15.11.2012 Views

www.somuncubaba.net-2012-11-0145

www.somuncubaba.net-2012-11-0145

www.somuncubaba.net-2012-11-0145

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Dergisi Hediyesi...<br />

145<br />

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />

18 Safranbolu<br />

Evlerinin Sıcaklığı<br />

50<br />

Zulümden<br />

Kaçınmak<br />

Fiyatı: 8<br />

KASIM <strong>2012</strong>


Başyazı Sebahaddin ATEŞ<br />

SANAYİDEN TURİZME KARABÜK<br />

Karabük; Batı Karadeniz bölümünde, Araç ve Soğanlı Çaylarının birleşerek Filyos Çayı’nı oluşturduğu<br />

noktada yer almaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın komutanlarından<br />

olan Emir Karatekin, 1082 tarihinde Çankırı’yı fethettikten sonra, Karabük çevresinde bulunan kentlere<br />

yönelmiş, 1084 tarihinde Eflani ve Safranbolu’yu ele geçirmiştir. Safranbolu ve çevresi 1416 yılında<br />

Osmanlı egemenliğine girmiştir. Karabük Köyü ise Candaroğulları döneminden itibaren, kurulu olan<br />

köyler arasında yer almıştır. İlk önceleri küçük bir yerleşim birimi olan Karabük, Ankara-Zonguldak<br />

demiryolu üzerinde küçük bir istasyon konumunda iken, sanayileşme ile birlikte önemli bir merkez<br />

haline gelmiştir.<br />

Ülkemizde 1930’larda başlatılan sanayileşme hamlesinde öncelikli sektör olarak düşünülen Demir-<br />

Çelik Endüstrisinin tesislerinin burada birçok insanımıza istihdam sağlamıştır.<br />

Karabük, 6 Haziran 1995 tarihinde Ovacık, Eskipazar, Eflani, Safranbolu ve Yenice ilçelerinin<br />

birleştirilmesiyle Türkiye’nin 78. İli olmuştur.<br />

Karabük’e 35 km. mesafede olan Yenice’nin tarihi, bölgenin eski tarihi geçmişine benzer olup,<br />

Selçuklular Döneminden itibaren önemli bir yerleşim yeri olmuştur. Yenice ormanları, tropik bölgeler<br />

dışında, dünyada ender görülebilecek, birçoğu anıtsal boy ve kalınlığa ulaşmış ağaç türleri ile gerçek bir<br />

ağaç müzesidir.<br />

Karabük’ün güneyinde, il merkezine 36 km. uzaklıkta bulunan Eskipazar’da Proto-Hititler’den kalma<br />

çok sayıda kaya mezarı ve tümülüs bulunmaktadır. Bu dönemden kalma, ilçeye 3 km. uzaklıkta kalıntıları<br />

bulunan antik kent, en az 4 medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Üzerinde pek çok tapınak ve yazıtların<br />

bulunduğu Asar Kalesi, Asar Tepesindeki Kaya Tünelleri, Roma Döneminden kalma kaya mezarları,<br />

ormanları ve soğuk suyu ile ünlü Çetiören Mesire Yeri, Bayındır İçmecesi ve Soğanlı Çayında yetişen tatlı<br />

su balığı, Eskipazar’ın ilgi çeken değerleridir.<br />

Karabük ilimizin ismini en çok dünyaya yayan turizme yönelik tanıtım aracı Safranbolu Evleridir. İlçe<br />

merkezinde 18. ve 19. yy. ile 20. yy. başlarında yapılmış yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi bulunmaktadır.<br />

Safranbolu evlerinin “çevreye saygılı” olarak tasarlandığı günümüz mimarlarınca da sıklıkla vurgulanır.<br />

Doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar<br />

komşuya da saygı egemendir. Hiçbir ev diğerinin görüşünü engellemez. Akla ve insana dönük olarak<br />

fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır.<br />

Karabüklü dostlarımız başta olmak üzere ve bütün okuyucularımıza gönülden selamlar…<br />

FROM INDUSTRY TO TOURISM; KARABÜK<br />

With the industrialization thrust launced in our country in 1930s, iron and steel industries, which<br />

were considered as the privileged sector, provided many job opportunities to the people here. Karabük<br />

became the 78th city of Turkey on 6th June 1995 by the combination of counties Ovacık, Eskipazar,<br />

Eflani, Safranbolu and Yenice.<br />

Karabük is famous for its Safranbolu Houses as a tourist destination. In the construction of the<br />

city in Safronbolu both functionality and aesthetic concerns are given particular importance. It is<br />

also emphasized by the architects that Safranbolu Houses are designed as “environment- friendly”.<br />

Nature- human- house; street- house; street- downtown relations are quite systematic and balanced<br />

here, in Safranbolu.


Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın<br />

Yayın Organıdır<br />

Kurucusu<br />

A. Şemsettin ATEŞ<br />

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803<br />

Yıl: 19 Sayı: 145 Kasım <strong>2012</strong><br />

Basım Tarihi: 01 Kasım <strong>2012</strong><br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına<br />

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yö<strong>net</strong>meni<br />

Sebahaddin ATEŞ<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Hulûsi YAYLA<br />

Reklam Müdürü<br />

Yusuf YILMAZ<br />

Yayın Editörleri<br />

Yrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR<br />

Musa TEKTAŞ<br />

Yayın Kurulu<br />

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK<br />

Prof. Dr. Ali YILMAZ<br />

Prof. Dr. Sebahat DENİZ<br />

Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ<br />

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />

Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />

Danışma Kurulu<br />

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ<br />

Prof. Dr. Sinan YALÇIN<br />

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />

Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL<br />

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />

Prof. Dr. Mahmut YEŞİL<br />

Yapım<br />

ARTWORKS<br />

<strong>www</strong>.artworks-tr.com<br />

Genel Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />

İlhan SOYLU<br />

Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />

Ali GÜRSOY<br />

Yö<strong>net</strong>im Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama<br />

VİSAN İktisadi İşletmesi<br />

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71<br />

44700 Darende / MALATYA<br />

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79<br />

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong> - bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

Dağıtım<br />

Kültür Dergi Dağıtım<br />

Baskı & Üretim<br />

Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.<br />

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4<br />

Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70<br />

Kurum Abone : 140<br />

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO<br />

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />

IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />

Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />

TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra<br />

lütfen (0422) 615 15 00 / 192 dahiliyi arayınız.<br />

Adana 0 322 334 00 65<br />

Amasya 0 533 681 33 82<br />

Ankara 0 312 324 40 75<br />

Antalya 0 242 339 60 57<br />

Bartın 0 278 228 69 41<br />

Bolu 0 374 270 38 14<br />

Bursa 0 224 331 71 <strong>11</strong><br />

Denizli 0 258 371 09 28<br />

Düzce 0 542 661 90 08<br />

Elazığ 0 424 224 46 46<br />

Elbistan 0 344 415 01 88<br />

Erzurum 0 442 329 03 10<br />

Gaziantep 0 342 321 43 34<br />

Hatay 0 326 615 30 73<br />

İstanbul 0 216 472 08 92<br />

İzmir 0 232 435 90 91<br />

K. Maraş 0 344 223 35 00<br />

Karabük 0 370 433 40 71<br />

Karaman 0 338 214 28 92<br />

Kayseri 0 352 3<strong>11</strong> 30 76<br />

Kocaeli 0 262 426 12 72<br />

Konya 0 332 233 38 74<br />

Malatya 0 422 321 66 64<br />

Manisa 0 236 412 37 80<br />

Mersin 0 324 336 31 09<br />

Niğde 0 388 232 32 01<br />

Osmaniye 0 328 846 21 39<br />

Sakarya 0 264 339 23 65<br />

Samsun 0 362 431 44 55<br />

Sinop 0 368 671 24 50<br />

Sivas 0 346 226 13 73<br />

Şanlıurfa 0 414 312 41 24<br />

Tokat 0 541 845 75 12<br />

Zonguldak 0 372 253 24 74<br />

ÖNCEKİLERİN<br />

GÜZELLİĞİ<br />

SONRAKİLERİN<br />

ATEŞLEYİCİSİ<br />

Enbiya YILDIRIM<br />

Onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı bir<br />

şeyi hayatlarında aynıyla tatbîk edelerken<br />

bunun farz veya başka bir şey olmasına<br />

bakmazlardı. Allah Rasûlü’nün bir şeyi<br />

emretmesi veya yapıyor olması onlar için<br />

yeterliydi.<br />

42<br />

GÖNÜLDEN ÇIKTI ÂLEM - Hüseyin ALPSOY (10)<br />

EL-MECÎD - Ramazan ALTINTAŞ (14)<br />

EZAN - Sezai TAŞKIN (17)<br />

MANEVÎ BİRLİKTELİK - Musa TEKTAŞ (22)<br />

CÖMERTLİĞİN KAZANDIRDIKLARI - Kadir ÖZKÖSE (28)<br />

ÖMÜR TÖRPÜSÜ - Ali Rıza MALKOÇ (31)<br />

ŞUARA - Mehmet SERTPOLAT (37)<br />

KUDÜS FATİHİ SELAHADDİN-İ EYYUBÎ - Resul KESENCELİ (38)<br />

SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (45)<br />

ALLAH DOSTLARI - Fatih ÇINAR (46)<br />

ZULÜMDEN KAÇMAK - Abdullah KAHRAMAN (50)<br />

KUTLU BİR EYLEM:<br />

HİCRET<br />

Ali AKPINAR 06<br />

Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır.<br />

Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey<br />

Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini<br />

takvim başı yap. Çünkü o, hak ile bâtılı<br />

birbirinden ayırmıştır.” diyerek bu gerçeği dile<br />

getirmiştir.<br />

İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI: BASİL ZAHAROFF - İsmail ÇOLAK (58)


TÜRKLERDE<br />

ŞEHİRLEŞME<br />

Muhsin İlyas SUBAŞI<br />

Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la<br />

şereflenmesinden hemen sonra, nasıl<br />

oluyor da varlıkları günümüze kadar<br />

gelen o muhteşem işlemeli eserleri<br />

inşa edebiliyorlar?<br />

18<br />

SAFRANBOLU<br />

EVLERİNİN<br />

SICAKLIĞI<br />

Meryem Aybike SİNAN<br />

Safranbolu bu evlerle kendi<br />

olmuştur. Ruhunu bu evlerin<br />

sofalarına katık yapmış, aklını<br />

bu evlerin aydınlığında huzura<br />

saklamıştır.<br />

ISFAHANÎ’YE GÖRE<br />

ÖĞRETMEN VE<br />

ÖĞRENCİ<br />

İLİŞKİLERİ<br />

32<br />

M. Doğan<br />

54 KARACOŞKUN 62<br />

Isfahanî, öğretmen yahut hocayı<br />

öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani<br />

öğrencisi olmayan öğretmen<br />

ona göre çok verimli ve üretken<br />

olamaz.<br />

GÖKTEKİ YILDIZLAR - Servet YÜKSEL (65)<br />

TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE FİRDEVSÎ - Mustafa ÖZÇELİK (66)<br />

ŞAKADAN ANLAMAYAN BİLİNÇALTI – Muharrem AKIN (70)<br />

GİDEN GELMİYOR - Vedat Ali TOK (72)<br />

EFENDİM - Celâlettin KURT (75)<br />

EDİRNE VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)<br />

BUNLAR ÇOCUK… PEKİ BİZ? - M. Emin KARABACAK (78)<br />

YAR YOLUNDA - Raziye SAĞLAM (80)<br />

ANJİNA VE KALP KRİZİ - Akın DİNDAR (84)<br />

ANTEPFISTIĞI - Şifalı Bitkiler (86)<br />

GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)<br />

İSLÂM’DA İLK<br />

ÖĞRETMEN:<br />

MUS’AB B.<br />

UMEYR (R.A)<br />

Mehmet SOYSALDI<br />

Tarihler Miladi 610 yılını<br />

gösterirken Peygamber<br />

Efendimize ilk vahiy indiğinde<br />

Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm<br />

daveti yavaş yavaş Mekke’de<br />

yayılmaya başlıyordu.<br />

3


4<br />

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden<br />

Hutbeler<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />

Yirmialtıncı Hutbe


Ey Mü’minler, Ey Allâh’ın Sevgili Kulları!<br />

Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Allâh’ın sana verdiği kuvvetlerle<br />

âhiretini ara, âhiret için çalış, üzerine farz olan ibâdeti hakkıyla îfâ et, vazîfe-i<br />

dîniyyeni güzelce yap, dünyâdan nasibini de unutma. Dünyâ için de çalış, sana vermiş<br />

olduğum kuvvetle; akıl, fikir, irâde ile; ilm ve irfân ile, mal ile dünyânı ma’mûr et.<br />

Allâh’ın kullarına, din kardeşlerine, hısım ve akrabâna iyilik et. Verdiğim ni’metlerin<br />

şükrünü böylece edâ et. Bir de, sakın yeryüzünde bi’z-zât veyahut bi’l-vâsıta fesâd çıkarmaya<br />

çalışma! Muhakkak bil ki; Allâh müfsidleri sevmez.” (Kasas, 77.)<br />

İnsanın hayırlısı; dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terk etmeyip<br />

her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi<br />

dünyâya sarılmalı, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmalıdır.<br />

Cemâat-ı Müslimîn! Âhiretiniz için çalışın, dünyânızı da unutmayın! Allâh (c.c)’ın<br />

verdiği ni’metleri mahalline sarf edin. Hem dünyânızı, hem âhiretinizi ma’mûr etmeye<br />

bakın. Herkese iyilik edin, bir de sakın ha yeryüzünde fesâd çıkarmayın, fesâda<br />

âlet olmayın. Allâh (c.c)’ın emirlerine itâat ve nehy ettiklerinden hazer ediniz ki;<br />

dünyâ ve âhirette felâh bulasınız.<br />

Cemâat-i Müslimîn!<br />

Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Hem Allâhu Zü’l-celâl, hem<br />

onun paygamberine mûtî’ olunuz, birbirinizle uğraşmayınız. Korkaklaşır kuvvetten<br />

düşer, şevketiniz de elinizden gider. Bir de hiçbir düşman, hiçbir tehlike karşısında<br />

metâ<strong>net</strong>i elden bırakmayınız. Şüphe yok ki, Allâh sabredenlerle beraberdir.”<br />

(Enfâl, 25.)<br />

Dünyâda sefîl, âhirette rezîl olmayalım dersek, bu âyet-i kerîmenin gösterdiği<br />

yolu ta’kîb etmeliyiz. Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöyle<br />

buyuruyorlar. “Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinize<br />

dargın durmayınız. Ey Allâh’ın kulları kardeş olunuz! Bir Müslim için darılıp<br />

da din kardeşini üç günden ziyâde terk etmek, onunla görüşmemek helâl olmaz.”<br />

Cemâat-i Müslimîn! Allâh (c.c)’a ve Resûlüne dâimâ itâat edelim, aramızda tefrika<br />

ve nifâka meydân vermeyelim. Her vakit sabır ve metâ<strong>net</strong>i, hüsn-i muâşereti elden<br />

bırakmayalım. Sâbit bir azîm ile dâimâ yükselmeye, dâimâ ileri gitmeye çalışalım.<br />

5


İlim ve Hayat<br />

Ali AKPINAR*<br />

KUTLU BİR EYLEM:<br />

HİCRET<br />

“Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz.<br />

6<br />

Ali, ‘Ey Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini takvim başı yap. Çünkü o, hak ile<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

bâtılı birbirinden ayırmıştır.’ diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.”


Hicret, bütün peygamberlerinhayatında<br />

var olan<br />

kutlu yürüyüşün adıdır. Hicret,<br />

Yüce Allah’a yolculuktur. Hicret,<br />

O’nun olmanın, gerektiğinde<br />

O’nun uğruna her şeyden geçebilmenin<br />

göstergesidir. Hicret, O’na<br />

yöneliş ve yürüyüştür. Tıpkı «Ben<br />

Rabbime gidiyorum, O’na göç<br />

ediyorum” 1 diyen İbrahim Peygamber<br />

gibi.<br />

Peygamberlerin hayatında Hz.<br />

Âdem’in cen<strong>net</strong>ten dünyaya, dünyadan<br />

Allah’a yürüyüşü ile başlamış<br />

hicret, son Peygamberin<br />

Mekke’den Medine’ye hicreti ile<br />

devam etmiştir. Bu büyük hicretle,<br />

Müslümanlar devlet olmuşlar,<br />

Allah’ın dinini bir bütün olarak<br />

yaşama ve başkalarına ulaştırma<br />

imkânı elde etmişlerdir. Zira<br />

hicretle Müslümanlar, Peygamberimizin<br />

önderliğinde bütün insanlığın<br />

yolunu aydınlatacak bir<br />

medeniyetin inşâsına başlamışlardır.<br />

Hayat dini olan İslâm, yaşanılabilir<br />

bir dindir. O, alternatiflerle/ruhsatlarla<br />

doludur. Her<br />

çıkmazın bir çıkış yolu, her problemin<br />

bir çözümü vardır onda.<br />

Çözümsüzlük yoktur İslâm’da.<br />

İşte hicretle yeni arayışlara çıkılır,<br />

yeni kapılar aralanır.<br />

Zira Allah’ın dini, hayatın<br />

bütün alanlarında, bütün<br />

kurumlarıyla yaşanması<br />

gereken bir bütündür.<br />

İşte hicret ilâhî sistemin<br />

işleyişinin önündekiengel-<br />

leri kaldırma eylemidir.<br />

Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden<br />

ayrışmasıdır. Nitekim Hz.<br />

Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey<br />

Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />

hicretini takvim başı yap. Çünkü<br />

o, hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır.”<br />

diyerek bu gerçeği dile<br />

getirmiştir.<br />

Güçlü bir iman donanımından<br />

sonra, dini bütünüyle hayata geçirmek<br />

için en uygun ortamı aramak<br />

ve oluşturmaktır hicret. Sızlanmalara<br />

son vermek, bir kısım<br />

mâzeretlerin gölgesinde savunma<br />

mekanizmalarını bir kenara bırakıp<br />

yeni alternatifler oluşturmaktır.<br />

Hicret, iman ve İslâm uğruna<br />

her türlü fedakârlığı göze almak<br />

demektir.<br />

Hicret, Allah’ın dinini Allah’ın<br />

istediği gibi yaşayabilmek için, bir<br />

takım mazeretlere sığınmadan,<br />

uygun şartları arama ve oluşturma<br />

çabasıdır.<br />

Hicret, Allah düşmanlarından<br />

kaçış değil, Allah’a giden yoldaki<br />

engelleri kaldırmak ve onları etkisiz<br />

hale getirmek için uygun zemin<br />

ve şartların oluşturulması için alternatifler<br />

geliştirmektir. Nitekim<br />

Mekke’de bunalan Müslümanlar,<br />

Medine’ye göç etmişlerdir, ancak<br />

onlar Mekke’yi asla unutmamışlar<br />

ve tamamıyla terk etmemişlerdir.<br />

On yıl olmadan Medine’de<br />

organi-<br />

ze olup Mekke’yi fethetmişlerdir.<br />

Hicret, Muhâcir ruhu ile Allah<br />

uğruna her şeyden vazgeçebilmek;<br />

Ensâr ruhu ile sahip olduğu<br />

her şeyi kardeşi ile paylaşabilmektir;<br />

uhuvvet/kardeşlik bilinci,<br />

îsâr/kardeşini kendine tercih<br />

etme ruhudur.<br />

Hicret, Yesrib’i Medineleştirmek<br />

ve Medine merkezli medeniyeti<br />

yeryüzüne taşımaktır.<br />

Hicret, Medine’de kurulan<br />

Peygamber Mescidinin etrafında<br />

ke<strong>net</strong>lenip cemaat olmak, mescid<br />

önderliğinde yeryüzünü mescid<br />

haline getirmek için harekete<br />

geçmektir.<br />

Hicret, Medine’de kurulan<br />

sosyal ve siyasal oluşum içerisinde<br />

aktif olarak yer almak, inisiyatifi<br />

ele alarak başkalarıyla birlikte<br />

yaşamanın en güzel örneklerini<br />

sunabilmektir.<br />

Hicret, huzur ve barış ortamıyla<br />

cen<strong>net</strong> modelini yeryüzüne taşıyabilmektir.<br />

Hicret, nefis ve şeytandan kaçabilmek;<br />

tutku ve şer odaklarının<br />

ağından kurtulup gerçek özgürlüğe<br />

erebilmek; her şeyi ile<br />

O’nun olabilmektir.<br />

Hicrete erebilmek için iman<br />

adamının, inandığı gibi yaşama<br />

azim ve<br />

7


kararlılığı içerisinde olması gerekir.<br />

Bu uğurda sıkıntıları göze almak<br />

gerekir, gerektiğinde maldan,<br />

evlattan, anadan, babadan,<br />

eşten dosttan, yurttan ayrılmak ve<br />

hatta candan geçmek gerekir. İşte<br />

bu şuurda olanlar için Allah’ın<br />

arzı son derece geniştir 2 ve Allah,<br />

kendisini hesâba katarak yaşayanlara<br />

nice çıkış yolları açar ve<br />

hiç ummadıkları yerden onları rızıklandırır.<br />

3<br />

Kurbanın, bizi Allah’tan alıkoyan<br />

şeylerden kurtulmak olması<br />

gibi; hicret de bizi O’ndan alıkoyan<br />

şeylerden ayrılmaktır.<br />

Hicret, asla görevden, insanlardan,<br />

yurttan, dünyadan kaçış<br />

değildir. Aksine o, uygun olmayan<br />

şartları uygun hale getirmek, kaybedilenleri<br />

yeniden kazanmak,<br />

mahv olanları kurtarmaktır.<br />

Hicrette Muhâcir ve Ensâr<br />

ruhunu yaşatmak vardır.<br />

Muhâcir’in fedakârlığını, Ensâr’ın<br />

diğergâmlığını yaşamaktır hicret.<br />

Kaynaşıp kardeş olmak, bir binanın<br />

tuğlaları gibi ke<strong>net</strong>lenmektir.<br />

Sonuçta ilâhî yardıma ve fethe<br />

ermektir hicret. Önce gönüllerin<br />

fethi, sonra yerlerin fethi elbet.<br />

“Muhâcirlik taslamayın, gerçek<br />

anlamda hicret edin.” bu-<br />

8<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

yuran Hz. Peygamber (s.a.v.)<br />

“Gerçek muhâcir, haramlardan<br />

helallere göç eden kimsedir.” diyerek<br />

hicretin sınırlarını en geniş<br />

bir biçimde ortaya koymuştur.<br />

Medine’ye Hicret,<br />

Medeniyete Hicrettir!<br />

Medeniyet, hayat tarzı, insanın<br />

maddî ve mânevî eserlerinin<br />

bütünü, insan-hayat-kâinat<br />

etkileşiminin ürünleri, insanlığın<br />

her alanda ilerlemesi şeklinde tanımlanmıştır.<br />

Yüce Yaratıcı, insana yeryüzü-<br />

“Hicret ayında hicreti yeniden anlamaya çalışalım.<br />

Bunun için hicreti hazırlayan sebepleri, hicret yolunda<br />

yaşananları ve hicretin kazanımlarını bir kez daha<br />

okuyup inceleyelim.”<br />

nü imar ve medeniyetler kurma<br />

yetisi ve görevi vermiştir. İnsanın<br />

yeryüzü halifesi olmasının anlam<br />

ve amacı da budur zaten. En güzel<br />

bir şekilde yaratılan, ilahî kudretle<br />

donanıp döşenen ve insanın<br />

emrine verilen yeryüzünü sahiplenmek,<br />

yeryüzünü korumak ve<br />

yeryüzünü imar etmek… İnsan olmanın<br />

ve insan kalmanın gereği<br />

budur.<br />

Son peygamber Hz. Muhammed<br />

(s.a.v.)’in yirmi üç yıllık<br />

mücâdelesinde biz onu, insanlığın<br />

kaybettiği değerleri yeniden bulması<br />

ve onları yaşatması, yeryüzünde<br />

huzur ve barış dolu bir hayatın<br />

yaşanabilmesi, yeryüzünün<br />

tabîî güzelliklerinin korunması ve<br />

insanlığın ihtiyaçlarını karşılayan<br />

kurumların kurulmasıyla o<br />

güzelliklere güzellik katılması için<br />

nasıl çırpındığını görürüz. Onun<br />

bu çırpınışını anlayabilmek için<br />

Peygamberimizden önce ve Peygamberimizden<br />

sonra Mekke ve<br />

Medine’ye/kısaca dünyaya şöyle<br />

bir bakıvermek yeterlidir.<br />

İslâm öncesi Mekke’de kendi<br />

elleriyle yapıp ürettikleri totemlere/putlara<br />

tapan insanlar<br />

vardı, fuhuş vardı, faiz ve tefecilik<br />

vardı, içki tüketimi vardı, zulüm<br />

vardı, haklının değil güçlünün<br />

haklı olduğu şeytânî bir<br />

düzen vardı, kan vardı, gözyaşı<br />

vardı. Diri diri toprağa gömülen<br />

kız çocukları ve ezilen kadınların<br />

feryâdı semâya yükseliyordu…<br />

Köleleştirilip sömürülen mazlum<br />

insanların âhı göklere çıkıyordu.<br />

Mazlumların iniltileri, bir avuç<br />

azınlığın eğlence gecelerinde<br />

attıkları naralar içerisinde<br />

kaybolup gidiyordu.<br />

Habeşistan’a hicret eden Cafer<br />

b. Ebî Talib, Necâşî’nin huzurunda<br />

şunları söyleyerek İslâm öncesi<br />

Mekke insanının durumunu<br />

özetliyordu: “Ey Kral! Biz câhiliye<br />

döneminde putlara tapar, leş yer,<br />

fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına<br />

riâyet etmez, komşularımıza<br />

kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız<br />

zayıflarımızı ezerdi. Allah içimizden,<br />

aramızda yaşadığı kırk<br />

yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asâleti,<br />

emâ<strong>net</strong>e riâyetkârlığı ile tanıdığımız<br />

bir kimseyi peygamber gönderdi.<br />

O, bizden putlara değil yalnızca<br />

Allah’a tapmamızı, ema<strong>net</strong>e<br />

riâyet etmemizi, akraba ve komşuları<br />

gözetmemizi, doğru davranıp


yalan, iftirâ, kan davası ve yetim<br />

malı yemekten uzak durmamızı istedi.<br />

Biz de ona iman ettik.” 4<br />

Hicretten önce Medine’de de<br />

durum pek farklı değildi. Orada<br />

da putçuluk vardı, Yahudi entrikaları<br />

vardı. Fuhuş ve ahlaksızlık<br />

kol geziyordu. İçki tüketiminde<br />

rekorlar kırılıyordu. Faiz ve tefecilik<br />

vardı. Mevcut yasalar güçsüzlere<br />

uygulanırken, variyetli ve<br />

güçlü olanlara işlemiyordu. Evs ve<br />

Hazrec kabîlelerinin bitmeyen savaşlarında<br />

oluk oluk kardeş kanı<br />

akıyordu. Köleleştirilen insanlar<br />

vardı, sömürülen kadınlar vardı.<br />

Bütün bunların yaşandığı dünyada<br />

kitap ehli de vardı ve bu<br />

gidişâta sebep olmakta ve seyirci<br />

kalmaktaydı. Mekke ve Medineliler<br />

o dönemde yaşayan Yahudi<br />

ve Hıristiyanlarla iletişim halinde<br />

idiler. Ama onlar, yeni dinin<br />

şuaları yeryüzünü aydınlatmaya<br />

başladığında bile, “Siz onlardan<br />

daha doğru yoldasınız.” 5 diyerek<br />

müşriklerin tarafını tutuyorlardı.<br />

Zira onlar, ellerindeki tahrif<br />

edilmiş kitapların bile gereklerini<br />

yerine getirmeyen bir Kitap<br />

ehliydiler. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın<br />

hak yolundan sapmış kimselerdi<br />

onlar...<br />

İslâm öncesi Medine’de Yahudi<br />

entrikaları vardı. İslâm ile<br />

birlikte bunlar son buldu, Medine<br />

huzur, güzellikler ve medeniyet<br />

şehri oldu; diğer İslâm şehirlerine<br />

ve bütün insanlığa örnek<br />

oldu. Cen<strong>net</strong> kuruldu Medine’de.<br />

Son Peygamber Hz. Muhammed<br />

(s.a.v.), varlığı insanlığın hayır<br />

ve yararına olan toplumu oluşturmak<br />

için çalışmış ve sonuçta<br />

böyle bir toplumu oluşturarak<br />

bu dünyadan ayrılmıştır. Nitekim<br />

onun sağlığında Müslümanların<br />

egemenliği altına giren Hayber<br />

Yahudileri, gördükleri adalet<br />

ve hakkâniyet karşısında “Herhalde<br />

cen<strong>net</strong>, Müslümanların eliyle<br />

yeryüzünde kuruldu.” 7 , ”Yer<br />

ve gök, bu adaletle ayakta duruyor.”<br />

8 demekten kendilerini alamamışlardır.<br />

Peki, Peygamberimizin hicreti,<br />

yaşanıp bitmiş bir olay mıdır?<br />

Elbette hayır. O, evrensel mesajlarıyla<br />

bugün de yaşayan ve yaşatılması<br />

gereken bir olaydır.<br />

Hicreti Anarken<br />

Yapmamız Gerekenler<br />

Hicret ayında hicreti yeniden<br />

anlamaya çalışalım. Bunun için<br />

hicreti hazırlayan sebepleri, hicret<br />

yolunda yaşananları ve hicretin<br />

kazanımlarını bir kez daha<br />

okuyup inceleyelim.<br />

Ensâr ve Muhâcir ruhunu yaşatmaya<br />

gayret edelim. Muhâcir<br />

ruhu, Yüce Allah’ın yolunda, inandığı<br />

değerler uğruna bütün her şeyinden<br />

geçmektir. Ensâr ruhu ise,<br />

Allah yolunda olanlara kucak açmak,<br />

onlara maddî ve mânevî her<br />

türlü yardımı yapmaktır.<br />

Hicretle birlikte Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in Medine’de gerçekleştirdiği<br />

Mescidin inşası,<br />

mü’minler arasında kardeşliğin<br />

inşası, anayasanın hazırlanması<br />

gibi icraatların ruhunu kavramaya<br />

ve yaşatmaya gayret edelim.<br />

Unutmayalım ki İslâm, bireylerin<br />

vicdanında ve kişisel hayatlarında<br />

kalan bir din değil, bütün sosyal<br />

hayatı kuşatan bir sistemin adıdır.<br />

Hicret, mü’mine yakışmayan<br />

şeylerden ayrılmak ve Müslümana<br />

yakışan şeylerle buluşmaksa, nelerden/kimlerden<br />

ayrılmamız gerektiğini,<br />

nelerle/kimlerle beraber<br />

olmamız gerektiğini belirleyelim.<br />

Bizi O’ndan alıkoyan neyse<br />

onu tespit edip ondan ayrılalım.<br />

Nefis, şeytan, kötü huy, kötü<br />

arkadaş, kötü çevre vb. Bizi O’na<br />

yaklaştıracak olan şeyleri tesbit<br />

edip onlara yönelelim. Sözgelimi<br />

beynamazlıktan namazlı olmaya,<br />

bilgisizlikten bilgiyle donanmaya<br />

hicret edelim. Her sene hicreti<br />

anarken, herkesin hayatına hicret<br />

yansımalıdır. Herkes, neleri<br />

terk edip neleri yaşayacağını tesbit<br />

etmelidir. Herkesin hayatında<br />

terk etmesi gereken günahlar vardır,<br />

herkesin yeni sevaplara ihtiyacı<br />

vardır.<br />

Hiç birini küçük görmeden ve<br />

basite almadan hayatımızdaki haramlara<br />

bir son verelim, yeni helallerle<br />

tanışalım. Günahın büyüğüne<br />

küçüğüne değil, kime karşı<br />

işlendiğine bakalım. Sevabın büyüğü<br />

küçüğünü değil, kimin için<br />

işlendiğini düşünelim.<br />

Hicrî yeni yılımızın, hayatımıza<br />

imânî ve İslâmî yenilikler,<br />

hayır ve bereketler getirmesi dileğiyle!<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 29/Ankebût, 26<br />

2 4/Nisâ, 97-100.<br />

3 65/Talâk, 2-3.<br />

4 İbn Hişam, es-Sîretü’t-Nebeviyye, I, 336; İbn Kesîr,<br />

Tefsîr, II, 4<strong>11</strong>; III, 251.<br />

5 4/Nisa, 51.<br />

6 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları,<br />

s, 225.<br />

7 Nadir Özkuyumcu, “Asr-ı Saadette Yahudilerle<br />

İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, II,<br />

480.<br />

9


Hulûsi Kalb’den<br />

Hüseyin ALPSOY<br />

10<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

GÖNÜLDEN ÇIKTI<br />

ÂLEM<br />

“Dünya nimetlerinden yüz çevirme ve Allah’dan gayrı hiçbir şeye nazar<br />

etmeme meselesi anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem ve gayr ilişkisini<br />

Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un<br />

kıssasıyla ilişkilendirerek anlatmaktadır.”


