14.01.2015 Views

Gürol Irzık - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

Gürol Irzık - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

Gürol Irzık - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Paralel Dünyalar ve felsefenin<br />

bazı temel meseleleri<br />

Gürol Irzık<br />

‘İllüzyon, Gerçeklik ve Sinema’ temalı film gösterimleri çerçevesinde<br />

Kanadalı yönetmen Robert Lepage’in Paralel<br />

Dünyalar filminin 17 Aralık 2003’teki gösteriminin ardından<br />

Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gürol<br />

Irzık, filmin felsefi açılımları üzerine görüşlerini seyircilerle<br />

paylaştı.<br />

G<br />

ürol Irzık: Paralel Dünyalar (Possible Worlds, 2000)<br />

benim gördüğüm en felsefi, en metafizik film diyebilirim.<br />

Böyle dememin birkaç nedeni var. Bir kere film doğrudan<br />

felsefecilerin kullandığı bir kavramdan ilham alıyor:<br />

‘mümkün dünyalar’ kavramı. Hem metafizik hem de<br />

bilgibilimsel birtakım sorular soruyor. Bunlardan belki de<br />

en önemlisi mümkün dünyaların varlıksal statüsü. Yani<br />

mümkün dünyalar gerçekte var mıdır, yok mudur Nasıl<br />

bir ontolojik niteliğe sahiptirler Konuşmamda, bununla<br />

birlikte bir dizi başka sorudan da söz edeceğim. Bu sorulara<br />

geçmeden önce dikkatinizi filmin atmosferine çekmek<br />

istiyorum. Kullanılan renklerin oldukça soğuk olan gri ve<br />

grimsi mavi olduğunu görüyoruz. Gri ve soluk görüntülerin<br />

içinde, seyircinin özdeşleşmediği karakterlerle, mesafeli<br />

ve hatta belki de tutkusuz diyebileceğim bir atmosfer de<br />

var. Öte yandan film, bir aşk/sevgi filmi olarak da ele alınabilir<br />

ve dolayısıyla bahsettiğim tutkusuzluk, filmin sevgisiz<br />

bir film olduğu anlamına gelmiyor. <strong>Film</strong>in yarattığı bu<br />

atmosfer ile adeta analitik bir felsefeci tavrı sergilediğini


266<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

söyleyebiliriz. Eğer bir Hollywood yapımı olan Rastlantının<br />

Böylesi (Sliding Doors, 1998) filmini izlediyseniz, aynı<br />

mümkün dünyalar temasını kullanan filmin bu temayı alıp<br />

bambaşka yerlere götürmüş olduğunu görürsünüz. Rastlantının<br />

Böylesi, cilalı bir Hollywood filmi; onunla karşılaştırıldığında<br />

Paralel Dünyalar’da çok farklı bir yaklaşım var.<br />

Mümkün Dünyalar Üzerine Sorular...<br />

Bu film bir dizi soru soruyor. Bunların birinden söz ettim:<br />

Mümkün dünyaların ontolojik statüsü nedir Gerçekten<br />

var mıdırlar; yoksa hayalgücümüzün, imgelemimizin ürünü<br />

müdürler İçinde yaşadığımız dünya olması gereken<br />

dünya mıdır Yoksa başka türlü olabilir miydi Bunların<br />

yanı sıra, filmin izleyenlere sordurduğu bir başka önemli<br />

soru da şu: Mümkün dünyalarda gezinen, farklı mümkün<br />

dünyalarda var olan birinin aynı kişi olması ne demektir<br />

Bu kişinin benliği, kimliği nedir Yani, “eğer farklı dünyalar<br />

varsa, bir insan aynı anda birden fazla farklı dünyada<br />

varolabiliyorsa o zaman o kişiyi, o kişi yapan şey nedir”<br />

sorusunu soruyor film. Yine filmin sorduğu bir başka soru,<br />

Descartes’ın rüya argümanından tanıdığımız bir soru:<br />

“Eğer ben kavanozda bir beyin olsaydım, kavanozda bir<br />

beyin olduğumu bilebilir miydim”<br />

<strong>Film</strong>de paralel iki tane kurgu var: <strong>Film</strong>in kurgusal<br />

