Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Dergisi Hediyesi...<br />
145<br />
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />
18 Safranbolu<br />
Evlerinin Sıcaklığı<br />
50<br />
Zulümden<br />
Kaçınmak<br />
Fiyatı: 8<br />
KASIM <strong>2012</strong>
Başyazı Sebahaddin ATEŞ<br />
SANAYİDEN TURİZME KARABÜK<br />
Karabük; Batı Karadeniz bölümünde, Araç ve Soğanlı Çaylarının birleşerek Filyos Çayı’nı oluşturduğu<br />
noktada yer almaktadır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Süleyman Şah’ın komutanlarından<br />
olan Emir Karatekin, 1082 tarihinde Çankırı’yı fethettikten sonra, Karabük çevresinde bulunan kentlere<br />
yönelmiş, 1084 tarihinde Eflani ve Safranbolu’yu ele geçirmiştir. Safranbolu ve çevresi 1416 yılında<br />
Osmanlı egemenliğine girmiştir. Karabük Köyü ise Candaroğulları döneminden itibaren, kurulu olan<br />
köyler arasında yer almıştır. İlk önceleri küçük bir yerleşim birimi olan Karabük, Ankara-Zonguldak<br />
demiryolu üzerinde küçük bir istasyon konumunda iken, sanayileşme ile birlikte önemli bir merkez<br />
haline gelmiştir.<br />
Ülkemizde 1930’larda başlatılan sanayileşme hamlesinde öncelikli sektör olarak düşünülen Demir-<br />
Çelik Endüstrisinin tesislerinin burada birçok insanımıza istihdam sağlamıştır.<br />
Karabük, 6 Haziran 1995 tarihinde Ovacık, Eskipazar, Eflani, Safranbolu ve Yenice ilçelerinin<br />
birleştirilmesiyle Türkiye’nin 78. İli olmuştur.<br />
Karabük’e 35 km. mesafede olan Yenice’nin tarihi, bölgenin eski tarihi geçmişine benzer olup,<br />
Selçuklular Döneminden itibaren önemli bir yerleşim yeri olmuştur. Yenice ormanları, tropik bölgeler<br />
dışında, dünyada ender görülebilecek, birçoğu anıtsal boy ve kalınlığa ulaşmış ağaç türleri ile gerçek bir<br />
ağaç müzesidir.<br />
Karabük’ün güneyinde, il merkezine 36 km. uzaklıkta bulunan Eskipazar’da Proto-Hititler’den kalma<br />
çok sayıda kaya mezarı ve tümülüs bulunmaktadır. Bu dönemden kalma, ilçeye 3 km. uzaklıkta kalıntıları<br />
bulunan antik kent, en az 4 medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Üzerinde pek çok tapınak ve yazıtların<br />
bulunduğu Asar Kalesi, Asar Tepesindeki Kaya Tünelleri, Roma Döneminden kalma kaya mezarları,<br />
ormanları ve soğuk suyu ile ünlü Çetiören Mesire Yeri, Bayındır İçmecesi ve Soğanlı Çayında yetişen tatlı<br />
su balığı, Eskipazar’ın ilgi çeken değerleridir.<br />
Karabük ilimizin ismini en çok dünyaya yayan turizme yönelik tanıtım aracı Safranbolu Evleridir. İlçe<br />
merkezinde 18. ve 19. yy. ile 20. yy. başlarında yapılmış yaklaşık 2000 geleneksel Türk evi bulunmaktadır.<br />
Safranbolu evlerinin “çevreye saygılı” olarak tasarlandığı günümüz mimarlarınca da sıklıkla vurgulanır.<br />
Doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar<br />
komşuya da saygı egemendir. Hiçbir ev diğerinin görüşünü engellemez. Akla ve insana dönük olarak<br />
fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır.<br />
Karabüklü dostlarımız başta olmak üzere ve bütün okuyucularımıza gönülden selamlar…<br />
FROM INDUSTRY TO TOURISM; KARABÜK<br />
With the industrialization thrust launced in our country in 1930s, iron and steel industries, which<br />
were considered as the privileged sector, provided many job opportunities to the people here. Karabük<br />
became the 78th city of Turkey on 6th June 1995 by the combination of counties Ovacık, Eskipazar,<br />
Eflani, Safranbolu and Yenice.<br />
Karabük is famous for its Safranbolu Houses as a tourist destination. In the construction of the<br />
city in Safronbolu both functionality and aesthetic concerns are given particular importance. It is<br />
also emphasized by the architects that Safranbolu Houses are designed as “environment- friendly”.<br />
Nature- human- house; street- house; street- downtown relations are quite systematic and balanced<br />
here, in Safranbolu.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın<br />
Yayın Organıdır<br />
Kurucusu<br />
A. Şemsettin ATEŞ<br />
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803<br />
Yıl: 19 Sayı: 145 Kasım <strong>2012</strong><br />
Basım Tarihi: 01 Kasım <strong>2012</strong><br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına<br />
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yö<strong>net</strong>meni<br />
Sebahaddin ATEŞ<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Hulûsi YAYLA<br />
Reklam Müdürü<br />
Yusuf YILMAZ<br />
Yayın Editörleri<br />
Yrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR<br />
Musa TEKTAŞ<br />
Yayın Kurulu<br />
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK<br />
Prof. Dr. Ali YILMAZ<br />
Prof. Dr. Sebahat DENİZ<br />
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ<br />
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />
Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />
Danışma Kurulu<br />
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ<br />
Prof. Dr. Sinan YALÇIN<br />
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL<br />
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL<br />
Yapım<br />
ARTWORKS<br />
<strong>www</strong>.artworks-tr.com<br />
Genel Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />
İlhan SOYLU<br />
Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />
Ali GÜRSOY<br />
Yö<strong>net</strong>im Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama<br />
VİSAN İktisadi İşletmesi<br />
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71<br />
44700 Darende / MALATYA<br />
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79<br />
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong> - bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
Dağıtım<br />
Kültür Dergi Dağıtım<br />
Baskı & Üretim<br />
Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.<br />
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4<br />
Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70<br />
Kurum Abone : 140<br />
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO<br />
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />
IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />
Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />
TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra<br />
lütfen (0422) 615 15 00 / 192 dahiliyi arayınız.<br />
Adana 0 322 334 00 65<br />
Amasya 0 533 681 33 82<br />
Ankara 0 312 324 40 75<br />
Antalya 0 242 339 60 57<br />
Bartın 0 278 228 69 41<br />
Bolu 0 374 270 38 14<br />
Bursa 0 224 331 71 <strong>11</strong><br />
Denizli 0 258 371 09 28<br />
Düzce 0 542 661 90 08<br />
Elazığ 0 424 224 46 46<br />
Elbistan 0 344 415 01 88<br />
Erzurum 0 442 329 03 10<br />
Gaziantep 0 342 321 43 34<br />
Hatay 0 326 615 30 73<br />
İstanbul 0 216 472 08 92<br />
İzmir 0 232 435 90 91<br />
K. Maraş 0 344 223 35 00<br />
Karabük 0 370 433 40 71<br />
Karaman 0 338 214 28 92<br />
Kayseri 0 352 3<strong>11</strong> 30 76<br />
Kocaeli 0 262 426 12 72<br />
Konya 0 332 233 38 74<br />
Malatya 0 422 321 66 64<br />
Manisa 0 236 412 37 80<br />
Mersin 0 324 336 31 09<br />
Niğde 0 388 232 32 01<br />
Osmaniye 0 328 846 21 39<br />
Sakarya 0 264 339 23 65<br />
Samsun 0 362 431 44 55<br />
Sinop 0 368 671 24 50<br />
Sivas 0 346 226 13 73<br />
Şanlıurfa 0 414 312 41 24<br />
Tokat 0 541 845 75 12<br />
Zonguldak 0 372 253 24 74<br />
ÖNCEKİLERİN<br />
GÜZELLİĞİ<br />
SONRAKİLERİN<br />
ATEŞLEYİCİSİ<br />
Enbiya YILDIRIM<br />
Onlar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaptığı bir<br />
şeyi hayatlarında aynıyla tatbîk edelerken<br />
bunun farz veya başka bir şey olmasına<br />
bakmazlardı. Allah Rasûlü’nün bir şeyi<br />
emretmesi veya yapıyor olması onlar için<br />
yeterliydi.<br />
42<br />
GÖNÜLDEN ÇIKTI ÂLEM - Hüseyin ALPSOY (10)<br />
EL-MECÎD - Ramazan ALTINTAŞ (14)<br />
EZAN - Sezai TAŞKIN (17)<br />
MANEVÎ BİRLİKTELİK - Musa TEKTAŞ (22)<br />
CÖMERTLİĞİN KAZANDIRDIKLARI - Kadir ÖZKÖSE (28)<br />
ÖMÜR TÖRPÜSÜ - Ali Rıza MALKOÇ (31)<br />
ŞUARA - Mehmet SERTPOLAT (37)<br />
KUDÜS FATİHİ SELAHADDİN-İ EYYUBÎ - Resul KESENCELİ (38)<br />
SAHABE ALBÜMÜ - Bünyamin ERUL (45)<br />
ALLAH DOSTLARI - Fatih ÇINAR (46)<br />
ZULÜMDEN KAÇMAK - Abdullah KAHRAMAN (50)<br />
KUTLU BİR EYLEM:<br />
HİCRET<br />
Ali AKPINAR 06<br />
Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır.<br />
Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey<br />
Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini<br />
takvim başı yap. Çünkü o, hak ile bâtılı<br />
birbirinden ayırmıştır.” diyerek bu gerçeği dile<br />
getirmiştir.<br />
İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI: BASİL ZAHAROFF - İsmail ÇOLAK (58)
TÜRKLERDE<br />
ŞEHİRLEŞME<br />
Muhsin İlyas SUBAŞI<br />
Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la<br />
şereflenmesinden hemen sonra, nasıl<br />
oluyor da varlıkları günümüze kadar<br />
gelen o muhteşem işlemeli eserleri<br />
inşa edebiliyorlar?<br />
18<br />
SAFRANBOLU<br />
EVLERİNİN<br />
SICAKLIĞI<br />
Meryem Aybike SİNAN<br />
Safranbolu bu evlerle kendi<br />
olmuştur. Ruhunu bu evlerin<br />
sofalarına katık yapmış, aklını<br />
bu evlerin aydınlığında huzura<br />
saklamıştır.<br />
ISFAHANÎ’YE GÖRE<br />
ÖĞRETMEN VE<br />
ÖĞRENCİ<br />
İLİŞKİLERİ<br />
32<br />
M. Doğan<br />
54 KARACOŞKUN 62<br />
Isfahanî, öğretmen yahut hocayı<br />
öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani<br />
öğrencisi olmayan öğretmen<br />
ona göre çok verimli ve üretken<br />
olamaz.<br />
GÖKTEKİ YILDIZLAR - Servet YÜKSEL (65)<br />
TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE FİRDEVSÎ - Mustafa ÖZÇELİK (66)<br />
ŞAKADAN ANLAMAYAN BİLİNÇALTI – Muharrem AKIN (70)<br />
GİDEN GELMİYOR - Vedat Ali TOK (72)<br />
EFENDİM - Celâlettin KURT (75)<br />
EDİRNE VELÎLERİ - Yusuf HALICI (76)<br />
BUNLAR ÇOCUK… PEKİ BİZ? - M. Emin KARABACAK (78)<br />
YAR YOLUNDA - Raziye SAĞLAM (80)<br />
ANJİNA VE KALP KRİZİ - Akın DİNDAR (84)<br />
ANTEPFISTIĞI - Şifalı Bitkiler (86)<br />
GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)<br />
İSLÂM’DA İLK<br />
ÖĞRETMEN:<br />
MUS’AB B.<br />
UMEYR (R.A)<br />
Mehmet SOYSALDI<br />
Tarihler Miladi 610 yılını<br />
gösterirken Peygamber<br />
Efendimize ilk vahiy indiğinde<br />
Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm<br />
daveti yavaş yavaş Mekke’de<br />
yayılmaya başlıyordu.<br />
3
4<br />
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden<br />
Hutbeler<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />
Yirmialtıncı Hutbe
Ey Mü’minler, Ey Allâh’ın Sevgili Kulları!<br />
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Allâh’ın sana verdiği kuvvetlerle<br />
âhiretini ara, âhiret için çalış, üzerine farz olan ibâdeti hakkıyla îfâ et, vazîfe-i<br />
dîniyyeni güzelce yap, dünyâdan nasibini de unutma. Dünyâ için de çalış, sana vermiş<br />
olduğum kuvvetle; akıl, fikir, irâde ile; ilm ve irfân ile, mal ile dünyânı ma’mûr et.<br />
Allâh’ın kullarına, din kardeşlerine, hısım ve akrabâna iyilik et. Verdiğim ni’metlerin<br />
şükrünü böylece edâ et. Bir de, sakın yeryüzünde bi’z-zât veyahut bi’l-vâsıta fesâd çıkarmaya<br />
çalışma! Muhakkak bil ki; Allâh müfsidleri sevmez.” (Kasas, 77.)<br />
İnsanın hayırlısı; dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terk etmeyip<br />
her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi<br />
dünyâya sarılmalı, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmalıdır.<br />
Cemâat-ı Müslimîn! Âhiretiniz için çalışın, dünyânızı da unutmayın! Allâh (c.c)’ın<br />
verdiği ni’metleri mahalline sarf edin. Hem dünyânızı, hem âhiretinizi ma’mûr etmeye<br />
bakın. Herkese iyilik edin, bir de sakın ha yeryüzünde fesâd çıkarmayın, fesâda<br />
âlet olmayın. Allâh (c.c)’ın emirlerine itâat ve nehy ettiklerinden hazer ediniz ki;<br />
dünyâ ve âhirette felâh bulasınız.<br />
Cemâat-i Müslimîn!<br />
Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Hem Allâhu Zü’l-celâl, hem<br />
onun paygamberine mûtî’ olunuz, birbirinizle uğraşmayınız. Korkaklaşır kuvvetten<br />
düşer, şevketiniz de elinizden gider. Bir de hiçbir düşman, hiçbir tehlike karşısında<br />
metâ<strong>net</strong>i elden bırakmayınız. Şüphe yok ki, Allâh sabredenlerle beraberdir.”<br />
(Enfâl, 25.)<br />
Dünyâda sefîl, âhirette rezîl olmayalım dersek, bu âyet-i kerîmenin gösterdiği<br />
yolu ta’kîb etmeliyiz. Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöyle<br />
buyuruyorlar. “Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinize<br />
dargın durmayınız. Ey Allâh’ın kulları kardeş olunuz! Bir Müslim için darılıp<br />
da din kardeşini üç günden ziyâde terk etmek, onunla görüşmemek helâl olmaz.”<br />
Cemâat-i Müslimîn! Allâh (c.c)’a ve Resûlüne dâimâ itâat edelim, aramızda tefrika<br />
ve nifâka meydân vermeyelim. Her vakit sabır ve metâ<strong>net</strong>i, hüsn-i muâşereti elden<br />
bırakmayalım. Sâbit bir azîm ile dâimâ yükselmeye, dâimâ ileri gitmeye çalışalım.<br />
5
İlim ve Hayat<br />
Ali AKPINAR*<br />
KUTLU BİR EYLEM:<br />
HİCRET<br />
“Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden ayrışmasıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz.<br />
6<br />
Ali, ‘Ey Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hicretini takvim başı yap. Çünkü o, hak ile<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
bâtılı birbirinden ayırmıştır.’ diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.”
Hicret, bütün peygamberlerinhayatında<br />
var olan<br />
kutlu yürüyüşün adıdır. Hicret,<br />
Yüce Allah’a yolculuktur. Hicret,<br />
O’nun olmanın, gerektiğinde<br />
O’nun uğruna her şeyden geçebilmenin<br />
göstergesidir. Hicret, O’na<br />
yöneliş ve yürüyüştür. Tıpkı «Ben<br />
Rabbime gidiyorum, O’na göç<br />
ediyorum” 1 diyen İbrahim Peygamber<br />
gibi.<br />
Peygamberlerin hayatında Hz.<br />
Âdem’in cen<strong>net</strong>ten dünyaya, dünyadan<br />
Allah’a yürüyüşü ile başlamış<br />
hicret, son Peygamberin<br />
Mekke’den Medine’ye hicreti ile<br />
devam etmiştir. Bu büyük hicretle,<br />
Müslümanlar devlet olmuşlar,<br />
Allah’ın dinini bir bütün olarak<br />
yaşama ve başkalarına ulaştırma<br />
imkânı elde etmişlerdir. Zira<br />
hicretle Müslümanlar, Peygamberimizin<br />
önderliğinde bütün insanlığın<br />
yolunu aydınlatacak bir<br />
medeniyetin inşâsına başlamışlardır.<br />
Hayat dini olan İslâm, yaşanılabilir<br />
bir dindir. O, alternatiflerle/ruhsatlarla<br />
doludur. Her<br />
çıkmazın bir çıkış yolu, her problemin<br />
bir çözümü vardır onda.<br />
Çözümsüzlük yoktur İslâm’da.<br />
İşte hicretle yeni arayışlara çıkılır,<br />
yeni kapılar aralanır.<br />
Zira Allah’ın dini, hayatın<br />
bütün alanlarında, bütün<br />
kurumlarıyla yaşanması<br />
gereken bir bütündür.<br />
İşte hicret ilâhî sistemin<br />
işleyişinin önündekiengel-<br />
leri kaldırma eylemidir.<br />
Hicret, Hak ile bâtılın birbirinden<br />
ayrışmasıdır. Nitekim Hz.<br />
Ömer zamanında Hz. Ali, “Ey<br />
Ömer! Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />
hicretini takvim başı yap. Çünkü<br />
o, hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır.”<br />
diyerek bu gerçeği dile<br />
getirmiştir.<br />
Güçlü bir iman donanımından<br />
sonra, dini bütünüyle hayata geçirmek<br />
için en uygun ortamı aramak<br />
ve oluşturmaktır hicret. Sızlanmalara<br />
son vermek, bir kısım<br />
mâzeretlerin gölgesinde savunma<br />
mekanizmalarını bir kenara bırakıp<br />
yeni alternatifler oluşturmaktır.<br />
Hicret, iman ve İslâm uğruna<br />
her türlü fedakârlığı göze almak<br />
demektir.<br />
Hicret, Allah’ın dinini Allah’ın<br />
istediği gibi yaşayabilmek için, bir<br />
takım mazeretlere sığınmadan,<br />
uygun şartları arama ve oluşturma<br />
çabasıdır.<br />
Hicret, Allah düşmanlarından<br />
kaçış değil, Allah’a giden yoldaki<br />
engelleri kaldırmak ve onları etkisiz<br />
hale getirmek için uygun zemin<br />
ve şartların oluşturulması için alternatifler<br />
geliştirmektir. Nitekim<br />
Mekke’de bunalan Müslümanlar,<br />
Medine’ye göç etmişlerdir, ancak<br />
onlar Mekke’yi asla unutmamışlar<br />
ve tamamıyla terk etmemişlerdir.<br />
On yıl olmadan Medine’de<br />
organi-<br />
ze olup Mekke’yi fethetmişlerdir.<br />
Hicret, Muhâcir ruhu ile Allah<br />
uğruna her şeyden vazgeçebilmek;<br />
Ensâr ruhu ile sahip olduğu<br />
her şeyi kardeşi ile paylaşabilmektir;<br />
uhuvvet/kardeşlik bilinci,<br />
îsâr/kardeşini kendine tercih<br />
etme ruhudur.<br />
Hicret, Yesrib’i Medineleştirmek<br />
ve Medine merkezli medeniyeti<br />
yeryüzüne taşımaktır.<br />
Hicret, Medine’de kurulan<br />
Peygamber Mescidinin etrafında<br />
ke<strong>net</strong>lenip cemaat olmak, mescid<br />
önderliğinde yeryüzünü mescid<br />
haline getirmek için harekete<br />
geçmektir.<br />
Hicret, Medine’de kurulan<br />
sosyal ve siyasal oluşum içerisinde<br />
aktif olarak yer almak, inisiyatifi<br />
ele alarak başkalarıyla birlikte<br />
yaşamanın en güzel örneklerini<br />
sunabilmektir.<br />
Hicret, huzur ve barış ortamıyla<br />
cen<strong>net</strong> modelini yeryüzüne taşıyabilmektir.<br />
Hicret, nefis ve şeytandan kaçabilmek;<br />
tutku ve şer odaklarının<br />
ağından kurtulup gerçek özgürlüğe<br />
erebilmek; her şeyi ile<br />
O’nun olabilmektir.<br />
Hicrete erebilmek için iman<br />
adamının, inandığı gibi yaşama<br />
azim ve<br />
7
kararlılığı içerisinde olması gerekir.<br />
Bu uğurda sıkıntıları göze almak<br />
gerekir, gerektiğinde maldan,<br />
evlattan, anadan, babadan,<br />
eşten dosttan, yurttan ayrılmak ve<br />
hatta candan geçmek gerekir. İşte<br />
bu şuurda olanlar için Allah’ın<br />
arzı son derece geniştir 2 ve Allah,<br />
kendisini hesâba katarak yaşayanlara<br />
nice çıkış yolları açar ve<br />
hiç ummadıkları yerden onları rızıklandırır.<br />
3<br />
Kurbanın, bizi Allah’tan alıkoyan<br />
şeylerden kurtulmak olması<br />
gibi; hicret de bizi O’ndan alıkoyan<br />
şeylerden ayrılmaktır.<br />
Hicret, asla görevden, insanlardan,<br />
yurttan, dünyadan kaçış<br />
değildir. Aksine o, uygun olmayan<br />
şartları uygun hale getirmek, kaybedilenleri<br />
yeniden kazanmak,<br />
mahv olanları kurtarmaktır.<br />
Hicrette Muhâcir ve Ensâr<br />
ruhunu yaşatmak vardır.<br />
Muhâcir’in fedakârlığını, Ensâr’ın<br />
diğergâmlığını yaşamaktır hicret.<br />
Kaynaşıp kardeş olmak, bir binanın<br />
tuğlaları gibi ke<strong>net</strong>lenmektir.<br />
Sonuçta ilâhî yardıma ve fethe<br />
ermektir hicret. Önce gönüllerin<br />
fethi, sonra yerlerin fethi elbet.<br />
“Muhâcirlik taslamayın, gerçek<br />
anlamda hicret edin.” bu-<br />
8<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
yuran Hz. Peygamber (s.a.v.)<br />
“Gerçek muhâcir, haramlardan<br />
helallere göç eden kimsedir.” diyerek<br />
hicretin sınırlarını en geniş<br />
bir biçimde ortaya koymuştur.<br />
Medine’ye Hicret,<br />
Medeniyete Hicrettir!<br />
Medeniyet, hayat tarzı, insanın<br />
maddî ve mânevî eserlerinin<br />
bütünü, insan-hayat-kâinat<br />
etkileşiminin ürünleri, insanlığın<br />
her alanda ilerlemesi şeklinde tanımlanmıştır.<br />
Yüce Yaratıcı, insana yeryüzü-<br />
“Hicret ayında hicreti yeniden anlamaya çalışalım.<br />
Bunun için hicreti hazırlayan sebepleri, hicret yolunda<br />
yaşananları ve hicretin kazanımlarını bir kez daha<br />
okuyup inceleyelim.”<br />
nü imar ve medeniyetler kurma<br />
yetisi ve görevi vermiştir. İnsanın<br />
yeryüzü halifesi olmasının anlam<br />
ve amacı da budur zaten. En güzel<br />
bir şekilde yaratılan, ilahî kudretle<br />
donanıp döşenen ve insanın<br />
emrine verilen yeryüzünü sahiplenmek,<br />
yeryüzünü korumak ve<br />
yeryüzünü imar etmek… İnsan olmanın<br />
ve insan kalmanın gereği<br />
budur.<br />
Son peygamber Hz. Muhammed<br />
(s.a.v.)’in yirmi üç yıllık<br />
mücâdelesinde biz onu, insanlığın<br />
kaybettiği değerleri yeniden bulması<br />
ve onları yaşatması, yeryüzünde<br />
huzur ve barış dolu bir hayatın<br />
yaşanabilmesi, yeryüzünün<br />
tabîî güzelliklerinin korunması ve<br />
insanlığın ihtiyaçlarını karşılayan<br />
kurumların kurulmasıyla o<br />
güzelliklere güzellik katılması için<br />
nasıl çırpındığını görürüz. Onun<br />
bu çırpınışını anlayabilmek için<br />
Peygamberimizden önce ve Peygamberimizden<br />
sonra Mekke ve<br />
Medine’ye/kısaca dünyaya şöyle<br />
bir bakıvermek yeterlidir.<br />
İslâm öncesi Mekke’de kendi<br />
elleriyle yapıp ürettikleri totemlere/putlara<br />
tapan insanlar<br />
vardı, fuhuş vardı, faiz ve tefecilik<br />
vardı, içki tüketimi vardı, zulüm<br />
vardı, haklının değil güçlünün<br />
haklı olduğu şeytânî bir<br />
düzen vardı, kan vardı, gözyaşı<br />
vardı. Diri diri toprağa gömülen<br />
kız çocukları ve ezilen kadınların<br />
feryâdı semâya yükseliyordu…<br />
Köleleştirilip sömürülen mazlum<br />
insanların âhı göklere çıkıyordu.<br />
Mazlumların iniltileri, bir avuç<br />
azınlığın eğlence gecelerinde<br />
attıkları naralar içerisinde<br />
kaybolup gidiyordu.<br />
Habeşistan’a hicret eden Cafer<br />
b. Ebî Talib, Necâşî’nin huzurunda<br />
şunları söyleyerek İslâm öncesi<br />
Mekke insanının durumunu<br />
özetliyordu: “Ey Kral! Biz câhiliye<br />
döneminde putlara tapar, leş yer,<br />
fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına<br />
riâyet etmez, komşularımıza<br />
kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız<br />
zayıflarımızı ezerdi. Allah içimizden,<br />
aramızda yaşadığı kırk<br />
yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asâleti,<br />
emâ<strong>net</strong>e riâyetkârlığı ile tanıdığımız<br />
bir kimseyi peygamber gönderdi.<br />
O, bizden putlara değil yalnızca<br />
Allah’a tapmamızı, ema<strong>net</strong>e<br />
riâyet etmemizi, akraba ve komşuları<br />
gözetmemizi, doğru davranıp
yalan, iftirâ, kan davası ve yetim<br />
malı yemekten uzak durmamızı istedi.<br />
Biz de ona iman ettik.” 4<br />
Hicretten önce Medine’de de<br />
durum pek farklı değildi. Orada<br />
da putçuluk vardı, Yahudi entrikaları<br />
vardı. Fuhuş ve ahlaksızlık<br />
kol geziyordu. İçki tüketiminde<br />
rekorlar kırılıyordu. Faiz ve tefecilik<br />
vardı. Mevcut yasalar güçsüzlere<br />
uygulanırken, variyetli ve<br />
güçlü olanlara işlemiyordu. Evs ve<br />
Hazrec kabîlelerinin bitmeyen savaşlarında<br />
oluk oluk kardeş kanı<br />
akıyordu. Köleleştirilen insanlar<br />
vardı, sömürülen kadınlar vardı.<br />
Bütün bunların yaşandığı dünyada<br />
kitap ehli de vardı ve bu<br />
gidişâta sebep olmakta ve seyirci<br />
kalmaktaydı. Mekke ve Medineliler<br />
o dönemde yaşayan Yahudi<br />
ve Hıristiyanlarla iletişim halinde<br />
idiler. Ama onlar, yeni dinin<br />
şuaları yeryüzünü aydınlatmaya<br />
başladığında bile, “Siz onlardan<br />
daha doğru yoldasınız.” 5 diyerek<br />
müşriklerin tarafını tutuyorlardı.<br />
Zira onlar, ellerindeki tahrif<br />
edilmiş kitapların bile gereklerini<br />
yerine getirmeyen bir Kitap<br />
ehliydiler. Hz. Musa ve Hz. İsa’nın<br />
hak yolundan sapmış kimselerdi<br />
onlar...<br />
İslâm öncesi Medine’de Yahudi<br />
entrikaları vardı. İslâm ile<br />
birlikte bunlar son buldu, Medine<br />
huzur, güzellikler ve medeniyet<br />
şehri oldu; diğer İslâm şehirlerine<br />
ve bütün insanlığa örnek<br />
oldu. Cen<strong>net</strong> kuruldu Medine’de.<br />
Son Peygamber Hz. Muhammed<br />
(s.a.v.), varlığı insanlığın hayır<br />
ve yararına olan toplumu oluşturmak<br />
için çalışmış ve sonuçta<br />
böyle bir toplumu oluşturarak<br />
bu dünyadan ayrılmıştır. Nitekim<br />
onun sağlığında Müslümanların<br />
egemenliği altına giren Hayber<br />
Yahudileri, gördükleri adalet<br />
ve hakkâniyet karşısında “Herhalde<br />
cen<strong>net</strong>, Müslümanların eliyle<br />
yeryüzünde kuruldu.” 7 , ”Yer<br />
ve gök, bu adaletle ayakta duruyor.”<br />
8 demekten kendilerini alamamışlardır.<br />
Peki, Peygamberimizin hicreti,<br />
yaşanıp bitmiş bir olay mıdır?<br />
Elbette hayır. O, evrensel mesajlarıyla<br />
bugün de yaşayan ve yaşatılması<br />
gereken bir olaydır.<br />
Hicreti Anarken<br />
Yapmamız Gerekenler<br />
Hicret ayında hicreti yeniden<br />
anlamaya çalışalım. Bunun için<br />
hicreti hazırlayan sebepleri, hicret<br />
yolunda yaşananları ve hicretin<br />
kazanımlarını bir kez daha<br />
okuyup inceleyelim.<br />
Ensâr ve Muhâcir ruhunu yaşatmaya<br />
gayret edelim. Muhâcir<br />
ruhu, Yüce Allah’ın yolunda, inandığı<br />
değerler uğruna bütün her şeyinden<br />
geçmektir. Ensâr ruhu ise,<br />
Allah yolunda olanlara kucak açmak,<br />
onlara maddî ve mânevî her<br />
türlü yardımı yapmaktır.<br />
Hicretle birlikte Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in Medine’de gerçekleştirdiği<br />
Mescidin inşası,<br />
mü’minler arasında kardeşliğin<br />
inşası, anayasanın hazırlanması<br />
gibi icraatların ruhunu kavramaya<br />
ve yaşatmaya gayret edelim.<br />
Unutmayalım ki İslâm, bireylerin<br />
vicdanında ve kişisel hayatlarında<br />
kalan bir din değil, bütün sosyal<br />
hayatı kuşatan bir sistemin adıdır.<br />
Hicret, mü’mine yakışmayan<br />
şeylerden ayrılmak ve Müslümana<br />
yakışan şeylerle buluşmaksa, nelerden/kimlerden<br />
ayrılmamız gerektiğini,<br />
nelerle/kimlerle beraber<br />
olmamız gerektiğini belirleyelim.<br />
Bizi O’ndan alıkoyan neyse<br />
onu tespit edip ondan ayrılalım.<br />
Nefis, şeytan, kötü huy, kötü<br />
arkadaş, kötü çevre vb. Bizi O’na<br />
yaklaştıracak olan şeyleri tesbit<br />
edip onlara yönelelim. Sözgelimi<br />
beynamazlıktan namazlı olmaya,<br />
bilgisizlikten bilgiyle donanmaya<br />
hicret edelim. Her sene hicreti<br />
anarken, herkesin hayatına hicret<br />
yansımalıdır. Herkes, neleri<br />
terk edip neleri yaşayacağını tesbit<br />
etmelidir. Herkesin hayatında<br />
terk etmesi gereken günahlar vardır,<br />
herkesin yeni sevaplara ihtiyacı<br />
vardır.<br />
Hiç birini küçük görmeden ve<br />
basite almadan hayatımızdaki haramlara<br />
bir son verelim, yeni helallerle<br />
tanışalım. Günahın büyüğüne<br />
küçüğüne değil, kime karşı<br />
işlendiğine bakalım. Sevabın büyüğü<br />
küçüğünü değil, kimin için<br />
işlendiğini düşünelim.<br />
Hicrî yeni yılımızın, hayatımıza<br />
imânî ve İslâmî yenilikler,<br />
hayır ve bereketler getirmesi dileğiyle!<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 29/Ankebût, 26<br />
2 4/Nisâ, 97-100.<br />
3 65/Talâk, 2-3.<br />
4 İbn Hişam, es-Sîretü’t-Nebeviyye, I, 336; İbn Kesîr,<br />
Tefsîr, II, 4<strong>11</strong>; III, 251.<br />
5 4/Nisa, 51.<br />
6 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları,<br />
s, 225.<br />
7 Nadir Özkuyumcu, “Asr-ı Saadette Yahudilerle<br />
İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdette İslâm, II,<br />
480.<br />
9
Hulûsi Kalb’den<br />
Hüseyin ALPSOY<br />
10<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
GÖNÜLDEN ÇIKTI<br />
ÂLEM<br />
“Dünya nimetlerinden yüz çevirme ve Allah’dan gayrı hiçbir şeye nazar<br />
etmeme meselesi anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem ve gayr ilişkisini<br />
Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un<br />
kıssasıyla ilişkilendirerek anlatmaktadır.”
