Yılmaz Güney - Mithat Alam Film Merkezi
Yılmaz Güney - Mithat Alam Film Merkezi
Yılmaz Güney - Mithat Alam Film Merkezi
- No tags were found...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Yılmaz Güney Paneli:<br />
Zahit Atam, Fatoş Güney, Hüseyin Karabey<br />
Eylül ayında <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>, ölüm yıldönümü vesilesiyle<br />
Türkiye sinema tarihinin en büyük isimlerinden Yılmaz<br />
Güney’in filmlerine ev sahipliği yaptı. 29 Eylül Perşembe günü,<br />
Yamaç Okur’un moderatörlüğünde gerçekleştirilen panele ise, yönetmenin<br />
hayat arkadaşı Fatoş Güney, yönetmen Hüseyin Karabey<br />
ve sinema tarihçisi Zahit Atam katıldı. Güney’in Seyyit Han<br />
(1968), Umut (1970), Ağıt (1972), Arkadaş (1975) ve Duvar (1983)<br />
filmlerinin gösterildiği haftanın sonunda düzenlenen panelde<br />
Fatoş Güney, Yılmaz Güney’in hayatını, mücadelesini ve birlikte<br />
geçirdikleri yılları anlatırken, Zahit Atam ve Hüseyin Karabey<br />
de Türkiye ve dünya sineması açısından taşıdığı önemi, kendi<br />
araştırmalarından ve deneyimlerinden hareketle ayrıntılı olarak<br />
ele aldılar.<br />
Yamaç Okur: Bugüne kadar <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> olarak<br />
Yılmaz Güney filmlerini farklı oyuncu retrospektiflerinde ya da<br />
farklı toplu gösterimlerde göstermiştik ama bu hafta, Güney’in<br />
filmlerini ilk defa yönetmen başlığı altında gösterdik. Bugün<br />
Yılmaz Güney’in hayat arkadaşı Fatoş Güney’i, yönetmen ve<br />
senarist Hüseyin Karabey’i ve sinema yazarı, sinema tarihçisi<br />
Zahit Atam’ı ağırlıyoruz, kendisi aynı zamanda Boğaziçi Üniversiteli.<br />
Fatoş Hanım, sizinle başlamak istiyorum.<br />
Fatoş Güney: Merhabalar, hepiniz hoşgeldiniz. Yılmaz Güney’e,<br />
sinemasına gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. Bir<br />
anımla başlamak istiyorum: Ben 1960’lı yıllarda yabancı okulların<br />
imtihanına girdim. Boğaziçi’ni de kazanmıştım ama İtalyan<br />
Rahibeler Okulu’nu tercih ettim. O okuldaki bir arkadaşımın eşi<br />
yönetmen asistanıydı, Yılmaz Güney’le film çekiyordu. Biz de film<br />
nasıl çekilir diye merak edip sete gittik ve ben Yılmaz Güney’le<br />
öyle tanıştım. O okulu değil de bu okulu seçmiş olsaydım, herhalde<br />
Yılmaz Güney’le tanışmak imkânını bulamayacaktım. Ben<br />
daha 16 yaşlarındayım, Yılmaz Güney o dönemde ününün zirve-
326 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
sindeymiş. Fakat yabancı okulda okuduğumdan, İstanbul çocuğu<br />
olduğumdan, muhallebi çocuğu olduğumdan, Yılmaz Güney’i<br />
tanımıyorum. Ne kadar çirkin bir adam diye düşündüm ilk gördüğümde,<br />
nasıl artist olmuş dedim. Benim o zamanki idollerim<br />
Alain Delon gibileriydi. Neyse, Yılmaz Güney bana ilk görüşte göz<br />
koydu, ilk görüşmemizin ertesi günü beni tekrar görmek istedi.<br />
Bana, şoförüyle ve arkadaşımla bir sarı lale ve yarım çikolata<br />
göndermiş. Arkadaşım dedi ki, bu, ona ikram edilen çikolatanın<br />
yarısıymış. Laleyi de film çektiği yalının bahçesinden koparmış.<br />
Benim ödüm patladı, koskoca Yılmaz Güney beni niye<br />
tekrar görmek istesin Neyse, bindik arabaya, gittik. Arkadaşıma<br />
“sakın beni yalnız bırakma, hep yanımda ol” dedim. Yılmaz<br />
bana çok sıcak davrandı, bindik arabaya. Arkadaşım ekti beni<br />
tabii. Beykoz sırtlarına gittik. Bana “sen benim rüyalarımdaki<br />
genç kızsın” dedi. “Şimdiye kadar çok farklı bir çevrenin içindeydim<br />
ama artık çok farklı bir yaşantım olsun istiyorum, bir yuva<br />
kurmak istiyorum ve senin gibi bir kızla hayatımı birleştirmek<br />
istiyorum. Sen yabancı bir okulda okuyorsun, sinema üzerine<br />
çalışabilirsin, dünyadaki sinema akımları üzerine bana yardımcı<br />
olabilirsin” dedi. “Ben bugüne kadar çok farklı filmler yaptım<br />
çünkü Yeşilçam’da var olmak istedim, kendimi kabul ettirmek istedim.<br />
Bundan sonra çok başka şeyler yapmak istiyorum. Halkımı<br />
uyandıracak, onları sarsacak şeyler yapmak istiyorum” dedi.<br />
Ben tabii pek anlayamasam da ilgiyle dinledim. Bana ‘Boynu Bükük<br />
Öldüler’ kitabını hediye etti ve “benimle evlenir misin” dedi.<br />
Ben kahkahalarla gülmeye başladım, “siz bir kere gördüğünüz<br />
insana nasıl evlenme teklif ediyorsunuz Ayrıca benim önümde<br />
çok uzun okul yılları var” dedim. “Benim ailem çok konservatiftir,<br />
babam Arnavut, sinemaya gitmek için bile zor izin alıyorum.<br />
Ben sizinle arkadaşlık da sürdüremem” dedim. “Bunların hepsini<br />
hallederiz, yeter ki sen benim sana kendimi anlatmama izin<br />
ver ama beni hiç kimseye sorma, çünkü beni kendimden başka<br />
hiç kimse tanımaz” dedi.<br />
Ben kitabı aldım, geldim. ‘Boynu Bükük Öldüler’ Çukurova’yı<br />
anlatıyor, ırgatları anlatıyor, Çukurova’nın çilekeşliğini anlatıyor<br />
ve Yılmaz’ın bizzat yaşadığı hayat bu. Bana “Remzi karakterine<br />
dikkat et, o benim çocukluğumdur” dedi. Ben bu kitabın<br />
içine bir girdim arkadaşlar, başka biri olarak çıktım. O kitap<br />
benim hayatımı değiştirdi. Ben Moda’da doğdum, büyüdüm; babam<br />
Türkiye’nin ilk sanayicilerinden, çok farklı olanaklarımız<br />
var, yabancı bir okulda okuyorum. Ama bu kitapla anladım ki,<br />
başka bir dünya var. Yılmaz Muş’ta askerliğini yapıyor o zaman,<br />
izne gelmiş film çekiyor. O dönemde sayfalar dolusu mektuplar
Yılmaz Güney Paneli 327<br />
yazmaya başladı. O mektuplarda müthiş farklı bir adam görüyorum.<br />
Bu bir sene sürdü. Derken ben bir gün okuldan onunla<br />
nişanlanmak için kaçtım. Fakat ortaya çıktı tabii Yılmaz’ın<br />
böyle bir ilişkisi olduğu, mecmualarda, gazetelerde bu olay patlak<br />
verdi. Ailem hemen beni korumaya aldı, beni korumak da<br />
İsviçre’ye göndermekti o zaman. Ben hazırlanıyorum artık gideceğim,<br />
derken gitmedim. Tam 18 yaşımı doldurmuştum, eve<br />
bir mektup bırakarak çok farklı bir yolculuğa çıktım Yılmaz’la.<br />
Tabii aileme yaşattığım o büyük acıdan dolayı hâlâ içim sızlıyor<br />
çünkü tek kızlarıydım, gözbebeğiydim. Ama sonra Yılmaz’ı çok<br />
sevdiler gerçekten, çok takdir ettiler.<br />
Evlendikten sonra bir gün kahvaltı sofrasında Yılmaz bana<br />
dedi ki: “Fatoş, benim babam define aradı. Onun filmini yapmak<br />
istiyorum ben, Adana’ya gideceğiz Eylül ayında.” Haziran’da evlenmiştik,<br />
Eylül’de Adana’ya gittik.<br />
Zahit Atam: Arabayla mı gittiniz<br />
Fatoş Güney: Evet. Yılmaz’la ikimizdik, ekip arkadan minibüslerle<br />
geldi. Ve arkadaşlar, ben Çukurova’yı ilk defa gördüm. Dedi<br />
ki bana Yılmaz, “bak ciğerim, ben film çekerken seni tanıyamayabilirim.<br />
Bakarım ama seni görmeyebilirim. Sen sakın alınmayacaksın,<br />
gücenmeyeceksin çünkü ben kendimde olmam” dedi.<br />
“Yani çıldırırım, deliririm” dedi. Ben ne yapacağım o zaman orada<br />
Hemen gittim, bir kara şalvar buldum, oradaki kadınlar<br />
gibi ayağıma geçirdim. Başıma bir yağlık bağladım, ayağıma da<br />
takunyaları giydim. Girdim köylü kadınların arasına ve benim<br />
bütün dünyam değişti. Bilincim buldozerle ezildi. İstanbul’a<br />
döndüğümüzde ben çok farklı bir Fatoş’tum. Öylesine farklıydım<br />
ki, Yılmaz Güney’i bile beğenmiyordum artık. “Sen ne biçim<br />
devrimcisin Halkımdan yanayım, halkım için çalışmak istiyorum<br />
diyorsun, biz villada oturuyoruz, çalışan adamlarımız<br />
var, şoförlerimiz var, altımızda BMW arabalar var” dedim. “Peki<br />
ne yapalım” diye sordu bana. “Bir kere bütün bunları bırakıyoruz,<br />
gidiyoruz bir gecekondu bölgesine, bir gecekonduya yerleşiyoruz.<br />
Ben bir yerde işçi olarak çalışmaya başlıyorum” dedim.<br />
“Fatoş sen nerede çalışacaksın, nasıl çalışacaksın” dedi.<br />
Ben tutturdum çalışacağım diye. “Gidip Çukurova’da o kadınlar<br />
gibi ırgat olarak çalışacağım, alnımın teriyle para kazanacağım”<br />
dedim. “O zaman sen babanın fabrikasında çalışmaya başla”<br />
dedi bana. Ben köpürdüm benimle dalga mı geçiyorsun diye,<br />
bir kavga kıyamet koptu. Sonra bana dedi ki “bak ciğerim, bak<br />
güzelim, bizim amacımız yoksullaşmak değil, bu olanaklarımı-
328 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
zı terk etmek değil. Düşünsene, gecekonduda otursak, arabaları<br />
bıraksak, nasıl yaşarız” dedi. “Otobüsle gider gelirsin işine,<br />
minibüsle gidersin, halk nasıl gidiyor” dedim. “Yapamam, bak<br />
ben Yılmaz Güney’im, benim gittiğim yerlerde insanlar nasıl<br />
hücum ediyorlar, nasıl toplanıyorlar, ben normal insanlar gibi<br />
yaşayamam, yolda bile rahat yürüyemiyorum, görüyorsun” dedi.<br />
“Bizim amacımız dipteki insanları yukarı çekmek, o fakir insanlara<br />
daha iyi imkânlar sağlanması, devlet tarafından daha iyi<br />
şartlarda yaşamalarının sağlanması, biz bunun için uğraşıyoruz,<br />
bunun için mücadele veriyoruz” dedi. Neyse beni ikna etti<br />
biraz ama ben kara şalvarımı çıkartmadım katiyen, BMW’de o<br />
kara şalvarla gezdim, o kara şalvarla Hilton’a bile gittim.<br />
Yılmaz bana derdi ki hep, “ciğerim senden önceki dönem<br />
milattan önce”. Başta hikâyeler yazıyor, hikâyeleri bir dergide<br />
yayınlanıyor. Adana’da Adana Erkek Lisesi’ni bitiriyor. Fakat<br />
o kadar fakirler ki, derslerini oturdukları evin önünde, sokak<br />
lambasının ışığında çalışıyor. Üniversite için İstanbul’a geliyor,<br />
iktisat fakültesine yazılıyor. O arada da hikâyeleri yayımlanıyor,<br />
Vedat Günyol’un çıkardığı Yeni Ufuklar dergisinde. Derken Atıf<br />
Yılmaz’la tanışıyor, edebiyatçılarla tanışıyor. O sırada Atıf Yılmaz,<br />
Yaşar Kemal’le bir senaryo üzerinde çalışıyor.<br />
Zahit Atam: Bu Vatanın Çocukları (1959).<br />
Fatoş Güney: Bu Vatanın Çocukları’nda alıyorlar Yılmaz’ı ekibe,<br />
Atıf Yılmaz hemen uyanıyor, Yılmaz’ın çok zeki olduğunu anlıyor.<br />
Sonra senaryo çalışmasının içine alıyorlar onu. Atıf Yılmaz<br />
küçük bir rol veriyor.<br />
Zahit Atam: Bu Vatanın Çocukları’nda başrolde çocuklar var.<br />
Büyükler arasında en büyük rolü Yılmaz Güney’e veriyor.<br />
Alageyik’te (1959) başrolde, geyik avcısını oynuyor.<br />
Fatoş Güney: Derken, o edebiyat dergisindeki küçücük bir<br />
hikâyesinde komünizm propagandası yapıyor diye ceza alıyor.<br />
Gelip setten alıyorlar, götürüyorlar, mahkûmiyeti kesinleşmiş.<br />
Savunmasını yaparken “hakim bey ben komünizm nedir bilmiyorum<br />
ki” demiş, hakim de “biz sizi iyi biliriz, neyi bilip neyi<br />
bilmediğinizi çok iyi görürüz” diyip basmış cezayı. Gerçekten<br />
de komünizmi bilmiyor o zaman, toy bir delikanlı. Tamamen<br />
edebiyata vermiş kendisini. Bir buçuk yıl Nevşehir Cezaevi’nde<br />
hapis yatıyor, 6 ay da Konya’da sürgünde kalıyor. Yani cezaevinden<br />
çıktıktan sonra 6 ay her gün karakola gidip “ben buradayım”<br />
diye imza veriyor. Sonra arkadaşlar, Konya’da kimse ona iş<br />
vermiyor; komünist ya. Aç yani, nereden para gelecek, ne yapa-
Yılmaz Güney Paneli 329<br />
cak ‘Boynu Bükük Öldüler’i yazıyor Nevşehir cezaevindeyken.<br />
Ve Konya’da kaldığı altı ayda, onu kabadayılar sahipleniyor. O<br />
dönemde yine hikâyeler yazarak idare ediyor.<br />
Zahit Atam: Senaryo satıyor, orada yazdığı bir senaryodan 3<br />
bin lira kazanıyor. Fakat kumarbazlar, hileli masada alıyorlar<br />
parasını. Yılmaz anlıyor hile yaptıklarını ama iş daha fazla büyüyebilir,<br />
ekip olarak saldırabilirler diye müdahale etmiyor. Hapishane<br />
döneminde de senaryo yazıyor, onu da satıyor. Parayı<br />
da hapishaneden çıkartamadıkları için, kolonyacı Şükrü’nün<br />
hesabına veriyorlar. Şükrü getirip veriyor. Sözünün eri bir insan<br />
olduğu için sahip çıkıyorlar Konyalı kabadayılar. 1970’lerde,<br />
80’lerde ‘Adanalı Yılmaz’ diye hâlâ hikâyelerini anlatırlarmış.<br />
Fatoş Güney: Derken o sürgünlük de bitiyor, İstanbul’a geliyor,<br />
artık şöhret. <strong>Film</strong>lerde oynuyor. Fakat filmlerde canlandırdığı<br />
rollerle kendi hayatı iç içe geçiyor, kimi zaman çok yanlış şeyler<br />
yapıyor, çok büyük olayların içine giriyor. Babadan kalma bir<br />
silah geleneği var Yılmaz’da zaten. Sürekli silah taşıyor, özellikle<br />
de komünist damgası vurulduktan sonra. Çünkü komünistler<br />
o dönemde gizlice takip edilip öldürülüyor. Bundan sonra silahından<br />
hiç ayrılmamaya başlıyor. Dikkat ederseniz ilk dönem<br />
filmlerinin afişlerinde de hep elinde silah vardır. Fakat bugün<br />
incelerseniz, o filmler bile sosyolojik açıdan çok kıymetlidir, her<br />
birinin mesajı vardır. Bu durum, Yılmaz’ın çok meşhur olup artık<br />
prodüktörlere kendi dediğini yaptırma aşamasına gelmesine<br />
kadar devam ediyor. Askerliğinden ve benimle evlenmesinden<br />
sonra Umut’u yapıyor ve dünya sinemasının kültleri arasına giriyor.<br />
Sonra ne yapıyor<br />
Zahit Atam: Arka arkaya Ağıt, Acı (1971), Baba (1971) filmlerini<br />
çekiyor. Üstelik sıkıyönetim var. Yılmaz Güney Ağıt’ı ve Acı’yı<br />
çekerken sürgünde zaten. İstanbul Bölgesi’nin komutanı Faik<br />
Türün İstanbul’u terk etmesini söylüyor, o da gidiyor. O dönemdeki<br />
filmlerinde, yani Ağıt’ta, Acı’da, Baba’da, sonrasında da<br />
Zavallılar’da (1974), siyasal mesajlarını filmin hikâyesine gömerek<br />
anlatıyor. Yarın Son Gündür’de (1971) de vardır bu. Zaten<br />
İstanbul’da bulunduğu sıralarda devrimcilerle randevularına<br />
göre senaryo yazıyor; yani nerede buluşacaksa oraya göre bir<br />
sahne yazıyor, oraya gidip çekiyor.<br />
Fatoş Güney: Bu arada devrimciler geliyor bize, Yılmaz bana<br />
“bak ciğerim, olanları sakın merak etme; ileride herhangi bir<br />
şey olduğunda beni içeri alırlar ve ardımdan ilk kapacakları<br />
insan sensin” diyor. “Onların öyle yöntemleri var ki, seni konuştururlar,<br />
bildiğin her şeyi söylemek zorunda kalırsın ve bundan<br />
ötürü de ömrünün sonuna kadar vicdan azabı çekersin” diyor.