gerçekliği içinde yaratılan ‘gerçek dünyada’ geçen bir polisiye<br />

soruşturma hikâyesi; bir de George’un ‘başından’ geçenler.<br />

Dikkat ederseniz sözünü ettiğim iki tip soru, yani<br />

mümkün dünyaların statüsüne ilişkin sorular ile mümkün<br />

dünyalarda varolmanın kimlikle ilişkisi üzerine sorular,<br />

filmin başkarakteri George’un olduğu sahnelerde sorulan<br />

sorular. Polisiye soruşturmanın konusu olan kurguda<br />

“ben eğer bir kavanozda beyin olsaydım bunu bilebilir<br />

miydim” sorusu gündeme geliyor ve bu da o genç, şefi tarafından<br />

pek akıllı olmamakla eleştirilen polis tarafından<br />

soruluyor. Ve sonunda da görüyoruz ki, filmdeki esrarı çözen<br />

yine bilgibilimsel soruları soran o iyi yürekli polis memuru<br />

oluyor. Adeta bir çocuk gibi, farenin beynini kava-


Gürol Irzık 267<br />

nozda seyrettiği zaman duyduğu şaşkınlık ve acıma duygusu,<br />

yanan sinyali dert etmesine neden oluyor; “Bir şey<br />

istiyor olabilir,” diye düşünüp Dr. Kleber’ın ofisine gidiyor,<br />

bu sayede de cani doktorun yakalanmasını sağlıyor.<br />

<strong>Film</strong>in felsefi sorular sormasında Robert Lepage’ın<br />

kendisinin de felsefe okumuş olmasının etkisi var. Yönetmenin,<br />

bu filmi, doğrudan bazı felsefi metinlere gönderme<br />

yaparak çektiğini düşünüyorum. Örneğin, ‘kavanozdaki<br />

beyin’ günümüzün çağdaş ve önemli felsefecilerden biri<br />

olan Hillary Putnam’ın bir makalesinin adı aynı zamanda:<br />

‘Reason, Truth and History’ adlı kitabında yer alan ‘Brain<br />

in a Vat’ (‘Kavanozdaki Beyin’) başlıklı makale. Bu makaleyi<br />

okumamış olsanız bile filmde özünü, en azından sorduğu<br />

soruyu hepiniz görebiliyorsunuz. Descartes’ın meşhur<br />

rüya argümanının günümüzdeki daha çağdaş ve daha bilimsel<br />

bir versiyonu yer alıyor bu makalede. Hatırlarsanız,<br />

Descartes meşhur kitabı ‘Meditasyonlar’da şu soruyu soruyor:<br />

“Ben dış dünyanın varlığını nereden biliyorum” Bu<br />

soruya kuşkucu bir yöntemle yaklaşıyor ve şöyle bir yanıt<br />

koyuyor ortaya: Eğer benim dış dünya hakkındaki bütün<br />

bilgilerim o dünyanın bendeki temsilleri, fikirleri üzerinden<br />

elde edilen bilgilerse o zaman ben öyle bir rüya alemi içinde<br />

olabilirim ki ya da kötü bir şeytan bana öyle bir oyun<br />

oynuyor olabilir ki, gerçeklik sandığım her şey tamamen<br />

bir illüzyon olabilir. Sonuç olarak, ben hiçbir zaman rüya<br />

görmediğimden emin olamam. Ben burada oturmuş, izleyicilerin<br />

karşısında seyrettiğim bir film hakkında konuşuyor<br />

olduğumu zannedebilirim ya da sizler beni dinliyor olduğunuzu<br />

zannedebilirsiniz. Bütün bu yaşadıklarımız bir<br />

kurmaca, bir rüya olabilir.<br />

Putnam’ın ‘Kavanozdaki Beyin’ makalesi de bu argümanın<br />

‘bilimsel’ versiyonu. Yani şöyle düşünün: Biz 19.<br />

yüzyılın ikinci yarısından beri, fizyolojinin kurucusu olan<br />

Helmholtz’un çalışmalarından biliyoruz ki dış dünyadaki<br />

bir nesneye baktığımız andaki algı ile o nesne arasında birebir<br />

ilişki yok. Beynimizin belli noktalarına belli uyarılar<br />

