong>Film</strong>in daha ilk sahnesi: Çam ağaçlarının arasında, ormanda yürüyüş yapan babasının adımlarına ayak<br />

uyduramayan, nefes nefese onu arkadan takip eden kilolu çocuk, izleyiciye tanıdık geliyor. Babası “Hadi<br />

oğlum!” diyor. O, zorlansa da devam ediyor; durup dinlenemiyor. “Hayır!” diyemiyor, sesini çıkaramıyor.<br />

Bu çocuğun kendisine biçilmişin dışına çıkamayacağı, sesini yükseltemeyeceği daha ilk dakikalardan belli<br />

oluyor.<br />

Mark Twain: “Ne zaman kendinizi çoğunlukla aynı taraa bulursanız; durup düşünmenin zamanıdır”<br />

diyor. Venedik <strong>Film</strong> Fesvali’nden “Geleceğin Aslanı”; 47. Uluslararası Antalya Aln Portakal <strong>Film</strong><br />

Fesvali’nden ‘En İyi <strong>Film</strong>’, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödülleriyle dönen Çoğunluk da<br />

durup düşünmenin zamanı olduğunu harlatan bir film. Nitekim Bartu Küçükçağlayan, Sear Tanrıöğen<br />

ve Esme Madra’yı başrollerine taşıyan Çoğunluk, yönetmeni Seren Yüce’nin ilk filmi olmasına karşın<br />

büyük ses germeyi başardı.<br />

Çoğunluk basit bir hikaye üzerine oturuyor gibi görünse de izleyicide bırakğı etki çok daha yoğun.<br />

Sınıf farklılıkları, ideolojiler, ayrımcılık, duyarsızlık ve daha bir çokları üzerine inşa edilen film; kentli orta<br />

sınıf bir ailenin portresini çiziyor. Milliyetçi, otoriter ve baskıcı, kaska müteahhit bir baba. Duygularını<br />

ifade etmekten, varlığını göstermekten aciz; babasının ve sistemin boyunduruğu içinde bocalayan, adeta<br />

kimliksiz bir genç: Mertkan. Haya anlamını kaybetmiş, mutsuz evliliğini devam ermek dışında bir<br />

“çaresi” olmayan bir anne.<br />

Mertkan’ın bu hayaaki rolü ailesi tarandan çoktan biçilmiş. Askere gidip vatanına yararlı olması,<br />

sonrasındaysa babasından müteahhitlik görevini alması bekleniyor. “Mert” değil, “Mertkan” olduğunu<br />

vurgulayan babası tarandan hor görülüyor, beklenler arasında bocalıyor. Mertkan’ın Van’dan kaçarak<br />

okumaya İstanbul’a gelmiş Kürt kızı Gül’e gönlünü kaprması, onun için bir umut doğabileceği ihmalini<br />

veriyor. Mertkan böylece ilk defa duygularını ifade etme ve ‘var olma’ rsanı yakalıyor. Gül Mertkan’a<br />

birey olarak değerli olduğunu hisseriyor. Buna karşın Mertkan’ın arkadaşları Gül için “Kuştepe’de<br />

oturuyorsa çingenedir” değerlendirmesini yaparken; ailesi de “Vanlı mı” veya “Bırak o kızı!” gibi<br />

yorumlar yaparak, Gül’ün aileye ‘layık’ olmadığına vurgu yapıyor.<br />

Mertkan filmin afişine taşınan sahnede kafasındaki seslere kulaklarını kapıyor. Ne yazık ki yalnızken<br />

kulaklarını kapamak, çoğunluğun içinde sesini yükseltebilmekle bir olmuyor. Yıldırım Türker Çoğunluk<br />

için: “Seren Yüce’nin ilk filmi Çoğunluk, Türk Sinema tarihinin en dolaysız konuşan, en karanlık filmi.<br />

Yüce’nin sinemasını farklı kılan, seyirciyi bildiğiyle ürkütmesi.” diyerek Çoğunluk’un izlenmesi gerekğine<br />

vurgu yapıyor. Çoğunluk’a uymak, dahası çoğunluk olup sistemin içinde kaybolmak kolay; çarkların<br />

dışında kalmak, birey olmak zor. Toplum hangi yöne gidiyor, hangi yöne gitmeli sorularının yanıtları<br />

izleyiciyi düşündürecek, onlara her şeye rağmen birey olmaları gerekğini harlatacak türden.<br />

Burçak Baş<br />

17 Ekim Pazartesi 18:00<br />

47


Zefir<br />

Yeni Türkiye Sineması<br />

Yönetmen: Belma Baş<br />

Senaryo: Belma Baş<br />

Oyuncular: Şeyma Uzunlar (Zefir), Vahide Gördüm (Ay)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe / 93’<br />

2006 yılında çekği ilk kısa filmi Poyraz’dan dört yıl sonra, Belma Baş yine mitolojiden beslenen bir ça<br />

üzerine ilk uzun metrajını kuruyor. Zefir, ergenliğe adım atmak üzere olan küçük bir kız… Onu bulduğumuz<br />

yayla evinde anneannesi ve dedesinin yanında yaz talini geçiriyor. Küçük kız nerede olduğunu<br />

bilmediğimiz ve karakterlerin tavrından yakında geleceğini varsaydığımız annesini çok özlüyor. <strong>Film</strong>in<br />

adından anlaşılabileceği üzere ana çayı bu küçük kız oluşturuyor. Karakter, biraz yaşından ötürü biraz<br />

da anneannesinin de dediği gibi yalnız büyümesinin etkisiyle başına buyruk ve bencil. Zefir’in annesi Ay<br />

yaylaya döndüğünde Zefir’i bir sürpriz bekliyor, annesi onu almak için değil, onu buraya kalıcı olarak<br />

yerleşrmek için dönmüştür. Zefir ise annesinin kararını yerine germeye pek istekli değildir.<br />

Zefir, Yunan Mitoloji’sinde Ba’dan esen ve baharı geren rüzgârın adı, aynı zamanda dünyayla<br />

yeral yani ölüler diyarı arasındaki arabulucu. Mitolojiye meraklı olan yönetmen Zefir’in ismine dair<br />

bu anlamları filmdeki küçük kızın karakterinde de arıyor. Örneğin Zefir’in doğayla ve çevresiyle olan<br />

danışıksız ilişkisi filmde hayvanlar üzerinden anlalıyor. Bir hayvan cesedini dedesiyle birlikte bulan<br />

ve çalı çırpıyla üstünü kapatarak ona bir mezar yapan Zefir, sonrasında bulduğu her hayvan ölüsü için<br />

benzer bir ritüeli tekrarlıyor, bir şekilde onları bu dünyadan öbürüne taşımış oluyor. Zefir’i yönetmenin<br />

ilk kısa filmi Poyraz’la birlikte değerlendirdiğimizde, filmde bir çocuğu ilk defa ölümle tanışran Belma<br />