330 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
Ben de onun bu sözleri üzerine tamamen kestim merak etmeyi.<br />
O arada tabii Ulaş Bardakçı’lar, Mahir Çayan’lar bize gelip gidiyormuş.<br />
Deniz Gezmiş’lerin idamını protesto etmek için İsrail<br />
Başkonsolosu Elrom’u kaçırmışlardı, bütün Türkiye’de sıkıyönetim,<br />
sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti, onlar da bizdelerdi.<br />
Mahir, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman bizdeler. Ben 5-6 aylık<br />
hamileyim. Yatak odamızın üzerinde bir kapak var. Oradan<br />
yukarıya çıktılar, ellerinde silahlar. Kapandı kapak, orada kalacaklar.<br />
Sabaha karşı kapımız çalındı. Yılmaz bana “sakın yataktan<br />
kalkma, uyuyor ol” dedi. Hiç uyumuyor o, terliyor sürekli.<br />
Ben anlamıyorum, yaptığımız şeyin o kadar farkında değilim.<br />
Meğer yakalanırlarsa teslim olmayacaklarmış, çatışacaklarmış.<br />
Öyle bir şey olsa biz de kesin gidecektik arada. Yani hayatını,<br />
karısını, karısının karnındaki çocuğunu bile tehlikeye atacak<br />
kadar halkının kurtuluş mücadelesinin yanında oldu, bunu<br />
söylemeliyim. Bu bütün hayatı boyunca böyle oldu.<br />
Zahit Atam: Polis geldiğinde, hayatının rolünü nasıl oynadı Yılmaz<br />
Güney<br />
Fatoş Güney: Ben duymadım konuşmalarını, yukarıda yatıyordum.<br />
Ama şöyleymiş; inip açmış kapıyı, “gelin, buradalar”<br />
demiş, değil mi<br />
Zahit Atam: Ben Oktay Etiman’dan dinledim, arananların<br />
isimlerini söylüyorlar. Yılmaz “ha evet, onlar mı, buyurun burada,<br />
çatıdalar” diyor. Gülüyorlar, sonra Yılmaz da gülüyor. Fakat<br />
terlemiş de bu arada. Onlar uykulu sanıyorlar, “rahatsız ettik<br />
abi” diyip gidiyorlar. Bir de şöyle bir şey var: Yılmaz Güney 1968<br />
yılında, 25 bin liraya lüks bir karavan alıyor fakat onu hiç kullanmıyor.<br />
O da evin kapısının önünde duruyor. Polis gittikten<br />
sonra çatıdakiler inip karavanda kalıyorlar.<br />
Fatoş Güney: Sonra arkadaşlar, Yılmaz’ı o sabah götürdüler,<br />
ben Mahir, Hüseyin ve Oktay’la yalnız kaldım. Onlara tavuklar,<br />
biralar ikram ettim. Birayı görünce çok sevindiler, “yaşa be”<br />
dediler bana. Sürekli tavan arasına servis yapıyorum ben. Ama<br />
Yılmaz’ı götürdüklerini duyunca çok üzüldüler tabii. Saat 3:30’da<br />
sokağa çıkma yasağı bitiyordu, o sırada misafirler geldi. Üstlerini<br />
başlarını temizledik, çıkıp gittiler. Birkaç gün sonra ben izlendiğimi<br />
hissettim ve annemle babamda kalmaya başladım, Moda’da.<br />
Birkaç ay sonra bir sabah hava ağarmadan kapı çaldı. Sivil polisler<br />
“bizimle geleceksiniz” dediler bana. Ben annemi babamı<br />
uyandırmadan çıktım, polislerle beraber tıngır mıngır emniyete<br />
geldik. Beni küçük bir odaya aldılar, orada kapıdan bakanlar<br />
oldu. Beni merak ediyorlar tabii, Yılmaz Güney’in eşi nasıl biri<br />
diye. “Buradan seni ne babanın gücü ne de kocanın adı kurtara-
Yılmaz Güney Paneli 331<br />
maz, bildiklerini söyleyeceksin” dediler. Ben de, Yılmaz’ın söylediği<br />
şeye geldik, diye düşündüm kendi kendime. Sorgum başladı.<br />
O kadar akıllılar ki, bana hayatımı anlattırmaya başladılar, kapılıp<br />
anlatmaya başladım. Laf o geceye gelince “öyle bir şey yok,<br />
kimse kalmadı bizde” dedim. Ben inat edince sinirlendiler. “Hadi<br />
bu biraz istirahat etsin” dediler. Ben de sandım ki, gerçekten istirahata<br />
gidiyorum. Bir de baktım, beni tabut gibi bir hücreye koydular.<br />
Kapı kapandı, nefessiz kaldığımı hissettim. Çömeldiğimde<br />
ayaklarımı uzatacak yer yok, o kadar dar. Bağırdım, çağırdım<br />
“açın kapıyı” diye, hava alamıyordum. Polis gelip “alırsın hava,<br />
merak etme, orada hava var” diyince sesimi kestim. Sekiz saat<br />
filan kalmışım o hücrede. Neyse sonra çıkardılar beni. Bu arada<br />
Yılmaz tutuklandı, 146-1’den ceza yedi ve iki sene Selimiye’de<br />
kaldı. Selimiye’den çıktı, Arkadaş filmini çekti. Sonra Adana’ya,<br />
Çukurova’ya ırgatların filmini çekmeye gittik. Orada maalesef<br />
çok korkunç bir olay oldu, denizin ortasında serseri bir mayın,<br />
gelip gemiye çarptı.<br />
Zahit Atam: Ama öyle değil işin aslı. Tamamen bilinçliydi olay;<br />
İstanbul’dan çağırılmasından itibaren Arkadaş’ın bedeli olarak<br />
düzenlenmişti. Baştan planlanmış bir olayın içine giriyor, her<br />
şeyi sonradan anlıyor.<br />
Fatoş Güney: Ondan sonra arkadaşlar, 74’ten 77’ye kadar sürdü<br />
mahkeme. 74 yılında Ecevit affıyla çıkmıştı Selimiye Askeri<br />
Cezaevi’nden. 77’de, olaydaki ağır tahriği hiç kaale almadan, 19<br />
yıl cezayı bastılar. Cezasını öğrenince bana dedi ki “Fatoş’um<br />
sen kendi hayatını yaşa, ben her zaman senin yanındayım ama<br />
beni 19 yıl bekleyemezsin” dedi. Ben “beklerim” dedim ve devam<br />
ettik. O hapishaneden bu hapishaneye, Ankara’dan Kayseri’ye,<br />
Kayseri’den Isparta’ya, Isparta’dan İzmit’e, İzmit’ten İmralı’ya<br />
derken, 7 buçuk yıl geçti. Eskiden hiç senaryo yazmayan adam,<br />
hapishanelerde oturdu, destan gibi senaryolar yazmaya başladı.<br />
Zahit Atam: Bir Gün Mutlaka’yı (1975), İzin’i (1975), Sürü’yü<br />
(1978), Düşman’ı (1979), Yol’u (1982) hapiste yazdı.<br />
Fatoş Güney: Ama destan bunlar, destan gibi yazıldı da bir<br />
sürü bölümleri ya çekilemedi ya da kötü çekildi. Bu arada ‘Güney’<br />
dergisini çıkardı Yılmaz, Türkiye’nin sosyo-ekonomik, politik<br />
olaylarına dair düşüncelerini yazıyordu. Keşke daha çok<br />
senaryo ve kitap yazsaymış, daha iyi olurmuş. Bir yandan yazıyordu,<br />
bir yandan da tabii bu yazıları hakkında sürekli davalar<br />
açılıyordu. Ve arkadaşlar, yazılarından ötürü hakkında<br />
toplam 100 yıl ceza istendi. 7 buçuk yıl yattığı için yarı açık<br />
cezaevi hakkını kazanmıştı. Bana “Fatoş bu cezaları beklemeye
332 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
ömrümüz yetmez bizim. Türkiye’den ayrılmak zorundayız geçici<br />
bir süre için” dedi. Tamam dedim ben, ondan sonra o kaçış süreci<br />
başladı. Ve çocuklar şunu söyleyeyim, Yılmaz midesinden<br />
çok rahatsızdı. Ezelden beri midesi zayıftır ama artık korkunç<br />
ağrılar içindeydi. Hapisteyken devlet hastanelerine çıkıyor fakat<br />
doğru düzgün bakmadıkları gibi, hastanede de tutmuyorlar,<br />
Genelkurmay’dan telefon geliyor başhekime, bir bakıyoruz,<br />
tahlilleri tamamlanmadan, doğru dürüst bir şey yapılmadan<br />
cezaevine dönmüş.<br />
Bir gece yarısı benim Isparta’daki evim basılıyor, “Yılmaz Güney<br />
buradaymış” diyorlar. “Nasıl olur, hapishanede o!” diyorum.<br />
Böyle girdi çıktı hastanelere ve sonunda biz yurtdışına çıktık.<br />
Orada Yol’un montajını yaptı, bütün kurgusunu değiştirdi, hallaç<br />
pamuğu gibi attı filmi. Yol’dan sonra da “mutlaka hapishane<br />
gerçeğini uluslararası camiada sergileyeceğim, bu benim için<br />
bir görev” diyerek Duvar’ı (1983) yaptı. Duvar yabancı bir ekiple,<br />
sokaktan toplanmış yabancı çocuklarla, korkunç zor şartlarda<br />
çekildi. Hiçbir profesyonel oyuncu yoktu. Bu arada Yılmaz<br />
midesinden müthiş rahatsızdı. Duvar bitti, çok ağır eleştiriler<br />
aldı ama biz tekrar Cannes’a gittik. En gerici Figaro gazetesinin<br />
manşeti bile “Yılmaz Güney yine bir başyapıta imza atıyor”du.<br />
“Bu adam bir büyücü. Ona inanmasanız da, onu sevmeseniz<br />
de sizi büyülüyor” diye yazıyorlardı. O günlerde müthiş sancıları<br />
vardı. Bir gün “kalbim ağrıyor” dedi. Benim ödüm patladı,<br />
hemen bir seyyar doktor geldi, kalbini dinledi, elektro çekildi,<br />
sonra dedi ki “midenize bakılsın.” Sonuçta anlaşıldı ki, kanser.<br />
Ameliyat oldu, oranın en ünlü iki cerrahından biri olan profesör<br />
doktor bana “çok zaman kaybetmişsiniz, neredeydiniz bu kadar<br />
zamandır” dedi. “Bu hastalık başlayalı en az 1 yıl, 1 buçuk yıl<br />
olmuş” dedi çocuklar.<br />
Zahit Atam: Hatta çok daha öncesinde; kanser teşhisi 1978<br />
yılında, Türkiye’de koyuluyor. Yılmaz Güney ve ekibine söylemiyorlar,<br />
yurtdışına çıkışında da o yüzden sorun çıkarmıyorlar.<br />
Türkiye’de ve hapishanede ölmesini istemedikleri için izin veriyorlar.<br />
Bizim yetkililerimiz Yılmaz Güney Türkiye’den çıkmadan<br />
önce kanser olduğunu biliyorlar, Yılmaz Güney’in kendisi bilmiyor,<br />
ailesi bilmiyor ve tedavi olamıyor.<br />
Fatoş Güney: Bilhassa ölsün diye yapılıyor. Orada bütün midesi<br />
alındı ama iş işten geçmiş, bütün sinir uçlarına yayılmış<br />
hastalık. Senfoni yarım kaldı. 47 yaşındaydı, ben de 32 yaşındaydım.<br />
Düşündüklerinin, kapasitesinin, yeteneğinin ancak<br />
yüzde 30’unu gerçekleştirdi belki ama o kadarıyla bile Türkiye
Yılmaz Güney Paneli 333<br />