Tasavvuf şiiri geleneğini başarı ile<br />
sürdüren yüzyılımız mutasavvıflarından<br />
Hulûsî Efendi’nin “gelmez”<br />
redifli şiirini paylaşmak istedik. Tasavvufî<br />
şiirler, şairlerinin ferdî, mânevÎ tecrübelerinin<br />
mahsûlüdür. Mânâ âleminde yaşadıklarını<br />
yol arkadaşlarına, sâliklere ders vermek için<br />
şiir diliyle kaleme alırlar. Bu sebeple bu şiirlere<br />
tam mânâsıyla nüfuz zordur. “Tatmayan bilmez”<br />
kâidesi burada önemlidir. Zaten tasavvuf<br />
bir ‘hâl’dir, kâl değildir. Halden kâle intikâl edince<br />
mecazlara baş vurulur. Bu da şiirleri anlamayı,<br />
zorlaştırır. Biz bu yazımızda elden geldiğince<br />
Hulûsî Efendi’nin sesine, çağrısına kulak vermeye<br />
çalıştık.<br />
Gönülden çıkdı âlem dîdeden gayra nazar gelmez<br />
Perîşân oldu Ya’kûb Yûsuf’undan bir haber gelmez<br />
“Âlem gönülden çıktı,<br />
(bundan böyle) göz<br />
(Allah’tan) gayrı bir şeye<br />
bakmaz. Ya’kûb Yûsuf’un<br />
(ayrılığından) perişan oldu,<br />
(ama) Yûsuf’undan bir haber<br />
gelmez.”<br />
Beyitte ana hatlarıyla,<br />
dünya nimetlerinden yüz çevirme<br />
ve Allah’dan gayrı hiçbir<br />
şeye nazar etmeme meselesi<br />
anlatılmaktadır. Hulûsi Efendi göz, âlem<br />
ve gayr ilişkisini Kur’an-ı Kerim’de kıssaların en<br />
güzeli olarak adlandırılan Hz. Yûsuf (a.s.)’un kıssasıyla<br />
ilişkilendirerek anlatmaktadır.<br />
Kıssa, Hz. Yûsuf’un, kardeşleri tarafından tuzağa<br />
düşürülmesiyle başlayıp Mısır’ın sultanlığına<br />
kadar uzanan hikayesini anlatmaktadır. Aynı<br />
zamanda bir peygamber olan Hz. Yûsuf’un babası<br />
yaşadığı bu derin üzüntü <strong>net</strong>icesinde ağlamaktan<br />
gözlerini kaybetmiştir ve “Kulbe-i Ahzân”<br />
olarak adlandırılan evinde bütün dünya nimetlerinden<br />
elini eteğini çekerek Hz. Yûsuf’un geleceği<br />
günü hicranla beklemiştir. Hulûsi Efendi birinci<br />
mısrada âlemin gönlünden çıkmasını ve gözlerinde<br />
artık gayra karşı nazar olmamasının ikinci<br />
mısradaki Hz. Ya’kûb’un durumuyla izah etmektedir.<br />
Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için<br />
tıpkı Hz. Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip<br />
inzivâya çekilmiş, hicranla gözyaşı dökmektedir.<br />
Gözleri artık O’ndan başkasını görmemektedir. Beyit<br />
de seyr-i sülûk’da bir makama da işaret olunduğunu<br />
söylemek mümkündür. Artık Allah aşkından<br />
gayrı bir şey düşünmeyen sâlikin gözü O’ndan başka<br />
hiçbir şeyi görmemektedir. Bu durum da tıpkı<br />
Hz. Ya’kûb’un durumu gibidir.<br />
Tarîk-i intizârın üzre hâk olsam mürüvvetle<br />
Ayak bas üstüme ey sevdiğim mutlak zarar gelmez<br />
“Ey sevdiğim, (Seni) beklediğim yol üzerine yiğitçe<br />
toprak olsam, (sen geçerken) üzerime basıp<br />
geçsen (bundan bana) zarar gelmez.”<br />
“Hulûsi Efendi aradığı ‘Sevgili’ye ulaşmak için tıpkı Hz.<br />
Ya’kûb gibi dünyevî her şeyi terkedip inzivâya çekilmiş,<br />
hicranla gözyaşı dökmektedir. Gözleri artık O’ndan<br />
başkasını görmemektedir. Beyit de seyr-i sülûk’da bir<br />
makama da işaret olunduğunu söylemek mümkündür.”<br />
Âşık her zaman sevgilinin geçeceği yol üzerinde<br />
intizâr etmekte/geçişini beklemektedir ve sevgiliyi<br />
bir dakika görmek, ayağının toprağına yüz sürmek<br />
için beklemektedir. Sevgilinin ayağının toprağı<br />
onun için şifalı bir sürmedir. Bu nedenle âşığın<br />
toprak gibi yere serilmesi ve sevgilinin onun üzerine<br />
basarak geçmesi zaten âşığın istediği bir durumdur.<br />
Bu durumdan âşığa zarar gelmez. Sevgilinin<br />
ayağının tozu âşıklar için bir şifâdır.<br />
Bir önceki beyitle ilişkisi düşünülecek olursa<br />
sürmenin insanın gözü üzerinde iyileştirici bir etkisi<br />
vardır. Sevgilinin hasretinden ağlayıp Ya’kûb<br />
gibi gözlerinden olan âşık için sevgilinin ayağının<br />
altında toprak olmak, sevgilinin ayağının tozuna<br />
yüz sürmekten zarar gelmez.<br />
<strong>11</strong>
Ayrıca “toprak olmak” deyimi üzerinde özellikle<br />
düşünülmesi gerekir. Çünkü Türkçe’de “toprak<br />
olmak” deyimi bilindiği üzere tevazu ve ölmek anlamında<br />
kullanılır. Âşık sevgilinin yolu üzerinde<br />
onu bekleyerek ölüp gidecektir. Zaten sevgiliye kavuşmak<br />
gibi bir durum söz konusu değildir. Bahsi<br />
geçen sevgilinin ‘Allah’ olduğu düşünülünce “toprak<br />
olmak” deyimi gerçek mânâsını bulmuş olur.<br />
Allah aşkıyla bekleyen âşıklar ancak O’na toprak<br />
olunca, yani âhiret diyarında tam mânâsıyla kavuşabileceklerdir.<br />
Hulûsî Efendi, ilâhî aşk uğrunda<br />
ölümü göze alabilecek bir tavır göstermektedir.<br />
Burada esas anlatılmak istenen,<br />
gerçek sevgili olan Allah<br />
ne takdir ederse ona olduğu<br />
gibi razı olmak gerektiğidir.<br />
Sehâb-ı zülfünü ref’ eyle hüsnün<br />
âfitâbın aç<br />
Safâ-yı hüsnüne bu jeng-i<br />
âhımdan keder gelmez<br />
“(Ey sevgili) saçlarının bulutunu<br />
kaldır, güzelliğinin güneşini<br />
aç (ortaya çıkar), güzelliğinin<br />
berraklığına âhımın<br />
kirinden bulanıklık gelmez.”<br />
Beyitte mutlak güzelliğin<br />
sahibi sevgilinin güzelliği güneş<br />
metaforu ile verilmiştir.<br />
Güneş, bulunduğu makamın<br />
yükseliği, insanların ona bakarken<br />
gözlerinin kamaşması,<br />
ortaya çıktığında diğer yıldızların kaybolması gibi<br />
yönleriyle sevgilinin benzetileni konumundadır.<br />
Allah da şiddet-i zuhûrundan gizlenmiştir. Esmâ<br />
tecellîlerilye bütün kâinatı kuşattığı halde göz onu<br />
göremez. Beyitte sevgilinin yüzü güneş ve saçları<br />
da buluttur. Burada saçların buluta benzetilmesi<br />
rengi ve şekli itibariyledir. Çünkü sevgilinin saçları<br />
güneşi ardında bırakan bulutlar kadar siyahtır<br />
ve dağınıktır. Bu nedenle âşık sevgiliye seslenerek,<br />
”Güneşin görünmesine engel olan bulutlara<br />
benzeyen saçlarını yüzünden çek ki yüzünü görelim.<br />
Çünkü âşıkların buna ihtiyacı vardır.” de-<br />
12<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
“Âşık veya sâlik Allah’dan<br />
her ne gelirse gelsin<br />
buna sabretmelidir. Âh<br />
ile feryat etmemelidir.<br />
Sâlik Allah’tan rü’yeti<br />
istediğini ifade eder.<br />
Ancak Allah’dan gelen<br />
böyle bir lutf karşısında<br />
edeceği âh u enînler o<br />
mutlak güzelliğe gölge<br />
düşürecek endişesi<br />
düşünülmektedir.”<br />
mektedir. Tasavvufta saç kesrettir. Sâlik vahdete<br />
ulaşmak için bu geçitten geçmek durumundadır.<br />
Hulusî Efendi, kesreti aşarak vahdete ulaşma heyacanını<br />
bu beyitle dile getirmiştir.<br />
Hulûsi Efendi ikinci beyitte sevgilinin bunu<br />
yapmamasını bir endişeye bağlar. Sevgili zaten<br />
yüzünü göstermeyecektir. Sevgili, âşığın âhının<br />
dumanından güneş kadar parlak olan güzelliğinin<br />
kir pas içinde kalacağından endişe etmektedir.<br />
Âşığın âhı duman ve yel gibi unsurlarla birlikte,<br />
renk ve şekil itibariyle ele alınır. Âşık sevgiliden<br />
ayrı olduğu için âh ve feryâd<br />
eder. Sevgilinin endişesi ise,<br />
âşığın bu âhlarının tıpkı kara<br />
bulutların güneşi gölgelemesi<br />
gibi kendi güzelliğini gölgeleyecek<br />
olmasıdır.<br />
Beytin bu görünen anlamlarının<br />
yanında Allah aşkı için<br />
ifade ettiği anlamlar da vardır.<br />
Âşık veya sâlik Allah’dan<br />
her ne gelirse gelsin buna sabretmelidir.<br />
Âh ile feryat etmemelidir.<br />
Sâlik Allah’tan rü’yeti<br />
istediğini ifade eder. Ancak<br />
Allah’dan gelen böyle bir<br />
lutf karşısında edeceği âh u<br />
enînler o mutlak güzelliğe gölge<br />
düşürecek endişesi düşünülmektedir.<br />
Şeb-i hicrânı çek vuslat<br />
sabâhın bekle de ey dil<br />
Ne gün akşam olur da şeb gidip vakt-i seher gelmez<br />
“Ey Gönül, ayrılık gecesinin (acısını) çek; kavuşma<br />
sabahını bekle, (ancak) ne gün akşam olur<br />
ne de gece gider, seher vakti gelmez (artık).”<br />
Âşık sevgiliden ayrılığın acısnı çekmektedir.<br />
Bu âşık olmanın yegâne kuralıdır. Çünkü beklenen<br />
sevgili gelmeyecektir. Âşık kavuşacağı anı<br />
beklemektedir. Âşıkların bütün gece uyumaması<br />
çektikleri bu ayrılık acısındandır. Onlar için artık<br />
zaman tükenmiştir. Ne sabah olur ne gün do-
ğar. Bu durum hakikatte de böyledir. İnsanın<br />
bir derdi sıkıntısı olduğu vakit sabahı beklerken<br />
gecenin ne kadar uzun olduğunu farkeder.<br />
İşte Hulûsi Efendi bu ayrılık gecesini yaşamakta<br />
ve seher vaktini beklemektedir. Seher vakti<br />
âşıklar için önemli bir vakittir. Çünkü sevgili<br />
yüzünü gösterecektir. Ayrıca seher yeli bu beyitte<br />
kullanılmamış olmasa da seher vaktiyle düşünülmesi<br />
gereken bir unsurdur. Sevgiliden<br />
haber getirecek olan seher yelidir. Aynı zamanda<br />
gece ibadetinin gerçek sevgili Allah katında<br />
makbûliyeti belki bu beyitle ve sonrasında gelen<br />
beyitin anlamıyla paralel düşünülmesi gereken<br />
bir durumdur. Çünkü Allah aşkıyla yanan<br />
sâlik, gecelerini zikirle, aşkla muhabbetle geçirmeyi<br />
bilmelidir.<br />
Eyâ gâfil gönül dâim yatarsın hâb-ı gaflette<br />
Bu vîrân hâneden hâtırına nâgâh sefer gelmez<br />
“Ey gönül her zaman gaflet uykusunda<br />
yatarsın, kalbine bu viran<br />
evden ansızın yolculuk çıkabileceği<br />
(ölüm) düşüncesi gelmez.”<br />
Bir önceki beyitle anlam itibariyle<br />
sıkı sıkıya bağlı olan bu beyitte<br />
şu düşünce vurgulanmaktadır:<br />
Sâlik Allah’a yönelmeli ve kendini<br />
uzlete çekmeli, zira yolculuk, yani<br />
ölüm var. Tıpkı Ya’kûb’un Külbe-i<br />
Ahzân’da gece gündüz ağlayıp<br />
Yûsuf’dan haber beklemesi gibi âşık<br />
da Allah’tan ilham esintileri beklemeli.<br />
Tasavvuf yolunda önemli merhaleler<br />
aşmak için söylenen, “az konuş,<br />
az ye, az uyu” düsturunu âşık<br />
kişi kendine rehber edinmelidir. Ayrıca<br />
gecelerini gaflet uykusunda değil bekleyip<br />
durduğu sevgilinin yolunda zikir, ibadet ve tefekkür<br />
ile geçirmelidir.<br />
Nazar kıl sence var mı âlem içre olmadık fânî<br />
Bu vâdî-i elemden kurtulan dâim gider gelmez<br />
“(Ey gönül etrafına iyice) bak sence âlemde<br />
fânî olmayan bir şey var mı ? Bu elem vâdîsinden<br />
dâimî kurtulan kişi (öbür âleme) gider (geri)<br />
gelmez.<br />
Metni bir bütün içinde algılamamızı sağlayan<br />
ve anlamı ilk beyitin ilk mısraına bağlayan<br />
bu beyitte dünya sevgisinin âşığın gönlünden<br />
çıkması gerketiğine vurgu yapılmıştır. Çünkü<br />
bu dünya onun gözünde bir Vâdî-i Elem/elem,<br />
üzüntü vadisidir. Âşık buradan göçüp gitmeyi<br />
bir kurtuluş olarak görmektedir. Çünkü bu<br />
âlem içindekilerle birlikte yok olup gidecektir.<br />
Bakâya namzet olarak yaratılmış insanoğlu ise<br />
kalıcı değildir. Tasavvuf yolunda ilerleyen sâlik<br />
zaten varlığını Hak’ta yok etmeyi, ölmeden ölmeyi<br />
arzulamaktadır. Âşıklık zaten “târîk-i fenâ<br />
sâliki” olmaktır; âşığı bekâ semtine götürecek<br />
merdiven ise aşkdır.<br />
Hulûsî tab’-ı pâkinden nisâr oldukça gevherler<br />
Gönül kim âşinâ olmazsa andan bir hüner gelmez<br />
“Hulûsî, temiz şairlik yeteneğinden saçılan bu<br />
mücevherlere aşina olmayan gönülden hüner gelmez.”<br />
Hulûsî Efendi, geleneğe uyarak şiirini bir fahriye<br />
beyti ile noktalamıştır. Şiirleri kurmaca değil,<br />
temiz şairlik yeteneğinden gelmekte ve doğrudan<br />
gönüle seslenmektedir. Gönül bu hakikatlere aşina<br />
olduğundan böyle inciler saçmaktadır.<br />
13
Güzel İsimler<br />
Ramazan ALTINTAŞ*<br />
14<br />
ŞEREFLİ, ASİL, SEÇKİN, ÖVGÜYE LAYIK,<br />
CÖMERT VE YÜCE OLMAK:<br />
EL-MECÎD<br />
“Cömert, Allahu Teâlâ’ya yakındır, halka yakındır, cen<strong>net</strong>e yakındır,<br />
cehennemden uzaktır. Câhil fakat cömert olan kimse Allah katında âbit fakat<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
cimri kimseden daha sevimlidir.”
El-Mecîd, “şerefli,<br />
asil, seçkin, övgüye<br />
lâyık, cömert<br />
ve yüce olmak” mânâlarına gelen<br />
“mecd” kökünden mübâlağa<br />
ifade eden bir sıfattır. Bu güzel<br />
isim, Yüce Allah’ın kullarına<br />
yönelik ilâhî lütuf, kerem<br />
ve ihsânının bol olduğuna işaret<br />
etmekle birlikte, O’nun şeref<br />
ve azametinin de yüceliğini<br />
bildirir. Mecîd, “zü’l-celâl,<br />
zü’l-kerim, zü’l-fazl, zü’l-azame,<br />
vehhâb” gibi ilâhî isim ve sıfatlarla<br />
anlam yakınlığına sahiptir.<br />
Yüce Allah zâtı itibariyle “şerîf”<br />
ve fiilleri itibariyle de “cemîl/<br />
güzel” olarak nitelendirilmiştir.<br />
O, aynı zamanda el-Mâcid’dir;<br />
âlî, yüce ve şereflidir.<br />
El-Mecîd ismi, Kur’an-ı<br />
Kerim’de dört âyette yer alır:<br />
Bunlardan ikisi, Yüce Allah’ın<br />
en güzel ismi, diğer ikisi de<br />
Kur’an-ı Kerim’in sıfatı olarak<br />
geçer. Kur’an-ı Kerim’de Yüce<br />
Allah’ın en güzel isimleri arasında<br />
yer alan el-Mecîd’le ilgili<br />
âyetler şöyledir:<br />
“Arşın<br />
(mecîd)’dır.”<br />
sahibi şanlı<br />
1<br />
Bu âyette Cenâb-ı Hak, feyzinin<br />
genişliğinden, cömertli-<br />
ğinin bolluğundan dolayı el-<br />
Mecîd olarak vasfedilmiştir. Bu<br />
âyetin devamında O, “Dilediğini<br />
mutlaka yapandır.” 2 buyrulur.<br />
Fâil-i muhtâr olan Yüce<br />
Allah’ın el-Mecîd oluşu bağlamında<br />
bu ikinci âyeti değerlendirdiğimiz<br />
zaman, O’nun azametinin,<br />
şan ve şerefinin, güç ve<br />
kudretinin büyüklüğüne de işaret<br />
edilmiş olur. Çünkü el-Mecîd<br />
ismi, aynı zamanda keremi, cömertliği<br />
ve ihsanı bol olan anlamlarını<br />
da kuşatır. Bu bağlamda<br />
Araplar bir kimseye “Mâcid<br />
adam” dedikleri zaman, onun<br />
sehâvetinin bol olduğunu dile<br />
getirmiş olurlardı. Nitekim bu<br />
konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’den gelen bir<br />
rivâyette şöyle buyrulmuştur:<br />
“Cömert, Allahu Teâlâ’ya<br />
yakındır, halka yakındır, cen<strong>net</strong>e<br />
yakındır, cehennemden<br />
uzaktır. Câhil fakat cömert olan<br />
kimse Allah katında âbit fakat<br />
cimri kimseden daha sevimlidir.”<br />
3<br />
Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in hadislerinde<br />
Yüce Allah’ın sıfatı olduğuna<br />
dair sehâ ve semâhât sözcükleri<br />
geçmediği için, Cenab-ı Hak,<br />
sehâvet kelimesiyle vasıflandı-<br />
rılamaz. Ancak, cömert insanlar<br />
bu kelimelerle vasıflandırılabilir.<br />
Tasavvufta cömertliğin ilk<br />
derecesi sehâdır; sonra cûd gelir,<br />
en son mertebesi de îsârdır.<br />
Malının bir kısmını Allah için<br />
yoksullarla paylaşan kimseye<br />
“sehâvet sahibi”, malının çoğunu<br />
fakire-fukaraya harcayan<br />
ve kendine bir parça bırakan<br />
kimseye “cûd sâhibi”; zarar<br />
ve sıkıntılara katlanarak kifâyet<br />
derecede olan maîşetine başkasını<br />
tercih edene kimseye de<br />
“îsâr sahibi” denilir. Bu kimseler<br />
Kur’an’da, “Onlar ihtiyaçları<br />
bile olsa başkalarını kendilerine<br />
tercih ederler.” 4 şeklinde<br />
övülürler. 5<br />
Yüce Allah’ın en güzel isimleri<br />
arasında yer alan el-Mecîd<br />
şu âyette de O’na nispet edilir:<br />
“O, övülmeye layıktır, şânı yücedir.”<br />
6 Bu âyette geçen hamîd,<br />
O’nun en güzel isimlerinden birisidir.<br />
Çünkü O, ilâhî zâtında<br />
her güzelliği, her üstünlüğü toplayıcı,<br />
her türlü hamd ve hürmete<br />
müstahaktır. Yüce Allah’ın el-<br />
Hamîd isminden nasibini almış<br />
her Müslümanın; inançları, ahlakı,<br />
amelleri, sözleri hep güzeldir<br />
ve övülmeye layıktır. O’nun<br />
el-Mecîd ismi ise, Hamîd isminin<br />
anlamını da kuşatacak dere-<br />
15
cede şümullüdür. Elbette, kullarına<br />
karşı sonsuz in’âm ve ikrâm<br />
sahibi olan Allah övülmeye en<br />
lâyık, şanı ve şerefi en yüce olan<br />
İlâhî zattır.<br />
Yüce Allah’ı öven sözlerden<br />
birisine de kelime-i temcîd denilir.<br />
Bunun orijinali “Lâ havle<br />
velâ kuvvete illâ billâhi’laliyyi’l-azîm/Allah’tan<br />
başka<br />
güç kuvvet sahibi yoktur. Her<br />
şeye kuvvet ve güç veren Yüce<br />
Allah’tır.” 7 şeklindedir. Bu duanın<br />
sıkıntılı anlarda okunması<br />
Yüce Allah’ın işleri kolaylaştırmasına<br />
ve her türlü meşru sıkıntıyı<br />
uzaklaştırmasına bir vesile<br />
olarak bilinir. Büyük İslâm<br />
âlimleri birey ve toplumların<br />
kabz, yani sıkıntılı anlarında<br />
kelime-i temcîdi çokça okumalarını<br />
tavsiye etmişlerdir. Böylece,<br />
Allah’ın izniyle birey ve<br />
toplumların hayatında ba’s, ferahlık<br />
ve açılmalar meydana geleceği<br />
ifade edilmiştir.<br />
Öte yandan yine Yüce<br />
Allah’ın el-Mecîd ismi, Kur’an-ı<br />
Kerim’de iki âyette, bizzat<br />
Kur’an’ın sıfatı olarak da zikredilmiştir.<br />
“Hayır, o (yalanlamakta<br />
oldukları kitap) şanı yüce<br />
bir Kur’an’dır.” 8 Yine bir başka<br />
âyette de el-Mecîd, Kur’an’a<br />
nisbet edilmiştir: “Kâf. Şerefli<br />
Kur’an’a andolsun...” 9 Kur’an’ın<br />
el-Mecîd olması, el-Mecîd olan<br />
Yüce Allah’ın sözlerinin bir toplamı<br />
olmasındandır. Bu sebeple<br />
Kur’an-ı Kerîm, İslâm dininin<br />
en önemli şiârlarından birisidir.<br />
Şiârlar, Allah’ın hürmet edilmesini<br />
istediği şeyler, O’nun<br />
dini ve indirdiği hükümlerdir. 10<br />
16<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Her inanç sisteminin, ona kimliğini<br />
ve kişiliğini veren, diğerinden<br />
ayıran, belirgin kılan şiârları<br />
vardır. Dinin şiârları, ülkelerin<br />
bayrakları, sınır taşları ve işaretleri<br />
gibidir; görüldükleri yerin<br />
kimliğini belli ederler. Bu<br />
şiârlar, aynı zamanda İslâm’ın<br />
sosyal hayatta görünür kılınmasının<br />
bir anlatım biçimidir. Bu<br />
sebeple dini şiârları ayakta tutma<br />
konusunda çaba gösterilmelidir.<br />
Şiârların terki zaman<br />
içinde dinin zayıflayıp etkisizleşmesine,<br />
hatta büyük ölçüde<br />
yok olmasına sebep olabilir.<br />
Bundan dolayı, dinî kaynaklarda<br />
şiârların yaşatılması üzerinde<br />
hassasiyetle durulmuş ve<br />
bu konuda âlimlerin sorumlulukları<br />
hatırlatılmıştır. Nitekim<br />
Şah Veliyullah ed-Dihlevî’ye<br />
göre, Allah’ın; Kâbe-i Muazzama,<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve<br />
namaz gibi en büyük dört şiârın<br />
başında Kur’an-ı Kerim gelir.<br />
Ona gösterilmesi gereken saygı;<br />
onu huşu ile dinlemek, okunduğunda<br />
susmak, emirlerine icabet<br />
etmek ve abdestsiz olarak<br />
ona el sürmemektir. Dihlevî’ye<br />
göre, bu dört dinî sembole gösterilen<br />
saygı, Allah’a saygı, onlara<br />
karşı gösterilen saygısızlık<br />
da, yine Allah’a gösterilen saygısızlık<br />
hükmündedir. <strong>11</strong> İlâhî<br />
şerîatlar, Allah’ın sembollerine<br />
saygı esasına dayanır. Dolayısıyla<br />
İslâm dini de Allah’ın<br />
şiârlarına tâzim etme (saygı<br />
gösterme) esası üzerine binâ<br />
edilmiştir. Çünkü en büyük şiâr<br />
olan Kur’an-ı Kerim’e saygısızlık,<br />
insanı İslâm dairesinin dışına<br />
çıkarır. Bunun için Yüce Allah<br />
mü’minleri şöyle uyarır: “Ey<br />
iman edenler! Allah’ın koydu-<br />
ğu nişanelerine sakın saygısızlık<br />
etmeyin!.” 12<br />
Hâsıl-ı kelâm, Yüce Allah’ın<br />
el-Mecîd ismi, O’nun yüce sıfatları<br />
alanında cereyan eder.<br />
O’nun azameti, büyüklüğü,<br />
şanı, şerefi, ikram ve izzeti el-<br />
Mecîd ismiyle de ifade edilir.<br />
Bundan dolayı bu ism-i şerifi<br />
kendisine ahlak edinen bir<br />
Müslüman da, kişilik ve dinî<br />
hayatına nâkısa getirmeyecek,<br />
şan ve şerefini kirletmeyecek işlerden<br />
uzak yaşamalıdır. Sıfatlar<br />
olarak kendisinde ise, sahip<br />
olduğu maddî imkânlardan<br />
başkalarını da faydalandırmalıdır.<br />
Nasıl ki Yüce Allah, kerimse,<br />
O’nun kulu da cömert<br />
olmalıdır. Sehâvet ve îsâr ahlakını<br />
davranışlarıyla göstermelidir.<br />
Özellikle, günümüzde kaybolmaya<br />
tutmuş olan sehâvet<br />
ahlâkına yeniden hayat verilmelidir.<br />
Çünkü bu güzel ahlakı<br />
yansıtan davranışlar bizim<br />
muhteşem mâzîmizde vakıf medeniyetinin<br />
çekirdeğini oluşturmuştur.<br />
Mâdemki Kur’an’ın<br />
da bir ismi el-Mecîd’dir. Elbette<br />
onu okuyan ve okuduklarıyla<br />
amel eden bir kimse de mecîd,<br />
şerefli ve asil bir mü’min olacaktır.<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 85/Bürûc, 15.<br />
2 85/Bürûc, 16.<br />
3 Tirmizî “Birr” 40.<br />
4 59/Haşr, 9.<br />
5 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Haz. S. Uludağ,<br />
İstanbul, 1978, s. 354-55.<br />
6 <strong>11</strong>/Hûd, 73.<br />
7 Ahmed b. Hanbel, Müsned, VIII, 94.<br />
8 85/Bürûc, 21.<br />
9 50/Kâf, 1.<br />
10 Kurtubi, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-<br />
Câmiu liAhkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1965, III, 37.<br />
<strong>11</strong> Dihlevî, Şah Veliyullah, Huccetullahi’l-Bâliğa/İslam<br />
Düşünce Rehberi, çev. M. Erdoğan, İstanbul, 1990,<br />
I, 253.<br />
12 5/Mâide, 2.
EZAN<br />
Sabahın arınmış, saydam, derin havasına<br />
Yayıyor minare, sesini, parlak, duru<br />
Okşuyor, lavantalar, kekikler arasına<br />
Duasını bırakan<br />
Göğe açılmış bir çift avucu,<br />
Bir Melek mavi tozunu serpiyor kanattan eleriyle,<br />
Çekiyorum içime bütün hıçkırıklarını göğün,<br />
Minareler arasında, gecenin yelkeninde.<br />
Tatlı yıldızlar geçiyor içimde binlerce bulut<br />
Ey tatlı ezan, tadına doyulmaz!<br />
Sessiz gelincikler gibi kırda;<br />
Eğiliyorum kalbimin kabukları soyulmuş,<br />
Hele inciler düşsün gözlerimden!<br />
Kıbleden esen meltemin<br />
yapraklar arasında ıslık çaldığı<br />
Bu beyaz minarede,<br />
sabahın, üzeri dualarla işli sırmalı örtüsünü<br />
Sıyırıyor, sarı güneş uzun kılıcıyla<br />
Bir kuş geçiyor yanından, dokunarak.<br />
Sezai TAŞKIN<br />
17
Şehir Güzellemesi<br />
Meryem Aybike SİNAN<br />
SAFRANBOLU<br />
EVLERİNİN SICAKLIĞI<br />
18<br />
Kasım <strong>2012</strong>
Karabük Karadeniz’de<br />
Bir Güzel!<br />
Karadeniz’in elleri kınalı şehri Karabük,<br />
güzelliğin dile geldiği, aşkın yayla<br />
yayla kendini ifşa ettiği bir özge beldedir<br />
bilene. Serin yaylaların biteğinde bilge<br />
ustaların nasırlı ellerinden asırlara meydan<br />
okuyan bir kentin varlığını görünce<br />
anlar, inanırsınız.<br />
Karabük, gâh Osmanlıdır, gâh Selçukludur<br />
kilim kilim dokunan. Karabük<br />
Safranbolu’yu bağrına basmış, bütün<br />
kem bakışların nazarından korurcasına<br />
şefkatle saçlarını okşar gibidir.<br />
Safranbolu Karabük’ün yüz görümlülüğüdür.<br />
İncisidir, altından gerdanlığı, ibrişimden<br />
rüyası, hatıralardan tacıdır bölgenin.<br />
Geniş tokmaklı kapıların içinden<br />
heyecanla huzurlu bahçelere açılır gözleriniz.<br />
Huzurlu sardunyaların, petunyaların<br />
rengârenk kendini pazara çıkardığı<br />
bu bahçelerin içinden kadim Safranbolu<br />
Evleri sizlere gülümser ve ‘Buyurunuz’<br />
dercesine kapılarını sonuna kadar açar<br />
sizlere.<br />
Safranbolu bu evlerle kendi olmuştur.<br />
Ruhunu bu evlerin sofalarına katık<br />
19
yapmış, aklını bu evlerin aydınlığında huzura<br />
saklamıştır. Hangi bahtiyar insanlar bu evlerde<br />
ömür sürdü, sevinç ve yaslarını yaşadı bilinmez<br />
ama bu vefalı konakların bahtiyarlığını<br />
Karabük’te bir saltanatın kudretli ve ihtişamlı<br />
yıllarını tescil ettiğini sadece Karabük bilir!<br />
20<br />
İnsan Gelip Geçici, Toprak<br />
Kalıcıdır, Kâinat Bahçesinde<br />
Ulu Camii hala Safranbolu’da eski duaların<br />
saflığını ve sıcaklığını minarelerinde saklar gibidir.<br />
Gazi Süleyman Paşa Camii, eski günlerin<br />
sükû<strong>net</strong>ini, masumiyetini ve muhabbetini<br />
şadırvanının mermerlerinde fısıldar gibidir.<br />
Taş Minare Camii bir mahir ustanın bilgeliğini<br />
belgeler gibi hala sırrına erişilememiş bir abide<br />
eserdir şehrin bağrında.<br />
Eflani İlçesinde Küre-i Hadid Camii bir ruh<br />
medeniyetinin dışa yansımış ve kendini taşların<br />
efsununda göstermiş, asırlara meydan<br />
okurken, beş vakit zamanı en iyi vakitlerin<br />
efendisi olarak görmüş bir ulu çınar güzelliğinde<br />
manevî iklimin ruh bahtiyarlarını beklemektedir.<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Safranbolu Evleri bu denli güzel iken, insanları<br />
bu denli huzurlu ve bahtiyar iken bu evlerin mutfakları<br />
hangi lezzetleri bakır sofralara taşır, hangi<br />
güzellikleri damaklara sunarlardı?<br />
Kuyu kebabı denen yemeğin saatlerce odundan<br />
közlerle doldurulmuş kuyulara bırakılan toprak<br />
testilerin içine konan kuzu etlerinin lime lime<br />
piştiği bir lezzetin adıdır tadana.<br />
Gözleme ve yayım makarnası ile ayran bu evlerin<br />
gelen misafirlere kısa vadede sundukları bir<br />
başka yerli lezzettir. Ev baklavası kendini en çok<br />
bu evlerde naza çeker. Zira Safranbolu evlerinde<br />
mekân beraberinde insanın iştahını da açar.<br />
Hele yemek sonrası evlerin serin gül kokulu<br />
oda ve sofalarında içilen Yemen kahvesinin yanına<br />
konan güllü ve safranlı lokumlar tadına doyulmaz<br />
vakitlerin en lezzetlisi olarak kendini hatıralara<br />
teslim ederler.<br />
Safranbolu’da eski hükümet konağının arkasındaki<br />
tarihî saat kulesi Sultan Selim’den yadigâr<br />
bir nadide bergüzar olup hala zamanın nabzını<br />
tutmaktadır. Kırmızı kiremitli çatısı bulanan ku-<br />
Bekir SARI
lenin zembereği yoktur ve haftada bir muvakkitler<br />
tarafından kurulmaktadır.<br />
Bu kültürde ‘Vakti bilmek kendini bilmek kadar<br />
esastır’ hükmünde bir düşünceyle veda edersiniz<br />
saat kulesine.<br />
Eflani çayı üzerinde kurulmuş Taş Köprü geçmiş<br />
ve gelecek arasında bir köprü olmuş gidiş gelişlere<br />
bağrını sermiş Tokatlı Köprüsüne geçit<br />
vermektedir. Bulak ve Sipahiler mağarasında serinliğin<br />
ve mucizenin bin türlü resmini görür ve<br />
kendini efsunlu bir hikâyenin içinde bulursunuz.<br />
Kirpe Kanyonunda suyun maviliği ve derinliği<br />
sizi sürükler bilinmedik diyarlara. Su hayattır mucibince<br />
suyun büyülü sesi sizi de yakalar kendine<br />
teslim eder dalıp giden ruhunuzu. Tokatlı, Sakaralan,<br />
Sırçalı kanyonlarında Karabük’ün suya yazılmış<br />
kaderini de görürsünüz.<br />