Baş, Zefir’de benzer standartlarda yaşayan bir çocuğun ölüme karşı tepkisini ölçüyor, bir anlamda Zefir<br />

ilk filmin biği yerden başlıyor.<br />

<strong>Film</strong>de mitolojiye dair öğeler küçük kızın adıyla sınırlı kalmıyor, örneğin sahibesinin çok sevdiği<br />

ve köydeki en lezzetli sütün sahibi ineğin adı Nergis. Mieki Nergis kendi güzelliğine vurulup suya<br />

düşüyordu, inek Nergis ise uçurumdan düşerek parçalanıyor.<br />

<strong>Film</strong>in sonunda Zefir’in karşılaşğı inek, Zeus’un Hera’dan korumak için ineğe çevirdiği karısı İO’yu<br />

simgeliyor, bu ineği de Hera’nın İO’ya gönderdiği at sineği gibi bir sinek rahatsız ediyor. Yönetmen<br />

muhtemelen Zefir’in yapğı şeyin aynı İO’yu rahatsız eden at sineği gibi ömrü boyunca Zefir’in peşinden<br />

geleceğini anlatmak isyor.<br />

Zefir minimalist sinemanın manifestosu denilebilecek kadar türün özelliklerini içinde barındıran bir<br />

film. Sinemasal anlamın en yalın sınırlarında dolaşan filmde, neredeyse her kadraj bir sahneye tekabül<br />

ediyor. Oyuncular perspekf yaratacak şekilde tabloya yerleşrilip yine perspekf yaratacak şekilde<br />

hareket eriliyor. Belma Baş belli ki sinemasal anlamını, salt görünen üstünden değil, çağrışımlar<br />

üzerinden ilerleyen bir yapıya büründürmek isyor ama Zefir’in bu konuda yönetmenin kısa filmi<br />

Poyraz kadar başarılı olmadığını söylemek gerekiyor. Poyraz’da düşsel bir gerçeklik yaratan yönetmen,<br />

seyircisini daha fazla kafasındaki dünyaya davet edebilmiş. Zefir ise bunu yapmak konusunda bir parça<br />

eksik kalıyor.<br />

Zefir 30. İstanbul <strong>Film</strong> Fesvali’nden en iyi senaryo ödülüyle döndü. Söylenmelidir ki Zefir sadece<br />

sinemada sağlam bir kadın hikâyesi seyretmek için bile görülmeye değer. Bunların yanında seyirci<br />

başarılı bir sinematografi bulacak, önümüzdeki yıllarda adının çok sık duyulacağını düşündüğüm başarılı<br />

bir kadın yönetmenin ilk uzun metrajını seyredecek.<br />

Evren Erdem<br />

48<br />

19 Ekim Çarşamba 18:00


Yeni Türkiye Sineması<br />

Press<br />

Yönetmen: Sedat Yılmaz<br />

Senaryo: Sedat Yılmaz<br />

Oyuncular: Aram Dildar (Fırat), Engin Emre Değer (Alişan), Sezgin Cengiz (Kadir), Fırat Altay<br />

(Kerim)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe, Kürtçe / 100’<br />

Geçğimiz yıl gösterime giren Press filmi Yeni Türk Sineması’ndaki önemli yerini aldığını, gerek sinema<br />

salonlarında gördüğü ilgiyle, gerekse yurçinde ve yurtdışındaki fesvallerde aldığı mühim ödüllerle<br />

ispatladı. 90’lı yılların başında Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosundaki muhabirlerinin, o<br />

dönemde bölgenin içinde bulunduğu gergin vaziyet dolayısıyla yaşadıklarını anlatan film kısaca polik bir<br />

dram olarak tanımlanabilir. Fakat Press’in izleyenden keşfetmesini beklediği birçok hikaye bulunuyor. Özgür<br />

basın ve katledilen gazetecilerin, bölgede yaşanan karmaşaya rağmen insanlar arasındaki dayanışmanın<br />

ve en nihayende tüm bunların ortasında gazeteci olmak isteyen Fırat’ın öyküsü.<br />

<strong>Film</strong> 17 yaşındaki Fırat’ın gazete bürosunda Ciwan Haco’nun Diyarbekir türküsüyle uyanışıyla<br />

açılıyor. Sade ve günlük olan bu runin devamında gazetenin diğer çalışanlarının gelmesiyle büro olağan<br />

bir gününe başlıyor. Fakat bu gazetenin çalışanlarının yaşadıkları normal bir gün “merkez medya”<br />

çalışanlarının yaşadıklarıyla pek benzeşmiyor. Yapkları cesur haberler dolayısıyla bir korku çemberi<br />

içine çekilmeye çalışılan muhabirler her şeye rağmen okuyucularına bölgede ne olup biğini ulaşrmak<br />

isyorlar. Bu süreçte Özgür Gündem muhabirleri sürekli izleniyor, yapkları haberler kontrol alnda<br />

tutulmaya çalışılıyor. Muhabirlerden Faysal Yüksekova’da bir çete tarandan kaçırılan bir gencin haberini<br />

yapmak için harekete geçğinde olayın arka planının çok daha farklı olduğunu anlar. Bu çetenin orduyla<br />

ilişkisi vardır ve bu durumu fotoğraflarla belgeleyen Faysal’ın tehdit telefonları almaya başlaması uzun<br />

sürmez. Halihazırda kısıtlı imkanlar içinde yayınını sürdürmeye çalışan gazete için şartlar daha da zorlaşır.<br />

Fotoğrafları basan fotoğrafçı ark onlarla çalışmak istemez örneğin, ya da gazetenin İstanbul bürosuna<br />

gönderilen haberlerin kimilerince “zararlı” olanları yolda ayıklanır. Ve gerçekte de 90’lı yıllarda maalesef<br />