ve dünya sinemasına ismini bırakarak, çok erken gitti. Beni<br />
soracak olursanız, şimdi artık 60 yaşına geliyorum. 1992 yılına<br />
kadar Türkiye’ye gelmedim çünkü Yılmaz’ın filmleri yasaklıydı.<br />
Biliyorsunuz, negatifleri yok edildi. 10 yıl boyunca yeni<br />
kuşağın onu tanıması engellendi. Ben böyle bir ülkeye gitmem<br />
dedim, orada kaldım. 1992’de artık filmler gösterilmeye başlanmıştı.<br />
Hep aklımda olan bir şey vardı, 1992’de geldim, Yılmaz<br />
Güney Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurdum ve bugüne kadar da bu<br />
vakfı tek başıma, sırtımda getirdim. Sevenlerinin dayanışmasının,<br />
ilgisinin ötesinde, ne devletten, ne bakanlıklardan, ne hükümetlerden,<br />
ne sponsorluklardan, hiçbir şeyden kıl kadar bir<br />
şey almadan bugüne kadar getirdim. Arkadaşlar sahip çıktılar,<br />
Hüseyin (Karabey) arkadaşım, onun arkadaşları “abla bundan<br />
sonra biz varız, lütfen biraz daha sabret” dediler. Güzel şeyler<br />
yapacağımıza inanıyorum.<br />
Bu noktada Hüseyin’e soralım hemen, Yılmaz Güney’le tanışman<br />
nasıl oldu İlk seyrettiğin Yılmaz Güney filmi hangisiydi<br />
Hüseyin Karabey: Ben hayatımın üç farklı döneminde Yılmaz<br />
Güney’le buluştum aslında. 10-11 yaşlarındayken babamdan<br />
dinliyordum onu. 80 darbesi dönemiydi. Babam Malatyalı bir<br />
terzi, Vakko’da çalışıyor, TİP’li, sendikalı. Çoğu zaman göremiyoruz<br />
babamızı, ya çalışıyor ya eylemlerde. O büyük bir iştahla,<br />
büyülenmiş şekilde anlatırdı. Özellikle Umut’u, oradaki ilişkilerin<br />
kendi ailesine ya da tanık olduğu insanlarınkine ne kadar<br />
benzediğini anlatırdı. Sonra Sürü’yü çok ayrıntılı hatırlıyorum,<br />
defalarca dinlemişimdir. Bende sinemasından önce, Yılmaz<br />
Güney’in kendisinin böyle bir etkisi vardı. 17-18 yaşıma kadar<br />
seyredemedim bu filmleri. İkinci karşılaşmam, sinemayla ilgilenmeye<br />
başlamamla oldu. Bir videodan, neredeyse silinmiş<br />
kopyaları, bir evde 30 kişi gizlice seyrettiğimizi hatırlıyorum,<br />
öğrencilik yıllarımda.<br />
Yılmaz Güney bu ülkenin kültürel bir varlığı, insan onun ne<br />
kadar önemli olduğunun yeterince farkına varamıyor. Bu ne demek<br />
Bir eve gidiyorsunuz, bir Kürt ailesinin evine ya da bir işçi<br />
ailesinin evine, istisnasız hepsinde bir Yılmaz Güney fotoğrafı<br />
vardır. Belgesel yaparken de, öğrenciyken de bir ikon gibiydi,<br />
özellikle de bir film karesinden çıkan çamurlu pantolonlu bir<br />
fotoğrafı; ezilenlerin kahramanıydı. Siyasi olarak nerede durduğunun<br />
altını da çok iyi çiziyordu. Yılmaz Güney’den sadece<br />
sinemacı olarak bahsetmek haksızlık olur. Hep devrimden<br />
yanaydı, kelimenin tam anlamıyla devrimciydi ve sanatıyla ne<br />
yapmak istediğini en baştan söylüyordu. Ve o sanatı mükemmel
334 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
yapıyordu. Fatoş Abla’nın dediği gibi, Figaro bile övüyordu onu.<br />
Aynı fikirde olmasanız da sineması nefes kesiciydi.<br />
Sonra sinemaya başlamaya karar verdim. Yirmili yaşlarımda,<br />
‘80 darbesinden sonraki ilk öğrenci hareketlerine katıldım. Hem<br />
Kürtsün hem de işçi çocuğusun; sınıfımın getirdiği içgüdülerle<br />
1987’de YÖK’e karşı ilk eylemlere katıldım. İstanbul’da Basın<br />
Yayın işgali olmuştu. Sonra Anadolu’daki üniversitelerde çeşitli<br />
eylemler başladı. Uludağ Üniversitesi’ndeki eylemde tutuklandık,<br />
herkese olan bize de oldu. 1980 sonrası ilk ciddi eylemler<br />
olduğu için, belki bizi biraz daha fazla ezmeye çalıştılar, diğerlerini<br />
korkutmak için. O dönemde cezaevinden çıkanlar ya dağa<br />
gidiyordu, illegal mücadeleye katılıyordu ya da hayatlarına başka<br />
şekilde devam ediyorlardı. Ben o dönemde sinemacı olmaya<br />
karar verdim. Bana en büyük cesareti Yılmaz Güney vermişti<br />
çünkü onun hayatını okuduğumda, o yapabiliyorsa ben de yapabilirim<br />
diye düşünmüştüm, aynı sınıfsal kökenden geliyoruz<br />
çünkü. Yani en azından deneyeyim, denemem gerekir, diyordum.<br />
Yetenekli olup olmadığımı bilmiyordum ama salt eleştirmenin<br />
de bir çözüm olmadığını bilenlerdendim. En büyük öykünmemiz<br />
tabii ki Yılmaz Güney’di. Bir rol model olmak çok<br />
önemli, onun gibi rol modeller yok 1980’den sonra Kürt kökenli<br />
birisi için. Hatırlayın rol modellerini; İbrahim Tatlıses, Küçük<br />
Emrah sonra onun ardılları, yani Kürtlüğe layık görülen şey bu<br />
kadar, ötesi değil.<br />
Fatoş Güney: Ki onlar bile Kürt olduklarını söylemiyordu.<br />
Hüseyin Karabey: Zaten en önemli tarafı da o. Kürt olduklarını<br />
herkes biliyordu ama onlara dayatılan kimlik buydu. O yüzden<br />
böylesine bir rol model çok önemliydi bizim gibi, olanaksızlıklar<br />
içinde büyüyen bir kuşak için. Sonra Mezopotamya Kültür<br />
<strong>Merkezi</strong>’nde sinema birimini kurduk, Ahmet Soner’le tanıştık.<br />
Ahmet Soner de zamanında Ağıt ve Acı’da Yılmaz Güney’in asistanlığını<br />
yapmış, 1968 kuşağından bir sinemacı. Ahmet Abi’nin,<br />
Hüseyin Kuzu’nun büyük emekleri oldu Mezopotamya Kültür<br />
<strong>Merkezi</strong>’nin o ufacık bodrum katında. O dönemde oradan çok<br />
sinemacı çıktı. Özcan Alper, Kazım Öz, ben o dönemin ürünüyüz.<br />
O dönemde Ahmet Soner’le beraber Yılmaz Güney Vakfı’nın<br />
siparişiyle bir Yılmaz Güney belgeseli yapılıyordu. Ben o belgeselde<br />
asistanlık yaptım. Orada birçok anısını dinledim Yılmaz<br />
Güney’in. <strong>Film</strong>in çekimlerinde Onat Kutlar’dan Aziz Nesin’e<br />
herkes öyle bir Yılmaz Güney anlatıyordu ki, o artık yaşamıyla<br />
bize ustalık yapan Yılmaz Güney oldu. Ben hâlâ Yılmaz Güney’i<br />
bir okul olarak görüyorum; hayatı, filmleri, o filmleri yapış biçimi<br />
ciddi bir okuldur.
Yılmaz Güney Paneli 335<br />
1992-1997 arasında Türkiye çok zorlu bir dönemden geçti. Çok<br />
insan katledildi; düşünen insanlar, sıradan köylüler. 3 bin köy<br />
yakıldı. Kürt kelimesinden korkuluyordu, emekten yana olmak<br />
korkunç tehlikeliydi. Bir adam düşünün, adamın üzerinde 100<br />
yıl gibi bir ceza var, darbe gerçekleşmiş ve cezaevinden bütün<br />
enerjisiyle Yol diye bir film yapıyor. Bu durumda bizim gibi gençler<br />
için hiçbir bahane kalmıyor. “Hiçbir olanağımız yok, nasıl<br />
yapacağız sinema” diyemiyorduk. Karşımızda kocaman, inanılmaz<br />
bir örnek olunca yaşadığımız zorluklar bize zorluk gibi<br />
gelmiyordu. Ben kameramanken defalarca gözaltına alındım,<br />
dayak yedim. “Sen niye insanları çekiyorsun, git kuş, kurt, böcek<br />
bilmem ne çek!” diyorlardı. Hem Doğu’da hem burada Cumartesi<br />
Anneleri’yle beraber çok dayak yedim ama bu bana vız<br />
geliyordu çünkü ödediğimiz bedel asla öykündüğümüz insanın<br />
ödediği bedelden fazla değildi, o anda o ülkede yaşayan sıradan<br />
insanların ödediği bedelden fazla değildi. Biliyorsunuz bir sürü<br />
gazetecimiz öldürüldü, çoğu cezaevlerinde süründü. Dürüstçe<br />
mesleklerini yapmaktan başka da yaptıkları bir şey yoktu.<br />
Dediğim gibi Yılmaz Güney’e öykünerek başladık, sonra yavaş<br />
yavaş filmlerin içine girmek beni gerçekten çok etkiledi. İlk<br />
kısa filmim Boran’ı (1999) yaptıktan sonra yurtdışında dolaşma<br />
şansım oldu. Ciddi sinema festivallerine gidiyordum, çok önemli<br />
öğrenci filmi festivallerine gidiyordum, beni her yerde “Yılmaz<br />
Güney’in ülkesinden geliyor” diye karşılıyorlardı. Türkiyeliyim<br />
dediğim an ya “Yol” diyorlardı ya da “Yılmaz Güney”. 5-6 yıl sonra<br />
Nuri Bilge Ceylan da buna eklendi ama hâlâ dünyanın neresine<br />
giderseniz gidin, sinemayla ilgili bir yerse orası, Yol’dan ve<br />
Yılmaz Güney’den bahsederler. Fransa’dan İsrail’e, Hindistan’dan<br />
Japonya’ya birçok okul gördüm ve Yol’un o okullarda ders olarak<br />
okutulduğuna tanık oldum. İnsana garip bir hüzün de veriyor<br />
çünkü ben o dönemde Marmara Güzel Sanatlar Sinema Televizyon<br />
bölümünde okuyordum ve bizim okulda hâlâ bir tabuydu Yılmaz<br />
Güney’i konuşmak ve filmlerini göstermek. Böyle bir karşılaşmadan<br />
sonra, Yılmaz Güney’le ilgili bir şey yapmamam mümkün<br />
değildi. Biliyorum ki o on yıl daha yaşasaydı, bizim kuşağı<br />
çok daha fazla etkileyecekti, belki inanılmaz bir sinema ortamı<br />
olacaktı Türkiye’de. Sürgünde olsa dahi yaşanacaktı bunlar. En<br />
az on yılını hapiste geçiren bir sanatçının 47 yıllık hayatına bu<br />
kadar çok şeyi sığdırması gerçekten inanılmaz.<br />
Bu ülkede ne yazık ki bir şey tehlike olmaktan çıktığı an, tüketim<br />
malzemesi haline getiriliyor. Son beş altı yılda Yılmaz<br />
Güney’e yapılmak istenen de buydu aslında. 7 yıl önce tehlikeliydi<br />
hâlâ Yılmaz Güney.