gönderildiği zaman, örneğin karşımızda kırmızı bir nesne<br />

olmasa da bizde bir kırmızı algısı oluşabiliyor. Dolayısıyla,


268<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

eğer biz çok gelişmiş bir nörofizyoloji bilimine sahip olsaydık<br />

ve beynimizi çıkarıp onu bir yaşam destek sistemiyle<br />

yaşatabilseydik, ona uygun sinyaller gönderdiğimiz sürece,<br />

beynimiz her şeyi gerçekmiş gibi algılayabilirdi. Fakat Paralel<br />

Dünyalar’da ben o beyni çalan bilimcinin, Dr.<br />

Kleber’ın beyinle bu şekilde oynadığına dair bir iz göremedim.<br />

Dolayısıyla film her ne kadar “kavanozda bir beyin olsaydım<br />

bilebilir miydim” sorusunu sorsa da, asıl derdi bu<br />

değil. <strong>Film</strong>deki başat temanın daha çok ‘mümkün dünya’<br />

kavramı ve bunun çerçevesinde dönen sorular olduğunu<br />

düşünüyorum. ‘Mümkün dünya’, benim bilebildiğim kadarıyla,<br />

düşünce tarihinde ilk defa 17. yüzyıl filozofu Leibniz<br />

tarafından ortaya atılan bir kavram. Bu kavramı film son<br />

derece güzel ve net bir şekilde açıklıyor. Leibniz’in derdi<br />

şuydu: Evreni tanrının yarattığını düşünüyor ve tanrıyı<br />

kadir-î mutlak olarak görüyordu. Dolayısıyla tanrı bu dünyayı<br />

yarattı, ama biraz daha farklı bir dünya da yaratabilirdi.<br />

Hatta belki sonsuz farklılıklarda dünyalar yaratabilirdi.<br />

Neden içinde yaşadığımız bu gerçek dünyayı yaratmayı<br />

seçti İşte bir dizi argümanla Leibniz içinde yaşadığımız<br />

gerçek dünyanın mümkün olan en iyi dünya olduğunu<br />

ileri sürüyor. Bildiğiniz gibi 18. yüzyılda Voltaire<br />

‘Candide’ adlı kitabında bununla fena halde dalga geçer.<br />

<strong>Film</strong>de bu mümkün dünya kavramı birkaç sahnede<br />

karşımıza çıkıyor. Örneğin George bir sahnede bir laboratuarın<br />

yemekhanesinde adı Joyce olan bir kadınla tanışıp<br />

bir ilişki yaşamaya başlıyor, bir başka mümkün dünyada<br />

yine adı tesadüfen Joyce olan, ama bu sefer barda tanıştığı<br />

bir kadınla ilişki yaşıyor. <strong>Film</strong>de bu mümkün dünya kavramı<br />

George’un barda borsacı Joyce ile karşılaşması sırasında<br />

dile getiriliyor. O sahnede, George barda otururken<br />

“şu anda benim elim böyle duruyor, ama başka bir mümkün<br />

dünyada başka şekilde de duruyor olabilirdi,” diyor.<br />

Mesela, şu anda ben buradayım ve kolumda bir saat var;<br />

ama başka bir mümkün dünyada buraya kolumda saat<br />

olmadan gelebilirdim ya da üzerimdeki ceketi değil de başka<br />

bir ceketi giyebilirdim veya siz salonun sağ köşesinde<br />

oturmak yerine sol köşesinde oturuyor olabilirdiniz. Dola-


Gürol Irzık 269<br />

yısıyla film, “Bu tür mümkün dünyalar var mıdır”, “Bunların<br />

statüsü nedir” sorularıyla oynuyor ve bizzat filmin<br />

başkarakteri, az önce bahsettiğim bar sahnesinde Joyce’a,<br />

“başka hayatların varlığına inanıyor musun” diye sorup<br />

“sonsuz sayıdaki mümkün dünyaların varlığı kaçınılmaz,”<br />

diyor. <strong>Film</strong>in yine ilk sahnelerinde George’un “her yerdeyim,<br />