Türkiye’nin günlük yaşamının bir parçası olan gazeteci suikastları gerçekleşir. Faysal sokak ortasında<br />

ensesinde bir an için hisseği soğuk tabancanın ateşlenmesiyle orada ölür. İzleyici için filmin belki de en<br />

vurucu sahnelerinden biri budur, zira arkadaşı Alişan yaşadığı bir anlık şoku atlaktan sonra önce yerde<br />

yatan Faysal’ın fotoğraflarını çeker, amacı katledilen gazetecileri gündeme taşımakr. Bundan sonra<br />

gazetenin çalışma şartları iyice zorlaşır, çalışanlar gerekçe gösterilmeden gözalna alınır, büroları izinsiz<br />

aranır, talan edilir. En nihayende bir süre çalışmalarına ara vermek zorunda kalan muhabirler hep birlikte<br />

gazetede yaşamaya başlarlar, yalnız kaldıklarında başlarına gelecek olan aşikardır.<br />

<strong>Film</strong>in diğer bir okumasının parçası olan Fırat, bölge dışına göç etmek zorunda kalan bir ailenin<br />

oğludur. Gazetede yaşar, gazeteciliği öğrenmek için yaşar. Röportaj deşifreleri yapar, daklo öğrenmeye<br />

çalışır, fotoğraf yıkamayı öğrenir. Yaşadığı çevre ona yabancı değildir elbee, ancak bir gazeteci olarak bu<br />

ortamı gözlemlemek onun için bambaşka bir tecrübe olur.<br />

30. İstanbul <strong>Film</strong> Fesvali, 47. Antalya Aln Portakal <strong>Film</strong> Fesvali ve Aln Lale Ulusal <strong>Film</strong> Yarışması’nda<br />

Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen film özgün senaryosuyla dikkat çekiyor. Aram Dildar’ın canlandırdığı Fırat<br />

karakteriyle akıllarda yer edeceği muhakkak; fakat tüm oyuncular için aynı şeyi söylemek biraz zor, zira yer<br />

yer yapay diyaloglar göze bayor. Press filmi tüm bunlara rağmen anlaklarıyla ve cesareyle şimdiden<br />

farklı bir yerde duruyor ve arşivlerde yer bulmayı hakediyor. İyi seyirler.<br />

Damla Taşdemir<br />

21 Ekim Cuma 18:00<br />

49


Gişe Memuru<br />

Yeni Türkiye Sineması<br />

Yönetmen: Tolga Karaçelik<br />

Senaryo: Tolga Karaçelik<br />

Oyuncular: Serkan Ercan (Kenan), Zafer Diper (Hakkı Baba), Nur Aysan (Kadın)<br />

2010 / Türkiye / Türkçe / 98’<br />

“Şövalyeler ark yok, yüzyıllar önce öldüler.”<br />

Şövalye olmak isteyen bir çocuğa; ancak annesi bu gerçeği söyleyebilir belki de; hayallerinin peşinden<br />

koşamayan ya da hayal edinemeyenlerin tepkisiz karşılanan sıkışıklığı, günün birinde çözülmeye<br />

başlarsa ne olur <strong>Film</strong> babasıyla yaşayan, işi/evi dışında dünyası olmayan bir gişe memurunun çok<br />

sıradan görünebilecek hayanın hiç de sıradan olmayan gelgitlerini anlayor Tolga Karaçelik filmini<br />

“fantask psikolojik kara komedi (1) ” olarak niteliyor; Yusuf Algan ve Edip Cansever’den etkilendiğini<br />

söylüyor. Hikaye sürerken karakterin çevresiyle ve günlük runleriyle çelişkileri keskinleşiyor, gerçekle<br />

hayal belirsizleşiyor. Sonuçta, Kaaesk bir ele alışla; gişe memuru Kenan özelinde; eylemsizliğin, içine<br />

kapanmışlığın ve çıkışsızlığın kaçınılmaz infilak anlarına eğiliyor film.<br />

Babayla oğul arasında geçmişe dair, kapanamayan ve kapanmadıkça derinleşen hesaplar, o tanıdık<br />

hesaplaşma isteği, derin nefes alıp vermelerin gölgelediği boğucu suskunluklar, yanmayan bir ampulün<br />

çocukluk travmalarını aydınlatması, geçmişin kabus olarak bugünde var olması, eski güzel günler için<br />

zaman makinesi olması beklenen hurda araba; Kenan’ın babasıyla ‘ilişkisinin’ öze gibi. Babasına bakan<br />

genç kadın, “mezar” olarak tanımlanan gişe, “Sen makinesin. Alacaksın, vereceksin. Öyle kızmak,<br />

öelenmek yok.” prensibiyle çalışan mesai arkadaşları, bitmek bilmeyen “İyi misin” soruları, her akşam<br />

çay içği mahalle berberi; onun etkisiz/tepkisiz olduğu ev dışı dünyası…<br />

Sürekli tekrarladığı kendi kendine konuşmalarının bürokrasiye takılması ve uçsuz bucaksız sarı<br />

tarlaların arasında, günde üç arabanın geçği bir gişeye atanmasıyla Kenan’ın eski işlek gişesindeki<br />

makineleşmiş haya sekteye uğruyor; geçmeyen saatlerde patlama anları aryor. Anlamda çokça<br />

yararlanılan geridönüşler, senaryoda sıkı bir neden-sonuç bağlansı yaratmasa da; bu, bir tür hayat<br />

alegorisi olarak ele alınabilir: yaşarken değip geçğimiz, sadece belli kısımlarını yakalayabildiğimiz<br />

hayatlar, bazen gişe memuru olarak gidenlerin arasında kalan olmak, yaşanılanların yarağı sonuçları<br />

her zaman tam olarak bilemememiz…<br />

Kenan’ın yaşansının monotonluğunu tekrarlanan hareketlerin hızlı kesmeleriyle, her gün kullandığı<br />

objelerin yakın çekimleriyle ve babasıyla hep aynı koltuklara oturarak televizyon izlediği sessiz akşamları<br />

sürekli aynı açıdan çekerek veriyor yönetmen. Görüntüde alan derinliğiyle çok fazla oynanıyor; yakın<br />