Ovacık ilçesinde yeşilin ve güzelliğin bin türlü<br />
esrarı ile tanışır, nice hikâye ile geçmiş asırlara<br />
uzun yolculuklara çıkarsınız. Eskipazar beldesinde<br />
asırlar zamana meydan okur, antik kalıntılar<br />
tarihe vesika olur.<br />
Evliya Çelebi’nin yakın arkadaşı, Sultan<br />
İbrahim’in ruh doktoru Hüseyin Cinni Efendi de<br />
bu şehrin kültür haritamızdaki önemli ismidir.<br />
Cinni Hanı ve Cinni Hamamı adında adına yapılmış<br />
iki eser Safranbolu’da hala onun ismini zikretmektedir.<br />
Safranbolu Kültürümüzün<br />
Boy Aynasıdır<br />
Bu güzel şehirlerin ve evlerin içinde nice hayat<br />
yaşanmış ve nice insan yetişmiştir. Sadi Yaver<br />
Ataman türküleri kanatlandıran bir sanatkâr,<br />
Mehmet Fehmi Efendi, müftülüğü sırasında insanlara<br />
gönül kumaşı nasıl dokunur diyerek bunun<br />
ilmini öğreten bir yüce gönüllü insan olarak,<br />
Kayıkçı Kul Mustafa asker şair olup hatıralarımızın<br />
kapısını tıklatan Karabüklü insanlardan bazılarıdır.<br />
Şehirlerin sultanı, kültürümüzün yüz akıdır.<br />
Geçmişin nadide incesi, geleceğin bergüzarı, ruhumuzun<br />
gergefidir. Bir engin mimarlığın baş şehridir.<br />
Safranbolu Karadeniz’de esen bir kültür fırtınasıdır!<br />
21
Edebiyat<br />
Musa TEKTAŞ<br />
manevî<br />
bİrlİktelİK<br />
22<br />
“İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlarla, sevdikleriyle beraber<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
olmak ister. İşte civarında binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen,<br />
manevî birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından biride Mahmûd<br />
Encîrfağnevî Hazretleridir.”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin<br />
ziyaretine giden bir arkadaş, sohbet<br />
esnasında Hazrete sorar: “Efendim<br />
ahirette de böyle bera ber olup, soh be tinizde bulunacak<br />
mı yız?” Hulûsi Efendi (k.s.) de şöyle buyu -<br />
rur: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v.) Efendi miz ashabıyla<br />
sohbet ederler ken, sahabiden biri sordu:<br />
‘Ya Rasûlallah (s.a.v.), kıyamet ne zaman kopacak?’<br />
Rasûlullah (s.a.v.) da ona: ‘Kıya met için hazırlığın<br />
nedir?’ diye sordu. O saha be: ‘Hazırlı ğım<br />
muhabbet-i Allah (c.c.), muhabbet-i Rasûlullah<br />
(s.a.v.)’ deyince, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz iki<br />
elinin şehadet par maklarını birleştirerek: ‘O hâlde<br />
kişi sevdiği ile beraberdir.’ buyur urlar.”<br />
İnsanlar dünyada da ahirette de salih insanlarla,<br />
sevdikleriyle beraber olmak ister. İşte civarında<br />
binlerce gönül ehlini toplayan, sevilen, manevî<br />
birlikteliğinden zevk alınan Allah dostlarından<br />
biri de Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleridir.<br />
Buhara’nın üç fersah/takriben 21 km. kuzeyindeki<br />
Vabkeni ilçesinin (şimdiki adı Vabkent)<br />
Encîrfağne Köyünde (Bu köy şimdi Encirbağ<br />
adıyla anılmaktadır) dünyaya gelir. Babasının<br />
adı Emir Yahya’dır. Peygamber neslinden geldiği<br />
nakledilir. Encîrfağne’de doğup büyüyen Hâce<br />
Mahmûd, sonradan Vabkeni’ye taşınıp orada<br />
ikâmet eder. Dülgerlik, inşaat ustalığı ve sıvacılık<br />
yaparak geçimini sağlayan Mahmûd Encîrfağnevî,<br />
elinde dülgerlik âletleri, taş ve toprağı karıştırmakla<br />
meşgul olur. 1 Köyünden ötürü Encîrfağnevî<br />
olarak anıldığı gibi, bazı kaynaklarda “Encer/Encir”<br />
kelimesinin lakabı olduğu da belirtilmektedir.<br />
“Encer” kelimesi gemi demiri demektir. Tarikatı<br />
şeriat esaslarıyla demirleyen bir mürşid olduğu<br />
için kendisine bu lakabın verilmiş olabileceği beyan<br />
edilmektedir. 2<br />
Ârif Rivgerî (k.s.)’ye intisap ederek seyr ü<br />
sülûkünü tamamlar ve onun halifesi olur. Artık<br />
bina inşa etmek yerine gönül inşa etmeye koyulur.<br />
Vabkeni mescidinde yıllarca halkı irşad eder,<br />
müridler yetiştirir.<br />
Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin 685/1286 tarihinde<br />
vefat ettiği belirtmektedir. 3 Kabri doğduğu<br />
köyünde, Encirbağ Köyündedir. Kabri yanında<br />
bir mescit ile su kuyusu bulunmakta ve bu suyun<br />
şifalı olduğuna inanılmaktadır.<br />
23
24<br />
“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın<br />
kutluluk göğünde, yücelere doğru<br />
uçuyor da uçuyor.”<br />
Maneviyat gökyüzünde kanat süzen<br />
yüce ruhlara selam olsun…”<br />
Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri<br />
Bekir AYDOĞAN<br />
Kendisinin bazı söz ve menkıbeleri, müellifi<br />
bilinmeyen Makâmât-ı Seyyid Emir-i Hord-i<br />
Vâbkenevî adlı eserde toplanmıştır. Hâcegân tarikatını<br />
Nakşbendîyye’ye bağlayan ana kol halifesi<br />
ise kendisinden sonra Ali Râmîtenî Hazretleri ile<br />
devam etmiştir. 4<br />
Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.), orta boylu, güleç<br />
yüzlü, çekme burunlu, genişçe ağızlıydı. Teni beyaz,<br />
sakalı siyahtı. Beyaz sarık sarardı. Musa (a.s.)<br />
meşrebinde ve kerameti zâhir bir kâmil velîydi.<br />
Esası hafî zikir olan yolun usûlünü hâl ve cezbe galebesiyle,<br />
mürşidinin işaret ve müsaadesiyle cehrî<br />
yapmıştı. Dolayısıyla Encîrfağnevî, Hâcegân tarikatında<br />
cehrî zikri ilk başlatan kişidir.<br />
Hakk’a Yönelten Zikir<br />
Mahmûd Encîrfağnevî zikir ve gönül ehli<br />
bir kimse olmakla birlikte ilim meclislerini sever<br />
ve zaman zaman oraları ziyaret eder. Yine bir<br />
gün Şemseddin Halvânî ve Şeyh Hâfizuddin gibi<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
âlimlerin bulunduğu ilim meclisine varır. Şemseddin<br />
Halvânî, Şeyh Hâfizuddin’e der ki: “Mahmûd<br />
Encîrfağnevî’ye sor bakalım, tarikatlarının esası<br />
hafî zikir olduğu halde, cehrî zikri hangi niyetle<br />
yapıyorlar?” 5 Buhara’nın önde gelen âlimlerinden<br />
Hâfizuddin Kebîr Buharî de Encîrfağnevî’ye hangi<br />
niyetle cehrî zikir yaptığını sorunca ondan şu cevabı<br />
alır: “Uyuyanlar uyansın, gafiller kendine gelip<br />
hakikat yoluna yönelsin, istikamet ile şeriat ve tarikata<br />
girsinler, bütün hayırların anahtarı ve mutlulukların<br />
aslı olan hakikî tevbeye ve Hakk’a yönelmeye<br />
rağbet etsinler diye cehrî zikir yapıyoruz.”<br />
Hâfizuddin bu cevabı beğenip “Sizin niyetiniz doğrudur<br />
ve bu iş size helâldir.” der. 6 Çünkü değişen ve<br />
değiştirilen bir şey yoktur ortada. Temel anane yolundadır.<br />
Bu tecelli onlarda bir hâlet ve bir hikmet<br />
gereğidir. Gizli zikir yolundan aldıkları zikri şimdi<br />
açıktan dağıtmaya memur olmuşlardır. 7 Şeyh<br />
Hâfizuddin bir başka gün Encîrfağnevî’ye cehrî zikrin<br />
kimlere caiz olup kimlere caiz olmadığını, gerçek<br />
bir zikir ile sahtesinin nasıl ayrılacağını sorar.<br />
Encîrfağnevî şu cevabı verir:
“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı<br />
haram ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi<br />
riya ve gösterişten, gönlü de Hak’tan başkasına<br />
yönelmekten temizlenmiş olan kişi için caizdir.”<br />
Ölüm Yaklaşırken Sevdiğiyle<br />
Beraber Olanlar<br />
Anlatıldığına göre Gucdevânî’nin halifelerinden<br />
Evliya-yı Kebir Buharî’nin talebesi olan<br />
Şeyh Dehkan Kılletî hastalanmıştır. Mahmûd<br />
Encîrfağnevî, onun ziyaretine varır. Şifa dileklerinde<br />
bulunduktan sonra huzurundan ayrılır.<br />
Encîrfağnevî çıktıktan sonra Şeyh Dehkan şöyle<br />
dua eder: “Allah’ım, ölümüm<br />
yaklaştı. Ölümüm sırasında velî<br />
kullarından birini bana gönder<br />
de bana yardım etsin, işimi kolaylaştırsın.”<br />
Şeyh Dehkan duasını<br />
tamamlar tamamlamaz<br />
Mahmûd Encîrfağnevî tekrar<br />
içeri girer ve “Ölünceye kadar<br />
sana hizmete geldim.” der ve vefatına<br />
kadar yanından ayrılmaz.<br />
Bu mealde birkaç hatıra da Hulûsi Efendi Hazretlerinin<br />
hayatında yaşanmıştır…<br />
Darende’nin yaşlı ihvanlarından Alo Emmi<br />
hastalanmış yatağında son anlarını yaşamakta<br />
çocukları başında Kur’an okumaktadırlar. Ölüm<br />
hali gelip çatmıştır. Çocukları ağlamaya başlarlar.<br />
Bu arada Alo Emmi, “Susun evlatlarım beni<br />
biraz doğrultun, Peygamber Efendimiz ve yanında<br />
Hulûsi Efendi teşrif ettiler, ağlayıp huzuru rahatsız<br />
etmeyiniz. Benim sevdiklerim geldi sevgiliye<br />
gidiyorum.” diye evlatlarını teselli eder.<br />
Elbistanlıların bulunduğu bir sohbet esnasında<br />
Hu lûsi Efendi Hazretleri; “Elbistan’da sevdiğimiz<br />
Bostan Emmi var. Bize deseler ki: Elbistan’ı<br />
mı alırsın, yoksa Bostan’ı mı? Biz Bostan Emmiyi<br />
alırız.” Bu konu ile alâkalı bir de beyit vardır:<br />
Bize Bostan gerek Bostan,<br />
Bin türlü bostan olsa da Elbistan<br />
Bir defasında Bostan Emmi Darende’ye ziya-<br />
rete gelerek Osman Hulûsi Efendi’ye “Efendim<br />
ben gidiciyim. Ne olur cenaze namazımı siz kıldırın.”<br />
der. Aradan birkaç gün geçer bir sabah erkenden<br />
henüz hiçbir haber verilmediği hâlde<br />
Osman Hulûsi Efendi “Oğul arabayı hazırlayın<br />
Elbistan’a gidiyoruz. Bostan Emmi vefat etti. Bize<br />
vasiyeti var cenaze namazını kıldıracağız.” der. O<br />
gün Elbistan’a gidilir ve Bostan Emminin cenazesi<br />
teşyi edilir.<br />
Hulûsi Efendi (k.s.) yine bir sohbetlerinde şöyle<br />
anlatırlar: “Bir Cuma günü Darende’nin ileri<br />
gelenlerinden Korkmaz Hafız geldi. ‘Hulûsi<br />
Efendi, ben yolcuyum, cenazemi yıka demeyece-<br />
“Cehrî zikir ancak, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram<br />
ve şüpheli şeylerden arınmış, kalbi riya ve gösterişten,<br />
gönlü de Hak’tan başkasına yönelmekten temizlenmiş<br />
olan kişi için caizdir.”<br />
ğim. Fakat namazımı sen kıldır, kabir taşıma da<br />
iki satır kitabe yaz’ dedi. Hafız Ağa, Allah (c.c.)<br />
sana uzun ömürler versin, daha çok çay içeceğiz<br />
dedim. O da ‘Ben rüyamı gördüm, ben yakında<br />
yolcuyum’ dedi. Üç gün sonra, Pazartesi günü vefat<br />
etti. Cenaze musallaya konulunca etrafta başka<br />
hoca efendiler vardı, ben sesimi çıkarmadım. Tam<br />
o sırada Hacı Esat Efendi yüksek sesle; ‘Hulûsi<br />
Efendi, Korkmaz Hafız’ın vasiyeti vardır, cena ze<br />
namazını sen kıldıracaksın’ dedi. Sonra namazını<br />
kıldırdık, kita besini de yazdık.” diye buyururlar. 8<br />
Kitabe şöyledir:<br />
Muhibb-i hanedân-ı âli Ahmed<br />
Korkmaz-zâde Hacı Hâfız Muhammed<br />
Fenânın koydu fâni lezzetini<br />
Bekânın buldu bâki izzetini 1371/1952 9<br />
Köy âşıkları etrafça sevilen hatta yarı ermiş kabul<br />
edilip, hürmet edilen insanlardır. Çünkü onların<br />
sözleri genellikle hakikati yansıtır, gerçekleri<br />
içerir. Onları “Hakk’ın söylettiğine” inanılır. Ke-<br />
25
lime hazineleri farklılık arz eder. Genellikle yaşanılan<br />
çevre ve hayatın önemli etkenleri tekrar konusu<br />
olabilir.<br />
Bu tip âşıklardan biri ancak gönlü zengin, mütevazı,<br />
Hakk vergisi bir şair olan Âşık Mevlüt’le<br />
6 Ağustos 2000 tarihinde tanışmıştık. Daha önceden<br />
ismini duymuştum ama<br />
birkaç kez haber göndermemize<br />
rağmen bir türlü fırsat bulup<br />
gelememişti. Hulûsi Efendi’ye<br />
yazmış olduğu bir şiirini ve bazı<br />
şiirlerini daha önce kendinden<br />
dinleyen Muhterem H. Hamidettin<br />
Ateş Efendi’den duymuştum.<br />
Kendilerinin isteği doğrultusunda<br />
bu âşığımızın şiirlerini<br />
derlemek üzere bir araya geldik<br />
uzun röportajlar yaptık. Çeşitli<br />
vesilelerle yayınladık.<br />
Âşık Mevlüt; 9 Eylül <strong>2012</strong><br />
Pazar günü yakalandığı mide<br />
kanseri hastalığı vesilesiyle son<br />
bir kez Somuncu Baba’yı, H.<br />
Hamidettin Ateş Efendi’yi ziyaret<br />
için Darende’ye gelmişti. Bu<br />
son arzusunu Allah nasip etmiş,<br />
çocukları yerine getirmişti. H.<br />
Hamidettin Ateş Efendi ile görüştü,<br />
çay içti, sohbet etti. Hasta<br />
olmasına rağmen, şiir oku-<br />
26<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
du, hatıralardan bahsetti… Son olarak, “Efendim<br />
Allahu âlem vadem yakın son demimde sizi ziyaret<br />
etmek, duanızı almak istedim, artık ölsem<br />
de gözlerim açık gitmez, sizi gördüm, sohbetinize<br />
katıldım. Allah bilir ama yakında bu dünyadan<br />
göçerim. Cenazemle ilgilenir misiniz?” diyerek<br />
ayrılmıştı. 24 Eylül <strong>2012</strong> tarihinde Âşık Mevlüt<br />
Hakk’ın rahmetine kavuştu, ahirete göçtü. Vefat<br />
haberi H. Hamidettin Ateş Efendi’ye ulaşınca<br />
müteessir oldu. 15 gün önce âşığın kendisine<br />
arz ettiği şekilde, vefa borcu olarak birkaç arkadaşımızı<br />
görevlendirdi. Bu arkadaşlarımız Âşık<br />
Mevlüt’ün köyüne giderek, cenaze ve defin işlemleriyle<br />
ilgilendiler. Ailesine ve sevenlerine H. Hamidettin<br />
Ateş Efendi’nin taziye mesajını ve selamını<br />
götürüp, âşığın son isteğini yerine getirmeye<br />
çalıştılar.<br />
“Şeyh Dehkan şöyle<br />
dua eder: “Allah’ım,<br />
ölümüm yaklaştı.<br />
Ölümüm sırasında velî<br />
kullarından birini bana<br />
gönder de bana yardım<br />
etsin, işimi kolaylaştırsın.”<br />
Şeyh Dehkan duasını<br />
tamamlar tamamlamaz<br />
Mahmûd Encîrfağnevî<br />
tekrar içeri girer ve<br />
“Ölünceye kadar sana<br />
hizmete geldim.” der ve<br />
vefatına kadar yanından<br />
ayrılmaz.”<br />
Maneviyat Gökyüzünde<br />
Kanat Süzenler<br />
Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin kerametleri<br />
zâhirdir. Bir gün halifesi<br />
Ali Râmîtenî(k.s.)<br />
ihvana zikir yaptırırken<br />
başucundan geçen beyaz<br />
bir kuşun gagasından<br />
aynen şu lafızlar duyulur:<br />
“Ey Ali! Mert ol! Yapıştığın<br />
eteği sımsıkı tut!<br />
Mürşidine bağlan! Ahdini<br />
bozma!” Zikir halkasında<br />
bulunan müridleri şaşkına<br />
çeviren ve kuşun ağzından<br />
dökülen bu cümlelerin<br />
ardından Ali Râmîtenî<br />
der ki: “Bu şeyhimiz<br />
Mahmûd Encîrfağnevî’nin<br />
sesidir. Bizi uyarıyor<br />
ve âgâhlığa çağırıyor.”<br />
Encîrfağnevî’nin beyaz büyük<br />
bir kuş şeklinde havada<br />
uçtuğu ve halifesi Ali<br />
Râmîtenî ile konuştuğu<br />
anlatılmaktadır.<br />
Kuş şekline girme moti-
Mahmûd Encîrfağnevî Hazretleri’nin kabri<br />
Bekir AYDOĞAN<br />
fine Türk velîlerine ait menkıbeler arasında da<br />
sıkça rastlanır. 10 Yazımızı aynı gerçekleri hatırlatan<br />
birkaç hatıra ile bağlayalım:<br />
H. Hamidettin Ateş Efendi, vakıfta odasında<br />
bulunduğu bir sırada bir su bülbülü gelir odanın<br />
penceresine vurur. H. Hamidettin Efendi görevli<br />
arkadaşları çağırarak ‘Bülbülü takip edin’ buyurur.<br />
Takip edildiğinde kuşcağızın yuvasının<br />
böcekler tarafından talanmış olduğu görülür, yavruları<br />
zor durumdadır, himmetleriyle yuva böceklerden<br />
temizlenir. Su Bülbülü ise bu işlemden<br />
sonra, pencereye gelerek birkaç kez vurur ve döner.<br />
Aslında bu bir teşekkürdür.<br />
Yine H. Hamidettin Ateş Efendi, 20<strong>11</strong> yılındaki<br />
Umre ziyaretinde, Mescid-i Nebevî’nin müezzini<br />
Üsam Buhari’yle sohbeti sırasında, “Göreviniz<br />
esnasında harikulade olaylarla karşılaştınız mı?”<br />
diye sorar. Üsam Buhari şöyle cevap verir: “Birçok<br />
olayla karşılaştım ama birini örnek vereyim.<br />
Bir gün sabah ezanını okurken, ezan esnasında,<br />
Babus-selamdan beyaz renkli kanatları açık şimdiye<br />
kadar hiç görmediğim bir büyük kuş içeri<br />
girdi. Peygamberimizin hücre-i saadetini ziyaret<br />
“Mahmûd Encîrfağnevî (k.s.)’nin<br />
kerametleri zâhirdir. Bir gün halifesi Ali<br />
Râmîtenî(k.s.) ihvana zikir yaptırırken<br />
başucundan geçen beyaz bir kuşun<br />
gagasından aynen şu lafızlar duyulur:<br />
“Ey Ali! Mert ol! Yapıştığın eteği sımsıkı<br />
tut! Mürşidine bağlan! Ahdini bozma!”<br />
ederek Bâkî kapısından çıkıp gitti. Aslında biz kuş<br />
gibi gördük ama Allahu â’lem bir kâmil insan ruhu<br />
veya kuş suretinde melekti.”<br />
Aynı yıl H. Hamidettin Ateş Efendi ve bazı arkadaşlar<br />
otel odasında otururlarken, gökyüzünde<br />
Kâbe-i Muazzama’nın etrafında tavaf eder gibi<br />
uçan büyük kuşları görürüler. H. Hamidettin Ateş<br />
Efendi yanındakilere “Bunları kuş gibi görmeyin,<br />
insanlara çok şey anlatıyor.” diye buyurur.<br />
Mevlânâ Celaleddin Rumî Hazretleri de kendi<br />
üstadını devlet kuşuna benzetiyor ve şöyle diyor…<br />
“Tebrizli Şems devlet kuşu, padişahın kutluluk<br />
göğünde, yücelere doğru uçuyor da uçuyor.”<br />
Dipnot<br />
1 Hamid Algar, “Fağnevî”, DİA, İstanbul<br />
1995, c. XII, s. 73.<br />
2 H. Kamil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam<br />
Yay., 1994, s. 93.<br />
3 Harîrî-zâde, Tibyân, c. III, vr. 201a.<br />
4 Kadir Özköse-H.İbrahim Şimşek,<br />
Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat<br />
Yay., Ankara, 2009, s. 187.<br />
5 Yılmaz, Altın Silsile, s. 93.<br />
6 Safî Ali b. Hüseyin Vaiz el-Kaşifî,<br />
Reşahâtu ayni’l-hayât, Çev. Meh-<br />
met Rauf Efendi, İstanbul 1291, s.<br />
51-52.<br />
7 Yılmaz, Altın Silsile, s. 94.<br />
8 S.B.A.K.M. Arşivi, Röportajlar<br />
Dosyası, nr. 9/93-5.<br />
9 Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı<br />
Hulûsî-i Dârendevî, Nasihat Yay.,<br />
İstanbul 2006, s. 231.<br />
10 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend:<br />
Hayatı, Görüşleri, Tarikatı,<br />
İnsan Yay., İstanbul 2002, s. 59.<br />
27
Sûfi Perspektif<br />
Kadir ÖZKÖSE*<br />
CÖMERTLİĞİN<br />
28<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
KAZANDIRDIKLARI<br />
Günes gibi sefkatli yer gibi tevâzu’lu<br />
Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
Cömertlik; sehâvet,<br />
ikram, ihsan ve yardım<br />
etme alışkanlığına<br />
verilen bir isimdir. İnsanın,<br />
sahip olduğu imkânlardan Allah<br />
rızası için muhtaçlara ihsan ve<br />
yardımda bulunmasını sağlayan<br />
üstün bir ahlâkî vasıftır.<br />
Cömertlik Allah’ın sıfatlarından<br />
biridir. Zira cömertlikte<br />
kemâl sahibi olan, ancak<br />
Allah (c.c.)’tır. Çünkü<br />
Allah, âlemdeki her bir varlığın<br />
neye, ne miktarda ve ne zaman<br />
ihtiyacı olduğunu bilir ve en<br />
uygun şekilde ikram eder. Ayrıca<br />
O, hiç kimseye muhtaç olmadığı<br />
ve eksiklikten münezzeh<br />
olduğu için sunduğu lütuflarından<br />
dolayı bir karşılık beklemez.<br />
O’nun bir ismi de kullarına kerem<br />
ve ihsanı bol anlamına gelen<br />
“el-Kerîm”dir. 1 Ayrıca er-<br />
Rahmân, er-Rahîm, el-Vehhâb,<br />
el-Latîf, et-Tevvâb, el-Gaffâr,<br />
el-Afüvv, er-Raûf, el-Hâdî gibi<br />
ilâhî sıfatlar da Allah’ın cömertliğini<br />
değişik açılardan ifade etmektedir.<br />
2 Rasûlullah (s.a.v.);<br />
“Allahu Teâlâ Cevâd’dır, yani<br />
cömert ve ihsân sahibidir, bu<br />
sebeple cömertliği sever. Yine<br />
O, güzel ahlâkı sever, kötü ahlaktan<br />
da hoşlanmaz.”, 3 “Şüphesiz<br />
Allah tayyibdir güzel<br />
ve hoş olanı sever, temizdir<br />
temizliği sever, Kerîm’dir keremi<br />
sever, Cevâd’dır cömertliği,<br />
cûd ve sehâyı sever.” 4 buyurarak<br />
Cenab-ı Hakk’ı “Cevâd” ism-i<br />
şerîfi ile zikretmiştir.<br />
Cömert olan Allahu Teâlâ,<br />
kullarının da bu isminden nasip<br />
almalarını ve bu ahlakı ile ahlaklanmalarını<br />
emretmektedir.<br />
Şöyle ki:<br />
“Ey iman edenler! İçinde hiç<br />
bir alış veriş, hiç bir dostluk,<br />
(Allah’ın izni olmadıkça) hiç<br />
bir şefaat bulunmayan kıyamet<br />
günü gelip çatmadan önce, rızıklandırdığımız<br />
şeylerden Allah<br />
yolunda cömertçe sarf edin.<br />
Küfâan-ı nimet içinde olanlar<br />
zâlimlerin ta kendileridir.” 5<br />
Bazı âyetlerde de cömertlik,<br />
alışverişe benzetilmiş ve Allahu<br />
Teâlâ’ya verilen güzel bir borç<br />
olarak telakkî edilmiştir:<br />
“Allah’a güzel bir borç verecek<br />
olan var mıdır ki Allah<br />
bunu, onun için kat kat artırsın<br />
ve kendisine daha nice kıymetli<br />
mükâfatlar ikrâm etsin!” 6<br />
Peygamber Efendimiz ise<br />
gıpta edilecek kişilerden birinin<br />
de cömertler olduğunu ifade<br />
ederek şöyle buyurur:<br />
“Yalnız iki kişiye gıpta edilir:<br />
Biri, Allah’ın mal verip Hak yolunda<br />
harcamaya muvaffak kıldığı<br />
kimsedir. Diğeri de Allah’ın<br />
kendisine ilim verip de onunla<br />
amel eden ve bunları başkasına<br />
öğreten (yani ilmini infâk eden)<br />
kimsedir.” 7<br />
Mal ve servet yalnız Allah’a<br />
âittir ve rızkı veren de O’dur.<br />
Allahu Teâlâ’nın kullarına fazlından<br />
ve kereminden verdiği<br />
mallarda muhtaçların hakkı<br />
bulunmaktadır. Bu sebeple bir<br />
Müslüman için en makul hareket,<br />
mülkü gerçek Mâlik’in yolunda<br />
sarf etmesidir. Cömertlik<br />
duygusu da bu inançtan kaynaklanır.<br />
8<br />
Nefsin tezkiye ve terbiyesi<br />
<strong>net</strong>icesinde kişiye îsâr/cömertlik<br />
vasfının verileceğini<br />
beyan eden Sühreverdî (ö.<br />
632/1234)’ye göre ihtiyaç duyduğumuz<br />
bir şeyi başkasına verebilmemiz<br />
ancak kişisel ihtiras<br />
ve duyguların egemenliğinden<br />
tam anlamıyla kurtulmamıza<br />
bağlıdır. Sühreverdi bu gerçeği<br />
şu şekilde dile getirmektedir:<br />
“Sûfîlerin îsâr ile amel etmeleri,<br />
nefs tezkiyesi ve karakter terbiyesinden<br />
geçmiş olmalarından<br />
başka bir sebeple değildir.<br />
Allah Teâlâ, karakterini düzeltmeyen<br />
sûfîye îsâr sıfatı nasip<br />
etmez. Tabiatında sehâvet sıfatı<br />
bulunanların neredeyse tamamı<br />
sûfîdir. Çünkü sehâvet karaktere<br />
ait bir sıfattır. Sehâvetin<br />
zıddı ‘şuhh’ yani cimriliktir.<br />
Cimrilik ise nefsânî sıfatlar<br />
cümlesindendir.” 9<br />
29
Cömertlik bir mü’minin en<br />
mühim vasfıdır. Mü’minin cömert<br />
olmamasını tasavvur etmek<br />
mümkün değildir. Zira bir<br />
kalpte imanla cimrilik bir arada<br />
asla bulunamaz. 10 Hz. Enes’in<br />
naklettiği şu hâdise bu hakîkati<br />
ifade etmektedir:<br />
“Bir adam ölmüştü. Halktan<br />
birisi Rasûlullah (s.a.v.)’in<br />
işiteceği şekilde; ‘Cen<strong>net</strong> ona<br />
mübârek olsun!’ dedi. Bunun<br />
üzerine Allah Rasûlü; ‘Nereden<br />
biliyorsun? Belki de o mâlâyânî<br />
konuştu veya malından bir şey<br />
eksiltmeyecek kadar çok az bir<br />
kısmını bile infâk etmekte cimrilik<br />
gösterdi!’ buyurdu.” <strong>11</strong><br />
Bir diğer hadisinde Peygamber<br />
Efendimiz; “Zulüm yapmaktan<br />
sakının. Çünkü zulüm<br />
kıyâmet gününde zâlime zifirî<br />
karanlık olacaktır. Cimrilikten<br />
de sakının. Zira cimrilik sizden<br />
önce yaşayan insanları, birbirini<br />
öldürmeye ve dokunulmaz<br />
haklarını çiğnemeye kadar götürerek<br />
perişan etmiştir.” 12 buyurarak<br />
cimriliğin dünya ve<br />
âhiretteki acı âkıbetini bildirmiştir.<br />
Bu sebeple bir mü’min,<br />
tabiatında bulunan cimriliği<br />
terk edip cömertlik ahlakını elde<br />
etme gayreti içinde olmalıdır.<br />
Zira âhiret hayatı için en faydalı<br />
hasletlerden biri, nefsin sehâvet<br />
üzere olmasıdır. Sehâvet, zekât<br />
ve infâkın ruhudur. Nefsin<br />
terbiyesi de ancak sehâvetle<br />
mümkündür. Bunu elde<br />
edebilmenin yolları ise ihtiyacı<br />
olduğu halde infakta bulunmak,<br />
kendisine zulmeden kimseyi<br />
affetmek, hoşa gitmeyecek<br />
şeylerle karşılaştığında âhirete<br />
30<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
olan yakîni sebebiyle sabretmek<br />
gibi davranışlardır. 13<br />
Semerkand’dan Buhara’ya<br />
gelip intisap etmek istediğini<br />
söyleyen Şeyh Sekkâ-yı<br />
Semerkandî isminde bir şahsa,<br />
Bahâeddin Nakşibend<br />
(ö.791/1388); “Bize bir hediye<br />
ver ki seni müritliğe kabul<br />
edelim.” der. Adam hiç parası<br />
olmadığını söyleyince Şah-ı<br />
Nakşibend, onun elbisesinin altında<br />
dört dinar bulunduğunu,<br />
bu yolda ilk şartın cömertlik olduğunu,<br />
ancak kendisinde cimrilik<br />
huyu olduğu için kendisini<br />
müritliğe kabul edemeyeceğini<br />
söyler. Adam dört dinarı çıkarıp<br />
Şah-ı Nakşibend’e uzatır. Ancak<br />
şeyh, bu paraları almayıp orada<br />
oynamakta olan küçük bir<br />
çocuğa vermesini emreder. Çocuk<br />
bu paraları yere atınca, adamın<br />
utancı ve üzüntüsü bir kat<br />
daha artar. Mecliste bulunanların<br />
ricâsıyla Şah-ı Nakşibend,<br />
onu müritliğe kabul eder. 14<br />
Cömertliği mârifet kapısının<br />
altıncı makamı olarak kabul<br />
eden 15 Hacı Bektâş-ı Veli<br />
(ö.669/1271)’ye göre, mal cömertliği,<br />
ten cömertliği, ruh<br />
cömertliği ve gönül cömertliği<br />
şeklinde dört türlü cömertlik<br />
vardır. Diğer taraftan o, insanların<br />
da “kerîmler”, “cömertler”,<br />
“cimriler”, “kötüler” ve<br />
“reziller” olmak üzere beş çeşit<br />
olduklarını vurgulamaktadır.<br />
Kerîmler yemeyip yedirenler,<br />
cömertler hem yiyip hem yedirenler,<br />
cimriler kendileri yiyip<br />
başkalarına vermeyenler, kötüler<br />
yemeyen ve yedirmeyenler<br />
ve reziller ise kendisi yemeyip<br />
başkasına vermediği gibi başkasının<br />
da iyilik etmesine engel<br />
olanlardır. 16<br />
Özetle, cömertliğin hem<br />
dünyada hem de âhirette pek<br />
çok kazandırdıkları bulunmaktadır.<br />
Öncelikle cömert bir kimseyi<br />
Allahu Teâlâ sever ve kullarına<br />
sevdirir. Sonunda cömert<br />
kimse cen<strong>net</strong>e yakın, cehennemden<br />
de uzak olur. Peygamber<br />
(s.a.v.) şöyle buyurur:<br />
“Cömert kişi Allah’a yakın,<br />
cen<strong>net</strong>e yakın, insanlara yakın<br />
ve cehennem ateşinden uzaktır.<br />
Cimri ise Allah’tan uzak,<br />
Cen<strong>net</strong>’ten uzak, insanlardan<br />
uzak ve cehennem ateşine yakındır.<br />
Cömert câhil, ibadet<br />
eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.”<br />
17 Bu sebeple Allahu<br />
Teâlâ’nın cimri, ahmak ve kibirli<br />
olan kimseleri dost edinmeyeceği<br />
bildirilmiştir.<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 82/İnfitâr, 6.<br />
2 Ömer Çelik-Mustafa Öztürk-Murat Kaya, Üsve-i<br />
Hasene (Kullukta-Ahlâkta-Adâbda) En Güzel İnsan<br />
–sallallahu aleyhi ve sellem-, Erkam Yayınları, İstanbul<br />
2003, s. 319.<br />
3 Ebû’l-Fazl Celâleddîn Abdurrahmân bin Ebû Bekir<br />
es-Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Mısır 1306, c. I, s. 60.<br />