Tasavvuf şiiri geleneğini başarı ile<br />

sürdüren yüzyılımız mutasavvıflarından<br />

Hulûsî Efendi’nin “gelmez”<br />

redifli şiirini paylaşmak istedik. Tasavvufî<br />

şiirler, şairlerinin ferdî, mânevÎ tecrübelerinin<br />

mahsûlüdür. Mânâ âleminde yaşadıklarını<br />

yol arkadaşlarına, sâliklere ders vermek için<br />

şiir diliyle kaleme alırlar. Bu sebeple bu şiirlere<br />

tam mânâsıyla nüfuz zordur. “Tatmayan bilmez”<br />

kâidesi burada önemlidir. Zaten tasavvuf<br />

bir ‘hâl’dir, kâl değildir. Halden kâle intikâl edince<br />

mecazlara baş vurulur. Bu da şiirleri anlamayı,<br />

zorlaştırır. Biz bu yazımızda elden geldiğince<br />

Hulûsî Efendi’nin sesine, çağrısına kulak vermeye<br />

çalıştık.<br />

Gönülden çıkdı âlem dîdeden gayra nazar gelmez<br />

Perîşân oldu Ya’kûb Yûsuf’undan bir haber gelmez<br />

“Âlem gönülden çıktı,<br />

(bundan böyle) göz<br />

(Allah’tan) gayrı bir şeye<br />

bakmaz. Ya’kûb Yûsuf’un<br />

(ayrılığından) perişan oldu,<br />

(ama) Yûsuf’undan bir haber<br />

gelmez.”<br />

Beyitte ana hatlarıyla,<br />

dünya nimetlerinden yüz çevirme<br />

ve Allah’dan gayrı hiçbir<br />

şeye nazar etmeme meselesi<br />

anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem<br />

ve gayr ilişkisini Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en<br />

güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un kıssasıyla<br />

ilişkilendirerek anlatmaktadır.<br />

Kıssa, Hz. Yûsuf’un, kardeşleri tarafından tuzağa<br />

düşürülmesiyle başlayıp Mısır’ın sultanlığına<br />

kadar uzanan hikayesini anlatmaktadır. Aynı<br />

zamanda bir peygamber olan Hz. Yûsuf’un babası<br />

yaşadığı bu derin üzüntü <strong>net</strong>icesinde ağlamaktan<br />

gözlerini kaybetmiştir ve “Kulbe-i Ahzân”<br />

olarak adlandırılan evinde bütün dünya nimetlerinden<br />

elini eteğini çekerek Hz. Yûsuf’un geleceği<br />

günü hicranla beklemiştir. Hulûsi Efendi birinci<br />

mısrada âlemin gönlünden çıkmasını ve gözlerinde<br />

artık gayra karşı nazar olmamasının ikinci<br />

mısradaki Hz. Ya’kûb’un durumuyla izah etmektedir.<br />

Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için<br />

tıpkı Hz. Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip<br />

inzivâya çekilmiş, hicranla gözyaşı dökmektedir.<br />

Gözleri artık O’ndan başkasını görmemektedir. Beyit<br />

de seyr-i sülûk’da bir makama da işaret olunduğunu<br />

söylemek mümkündür. Artık Allah aşkından<br />

gayrı bir şey düşünmeyen sâlikin gözü O’ndan başka<br />

hiçbir şeyi görmemektedir. Bu durum da tıpkı<br />

Hz. Ya’kûb’un durumu gibidir.<br />

Tarîk-i intizârın üzre hâk olsam mürüvvetle<br />

Ayak bas üstüme ey sevdiğim mutlak zarar gelmez<br />

“Ey sevdiğim, (Seni) beklediğim yol üzerine yiğitçe<br />

toprak olsam, (sen geçerken) üzerime basıp<br />

geçsen (bundan bana) zarar gelmez.”<br />

“Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için tıpkı Hz.<br />

Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip inzivâya çekilmiş,<br />

hicranla gözyaşı dökmektedir. Gözleri artık O’ndan<br />

başkasını görmemektedir. Beyit de seyr-i sülûk’da bir<br />

makama da işaret olunduğunu söylemek mümkündür.”<br />

Âşık her zaman sevgilinin geçeceği yol üzerinde<br />

intizâr etmekte/geçişini beklemektedir ve sevgiliyi<br />

bir dakika görmek, ayağının toprağına yüz sürmek<br />

için beklemektedir. Sevgilinin ayağının toprağı<br />

onun için şifalı bir sürmedir. Bu nedenle âşığın<br />

toprak gibi yere serilmesi ve sevgilinin onun üzerine<br />

basarak geçmesi zaten âşığın istediği bir durumdur.<br />

Bu durumdan âşığa zarar gelmez. Sevgilinin<br />

ayağının tozu âşıklar için bir şifâdır.<br />

Bir önceki beyitle ilişkisi düşünülecek olursa<br />

sürmenin insanın gözü üzerinde iyileştirici bir etkisi<br />

vardır. Sevgilinin hasretinden ağlayıp Ya’kûb<br />

gibi gözlerinden olan âşık için sevgilinin ayağının<br />

altında toprak olmak, sevgilinin ayağının tozuna<br />

yüz sürmekten zarar gelmez.<br />

<strong>11</strong>


Ayrıca “toprak olmak” deyimi üzerinde özellikle<br />

düşünülmesi gerekir. Çünkü Türkçe’de “toprak<br />

olmak” deyimi bilindiği üzere tevazu ve ölmek anlamında<br />

kullanılır. Âşık sevgilinin yolu üzerinde<br />

onu bekleyerek ölüp gidecektir. Zaten sevgiliye kavuşmak<br />

gibi bir durum söz konusu değildir. Bahsi<br />

geçen sevgilinin ‘Allah’ olduğu düşünülünce “toprak<br />

olmak” deyimi gerçek mânâsını bulmuş olur.<br />

Allah aşkıyla bekleyen âşıklar ancak O’na toprak<br />

olunca, yani âhiret diyarında tam mânâsıyla kavuşabileceklerdir.<br />

Hulûsî Efendi, ilâhî aşk uğrunda<br />

ölümü göze alabilecek bir tavır göstermektedir.<br />

Burada esas anlatılmak istenen,<br />

gerçek sevgili olan Allah<br />

ne takdir ederse ona olduğu<br />

gibi razı olmak gerektiğidir.<br />

Sehâb-ı zülfünü ref’ eyle hüsnün<br />

âfitâbın aç<br />

Safâ-yı hüsnüne bu jeng-i<br />

âhımdan keder gelmez<br />

“(Ey sevgili) saçlarının bulutunu<br />

kaldır, güzelliğinin güneşini<br />

aç (ortaya çıkar), güzelliğinin<br />

berraklığına âhımın<br />

kirinden bulanıklık gelmez.”<br />

Beyitte mutlak güzelliğin<br />

sahibi sevgilinin güzelliği güneş<br />

metaforu ile verilmiştir.<br />

Güneş, bulunduğu makamın<br />

yükseliği, insanların ona bakarken<br />

gözlerinin kamaşması,<br />

ortaya çıktığında diğer yıldızların kaybolması gibi<br />

yönleriyle sevgilinin benzetileni konumundadır.<br />

Allah da şiddet-i zuhûrundan gizlenmiştir. Esmâ<br />

tecellîlerilye bütün kâinatı kuşattığı halde göz onu<br />

göremez. Beyitte sevgilinin yüzü güneş ve saçları<br />

da buluttur. Burada saçların buluta benzetilmesi<br />

rengi ve şekli itibariyledir. Çünkü sevgilinin saçları<br />

güneşi ardında bırakan bulutlar kadar siyahtır<br />

ve dağınıktır. Bu nedenle âşık sevgiliye seslenerek,<br />

”Güneşin görünmesine engel olan bulutlara<br />

benzeyen saçlarını yüzünden çek ki yüzünü görelim.<br />

Çünkü âşıkların buna ihtiyacı vardır.” de-<br />

12<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

“Âşık veya sâlik Allah’dan<br />

her ne gelirse gelsin<br />

buna sabretmelidir. Âh<br />

ile feryat etmemelidir.<br />

Sâlik Allah’tan rü’yeti<br />

istediğini ifade eder.<br />

Ancak Allah’dan gelen<br />

böyle bir lutf karşısında<br />

edeceği âh u enînler o<br />

mutlak güzelliğe gölge<br />

düşürecek endişesi<br />

düşünülmektedir.”<br />

mektedir. Tasavvufta saç kesrettir. Sâlik vahdete<br />

ulaşmak için bu geçitten geçmek durumundadır.<br />

Hulusî Efendi, kesreti aşarak vahdete ulaşma heyacanını<br />

bu beyitle dile getirmiştir.<br />

Hulûsi Efendi ikinci beyitte sevgilinin bunu<br />

yapmamasını bir endişeye bağlar. Sevgili zaten<br />

yüzünü göstermeyecektir. Sevgili, âşığın âhının<br />

dumanından güneş kadar parlak olan güzelliğinin<br />

kir pas içinde kalacağından endişe etmektedir.<br />

Âşığın âhı duman ve yel gibi unsurlarla birlikte,<br />

renk ve şekil itibariyle ele alınır. Âşık sevgiliden<br />

ayrı olduğu için âh ve feryâd<br />

eder. Sevgilinin endişesi ise,<br />

âşığın bu âhlarının tıpkı kara<br />

bulutların güneşi gölgelemesi<br />

gibi kendi güzelliğini gölgeleyecek<br />

olmasıdır.<br />

Beytin bu görünen anlamlarının<br />

yanında Allah aşkı için<br />

ifade ettiği anlamlar da vardır.<br />

Âşık veya sâlik Allah’dan<br />

her ne gelirse gelsin buna sabretmelidir.<br />

Âh ile feryat etmemelidir.<br />

Sâlik Allah’tan rü’yeti<br />

istediğini ifade eder. Ancak<br />

Allah’dan gelen böyle bir<br />

lutf karşısında edeceği âh u<br />

enînler o mutlak güzelliğe gölge<br />

düşürecek endişesi düşünülmektedir.<br />

Şeb-i hicrânı çek vuslat<br />

sabâhın bekle de ey dil<br />

Ne gün akşam olur da şeb gidip vakt-i seher gelmez<br />

“Ey Gönül, ayrılık gecesinin (acısını) çek; kavuşma<br />

sabahını bekle, (ancak) ne gün akşam olur<br />

ne de gece gider, seher vakti gelmez (artık).”<br />

Âşık sevgiliden ayrılığın acısnı çekmektedir.<br />

Bu âşık olmanın yegâne kuralıdır. Çünkü beklenen<br />

sevgili gelmeyecektir. Âşık kavuşacağı anı<br />

beklemektedir. Âşıkların bütün gece uyumaması<br />

çektikleri bu ayrılık acısındandır. Onlar için artık<br />

zaman tükenmiştir. Ne sabah olur ne gün do-


ğar. Bu durum hakikatte de böyledir. İnsanın<br />

bir derdi sıkıntısı olduğu vakit sabahı beklerken<br />

gecenin ne kadar uzun olduğunu farkeder.<br />

İşte Hulûsi Efendi bu ayrılık gecesini yaşamakta<br />

ve seher vaktini beklemektedir. Seher vakti<br />

âşıklar için önemli bir vakittir. Çünkü sevgili<br />

yüzünü gösterecektir. Ayrıca seher yeli bu beyitte<br />

kullanılmamış olmasa da seher vaktiyle düşünülmesi<br />

gereken bir unsurdur. Sevgiliden<br />

haber getirecek olan seher yelidir. Aynı zamanda<br />

gece ibadetinin gerçek sevgili Allah katında<br />

makbûliyeti belki bu beyitle ve sonrasında gelen<br />

beyitin anlamıyla paralel düşünülmesi gereken<br />

bir durumdur. Çünkü Allah aşkıyla yanan<br />

sâlik, gecelerini zikirle, aşkla muhabbetle geçirmeyi<br />

bilmelidir.<br />

Eyâ gâfil gönül dâim yatarsın hâb-ı gaflette<br />

Bu vîrân hâneden hâtırına nâgâh sefer gelmez<br />

“Ey gönül her zaman gaflet uykusunda<br />

yatarsın, kalbine bu viran<br />

evden ansızın yolculuk çıkabileceği<br />

(ölüm) düşüncesi gelmez.”<br />

Bir önceki beyitle anlam itibariyle<br />

sıkı sıkıya bağlı olan bu beyitte<br />

şu düşünce vurgulanmaktadır:<br />

Sâlik Allah’a yönelmeli ve kendini<br />

uzlete çekmeli, zira yolculuk, yani<br />

ölüm var. Tıpkı Ya’kûb’un Külbe-i<br />

Ahzân’da gece gündüz ağlayıp<br />

Yûsuf’dan haber beklemesi gibi âşık<br />

da Allah’tan ilham esintileri beklemeli.<br />

Tasavvuf yolunda önemli merhaleler<br />

aşmak için söylenen, “az konuş,<br />

az ye, az uyu” düsturunu âşık<br />

kişi kendine rehber edinmelidir. Ayrıca<br />

gecelerini gaflet uykusunda değil bekleyip<br />

durduğu sevgilinin yolunda zikir, ibadet ve tefekkür<br />

ile geçirmelidir.<br />

Nazar kıl sence var mı âlem içre olmadık fânî<br />

Bu vâdî-i elemden kurtulan dâim gider gelmez<br />

“(Ey gönül etrafına iyice) bak sence âlemde<br />

fânî olmayan bir şey var mı ? Bu elem vâdîsinden<br />

dâimî kurtulan kişi (öbür âleme) gider (geri)<br />

gelmez.<br />

Metni bir bütün içinde algılamamızı sağlayan<br />

ve anlamı ilk beyitin ilk mısraına bağlayan<br />

bu beyitte dünya sevgisinin âşığın gönlünden<br />

çıkması gerketiğine vurgu yapılmıştır. Çünkü<br />

bu dünya onun gözünde bir Vâdî-i Elem/elem,<br />

üzüntü vadisidir. Âşık buradan göçüp gitmeyi<br />

bir kurtuluş olarak görmektedir. Çünkü bu<br />

âlem içindekilerle birlikte yok olup gidecektir.<br />

Bakâya namzet olarak yaratılmış insanoğlu ise<br />

kalıcı değildir. Tasavvuf yolunda ilerleyen sâlik<br />

zaten varlığını Hak’ta yok etmeyi, ölmeden ölmeyi<br />

arzulamaktadır. Âşıklık zaten “târîk-i fenâ<br />

sâliki” olmaktır; âşığı bekâ semtine götürecek<br />

merdiven ise aşkdır.<br />

Hulûsî tab’-ı pâkinden nisâr oldukça gevherler<br />

Gönül kim âşinâ olmazsa andan bir hüner gelmez<br />

“Hulûsî, temiz şairlik yeteneğinden saçılan bu<br />

mücevherlere aşina olmayan gönülden hüner gelmez.”<br />

Hulûsî Efendi, geleneğe uyarak şiirini bir fahriye<br />

beyti ile noktalamıştır. Şiirleri kurmaca değil,<br />

temiz şairlik yeteneğinden gelmekte ve doğrudan<br />

gönüle seslenmektedir. Gönül bu hakikatlere aşina<br />

olduğundan böyle inciler saçmaktadır.<br />

13


Güzel İsimler<br />

Ramazan ALTINTAŞ*<br />

14<br />

ŞEREFLİ, ASİL, SEÇKİN, ÖVGÜYE LAYIK,<br />

CÖMERT VE YÜCE OLMAK:<br />

EL-MECÎD<br />

“Cömert, Allahu Teâlâ’ya yakındır, halka yakındır, cen<strong>net</strong>e yakındır,<br />

cehennemden uzaktır. Câhil fakat cömert olan kimse Allah katında âbit fakat<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

cimri kimseden daha sevimlidir.”


El-Mecîd, “şerefli,<br />

asil, seçkin, övgüye<br />

lâyık, cömert<br />

ve yüce olmak” mânâlarına gelen<br />

“mecd” kökünden mübâlağa<br />

ifade eden bir sıfattır. Bu güzel<br />

isim, Yüce Allah’ın kullarına<br />

yönelik ilâhî lütuf, kerem<br />

ve ihsânının bol olduğuna işaret<br />

etmekle birlikte, O’nun şeref<br />

ve azametinin de yüceliğini<br />

bildirir. Mecîd, “zü’l-celâl,<br />

zü’l-kerim, zü’l-fazl, zü’l-azame,<br />

vehhâb” gibi ilâhî isim ve sıfatlarla<br />

anlam yakınlığına sahiptir.<br />

Yüce Allah zâtı itibariyle “şerîf”<br />

ve fiilleri itibariyle de “cemîl/<br />

güzel” olarak nitelendirilmiştir.<br />

O, aynı zamanda el-Mâcid’dir;<br />

âlî, yüce ve şereflidir.<br />

El-Mecîd ismi, Kur’an-ı<br />

Kerim’de dört âyette yer alır:<br />

Bunlardan ikisi, Yüce Allah’ın<br />

en güzel ismi, diğer ikisi de<br />

Kur’an-ı Kerim’in sıfatı olarak<br />

geçer. Kur’an-ı Kerim’de Yüce<br />

Allah’ın en güzel isimleri arasında<br />

yer alan el-Mecîd’le ilgili<br />

âyetler şöyledir:<br />

“Arşın<br />

(mecîd)’dır.”<br />

sahibi şanlı<br />

1<br />

Bu âyette Cenâb-ı Hak, feyzinin<br />

genişliğinden, cömertli-<br />

ğinin bolluğundan dolayı el-<br />

Mecîd olarak vasfedilmiştir. Bu<br />

âyetin devamında O, “Dilediğini<br />

mutlaka yapandır.” 2 buyrulur.<br />

Fâil-i muhtâr olan Yüce<br />

Allah’ın el-Mecîd oluşu bağlamında<br />

bu ikinci âyeti değerlendirdiğimiz<br />

zaman, O’nun azametinin,<br />

şan ve şerefinin, güç ve<br />

kudretinin büyüklüğüne de işaret<br />

edilmiş olur. Çünkü el-Mecîd<br />

ismi, aynı zamanda keremi, cömertliği<br />

ve ihsanı bol olan anlamlarını<br />

da kuşatır. Bu bağlamda<br />

Araplar bir kimseye “Mâcid<br />

adam” dedikleri zaman, onun<br />

sehâvetinin bol olduğunu dile<br />

getirmiş olurlardı. Nitekim bu<br />

konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’den gelen bir<br />

rivâyette şöyle buyrulmuştur:<br />

“Cömert, Allahu Teâlâ’ya<br />

yakındır, halka yakındır, cen<strong>net</strong>e<br />

yakındır, cehennemden<br />

uzaktır. Câhil fakat cömert olan<br />

kimse Allah katında âbit fakat<br />

cimri kimseden daha sevimlidir.”<br />

3<br />

Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in hadislerinde<br />

Yüce Allah’ın sıfatı olduğuna<br />

dair sehâ ve semâhât sözcükleri<br />

geçmediği için, Cenab-ı Hak,<br />

sehâvet kelimesiyle vasıflandı-<br />

rılamaz. Ancak, cömert insanlar<br />

bu kelimelerle vasıflandırılabilir.<br />

Tasavvufta cömertliğin ilk<br />

derecesi sehâdır; sonra cûd gelir,<br />

en son mertebesi de îsârdır.<br />

Malının bir kısmını Allah için<br />

yoksullarla paylaşan kimseye<br />

“sehâvet sahibi”, malının çoğunu<br />

fakire-fukaraya harcayan<br />

ve kendine bir parça bırakan<br />

kimseye “cûd sâhibi”; zarar<br />

ve sıkıntılara katlanarak kifâyet<br />

derecede olan maîşetine başkasını<br />

tercih edene kimseye de<br />

“îsâr sahibi” denilir. Bu kimseler<br />

Kur’an’da, “Onlar ihtiyaçları<br />

bile olsa başkalarını kendilerine<br />

tercih ederler.” 4 şeklinde<br />

övülürler. 5<br />

Yüce Allah’ın en güzel isimleri<br />

arasında yer alan el-Mecîd<br />

şu âyette de O’na nispet edilir:<br />

“O, övülmeye layıktır, şânı yücedir.”<br />

6 Bu âyette geçen hamîd,<br />

O’nun en güzel isimlerinden birisidir.<br />

Çünkü O, ilâhî zâtında<br />

her güzelliği, her üstünlüğü toplayıcı,<br />

her türlü hamd ve hürmete<br />

müstahaktır. Yüce Allah’ın el-<br />

Hamîd isminden nasibini almış<br />

her Müslümanın; inançları, ahlakı,<br />

amelleri, sözleri hep güzeldir<br />

ve övülmeye layıktır. O’nun<br />

el-Mecîd ismi ise, Hamîd isminin<br />

anlamını da kuşatacak dere-<br />

15


cede şümullüdür. Elbette, kullarına<br />

karşı sonsuz in’âm ve ikrâm<br />

sahibi olan Allah övülmeye en<br />

lâyık, şanı ve şerefi en yüce olan<br />

İlâhî zattır.<br />

Yüce Allah’ı öven sözlerden<br />

birisine de kelime-i temcîd denilir.<br />

Bunun orijinali “Lâ havle<br />

velâ kuvvete illâ billâhi’laliyyi’l-azîm/Allah’tan<br />

başka<br />

güç kuvvet sahibi yoktur. Her<br />

şeye kuvvet ve güç veren Yüce<br />

Allah’tır.” 7 şeklindedir. Bu duanın<br />

sıkıntılı anlarda okunması<br />

Yüce Allah’ın işleri kolaylaştırmasına<br />

ve her türlü meşru sıkıntıyı<br />

uzaklaştırmasına bir vesile<br />

olarak bilinir. Büyük İslâm<br />

âlimleri birey ve toplumların<br />

kabz, yani sıkıntılı anlarında<br />

kelime-i temcîdi çokça okumalarını<br />

tavsiye etmişlerdir. Böylece,<br />

Allah’ın izniyle birey ve<br />

toplumların hayatında ba’s, ferahlık<br />

ve açılmalar meydana geleceği<br />

ifade edilmiştir.<br />

Öte yandan yine Yüce<br />

Allah’ın el-Mecîd ismi, Kur’an-ı<br />

Kerim’de iki âyette, bizzat<br />

Kur’an’ın sıfatı olarak da zikredilmiştir.<br />

“Hayır, o (yalanlamakta<br />

oldukları kitap) şanı yüce<br />

bir Kur’an’dır.” 8 Yine bir başka<br />

âyette de el-Mecîd, Kur’an’a<br />

nisbet edilmiştir: “Kâf. Şerefli<br />

Kur’an’a andolsun...” 9 Kur’an’ın<br />

el-Mecîd olması, el-Mecîd olan<br />

Yüce Allah’ın sözlerinin bir toplamı<br />

olmasındandır. Bu sebeple<br />

Kur’an-ı Kerîm, İslâm dininin<br />

en önemli şiârlarından birisidir.<br />

Şiârlar, Allah’ın hürmet edilmesini<br />

istediği şeyler, O’nun<br />

dini ve indirdiği hükümlerdir. 10<br />

16<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Her inanç sisteminin, ona kimliğini<br />

ve kişiliğini veren, diğerinden<br />

ayıran, belirgin kılan şiârları<br />

vardır. Dinin şiârları, ülkelerin<br />

bayrakları, sınır taşları ve işaretleri<br />

gibidir; görüldükleri yerin<br />

kimliğini belli ederler. Bu<br />

şiârlar, aynı zamanda İslâm’ın<br />

sosyal hayatta görünür kılınmasının<br />

bir anlatım biçimidir. Bu<br />

sebeple dini şiârları ayakta tutma<br />

konusunda çaba gösterilmelidir.<br />

Şiârların terki zaman<br />

içinde dinin zayıflayıp etkisizleşmesine,<br />

hatta büyük ölçüde<br />

yok olmasına sebep olabilir.<br />

Bundan dolayı, dinî kaynaklarda<br />

şiârların yaşatılması üzerinde<br />

hassasiyetle durulmuş ve<br />

bu konuda âlimlerin sorumlulukları<br />

hatırlatılmıştır. Nitekim<br />

Şah Veliyullah ed-Dihlevî’ye<br />

göre, Allah’ın; Kâbe-i Muazzama,<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve<br />

namaz gibi en büyük dört şiârın<br />

başında Kur’an-ı Kerim gelir.<br />

Ona gösterilmesi gereken saygı;<br />

onu huşu ile dinlemek, okunduğunda<br />

susmak, emirlerine icabet<br />

etmek ve abdestsiz olarak<br />

ona el sürmemektir. Dihlevî’ye<br />

göre, bu dört dinî sembole gösterilen<br />

saygı, Allah’a saygı, onlara<br />

karşı gösterilen saygısızlık<br />

da, yine Allah’a gösterilen saygısızlık<br />

hükmündedir. <strong>11</strong> İlâhî<br />

şerîatlar, Allah’ın sembollerine<br />

saygı esasına dayanır. Dolayısıyla<br />

İslâm dini de Allah’ın<br />

şiârlarına tâzim etme (saygı<br />

gösterme) esası üzerine binâ<br />

edilmiştir. Çünkü en büyük şiâr<br />

olan Kur’an-ı Kerim’e saygısızlık,<br />

insanı İslâm dairesinin dışına<br />

çıkarır. Bunun için Yüce Allah<br />

mü’minleri şöyle uyarır: “Ey<br />

iman edenler! Allah’ın koydu-<br />

ğu nişanelerine sakın saygısızlık<br />

etmeyin!.” 12<br />

Hâsıl-ı kelâm, Yüce Allah’ın<br />

el-Mecîd ismi, O’nun yüce sıfatları<br />

alanında cereyan eder.<br />

O’nun azameti, büyüklüğü,<br />

şanı, şerefi, ikram ve izzeti el-<br />

Mecîd ismiyle de ifade edilir.<br />

Bundan dolayı bu ism-i şerifi<br />

kendisine ahlak edinen bir<br />

Müslüman da, kişilik ve dinî<br />

hayatına nâkısa getirmeyecek,<br />

şan ve şerefini kirletmeyecek işlerden<br />

uzak yaşamalıdır. Sıfatlar<br />

olarak kendisinde ise, sahip<br />

olduğu maddî imkânlardan<br />

başkalarını da faydalandırmalıdır.<br />

Nasıl ki Yüce Allah, kerimse,<br />

O’nun kulu da cömert<br />

olmalıdır. Sehâvet ve îsâr ahlakını<br />

davranışlarıyla göstermelidir.<br />

Özellikle, günümüzde kaybolmaya<br />

tutmuş olan sehâvet<br />

ahlâkına yeniden hayat verilmelidir.<br />

Çünkü bu güzel ahlakı<br />

yansıtan davranışlar bizim<br />

muhteşem mâzîmizde vakıf medeniyetinin<br />

çekirdeğini oluşturmuştur.<br />

Mâdemki Kur’an’ın<br />

da bir ismi el-Mecîd’dir. Elbette<br />

onu okuyan ve okuduklarıyla<br />

amel eden bir kimse de mecîd,<br />

şerefli ve asil bir mü’min olacaktır.<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 85/Bürûc, 15.<br />

2 85/Bürûc, 16.<br />

3 Tirmizî “Birr” 40.<br />

4 59/Haşr, 9.<br />

5 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Haz. S. Uludağ,<br />

İstanbul, 1978, s. 354-55.<br />

6 <strong>11</strong>/Hûd, 73.<br />

7 Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII, 94.<br />

8 85/Bürûc, 21.<br />

9 50/Kâf, 1.<br />

10 Kurtubi, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-<br />

Câmiu liAhkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1965, III, 37.<br />

<strong>11</strong> Dihlevî, Şah Veliyullah, Huccetullahi’l-Bâliğa/İslam<br />

Düşünce Rehberi, çev. M. Erdoğan, İstanbul, 1990,<br />

I, 253.<br />

12 5/Mâide, 2.


EZAN<br />

Sabahın arınmış, saydam, derin havasına<br />

Yayıyor minare, sesini, parlak, duru<br />

Okşuyor, lavantalar, kekikler arasına<br />

Duasını bırakan<br />

Göğe açılmış bir çift avucu,<br />

Bir Melek mavi tozunu serpiyor kanattan eleriyle,<br />

Çekiyorum içime bütün hıçkırıklarını göğün,<br />

Minareler arasında, gecenin yelkeninde.<br />

Tatlı yıldızlar geçiyor içimde binlerce bulut<br />

Ey tatlı ezan, tadına doyulmaz!<br />

Sessiz gelincikler gibi kırda;<br />

Eğiliyorum kalbimin kabukları soyulmuş,<br />

Hele inciler düşsün gözlerimden!<br />

Kıbleden esen meltemin<br />

yapraklar arasında ıslık çaldığı<br />

Bu beyaz minarede,<br />

sabahın, üzeri dualarla işli sırmalı örtüsünü<br />

Sıyırıyor, sarı güneş uzun kılıcıyla<br />

Bir kuş geçiyor yanından, dokunarak.<br />

Sezai TAŞKIN<br />

17


Şehir Güzellemesi<br />

Meryem Aybike SİNAN<br />

SAFRANBOLU<br />

EVLERİNİN SICAKLIĞI<br />

18<br />

Kasım <strong>2012</strong>


Karabük Karadeniz’de<br />

Bir Güzel!<br />

Karadeniz’in elleri kınalı şehri Karabük,<br />

güzelliğin dile geldiği, aşkın yayla<br />

yayla kendini ifşa ettiği bir özge beldedir<br />

bilene. Serin yaylaların biteğinde bilge<br />

ustaların nasırlı ellerinden asırlara meydan<br />

okuyan bir kentin varlığını görünce<br />

anlar, inanırsınız.<br />

Karabük, gâh Osmanlıdır, gâh Selçukludur<br />

kilim kilim dokunan. Karabük<br />

Safranbolu’yu bağrına basmış, bütün<br />

kem bakışların nazarından korurcasına<br />

şefkatle saçlarını okşar gibidir.<br />

Safranbolu Karabük’ün yüz görümlülüğüdür.<br />

İncisidir, altından gerdanlığı, ibrişimden<br />

rüyası, hatıralardan tacıdır bölgenin.<br />

Geniş tokmaklı kapıların içinden<br />

heyecanla huzurlu bahçelere açılır gözleriniz.<br />

Huzurlu sardunyaların, petunyaların<br />

rengârenk kendini pazara çıkardığı<br />

bu bahçelerin içinden kadim Safranbolu<br />

Evleri sizlere gülümser ve ‘Buyurunuz’<br />

dercesine kapılarını sonuna kadar açar<br />

sizlere.<br />

Safranbolu bu evlerle kendi olmuştur.<br />

Ruhunu bu evlerin sofalarına katık<br />

19


yapmış, aklını bu evlerin aydınlığında huzura<br />

saklamıştır. Hangi bahtiyar insanlar bu evlerde<br />

ömür sürdü, sevinç ve yaslarını yaşadı bilinmez<br />

ama bu vefalı konakların bahtiyarlığını<br />

Karabük’te bir saltanatın kudretli ve ihtişamlı<br />

yıllarını tescil ettiğini sadece Karabük bilir!<br />

20<br />

İnsan Gelip Geçici, Toprak<br />

Kalıcıdır, Kâinat Bahçesinde<br />

Ulu Camii hala Safranbolu’da eski duaların<br />

saflığını ve sıcaklığını minarelerinde saklar gibidir.<br />

Gazi Süleyman Paşa Camii, eski günlerin<br />

sükû<strong>net</strong>ini, masumiyetini ve muhabbetini<br />

şadırvanının mermerlerinde fısıldar gibidir.<br />

Taş Minare Camii bir mahir ustanın bilgeliğini<br />

belgeler gibi hala sırrına erişilememiş bir abide<br />

eserdir şehrin bağrında.<br />

Eflani İlçesinde Küre-i Hadid Camii bir ruh<br />

medeniyetinin dışa yansımış ve kendini taşların<br />

efsununda göstermiş, asırlara meydan<br />

okurken, beş vakit zamanı en iyi vakitlerin<br />

efendisi olarak görmüş bir ulu çınar güzelliğinde<br />

manevî iklimin ruh bahtiyarlarını beklemektedir.<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Safranbolu Evleri bu denli güzel iken, insanları<br />

bu denli huzurlu ve bahtiyar iken bu evlerin mutfakları<br />

hangi lezzetleri bakır sofralara taşır, hangi<br />

güzellikleri damaklara sunarlardı?<br />

Kuyu kebabı denen yemeğin saatlerce odundan<br />

közlerle doldurulmuş kuyulara bırakılan toprak<br />

testilerin içine konan kuzu etlerinin lime lime<br />

piştiği bir lezzetin adıdır tadana.<br />

Gözleme ve yayım makarnası ile ayran bu evlerin<br />

gelen misafirlere kısa vadede sundukları bir<br />

başka yerli lezzettir. Ev baklavası kendini en çok<br />

bu evlerde naza çeker. Zira Safranbolu evlerinde<br />

mekân beraberinde insanın iştahını da açar.<br />

Hele yemek sonrası evlerin serin gül kokulu<br />

oda ve sofalarında içilen Yemen kahvesinin yanına<br />

konan güllü ve safranlı lokumlar tadına doyulmaz<br />

vakitlerin en lezzetlisi olarak kendini hatıralara<br />

teslim ederler.<br />

Safranbolu’da eski hükümet konağının arkasındaki<br />

tarihî saat kulesi Sultan Selim’den yadigâr<br />

bir nadide bergüzar olup hala zamanın nabzını<br />

tutmaktadır. Kırmızı kiremitli çatısı bulanan ku-<br />

Bekir SARI


lenin zembereği yoktur ve haftada bir muvakkitler<br />

tarafından kurulmaktadır.<br />

Bu kültürde ‘Vakti bilmek kendini bilmek kadar<br />

esastır’ hükmünde bir düşünceyle veda edersiniz<br />

saat kulesine.<br />

Eflani çayı üzerinde kurulmuş Taş Köprü geçmiş<br />

ve gelecek arasında bir köprü olmuş gidiş gelişlere<br />

bağrını sermiş Tokatlı Köprüsüne geçit<br />

vermektedir. Bulak ve Sipahiler mağarasında serinliğin<br />

ve mucizenin bin türlü resmini görür ve<br />

kendini efsunlu bir hikâyenin içinde bulursunuz.<br />

Kirpe Kanyonunda suyun maviliği ve derinliği<br />

sizi sürükler bilinmedik diyarlara. Su hayattır mucibince<br />

suyun büyülü sesi sizi de yakalar kendine<br />

teslim eder dalıp giden ruhunuzu. Tokatlı, Sakaralan,<br />

Sırçalı kanyonlarında Karabük’ün suya yazılmış<br />

kaderini de görürsünüz.<br />

Ovacık ilçesinde yeşilin ve güzelliğin bin türlü<br />

esrarı ile tanışır, nice hikâye ile geçmiş asırlara<br />

uzun yolculuklara çıkarsınız. Eskipazar beldesinde<br />

asırlar zamana meydan okur, antik kalıntılar<br />

tarihe vesika olur.<br />

Evliya Çelebi’nin yakın arkadaşı, Sultan<br />

İbrahim’in ruh doktoru Hüseyin Cinni Efendi de<br />

bu şehrin kültür haritamızdaki önemli ismidir.<br />

Cinni Hanı ve Cinni Hamamı adında adına yapılmış<br />

iki eser Safranbolu’da hala onun ismini zikretmektedir.<br />

Safranbolu Kültürümüzün<br />

Boy Aynasıdır<br />

Bu güzel şehirlerin ve evlerin içinde nice hayat<br />

yaşanmış ve nice insan yetişmiştir. Sadi Yaver<br />

Ataman türküleri kanatlandıran bir sanatkâr,<br />

Mehmet Fehmi Efendi, müftülüğü sırasında insanlara<br />

gönül kumaşı nasıl dokunur diyerek bunun<br />

ilmini öğreten bir yüce gönüllü insan olarak,<br />

Kayıkçı Kul Mustafa asker şair olup hatıralarımızın<br />

kapısını tıklatan Karabüklü insanlardan bazılarıdır.<br />

Şehirlerin sultanı, kültürümüzün yüz akıdır.<br />

Geçmişin nadide incesi, geleceğin bergüzarı, ruhumuzun<br />

gergefidir. Bir engin mimarlığın baş şehridir.<br />

Safranbolu Karadeniz’de esen bir kültür fırtınasıdır!<br />

21


Edebiyat<br />

Musa TEKTAŞ<br />

manevî<br />

bİrlİktelİK<br />

22<br />

“İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlarla, sevdikleriyle beraber<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

olmak ister. İşte civarında binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen,<br />

manevî birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından biride Mahmûd<br />

Encîrfağnevî Hazretleridir.”


Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin<br />

ziyaretine giden bir arkadaş, sohbet<br />

esnasında Hazrete sorar: “Efendim<br />

ahirette de böyle bera ber olup, soh be tinizde bulunacak<br />

mı yız?” Hulûsi Efendi (k.s.) de şöyle buyu -<br />

rur: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) Efendi miz ashabıyla<br />

sohbet ederler ken, sahabiden biri sordu:<br />

‘Ya Rasûlallah (s.a.v.), kıyamet ne zaman kopacak?’<br />

Rasûlullah (s.a.v.) da ona: ‘Kıya met için hazırlığın<br />

nedir?’ diye sordu. O saha be: ‘Hazırlı ğım<br />

muhabbet-i Allah (c.c.), muhabbet-i Rasûlullah<br />

(s.a.v.)’ deyince, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz iki<br />

elinin şehadet par maklarını birleştirerek: ‘O hâlde<br />

kişi sevdiği ile beraberdir.’ buyur urlar.”<br />

İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlarla,<br />

sevdikleriyle beraber olmak ister. İşte civarında<br />

binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen, manevî<br />

birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından<br />

biri de Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleridir.<br />

Buhara’nın üç fersah/takriben 21 km. kuzeyindeki<br />

Vabkeni ilçesinin (şimdiki adı Vabkent)<br />

Encîrfağne Köyünde (Bu köy şimdi Encirbağ<br />

adıyla anılmaktadır) dünyaya gelir. Babasının<br />

adı Emir Yahya’dır. Peygamber neslinden geldiği<br />

nakledilir. Encîrfağne’de doğup büyüyen Hâce<br />

Mahmûd, sonradan Vabkeni’ye taşınıp orada<br />

ikâmet eder. Dülgerlik, inşaat ustalığı ve sıvacılık<br />

yaparak geçimini sağlayan Mahmûd Encîrfağnevî,<br />

elinde dülgerlik âletleri, taş ve toprağı karıştırmakla<br />

meşgul olur. 1 Köyünden ötürü Encîrfağnevî<br />

olarak anıldığı gibi, bazı kaynaklarda “Encer/Encir”<br />

kelimesinin lakabı olduğu da belirtilmektedir.<br />

“Encer” kelimesi gemi demiri demektir. Tarikatı<br />

şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu<br />

için kendisine bu lakabın verilmiş olabileceği beyan<br />

edilmektedir. 2<br />

Ârif Rivgerî (k.s.)’ye intisap ederek seyr ü<br />

sülûkünü tamamlar ve onun halifesi olur. Artık<br />

bina inşa etmek yerine gönül inşa etmeye koyulur.<br />

Vabkeni mescidinde yıllarca halkı irşad eder,<br />

müridler yetiştirir.<br />

Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin 685/1286 tarihinde<br />

vefat ettiği belirtmektedir. 3 Kabri doğduğu<br />

köyünde, Encirbağ Köyündedir. Kabri yanında<br />

bir mescit ile su kuyusu bulunmakta ve bu suyun<br />

şifalı olduğuna inanılmaktadır.<br />

23


24<br />

“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın<br />

kutluluk göğünde, yücelere doğru<br />

uçuyor da uçuyor.”<br />

Maneviyat gökyüzünde kanat süzen<br />

yüce ruhlara selam olsun…”<br />

Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri<br />

Bekir AYDOĞAN<br />

Kendisinin bazı söz ve menkıbeleri, müellifi<br />

bilinmeyen Makâmât-ı Seyyid Emir-i Hord-i<br />

Vâbkenevî adlı eserde toplanmıştır. Hâcegân tarikatını<br />

Nakşbendîyye’ye bağlayan ana kol halifesi<br />

ise kendisinden sonra Ali Râmîtenî Hazretleri ile<br />

devam etmiştir. 4<br />

Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), orta boylu, güleç<br />

yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni beyaz,<br />

sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Musa (a.s.)<br />

meşrebinde ve kerameti zâhir bir kâmil velîydi.<br />

Esası hafî zikir olan yolun usûlünü hâl ve cezbe galebesiyle,<br />

mürşidinin işaret ve müsaadesiyle cehrî<br />

yapmıştı. Dolayısıyla Encîrfağnevî, Hâcegân tarikatında<br />

cehrî zikri ilk başlatan kişidir.<br />

Hakk’a Yönelten Zikir<br />

Mahmûd Encîrfağnevî zikir ve gönül ehli<br />

bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini sever<br />

ve zaman zaman oraları ziyaret eder. Yine bir<br />

gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfizuddin gibi<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

âlimlerin bulunduğu ilim meclisine varır. Şemseddin<br />

Halvânî, Şeyh Hâfizuddin’e der ki: “Mahmûd<br />

Encîrfağnevî’ye sor bakalım, tarikatlarının esası<br />

hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyetle<br />

yapıyorlar?” 5 Buhara’nın önde gelen âlimlerinden<br />

Hâfizuddin Kebîr Buharî de Encîrfağnevî’ye hangi<br />

niyetle cehrî zikir yaptığını sorunca ondan şu cevabı<br />

alır: “Uyuyanlar uyansın, gafiller kendine gelip<br />

hakikat yoluna yönelsin, istikamet ile şeriat ve tarikata<br />

girsinler, bütün hayırların anahtarı ve mutlulukların<br />

aslı olan hakikî tevbeye ve Hakk’a yönelmeye<br />

rağbet etsinler diye cehrî zikir yapıyoruz.”<br />

Hâfizuddin bu cevabı beğenip “Sizin niyetiniz doğrudur<br />

ve bu iş size helâldir.” der. 6 Çünkü değişen ve<br />

değiştirilen bir şey yoktur ortada. Temel anane yolundadır.<br />

Bu tecelli onlarda bir hâlet ve bir hikmet<br />

gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları zikri şimdi<br />

açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır. 7 Şeyh<br />

Hâfizuddin bir başka gün Encîrfağnevî’ye cehrî zikrin<br />

kimlere caiz olup kimlere caiz olmadığını, gerçek<br />

bir zikir ile sahtesinin nasıl ayrılacağını sorar.<br />

Encîrfağnevî şu cevabı verir:


“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı<br />

haram ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi<br />

riya ve gösterişten, gönlü de Hak’tan başkasına<br />

yönelmekten temizlenmiş olan kişi için caizdir.”<br />

Ölüm Yaklaşırken Sevdiğiyle<br />

Beraber Olanlar<br />

Anlatıldığına göre Gucdevânî’nin halifelerinden<br />

Evliya-yı Kebir Buharî’nin talebesi olan<br />

Şeyh Dehkan Kılletî hastalanmıştır. Mahmûd<br />

Encîrfağnevî, onun ziyaretine varır. Şifa dileklerinde<br />

bulunduktan sonra huzurundan ayrılır.<br />

Encîrfağnevî çıktıktan sonra Şeyh Dehkan şöyle<br />

dua eder: “Allah’ım, ölümüm<br />

yaklaştı. Ölümüm sırasında velî<br />

kullarından birini bana gönder<br />

de bana yardım etsin, işimi kolaylaştırsın.”<br />

Şeyh Dehkan duasını<br />

tamamlar tamamlamaz<br />

Mahmûd Encîrfağnevî tekrar<br />

içeri girer ve “Ölünceye kadar<br />

sana hizmete geldim.” der ve vefatına<br />

kadar yanından ayrılmaz.<br />

Bu mealde birkaç hatıra da Hulûsi Efendi Hazretlerinin<br />

hayatında yaşanmıştır…<br />

Darende’nin yaşlı ihvanlarından Alo Emmi<br />

hastalanmış yatağında son anlarını yaşamakta<br />

çocukları başında Kur’an okumaktadırlar. Ölüm<br />

hali gelip çatmıştır. Çocukları ağlamaya başlarlar.<br />

Bu arada Alo Emmi, “Susun evlatlarım beni<br />

biraz doğrultun, Peygamber Efendimiz ve yanında<br />

Hulûsi Efendi teşrif ettiler, ağlayıp huzuru rahatsız<br />

etmeyiniz. Benim sevdiklerim geldi sevgiliye<br />

gidiyorum.” diye evlatlarını teselli eder.<br />

Elbistanlıların bulunduğu bir sohbet esnasında<br />

Hu lûsi Efendi Hazretleri; “Elbistan’da sevdiğimiz<br />

Bostan Emmi var. Bize deseler ki: Elbistan’ı<br />

mı alırsın, yoksa Bostan’ı mı? Biz Bostan Emmiyi<br />

alırız.” Bu konu ile alâkalı bir de beyit vardır:<br />

Bize Bostan gerek Bostan,<br />

Bin türlü bostan olsa da Elbistan<br />

Bir defasında Bostan Emmi Darende’ye ziya-<br />

rete gelerek Osman Hulûsi Efendi’ye “Efendim<br />

ben gidiciyim. Ne olur cenaze namazımı siz kıldırın.”<br />

der. Aradan birkaç gün geçer bir sabah erkenden<br />

henüz hiçbir haber verilmediği hâlde<br />

Osman Hulûsi Efendi “Oğul arabayı hazırlayın<br />

Elbistan’a gidiyoruz. Bostan Emmi vefat etti. Bize<br />

vasiyeti var cenaze namazını kıldıracağız.” der. O<br />

gün Elbistan’a gidilir ve Bostan Emminin cenazesi<br />

teşyi edilir.<br />

Hulûsi Efendi (k.s.) yine bir sohbetlerinde şöyle<br />

anlatırlar: “Bir Cuma günü Darende’nin ileri<br />

gelenlerinden Korkmaz Hafız geldi. ‘Hulûsi<br />

Efendi, ben yolcuyum, cenazemi yıka demeyece-<br />

“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram<br />

ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi riya ve gösterişten,<br />

gönlü de Hak’tan başkasına yönelmekten temizlenmiş<br />

olan kişi için caizdir.”<br />

ğim. Fakat namazımı sen kıldır, kabir taşıma da<br />

iki satır kitabe yaz’ dedi. Hafız Ağa, Allah (c.c.)<br />

sana uzun ömürler versin, daha çok çay içeceğiz<br />

dedim. O da ‘Ben rüyamı gördüm, ben yakında<br />

yolcuyum’ dedi. Üç gün sonra, Pazartesi günü vefat<br />

etti. Cenaze musallaya konulunca etrafta başka<br />

hoca efendiler vardı, ben sesimi çıkarmadım. Tam<br />

o sırada Hacı Esat Efendi yüksek sesle; ‘Hulûsi<br />

Efendi, Korkmaz Hafız’ın vasiyeti vardır, cena ze<br />

namazını sen kıldıracaksın’ dedi. Sonra namazını<br />

kıldırdık, kita besini de yazdık.” diye buyururlar. 8<br />

Kitabe şöyledir:<br />

Muhibb-i hanedân-ı âli Ahmed<br />

Korkmaz-zâde Hacı Hâfız Muhammed<br />

Fenânın koydu fâni lezzetini<br />

Bekânın buldu bâki izzetini 1371/1952 9<br />

Köy âşıkları etrafça sevilen hatta yarı ermiş kabul<br />

edilip, hürmet edilen insanlardır. Çünkü onların<br />

sözleri genellikle hakikati yansıtır, gerçekleri<br />

içerir. Onları “Hakk’ın söylettiğine” inanılır. Ke-<br />

25


lime hazineleri farklılık arz eder. Genellikle yaşanılan<br />

çevre ve hayatın önemli etkenleri tekrar konusu<br />

olabilir.<br />

Bu tip âşıklardan biri ancak gönlü zengin, mütevazı,<br />

Hakk vergisi bir şair olan Âşık Mevlüt’le<br />

6 Ağustos 2000 tarihinde tanışmıştık. Daha önceden<br />

ismini duymuştum ama<br />

birkaç kez haber göndermemize<br />

rağmen bir türlü fırsat bulup<br />

gelememişti. Hulûsi Efendi’ye<br />

yazmış olduğu bir şiirini ve bazı<br />

şiirlerini daha önce kendinden<br />

dinleyen Muhterem H. Hamidettin<br />

Ateş Efendi’den duymuştum.<br />

Kendilerinin isteği doğrultusunda<br />

bu âşığımızın şiirlerini<br />

derlemek üzere bir araya geldik<br />

uzun röportajlar yaptık. Çeşitli<br />

vesilelerle yayınladık.<br />

Âşık Mevlüt; 9 Eylül <strong>2012</strong><br />

Pazar günü yakalandığı mide<br />

kanseri hastalığı vesilesiyle son<br />

bir kez Somuncu Baba’yı, H.<br />

Hamidettin Ateş Efendi’yi ziyaret<br />

için Darende’ye gelmişti. Bu<br />

son arzusunu Allah nasip etmiş,<br />

çocukları yerine getirmişti. H.<br />

Hamidettin Ateş Efendi ile görüştü,<br />

çay içti, sohbet etti. Hasta<br />

olmasına rağmen, şiir oku-<br />

26<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

du, hatıralardan bahsetti… Son olarak, “Efendim<br />

Allahu âlem vadem yakın son demimde sizi ziyaret<br />

etmek, duanızı almak istedim, artık ölsem<br />

de gözlerim açık gitmez, sizi gördüm, sohbetinize<br />

katıldım. Allah bilir ama yakında bu dünyadan<br />

göçerim. Cenazemle ilgilenir misiniz?” diyerek<br />

ayrılmıştı. 24 Eylül <strong>2012</strong> tarihinde Âşık Mevlüt<br />

Hakk’ın rahmetine kavuştu, ahirete göçtü. Vefat<br />

haberi H. Hamidettin Ateş Efendi’ye ulaşınca<br />

müteessir oldu. 15 gün önce âşığın kendisine<br />

arz ettiği şekilde, vefa borcu olarak birkaç arkadaşımızı<br />

görevlendirdi. Bu arkadaşlarımız Âşık<br />

Mevlüt’ün köyüne giderek, cenaze ve defin işlemleriyle<br />

ilgilendiler. Ailesine ve sevenlerine H. Hamidettin<br />

Ateş Efendi’nin taziye mesajını ve selamını<br />

götürüp, âşığın son isteğini yerine getirmeye<br />

çalıştılar.<br />

“Şeyh Dehkan şöyle<br />

dua eder: “Allah’ım,<br />

ölümüm yaklaştı.<br />

Ölümüm sırasında velî<br />

kullarından birini bana<br />

gönder de bana yardım<br />

etsin, işimi kolaylaştırsın.”<br />

Şeyh Dehkan duasını<br />

tamamlar tamamlamaz<br />

Mahmûd Encîrfağnevî<br />

tekrar içeri girer ve<br />

“Ölünceye kadar sana<br />

hizmete geldim.” der ve<br />

vefatına kadar yanından<br />

ayrılmaz.”<br />

Maneviyat Gökyüzünde<br />

Kanat Süzenler<br />

Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin kerametleri<br />

zâhirdir. Bir gün halifesi<br />

Ali Râmîtenî(k.s.)<br />

ihvana zikir yaptırırken<br />

başucundan geçen beyaz<br />

bir kuşun gagasından<br />

aynen şu lafızlar duyulur:<br />

“Ey Ali! Mert ol! Yapıştığın<br />

eteği sımsıkı tut!<br />

Mürşidine bağlan! Ahdini<br />

bozma!” Zikir halkasında<br />

bulunan müridleri şaşkına<br />

çeviren ve kuşun ağzından<br />

dökülen bu cümlelerin<br />

ardından Ali Râmîtenî<br />

der ki: “Bu şeyhimiz<br />

Mahmûd Encîrfağnevî’nin<br />

sesidir. Bizi uyarıyor<br />

ve âgâhlığa çağırıyor.”<br />

Encîrfağnevî’nin beyaz büyük<br />

bir kuş şeklinde havada<br />

uçtuğu ve halifesi Ali<br />

Râmîtenî ile konuştuğu<br />

anlatılmaktadır.<br />

Kuş şekline girme moti-


Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri<br />

Bekir AYDOĞAN<br />

fine Türk velîlerine ait menkıbeler arasında da<br />

sıkça rastlanır. 10 Yazımızı aynı gerçekleri hatırlatan<br />

birkaç hatıra ile bağlayalım:<br />

H. Hamidettin Ateş Efendi, vakıfta odasında<br />

bulunduğu bir sırada bir su bülbülü gelir odanın<br />

penceresine vurur. H. Hamidettin Efendi görevli<br />

arkadaşları çağırarak ‘Bülbülü takip edin’ buyurur.<br />

Takip edildiğinde kuşcağızın yuvasının<br />

böcekler tarafından talanmış olduğu görülür, yavruları<br />

zor durumdadır, himmetleriyle yuva böceklerden<br />

temizlenir. Su Bülbülü ise bu işlemden<br />

sonra, pencereye gelerek birkaç kez vurur ve döner.<br />

Aslında bu bir teşekkürdür.<br />

Yine H. Hamidettin Ateş Efendi, 20<strong>11</strong> yılındaki<br />

Umre ziyaretinde, Mescid-i Nebevî’nin müezzini<br />

Üsam Buhari’yle sohbeti sırasında, “Göreviniz<br />

esnasında harikulade olaylarla karşılaştınız mı?”<br />

diye sorar. Üsam Buhari şöyle cevap verir: “Birçok<br />

olayla karşılaştım ama birini örnek vereyim.<br />

Bir gün sabah ezanını okurken, ezan esnasında,<br />

Babus-selamdan beyaz renkli kanatları açık şimdiye<br />

kadar hiç görmediğim bir büyük kuş içeri<br />

girdi. Peygamberimizin hücre-i saadetini ziyaret<br />

“Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin<br />

kerametleri zâhirdir. Bir gün halifesi Ali<br />

Râmîtenî(k.s.) ihvana zikir yaptırırken<br />

başucundan geçen beyaz bir kuşun<br />

gagasından aynen şu lafızlar duyulur:<br />

“Ey Ali! Mert ol! Yapıştığın eteği sımsıkı<br />

tut! Mürşidine bağlan! Ahdini bozma!”<br />

ederek Bâkî kapısından çıkıp gitti. Aslında biz kuş<br />

gibi gördük ama Allahu â’lem bir kâmil insan ruhu<br />

veya kuş suretinde melekti.”<br />

Aynı yıl H. Hamidettin Ateş Efendi ve bazı arkadaşlar<br />

otel odasında otururlarken, gökyüzünde<br />

Kâbe-i Muazzama’nın etrafında tavaf eder gibi<br />

uçan büyük kuşları görürüler. H. Hamidettin Ateş<br />

Efendi yanındakilere “Bunları kuş gibi görmeyin,<br />

insanlara çok şey anlatıyor.” diye buyurur.<br />

Mevlânâ Celaleddin Rumî Hazretleri de kendi<br />

üstadını devlet kuşuna benzetiyor ve şöyle diyor…<br />

“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk<br />

göğünde, yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”<br />

Dipnot<br />

1 Hamid Algar, “Fağnevî”, DİA, İstanbul<br />

1995, c. XII, s. 73.<br />

2 H. Kamil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam<br />

Yay., 1994, s. 93.<br />

3 Harîrî-zâde, Tibyân, c. III, vr. 201a.<br />

4 Kadir Özköse-H.İbrahim Şimşek,<br />

Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat<br />

Yay., Ankara, 2009, s. 187.<br />

5 Yılmaz, Altın Silsile, s. 93.<br />

6 Safî Ali b. Hüseyin Vaiz el-Kaşifî,<br />

Reşahâtu ayni’l-hayât, Çev. Meh-<br />

met Rauf Efendi, İstanbul 1291, s.<br />

51-52.<br />

7 Yılmaz, Altın Silsile, s. 94.<br />

8 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar<br />

Dosyası, nr. 9/93-5.<br />

9 Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı<br />

Hulûsî-i Dârendevî, Nasihat Yay.,<br />

İstanbul 2006, s. 231.<br />

10 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend:<br />

Hayatı, Görüşleri, Tarikatı,<br />

İnsan Yay., İstanbul 2002, s. 59.<br />

27


Sûfi Perspektif<br />

Kadir ÖZKÖSE*<br />

CÖMERTLİĞİN<br />

28<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

KAZANDIRDIKLARI<br />

Günes gibi sefkatli yer gibi tevâzu’lu<br />

Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)


Cömertlik; sehâvet,<br />

ikram, ihsan ve yardım<br />

etme alışkanlığına<br />

verilen bir isimdir. İnsanın,<br />

sahip olduğu imkânlardan Allah<br />

rızası için muhtaçlara ihsan ve<br />

yardımda bulunmasını sağlayan<br />

üstün bir ahlâkî vasıftır.<br />

Cömertlik Allah’ın sıfatlarından<br />

biridir. Zira cömertlikte<br />

kemâl sahibi olan, ancak<br />

Allah (c.c.)’tır. Çünkü<br />

Allah, âlemdeki her bir varlığın<br />

neye, ne miktarda ve ne zaman<br />

ihtiyacı olduğunu bilir ve en<br />

uygun şekilde ikram eder. Ayrıca<br />

O, hiç kimseye muhtaç olmadığı<br />

ve eksiklikten münezzeh<br />

olduğu için sunduğu lütuflarından<br />

dolayı bir karşılık beklemez.<br />

O’nun bir ismi de kullarına kerem<br />

ve ihsanı bol anlamına gelen<br />

“el-Kerîm”dir. 1 Ayrıca er-<br />

Rahmân, er-Rahîm, el-Vehhâb,<br />

el-Latîf, et-Tevvâb, el-Gaffâr,<br />

el-Afüvv, er-Raûf, el-Hâdî gibi<br />

ilâhî sıfatlar da Allah’ın cömertliğini<br />

değişik açılardan ifade etmektedir.<br />

2 Rasûlullah (s.a.v.);<br />

“Allahu Teâlâ Cevâd’dır, yani<br />

cömert ve ihsân sahibidir, bu<br />

sebeple cömertliği sever. Yine<br />

O, güzel ahlâkı sever, kötü ahlaktan<br />

da hoşlanmaz.”, 3 “Şüphesiz<br />

Allah tayyibdir güzel<br />

ve hoş olanı sever, temizdir<br />

temizliği sever, Kerîm’dir keremi<br />

sever, Cevâd’dır cömertliği,<br />

cûd ve sehâyı sever.” 4 buyurarak<br />

Cenab-ı Hakk’ı “Cevâd” ism-i<br />

şerîfi ile zikretmiştir.<br />

Cömert olan Allahu Teâlâ,<br />

kullarının da bu isminden nasip<br />

almalarını ve bu ahlakı ile ahlaklanmalarını<br />

emretmektedir.<br />

Şöyle ki:<br />

“Ey iman edenler! İçinde hiç<br />

bir alış veriş, hiç bir dostluk,<br />

(Allah’ın izni olmadıkça) hiç<br />

bir şefaat bulunmayan kıyamet<br />

günü gelip çatmadan önce, rızıklandırdığımız<br />

şeylerden Allah<br />

yolunda cömertçe sarf edin.<br />

Küfâan-ı nimet içinde olanlar<br />

zâlimlerin ta kendileridir.” 5<br />

Bazı âyetlerde de cömertlik,<br />

alışverişe benzetilmiş ve Allahu<br />

Teâlâ’ya verilen güzel bir borç<br />

olarak telakkî edilmiştir:<br />

“Allah’a güzel bir borç verecek<br />

olan var mıdır ki Allah<br />

bunu, onun için kat kat artırsın<br />

ve kendisine daha nice kıymetli<br />

mükâfatlar ikrâm etsin!” 6<br />

Peygamber Efendimiz ise<br />

gıpta edilecek kişilerden birinin<br />

de cömertler olduğunu ifade<br />

ederek şöyle buyurur:<br />

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir:<br />

Biri, Allah’ın mal verip Hak yolunda<br />

harcamaya muvaffak kıldığı<br />

kimsedir. Diğeri de Allah’ın<br />

kendisine ilim verip de onunla<br />

amel eden ve bunları başkasına<br />

öğreten (yani ilmini infâk eden)<br />

kimsedir.” 7<br />

Mal ve servet yalnız Allah’a<br />

âittir ve rızkı veren de O’dur.<br />

Allahu Teâlâ’nın kullarına fazlından<br />

ve kereminden verdiği<br />

mallarda muhtaçların hakkı<br />

bulunmaktadır. Bu sebeple bir<br />

Müslüman için en makul hareket,<br />

mülkü gerçek Mâlik’in yolunda<br />

sarf etmesidir. Cömertlik<br />

duygusu da bu inançtan kaynaklanır.<br />

8<br />

Nefsin tezkiye ve terbiyesi<br />

<strong>net</strong>icesinde kişiye îsâr/cömertlik<br />

vasfının verileceğini<br />

beyan eden Sühreverdî (ö.<br />

632/1234)’ye göre ihtiyaç duyduğumuz<br />

bir şeyi başkasına verebilmemiz<br />

ancak kişisel ihtiras<br />

ve duyguların egemenliğinden<br />

tam anlamıyla kurtulmamıza<br />

bağlıdır. Sühreverdi bu gerçeği<br />

şu şekilde dile getirmektedir:<br />

“Sûfîlerin îsâr ile amel etmeleri,<br />

nefs tezkiyesi ve karakter terbiyesinden<br />

geçmiş olmalarından<br />

başka bir sebeple değildir.<br />

Allah Teâlâ, karakterini düzeltmeyen<br />

sûfîye îsâr sıfatı nasip<br />

etmez. Tabiatında sehâvet sıfatı<br />

bulunanların neredeyse tamamı<br />

sûfîdir. Çünkü sehâvet karaktere<br />

ait bir sıfattır. Sehâvetin<br />

zıddı ‘şuhh’ yani cimriliktir.<br />

Cimrilik ise nefsânî sıfatlar<br />

cümlesindendir.” 9<br />

29


Cömertlik bir mü’minin en<br />

mühim vasfıdır. Mü’minin cömert<br />

olmamasını tasavvur etmek<br />

mümkün değildir. Zira bir<br />

kalpte imanla cimrilik bir arada<br />

asla bulunamaz. 10 Hz. Enes’in<br />

naklettiği şu hâdise bu hakîkati<br />

ifade etmektedir:<br />

“Bir adam ölmüştü. Halktan<br />

birisi Rasûlullah (s.a.v.)’in<br />

işiteceği şekilde; ‘Cen<strong>net</strong> ona<br />

mübârek olsun!’ dedi. Bunun<br />

üzerine Allah Rasûlü; ‘Nereden<br />

biliyorsun? Belki de o mâlâyânî<br />

konuştu veya malından bir şey<br />

eksiltmeyecek kadar çok az bir<br />

kısmını bile infâk etmekte cimrilik<br />

gösterdi!’ buyurdu.” <strong>11</strong><br />

Bir diğer hadisinde Peygamber<br />

Efendimiz; “Zulüm yapmaktan<br />

sakının. Çünkü zulüm<br />

kıyâmet gününde zâlime zifirî<br />

karanlık olacaktır. Cimrilikten<br />

de sakının. Zira cimrilik sizden<br />

önce yaşayan insanları, birbirini<br />

öldürmeye ve dokunulmaz<br />

haklarını çiğnemeye kadar götürerek<br />

perişan etmiştir.” 12 buyurarak<br />

cimriliğin dünya ve<br />

âhiretteki acı âkıbetini bildirmiştir.<br />

Bu sebeple bir mü’min,<br />

tabiatında bulunan cimriliği<br />

terk edip cömertlik ahlakını elde<br />

etme gayreti içinde olmalıdır.<br />

Zira âhiret hayatı için en faydalı<br />

hasletlerden biri, nefsin sehâvet<br />

üzere olmasıdır. Sehâvet, zekât<br />

ve infâkın ruhudur. Nefsin<br />

terbiyesi de ancak sehâvetle<br />

mümkündür. Bunu elde<br />

edebilmenin yolları ise ihtiyacı<br />

olduğu halde infakta bulunmak,<br />

kendisine zulmeden kimseyi<br />

affetmek, hoşa gitmeyecek<br />

şeylerle karşılaştığında âhirete<br />

30<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

olan yakîni sebebiyle sabretmek<br />

gibi davranışlardır. 13<br />

Semerkand’dan Buhara’ya<br />

gelip intisap etmek istediğini<br />

söyleyen Şeyh Sekkâ-yı<br />

Semerkandî isminde bir şahsa,<br />

Bahâeddin Nakşibend<br />

(ö.791/1388); “Bize bir hediye<br />

ver ki seni müritliğe kabul<br />

edelim.” der. Adam hiç parası<br />

olmadığını söyleyince Şah-ı<br />

Nakşibend, onun elbisesinin altında<br />

dört dinar bulunduğunu,<br />

bu yolda ilk şartın cömertlik olduğunu,<br />

ancak kendisinde cimrilik<br />

huyu olduğu için kendisini<br />

müritliğe kabul edemeyeceğini<br />

söyler. Adam dört dinarı çıkarıp<br />

Şah-ı Nakşibend’e uzatır. Ancak<br />

şeyh, bu paraları almayıp orada<br />

oynamakta olan küçük bir<br />

çocuğa vermesini emreder. Çocuk<br />

bu paraları yere atınca, adamın<br />

utancı ve üzüntüsü bir kat<br />

daha artar. Mecliste bulunanların<br />

ricâsıyla Şah-ı Nakşibend,<br />

onu müritliğe kabul eder. 14<br />

Cömertliği mârifet kapısının<br />

altıncı makamı olarak kabul<br />

eden 15 Hacı Bektâş-ı Veli<br />

(ö.669/1271)’ye göre, mal cömertliği,<br />

ten cömertliği, ruh<br />

cömertliği ve gönül cömertliği<br />

şeklinde dört türlü cömertlik<br />

vardır. Diğer taraftan o, insanların<br />

da “kerîmler”, “cömertler”,<br />

“cimriler”, “kötüler” ve<br />

“reziller” olmak üzere beş çeşit<br />

olduklarını vurgulamaktadır.<br />

Kerîmler yemeyip yedirenler,<br />

cömertler hem yiyip hem yedirenler,<br />

cimriler kendileri yiyip<br />

başkalarına vermeyenler, kötüler<br />

yemeyen ve yedirmeyenler<br />

ve reziller ise kendisi yemeyip<br />

başkasına vermediği gibi başkasının<br />

da iyilik etmesine engel<br />

olanlardır. 16<br />

Özetle, cömertliğin hem<br />

dünyada hem de âhirette pek<br />

çok kazandırdıkları bulunmaktadır.<br />

Öncelikle cömert bir kimseyi<br />

Allahu Teâlâ sever ve kullarına<br />

sevdirir. Sonunda cömert<br />

kimse cen<strong>net</strong>e yakın, cehennemden<br />

de uzak olur. Peygamber<br />

(s.a.v.) şöyle buyurur:<br />

“Cömert kişi Allah’a yakın,<br />

cen<strong>net</strong>e yakın, insanlara yakın<br />

ve cehennem ateşinden uzaktır.<br />

Cimri ise Allah’tan uzak,<br />

Cen<strong>net</strong>’ten uzak, insanlardan<br />

uzak ve cehennem ateşine yakındır.<br />

Cömert câhil, ibadet<br />

eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.”<br />

17 Bu sebeple Allahu<br />

Teâlâ’nın cimri, ahmak ve kibirli<br />

olan kimseleri dost edinmeyeceği<br />

bildirilmiştir.<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 82/İnfitâr, 6.<br />

2 Ömer Çelik-Mustafa Öztürk-Murat Kaya, Üsve-i<br />

Hasene (Kullukta-Ahlâkta-Adâbda) En Güzel İnsan<br />

–sallallahu aleyhi ve sellem-, Erkam Yayınları, İstanbul<br />

2003, s. 319.<br />

3 Ebû’l-Fazl Celâleddîn Abdurrahmân bin Ebû Bekir<br />

es-Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Mısır 1306, c. I, s. 60.<br />

4 Tirmizî, Edeb, 41.<br />

5 2/Bakara, 254.<br />

6 57/Hadîd, <strong>11</strong>.<br />

7 Buhârî, İlim, 15.<br />

8 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 319.<br />

9 Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun<br />

Esasları -Avârifu’l-Maârif Tercemesi-, Haz. H.<br />

Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam<br />

Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, s. 315.<br />

10 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.<br />

<strong>11</strong> Tirmizî, Zühd, <strong>11</strong>.<br />

12 Müslim, Birr, 56.<br />

13 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.<br />

14 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı,<br />

Görüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002,<br />

s. 299.<br />

15 Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât, haz.Esad Coşan, Seha<br />

Neşriyat, trs., s. s. 120.<br />

16 Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Ensar<br />

Yayıncılık, Konya 2008, s. 172.<br />

17 Tirmizî, Birr, 40.


ÖMÜR TÖRPÜSÜ<br />

Kendi bedeninde, garip kalınca<br />

Anlarsın ki gurbet, başka “şey” imiş<br />

Gamzedeler, hissettirmez ahını<br />

İnleyen bu nida, saz ve “ney” imiş<br />

Soluk soluk tükeniyor hayatın<br />

Nalın eskir, devrilir bir gün atın<br />

İster çulda, ister sarayda yatın<br />

Ömür sermayesi, ödünç “pay” imiş<br />

Temel sağlam ama duvarı çürük<br />

Bakışlar tarumar, görüşler kırık<br />

Yangına koşuyor, elinde körük<br />

Cüssesi yiğitçe, fikri “toy” imiş<br />

Mevsimlerin en verimsizi hazan<br />

Kalpleri karartır, zan üstüne zan<br />

Bedene rol, yakışmaz oyun bozan<br />

Mahcubiyet dilde, sonu “vay” imiş<br />

Yudum yudum içersin, yine biter<br />

Günlerin sayılı, kaç bayram yeter?<br />

İnişte gözyaşı, yokuştaysa ter<br />

Yolun düzgün ise, sana “ray” imiş<br />

Protonlar, nötron ile anlaştı<br />

Tüm vahşiler, birbirine yanaştı<br />

İnsanlar kavgalı, yerküre şaştı<br />

Safkan zannedilen, melez “toy” imiş<br />

Konjonktürde, özne insanlık değil<br />

Zalime başkaldır, haklıya eğil<br />

Öğüt almaz ise, babadan oğul<br />

Hedefsiz atılan, oka “yay” imiş<br />

Pirince giderken, olur bulgurdan<br />

hasılatı bekler, en yüksek kurdan<br />

Şiirler de, vefa bekler okurdan<br />

Doğruyu dışlayan, dokuz “köy” imiş<br />

Ömür törpüsü bu, dikenli yollar<br />

Dert bulaştırmaya, bir fırsat kollar<br />

Pusulaya, tersten bakınca kullar<br />

Aşk için içilen, sahte “mey” imiş<br />

Ali Rıza MALKOÇ<br />

31


İlim ve Hayat<br />

Mehmet SOYSALDI*<br />

32<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

İSLÂM’DA İLK ÖĞRETMEN:<br />

MUS’AB B. UMEYR<br />

(R.A)


Nesebi ve<br />

Gençlik Yılları<br />

Mus’ab b. Umeyr b. Haşim b.<br />

Abdi Menaf b. Abdiddar b. Kusay,<br />

b. Kilâb b. Mürre el-Kureşî<br />

el-Abderî. Miladi 585 yılında<br />

Mekke’de dünyaya geldi. Babası<br />

Umeyr, annesi Hünas binti<br />

Malik’tir. Annesi de babası da<br />

maalesef Müslüman olmamışlardır.<br />

Mus’ab, Mekke’de Abduddaroğulları<br />

denilen zengin<br />

bir aileye mensuptur. Cahiliye<br />

döneminde bu ailenin iki görevi<br />

vardı:<br />

1. Askerî görevleri ki<br />

Mekke’nin sancaktarlığını yapmaktı.<br />

2. Dinî görevleri de hicabe<br />

idi. Yani Kâbe’nin bakımı ve<br />

anahtarını koruma ile görevli<br />

idiler.<br />

Mus’ab’ın ailesi, Mekke’nin<br />

en zengin ailelerden biri idi.<br />

Evin üç erkek evladı vardı. Onların<br />

en küçüğü de Mus’ab’tı.<br />

Annesi bu küçük oğluna diğerlerinden<br />

daha fazla düşkündü.<br />

Dolayısıyla ona en güzel elbiseleri<br />

giydirir, özel ayakkabı diktirir,<br />

en güzel ata bindirirdi. 1<br />

Mus’ab için ta Yemen’den özel<br />

koku getirtirdi. Mus’ab’a ait bir<br />

koku vardı ki, sadece o kullanırdı.<br />

Mekke sokaklarından geçtiği<br />

zaman o kokudan dolayı o mahalleden<br />

Mus’ab’ın geçtiği belli<br />

olurdu. Mus’ab, aynı zamanda<br />

yakışıklı bir gençti. Mus’ab<br />

günümüzdeki bazı gençlerin de<br />

yaptığı gibi her gün belirli bir zamanını<br />

ayna karşısında geçirirdi.<br />

Saatlerce süslenir, elbisesini<br />

giyer ve kokusunu sürer sokağa<br />

öyle çıkardı. Mus’ab sokağa çıktığı<br />

zaman mahallenin genç kızları<br />

pencereye çıkar onu izlerlerdi.<br />

Mekke’nin en güzel kızları<br />

onunla evleneceğine dair bahse<br />

girer ve onunla evlenmek için<br />

can atarlardı. Mus’ab, ailesi içerisinde<br />

en fazla annesi tarafından<br />

sevilmekteydi. Ancak Müslüman<br />

olduktan sonra en fazla<br />

annesinin elinden çekmiştir.<br />

Yani Allahu Teâlâ, onu annesiyle<br />

imtihan etmiştir.<br />

Soylu soplu, zengin ve yakışıklı<br />

bir genç olmasına rağmen<br />

Mus’ab, 25 yaşına kadar iffetini<br />

bozacak bir davranışı asla olmamıştı.<br />

İşte Mus’ab, iffetini muhafaza<br />

ettiği için Allah da ona<br />

imanı nasip etmiştir.<br />

Tarihler Miladi 610 yılını<br />

gösterirken Peygamber Efendimize<br />

ilk vahiy indiğinde Mus’ab<br />

25 yaşında idi. İslâm daveti yavaş<br />

yavaş Mekke’de yayılmaya<br />

başlıyordu. Bu daveti Mus’ab’da<br />

duymuştu.<br />

Mus’ab b. Umeyr’in<br />

Müslüman Oluşu<br />

Bir gece vakti Mus’ab arkadaşlarıyla<br />

Hacun Dağı’nda eğlenmekte<br />

idi. Arkadaşlarından<br />

biri ona: “Duydunuz mu<br />

Adulmuttalib’in yetimi Muhammed,<br />

ben Allah’ın peygamberiyim.<br />

Tapmakta olduğunuz bu<br />

putlar boştur. Hiçbir fayda sağlamaz.<br />

Allah ise birdir, her şeyi<br />

gören ve bilendir. Yaratan odur,<br />

ona ibadet ediniz.” diyormuş<br />

diye bazı şeyler anlatır. Bütün<br />

anlatılanlar Mus’ab’ı çok etki-<br />

“Tarihler Miladi 610 yılını gösterirken Peygamber<br />

Efendimize ilk vahiy indiğinde Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm<br />

daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başlıyordu. Bu<br />

daveti Mus’ab’da duymuştu.”<br />

lemesine rağmen, Mus’ab: “Susun<br />

bunları anlatmayın, bunlar<br />

bizim meselemiz değildir. Büyüklerimiz<br />

bunları düşünsün ve<br />

kararlarını versinler, biz eğlencemize<br />

bakalım.” diyerek arkadaşını<br />

susturdu. Ama aklından<br />

da söylenenler asla çıkmadı. Eve<br />

geldi, sabaha kadar düşünmekten<br />

gözlerine uyku girmedi. Sabah<br />

olunca at yarışına gitti, her<br />

gün yarışta birinci olmasına<br />

rağmen o gece uykusuz olduğu<br />

33


için yarışı kaybetti. Fakat fazla<br />

üzülmedi. Daha sonra demirci<br />

Habbab b.Eret’in dükkânının<br />

önünden geçmekteydi. Mus’ab,<br />

dükkânın önünden geçerken<br />

Habbab:<br />

- Ah Mus’ab bir elime geçse<br />

de ona İslâm’ı bir anlatsam,<br />

onu Müslüman olma şerefiyle<br />

bir şereflendirebilsem, İslâm<br />

ona ne güzel yakışır, diye düşünüyordu.<br />

O anda Mus’ab,<br />

Habbab’a uğrar bir bakar ki<br />

kızgın demiri elinde tutmaktadır.<br />

Onu bu hâlde görünce<br />

Mus’ab, ona şu soruyu sorar:<br />

- Bu sıcak demiri nasıl elinde<br />

tutuyorsun elin yanmıyor<br />

mu? Habbab:<br />

- Yüreğimde öyle bir yangın<br />

var ki bedenimdeki acıyı hissetmiyorum,<br />

der. Mus’ab, birden<br />

bu söz karşısında sarsılır.<br />

- Benim de yüreğim yanıyor<br />

fakat senin kadar cesur değilim,<br />

senin gibi bu kızgın demiri<br />

elimle tutacak cesaretim yok.<br />

Sen bu cesareti nereden buluyorsun,<br />

der. Habbab tam fırsatı<br />

yakalamıştır. Ona İslâm’ı<br />

anlatmaya başlar. Nihayet<br />

Habbab b. Eret, o güne kadar<br />

İslâm’dan öğrendiği hakikatleri<br />

anlatırda anlatır. Sonunda<br />

Mus’ab:<br />

- Muhammed nerede, beni<br />

oraya götür.<br />

Habbab:<br />

- Seni ona götüreceğim ama<br />

şimdi değil.<br />

34<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Mus’ab:<br />

- O halde ne zaman götüreceksin?<br />

Habbab:<br />

- Mekke, öğle uykusunda<br />

iken sen Safa Tepesi’nde Erkam<br />

b. Erkam’ın evine gel, der. Bunun<br />

üzerine<br />

Mus’ab:<br />

- Yoksa Ebu Cehil’in yeğeni<br />

Erkam, Müslüman mı oldu, der.<br />

Habbab: “Evet” der.<br />

Nihayet Mus’ab, öğle vakti<br />

Erkam’ın evine gelir. Habbab,<br />

kapıyı açar ve Mus’ab, Allah<br />

Rasûlunü görür görmez şehadet<br />

getirip Müslüman olur. İşte<br />

Habbab b. Eret, böylece Mus’ab<br />

b. Umeyr’in İslâm’a girmesine<br />

vesile olmuştur.<br />

Mus’ab, Daru’l-Erkam’dan<br />

çıkarken Peygamber Efendimiz,<br />

ona: “Sakın ha ailene Müslüman<br />

olduğunu sezdirme!” der.<br />

Mus’ab da Efendimiz’in dediğini<br />

tutmaya çalışır ama iman bu, bir<br />

kalbe girdi mi insanda mutlaka<br />

bir değişiklik yapar. Dolayısıyla<br />

ev ehli tarafından Mus’ab’daki<br />

değişiklikler kısa bir süre sonra<br />

hemen fark edilir.<br />

Mus’ab’ın annesi Hünas,<br />

Mus’ab’a çeşitli sorular sormasına<br />

rağmen bir türlü oğlunun ağzından<br />

bir şey alamaz. Kardeşlerini<br />

çağırır onlara sorar, onlar<br />

da bir şey söyleyemezler. Sonunda<br />

annesi, amcaoğlu Osman<br />

b. Talha’yı çağırır ve ona:<br />

- Ben Mus’ab’da birtakım de-<br />

ğişiklikler seziyorum, onu bir takip<br />

et, ondaki bu değişikliklerin<br />

sebebini öğren, der. Osman b.<br />

Talha, Mus’ab’ı izler ve kısa bir<br />

süre sonra haberi getirir.<br />

- Senin oğlun Müslüman olmuş,<br />

der.<br />

Mus’ab b. Umeyr, eve gelince<br />

annesi onu karşısına alır ve:<br />

- Oğlum! Öğrendiklerim doğru<br />

mu, der. Mus’ab, hiç tereddüt<br />

etmeden:<br />

- Evet, doğru, ben Müslüman<br />

oldum, der.<br />

Annesi bundan hiç memnun<br />

olmaz ve onu ikna etmeye çalışır.<br />

Çeşitli sözlerle onu dininden<br />

döndürmeye uğraşır ama<br />

nafile. Sonunda onu tehdit etmeye<br />

başlar. Bundan da sonuç<br />

alamayınca Anne Hünas’ın<br />

sevgili oğluna yapmadığı eziyet<br />

kalmaz. Onu dininden döndürmek<br />

için evlerindeki bir mahzene<br />

hapsederek günlerce aç ve<br />

susuz bırakır. Hatta herkesten<br />

çok sevdiği biricik yavrusunu<br />

kölelerine kamçılatarak işkence<br />

etmeye başlar. Ama bundan<br />

da bir sonuç alamaz. Sonunda<br />

Mus’ab’ı çağırır ve önüne iki<br />

tercih koyar:<br />

- Ya ananın servetini tercih<br />

edeceksin veya Muhammed’in<br />

Dini’ni, der. Mus’ab elbette<br />

İslâm’ı tercih eder. Ve böylece<br />

evden, ailesinden, dünyalık<br />

servetten ayrılmış, imanı tercih<br />

etmiş ve artık Daru’l-Erkam’da<br />

kalmaya başlamıştır.