herkesim ve her şeyi biliyorum,” dediğini görüyoruz ve<br />

bu da iki şekilde mümkün olabilir: Ya George mümkün<br />

dünyalarda gezinen bir karakterdir ya da tanrıdır. Zaten<br />

mümkün dünyalarda dolaşmak da biraz tanrı olmak gibi<br />

bir şey. George yedinci sınıfta anlamış ki aynı anda birkaç<br />

-hatta sonsuz- farklı kişi olabiliyor. Kaç sevgilisi olduğu<br />

sorulduğunda “milyarlarca,” yanıtını veriyor. Tabii bu durum<br />

George’un kim olduğunu düşündürtüyor ve “bir insan<br />

farklı mümkün dünyalarda var olabiliyorsa, o kişiyi farklı<br />

dünyalarda o kişi yapan özelliği nedir” sorusunu gündeme<br />

getiriyor. Yine borsacı Joyce’un evindeki -ki bu evin<br />

hep aynı ev olduğunu da görüyoruz- bir sahnede George<br />

kanepede kaykılmış bir halde yatıyor (ki bu da öldürüldüğü<br />

sahneye benziyor.) Sonra uyanıyor ve aralarındaki konuşmada<br />

George’un borsacı Joyce’u nörolog olan Joyce ile<br />

karıştırdığını görüyoruz. George “Bilincim karışıyor, varlığım<br />

zayıflıyor, hiçbir şey yerine tutunamıyor,” diyor. Bir<br />

insanı o insan yapan özelliklerin eriyip kaybolduğu bir durumda<br />

tabii ki ‘ben kimim; beni ben yapan şey nedir’ soruları<br />

ortaya çıkıyor. Bütün film boyunca bu soruya bir<br />

cevap arandığını ve verildiğini düşünüyorum. Bunu da burada<br />

sizlerle paylaşmak istiyorum.<br />

<strong>Film</strong>in başlarında George “ben sonsuz sayıda mümkün<br />

dünyada varım,” cevabını verdikten sonra “mümkün<br />

dünyaların ontolojik statüsü nedir” sorusuna farklı bir<br />

cevap veriyor. Özellikle son sahneyi hatırlarsak, George<br />

sevdiği kadınla kumsalda yan yana, o güzel doğayı izliyor<br />

ve orada George “mümkün dünyalar hayali ihtimallerdir,<br />

sonunda her şey olduğu gibidir,” diyor. Yani bir tane gerçek<br />

dünya var ve varolduğunu zannettiğimiz o mümkün<br />

dünyalar, aslında bizim hayalgücümüzün ürünlerinden<br />

başka bir şey değiller. Bu görüş filmin iki ayrı kısmından


270<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

biri olan polisiye soruşturma kurgusunun en başında aslında<br />

bize hissettiriliyor. Hatırlarsanız, George kanepenin<br />

üstünde kanlar içinde yatıyor ve genç polis Williams şefine<br />

dönüp “ne yapıyorsun” diye soruyor. Şefi de “düşünüyorum,<br />

ihtimaller üzerinde düşünüyorum,” diye yanıtlıyor.<br />

Daha sonra genç polis Williams’ın bir kaset dinlediğini görüyoruz<br />

ve o kasetin adı da ‘Imagination’, yani ‘İmgelem’.<br />

Dünyaları imgelem yönetir diye bir şey de görüyoruz. Burada<br />

da film biraz kendisine gönderme yapıyor, çünkü sanat<br />

da böyle bir şey. Yani sanat da sanatçının<br />

hayalgücüyle kendine özgü bir dünya yaratarak o dünyaya<br />

hakim olduğu bir dünya.<br />

Mümkün dünyaların gerçekte varolmadıkları, hayalimizde<br />

var oldukları belki hepinize çok tanıdık bir düşünce<br />

gibi gelecektir. Fakat felsefeciler öyle düşünmüyorlar. Bu<br />

görüşlerden bir tanesine ‘kurgusalcılık’ (‘fictionalism’) deniyor.<br />

Yani mümkün dünyaların varlığı tıpkı bir romandaki<br />

karakterlerin, sahnelerin varlığı gibi bir şey. Fakat çok<br />

farklı ve çok saygın felsefecilerin bu konuya dair çok çeşitli<br />

görüşleri var. Örneğin, mümkün dünyalar üzerine çok yazıp<br />

çizen, çağdaş bir felsefeci olan David Lewis, mümkün<br />

dünyaların gerçek dünya kadar gerçek olduklarını söylüyor.<br />

Yani şu anda sonsuz sayıda birbirine paralel gerçek<br />

dünya var. Ve bunların da gerçekten varolduklarını iddia<br />

ediyor. Kimi felsefeciler bu kadar ileriye gitmeyip mümkün<br />

dünyaların somut bir gerçekliğe değil, soyut bir gerçekliğe<br />

sahip olduklarını söylüyorlar.<br />

Mümkün dünya kavramı özellikle matematiksel nesnelerle<br />

uğraşan kişiler için çok ilgi çekici bir fikir. Biz mesela,<br />

zorunlu doğrularla olumsal doğruları birbirinden ayırırız.<br />

Örneğin ‘bu şişenin içindeki sudur’ önermesini alalım.<br />

Bu, doğru bir önermedir. Fakat bunun içindeki su olmayabilirdi<br />

de. Biri bunun içine su yerine başka bir şey de<br />

doldurmuş olabilirdi. Dolayısıyla ‘bu şişenin içindeki sudur’<br />

önermesi doğru bir önerme, ama olumsal bir önerme.<br />

Mümkün dünyalar, bunu yakalamak için kullandığımız bir<br />

kavramdır. Eğer bir önerme, o önermenin yanlış olduğu en<br />

az bir mümkün dünya varsa, olumsaldır. Öte yandan, bir


Gürol Irzık 271<br />

önerme bütün mümkün dünyalarda doğru ise, o zaman o<br />

önerme zorunlu olarak doğru bir önermedir. Mesela, matematiksel<br />

önermeler böyledir. Örneğin ‘1+1=2’ sadece bu<br />

dünyada değil, mümkün bütün dünyalarda, doğa yasalarının<br />

çok farklı olduğu dünyalarda bile doğru olacaktır ve<br />

dolayısıyla zorunlu bir doğrudur. Tabii bunu söyleyebilmek<br />

için de o mümkün dünyalara bir gerçeklik atfetme ihtiyacı<br />

duyuyorsunuz. O yüzden bazı felsefeciler mümkün<br />

dünyaların fiktif olmadığını, bu dünya gibi bir gerçekliğe,<br />

somut veya soyut bir gerçekliğe sahip olduklarını iddia e-<br />

diyorlar.<br />

Benlik Sorunu<br />

<strong>Film</strong>in temel sorularından birinin de benliğe dair olduğunu<br />