4 Tirmizî, Edeb, 41.<br />
5 2/Bakara, 254.<br />
6 57/Hadîd, <strong>11</strong>.<br />
7 Buhârî, İlim, 15.<br />
8 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 319.<br />
9 Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, Tasavvufun<br />
Esasları -Avârifu’l-Maârif Tercemesi-, Haz. H.<br />
Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Vefa Yayıncılık İslam<br />
Mecmuasının Hediyesi, İstanbul 1990, s. 315.<br />
10 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.<br />
<strong>11</strong> Tirmizî, Zühd, <strong>11</strong>.<br />
12 Müslim, Birr, 56.<br />
13 Çelik, Üsve-i Hasene, s. 327.<br />
14 Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı,<br />
Görüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002,<br />
s. 299.<br />
15 Hacı Bektaş-ı Veli, Makâlât, haz.Esad Coşan, Seha<br />
Neşriyat, trs., s. s. 120.<br />
16 Kadir Özköse, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Ensar<br />
Yayıncılık, Konya 2008, s. 172.<br />
17 Tirmizî, Birr, 40.
ÖMÜR TÖRPÜSÜ<br />
Kendi bedeninde, garip kalınca<br />
Anlarsın ki gurbet, başka “şey” imiş<br />
Gamzedeler, hissettirmez ahını<br />
İnleyen bu nida, saz ve “ney” imiş<br />
Soluk soluk tükeniyor hayatın<br />
Nalın eskir, devrilir bir gün atın<br />
İster çulda, ister sarayda yatın<br />
Ömür sermayesi, ödünç “pay” imiş<br />
Temel sağlam ama duvarı çürük<br />
Bakışlar tarumar, görüşler kırık<br />
Yangına koşuyor, elinde körük<br />
Cüssesi yiğitçe, fikri “toy” imiş<br />
Mevsimlerin en verimsizi hazan<br />
Kalpleri karartır, zan üstüne zan<br />
Bedene rol, yakışmaz oyun bozan<br />
Mahcubiyet dilde, sonu “vay” imiş<br />
Yudum yudum içersin, yine biter<br />
Günlerin sayılı, kaç bayram yeter?<br />
İnişte gözyaşı, yokuştaysa ter<br />
Yolun düzgün ise, sana “ray” imiş<br />
Protonlar, nötron ile anlaştı<br />
Tüm vahşiler, birbirine yanaştı<br />
İnsanlar kavgalı, yerküre şaştı<br />
Safkan zannedilen, melez “toy” imiş<br />
Konjonktürde, özne insanlık değil<br />
Zalime başkaldır, haklıya eğil<br />
Öğüt almaz ise, babadan oğul<br />
Hedefsiz atılan, oka “yay” imiş<br />
Pirince giderken, olur bulgurdan<br />
hasılatı bekler, en yüksek kurdan<br />
Şiirler de, vefa bekler okurdan<br />
Doğruyu dışlayan, dokuz “köy” imiş<br />
Ömür törpüsü bu, dikenli yollar<br />
Dert bulaştırmaya, bir fırsat kollar<br />
Pusulaya, tersten bakınca kullar<br />
Aşk için içilen, sahte “mey” imiş<br />
Ali Rıza MALKOÇ<br />
31
İlim ve Hayat<br />
Mehmet SOYSALDI*<br />
32<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
İSLÂM’DA İLK ÖĞRETMEN:<br />
MUS’AB B. UMEYR<br />
(R.A)
Nesebi ve<br />
Gençlik Yılları<br />
Mus’ab b. Umeyr b. Haşim b.<br />
Abdi Menaf b. Abdiddar b. Kusay,<br />
b. Kilâb b. Mürre el-Kureşî<br />
el-Abderî. Miladi 585 yılında<br />
Mekke’de dünyaya geldi. Babası<br />
Umeyr, annesi Hünas binti<br />
Malik’tir. Annesi de babası da<br />
maalesef Müslüman olmamışlardır.<br />
Mus’ab, Mekke’de Abduddaroğulları<br />
denilen zengin<br />
bir aileye mensuptur. Cahiliye<br />
döneminde bu ailenin iki görevi<br />
vardı:<br />
1. Askerî görevleri ki<br />
Mekke’nin sancaktarlığını yapmaktı.<br />
2. Dinî görevleri de hicabe<br />
idi. Yani Kâbe’nin bakımı ve<br />
anahtarını koruma ile görevli<br />
idiler.<br />
Mus’ab’ın ailesi, Mekke’nin<br />
en zengin ailelerden biri idi.<br />
Evin üç erkek evladı vardı. Onların<br />
en küçüğü de Mus’ab’tı.<br />
Annesi bu küçük oğluna diğerlerinden<br />
daha fazla düşkündü.<br />
Dolayısıyla ona en güzel elbiseleri<br />
giydirir, özel ayakkabı diktirir,<br />
en güzel ata bindirirdi. 1<br />
Mus’ab için ta Yemen’den özel<br />
koku getirtirdi. Mus’ab’a ait bir<br />
koku vardı ki, sadece o kullanırdı.<br />
Mekke sokaklarından geçtiği<br />
zaman o kokudan dolayı o mahalleden<br />
Mus’ab’ın geçtiği belli<br />
olurdu. Mus’ab, aynı zamanda<br />
yakışıklı bir gençti. Mus’ab<br />
günümüzdeki bazı gençlerin de<br />
yaptığı gibi her gün belirli bir zamanını<br />
ayna karşısında geçirirdi.<br />
Saatlerce süslenir, elbisesini<br />
giyer ve kokusunu sürer sokağa<br />
öyle çıkardı. Mus’ab sokağa çıktığı<br />
zaman mahallenin genç kızları<br />
pencereye çıkar onu izlerlerdi.<br />
Mekke’nin en güzel kızları<br />
onunla evleneceğine dair bahse<br />
girer ve onunla evlenmek için<br />
can atarlardı. Mus’ab, ailesi içerisinde<br />
en fazla annesi tarafından<br />
sevilmekteydi. Ancak Müslüman<br />
olduktan sonra en fazla<br />
annesinin elinden çekmiştir.<br />
Yani Allahu Teâlâ, onu annesiyle<br />
imtihan etmiştir.<br />
Soylu soplu, zengin ve yakışıklı<br />
bir genç olmasına rağmen<br />
Mus’ab, 25 yaşına kadar iffetini<br />
bozacak bir davranışı asla olmamıştı.<br />
İşte Mus’ab, iffetini muhafaza<br />
ettiği için Allah da ona<br />
imanı nasip etmiştir.<br />
Tarihler Miladi 610 yılını<br />
gösterirken Peygamber Efendimize<br />
ilk vahiy indiğinde Mus’ab<br />
25 yaşında idi. İslâm daveti yavaş<br />
yavaş Mekke’de yayılmaya<br />
başlıyordu. Bu daveti Mus’ab’da<br />
duymuştu.<br />
Mus’ab b. Umeyr’in<br />
Müslüman Oluşu<br />
Bir gece vakti Mus’ab arkadaşlarıyla<br />
Hacun Dağı’nda eğlenmekte<br />
idi. Arkadaşlarından<br />
biri ona: “Duydunuz mu<br />
Adulmuttalib’in yetimi Muhammed,<br />
ben Allah’ın peygamberiyim.<br />
Tapmakta olduğunuz bu<br />
putlar boştur. Hiçbir fayda sağlamaz.<br />
Allah ise birdir, her şeyi<br />
gören ve bilendir. Yaratan odur,<br />
ona ibadet ediniz.” diyormuş<br />
diye bazı şeyler anlatır. Bütün<br />
anlatılanlar Mus’ab’ı çok etki-<br />
“Tarihler Miladi 610 yılını gösterirken Peygamber<br />
Efendimize ilk vahiy indiğinde Mus’ab 25 yaşında idi. İslâm<br />
daveti yavaş yavaş Mekke’de yayılmaya başlıyordu. Bu<br />
daveti Mus’ab’da duymuştu.”<br />
lemesine rağmen, Mus’ab: “Susun<br />
bunları anlatmayın, bunlar<br />
bizim meselemiz değildir. Büyüklerimiz<br />
bunları düşünsün ve<br />
kararlarını versinler, biz eğlencemize<br />
bakalım.” diyerek arkadaşını<br />
susturdu. Ama aklından<br />
da söylenenler asla çıkmadı. Eve<br />
geldi, sabaha kadar düşünmekten<br />
gözlerine uyku girmedi. Sabah<br />
olunca at yarışına gitti, her<br />
gün yarışta birinci olmasına<br />
rağmen o gece uykusuz olduğu<br />
33
için yarışı kaybetti. Fakat fazla<br />
üzülmedi. Daha sonra demirci<br />
Habbab b.Eret’in dükkânının<br />
önünden geçmekteydi. Mus’ab,<br />
dükkânın önünden geçerken<br />
Habbab:<br />
- Ah Mus’ab bir elime geçse<br />
de ona İslâm’ı bir anlatsam,<br />
onu Müslüman olma şerefiyle<br />
bir şereflendirebilsem, İslâm<br />
ona ne güzel yakışır, diye düşünüyordu.<br />
O anda Mus’ab,<br />
Habbab’a uğrar bir bakar ki<br />
kızgın demiri elinde tutmaktadır.<br />
Onu bu hâlde görünce<br />
Mus’ab, ona şu soruyu sorar:<br />
- Bu sıcak demiri nasıl elinde<br />
tutuyorsun elin yanmıyor<br />
mu? Habbab:<br />
- Yüreğimde öyle bir yangın<br />
var ki bedenimdeki acıyı hissetmiyorum,<br />
der. Mus’ab, birden<br />
bu söz karşısında sarsılır.<br />
- Benim de yüreğim yanıyor<br />
fakat senin kadar cesur değilim,<br />
senin gibi bu kızgın demiri<br />
elimle tutacak cesaretim yok.<br />
Sen bu cesareti nereden buluyorsun,<br />
der. Habbab tam fırsatı<br />
yakalamıştır. Ona İslâm’ı<br />
anlatmaya başlar. Nihayet<br />
Habbab b. Eret, o güne kadar<br />
İslâm’dan öğrendiği hakikatleri<br />
anlatırda anlatır. Sonunda<br />
Mus’ab:<br />
- Muhammed nerede, beni<br />
oraya götür.<br />
Habbab:<br />
- Seni ona götüreceğim ama<br />
şimdi değil.<br />
34<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Mus’ab:<br />
- O halde ne zaman götüreceksin?<br />
Habbab:<br />
- Mekke, öğle uykusunda<br />
iken sen Safa Tepesi’nde Erkam<br />
b. Erkam’ın evine gel, der. Bunun<br />
üzerine<br />
Mus’ab:<br />
- Yoksa Ebu Cehil’in yeğeni<br />
Erkam, Müslüman mı oldu, der.<br />
Habbab: “Evet” der.<br />
Nihayet Mus’ab, öğle vakti<br />
Erkam’ın evine gelir. Habbab,<br />
kapıyı açar ve Mus’ab, Allah<br />
Rasûlunü görür görmez şehadet<br />
getirip Müslüman olur. İşte<br />
Habbab b. Eret, böylece Mus’ab<br />
b. Umeyr’in İslâm’a girmesine<br />
vesile olmuştur.<br />
Mus’ab, Daru’l-Erkam’dan<br />
çıkarken Peygamber Efendimiz,<br />
ona: “Sakın ha ailene Müslüman<br />
olduğunu sezdirme!” der.<br />
Mus’ab da Efendimiz’in dediğini<br />
tutmaya çalışır ama iman bu, bir<br />
kalbe girdi mi insanda mutlaka<br />
bir değişiklik yapar. Dolayısıyla<br />
ev ehli tarafından Mus’ab’daki<br />
değişiklikler kısa bir süre sonra<br />
hemen fark edilir.<br />
Mus’ab’ın annesi Hünas,<br />
Mus’ab’a çeşitli sorular sormasına<br />
rağmen bir türlü oğlunun ağzından<br />
bir şey alamaz. Kardeşlerini<br />
çağırır onlara sorar, onlar<br />
da bir şey söyleyemezler. Sonunda<br />
annesi, amcaoğlu Osman<br />
b. Talha’yı çağırır ve ona:<br />
- Ben Mus’ab’da birtakım de-<br />
ğişiklikler seziyorum, onu bir takip<br />
et, ondaki bu değişikliklerin<br />
sebebini öğren, der. Osman b.<br />
Talha, Mus’ab’ı izler ve kısa bir<br />
süre sonra haberi getirir.<br />
- Senin oğlun Müslüman olmuş,<br />
der.<br />
Mus’ab b. Umeyr, eve gelince<br />
annesi onu karşısına alır ve:<br />
- Oğlum! Öğrendiklerim doğru<br />
mu, der. Mus’ab, hiç tereddüt<br />
etmeden:<br />
- Evet, doğru, ben Müslüman<br />
oldum, der.<br />
Annesi bundan hiç memnun<br />
olmaz ve onu ikna etmeye çalışır.<br />
Çeşitli sözlerle onu dininden<br />
döndürmeye uğraşır ama<br />
nafile. Sonunda onu tehdit etmeye<br />
başlar. Bundan da sonuç<br />
alamayınca Anne Hünas’ın<br />
sevgili oğluna yapmadığı eziyet<br />
kalmaz. Onu dininden döndürmek<br />
için evlerindeki bir mahzene<br />
hapsederek günlerce aç ve<br />
susuz bırakır. Hatta herkesten<br />
çok sevdiği biricik yavrusunu<br />
kölelerine kamçılatarak işkence<br />
etmeye başlar. Ama bundan<br />
da bir sonuç alamaz. Sonunda<br />
Mus’ab’ı çağırır ve önüne iki<br />
tercih koyar:<br />
- Ya ananın servetini tercih<br />
edeceksin veya Muhammed’in<br />
Dini’ni, der. Mus’ab elbette<br />
İslâm’ı tercih eder. Ve böylece<br />
evden, ailesinden, dünyalık<br />
servetten ayrılmış, imanı tercih<br />
etmiş ve artık Daru’l-Erkam’da<br />
kalmaya başlamıştır.
Mus’ab b. Umeyr’in<br />
Habeşistan’a Hicreti<br />
Tarihler 615 yılını gösterirken<br />
İslâmiyet’i kabul ettikten<br />
sonra Mekke’de sıkıntı ve işkencelere<br />
mâruz kalan Mus’ab<br />
b. Umeyr, Rasûlullah’ın izniyle<br />
Habeşistan’a hicret eder.<br />
Nübüvvetin 5. yılında<br />
Habeşistan’a hicret eden 15 kişiden,<br />
<strong>11</strong>’i erkek, 4’ü de kadın idi.<br />
Nihayet Mus’ab,<br />
Habeşistan’a hicret edenlerle<br />
birlikte Mekke’den ayrıldı.<br />
Orada bir müddet kaldıktan<br />
sonra Mekke’nin ileri gelenlerinin<br />
Müslüman olduğu haberini<br />
duyunca 39 muhacirle<br />
birlikte Mekke’ye, o eşsiz sevgiliye,<br />
Allah’ın Rasûlü’ne döndü.<br />
Hâlbuki duyulan haber<br />
asılsızdı, Mekke ileri gelenlerinin<br />
İslâm’a olan düşmanlığı<br />
devam ediyordu.<br />
Hz. Ali (r.a.), onu şöyle<br />
anlatır: “Bir gün Rasûlullah<br />
ile oturuyordum. Bu sırada<br />
Mus’ab b. Umeyr geldi. Üzerinde<br />
yamalı bir elbise vardı.<br />
Rasûlullah onun bu hâlini görünce,<br />
mübarek gözleri yaşla<br />
doldu. Çünkü o, Müslüman olmadan<br />
önce servet içinde idi.<br />
Dini uğruna bunların hepsini<br />
terk etmişti.<br />
Peygamber Efendimiz<br />
(s.a.v.) onun hakkında şöyle<br />
buyurdu: “Kalbini, Allahu<br />
Teâlâ’nın nurlandırdığı şu<br />
kimseye bakın. Anne ve babasının<br />
onu en iyi yiyecek ve içeceklerle<br />
beslediklerini gördüm.<br />
Allah ve Rasûlü’nün sevgisi,<br />
onu gördüğünüz hâle getirdi.”<br />
2 Nitekim Peygamber Efendimiz,<br />
Mus’ab’a; “Mus’abu’l-<br />
Hayr” unvanını vermiştir.<br />
İslâm’da<br />
İlk Öğretmen<br />
Birinci Akabe bi’atında<br />
Müslüman olan Medineliler,<br />
Rasûlullah Efendimize:<br />
“Mus’ab b. Umeyr,<br />
Medine’de Es’ad b.<br />
Zürâre’nin evinde<br />
Kur’an-ı Kerim ve<br />
dinî bilgileri öğretiyor,<br />
güzel ahlakı, nezaketi<br />
ve kibarlığı ile herkesi<br />
İslâm’a bağlıyordu.<br />
Onun bu hizmetiyle<br />
Medine’de çok kimse<br />
Müslüman oldu.<br />
Medine’de bulunan<br />
kabile reislerinden<br />
Sa’d b. Muâz,<br />
Üseyd b. Hudayr,<br />
henüz Müslüman<br />
olmamışlardı.”<br />
“Yâ Rasûlullah! İçimizde,<br />
İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya<br />
başladı. Halkı Allah’ın Kitabına<br />
davet edecek, Kur’an-ı Kerim’i<br />
okuyacak, İslâm dinini anlatacak,<br />
İslâm’ın sün<strong>net</strong> ve emirlerini<br />
aramızda ikâme edecek,<br />
yerleştirecek, namazlarımızda<br />
bize imamlık yapacak bir kim-<br />
se gönder.” diye mektup yazdılar.<br />
Bunun üzerine Rasûlullah<br />
Efendimiz Mus’ab b. Umeyr’i,<br />
Medine’ye gönderdi ve ona,<br />
Medinelilere Kur’an-ı Kerim<br />
okumasını, İslâmiyet’in emir ve<br />
yasaklarını öğretmesini, namazlarını<br />
kıldırmasını emretti. 3<br />
Mus’ab b. Umeyr kısa zamanda<br />
Medine’ye vardı. Orada<br />
kendisini büyük sevinçle karşıladılar.<br />
Es’ad b. Zürâre’nin evine<br />
yerleşti. Ev sahibi Medineli<br />
ilk Müslümanlardan idi. Orada<br />
insanlara dinlerini öğretmeye<br />
başladı. 4<br />
Mus’ab b. Umeyr,<br />
Medine’de Es’ad b. Zürâre’nin<br />
evinde Kur’an-ı Kerim ve dinî<br />
bilgileri öğretiyor, güzel ahlakı,<br />
nezaketi ve kibarlığı ile herkesi<br />
İslâm’a bağlıyordu. Onun bu<br />
hizmetiyle Medine’de çok kimse<br />
Müslüman oldu. Medine’de<br />
bulunan kabile reislerinden<br />
Sa’d b. Muâz, Üseyd b. Hudayr,<br />
henüz Müslüman olmamışlardı.<br />
Bunların durumu<br />
çevreyi etkiliyor, İslâmiyet’in<br />
hızla yayılmasını engelliyordu.<br />
Bir gün Mus’ab bir bahçede,<br />
etrafında bulunan Müslümanlara<br />
dini anlatıyor, sohbet<br />
ediyordu. Bu sırada Evs kabilesinin<br />
reislerinden olan Üseyd,<br />
elinde mızrağı ile hiddetli bir<br />
şekilde gelip, şöyle konuşmaya<br />
başladı:<br />
- Siz bize niçin geldiniz, insanları<br />
aldatıyorsunuz? Hayatınızdan<br />
olmak istemiyorsanız<br />
buradan derhâl ayrılın!<br />
35
Nice ağır hakarete ve işkenceye<br />
Allah ve Rasûlü hatırına<br />
katlanmış ve Rasûlullah<br />
(s.a.v.)’ın özel terbiyesinde yetişmiş<br />
olan Mus’ab (r.a), onun<br />
bu taşkın hâlini gayet sakin bir<br />
şekilde karşıladı ve şöyle dedi:<br />
- Hele biraz otur! Sözümüzü<br />
dinle, maksadımızı anla. Beğenirsen<br />
kabul edersin. Yoksa<br />
engel olursun, diyerek gayet<br />
yumuşak ve nazik bir şekilde<br />
karşılık verdi.<br />
36<br />
Üseyd sakinleşip;<br />
- Doğru söyledin, dedi ve<br />
mızrağını yere saplayarak oturdu.<br />
Mus’ab, ona İslâmiyet’i an-<br />
lattı ve Kur’an-ı Kerim okudu.<br />
Kur’an-ı Kerim’in eşsiz belâgati<br />
ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd<br />
kendini tutamayıp:<br />
- Bu ne kadar güzel, ne kadar<br />
iyi bir sözdür. Bu dine girmek<br />
için ne yapmalı, diye sordu.<br />
Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen<br />
cevap verdi:<br />
- Lâ ilâhe illallah<br />
Muhammedü’r-Rasûlullah, demek<br />
kâfidir.<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Mus’ab b. Umeyr’in, bu sözü<br />
üzerine kelime-i şehâdeti söyleyip<br />
Müslüman olan Üseyd, sevincinden<br />
yerinde duramadı ve:<br />
- Ben gidip arkadaşlarıma<br />
da anlatayım, diyerek ayrıldı.<br />
Üseyd; Evs Kabilesinin reisi,<br />
Sa’d b. Muâz’ın ve kabilesinin<br />
yanına varınca, Müslüman olduğunu<br />
söyledi. 5<br />
Bunu gören Sa’d, şaşırarak<br />
hiddetlendi ve Mus’ab b.<br />
Umeyr’in yanına koştu. Yanına<br />
varınca sert ve kızgın bir tavırla<br />
konuşmaya başladı.<br />
Mus’ab b. Umeyr, ona da gayet<br />
yumuşak konuştu ve oturup<br />
“Kısa sürede İslâm’ın Medine’de yayılmasına vesile<br />
olan Mus’ab b. Umeyr, Müslüman olan Medineli 75<br />
Müslüman ile miladi 622 yılında ikinci Akabe Biatına<br />
katıldı. İşte İslâm’ın ilk öğretmeni, hayatını inancı ve dini<br />
uğruna feda edip böylece Uhud’da şehid düştü…”<br />
biraz dinlemesini söyledi. Sa’d,<br />
bu nazik konuşma karşısında<br />
yumuşayıp oturdu ve konuşulanları<br />
dinlemeye başladı.<br />
Mus’ab b. Umeyr, ona da<br />
İslâmiyet’i anlattı ve Kur’an-ı<br />
Kerim’den bir miktar okudu.<br />
Kur’an-ı Kerim okunurken<br />
Sa’d’ın yüzü birden bire değişiverdi.<br />
O da orada Müslüman<br />
oldu. Kendinde duyduğu üstün<br />
bir hâlin ve rahatlığın şevkiyle<br />
derhâl kavminin yanına gidip<br />
onlara şöyle dedi:<br />
- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?<br />
- Sen bizim büyüğümüz ve<br />
üstünümüzsün, dediler. Sa’d:<br />
- Öyle ise Allah’a ve Rasûlüne<br />
iman etmelisiniz. İman etmedikçe<br />
sizin erkek ve kadınlarınızla<br />
konuşmak bana haram olsun,<br />
6 dedi.<br />
Bunun üzerine kavmi hep<br />
birden İslâmiyet’i kabul etti.<br />
O gün kabilesinden iman etmedik<br />
kimse kalmadı. Mus’ab<br />
b. Umeyr’in büyük gayretleri<br />
ve hizmetleri <strong>net</strong>icesinde<br />
İslâmiyet, Medine’de hızla yayıldı.<br />
7 Öyle ki, İslâmiyet her eve<br />
girmiş, neredeyse iman etmeyen<br />
kalmamıştı.<br />
Kısa sürede İslâm’ın<br />
Medine’de yayılmasına vesile<br />
olan Mus’ab b. Umeyr, Müslüman<br />
olan Medineli 75 Müslüman<br />
ile miladi 622 yılında ikinci<br />
Akabe Biatına katıldı.<br />
İşte İslâm’ın ilk öğretmeni,<br />
hayatını inancı ve dini uğruna<br />
feda edip böylece Uhud’da şehid<br />
düştü…<br />
Allah (c.c.), bizleri şefaatine<br />
nail eylesin...<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut 1978, III,<br />
<strong>11</strong>6; Kandehlevî, M.Yusuf, Hayatü’s-Sahabe, Dımeşk<br />
1986, I, 301.<br />
2 Kandehlevî, age., II, 291-292.<br />
3 İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1971, II,<br />
76; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1965, II,<br />
96.<br />
4 Kandehlevî, age., I, <strong>11</strong>6.<br />
5 İbnü’l-Esir, age., II, 97; Kandehlevî, age., I, 188.<br />
6 İbnü’l-Esir, age., II, 98; Kandehlevî, age., I, 188-189.<br />
7 İbn Hişam, age., II, 77-79; İbnü’l-Esir, age., II, 97-98.
ŞUARA<br />
Şuh sözün büyüsüyle harf atına binenler,<br />
Bir serabın izinden ererler Kaf Dağına.<br />
Tırsarak her cenk vakti küheylandan inenler,<br />
Soyunur ilmihalden düşer hayal ağına.<br />
Söz gümüş iken özün sakıt olduğu demde,<br />
Şiirin başkentine Şuarayı asmalı,<br />
Hikmeti lügatinden öteleyen âdemde,<br />
Sağılmış mısralara ruhumuzdan basmalı.<br />
Şair seyri Musa’da hikmeti Hızır’da gör,<br />
Hece hece kuşan da yitik kıbleni ara,<br />
Ruhunun aynasında yalnız hakikati ör,<br />
Yalancının mumuna yatsı olur Şuara.<br />
Mehmet SERTPOLAT<br />
37
Tarih<br />
Resul KESENCELİ<br />
38<br />
KUDÜS FATİHİ<br />
SELAHADDİN-İ<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
EYYUBÎ
Selâhaddin-i Eyyubî, <strong>11</strong>67’de amcası<br />
Şikruh ile beraber Şii Fatımi<br />
hâkimiyetine son vermek amacıyla<br />
çıkılan Mısır Seferinde, onun yardımcısı sıfatıyla<br />
kendini ilk kez tarih sahnesinde göstermişti.<br />
Sefer esnasındaki Bâbeyn Meydan Muharebesi<br />
ve İskenderiye Muhasarasında sergilediği başarılarla<br />
göz dolduran Selâhaddin-i Eyyubî, ilerisi için<br />
büyük ümitler vadeden bir emir olduğunu herkese<br />
ispatlamasını bilmişti. <strong>11</strong>69’da Mahmut Zengi,<br />
büyük bir orduyla Kahire’yi<br />
fethedip, idareyi vezir tayin ettiği<br />
Şikruh’a bırakacaktı. Ancak<br />
Şikruh çok yaşamayacak;<br />
yerine 26 Mart <strong>11</strong>69’da ittifakla<br />
Selâhaddin Eyyubî gelecektir.<br />
Aynı zamanda Nureddin<br />
Zengi’nin ordu komutanı<br />
da olacaktır. İşte bu tarihten<br />
sonra Selâhaddin-i Eyyubî,<br />
kendisinden tarihin beklediği<br />
esas rolleri ifa etmeye başlayacaktır.<br />
15 Mayıs <strong>11</strong>74’te Nureddin<br />
Zengi ölünce, devlette<br />
saltanat kavgası başladı;<br />
Emirler, Haçlılarla<br />
mücadele edecek yerde birbirlerine<br />
düştü. Selâhaddin-i<br />
Eyyubî, Şam’dan gelen davet<br />
üzerine Ekim <strong>11</strong>74’te Mısır’dan<br />
ayrılıp Şam’a geldi ve Nureddin<br />
Zengi’nin ölümüyle parçalanan<br />
İslâm birliğini yeniden<br />
tesis etti. Kudüs’ün fethi için<br />
de yavaş yavaş şartlar oluşuyordu.<br />
Kutsal Şehir Kudüs<br />
Mekke ve Medine’den sonra İslâm’ca kutsal<br />
sayılan 3. belde Kudüs şehridir. Mescid-i Aksa’yı<br />
içinde barındıran bu şehir; her 3 semavi dince<br />
de kutsal sayılmaktadır. Hz. Ömer devrinden<br />
beri Müslüman bir belde haline getirilen Kudüs<br />
bölgedeki kişisel çatışma ve çıkarlar yüzünden<br />
“Çeşitli çarpışmalar ve<br />
şiddetli kuşatmalardan<br />
sonra nihayet doksan sene<br />
evvel Kudüs’e ve Beytü’l-<br />
Makdis’e giren haçlılar, 27<br />
Receb Cuma günü hem<br />
de Allah’ın bir hikmetiyle<br />
Miraç Gecesinde şehri<br />
teslim etmek zorunda<br />
kaldılar. Selâhaddin-i<br />
Eyyubî fetih yoluyla tekrar<br />
şehri ele geçirdi.”<br />
maalesef 15 Temmuz 1099’da Haçlıların eline<br />
geçmişti. Uzun süre Haçlı hâkimiyetinde kalan<br />
Kudüs; Selâhaddin-i Eyyubî’sini bekliyordu.<br />
Haçlılar, Hz. Ömer’in 638’deki Yermuk Zaferinden<br />
460 yıl sonra, I. Haçlı Seferi sonunda Kudüs’ü ele<br />
geçirip, bir krallık kurmaya muktedir olmuşlardı.<br />
Haçlılar, geçmişte bir benzeri daha görülmemiş<br />
canavarlık numunelerini gösterime sunmaktan<br />
zerrece çekinmemişler, her türlü vahşiliği<br />
yapmışlar on binlerce insanı öldürmüşlerdir.<br />
Yapılan hunharlıklar sırasında, şehrin su<br />
tankları kana bulanacak kadar<br />
sokaklarda 3 gün boyunca oluk<br />
oluk kan akmış, mabetlerde<br />
bile yüz binlerce Müslüman<br />
acımasızca katledilmiş ve pek<br />
çok yerde ölüler dev piramitler<br />
hâlinde yığılıp yakılmıştı.<br />
Selâhaddin-i Eyyubî, aradan<br />
88 yıl geçmesine rağmen,<br />
Kudüs’ün Haçlıların tahakkümü<br />
altında olmasını, İslâm’ın<br />
ilk kıblesi ve Kâinatın Efendisi<br />
Hz. Muhammed’in (s.a.v.)<br />
Miraç’a yükseldiği mukaddes<br />
beldenin, Haçlı sultasında<br />
bulunmasını kabullenemiyordu.<br />
Selâhaddin kendisini<br />
bildiği ilk günden beridir Kudüs,<br />
Haçlı işgali altında bulunuyordu.<br />
Kadı Şehauddin ibni Şeddad,<br />
Selâhaddin-i Eyyubî’nin,<br />
yakın adamı ve sırdaşıydı. Onu<br />
şöyle anlatırdı: “Selâhaddin,<br />
Kudüs hakkında öyle gamlıydı<br />
ki onun bu gam ve kederini<br />
dağlar kaldıramazdı. O çocuğunu<br />
kaybetmiş bir ana gibi<br />
şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koşturup<br />
Müslümanları Kudüs’ü kurtarmak için cihada<br />
davet ediyordu. İnsan toplulukları arasına dalıp<br />
“Ey Müslümanlar! İslâm için! İslâm için!” diye<br />
bağırıyordu. Gözlerinden daima hüzünlü yaşlar<br />
dökülüyor ve kuruduğu görülmüyordu. Hele<br />
39
Akka’ya baktığı zaman kendine bir türlü hâkim<br />
olamıyor ve halkına yapılan işkence ve zulümleri<br />
hatırlamak istemiyordu. Bir türlü boğazına yemek<br />
girmiyordu. Durmadan ilaç içip durduğu halde<br />
yemek yemiyordu. Hatta doktorlarından biri ta<br />
Cuma gününden Pazar gününe kadar sadece bir<br />
günde bir ki lokmalık bir şeyler yediğini söylemişti.<br />
Onun bu hali Kudüs’ün işgal altında olmasına<br />
üzüldüğü içindi.”<br />
Selâhaddin-i Eyyubî, Hıttin’de Haçlılarla karşı<br />
karşıya gelerek büyük çarpışmaya girmişti. İki<br />
ordu arasında şiddetli bir savaş meydana geldi.<br />
Selâhaddin-i Eyyubî’nin ustaca manevralarıyla<br />
ve süvarilerini iyi kullanmasıyla Haçlı ordusunu<br />
Hıttin’de darmadağın etti. Askerlerin çoğu tamamen<br />
yok edildi. Yıllardır Kudüs’te Müslüman kanı<br />
emen Haçlılar artık ele düşmüşlerdi. Kudüs Kra-<br />
lının çadırı önünde bulunan “Kutsal Haç” Müslümanların<br />
eline geçmişti. Müslüman askerler kahraman<br />
hamlelerle Hıttin Tepesini ele geçirerek<br />
Kudüs Kralını esir alınmışlardı.<br />
40<br />
Kudüs’ün Fethi<br />
(27 Receb 583 / 2 Ekim <strong>11</strong>87)<br />
Selâhaddin 20 Eylül <strong>11</strong>87’de Kudüs’ü kuşatır.<br />
O, şehre karşı son derece merhamet duygusuyla<br />
dolup taştığı için, Mescidi-i Aksa’nın hatırı için burayı<br />
yağmalamak istemiyordu. Sulhla ve tatlılıkla<br />
alma niyetindeydi. Ancak Haçlılar şehri 60 bin<br />
kişilik bir kuvvetle müdafaa ettiklerinden dolayı<br />
cesaretlenip teslime yanaşmadılar. Selâhaddin-i<br />
Eyyubî’nin Kudüs kuşatması boğma stratejisi ile<br />
meşhurdur. Şehrin suyunu ve yiyeceğini kesti, aç-<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
lık başladı. Yetmedi, etrafta büyük ateşler yaktırarak<br />
kuşatılanları dumana boğdu. Yaz sıcağı ve<br />
duman, adeta şehrin güney yakasındaki Gehonim<br />
(İbranice Cehenneme kaynak olan isim) denen<br />
derin çukurun ismine kaynaklık yaptı. Kral Guy<br />
of Lusignan yarma harekâtına girişmek için dışarı<br />
çıktığında kuşatmacılar bu bölgeye ve Selçuklulara<br />
has çember stratejisini uyguladı. Önce saflar<br />
şövalyelerin karşısında zayıfça savaşarak ikiye<br />
ayrıldı, sonra düşmanı kuşatıp çembere aldılar ve<br />
imha ettiler.<br />
Selâhaddin-i Eyyubî’nin sezgisi kuvvetli bir komutandı.<br />
Mukaddes topraklarda kurulan, imanlı,<br />
inatçı ve gaddar şövalyeleri yani St. Jean Şövalyelerini<br />
imha etti. Şövalye ve asillerin fidyesini kabul<br />
etti. Hatta bazılarını “Fidyenizi alıp gelin” diye<br />
memleketlerine yolladı. Bunlar kurtuluş fidyelerini<br />
yanlarına koyup geri geldiler. Çeşitli çarpışmalar<br />
ve şiddetli kuşatmalardan sonra nihayet doksan<br />
sene evvel Kudüs’e ve Beytü’l-Makdis’e giren<br />
Haçlılar, 27 Receb Cuma günü hem de Allah’ın<br />
bir hikmetiyle Miraç Gecesinde şehri teslim etmek<br />
zorunda kaldılar. Selâhaddin-i Eyyubî fetih<br />
yoluyla tekrar şehri ele geçirdi. Ancak, bir Müslüman<br />
devlet adamına yakışır bir tarzda asla merhameti<br />
ve adaleti elden bırakmadı. Haçlıların<br />
Kudüs’e girişlerinde yaptıkları katliamları O, asla<br />
tekrarlamak istemeyip bir intikam peşinde olmadı.<br />
Artık Selâhaddin Kudüs’e bir fatih olarak girmiş<br />
ve bu kutsal şehrin hürriyete kavuşmasını<br />
sağlamıştı. Cuma namazını büyük bir heyecanla<br />
Kudüs’te kılan Selâhaddin, Haçlıların elinde kalan<br />
diğer şehirleri de kurtarmak için cihada devam<br />
etti.<br />
III. Haçlı Seferi ve Haçlıların<br />
Filistin’den Çıkartılması<br />
Filistin’in yavaş yavaş Müslümanlar tarafından<br />
fethedildiğini gören Avrupalılar tam bir Haçlı<br />
zihniyetiyle Cenova, Venedik, Alman, Fransız ve<br />
İngilizlerin katıldığı birleşik bir orduyla Sur şehrinin<br />
müdafaasına katılmak üzere yola koyuldular.<br />
Selâhaddin, durmak ve dinlenmek nedir bilmeden<br />
Sur’un çevresindeki irili ufaklı şehirleri ele<br />
geçirdikten sonra, Antakya üzerine bir sefer dü-
zenledi. Antakya’da o sıralarda Haçlıların elinde<br />
bulunuyordu. Şehri muhasara edip etrafında bulunan<br />
birçok kaleyi tekrar İslâm diyarına kattı.<br />
İngiliz kralı Arslan Yürekli Rişar, Fransız kralı<br />
Philippe Auguste ve Alman kralı Frederich Barbarossa,<br />
ordularının başına geçip Kudüs üzerine<br />
sefere çıktılar. Birleşik Haçlı orduları yavaş yavaş<br />
Filistin’e varınca, Akka Kalesini kuşattılar.<br />
Selâhaddin-i Eyyubî, çok zor günler yaşamaya başladı.<br />
Ancak büyük bir azimle düşman ordularına<br />
karşı koymaya devam etti. Haçlı ordularının devamlı<br />
takviye alması Selâhaddin’i endişelendiriyordu.<br />
Ancak tek bir an bile ara vermeden dinlenmeden<br />
savaşıp durdu.<br />
Şiddetli muharebeler oldu. Haçlılar tüm güçleriyle<br />
genel bir saldırıya geçmeye hazırlandılar.<br />
Selâhaddin-i Eyyubîde askerlerini bir hilal şekline<br />
sokarak düşmana karşı dikildi. Dehşet verici<br />
sahneler yaşandı. Kan gövdeyi götürüyordu. Müslümanların<br />
yeniden ele geçirdikleri Kudüs’ü asla<br />
geri vermeye niyetleri yoktu. Başta Selâhaddin-i<br />
Eyyubî, olmak üzere bütün İslâm ordusu İslâmî<br />
bir cihad aşkıyla bölgeyi Haçlılardan temizlemeye<br />
çalışıyorlardı. Haçlıların büyük, son derece kalabalık<br />
ve saldırgan ordularına karşı bir hayli güç<br />
durumda kalan Selâhaddin-i Eyyubî, asla anlaşmaya<br />
yanaşmak istemiyordu. Ancak kumandanların<br />
ve askerlerin şiddetli istekleri karşısında sulha<br />
razı olup Haçlılarla Remle Anlaşmasını imzaladı.<br />
Arkasından Kudüs’e çekilerek orada bazı kültürel<br />
faaliyetlere geçti. Kudüs’ün sosyal ve kültürel yapısını<br />
düzenledi, Kudüs tekrar İslâm şehri haline geldi.<br />
Artık Hz. Ömer dönemini andırıyordu.<br />
Millîve Manevî Değerlerin<br />
Muhafazası<br />
Arada bir de çocuk Haçlı seferi tertiplendi. Mistisizme<br />
erken kapılan veya yaşama hakkı pek olmayan<br />
fakir çocuklar ordusu mukaddes ülkeye yöneltildi.<br />
Yollarda perişan oldular, “Sizi mukaddes<br />
ülkeye ulaştıracağız.” diye çocukları Marsilya’da<br />
gemilere yükleyen adamlar sadece karşı kıyıya, Cezayir<br />
ve Fas’a yelken açıp gençleri esir pazarlarında<br />
sattılar.<br />
Fransa kralı St. Louis 1250’de mukaddes ülkeye<br />
yöneldi, Kudüs’ü aldı ve azizlik şöhretini<br />
pekiştirdi. Kutsal topraklar ikinci kez kaybedildi.<br />
Ama ne mukaddes toprakları elde tutacak<br />
güç bu Frenklerin elinde kalmıştı ne de mukaddes<br />
topraklardaki her dinden yerlilerin ikinci<br />
defa gelen bu istilaya tahammülü vardı. Üstelik<br />
Mısır’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı: Memlukler.<br />
Türk ve Çerkez asıllı Memlukler Ortadoğu’ya<br />
yeniden çekidüzen verdiler. Ardından Haçlıların<br />
üstüne yöneldiler. Başarılı oldular. Kutsal<br />
topraklarda İslam hâkimiyeti sağlandı.<br />
1291 ve müteakip yıllarda Filistin Haçlılardan<br />
ayıklanmıştı. Lusignan hanedanı Kıbrıs’a çekil-<br />
di, Osmanlı fethine kadar orada kaldı. Rodos’ta<br />
St. Jean şövalyeleri mekân tuttu. Haçlılar İslâm<br />
dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar.<br />
Doğu’nun aydınları Batı’nın her hareketinde<br />
haklı olarak Haçlı zihniyeti aradılar. Haçlı seferleri<br />
bir tarihî muamma, bir kan gölü, bir üzüntü<br />
ve keder bırakmıştır. Asırlarca bu olumsuz izlere<br />
yenileri ilave olarak devam etti. Haçlı ruhu,<br />
etkisi ve izlerinin silinmesi için ise tarih derinliklerinden<br />
günümüze kadar mücadeleler devam<br />
etmiştir. Bu doğrultuda yapılabilecek en<br />
önemli çalışma ise millî, kültürel ve manevî değerlerin<br />
muhafazası ile bu doğrultuda yapılacak<br />
uzun vadeli çalışmaların desteklenmesidir. Fikri<br />
hayatta yeni Selâhaddin-i Eyyubîlerin yetiştirilmelerini<br />
sağlayabilmektir.<br />
41
Kültür<br />
Enbiya YILDIRIM*<br />
42<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
ÖNCEKİLERİN GÜZELLİĞİ<br />
SONRAKİLERİN<br />
ATEŞLEYİCİSİ
Allah Rasûlü’nün etrafında<br />
halka olmuş olan<br />
ashâb, bizim takdîr etmekte<br />
yetersiz kaldığımız bir şekilde kutlu<br />
elçiye bağlıydı. Onlar Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in yaptığı bir şeyi hayatlarında aynıyla<br />
tatbîk edelerken bunun farz veya başka<br />
bir şey olmasına bakmazlardı. Allah<br />
Rasûlü’nün bir şeyi emretmesi veya yapıyor<br />
olması onlar için yeterliydi. Çünkü Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.)’i kendileri için mutlak<br />
örnek almışlardı. Onun yaptığı her zaman<br />
iyi ve güzele götüren bir şey olduğundan,<br />
tereddütsüz bir şekilde ardından gidiyorlardı.<br />
Yasaklarda da durum farklı değildi.<br />
Gerek Allah’ın kitabının ve gerekse Allah<br />
Rasûlü’nün kendi beyânlarıyla bir şeyin artık<br />
yasak olduğunu söylemesi, ona hemen<br />
uymak için yeterliydi. Bunun ardı araştırılmazdı<br />
ve karşı gelinmezdi. Emredilmiştir<br />
veya yasaklanmıştır, geriye sadece itâat<br />
kalmıştır.<br />
Bu yüzden ashâbın hayatında namazları<br />
kazaya bırakmak diye bir şey yoktu. Belki<br />
uyuma ve çok az da olsa unutma nedeniyle<br />
namazları kaçırdıkları olabiliyordu ama en<br />
kısa sürede onu edâ ediyorlardı. Çünkü Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.)’den namazı bırakma<br />
diye bir şey görmemişlerdi. Onlar için “namaz<br />
sadece kılınırdı”. Kazaymış veya başka<br />
bir şeymiş bunu bilmezlerdi. Orucu bile<br />
bile tutmamak veya bilerek, bir mâzeret olmaksızın<br />
bozmak gibi şeyler onlara çok yabancıydı.<br />
Bilmezlerdi böyle bir şey.<br />
Onların hayata bakışlarında ve dinî yaşamalarında<br />
zinâ etmek ve hırsızlık yapmak<br />
gibi kavramlar da yer almıyordu. Bildikleri<br />
tek şey vardı: O da Allah Rasûlü’nün<br />
öğrettiği şekilde dini yaşamak. Hırsızlık,<br />
zinâ ve benzeri günahlar onlara çok uzak<br />
şeylerdi. Bu yüzden de bir insan Müslüman<br />
olup da bu tip yanlışları nasıl yapabilir<br />
diye hayrete düşüyorlardı. Onların imanı<br />
ve Rasûle tabi olma anlayışı böyleydi.<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) Akabe<br />
bey’atlarına katılan liderlerden söz alırken,<br />
zinâ yapmayacakları ve eşlerine iyi davranacakları<br />
gibi bazı şartlar koşuyordu. O dönem<br />
şartları içerisinde erkeğin her şey demek<br />
olduğu bir zaman diliminde, toplum<br />
önderlerinin elde ettikleri dünyevî nimetlerden<br />
ve iştihalardan feragat ederek Allah<br />
Rasûlüne boyun eğmeleri çok büyük bir<br />
olaydı. Gerçekten de büyük bir özveriydi.<br />
Bir sahâbînin, “Anam babam sana feda<br />
olsun ey Allah Rasûlü!” demesi de çok büyük<br />
bir sözdür. Bu kelamın ardından Allah<br />
Rasûlü ona bir şey dediğinde, tereddütsüz<br />
bir kararlılıkla onu yerine getirebilecek azmin<br />
ifadesidir bu söz. Nitekim yeri geldiğinde<br />
bu söz neyi icap ettiriyorsa onu çekinmeden<br />
ve yüksünmeden yapmışlardır.<br />
Mal vermek gerekiyorsa mal vermişler, uykusuz<br />
ve aç kalmak gerekiyorsa bunu yapmışlar,<br />
canlarını vermek icap ettiğinde de<br />
cenge koşmuşlardır.<br />
Onların bütün bu fedakârlıklarının derinliğini<br />
anlamak için onların zamanına<br />
gitmemiz gerekir. Sıcak odalarımızda<br />
ayaklarımızı uzatarak, bir taraftan da<br />
bir şeyler atıştırarak, onların gösterdikleri<br />
fedakârlıkları okumak kolay bir iştir. Ama<br />
yeri geldiğinde yeri yurdu terk edip gitmek,<br />
yabancı ellerde yaşamak durumunda kalmak,<br />
geri canlı dönme ihtimalinin çok az<br />
43
44<br />
olduğunu bilmeye rağmen cihada koşmak<br />
çok farklı bir şeydir.<br />
Burada fedakârlık üzerine kurulu ve can<br />
da dâhil olmak üzere sahip olunan her şeyi<br />
Allah ve Rasûlü yolunda harcama üzerine<br />
kurulu büyük bir imandan bahsediyoruz.<br />
Bize düşen elbette tarihi sürekli anarak<br />
kendimizi geçmişle avutmak değildir. Bir<br />
nevi arkeoloji yaparak devamlı olarak geçmişi<br />
yüceltmek ve bununla avunmakl yetinmek<br />
değildir. Ancak unutulmamalıdır<br />
ki, binanın temeli ne kadar sağlam olursa<br />
üzerine inşa edilen yapı da o kadar oturulabilir<br />
olur. Bu nedenle günümüz insanlarının<br />
örnekliğine en çok ihtiyaç duydukları<br />
insanlar, hayatlarını fedakârlık üzerine<br />
sürmüş olan sahâbîlerdir. Onların Rasûlle<br />
olan yaşantılarını ve İslâm için sergiledikleri<br />
özveriyi zamanımız gençliğine<br />
ne kadar güzel bir şekilde sunabilirsek<br />
kalplerinin güzelleşmesine o kadar fazla<br />
katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü geçmişle<br />
irtibatı kurmadan geleceği inşa etmek<br />
imkânsızdır. İnsanlığa bu dinin iyi<br />
yaşandığı takdirde dünyaya nasıl bir medeniyet<br />
sunacağının örneklerini sunacağız<br />
ki İslâm’ın yaşanabilir ve yaşatılabilir<br />
bir din olduğu anlaşılsın. Bu yüzden sadece<br />
sahâbîler değil dünyaya güzellikler sunduğumuz<br />
sonraki dönemler de anlatılmayı<br />
hak edecek değerlerimizdir.<br />
Hiç şüphe yok ki, insana değer verdiren,<br />
geriye anılacak güzellikler bırakabilmesidir.<br />
İşte biz ashâbı bu yüzden çok<br />
fazla severiz. Onlara olan sevgimiz kuru<br />
kuruya, sadece geçmişi anmaya yönelik<br />
bir muhabbet değildir. Onların yaşamlarını<br />
dillendirerek Allah Rasûlüne olan<br />
sevgimizi pekiştirir, onlar gibi çabalamak<br />
amacıyla akülerimizi şarj ederiz. Onlarda<br />
gördüğümüz güzel örneklikleri kendi<br />
hayatımızda gerçekleştirebilmek için bileniriz,<br />
azmimiz artar. Ayrıca bir insanı<br />
ahlâken güzelleştirebilmek için ona baş-<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
kalarının güzelliklerinden bahsetmekten<br />
daha güzel ne olabilir ki? Zaten Rabbimizin<br />
yüce kitabında pek çok kıssayı ve geçmiş<br />
peygamberlerin hallerini anlatmasının<br />
bir amacı da bu değil midir? Bizlere bazı<br />
şeylerin nasıl başarılabileceğini ve dini<br />
yaşama ve yaşatmada ne tür zorluklarla<br />
karşılaşabileceğimizi örneklerle sunması,<br />
pek çok hikmet yanında bu amacı da içinde<br />
barındırmaktadır.<br />
Meclislerimizi onların yaşantılarıyla<br />
süslemek ne kadar güzel olur. Değil mi ki<br />
Rabbimiz onları övmüştür, değil midir ki<br />
sevgili elçimiz onları yüceltmiştir. Bu durumda<br />
onlardan bahsetmek ve onları kendimize<br />
örnek ve ideal kişi olarak almamızdan<br />
daha tabii ne olabilir ki?<br />
Mekkeli müşriklerin işbirlikçileri Hubeyb<br />
bin Adiy’i esir edip Mekkelilere teslim<br />
ederler. Hubeyb onlardan son bir istekte<br />
bulunur ve iki rekât namaz kılar. Korktu<br />
da namazı uzattı demesinler diye de biraz<br />
hızlıca kılar. Namazdan sonra Mekkeliler<br />
onunla alay etmeye başlarlar. Yaşadığı hayatın<br />
buna değip değmediğini sorarlar. Hayatının<br />
boş yere sonlanacağını söylerler ve<br />
senin yerine Muhammed’in olmasını ister<br />
miydin diye de tahrik ederler. Onlara şu<br />
cevabı verir: “Allah Rasûlü’nün ayağına diken<br />
batmasındansa canımı bu din uğruna<br />
feda etmeyi tercih ederim.” Ve titremeden<br />
ölüme yürür. Şimdi bu hayat bahsedilmeyi<br />
hak etmiyor mu? Saygıyla anılmayı elbette<br />
hak etmektedir. Çünkü o ve diğerleri<br />
Allah Rasûlü’nün arkadaşlarıydılar, yani<br />
sahâbîydiler.<br />
Unutmamak gerekir ki, son elçinin ne<br />
kadar büyük bir insan olduğunu anlayabilmek<br />
için ashâbtan bahsetmek zorundayız.<br />
Çünkü kutlu Rasûlün Arap coğrafyasında<br />
yaşayan halkı ahlâken nasıl bir konuma<br />
çıkardığını anlayabilirsek, onun büyüklüğünü<br />
daha iyi idrak edebiliriz ve buradan<br />
kendimize ibretler çıkarabiliriz.