çekimlerde de sl ön plana çıkıyor. Bu yönüyle film, görüntü yönetmeninin varlığını hisseriyor. Fantask<br />

sahnelerle gerçekle hayalin sınırları hem Kenan için hem de izleyen için belirsizleşiyor; ama bunlar bazen<br />

absürd derecesine varıyor ve gösterişli kamera hareketleriyle, nevrok müziklerle destekleniyor. <strong>Film</strong>in en<br />

sert sahneleri babayla oğlun ilişkisinin, süregelen sakinliklerine inat patladığı sahneler: Babanın Kenan’ın<br />

mesleğini küçümsemesi, genç adamın kendini “Ben buyum, ben gişe memuruyum!” diye tanımlaması,<br />

vuruculuğu sadeliğinden gelen ‘büyük’ kavga ve “Ark babam gi, seninle gelebilirim!” diyen adamın ruh<br />

hali… Serkan Ercan’ın oyunculuğu ve filme hakim olan çello da bu basık atmosferi kuvvetlendiriyor.<br />

Tüm bu sebeplerle Karaçelik; son yıllarda Türkiye sinemasında çokça irdelenen varoluşsal sorunlara<br />

ilk filmiyle özgün bir bakış geriyor. <strong>Film</strong>, aynı zamanda Aln Portakal’da En İyi İlk <strong>Film</strong>, En İyi Görüntü<br />

Yönetmeni ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini almış.<br />

(1)<br />

gisememurufilm.com<br />

Can Sever<br />

50<br />

24 Ekim Pazartesi 18:00


Altyazı Dergisi Paneli<br />

3 Kasım Perşembe 18 00<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri


O Sangue<br />

Kurmacadan Belgesel Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Pedro Hestnes (Vicente), Nuno Ferreira (Nino)<br />

1989 / Portekiz / Portekizce / 95’<br />

Blood, eleşrmen çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanan Pedro Costa’nın filmografisinde ilk uzun<br />

metrajı. <strong>Film</strong>i, auteur teoriyi takip ederek yönetmenin filmografisine bağlı olarak incelemek, yönetmen<br />

retrospekfi olan seçkiyi izleyenler için yararlı olacağı gibi kendi başına ele almak da mümkün.<br />

Daha henüz film başlamadan siyah ekrandan kapının kapanma ve bir yere yeşme gayesi olduğu belli<br />

olan bir kişinin yürüme sesi geliyor. Böylelikle yönetmenin, John Ford’un siyah beyaz kontras yüksek<br />

eşsiz sinematografisini filmine yedireceğini daha ilk sahneden anlıyoruz. Tüm kadrajı dolduran genç,<br />

kameranın ardında kalan sonradan sahibinin babası olduğunu anlayacağımız birinden tokat yiyor. Bu<br />

sahne Bresson’un Mouchee (1967) filmini ve bu filmin yönetmenin esin kaynaklarından biri olabileceği<br />

ihmalini akla geriyor.<br />

Her kadraj ve her plan kendi başına keyif veriyor; esteğe çok dikkat ediyor Costa bu filmde.<br />

Haa o kadar önemsiyor ki estek meselesini içeriği göz ardı ediyor giderek. Costa’nın gerilimi salık<br />

veren sahnelerde müziği etkin bir şekilde kullandığını söyleyebiliriz ki bu müzik kullanımı konudan ne<br />

kadar uzaklaşmış olursak olalım bizi tekrar ona bağlıyor. Costa eksik aile (filmde hiç olmayan anne,<br />

çoğunda olmayan baba figürü) ve bu ailenin yerini tutmaya çalışanları ele alırken Hollywood kara film<br />

esteğini kullanmak için hikayesine silahlı iki adam ve eskiye bağlı kalmış ark yaşlı bir kadını ekliyor.<br />

Bu tutum filmin kendisinden önceki filmleri oldukça sık çağrışrmasını sağlıyor. Ancak bu durum, filmin<br />

orijinalliğinin kıymene zarar vermezken bir yönetmenin kendi sinemasını kurmada kendinden önceki<br />

kaynaklardan ne kadar etkin bir biçimde yararlandığını da gözler önüne seriyor.<br />

Baba figürünün filmden ayrılmasının ardından abisi kardeşine ark her şeyi istediği gibi yapabileceğini<br />

söylüyor. Fakat bu sadece birkaç gün sürüyor. Amcası abisinin evde olmadığı bir gün çocuğu şimdi abikardeşin<br />

yaşadığı fakir evlerinden alıp şehirdeki kendi modern evine götürüyor. Oradaki koşulların<br />

ne kadar iyi olduğunu görüyoruz (amcasının çocuğa yeni giysiler alması, restoranda yemek yemeleri,<br />

hayvanat bahçesine gitmeleri); fakat çocuk sonunda bir yolunu bulup evine dönmek üzere kaçıyor.<br />

Aynı şekilde babasının borçları nedeniyle kaçırılan abisi yaşlı kadını ikna ederek iki adamdan kurtulmayı<br />

başarıyor. <strong>Film</strong>in sonunda ufak çocuğu nehirde motorla evine ulaşmaya çalışırken, abisini de nehir<br />

kıyısında ailedeki anne figürünün yerini tutacak kız arkadaşına sarılırken görüyoruz. Eleşrmenler bu<br />

sahneyi Salazar sonrası dönemdeki Portekiz polik yapısıyla ilişkilendirebiliyor. Polikadan bağımsız bir<br />

bakış açısıyla ise bu sahne; kendisini sınırladığını düşündüğü geçmiş bağlarından tamamen kurtulmak<br />

isteyen bir bireyin, ardında hiçbir şey bırakmayınca farkında olmadan büyük bir belirsizliğe doğru yol<br />

almaya başlaması olarak okunulabilir.<br />

Bilge Demir<br />

52<br />

31 Ekim Pazartesi 16:00


Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

In Vanda’s Room<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Jeanne Balibar, Rodolphe Burger, Hervé Loos<br />

2000 / Portekiz, Almanya, İsviçre, İtalya / Portekizce, İngilizce / 171’<br />

Pedro Costa’nın, Lizbon’da göçmen azınlıkların yaşadığı Fontainhas bölgesinin hikayesini anlatan<br />

üçlemesinin ikinci filmi, In Vanda’s Room (1) . Bölgeyle tanışmasını, “Fontainhas’a ilk giğimde; renklerini,<br />

yoğun baharat kokusunu, müziğini sevmişm. Evler iç içe geçmiş. Her şey ya çok abarlı ya da çok<br />

sadeydi. İnsanlar ya bağırarak konuşuyorlar ya da hiç konuşmuyorlardı (2) .” diye anlayor yönetmen. Tek<br />

odada kardeşiyle yaşayan, -kadrajdaki herkes gibi- sağlıksız görünen, eroin bağımlısı genç kadının; Vanda<br />