söylemiştim. <strong>Film</strong>in sonuna doğru George ile beyni çalan<br />

doktor arasında bir diyalog geçiyor ve o diyalogda yine bu<br />

“beni ben yapan şey nedir” sorusu karşımıza çıkıyor.<br />

George şöyle diyor: “Eğer benim için bir bütünlük varsa,<br />

ben bunun ne olduğunu bilmiyorum, çünkü ben bir sürü<br />

kişiyim.” Başka bir deyişle, “farklı dünyalarda, farklı ilişkilere<br />

giren bir insan, farklı şeyler yapan insan nasıl oluyor<br />

da hâlâ aynı insan olabiliyor” Bu, George’u meşgul eden<br />

bir soru ve işte “bir sürü ben var, benim birçok kişiliğim<br />

var, bir sürü duyusal tecrübeye sahibim, ama bunların<br />

bütünlüğünü sağlayan bir şey yok mu” diye düşünüyor.<br />

Bütün bunlar da “ben kimim” sorusunu getiriyor. Klasik<br />

olarak felsefe tarihinde buna verilen cevap ruh ya da zihindir.<br />

Örneğin, Descartes ruhu (ya da zihni) maddeden<br />

bağımsız olarak kendi başına varolabilen bir töz (cevher)<br />

olarak tanımlar. Ona göre ruh, insanın bütünlüğünü sağlayan<br />

şeydir. Mesela şu anda ben burada etrafıma baktığımda<br />

bir algı bombardımanına tutuluyorum, mavi perdeye<br />

baktığım zaman mavi perde algısı geliyor, size bakıyorum<br />

sizi görüyorum... Bütün bu duyu izlenimlerini, tecrübeleri<br />

bir arada tutan, bütünselliği sağlayan ve benim de<br />

kendimi bir bütün olarak görmemi sağlayan bir şey olması<br />

gerekir. Ben kendimi parçalı, farklı farklı bir kişi olarak


272<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

görmüyorum. Ben kendimi hep bir bütün ve aynı kişi olarak<br />

görüyorum. Bunu da işte zihin ya da ruh dediğimiz bir<br />

töz sağlayabilir.<br />

19. yüzyıldan sonra bilimdeki gelişmeler, özellikle materyalizm<br />

ya da fizikalizm denilen görüşe destek veriyor;<br />

sonuç itibariyle evrendeki her şeyin fiziksel nesnelerin çeşitli<br />

kombinasyonları olduğu fikri böyle bir zihin ya da ruh<br />

fikrinin genelde reddedilmesine yol açıyor. Materyalizme<br />

göre her şey sonuçta bir takım moleküllerin, atomların belli<br />

şekillerde bir araya gelmesinden ibaret. Böyle olunca bağımsız<br />

bir varlığa sahip bir zihin ya da ruh fikri reddediliyor.<br />

<strong>Film</strong>de de dikkat ederseniz bilim insanı olan hem Dr.<br />

Kleber hem de nörolog olan Joyce sürekli materyalizmi savunuyorlar;<br />

her düşüncenin beynimizde bir iz bıraktığını<br />

ve dolayısıyla o izlerden yola çıkarak düşünce ve duyguların<br />

bilinebileceğini, hatta yaratılabileceğini düşünüyorlar.<br />

Ruh ya da zihnin bağımsız bir varlık olarak reddi “beni<br />

ben yapan şey, beni bir bütün olarak bir arada tutan<br />

şey nedir” sorusunu gündeme getiriyor ve ancak filmin<br />

sonunda buna bir cevap alıyoruz. Şimdi, felsefecilerin “bir<br />

şeyi o şey yapan nedir” sorusuna, özellikleri iki sınıfa ayırarak<br />

yanıt veriyorlar. Bir nesnenin bazı özellikleri arızidir,<br />

ilinekseldir (accidental). Bazıları ise özseldir (essential).<br />

Mesela su renksiz, kokusuz bir sıvıdır, ama bu özellikler<br />

suyun arızi özellikleridir. Bunlar olmasa da su yine su o-<br />

lurdu. Suyu su yapan özsel özellik onun H 2 O’dan oluşmasıdır.<br />

Bu ayrımı insana uygulasak ve “bir insanı o insan<br />

yapan özsel özellik nedir” diye sorsak ve örnek olarak beni<br />

ele alsak; tabii ki benim bugün buraya gelirken bu ceketi<br />

giymiş olmam özsel özelliğim değil, çünkü başka bir<br />

ceket de giyebilirdim; ama ben yine ben olurdum. Dolayısıyla,<br />

ceket giymem, saat takmam benim özsel özelliklerim<br />

değil. Elbette ki “bir insanı o insan yapan ve başkalarından<br />

ayıran şey nedir” sorusu zor bir soru. <strong>Film</strong>de buna<br />

verilen bir cevap olduğunu düşünüyorum. Bu cevap da<br />

sanırım George’un hep aynı kadını sevmesiyle ilgili. Bütün<br />

varolduğu mümkün dünya sahnelerinde George hep aynı<br />

kadına aşık ve hepsinin adı Joyce. Gerçi birinde nörolog


Gürol Irzık 273<br />

birinde borsacı, ama aynı fiziksel özelliklere sahip ve<br />

George bütün o mümkün dünyalarda o gerçek aşkı bulduğunu<br />

düşündüğü kadının peşinde. Joyce, onu her zaman<br />

tanımıyor; ama George, Joyce’u hep tanıyor; onun adını,<br />