336 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
Fatoş Güney: Hâlâ da öyle canım. TRT filmlerini göstermiyor<br />
hâlâ, mesela.<br />
Hüseyin Karabey: O yüzden bizim, onu putlaştırmadan, tanrılaştırmadan,<br />
onun gerçek sanatsal değerini anlatmamız gerekiyor.<br />
Her kuşaktan sinemayla ilgilenen, bu ülkenin sorunlarını<br />
kendine bir dert edinen gençlerle buluşturmamız gerekiyor onu.<br />
Bir rol model olarak çok önemli olduğuna inanıyorum.<br />
Biz Yılmaz Güney’e yeterince sahip çıkabildik mi Bence çıkamadık<br />
ne yazık ki. Bir insan bu kadar ünlü olunca herkes ona<br />
sahip çıkıyormuş gibi görünüyor ama ben bunu miras yemek<br />
olarak görüyorum. Biz 1980’den sonra, bütün solun kültürel<br />
değerleri hakkında da aynı şeyi yaşadık. Sol 1980’den sonra<br />
miras yedi, üstüne bir şey ekleyemedik. Suyunun suyunun suyunu<br />
yaşıyoruz.<br />
Bundan sonra yapılacak şey şu: Yılmaz Güney’in sadece ve<br />
sadece doğru düzgün bir desteğe ihtiyacı var. Yapıtları zaten<br />
dünyanın her yerinde birer klasik. Biz sadece onun yapıtlarının<br />
kaybolmaması için çalışıyoruz. Kişisel olarak hem ben uğraşıyorum<br />
hem de Yeni Sinema Hareketi’nden birçok arkadaşımız<br />
destek oluyor. Fazla öne çıkmadan, ona sahip çıkacağız, üzerimize<br />
düşeni yapacağız. Kültür Bakanlığı’na, sivil toplum örgütlerine<br />
görevlerini hatırlatacağız. Yılmaz Güney’in filmleri, Fatoş<br />
Hanım’ın dediği gibi uzun bir süre kaybolma tehlikesi yaşadı.<br />
Fatoş Güney: Zaten 104 tanesi kayboldu, sadece bizim şirketimize<br />
ait Türkiye’den kaçırabildiğimiz 10-11 tane film var.<br />
Hüseyin Karabey: Ki onlarda da ciddi sorunlar var. Bu sene<br />
onları ciddi bir restorasyona sokacağız, filmler temizlenecek,<br />
bütün o çiziklerinden arındırılacak, dijital ortamda saklanacak,<br />
gerektiğinde de negatife basılabilecek şekilde, uygun ortamda<br />
saklayacağız. Umuyorum bu baskıya dayanamayıp TRT<br />
de yakın zamanda gösterecek filmleri. Başbakan bile alıntı yaptı,<br />
“zamanında Yılmaz Güney’in filmlerinde anlattıklarını dikkatli<br />
dinleseydik belki Kürt sorunu bu kadar büyümezdi” dedi.<br />
Ne yazık ki 40 yıl önce, 45 yıl önce yapılmış filmlerin hâlâ söyleyecek<br />
ciddi sözleri var bu konuda. Ben barış sürecine girdiğine<br />
inanıyorum Türkiye’nin; yaşanan çatışma ortamına rağmen<br />
barışın geleceğine inanıyorum. Bu dönemde Yılmaz Güney’in<br />
hem kişiliğinin hem de filmlerinin bir katkısı olacağına inanıyorum.<br />
40 yıldır vardı zaten.<br />
Biz yurtdışında ona layık gösterimler ayarlıyoruz. Yaklaşık iki<br />
yıldır bunun üzerinde çalışıyordum ben. Şu âna kadarki en bü-
Yılmaz Güney Paneli 337<br />
yük gösterim Hindistan’da, Kalküta <strong>Film</strong> Festivali’nde gerçekleşti.<br />
10 filmin 35 mm kopyaları seyirciyle buluştu. Benim filmim<br />
de gösterildi orada. Orada olmanızı isterdim, hepiniz o gururun<br />
bir parçası olurdunuz. Bütün filmlerini çok iyi biliyorlar<br />
Yılmaz Güney’in, kültür olarak zaten kendilerinden sayıyorlar.<br />
Hindistan’ın iki tane komünist eyaleti var, biri Kalküta, diğeri<br />
Kerala. Hindistan’daki sanatçıların da % 70’i bu iki eyaletten<br />
çıkarmış. Fakirlik bu tür şeylere de sebep oluyor.<br />
Sonra Harvard Üniversitesi’nde 10 filmlik bir toplu gösterim<br />
oldu. Şimdi büyük bir tura hazırlanıyorum Amerika’da ve<br />
Kanada’da. Bir yandan bununla uğraşıyoruz, bir yandan da<br />
filmleri Türkiye’de tekrar 35 mm olarak sizlerle buluşturmaya<br />
çalışıyoruz. <strong>Film</strong>ler doğudan batıya, kırka yakın belediyede<br />
gösterilecek. Meraklısının içine sinen, düzgün kopyalarla, yeni<br />
bir DVD koleksiyonu çıkartacağız.<br />
Hangi filmler çıkacak<br />
Hüseyin Karabey: Yılmaz Güney Vakfı’na ait olan Sürü, Yol,<br />
Umut, Arkadaş, Zavallılar, Ağıt, Acı, Düşman. Ciddi bir arşiv hazırlığı<br />
içindeyiz. Yazılı ve görsel, her şeyini kayıt altına almaya<br />
başladık. Fatoş Hanım’ın kişisel arşivinden başladık. Biz onları<br />
yavaş yavaş yayımlamaya, araştırmacılara açmaya başladığımızda<br />
ikinci, üçüncü şoklar yaşanacak. O kültürel birikim, bir<br />
dönemin kültürel ortamının entelektüel düzeyi açığa çıkacak.<br />
Son olarak Adana Altın Koza <strong>Film</strong> Festivali’nde de kişisel arşivleri<br />
olan birkaç dostuyla tanıştık Yılmaz Güney’in. Bunları zamanla<br />
vakıf bünyesinde toplayıp araştırmacıların, genç arkadaşların,<br />
ilgilenen herkesin ulaşabileceği hale getirmek istiyoruz.<br />
Şimdi sözü Zahit Atam’a bırakıyorum. Yılmaz Güney’le ilgili<br />
konuşulacak çok şey var ama siz, bugünden geriye dönüp<br />
baktığınız zaman nasıl görüyorsunuz Yılmaz Güney’i<br />
ve sinemasını<br />
Zahit Atam: Yakın zamanda “Kültür Bakanlığı’nın arşivinde<br />
Yılmaz Güney filmleri yok” diye bir haber çıktı. Bu olayın<br />
iç yüzünü, iki yıl önce Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV<br />
Bölümü’nü ziyaret ettiğimde birinci elden, Sami Şekeroğlu’ndan<br />
dinledim. “Yılmaz Güney’in filmleri niye kaybolmadı, siz ne<br />
kadarını sakladınız” diye sordum ona. Bu yasağı, yok edilme<br />
olayını biliyorduk, 1980’li yıllarda o filmleri seyredemedik biz,<br />
ancak 90’lı yıllarda seyredebildik. Sami Şekeroğlu çok kritik<br />
bir olay anlattı. Anlaşılıyor ki, filmler zaten kaybedilemezmiş.<br />
Belli kopyalarını yok etseler bile bir şekilde kalacakmış onlar.
338 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
1980 Darbesi’nden sonra, askerler, jandarmalar Mimar Sinan<br />
Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nü basıyorlar, “burada Yılmaz<br />
Güney filmleri varmış, bu filmleri biz alacağız, hepsini yok<br />
edeceğiz” diyorlar. Sami Şekeroğlu da 1960’lı ve 70’li yıllarda<br />
Üçüncü Dünya ülkelerinde bu tip film yok etme olaylarının olduğunu<br />
bildiği için, deposundaki bütün filmleri daha en baştan<br />
şifrelemiş. Hiçbir kutunun üzerinde filmin kendi adı yazmıyor<br />
yani. Bir tek kendisinde var bu şifre. Vasiyetinde var bu, yani<br />
kendisine bir şey olursa başka bir insana geçecek o şifre. Jandarmalarla<br />
beraber sanırım bir yüzbaşı gelmiş emir tebligatıyla.<br />
Orası resmî bir kurum, Sami Şekeroğlu da üniversitede öğretim<br />
görevlisi. “Bende yok” demiş. “Hayır, olduğunu biliyoruz” diye<br />
bağırıp çağırmışlar, tehdit etmişler, sonra depoya inilmiş. Bir<br />
noktada Sami Şekeroğlu “bu filmlerin hepsi şifreli, isterseniz<br />
göstereyim” diyince yüzbaşı herkesi kovmuş oradan, “sakın<br />
kimseye söyleme, bunlar yok edilemez” demiş. Sonra ötekiler<br />
depoyu saatlerce aramışlar, taramışlar, filmler bulunamadı<br />
diye zabıt tutup gitmişler. Yani o yüzbaşı da yok edilmesini istemiyormuş.<br />
Ben kitap yazacağım için Yılmaz Güney’in filmlerini toplamak<br />
üzere ilk önce Yılmaz Güney Vakfı’na gittim, konuştum. Onların<br />
bastıkları bütün kitapları aldım. Sonra “bizim elimizde<br />
sınırlı sayıda kopya var” dediler, beni başka birisine yönlendirdiler.<br />
Onların yönlendirmesiyle ben o zaman ona 75 filmin<br />
DVD’sini buldum. Sonra tarihi araştırdım, bu filmler nasıl yok<br />
olmadı diye. Bir kere 70’li yılların sonlarında ve 80’lerin başında<br />
bu filmler Türkiye’den parça parça çıkarılmış. Ama daha<br />
da önemlisi, belgesel yapmak isteyenler ya da Türkiye’den film<br />
almak isteyenler zaten Yılmaz Güney’in filmlerini kendiliğinden<br />
de götürmeye çalışıyorlarmış, bazı kopyaları da onlar almış.<br />
Örneğin British <strong>Film</strong> Institute’un arşivinde Güney’in belli filmleri<br />
zaten vardı.<br />
Fatoş Güney: Biz verdik o filmleri zaten.<br />
Zahit Atam: Evet, siz verdiniz onları, korumaları için... Bunun<br />
dışında, tarih de biraz yardım ediyor. Dünyada video döneminin<br />
açılmasıyla özellikle Almanya ve Fransa’da Yılmaz Güney’in<br />
filmlerine inanılmaz bir talep oluyor ve Almanya’da 3 milyon<br />
Yılmaz Güney video kaseti satılıyor. Yani bu filmlerin yok edilme<br />
kampanyasından önce, video furyası patlamıştı zaten. Üniversite<br />
yıllarımızda da Yılmaz Güney’in Yol filmi hakikaten gruplar<br />
halinde, gizli olarak, ritüel gibi seyredilirdi. ‘Kürdistan’ sözünü<br />
de ilk olarak Yol’da duymuştum.
Yılmaz Güney Paneli 339<br />
Yılmaz Güney’in sinemasını dünya sineması içindeki yeri açısından<br />
irdelersek, bugüne nasıl bir miras bıraktığına bakarsak,<br />
çok daha kritik bir şeyle karşılaşıyoruz. Aslında teorik olarak,<br />
Yılmaz Güney Üçüncü Dünya Sineması’nın temel karakterlerinden<br />
biri. Üçüncü Sinema’nın en önemli isimleri, 1930’lu yıllarda<br />
doğan kuşak. Bu Brezilya’da, Arjantin’de, Senegal’de, Tunus’ta<br />
aynı. Bu insanların her biri, inanılmaz zor koşullarda destanlar<br />
yazıyorlar, tarihe geçiyorlar. İnanılmaz bir adanmışlık var, o<br />
adanmışlık o kuşağın temel karakterlerinden biri. Ama Yılmaz<br />
Güney aslında Üçüncü Dünya Sineması’ndaki en temel yapısal<br />
sorunlara çözüm bulmuş tek karakter. Üçüncü Dünya ülkeleri<br />
genel olarak istikrarsız ülkelerdir, siyasal olarak zaten demokrasiler<br />
uzun ömürlü olmazlar. Ağır ve uzun kesintiler olur hâlâ<br />
Üçüncü Dünya ülkelerinde. Daha da önemlisi, Üçüncü Dünya<br />
ülkelerindeki sinemalar, yapısı gereği siyasaldır. Siyasal iktidarın<br />
kabul edemeyeceği önermelerde bulunurlar ve bunların<br />
en yalın, en gerçekçi anlattıkları hikâyeler bile o ülkelerdeki<br />
sansür tarafından kabul edilemez olarak değerlendirilir. Bu nedenle<br />
en çok baskıyı onlar görürler. Üçüncü Dünya ülkelerinin<br />
insanlarının pek çoğu okuma yazma bilmez, belli bir eğitimden<br />
geçmez. Ayrıca sinemaya gidecek maddi koşulları da kısıtlıdır.<br />
O yüzden halka erişmekte çok güçlük çekerler. Daha da önemlisi,<br />
Üçüncü Dünyalı aydın bir anti-emperyalist, halk için sinema<br />
yapmaya başlasa bile, halkın sanatsal gelişmemişliğinden dolayı,<br />
onları seslenebilecek bir dil üretmekte zorluk çekerler. Mesela<br />
Brezilya’dan Glauber Rocha gerçekten büyük bir sinemacıdır.<br />
Çok etkileyici filmleri vardır ama o kadar soyutlardır ki, halk<br />
tarafından çok sınırlı bir ilgiyle karşılanmışlardır. Ayrıca bu insanlar<br />
eğer çok değerliyseler ve dünya çapında isim yapmışlarsa<br />
sürgüne gidiyorlar ve sürgünde sinemalarını yapamıyorlar,<br />
yani sürgün kesintiye uğratıyor.<br />
Şimdi, bakıyorsunuz karşınızdaki insana; bu insan, üç tane<br />
darbe görmüş, 1960, 1971 ve 1980’de. Bu üç darbeye rağmen<br />
sinema yapmaya devam etmiş. Demokrasi işlemiyor, darbe oluyor,<br />
siyasal süreç kesintiye uğruyor ama bu insan film yapmaya<br />
devam ediyor. Sürgüne gittiğinde de film yapmaya devam ediyor.<br />
Halka ulaşma konusuna gelince, yaptığı sinemanın en önemli<br />
karakteristiği, en entelektüelinden en yalın ya da eğitimsiz insana<br />
kadar herkesi etkileyebilecek bir sinema dili geliştirmiş<br />