Mus’ab b. Umeyr’in<br />

Habeşistan’a Hicreti<br />

Tarihler 615 yılını gösterirken<br />

İslâmiyet’i kabul ettikten<br />

sonra Mekke’de sıkıntı ve işkencelere<br />

mâruz kalan Mus’ab<br />

b. Umeyr, Rasûlullah’ın izniyle<br />

Habeşistan’a hicret eder.<br />

Nübüvvetin 5. yılında<br />

Habeşistan’a hicret eden 15 kişiden,<br />

<strong>11</strong>’i erkek, 4’ü de kadın idi.<br />

Nihayet Mus’ab,<br />

Habeşistan’a hicret edenlerle<br />

birlikte Mekke’den ayrıldı.<br />

Orada bir müddet kaldıktan<br />

sonra Mekke’nin ileri gelenlerinin<br />

Müslüman olduğu haberini<br />

duyunca 39 muhacirle<br />

birlikte Mekke’ye, o eşsiz sevgiliye,<br />

Allah’ın Rasûlü’ne döndü.<br />

Hâlbuki duyulan haber<br />

asılsızdı, Mekke ileri gelenlerinin<br />

İslâm’a olan düşmanlığı<br />

devam ediyordu.<br />

Hz. Ali (r.a.), onu şöyle<br />

anlatır: “Bir gün Rasûlullah<br />

ile oturuyordum. Bu sırada<br />

Mus’ab b. Umeyr geldi. Üzerinde<br />

yamalı bir elbise vardı.<br />

Rasûlullah onun bu hâlini görünce,<br />

mübarek gözleri yaşla<br />

doldu. Çünkü o, Müslüman olmadan<br />

önce servet içinde idi.<br />

Dini uğruna bunların hepsini<br />

terk etmişti.<br />

Peygamber Efendimiz<br />

(s.a.v.) onun hakkında şöyle<br />

buyurdu: “Kalbini, Allahu<br />

Teâlâ’nın nurlandırdığı şu<br />

kimseye bakın. Anne ve babasının<br />

onu en iyi yiyecek ve içeceklerle<br />

beslediklerini gördüm.<br />

Allah ve Rasûlü’nün sevgisi,<br />

onu gördüğünüz hâle getirdi.”<br />

2 Nitekim Peygamber Efendimiz,<br />

Mus’ab’a; “Mus’abu’l-<br />

Hayr” unvanını vermiştir.<br />

İslâm’da<br />

İlk Öğretmen<br />

Birinci Akabe bi’atında<br />

Müslüman olan Medineliler,<br />

Rasûlullah Efendimize:<br />

“Mus’ab b. Umeyr,<br />

Medine’de Es’ad b.<br />

Zürâre’nin evinde<br />

Kur’an-ı Kerim ve<br />

dinî bilgileri öğretiyor,<br />

güzel ahlakı, nezaketi<br />

ve kibarlığı ile herkesi<br />

İslâm’a bağlıyordu.<br />

Onun bu hizmetiyle<br />

Medine’de çok kimse<br />

Müslüman oldu.<br />

Medine’de bulunan<br />

kabile reislerinden<br />

Sa’d b. Muâz,<br />

Üseyd b. Hudayr,<br />

henüz Müslüman<br />

olmamışlardı.”<br />

“Yâ Rasûlullah! İçimizde,<br />

İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya<br />

başladı. Halkı Allah’ın Kitabına<br />

davet edecek, Kur’an-ı Kerim’i<br />

okuyacak, İslâm dinini anlatacak,<br />

İslâm’ın sün<strong>net</strong> ve emirlerini<br />

aramızda ikâme edecek,<br />

yerleştirecek, namazlarımızda<br />

bize imamlık yapacak bir kim-<br />

se gönder.” diye mektup yazdılar.<br />

Bunun üzerine Rasûlullah<br />

Efendimiz Mus’ab b. Umeyr’i,<br />

Medine’ye gönderdi ve ona,<br />

Medinelilere Kur’an-ı Kerim<br />

okumasını, İslâmiyet’in emir ve<br />

yasaklarını öğretmesini, namazlarını<br />

kıldırmasını emretti. 3<br />

Mus’ab b. Umeyr kısa zamanda<br />

Medine’ye vardı. Orada<br />

kendisini büyük sevinçle karşıladılar.<br />

Es’ad b. Zürâre’nin evine<br />

yerleşti. Ev sahibi Medineli<br />

ilk Müslümanlardan idi. Orada<br />

insanlara dinlerini öğretmeye<br />

başladı. 4<br />

Mus’ab b. Umeyr,<br />

Medine’de Es’ad b. Zürâre’nin<br />

evinde Kur’an-ı Kerim ve dinî<br />

bilgileri öğretiyor, güzel ahlakı,<br />

nezaketi ve kibarlığı ile herkesi<br />

İslâm’a bağlıyordu. Onun bu<br />

hizmetiyle Medine’de çok kimse<br />

Müslüman oldu. Medine’de<br />

bulunan kabile reislerinden<br />

Sa’d b. Muâz, Üseyd b. Hudayr,<br />

henüz Müslüman olmamışlardı.<br />

Bunların durumu<br />

çevreyi etkiliyor, İslâmiyet’in<br />

hızla yayılmasını engelliyordu.<br />

Bir gün Mus’ab bir bahçede,<br />

etrafında bulunan Müslümanlara<br />

dini anlatıyor, sohbet<br />

ediyordu. Bu sırada Evs kabilesinin<br />

reislerinden olan Üseyd,<br />

elinde mızrağı ile hiddetli bir<br />

şekilde gelip, şöyle konuşmaya<br />

başladı:<br />

- Siz bize niçin geldiniz, insanları<br />

aldatıyorsunuz? Hayatınızdan<br />

olmak istemiyorsanız<br />

buradan derhâl ayrılın!<br />

35


Nice ağır hakarete ve işkenceye<br />

Allah ve Rasûlü hatırına<br />

katlanmış ve Rasûlullah<br />

(s.a.v.)’ın özel terbiyesinde yetişmiş<br />

olan Mus’ab (r.a), onun<br />

bu taşkın hâlini gayet sakin bir<br />

şekilde karşıladı ve şöyle dedi:<br />

- Hele biraz otur! Sözümüzü<br />

dinle, maksadımızı anla. Beğenirsen<br />

kabul edersin. Yoksa<br />

engel olursun, diyerek gayet<br />

yumuşak ve nazik bir şekilde<br />

karşılık verdi.<br />

36<br />

Üseyd sakinleşip;<br />

- Doğru söyledin, dedi ve<br />

mızrağını yere saplayarak oturdu.<br />

Mus’ab, ona İslâmiyet’i an-<br />

lattı ve Kur’an-ı Kerim okudu.<br />

Kur’an-ı Kerim’in eşsiz belâgati<br />

ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd<br />

kendini tutamayıp:<br />

- Bu ne kadar güzel, ne kadar<br />

iyi bir sözdür. Bu dine girmek<br />

için ne yapmalı, diye sordu.<br />

Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen<br />

cevap verdi:<br />

- Lâ ilâhe illallah<br />

Muhammedü’r-Rasûlullah, demek<br />

kâfidir.<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Mus’ab b. Umeyr’in, bu sözü<br />

üzerine kelime-i şehâdeti söyleyip<br />

Müslüman olan Üseyd, sevincinden<br />

yerinde duramadı ve:<br />

- Ben gidip arkadaşlarıma<br />

da anlatayım, diyerek ayrıldı.<br />

Üseyd; Evs Kabilesinin reisi,<br />

Sa’d b. Muâz’ın ve kabilesinin<br />

yanına varınca, Müslüman olduğunu<br />

söyledi. 5<br />

Bunu gören Sa’d, şaşırarak<br />

hiddetlendi ve Mus’ab b.<br />

Umeyr’in yanına koştu. Yanına<br />

varınca sert ve kızgın bir tavırla<br />

konuşmaya başladı.<br />

Mus’ab b. Umeyr, ona da gayet<br />

yumuşak konuştu ve oturup<br />

“Kısa sürede İslâm’ın Medine’de yayılmasına vesile<br />

olan Mus’ab b. Umeyr, Müslüman olan Medineli 75<br />

Müslüman ile miladi 622 yılında ikinci Akabe Biatına<br />

katıldı. İşte İslâm’ın ilk öğretmeni, hayatını inancı ve dini<br />

uğruna feda edip böylece Uhud’da şehid düştü…”<br />

biraz dinlemesini söyledi. Sa’d,<br />

bu nazik konuşma karşısında<br />

yumuşayıp oturdu ve konuşulanları<br />

dinlemeye başladı.<br />

Mus’ab b. Umeyr, ona da<br />

İslâmiyet’i anlattı ve Kur’an-ı<br />

Kerim’den bir miktar okudu.<br />

Kur’an-ı Kerim okunurken<br />

Sa’d’ın yüzü birden bire değişiverdi.<br />

O da orada Müslüman<br />

oldu. Kendinde duyduğu üstün<br />

bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle<br />

derhâl kavminin yanına gidip<br />

onlara şöyle dedi:<br />

- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?<br />

- Sen bizim büyüğümüz ve<br />

üstünümüzsün, dediler. Sa’d:<br />

- Öyle ise Allah’a ve Rasûlüne<br />

iman etmelisiniz. İman etmedikçe<br />

sizin erkek ve kadınlarınızla<br />

konuşmak bana haram olsun,<br />

6 dedi.<br />

Bunun üzerine kavmi hep<br />

birden İslâmiyet’i kabul etti.<br />

O gün kabilesinden iman etmedik<br />

kimse kalmadı. Mus’ab<br />

b. Umeyr’in büyük gayretleri<br />

ve hizmetleri <strong>net</strong>icesinde<br />

İslâmiyet, Medine’de hızla yayıldı.<br />

7 Öyle ki, İslâmiyet her eve<br />

girmiş, neredeyse iman etmeyen<br />

kalmamıştı.<br />

Kısa sürede İslâm’ın<br />

Medine’de yayılmasına vesile<br />

olan Mus’ab b. Umeyr, Müslüman<br />

olan Medineli 75 Müslüman<br />

ile miladi 622 yılında ikinci<br />

Akabe Biatına katıldı.<br />

İşte İslâm’ın ilk öğretmeni,<br />

hayatını inancı ve dini uğruna<br />

feda edip böylece Uhud’da şehid<br />

düştü…<br />

Allah (c.c.), bizleri şefaatine<br />

nail eylesin...<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut 1978, III,<br />

<strong>11</strong>6; Kandehlevî, M.Yusuf, Hayatü’s-Sahabe, Dımeşk<br />

1986, I, 301.<br />

2 Kandehlevî, age., II, 291-292.<br />

3 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1971, II,<br />

76; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1965, II,<br />

96.<br />

4 Kandehlevî, age., I, <strong>11</strong>6.<br />

5 İbnü’l-Esir, age., II, 97; Kandehlevî, age., I, 188.<br />

6 İbnü’l-Esir, age., II, 98; Kandehlevî, age., I, 188-189.<br />

7 İbn Hişam, age., II, 77-79; İbnü’l-Esir, age., II, 97-98.


ŞUARA<br />

Şuh sözün büyüsüyle harf atına binenler,<br />

Bir serabın izinden ererler Kaf Dağına.<br />

Tırsarak her cenk vakti küheylandan inenler,<br />

Soyunur ilmihalden düşer hayal ağına.<br />

Söz gümüş iken özün sakıt olduğu demde,<br />

Şiirin başkentine Şuarayı asmalı,<br />

Hikmeti lügatinden öteleyen âdemde,<br />

Sağılmış mısralara ruhumuzdan basmalı.<br />

Şair seyri Musa’da hikmeti Hızır’da gör,<br />

Hece hece kuşan da yitik kıbleni ara,<br />

Ruhunun aynasında yalnız hakikati ör,<br />

Yalancının mumuna yatsı olur Şuara.<br />

Mehmet SERTPOLAT<br />

37


Tarih<br />

Resul KESENCELİ<br />

38<br />

KUDÜS FATİHİ<br />

SELAHADDİN-İ<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

EYYUBÎ


Selâhaddin-i Eyyubî, <strong>11</strong>67’de amcası<br />

Şikruh ile beraber Şii Fatımi<br />

hâkimiyetine son vermek amacıyla<br />

çıkılan Mısır Seferinde, onun yardımcısı sıfatıyla<br />

kendini ilk kez tarih sahnesinde göstermişti.<br />

Sefer esnasındaki Bâbeyn Meydan Muharebesi<br />

ve İskenderiye Muhasarasında sergilediği başarılarla<br />

göz dolduran Selâhaddin-i Eyyubî, ilerisi için<br />

büyük ümitler vadeden bir emir olduğunu herkese<br />

ispatlamasını bilmişti. <strong>11</strong>69’da Mahmut Zengi,<br />

büyük bir orduyla Kahire’yi<br />

fethedip, idareyi vezir tayin ettiği<br />

Şikruh’a bırakacaktı. Ancak<br />

Şikruh çok yaşamayacak;<br />

yerine 26 Mart <strong>11</strong>69’da ittifakla<br />

Selâhaddin Eyyubî gelecektir.<br />

Aynı zamanda Nureddin<br />

Zengi’nin ordu komutanı<br />

da olacaktır. İşte bu tarihten<br />

sonra Selâhaddin-i Eyyubî,<br />

kendisinden tarihin beklediği<br />

esas rolleri ifa etmeye başlayacaktır.<br />

15 Mayıs <strong>11</strong>74’te Nureddin<br />

Zengi ölünce, devlette<br />

saltanat kavgası başladı;<br />

Emirler, Haçlılarla<br />

mücadele edecek yerde birbirlerine<br />

düştü. Selâhaddin-i<br />

Eyyubî, Şam’dan gelen davet<br />

üzerine Ekim <strong>11</strong>74’te Mısır’dan<br />

ayrılıp Şam’a geldi ve Nureddin<br />

Zengi’nin ölümüyle parçalanan<br />

İslâm birliğini yeniden<br />

tesis etti. Kudüs’ün fethi için<br />

de yavaş yavaş şartlar oluşuyordu.<br />

Kutsal Şehir Kudüs<br />

Mekke ve Medine’den sonra İslâm’ca kutsal<br />

sayılan 3. belde Kudüs şehridir. Mescid-i Aksa’yı<br />

içinde barındıran bu şehir; her 3 semavi dince<br />

de kutsal sayılmaktadır. Hz. Ömer devrinden<br />

beri Müslüman bir belde haline getirilen Kudüs<br />

bölgedeki kişisel çatışma ve çıkarlar yüzünden<br />

“Çeşitli çarpışmalar ve<br />

şiddetli kuşatmalardan<br />

sonra nihayet doksan sene<br />

evvel Kudüs’e ve Beytü’l-<br />

Makdis’e giren haçlılar, 27<br />

Receb Cuma günü hem<br />

de Allah’ın bir hikmetiyle<br />

Miraç Gecesinde şehri<br />

teslim etmek zorunda<br />

kaldılar. Selâhaddin-i<br />

Eyyubî fetih yoluyla tekrar<br />

şehri ele geçirdi.”<br />

maalesef 15 Temmuz 1099’da Haçlıların eline<br />

geçmişti. Uzun süre Haçlı hâkimiyetinde kalan<br />

Kudüs; Selâhaddin-i Eyyubî’sini bekliyordu.<br />

Haçlılar, Hz. Ömer’in 638’deki Yermuk Zaferinden<br />

460 yıl sonra, I. Haçlı Seferi sonunda Kudüs’ü ele<br />

geçirip, bir krallık kurmaya muktedir olmuşlardı.<br />

Haçlılar, geçmişte bir benzeri daha görülmemiş<br />

canavarlık numunelerini gösterime sunmaktan<br />

zerrece çekinmemişler, her türlü vahşiliği<br />

yapmışlar on binlerce insanı öldürmüşlerdir.<br />

Yapılan hunharlıklar sırasında, şehrin su<br />

tankları kana bulanacak kadar<br />

sokaklarda 3 gün boyunca oluk<br />

oluk kan akmış, mabetlerde<br />

bile yüz binlerce Müslüman<br />

acımasızca katledilmiş ve pek<br />

çok yerde ölüler dev piramitler<br />

hâlinde yığılıp yakılmıştı.<br />

Selâhaddin-i Eyyubî, aradan<br />

88 yıl geçmesine rağmen,<br />

Kudüs’ün Haçlıların tahakkümü<br />

altında olmasını, İslâm’ın<br />

ilk kıblesi ve Kâinatın Efendisi<br />

Hz. Muhammed’in (s.a.v.)<br />

Miraç’a yükseldiği mukaddes<br />

beldenin, Haçlı sultasında<br />

bulunmasını kabullenemiyordu.<br />

Selâhaddin kendisini<br />

bildiği ilk günden beridir Kudüs,<br />

Haçlı işgali altında bulunuyordu.<br />

Kadı Şehauddin ibni Şeddad,<br />

Selâhaddin-i Eyyubî’nin,<br />

yakın adamı ve sırdaşıydı. Onu<br />

şöyle anlatırdı: “Selâhaddin,<br />

Kudüs hakkında öyle gamlıydı<br />

ki onun bu gam ve kederini<br />

dağlar kaldıramazdı. O çocuğunu<br />

kaybetmiş bir ana gibi<br />

şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koşturup<br />

Müslümanları Kudüs’ü kurtarmak için cihada<br />

davet ediyordu. İnsan toplulukları arasına dalıp<br />

“Ey Müslümanlar! İslâm için! İslâm için!” diye<br />

bağırıyordu. Gözlerinden daima hüzünlü yaşlar<br />

dökülüyor ve kuruduğu görülmüyordu. Hele<br />

39


Akka’ya baktığı zaman kendine bir türlü hâkim<br />

olamıyor ve halkına yapılan işkence ve zulümleri<br />

hatırlamak istemiyordu. Bir türlü boğazına yemek<br />

girmiyordu. Durmadan ilaç içip durduğu halde<br />

yemek yemiyordu. Hatta doktorlarından biri ta<br />

Cuma gününden Pazar gününe kadar sadece bir<br />

günde bir ki lokmalık bir şeyler yediğini söylemişti.<br />

Onun bu hali Kudüs’ün işgal altında olmasına<br />

üzüldüğü içindi.”<br />

Selâhaddin-i Eyyubî, Hıttin’de Haçlılarla karşı<br />

karşıya gelerek büyük çarpışmaya girmişti. İki<br />

ordu arasında şiddetli bir savaş meydana geldi.<br />

Selâhaddin-i Eyyubî’nin ustaca manevralarıyla<br />

ve süvarilerini iyi kullanmasıyla Haçlı ordusunu<br />

Hıttin’de darmadağın etti. Askerlerin çoğu tamamen<br />

yok edildi. Yıllardır Kudüs’te Müslüman kanı<br />

emen Haçlılar artık ele düşmüşlerdi. Kudüs Kra-<br />

lının çadırı önünde bulunan “Kutsal Haç” Müslümanların<br />

eline geçmişti. Müslüman askerler kahraman<br />

hamlelerle Hıttin Tepesini ele geçirerek<br />

Kudüs Kralını esir alınmışlardı.<br />

40<br />

Kudüs’ün Fethi<br />

(27 Receb 583 / 2 Ekim <strong>11</strong>87)<br />

Selâhaddin 20 Eylül <strong>11</strong>87’de Kudüs’ü kuşatır.<br />

O, şehre karşı son derece merhamet duygusuyla<br />

dolup taştığı için, Mescidi-i Aksa’nın hatırı için burayı<br />

yağmalamak istemiyordu. Sulhla ve tatlılıkla<br />

alma niyetindeydi. Ancak Haçlılar şehri 60 bin<br />

kişilik bir kuvvetle müdafaa ettiklerinden dolayı<br />

cesaretlenip teslime yanaşmadılar. Selâhaddin-i<br />

Eyyubî’nin Kudüs kuşatması boğma stratejisi ile<br />

meşhurdur. Şehrin suyunu ve yiyeceğini kesti, aç-<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

lık başladı. Yetmedi, etrafta büyük ateşler yaktırarak<br />

kuşatılanları dumana boğdu. Yaz sıcağı ve<br />

duman, adeta şehrin güney yakasındaki Gehonim<br />

(İbranice Cehenneme kaynak olan isim) denen<br />

derin çukurun ismine kaynaklık yaptı. Kral Guy<br />

of Lusignan yarma harekâtına girişmek için dışarı<br />

çıktığında kuşatmacılar bu bölgeye ve Selçuklulara<br />

has çember stratejisini uyguladı. Önce saflar<br />

şövalyelerin karşısında zayıfça savaşarak ikiye<br />

ayrıldı, sonra düşmanı kuşatıp çembere aldılar ve<br />

imha ettiler.<br />

Selâhaddin-i Eyyubî’nin sezgisi kuvvetli bir komutandı.<br />

Mukaddes topraklarda kurulan, imanlı,<br />

inatçı ve gaddar şövalyeleri yani St. Jean Şövalyelerini<br />

imha etti. Şövalye ve asillerin fidyesini kabul<br />

etti. Hatta bazılarını “Fidyenizi alıp gelin” diye<br />

memleketlerine yolladı. Bunlar kurtuluş fidyelerini<br />

yanlarına koyup geri geldiler. Çeşitli çarpışmalar<br />

ve şiddetli kuşatmalardan sonra nihayet doksan<br />

sene evvel Kudüs’e ve Beytü’l-Makdis’e giren<br />

Haçlılar, 27 Receb Cuma günü hem de Allah’ın<br />

bir hikmetiyle Miraç Gecesinde şehri teslim etmek<br />

zorunda kaldılar. Selâhaddin-i Eyyubî fetih<br />

yoluyla tekrar şehri ele geçirdi. Ancak, bir Müslüman<br />

devlet adamına yakışır bir tarzda asla merhameti<br />

ve adaleti elden bırakmadı. Haçlıların<br />

Kudüs’e girişlerinde yaptıkları katliamları O, asla<br />

tekrarlamak istemeyip bir intikam peşinde olmadı.<br />

Artık Selâhaddin Kudüs’e bir fatih olarak girmiş<br />

ve bu kutsal şehrin hürriyete kavuşmasını<br />

sağlamıştı. Cuma namazını büyük bir heyecanla<br />

Kudüs’te kılan Selâhaddin, Haçlıların elinde kalan<br />

diğer şehirleri de kurtarmak için cihada devam<br />

etti.<br />

III. Haçlı Seferi ve Haçlıların<br />

Filistin’den Çıkartılması<br />

Filistin’in yavaş yavaş Müslümanlar tarafından<br />

fethedildiğini gören Avrupalılar tam bir Haçlı<br />

zihniyetiyle Cenova, Venedik, Alman, Fransız ve<br />

İngilizlerin katıldığı birleşik bir orduyla Sur şehrinin<br />

müdafaasına katılmak üzere yola koyuldular.<br />

Selâhaddin, durmak ve dinlenmek nedir bilmeden<br />

Sur’un çevresindeki irili ufaklı şehirleri ele<br />

geçirdikten sonra, Antakya üzerine bir sefer dü-


zenledi. Antakya’da o sıralarda Haçlıların elinde<br />

bulunuyordu. Şehri muhasara edip etrafında bulunan<br />

birçok kaleyi tekrar İslâm diyarına kattı.<br />

İngiliz kralı Arslan Yürekli Rişar, Fransız kralı<br />

Philippe Auguste ve Alman kralı Frederich Barbarossa,<br />

ordularının başına geçip Kudüs üzerine<br />

sefere çıktılar. Birleşik Haçlı orduları yavaş yavaş<br />

Filistin’e varınca, Akka Kalesini kuşattılar.<br />

Selâhaddin-i Eyyubî, çok zor günler yaşamaya başladı.<br />

Ancak büyük bir azimle düşman ordularına<br />

karşı koymaya devam etti. Haçlı ordularının devamlı<br />

takviye alması Selâhaddin’i endişelendiriyordu.<br />

Ancak tek bir an bile ara vermeden dinlenmeden<br />

savaşıp durdu.<br />

Şiddetli muharebeler oldu. Haçlılar tüm güçleriyle<br />

genel bir saldırıya geçmeye hazırlandılar.<br />

Selâhaddin-i Eyyubîde askerlerini bir hilal şekline<br />

sokarak düşmana karşı dikildi. Dehşet verici<br />

sahneler yaşandı. Kan gövdeyi götürüyordu. Müslümanların<br />

yeniden ele geçirdikleri Kudüs’ü asla<br />

geri vermeye niyetleri yoktu. Başta Selâhaddin-i<br />

Eyyubî, olmak üzere bütün İslâm ordusu İslâmî<br />

bir cihad aşkıyla bölgeyi Haçlılardan temizlemeye<br />

çalışıyorlardı. Haçlıların büyük, son derece kalabalık<br />

ve saldırgan ordularına karşı bir hayli güç<br />

durumda kalan Selâhaddin-i Eyyubî, asla anlaşmaya<br />

yanaşmak istemiyordu. Ancak kumandanların<br />

ve askerlerin şiddetli istekleri karşısında sulha<br />

razı olup Haçlılarla Remle Anlaşmasını imzaladı.<br />

Arkasından Kudüs’e çekilerek orada bazı kültürel<br />

faaliyetlere geçti. Kudüs’ün sosyal ve kültürel yapısını<br />

düzenledi, Kudüs tekrar İslâm şehri haline geldi.<br />

Artık Hz. Ömer dönemini andırıyordu.<br />

Millîve Manevî Değerlerin<br />

Muhafazası<br />

Arada bir de çocuk Haçlı seferi tertiplendi. Mistisizme<br />

erken kapılan veya yaşama hakkı pek olmayan<br />

fakir çocuklar ordusu mukaddes ülkeye yöneltildi.<br />

Yollarda perişan oldular, “Sizi mukaddes<br />

ülkeye ulaştıracağız.” diye çocukları Marsilya’da<br />

gemilere yükleyen adamlar sadece karşı kıyıya, Cezayir<br />

ve Fas’a yelken açıp gençleri esir pazarlarında<br />

sattılar.<br />

Fransa kralı St. Louis 1250’de mukaddes ülkeye<br />

yöneldi, Kudüs’ü aldı ve azizlik şöhretini<br />

pekiştirdi. Kutsal topraklar ikinci kez kaybedildi.<br />

Ama ne mukaddes toprakları elde tutacak<br />

güç bu Frenklerin elinde kalmıştı ne de mukaddes<br />

topraklardaki her dinden yerlilerin ikinci<br />

defa gelen bu istilaya tahammülü vardı. Üstelik<br />

Mısır’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı: Memlukler.<br />

Türk ve Çerkez asıllı Memlukler Ortadoğu’ya<br />

yeniden çekidüzen verdiler. Ardından Haçlıların<br />

üstüne yöneldiler. Başarılı oldular. Kutsal<br />

topraklarda İslam hâkimiyeti sağlandı.<br />

1291 ve müteakip yıllarda Filistin Haçlılardan<br />

ayıklanmıştı. Lusignan hanedanı Kıbrıs’a çekil-<br />

di, Osmanlı fethine kadar orada kaldı. Rodos’ta<br />

St. Jean şövalyeleri mekân tuttu. Haçlılar İslâm<br />

dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.<br />

Doğu’nun aydınları Batı’nın her hareketinde<br />

haklı olarak Haçlı zihniyeti aradılar. Haçlı seferleri<br />

bir tarihî muamma, bir kan gölü, bir üzüntü<br />

ve keder bırakmıştır. Asırlarca bu olumsuz izlere<br />

yenileri ilave olarak devam etti. Haçlı ruhu,<br />

etkisi ve izlerinin silinmesi için ise tarih derinliklerinden<br />

günümüze kadar mücadeleler devam<br />

etmiştir. Bu doğrultuda yapılabilecek en<br />

önemli çalışma ise millî, kültürel ve manevî değerlerin<br />

muhafazası ile bu doğrultuda yapılacak<br />

uzun vadeli çalışmaların desteklenmesidir. Fikri<br />

hayatta yeni Selâhaddin-i Eyyubîlerin yetiştirilmelerini<br />

sağlayabilmektir.<br />

41


Kültür<br />

Enbiya YILDIRIM*<br />

42<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

ÖNCEKİLERİN GÜZELLİĞİ<br />

SONRAKİLERİN<br />

ATEŞLEYİCİSİ


Allah Rasûlü’nün etrafında<br />

halka olmuş olan<br />

ashâb, bizim takdîr etmekte<br />

yetersiz kaldığımız bir şekilde kutlu<br />

elçiye bağlıydı. Onlar Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi hayatlarında aynıyla<br />

tatbîk edelerken bunun farz veya başka<br />

bir şey olmasına bakmazlardı. Allah<br />

Rasûlü’nün bir şeyi emretmesi veya yapıyor<br />

olması onlar için yeterliydi. Çünkü Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.)’i kendileri için mutlak<br />

örnek almışlardı. Onun yaptığı her zaman<br />

iyi ve güzele götüren bir şey olduğundan,<br />

tereddütsüz bir şekilde ardından gidiyorlardı.<br />

Yasaklarda da durum farklı değildi.<br />

Gerek Allah’ın kitabının ve gerekse Allah<br />

Rasûlü’nün kendi beyânlarıyla bir şeyin artık<br />

yasak olduğunu söylemesi, ona hemen<br />

uymak için yeterliydi. Bunun ardı araştırılmazdı<br />

ve karşı gelinmezdi. Emredilmiştir<br />

veya yasaklanmıştır, geriye sadece itâat<br />

kalmıştır.<br />

Bu yüzden ashâbın hayatında namazları<br />

kazaya bırakmak diye bir şey yoktu. Belki<br />

uyuma ve çok az da olsa unutma nedeniyle<br />

namazları kaçırdıkları olabiliyordu ama en<br />

kısa sürede onu edâ ediyorlardı. Çünkü Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.)’den namazı bırakma<br />

diye bir şey görmemişlerdi. Onlar için “namaz<br />

sadece kılınırdı”. Kazaymış veya başka<br />

bir şeymiş bunu bilmezlerdi. Orucu bile<br />

bile tutmamak veya bilerek, bir mâzeret olmaksızın<br />

bozmak gibi şeyler onlara çok yabancıydı.<br />

Bilmezlerdi böyle bir şey.<br />

Onların hayata bakışlarında ve dinî yaşamalarında<br />

zinâ etmek ve hırsızlık yapmak<br />

gibi kavramlar da yer almıyordu. Bildikleri<br />

tek şey vardı: O da Allah Rasûlü’nün<br />

öğrettiği şekilde dini yaşamak. Hırsızlık,<br />

zinâ ve benzeri günahlar onlara çok uzak<br />

şeylerdi. Bu yüzden de bir insan Müslüman<br />

olup da bu tip yanlışları nasıl yapabilir<br />

diye hayrete düşüyorlardı. Onların imanı<br />

ve Rasûle tabi olma anlayışı böyleydi.<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) Akabe<br />

bey’atlarına katılan liderlerden söz alırken,<br />

zinâ yapmayacakları ve eşlerine iyi davranacakları<br />

gibi bazı şartlar koşuyordu. O dönem<br />

şartları içerisinde erkeğin her şey demek<br />

olduğu bir zaman diliminde, toplum<br />

önderlerinin elde ettikleri dünyevî nimetlerden<br />

ve iştihalardan feragat ederek Allah<br />

Rasûlüne boyun eğmeleri çok büyük bir<br />

olaydı. Gerçekten de büyük bir özveriydi.<br />

Bir sahâbînin, “Anam babam sana feda<br />

olsun ey Allah Rasûlü!” demesi de çok büyük<br />

bir sözdür. Bu kelamın ardından Allah<br />

Rasûlü ona bir şey dediğinde, tereddütsüz<br />

bir kararlılıkla onu yerine getirebilecek azmin<br />

ifadesidir bu söz. Nitekim yeri geldiğinde<br />

bu söz neyi icap ettiriyorsa onu çekinmeden<br />

ve yüksünmeden yapmışlardır.<br />

Mal vermek gerekiyorsa mal vermişler, uykusuz<br />

ve aç kalmak gerekiyorsa bunu yapmışlar,<br />

canlarını vermek icap ettiğinde de<br />

cenge koşmuşlardır.<br />

Onların bütün bu fedakârlıklarının derinliğini<br />

anlamak için onların zamanına<br />

gitmemiz gerekir. Sıcak odalarımızda<br />

ayaklarımızı uzatarak, bir taraftan da<br />

bir şeyler atıştırarak, onların gösterdikleri<br />

fedakârlıkları okumak kolay bir iştir. Ama<br />

yeri geldiğinde yeri yurdu terk edip gitmek,<br />

yabancı ellerde yaşamak durumunda kalmak,<br />

geri canlı dönme ihtimalinin çok az<br />

43


44<br />

olduğunu bilmeye rağmen cihada koşmak<br />

çok farklı bir şeydir.<br />

Burada fedakârlık üzerine kurulu ve can<br />

da dâhil olmak üzere sahip olunan her şeyi<br />

Allah ve Rasûlü yolunda harcama üzerine<br />

kurulu büyük bir imandan bahsediyoruz.<br />

Bize düşen elbette tarihi sürekli anarak<br />

kendimizi geçmişle avutmak değildir. Bir<br />

nevi arkeoloji yaparak devamlı olarak geçmişi<br />

yüceltmek ve bununla avunmakl yetinmek<br />

değildir. Ancak unutulmamalıdır<br />

ki, binanın temeli ne kadar sağlam olursa<br />

üzerine inşa edilen yapı da o kadar oturulabilir<br />

olur. Bu nedenle günümüz insanlarının<br />

örnekliğine en çok ihtiyaç duydukları<br />

insanlar, hayatlarını fedakârlık üzerine<br />

sürmüş olan sahâbîlerdir. Onların Rasûlle<br />

olan yaşantılarını ve İslâm için sergiledikleri<br />

özveriyi zamanımız gençliğine<br />

ne kadar güzel bir şekilde sunabilirsek<br />

kalplerinin güzelleşmesine o kadar fazla<br />

katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü geçmişle<br />

irtibatı kurmadan geleceği inşa etmek<br />

imkânsızdır. İnsanlığa bu dinin iyi<br />

yaşandığı takdirde dünyaya nasıl bir medeniyet<br />

sunacağının örneklerini sunacağız<br />

ki İslâm’ın yaşanabilir ve yaşatılabilir<br />

bir din olduğu anlaşılsın. Bu yüzden sadece<br />

sahâbîler değil dünyaya güzellikler sunduğumuz<br />

sonraki dönemler de anlatılmayı<br />

hak edecek değerlerimizdir.<br />

Hiç şüphe yok ki, insana değer verdiren,<br />

geriye anılacak güzellikler bırakabilmesidir.<br />

İşte biz ashâbı bu yüzden çok<br />

fazla severiz. Onlara olan sevgimiz kuru<br />

kuruya, sadece geçmişi anmaya yönelik<br />

bir muhabbet değildir. Onların yaşamlarını<br />

dillendirerek Allah Rasûlüne olan<br />

sevgimizi pekiştirir, onlar gibi çabalamak<br />

amacıyla akülerimizi şarj ederiz. Onlarda<br />

gördüğümüz güzel örneklikleri kendi<br />

hayatımızda gerçekleştirebilmek için bileniriz,<br />

azmimiz artar. Ayrıca bir insanı<br />

ahlâken güzelleştirebilmek için ona baş-<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

kalarının güzelliklerinden bahsetmekten<br />

daha güzel ne olabilir ki? Zaten Rabbimizin<br />

yüce kitabında pek çok kıssayı ve geçmiş<br />

peygamberlerin hallerini anlatmasının<br />

bir amacı da bu değil midir? Bizlere bazı<br />

şeylerin nasıl başarılabileceğini ve dini<br />

yaşama ve yaşatmada ne tür zorluklarla<br />

karşılaşabileceğimizi örneklerle sunması,<br />

pek çok hikmet yanında bu amacı da içinde<br />

barındırmaktadır.<br />

Meclislerimizi onların yaşantılarıyla<br />

süslemek ne kadar güzel olur. Değil mi ki<br />

Rabbimiz onları övmüştür, değil midir ki<br />

sevgili elçimiz onları yüceltmiştir. Bu durumda<br />

onlardan bahsetmek ve onları kendimize<br />

örnek ve ideal kişi olarak almamızdan<br />

daha tabii ne olabilir ki?<br />

Mekkeli müşriklerin işbirlikçileri Hubeyb<br />

bin Adiy’i esir edip Mekkelilere teslim<br />

ederler. Hubeyb onlardan son bir istekte<br />

bulunur ve iki rekât namaz kılar. Korktu<br />

da namazı uzattı demesinler diye de biraz<br />

hızlıca kılar. Namazdan sonra Mekkeliler<br />

onunla alay etmeye başlarlar. Yaşadığı hayatın<br />

buna değip değmediğini sorarlar. Hayatının<br />

boş yere sonlanacağını söylerler ve<br />

senin yerine Muhammed’in olmasını ister<br />

miydin diye de tahrik ederler. Onlara şu<br />

cevabı verir: “Allah Rasûlü’nün ayağına diken<br />

batmasındansa canımı bu din uğruna<br />

feda etmeyi tercih ederim.” Ve titremeden<br />

ölüme yürür. Şimdi bu hayat bahsedilmeyi<br />

hak etmiyor mu? Saygıyla anılmayı elbette<br />

hak etmektedir. Çünkü o ve diğerleri<br />

Allah Rasûlü’nün arkadaşlarıydılar, yani<br />

sahâbîydiler.<br />

Unutmamak gerekir ki, son elçinin ne<br />

kadar büyük bir insan olduğunu anlayabilmek<br />

için ashâbtan bahsetmek zorundayız.<br />

Çünkü kutlu Rasûlün Arap coğrafyasında<br />

yaşayan halkı ahlâken nasıl bir konuma<br />

çıkardığını anlayabilirsek, onun büyüklüğünü<br />

daha iyi idrak edebiliriz ve buradan<br />

kendimize ibretler çıkarabiliriz.