ne iş yaptığını biliyor. Joyce ile tartıştıkları bir sahne var,<br />

vazo sahnesinin olduğu bölüm; George “sen bütün mümkün<br />

dünyalarda teksin, tek sevdiğim sensin,” diyor.<br />

George’un öldürüldüğü dünyadaki karısının, George’un bir<br />

beyin olarak hâlâ yaşadığını öğrendiği sahneden, hemen<br />

filmin deniz kenarındaki son sahnesine geçtiğimiz zaman,<br />

George ve Joyce’u kavuşmuş ve yan yana otururken görüyoruz.<br />

Orada George “hep seni sevdim,” diyor. Daha önceki<br />

sahne de ‘bir insan bir insana aşık olursa bir daha o duygu<br />

silinip gitmez; yani aşk kaybolmaz, bir kere severseniz<br />

ömür boyu ve bütün mümkün dünyalarda seversiniz,’ mesajıyla<br />

bitiyor. Dolayısıyla, “bir insanı o insan yapan özsel<br />

özellik nedir” sorusuna, ben bu filmin ‘sevgi’ yanıtını verdiğini<br />

düşünüyorum. Konuşmamın başında da söylediğim<br />

gibi, bence Paralel Dünyalar, bir bakıma, aşk-benlik ilişkisi<br />

üzerine son derece metafizik bir film olarak da okunabilir.<br />

Dinleyici Soruları<br />

Mümkün dünyalar meselesine bakan felsefecilerin temelde<br />

ikiye ayrıldığından ve ikincilerin tüm bu olası<br />

dünyaların, yaşadığımız dünya kadar gerçekliğe sahip<br />

olduğunu savunduğundan bahsetmiştiniz. Bu felsefecilerin<br />

kimliği somutlaştırıp somutlaştırmadıkları hakkında<br />

ne söyleyebilirsiniz<br />

Gürol Irzık: Dediğim gibi, özsel özelliklerle arızi özellikleri<br />

birbirinden ayırarak somutlaştırmışlar. Suyla ilgili<br />

olarak suyun özsel özelliğinin H 2 O olduğunu söyledim.<br />

Dolayısıyla su, bütün mümkün dünyalarda H 2 O olmak zorunda.<br />

İnsana ilişkin olarak iş daha çetrefilleşiyor. Bir gerekli<br />

şart, tabii ki insanın bir hafızaya sahip olması; hafıza<br />

çok önemli. İkincisi, belli bir ana babadan, belli bir sperm<br />

ve yumurtadan meydana gelmesi, ki bu daha biyolojik bir<br />

açıklama. Ben felsefeci olmasaydım, bugün bu ceketi giy-


274<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

meseydim, yine Gürol Irzık olurdum. Ama başka bir anadan<br />

babadan olsaydım “ben ben olur muydum” sorusuna<br />

felsefeciler genellikle ‘hayır’ diye cevap veriyorlar.<br />

Peki bu mümkün dünyalarda özgür iradeyi nereye koyacağız<br />

Yani mümkün dünyaların kendi içinde bir dinamizmi<br />

mi var Deterministik bir anlayış mı var,<br />

yoksa birey kendi özgür iradesiyle mi bu mümkün<br />

dünyaları şekillendiriyor<br />

G<br />

ürol Irzık: Özgür irade, suyun H 2 O olmasını etkileyen<br />

bir şey değil; insan eylemlerine özgü bir şey. Şöyle bir<br />

ilişki kurulabilir: Ben bugün buraya özgür irademle geldim<br />

ve başka bir mümkün dünya tasarlayabiliriz ki özgür irademle<br />

buraya gelmeyebilirdim, bu konuşmayı yapmayı<br />

reddedebilirdim. Ama film, özellikle özgür irade determinizm<br />

ilişkisini sorgulayan bir film gibi gelmedi bana.<br />

<strong>Film</strong>de sadece üç kelime söyleyebilen insanlar hakkında<br />

ne söyleyebilirsiniz Bence o insanlar iki nedenle<br />

bu hale gelmiş olabilirler: Ya Maymunlar Cehennemi’ndeki<br />

(Planet of the Apes, 1969) gibi, bir uygarlık<br />

sona ermiş ve onlar da dillerini unutmuşlar; ya da varoluş<br />

şekilleri bu. Joyce da, George’a gece uyurken şu<br />

iki kelimeyi sayıkladığını söylüyor: ‘slap’ ve ‘block’.<br />

Buradaki gönderme, insanların bu beyin araştırmaları<br />

sonucunda bütün bilgilerini unutacağı mı Bu filmde<br />

bilime karşı bir tavır mı var <strong>Film</strong>, anladığım kadarıyla,<br />

bilime karşı daha çok metafizik bir felsefeden yana<br />

duruyor zaten. Bu haliyle film, beyin üzerine yapılan<br />

deneylerin insanların belleğini yok edeceğini mi söylüyor<br />

bir anlamda<br />

Ben bir film eleştirmeni değilim. O sahneye pek bir anlam<br />

veremiyorum, yani bütün bu anlattıklarım içinde o sahneyi<br />

nereye oturtacağımı bilemiyorum. O sahnenin işlevi nedir<br />

veya niçin oraya koyulmuş bilmiyorum. Ancak film tabii<br />

ki hafıza kavramıyla çok oynuyor. Bir insanı o insan<br />

yapan şeylerden biri de hafıza; fakat o sahne bu bağlam i-<br />

çinde neyi anlatıyor ben bilemiyorum.