olması. <strong>Film</strong>leri bakanlıklar, valiler, Danıştay, sansür tarafından<br />
yasaklanıyor ama şu ya da bu şekilde gösterime giriyor.<br />
Tümden yasaklandığında, yurtdışına çıkarıldığındaysa, halkın<br />
yoğun ilgisiyle yeraltı sineması olarak yine milyonlarca insa-
340 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
na ulaşıyor. Dolayısıyla Üçüncü Dünya’nın yapısal sorunlarına<br />
genel olarak bir anti-tez Yılmaz Güney’in sineması. Üstelik<br />
yurtdışında bulunduğu sırada, Fransa’da sürgünde olan Latin<br />
Amerikalı ve Afrikalı sinemacılarla dayanışarak, o insanların<br />
film yapma sürecine destek oluyor. Üçüncü Dünya sinemacıları,<br />
genellikle gelişmiş Batılı ülkelerin başkentlerinde ya da kültür<br />
merkezlerinde filmlerinin gösterilmesiyle, sınırlı bir başarı elde<br />
ediyorlar. Senegalli Osman Sembène mesela, çok önemli filmler<br />
yapmış olmasına rağmen filmleri büyük oranda ya videodan<br />
seyredilmiştir aydınlar tarafından ya da Paris’te, Fransa’nın<br />
kültür ataşeliklerinde gösterilmiştir. Ama filmleri Senegal’de<br />
pek fazla gösterilememiştir. Yılmaz Güney’in buna getirmiş olduğu<br />
çözümlerden biri, kendi filmlerini dünyanın her yerinde<br />
göstermek, yani Batılı ülkelerin dışında Üçüncü Dünya ülkelerinde<br />
de göstermek. Dolayısıyla Kalküta’da Hüseyin’in anlattığı<br />
durum gerçekten doğal bir durum. Yılmaz Güney’in bu izlerini<br />
Filistin’de de, Tunus’ta da görürsünüz.<br />
Fatoş Güney: Japonya’da da görürsünüz.<br />
Zahit Atam: Japonya’da da görebilirsiniz. Gelişmiş ya da gelişmemiş,<br />
güney ya da kuzey ayrımı gözetmeden, dünya sinemasına<br />
mal olmuştur. Ben sinemacılığı üzerine birkaç şey söylemek<br />
istiyorum. Birincisi, Yılmaz Güney eğer sinemacı olmuşsa,<br />
burada ne oyunculuğu, ne yakışıklılığı, ne de Anadoluluğu<br />
değil; Yılmaz Güney’in bütün bunlara haiz olan diğerlerinden<br />
farkı, kalemidir. Yılmaz Güney bir kere yazardı. Bu kadar ünlü<br />
olmasında kendi geliştirdiği dramaturjinin etkisi vardır. 1958<br />
yılında yedi buçuk yıl ceza alıyor, sonra temyize gidiyor. İstanbul’daki<br />
arkadaşları “kaç, bu ülkede komünizmden ceza alan<br />
insan bir daha iflah olmaz” diyorlar. Yılmaz Güney ise valizini<br />
alıyor, yargılanmaya gidiyor. Karar duruşmasına döşeğiyle<br />
gitmiş, ben yatacağım diye. Tuncel Kurtiz yurtdışına gitmeyi,<br />
Avrupa’da sanat yapmayı düşündüğü zaman, Yılmaz 1959’da<br />
“ne olacaksa olacak bu ülkede olacak, dananın kuyruğu bu ülkede<br />
kopacak, ben buradan gitmeyeceğim” diyor. Bu Vatanın<br />
Çocukları’nda ve Alageyik’te hikâye Yaşar Kemal’indir, çekim<br />
senaryosu Yılmaz Güney’indir. Üstelik de hiç set görmeden yazmıştır<br />
bu senaryoları. Komünizmden yargılanıyor, Dağ <strong>Film</strong>’le<br />
Türkiye’ye film dağıtıyor, Anadolu’daki yüzlerce farklı sinemada<br />
film seyretmiş, seyirciyi de çok iyi tanıyan bir insan ve dağıtım<br />
işini çok iyi biliyor. Ama Dağ <strong>Film</strong>’in sahibi Demokrat Partili;<br />
“komünizmden yargılanmış ve ceza almış bir insan bizimki gibi
Yılmaz Güney Paneli 341<br />
şerefli bir müessesede çalışamaz, git muhasebeye, ilişiğini kes”<br />
diyor. Onun üzerine durumu Yaşar Kemal’e anlatıyor, Yaşar Kemal<br />
Yılmaz Güney’e 500 lira veriyor, bir sürü de nasihat veriyor,<br />
Atıf Yılmaz’a telefon açıyor. Bu Vatanın Çocukları’nın hikâyesini<br />
yazmış Yaşar Kemal. Atıf Yılmaz ilk önce ofis boy gibi düşünüyor<br />
Yılmaz Güney’i. Kendi asistanı da Robert Kolej mezunu<br />
olan Halit Refiğ’dir o zaman. Sürekli konuşuyorlar ama ikisi de<br />
tembel; çok konuşuyorlar, çok az yazıyorlar. Yılmaz Güney iki<br />
gün dinliyor bunları, üçüncü gün alıp yazmaya başlıyor. Ondan<br />
sonra yazdıklarını görüşmek için Yılmaz Güney’i evine çağırıyor<br />
Atıf Yılmaz. Ailesi, herkes Yılmaz Güney’i sevmeye başlıyor.<br />
Bir bakıyorlar, iki hafta sonra senaryo hazır. O sırada başrol<br />
oyuncusu fazla para istediği için Yılmaz’a “sen oyna” diyor Atıf<br />
Yılmaz. Bakıyorlar, bu adam iyi oynuyor. Bu Vatanın Çocukları<br />
da, Alageyik de hem ticari olarak başarı getiriyor hem de sanatsal<br />
olarak değerli bulunuyor.<br />
Burada Türkiye adına trajik bir şey söyleyeyim. Bu Vatanın<br />
Çocukları 1959 yılında yapılıyor, Gazeteciler Cemiyeti’nin festivalinde<br />
yarışıyor. <strong>Film</strong>in senaristi olarak jenerikte Azmi<br />
Kütüval’ın adı geçiyor. Azmi Kütüval, senaryoya sansür uygulayan<br />
biri. Yaşar Kemal zaten solcu olarak biliniyor, başta Çukurova<br />
ve Doğu üzerine söyleşiler yapıyor. Yılmaz Güney komünizm<br />
davasından yargılanmış ve ceza almış. Onların adı yazılırsa<br />
senaryo sansürden geçmeyecek diye, anlaşmalı bir şekilde,<br />
senaryoya sansür kurulundan Azmi Kütüval’ın adını yazıyorlar.<br />
O da senaryo yazmak istiyor ama ortaokul müsameresinden<br />
başka bir şey yazamayacak biri. Gazeteciler Cemiyeti’nde Bu<br />
Vatanın Çocukları birinci oluyor ve Azmi Kütüval çıkıp ‘En İyi<br />
Senaryo’ ödülünü alıyor.<br />
Oynadığı iki film de ticari olarak başarı gösterince, Tütün<br />
Zamanı’nda (1959) üç dört başrolden birini veriyorlar Yılmaz<br />
Güney’e. Yılmaz Güney ne yapıyor Tutuyor, yapımcıya senaryonun<br />
hatalarıyla ilgili rapor veriyor arkadaşlar. “Sen rolünü oyna,<br />
başka bir şeye karışma” diyorlar. <strong>Film</strong>i çekiyorlar, film iş yapmıyor.<br />
Yılmaz Güney sözlerine hak verecekler sanıyor fakat tam<br />
aksi oluyor. Star sistemi yeni yeni başlamış. “Yılmaz Güney’den<br />
star olur mu” diye bir tartışma çıkartıyorlar. Yılmaz Güney de<br />
bunun üzerine gelen diğer rolleri kabul etmemeye başlıyor çünkü<br />
kendisinin de açıkça dediği gibi, sinemaya girerken amacı<br />
senaryo yazmak ve belli filmleri yönetmek; oyuncu olmak değil.<br />
Hapisteyken, senaryo yazıyor, 3 bin liraya satıyor senaryoyu.<br />
OMO kutusunu rahle yapıyor, ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanını<br />
yazıyor. Çıktıktan sonra da şuna karar veriyor: “Kimseye istediği<br />
senaryoyu yazdırmıyorlar, ne kadar ünlü olursa olsun; kim-
342 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
seye de istediği filmleri yönettirmiyorlar. Ben sinemada istediğim<br />
filmleri yapacaksam, öyle bir şey yapmalıyım ki halka mal<br />
olmalı, ancak halkın desteğiyle bu engelleri aşabilirim. Çünkü<br />
Atıf Yılmaz da, Metin Erksan da, Lütfi Akad da, ne kadar ünlü<br />
ve saygın isimler olsalar dahi istedikleri filmleri yapamıyorlar.<br />
Her biri ticari filmler yapıp, aralarda kendi önemli filmlerinde,<br />
istediklerini kısmen yapabiliyorlar. Hatta ticari başarısızlıktan<br />
sonra uzun dönem bir şey yapamıyorlar. Yılmaz Güney hapiste<br />
olduğu sırada, 1962’de, zaten Akad istediği filmleri yapamadığı<br />
için sinemayı bırakıyor, dört yıl ara veriyor sinemaya.<br />
Yılmaz Güney geri geldiğinde, oyuncu olmaya karar veriyor.<br />
“Önce sinemada geçerli bir mesleğimin olması lazım. Bir yandan<br />
ekmeğimi kazanmam gerekiyor, bir yandan da kendi projelerimi<br />
yapabilecek zamana ihtiyacım var” diyor. “Halkla yakınlaşmam<br />
lazım. Yalnızca sanatla bu iş olmaz çünkü sanat yaptırmazlar<br />
bu ülkede” diyor, starlığa oynamak istediğini söylüyor. Arkadaşlarıyla<br />
yaptığı tartışma o kadar kritik ki, resmen Üçüncü<br />
Dünya Sineması için model olabilecek bir sosyolojik etüt yapıyor<br />
Yılmaz Güney. Ona “bak kimler var: Ediz Hun var, Göksel<br />
Arsoy var, Ayhan Işık var. Bunların hepsi Batılı suretler, bunların<br />
hangisi Beyoğlu’nda yürürse yürüsün hiç tanımayan insan<br />
bile dönüp bu insanların ardından bakar, bu insanların tipine<br />
bakar, ‘vay be’ der. Oysa sen kara kuru bir adamsın” diyorlar.<br />
“Yüzün kavruk, Anadolu’nun ipince bir delikanlısısın” diyorlar.<br />
“Böyle bir şeyi yapamazsın” diyorlar. Yılmaz Güney de “bakın arkadaşlar”<br />
diyor, “benim halka benzemem benim için dezavantaj<br />
değil avantajdır. O insanları hayranlıkla seyrederler ama ben<br />
bir şey yaptığım zaman, bende kendi hınçlarının alınmasını<br />
görürler” diyor. “Benimle özdeşleştikleri zaman aslında bana<br />
gıptayla bakmayacaklar, kendilerinin konumundaki bir insanın<br />
isyanı olarak görecekler. Kendilerinin bilincine varacaklar”<br />
diyor. Freud’un ‘Kitle Psikolojisi’ kitabındaki analizi, Yılmaz Güney<br />
sezgileriyle bulup söylüyor.<br />
1963’te İkisi de Cesurdu iyi iş yapıyor. 1964’teki filmleri de iş<br />
yapınca Yılmaz Güney planını işletmeye başlıyor. Kendi istediği<br />
filmleri yapmak için küçük şirketlerle çalışmak zorunda kalıyor<br />
çünkü büyük şirketler ona salon beyefendisi rolleri yazmaya<br />
başlıyor. Sonra bir gün İzmir’de, bir sinemada kalabalığın içinde<br />
“ben şöyle şöyle filmler yapmak istiyorum ama İstanbul’da bana<br />
izin vermiyorlar” dediği zaman İzmir halkı alkışlarla destekliyor<br />
onu. 10 sinemada gösterilen film, bir anda yoğun taleple 28 sinemaya<br />
çıkıyor ve İzmir alt üst oluyor. Sonra Anadolu’nun diğer<br />
illerinde karşımıza çıkıyor. Sonrasında, 1963-68 yılları arasın-
Yılmaz Güney Paneli 343<br />
da, kendi yarattığı karakterlerin belli derecede izlerini yaşamak<br />
zorunda kalıyor; üzerine gelindiği zaman kükreyen bir insan<br />
oluyor. Üçüncü Dünya’nın efsaneleri ve eşkıyalık hikâyeleri zaten<br />
böyledir. Halk büyük bir ezilme ve zulüm sürecinin içinde<br />
bir kurtarıcı bekler. Başlangıç aşamasında toplum kendi sorunlarını<br />
rasyonel olarak çözemez. Yılmaz Güney filmlerinde<br />
de silaha meraklı bir insan değildi. En son üzerine giderler ve<br />
ondan sonra silah patlar Yılmaz Güney’in filmlerinde. Ezilmiş<br />
insanın nihai aşamada nefsi müdafaa anlamında bir hücumudur<br />
silaha sarılması.<br />
1965 yılında On Korkusuz Adam’da oynadığında, Yılmaz Güney<br />
yine dramaturjik bilgisiyle senaryodaki bütün diyaloglarını<br />
siliyor, arka cebinde konyak şişesi taşıyor, kritik yerlerde konyağını<br />
çıkartıp içiyor ve belli hareketler yapıyor. Bakıyorsunuz,<br />
1950’li yıllarda Adana’nın yıkık dökük sinemalarında izlediği<br />
Marlon Brando’dan esinlenmiş. Kıbrıs üzerine bir filmdir On<br />
Korkusuz Adam. <strong>Film</strong> Türkiye’de oynadığında diğer kahramanları<br />
herkes tepkisiz seyrederken, Yılmaz Güney çıktığında salon<br />
yıkılıyor. O zaman anlıyorlar ki Yılmaz Güney’in yeri doldurulamaz.<br />
Ama Yılmaz Güney o starlığı kabul eder etmez ne yapıyor<br />
Gidiyor Lütfi Akad’a, Türk sinemasının ilk büyük mizansen<br />
ustasına, senaryoya alan derinliğini getiren insana, dört yıldır<br />
sinemayı bırakmış olan ustaya, “ben Adana’da çocukken sinemacı<br />
olmayı hayal ederdim, senin filmlerinde oynamayı hayal<br />
ederdim” diyor ve ona her türlü olanağı sağlıyor. İlk yaptıkları<br />
film olan Hudutların Kanunu’nda (1966), Akad’ı yapımda zerre<br />
kadar uğraştırmıyor, iyi bir yönetmenlik ücretini almasını sağlıyor,<br />