Duarte’nin; günlük hayanı bir buçuk yıla yakın süre kaydediyor. Sonuçta, deneysel ve gözlemci bir anla<br />

kuruyor.<br />

Loş ışıklı bir oda, lekeli duvarlar, yıkınlar, dar sokaklar… Yıkılan bir inşaan köşesinde yıkanmaya<br />

çalışan adam; satmaya çalışğı sebzelerle kapı kapı gezen genç kadın; yıkık bir köşeyi kendine oda<br />

yapmak için, özenerek temizleyen genç adam… Şehrin ya da toplumun çeperlerinde yaşayan insanların<br />

kıyasıya yaşama telaşını tüm gerçekliğiyle, salt gözleyerek aktarıyor yönetmen. Hüzünlü hikayelerin<br />

peşine düşmüyor, kolaya kaçmıyor; geodaki haya, kendi iç ritminde ve sakinliğinde anlayor; ‘öteki’ni,<br />

öz yaşam alanında sessizce izliyor. Sonuçta, ‘fakirlikten acı çeken, ezildikleri için hayatları mahvolmuş<br />

insanlar’ değil; ritüelleri, eğlenceleri, günlük dertleri olan ve yaşamak için uğraşan insanlar şekilleniyor<br />

kadrajda.<br />

Costa’nın tercihleri, filmin gerçekliğini çok boyutlu olarak besliyor. Öncelikle; film, belgeselle<br />

kurmacanın sınırları üzerine deney niteliğinde. “Ona göre film ekibinin işgalci varlığı, sokağın ritmini<br />

bozar, kamerayla özne arasında kurulan mahremiyen yoğunluğundan çalar (3) ”. Bu nedenle filmi 3 kişilik<br />

bir ekiple, uzun süre özneleriyle kalarak, onlarla birlikte oluşturuyor. <strong>Film</strong>in yapısı/hikayesi kamera<br />

kayıayken kuruluyor; çekim süreci, her şeyi olduğu gibi kaydetmek üzerine işliyor. Yönetmen gözlemci<br />

konumuna yaklaşıyor ve “duvardaki sinek (4) ” olarak özneleri daha az rahatsız ediyor; gerçekliği, filme<br />

çekerken değişrmek istemiyor. Uzun planlar, sabit kamera kullanımı, Vanda’nın odasındaki ritüellerinin<br />

hep aynı yerden çekimleri, sürekli duyulan ve mahallenin iç müziğini oluşturan bağrışmalarla da günlük<br />

hayan ritmini ekranda taklit ediyor. Tüm bunlarla, “Costa sadece fakirliği aktarmakla yenmiyor;<br />

fakirliğin sıkıcılığını ve sertliğini de izleyene hisseriyor.”. <strong>Film</strong>in “Fontainhas’dan insan manzaraları”<br />

olarak da adlandırılabilecek gözlemci-minimalist anlamı, kurguda da kendini gösteriyor ve klasik sebepsonuç<br />

ya da kronoloji ilişkileri önemsizleşiyor. Planlar, aksiyonu tamamlamak için değil; bölgedeki sosyal<br />

hayan resmini çizmek için birleşiyor. <strong>Film</strong>, başka bir sinemanın yolunu açıyor: “Teknik olarak seyrellmiş,<br />

öznesini dinleyen, paylaşımcı bir sinema”.<br />

Vanda’nın bitmek bilmeyen, kendi ciğerinizde hissedebileceğiniz öksürmeleri; karanlık odalarda tek<br />

kibrit ışığında çevreyi görme telaşı; kirli, üzerine kusulan bir yorgan; kollara sakince vurulan şırıngalar;<br />

çöpten toplanan çakmaklar arasından dolu olanları aramak; karşılıklı susmalar; çok zaman önce alışılan<br />

günlük yaşam tarzı… Costa, yalın ve gerçek anlamıyla çarpıyor. İzleyiciyi, bölgenin sıkıcılığına maruz<br />

bırakıyor; ekranı zevk alma aracı olmaktan çıkarıyor. Böylece zor bir deneyim sunuyor: Çıkışsız ama çıkış<br />

aramayan, basık ama nefes alabilen yaşamları ‘röntgenliyor’. Globalleşmenin konuşulduğu dünyada, belki<br />

de en global olguya, “alakilerin hayatlarına” geniş açıdan bakıyor.<br />

Can Sever<br />

(1)<br />

Diğerleri: Bones (1997), Colossal Youth (2006).<br />

(2)<br />

hp://www.criterion.com/current/posts/1427-pedro-costa-and-jean-pierre-gorin.<br />

(3)<br />

Deniz Buga. “Öznesiyle Omuz Omuza Pedro Costa”. Altyazı Aylık Sinema Dergisi, 100. Sayı. Sayfa: 62.<br />

(4)<br />

Bill Nichols’un “gözlemci tür” olarak nitelendirdiği, 1950’lerin sonunda Amerika ve Kanada’da “direct<br />

cinema” adıyla akımlaşan belgesellerde; filmcinin iddiası, özneyi etkilememek için “duvardaki sinek” gibi<br />

31 Ekim Pazartesi 18:00<br />

53


Change Nothing<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Jeanne Balibar, Rodolphe Burger, Hervé Loos<br />

2009 / Portekiz, Fransa / Fransızca, İngilizce / 100’<br />

Fransız sinemasının en zarif ve yetenekli oyuncularından olan Jeanne Balibar’ın ikinci albümünün<br />

kayıtları ve sanatçının daha sonra verdiği konserler sırasında çekilen Ne Change Rien, müzisyen kimliği<br />

ikinci planda kalan bir isme odaklanarak izleyiciyi şaşıryor. Pedro Costa, Balibar’ı Assayas ve Rivee<br />

gibi ustaların filmlerinden tanıyanları da şaşırtmak için izleyiciye Balibar’ın oyunculuğunu unuuruyor.<br />

Neredeyse yarım saat süren ve tek bir şarkının yinelenmesinden oluşan provalarda sanatçının<br />

kırılganlığını, hatalarını ve bu hataları giderme çabasını izliyoruz. Balibar’ın sahne aldığı bölümler ise<br />

filmin en sonuna saklanıyor. Böylelikle perdedeki halini iyi bildiğimiz bir “persona”ya yeniden hayranlık<br />

beslemek yerine onun yaşadığı zorlu bir sürece tanıklık ediyor; Balibar’ın bambaşka bir yönü ile<br />

tanışıyoruz.<br />

Son yıllarda Jonathan Demme’den Marn Scorsese’ye pek çok usta yönetmen, müzisyenler ve<br />

konser turneleri ile ilgili belgeseller çek. Fakat bu filmlerin hemen hepsi sahne arkasında yaşanan<br />