Gürol Irzık 275<br />

Ben Babil’dekilere gönderme olabileceğini düşünüyorum.<br />

<strong>Film</strong>de, oradaki insanlar bir şeyler yapıyorlar, sürekli<br />

bir tuğla koyuyorlar ve belki de bir kule inşa ediyorlar.<br />

O kuleyle Babil Kulesi yapılırken tanrının insanları<br />

cezalandırarak dillerini unutmalarını sağlaması<br />

arasında bir paralellik olabilir diye düşündüm.<br />

Olabilir. Dediğim gibi ben pek bir anlam veremedim. Fakat,<br />

filmde yine o genç polis "ben kavanozda bir beyin olsaydım<br />

bunu bilebilir miydim" diye sorduktan sonra birdenbire,<br />

“ya hepimiz kavanozda birer beyin olsaydık bunu<br />

bilebilir miydik” sorusuna geçiyor. Yani sadece benim değil,<br />

hepimizin kavanozda bir beyin olma olasılığımızı ortaya<br />

atıyor. Bu tabii daha da korkunç bir şey. Descartes’ın rüya<br />

argümanına, yani kötü bir gücün bizimle oynuyor olabileceği<br />

fikrine güçlü bir destek. Peki bu nasıl mümkün olmuş<br />

olabilir Bir, üstün bir uygarlık hepimizi kavanozda bir beyin<br />

haline getirmiş olabilir; zaten filmin başlarında,<br />

George’un öldürüldüğü sahnede kapıcı gibi bir adam vardı<br />

ve UFO gördüğünü söylüyordu. İki, bu, tanımsal bir şey<br />

sonucunda değil, tamamen kendiliğinden, evrim sonucunda<br />

böyle olmuş olabilir. Yani bu durum tesadüfen de olabilirdi,<br />

o zaman da böyle akıllı bir evren olabilirdi. Bu olasılıkta,<br />

sanki Tarkovsky’nin Solaris’ine (Solyaris, 1972) bir<br />

gönderme var gibi geldi bana. Evrenin kendisi belki böyle<br />

canlı bir nesne ve filmin sürekli suyla oynaması, suyla<br />

başlayıp ilerleyen sahnelerin hep su aracılığıyla birbirine<br />

geçmesi, George’un suyla dolu bir tankın içinde bulunması<br />

ve nihayetinde de filmin suyla bitmesi hep bununla alâkalı.<br />

Bunlar hep Solaris’i çağrıştırıyor bana, ama Lepage,<br />

Tarkovsky’ye göre bir bakıma daha gerçekçi bir yönetmen;<br />

çünkü filmin sonunda bir tane gerçek dünya sunuyor bize.<br />

“Her şey, neyse odur,” diye bitiyor film.<br />

Ben, filmin mesajıyla görsel olarak yarattığı atmosfer<br />

arasında çok büyük bir fark olduğunu düşünüyorum.<br />

Ayrıca bu, kesinlikle bilime ve modern dünyanın insanı<br />

makineleştirmesine karşı bir film. Kesinlikle bilimin<br />

peygamberlere ve insanlara yaptığı eziyetlere karşı bir


276<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

mesaj. Vazo sahnesinde kadın, vazonun çok önemsiz<br />

bir şey olduğunu söylüyor ve o vazo şeklen beyne çok<br />

benziyor. Yani vazonun önemsiz olduğunu söylemekle,<br />

beyinle uğraşmanın da önemsiz olduğunu söylüyor. Zaten<br />

bunun hemen ardından da çok sevdiği o adamı öldürmeye<br />

karar veriyor… Bu kararı almak kolay bir şey<br />

değil; ama kadın, insanın beyinden başka bir şey olduğunu<br />

çok iyi bildiğinden bu kararı alabildi. Genç polis<br />

memurunun filmin esrarını çözmesi, naiflik değil merhametti<br />

bence; bu da filmde çok anahtar bir şey. Bir<br />

yanda bu var, bir yandan da filmin o gri atmosferi; her<br />

ikisi de filmin adını ve felsefe ile bilime dair göndermelerini<br />

çok iyi destekliyor. Ancak bir yandan da bunların<br />

hiçbir önemi yokmuş gibi yapıyor sonunda. <strong>Film</strong>de<br />

önemli olan, sizin ‘sevgi’, benim ‘merhamet’ dediğim<br />

şey. Zaten adam da bir beyin olduğu için öldürülmek<br />

istedi, dikkat ettiyseniz son sözü “thank god!” (“tanrım,<br />

şükürler olsun!”) <strong>Film</strong> bunları, bu gri atmosferle<br />

vererek insanı düşünmeye sevk ediyor.<br />

G<br />

ürol Irzık: Kısmen katılıyorum, kısmen katılmıyorum.<br />

Niye katılmadığımı söyleyeyim... Bu anlattıklarınız<br />

filmde çok fazla ortaya çıkmıyor, yani bizim gözümüze<br />

sokulmuyor. Dışarıdaki protestocular hâlâ, hayvanlar üzerinde<br />

deney yapmayı tartışıyorlar. <strong>Film</strong>in bilime karşı olduğunu<br />

söylerken kastettiğiniz, canlılar üzerinde deney<br />

yapılmaması gerektiğiyse, filmde böyle bir tavır olduğunu<br />

söyleyebiliriz. Öte yandan ben, genç polisin doktoru yakalatmasına<br />

neden olan şeyin merhamet olduğunu düşünüyorum;<br />

çünkü farenin beynine baktığı zaman gördüğü yanıp<br />

sönen ışık için “burada bir ışık yanıyorsa bu zavallının<br />