Urfa’da yaşayıp üç ayrı senaryo yazması için de gerekli<br />
izinleri alıyor. Sansür Kurulu’nun sorun çıkaracağını bildiği<br />
için iki tane senaryo veriyor arkadaşlar. Biri Hudutların Kanunu,<br />
diğeri başka bir şey. Sete jandarmalar ve polisler geldiği zaman<br />
“biz öbür filmi çekiyoruz” diyor. Akad da sansürden geçmiş<br />
zamanında. Sonra anlayacaklar diye alelacele seti topluyorlar,<br />
devamını Çatalca’da çekiyorlar.<br />
<strong>Film</strong> çıktığı zaman olay oluyor ama orada Yılmaz Güney,<br />
Akad’dan gerçek bir dramaturji dersi alıyor. Akad’a “benim seyircim<br />
başta çocuklar olmak üzere Anadolu delikanlısı, bıçkın,<br />
büyük sorunlar çeken, kente göçle gelmiş, kentin varoşlarında<br />
yaşayan insanlar” diyor, filmi onlara yönelik çekmeyi teklif ediyor.<br />
Akad da “hayır, bu filmi öyle yapmayacağız, senin taslağını<br />
getirdiğin hikâyeyi yalnızca senin seyircin seyreder, oysa bu filmi<br />
bütün Türkiye seyredecek” diyor. Hakikaten de öyle oluyor<br />
ve o yıl bir özgün senaryoyla yapılıp, gerçekten iyi iş yapan tek
344 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
film oluyor Hudutların Kanunu. Diğerlerinin tamamı Amerikan<br />
filmlerinin yeniden yapımları. Bir yıl sonra da Nazım Hikmet’in<br />
senaryosundan yola çıkarak Kızılırmak-Karakoyun’u (1967) yapıyorlar.<br />
Bir yıl sonra Seyyit Han’la (1968) annesinden dinlediği<br />
destanları filme alıyor. Sonra askerlik, askerlikte Aç Kurtlar’ın<br />
(1969) çekimi, sonra İstanbul’a geldiği zaman bir tür balayı gibi<br />
Adana’ya gidip Umut’u (1970) çekmek. Umut filmi Avrupa için<br />
de bir şok oluyor; 1971’de Cannes’da yarışıyor, 1972’de de Paris<br />
Sinemateki’nde Yılmaz Güney’in toplu gösterimini yapıyorlar.<br />
Çok ilginçtir, Paris Sinemateki’nde seçme filmleri gösterildikten<br />
sonra, İstanbul’daki Sinematek’te de seçme filmleri gösteriliyor.<br />
Aynı yıl, 1962’de yazığı ‘Boynu Bükük Öldüler’, Orhan Kemal<br />
Roman Armağanı kazanıyor, kendisi o sırada Selimiye’de.<br />
Fatoş Güney: Evet, ben gidip alıyorum ödülü.<br />
Zahit Atam: Ardından Baba’yla Adana’dan bir sürü ödül veriyorlar<br />
ama sonra ödülleri siyasi baskılar nedeniyle geri çekip,<br />
başka filmlere veriyorlar. Bu arada arka arkaya edebiyat ödülleri<br />
gelmeye başlıyor. ‘Hücrem’, ‘Sanık’ ve ‘Salpa’ gibi eserleri, aslında<br />
‘Boynu Bükük Öldüler’in devamı gibidir. Yılmaz Güney’in<br />
bundan sonraki kariyerinde, kendisine söylenen belirli sözlerin<br />
derin etkisi oluyor arkadaşlar. Biri, Yılmaz Güney’ 1972’de,<br />
darbeden sonra hapse girdiğinde, dünya sinemasından 163 sinemacının<br />
Türkiye Cumhuriyeti’ne bir dilekçe vererek “kendi<br />
ülkenizin en iyi sinemacısını hapse atamazsınız” demesi. O sırada,<br />
Elia Kazan da Yılmaz Güney için diyor ki: “Ben bu adam<br />
için endişeleniyorum.” İkincisi, işkenceci General Faik Türün,<br />
Güney’e “oğlum, sen bu insanlarla niye ilgileniyorsun Bu devrimciler<br />
serseri, sen ki halka mal olmuş bir sanatçısın!” diye<br />
nasihatler çekiyor. Bu iki sözü birleştiren Güney, hapisten çıkar<br />
çıkmaz Arkadaş’la Faik Türün’e yanıt verir. <strong>Film</strong>de devrim<br />
üzerine ve strateji üzerine, Yılmaz Güney’in yeni kimliği üzerine<br />
pasajlar vardır. Endişe (1974) filmi de Elia Kazan’ın “bu adam<br />
için endişeleniyorum” sözüne yanıttır. “O benim için endişeleniyor<br />
ama ben bu insan için endişeleniyorum” diye gidip Çukurovalı<br />
işçileri anlatır.<br />
1978’de Elia Kazan Türkiye’ye geliyor. Amerika’da gözden düşmüş<br />
ve ‘Amerika, Amerika’ adlı romanını filme çekmek için yapım<br />
desteği bulmaya çalışıyor. Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu’yu<br />
bırakıp Amerika’ya gittiği için ona destek vermek istemiyor ama<br />
tam o dönemde Geceyarısı Ekspresi (Midnight Express, 1978) çekilmiş,<br />
ona yanıt olarak Türkiye’deki hapishaneleri anlatan bir
Yılmaz Güney Paneli 345<br />
film yapmasını istiyorlar ondan. Elia Kazan “ben sizin hapishanelerinizi<br />
bilmiyorum, onu ancak Yılmaz Güney anlatabilir” diyor.<br />
Yılmaz Güney’e soruyorlar. Güney Türkiye’deki hapishaneleri<br />
anlatmaya karar veriyor ve şu şekilde düşünüyor; “ben hapishaneleri<br />
anlatacağım ama bu hapishane dört duvar arasındaki<br />
hapishane değil. Darbeyle beraber Türkiye’nin bir bütün<br />
olarak hapishaneye dönüşmesini anlatacağım” diyor. Ondan<br />
sonra da benim istediğim duvarların içindeki hapishane filmini<br />
bu ülkede çektiremezler bana diyor. O da gidip Fransa’da çekiyor.<br />
Bütün hayatı boyunca kantarın bir ucunda doğup büyüdüğü<br />
topluma olan borcu, o insanlara vefa duygusu, bir ucunda<br />
da bu acıları halka müstahak gören bir siyasi iktidar var.<br />
Yılmaz Güney Yol ile Cannes’da Altın Palmiye aldıktan sonra<br />
kendisiyle yapılan söyleşilerde, estetik anlamda da büyük yenilik<br />
getiren yanıtlar veriyor. Kendisine başta Yol ve Sürü olmak<br />
üzere, filmlerinde doğruyu savunan ve söyleyen bir karakter olmadığını,<br />
dolayısıyla filmlerinin umutsuz olduğunu söylüyorlar.<br />
Yılmaz Güney de ‘umut’ kavramını diyalektik olarak tanımlıyor.<br />
Ben bu insanların her birinde umudu, yaşadıkları sıkışmışlık<br />
içinde doğruyu arayan iç sesleri aracılığıyla, diyalektik olarak<br />
tersine çevirerek, zıtların birliğinden göstermeye çalışıyorum<br />
diyor. Yol’da Halil Ergün’ün oynadığı karakteri düşünün, bütün<br />
hayatı boyunca kaçtığı için suçluluk hissediyor. Fakat kendisine<br />
sürekli olarak yalan söylüyor “hayır, yapmadım ben” diyor.<br />
Sonra gidip en yakın arkadaşına içini döküyor ve doğruyu söylemeye<br />
karar veriyor. Tarık Akan’ın oynadığı karakterin karısına<br />
büyük bir öfkesi var ama seviyor o insanı. Onu öldürmek<br />
istese bile ya da törelerden kaçamasa bile aynı zamanda derin<br />
bir pişmanlık duyuyor. Necmettin Çobanoğlu’nun oynadığı<br />
karakter, bir yandan törelere esir olacak, sınır kaçakçılığı var,<br />
şiddetle ve gerilimle dolu bir hayata gidecek ama orada umudu<br />
gören ve geri dönmeye karar veren bir karakter. Güney “bütün<br />
bu süreç içinde ben eğer bir umut vereceksem, bunu çelişkilere<br />
yoğunlaşarak, o insanların çelişkilerden arınışlarında bulmam<br />
lazım” diyor. “Umudu filmin içinde bir karakter olarak, bir sembol<br />
olarak, bir bayrak olarak koymak değil; izleyicinin bilincinde<br />
ve kendi iç muhakemesinde yaşatmam gerekir” diye, son<br />
derece önemli bir yanıt veriyor.<br />
Hüseyin Karabey: Ben Yılmaz Güney’i incelemeye başladığımda,<br />
o dönemde çıkardığı Güney dergilerini de okudum. Mesela<br />
şöyle şeyler yapıyordu; film gösterildikten sonra kendi adamları<br />
sinemadan kişilerle anket yapıyorlar, her çeşit iş grubundan
346 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
insana soruyorlar. Onların cevaplarını değerlendirdikten sonra<br />
Güney dergisinde yayımlıyor. Geçenlerde Fatoş Hanım’a da sormuştum,<br />
“dünya sinemasındaki gelişmeleri takip ediyor muydunuz”<br />
diye. Çünkü filmlerinde doğrudan etkiler görülebiliyor.<br />
Mesela Arkadaş filmi ya da Düşman’ın senaryosu çok önemlidir.<br />
<strong>Film</strong>lerine bakarsanız Yılmaz Güney, seyretmediği filmleri bile<br />
sanki nefes nefese takip ediyormuş gibidir. Bugün Cannes’da<br />
birinci seçilen filmi hemen seyredebiliyoruz ama o dönemde bu<br />
neredeyse imkânsız.<br />
Zahit Atam: Fransa’da bazı filmleri soruyorlar Güney’e, içlerinde<br />
bir tek Bisiklet Hırsızları’nı (Ladri di biciclette, 1948) seyretmiş<br />
Sinematek’te, onun dışında hiçbir şey seyretmemiş.<br />
Hüseyin Karabey: Bu da insanı çok etkiliyor. Ben sinemaya siyasi<br />
sebeplerden dolayı, başıma gelenleri anlatmak için ilgi duydum<br />
ama Yılmaz Güney’in sinemaya, sanata olan ciddi yaklaşımını<br />
görünce kendime bir çeki düzen verdim. Eğer bu kapıdan<br />
girebildiysek bu, Zahit’in de anlattığı gibi, filmimizin yurtdışında<br />
ödül almasından kaynaklanıyor. Ben ne zaman Avrupa’da ya<br />
da önemli bir sinema yarışmasında ödül aldım, İstanbul <strong>Film</strong><br />
Festivali, Ankara <strong>Film</strong> Festivali ondan sonra kabul etti. Ezilenden<br />
yana filmler yapıyorsanız hata yapma şansınız hiç yok,<br />
hemen sizi yok ediyorlar. Yılmaz Güney onu en iyi yapanlardan<br />
biri. Hedeflediği kitleye ve onlara nasıl ulaştığına bakıyorum,<br />
gerçekten çok önemli. Kocaman bir daire var, o dairenin içinde<br />
bütün halkı hedefliyor Yılmaz Güney. “Sinemaya eğlence için<br />
giden, okuma yazma bilmeyen insanlar da izlediklerinde bir şey<br />
anlayacaklar, bu benim için çok önemli” diyor. Ortada daha küçük<br />
bir daire var, orada konuyla biraz daha entelektüel düzeyde<br />
ilgilenen insanlar var. En ufak çemberde de dünya sinemasının<br />
ustalarına yaptığı göndermeler var. Mesela Yol’un senaryosu biçim<br />
olarak da çok devrimcidir. Ondan önce o türden parçalı bir<br />
hikâye anlatılmamıştır. Iñárritu ile karşılaştım ben bir festivalde.<br />
“Yol gibi bir film çekmek için yola çıktım” diyip Paramparça<br />
Aşklar Köpekler’i (Amores perros, 2000) çekmişti. Fernando<br />
Solanas’a “Yılmaz Güney’in ülkesinden geliyorum” dediğimde,<br />
büyük bir minnetle yaklaştı çünkü sürgündeyken, en önemli<br />
filmlerinden birini Yılmaz Güney’in desteğiyle çekmiştir.<br />
Zahit Atam: Tangolar (El exilio de Gardel: Tangos, 1985).<br />
Hüseyin Karabey: Evet, Tangolar’da Güney’e teşekkürlerini<br />
yazıyor. Böyle bir okul var önümüzde. Bir tartışılan, bir sürü<br />
ikonlarla donatılmış Yılmaz Güney var, bir de böyle inanılmaz<br />
bir sanatçı var karşımızda. Bunu keşfetmek sizi zenginleştiriyor.<br />
Yılmaz Güney’in hayatını inceleyin, bu adam bir yönetmen
Yılmaz Güney Paneli 347<br />
değil, bir oyuncu değil, bir senarist değil; sinemanın ta kendisi.<br />
Sinemanın neresinde olursa olsun, herkese büyük bir enerji veriyor.<br />
Mesela Yılmaz Güney’le çalışan insanlara bakın, meslek<br />
yaşamlarının en üst noktalarına gelmişlerdir.<br />
Zahit Atam: Hakikaten o kolektif ruhu son derece bilinçli olarak<br />
oluşturuyor, sanatsal olarak en büyük derslerinden biri de<br />
bu. Ekibindeki insanlardan en yüksek performansı alıyor. Cezaevinden<br />
çıkardığı derslerden biri, bu iş tek başına yapılamaz,<br />
bir kuşak tarafından yapılabilir düşüncesi.<br />
Salondan soruları almaya da başlayabiliriz.<br />
İzleyici: Sinema tarihçisi olarak Zahit Atam’a ve Kürt sinemacı<br />
olarak Hüseyin Bey’e sormak istiyorum: Bugün Türkiye’de,<br />
Almanya’da, Fransa’da Kürt sinemasının belirli bir temsili var.<br />
Üçüncü Dünya Sineması içinde ele aldık, Türkiye sinemasının<br />
içinde ele alabiliriz ama Kürt sineması tarihinde de çok önemli<br />
bir yeri var Yılmaz Güney’in. Bu yönden değerlendirmenizi istiyorum<br />
Yılmaz Güney’i.<br />
Hüseyin Karabey: Bu soru bize hep geliyor, gelmesi de çok doğal<br />