Adı : Berâ b. Mâlik<br />

Künyesi : Tespit edilemedi<br />

Doğum yılı : Tahminen bi’set yıllarında<br />

Doğum yeri : Medine<br />

Baba adı : Mâlik b. Nadr el-Hazrecî<br />

Anne adı : Sehmâ. Bazıları Ümmü Süleym<br />

bint Milhân’dır der.<br />

Eş(ler)i : Tespit edilemedi<br />

Akrabaları : Enes b. Mâlik’in baba bir kardeşidir.<br />

Oğulları : Tespit edilemedi<br />

Kızları : İsmi belirtilmeyen bir kızından<br />

söz edilmektedir.<br />

Kabilesi : Hazrec’in Neccâr Oğulları’ndan.<br />

İslâm’a girişi : Medine’nin ilk yıllarında<br />

Sohbet süresi: Yaklaşık 8 yıl<br />

Rivayeti : 1<br />

Yaşadığı yer : Medine<br />

Mesleği : Askerlik, kervanlarda deve sürücülüğü<br />

Hicreti : Yok<br />

Savaşları : Bedir dışında diğer savaşların tümüne<br />

katıldı.<br />

Görevleri : Sesi güzeldi ve ezgi, şarkı vb. söylemeyi<br />

severdi. Bazı yolculuklarda Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’e ezgiler söyler, kervandaki develeri de<br />

söylediği ezgilerle sevk ve idare ederdi.<br />

Fizikî yapı : Güçlü kuvvetli, cesaretliydi. Tek<br />

başına savaşlardaki mübarezelerde yüzden fazla<br />

müşrik öldürmüştü.<br />

Mizacı : Kahramandı. Hz. Ebû Bekir’in<br />

Sahabe Albümü<br />

Bünyamin ERUL*<br />

Berâ b. Mâlİk (r.a)<br />

Müseylime üzerine gönderdiği orduya katıldı.<br />

Müseylime ve askerlerinin sığındıkları kaleye mızraklar<br />

ucunda havaya kaldırılan bir kalkan içinde<br />

fırlatılarak girdi. Oradaki düşman askerleriyle<br />

çarpışarak Müslümanları içeriye sokmayı başardı<br />

ama bu esnada seksenden fazla yara aldı. Hâlid b.<br />

Velîd’in tedavisiyle bir ay sonra iyileşebildi.<br />

Ayrıcalığı : İran ulularından Merzubân’ı öldürmüş<br />

ve üzerinden çıkan çok kıymetli malın<br />

(selb) beşte biri onun olmuştu.<br />

Ömrü : Tahminen 40-50 yaşlarında<br />

Ölüm yılı : H. 20<br />

Ölüm yeri : Tüster<br />

Ölüm sebebi : Şehit<br />

Hakkında : “Saçı başı dağınık, eski elbiseler<br />

giydiği için önemsenmeyen öyle kimseler vardır<br />

ki Allah adına yemin ederek bir şey deseler Allah<br />

isteklerini geri çevirmez. Berâ b. Mâlik de bunlardandır.”<br />

Çok fazla cesur olduğu için Hz. Ömer<br />

onu savaşlarda komutan yapmadığı gibi, komutanlarına<br />

da orduyu tehlikeye atar endişesiyle ona<br />

komutanlık verilmemesi talimatını göndermişti.<br />

Kaynaklar: İstîâb, I. 47-48; İsâbe, I. 280-281;<br />

Üsd, I. 108; DİA, V. 469. Müsned, III, 254; İbn Sa’d,<br />

Tabakât, VII. 16-17; Tirmizî, Menâkıb 55, no: 3854;<br />

Müstedrek, III. 330-331; Nübelâ, I. 195-198.<br />

*Prof. Dr.<br />

45


Kültür<br />

Fatih ÇINAR<br />

46<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

ALLAH<br />

DOSTLARI


İnsanoğlu hayatı<br />

anlamlı kılabilme<br />

gayreti ile dur<br />

durak bilmeksizin devam eden<br />

bir arayış içerisindedir. Tarih<br />

boyunca, insanoğlunun bu çabası<br />

hayatın çeşitli alanlarında<br />

başkalarını örnek alma veya en<br />

azından çevresinden etkilenme<br />

gibi bir zorunluluk ile onu yüz<br />

yüze getirmiştir. 1 Genelde insanlığın<br />

ortak portresi olan bu<br />

durum özelde Müslümanların<br />

da kendisinden uzak durmaları<br />

mümkün olmayan bir hal olarak<br />

karşımıza çıkmaktadır. 2 İslâm<br />

ile müşerref oldukları andan itibaren<br />

Müslümanlar, Kur’ân-ı<br />

Kerim’in kendilerine ‘en güzel<br />

örnek’ 3 olarak takdim ettiği Hz.<br />

Muhammed (s.a.v.) ve O’nun<br />

etrafında bir kandil gibi bütün<br />

dünyayı aydınlatan Sahabe-i<br />

Kiram’ın hayatlarını örnek alarak<br />

yaşamlarına anlam katma<br />

gayretinde olmuşlardır. Bu anlamda<br />

İslâm dünyası, Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’i ve O’nun kutlu<br />

yoldaşlarını tanıma, anlama<br />

ve onlar gibi bir hayat yaşayabilme<br />

adına büyük gayretler göstermiştir.<br />

4<br />

Hz. Peygamber’in<br />

Yol Arkadaşlarına<br />

Benzeyenler<br />

Bu gayretlerinin bir tezahürü<br />

olarak Müslümanlar, hal, ha-<br />

reket, söz ve ahlâkî yapıları itibariyle<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)<br />

ve yol arkadaşlarına benzeyen<br />

‘Allah Dostları’na ayrı bir önem<br />

vermişlerdir. 5 İslâm’ın doğru<br />

anlaşılması ve gerektiği şekilde<br />

yaşanabilmesi için elle tutulur<br />

gözle görülür örnekler olarak<br />

‘Allah Dostları’ yaklaşık bin beş<br />

yüz yıldır önemli bir görev ifa<br />

etmişlerdir. Onlar, özellikle hassas<br />

dönemlerde hayat serüvenine<br />

müdahaleleri ile madde ve<br />

mana arasında kurulması gereken<br />

hassas dengenin müşahhas<br />

bir hale gelmesine vesile olmuşlardır.<br />

İbadet, ilim, güzel ahlâk<br />

ve insanlığa hizmet anlayışları<br />

ile her dönemde dikkat çeken,<br />

yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi<br />

kendilerine ilke edinen bu<br />

şefkat abidelerinin hayat öyküleri<br />

ve yaşantı tarzlarına vâkıf<br />

olmanın kişiye kazandıracağı<br />

birçok faydadan söz etmek<br />

mümkündür. Biz bu çalışma-<br />

mızda onlar ile hemhâl olmanın<br />

kişiye kazandıracağı bazı güzelliklerden<br />

bahsetmek istiyoruz.<br />

Bununla amacımız onların hayat<br />

öykülerini okurken tarihî bir<br />

olayı ve kahramanlarını okuyor<br />

gibi onları değerlendirmenin<br />

yanlışlığına değinmek ve onlarla<br />

hem hal olmadaki esas amaç<br />

olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’i an-<br />

“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan<br />

sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde<br />

bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile<br />

hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve<br />

diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine<br />

zemin hazırlayacaktır.”<br />

lama ve onun gibi yaşama hedefinin<br />

göz ardı edilmesindeki tehlikeye<br />

dikkat çekmektir.<br />

Allah Dostlarını<br />

Sevmenin Hedef ve<br />

Kazanımları<br />

Allah dostlarının tanımaya<br />

ve onları anlamaya çalışmanın<br />

kişiye kazandıracağı güzelliklerden<br />

bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:<br />

Her şeyden önce onlar tarihî<br />

kişilik ve kimlikleri ile dönemle-<br />

47


ine yön veren insanlardır. Dolayısıyla<br />

onları okumanın ve<br />

anlamaya çalışmanın tarihi iyi<br />

okuma ve olayları objektif değerlendirme<br />

melekemize olumlu<br />

katkısı olacaktır.<br />

Onların yaşadıkları dönemde<br />

dini nasıl anladıkları ve hayatlarını<br />

anlamlı kılmak için<br />

gösterdikleri çaba, dini doğru<br />

anlayıp olması gerektiği şekilde<br />

yaşamamız noktasında bize destek<br />

olacaktır.<br />

Onların dünyasına girmek<br />

suretiyle Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in ahlâkının hayata nasıl<br />

yansıtıldığını ete kemiğe<br />

bürünmüş örneklerle görmüş<br />

oluruz. Özellikle zamanımıza<br />

yakın olan isimler bu anlamda<br />

çok daha önemlidir. Çünkü onlar<br />

kişide ‘Bu insan da benim<br />

geçtiğim yollardan/caddelerden<br />

geçerek, havasını teneffüs<br />

ettiğim bu şehrin/ilçenin/kasabanın/köyün<br />

havasını teneffüs<br />

ederek, İslâmî hassasiyetleri<br />

göz önünde tutarak yaşadı. Ben<br />

de onun gibi Kur’ân ve sünne-<br />

48<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

tin koyduğu ölçülerle hayatımı<br />

anlamlı kılabilirim’ fikrini zihninde<br />

sürekli canlı tutacak ve<br />

kişinin dengeli bir hayat yaşamasında<br />

ona destek olacaktır. 6<br />

Allah dostlarının kullandıkları<br />

yöntemler farklı da olsa<br />

ibadet ve ahlâk noktasındaki<br />

birlikleri açık bir şekilde görülmüş<br />

olacaktır. Bu da onla-<br />

rın İslâm’ın evrensel ilkelerine<br />

ulaştıkları gerçeğini bizlere bir<br />

kere daha hatırlatacak ve onların<br />

arkasına sığınarak Müslümanlar<br />

arasında tefrikaya sebep<br />

olmanın ne denli yanlış bir<br />

anlayış olduğunu bizlere açıkça<br />

gösterecektir. 7<br />

Onlardan bahsetmek gereksiz/günah<br />

iş ve sözlerden kişinin<br />

mümkün olduğu kadar<br />

uzak kalmasına sebep olacaktır.<br />

Denilebilir ki Allah dostlarını,<br />

Allah’a (c.c.) yaklaşma, Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.)’i ve İslâm’ı<br />

doğru anlama düşüncesi ile konuşmak<br />

zamanımızın anlamlı<br />

ve bereketli bir hale gelmesine<br />

vesile olacaktır. 8<br />

Onların özellikle tarihin kritik<br />

zamanlarında topluma nasıl<br />

yön verdikleri ve hangi yöntemlerle<br />

hizmet ettikleri anlaşılırsa<br />

bugün de o yöntemler güncellenerek<br />

insanlara hizmet için kullanılabilir.<br />

Onların hayatlarındaki<br />

‘zühd’ ve ‘dünyaya olan bakışları’<br />

günümüz insanının yaşam<br />

standartlarını sorgulamasına ve<br />

gerçek hedefin ‘Dünyayı tezyin<br />

etmek değil dünyayı ahireti kazanmak<br />

için kullanmak’ olduğu<br />

gerçeğine bireylerin yönelmesine<br />

sebep olacaktır. 9<br />

Onların hayatlarında madde<br />

ve mana arasında kurulan hassas<br />

denge açıkça görülecek ve bu<br />

hakikat günümüz insanına çok<br />

değerli bir bakış açısı kazandıracaktır.<br />

Böylece Müslümanlar<br />

maddeleşme hastalığından olabildiğince<br />

uzak durmanın önemine<br />

vâkıf oldukları gibi ahireti<br />

kazanma kaygısıyla dünyayı<br />

tamamen terk etme yanlışlığından<br />

da uzak duracaklardır. 10


Evliyaullahın ibadet hayatlarının<br />

zenginlikleri, ibadetle<br />

ruhu yüceltme yolunu takip etmeleri<br />

de günümüz insanının<br />

hayatın koşuşturmacası içerisinde<br />

büyük ölçüde ihmal ettiği<br />

ibadet hayatına tekrar dönmesine,<br />

böylece ruhî ve ahlâkî anlamda<br />

daha da olgunlaşmasına<br />

destek olacaktır. <strong>11</strong><br />

Allah dostlarının hayatlarına<br />

vâkıf olmak onların ‘ibnü’l-vakt’<br />

veya ‘ebu’l-vakt’ anlayışlarının<br />

açık bir şekilde görülmesini<br />

sağlayacaktır. Onlar ile hem<br />

hal olunduğu zaman dönemlerinin<br />

bütün unsurlarını gözeterek<br />

ve bütün araçlarını hak yolda<br />

kullanarak nasıl hizmet ettikleri<br />

açıkça görülecektir. Bu durum<br />

günümüzdeki Müslümanların<br />

kendilerini sorgulamalarına ve<br />

onları dönemlerinin ihtiyaçlarını<br />

göz önünde bulundurarak<br />

hizmet etme güzelliğine kavuşturacaktır.<br />

12<br />

Onlardan bahsetmek ve onlarla<br />

meşgul olmak onlara olan<br />

sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı<br />

gibi istikamet çizgisinde<br />

bir hayatın yaşanmasına sebep<br />

olacaktır. Bu sevginin aile hayatında<br />

canlı tutulması, eş, anne-baba,<br />

çocuk, akraba ve diğer<br />

insanlar arasında dengeli bir hayatın<br />

sürdürülmesine zemin hazırlayacaktır.<br />

13<br />

Onların hayatları ile meşgul<br />

olmak siyasi, ekonomik ve<br />

ahlâkî alanlara dair görüş ve düşüncelerini<br />

öğrenmemizi sağlayacaktır.<br />

Bu da insana her zaman<br />

ve zeminde lazım olan<br />

siyasi, ekonomik ve ahlâkî ko-<br />

nulara dair fikir sahibi olma ve<br />

bu düşünceleri hayata yansıtma<br />

gayreti gibi güzellikler kazandıracaktır.<br />

14<br />

Sonuç<br />

Allah dostları iman, amel ve<br />

ihlâs anlayışları ile her dönemde<br />

dikkat çeken ve hedefleri sonsuz<br />

güç sahibi yüce yaratıcının<br />

dostluğunu elde etmek olan seçkin<br />

kullardır. Onlar hakkında Allahu<br />

Teâlâ, “Haberiniz olsun ki,<br />

Allahu Teâlâ’nın velileri için kesinlikle<br />

bir korku yoktur ve onlar<br />

mahzun da olmayacaklardır”<br />

15 müjdesi ile rızasına uygun<br />

bir hayat yaşayabilmenin endişesini<br />

duyan herkese dostlarının<br />

yolunu işaret buyurmuşlardır.<br />

Ömürlerini, Kur’ân-ı Kerim’in<br />

hükümleri ve Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in güzel ahlâk ilkeleri ile<br />

şekillendirmeye gayret eden bu<br />

gönül insanlarının hayat öykülerine<br />

yukarda sıraladığımız ilkeler<br />

çerçevesinde bakılması günümüz<br />

insanının ufkunu açacaktır.<br />

Onları sadece tarihî kimlikleri<br />

ile okumak veya tamamen hayatın<br />

içerisinden çekip alarak onları<br />

anlamaya çalışmak Allah dostlarını<br />

yanlış anlama ve tamamen<br />

dünya-ahiret dengesi üzerine kurulan<br />

sistemlerinin temellerine<br />

dinamit koyma ile eşdeğer bir tutum<br />

olacaktır. Bu süreçte onları<br />

sıradanlaştırmak ne denli hatalı<br />

bir davranışsa onları insan-ı<br />

kâmil olmalarının ötesinde bir<br />

bakış ile değerlendirmek de bir<br />

o kadar yanlıştır. Unutulmamalıdır<br />

ki Allah’ın dostlarını okumak,<br />

onları anlamaya çalışmak<br />

ve onlardan bahsetmekte ki temel<br />

amaç Kur’ân ve sün<strong>net</strong> çiz-<br />

gisinde bir hayat yaşayabilme arzusudur.<br />

Bunun dışındaki bütün<br />

bakış açıları bizi birliğe değil ayrışmaya,<br />

sevgiye değil nefrete ve<br />

Allahu Teâlâ’nın razı olacağı bir<br />

hayata değil zelil bir yaşantıya<br />

götürecektir. Her anlarını Allahu<br />

Teâlâ’ya kul ve Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’e ümmet olabilme şuuru<br />

ile aktif bir şekilde anlamlı kılan<br />

Allah dostlarının doğru anlaşılmaları,<br />

bu sayede dünya insanlarının<br />

tamamının iman, salih<br />

amel ve ihlâsa ulaşarak dünyalarını<br />

da ahiretlerini de mamur etmeleri<br />

temennimizdir.<br />

Dipnot<br />

1 Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân Nedir?, Şule Yay.,<br />

İstanbul 1999, s.23-29; Mehmet Sürmeli, Hayatı<br />

Zikirle Anlamlandırmak, Mavi Yay., İstanbul 2008,<br />

s.139.<br />

2 Serinsu, Kur’ân Nedir?,s.58-84.<br />

3 Ahzab 33/21.<br />

4 İslâm dünyasının Kur’ân ve Sün<strong>net</strong> merkezli bir<br />

hayat yaşama gayretini Tefsir ve Hadis tarihine bakarak<br />

daha <strong>net</strong> bir şekilde anlamak mümkündür.<br />

İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, c.I-II, Fecr Yay,<br />

Ankara 1996; Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV<br />

Yay., Ankara 1998.<br />

5 Dilaver Selvi, İslam’da Velayet ve Keramet, Umran<br />

Yay., İstanbul 1990, s.30, 40, 49-154; Mehmet Sürmeli,<br />

Kur’ân-ı Kerim’de Velayet Kavramı, Kalemdar<br />

Yay., s.179-194; Mikdat Öccü, Kur’ân’da Veli<br />

ve Velayet, Suffe Yay., İstanbul 1997, s.29-34.<br />

6 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİFV<br />

Yay., İstanbul 2001, s.<strong>11</strong>9. Rabıta konusunu da bu<br />

açıdan değerlendirmeli ve rabıtayı ‘ilahi huzurda<br />

bulunma şuuruna sahip olma gayreti’ olarak görmelidir.<br />

H. Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, Erkam<br />

Yay., İstanbul 2001, s.124-127.<br />

7 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yay., İstanbul<br />

2006, s.139-144.<br />

8 Bu konuda şu hadis-i şerife bakılabilir: ‘Salihlerin<br />

anılması anında rahmet-i ilahiye iner’ Aclûnî,<br />

Keşfü’l-Hafa, c.II, s.70, Hadis No:1772.<br />

9 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat<br />

Yay., Ankara 2007, s.67-99.<br />

10 İbn Haldun, Şifau’s-Sâil (Tasavvufun Mahiyeti), Hazırlayan:<br />

Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul<br />

1998, s.174-181.<br />

<strong>11</strong> Allah dostlarının ibadet ve ahlaki yönleri ile sahip<br />

olmaları gereken hasletler ve onları sevenlerin bu<br />

özelliklerden nasıl istifade etmesi gerektiği konusunda<br />

bkz; Mustafa Kara, Dervişin Hayatı Sufinin<br />

Kelamı, Dergah Yay., İstanbul 2005, s.229-234;<br />

Dilaver Selvi, İrşatta Ehliyet ve Mürşid-i Kamil, Semerkand<br />

Yay., Ankara 1999, s.5-95.<br />

12 Kadir Özköse, ‘İbnü’l-Vakt veya Ebü’l-Vakt Olabilmek’,<br />

Somuncu Baba, Sayı:64, s.22-25; Afet Ilgaz,<br />

İbnü’l-Vakt, İz Yay., İstanbul 2000, s.9-10.<br />

13 S. Muhammed Saki Haşimi, Arifler Yolunun Edepleri,<br />

Semerkand Yay., İstanbul 2005, s.140-141<br />

14 Dilaver Selvi, Velileri Sevmede Ölçü, Semerkand<br />

Yay., Ankara 1999, s.6-101.<br />

15 56/Yunus, 62.<br />

49


Fıkıh<br />

Abdullah KAHRAMAN*<br />

ZULÜMDEN<br />

KAÇMAK<br />

50<br />

“Zulüm Kur’ân’ın getirdiği temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden<br />

biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce Kitabımız bunun yerine adâleti<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

yerleştirmenin zorunlu olduğunu anlatır.”<br />

Zulmün yıkmaya çalıştığı camiler


Zulüm Nedir?<br />

Zulüm, dinî ve ahlâkî konularla belirlenen<br />

sınırları aşan, adalet, hakkâniyet ve eşitlik ilkelerine<br />

aykırı olan her türlü davranıştır. En<br />

kısa ifadesiyle, bir işi yerli yerince yapmamak<br />

zulümdür. Zulmün tersi adalettir. Adalet,<br />

ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği,<br />

hakkâniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde<br />

davranmayı sağlayan ahlâkî<br />

davranıştır. En öz tarifiyle<br />

adalet, her şeyi yerli yerince<br />

yapmak demektir. Adalet,<br />

ahlâk, hukuk ve devletin<br />

devamını sağlayan hususlarda<br />

riâyet edilmesi gereken en<br />

ideal düzen ve ahenk anlamına<br />

da gelir.<br />

Kelime olarak olumsuz bir<br />

mânâ taşıyan zulüm, bir şeyi<br />

olması gerekenin dışına saptırma,<br />

adaletsizlik, zorbalık,<br />

haksızlık, kötülük gibi anlamlara gelir. Ahlak<br />

ve hukuk dilinde zulüm, çok genel bir ifade ile<br />

“Haktan ayrılıp bâtıla sapmak”tır. “Başkasının<br />

rızâsına aykırı olarak onun mülkünde tasarrufta<br />

bulunmaya kalkışmak” ve “haddi aşmak”<br />

da zulümdür.<br />

Zulüm, kalp kararmasından meydana gelir.<br />

Hidayet, iman, takvâ ve irfan nuruyla aydınlanmayan<br />

bir kalpten başkası zulüm üretemez.<br />

Zâlimler ilâhî nurun aydınlığından<br />

mahrum kalmış zavallılardır.<br />

Zulmün Her Çeşidi Haramdır<br />

Kur’ân, kime ve ne şekilde yapılmış olursa olsun,<br />

bir kimsenin yaptığı her türlü kötülük ve<br />

haksız davranışı “Kişinin kendi nefsine zulmetmesi”<br />

olarak nitelendirmiştir 1 . Ayrıca Kur’ân ve<br />

hadislerden hareketle İslâm hukukçuları bütün<br />

çeşitleriyle zulmün haram olduğunu ve bunun<br />

âhiretteki cezâsının ağır olacağını ifade etmişler-<br />

“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan<br />

sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde<br />

bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile<br />

hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve<br />

diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine<br />

zemin hazırlayacaktır.”<br />

dir 2 . Bundan dolayı adâlet Kur’ân’ın temel kavram<br />

ve ilkeleri arasında yer almış, gerekli görüldüğü<br />

her yerde bu ilke hatırlatılmış, Allah’ın adaleti<br />

emrettiği ve zulmü yasakladığı üzerinde durulmuştur<br />

3 .<br />

Meşrû yö<strong>net</strong>ime baş kaldırmayı, bir kimseyi<br />

tehdit ve baskı altında bulundurmayı zulüm olarak<br />

kabul eden İslâm hukukçuları, zulmün bazı<br />

dinî mükellefiyetlerin yerine getirilememesinde<br />

bir mazeret olduğunu kabul etmişlerdir. Meselâ,<br />

zulüm ve baskı olması durumunda cuma nama-<br />

51


zı ve cemaatle namaz terk edilebilir. Bu ibadetleri<br />

yerine getiremeyenler, Cuma namazı yerine öğle<br />

namazını kılarlar; cemaat namazı yerine de namazlarını<br />

tek başlarına edâ ederler. Yol emniyeti,<br />

haccın farz olmasının sebeplerinden olduğu için<br />

hac yolunda zâlim ve zorbaların emniyeti bozması<br />

söz konusu ise hac ertelenebilir. Zâlim bir kimse<br />

emâ<strong>net</strong> malı emâ<strong>net</strong> bırakılan kişinin elinden<br />

aldığı zaman malı elinde bulunduran tazminle<br />

yükümlü olmaz 4 .<br />

Zulüm Kur’ân’ın Ele Aldığı Temel<br />

Konulardandır<br />

Kur’ân’da üzerinde çokça durulan konulardan<br />

biri de zulümdür. Çünkü zulüm Kur’ân’ın getirdiği<br />

temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden<br />

biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce<br />

Kitabımız bunun yerine adâleti yerleştirmenin zorunlu<br />

olduğunu anlatır. Çünkü kâinâtın düzenini<br />

bozan en temel eylem zulümdür. Zulümle düzeni<br />

bozulan dünya hayatı, hem zâlime, hem mazlûma<br />

hem de bu manzaraya şâhit olanlara zindan olmaktadır.<br />

Tarih boyu ellerinde bulunan güç sayesinde<br />

zulmü icraat haline getiren zâlimler, bir<br />

gün adâlete muhtaç olacaklarını hiç hesaba katmamaktadırlar.<br />

Kur’ân’da geçen zulüm kelimesi iki ayrı konuda<br />

yoğunlaşmaktadır. Bunlardan biri itikat, diğeri<br />

ahlak konusudur. İtikatla ilgili olarak kullanılan<br />

zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr, günahkârlık<br />

(fısk, fücur) ve amelî bakımdan Allah’ın koyduğu<br />

kuralları ve sınırları çiğneme gibi kavramlara<br />

yakın bir anlam ifade eder. Konuyla ilgili âyetlere<br />

göre, “Şirk büyük bir zulümdür.” 5 ; “Kâfirler<br />

zâlimlerin ta kendileridir.” 6 ; “Allah’ın kanunlarını/hudûdunu<br />

çiğneyip aşanlar zâlimlerdir.” 7<br />

Kur’ân’da geçip ahlâkî konularda kullanılan<br />

zulüm, genel bir ifade ile hak, hürriyet, eşitlik gibi<br />

konulara ilişkin olarak “haddi aşmak, başkasının<br />

hakkını ihlal etmek ve başkasına zarar vermek”<br />

anlamını ifade eder. Buna göre zulüm “haksızlık<br />

ve adaletsizlik” demektir. Böyle bir şeyin öncelikle<br />

Allah için düşünülmesi imkânsızdır. Bu sebeple<br />

imansızlık, amelsizlik ve ahlaksızlık yaparak<br />

52<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Allah’ın hadlerini aşanlar “zâlim” olarak nitelendirilir.<br />

Bunların Allah tarafından cezâlandırılmaları<br />

ise tamamen zulümleri sebebiyledir. Yoksa Allah<br />

kuluna zulmetmez. İlgili âyetlerin ifadesine göre,<br />

“Allah, kullarına asla zulmedici değildir. Fakat<br />

insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.” 8<br />

Hiçbir kimse Allah tarafından “zerre kadar bile”<br />

haksızlığa uğramaz. 9<br />

Zulüm Karşılıksız Kalmaz<br />

İlâhî iradenin gereği olarak zulmün cezâsı bazen<br />

bu dünyada peşin olarak verilir, bazen âhirete<br />

de bırakılabilir. Yani Allah’ın bir kişiye veya<br />

topluluğa hak ettiği cezâyı âhirette veya bu dünyada<br />

vermesi mümkündür. Bunun için, “Alma<br />

mazlumun âhını çıkar âheste âheste.” denilmişlerdir.<br />

Eski çağlardaki nice zâlim ve günahkâr<br />

kavimlerin yurtlarıyla birlikte helak edilmesi<br />

buna bir örnektir. 10 İlgili âyetlerde bu kavimlerin,<br />

çeşitli ikazlara rağmen kötülüklerde direndikleri,<br />

bunun <strong>net</strong>icesinde de cezâlandırılmayı<br />

hak ettikleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.<br />

Yüce Allah’ın koyduğu prensibin bir gereği<br />

olarak O, “Bir ülkeyi, onun halkı iyi işler yapmakta<br />

ise helak etmez.” <strong>11</strong> Aynı şekilde Yüce Allah,<br />

zulmetmekte olan, fakat henüz uyarılmamış<br />

bulunan halka da zarar vermez. 12<br />

İnançlara Baskı Zulümdür ve<br />

Meşru Müdafaa Hakkı Verir<br />

Kur’ân’da ve hadislerde insanlardan sâdır<br />

olan her türlü adaletsiz ve haksız davranış zulüm<br />

olarak kabul edilir ve kesin olarak reddedilir.<br />

Buna göre, kâfirlerin Müslümanlara, dinî<br />

inanç ve yaşayışları sebebiyle baskı uygulamaları<br />

açık bir zulümdür. Bu şekilde zulme uğrayan<br />

Müslümanların meşru müdafaa prensibi gereği<br />

olarak kâfirlere karşı kendilerini savunma<br />

hakkı vardır. Bu konuda her tülü tedbiri almalarına<br />

ve gerektiğinde silaha sarılmalarına ilgili<br />

âyetler izin vermektedir. 13 Kur’ân’a göre, Allah<br />

adının anılmasını, yani ibadet edilmesini önlemek<br />

için mâbedlerin yapılmasını engellemek de<br />

zulümdür. 14


Kur’ân ve Sün<strong>net</strong>te<br />

Müslümanların Zulüm Sayılan<br />

Bazı Davranışları<br />

Kur’ân, zulmü sadece inançsızlara ait bir eylem<br />

olarak kabul etmemiş, sorumluluğunun bilincinde<br />

olmayan bazı Müslümanların da zulme sapacağını<br />

beyan etmiştir. Müslümanlar tarafından yapılıp da<br />

Kur’ân’ın zulüm kapsamında gördüğü bazı davranışlar<br />

şunlardır:<br />

Müslümanların yoksul kardeşlerini, yoksullukları<br />

sebebiyle horlayarak yanlarından kovmaları. 15<br />

Yetim malı yemeleri. 16<br />

Fâiz gibi haksız bir yolla başkasının malını ellerine<br />

geçirmeleri. 17<br />

Sözleşme şartlarını ihlâl ederek karşı tarafa zarar<br />

vermeleri. 18<br />

Hizmetçilerine eziyet etmeleri. 19<br />

Yö<strong>net</strong>icilerin halka karşı insafsız muâmeleleri. 20<br />

Mazlâmun duâsı karşılıksız kalmaz<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) de adâletin timsali ve<br />

uygulayıcısı olarak gönderilmiştir. Hayatı boyunca<br />

yaptığı bütün tasarruflarda adâleti ikâme eden<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) zulmün de her çeşidini ortadan<br />

kaldırmıştır. Kendisinden sonra da bu konuda<br />

Müslümanlara adaletten ayrılıp zulme sapmamaları<br />

için ilkeler bırakmıştır. O, birçok hadiste 21 mazlumun<br />

bedduâsının karşılıksız kalmayacağını bildire-<br />

rek Müslümanları uyarmıştır.<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) Zulümden<br />

Allah’a Sığınmıştır<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.) duâlarında zulmetmekten<br />

ve zulme uğramaktan Allah’a sığınmıştır. Nitekim<br />

her sabah evinden çıkarken tekrar ettiği<br />

duâlardan biri şudur:<br />

“Allah’ın ism-i şerîfini zikrederek evimden çıkıyorum.<br />

Bütün işlerimde Allah’a tevekkül ediyorum.<br />

Allah’ım, doğru yoldan sapmaktan, başkalarını<br />

saptırmaktan; hataya düşmekten, başkalarını<br />

da düşürmekten; haksızlık etmekten, haksızlığa<br />

uğramaktan; hürmetsizlik ve câhillik etmekten yahut<br />

bunlara maruz kalmaktan sana sığınırım!” 22 .<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 2/Bakara, 23; 3/Âl-i İmrân, 135; 18/<br />

Kehf, 35.<br />

2 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye,<br />

“Zulm”md. 170.<br />

3 16/Nahl, 90.<br />

4 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye,<br />

“Zulm”md. 170-174.<br />

5 31/Lokmân, 13.<br />

6 2/Bakara, 254.<br />

7 2/Bakara, 229; 7/A’râf, 19; 65/Talâk<br />

1.<br />

8 3/Âl-i İmrân, 182; 8/Enfâl, 51; 22/<br />

Hac 10.<br />

9 4/Nisâ, 49.<br />

10 8/Enfâl, 54; 10/Yûnus, /39; 28/Kasas,<br />

40.<br />

Arakan<br />

<strong>11</strong> <strong>11</strong>/Hûd, <strong>11</strong>7.<br />

12 6/En’âm, 131.<br />

13 Bk. 22/Hac, /39-40.<br />

14 Bk. 2/Bakara, <strong>11</strong>4.<br />

15 Bk. 6/En’âm, 52.<br />

16 4/Nisâ, 10.<br />

17 2/Bakara, 279.<br />

18 Ebû Dâvud, İmâre, 33.<br />

19 Ahmed b. Hanbel, Müsned, <strong>11</strong>, 61.<br />

20 Bk. Malik b. Enes, Muvatta, Hudud,<br />

30; Müslim, Fiten, 35, Müsned, V,<br />

251.<br />

21 Bk. Buhari, Cihad, 180; İbn Mâce,<br />

Dua, <strong>11</strong>.<br />

22 Ebû Dâvud, Vitr, 32; Edeb, 103; İbn<br />

Mâce, Dua, 18.<br />

53


Şehir ve İnsan<br />

Muhsin İlyas SUBAŞI<br />

54<br />

TÜRKLERDE<br />

ŞEHİRLEŞME<br />

“Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la şereflenmesinden hemen sonra, nasıl<br />

oluyor da varlıkları günümüze kadar gelen o muhteşem işlemeli eserleri inşa<br />

edebiliyorlar? Bunlara taklit diyemeyiz, çünkü Selçuklular dönemindeki Türklerin<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

inşa üslubu Avrupa’da yoktur.”