bir derdi var,” demiş ve içinde uyanan merhamet duygusu,<br />

fareyi alıp Dr. Kleber’in ofisine götürmesine neden olmuştu.<br />

Bunlara katılıyorum, fakat Paralel Dünyalar’ın yüzde<br />

yüz bilim düşmanı bir film olduğunu düşünmüyorum.<br />

<strong>Film</strong>de, bilime karşı olmanın çok önemle vurgulandığını,<br />

ikinci seyredişimde çok daha iyi algıladım. <strong>Film</strong>, bilimin<br />

yaptığı ilerlemelere karşı değil; sadece insan be-


Gürol Irzık 277<br />

deni veya hayvanlar üzerine yapılan bu tür araştırmalara,<br />

yani doğayı yok edecek, doğaya saygısız olan bu<br />

tür araştırmalara karşı çıkıyor; bütünüyle bilime değil.<br />

Ancak filmde bu mesaj bana ilginç gelmiyor, çünkü çok<br />

açık şekilde söylenmiş. Tabii ki canlılar üzerinde deney<br />

yapmamalıyız; tabii ki insanları öldürüp beyinlerini<br />

alıp böyle deneyler yapmamalıyız.<br />

Ama film bunu belli bir şekilde söylüyor. Yani modernizme<br />

karşı bir tavrı var. Sadece bilime değil borsaya da karşı bir<br />

film bu; çağdaş dünyayı eleştiren, çağdaş dünyanın insanı<br />

yaşayamaz hale getirdiğini öne süren bir mesajı var. Peki,<br />

bilime karşı koyduğu şeyin daha duygusal bir yaşam olduğu<br />

sonucu çıkarılabilir mi Ben, filmin, komiseri de şefi de<br />

bilimin karşısında, sağduyusal özellikleri ön planda olan<br />

karakterler olarak konumlandırdığını düşünüyorum. Naif<br />

polisin şüpheci yaklaşımı, yani olgulara bir bakıma felsefeci<br />

gibi yaklaşması, görünenin arkasında olanı araması da<br />

bununla ilgili. Ama durumu bu şekilde görünce, filmin<br />

karşısına aldığı şey bilimin kendisiymiş gibi gelmiyor bana<br />

o noktada. Bunu bir kenara bırakırsak, filmde o insanların<br />

sadece üç kelimeyi kullanabilmelerinde, Saussure’ün ortaya<br />

attığı anlam ve seslemelerin karşılıklılığı düşüncesine<br />

bir gönderme olabileceğini düşünüyorum; çünkü ‘block’<br />

kelimesine karşılık olarak taşları yığabiliyorlar. Acaba düşüncelerimiz<br />

mi sadece seslemelerimiz, yoksa seslemelerimiz<br />

mi sadece düşüncelerimiz Yoksa biz o kelimeyle birlikte<br />

daha farklı şeyler de düşünebilir miyiz Dış dünya ile<br />

ilişkimizi kuran en önemli araçlardan birisi dildir. Dil olmadığı<br />

zaman, kullandığımız terimler gerçeklere gönderme<br />

yapamazlar. Dolayısıyla gelişmiş bir diliniz yoksa dünya ile<br />

olan ilişkiniz de çarpıktır.<br />

<strong>Film</strong>de insanın özsel ayrımı olarak ‘sevgi’ kavramının<br />

öne sürüldüğünü söylemiştik. Ancak ben bunu pek anlayamadım;<br />

bütün hayvanların özünde de sevgi olduğu


278<br />

<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2003<br />

için, insanın özsel ayrımının sevgi olduğunu söylemek<br />

ne kadar doğru<br />

G<br />

ürol Irzık: Hayır, onu kastetmedim. Tabii ki bir insanın<br />

farklı mümkün dünyalarda aynı kişi, aynı şey olması<br />

için insan olması gerekir. O asgari bir koşul. Fakat<br />

filmde, “insanı diğer insanlardan ayıran, onu o kişi yapan<br />

ve başkalarından ayıran şey nedir” sorusuna, “hep aynı<br />

kişiye ilgi duyması” gibi bir yanıt veriliyor.<br />

Yani başka biri o ilgiyi duyamaz<br />

Hayır, duyabilir tabii ki. Bir başkası da aynı kadına ilgi<br />

duyuyorsa, onu o yapan şey de bu olacak. Yani iki farklı<br />

kişi aynı kişiyi sevecek.<br />

Ama hani özü oydu Bu durumda ikisinin de özü aynı<br />

şey oluyor.<br />

Evet, o zaman da nasıl sevdiklerinden, aşklarının ruh halinden<br />

bahsedeceğiz.<br />

Gürol Irzık kimdir<br />

Prof. Gürol Irzık yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi<br />

Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde, 1977 yılında<br />

tamamladı. Yüksek lisansını, yine Boğaziçi Üniversitesi’nde,<br />

Matematik Bölümü’nde yaptıktan sonra alan değiştirdi ve<br />

bilim felsefesi alanında doktora yapmak üzere Indiana<br />

Üniversitesi Bilim Tarihi ve Felsefesi Bölümü’ne kabul edildi.<br />

Burada, ‘nedensel modelleme’ (‘causal modelling’) teknikleri<br />

üzerine yazdığı doktora tezini 1986 yılında tamamladı. Irzık,<br />

halen Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde ders<br />

vermekte ve 1997’den beri bölüm başkanlığı görevini<br />

sürdürmektedir.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!