çünkü şu anda Kürt kimliği ilk defa birazcık tartışılıyor,<br />
anayasal olarak güvence altına da alınacak ve belki bu ülkeye<br />
özlediğimiz türden bir barış gelecek. Yılmaz Güney ezilenlerin<br />
tarafında, o dönemde ezilenler bir blok halinde: Kürtler, işçiler,<br />
köylüler. <strong>Film</strong>lerinde kendi kimliğini gizlemeden, bundan utanmadan,<br />
bunu büyük bir coşkuyla anlatan birisi, mesela onun<br />
filmlerindeki Kürt karakterler başka filmlerde hiçbir zaman<br />
yer almadı. Öyküyü “Kürt sineması yapayım, Kürtleri anlatayım”<br />
diye kurmuyor. Yaşamın içinde ne varsa onu anlatıyor. Bu,<br />
Edirneli bir işçinin hikâyesi de olabilir. Düşman Çanakkale’de<br />
çekilmiştir mesela.<br />
Günümüzde yapılan “Kürt sineması mıdır, değil midir” tartışması,<br />
benim içinde yer almak istemediğim bir tartışma. Ben<br />
Kürt olduğumu ısrarla neden söylüyorum Çünkü bugünlerde<br />
Kürt olmak zor bir iş; Kürt kimliğinden dolayı insanlar eziliyor.<br />
Bu durum bir gün değişirse, ben de bu kimliği vurgulamayacağım.<br />
O dönemde de Türkler eziliyorsa, bunu söyleyeceğim. Buradaki<br />
tek derdim ezilenlerden taraf olmak. Yüz binlerce genç,<br />
sadece Kürt olduğunu bildiği için aşağılık kompleksi yaşıyor.<br />
Siz zannediyor musunuz ki hepimiz bu kadar rahat sindiriyoruz<br />
bu asimilasyonun sonuçlarını O yüzden, bir rol modeli lazım.<br />
Ben Yılmaz Güney örneği olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.<br />
Fakat Kürt sinemasına dair tanımlamalar yapmak
348 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
benim işim değil çünkü “ben Kürt filmi yapacağım” diye yola<br />
çıkmıyorum. Biz kendi hikâyelerimizi anlatacağız, kendimize<br />
sansür koymadan anlatacağız. Bunun ismi Kürtse Kürt olduğunu<br />
söyleyeceğiz, Ermeniyse Ermeni olduğunu söyleyeceğiz.<br />
Bu tanımlamaları bence, yapımcılar ve akademisyenler yapar.<br />
Yapımcılar bu işten para kazanmak için onu tanımlamak ister.<br />
Sinemayla sanat olarak ilgilenenlerinse sadece hikâyeleri vardır.<br />
Bu zaman zaman komik olabilir, zaman zaman politik olabilir,<br />
zaman zaman bir cinayet hikâyesi olabilir; biz sadece film<br />
yaparız, onun tanımlanması sonra gelir. Akademisyenler de bir<br />
şeyi tanımlamak zorunda hissederler. İyi ki varlar ama bazen<br />
ben kendi yaptığım işten bile şaşkınlık duyuyorum. Öyle şeyler<br />
çıkarıyorlar ki, “galiba böyle bir şey yaptım” diyorum.<br />
En kritik nokta şu: Bir halk kimliğinden dolayı, renginden<br />
dolayı, dilinden dolayı baskı altındaysa oradaki sanatçıların,<br />
aydınların tutumu o insanların tarafında olmalı. Ben Kürt’üm<br />
ama olmasaydım da hep sanki içimden Kürt olduğumu söylemek<br />
isterdim çünkü bugün onlar eziliyor, bugün Kürt olmak zor.<br />
Mesela Kürt kimliğiyle ünlü bir akademisyen tanıyor musunuz<br />
“Ünlü Kürt profesörü” diye bir tanımlama yok. “Ünlü Kürt sanatçısı”<br />
var, “ünlü Kürt sinemacısı” oldu ama akademilerde hâlâ<br />
Kürtlerle ilgili bir korku var. Hani diyorlar ya “bu ülkede her<br />
şey olabilirsiniz, başbakan bile olabilirsiniz, yeter ki ‘Türk’üm,<br />
doğruyum, çalışkanım’ı söyleyin” diye. Belki de akademisyenlerde<br />
sıra. Düşünsenize, o zaman Kürdistan’da yaşayan gençler<br />
belki tek çıkışı dağda görmeyebilirler. “Koskoca profesör Kürt<br />
olduğunu söylüyor, demek ki oraya kadar da gidebiliyor, bunu<br />
da saklamıyor” diyebilirler. Zamanında Kürtlüğünü gizlemeyen<br />
Kürt karakter olarak bir tek Yılmaz Güney vardı, iyi ki de vardı.<br />
Ben de ısrarla bunun altını çizmeye devam edeceğim. Kürt’e<br />
benzemesem de, ana dilimi konuşamasam da, bunun önemli<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Zahit Atam: Yılmaz Güney ve Kürt meselesi üzerine ben de birkaç<br />
şey söyleyeceğim. Yılmaz Güney, sinemamızda Kürtçe Keje<br />
ismini, 1967 yılında, sansüre rağmen kullanmıştır. İkincisi,<br />
1970’li yıllarda yapılan belgesellerde babasının Zaza, annesinin<br />
Kürt olduğunu, açık açık söylüyor. Ayrıca Kürt halkı için “çifte<br />
ezilmiş halk” diyor. Ama aynı zamanda Türkiye’deki ezilmişlerle<br />
Kürtlerin ezilmişlerini dava kardeşi olarak görür, iki halkın kaderinin<br />
birleştiğini söyler. “Bakın ben Kürt’üm ama bizim davamız<br />
sınıf davasından ayrılamaz; Kürt ağası da var, Kürt beyi de<br />
var, Kürt şeyhi de var” der. “O insanların da Kürt halkını nasıl<br />
ezdiklerini, iktidarla nasıl işbirliği yaptıklarını görmezden gele-
Yılmaz Güney Paneli 349<br />
mezsin” der. Açık olarak kimliğini sahipleniyor fakat Anadolu<br />
halklarının hepsinin birleşmesinden söz ediyor, ona inanıyor.<br />
Daha da önemlisi, Yılmaz Güney bir Ortadoğu devrimi düşlüyor.<br />
Bunun içinde Suriye de vardır, Irak da vardır, İran da vardır.<br />
Kendi kimliğiyle barışıktır ama ulusalcı bir çizgide değildir;<br />
enternasyonalist özelliği daha ağır basar. Gerçekten de bir bölge<br />
devrimi düşünüyordu ve Anadolu halkının bu devrime öncülük<br />
edeceğine inanıyordu. Paris’teki etkinliklerinde hem Latin<br />
Amerikalılar hem de Avrupa’daki diğer solcularla dayanışmalarında,<br />
kendi kökenlerini belli eden, siyasi mesajlarını açık açık<br />
veren bir insan. Muhtemelen hasta olmasaydı başka hiçbir şeyin<br />
susturamayacağı bir insandı o. Ben buna inanıyorum.<br />
İzleyici: Fatoş Hanım da izin verirse, Zahit Atam’ın Adana’daki<br />
olayı anlatmasını istiyorum. Çünkü Yılmaz Güney’i kötülemek<br />
adına hep bu olay anlatılır bizlere fakat işin gerçeğini genç kuşakların<br />
öğrenmesi gerekiyor.<br />
Zahit Atam: Ben bunu Ayşe Emel Mesçi’den de detaylı bir şekilde<br />
dinledim. Anladığım kadarıyla, Arkadaş’ı yaptıktan sonra<br />
Yılmaz Güney’in Adana’da belli bir yere gitmesi, orada ardı<br />
ardına gerilimlerin yükseltilmesi, adım adım bir oyundu. Savcı<br />
da bu oyunun bir parçasıdır. Bu olayla Yılmaz Güney aslında<br />
Arkadaş filminin diyetini ödemiştir. Arkadaş muhtemelen<br />
Türkiye’de en çok etkili olmuş filmdir. O yıllarda şarkısıyla hakikaten<br />
on binlerce insanı sokaklardan alıp devrimci örgütlere<br />
sokan bir filmdi. <strong>Film</strong>de devrimci bir kadın ona devrimci mücadeleden<br />
bahseder ve belirli kitapları da bilinçli olarak kameraya<br />
gösterir. Kendi halk kahramanı kimliğiyle, insanlara yeni bir<br />
hedef gösterir, yeni bir siyasal adres gösterir Yılmaz Güney. Siyasal<br />
iktidarın provokasyonu olarak görmek lazım Yumurtalık<br />
olayını.<br />
Katillik meselesine gelince, her insanın nefsi müdafaasının bir<br />
sınırı vardır. Bir yere kadar beklersiniz, bir yerden sonra patlarsınız.<br />
Şunu çok iyi biliyorum ki, o masada Yılmaz Güney kendini<br />
tuttu, tuttu, tuttu, sonunda patladı. İstemeden çekti o silahı<br />
ama hakikaten karşıdaki insan, şansını fazla zorladı.<br />
İzleyici: Benim Yılmaz Güney’le ilk tanışmam iki sene önce<br />
Yeşilçam Sineması’nda olmuştu. Zavallılar’ı izledim birkaç arkadaşımla<br />
ve inanılmaz etkilendim. Zavallılar’ı izledikten sonra<br />
“Yılmaz Güney ne yaşamış” dedim; İstanbul’da yaşayan, büyüyen<br />
bir adam olarak anlayamadım bunu. Daha sonra hemen<br />
hemen bütün filmlerini izledim. Biraz Yılmaz Güney’in Tuncel<br />
Kurtiz’le ilişkisini anlatmanızı rica edeceğim. Özellikle cezaevindeki<br />
konuşmalarında, bazen birbirlerini görmeden, sadece
350 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
seslerini duyarak konuşuyorlarmış.<br />
Zahit Atam: Biliyorsunuz, Tuncel Kurtiz’in babası validir.<br />
İstanbul’a üniversiteye geldiği zaman babası ona Yeşilköy’de<br />
ev tutar. Yeşilköy de o zaman konsolosların, Avrupalı insanların,<br />
üst sınıfın kaldığı bir yer. Ama Tuncel Kurtiz iki ay orada<br />
kaldıktan sonra hemen yurtlara taşınıyor çümkü insanlara<br />
aç. Yılmaz Güney’in kendisi de, cezayla beraber üniversitedeki<br />
öğrencilik hakkından mahrum bırakılmış. İlk karşılaşmalarından<br />
itibaren dost oluyorlar ve hayatları boyunca hiçbir zaman<br />
birbirlerine küsmüyorlar. Tuncel Kurtiz’le de konuştum ben Yılmaz<br />
Güney’i. Kurtiz kendisini en çok etkileyen şeyi şöyle anlatıyor:<br />
“Bebek’te bir apartmanın bodrum katındaki evine ilk defa<br />
gittiğimde, evinde bir yatağı vardı. Kütüphanesini Adana’dan<br />
İstanbul’a getirememiş, yeni yeni kitaplar düzüyordu tekrar, sinemaya<br />
başlamıştı. Masasının üzerinde çok iyi bir daktilosu<br />
vardı ve büyük şeyler yapacağına inanıyordu. Beni onun iradesi,<br />
o meydan okuması etkiledi. Hayatım boyunca da her yaptığı<br />
şeye güvendim.”<br />
Tuncel Kurtiz’le Yılmaz Güney arasındaki ilişki -ilginç bir<br />
benzetme gibi gelebilir ama- Fidel Castro’yla Che Guevara arasındaki<br />
ilişkiyi anımsatıyor bana. Uzun yıllar geçmiş ama Tuncel<br />
Kurtiz hâlâ Yılmaz Güney’i rüyalarında gördüğünü söylüyor.<br />
Aynı şekilde Fidel Castro da Oliver Stone’un yaptığı Comandante<br />
(2003) belgeselinde Che’yi hâlâ rüyalarında gördüğünü söylüyor.<br />
Aralarında böyle bir vefa ilişkisi var. Tuncel Kurtiz kendini<br />
tamamen oyunculuğa adamış bir insandır ama aynı zamanda<br />
reji yapmak da istiyordu. Yine de Yılmaz Güney’le aralarında<br />
“bu benimdir” tartışması olmamıştır hiç.<br />
İzleyici: Dört sene önce Yılmaz Güney üzerine doktora tezimi<br />
yazmaya karar verdiğimde bana “dört senede bitmez bu tez” dediler.<br />
Çok uzun zamandır hayranıyım ama çalıştıkça bunun<br />
gerçekten mümkün olmadığını anladım. Bir sürü şey okudum.<br />
Yılmaz Güney’e çeşitli yönlerden yaklaşıyorum; sinema kimliği<br />
üzerinden, bir eş olarak, bir baba inceliyorum Yılmaz Güney’i.<br />
Fatoş Hanım, siz de röportajlarınızda “ben onu öğretmen olarak<br />
kabul etmedim, benim sadece sınıf bilincimi geliştirdi ve beni<br />
daha güçlü bir insan haline getirdi” diyorsunuz. Ben Yılmaz<br />
Güney’in nasıl bir baba olduğunu soracaktım.<br />
Fatoş Güney: Aslında Yılmaz Güney ne koca olarak vardı, ne<br />
de baba olarak. Ben şöyle düşünüyorum: Dünyanın en karizmatik,<br />
en ünlü adamlarından biriyle evliydim ama kocam değildi.<br />
Aynı şeyi oğlum için de söyleyebilirim. Oğlum 6 aylıktı,
Yılmaz Güney Paneli 351<br />
cezaevine girdi Yılmaz, bir buçuk yaşındaydı, çıktı. Arada üç ay<br />
beraberlikleri var. Sonra tekrar cezaevine girdi ve yedi buçuk yıl<br />
yattı. Ardından da sürgüne gittik hep birlikte. Sadece iki buçuk,<br />
üç yıl birlikte geçirdikleri, o da korkunç yoğun Yol ve Duvar döneminde.<br />
Oğlum Yılmaz, baba görmedi. Onun da babası vardı<br />
ama yoktu.<br />
Zahit Atam: Yılmaz Güney 1982 yılında yapılan röportajda, 24<br />
yıllık kariyerinin 11 buçuk yılını hapiste geçirdiğini, iki yılını<br />
askerde geçirdiğini anlatıyor. 105 tane filmi topu topu 8-10<br />
yılda yapıyor. “Eğer önümde bir 8 yıl daha olsa çok şeyler başarabileceğime<br />
inanıyorum” diyor. Kendisi hakikaten sette her<br />
şeyini veren, çok yoğun çalışan bir insan. Her şeyi hakikaten<br />