çalkanları hatasız sahne performanslarıyla birlikte sunarak izleyiciyi heyecenlandırmaya çalışan ve<br />

tanıdık dramak yapıları izleyen çalışmalardı. Çoğu “sahne belgeseli” adeta bir macera filmini andıran<br />

bu “zorlukların ardından gelen başarı” izleğine uygun şekilde hareketli kameralarla çekilmiş ve dinamik<br />

biçimde kurgulanmış. Costa ise uzun stak planlardan oluşan, dingin bir filme imza ayor. Böylelikle<br />

filmin görsel dünyası sonuçtan ziyade süreçle ilgilenen yapısına uygun hale geliyor. Costa hem planları<br />

uzun tutarak Balibar’ın performanslarını kesinsiz izlememize olanak sağlıyor hem de özenle kurduğu<br />

kompozisyonlar sayesinde görsel açıdan büyüleyici bir seyirliğe ulaşıyor.<br />

Işığın ve gölgelerin neredeyse Balibar kadar önemli bir rol üstlendği Ne Change Rien, sıradan<br />

bir kayıt stüdyosunu göz kamaşrıcı bir sahneye çeviren benzersiz bir atmosfere sahip. Hipnoze<br />

edici bu atmosfer sayesinde provalarla örülü zorlayıcı yapısına rağmen akıp giden, izleyiciyi müziğin<br />

ritmine ortak eden bir film bu. Costa kağıt üstünde son derece cılız görünen, tekrarla kurulan bir filmi;<br />

izleyicinin zihnine kazınan görsel ve işitsel bir deneyime çevirirken siyah ve beyaz arasındaki her bir<br />

tondan faydalanıyor. <strong>Film</strong>in görsel dokusunda, yönetmenin Balibar’ın güzelliğini perdeye yansıtmaktan<br />

çekinmemesinin ve bütün filmin adeta Balibar’a yazılmış bir aşk mektubu işlevi görmesinin de payı<br />

var. Costa bu noktada incelikli bir denge tuuruyor ve birbirinden çarpıcı yakın planlarda, döre üçü<br />

karanlıkta kalan kadrajın merkezinde yer alan Balibar’ın tüm etkileyiciliğine rağmen tek boyutlu bir<br />

hayranlık nesnesine dönüşmesini engelliyor.<br />

Ne Change Rien Costa filmografisinin iki ayrı kutbunu bir araya geren bir köprü, yönetmenin<br />

sinemasında önemli ve ayrıcalıklı bir durak. Costa hem O Sangue (1989) gibi türler arasında gezinen<br />

slize filmlere imza atmış hem de Fontainhas Üçlemesi’nde olduğu gibi belgesele yakın bir üslupla işçi ve<br />

göçmen öyküleri anlatmış bir yönetmen. Ne Change Rien bir sanat eserinin yaram sürecini belgeleyen<br />

bir “emek filmi”, ancak Costa bu süreci esteze eği ve atmosfer ya da rim gibi kavramlar üzerine<br />

giği için filmin alışıldık anlamda bir sanatçı portresi olduğu söylenemez. Costa’nın amacı filmine<br />

konu olan çalışmaların eksiksiz bir dökümünü sunmaktan ziyade kendi filmografisinde gözlemlediği<br />

bir kırılmaya çözüm üretmek. Bu çabanın sonucu yönetmenin kendine özgü sinemasıyla tanışmak<br />

isteyenleri benzersiz atmosferi ve birinci sınıf müzikleri ile, Costa’yı tanıyanları ise belgeselin sınırlarını<br />

aşan cesur yapısı ile cezbedecek nadide bir mücevher.<br />

Engin Karayel<br />

54<br />

1 Kasım Salı 15:00


Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa, Thierry Lounas<br />

Oyuncular: Danièle Huillet, Jean-Marie Straub<br />

2001 / Portekiz, Fransa / İtalyanca, Fransızca / 104’<br />

Where Does Your Hidden Smile Lie<br />

Where Does Your Hidden Smile Lie Pedro Costa’nın, Danièle Huillet ve Jean-Marie Straub tarandan çekilen<br />

Sicilia! (1999) filminin montaj aşamasını filme aldığı görüntülerden oluşuyor. Çekim süreci tamamlanmış<br />

filmin film halini almasını konu edinen belgesel boyunca iki yönetmenin karar alma süreçlerini izliyoruz.<br />

Bu süreçler kimi zaman açıklayıcı bir ton alırken kimi zaman da yönetmenlerin birbirlerini ikna süreçlerinin<br />

çekişmeli, gergin bir yansıması oluyor.<br />

<strong>Film</strong> yapım sürecinin anlaldığı film, eldeki kayıtların çekim hızı ve açısıyla oynanan görüntülerle<br />

başlıyor. Costa’nın aynı sahneyi pek çok kez ve farklı şekillerde sunması, Huillet ve Straub’un harcadığı<br />

emeğin önemine işaret ediyor. Ayrıca, bu gösterimler sırasında açığa çıkan her bir hamlenin eldeki<br />

materyali farklı yerlere sürüklemesi de ekranda gördüğümüz dünyanın yapaylığını vurguluyor. Bu sebeple<br />

kimi sahnelerde çerçevesini gördüğümüz kadrajı işaret eden yönetmenin elini görebiliyoruz. Özellikle<br />

yakın çekim olan örneklerde film karesinin editörün ellerine olan görece küçüklüğü filmlerin yara olduğu<br />

gerçeğini pekişriyor. Kayıt odasında film şeritlerinin dönmesinden gelen ses de bize tam olarak bunu<br />

anlayor. <strong>Film</strong> yapma sürecinin yapaylığına ilişkin söylemleri destekleyen film, türünün belgesel olmasıyla<br />

perdeye yansıyanların gerçekliğini izleyiciye de sorgulayor. Sinemanın yapaylığını sinemanın en gerçekçi<br />

türlerinden biriyle anlatmak yönetmenin cesur tavrını sergiliyor. Kurmaca filmlerinde de sosyo-polik<br />

konuları minimalist bir bakış açısıyla inceleyen Costa, çok katmanlı olay ve durumları gerçekliğe odaklanarak<br />

işliyor.<br />

Costa, film yapımına dair belgesel filminde kendi sinemasına dair ipuçları vermekle birlikte yine filmin<br />

içinde bulunan seminer sahnesinde yapım sürecini işlediği Sicilia! (1999)’nın yönetmenlerinin de sinemasal<br />

tavırlarını tanıtmalarını sağlıyor. Yine yönetmenlerin montaj sürecindeki diyalogları ile Buñuel ve Bresson<br />

gibi yönetmenlerin sinemasal duruşlarına da değiniyor.<br />

Sinefil’in bu sayısında Altyazı tarandan hazırlanan Where Does Your Hidden Smile Lie’ın da içinde<br />

bulunduğu seçki, hem Pedro Costa sineması hem de Portekiz Sineması’nı tanıtmak amacı güdüyor. Costa’nın<br />