Adı : Berâ b. Mâlik<br />
Künyesi : Tespit edilemedi<br />
Doğum yılı : Tahminen bi’set yıllarında<br />
Doğum yeri : Medine<br />
Baba adı : Mâlik b. Nadr el-Hazrecî<br />
Anne adı : Sehmâ. Bazıları Ümmü Süleym<br />
bint Milhân’dır der.<br />
Eş(ler)i : Tespit edilemedi<br />
Akrabaları : Enes b. Mâlik’in baba bir kardeşidir.<br />
Oğulları : Tespit edilemedi<br />
Kızları : İsmi belirtilmeyen bir kızından<br />
söz edilmektedir.<br />
Kabilesi : Hazrec’in Neccâr Oğulları’ndan.<br />
İslâm’a girişi : Medine’nin ilk yıllarında<br />
Sohbet süresi: Yaklaşık 8 yıl<br />
Rivayeti : 1<br />
Yaşadığı yer : Medine<br />
Mesleği : Askerlik, kervanlarda deve sürücülüğü<br />
Hicreti : Yok<br />
Savaşları : Bedir dışında diğer savaşların tümüne<br />
katıldı.<br />
Görevleri : Sesi güzeldi ve ezgi, şarkı vb. söylemeyi<br />
severdi. Bazı yolculuklarda Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’e ezgiler söyler, kervandaki develeri de<br />
söylediği ezgilerle sevk ve idare ederdi.<br />
Fizikî yapı : Güçlü kuvvetli, cesaretliydi. Tek<br />
başına savaşlardaki mübarezelerde yüzden fazla<br />
müşrik öldürmüştü.<br />
Mizacı : Kahramandı. Hz. Ebû Bekir’in<br />
Sahabe Albümü<br />
Bünyamin ERUL*<br />
Berâ b. Mâlİk (r.a)<br />
Müseylime üzerine gönderdiği orduya katıldı.<br />
Müseylime ve askerlerinin sığındıkları kaleye mızraklar<br />
ucunda havaya kaldırılan bir kalkan içinde<br />
fırlatılarak girdi. Oradaki düşman askerleriyle<br />
çarpışarak Müslümanları içeriye sokmayı başardı<br />
ama bu esnada seksenden fazla yara aldı. Hâlid b.<br />
Velîd’in tedavisiyle bir ay sonra iyileşebildi.<br />
Ayrıcalığı : İran ulularından Merzubân’ı öldürmüş<br />
ve üzerinden çıkan çok kıymetli malın<br />
(selb) beşte biri onun olmuştu.<br />
Ömrü : Tahminen 40-50 yaşlarında<br />
Ölüm yılı : H. 20<br />
Ölüm yeri : Tüster<br />
Ölüm sebebi : Şehit<br />
Hakkında : “Saçı başı dağınık, eski elbiseler<br />
giydiği için önemsenmeyen öyle kimseler vardır<br />
ki Allah adına yemin ederek bir şey deseler Allah<br />
isteklerini geri çevirmez. Berâ b. Mâlik de bunlardandır.”<br />
Çok fazla cesur olduğu için Hz. Ömer<br />
onu savaşlarda komutan yapmadığı gibi, komutanlarına<br />
da orduyu tehlikeye atar endişesiyle ona<br />
komutanlık verilmemesi talimatını göndermişti.<br />
Kaynaklar: İstîâb, I. 47-48; İsâbe, I. 280-281;<br />
Üsd, I. 108; DİA, V. 469. Müsned, III, 254; İbn Sa’d,<br />
Tabakât, VII. 16-17; Tirmizî, Menâkıb 55, no: 3854;<br />
Müstedrek, III. 330-331; Nübelâ, I. 195-198.<br />
*Prof. Dr.<br />
45
Kültür<br />
Fatih ÇINAR<br />
46<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
ALLAH<br />
DOSTLARI
İnsanoğlu hayatı<br />
anlamlı kılabilme<br />
gayreti ile dur<br />
durak bilmeksizin devam eden<br />
bir arayış içerisindedir. Tarih<br />
boyunca, insanoğlunun bu çabası<br />
hayatın çeşitli alanlarında<br />
başkalarını örnek alma veya en<br />
azından çevresinden etkilenme<br />
gibi bir zorunluluk ile onu yüz<br />
yüze getirmiştir. 1 Genelde insanlığın<br />
ortak portresi olan bu<br />
durum özelde Müslümanların<br />
da kendisinden uzak durmaları<br />
mümkün olmayan bir hal olarak<br />
karşımıza çıkmaktadır. 2 İslâm<br />
ile müşerref oldukları andan itibaren<br />
Müslümanlar, Kur’ân-ı<br />
Kerim’in kendilerine ‘en güzel<br />
örnek’ 3 olarak takdim ettiği Hz.<br />
Muhammed (s.a.v.) ve O’nun<br />
etrafında bir kandil gibi bütün<br />
dünyayı aydınlatan Sahabe-i<br />
Kiram’ın hayatlarını örnek alarak<br />
yaşamlarına anlam katma<br />
gayretinde olmuşlardır. Bu anlamda<br />
İslâm dünyası, Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’i ve O’nun kutlu<br />
yoldaşlarını tanıma, anlama<br />
ve onlar gibi bir hayat yaşayabilme<br />
adına büyük gayretler göstermiştir.<br />
4<br />
Hz. Peygamber’in<br />
Yol Arkadaşlarına<br />
Benzeyenler<br />
Bu gayretlerinin bir tezahürü<br />
olarak Müslümanlar, hal, ha-<br />
reket, söz ve ahlâkî yapıları itibariyle<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)<br />
ve yol arkadaşlarına benzeyen<br />
‘Allah Dostları’na ayrı bir önem<br />
vermişlerdir. 5 İslâm’ın doğru<br />
anlaşılması ve gerektiği şekilde<br />
yaşanabilmesi için elle tutulur<br />
gözle görülür örnekler olarak<br />
‘Allah Dostları’ yaklaşık bin beş<br />
yüz yıldır önemli bir görev ifa<br />
etmişlerdir. Onlar, özellikle hassas<br />
dönemlerde hayat serüvenine<br />
müdahaleleri ile madde ve<br />
mana arasında kurulması gereken<br />
hassas dengenin müşahhas<br />
bir hale gelmesine vesile olmuşlardır.<br />
İbadet, ilim, güzel ahlâk<br />
ve insanlığa hizmet anlayışları<br />
ile her dönemde dikkat çeken,<br />
yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi<br />
kendilerine ilke edinen bu<br />
şefkat abidelerinin hayat öyküleri<br />
ve yaşantı tarzlarına vâkıf<br />
olmanın kişiye kazandıracağı<br />
birçok faydadan söz etmek<br />
mümkündür. Biz bu çalışma-<br />
mızda onlar ile hemhâl olmanın<br />
kişiye kazandıracağı bazı güzelliklerden<br />
bahsetmek istiyoruz.<br />
Bununla amacımız onların hayat<br />
öykülerini okurken tarihî bir<br />
olayı ve kahramanlarını okuyor<br />
gibi onları değerlendirmenin<br />
yanlışlığına değinmek ve onlarla<br />
hem hal olmadaki esas amaç<br />
olan Hz. Peygamber (s.a.v.)’i an-<br />
“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan<br />
sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde<br />
bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile<br />
hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve<br />
diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine<br />
zemin hazırlayacaktır.”<br />
lama ve onun gibi yaşama hedefinin<br />
göz ardı edilmesindeki tehlikeye<br />
dikkat çekmektir.<br />
Allah Dostlarını<br />
Sevmenin Hedef ve<br />
Kazanımları<br />
Allah dostlarının tanımaya<br />
ve onları anlamaya çalışmanın<br />
kişiye kazandıracağı güzelliklerden<br />
bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:<br />
Her şeyden önce onlar tarihî<br />
kişilik ve kimlikleri ile dönemle-<br />
47
ine yön veren insanlardır. Dolayısıyla<br />
onları okumanın ve<br />
anlamaya çalışmanın tarihi iyi<br />
okuma ve olayları objektif değerlendirme<br />
melekemize olumlu<br />
katkısı olacaktır.<br />
Onların yaşadıkları dönemde<br />
dini nasıl anladıkları ve hayatlarını<br />
anlamlı kılmak için<br />
gösterdikleri çaba, dini doğru<br />
anlayıp olması gerektiği şekilde<br />
yaşamamız noktasında bize destek<br />
olacaktır.<br />
Onların dünyasına girmek<br />
suretiyle Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in ahlâkının hayata nasıl<br />
yansıtıldığını ete kemiğe<br />
bürünmüş örneklerle görmüş<br />
oluruz. Özellikle zamanımıza<br />
yakın olan isimler bu anlamda<br />
çok daha önemlidir. Çünkü onlar<br />
kişide ‘Bu insan da benim<br />
geçtiğim yollardan/caddelerden<br />
geçerek, havasını teneffüs<br />
ettiğim bu şehrin/ilçenin/kasabanın/köyün<br />
havasını teneffüs<br />
ederek, İslâmî hassasiyetleri<br />
göz önünde tutarak yaşadı. Ben<br />
de onun gibi Kur’ân ve sünne-<br />
48<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
tin koyduğu ölçülerle hayatımı<br />
anlamlı kılabilirim’ fikrini zihninde<br />
sürekli canlı tutacak ve<br />
kişinin dengeli bir hayat yaşamasında<br />
ona destek olacaktır. 6<br />
Allah dostlarının kullandıkları<br />
yöntemler farklı da olsa<br />
ibadet ve ahlâk noktasındaki<br />
birlikleri açık bir şekilde görülmüş<br />
olacaktır. Bu da onla-<br />
rın İslâm’ın evrensel ilkelerine<br />
ulaştıkları gerçeğini bizlere bir<br />
kere daha hatırlatacak ve onların<br />
arkasına sığınarak Müslümanlar<br />
arasında tefrikaya sebep<br />
olmanın ne denli yanlış bir<br />
anlayış olduğunu bizlere açıkça<br />
gösterecektir. 7<br />
Onlardan bahsetmek gereksiz/günah<br />
iş ve sözlerden kişinin<br />
mümkün olduğu kadar<br />
uzak kalmasına sebep olacaktır.<br />
Denilebilir ki Allah dostlarını,<br />
Allah’a (c.c.) yaklaşma, Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.)’i ve İslâm’ı<br />
doğru anlama düşüncesi ile konuşmak<br />
zamanımızın anlamlı<br />
ve bereketli bir hale gelmesine<br />
vesile olacaktır. 8<br />
Onların özellikle tarihin kritik<br />
zamanlarında topluma nasıl<br />
yön verdikleri ve hangi yöntemlerle<br />
hizmet ettikleri anlaşılırsa<br />
bugün de o yöntemler güncellenerek<br />
insanlara hizmet için kullanılabilir.<br />
Onların hayatlarındaki<br />
‘zühd’ ve ‘dünyaya olan bakışları’<br />
günümüz insanının yaşam<br />
standartlarını sorgulamasına ve<br />
gerçek hedefin ‘Dünyayı tezyin<br />
etmek değil dünyayı ahireti kazanmak<br />
için kullanmak’ olduğu<br />
gerçeğine bireylerin yönelmesine<br />
sebep olacaktır. 9<br />
Onların hayatlarında madde<br />
ve mana arasında kurulan hassas<br />
denge açıkça görülecek ve bu<br />
hakikat günümüz insanına çok<br />
değerli bir bakış açısı kazandıracaktır.<br />
Böylece Müslümanlar<br />
maddeleşme hastalığından olabildiğince<br />
uzak durmanın önemine<br />
vâkıf oldukları gibi ahireti<br />
kazanma kaygısıyla dünyayı<br />
tamamen terk etme yanlışlığından<br />
da uzak duracaklardır. 10
Evliyaullahın ibadet hayatlarının<br />
zenginlikleri, ibadetle<br />
ruhu yüceltme yolunu takip etmeleri<br />
de günümüz insanının<br />
hayatın koşuşturmacası içerisinde<br />
büyük ölçüde ihmal ettiği<br />
ibadet hayatına tekrar dönmesine,<br />
böylece ruhî ve ahlâkî anlamda<br />
daha da olgunlaşmasına<br />
destek olacaktır. <strong>11</strong><br />
Allah dostlarının hayatlarına<br />
vâkıf olmak onların ‘ibnü’l-vakt’<br />
veya ‘ebu’l-vakt’ anlayışlarının<br />
açık bir şekilde görülmesini<br />
sağlayacaktır. Onlar ile hem<br />
hal olunduğu zaman dönemlerinin<br />
bütün unsurlarını gözeterek<br />
ve bütün araçlarını hak yolda<br />
kullanarak nasıl hizmet ettikleri<br />
açıkça görülecektir. Bu durum<br />
günümüzdeki Müslümanların<br />
kendilerini sorgulamalarına ve<br />
onları dönemlerinin ihtiyaçlarını<br />
göz önünde bulundurarak<br />
hizmet etme güzelliğine kavuşturacaktır.<br />
12<br />
Onlardan bahsetmek ve onlarla<br />
meşgul olmak onlara olan<br />
sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı<br />
gibi istikamet çizgisinde<br />
bir hayatın yaşanmasına sebep<br />
olacaktır. Bu sevginin aile hayatında<br />
canlı tutulması, eş, anne-baba,<br />
çocuk, akraba ve diğer<br />
insanlar arasında dengeli bir hayatın<br />
sürdürülmesine zemin hazırlayacaktır.<br />
13<br />
Onların hayatları ile meşgul<br />
olmak siyasi, ekonomik ve<br />
ahlâkî alanlara dair görüş ve düşüncelerini<br />
öğrenmemizi sağlayacaktır.<br />
Bu da insana her zaman<br />
ve zeminde lazım olan<br />
siyasi, ekonomik ve ahlâkî ko-<br />
nulara dair fikir sahibi olma ve<br />
bu düşünceleri hayata yansıtma<br />
gayreti gibi güzellikler kazandıracaktır.<br />
14<br />
Sonuç<br />
Allah dostları iman, amel ve<br />
ihlâs anlayışları ile her dönemde<br />
dikkat çeken ve hedefleri sonsuz<br />
güç sahibi yüce yaratıcının<br />
dostluğunu elde etmek olan seçkin<br />
kullardır. Onlar hakkında Allahu<br />
Teâlâ, “Haberiniz olsun ki,<br />
Allahu Teâlâ’nın velileri için kesinlikle<br />
bir korku yoktur ve onlar<br />
mahzun da olmayacaklardır”<br />
15 müjdesi ile rızasına uygun<br />
bir hayat yaşayabilmenin endişesini<br />
duyan herkese dostlarının<br />
yolunu işaret buyurmuşlardır.<br />
Ömürlerini, Kur’ân-ı Kerim’in<br />
hükümleri ve Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in güzel ahlâk ilkeleri ile<br />
şekillendirmeye gayret eden bu<br />
gönül insanlarının hayat öykülerine<br />
yukarda sıraladığımız ilkeler<br />
çerçevesinde bakılması günümüz<br />
insanının ufkunu açacaktır.<br />
Onları sadece tarihî kimlikleri<br />
ile okumak veya tamamen hayatın<br />
içerisinden çekip alarak onları<br />
anlamaya çalışmak Allah dostlarını<br />
yanlış anlama ve tamamen<br />
dünya-ahiret dengesi üzerine kurulan<br />
sistemlerinin temellerine<br />
dinamit koyma ile eşdeğer bir tutum<br />
olacaktır. Bu süreçte onları<br />
sıradanlaştırmak ne denli hatalı<br />
bir davranışsa onları insan-ı<br />
kâmil olmalarının ötesinde bir<br />
bakış ile değerlendirmek de bir<br />
o kadar yanlıştır. Unutulmamalıdır<br />
ki Allah’ın dostlarını okumak,<br />
onları anlamaya çalışmak<br />
ve onlardan bahsetmekte ki temel<br />
amaç Kur’ân ve sün<strong>net</strong> çiz-<br />
gisinde bir hayat yaşayabilme arzusudur.<br />
Bunun dışındaki bütün<br />
bakış açıları bizi birliğe değil ayrışmaya,<br />
sevgiye değil nefrete ve<br />
Allahu Teâlâ’nın razı olacağı bir<br />
hayata değil zelil bir yaşantıya<br />
götürecektir. Her anlarını Allahu<br />
Teâlâ’ya kul ve Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’e ümmet olabilme şuuru<br />
ile aktif bir şekilde anlamlı kılan<br />
Allah dostlarının doğru anlaşılmaları,<br />
bu sayede dünya insanlarının<br />
tamamının iman, salih<br />
amel ve ihlâsa ulaşarak dünyalarını<br />
da ahiretlerini de mamur etmeleri<br />
temennimizdir.<br />
Dipnot<br />
1 Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân Nedir?, Şule Yay.,<br />
İstanbul 1999, s.23-29; Mehmet Sürmeli, Hayatı<br />
Zikirle Anlamlandırmak, Mavi Yay., İstanbul 2008,<br />
s.139.<br />
2 Serinsu, Kur’ân Nedir?,s.58-84.<br />
3 Ahzab 33/21.<br />
4 İslâm dünyasının Kur’ân ve Sün<strong>net</strong> merkezli bir<br />
hayat yaşama gayretini Tefsir ve Hadis tarihine bakarak<br />
daha <strong>net</strong> bir şekilde anlamak mümkündür.<br />
İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, c.I-II, Fecr Yay,<br />
Ankara 1996; Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV<br />
Yay., Ankara 1998.<br />
5 Dilaver Selvi, İslam’da Velayet ve Keramet, Umran<br />
Yay., İstanbul 1990, s.30, 40, 49-154; Mehmet Sürmeli,<br />
Kur’ân-ı Kerim’de Velayet Kavramı, Kalemdar<br />
Yay., s.179-194; Mikdat Öccü, Kur’ân’da Veli<br />
ve Velayet, Suffe Yay., İstanbul 1997, s.29-34.<br />
6 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİFV<br />
Yay., İstanbul 2001, s.<strong>11</strong>9. Rabıta konusunu da bu<br />
açıdan değerlendirmeli ve rabıtayı ‘ilahi huzurda<br />
bulunma şuuruna sahip olma gayreti’ olarak görmelidir.<br />
H. Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, Erkam<br />
Yay., İstanbul 2001, s.124-127.<br />
7 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili I, Mavi Yay., İstanbul<br />
2006, s.139-144.<br />
8 Bu konuda şu hadis-i şerife bakılabilir: ‘Salihlerin<br />
anılması anında rahmet-i ilahiye iner’ Aclûnî,<br />
Keşfü’l-Hafa, c.II, s.70, Hadis No:1772.<br />
9 Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat<br />
Yay., Ankara 2007, s.67-99.<br />
10 İbn Haldun, Şifau’s-Sâil (Tasavvufun Mahiyeti), Hazırlayan:<br />
Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul<br />
1998, s.174-181.<br />
<strong>11</strong> Allah dostlarının ibadet ve ahlaki yönleri ile sahip<br />
olmaları gereken hasletler ve onları sevenlerin bu<br />
özelliklerden nasıl istifade etmesi gerektiği konusunda<br />
bkz; Mustafa Kara, Dervişin Hayatı Sufinin<br />
Kelamı, Dergah Yay., İstanbul 2005, s.229-234;<br />
Dilaver Selvi, İrşatta Ehliyet ve Mürşid-i Kamil, Semerkand<br />
Yay., Ankara 1999, s.5-95.<br />
12 Kadir Özköse, ‘İbnü’l-Vakt veya Ebü’l-Vakt Olabilmek’,<br />
Somuncu Baba, Sayı:64, s.22-25; Afet Ilgaz,<br />
İbnü’l-Vakt, İz Yay., İstanbul 2000, s.9-10.<br />
13 S. Muhammed Saki Haşimi, Arifler Yolunun Edepleri,<br />
Semerkand Yay., İstanbul 2005, s.140-141<br />
14 Dilaver Selvi, Velileri Sevmede Ölçü, Semerkand<br />
Yay., Ankara 1999, s.6-101.<br />
15 56/Yunus, 62.<br />
49
Fıkıh<br />
Abdullah KAHRAMAN*<br />
ZULÜMDEN<br />
KAÇMAK<br />
50<br />
“Zulüm Kur’ân’ın getirdiği temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden<br />
biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce Kitabımız bunun yerine adâleti<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
yerleştirmenin zorunlu olduğunu anlatır.”<br />
Zulmün yıkmaya çalıştığı camiler
Zulüm Nedir?<br />
Zulüm, dinî ve ahlâkî konularla belirlenen<br />
sınırları aşan, adalet, hakkâniyet ve eşitlik ilkelerine<br />
aykırı olan her türlü davranıştır. En<br />
kısa ifadesiyle, bir işi yerli yerince yapmamak<br />
zulümdür. Zulmün tersi adalettir. Adalet,<br />
ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği,<br />
hakkâniyet ve eşitlik esaslarına uygun şekilde<br />
davranmayı sağlayan ahlâkî<br />
davranıştır. En öz tarifiyle<br />
adalet, her şeyi yerli yerince<br />
yapmak demektir. Adalet,<br />
ahlâk, hukuk ve devletin<br />
devamını sağlayan hususlarda<br />
riâyet edilmesi gereken en<br />
ideal düzen ve ahenk anlamına<br />
da gelir.<br />
Kelime olarak olumsuz bir<br />
mânâ taşıyan zulüm, bir şeyi<br />
olması gerekenin dışına saptırma,<br />
adaletsizlik, zorbalık,<br />
haksızlık, kötülük gibi anlamlara gelir. Ahlak<br />
ve hukuk dilinde zulüm, çok genel bir ifade ile<br />
“Haktan ayrılıp bâtıla sapmak”tır. “Başkasının<br />
rızâsına aykırı olarak onun mülkünde tasarrufta<br />
bulunmaya kalkışmak” ve “haddi aşmak”<br />
da zulümdür.<br />
Zulüm, kalp kararmasından meydana gelir.<br />
Hidayet, iman, takvâ ve irfan nuruyla aydınlanmayan<br />
bir kalpten başkası zulüm üretemez.<br />
Zâlimler ilâhî nurun aydınlığından<br />
mahrum kalmış zavallılardır.<br />
Zulmün Her Çeşidi Haramdır<br />
Kur’ân, kime ve ne şekilde yapılmış olursa olsun,<br />
bir kimsenin yaptığı her türlü kötülük ve<br />
haksız davranışı “Kişinin kendi nefsine zulmetmesi”<br />
olarak nitelendirmiştir 1 . Ayrıca Kur’ân ve<br />
hadislerden hareketle İslâm hukukçuları bütün<br />
çeşitleriyle zulmün haram olduğunu ve bunun<br />
âhiretteki cezâsının ağır olacağını ifade etmişler-<br />
“Onlardan bahsetmek ve onlarla meşgul olmak onlara olan<br />
sevgiyi artıracak ve onların yaşadığı gibi istikamet çizgisinde<br />
bir hayatın yaşanmasına sebep olacaktır. Bu sevginin aile<br />
hayatında canlı tutulması, eş, anne-baba, çocuk, akraba ve<br />
diğer insanlar arasında dengeli bir hayatın sürdürülmesine<br />
zemin hazırlayacaktır.”<br />
dir 2 . Bundan dolayı adâlet Kur’ân’ın temel kavram<br />
ve ilkeleri arasında yer almış, gerekli görüldüğü<br />
her yerde bu ilke hatırlatılmış, Allah’ın adaleti<br />
emrettiği ve zulmü yasakladığı üzerinde durulmuştur<br />
3 .<br />
Meşrû yö<strong>net</strong>ime baş kaldırmayı, bir kimseyi<br />
tehdit ve baskı altında bulundurmayı zulüm olarak<br />
kabul eden İslâm hukukçuları, zulmün bazı<br />
dinî mükellefiyetlerin yerine getirilememesinde<br />
bir mazeret olduğunu kabul etmişlerdir. Meselâ,<br />
zulüm ve baskı olması durumunda cuma nama-<br />
51
zı ve cemaatle namaz terk edilebilir. Bu ibadetleri<br />
yerine getiremeyenler, Cuma namazı yerine öğle<br />
namazını kılarlar; cemaat namazı yerine de namazlarını<br />
tek başlarına edâ ederler. Yol emniyeti,<br />
haccın farz olmasının sebeplerinden olduğu için<br />
hac yolunda zâlim ve zorbaların emniyeti bozması<br />
söz konusu ise hac ertelenebilir. Zâlim bir kimse<br />
emâ<strong>net</strong> malı emâ<strong>net</strong> bırakılan kişinin elinden<br />
aldığı zaman malı elinde bulunduran tazminle<br />
yükümlü olmaz 4 .<br />
Zulüm Kur’ân’ın Ele Aldığı Temel<br />
Konulardandır<br />
Kur’ân’da üzerinde çokça durulan konulardan<br />
biri de zulümdür. Çünkü zulüm Kur’ân’ın getirdiği<br />
temel değerlere ve zihniyete en aykırı eylemlerden<br />
biridir. Zulmü bütün çeşitleriyle reddeden Yüce<br />
Kitabımız bunun yerine adâleti yerleştirmenin zorunlu<br />
olduğunu anlatır. Çünkü kâinâtın düzenini<br />
bozan en temel eylem zulümdür. Zulümle düzeni<br />
bozulan dünya hayatı, hem zâlime, hem mazlûma<br />
hem de bu manzaraya şâhit olanlara zindan olmaktadır.<br />
Tarih boyu ellerinde bulunan güç sayesinde<br />
zulmü icraat haline getiren zâlimler, bir<br />
gün adâlete muhtaç olacaklarını hiç hesaba katmamaktadırlar.<br />
Kur’ân’da geçen zulüm kelimesi iki ayrı konuda<br />
yoğunlaşmaktadır. Bunlardan biri itikat, diğeri<br />
ahlak konusudur. İtikatla ilgili olarak kullanılan<br />
zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr, günahkârlık<br />
(fısk, fücur) ve amelî bakımdan Allah’ın koyduğu<br />
kuralları ve sınırları çiğneme gibi kavramlara<br />
yakın bir anlam ifade eder. Konuyla ilgili âyetlere<br />
göre, “Şirk büyük bir zulümdür.” 5 ; “Kâfirler<br />
zâlimlerin ta kendileridir.” 6 ; “Allah’ın kanunlarını/hudûdunu<br />
çiğneyip aşanlar zâlimlerdir.” 7<br />
Kur’ân’da geçip ahlâkî konularda kullanılan<br />
zulüm, genel bir ifade ile hak, hürriyet, eşitlik gibi<br />
konulara ilişkin olarak “haddi aşmak, başkasının<br />
hakkını ihlal etmek ve başkasına zarar vermek”<br />
anlamını ifade eder. Buna göre zulüm “haksızlık<br />
ve adaletsizlik” demektir. Böyle bir şeyin öncelikle<br />
Allah için düşünülmesi imkânsızdır. Bu sebeple<br />
imansızlık, amelsizlik ve ahlaksızlık yaparak<br />
52<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Allah’ın hadlerini aşanlar “zâlim” olarak nitelendirilir.<br />
Bunların Allah tarafından cezâlandırılmaları<br />
ise tamamen zulümleri sebebiyledir. Yoksa Allah<br />
kuluna zulmetmez. İlgili âyetlerin ifadesine göre,<br />
“Allah, kullarına asla zulmedici değildir. Fakat<br />
insanlar kendi kendilerine zulmetmektedirler.” 8<br />
Hiçbir kimse Allah tarafından “zerre kadar bile”<br />
haksızlığa uğramaz. 9<br />
Zulüm Karşılıksız Kalmaz<br />
İlâhî iradenin gereği olarak zulmün cezâsı bazen<br />
bu dünyada peşin olarak verilir, bazen âhirete<br />
de bırakılabilir. Yani Allah’ın bir kişiye veya<br />
topluluğa hak ettiği cezâyı âhirette veya bu dünyada<br />
vermesi mümkündür. Bunun için, “Alma<br />
mazlumun âhını çıkar âheste âheste.” denilmişlerdir.<br />
Eski çağlardaki nice zâlim ve günahkâr<br />
kavimlerin yurtlarıyla birlikte helak edilmesi<br />
buna bir örnektir. 10 İlgili âyetlerde bu kavimlerin,<br />
çeşitli ikazlara rağmen kötülüklerde direndikleri,<br />
bunun <strong>net</strong>icesinde de cezâlandırılmayı<br />
hak ettikleri ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.<br />
Yüce Allah’ın koyduğu prensibin bir gereği<br />
olarak O, “Bir ülkeyi, onun halkı iyi işler yapmakta<br />
ise helak etmez.” <strong>11</strong> Aynı şekilde Yüce Allah,<br />
zulmetmekte olan, fakat henüz uyarılmamış<br />
bulunan halka da zarar vermez. 12<br />
İnançlara Baskı Zulümdür ve<br />
Meşru Müdafaa Hakkı Verir<br />
Kur’ân’da ve hadislerde insanlardan sâdır<br />
olan her türlü adaletsiz ve haksız davranış zulüm<br />
olarak kabul edilir ve kesin olarak reddedilir.<br />
Buna göre, kâfirlerin Müslümanlara, dinî<br />
inanç ve yaşayışları sebebiyle baskı uygulamaları<br />
açık bir zulümdür. Bu şekilde zulme uğrayan<br />
Müslümanların meşru müdafaa prensibi gereği<br />
olarak kâfirlere karşı kendilerini savunma<br />
hakkı vardır. Bu konuda her tülü tedbiri almalarına<br />
ve gerektiğinde silaha sarılmalarına ilgili<br />
âyetler izin vermektedir. 13 Kur’ân’a göre, Allah<br />
adının anılmasını, yani ibadet edilmesini önlemek<br />
için mâbedlerin yapılmasını engellemek de<br />
zulümdür. 14
Kur’ân ve Sün<strong>net</strong>te<br />
Müslümanların Zulüm Sayılan<br />
Bazı Davranışları<br />
Kur’ân, zulmü sadece inançsızlara ait bir eylem<br />
olarak kabul etmemiş, sorumluluğunun bilincinde<br />
olmayan bazı Müslümanların da zulme sapacağını<br />
beyan etmiştir. Müslümanlar tarafından yapılıp da<br />
Kur’ân’ın zulüm kapsamında gördüğü bazı davranışlar<br />
şunlardır:<br />
Müslümanların yoksul kardeşlerini, yoksullukları<br />
sebebiyle horlayarak yanlarından kovmaları. 15<br />
Yetim malı yemeleri. 16<br />
Fâiz gibi haksız bir yolla başkasının malını ellerine<br />
geçirmeleri. 17<br />
Sözleşme şartlarını ihlâl ederek karşı tarafa zarar<br />
vermeleri. 18<br />
Hizmetçilerine eziyet etmeleri. 19<br />
Yö<strong>net</strong>icilerin halka karşı insafsız muâmeleleri. 20<br />
Mazlâmun duâsı karşılıksız kalmaz<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) de adâletin timsali ve<br />
uygulayıcısı olarak gönderilmiştir. Hayatı boyunca<br />
yaptığı bütün tasarruflarda adâleti ikâme eden<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) zulmün de her çeşidini ortadan<br />
kaldırmıştır. Kendisinden sonra da bu konuda<br />
Müslümanlara adaletten ayrılıp zulme sapmamaları<br />
için ilkeler bırakmıştır. O, birçok hadiste 21 mazlumun<br />
bedduâsının karşılıksız kalmayacağını bildire-<br />
rek Müslümanları uyarmıştır.<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) Zulümden<br />
Allah’a Sığınmıştır<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.) duâlarında zulmetmekten<br />
ve zulme uğramaktan Allah’a sığınmıştır. Nitekim<br />
her sabah evinden çıkarken tekrar ettiği<br />
duâlardan biri şudur:<br />
“Allah’ın ism-i şerîfini zikrederek evimden çıkıyorum.<br />
Bütün işlerimde Allah’a tevekkül ediyorum.<br />
Allah’ım, doğru yoldan sapmaktan, başkalarını<br />
saptırmaktan; hataya düşmekten, başkalarını<br />
da düşürmekten; haksızlık etmekten, haksızlığa<br />
uğramaktan; hürmetsizlik ve câhillik etmekten yahut<br />
bunlara maruz kalmaktan sana sığınırım!” 22 .<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 2/Bakara, 23; 3/Âl-i İmrân, 135; 18/<br />
Kehf, 35.<br />
2 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye,<br />
“Zulm”md. 170.<br />
3 16/Nahl, 90.<br />
4 Bk. el-Mevsû’atu’l-fıkhiyye,<br />
“Zulm”md. 170-174.<br />
5 31/Lokmân, 13.<br />
6 2/Bakara, 254.<br />
7 2/Bakara, 229; 7/A’râf, 19; 65/Talâk<br />
1.<br />
8 3/Âl-i İmrân, 182; 8/Enfâl, 51; 22/<br />
Hac 10.<br />
9 4/Nisâ, 49.<br />
10 8/Enfâl, 54; 10/Yûnus, /39; 28/Kasas,<br />
40.<br />
Arakan<br />
<strong>11</strong> <strong>11</strong>/Hûd, <strong>11</strong>7.<br />
12 6/En’âm, 131.<br />
13 Bk. 22/Hac, /39-40.<br />
14 Bk. 2/Bakara, <strong>11</strong>4.<br />
15 Bk. 6/En’âm, 52.<br />
16 4/Nisâ, 10.<br />
17 2/Bakara, 279.<br />
18 Ebû Dâvud, İmâre, 33.<br />
19 Ahmed b. Hanbel, Müsned, <strong>11</strong>, 61.<br />
20 Bk. Malik b. Enes, Muvatta, Hudud,<br />
30; Müslim, Fiten, 35, Müsned, V,<br />
251.<br />
21 Bk. Buhari, Cihad, 180; İbn Mâce,<br />
Dua, <strong>11</strong>.<br />
22 Ebû Dâvud, Vitr, 32; Edeb, 103; İbn<br />
Mâce, Dua, 18.<br />
53
Şehir ve İnsan<br />
Muhsin İlyas SUBAŞI<br />
54<br />
TÜRKLERDE<br />
ŞEHİRLEŞME<br />
“Bozkırın taşkın çocuklarının İslâm’la şereflenmesinden hemen sonra, nasıl<br />
oluyor da varlıkları günümüze kadar gelen o muhteşem işlemeli eserleri inşa<br />
edebiliyorlar? Bunlara taklit diyemeyiz, çünkü Selçuklular dönemindeki Türklerin<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
inşa üslubu Avrupa’da yoktur.”