çok sınırlı bir zamanda yapıyor. Sürgünlüğü, yurtdışına gitmeyi<br />
kabul ettiyse, bence bu, oğluyla biraz daha fazla vakit geçirebilmek<br />
içindir.<br />
İzleyici: Hüseyin Bey, ben sizi Gitmek filminin yönetmeni olarak<br />
tanıyorum. Başrolde oynayan hanımefendi “büyük aşklar<br />
illa çok güzel kadınlar ve çok güzel erkekler arasında olmuyor”<br />
diyordu. <strong>Film</strong> normal insanların da aşkları olabildiğini gösterdiği<br />
için çok mutluyum ben. Halktan biri, bizden biri olarak Yılmaz<br />
Güney’in yaptığı filmlerin, Gitmek filmini yapmanıza etkisi<br />
var mıydı<br />
Hüseyin Karabey: Tabii ki beni de en çok etkileyen Yılmaz<br />
Güney’di çünkü Yılmaz Güney’in filmlerindeki karakterlerle<br />
empati kurabiliyorsunuz. Klasik sinema anlayışında biz sorunlarımız<br />
için hep bir kahramanın gelmesini bekleriz. Yılmaz<br />
Güney’in filmlerindeyse kahramanlar en sıradan, en çok bize<br />
benzeyen insanlardır. Kahraman yaratmaz Yılmaz Güney, hain<br />
de yaratmaz. Hainlerin ve kahramanların savaş ortamlarında<br />
çıktığını bilir. O ortamı sorgular. Seyircinin müthiş bir rahatsızlıkla<br />
salonu terk etmesini sağlar çünkü bilir ki izleme süreci<br />
interaktif bir hale gelirse seyirci o sorunu beraberinde götürecek<br />
ve karşılaştığı haksızlığa “dur” diyecek belki. Aksi takdirde<br />
“bir kahraman çıkar, bizi de kurtarır” diye bekleyecektir.<br />
Bir yerde okumuştum, Yılmaz Güney en önemli filmlerinin<br />
trajediyle bitmesini, “umutsuz filmler hayata dair umut taşır<br />
çünkü sorunlarımızı sadece biz çözebileceğiz” diye açıklıyordu.<br />
Umut’u düşünün, sıradan insanın çaresizliğini, her şeyi<br />
denemesini ve “galiba biz bu işe el koymazsak, düzeni değiştirmezsek<br />
hiçbir şekilde bize kurtuluş yolu yok”u çok iyi anlatır.<br />
Arkadaş filminde, avantür filmlerle onca yılda yarattığı kimliği<br />
yerle bir eder. Düşünün kadın Yılmaz Güney’e tokat atar ve o<br />
cevap vermez çünkü yüzde yüz haklıdır. Kimliksel dönüşümü-
352 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
nü 90 dakikalık bir süreç içinde tamamlar, sınıfsal imtihanını<br />
gerçekleştirir.<br />
Ben de karakterlerimi oluştururuken bunlara özendim açıkçası.<br />
Biz onları bu şekilde anlatırsak hayata dair bir şeyleri değiştirme<br />
şansımız olacak. Gitmek’in düğün sahnesinin kurgusu<br />
da Yılmaz Güney’e adanmıştır aslında. Yılmaz Güney, filmlerinde<br />
çok sosyolojik bir betimleme de yapar. Mesela Yol’daki sıkıyönetim<br />
sahneleri, Bursa garındaki sahneler, aslında gerçek<br />
sahnelerdir. <strong>Film</strong> ekibi sıkıyönetimden dolayı kilitlenmişlerdir,<br />
orada kalmışlardır, oradaki karakterleri çekmişlerdir. Böyle<br />
müthiş bir sinemacıdan öykünüyoruz. O yüzden çok şanslıyız.<br />
İzleyici: Père Lachaise’e gittiğimde, danışmadaki görevli ben<br />
daha sormadan, “Yılmaz Güney ile Ahmet Kaya’yı mı arıyorsunuz”<br />
demiş, evet cevabını alınca elimdeki plan üzerine iki tane<br />
işaret koymuştu. Mezarların mevkilerini ezbere biliyordu. Oraya<br />
her gün birileri gidip soruyormuş Yılmaz Güney’in mezarını.<br />
Çok şaşırmış, çok mutlu olmuştum. Ama mezara ulaştığımda<br />
çok üzüldüm çünkü oraya gelen insanlar kabre isimlerini kazımışlardı.<br />
Kabrin daha iyi korunması adına bir şeyler yapılamaz<br />
mı, oraya bir tabela asılamaz mı<br />
Bir de Yılmaz Güney Vakfı’yla ilgili bir sorum olacak. Ne kadar<br />
zor şartlar altında çalıştığınızı anlattınız. Ahmet Kaya’nın kendi<br />
vakfı var, Hrant Dink’in var. Bu ülkeye birçok yararı olmuş<br />
ve bunun bedelini canıyla ödemiş bu insanlar adına kurulan<br />
vakıfların birleşip daha güçlü bir şey oluşturmaları mümkün<br />
değil mi<br />
Fatoş Güney: Kabristandaki yazılar maalesef önlenemiyor. Nasıl<br />
bir tedbir alınır, hiçbir fikrim yok. Vakıf konusuna gelince,<br />
Ahmet Kaya’nın vakfı yok. Yalnız Nazım Hikmet Vakfı var. Ruhi<br />
Su Vakfı vardı, ne yazık ki olanaksızlıklardan ötürü kapandı.<br />
Birkaç vakıf bir araya geldik biz, ne yapılabileceğini konuştuk<br />
ama ailelerden sonra bu vakıfları götürecek kimse yok ne yazık<br />
ki. İyi bir soru sordun ama ne yazık ki öyle bir şey sağlanamadı.<br />
İzleyici: Yılmaz Güney, filmlerinde hep ezilenlerin tarafında.<br />
Şüphesiz bu anlamda devrimci iradesi, cesareti öne çıkıyor.<br />
Ama bir yanıyla örgütlülük meselesi var. 12 Mart ağır bir darbe<br />
indirmiş örgütlü sanatçıya ve örgütlü aydına. Yılmaz Güney bu<br />
örgütlülüğü tekrar kurmak adına neler yapmıştır<br />
Zahit Atam: Tuncel Kurtiz “ben sinemaya karşı çıkardım. Tiyatroda<br />
da işler iyi gidiyordu. Türkiye çapında ünlü olmuştum.<br />
Başrolde çıkıyordum ve kendi kumpanyamızı kurmuştuk ama
Yılmaz Güney Paneli 353<br />
Yılmaz Güney beni sinemaya çekti” diye anlatıyor. Hüseyin’in<br />
dediği gibi, bu işin sinemada kolektif bir şekilde yapılabileceğine<br />
inanıyordu. Pek çok insanın önünü açtı hakikaten. Bu<br />
kolektifliğe her zaman inanıyordu. Ayrıca bütün bunları yapmak<br />
için dergi çıkardı. 1969’dan itibaren, öğrenci hareketindeki<br />
yükselişle birlikte, Dev-Genç’in öne çıkmaya başlamasından<br />
itibaren maddi ve manevi yardımlarda bulundu. Sıkıyönetim<br />
mahkemesinde kayıtlara geçen bir şekilde, THKP-C ve THK örgütlerine<br />
48 bin liralık yardımda bulundu, ayrıca silah yardımı<br />
da yaptı. Tabii daha önce anlattığım gibi, onları evinde saklamışlığı<br />
da var.<br />
Sinemada kolektivite anlamında asıl girişimleri 1970’li yıllarda<br />
oldu; yeni bir akım oluşturmaya çalışıyordu. O konuda<br />
Ömer Kavur 1974 yılında, Türkiye’de Yılmaz Güney olayının<br />
tekrarlanamaz olduğunu söyler ve bu yüzden genç sinemacıların<br />
ondan bağımsız olarak bir şeyler yapabilme şansının olup<br />
olmadığını sorgular. Siyaseti, yaşamı, eseri, her şeyi davası için<br />
kullanan bir insandır, davasında da her zaman bu kolektiviteyi<br />
öne çıkarmıştır. Dayanışma anlamında, kolektivite anlamında,<br />
örgütlülük anlamında, insanların önünü açma anlamında, hakikaten<br />
Yeşilçam’da görülmeyen tipte bir kahramandı.<br />
Hüseyin Karabey: Bir yandan sanatını sürdürürken, bir yandan<br />
da ‘68 kuşağının giriştiği silahlı mücadelenin haklı olduğunu<br />
cesur bir şekilde her yerde söylüyor. Zaman zaman, 1973’teki<br />
gibi ihbar ediyor kendini. “Evet, Mahirler bizde kaldılar, ben de<br />
halkım adına yardım ettim” diyor.<br />
Zahit Atam: “Benim gibi bir insan öyle bir yardım talebini reddedemezdi”<br />
diyor.<br />
Hüseyin Karabey: Bir keresinde de o cezaevindeyken, bir avukat<br />
arkadaş aracılığıyla genç bir öğrenci geliyor Yılmaz Güney’le<br />
Kürt sorununu tartışmak için, öğrenci liderlerinden biri. Hararetli<br />
bir şekilde tartışıyorlar. Sonra görüşme bitiyor, Yılmaz<br />
Güney aracılık yapan arkadaşa diyor ki “bu arkadaşa söyleyin<br />
dikkatli olsun, çok ateşli birisi. Kendine zarar verebilir.” Tartıştıkları<br />
konu halkların kendi kaderini tayin hakkı. O dönemde<br />
Kürt öğrenciler bunu yoğun bir şekilde tartışıyor. Gelen öğrenci<br />
kim biliyor musunuz<br />
Fatoş Güney: Apo.<br />
Hüseyin Karabey: Abdullah Öcalan. Çok acayip buluşmalar,<br />
çok ilginç şeyler. Devrimle sanatın iç içe yürüdüğü, yoğun şeylerin<br />
yaşandığı bir dönemden bahsediyoruz. 1968-78 arasında
354 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
dağın başından ufak bir kartopu yuvarlanmaya başladı, çığ gibi<br />
büyüyüp aşağıya doğru gidiyordu, öyle bir dönemde yaşadılar.
Yılmaz Güney Paneli 355<br />
Yılmaz Güney kimdir<br />
1937’de Adana’da doğdu. Bir süre Kemal <strong>Film</strong> ve And <strong>Film</strong> şirketlerinin<br />
bölge temsilcisi olarak çalıştı. Üniversite eğitimi için<br />
İstanbul’a gittiğinde Atıf Yılmaz’la tanıştı. 1959’da yönetmenliğini<br />
Atıf Yılmaz’ın yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinde<br />
hem senaryoya imza attı, hem de oyunculuk yaptı. Bir<br />
öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 1961<br />
yılında hapse girdi. 1960’lı yıllarda daha çok macera filmleri<br />
çekti. 1968 yapımı Seyyit Han’la birlikte kendini yönetmen olarak<br />
da kanıtladı. 1972’de devrimcilere yardım ve yataklık yaptığı<br />
gerekçesiyle 2 yıl hapse ve sürgüne mahkûm edildi. Hapiste<br />
kaldığı süre boyunca sinema ve sanat üzerine yazmaya devam<br />
etti. Güney Dergisi’ni yayımladı. 1974’te genel afla serbest kaldı.<br />
Bir süre sonra, Yumurtalık’ta Sefa Mutlu adındaki savcıyı<br />
öldürmek suçuyla yargılanmaya başlandı, 1976’da 19 yıl hapis<br />
cezasına çarptırıldı. Cezaevinde yıllarında senaryosunu yazdığı<br />
Sürü’yü Zeki Ökten, Yol’u da Şerif Gören yönetti ve her iki<br />
film de uluslararası alanda büyük başarılar kazandı. Yurtdışına<br />
kaçtıktan sonra kurgusunu tekrar yaptığı Yol, Cannes <strong>Film</strong><br />
Festivali’nde Altın Palmiye’yi Costa-Gavras’ın Kayıp (Missing)<br />
filmiyle paylaştı. Son filmi Duvar’ı Fransa’da çekti. 1984’te mide<br />
kanserinden ölen Yılmaz Güney, son yıllarını geçirdiği Paris’te,<br />
Père Lachaise Mezarlığı’na gömüldü.<br />
Fatoş Güney kimdir<br />
1952 yılında İstanbul’da doğdu. Varlıklı bir ailenin tek kızıdır.<br />
İtalyan Lisesi’nde okudu. Öğrenciyken tanıştığı Yılmaz Güney’le<br />
evlendiğinde 17 yaşındaydı. Bu yüzden eğitimini yarım bıraktı.<br />
1971’de oğlu Yılmaz doğdu. İmralı hapishanesinden kaçan<br />
Güney’le İsviçre’de buluştu. Mide kanserine yakalanan Güney’in<br />
ölümünden sonra uzun yıllar Türkiye’ye dönmedi. 1992’de<br />
Türkiye’ye döndükten sonra Yılmaz Güney Vakfı’nı kurdu.<br />
Hüseyin Karabey kimdir<br />
1970’te İstanbul’da doğdu. Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu,<br />
Bursa Uludağ Üniversitesi’nin İktisat Bölümü’nde dört yıl<br />
okudu, ardından sinema yapmaya karar verdi. Mezopotamya<br />
Kültür <strong>Merkezi</strong>’nin sinema bölümünün kurucuları arasında<br />
yer aldı, çalışmalarını bir süre burada sürdürdü. Marmara<br />
Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV<br />
Bölümü’nü bitirdi. 1999’da Boran adlı kısa filme, 2001’de F-tipi
356 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
cezaevlerini konu alan Sessiz Ölüm belgeseline, 2008’de bol<br />
ödüllü Gitmek’e imza attı.<br />
Zahit Atam kimdir<br />
1968’de doğdu. Çeşitli üniversitelerde okudu. 1993’te başladığı<br />
sinema yazarlığını o günden bu yana aralıksız sürdürdü. Birçok<br />
üniversitede sinema üzerine seminerler verdi. Üçüncü Dünya<br />
Sineması, Avrupa sanat sineması ve Türkiye sinema tarihi<br />
üzerine yoğunlaştı. Yeni İnsan Yeni Sinema Dergisi’ni kurdu.<br />
2011’de yayımlanan ‘Yakın Plan Türkiye Sineması’ kitabında,<br />
Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim ve Yeşim<br />
Ustaoğlu’nun sinemalarının kapsamlı bir incelemesini yaptı.<br />
Halen Birgün gazetesinde Türkiye sinema tarihi üzerine yazılar<br />
yazmaktadır.