Portekizli iki yönetmenin film yapım sürecini anlağı filmi de bu sebeple seçkinin görülmesi gereken<br />

örneklerinden biri oluyor. <strong>Film</strong>lere farklı bakış açılarından yaklaşmak isteyen sinemaseverler, Where Does<br />

Your Hidden Smile Lie’ı filmi 9 Kasım- 25 Aralık 2009 tarihli Sinefil’de gerçekleşrilen “<strong>Film</strong>lerde <strong>Film</strong> Yapımı”<br />

seçkisi ile de bütünleşrebilir. Le Mépris (1963), Camera Buff (1979), The Player (1992), Sunset Boulevard<br />

(1950),Close-up (1990) ve Oo e Mezzo (1963) filmlerinden oluşan seçki, Sinefilci’leri yönetmenlerin<br />

düşünsel ve teknik dünyalarına taşıyordu. Seçkiye alternaf filmleri ise 2010 yılının ilk Sinefil’inde bir dosya<br />

ile sunmuştuk. Bu seçki ve dosya ile izleyiciler, Costa’nın Where Does Your Hidden Smile Lie’ının da yapğı<br />

gibi farklı yönetmenlere ve onların sinemasal tutumlarına dair örnekler izleyebilirler.<br />

Costa, yönetmenleri Danièle Huillet ve Jean-Marie Straub’un “Sinemaya güvenemezsin!” moosunu<br />

benimsediği Sicilia! (1999) filmini merkeze alark kendi sinemasal duruşunu da açığa vuruyor. Sicilia! (1999)<br />

filminin karakterlerinin “Seni unutmayacağım.” repliğini, kendi filminde bir donmuş kare ile takip eren<br />

yönetmen, yaşansal gerçeklik ile sinema görselliği arasında son derece doğru ve güçlü bir köprü kuruyor.<br />

Nermin Taşkale<br />

2 Kasım Çarşamba 16:00<br />

55


Colossal Youth<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa <strong>Film</strong>leri<br />

Yönetmen: Pedro Costa<br />

Senaryo: Pedro Costa<br />

Oyuncular: Ventura (Ventura), Vanda Duarte (Vanda), Beatriz Duarte<br />

2006 / Portekiz, Fransa, İsviçre / Portekizce / 155’<br />

Pedro Costa’nın başka filmlerinde de üzerine eğildiği gheo teması Colossol Youth’un merkezinde<br />

duruyor. <strong>Film</strong>in daha ilk karesiyle birlikte yoksul, yaşlı ve köhne bir ev bizi karşılıyor. Ana karakterimiz<br />

Ventura’nın yaşadığı yer olan bu yapıya ev demek de zor aslında; bir yapıyı ev diye nitelememizi<br />

sağlayan pek çok ögeden uzak: duvarları yıkılmak haa erimek üzere, düzenden yoksun ve al.<br />

Karakterlerimiz eve girip çıkarken yerinden sökülmüş kapıyı kenara çekebiliyorlar. Yönetmen,<br />

karakterlerinin yaşadığı zor durumu onları kapısı yerinden çıkmış bir evde yaşatarak anlayor. Bir<br />

evin kapısı onu sokaktan ayıran en temel unsurdur. Yönetmen bu ana unsuru işlevsiz göstererek<br />

küçük bir detayla gheoda yaşanılan yoksulluğun ağırlığını izleyicisine başarıyla aktarıyor. <strong>Film</strong>de<br />

karşılaşğımız tek yaşam alanı bu gheo değil elbee. Ventura’nın kızı Vanda modern görünümlü bir<br />

apartmanda yaşıyor. Eli yüzü düzgün görünen bu ev bodrum kaa. Costa karakterleri gheodan ne<br />

denli uzaklaşmaya çalışırsa çalışsın şartları yine iyileşemiyor. Böylelikle de karakterlerin üzerine<br />

sinmiş çaresizlik ve umutsuzluk hissi izleyiciye somut görüntülerle sunulmuş oluyor.<br />

Çok az sayıda dış mekan çekimine sahip olan film, kadrajını kapalı mekanlarda kurarak<br />

karakterlerinin kasveni izleyiciye naklediyor. Nasıl ki Ventura ve onun ilişkide bulunduğu diğer<br />

kahramanlarımız yoksulluk içinde eli kolu bağlı duruyorlar; kamera da öyle hareketsiz kaydediyor<br />

onları. Yönetmen, kamerasını geniş planlı olarak sabitliyor ki sakinlerinin hayata karşı pasifize olduğu<br />

bu evlerde süren yaşamlar müdehalesizce izleyiciye aktarılsın. Kameranın teatral kullanımına uymayan<br />

nadir sahneler de yok değil. Bunlardan belki de en önemlisi, Ventura’nın yüzüne 180° yakın çekimde<br />

kameraya “mektup” okuduğu sahne. Ancak bu denli formalizmci bir sahne bile filmin genel anlasına<br />

zarar vermiyor. Zira bu sahnede Ventura’nın kameraya bakarak konuşması ile seyirciye izlediğinin bir<br />

film olduğundan çok karakterin yaşansının gerçek hayata ne kadar benzediği geçiyor.<br />

Yönetmenin kurguyla oynamaktan kaçınan yaklaşımı ışık ve mise-en-scène kullanımı ile minimal<br />

tavrını bütünlüyor. Yapay ışıktan kaçınılan filmde, doğal ışık ve onun oluşturduğu gölgelemeler<br />

kullanılmış. Bu gölgeler en çok karanlık koridorlu gheoda büyüyor; Vanda’nın evindeyse yemek<br />

masasında göze çarpıyor. Eşya bolluğundan kaçınılan ev düzenlemesinde eşyaya dekoraf amaç çok<br />

fazla yüklenmemiş. Vanda’nın eviyle aynı yerde olan Ventura’nın yeni evi de açık renk boyalı. Bir<br />

farkla; Ventura’nın evi öylesine sade ki eşyası yok.<br />

Yoksulluğun ağırlığının bir evin boşluğuyla verildiği filmde benzeri başka zıtlıklar da göze çarpıyor.<br />