Türkler tarih sahnesine<br />
iki temel<br />
özellikleriyle çıkarlar:<br />
Birisi yayılma eğilimine<br />
sahip olmaları, ikincisi önlerindeki<br />
uçsuz bucaksız toprakları<br />
hâkimiyetlerinde tutabilmek<br />
için yerleşik hayattan kaçınmalarıdır.<br />
Daha sonra onları, yerleşime<br />
sevk eden ana sebep ise, artık<br />
kontrole alabilecekleri başka<br />
toprakların kalmamasıdır. Geçimlerini<br />
hayvancılıkla sağladıkları<br />
için, hayvancılığın gelişme<br />
ve verimine dayalı iklim şartları<br />
onlar için çok önemliydi. Bunun<br />
içindir ki, Asya steplerinden çıkan<br />
bu insanlar, Rusya’nın Sibirya<br />
Bölgesindeki dondurucu çöl<br />
iklimine, Avrupa’nın fazla rutubetli<br />
ve az güneşli ılıman iklimine,<br />
Arap Yarımadasının sıcak ve<br />
kurak iklimine itibar etmemişler.<br />
Alaska’ya gitmeyi göze almışlar,<br />
ama Japonya’yı<br />
düşünmemişler.<br />
Hindistan’da Babürİmparatorluğu<br />
adıyla devlet<br />
kurmuşlar, ama<br />
Endenozya’yı hesabaalmamışlar.<br />
Mısır’da Kölemenleri<br />
kurmuşlar,<br />
Libya’nın çölüne<br />
itibar etmemişler.<br />
Makrizi, Türklerin<br />
yerleşik hayata<br />
geçişine sıcak bak-<br />
mayan tavırlarından söz ederken<br />
onların tarihî kararlılığına değinir<br />
ve şunları yazar:<br />
“Börteçine’nin vefatından<br />
sonra evlatları birbirinden ayrılırlar.<br />
Bunlar Çinlilerle savaşırlardı.<br />
Bunlardan birisi Çin şehirlerini<br />
görmüş ve aynı şekilde<br />
şehir kurmak istemiş, ancak kumandanlarından<br />
birisi: ‘Efendim,<br />
biz Çinlilerin onda biri kadarız.<br />
Bizim kuvvetimiz ancak<br />
serbest kalıp hareket etmemizdedir.<br />
Hâlbuki şehir halkı kafeste<br />
yaşar gibi surlar içerisinde hapis<br />
kalırlar’ dedi. Padişah bu teklifi<br />
olumlu görerek şehir kurmaktan<br />
vazgeçmiştir.”<br />
Bu anlatılanlar, yerleşik hayata<br />
geçiş döneminin başındaki<br />
kaygıları dile getirmektedir.<br />
Ancak, bir millet, dağda yaşayarak<br />
da medeniyet oluşturamaz.<br />
Türklerin Müslümanlaşmasından<br />
sonra, düzenli ve yerleşik<br />
hayata geçtiğini görürüz. Hatta<br />
öylesine süratli bir geçiş olur ki,<br />
Yunanlı Nakracas bunu; “Arapların<br />
Anadolu’da üç yüz yılda yapamadıklarını<br />
Türkler on yılda<br />
başardılar!” ifadeleriyle dile getirmekten<br />
çekinmez. Bu başarı,<br />
İslâm’ın hükümlerini icrada şehir<br />
hayatına daha çok itibar etmesinden<br />
doğmaktadır: Topluca<br />
kılınan namazın tek başına kılınan<br />
namazdan daha efdal olması<br />
doğal olarak camileri hayata ta-<br />
şıyacaktır. Cuma namazının şehir<br />
statüsü kazanmış yerlerde kılınması<br />
zarureti de aynı eğilimi<br />
besleyecektir. İslâm ilme büyük<br />
önem verir ve özendirici vaatlerle<br />
teşvik eder: İlmin tahsili için<br />
merkezi yerlerde kurulacak okullar<br />
da pratik hayatı merkezi alanlara<br />
yönlendirecektir. Bernard<br />
Lewis de bu gerçeğin üzerinde<br />
dururken; “Selçuklular zamanında<br />
ekonominin yeniden düzenlenmiş<br />
olması, dinî hayatta yankı<br />
buldu. Bağdat ve diğer büyük<br />
şehirlerde ‘medrese’ diye bilinen<br />
dinî okullar kuruldu ve bunlar<br />
İslâm dünyasında daha sonra<br />
kurulanlara model oldu”, der.<br />
Bozkırın Taşkın<br />
Çocukları<br />
Aslında Türklerin keşfedici ve<br />
diriltici dehası burada ortaya çıkmaktadır.<br />
Bu bozkırın taşkın çocuklarının<br />
İslâm’la şereflenmesinden<br />
hemen sonra, nasıl oluyor<br />
da varlıkları günümüze kadar gelen<br />
o muhteşem işlemeli eserleri<br />
inşa edebiliyorlar? Bunlara taklit<br />
diyemeyiz, çünkü Selçuklular dönemindeki<br />
Türklerin inşa üslubu<br />
Avrupa’da yoktur. Kale duvarları<br />
gibi yüksek, yaygın ve bol kemerli<br />
zamana karşı direnebilecek<br />
sağlam binalarla Batı’nın gotik<br />
mimarisinin hiçbir alakası yoktur.<br />
Türkleri şehirleştiren bu mimari<br />
tavır olmuştur. Bunun içindir<br />
ki, önemli Türkologlardan<br />
55
Barthold bu meseleye dikkatimiz<br />
çekerken; “Selçukiler XI. asırda<br />
bütün İran’ı zapt ettiler ve kısa<br />
zaman için de olsa, Akdeniz ve<br />
Kızıldeniz’den Çin hudutlarına<br />
kadar olan bütün İslâm dünyasını<br />
hâkimiyetleri altına aldılar.<br />
Selçukiler devrinde, şehir hayatının<br />
terakkisini (gelişmesini)<br />
devam ettirmek, ticaret ve sanatı<br />
yükseltmek çarelerine başvuruldu”,<br />
ifadelerini kullanır.<br />
Barthold, bu geleneğin<br />
Osmanlılar döneminde<br />
de geliştirilerek devam<br />
ettiğini; bu cümlelerinin<br />
devamında dillendirmekten<br />
kendini alamaz:<br />
“Medeniyete yapılan<br />
hizmet, yalnız maziden<br />
kalmış yadigârları (hatıraları)<br />
tanıtmakla kalmadı,<br />
yeni Türk mimarı<br />
Sinan’ın yaptığı eserler,<br />
sanat bakımından Avrupa’daki<br />
Rönesans devri<br />
mimari eserlerinden hiç<br />
de aşağı değildir.”<br />
Değildir çünkü<br />
Glüçk’ün hakkı teslim<br />
eden ifadesiyle: “Türklerin yarattıkları<br />
sanatlar, sabit millî<br />
topraklardan gıdalanmış olup<br />
asla yabancı kültürlerin doğurduğu<br />
bir mahsul değildir!” Bunun<br />
içindir ki, zihnî kabiliyetinin<br />
mahsulü bu mahsul başka<br />
milletlerde de hayranlık ve alıcı<br />
bulacaktır. Strzygowski, bundan<br />
söz ederken bu alanın sınırlarını<br />
56<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
da belirtir: “Türk sanatı; Asya’yı,<br />
Avrupa’yı, hatta Çin’i bile etkisi<br />
altına almıştır!”<br />
Bir siyasî organizasyona dönüşen<br />
toplumun bundan başka<br />
yapacağı bir şey de yoktu.<br />
Artık, dünya siyasî organizasyon<br />
olarak şekillenirken şehirleşmeye<br />
başlamıştı. Türk toplumu bunun<br />
dışında kalamazdı. Hatta<br />
kabiliyet ve gayretiyle bunların<br />
da önüne geçmesi gerekiyordu.<br />
Ki, buna da başardı ve Amıcıs’a<br />
şu sözleri söylettirdi: “Hiçbir şehir,<br />
içinde yaşayan halkın tabiatını<br />
ve felsefesini İstanbul kadar<br />
temsil edemez!”<br />
Uygarlık Eşiklerini<br />
Geçerken<br />
Türk toplumu İstanbul zarafetine<br />
ulaşırken elbette çok büyük<br />
sosyal tecrübeleri de yaşayacaktır.<br />
Bu tecrübeler sonucu<br />
ulaştığı noktadaki temsil hakkına<br />
işaret eden Fındley: “Türklerin<br />
uygarlık eşiklerini geçerken<br />
kimliğini koruyup kendine nasıl<br />
dönüştürdüğünde öğrenecek<br />
önemli dersler<br />
vardır” demekten kendini<br />
alamaz. Büyük Türkolog<br />
Jean Poul Roux da<br />
bu görüşü destekler: “İki<br />
bin yıl boyunca Türklerin<br />
dehalarına pek çok tanık<br />
olduk; geçmiş geleceğin<br />
garantisiyse Türklerden<br />
çok şey beklenebilir!” Bu<br />
dehanın ana damarını<br />
da İtalyan Mandel keşfeder<br />
ve “Geçmiş yüzyılda<br />
seyyahlardaki hayranlık,<br />
Türkiye’deki hayatın insani<br />
kalitesine olmuştur”<br />
der. Çünkü Gumilev’in<br />
diliyle; “Türklerin ulus<br />
sistemi, ordu disiplini, diplomasi<br />
ve mükemmel bir dünya<br />
görüşüne sahip olmaları hayrete<br />
şayandır!”<br />
Bu son cümle içerisinde sayılan<br />
önemli vasıfların tama-
mını, inşa ettikleri tarihi şehirlerde<br />
görmek mümkündür.<br />
İslâm’ın ilk kabul topraklarında;<br />
Buhara’da, Semerkant’ta,<br />
Kaşgar’da, Türkistan’da,<br />
İsficab (Sayram’Aksu’)’da Talas<br />
(Cambul)’ta, Taşkent’te taşın dilinden,<br />
çinin renginden anlarsanız<br />
bir medeniyetin hangi estetik<br />
iradeden beslendiğini, hangi<br />
dinî vecdi taşıdığını söyleyecektir<br />
size. Tarihin yorgun izine rağmen,<br />
gülen bir medeniyetin pırıl<br />
pırıl renkleri ruhunuza kendi<br />
resmini nakşetmeye hazırdır.<br />
Yeter ki, sizde o yakıcı arzu bulunsun.<br />
Yeter ki, sizde anlama<br />
kabiliyeti olsun. Türk ruhunun<br />
kavrama ve arz etme kabiliyetinin<br />
tabloları olarak Orta Asya’daki<br />
tarihî şehircilik mirasımızı<br />
Erzurum’a, Ahlat’a, Sivas’a,<br />
Kayseri’ye, Konya’ya, Bursa’ya,<br />
İstanbul’a, Edirne’ye taşıyan aşk,<br />
içimizde alev halinde yaşıyorsa<br />
gelecek için karamsar olmamıza<br />
gerek yok!..<br />
Gönül Ufkumuzu<br />
Sonsuza Açan Eserler<br />
Tarihe bakın, imanını anıt<br />
mezarlara taşıyan ve orada bize<br />
yaşatıcı bir ema<strong>net</strong> olarak bırakan<br />
başka bir millet var mıdır?<br />
Bunlar şehir kültünün temelini<br />
oluşturur ve şehirler ruhunu<br />
buradan alırlar. Sanatta<br />
var olma ide-<br />
alini besleyen hangi duygudur<br />
ki, mezarındaki yalnız taşları<br />
bile konuşan abide haline dönüştürür.<br />
Kişisel arzularında ihtirasın<br />
baskılarını kırıp tevazuu<br />
bir yaşama üslubu olarak sunan<br />
bir millet, ölüsüne öylesine debdebeli<br />
anıtlar yapmış ki, içinde<br />
ölülerin bile sizinle yaşadığını<br />
sanırsınız. Şehri, Cen<strong>net</strong>’e<br />
benzetmenin hevesinden doğan<br />
bu çabalar, Divriği’deki Ulu<br />
Cami’de size taç kapıdan uzatılan<br />
bir salkım üzüme dönüşür, Selimiye<br />
Camiinde cami ortasındaki<br />
havuzda suyunun sessiz türküsünü<br />
söyler, Sultanahmet’te<br />
vitrayların raksını sunar, gider<br />
Taçmahal’de altından bir kubbe<br />
gibi üstünüze rahmetin örtüsünü<br />
açar, gelir Kayseri’de Döner<br />
Kümbet’te taşın semaında döndürür,<br />
Konya’da muhteşem bir<br />
taç kapı ile gönül ufkumuzu sonsuza<br />
açar..<br />
Yeteneği fıtratında var olan<br />
bir milletin, dünya sosyal yapısı<br />
içinde kendine göreliğini ön plana<br />
alarak yükselme-<br />
si ve yücelmesi biraz da bundan<br />
sonra geçmişindeki birikimini<br />
günümüze taşıyarak düzenli şehirleşmesiyle<br />
olacaktır. Bunun<br />
da son bir asır içinde farkına varıldı<br />
ve Türkiye yeniden bir şehir<br />
vizyonu ile tarihî kimliğinin<br />
bu yöndeki detaylarını bütün<br />
hatlarıyla ortaya koyma arayışına<br />
yöneldi. Ancak, şehirleşmede<br />
yanlış adımlar, dışımızdakiler tarafından<br />
bize verilen yukarıdaki<br />
satırlarda birkaç örneğini verdiğimiz<br />
bu yüksek takdir hükmünün<br />
çözülmesine de sebep olabilir.<br />
İşte bütün dikkatimizi bu<br />
yönde kullanıp şehirleşmeyi kalabalıkları<br />
şehirde toplayıp kozmopolit<br />
bir kitle oluşturup medenileşmeyi<br />
katletmek yerine,<br />
geleneklerini millî ve manevî vasıflarıyla<br />
besleyen homojen bir<br />
topluluğa dönüştürmek gerekmektedir.<br />
Unutmayalım bu yük<br />
aynı zamanda şehirleri kuranlar<br />
kadar şehirleri kullananların<br />
da üzerindedir. Şehrin hafızası<br />
bizim zaaflarımızı gelecek nesillere<br />
kirli bir ema<strong>net</strong> olarak taşımakta<br />
affedici değildir. Medeni<br />
kimliğimizin aidiyet fotoğrafı şehirlerse,<br />
unutmayın bu hakkı onlar<br />
her zaman kullanma imtiyazına<br />
sahiptirler. O zaman Türk’ün<br />
şehri Türk için, Türk’e göre, Türk<br />
tarafından yeniden dizayn edilecektir.<br />
Bizi beton kafeslerden<br />
kurtaracak bu diriltici ve yüceltici<br />
hamleyi, şehirleşmenin sorumluluğunu<br />
üstlenen herkesten<br />
bekleme hakkımız bir neslin değil,<br />
bir milletin sorumlu ema<strong>net</strong>i<br />
olarak omuzlarında olacaktır!..<br />
57
Tarih<br />
İsmail ÇOLAK<br />
İZMİR İŞGALİNİN GİZLİ MİMARI:<br />
BASİL ZAHAROFF<br />
58<br />
Kasım <strong>2012</strong>
Millî Mücadele’ninbaşlamasında<br />
15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunan<br />
ordusu tarafından işgal etmesinin<br />
ateşleyici rol oynadığı,<br />
ilmî ve resmî tarih kitaplarında<br />
geniş şekilde yer almış; ancak<br />
perde gerisindeki 1849 Muğla<br />
(Menteşe) doğumlu Rum<br />
asıllı Sir Basil Zaharoff’un karanlık<br />
elinin payı mütemadiyen<br />
gözden kaçırılmıştır. Hâlbuki o<br />
dönemde Avrupa’nın bir numaralı<br />
silah tüccarı ve finansörü<br />
olan Zaharoff’un; Yunanistan’ın,<br />
Birinci Dünya Savaşı’na katılmasında,<br />
İzmir’i işgal etme izninin<br />
çıkması ve Küçük Asya macerasına<br />
kalkışmasında muazzam<br />
bir tesir icra ederek “gizli mimar”<br />
mevkiine eriştiği tarihen ortadadır.<br />
Zaharoff, Yunan Başbakanı<br />
Venizelos’un gizli patronu ve<br />
destekçisi rolüne soyunarak, hesapsız<br />
ölçülerdeki silah ve para<br />
yardımıyla Anadolu’daki Yunan<br />
işgalinin finansörlüğünü üstlenmiştir.<br />
Avrupa’da oluşturduğu<br />
basın tekeliyle, Batı kamuoyunda<br />
caydırıcı bir siyasî nüfuza sahip<br />
olan; üstelik İngiltere Başbakanı<br />
Lloyd George’un “Başdanışmanı”<br />
hüviyetini de taşıyan bu esrarengiz<br />
Rum, İngiltere ve müttefiklerinin<br />
Ön Asya politikasının,<br />
Yunanistan’ın Helenizm rüyasına<br />
hizmet edecek istikamette şekillenmesinde<br />
fevkalâde etkili olmuştur.<br />
Başbakan Lloyd George,<br />
Venizelos’u, Batı Anadolu’da girişeceği<br />
yeni saldırıda destekle-<br />
meye karar vermiştir. İngiliz siyasetçi,<br />
yazar ve seyyah Aubrey<br />
Herbert’ın (1880-1923) deyişiyle,<br />
“Lloyd George, Türkiye’yi yok<br />
etmeye karar vermişti ve onu bu<br />
davasında, Yunanlı dostları Venizelos<br />
ve Sir Basil Zaharoff destekliyordu.”<br />
Llyod George’un, bu<br />
karara varmasında Zaharoff’un<br />
tesiri hakkında Pars Tuğlacı şu<br />
değerlendirmeyi yapmaktadır:<br />
“Yetişme tarzı, partisinin siyasî<br />
geleneği gereği Türk düşmanı<br />
olan ve Venizelos ile Vickers silah<br />
firmasının Yunan asıllı sahibi<br />
Sir Basil Zaharoff’la yakın dostluk<br />
ilişkileri bulunan İngiliz Başbakanı<br />
Llyod George, Türkiye’ye<br />
karşı kesinlikle Yunanistan’ı desteklemekteydi.”<br />
1<br />
Venizelos’un, arkasını Zaharoff<br />
gibi sağlam bir dayanağa<br />
verdikten sonra artık Küçük<br />
Asya’da harekâta başlamaması<br />
için hiç bir sebep yoktu. Servetinin<br />
hesabı tam olarak bilinmeyen<br />
Zaharoff’un para ve silahlarının<br />
kendisine büyük yararlar sağlayacağından,<br />
onu daima gölgesinde<br />
hissedeceğinden kesinlikle<br />
emindi. Üstelik Zaharoff, Birinci<br />
Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda,<br />
ağır sanayi kollarıyla güçlü<br />
ilişkileri olan The Union Parisienne<br />
Bankası’nı satın alarak finans<br />
gücünü ve sermaye çevrelerindeki<br />
kontrolünü daha da<br />
arttırma yoluna gitmişti. 2<br />
İşgal Plânlarına<br />
Verdiği Destek<br />
Bu dönemde Venizelos’un<br />
siyasî ve maddî danışmanı sanki<br />
Basil Zaharoff’tu. Paris’te-<br />
ki malikânesinde, Venizelos’la<br />
sık sık bir araya gelerek durum<br />
değerlendirmesi yapıyorlar ve<br />
“Türkiye’ye karşı büyük bir Yunan<br />
saldırısı için” plan üstüne<br />
plan tasarlıyorlardı. 3 Venizelos’u,<br />
Yunan davası için tahrik edip harekete<br />
geçirmede Zaharoff’un<br />
büyük itici güç olduğu hakkında,<br />
Alain Decaux’un verdiği bilgiler<br />
kayda değerdir: “Büyük güçlerin<br />
görüşlerini dikkate alarak, Yunanistan<br />
ve Venizelos’un, yıkılmış<br />
bir Türkiye’den pay almak istediklerinden<br />
emin olmak istedi.<br />
Zaharoff, Venizelos’u atak olmaya<br />
ikna etti.” 4<br />
Paris Barış Konferansı’nda,<br />
çeşitli tasarılar hakkında birlikte<br />
fikirler yürütüyor ve beraberce<br />
yeni birtakım alternatif tasarılar<br />
üretiyorlardı. Zaharoff,<br />
Paris’te son derece gizli ve önemli<br />
bir misyon üstlenmişti. Yunan<br />
tarihçi Dimitri Kitsikis’in bu noktadaki<br />
kanaati gayet açık ve <strong>net</strong>tir:<br />
“Zaharoff, 1919’dan 1922’ye<br />
kadar, bütün Türk-Yunan harbi<br />
boyunca, Venizeloscu olsun,<br />
Kanstantinci olsun; Yunanistan’ı<br />
finanse edecek ve silahlandıracaktı.”<br />
5 Fransız Gazeteci Pierre<br />
Fontaine’nin kanaati de aynıdır:<br />
“Türkiye’yi sevmeyen Rum petrolcü<br />
ve ordu müteahhidi Zaharoff,<br />
Yunanistan’a kredili silah<br />
sattı.” 6<br />
Alptekin Müderrisoğlu ise<br />
konu hakkında şunları ifade etmektedir:<br />
“Yunanistan’ın Ege<br />
Bölgesi’ni işgal etmesi için İngiltere<br />
Başbakanı Lloyd George’u ikna<br />
etmiş bulunan Sir Basil Zaharoff,<br />
Yunanistan’ın büyük bir impara-<br />
59
torluk kurmasını amaç edinmiş<br />
ve Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde<br />
birinci derecede organizatör<br />
rolü oynamıştır. Yunanlılara<br />
4 milyon sterlin para yardımında<br />
bulunmuştur.” 7 Bilal Şimşir, İngiliz<br />
Dışişleri Bakanlığı arşiv belgelerine<br />
dayanarak, Zaharoff’un<br />
Yunan ordusuna yaptığı silah<br />
yardımlarıyla (ki Anadolu’daki<br />
savaş Yunanlılara, günde 10<br />
milyon drahmiye mal oluyordu)<br />
ilgili şu dolaylı bilgileri zikretmektedir:<br />
“Yunanistan’da top,<br />
tüfek fabrikası yoktu. Yunanistan<br />
kamyon, uçak ve gemi yapamıyordu.<br />
Ama Yunan ordularının<br />
elinde bütün bunların hepsi<br />
bol miktarda vardı. Nereden, niçin<br />
gelmişti bunca savaş malzemesi?<br />
İngiliz Genelkurmayının<br />
raporunda Yunanistan bunları,<br />
“serbest piyasadan” sağlıyor, deniyordu.<br />
Bu serbest piyasa aslında<br />
büyük ölçüde İngiliz piyasasıydı.<br />
İngiliz silah sanayi, bazen<br />
doğrudan, bazen dolaylı yoldan<br />
Yunanistan’ı silah deposu, müthiş<br />
bir “savaş makinesi” haline<br />
getirmişti.” 8<br />
60<br />
İşgaldeki<br />
Olağanüstü Rolü<br />
İngilizler, Yunanistan’ı Anadolu<br />
üzerindeki emellerini ve<br />
Küçük Asya Harekâtı’nı siyasîhukukî<br />
zemine oturtabilmesi için<br />
18 Ocak 1919’de Paris’te başlamış<br />
olan Barış Konferansı’na resmen<br />
davet etmiştir. Venizelos’ın<br />
tek amacı, Büyük Yunanistan’ın<br />
vizesini koparabilmekti. İngiltere<br />
ve Fransa’yı ikna edip desteklerini<br />
aldıktan sonra bunun<br />
mümkün olacağına inanıyordu.<br />
Aşırı Yunan istekleri sebebiy-<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
le konferansın çözümü uğrunda<br />
en çok müşkülat çektiği iş, Osmanlı<br />
Devleti’nden Yunanlılara<br />
verilecek topraklar meselesi olmuştur.<br />
3-4 Şubat 1919’da Venizelos,<br />
uzun bir konuşma yaparak<br />
eski Yunanistan’ın yeniden diriltilmesi<br />
ve Yunan halklarının bir<br />
bayrak altında birleştirilmesi gerektiğinden<br />
söz etmiştir. 9<br />
Düvel-i Muazzama 14 Mayıs’taki<br />
toplantıda, Yunanlıla-<br />
rın İzmir’i işgal etmesini, gerçekleşinceye<br />
değin büyük bir<br />
gizlilik içinde tutarak karara<br />
bağlamıştır. Venizelos’un deyişiyle<br />
bu harekât, “Yunan ordusuna<br />
tarihi boyunca ilk kez<br />
ema<strong>net</strong> edilmiş, şerefli bir görevdi.”<br />
10 Yunan Gazeteci Hristo<br />
Kesari, Kaklamanos’a yazdığı<br />
mektupta Venizelos’un tarifsiz<br />
sevincini şöyle belirtmişti:<br />
“Başbakanımız için sevinçten<br />
uçuyor demek bile az. Öyle ki,<br />
kendine hâkim olamıyor. Sevinçten<br />
taşkın bir halde bana:<br />
“Birkaç dakikalık bir görüşme<br />
sonunda, kenarına kadar geldiğimiz<br />
uçuruma düşmekten<br />
kurtulduk ve şimdi büyük bir<br />
devlet olduk. Bu gerçekleşen,<br />
Perikles’in hayalidir; Elen birliğidir.”<br />
dedi.” <strong>11</strong><br />
Aptülahat Akşin, “Atatürk’ün<br />
Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi”,<br />
başlıklı çalışmasında; Yahya<br />
Akyüz, “Türk Kurtuluş Savaşı<br />
ve Fransız Kamuoyu” isimli<br />
eserinde; Ömer Kürkçüoğlu da<br />
“Türk-İngiliz İlişkileri” adlı kitabında,<br />
Fransız ve İngiliz basınına,<br />
özellikle de Yunan tarihçi Dimitri<br />
Kitsikis’e dayanarak İzmir’in<br />
işgaliyle ilgili şu çarpıcı bilgiyi<br />
vermektedirler: “Yunanistan’a,<br />
İzmir’i işgal etme izni, Sir Basil<br />
Zaharoff ve Venizelos’un ısrarları<br />
üzerine, Wilson, Lloyd George<br />
ve Clemenceau tarafından verilmiştir.”<br />
12<br />
Kitsikis’in işgalle alakalı<br />
savunduğu tez şöyledir:<br />
“Zaharoff’un asıl hizmeti, 15<br />
Mayıs’taki İzmir çıkarması konusunda<br />
olmuştu. Yunanlıların<br />
İzmir’i işgali hâdisesinde Zaharoff,<br />
Clemenceau ve Llyod George<br />
ile olan dostlukları gibi bütün<br />
kudretli yakınlıklarını harekete<br />
geçirmişti... Yanlış anlaşılmasın;<br />
İzmir’in işgalinde tek sebep<br />
Zaharoff’un yaptığı baskı olmuştur,<br />
demek istemiyorum. Mesela<br />
Başkan Wilson karara, sanayiciyi<br />
hoşnut etmek için katılmamıştır.<br />
Ama bu şahsî baskının önemini<br />
küçümsemek de aynı şekilde hata<br />
olur. Zaharoff ve Yunanlılar, Yunan<br />
çıkarlarıyla birlikte İngiliz çıkarlarını<br />
da savunduklarına göre,<br />
sanayicinin ricasını en güç kabul<br />
etmiş olan Clemenceau’dur, diye<br />
düşünülebilir. Ama bence Zaharoff<br />
olmasaydı, Clemenceau işgal<br />
kararına kolay kolay katılamaz-
dı. Zaten yüksek kuruldaki görüşmelerde<br />
Yunanlıları ve işgali<br />
en az tutanın Clemenceau olduğu<br />
bilinmektedir.” 13<br />
Yunan Tarihçi Kitsikis, bunu<br />
sadece farklı bir iddia ya da görüş<br />
seviyesinde bırakmamış, 3<br />
önemli delil de zikretmiştir:<br />
Birincisi: Kaklamanos, işgalden<br />
bir gün önce, İngiltere’deki<br />
bütün önemli Yunan dostlarına<br />
mektuplar göndererek büyük<br />
hâdiseden haberdar etmiş, gelişmeyi<br />
Zaharoff’a da bildirmişti.<br />
Zaharoff teşekkür etmiş, durumdan<br />
haberdar olduğunu<br />
belirtmekten de geri durmamıştı.<br />
Zaharoff’un bu münasebetle<br />
kaleme aldığı Londra-15 Mayıs<br />
1919 tarihli mektupta geçen<br />
ifadesi aynen şöyledir: “Kaklamanos,<br />
verdiğiniz güzel haberler<br />
için çok teşekkürler ederim. Bu<br />
haberlerin, âcizane gayretlerimin<br />
eseri olduğunu sanıyorum. Nitekim<br />
ben de, Clemenceau ile Lloyd<br />
George’a telgraflar çekerek, kalpten<br />
teşekkürlerimi bildirdim.” Bu<br />
mektup, İzmir’in işgalini dostları<br />
Clemenceau ile Lloyd George’dan<br />
Zaharoff’un istediğinin ve elde<br />
ettiğinin belgesidir. 14<br />
İkincisi: Konunun şahidi Yunan<br />
gazeteci Konstantin Atanos,<br />
1939 İlkbaharında Kitsikis’e<br />
şu malumatları aktarmıştır:<br />
“Cairo-City vapuruyla Pire’den<br />
Marsilya’ya gidiyordum. Yunan<br />
Eski Dışişleri Bakanı Politis de<br />
oradaydı. Politis’ten dinlediğime<br />
göre, 1919 Mayıs’ının ilk haftasında<br />
Paris’teki Mercédés Otelinde<br />
bir öğle sonuydu. Otelin santralıbizzat<br />
Venizelos’un arandığını<br />
haber verdi. Başbakan kendi adına<br />
cevap vermesini Politis’ten istedi.<br />
Telefondaki Zaharoff’tu:<br />
“Venizelos’a, İzmir’i işgal etmek<br />
üzere gemilerini ve birliklerini<br />
hazırlamasını söyleyiniz. Yüksek<br />
Kurulun bu konuda karar almasını<br />
sağlamış bulunuyorum. Kurul<br />
kararını size resmen yarın bildirecek.<br />
Zaman kaybetmeden hazırlanmanız<br />
için ben size önceden<br />
haber veriyorum.” Gerçekten de<br />
ertesi gün Yüksek Kurul kararını<br />
Venizelos’a resmen bildirdi.” 15<br />
Üçüncüsü: İzmir’in işgalinde<br />
Zaharoff’un oynadığı<br />
rolün mühim bir şahidi de<br />
TeodorPetrakopulos’tur. Petra-kopulos,<br />
1919 İlkbaharında<br />
Yunan delegasyonuyla<br />
birlikte Mercédés Otelinde kalıyordu.<br />
Onun tanıklık ettiği müşahedeler<br />
şöyledir: “Bir öğle sonu<br />
ZaharoffMercédés Oteline geldi.<br />
Pek heyecanlıydı. Derhal görüşmek<br />
istediği Venizelos’a, gözlerinden<br />
yaşlar akarak, İzmir’in<br />
Yunanistan’a bırakılacağı haberini<br />
verdi. Venizelos, onu kolları<br />
arasına alıp yanaklarından öperken,<br />
Zaharoff da şunları anlatıyordu:<br />
“Bugün öğle yemeğinde<br />
Clemenceau bendeydi. Bütün taleplerimizi<br />
desteklemesini, zira<br />
bunların haklı talepler olduğunu<br />
belirterek rica ettim; o da bana<br />
vaat etti. Ayrılırken, yazıhanemin<br />
kapısında durdurdum ve elini tutarak,<br />
İzmir’in Yunanistan’a verilmesini<br />
yalvararak tekrar rica<br />
ettim. Clemenceau, vatanseverliğimi<br />
tebrik için elimi sıktı ve isteğimin<br />
gerçekleşeceğinden emin<br />
olabileceğimi söyledi. Bu sözleri<br />
işitince bayılmış ve bir koltuğa<br />
yığılmışım. Ben kendime gelince-<br />
ye kadar yanımda bekleyen Clemenceau,<br />
gözlerimi açınca bana;<br />
İzmir’in Yunanistan’a verileceğini<br />
bir kere daha söyledi.” 16<br />
Bahsi geçen görüş, Zaharoff’un<br />
biyografisini kaleme alan Alman<br />
gazetecilerden Richard Lewinsohn<br />
ve Robert Neumann gibi yazarların<br />
eserlerinde yer verdiği ve<br />
bizim de burada zikrini ettiğimiz<br />
bilgi ve deliller çerçevesinde bir<br />
iddia olmaktan çıkmış, kuvvetli<br />
bir hüküm haline gelmiştir. 17<br />
Dipnot<br />
1 Arnold J. Toynbee, Türkiye, Türkçesi: Kasım Yargıcı,<br />
İstanbul, 1971, s.90; Salahi R. Sonyel, Türk<br />
Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I , Ankara, 1987,<br />
s.36; Murat Hatipoğlu, Türk Yunan İlişkilerinin 101.<br />
Yılı (1821-1922), Ankara, 1988, s.81; AubreyHerbert,<br />
Ben Kendim, Osmanlı Ülkesine Son Seyahatler,<br />
Çev: Yılmaz Tezkan, Ankara, 1999, s.233; Pars<br />
Tuğlacı, Çağdaş Türkiye, C.1, İstanbul, 1987, s.429.<br />
2 Richard Lewinsohn, Esrarengiz Avrupalı Zaharoff,<br />
Çev: Cem Muhtarlı, İstanbul, 1991, s.93-95; Pierre<br />
Fontaine, Petrolün Sırları, Çev: Erdoğan Alkan,<br />
İstanbul, 1963, s.23-24; AlainDecaux, “Basil Zaharoff”,<br />
Magazine Historia,July 1977; http://<strong>www</strong>.<br />
encyclopedia.thefreedictionary.com; http://<strong>www</strong>.<br />
fact-index.com/b/ba/basil_zaharoff.html.<br />
3 Lewinsohn, age, s.93-94.<br />
4 Decaux, “Basil Zaharoff”, Magazine Historia,July<br />
1977; http://<strong>www</strong>.encyclopedia.thefreedictionary.<br />
com; http://<strong>www</strong>.fact-index.com/b/ba/basil_zaharoff.html.<br />
5 Dimitri Kitsikis, Yunan Propagandası, Çev: Hakkı<br />
Devrim, İstanbul, 1974, s.292.<br />
6 Fontaine, age, s.23-24.<br />
7 Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları,<br />
C.2, İstanbul, 1988, s.601, Dipnot: 514.<br />
8 Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgeleri İle Sakarya’dan<br />
İzmir’e, Ankara, 1989, s.<strong>11</strong>6, 305; FO, 424/254,<br />
s.16, No: 18.<br />
9 İzzet Öztoprak, Türk ve Batı Kamuoyunda Milli<br />
Mücadele, Ankara, 1989, s.21; LaurenceEvans,<br />
Türkiye’nin Paylaşılması, Çev: T. Alanay, İstanbul,<br />
1972, s.127.<br />
10 Zeki Sarıhan, Türk Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.1,<br />
Ankara, 1988, s.210; Zeki Arıkan, Mütareke ve<br />
İşgal Dönemi İzmir Basını, Ankara, 1989, s.70-83;<br />
Sonyel, age, s.33, 51-61; Evans, age, s.162-187.<br />
<strong>11</strong> Kitsikis, age, s.290.<br />
12 Le Populaire, 18 Mayıs 1919, s.1; Aptülahat Akşin,<br />
Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, İstanbul,<br />
1964, s.107; Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş<br />
Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara,<br />
1988, s.78; Ömer Kürkçüoğlu, Türk- İngiliz İlişkileri<br />
(1919-1926), Anara, 1978, s.73, dipnot 1.<br />
13 Kitsikis, age, s.287, 290-291, Dipnot: 2.<br />
14 Age, s.290; Sarıhan, age, s.240.<br />
15 Kitsikis, age, s.291.<br />
16 Age, s.292.<br />
17 Zaharoff hakkında ayrıntı bilgi için bkz. İsmail Çolak,<br />
Yunan İşgalinin Patronu Zaharoff, 2.Baskı, İstanbul,<br />
2005.<br />
61
Psikoloji<br />
M. Doğan KARACOŞKUN*<br />
62<br />
ISFAHANİ’YE GÖRE<br />
ÖĞRETMEN<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
VE ÖĞRENCİ İLİŞKİLERİ
Isfahanî, İslâm düşünce tarihinin<br />
önemli isimleri arasında yer alır.<br />
Onun, çalışmalarında insana ve insanın<br />
çeşitli yaşantılarına ilişkin oldukça zengin<br />
çözümleme ve tespitlere yer verdiği görülmektedir.<br />