Türkler tarih sahnesine<br />

iki temel<br />

özellikleriyle çıkarlar:<br />

Birisi yayılma eğilimine<br />

sahip olmaları, ikincisi önlerindeki<br />

uçsuz bucaksız toprakları<br />

hâkimiyetlerinde tutabilmek<br />

için yerleşik hayattan kaçınmalarıdır.<br />

Daha sonra onları, yerleşime<br />

sevk eden ana sebep ise, artık<br />

kontrole alabilecekleri başka<br />

toprakların kalmamasıdır. Geçimlerini<br />

hayvancılıkla sağladıkları<br />

için, hayvancılığın gelişme<br />

ve verimine dayalı iklim şartları<br />

onlar için çok önemliydi. Bunun<br />

içindir ki, Asya steplerinden çıkan<br />

bu insanlar, Rusya’nın Sibirya<br />

Bölgesindeki dondurucu çöl<br />

iklimine, Avrupa’nın fazla rutubetli<br />

ve az güneşli ılıman iklimine,<br />

Arap Yarımadasının sıcak ve<br />

kurak iklimine itibar etmemişler.<br />

Alaska’ya gitmeyi göze almışlar,<br />

ama Japonya’yı<br />

düşünmemişler.<br />

Hindistan’da Babürİmparatorluğu<br />

adıyla devlet<br />

kurmuşlar, ama<br />

Endenozya’yı hesabaalmamışlar.<br />

Mısır’da Kölemenleri<br />

kurmuşlar,<br />

Libya’nın çölüne<br />

itibar etmemişler.<br />

Makrizi, Türklerin<br />

yerleşik hayata<br />

geçişine sıcak bak-<br />

mayan tavırlarından söz ederken<br />

onların tarihî kararlılığına değinir<br />

ve şunları yazar:<br />

“Börteçine’nin vefatından<br />

sonra evlatları birbirinden ayrılırlar.<br />

Bunlar Çinlilerle savaşırlardı.<br />

Bunlardan birisi Çin şehirlerini<br />

görmüş ve aynı şekilde<br />

şehir kurmak istemiş, ancak kumandanlarından<br />

birisi: ‘Efendim,<br />

biz Çinlilerin onda biri kadarız.<br />

Bizim kuvvetimiz ancak<br />

serbest kalıp hareket etmemizdedir.<br />

Hâlbuki şehir halkı kafeste<br />

yaşar gibi surlar içerisinde hapis<br />

kalırlar’ dedi. Padişah bu teklifi<br />

olumlu görerek şehir kurmaktan<br />

vazgeçmiştir.”<br />

Bu anlatılanlar, yerleşik hayata<br />

geçiş döneminin başındaki<br />

kaygıları dile getirmektedir.<br />

Ancak, bir millet, dağda yaşayarak<br />

da medeniyet oluşturamaz.<br />

Türklerin Müslümanlaşmasından<br />

sonra, düzenli ve yerleşik<br />

hayata geçtiğini görürüz. Hatta<br />

öylesine süratli bir geçiş olur ki,<br />

Yunanlı Nakracas bunu; “Arapların<br />

Anadolu’da üç yüz yılda yapamadıklarını<br />

Türkler on yılda<br />

başardılar!” ifadeleriyle dile getirmekten<br />

çekinmez. Bu başarı,<br />

İslâm’ın hükümlerini icrada şehir<br />

hayatına daha çok itibar etmesinden<br />

doğmaktadır: Topluca<br />

kılınan namazın tek başına kılınan<br />

namazdan daha efdal olması<br />

doğal olarak camileri hayata ta-<br />

şıyacaktır. Cuma namazının şehir<br />

statüsü kazanmış yerlerde kılınması<br />

zarureti de aynı eğilimi<br />

besleyecektir. İslâm ilme büyük<br />

önem verir ve özendirici vaatlerle<br />

teşvik eder: İlmin tahsili için<br />

merkezi yerlerde kurulacak okullar<br />

da pratik hayatı merkezi alanlara<br />

yönlendirecektir. Bernard<br />

Lewis de bu gerçeğin üzerinde<br />

dururken; “Selçuklular zamanında<br />

ekonominin yeniden düzenlenmiş<br />

olması, dinî hayatta yankı<br />

buldu. Bağdat ve diğer büyük<br />

şehirlerde ‘medrese’ diye bilinen<br />

dinî okullar kuruldu ve bunlar<br />

İslâm dünyasında daha sonra<br />

kurulanlara model oldu”, der.<br />

Bozkırın Taşkın<br />

Çocukları<br />

Aslında Türklerin keşfedici ve<br />

diriltici dehası burada ortaya çıkmaktadır.<br />

Bu bozkırın taşkın çocuklarının<br />

İslâm’la şereflenmesinden<br />

hemen sonra, nasıl oluyor<br />

da varlıkları günümüze kadar gelen<br />

o muhteşem işlemeli eserleri<br />

inşa edebiliyorlar? Bunlara taklit<br />

diyemeyiz, çünkü Selçuklular dönemindeki<br />

Türklerin inşa üslubu<br />

Avrupa’da yoktur. Kale duvarları<br />

gibi yüksek, yaygın ve bol kemerli<br />

zamana karşı direnebilecek<br />

sağlam binalarla Batı’nın gotik<br />

mimarisinin hiçbir alakası yoktur.<br />

Türkleri şehirleştiren bu mimari<br />

tavır olmuştur. Bunun içindir<br />

ki, önemli Türkologlardan<br />

55


Barthold bu meseleye dikkatimiz<br />

çekerken; “Selçukiler XI. asırda<br />

bütün İran’ı zapt ettiler ve kısa<br />

zaman için de olsa, Akdeniz ve<br />

Kızıldeniz’den Çin hudutlarına<br />

kadar olan bütün İslâm dünyasını<br />

hâkimiyetleri altına aldılar.<br />

Selçukiler devrinde, şehir hayatının<br />

terakkisini (gelişmesini)<br />

devam ettirmek, ticaret ve sanatı<br />

yükseltmek çarelerine başvuruldu”,<br />

ifadelerini kullanır.<br />

Barthold, bu geleneğin<br />

Osmanlılar döneminde<br />

de geliştirilerek devam<br />

ettiğini; bu cümlelerinin<br />

devamında dillendirmekten<br />

kendini alamaz:<br />

“Medeniyete yapılan<br />

hizmet, yalnız maziden<br />

kalmış yadigârları (hatıraları)<br />

tanıtmakla kalmadı,<br />

yeni Türk mimarı<br />

Sinan’ın yaptığı eserler,<br />

sanat bakımından Avrupa’daki<br />

Rönesans devri<br />

mimari eserlerinden hiç<br />

de aşağı değildir.”<br />

Değildir çünkü<br />

Glüçk’ün hakkı teslim<br />

eden ifadesiyle: “Türklerin yarattıkları<br />

sanatlar, sabit millî<br />

topraklardan gıdalanmış olup<br />

asla yabancı kültürlerin doğurduğu<br />

bir mahsul değildir!” Bunun<br />

içindir ki, zihnî kabiliyetinin<br />

mahsulü bu mahsul başka<br />

milletlerde de hayranlık ve alıcı<br />

bulacaktır. Strzygowski, bundan<br />

söz ederken bu alanın sınırlarını<br />

56<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

da belirtir: “Türk sanatı; Asya’yı,<br />

Avrupa’yı, hatta Çin’i bile etkisi<br />

altına almıştır!”<br />

Bir siyasî organizasyona dönüşen<br />

toplumun bundan başka<br />

yapacağı bir şey de yoktu.<br />

Artık, dünya siyasî organizasyon<br />

olarak şekillenirken şehirleşmeye<br />

başlamıştı. Türk toplumu bunun<br />

dışında kalamazdı. Hatta<br />

kabiliyet ve gayretiyle bunların<br />

da önüne geçmesi gerekiyordu.<br />

Ki, buna da başardı ve Amıcıs’a<br />

şu sözleri söylettirdi: “Hiçbir şehir,<br />

içinde yaşayan halkın tabiatını<br />

ve felsefesini İstanbul kadar<br />

temsil edemez!”<br />

Uygarlık Eşiklerini<br />

Geçerken<br />

Türk toplumu İstanbul zarafetine<br />

ulaşırken elbette çok büyük<br />

sosyal tecrübeleri de yaşayacaktır.<br />

Bu tecrübeler sonucu<br />

ulaştığı noktadaki temsil hakkına<br />

işaret eden Fındley: “Türklerin<br />

uygarlık eşiklerini geçerken<br />

kimliğini koruyup kendine nasıl<br />

dönüştürdüğünde öğrenecek<br />

önemli dersler<br />

vardır” demekten kendini<br />

alamaz. Büyük Türkolog<br />

Jean Poul Roux da<br />

bu görüşü destekler: “İki<br />

bin yıl boyunca Türklerin<br />

dehalarına pek çok tanık<br />

olduk; geçmiş geleceğin<br />

garantisiyse Türklerden<br />

çok şey beklenebilir!” Bu<br />

dehanın ana damarını<br />

da İtalyan Mandel keşfeder<br />

ve “Geçmiş yüzyılda<br />

seyyahlardaki hayranlık,<br />

Türkiye’deki hayatın insani<br />

kalitesine olmuştur”<br />

der. Çünkü Gumilev’in<br />

diliyle; “Türklerin ulus<br />

sistemi, ordu disiplini, diplomasi<br />

ve mükemmel bir dünya<br />

görüşüne sahip olmaları hayrete<br />

şayandır!”<br />

Bu son cümle içerisinde sayılan<br />

önemli vasıfların tama-


mını, inşa ettikleri tarihi şehirlerde<br />

görmek mümkündür.<br />

İslâm’ın ilk kabul topraklarında;<br />

Buhara’da, Semerkant’ta,<br />

Kaşgar’da, Türkistan’da,<br />

İsficab (Sayram’Aksu’)’da Talas<br />

(Cambul)’ta, Taşkent’te taşın dilinden,<br />

çinin renginden anlarsanız<br />

bir medeniyetin hangi estetik<br />

iradeden beslendiğini, hangi<br />

dinî vecdi taşıdığını söyleyecektir<br />

size. Tarihin yorgun izine rağmen,<br />

gülen bir medeniyetin pırıl<br />

pırıl renkleri ruhunuza kendi<br />

resmini nakşetmeye hazırdır.<br />

Yeter ki, sizde o yakıcı arzu bulunsun.<br />

Yeter ki, sizde anlama<br />

kabiliyeti olsun. Türk ruhunun<br />

kavrama ve arz etme kabiliyetinin<br />

tabloları olarak Orta Asya’daki<br />

tarihî şehircilik mirasımızı<br />

Erzurum’a, Ahlat’a, Sivas’a,<br />

Kayseri’ye, Konya’ya, Bursa’ya,<br />

İstanbul’a, Edirne’ye taşıyan aşk,<br />

içimizde alev halinde yaşıyorsa<br />

gelecek için karamsar olmamıza<br />

gerek yok!..<br />

Gönül Ufkumuzu<br />

Sonsuza Açan Eserler<br />

Tarihe bakın, imanını anıt<br />

mezarlara taşıyan ve orada bize<br />

yaşatıcı bir ema<strong>net</strong> olarak bırakan<br />

başka bir millet var mıdır?<br />

Bunlar şehir kültünün temelini<br />

oluşturur ve şehirler ruhunu<br />

buradan alırlar. Sanatta<br />

var olma ide-<br />

alini besleyen hangi duygudur<br />

ki, mezarındaki yalnız taşları<br />

bile konuşan abide haline dönüştürür.<br />

Kişisel arzularında ihtirasın<br />

baskılarını kırıp tevazuu<br />

bir yaşama üslubu olarak sunan<br />

bir millet, ölüsüne öylesine debdebeli<br />

anıtlar yapmış ki, içinde<br />

ölülerin bile sizinle yaşadığını<br />

sanırsınız. Şehri, Cen<strong>net</strong>’e<br />

benzetmenin hevesinden doğan<br />

bu çabalar, Divriği’deki Ulu<br />

Cami’de size taç kapıdan uzatılan<br />

bir salkım üzüme dönüşür, Selimiye<br />

Camiinde cami ortasındaki<br />

havuzda suyunun sessiz türküsünü<br />

söyler, Sultanahmet’te<br />

vitrayların raksını sunar, gider<br />

Taçmahal’de altından bir kubbe<br />

gibi üstünüze rahmetin örtüsünü<br />

açar, gelir Kayseri’de Döner<br />

Kümbet’te taşın semaında döndürür,<br />

Konya’da muhteşem bir<br />

taç kapı ile gönül ufkumuzu sonsuza<br />

açar..<br />

Yeteneği fıtratında var olan<br />

bir milletin, dünya sosyal yapısı<br />

içinde kendine göreliğini ön plana<br />

alarak yükselme-<br />

si ve yücelmesi biraz da bundan<br />

sonra geçmişindeki birikimini<br />

günümüze taşıyarak düzenli şehirleşmesiyle<br />

olacaktır. Bunun<br />

da son bir asır içinde farkına varıldı<br />

ve Türkiye yeniden bir şehir<br />

vizyonu ile tarihî kimliğinin<br />

bu yöndeki detaylarını bütün<br />

hatlarıyla ortaya koyma arayışına<br />

yöneldi. Ancak, şehirleşmede<br />

yanlış adımlar, dışımızdakiler tarafından<br />

bize verilen yukarıdaki<br />

satırlarda birkaç örneğini verdiğimiz<br />

bu yüksek takdir hükmünün<br />

çözülmesine de sebep olabilir.<br />

İşte bütün dikkatimizi bu<br />

yönde kullanıp şehirleşmeyi kalabalıkları<br />

şehirde toplayıp kozmopolit<br />

bir kitle oluşturup medenileşmeyi<br />

katletmek yerine,<br />

geleneklerini millî ve manevî vasıflarıyla<br />

besleyen homojen bir<br />

topluluğa dönüştürmek gerekmektedir.<br />

Unutmayalım bu yük<br />

aynı zamanda şehirleri kuranlar<br />

kadar şehirleri kullananların<br />

da üzerindedir. Şehrin hafızası<br />

bizim zaaflarımızı gelecek nesillere<br />

kirli bir ema<strong>net</strong> olarak taşımakta<br />

affedici değildir. Medeni<br />

kimliğimizin aidiyet fotoğrafı şehirlerse,<br />

unutmayın bu hakkı onlar<br />

her zaman kullanma imtiyazına<br />

sahiptirler. O zaman Türk’ün<br />

şehri Türk için, Türk’e göre, Türk<br />

tarafından yeniden dizayn edilecektir.<br />

Bizi beton kafeslerden<br />

kurtaracak bu diriltici ve yüceltici<br />

hamleyi, şehirleşmenin sorumluluğunu<br />

üstlenen herkesten<br />

bekleme hakkımız bir neslin değil,<br />

bir milletin sorumlu ema<strong>net</strong>i<br />

olarak omuzlarında olacaktır!..<br />

57


Tarih<br />

İsmail ÇOLAK<br />

İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI:<br />

BASİL ZAHAROFF<br />

58<br />

Kasım <strong>2012</strong>


Millî Mücadele’ninbaşlamasında<br />

15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunan<br />

ordusu tarafından işgal etmesinin<br />

ateşleyici rol oynadığı,<br />

ilmî ve resmî tarih kitaplarında<br />

geniş şekilde yer almış; ancak<br />

perde gerisindeki 1849 Muğla<br />

(Menteşe) doğumlu Rum<br />

asıllı Sir Basil Zaharoff’un karanlık<br />

elinin payı mütemadiyen<br />

gözden kaçırılmıştır. Hâlbuki o<br />

dönemde Avrupa’nın bir numaralı<br />

silah tüccarı ve finansörü<br />

olan Zaharoff’un; Yunanistan’ın,<br />

Birinci Dünya Savaşı’na katılmasında,<br />

İzmir’i işgal etme izninin<br />

çıkması ve Küçük Asya macerasına<br />

kalkışmasında muazzam<br />

bir tesir icra ederek “gizli mimar”<br />

mevkiine eriştiği tarihen ortadadır.<br />

Zaharoff, Yunan Başbakanı<br />

Venizelos’un gizli patronu ve<br />

destekçisi rolüne soyunarak, hesapsız<br />

ölçülerdeki silah ve para<br />

yardımıyla Anadolu’daki Yunan<br />

işgalinin finansörlüğünü üstlenmiştir.<br />

Avrupa’da oluşturduğu<br />

basın tekeliyle, Batı kamuoyunda<br />

caydırıcı bir siyasî nüfuza sahip<br />

olan; üstelik İngiltere Başbakanı<br />

Lloyd George’un “Başdanışmanı”<br />

hüviyetini de taşıyan bu esrarengiz<br />

Rum, İngiltere ve müttefiklerinin<br />

Ön Asya politikasının,<br />

Yunanistan’ın Helenizm rüyasına<br />

hizmet edecek istikamette şekillenmesinde<br />

fevkalâde etkili olmuştur.<br />

Başbakan Lloyd George,<br />

Venizelos’u, Batı Anadolu’da girişeceği<br />

yeni saldırıda destekle-<br />

meye karar vermiştir. İngiliz siyasetçi,<br />

yazar ve seyyah Aubrey<br />

Herbert’ın (1880-1923) deyişiyle,<br />

“Lloyd George, Türkiye’yi yok<br />

etmeye karar vermişti ve onu bu<br />

davasında, Yunanlı dostları Venizelos<br />

ve Sir Basil Zaharoff destekliyordu.”<br />

Llyod George’un, bu<br />

karara varmasında Zaharoff’un<br />

tesiri hakkında Pars Tuğlacı şu<br />

değerlendirmeyi yapmaktadır:<br />

“Yetişme tarzı, partisinin siyasî<br />

geleneği gereği Türk düşmanı<br />

olan ve Venizelos ile Vickers silah<br />

firmasının Yunan asıllı sahibi<br />

Sir Basil Zaharoff’la yakın dostluk<br />

ilişkileri bulunan İngiliz Başbakanı<br />

Llyod George, Türkiye’ye<br />

karşı kesinlikle Yunanistan’ı desteklemekteydi.”<br />

1<br />

Venizelos’un, arkasını Zaharoff<br />

gibi sağlam bir dayanağa<br />

verdikten sonra artık Küçük<br />

Asya’da harekâta başlamaması<br />

için hiç bir sebep yoktu. Servetinin<br />

hesabı tam olarak bilinmeyen<br />

Zaharoff’un para ve silahlarının<br />

kendisine büyük yararlar sağlayacağından,<br />

onu daima gölgesinde<br />

hissedeceğinden kesinlikle<br />

emindi. Üstelik Zaharoff, Birinci<br />

Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda,<br />

ağır sanayi kollarıyla güçlü<br />

ilişkileri olan The Union Parisienne<br />

Bankası’nı satın alarak finans<br />

gücünü ve sermaye çevrelerindeki<br />

kontrolünü daha da<br />

arttırma yoluna gitmişti. 2<br />

İşgal Plânlarına<br />

Verdiği Destek<br />

Bu dönemde Venizelos’un<br />

siyasî ve maddî danışmanı sanki<br />

Basil Zaharoff’tu. Paris’te-<br />

ki malikânesinde, Venizelos’la<br />

sık sık bir araya gelerek durum<br />

değerlendirmesi yapıyorlar ve<br />

“Türkiye’ye karşı büyük bir Yunan<br />

saldırısı için” plan üstüne<br />

plan tasarlıyorlardı. 3 Venizelos’u,<br />

Yunan davası için tahrik edip harekete<br />

geçirmede Zaharoff’un<br />

büyük itici güç olduğu hakkında,<br />

Alain Decaux’un verdiği bilgiler<br />

kayda değerdir: “Büyük güçlerin<br />

görüşlerini dikkate alarak, Yunanistan<br />

ve Venizelos’un, yıkılmış<br />

bir Türkiye’den pay almak istediklerinden<br />

emin olmak istedi.<br />

Zaharoff, Venizelos’u atak olmaya<br />

ikna etti.” 4<br />

Paris Barış Konferansı’nda,<br />

çeşitli tasarılar hakkında birlikte<br />

fikirler yürütüyor ve beraberce<br />

yeni birtakım alternatif tasarılar<br />

üretiyorlardı. Zaharoff,<br />

Paris’te son derece gizli ve önemli<br />

bir misyon üstlenmişti. Yunan<br />

tarihçi Dimitri Kitsikis’in bu noktadaki<br />

kanaati gayet açık ve <strong>net</strong>tir:<br />

“Zaharoff, 1919’dan 1922’ye<br />

kadar, bütün Türk-Yunan harbi<br />

boyunca, Venizeloscu olsun,<br />

Kanstantinci olsun; Yunanistan’ı<br />

finanse edecek ve silahlandıracaktı.”<br />

5 Fransız Gazeteci Pierre<br />

Fontaine’nin kanaati de aynıdır:<br />

“Türkiye’yi sevmeyen Rum petrolcü<br />

ve ordu müteahhidi Zaharoff,<br />

Yunanistan’a kredili silah<br />

sattı.” 6<br />

Alptekin Müderrisoğlu ise<br />

konu hakkında şunları ifade etmektedir:<br />

“Yunanistan’ın Ege<br />

Bölgesi’ni işgal etmesi için İngiltere<br />

Başbakanı Lloyd George’u ikna<br />

etmiş bulunan Sir Basil Zaharoff,<br />

Yunanistan’ın büyük bir impara-<br />

59


torluk kurmasını amaç edinmiş<br />

ve Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde<br />

birinci derecede organizatör<br />

rolü oynamıştır. Yunanlılara<br />

4 milyon sterlin para yardımında<br />

bulunmuştur.” 7 Bilal Şimşir, İngiliz<br />

Dışişleri Bakanlığı arşiv belgelerine<br />

dayanarak, Zaharoff’un<br />

Yunan ordusuna yaptığı silah<br />

yardımlarıyla (ki Anadolu’daki<br />

savaş Yunanlılara, günde 10<br />

milyon drahmiye mal oluyordu)<br />

ilgili şu dolaylı bilgileri zikretmektedir:<br />

“Yunanistan’da top,<br />

tüfek fabrikası yoktu. Yunanistan<br />

kamyon, uçak ve gemi yapamıyordu.<br />

Ama Yunan ordularının<br />

elinde bütün bunların hepsi<br />

bol miktarda vardı. Nereden, niçin<br />

gelmişti bunca savaş malzemesi?<br />

İngiliz Genelkurmayının<br />

raporunda Yunanistan bunları,<br />

“serbest piyasadan” sağlıyor, deniyordu.<br />

Bu serbest piyasa aslında<br />

büyük ölçüde İngiliz piyasasıydı.<br />

İngiliz silah sanayi, bazen<br />

doğrudan, bazen dolaylı yoldan<br />

Yunanistan’ı silah deposu, müthiş<br />

bir “savaş makinesi” haline<br />

getirmişti.” 8<br />

60<br />

İşgaldeki<br />

Olağanüstü Rolü<br />

İngilizler, Yunanistan’ı Anadolu<br />

üzerindeki emellerini ve<br />

Küçük Asya Harekâtı’nı siyasîhukukî<br />

zemine oturtabilmesi için<br />

18 Ocak 1919’de Paris’te başlamış<br />

olan Barış Konferansı’na resmen<br />

davet etmiştir. Venizelos’ın<br />

tek amacı, Büyük Yunanistan’ın<br />

vizesini koparabilmekti. İngiltere<br />

ve Fransa’yı ikna edip desteklerini<br />

aldıktan sonra bunun<br />

mümkün olacağına inanıyordu.<br />

Aşırı Yunan istekleri sebebiy-<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