Ventura, kızlarının yanına giğinde nispi bir ferahlık yaşıyor ve bu durum ışık kullanımı, renk<br />

seçimi gibi yöntemlerle yönetmenin sinema diline yansıyor. Ancak bu durum Ventura’nın kızlarının<br />

yardımıyla kendisini toparlayacağı anlamına gelmiyor. Kızıyla duvardaki lekeleri benzekleri hayali<br />

nesneler üzerine konuşurken biri diğerinin gördüğünün aynısını göremiyor; polis figürü hariç. Bu<br />

söylem, filmin naif yapısına uygun olarak böylelikle geçilmiş oluyor ve fazlaca irdelenmiyor; adeta<br />

izleyiciye harlalıyor ve gerisi ona bırakılıyor. Aynı şekilde gheodaki köhne evin camının tahta ile<br />

örülmesi de üzerinde birkaç saniye durulan bir konu olarak ele alınıyor. Yine de bu birkaç saniye,<br />

dönemin polik kargaşasının günlük yaşam üzerindeki sarsıcı etkisini anlatmaya yeyor: İhlal<br />

yüzünden Ventura’nın “mektup”u hep söylencede kalacak ve sahibine ulaşamayacak.<br />

<strong>Film</strong> aile içi meselelerden, yoksulluk gibi sosyo-ekonomik problemlere ve Portekiz yakın tarihine<br />

uzanan geniş sorunsal skalasını sıradan bir adamın hayana ”kaydederek” izleyicisine naklediyor.<br />

Bunu yaparken yorumdan kaçınmayı ve olayları filtrelemeden aktarmayı yeğliyor. Bu özellikler de<br />

filmi hem yönetmeni tanımak hem de dolaysız anlanın iyi bir örneğini görmek isteyen seyirciler için<br />

önemli kılıyor.<br />

Nermin Taşkale<br />

56<br />

2 Kasım Çarşamba 18:00


BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

TÜRK SİNEMASI<br />

GÖRSEL HAFIZA PROJESİ<br />

Emektar sinemacılarımızla yapılan sözlü tarih çalısmasıdır. ,<br />

-<br />

Gönüllü ögrencilerimizi bekliyoruz...<br />

Tanısma , Toplantısı<br />

28 Eylül 2011<br />

saat 17:00<br />

MAFM Sinema Salonu<br />

+ sözlü tarih çalısmaları ,<br />

+ röportaj teknikleri<br />

+ kamera ve kurgu atölyeleri<br />

Sene boyunca katılımlarınızı bekliyoruz.<br />

Iletisim için


BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ<br />

MİTHAT ALAM FİLM MERKEZİ<br />

26 Eylül - 3 Kasım 2011 Etkinlik Programı<br />

TARİH SAAT FİLM/ETKİNLİK SAAT FİLM / ETKİNLİK<br />

26 Eylül Pts 16.00 Seyyit Han 18.00 Closely Observed Trains<br />

27 Eylül Salı 16.00 Umut 18.00 Duvar<br />

28 Eylül Çrş 16.00 Ağıt 18.00 Arkadaş<br />

29 Eylül Prş 18.00 YILMAZ GÜNEY PANELİ<br />

30 Eylül Cuma 16.00 Diamonds of the Night 18.00 Kısa <strong>Film</strong> Grubu<br />

3 Ekim Pts 16.00 The Party and The Guests 18.00 Kısa <strong>Film</strong> Grubu<br />

4 Ekim Salı 15.00 Firemen’s Ball<br />

5 Ekim Çrş 18.00 Cremator<br />

6 Ekim Prş 18.00 NURİ BİLGE CEYLAN İLE SÖYLEŞİ<br />

7 Ekim Cuma 18.00 Loves of a Blonde<br />

10 Ekim Pts 16.00 Maden 18.00 Lemonade Joe<br />

11 Ekim Sal 15.00 Bir Kadının Anatomisi<br />

12 Ekim Çrş 16.00 Bir Erkeğin Anotomisi 18.00 Yağmur Kaçakları<br />

13 Ekim Prş 16.00 Yengeç Sepeti 18.00 YAVUZ ÖZKAN İLE SÖYLEŞİ<br />

14 Ekim Cma 16.00 Üç Arkadaş 18.00 Intimate Lighting<br />

17 Ekim Pts 16.00 Dila Hanım 18.00 Çoğunluk<br />

18 Ekim Salı 15.00 Ah Güzel İstanbul<br />

19 Ekim Çrş 16.00 72. Koğuş 18.00 Zefir<br />

20 Ekim Prş 16.00 Katırcılar 18.00 KADİR İNANIR İLE SÖYLEŞİ<br />

21 Ekim Cuma 18.00 Press<br />

24 Ekim Pts 18.00 Gişe Memuru<br />

26 Ekim Çrş 18.00 YENİ TÜRKİYE SİNEMASI PANELİ<br />

31 Ekim Pts 16.00 O Sangue 18.00 In Vanda’s Room<br />

1 Kasım Salı 15.00 Ne Change Rien<br />

2 Kasım Çrş 16.00 Where Does Your Hidden Smile Lie 18.00 Colossol Youth<br />

3 Kasım Prş 18.00 PEDRO COSTA ÜZERİNE PANEL (ALTYAZI)<br />

Yılmaz Güney <strong>Film</strong>leri<br />

Çek Yeni Dalgası<br />

Yavuz Özkan <strong>Film</strong>leri<br />

Yeni Türkiye Sineması<br />

Kadir İnanır <strong>Film</strong>leri<br />

Kurmacadan Belgesele Pedro Costa<br />

Etkinlikler ücretsizdir.<br />

Programda olabilecek değişiklikler afişlerle ve internet sitemizden duyurulacaktır.<br />

Adres: Boğaziçi Üniversitesi <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong><br />

Güney Kampüs, Bebek, İstanbul<br />

Tel: (212) 287 70 86-76 E-Posta: mafm@boun.edu.tr<br />

www.mafm.boun.edu.tr

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!