İşte bu anlamda “Erdem ve Mutluluk” ismiyle<br />
dilimize çevrilen eserinde, pek çok insanla ilgili<br />
konuların yanı sıra, öğretmenöğrenci<br />
ilişkilerinin nasıl olması<br />
gerektiğine de yer vermiştir.<br />
İşte bu yazımızda, önemli gördüğümüz<br />
ve günümüz eğitim<br />
süreçlerine de katkı sağlayacağına<br />
inandığımız bu görüşlerine<br />
yer verilecek ve yeri geldikçe<br />
bunlarla ilgili değerlendirmeler<br />
de bulunulacaktır.<br />
Isfahanî bilgiyi Allah yolundaki<br />
duraklarda yenilecek azıklara<br />
benzeterek, ilim talep eden kimsenin yani<br />
öğrencinin bu azıkları dengeli ve sezici olarak almasını<br />
öğütler. Ona göre, Allah yolunda kullanmak<br />
üzere ilim edinen kimse, azığını mola verdiği<br />
her noktada ihtiyaç duyabileceği kadar temin etmelidir.<br />
Bu anlamda bir kimse, ne ömrünü belli<br />
bir ilmin peşine düşerek, bütün enerjisini o ilim<br />
yolunda harcamalı; ne de herhangi bir alanda belki<br />
bir birikme ulaşmadan başka bir alana geçmemelidir.<br />
Isfahanî’ye göre sürekli farklı bilgilerle<br />
muhatap olmak, insanın anlayış gücüne zarar vereceğinden,<br />
kişi öncelikle bir alanda okuyup öğrendiklerini<br />
ilim ve amel yönünden iyice özümsemeye<br />
dikkat etmelidir. Nitekim o, her öğrenilen<br />
ilmin bir sonrakine ulaşma basamağı olarak görülmesi<br />
gerektiği kanaatindedir.<br />
Isfahanî’ye göre, bilgi davranışa dönüşmedikse,<br />
üzerinde bina bulunmayan temeli andırır. Bu<br />
çerçevede Isfahanî amele katkı sağlayamayan ilmin,<br />
ancak günahlara katkı taşıyacağı kanaatini<br />
taşır. Ona göre öğrenci, doğru bir ilim metodu<br />
benimsedikten sonra, gerekli ilimleri öğrenebilmek<br />
için, öncelikle kişiliğini kötü ahlakî davranış-<br />
“Isfahanî, öğretmen yahut hocayı öğrencisiyle kıymetli bulur.<br />
Yani öğrencisi olmayan öğretmen ona göre çok verimli ve<br />
üretken olamaz. Öğrencisi olmayan bir öğretmen, çocuğu<br />
olmayan bir kimse gibi olup, Isfahanı`ye göre ölümüyle geriye<br />
ondan başka hiçbir şey kalmaz.”<br />
lardan arındırmalıdır. Bunun yanında dünyanın<br />
meşguliyetlerini de azaltmalıdır. Aksi halde ilim<br />
öğrenmeye ve bu anlamda kendini geliştirmeye<br />
yeterince zaman ayırması zor olacaktır. Zihin dağınık<br />
olacak ve kavrayışta sorunlar cereyan edebilecektir.<br />
Ona göre öğrencide olması gereken en önemli<br />
kişilik ve karakter özelliklerinden biri de, öğrenmek<br />
istediği ilme ve hocasına karşı kibirli olmaması,<br />
tabiri caizse haddini ve yerini bilmesidir.<br />
Özellikle öğrencinin öğretmeni/hocası karşısında<br />
“Yağmur bol yağdığında onu güzelce emerek kabul<br />
eden gevşek toprak bir gibi olmadıkça” ondan<br />
yararlanıp ilimde mesafe alamaz. Isfahanî öğrencinin<br />
hocasıyla ilişkisini hasta doktor ilişkisini<br />
63
de benzetir. Ona göre “Hasta, hastalığına teşhis<br />
koyan dürüst bir doktora tamamen teslim olmalı,<br />
ilaç ve diyetini ondan öğrenmelidir. Yiyecekler<br />
arasında sadece kendisine yarayanları yemeli ve<br />
tedavisinde yardımcı olacak şeylerden başkasını<br />
ağzına koymamalıdır.”<br />
Isfahanî’nın öğretmenlere önerileri de oldukça<br />
önemli ve değerli bilgiler içermektedir. Öğretmen,<br />
Isfahanî’ye göre mutlaka Hz. Peygamber (s.a.v.)’e<br />
uymalıdır. Bu anlamda o Hz. Muhammed (s.a.v.)’i<br />
iyi bir öğretmen modeli olarak görmektedir. Nitekim<br />
öğretmenlerle Hz. Peygamber (s.a.v.) arasındaki<br />
ilişkiyi, oldukça yakın bir düzlemde sunan<br />
Isfahanî’ye göre, insanlara doğruyu ve hakikati<br />
öğretme noktasında öğretmenler Peygamberimizin<br />
halifesidirler. Nasıl ki günümüzde din hizmetleri<br />
alanında görev yapan mihrap ve minber<br />
hizmetlerini yürüten insanlar, Peygamberimizin<br />
görevini onun yöntemi ve örnekliği işle yürütmek<br />
durumunda iseler, ona göre öğretmenler de aynı<br />
şekilde eğitici olarak onun insanlara öğretirken<br />
64<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
takip ettiği insanî ilkeleri dikkate almalıdırlar. O<br />
halde aynen Peygamberimiz gibi, öğrencilerine<br />
karşı şefkatli ve merhametli olmalıdırlar. Öğretmenler,<br />
aynen Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaptığı<br />
gibi, öğrencilerini kendi çocukları yerine koymalı,<br />
onlara istedikleri hükmedebilecekleri, onları hırpalayabilecekleri<br />
düşüncesine asla düşmemelidirler.<br />
Öğrenciler, aynen kendi çocukları gibi, öğretmenlere<br />
Allah’ın birer ema<strong>net</strong>i olup, gereğince ve<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekliği<br />
dikkate alınarak muamele edilmelidir.<br />
Ona göre iyi bir öğretmen, anne-babadan<br />
daha üstün bir konumda<br />
olup, yerine göre sorumluluğu da<br />
oldukça fazladır.<br />
Isfahanî, öğretmen yahut hocayı<br />
öğrencisiyle kıymetli bulur. Yani öğrencisi<br />
olmayan öğretmen ona göre<br />
çok verimli ve üretken olamaz. Öğrencisi<br />
olmayan bir öğretmen, çocuğu<br />
olmayan bir kimse gibi olup,<br />
Isfahan’îye göre ölümüyle geriye ondan<br />
başka hiçbir şey kalmaz. O nedenle<br />
ilim sahipleri mutlaka öğrenci<br />
yetiştirmelidirler. Yetiştirirken, sadece<br />
bilgi aktarmakla kalmayıp, onların<br />
erdemli davranışları yapmaları<br />
için de kafa yormalı, emek etmelidirler.<br />
Bunu yaparken öğrencilerin<br />
rencide olmaları ve aşağılanmalarına<br />
fırsat vermemelidirler.<br />
Isfahanî’nin öğretmen-öğrenci<br />
ilişkilerinde çok önemsediği konulardan biri de,<br />
öğretmen yahut hocaların, öğrencilerinden maddi<br />
beklenti içinde olmamalarıdır. Çünkü bu tür beklenti<br />
ve kaygıların da, samimi ve Allah rızasını gözeten<br />
bir öğretmeyi engelleyeceği ve öğrencilerin<br />
kalbine, ruhuna değil, sadece zihin dağarcıklarına<br />
hitap edeceği unutulmamalıdır.<br />
Sonuç olarak, asırlar öncesinden hocalar ile talebeleri<br />
ve yahut günümüz terimleri ile öğretmen<br />
öğrenci ilişkileri konusunda günümüze de ışık tutan<br />
Isfahanî’nın bu yaklaşımları, kanaatimizce oldukça<br />
kayda değer gözükmektedir.
GÖKTEKİ YILDIZLAR<br />
Allah’ın sevgili, güzel kulları,<br />
Ta galu belâda iman ettiler.<br />
Cen<strong>net</strong>’e, Cemal’e varır yolları,<br />
Bir dert ki dertlere derman ettiler..<br />
Atlarını dört bir yana sürdüler,<br />
Kıtaları kesip, biçip, dürdüler,<br />
Zaman-mekan ötesinde hürdüler,<br />
Davayı dünyaya ferman ettiler..<br />
Sancağının gölgesine kondular,<br />
Öyle bir sohbet ki yanıp, yundular,<br />
İnsanlığa ab-ı hayat sundular,<br />
Şu kızgın çölleri umman ettiler...<br />
Hayıflansın bencileyin Kıtmirler,<br />
Bala döndü kalblerdeki zehirler,<br />
Hakikate adanmıştı ömürler,<br />
Aşkın yellerinde harman ettiler..<br />
Batılın bendini yıkan seldiler,<br />
Hak namına kılıç çeken eldiler,<br />
Sadakatte akılları çeldiler,<br />
Melekleri bile hayran ettiler..<br />
Gökteki yıldızlar gibi azdılar,<br />
Hepsi sır sahibi, safi nazdılar,<br />
Şehadetin destanını yazdılar,<br />
Canlarını Hak’ka kurban ettiler...<br />
Servet YÜKSEL<br />
65
Kültür<br />
Mustafa ÖZÇELİK<br />
TARİHÇİ, ŞAİR VE BİLGE<br />
FİRDEVSÎ<br />
66<br />
Kasım <strong>2012</strong>
Hafız, Ömer Hayyam, Sadi, Feridüdin<br />
Attar, Molla Cami gibi<br />
büyük şairler İran edebiyatını<br />
dünya edebiyatına taşıyan önemli isimlerdir.<br />
Türk edebiyatını da yakından etkileyen bu şairler<br />
zümresine ilave edebileceğimiz bir isim İran<br />
millî şairi olarak kabul edilen<br />
Firdevsî’dir. Tabii<br />
Firdevsî denilince akla<br />
hemen 60 bin beyitten<br />
oluşan ünlü eseri Şehname<br />
gelecektir. Dolayısıyla<br />
onunla ilgili söyleyeceklerimiz<br />
daha çok bu eser etrafında<br />
olacaktır. Fakat<br />
Şehname’ye geçmeden<br />
önce Firdevsî’nin hayat<br />
hikâyesine kısaca da olsa<br />
bakmak gerekecektir.<br />
Hayatı<br />
Firdevsî, İran toplumunda<br />
taşıdığı büyük<br />
önemden dolayı hayatı efsaneleştirilmiş<br />
bir isimdir. Dolayısıyla hayatına<br />
ilişkin bilgilerde gerçekle efsane iç içe geçmiş durumdadır.<br />
Hakkında yazılan eserlerden hareketle<br />
onun hayat hikâyesi şöyle özetlenebilir:<br />
Firdevsî’nin adı çeşitli kaynaklarda birbirinden<br />
farklı olarak “Hasan”, “Ahmed” ve “Mansûr” olarak<br />
geçmektedir. Künyesi; “Ebu’l-Kâsım”, lakabı;<br />
“Fahruddîn” olan şairin mahlası ise “Firdevsî”dir.<br />
Künyesinden ve lakabından çok bu mahlasıyla tanınmaktadır.<br />
Firdevsî, 940 yılında Tûs şehrine<br />
bağlı Taberân Kasabasının Bac Köyünde doğdu.<br />
Millî ve tarihî duyguların yoğun olarak yaşandığı<br />
bir sosyal ve kültürel çevre içinde büyüdü. Çağına<br />
göre iyi bir eğitim aldı. Farsça ve Arapça’yı çok iyi<br />
şekilde öğrendi. Bilhassa İran tarihi ve bu konudaki<br />
rivayetler üzerinde kendini yetiştirdi. Ünlü<br />
eseri Şehname’yi yazdı ve 1020’de doğduğu şehir<br />
Tus’ta vefat etti.<br />
Edebî Hayatı<br />
Firdevsî, yazı hayatına gazel ve kasideler yazarak<br />
başladı. Daha sonra yaşadığı çevrenin de etki-<br />
67
sinde kalarak eski İran<br />
tarihi hakkında bilgi<br />
edinmek üzere Pehlevice<br />
yazılmış eserlere<br />
ilgi duydu. Devletşâh-i<br />
Semerkandî,<br />
Tezkiretü’ş-şuarâ adlı<br />
eserinde Firdevsî ve şiirinden<br />
söz ederken:<br />
“Hemen herkes, onun<br />
İslâm sonrası dönemde<br />
İran’ın en büyük şairi<br />
olduğu konusunda görüş<br />
birliğindedir.” der.<br />
Bu tespit, başka değerlendirmecilertarafından<br />
da yapılmış ve<br />
Fars edebiyatının büyük<br />
kaside ustalarından<br />
Enverî, Hakânî ve<br />
Sadi ile aynı kategoride<br />
anılmış ve Sultan Mahmud<br />
döneminin en yetenekli<br />
şairi olarak kabul<br />
edilmiştir.<br />
68<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Eseri<br />
Firdevsî demek Şehname demektir. O, bu esere<br />
hayatını vermiş, sonunda ortaya böyle büyük<br />
bir eser çıkmıştır. Eserin özelliklerine gelince;<br />
Şehname, eski İran efsaneleri üzerine kurulu<br />
manzum bir destanıdır. İran edebiyatının en büyük<br />
eserlerinden biri olarak kabul edilir. 60.000<br />
beyitten oluşur.<br />
Bu eserde tarih öncesi zamanlardan başlayıp<br />
Sasani İmparatorluğu sonuna kadar tüm eski İran<br />
tarihi ve kralları incelenmiştir. Bunlar arasında<br />
Keyûmers, Hoşeng, Tahmûrâs, Cemşid, Bahman,<br />
Dârâ, İskender, Bahrâm, Rüstem gibi kralların<br />
isimlerini sayabiliriz.<br />
Bu eserin nasıl yazıldığına dair şöyle bir rivayet<br />
anlatılmaktadır: Gazneli Mahmut, eserini rahat<br />
ve uygun şartlarda yazabilmesi için sarayında<br />
Firdevsî’ye tarihî, efsanevî birçok resimlerle;<br />
av ve savaş silahlarıyla<br />
süslenmiş mükemmel<br />
bir mekân tahsis<br />
etmiştir. Firdevsî<br />
bunlardan ilham alarak<br />
özellikle ıssız yerlerde,<br />
kırlarda gezerek;<br />
serviler altında<br />
yani tabiat ortamında<br />
bu destanı kaleme almıştır.<br />
Şehname, bir destandır<br />
ama onda masalımsı<br />
bir hava da<br />
sezilir. Yine mitolojik<br />
unsurlara da sık<br />
sık rastlanır. Eser<br />
bu yönüyle Türklerin<br />
Oğuz Kağan, Türeyiş<br />
ve Göç Destanlarına,<br />
Sümerlere ait Gılgamış,<br />
Ruslara ait İgor,<br />
Britanyalılara ait Kral<br />
Arthur, Finlilere ait Kalevala, Hintlilere ait Ramayana,<br />
Antik Yunanlılara ait İliada ve Odysseia<br />
destanlarına benzer bir yapıdadır. Firdevsî, bu<br />
eserini hazırlarken şüphesiz bir tarihçi kimliği ve<br />
bilgisiyle hareket etmiştir. Esere edebî değer kazandıran<br />
yönü ise şairin tarihsel bilgileri güçlü şiir<br />
yeteneği ile işlemiş olmasıdır.<br />
Bu eserin bir özelliği de resimli oluşudur.<br />
Şehname’nin bu nüshaları İlhanlılar döneminde<br />
1256-1353 tarihleri arasında yazılmış ve böylece<br />
farklı bir edebî eser oluşturulmuştur. Şehname’nin<br />
yazılışı otuz sene sürmüştür. Firdevsî bu eserini<br />
1010 senesinde Gazneli Mahmûd Hana takdim<br />
etmiştir. Eserini 70 yaşında tamamladığı söylenmektedir.<br />
Etkileri<br />
Şehnâme, 10. yüzyılın sonunda kaleme alınmıştır.<br />
Tamamlandıktan hemen sonra büyük<br />
bir ilgiyle karşılanmış ve Doğu edebiyatlarında<br />
Şehnâme yazma geleneği başlamıştır. Türk
edebiyatında da etkili<br />
olan eserin sadece şairler<br />
tarafından değil<br />
halk tarafından da ilgiyle<br />
okunduğu bilinmektedir.<br />
Mesela, Evliya<br />
Çelebi’de, Şehname’nin<br />
Bursa içindeki kahvelerde<br />
meddahlar tarafından<br />
ezberden okunduğunu<br />
anlatır.<br />
Şehname, özellikle<br />
Divan şairlerini çok<br />
etkilemiştir. Bu etkinin<br />
en belirgin yönü<br />
Şehname’nin Türkçeye<br />
hem manzum veya mensur<br />
olarak çevrilmesidir.<br />
Fakat daha da önemlisi<br />
Şehname’de geçen mitolojik<br />
ve tarihî unsurlar,<br />
hemen her şair tarafından<br />
kullanılan semboller haline gelmiştir.<br />
Şehname’nin bir başka önemi ise, tarihte yaşandığı<br />
kabul edilen İran-Turan savaşlarına ışık<br />
tutan bir eser olmasıdır. Bu arada Şehname’nin<br />
Türkçeye ne zaman çevrildiğini de söyleyelim. İlk<br />
çeviri, kim olduğu bilinmeyen bir yazar tarafından<br />
1450-51 yılları arasında, Sultan II. Murad döneminde<br />
yapılmıştır. Aynı şekilde Hüseyin bin Hasan<br />
Şerif de Şehname’yi Türkçeye çevirmiş olup<br />
başka bir çevirisi de 17. yüzyılın ilk yarısında Derviş<br />
Hasan tarafından Sultan II. Osman için yapılmıştır.<br />
Bu durum, Osmanlı padişahlarının da bu<br />
esere ne kadar önem verdiklerini göstermektedir.<br />
Şehname, günümüz Türkçesine ise Necati Lugal<br />
tarafından aktarılmıştır.<br />
Sonuç Yerine<br />
Firdevsî, İran edebiyatında tarihî şiirleştiren<br />
bir şair olarak bu toplumda millî kimlik algısının<br />
oluşmasında ve güçlenmesinde çok etkili olmuştur.<br />
Şu şiiri onun nasıl bir millî hassasiyet içinde<br />
olduğunu gösteren güzel bir örnektir.<br />
Olmayacaksa<br />
İran olmasın benim<br />
için ten,<br />
Kalmasın bu topraklarda<br />
bir canlı<br />
ten.<br />
Vatanımız ve çocuklarımız<br />
uğruna,<br />
Namusumuz, küçük<br />
çocuklarımız ve<br />
yakınlarımız uğruna,<br />
Vatanımızı düşmana<br />
teslim etmekten,<br />
Daha iyidir hep<br />
birlikte gitmemiz<br />
ölüme.<br />
Şehname manzum<br />
bir destan olarak<br />
daha çok olayları<br />
ve kahramanları anlatır<br />
ama eserin tek özelliği bu değildir. Şair, konuları<br />
mitolojik ve tarihî akışlarında aktarırken<br />
uygun yerlerde anlatımlarıyla son derece uyumlu<br />
olarak öğütler, öğüt verici pasajlar, özlü sözleri de<br />
yerleştirmiştir. Bunlara da birkaç örnek verelim:<br />
İyiliğe yönel ve kimseyi incitmemeye çalış.<br />
Kurtuluşun yolu sadece bundan ibaret çünkü.<br />
Sonunda gideceğin yer toprak olacağına göre,<br />
İyilik tohumundan başka bir şey ekmemelisin.<br />
İyi olsun, kötü olsun, bütün insanlar fânî olduğuna<br />
göre,<br />
En iyisi, iyiliğin yadigâr kalmasıdır.<br />
Mademki bizden geriye kalanlar iyilik ve kötülüklerimizdir,<br />
O halde elinden geldiğince kötülük tohumu ekmemeye<br />
bak.<br />
İyiliğe karşılık niçin kötülük yapayım?<br />
Kötülük yaparsam, kendime yapmış olurum.<br />
İyilik yaparsan, iyilik;<br />
Kötülük yaparsan, kötülük görürsün.<br />
69
Kitap<br />
Muharrem AKIN<br />
70<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
ŞAKADAN ANLAMAYAN<br />
BİLİNÇALTI<br />
Eğitimci yazar M. Emin Karabacak’ın<br />
Bayramlık İstemeyen Çocuklar (Çocukların<br />
Okul Başarısını Artırmada<br />
Anne Babalara Düşen Görevler) kitabından sonra<br />
ikinci kitabı Bilinçaltı Aptaldır Şakadan Anlamaz<br />
kitabı da okurlarla buluştu.<br />
Birinci kitabı çocuk eğitimi<br />
alanında yazılmış bir eser iken;<br />
ikinci kitabı ise kişisel gelişim<br />
ağırlıklı bir kitaptır. Yazar birinci<br />
kitabında olduğu gibi ikinci kitabında<br />
da ele aldığı psikolojik konuları<br />
ayet ve hadislerle desteklemiştir.<br />
Çağımızın hastalığı<br />
olarak tarif edilen psikolojik<br />
hastalıklarının birçoğunda dini<br />
yaşayamamanın verdiği sıkıntılar<br />
yatmakta olduğunu ve buna bağlı<br />
olarak da insanların egosantrik<br />
duygularının ön plana çıktığını<br />
dile getiren yazar; bu kitabında çözüm yollarını<br />
da birlikte sunmuş.<br />
İki bölümden oluşan kitapta birinci bölüm kişisel<br />
gelişim adı altında kişisel gelişim ayet-hadisler ve<br />
İslam tarihinden örneklerle desteklemiştir. Hz<br />
Peygamber (s.a.v.) hayatında öğrenilmiş çaresizlik<br />
var mıydı en dikkat çekici örneklerinden biri.<br />
Bunun yanında Müslümanın kişisel gelişimi için<br />
bilinçaltının da olumlu olması gerektiğini savunan<br />
yazar, bunu da bir başlık altında ele almıştır.<br />
Bugünkü sıkıntılarımızın birçoğunu kullukta ve<br />
yaşamda anı yaşayamamadan kaynaklandığını<br />
ifade etmektedir. Genel olarak<br />
bu bölümde yazar; kişinin bakış<br />
açısı bilinçaltını, bilinçaltı da<br />
davranışlarını olumlu ya da<br />
olumsuz olarak etkilediğini ele<br />
almış.<br />
Yazar ikinci bölümde daha<br />
çok günlük hayattaki psikolojik<br />
rahatsızlıkların nedenleri ve<br />
çözüm yollarını ele almış. Yazar<br />
yine bu bölümde de psikolojik<br />
rahatsızlıkların temelinde kültürel<br />
ve dini değerlere göre yaşanmamasından<br />
kaynaklandığını<br />
ele alarak psikolojik rahatsızlıkları<br />
ayet be hadislerle anlatarak çözüm yollarını da<br />
sunmuştur. Psikolojik kişiliğimizi tanımada gülme<br />
ve ağlamanın psikolojik dili, ağlamanın ve duanın<br />
psikolojik faydaları yanında baş ağrısından<br />
titizliğe, fazla kilolardan vücut şekil bozukluğuna,<br />
nomofobiden tokofobi gibi konuları güncellediği-
ne de dikkat ederek psikolojik ve dini olarak<br />
ele almıştır.<br />
***<br />
“Bilinçaltı aptaldır. Ne söylerseniz, ne<br />
düşünürseniz onu doğru kabul eder. Şakadan<br />
hiç anlamaz. Analiz bilincin görevidir.”<br />
der Joseph Murphy.<br />
Freud bilinci, kişinin kendisinden ve<br />
çevresinden haberdar olma hali olarak<br />
tarif ederken; bilinçaltını da kişinin zihninde<br />
bulunan fakat farkında olmadığı<br />
dürtüler, yaşantılar ve tutumlar olarak<br />
tarif etmektedir.<br />
Bilinçaltı çöp tenekesine benzer. Çöp<br />
tenekesine ne atarsan at, hepsini kabul<br />
eder. İster çeyizini, ister bileziğini, ister<br />
paranı, ister kitabını, ister çocuk bezini,<br />
ister yemek artığını, ister çocuğunu, istersen<br />
de kendini at hepsini kabul eder.<br />
Onun için değerli ya da değersiz önemli<br />
değildir. Onun görevi atılanları biriktirmektir.<br />
Ne zamana kadar? İşimize yarayana<br />
ya da onu boşaltıncaya kadar!<br />
“Bilinçaltı aptaldır, şakadan anlamaz,<br />
her şeyi doğru olarak kabul eder.” gerçeğini<br />
göz önünde bulundurarak duygu ve<br />
düşüncelerimizi ona göre değerlendirmeliyiz.<br />
Bunun için ileride karşımıza çıkabilecek<br />
olumsuz düşünceleri veya istenmedik<br />
davranışları, geri plandaki bilinçaltı<br />
mesajlarına dikkat etmek gerekir. Bu yüzden<br />
olumsuz düşünceleri olumlu düşüncelerle<br />
değiştirmeliyiz.<br />
Bilinçaltının aptallığına karşı, bizim<br />
kendimizle barışık olmamız gerekir. Önce<br />
duygu ve düşünce boyutunun olumlu olması<br />
gerekir. İnsanlara karşı bakış açımızın<br />
yanı sıra onlara söz, tavır ve davranışlarımızla<br />
olumlu bakmamız gerekir. Yoksa<br />
“Ben böyle bir hata yapmazdım, nasıl oldu<br />
da böyle bir hata yaptım, anlamadım” gibi<br />
bilinçaltı oyunlarına gelebiliriz.<br />
KİTAPLIK<br />
Dört Halife<br />
Muhammed Mutevelli Şaravi<br />
Özgü Yayınevi<br />
Tel: 02125<strong>11</strong>3826<br />
Hak Kapısının Sırlı<br />
Anahtarı Dua<br />
Dr. Halil & Abdullah Kara<br />
Işık Yayınları<br />
Tel: 0216 522 <strong>11</strong> 44<br />
Kadınlara da Farzdır<br />
Şakir Gözütok<br />
Nesil Yayınları<br />
Tel: 0212 551 32 25<br />
Amerika’da Bir Türk<br />
Tosun Bekir Bayraktaroğlu<br />
Sufi Kitap<br />
Tel: 0212 5<strong>11</strong> 24 24<br />
Aşk Güzergâhının<br />
Gizemi<br />
Selçuk Alkan<br />
Kent Kitap Yayınları<br />
Tel: 0312 433 08 14<br />
71
Kitap<br />
Vedat Ali TOK<br />
GİDEN<br />
GELMİYOR<br />
72<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Bekir SARI
Bir giden bir dahi gelmez ne acep hikmetdir<br />
Âlem-i râhata benzer gibi iklîm-i adem<br />
Koca Râgıp Paşa<br />
“Ne garip hikmettir ki bir giden bir daha gelmiyor.<br />
Adem diyarı (yokluk ülkesi/ ölümden sonrası)<br />
galiba rahatlık âlemi (huzur ülkesi) gibi…”<br />
Ölüm… Hayatın, diriliğin, canlılığın tezadı…<br />
Her canlının tadacağı bir hikmet…<br />
Ölüm, insanın bakış açısına göre şekillenen,<br />
biçim alan; ama mutlak bir gerçek…<br />
Ölüm, kimine göre ebedî bir yok oluştur. Dünyadan<br />
kopuş, sonu belli olmayan bir gidiş. Sevdiklerimize,<br />
sevmediklerimize; acılarımıza, sevinçlerimize<br />
son veda... Bir daha görülemeyecek,<br />
tadılamayacak lezzetlerden, bir daha kavuşulamayacak<br />
güzelliklerden ebedî bir ayrılık… Günaydını<br />
olmayacak bir uyku… Adı üstünde ölüm… Meçhullerle<br />
dolu bir âlemin başlangıcı bir yolculuk…<br />
Ölüm, kimine göre yeni ve sonsuz bir âlemin<br />
başlangıcıdır. Yalanın sona erip gerçeklerle yüzleşme<br />
vakti. Hakiki hayatın, adaletin; gerçek gülüşün,<br />
ağlayışın, gerçek cen<strong>net</strong>in, cehennemin bulunduğu<br />
dünya.<br />
Ölüm, Mevlânâ’nın dilinde âşığın, sevgilisine<br />
kavuşma anı, Yûnus’un dilince ebedî var olma kapısı.<br />
Âşık Veysel’e göre iki hanın diğer kapısı…<br />
“Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsettiği gibi<br />
bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden sonraki<br />
hayatın rahatlık ve huzur âlemine benzediğini,<br />
yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini biraz da<br />
şaşırarak ifade etmiştir.”<br />
Ve ölüm, âsûde bir bahar ülkesi Yahya<br />
Kemal’ce…<br />
Ölüm üzerine neler düşünülmemiş, düşünce<br />
fırsatını henüz yitirmemişlerce… Ölüm bize ürküntü<br />
vermiyor, lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı<br />
zor diyenler olmuş. Zira vatan âşığına en zor olan,<br />
vatandan ayrı kalmaktır. Sevdiğinden ayrı kalmanın<br />
acısını yani ayrılığı ölümle tartanlar ve ölümü<br />
hafif görenler olmuş. Kimi ölümün gariplere<br />
bir başka türlü geldiğini söylemiş. Gariplerin,<br />
ölüsünün bile üç günden sonra duyulacağını, hatta<br />
soğuk su ile yunacağını tahayyül etmiş. Bazıları<br />
öldükten sonra dikilecek mezar taşının bile garip<br />
olacağını söylemiş. Her yaştaki ölümün erken<br />
olacağı fikri ağırlık kazanmış birçoklarınca. Genç<br />
yaşta ölenlerin acısı hepsinden farklıdır. Göy ekini<br />
biçmek gibi bir hâdisedir, demişler genç ölümüne…<br />
Ve ölümü gence yakıştırmayan şairler olmuş.<br />
Ölüm kelimesi ürpertici olduğu için insanlarımızın<br />
ona değişik isimler ve sıfatlar verdiği olmuş.<br />
Hakk’a kavuşmak, Hakk’ın rahmetine kavuşmak,<br />
Rahmet-i Rahman’a varmak…<br />
Henüz ölmemiş insanlar daha neler düşünmüş<br />
ve neler söylemişler söyleme fırsatları varken…<br />
Kendince çok önemli bir durumu hayat-memat<br />
(ölüm) meselesi sayanlar çıkmış. Sevdiklerini<br />
bir şeye razı etmek için, ölümü gör, diye yemin<br />
vermişler. Kızdıklarını da, ölünün körü (ölünün<br />
gûru/ mezarı), diye azarlamışlar.<br />
73
Ölmeden önce ölmek vardır bir de… Peygamber<br />
Efendimizin (s.a.v.) nasihatlerinden biridir:<br />
“Ölmeden önce ölünüz.” Dünyada iken, hayatta<br />
iken insanın kendini hesaba çekmesi bağlamında<br />
değerlendirilen bu hadis-i şerif mutasavvıfların<br />
hayat düsturu, Divan şairlerinin dilinden düşürmediği<br />
bir söz durumundadır.<br />
Ölüm, insanlar için bir bilmece, ölüm bir muamma;<br />
fakat gerçek bir vakıa ve edebiyatımızın,<br />
özellikle şiirimizin ölümsüz konularından biridir.<br />
Şair muhayyilesi bir başka anlatır ölümü. Onların<br />
dilinde ölüm ciğerleri sızlatır. Ölüm acısını<br />
dile getiren İslâm öncesi Türk edebiyatında sagular,<br />
Dîvân edebiyatında mersiyeler, Halk edebiyatında<br />
ağıtlar başlı başına bir nazım türü olmuş;<br />
bu türde sayısız eserler verilmiştir. Bu şiirlerde<br />
kimi zaman bir devlet büyüğüne, kimi zaman sevgilisinin<br />
ölümüne veya bir yakınına duyduğu acıları<br />
terennüm etmiş şairlerimiz, ozanlarımız…<br />
Dedik ya şair muhayyilesi farklı görür ölümü.<br />
Yahya Kemal, aslında soğuk ve ürpertici olan<br />
ölüm ve mezar kavramlarını insanın gözünde<br />
güzelleştirmek için kelimeleri imbikten süzmüş<br />
âdeta.<br />
Bir mezar tasvirinde şöyle diyordu Yahya Kemal:<br />
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde<br />
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,<br />
Ve siyah serviler altında yatan kabrinde<br />
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.<br />
Daha sonra şair, bu kıtanın üçüncü mısraından<br />
bir türlü memnun olmuyor. Siyah serviler<br />
tamlamasından yıllar sonra rücu edip serin serviler<br />
şekline getirerek mezarlığın havasını değiştiriyor.<br />
Bu durumu edebiyat araştırmacıları şairlerin<br />
kelimeleri seçimindeki hassasiyeti için örnek verseler<br />
de bize göre Yahya Kemal’in yıllar sonra bulduğu<br />
ruh olgunluğunun bir <strong>net</strong>icesidir.<br />
Yahya Kemal, aslında baştan sona ölümü anlattığı<br />
Sessiz Gemi şiirinde ise ölüm sözünü hiç<br />
74<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
kullanmamış, fakat adı geçen şiiri her okuyan insan,<br />
onun ölümü anlattığını anlamıştır. Bu şiir<br />
şöyle bitiyordu:<br />
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden<br />
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden<br />
Yahya Kemal gerçekte herkesin malumu olan<br />
bir hadiseye farklı bir sebep bularak rakik bir nükte<br />
yapıyor bu beytinde. Hakikaten insan memnun<br />
olmadığı bir yerde duramaz oradan geri döner.<br />
Edebiyatımızın icaz söz söyleyen üstadlarından<br />
biri olan ve berceste beyitlere imza atan Koca<br />
Râgıp Paşa da Yahya Kemal’den iki asır önce Yahya<br />
Kemal ile benzer düşünceleri dile getirmiştir.<br />
Koca Râgıp Paşa, ölümün insanların bahsettiği<br />
gibi bir şey olmadığını düşünmüş ve ölümden<br />
sonraki hayatın rahatlık ve huzur âlemine benzediğini,<br />
yoksa gidenlerin geri gelmesi gerektiğini<br />
biraz da şaşırarak ifade etmiştir.<br />
Dikkat edilirse Koca Râgıp Paşa da gerçekte<br />
ölümü anlattığı beytinde ölüm kelimesini özellikle<br />
kullanmıyor iklîm-i âdem yani, yokluk ülkesi<br />
terkibini kullanıyor. Bu durum hemen her<br />
Divan şairinde üç aşağı beş yukarı aynıdır. Çünkü<br />
inanan insana göre ölüm, ötesi hakkında pek<br />
bilgi sahibi olmasa da, yeni bir başlangıcı ifade<br />
eder. Ve bu başlangıç aslında biraz da rahatlık<br />
âlemidir. Çünkü artık o âlemde dünya kaygısı da<br />
bitiyor, ölüm korkusu da… Diyor ya Yûnus:<br />
Ne gam bu dünyada bir kez ölürsem<br />
Onda ölüm olmaz ölmezem ayruk<br />
Koca Râgıp Paşa, beytinde özellikle hikmet<br />
kavramına yer veriyor; çünkü faniler için<br />
ölüm, bizim künhüne pek de vâkıf olduğumuz<br />
söylenemeyecek kadar hikmetlerle dolu bir<br />
hâdisedir. Hâsılı şair, ölümden sonra tekrar<br />
dünyaya gelinemeyeceğini bildiği hâlde, ölenlerin<br />
bir daha gelmeyeceğini, gidilen yerin rahatlığına<br />
bağlıyor. Böylece Paşa, bu güzel beytinde,<br />
hüsn-i talil (güzel sebep bulma) sanatı<br />
yapmak suretiyle, bir bakıma sanatla manayı<br />
da örtüştürüyor.