le konferansın çözümü uğrunda<br />

en çok müşkülat çektiği iş, Osmanlı<br />

Devleti’nden Yunanlılara<br />

verilecek topraklar meselesi olmuştur.<br />

3-4 Şubat 1919’da Venizelos,<br />

uzun bir konuşma yaparak<br />

eski Yunanistan’ın yeniden diriltilmesi<br />

ve Yunan halklarının bir<br />

bayrak altında birleştirilmesi gerektiğinden<br />

söz etmiştir. 9<br />

Düvel-i Muazzama 14 Mayıs’taki<br />

toplantıda, Yunanlıla-<br />

rın İzmir’i işgal etmesini, gerçekleşinceye<br />

değin büyük bir<br />

gizlilik içinde tutarak karara<br />

bağlamıştır. Venizelos’un deyişiyle<br />

bu harekât, “Yunan ordusuna<br />

tarihi boyunca ilk kez<br />

ema<strong>net</strong> edilmiş, şerefli bir görevdi.”<br />

10 Yunan Gazeteci Hristo<br />

Kesari, Kaklamanos’a yazdığı<br />

mektupta Venizelos’un tarifsiz<br />

sevincini şöyle belirtmişti:<br />

“Başbakanımız için sevinçten<br />

uçuyor demek bile az. Öyle ki,<br />

kendine hâkim olamıyor. Sevinçten<br />

taşkın bir halde bana:<br />

“Birkaç dakikalık bir görüşme<br />

sonunda, kenarına kadar geldiğimiz<br />

uçuruma düşmekten<br />

kurtulduk ve şimdi büyük bir<br />

devlet olduk. Bu gerçekleşen,<br />

Perikles’in hayalidir; Elen birliğidir.”<br />

dedi.” <strong>11</strong><br />

Aptülahat Akşin, “Atatürk’ün<br />

Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi”,<br />

başlıklı çalışmasında; Yahya<br />

Akyüz, “Türk Kurtuluş Savaşı<br />

ve Fransız Kamuoyu” isimli<br />

eserinde; Ömer Kürkçüoğlu da<br />

“Türk-İngiliz İlişkileri” adlı kitabında,<br />

Fransız ve İngiliz basınına,<br />

özellikle de Yunan tarihçi Dimitri<br />

Kitsikis’e dayanarak İzmir’in<br />

işgaliyle ilgili şu çarpıcı bilgiyi<br />

vermektedirler: “Yunanistan’a,<br />

İzmir’i işgal etme izni, Sir Basil<br />

Zaharoff ve Venizelos’un ısrarları<br />

üzerine, Wilson, Lloyd George<br />

ve Clemenceau tarafından verilmiştir.”<br />

12<br />

Kitsikis’in işgalle alakalı<br />

savunduğu tez şöyledir:<br />

“Zaharoff’un asıl hizmeti, 15<br />

Mayıs’taki İzmir çıkarması konusunda<br />

olmuştu. Yunanlıların<br />

İzmir’i işgali hâdisesinde Zaharoff,<br />

Clemenceau ve Llyod George<br />

ile olan dostlukları gibi bütün<br />

kudretli yakınlıklarını harekete<br />

geçirmişti... Yanlış anlaşılmasın;<br />

İzmir’in işgalinde tek sebep<br />

Zaharoff’un yaptığı baskı olmuştur,<br />

demek istemiyorum. Mesela<br />

Başkan Wilson karara, sanayiciyi<br />

hoşnut etmek için katılmamıştır.<br />

Ama bu şahsî baskının önemini<br />

küçümsemek de aynı şekilde hata<br />

olur. Zaharoff ve Yunanlılar, Yunan<br />

çıkarlarıyla birlikte İngiliz çıkarlarını<br />

da savunduklarına göre,<br />

sanayicinin ricasını en güç kabul<br />

etmiş olan Clemenceau’dur, diye<br />

düşünülebilir. Ama bence Zaharoff<br />

olmasaydı, Clemenceau işgal<br />

kararına kolay kolay katılamaz-


dı. Zaten yüksek kuruldaki görüşmelerde<br />

Yunanlıları ve işgali<br />

en az tutanın Clemenceau olduğu<br />

bilinmektedir.” 13<br />

Yunan Tarihçi Kitsikis, bunu<br />

sadece farklı bir iddia ya da görüş<br />

seviyesinde bırakmamış, 3<br />

önemli delil de zikretmiştir:<br />

Birincisi: Kaklamanos, işgalden<br />

bir gün önce, İngiltere’deki<br />

bütün önemli Yunan dostlarına<br />

mektuplar göndererek büyük<br />

hâdiseden haberdar etmiş, gelişmeyi<br />

Zaharoff’a da bildirmişti.<br />

Zaharoff teşekkür etmiş, durumdan<br />

haberdar olduğunu<br />

belirtmekten de geri durmamıştı.<br />

Zaharoff’un bu münasebetle<br />

kaleme aldığı Londra-15 Mayıs<br />

1919 tarihli mektupta geçen<br />

ifadesi aynen şöyledir: “Kaklamanos,<br />

verdiğiniz güzel haberler<br />

için çok teşekkürler ederim. Bu<br />

haberlerin, âcizane gayretlerimin<br />

eseri olduğunu sanıyorum. Nitekim<br />

ben de, Clemenceau ile Lloyd<br />

George’a telgraflar çekerek, kalpten<br />

teşekkürlerimi bildirdim.” Bu<br />

mektup, İzmir’in işgalini dostları<br />

Clemenceau ile Lloyd George’dan<br />

Zaharoff’un istediğinin ve elde<br />

ettiğinin belgesidir. 14<br />

İkincisi: Konunun şahidi Yunan<br />

gazeteci Konstantin Atanos,<br />

1939 İlkbaharında Kitsikis’e<br />

şu malumatları aktarmıştır:<br />

“Cairo-City vapuruyla Pire’den<br />

Marsilya’ya gidiyordum. Yunan<br />

Eski Dışişleri Bakanı Politis de<br />

oradaydı. Politis’ten dinlediğime<br />

göre, 1919 Mayıs’ının ilk haftasında<br />

Paris’teki Mercédés Otelinde<br />

bir öğle sonuydu. Otelin santralıbizzat<br />

Venizelos’un arandığını<br />

haber verdi. Başbakan kendi adına<br />

cevap vermesini Politis’ten istedi.<br />

Telefondaki Zaharoff’tu:<br />

“Venizelos’a, İzmir’i işgal etmek<br />

üzere gemilerini ve birliklerini<br />

hazırlamasını söyleyiniz. Yüksek<br />

Kurulun bu konuda karar almasını<br />

sağlamış bulunuyorum. Kurul<br />

kararını size resmen yarın bildirecek.<br />

Zaman kaybetmeden hazırlanmanız<br />

için ben size önceden<br />

haber veriyorum.” Gerçekten de<br />

ertesi gün Yüksek Kurul kararını<br />

Venizelos’a resmen bildirdi.” 15<br />

Üçüncüsü: İzmir’in işgalinde<br />

Zaharoff’un oynadığı<br />

rolün mühim bir şahidi de<br />

TeodorPetrakopulos’tur. Petra-kopulos,<br />

1919 İlkbaharında<br />

Yunan delegasyonuyla<br />

birlikte Mercédés Otelinde kalıyordu.<br />

Onun tanıklık ettiği müşahedeler<br />

şöyledir: “Bir öğle sonu<br />

ZaharoffMercédés Oteline geldi.<br />

Pek heyecanlıydı. Derhal görüşmek<br />

istediği Venizelos’a, gözlerinden<br />

yaşlar akarak, İzmir’in<br />

Yunanistan’a bırakılacağı haberini<br />

verdi. Venizelos, onu kolları<br />

arasına alıp yanaklarından öperken,<br />

Zaharoff da şunları anlatıyordu:<br />

“Bugün öğle yemeğinde<br />

Clemenceau bendeydi. Bütün taleplerimizi<br />

desteklemesini, zira<br />

bunların haklı talepler olduğunu<br />

belirterek rica ettim; o da bana<br />

vaat etti. Ayrılırken, yazıhanemin<br />

kapısında durdurdum ve elini tutarak,<br />

İzmir’in Yunanistan’a verilmesini<br />

yalvararak tekrar rica<br />

ettim. Clemenceau, vatanseverliğimi<br />

tebrik için elimi sıktı ve isteğimin<br />

gerçekleşeceğinden emin<br />

olabileceğimi söyledi. Bu sözleri<br />

işitince bayılmış ve bir koltuğa<br />

yığılmışım. Ben kendime gelince-<br />

ye kadar yanımda bekleyen Clemenceau,<br />

gözlerimi açınca bana;<br />

İzmir’in Yunanistan’a verileceğini<br />

bir kere daha söyledi.” 16<br />

Bahsi geçen görüş, Zaharoff’un<br />

biyografisini kaleme alan Alman<br />

gazetecilerden Richard Lewinsohn<br />

ve Robert Neumann gibi yazarların<br />

eserlerinde yer verdiği ve<br />

bizim de burada zikrini ettiğimiz<br />

bilgi ve deliller çerçevesinde bir<br />

iddia olmaktan çıkmış, kuvvetli<br />

bir hüküm haline gelmiştir. 17<br />

Dipnot<br />

1 Arnold J. Toynbee, Türkiye, Türkçesi: Kasım Yargıcı,<br />

İstanbul, 1971, s.90; Salahi R. Sonyel, Türk<br />

Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I , Ankara, 1987,<br />

s.36; Murat Hatipoğlu, Türk Yunan İlişkilerinin 101.<br />

Yılı (1821-1922), Ankara, 1988, s.81; AubreyHerbert,<br />

Ben Kendim, Osmanlı Ülkesine Son Seyahatler,<br />

Çev: Yılmaz Tezkan, Ankara, 1999, s.233; Pars<br />

Tuğlacı, Çağdaş Türkiye, C.1, İstanbul, 1987, s.429.<br />

2 Richard Lewinsohn, Esrarengiz Avrupalı Zaharoff,<br />

Çev: Cem Muhtarlı, İstanbul, 1991, s.93-95; Pierre<br />

Fontaine, Petrolün Sırları, Çev: Erdoğan Alkan,<br />

İstanbul, 1963, s.23-24; AlainDecaux, “Basil Zaharoff”,<br />

Magazine Historia,July 1977; http://<strong>www</strong>.<br />

encyclopedia.thefreedictionary.com; http://<strong>www</strong>.<br />

fact-index.com/b/ba/basil_zaharoff.html.<br />

3 Lewinsohn, age, s.93-94.<br />

4 Decaux, “Basil Zaharoff”, Magazine Historia,July<br />

1977; http://<strong>www</strong>.encyclopedia.thefreedictionary.<br />

com; http://<strong>www</strong>.fact-index.com/b/ba/basil_zaharoff.html.<br />

5 Dimitri Kitsikis, Yunan Propagandası, Çev: Hakkı<br />

Devrim, İstanbul, 1974, s.292.<br />

6 Fontaine, age, s.23-24.<br />

7 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları,<br />

C.2, İstanbul, 1988, s.601, Dipnot: 514.<br />

8 Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan<br />

İzmir’e, Ankara, 1989, s.<strong>11</strong>6, 305; FO, 424/254,<br />

s.16, No: 18.<br />

9 İzzet Öztoprak, Türk ve Batı Kamuoyunda Milli<br />

Mücadele, Ankara, 1989, s.21; LaurenceEvans,<br />

Türkiye’nin Paylaşılması, Çev: T. Alanay, İstanbul,<br />

1972, s.127.<br />

10 Zeki Sarıhan, Türk Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.1,<br />

Ankara, 1988, s.210; Zeki Arıkan, Mütareke ve<br />

İşgal Dönemi İzmir Basını, Ankara, 1989, s.70-83;<br />

Sonyel, age, s.33, 51-61; Evans, age, s.162-187.<br />

<strong>11</strong> Kitsikis, age, s.290.<br />

12 Le Populaire, 18 Mayıs 1919, s.1; Aptülahat Akşin,<br />

Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, İstanbul,<br />

1964, s.107; Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş<br />

Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara,<br />

1988, s.78; Ömer Kürkçüoğlu, Türk- İngiliz İlişkileri<br />

(1919-1926), Anara, 1978, s.73, dipnot 1.<br />

13 Kitsikis, age, s.287, 290-291, Dipnot: 2.<br />

14 Age, s.290; Sarıhan, age, s.240.<br />

15 Kitsikis, age, s.291.<br />

16 Age, s.292.<br />

17 Zaharoff hakkında ayrıntı bilgi için bkz. İsmail Çolak,<br />

Yunan İşgalinin Patronu Zaharoff, 2.Baskı, İstanbul,<br />

2005.<br />

61


Psikoloji<br />

M. Doğan KARACOŞKUN*<br />

62<br />

ISFAHANİ’YE GÖRE<br />

ÖĞRETMEN<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

VE ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ


Isfahanî, İslâm düşünce tarihinin<br />

önemli isimleri arasında yer alır.<br />

Onun, çalışmalarında insana ve insanın<br />

çeşitli yaşantılarına ilişkin oldukça zengin<br />

çözümleme ve tespitlere yer verdiği görülmektedir.<br />

İşte bu anlamda “Erdem ve Mutluluk” ismiyle<br />

dilimize çevrilen eserinde, pek çok insanla ilgili<br />

konuların yanı sıra, öğretmenöğrenci<br />

ilişkilerinin nasıl olması<br />

gerektiğine de yer vermiştir.<br />

İşte bu yazımızda, önemli gördüğümüz<br />

ve günümüz eğitim<br />

süreçlerine de katkı sağlayacağına<br />

inandığımız bu görüşlerine<br />

yer verilecek ve yeri geldikçe<br />

bunlarla ilgili değerlendirmeler<br />

de bulunulacaktır.<br />

Isfahanî bilgiyi Allah yolundaki<br />

duraklarda yenilecek azıklara<br />

benzeterek, ilim talep eden kimsenin yani<br />

öğrencinin bu azıkları dengeli ve sezici olarak almasını<br />

öğütler. Ona göre, Allah yolunda kullanmak<br />

üzere ilim edinen kimse, azığını mola verdiği<br />

her noktada ihtiyaç duyabileceği kadar temin etmelidir.<br />

Bu anlamda bir kimse, ne ömrünü belli<br />

bir ilmin peşine düşerek, bütün enerjisini o ilim<br />

yolunda harcamalı; ne de herhangi bir alanda belki<br />

bir birikme ulaşmadan başka bir alana geçmemelidir.<br />

Isfahanî’ye göre sürekli farklı bilgilerle<br />

muhatap olmak, insanın anlayış gücüne zarar vereceğinden,<br />

kişi öncelikle bir alanda okuyup öğrendiklerini<br />

ilim ve amel yönünden iyice özümsemeye<br />

dikkat etmelidir. Nitekim o, her öğrenilen<br />

ilmin bir sonrakine ulaşma basamağı olarak görülmesi<br />

gerektiği kanaatindedir.<br />

Isfahanî’ye göre, bilgi davranışa dönüşmedikse,<br />

üzerinde bina bulunmayan temeli andırır. Bu<br />

çerçevede Isfahanî amele katkı sağlayamayan ilmin,<br />

ancak günahlara katkı taşıyacağı kanaatini<br />

taşır. Ona göre öğrenci, doğru bir ilim metodu<br />

benimsedikten sonra, gerekli ilimleri öğrenebilmek<br />

için, öncelikle kişiliğini kötü ahlakî davranış-<br />

“Isfahanî, öğretmen yahut hocayı öğrencisiyle kıymetli bulur.<br />

Yani öğrencisi olmayan öğretmen ona göre çok verimli ve<br />

üretken olamaz. Öğrencisi olmayan bir öğretmen, çocuğu<br />

olmayan bir kimse gibi olup, Isfahanı`ye göre ölümüyle geriye<br />

ondan başka hiçbir şey kalmaz.”<br />

lardan arındırmalıdır. Bunun yanında dünyanın<br />

meşguliyetlerini de azaltmalıdır. Aksi halde ilim<br />

öğrenmeye ve bu anlamda kendini geliştirmeye<br />

yeterince zaman ayırması zor olacaktır. Zihin dağınık<br />

olacak ve kavrayışta sorunlar cereyan edebilecektir.<br />

Ona göre öğrencide olması gereken en önemli<br />

kişilik ve karakter özelliklerinden biri de, öğrenmek<br />

istediği ilme ve hocasına karşı kibirli olmaması,<br />

tabiri caizse haddini ve yerini bilmesidir.<br />

Özellikle öğrencinin öğretmeni/hocası karşısında<br />

“Yağmur bol yağdığında onu güzelce emerek kabul<br />

eden gevşek toprak bir gibi olmadıkça” ondan<br />

yararlanıp ilimde mesafe alamaz. Isfahanî öğrencinin<br />

hocasıyla ilişkisini hasta doktor ilişkisini<br />

63


de benzetir. Ona göre “Hasta, hastalığına teşhis<br />

koyan dürüst bir doktora tamamen teslim olmalı,<br />

ilaç ve diyetini ondan öğrenmelidir. Yiyecekler<br />

arasında sadece kendisine yarayanları yemeli ve<br />

tedavisinde yardımcı olacak şeylerden başkasını<br />

ağzına koymamalıdır.”<br />

Isfahanî’nın öğretmenlere önerileri de oldukça<br />

önemli ve değerli bilgiler içermektedir. Öğretmen,<br />

Isfahanî’ye göre mutlaka Hz. Peygamber (s.a.v.)’e<br />

uymalıdır. Bu anlamda o Hz. Muhammed (s.a.v.)’i<br />

iyi bir öğretmen modeli olarak görmektedir. Nitekim<br />

öğretmenlerle Hz. Peygamber (s.a.v.) arasındaki<br />

ilişkiyi, oldukça yakın bir düzlemde sunan<br />

Isfahanî’ye göre, insanlara doğruyu ve hakikati<br />

öğretme noktasında öğretmenler Peygamberimizin<br />

halifesidirler. Nasıl ki günümüzde din hizmetleri<br />

alanında görev yapan mihrap ve minber<br />

hizmetlerini yürüten insanlar, Peygamberimizin<br />

görevini onun yöntemi ve örnekliği işle yürütmek<br />

durumunda iseler, ona göre öğretmenler de aynı<br />

şekilde eğitici olarak onun insanlara öğretirken<br />

64<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

takip ettiği insanî ilkeleri dikkate almalıdırlar. O<br />

halde aynen Peygamberimiz gibi, öğrencilerine<br />

karşı şefkatli ve merhametli olmalıdırlar. Öğretmenler,<br />

aynen Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaptığı<br />

gibi, öğrencilerini kendi çocukları yerine koymalı,<br />

onlara istedikleri hükmedebilecekleri, onları hırpalayabilecekleri<br />

düşüncesine asla düşmemelidirler.<br />

Öğrenciler, aynen kendi çocukları gibi, öğretmenlere<br />

Allah’ın birer ema<strong>net</strong>i olup, gereğince ve<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekliği<br />

dikkate alınarak muamele edilmelidir.<br />

Ona göre iyi bir öğretmen, anne-babadan<br />

daha üstün bir konumda<br />

olup, yerine göre sorumluluğu da<br />

oldukça fazladır.<br />

Isfahanî, öğretmen yahut hocayı<br />

öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani öğrencisi<br />

olmayan öğretmen ona göre<br />

çok verimli ve üretken olamaz. Öğrencisi<br />

olmayan bir öğretmen, çocuğu<br />

olmayan bir kimse gibi olup,<br />

Isfahan’îye göre ölümüyle geriye ondan<br />

başka hiçbir şey kalmaz. O nedenle<br />

ilim sahipleri mutlaka öğrenci<br />

yetiştirmelidirler. Yetiştirirken, sadece<br />

bilgi aktarmakla kalmayıp, onların<br />

erdemli davranışları yapmaları<br />

için de kafa yormalı, emek etmelidirler.<br />

Bunu yaparken öğrencilerin<br />

rencide olmaları ve aşağılanmalarına<br />

fırsat vermemelidirler.<br />

Isfahanî’nin öğretmen-öğrenci<br />

ilişkilerinde çok önemsediği konulardan biri de,<br />

öğretmen yahut hocaların, öğrencilerinden maddi<br />

beklenti içinde olmamalarıdır. Çünkü bu tür beklenti<br />

ve kaygıların da, samimi ve Allah rızasını gözeten<br />

bir öğretmeyi engelleyeceği ve öğrencilerin<br />

kalbine, ruhuna değil, sadece zihin dağarcıklarına<br />

hitap edeceği unutulmamalıdır.<br />

Sonuç olarak, asırlar öncesinden hocalar ile talebeleri<br />

ve yahut günümüz terimleri ile öğretmen<br />

öğrenci ilişkileri konusunda günümüze de ışık tutan<br />

Isfahanî’nın bu yaklaşımları, kanaatimizce oldukça<br />

kayda değer gözükmektedir.


GÖKTEKİ YILDIZLAR<br />

Allah’ın sevgili, güzel kulları,<br />

Ta galu belâda iman ettiler.<br />

Cen<strong>net</strong>’e, Cemal’e varır yolları,<br />

Bir dert ki dertlere derman ettiler..<br />

Atlarını dört bir yana sürdüler,<br />

Kıtaları kesip, biçip, dürdüler,<br />

Zaman-mekan ötesinde hürdüler,<br />

Davayı dünyaya ferman ettiler..<br />

Sancağının gölgesine kondular,<br />

Öyle bir sohbet ki yanıp, yundular,<br />

İnsanlığa ab-ı hayat sundular,<br />

Şu kızgın çölleri umman ettiler...<br />

Hayıflansın bencileyin Kıtmirler,<br />

Bala döndü kalblerdeki zehirler,<br />

Hakikate adanmıştı ömürler,<br />

Aşkın yellerinde harman ettiler..<br />

Batılın bendini yıkan seldiler,<br />

Hak namına kılıç çeken eldiler,<br />

Sadakatte akılları çeldiler,<br />

Melekleri bile hayran ettiler..<br />

Gökteki yıldızlar gibi azdılar,<br />

Hepsi sır sahibi, safi nazdılar,<br />

Şehadetin destanını yazdılar,<br />

Canlarını Hak’ka kurban ettiler...<br />

Servet YÜKSEL<br />

65


Kültür<br />

Mustafa ÖZÇELİK<br />

TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE<br />

FİRDEVSÎ<br />

66<br />

Kasım <strong>2012</strong>


Hafız, Ömer Hayyam, Sadi, Feridüdin<br />

Attar, Molla Cami gibi<br />

büyük şairler İran edebiyatını<br />

dünya edebiyatına taşıyan önemli isimlerdir.<br />

Türk edebiyatını da yakından etkileyen bu şairler<br />

zümresine ilave edebileceğimiz bir isim İran<br />

millî şairi olarak kabul edilen<br />

Firdevsî’dir. Tabii<br />

Firdevsî denilince akla<br />

hemen 60 bin beyitten<br />

oluşan ünlü eseri Şehname<br />

gelecektir. Dolayısıyla<br />

onunla ilgili söyleyeceklerimiz<br />

daha çok bu eser etrafında<br />

olacaktır. Fakat<br />

Şehname’ye geçmeden<br />

önce Firdevsî’nin hayat<br />

hikâyesine kısaca da olsa<br />

bakmak gerekecektir.<br />

Hayatı<br />

Firdevsî, İran toplumunda<br />

taşıdığı büyük<br />

önemden dolayı hayatı efsaneleştirilmiş<br />

bir isimdir. Dolayısıyla hayatına<br />

ilişkin bilgilerde gerçekle efsane iç içe geçmiş durumdadır.<br />

Hakkında yazılan eserlerden hareketle<br />

onun hayat hikâyesi şöyle özetlenebilir:<br />

Firdevsî’nin adı çeşitli kaynaklarda birbirinden<br />

farklı olarak “Hasan”, “Ahmed” ve “Mansûr” olarak<br />

geçmektedir. Künyesi; “Ebu’l-Kâsım”, lakabı;<br />

“Fahruddîn” olan şairin mahlası ise “Firdevsî”dir.<br />

Künyesinden ve lakabından çok bu mahlasıyla tanınmaktadır.<br />

Firdevsî, 940 yılında Tûs şehrine<br />

bağlı Taberân Kasabasının Bac Köyünde doğdu.<br />

Millî ve tarihî duyguların yoğun olarak yaşandığı<br />

bir sosyal ve kültürel çevre içinde büyüdü. Çağına<br />

göre iyi bir eğitim aldı. Farsça ve Arapça’yı çok iyi<br />

şekilde öğrendi. Bilhassa İran tarihi ve bu konudaki<br />

rivayetler üzerinde kendini yetiştirdi. Ünlü<br />

eseri Şehname’yi yazdı ve 1020’de doğduğu şehir<br />

Tus’ta vefat etti.<br />

Edebî Hayatı<br />

Firdevsî, yazı hayatına gazel ve kasideler yazarak<br />

başladı. Daha sonra yaşadığı çevrenin de etki-<br />

67


sinde kalarak eski İran<br />

tarihi hakkında bilgi<br />

edinmek üzere Pehlevice<br />

yazılmış eserlere<br />

ilgi duydu. Devletşâh-i<br />

Semerkandî,<br />

Tezkiretü’ş-şuarâ adlı<br />

eserinde Firdevsî ve şiirinden<br />

söz ederken:<br />

“Hemen herkes, onun<br />

İslâm sonrası dönemde<br />

İran’ın en büyük şairi<br />

olduğu konusunda görüş<br />

birliğindedir.” der.<br />

Bu tespit, başka değerlendirmecilertarafından<br />

da yapılmış ve<br />

Fars edebiyatının büyük<br />

kaside ustalarından<br />

Enverî, Hakânî ve<br />

Sadi ile aynı kategoride<br />

anılmış ve Sultan Mahmud<br />

döneminin en yetenekli<br />

şairi olarak kabul<br />

edilmiştir.<br />

68<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Eseri<br />

Firdevsî demek Şehname demektir. O, bu esere<br />

hayatını vermiş, sonunda ortaya böyle büyük<br />

bir eser çıkmıştır. Eserin özelliklerine gelince;<br />

Şehname, eski İran efsaneleri üzerine kurulu<br />

manzum bir destanıdır. İran edebiyatının en büyük<br />

eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000<br />

beyitten oluşur.<br />

Bu eserde tarih öncesi zamanlardan başlayıp<br />

Sasani İmparatorluğu sonuna kadar tüm eski İran<br />

tarihi ve kralları incelenmiştir. Bunlar arasında<br />

Keyûmers, Hoşeng, Tahmûrâs, Cemşid, Bahman,<br />

Dârâ, İskender, Bahrâm, Rüstem gibi kralların<br />

isimlerini sayabiliriz.<br />

Bu eserin nasıl yazıldığına dair şöyle bir rivayet<br />

anlatılmaktadır: Gazneli Mahmut, eserini rahat<br />

ve uygun şartlarda yazabilmesi için sarayında<br />

Firdevsî’ye tarihî, efsanevî birçok resimlerle;<br />

av ve savaş silahlarıyla<br />

süslenmiş mükemmel<br />

bir mekân tahsis<br />

etmiştir. Firdevsî<br />

bunlardan ilham alarak<br />

özellikle ıssız yerlerde,<br />

kırlarda gezerek;<br />

serviler altında<br />

yani tabiat ortamında<br />

bu destanı kaleme almıştır.<br />

Şehname, bir destandır<br />

ama onda masalımsı<br />

bir hava da<br />

sezilir. Yine mitolojik<br />

unsurlara da sık<br />

sık rastlanır. Eser<br />

bu yönüyle Türklerin<br />

Oğuz Kağan, Türeyiş<br />

ve Göç Destanlarına,<br />

Sümerlere ait Gılgamış,<br />

Ruslara ait İgor,<br />

Britanyalılara ait Kral<br />

Arthur, Finlilere ait Kalevala, Hintlilere ait Ramayana,<br />

Antik Yunanlılara ait İliada ve Odysseia<br />

destanlarına benzer bir yapıdadır. Firdevsî, bu<br />

eserini hazırlarken şüphesiz bir tarihçi kimliği ve<br />

bilgisiyle hareket etmiştir. Esere edebî değer kazandıran<br />

yönü ise şairin tarihsel bilgileri güçlü şiir<br />

yeteneği ile işlemiş olmasıdır.<br />

Bu eserin bir özelliği de resimli oluşudur.<br />

Şehname’nin bu nüshaları İlhanlılar döneminde<br />

1256-1353 tarihleri arasında yazılmış ve böylece<br />

farklı bir edebî eser oluşturulmuştur. Şehname’nin<br />

yazılışı otuz sene sürmüştür. Firdevsî bu eserini<br />

1010 senesinde Gazneli Mahmûd Hana takdim<br />

etmiştir. Eserini 70 yaşında tamamladığı söylenmektedir.<br />

Etkileri<br />

Şehnâme, 10. yüzyılın sonunda kaleme alınmıştır.<br />

Tamamlandıktan hemen sonra büyük<br />

bir ilgiyle karşılanmış ve Doğu edebiyatlarında<br />

Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Türk


edebiyatında da etkili<br />

olan eserin sadece şairler<br />

tarafından değil<br />

halk tarafından da ilgiyle<br />

okunduğu bilinmektedir.<br />

Mesela, Evliya<br />

Çelebi’de, Şehname’nin<br />

Bursa içindeki kahvelerde<br />

meddahlar tarafından<br />

ezberden okunduğunu<br />

anlatır.<br />

Şehname, özellikle<br />

Divan şairlerini çok<br />

etkilemiştir. Bu etkinin<br />

en belirgin yönü<br />

Şehname’nin Türkçeye<br />

hem manzum veya mensur<br />

olarak çevrilmesidir.<br />

Fakat daha da önemlisi<br />

Şehname’de geçen mitolojik<br />

ve tarihî unsurlar,<br />

hemen her şair tarafından<br />

kullanılan semboller haline gelmiştir.<br />

Şehname’nin bir başka önemi ise, tarihte yaşandığı<br />

kabul edilen İran-Turan savaşlarına ışık<br />

tutan bir eser olmasıdır. Bu arada Şehname’nin<br />

Türkçeye ne zaman çevrildiğini de söyleyelim. İlk<br />

çeviri, kim olduğu bilinmeyen bir yazar tarafından<br />

1450-51 yılları arasında, Sultan II. Murad döneminde<br />

yapılmıştır. Aynı şekilde Hüseyin bin Hasan<br />

Şerif de Şehname’yi Türkçeye çevirmiş olup<br />

başka bir çevirisi de 17. yüzyılın ilk yarısında Derviş<br />

Hasan tarafından Sultan II. Osman için yapılmıştır.<br />

Bu durum, Osmanlı padişahlarının da bu<br />

esere ne kadar önem verdiklerini göstermektedir.<br />

Şehname, günümüz Türkçesine ise Necati Lugal<br />

tarafından aktarılmıştır.<br />

Sonuç Yerine<br />

Firdevsî, İran edebiyatında tarihî şiirleştiren<br />

bir şair olarak bu toplumda millî kimlik algısının<br />

oluşmasında ve güçlenmesinde çok etkili olmuştur.<br />

Şu şiiri onun nasıl bir millî hassasiyet içinde<br />

olduğunu gösteren güzel bir örnektir.<br />

Olmayacaksa<br />

İran olmasın benim<br />

için ten,<br />

Kalmasın bu topraklarda<br />

bir canlı<br />

ten.<br />

Vatanımız ve çocuklarımız<br />

uğruna,<br />

Namusumuz, küçük<br />

çocuklarımız ve<br />

yakınlarımız uğruna,<br />

Vatanımızı düşmana<br />

teslim etmekten,<br />

Daha iyidir hep<br />

birlikte gitmemiz<br />

ölüme.<br />

Şehname manzum<br />

bir destan olarak<br />

daha çok olayları<br />

ve kahramanları anlatır<br />

ama eserin tek özelliği bu değildir. Şair, konuları<br />

mitolojik ve tarihî akışlarında aktarırken<br />

uygun yerlerde anlatımlarıyla son derece uyumlu<br />

olarak öğütler, öğüt verici pasajlar, özlü sözleri de<br />

yerleştirmiştir. Bunlara da birkaç örnek verelim:<br />

İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.<br />

Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.<br />

Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre,<br />

İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.<br />

İyi olsun, kötü olsun, bütün insanlar fânî olduğuna<br />

göre,<br />

En iyisi, iyiliğin yadigâr kalmasıdır.<br />

Mademki bizden geriye kalanlar iyilik ve kötülüklerimizdir,<br />

O halde elinden geldiğince kötülük tohumu ekmemeye<br />

bak.<br />

İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?<br />

Kötülük yaparsam, kendime yapmış olurum.<br />

İyilik yaparsan, iyilik;<br />

Kötülük yaparsan, kötülük görürsün.<br />

69


Kitap<br />

Muharrem AKIN<br />

70<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

ŞAKADAN ANLAMAYAN<br />

BİLİNÇALTI<br />

Eğitimci yazar M. Emin Karabacak’ın<br />

Bayramlık İstemeyen Çocuklar (Çocukların<br />

Okul Başarısını Artırmada<br />

Anne Babalara Düşen Görevler) kitabından sonra<br />

ikinci kitabı Bilinçaltı Aptaldır Şakadan Anlamaz<br />

kitabı da okurlarla buluştu.<br />

Birinci kitabı çocuk eğitimi<br />

alanında yazılmış bir eser iken;<br />

ikinci kitabı ise kişisel gelişim<br />

ağırlıklı bir kitaptır. Yazar birinci<br />

kitabında olduğu gibi ikinci kitabında<br />

da ele aldığı psikolojik konuları<br />

ayet ve hadislerle desteklemiştir.<br />

Çağımızın hastalığı<br />

olarak tarif edilen psikolojik<br />

hastalıklarının birçoğunda dini<br />

yaşayamamanın verdiği sıkıntılar<br />

yatmakta olduğunu ve buna bağlı<br />

olarak da insanların egosantrik<br />

duygularının ön plana çıktığını<br />

dile getiren yazar; bu kitabında çözüm yollarını<br />

da birlikte sunmuş.<br />

İki bölümden oluşan kitapta birinci bölüm kişisel<br />

gelişim adı altında kişisel gelişim ayet-hadisler ve<br />

İslam tarihinden örneklerle desteklemiştir. Hz<br />

Peygamber (s.a.v.) hayatında öğrenilmiş çaresizlik<br />

var mıydı en dikkat çekici örneklerinden biri.<br />

Bunun yanında Müslümanın kişisel gelişimi için<br />

bilinçaltının da olumlu olması gerektiğini savunan<br />

yazar, bunu da bir başlık altında ele almıştır.<br />

Bugünkü sıkıntılarımızın birçoğunu kullukta ve<br />

yaşamda anı yaşayamamadan kaynaklandığını<br />

ifade etmektedir. Genel olarak<br />

bu bölümde yazar; kişinin bakış<br />

açısı bilinçaltını, bilinçaltı da<br />

davranışlarını olumlu ya da<br />

olumsuz olarak etkilediğini ele<br />

almış.<br />

Yazar ikinci bölümde daha<br />

çok günlük hayattaki psikolojik<br />

rahatsızlıkların nedenleri ve<br />

çözüm yollarını ele almış. Yazar<br />

yine bu bölümde de psikolojik<br />

rahatsızlıkların temelinde kültürel<br />

ve dini değerlere göre yaşanmamasından<br />

kaynaklandığını<br />

ele alarak psikolojik rahatsızlıkları<br />

ayet be hadislerle anlatarak çözüm yollarını da<br />

sunmuştur. Psikolojik kişiliğimizi tanımada gülme<br />

ve ağlamanın psikolojik dili, ağlamanın ve duanın<br />

psikolojik faydaları yanında baş ağrısından<br />

titizliğe, fazla kilolardan vücut şekil bozukluğuna,<br />

nomofobiden tokofobi gibi konuları güncellediği-


ne de dikkat ederek psikolojik ve dini olarak<br />

ele almıştır.<br />

***<br />

“Bilinçaltı aptaldır. Ne söylerseniz, ne<br />

düşünürseniz onu doğru kabul eder. Şakadan<br />

hiç anlamaz. Analiz bilincin görevidir.”<br />

der Joseph Murphy.<br />

Freud bilinci, kişinin kendisinden ve<br />

çevresinden haberdar olma hali olarak<br />

tarif ederken; bilinçaltını da kişinin zihninde<br />

bulunan fakat farkında olmadığı<br />

dürtüler, yaşantılar ve tutumlar olarak<br />

tarif etmektedir.<br />

Bilinçaltı çöp tenekesine benzer. Çöp<br />

tenekesine ne atarsan at, hepsini kabul<br />

eder. İster çeyizini, ister bileziğini, ister<br />

paranı, ister kitabını, ister çocuk bezini,<br />

ister yemek artığını, ister çocuğunu, istersen<br />

de kendini at hepsini kabul eder.<br />

Onun için değerli ya da değersiz önemli<br />

değildir. Onun görevi atılanları biriktirmektir.<br />

Ne zamana kadar? İşimize yarayana<br />

ya da onu boşaltıncaya kadar!<br />

“Bilinçaltı aptaldır, şakadan anlamaz,<br />

her şeyi doğru olarak kabul eder.” gerçeğini<br />

göz önünde bulundurarak duygu ve<br />

düşüncelerimizi ona göre değerlendirmeliyiz.<br />

Bunun için ileride karşımıza çıkabilecek<br />

olumsuz düşünceleri veya istenmedik<br />

davranışları, geri plandaki bilinçaltı<br />

mesajlarına dikkat etmek gerekir. Bu yüzden<br />

olumsuz düşünceleri olumlu düşüncelerle<br />

değiştirmeliyiz.<br />

Bilinçaltının aptallığına karşı, bizim<br />

kendimizle barışık olmamız gerekir. Önce<br />

duygu ve düşünce boyutunun olumlu olması<br />

gerekir. İnsanlara karşı bakış açımızın<br />

yanı sıra onlara söz, tavır ve davranışlarımızla<br />

olumlu bakmamız gerekir. Yoksa<br />

“Ben böyle bir hata yapmazdım, nasıl oldu<br />

da böyle bir hata yaptım, anlamadım” gibi<br />

bilinçaltı oyunlarına gelebiliriz.<br />

KİTAPLIK<br />

Dört Halife<br />

Muhammed Mutevelli Şaravi<br />

Özgü Yayınevi<br />

Tel: 02125<strong>11</strong>3826<br />

Hak Kapısının Sırlı<br />

Anahtarı Dua<br />

Dr. Halil & Abdullah Kara<br />

Işık Yayınları<br />

Tel: 0216 522 <strong>11</strong> 44<br />

Kadınlara da Farzdır<br />

Şakir Gözütok<br />

Nesil Yayınları<br />

Tel: 0212 551 32 25<br />

Amerika’da Bir Türk<br />

Tosun Bekir Bayraktaroğlu<br />

Sufi Kitap<br />

Tel: 0212 5<strong>11</strong> 24 24<br />

Aşk Güzergâhının<br />

Gizemi<br />

Selçuk Alkan<br />

Kent Kitap Yayınları<br />

Tel: 0312 433 08 14<br />

71


Kitap<br />

Vedat Ali TOK<br />

GİDEN<br />

GELMİYOR<br />

72<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Bekir SARI


Bir giden bir dahi gelmez ne acep hikmetdir<br />

Âlem-i râhata benzer gibi iklîm-i adem<br />

Koca Râgıp Paşa<br />

“Ne garip hikmettir ki bir giden bir daha gelmiyor.<br />

Adem diyarı (yokluk ülkesi/ ölümden sonrası)<br />

galiba rahatlık âlemi (huzur ülkesi) gibi…”<br />

Ölüm… Hayatın, diriliğin, canlılığın tezadı…<br />

Her canlının tadacağı bir hikmet…<br />

Ölüm, insanın bakış açısına göre şekillenen,<br />

biçim alan; ama mutlak bir gerçek…<br />

Ölüm, kimine göre ebedî bir yok oluştur. Dünyadan<br />

kopuş, sonu belli olmayan bir gidiş. Sevdiklerimize,<br />

sevmediklerimize; acılarımıza, sevinçlerimize<br />

son veda... Bir daha görülemeyecek,<br />

tadılamayacak lezzetlerden, bir daha kavuşulamayacak<br />

güzelliklerden ebedî bir ayrılık… Günaydını<br />

olmayacak bir uyku… Adı üstünde ölüm… Meçhullerle<br />

dolu bir âlemin başlangıcı bir yolculuk…<br />

Ölüm, kimine göre yeni ve sonsuz bir âlemin<br />

başlangıcıdır. Yalanın sona erip gerçeklerle yüzleşme<br />

vakti. Hakiki hayatın, adaletin; gerçek gülüşün,<br />

ağlayışın, gerçek cen<strong>net</strong>in, cehennemin bulunduğu<br />

dünya.<br />

Ölüm, Mevlânâ’nın dilinde âşığın, sevgilisine<br />

kavuşma anı, Yûnus’un dilince ebedî var olma kapısı.<br />

Âşık Veysel’e göre iki hanın diğer kapısı…<br />

“Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsettiği gibi<br />

bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden sonraki<br />

hayatın rahatlık ve huzur âlemine benzediğini,<br />

yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini biraz da<br />

şaşırarak ifade etmiştir.”<br />

Ve ölüm, âsûde bir bahar ülkesi Yahya<br />

Kemal’ce…<br />

Ölüm üzerine neler düşünülmemiş, düşünce<br />

fırsatını henüz yitirmemişlerce… Ölüm bize ürküntü<br />

vermiyor, lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı<br />

zor diyenler olmuş. Zira vatan âşığına en zor olan,<br />

vatandan ayrı kalmaktır. Sevdiğinden ayrı kalmanın<br />

acısını yani ayrılığı ölümle tartanlar ve ölümü<br />

hafif görenler olmuş. Kimi ölümün gariplere<br />

bir başka türlü geldiğini söylemiş. Gariplerin,<br />

ölüsünün bile üç günden sonra duyulacağını, hatta<br />

soğuk su ile yunacağını tahayyül etmiş. Bazıları<br />

öldükten sonra dikilecek mezar taşının bile garip<br />

olacağını söylemiş. Her yaştaki ölümün erken<br />

olacağı fikri ağırlık kazanmış birçoklarınca. Genç<br />

yaşta ölenlerin acısı hepsinden farklıdır. Göy ekini<br />

biçmek gibi bir hâdisedir, demişler genç ölümüne…<br />

Ve ölümü gence yakıştırmayan şairler olmuş.<br />

Ölüm kelimesi ürpertici olduğu için insanlarımızın<br />

ona değişik isimler ve sıfatlar verdiği olmuş.<br />

Hakk’a kavuşmak, Hakk’ın rahmetine kavuşmak,<br />

Rahmet-i Rahman’a varmak…<br />

Henüz ölmemiş insanlar daha neler düşünmüş<br />

ve neler söylemişler söyleme fırsatları varken…<br />

Kendince çok önemli bir durumu hayat-memat<br />

(ölüm) meselesi sayanlar çıkmış. Sevdiklerini<br />

bir şeye razı etmek için, ölümü gör, diye yemin<br />

vermişler. Kızdıklarını da, ölünün körü (ölünün<br />

gûru/ mezarı), diye azarlamışlar.<br />

73


Ölmeden önce ölmek vardır bir de… Peygamber<br />

Efendimizin (s.a.v.) nasihatlerinden biridir:<br />

“Ölmeden önce ölünüz.” Dünyada iken, hayatta<br />

iken insanın kendini hesaba çekmesi bağlamında<br />

değerlendirilen bu hadis-i şerif mutasavvıfların<br />

hayat düsturu, Divan şairlerinin dilinden düşürmediği<br />

bir söz durumundadır.<br />

Ölüm, insanlar için bir bilmece, ölüm bir muamma;<br />

fakat gerçek bir vakıa ve edebiyatımızın,<br />

özellikle şiirimizin ölümsüz konularından biridir.<br />

Şair muhayyilesi bir başka anlatır ölümü. Onların<br />

dilinde ölüm ciğerleri sızlatır. Ölüm acısını<br />

dile getiren İslâm öncesi Türk edebiyatında sagular,<br />

Dîvân edebiyatında mersiyeler, Halk edebiyatında<br />

ağıtlar başlı başına bir nazım türü olmuş;<br />

bu türde sayısız eserler verilmiştir. Bu şiirlerde<br />

kimi zaman bir devlet büyüğüne, kimi zaman sevgilisinin<br />

ölümüne veya bir yakınına duyduğu acıları<br />

terennüm etmiş şairlerimiz, ozanlarımız…<br />

Dedik ya şair muhayyilesi farklı görür ölümü.<br />

Yahya Kemal, aslında soğuk ve ürpertici olan<br />

ölüm ve mezar kavramlarını insanın gözünde<br />

güzelleştirmek için kelimeleri imbikten süzmüş<br />

âdeta.<br />

Bir mezar tasvirinde şöyle diyordu Yahya Kemal:<br />

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde<br />

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,<br />

Ve siyah serviler altında yatan kabrinde<br />

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.<br />

Daha sonra şair, bu kıtanın üçüncü mısraından<br />

bir türlü memnun olmuyor. Siyah serviler<br />

tamlamasından yıllar sonra rücu edip serin serviler<br />

şekline getirerek mezarlığın havasını değiştiriyor.<br />

Bu durumu edebiyat araştırmacıları şairlerin<br />

kelimeleri seçimindeki hassasiyeti için örnek verseler<br />

de bize göre Yahya Kemal’in yıllar sonra bulduğu<br />

ruh olgunluğunun bir <strong>net</strong>icesidir.<br />

Yahya Kemal, aslında baştan sona ölümü anlattığı<br />

Sessiz Gemi şiirinde ise ölüm sözünü hiç<br />

74<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

kullanmamış, fakat adı geçen şiiri her okuyan insan,<br />

onun ölümü anlattığını anlamıştır. Bu şiir<br />

şöyle bitiyordu:<br />

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden<br />

Birçok seneler geçti dönen yok seferinden<br />

Yahya Kemal gerçekte herkesin malumu olan<br />

bir hadiseye farklı bir sebep bularak rakik bir nükte<br />

yapıyor bu beytinde. Hakikaten insan memnun<br />

olmadığı bir yerde duramaz oradan geri döner.<br />

Edebiyatımızın icaz söz söyleyen üstadlarından<br />

biri olan ve berceste beyitlere imza atan Koca<br />

Râgıp Paşa da Yahya Kemal’den iki asır önce Yahya<br />

Kemal ile benzer düşünceleri dile getirmiştir.<br />

Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsettiği<br />

gibi bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden<br />

sonraki hayatın rahatlık ve huzur âlemine benzediğini,<br />

yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini<br />

biraz da şaşırarak ifade etmiştir.<br />

Dikkat edilirse Koca Râgıp Paşa da gerçekte<br />

ölümü anlattığı beytinde ölüm kelimesini özellikle<br />

kullanmıyor iklîm-i âdem yani, yokluk ülkesi<br />

terkibini kullanıyor. Bu durum hemen her<br />

Divan şairinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Çünkü<br />

inanan insana göre ölüm, ötesi hakkında pek<br />

bilgi sahibi olmasa da, yeni bir başlangıcı ifade<br />

eder. Ve bu başlangıç aslında biraz da rahatlık<br />

âlemidir. Çünkü artık o âlemde dünya kaygısı da<br />

bitiyor, ölüm korkusu da… Diyor ya Yûnus:<br />

Ne gam bu dünyada bir kez ölürsem<br />

Onda ölüm olmaz ölmezem ayruk<br />

Koca Râgıp Paşa, beytinde özellikle hikmet<br />

kavramına yer veriyor; çünkü faniler için<br />

ölüm, bizim künhüne pek de vâkıf olduğumuz<br />

söylenemeyecek kadar hikmetlerle dolu bir<br />

hâdisedir. Hâsılı şair, ölümden sonra tekrar<br />

dünyaya gelinemeyeceğini bildiği hâlde, ölenlerin<br />

bir daha gelmeyeceğini, gidilen yerin rahatlığına<br />

bağlıyor. Böylece Paşa, bu güzel beytinde,<br />

hüsn-i talil (güzel sebep bulma) sanatı<br />

yapmak suretiyle, bir bakıma sanatla manayı<br />

da örtüştürüyor.


EFENDİM<br />

Ben miyim ben<br />

Düşüncem köle pazarında<br />

Haraç mezat satılır<br />

Dün böyle değildim<br />

Aşk üstüneydi kararım<br />

Fikrim inceydi efendim<br />

Ateşler düşmeden<br />

Karanfil bahçelerime<br />

Olmadan belânın türlüsü<br />

Çiçeklerime musallat<br />

Kokular alır<br />

Satardım kokular<br />

Koku da kalmadı<br />

Bahçelerimde doku da<br />

Karanfillerimin katline<br />

Kendim cellât oldum efendim<br />

Tarumarım<br />

Yapraklarım sağa sola saçılır<br />

Eskiden kuşlar toplardı<br />

Şimdi kuşlar bile toplamaz<br />

Uzat ellerini<br />

Topla beni efendim<br />

Umut getir renk cümbüşü al olsun<br />

Karalara bürünmekten hâl oldum<br />

Soldu susuzluktan dimağım<br />

Ben beni unuttum sefâyla doldum<br />

Akıt ırmağını doludizgin taylarca<br />

Kana kana içir bana efendim<br />

Unuttum huzuru<br />

Huzur Kaf dağının ardında<br />

Arasam şah damarımdan yakın<br />

Aramasam fersah fersah yol bana<br />

Dağıldım, çözüldüm, tel tel saçıldım<br />

Yol, yordam öğret efendim<br />

Celâlettin KURT<br />

75


Türk kültür ve medeniyeti incelendiği<br />

zaman, yerleşim yerlerinin tarihlerinde<br />

büyük zatların önemli rolleri olduğu<br />

görülmektedir. Şehirleşmeler ve iskân sahaları hep<br />

bu büyük zatlar etrafında vücut bulmuş, gelişmiştir.<br />

Aynı zamanda bu insanlar bir ekol kurmuşlar; isimleri<br />

ve yaşam tarzları asırlardan beri kulaktan kulağa günümüze<br />

ulaşmıştır.<br />

Bu büyük insanları tanımak, yaşam tarzlarını öğrenerek<br />

örnek almak ve de en önemlisi gelecek nesillere<br />

bozmadan, tahrif etmeden ulaştırmak, onlarında bu<br />

insanları tanımalarına yardımcı olmak hepimizin aslî<br />

görevlerinden biridir. Ancak bunları tanıtırken birazda<br />

ayıklayarak, doğruları bulmak, efsane ve abartılardan<br />

uzak olanını yeni nesle aktarmak çok önemlidir.<br />

Osmanlı Payitahtı Edirne camileri, dinî kompleksleri,<br />

köprüleri, eski pazar yerleri, kervansarayları ve<br />

saraylarıyla adeta bir müze şehirdir. Asıl kimliğini Osmanlıyla<br />

bulan bu ilimiz devamlı kültür olaylarının<br />

yoğun olarak yaşandığı bir kent olmuştur. Gerek Osmanlı<br />

ve gerekse Cumhuriyet döneminde bir eğitim ve<br />

kültür merkezi olan şehir her zaman her alanda büyük<br />

insanlar yetiştirmiştir.<br />

76<br />

Abdüllatif Efendi (Pamuk Kadı)<br />

Büyük bir veli ve İslâm âlimi olan Abdüllatif Efendi<br />

aslında Kastamonu’da doğumludur. İlk tahsilini zamanındaki<br />

âlimlerden tamamladıktan sonra Mevlânâ<br />

Muslihuddîn Yârhisârî ve Anadolu kadıaskeri olan<br />

İmam Şeyh Mahmud’un sohbet ve hizmetlerine gir-<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Örnek Hayat<br />

Yusuf HALICI<br />

EDİRNE<br />

VELÎLERİ<br />

di. Bu meclislerde kısa zamanda yetişip medreselerde<br />

ders verebilecek seviyeye geldi. İlk önce Dimetoka<br />

Medresesinde müderris oldu. Sonra Edirne ve daha<br />

sonra İstanbul medreselerine geçti. Bir ara Manisa’da<br />

da müderrislik yaptıktan sonra Sahn-ı Seman medreselerinden<br />

birinde müderris oldu. Buradan da tekrar<br />

Edirne’ye dönerek Sultan Bayezîd Hân Medresesine<br />

müderris oldu. Bir süre burada görev yaptıktan sonra<br />

kendisine Edirne Kadılığı görevi verildi.<br />

Bu görevi sırasında Pamuk Kadı olarak meşhur<br />

olan Abdüllatif Efendi, haram ve şüphelilerden çok sakınan,<br />

zühd ve takva sâhibi, çok ibadet eden bir zât idi.<br />

Temizlik hususunda çok titiz davranır, temiz giyinirdi.<br />

Gayet yumuşak huylu, hoş tabiatlı ince ruhlu bir<br />

kimse idi. Aldığı tahsiller sebebiyle zamanının zahirî<br />

ve batınî ilimlerinde ihtisas yapmış, söz sahibi olmuştu.<br />

Bunun yanında “ilm-i ledün” denilen, hikmet ve<br />

muhabbet-i ilâhiyeye de sahipti.<br />

Vaktinin hiçbir ânını zayi etmez ya ilimle veya ibadetle<br />

meşgul olurdu. Namaz için mutlaka camiye gider,<br />

hatta bazı zamanlarda da camide itikâf hâlinde<br />

bulunurdu. İnsanların, beğenilen, uygun olan iyi taraflarını<br />

söyler onları hep hayırla yâd ederdi. Boş ve<br />

lüzumsuz sözleri söylemekten nefret eder, böyle yapmanın<br />

çirkinliğini anlatırdı.<br />

Ahirete yarar işleri yapmakta gayet titizlik ve hassasiyet<br />

gösterir, bu hususta hiçbir zaman gevşek davranmazdı.<br />

Daima, dünyaya düşkün olanların ahiretlerini<br />

harap ettiklerini, ahiretini düzeltmeye gayret


edenlere ise Allahu<br />

Teâlâ’nın dünyayı<br />

hizmetçi kılacağını söylerdi.<br />

Dünya ile ahiretin birbirine<br />

zıt olduğunu bilir, birini<br />

memnun etmeye çalışılınca, diğerinin<br />

güceneceğini bildirirdi.<br />

Abdüllatif Efendi 1532 yılı Ramazan-ı şerif<br />

ayında, Kadir gecesi Edirne’de vefat etti ve Kasım<br />

Paşa Camiinin avlusunda defnedildi.<br />

Hasan Sezai Hazretleri<br />

Anadolu’da yetişen İslâm âlimleri ve velilerinin<br />

içinde ayrı bir yeri olan Hasan Sezai Hazretleri<br />

tasavvufta Gülşenî yoluna mensuptur. 1669 yılında<br />

bugünkü adı Korent olan ve Yunanistan sınırları<br />

içinde Gördes’de doğdu.<br />

On sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te<br />

kalan Sezai Hazretleri Venediklilerin bu beldeyi<br />

istilâ etmeleriyle, gemi ile İstanbul’a geldi. Bu yolculuğu<br />

sırasında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden<br />

biri ile tanışıp sohbetinde bulundu.<br />

Bir müddet İstanbul’da kaldı ve daha sonra<br />

Edirne’ye geçti ve burada ilim tahsiline başladı. Bir<br />

taraftan zahiri ilimleri okurken diğer taraftan da<br />

kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, manevî terbiye<br />

verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnasında<br />

tanıştığı zatın tesiri ve gördüğü bir rüyadaki<br />

işaret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh<br />

Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet<br />

hizmetinde bulundu. Bu zatın vefatından sonra yerine<br />

geçen Muhammed La’lî Fenâî Efendiye bağlandı.<br />

Hasan Sezai Hazretleri buradan mezun olduktan<br />

sonra Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Hocası<br />

Muhammed La’lî’nin halifesi Muhammed Hamdi<br />

Efendi vefatı üzerine Sezai Hazretleri onun yerine<br />

geçti.<br />

Hasan Sezai Efendi, gayet kibar, asil ve heybet<br />

sahibi, iyi ahlâklı, çok zeki ve yakışıklı bir zât idi.<br />

Edirne’deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Ta-<br />

lebelerinin sayısının<br />

beş yüz bini bulduğu ve<br />

bunların yiyip içmelerinin<br />

bizzat kendisi tarafından karşılandığı<br />

bilinmektedir. İlme çok<br />

hizmet etti.<br />

Sezai Efendi, ilim ve evliyalığı yanında<br />

çok kuvvetli şiir söyleme kabiliyetine de<br />

sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, “Osmanlıların<br />

Hâfız-ı Şirâzî’si” unvanı verilmiştir. Şiirlerinin<br />

ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.<br />

Hasan Sezai Efendinin, ekserisi tasavvufî mahiyette<br />

olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertip edilen<br />

Dîvân, talebelerine, devlet ve ilim adamlarına<br />

yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelen<br />

Mektûbât ve Niyâzî-i Mısrî’nin bir gazeline yazdığı<br />

bir şerhi ihtiva eden üç eseri vardır.<br />

Oğullarına ve talebelerine yahut sevdiklerine<br />

gönderdiği mektuplarında, onların dinin emir ve nehiylerini<br />

yerine getirmekte gayretlerini artırırdı. Oğluna<br />

yazdığı bir mektuptan bir kısmı şöyledir:<br />

“Gözümün nuru evlâdım. Her hâlinle seni<br />

Cenab-ı Hakk’a ema<strong>net</strong> ettim. Kalb gözün açık olsun.<br />

Mahlûklara güzel ahlâk ile muamele edesin.<br />

Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili<br />

tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Daima insanların<br />

ayıbını gizle. Kimsenin ayıbını yüzüne vurma.<br />

Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyarlara<br />

karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün<br />

yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun.<br />

Bunlara riayet edersen ömrün uzun olur, Hak Teâlâ<br />

her yerde seni aziz eder. Daima affedici ol. Daima itikadı<br />

düzgün, salih kimselerle birlikte bulun. Dünya<br />

fânidir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak<br />

şey, Allahu Teâlâ için olan muhabbettir.”<br />

Hayatında görüldüğü gibi vefatından sonra da<br />

fevkalâde hâlleri, kerametleri çok görülen Hasan<br />

Sezai Hazretleri 1738 yılında Edirne’de vefat etti ve<br />

kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi.<br />

77


Eğitim<br />

M. Emin KARABACAK<br />

78<br />

BUNLAR ÇOCUK…<br />

PEKİ BİZ?<br />

Kasım <strong>2012</strong>


Çocuktur bunlar; adları<br />

da kendileri de<br />

çocuktur. Bazen canımızdan<br />

çok severiz, bazen de<br />

gözümüzün göresi gelmez onları.<br />

Bir bakarsınız sımsıcak kucaklarlar,<br />

bir de bakarsınız olmadık<br />

yerde ağlayarak çileden<br />

çıkarırlar bizi.<br />

Adı da kendileri de çocuktur<br />

bunların. Misafirlikte durmazlar,<br />

eve gelen misafiri de çocuğunu<br />

da istemezler. Hiç yüzüne<br />

bakmadığı oyuncakları birden<br />

değerlenir eve başka çocuklar<br />

gelince. Kavga eder, dövüşür onlarla.<br />

Her şeyi güzel güzel paylaşmışlarken<br />

küçücük bir şey<br />

için hemen kavga başlatırlar.<br />

Çocuktur bunlar ne laftan<br />

anlarlar ne de sözden anlarlar.<br />

Sen büyüdün, kocaman adam<br />

oldun, sen ablasın, sen abisin<br />

desen de yine anlamazlar. Hayır!<br />

Benim o, vermem der. Üzerine<br />

gitseniz ya da elinden almaya<br />

kalksanız yine anlamazlar.<br />

Yaptıkları tek şey, sadece bizi çileden<br />

çıkarmaktır.<br />

Dedik ya bunların adı da kendileri<br />

de çocuktur. İnsana bazen<br />

dünyasını zindan eder, bazen<br />

anasından doğduğuna pişman<br />

ederler.<br />

Çocuktur bunlar. Hayatımızı<br />

bize ne kadar zindan da etseler<br />

çok severiz biz onları. Hele<br />

hasta olup ateşli olduğu geceleri<br />

hiçbir anne baba unutmaz ve<br />

unutamaz o geceleri.<br />

Sabaha kadar çocuğumuzun<br />

ateşiyle birlikte yükselir, çocuğumuzun<br />

ateşiyle düşer kaygılarımız.<br />

Dünyayı görmez o anda<br />

gözümüz. Onlar için, her şeyimizi<br />

vermek isteriz. Hatta canımızı<br />

dahi vermek isteriz... Yeter ki<br />

sen iyileş diye.<br />

Pişmanlıklar başlar bizde.<br />

Keşke bağırmasaydım, keşke istediği<br />

oyuncağı alsaydım, keşke<br />

izin verseydim keşke, keşke keşkelerle<br />

ederiz sabahı.<br />

Çabuk unuturuz o ateşli ve<br />

uykusuz geceleri, çocuk için kendi<br />

kendimize verdiğimiz o sözleri.<br />

Hani demiştik ya, içimizden<br />

kendi kendimize. Çocuğumuz<br />

iyileşirse onunla ilgileneceğim,<br />

onula oynayacağım, ona kızmayacağım,<br />

sevgimi göstereceğim,<br />

diye. Çabuk unuttuk o sözleri.<br />

Nasılsa çocuğum iyileşti.<br />

Hani hatırlarsanız hastalıkta,<br />

borçta, dertte, darda kaldığımız<br />

zaman hemen açarız ellerimizi:<br />

“Ya Rabbi!...”<br />

Sonra ne olur, elimiz rahata<br />

kavuştu mu, sıkıntı bitti mi yine<br />

aynı şeyleri tekrarlarız. Çocuk<br />

yine çocukluğunu yapar ama<br />

bizse yetişkinliğimizi yapamayız.<br />

Unuturuz onların gözlerine<br />

bakınca sıkıntılarımızı, unuturuz<br />

onun gülüşlerinde dertlerimizi.<br />

Mutluluğu onun anne<br />

baba deyişinde buluruz. Sevgiyi<br />

onun sıcak kucaklayışında hissederiz.<br />

Hayatın tadını onun tatlı<br />

dilinde tadarız.<br />

Onunla bakar gözlerimiz,<br />

onunla yürür ayaklarımız, onunla<br />

güler yüzümüz, onunla ağlarız<br />

hayatta. Onlar bizim ciğer paremizdir.<br />

Onlarsız hayat boştur,<br />

yaşamaya değmez. Elimiz, ayağımız<br />

hatta kolumuz, kanadımızdır<br />

onlar bizim.<br />

Bazen yaramazlık yaparlar.<br />

Ah, o yaramazlıkları da olmasa!<br />

İşte o zaman da çocuk olmazdı<br />

onlar. Tabii ki bu kadar da tatlı<br />

olamazlardı. Bilirsiniz tatlının<br />

değeri acıyla anlaşılır. Farkları<br />

olmazdı o zaman oyuncak bebeklerden.<br />

Ne kadar uzundur dokuz aylık<br />

bir zaman hatırlarsanız. Sanki<br />

hacı bekler gibi bekledik onun<br />

doğumunu. Geçmek bilmezdi son<br />

günler, teskere günleri gibi. Sonra<br />

geldi o gün; doğuşuyla sevinç<br />

çığlıkları atmak istedik. Herkese<br />

haykırmak ve duyurmak istedik<br />

bir çocuğumuz olduğunu.<br />

Şükrediyorduk Yaratan’a. Ağlıyorduk<br />

bebeğimizle birlikte, biz<br />

sevinçten o ise dünyaya geldiğine.<br />

79


Hikâye<br />

Raziye SAĞLAM<br />

YAR YOLUNDA<br />

“Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhabbetle karışık bir özlem ifadesi görür<br />

80<br />

ne anlama geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeçmezdi. Belki de o<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

ifadeyi görmek hoşuna giderdi.”


Yavuz, önünde uzayan bayıra umutsuzlukla<br />

baktı. Her yanı öyle ağrıyordu<br />

ki, tepeye tırmanabileceğinden<br />

emin değildi. Şakağından süzülen kan<br />

yanağında, ince bir çizgi oluşturarak çenesinden<br />

yere damladı. Yüzünü gömleğinin yenine silmek<br />

istedi, lakin parçalanan gömleğin yeni de kalmamıştı.<br />

Şu tepeye bir ulaşsa ondan sonrası kolaydı.<br />

Evleri Kırklar Köyünün dışındaki bu yüksek<br />

yamaçtaydı. Dedesinin anlattığına göre, çok eski<br />

zamanların birinde köyden bir delikanlı bu tepeden<br />

kırklara karışmıştı. Dedesi Yavuz’un saçlarını<br />

okşayarak, hikâyeyi öyle güzel anlatırdı ki, Yavuz<br />

bir gün bu tepeden kırklara karışmayı hayal<br />

ederdi. “Dede ben de kırklara karışıp uçmak istiyorum.”<br />

der o da inci gibi dişleriyle gülümser<br />

ve “Oğul, yar yolunda her çileye göğüs germektir<br />

kırklara karışmak.” derdi.<br />

Yar İçin Candan da<br />

Geçilir Serden de<br />

Dedesi Salih, usta bir nakkaştı. Çevre köy<br />

ve kasabalardaki konakların süslemelerini yapıyordu.<br />

Nakkaş Salih önce eşini, ardından da kızı<br />

ile damadını kaybedip torunuyla bir başına kalınca,<br />

çalıştığı konaklara torununu da götürmeye<br />

başladı. Torunu onu hayata bağlıyordu. Bir de<br />

şeyhi İbrahim Efendi. Haftada bir gittiği sohbetine<br />

Yavuz’u da götürür, onun da bu manevî feyz-<br />

“Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola çıktı.<br />

Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan rüzgârın inadına<br />

alev alev yanıyordu. Biraz sonra şeyhini ve ailesini<br />

karşılayacaktı. Yaklaştıkça heyecanı daha çok artıyordu.<br />

Uzaktan onları görünce atından atladı. Yoldan kenara<br />

çekilerek yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi<br />

görünce hemen yaklaşıp elini öptü.”<br />

den nasiplenmesini isterdi. Nakkaş Salih, uzaklarda<br />

iş aldığı zaman, geceden torununu terkisine<br />

atarak yola çıkar, gündüz sohbetinde bulunur tekrar<br />

geceden dönerdi. Yavuz biraz büyüyüp de aklı<br />

yetmeye başlayınca ona da bir at aldı ve yan yana<br />

at sürerek daha doğrusu uçarak gitmeye başladılar.<br />

Yavuz “Dede niye bu kadar zahmete giriyorsun.<br />

Gidiyoruz birkaç saat kalıp onca yolu geri<br />

dönüyoruz. Hem işte de çok yoruluyorsun. Yazık<br />

değil mi canına?” diye sorar, o gözlerinin içi gülerek<br />

uzaklara bakar ve orada şeyhini görüyormuş<br />

gibi saygıyla “Yar için candan da geçilir serden de<br />

torun.” derdi.<br />

Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhabbetle<br />

karışık bir özlem ifadesi görür ne anlama<br />

geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeçmezdi.<br />

Belki de o ifadeyi görmek hoşuna giderdi.<br />

Elli beş yaşındaydı ama Yavuz ona “Dede benden<br />

daha gençsin. Bu yaşta ben yoruluyorum sen<br />

hiç yorulmak nedir bilmiyorsun.” diye takılır,<br />

Nakkaş gülümseyerek “Oğul aşktır insanı ayakta<br />

tutan da takatini kesen de…” derdi. Yavuz ancak<br />

on yedisine gelip de âşık olunca anlamıştı dedesinin<br />

ne demek istediğini. Sümbüllü Konağın,<br />

güzelleri güzeli Esma’sına âşık olmuştu ama babası<br />

Zülfikar değil kızını ona vermek, Yavuz’u çevrede<br />

gördükleri anda adamlarına “Dövün” talimatı<br />

vermişti. Esma’nın da gönlü vardı Yavuz’da<br />

ama babasının korkusundan sesini çıkaramıyor-<br />

81


du “Anam sağ olaydı böyle olmazdı.” diye dertlenir<br />

ağlardı geceler boyu. Yavuz bu son dayaktan<br />

sonra kararını vermişti. İyileşir iyileşmez kaçıracaktı<br />

Esma’yı.<br />

Tepeye tırmandığında adım atacak mecali kalmamıştı.<br />

Olduğu yere yığılırken ağzından zayıf bir<br />

“Dede!” sesi çıktı.<br />

82<br />

….<br />

“Ah be çocuk. Bir gün döve döve öldürecekler<br />

seni.”<br />

Yavuz gözlerini hafifçe aralamaya çalışarak<br />

belli belirsiz gülümsedi.<br />

- Yar yolunda candan da geçilir…<br />

Sözünü tamamlayamadan tekrar kendinden<br />

geçti.<br />

“Ah be torun! Yar yolunda candan da geçilir<br />

serden de dediysek, git ölesiye dayak ye demedik<br />

ya.” diye söylenirken kapı yavaşça vuruldu.<br />

Dilfigar onun yere yığıldığını görünce, ku-<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

cakladığı gibi dedesine götürmüştü. Sonradan<br />

nasıl taşıyabildiğine kendi de şaşırmıştı. Beli<br />

ağrıdığına göre bayağı zorlanmış olmalıydı.<br />

- Buyrun Dilfigar Hanım.<br />

- Torununuzun yaralarına sürmek için ilaç<br />

yapmıştım.<br />

Nakkaş Salih elindeki tahta çanağa bakarken<br />

- Siz anlar mısınız ilaç yapmaktan?<br />

Dilfigar gülümsemeyerek:<br />

- Biraz anlarım. Derssaadette büyük biraderim<br />

hekimdir. Zamanında ondan bir şeyler öğrenmiştik.<br />

Sümbüllü Konak<br />

Dilfigar bir hekim ustalığıyla önce, Yavuz’un<br />

bütün kemiklerini tek tek kontrol etti. Kırık<br />

yoktu. Yalnız başının arkasında hatırı sayılır<br />

bir şişlik vardı. Kendine gelmesi uzun zaman<br />

alabilirdi. Sonra kendi yaptığı merhemi bütün


yaralara sürdü. Kalan merhemi de akşam sürmesi<br />

için orada bıraktı. Çıkarken Nakkaş, onu<br />

bahçe kapısına kadar geçirmek istedi lakin Dilfigar<br />

“Torununuzu yalnız bırakmayın ben yolu<br />

biliyorum.” dedi. Bir iki adm atmıştı ki bir şey<br />

hatırlamış gibi dönüp “Şeyy belki siz bilirsiniz,<br />

buralarda bir Sümbüllü Konak varmış.”<br />

Yavuz birden hızlı nefes almaya ve inlemeye<br />

başladı. Dilfigar merakla ona bakarken Nakkaş<br />

gülümsedi<br />

-Bizim âşıkın maşuku o konaktadır. O sebepten<br />

ah u zar eder.<br />

Bu defa da inleme sırası Dilfigar’a geldi. Birden<br />

dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Olduğu<br />

yerde sendeledi. Nakkaş düşmemesi için kollarından<br />

tuttu ve<br />

Benziniz attı gelin biraz içeride kendinize<br />

gelin.<br />

Dilfigar’ın karşı koyacak hali yoktu. Biraz su<br />

içip kendine gelene kadar oturduktan sonra,<br />

Nakkaşı daha fazla merakta koymayarak anlattı:<br />

Esma üç yaşındayken bir anlaşmazlıkla ayrıldığı<br />

kocası, Dilfigar’ın ailesinden kalan bütün<br />

mücevherleri çalıp, Esma’yı da yanına alarak<br />

İstanbul’dan kaçarak izini kaybettirmişti.<br />

Onu mücevherleri alırken gören bir hizmetçi<br />

şahitlik etmiş ve suçu sabit görülmüştü. Dilfigar<br />

onun hakkındaki bu kadı kararıyla birlikte,<br />

on dört senedir kızını arıyordu. En son burada<br />

olduğunu duyunca önceki gün gelmiş abisinin<br />

bir hastasının yardımıyla büyük cevizin yanındaki<br />

eve yerleşmişti. Şimdi kızını görmek için<br />

heyecanlanıyordu ama dikkatli olmalıydı. Zülfikar<br />

sezerse, yine Esma’yı alıp izini kaybettirebilirdi.<br />

Nakkaş Salih:<br />

-Önce kadı efendiye gidip durumu anlatalım.<br />

Sonra da Zülfikar duymadan kızı alalım ki,<br />

konağa subaşının adamları gittiğinde Zülfikar<br />

can havliyle kıza bir zarar vermesin.<br />

Nakkaş Salih ile Dilfigar olabildiğince sessiz<br />

konuşuyorlardı ama Yavuz her şeyi duyuyor gibi<br />

heyecanla nefes alıp vermeye başladı. Bir süre<br />

sonra gözlerini açtı ve ağrılarını umursamadan<br />

doğrulmaya çalıştı. İnler gibi bir sesle “Dede bir<br />

an önce Esma’yı alacağım o konaktan.”<br />

Nakkaş’la Dilfigar kendilerini tutamayarak<br />

güldüler.<br />

Planladıkları gibi, Zülfikar yakalandı. hırsızlık<br />

suçunun cezası uygulandı akabinde de sürgüne<br />

gönderildi. Hırsız olduğu duyulunca zaten<br />

orada kalması da imkânsızdı. Ne kadar varlığı<br />

varsa yanına aldı, giderken konağı da ateşe vermek<br />

istedi ama adamları uyanık davranarak engel<br />

oldular. Şimdi Yavuz’la Esma’nın düğün hazırlıkları<br />

yapılıyordu ama Nakkaş’ın gönlünde<br />

başka bir heyecan daha vardı. Şeyhi İbrahim<br />

Efendi de düğüne gelecekti. Bu arada bu olaylar<br />

olurken, kendi de farkında olmadan Dilfigar’a<br />

âşık olmuştu ama bunu değil Dilfigar’a kendine<br />

bile itiraf etmeye cesareti yoktu. Bu da için için<br />

daha çok yanmasına sebep oluyordu.<br />

Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola<br />

çıktı. Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan<br />

rüzgârın inadına alev alev yanıyordu. Biraz sonra<br />

şeyhini ve ailesini karşılayacaktı. Yaklaştıkça<br />

heyecanı daha çok artıyordu. Uzaktan onları<br />

görünce atından atladı. Yoldan kenara çekilerek<br />

yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi görünce<br />

hemen yaklaşıp elini öptü.<br />

-Teşrifinizle Kırklar Köyünün şerefi arttı<br />

efendim.<br />

İbrahim Efendi onun sırtını sıvazlayarak:<br />

- Eksik olma Nakkaş Salih. Çifte düğününüze<br />

gelmekten, biz de çok memnun olduk. Düğününüz<br />

hayırlı, yuvanız huzurlu olsun.<br />

Nakkaş Salih, gözünden akan yaşlara engel<br />

olamayarak bir kez daha şeyhinin elini öptü ve<br />

gözünün önüne gelen Dilfigar’ın hayaline gülümseyerek<br />

baktı.<br />

83


Sağlık<br />

Akın DİNDAR<br />

ANJİNA VE<br />

KALP KRİZİ<br />

84<br />

Kasım <strong>2012</strong>


Anjina Nedir?<br />

Anjina, kalbe yetersiz kan gelmesi sonucu meydana<br />

gelen geçici göğüs ağrısıdır. Sıkıntı, ağırlık,<br />

huzursuzluk, uyuşukluk, yanma, baş veya göğsün<br />

arkasında parçalanma hissi şeklinde olabilir. Kollara,<br />

boyna ve çeneye yayılabilir. Anjina, genellikle<br />

yorulma, yemek yeme veya sıkıntı sonucunda<br />

ortaya çıkar. Her göğüs ağrısı anjina değildir, sadece<br />

doktorunuz doğru tanıyı koyabilir.<br />

Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak yarım<br />

dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten<br />

uzun da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının<br />

suresini ve gelen ağrının şeklini siz bulacaksınız.<br />

Eğer devamlı olarak değişkenlik gösteriyorsa<br />

bunu doktorunuza belirtmeniz gerekir.<br />

Anjina Atağı Daha Çok Hangi<br />

Durumlarda Olur?<br />

Anjina atağı genellikle yokuş yukarı tırmanmak,<br />

çok yemek yemek, çok sıcak veya soğuk havalarda<br />

dışarı çıkmak, aşırı sıkılıp üzülmek gibi<br />

kalbinizin iş yükünün arttığı durumlarda meydana<br />

gelir. Bunun nedenlerinden birisi kan damarlarınızın<br />

iç yüzeyinin yağla sıvanması olabilir. Damarlarınız<br />

bu şekilde daralmışsa kalbinize çok<br />

kan gerektiği durumlarda yeterli kan kalbe ulaşmayacaktır.<br />

Diğer bir sebep kalp damarlarınızdan<br />

birinin ani olarak kasılması olabilir. Bu ani kasılma<br />

da geçici olarak darlığa neden olur. Bu tip<br />

ani kasılmaların neden olduğu anjina diğerinden<br />

farklıdır ve her zaman meydana gelebilir.<br />

Hayır. Anjina atağı kalp krizi değildir. Kalp<br />

“Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak yarım<br />

dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten uzun<br />

da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının suresini ve<br />

gelen ağrının şeklini siz bulacaksınız. Eğer devamlı<br />

olarak değişkenlik gösteriyorsa bunu doktorunuza<br />

belirtmeniz gerekir.”<br />

krizinde, kalbe ait kaslardan bir kısmı canlılığını<br />

kaybeder yani kullanılmaz hale gelir. Ancak anjina<br />

tedavi edilmez ise kalp krizi gelişebilir. Anjina<br />

ilk geliştiğinde veya şekli değiştiğinde derhal doktora<br />

müracaat edilmelidir. Anjina ataklarınız sıklaştığında,<br />

suresi uzadığında veya daha az eforla<br />

meydana geldiğinde hemen doktorunuzu bu durumdan<br />

haberdar edin.<br />

Eğer 10 dakika içerisinde 3 tane dilaltı nitrogliserin<br />

tableti aldığınız halde şikâyetleriniz geçmedi<br />

ise hemen acil servise müracaat edin. Kalp krizinin<br />

işaretleri genellikle anjinaninkilerden daha<br />

şiddetlidir. Kalp krizi geçiren bir hastada görülen<br />

ve hemen acil servise gitmeyi gerektiren şikâyetler<br />

şunlardır: Yarım saatten uzun suren ağrı, terleme,<br />

bulantı, nefes darlığı, şiddetli sıkıntı hissi ve halsizlik.<br />

Kalp krizi sonrası meydana gelen ölümlerin<br />

en önemli nedeni zamanında doktora ulaşamamaktan<br />

kaynaklanır; dolaysı ile bu şikâyetlerle<br />

karşılaştığınızda hemen bir acil servise ulaşın.<br />

Anjina Tedavi Edilebilir mi?<br />

Evet. Anjinanin tedavisinde kullanılan çeşitli<br />

ilaçlar mevcuttur. Bu ilaçlara ek olarak, sizin hayat<br />

tarzınızda yapacağınız bazı değişiklikler atakların<br />

oluşmasını önleyebilir. Uygun tedavi ve olumlu<br />

alışkanlıklar edinerek hiç ataksız bir yaşam sürebilirsiniz.<br />

Doktorunuzun vereceği ilaçlara ek olarak:<br />

Yemek yeme alışkanlıklarınızı değiştirin; az<br />

tuzlu ve az yağlı yiyecekler tüketin. Şişmansanız<br />

zayıflayın. Sigara içmeyi bırakın; bu alabileceğiniz<br />

en önemli önlemlerden birisidir. Fazla ağır olmayan<br />

bir spor programı yapın; bu kalbinizin oksijeni<br />

daha iyi kullanmasını sağlayacaktır.<br />

85


Şifalı Bitkiler<br />

Antepfıstığı<br />

10 metre yüksekliğinde bir<br />

ağacın meyvesi olup Şam fıstığı<br />

olarak da bilinen ve adını, ülkemizde<br />

en çok yetiştiği yer olan<br />

Gaziantep’ten alan, antepfıstığı<br />

ağacının, yağlı ve ince kabuklu<br />

yemişine denir. Besin değerleri<br />

ve kalorisi yüksek bir besin olan<br />

Antepfıstığı bol miktarda protein<br />

ve mineral barındırır. Özellikle<br />

B1 vitamini, B2 vitamini, E vitamini<br />

ve C vitamini ile potasyum,<br />

magnezyum, kalsiyum, fosfor ve<br />

demir minerali açısından zengindir.<br />

Antepfıstığı üzerine yapılan<br />

araştırmalarda, kronik kalp<br />

rahatsızlıkları ve kanser riskini<br />

azaltan ‘resveratrol’ adlı antiok-<br />

86<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

sidan maddenin antepfıstığında<br />

da bulunduğu tespit edilmiştir.<br />

Ayrıca, doymamış yağ oranı yüksek<br />

bir besin olan antepfıstığı kolesterolü<br />

yükseltmez. Antep fıstığı<br />

protein yönünden 2 kat, fosfor<br />

yönünden 4 kat sığır etinden<br />

daha üstündür. Antepfıstığı şeker<br />

hastalığında kullanılabilir.<br />

İnce bağırsakta glikoz emilimini<br />

azalttığı için kan şekerinin yükselmesini<br />

önler.<br />

Antepfıstığı vücuda enerji verir.<br />

Yorgunluğu giderir. Bedeni<br />

ve zihni kuvvetlendirir. Karaciğerin<br />

ve bağırsakların düzenli çalışmasına<br />

faydalıdır. Böbrek ağ-<br />

rılarını hafifletir. Antepfıstığında<br />

kolestrol yoktur Kandaki kolesterol<br />

seviyesini düşürür. Kroner<br />

kalp hastalığının riskini azaltır.<br />

Vücudun gelişmesini destekler.<br />

Hastalarda iyileşmeyi hızlandırır.<br />

Akciğer için iyi bir iltihap temizleyicidir.<br />

Göğsü yumuşatır,<br />

ağrılarını hafifletir, öksürüğün<br />

geçmesine yardımcı olur. Böbrek<br />

ve safra kesesi ağrılarını hafifletir.<br />

Hastalıktan sonrası nekahet<br />

dönemlerinde de antepfıstığı<br />

vücudumuzun dostudur. Bir terkip<br />

içinde veya tek başına tüketilen<br />

fıstık, nekahet dönemin rahat<br />

ve kısa sürmesini sağlar, bünyeyi<br />

dirençli hale getirir.


Gönülden İkramlar Mesude SARI<br />

Özbek Pilavı (8 Kişilik)<br />

Malzemeler<br />

Kemiksiz kuzu kolu (8-9 parça)<br />

2,5 su bardağı yasemin pirinç<br />

2 adet orta boy kuru soğan<br />

4 adet havuç<br />

1 kahve fincanı kuş üzümü<br />

1 kahve fincanı dolmalık fıstık<br />

1 su bardağı haşlanmış nohut<br />

1 çorba kaşığı domates salçası<br />

200 gr tereyağı<br />

5 su bardağı su<br />

Tuz, yenibahar<br />

Hazırlanışı<br />

Kuru soğanları ince yemeklik şekilde doğruyoruz. Tereyağının<br />

yarısını soğanları kavurmak için tencereye<br />

alıyoruz. Kavurduğumuz soğanlar pembeleşmeye<br />

başlayınca eti, dolmalık fıstığı, kuş üzümü, havuç ve<br />

tuzu ilave ediyoruz. Kavurmaya devam ediyoruz, etler<br />

kızarınca 5 su bardağı suyu da ilave ettikten sonra<br />

tencerenin kapağını örtüp orta ateşte pişiriyoruz.<br />

Ilık tuzlu suda 2,5 su bardağı pirincimizi 20 dakika<br />

ıslatıyoruz. Sonra yıkayıp süzüyoruz. Pilavı pişireceğimiz<br />

tencereye kalan tereyağını alıp pembeleştiriyoruz.<br />

Süzülen pirinçleri ve 1 kaşık domates salçasını ilave<br />

edip kavuruyoruz. Kavurduğumuz pirinçlerin üzerine<br />

haşlanmış etli malzemenin tamamını suyu ile beraber<br />

ekleyip kapağı kapalı olarak pişmeye bırakıyoruz. Pilavımız<br />

göz göz olunca haşlanmış nohutu ilave edip<br />

15 dakika kısık ateşte demlenmeye bırakıyoruz. Arzu<br />

ederseniz tencere kapağına kâğıt havlu da koyabilirsiniz.<br />

Servisten önce üzerine yenibahar serpebilirsiniz.<br />

Afiyet olsun.<br />

Bekir SARI<br />

87


Adı / Soyadı:<br />

Kurum Adı:<br />

Ünvan:<br />

88<br />

Ayl�k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010<br />

Dergi Teslim Adresi:<br />

Kasım <strong>2012</strong><br />

Y�l: 4 Say�: 37<br />

Posta Kodu: Şehir:<br />

Telefon: ( )<br />

Faks: ( )<br />

E-posta: @<br />

2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da<br />

Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.<br />

Onların da abone olmasını sağlayın.<br />

İnsanlar�n baş�na gelen belâlar�n çoğu dilindendir.<br />

Dili muhafaza etmek laz�md�r. Bir hadis-i şerifte<br />

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’n�n kullar�ndan<br />

baz�s� hakkin r�zas�na uygun bir söz söyler, o söze<br />

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o<br />

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve<br />

kullar�ndan baz�s� da r�za-î ilâhîye ayk�r� olarak<br />

Allah’� gazapland�racak bir söz söyler ve hem de<br />

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek<br />

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kimseyi<br />

söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini<br />

indirir.” buyuruyor.<br />

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun<br />

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söylemeleri<br />

icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygamberimiz:<br />

“İnsanlar�n ekserisinin k�yamet gününde<br />

günahlar� dillerinden ç�kan malayani sözlerdendir.”<br />

buyuruyor.<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />

Visan İktisadi İşletmesi<br />

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya<br />

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

Dergisi Hediyesi...<br />

16<br />

Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir.<br />

<strong>11</strong>5<br />

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />

Tarihte İstanbul<br />

Kuşatmalar� ve Fatih<br />

38<br />

Ümitvâr<br />

Olmak<br />

Ayl�k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aral�k 2009<br />

Fiyat�: 7 TL MAYIS 2010<br />

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.<br />

Y�l: 3 Say�: 36<br />

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD<br />

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım.<br />

Dekont İlişiktedir.<br />

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />

IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />

Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />

TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />

Faturayı şirket adına kesiniz<br />

Vergi Dairesi:<br />

Vergi No:<br />

Abone Başlangıç Tarihi:<br />

İmza<br />

Faturayı adıma kesiniz<br />

2013 Yılı<br />

Çocuk ekiyle birlikte<br />

yıllık abone bedeli<br />

85

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!