EFENDİM<br />
Ben miyim ben<br />
Düşüncem köle pazarında<br />
Haraç mezat satılır<br />
Dün böyle değildim<br />
Aşk üstüneydi kararım<br />
Fikrim inceydi efendim<br />
Ateşler düşmeden<br />
Karanfil bahçelerime<br />
Olmadan belânın türlüsü<br />
Çiçeklerime musallat<br />
Kokular alır<br />
Satardım kokular<br />
Koku da kalmadı<br />
Bahçelerimde doku da<br />
Karanfillerimin katline<br />
Kendim cellât oldum efendim<br />
Tarumarım<br />
Yapraklarım sağa sola saçılır<br />
Eskiden kuşlar toplardı<br />
Şimdi kuşlar bile toplamaz<br />
Uzat ellerini<br />
Topla beni efendim<br />
Umut getir renk cümbüşü al olsun<br />
Karalara bürünmekten hâl oldum<br />
Soldu susuzluktan dimağım<br />
Ben beni unuttum sefâyla doldum<br />
Akıt ırmağını doludizgin taylarca<br />
Kana kana içir bana efendim<br />
Unuttum huzuru<br />
Huzur Kaf dağının ardında<br />
Arasam şah damarımdan yakın<br />
Aramasam fersah fersah yol bana<br />
Dağıldım, çözüldüm, tel tel saçıldım<br />
Yol, yordam öğret efendim<br />
Celâlettin KURT<br />
75
Türk kültür ve medeniyeti incelendiği<br />
zaman, yerleşim yerlerinin tarihlerinde<br />
büyük zatların önemli rolleri olduğu<br />
görülmektedir. Şehirleşmeler ve iskân sahaları hep<br />
bu büyük zatlar etrafında vücut bulmuş, gelişmiştir.<br />
Aynı zamanda bu insanlar bir ekol kurmuşlar; isimleri<br />
ve yaşam tarzları asırlardan beri kulaktan kulağa günümüze<br />
ulaşmıştır.<br />
Bu büyük insanları tanımak, yaşam tarzlarını öğrenerek<br />
örnek almak ve de en önemlisi gelecek nesillere<br />
bozmadan, tahrif etmeden ulaştırmak, onlarında bu<br />
insanları tanımalarına yardımcı olmak hepimizin aslî<br />
görevlerinden biridir. Ancak bunları tanıtırken birazda<br />
ayıklayarak, doğruları bulmak, efsane ve abartılardan<br />
uzak olanını yeni nesle aktarmak çok önemlidir.<br />
Osmanlı Payitahtı Edirne camileri, dinî kompleksleri,<br />
köprüleri, eski pazar yerleri, kervansarayları ve<br />
saraylarıyla adeta bir müze şehirdir. Asıl kimliğini Osmanlıyla<br />
bulan bu ilimiz devamlı kültür olaylarının<br />
yoğun olarak yaşandığı bir kent olmuştur. Gerek Osmanlı<br />
ve gerekse Cumhuriyet döneminde bir eğitim ve<br />
kültür merkezi olan şehir her zaman her alanda büyük<br />
insanlar yetiştirmiştir.<br />
76<br />
Abdüllatif Efendi (Pamuk Kadı)<br />
Büyük bir veli ve İslâm âlimi olan Abdüllatif Efendi<br />
aslında Kastamonu’da doğumludur. İlk tahsilini zamanındaki<br />
âlimlerden tamamladıktan sonra Mevlânâ<br />
Muslihuddîn Yârhisârî ve Anadolu kadıaskeri olan<br />
İmam Şeyh Mahmud’un sohbet ve hizmetlerine gir-<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Örnek Hayat<br />
Yusuf HALICI<br />
EDİRNE<br />
VELÎLERİ<br />
di. Bu meclislerde kısa zamanda yetişip medreselerde<br />
ders verebilecek seviyeye geldi. İlk önce Dimetoka<br />
Medresesinde müderris oldu. Sonra Edirne ve daha<br />
sonra İstanbul medreselerine geçti. Bir ara Manisa’da<br />
da müderrislik yaptıktan sonra Sahn-ı Seman medreselerinden<br />
birinde müderris oldu. Buradan da tekrar<br />
Edirne’ye dönerek Sultan Bayezîd Hân Medresesine<br />
müderris oldu. Bir süre burada görev yaptıktan sonra<br />
kendisine Edirne Kadılığı görevi verildi.<br />
Bu görevi sırasında Pamuk Kadı olarak meşhur<br />
olan Abdüllatif Efendi, haram ve şüphelilerden çok sakınan,<br />
zühd ve takva sâhibi, çok ibadet eden bir zât idi.<br />
Temizlik hususunda çok titiz davranır, temiz giyinirdi.<br />
Gayet yumuşak huylu, hoş tabiatlı ince ruhlu bir<br />
kimse idi. Aldığı tahsiller sebebiyle zamanının zahirî<br />
ve batınî ilimlerinde ihtisas yapmış, söz sahibi olmuştu.<br />
Bunun yanında “ilm-i ledün” denilen, hikmet ve<br />
muhabbet-i ilâhiyeye de sahipti.<br />
Vaktinin hiçbir ânını zayi etmez ya ilimle veya ibadetle<br />
meşgul olurdu. Namaz için mutlaka camiye gider,<br />
hatta bazı zamanlarda da camide itikâf hâlinde<br />
bulunurdu. İnsanların, beğenilen, uygun olan iyi taraflarını<br />
söyler onları hep hayırla yâd ederdi. Boş ve<br />
lüzumsuz sözleri söylemekten nefret eder, böyle yapmanın<br />
çirkinliğini anlatırdı.<br />
Ahirete yarar işleri yapmakta gayet titizlik ve hassasiyet<br />
gösterir, bu hususta hiçbir zaman gevşek davranmazdı.<br />
Daima, dünyaya düşkün olanların ahiretlerini<br />
harap ettiklerini, ahiretini düzeltmeye gayret
edenlere ise Allahu<br />
Teâlâ’nın dünyayı<br />
hizmetçi kılacağını söylerdi.<br />
Dünya ile ahiretin birbirine<br />
zıt olduğunu bilir, birini<br />
memnun etmeye çalışılınca, diğerinin<br />
güceneceğini bildirirdi.<br />
Abdüllatif Efendi 1532 yılı Ramazan-ı şerif<br />
ayında, Kadir gecesi Edirne’de vefat etti ve Kasım<br />
Paşa Camiinin avlusunda defnedildi.<br />
Hasan Sezai Hazretleri<br />
Anadolu’da yetişen İslâm âlimleri ve velilerinin<br />
içinde ayrı bir yeri olan Hasan Sezai Hazretleri<br />
tasavvufta Gülşenî yoluna mensuptur. 1669 yılında<br />
bugünkü adı Korent olan ve Yunanistan sınırları<br />
içinde Gördes’de doğdu.<br />
On sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te<br />
kalan Sezai Hazretleri Venediklilerin bu beldeyi<br />
istilâ etmeleriyle, gemi ile İstanbul’a geldi. Bu yolculuğu<br />
sırasında, Halvetiyye yolunun büyüklerinden<br />
biri ile tanışıp sohbetinde bulundu.<br />
Bir müddet İstanbul’da kaldı ve daha sonra<br />
Edirne’ye geçti ve burada ilim tahsiline başladı. Bir<br />
taraftan zahiri ilimleri okurken diğer taraftan da<br />
kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip, manevî terbiye<br />
verecek bir rehber aradı. Gemi yolculuğu esnasında<br />
tanıştığı zatın tesiri ve gördüğü bir rüyadaki<br />
işaret üzerine, Âşık Mûsâ Dergâhında bulunan Şeyh<br />
Muhammed Sırrî Efendiye talebe olup bir müddet<br />
hizmetinde bulundu. Bu zatın vefatından sonra yerine<br />
geçen Muhammed La’lî Fenâî Efendiye bağlandı.<br />
Hasan Sezai Hazretleri buradan mezun olduktan<br />
sonra Gülşenî Veli Dede Dergâhının şeyhi oldu. Hocası<br />
Muhammed La’lî’nin halifesi Muhammed Hamdi<br />
Efendi vefatı üzerine Sezai Hazretleri onun yerine<br />
geçti.<br />
Hasan Sezai Efendi, gayet kibar, asil ve heybet<br />
sahibi, iyi ahlâklı, çok zeki ve yakışıklı bir zât idi.<br />
Edirne’deki dergâhında 53 sene talebe yetiştirdi. Ta-<br />
lebelerinin sayısının<br />
beş yüz bini bulduğu ve<br />
bunların yiyip içmelerinin<br />
bizzat kendisi tarafından karşılandığı<br />
bilinmektedir. İlme çok<br />
hizmet etti.<br />
Sezai Efendi, ilim ve evliyalığı yanında<br />
çok kuvvetli şiir söyleme kabiliyetine de<br />
sâhip idi. Bu yönü ile kendisine, “Osmanlıların<br />
Hâfız-ı Şirâzî’si” unvanı verilmiştir. Şiirlerinin<br />
ekseriyetini ilâhî aşk ve muhabbet ile söylemiştir.<br />
Hasan Sezai Efendinin, ekserisi tasavvufî mahiyette<br />
olmak üzere, çok güzel şiirlerinden tertip edilen<br />
Dîvân, talebelerine, devlet ve ilim adamlarına<br />
yazdığı mektuplarının toplanmasından meydana gelen<br />
Mektûbât ve Niyâzî-i Mısrî’nin bir gazeline yazdığı<br />
bir şerhi ihtiva eden üç eseri vardır.<br />
Oğullarına ve talebelerine yahut sevdiklerine<br />
gönderdiği mektuplarında, onların dinin emir ve nehiylerini<br />
yerine getirmekte gayretlerini artırırdı. Oğluna<br />
yazdığı bir mektuptan bir kısmı şöyledir:<br />
“Gözümün nuru evlâdım. Her hâlinle seni<br />
Cenab-ı Hakk’a ema<strong>net</strong> ettim. Kalb gözün açık olsun.<br />
Mahlûklara güzel ahlâk ile muamele edesin.<br />
Bütün amellerin en güzeli, güzel huylu olmaktır. Dili<br />
tatlı olanın dostu çok olur, buyrulmuştur. Daima insanların<br />
ayıbını gizle. Kimsenin ayıbını yüzüne vurma.<br />
Gadab ve kızgınlığını yenmeye çalış. İhtiyarlara<br />
karşı hürmet et. Bir fakir gördüğün zaman, gücün<br />
yettiği kadar elinde bulunandan yardımda bulun.<br />
Bunlara riayet edersen ömrün uzun olur, Hak Teâlâ<br />
her yerde seni aziz eder. Daima affedici ol. Daima itikadı<br />
düzgün, salih kimselerle birlikte bulun. Dünya<br />
fânidir. Ne sana kalır ne de başkasına. Bâkî kalacak<br />
şey, Allahu Teâlâ için olan muhabbettir.”<br />
Hayatında görüldüğü gibi vefatından sonra da<br />
fevkalâde hâlleri, kerametleri çok görülen Hasan<br />
Sezai Hazretleri 1738 yılında Edirne’de vefat etti ve<br />
kendi ismi ile anılan dergâhının bahçesinde defnedildi.<br />
77
Eğitim<br />
M. Emin KARABACAK<br />
78<br />
BUNLAR ÇOCUK…<br />
PEKİ BİZ?<br />
Kasım <strong>2012</strong>
Çocuktur bunlar; adları<br />
da kendileri de<br />
çocuktur. Bazen canımızdan<br />
çok severiz, bazen de<br />
gözümüzün göresi gelmez onları.<br />
Bir bakarsınız sımsıcak kucaklarlar,<br />
bir de bakarsınız olmadık<br />
yerde ağlayarak çileden<br />
çıkarırlar bizi.<br />
Adı da kendileri de çocuktur<br />
bunların. Misafirlikte durmazlar,<br />
eve gelen misafiri de çocuğunu<br />
da istemezler. Hiç yüzüne<br />
bakmadığı oyuncakları birden<br />
değerlenir eve başka çocuklar<br />
gelince. Kavga eder, dövüşür onlarla.<br />
Her şeyi güzel güzel paylaşmışlarken<br />
küçücük bir şey<br />
için hemen kavga başlatırlar.<br />
Çocuktur bunlar ne laftan<br />
anlarlar ne de sözden anlarlar.<br />
Sen büyüdün, kocaman adam<br />
oldun, sen ablasın, sen abisin<br />
desen de yine anlamazlar. Hayır!<br />
Benim o, vermem der. Üzerine<br />
gitseniz ya da elinden almaya<br />
kalksanız yine anlamazlar.<br />
Yaptıkları tek şey, sadece bizi çileden<br />
çıkarmaktır.<br />
Dedik ya bunların adı da kendileri<br />
de çocuktur. İnsana bazen<br />
dünyasını zindan eder, bazen<br />
anasından doğduğuna pişman<br />
ederler.<br />
Çocuktur bunlar. Hayatımızı<br />
bize ne kadar zindan da etseler<br />
çok severiz biz onları. Hele<br />
hasta olup ateşli olduğu geceleri<br />
hiçbir anne baba unutmaz ve<br />
unutamaz o geceleri.<br />
Sabaha kadar çocuğumuzun<br />
ateşiyle birlikte yükselir, çocuğumuzun<br />
ateşiyle düşer kaygılarımız.<br />
Dünyayı görmez o anda<br />
gözümüz. Onlar için, her şeyimizi<br />
vermek isteriz. Hatta canımızı<br />
dahi vermek isteriz... Yeter ki<br />
sen iyileş diye.<br />
Pişmanlıklar başlar bizde.<br />
Keşke bağırmasaydım, keşke istediği<br />
oyuncağı alsaydım, keşke<br />
izin verseydim keşke, keşke keşkelerle<br />
ederiz sabahı.<br />
Çabuk unuturuz o ateşli ve<br />
uykusuz geceleri, çocuk için kendi<br />
kendimize verdiğimiz o sözleri.<br />
Hani demiştik ya, içimizden<br />
kendi kendimize. Çocuğumuz<br />
iyileşirse onunla ilgileneceğim,<br />
onula oynayacağım, ona kızmayacağım,<br />
sevgimi göstereceğim,<br />
diye. Çabuk unuttuk o sözleri.<br />
Nasılsa çocuğum iyileşti.<br />
Hani hatırlarsanız hastalıkta,<br />
borçta, dertte, darda kaldığımız<br />
zaman hemen açarız ellerimizi:<br />
“Ya Rabbi!...”<br />
Sonra ne olur, elimiz rahata<br />
kavuştu mu, sıkıntı bitti mi yine<br />
aynı şeyleri tekrarlarız. Çocuk<br />
yine çocukluğunu yapar ama<br />
bizse yetişkinliğimizi yapamayız.<br />
Unuturuz onların gözlerine<br />
bakınca sıkıntılarımızı, unuturuz<br />
onun gülüşlerinde dertlerimizi.<br />
Mutluluğu onun anne<br />
baba deyişinde buluruz. Sevgiyi<br />
onun sıcak kucaklayışında hissederiz.<br />
Hayatın tadını onun tatlı<br />
dilinde tadarız.<br />
Onunla bakar gözlerimiz,<br />
onunla yürür ayaklarımız, onunla<br />
güler yüzümüz, onunla ağlarız<br />
hayatta. Onlar bizim ciğer paremizdir.<br />
Onlarsız hayat boştur,<br />
yaşamaya değmez. Elimiz, ayağımız<br />
hatta kolumuz, kanadımızdır<br />
onlar bizim.<br />
Bazen yaramazlık yaparlar.<br />
Ah, o yaramazlıkları da olmasa!<br />
İşte o zaman da çocuk olmazdı<br />
onlar. Tabii ki bu kadar da tatlı<br />
olamazlardı. Bilirsiniz tatlının<br />
değeri acıyla anlaşılır. Farkları<br />
olmazdı o zaman oyuncak bebeklerden.<br />
Ne kadar uzundur dokuz aylık<br />
bir zaman hatırlarsanız. Sanki<br />
hacı bekler gibi bekledik onun<br />
doğumunu. Geçmek bilmezdi son<br />
günler, teskere günleri gibi. Sonra<br />
geldi o gün; doğuşuyla sevinç<br />
çığlıkları atmak istedik. Herkese<br />
haykırmak ve duyurmak istedik<br />
bir çocuğumuz olduğunu.<br />
Şükrediyorduk Yaratan’a. Ağlıyorduk<br />
bebeğimizle birlikte, biz<br />
sevinçten o ise dünyaya geldiğine.<br />
79
Hikâye<br />
Raziye SAĞLAM<br />
YAR YOLUNDA<br />
“Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhabbetle karışık bir özlem ifadesi görür<br />
80<br />
ne anlama geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeçmezdi. Belki de o<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
ifadeyi görmek hoşuna giderdi.”
Yavuz, önünde uzayan bayıra umutsuzlukla<br />
baktı. Her yanı öyle ağrıyordu<br />
ki, tepeye tırmanabileceğinden<br />
emin değildi. Şakağından süzülen kan<br />
yanağında, ince bir çizgi oluşturarak çenesinden<br />
yere damladı. Yüzünü gömleğinin yenine silmek<br />
istedi, lakin parçalanan gömleğin yeni de kalmamıştı.<br />
Şu tepeye bir ulaşsa ondan sonrası kolaydı.<br />
Evleri Kırklar Köyünün dışındaki bu yüksek<br />
yamaçtaydı. Dedesinin anlattığına göre, çok eski<br />
zamanların birinde köyden bir delikanlı bu tepeden<br />
kırklara karışmıştı. Dedesi Yavuz’un saçlarını<br />
okşayarak, hikâyeyi öyle güzel anlatırdı ki, Yavuz<br />
bir gün bu tepeden kırklara karışmayı hayal<br />
ederdi. “Dede ben de kırklara karışıp uçmak istiyorum.”<br />
der o da inci gibi dişleriyle gülümser<br />
ve “Oğul, yar yolunda her çileye göğüs germektir<br />
kırklara karışmak.” derdi.<br />
Yar İçin Candan da<br />
Geçilir Serden de<br />
Dedesi Salih, usta bir nakkaştı. Çevre köy<br />
ve kasabalardaki konakların süslemelerini yapıyordu.<br />
Nakkaş Salih önce eşini, ardından da kızı<br />
ile damadını kaybedip torunuyla bir başına kalınca,<br />
çalıştığı konaklara torununu da götürmeye<br />
başladı. Torunu onu hayata bağlıyordu. Bir de<br />
şeyhi İbrahim Efendi. Haftada bir gittiği sohbetine<br />
Yavuz’u da götürür, onun da bu manevî feyz-<br />
“Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola çıktı.<br />
Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan rüzgârın inadına<br />
alev alev yanıyordu. Biraz sonra şeyhini ve ailesini<br />
karşılayacaktı. Yaklaştıkça heyecanı daha çok artıyordu.<br />
Uzaktan onları görünce atından atladı. Yoldan kenara<br />
çekilerek yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi<br />
görünce hemen yaklaşıp elini öptü.”<br />
den nasiplenmesini isterdi. Nakkaş Salih, uzaklarda<br />
iş aldığı zaman, geceden torununu terkisine<br />
atarak yola çıkar, gündüz sohbetinde bulunur tekrar<br />
geceden dönerdi. Yavuz biraz büyüyüp de aklı<br />
yetmeye başlayınca ona da bir at aldı ve yan yana<br />
at sürerek daha doğrusu uçarak gitmeye başladılar.<br />
Yavuz “Dede niye bu kadar zahmete giriyorsun.<br />
Gidiyoruz birkaç saat kalıp onca yolu geri<br />
dönüyoruz. Hem işte de çok yoruluyorsun. Yazık<br />
değil mi canına?” diye sorar, o gözlerinin içi gülerek<br />
uzaklara bakar ve orada şeyhini görüyormuş<br />
gibi saygıyla “Yar için candan da geçilir serden de<br />
torun.” derdi.<br />
Yavuz, dedesinin gözlerinde, hep aynı muhabbetle<br />
karışık bir özlem ifadesi görür ne anlama<br />
geldiğini anlamaz ama yine de sormaktan vazgeçmezdi.<br />
Belki de o ifadeyi görmek hoşuna giderdi.<br />
Elli beş yaşındaydı ama Yavuz ona “Dede benden<br />
daha gençsin. Bu yaşta ben yoruluyorum sen<br />
hiç yorulmak nedir bilmiyorsun.” diye takılır,<br />
Nakkaş gülümseyerek “Oğul aşktır insanı ayakta<br />
tutan da takatini kesen de…” derdi. Yavuz ancak<br />
on yedisine gelip de âşık olunca anlamıştı dedesinin<br />
ne demek istediğini. Sümbüllü Konağın,<br />
güzelleri güzeli Esma’sına âşık olmuştu ama babası<br />
Zülfikar değil kızını ona vermek, Yavuz’u çevrede<br />
gördükleri anda adamlarına “Dövün” talimatı<br />
vermişti. Esma’nın da gönlü vardı Yavuz’da<br />
ama babasının korkusundan sesini çıkaramıyor-<br />
81
du “Anam sağ olaydı böyle olmazdı.” diye dertlenir<br />
ağlardı geceler boyu. Yavuz bu son dayaktan<br />
sonra kararını vermişti. İyileşir iyileşmez kaçıracaktı<br />
Esma’yı.<br />
Tepeye tırmandığında adım atacak mecali kalmamıştı.<br />
Olduğu yere yığılırken ağzından zayıf bir<br />
“Dede!” sesi çıktı.<br />
82<br />
….<br />
“Ah be çocuk. Bir gün döve döve öldürecekler<br />
seni.”<br />
Yavuz gözlerini hafifçe aralamaya çalışarak<br />
belli belirsiz gülümsedi.<br />
- Yar yolunda candan da geçilir…<br />
Sözünü tamamlayamadan tekrar kendinden<br />
geçti.<br />
“Ah be torun! Yar yolunda candan da geçilir<br />
serden de dediysek, git ölesiye dayak ye demedik<br />
ya.” diye söylenirken kapı yavaşça vuruldu.<br />
Dilfigar onun yere yığıldığını görünce, ku-<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
cakladığı gibi dedesine götürmüştü. Sonradan<br />
nasıl taşıyabildiğine kendi de şaşırmıştı. Beli<br />
ağrıdığına göre bayağı zorlanmış olmalıydı.<br />
- Buyrun Dilfigar Hanım.<br />
- Torununuzun yaralarına sürmek için ilaç<br />
yapmıştım.<br />
Nakkaş Salih elindeki tahta çanağa bakarken<br />
- Siz anlar mısınız ilaç yapmaktan?<br />
Dilfigar gülümsemeyerek:<br />
- Biraz anlarım. Derssaadette büyük biraderim<br />
hekimdir. Zamanında ondan bir şeyler öğrenmiştik.<br />
Sümbüllü Konak<br />
Dilfigar bir hekim ustalığıyla önce, Yavuz’un<br />
bütün kemiklerini tek tek kontrol etti. Kırık<br />
yoktu. Yalnız başının arkasında hatırı sayılır<br />
bir şişlik vardı. Kendine gelmesi uzun zaman<br />
alabilirdi. Sonra kendi yaptığı merhemi bütün
yaralara sürdü. Kalan merhemi de akşam sürmesi<br />
için orada bıraktı. Çıkarken Nakkaş, onu<br />
bahçe kapısına kadar geçirmek istedi lakin Dilfigar<br />
“Torununuzu yalnız bırakmayın ben yolu<br />
biliyorum.” dedi. Bir iki adm atmıştı ki bir şey<br />
hatırlamış gibi dönüp “Şeyy belki siz bilirsiniz,<br />
buralarda bir Sümbüllü Konak varmış.”<br />
Yavuz birden hızlı nefes almaya ve inlemeye<br />
başladı. Dilfigar merakla ona bakarken Nakkaş<br />
gülümsedi<br />
-Bizim âşıkın maşuku o konaktadır. O sebepten<br />
ah u zar eder.<br />
Bu defa da inleme sırası Dilfigar’a geldi. Birden<br />
dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Olduğu<br />
yerde sendeledi. Nakkaş düşmemesi için kollarından<br />
tuttu ve<br />
Benziniz attı gelin biraz içeride kendinize<br />
gelin.<br />
Dilfigar’ın karşı koyacak hali yoktu. Biraz su<br />
içip kendine gelene kadar oturduktan sonra,<br />
Nakkaşı daha fazla merakta koymayarak anlattı:<br />
Esma üç yaşındayken bir anlaşmazlıkla ayrıldığı<br />
kocası, Dilfigar’ın ailesinden kalan bütün<br />
mücevherleri çalıp, Esma’yı da yanına alarak<br />
İstanbul’dan kaçarak izini kaybettirmişti.<br />
Onu mücevherleri alırken gören bir hizmetçi<br />
şahitlik etmiş ve suçu sabit görülmüştü. Dilfigar<br />
onun hakkındaki bu kadı kararıyla birlikte,<br />
on dört senedir kızını arıyordu. En son burada<br />
olduğunu duyunca önceki gün gelmiş abisinin<br />
bir hastasının yardımıyla büyük cevizin yanındaki<br />
eve yerleşmişti. Şimdi kızını görmek için<br />
heyecanlanıyordu ama dikkatli olmalıydı. Zülfikar<br />
sezerse, yine Esma’yı alıp izini kaybettirebilirdi.<br />
Nakkaş Salih:<br />
-Önce kadı efendiye gidip durumu anlatalım.<br />
Sonra da Zülfikar duymadan kızı alalım ki,<br />
konağa subaşının adamları gittiğinde Zülfikar<br />
can havliyle kıza bir zarar vermesin.<br />
Nakkaş Salih ile Dilfigar olabildiğince sessiz<br />
konuşuyorlardı ama Yavuz her şeyi duyuyor gibi<br />
heyecanla nefes alıp vermeye başladı. Bir süre<br />
sonra gözlerini açtı ve ağrılarını umursamadan<br />
doğrulmaya çalıştı. İnler gibi bir sesle “Dede bir<br />
an önce Esma’yı alacağım o konaktan.”<br />
Nakkaş’la Dilfigar kendilerini tutamayarak<br />
güldüler.<br />
Planladıkları gibi, Zülfikar yakalandı. hırsızlık<br />
suçunun cezası uygulandı akabinde de sürgüne<br />
gönderildi. Hırsız olduğu duyulunca zaten<br />
orada kalması da imkânsızdı. Ne kadar varlığı<br />
varsa yanına aldı, giderken konağı da ateşe vermek<br />
istedi ama adamları uyanık davranarak engel<br />
oldular. Şimdi Yavuz’la Esma’nın düğün hazırlıkları<br />
yapılıyordu ama Nakkaş’ın gönlünde<br />
başka bir heyecan daha vardı. Şeyhi İbrahim<br />
Efendi de düğüne gelecekti. Bu arada bu olaylar<br />
olurken, kendi de farkında olmadan Dilfigar’a<br />
âşık olmuştu ama bunu değil Dilfigar’a kendine<br />
bile itiraf etmeye cesareti yoktu. Bu da için için<br />
daha çok yanmasına sebep oluyordu.<br />
Düğünden bir gün önce herkes uyurken yola<br />
çıktı. Dört nala at sürerken, yüzüne çarpan<br />
rüzgârın inadına alev alev yanıyordu. Biraz sonra<br />
şeyhini ve ailesini karşılayacaktı. Yaklaştıkça<br />
heyecanı daha çok artıyordu. Uzaktan onları<br />
görünce atından atladı. Yoldan kenara çekilerek<br />
yaklaşmalarını bekledi ve İbrahim Efendi’yi görünce<br />
hemen yaklaşıp elini öptü.<br />
-Teşrifinizle Kırklar Köyünün şerefi arttı<br />
efendim.<br />
İbrahim Efendi onun sırtını sıvazlayarak:<br />
- Eksik olma Nakkaş Salih. Çifte düğününüze<br />
gelmekten, biz de çok memnun olduk. Düğününüz<br />
hayırlı, yuvanız huzurlu olsun.<br />
Nakkaş Salih, gözünden akan yaşlara engel<br />
olamayarak bir kez daha şeyhinin elini öptü ve<br />
gözünün önüne gelen Dilfigar’ın hayaline gülümseyerek<br />
baktı.<br />
83
Sağlık<br />
Akın DİNDAR<br />
ANJİNA VE<br />
KALP KRİZİ<br />
84<br />
Kasım <strong>2012</strong>
Anjina Nedir?<br />
Anjina, kalbe yetersiz kan gelmesi sonucu meydana<br />
gelen geçici göğüs ağrısıdır. Sıkıntı, ağırlık,<br />
huzursuzluk, uyuşukluk, yanma, baş veya göğsün<br />
arkasında parçalanma hissi şeklinde olabilir. Kollara,<br />
boyna ve çeneye yayılabilir. Anjina, genellikle<br />
yorulma, yemek yeme veya sıkıntı sonucunda<br />
ortaya çıkar. Her göğüs ağrısı anjina değildir, sadece<br />
doktorunuz doğru tanıyı koyabilir.<br />
Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak yarım<br />
dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten<br />
uzun da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının<br />
suresini ve gelen ağrının şeklini siz bulacaksınız.<br />
Eğer devamlı olarak değişkenlik gösteriyorsa<br />
bunu doktorunuza belirtmeniz gerekir.<br />
Anjina Atağı Daha Çok Hangi<br />
Durumlarda Olur?<br />
Anjina atağı genellikle yokuş yukarı tırmanmak,<br />
çok yemek yemek, çok sıcak veya soğuk havalarda<br />
dışarı çıkmak, aşırı sıkılıp üzülmek gibi<br />
kalbinizin iş yükünün arttığı durumlarda meydana<br />
gelir. Bunun nedenlerinden birisi kan damarlarınızın<br />
iç yüzeyinin yağla sıvanması olabilir. Damarlarınız<br />
bu şekilde daralmışsa kalbinize çok<br />
kan gerektiği durumlarda yeterli kan kalbe ulaşmayacaktır.<br />
Diğer bir sebep kalp damarlarınızdan<br />
birinin ani olarak kasılması olabilir. Bu ani kasılma<br />
da geçici olarak darlığa neden olur. Bu tip<br />
ani kasılmaların neden olduğu anjina diğerinden<br />
farklıdır ve her zaman meydana gelebilir.<br />
Hayır. Anjina atağı kalp krizi değildir. Kalp<br />
“Çoğu zaman 5 dakikadan kısa sürer, ancak yarım<br />
dakikadan kısa olabileceği gibi yarım saatten uzun<br />
da olabilir. Sizde oluşan anjina ataklarının suresini ve<br />
gelen ağrının şeklini siz bulacaksınız. Eğer devamlı<br />
olarak değişkenlik gösteriyorsa bunu doktorunuza<br />
belirtmeniz gerekir.”<br />
krizinde, kalbe ait kaslardan bir kısmı canlılığını<br />
kaybeder yani kullanılmaz hale gelir. Ancak anjina<br />
tedavi edilmez ise kalp krizi gelişebilir. Anjina<br />
ilk geliştiğinde veya şekli değiştiğinde derhal doktora<br />
müracaat edilmelidir. Anjina ataklarınız sıklaştığında,<br />
suresi uzadığında veya daha az eforla<br />
meydana geldiğinde hemen doktorunuzu bu durumdan<br />
haberdar edin.<br />
Eğer 10 dakika içerisinde 3 tane dilaltı nitrogliserin<br />
tableti aldığınız halde şikâyetleriniz geçmedi<br />
ise hemen acil servise müracaat edin. Kalp krizinin<br />
işaretleri genellikle anjinaninkilerden daha<br />
şiddetlidir. Kalp krizi geçiren bir hastada görülen<br />
ve hemen acil servise gitmeyi gerektiren şikâyetler<br />
şunlardır: Yarım saatten uzun suren ağrı, terleme,<br />
bulantı, nefes darlığı, şiddetli sıkıntı hissi ve halsizlik.<br />
Kalp krizi sonrası meydana gelen ölümlerin<br />
en önemli nedeni zamanında doktora ulaşamamaktan<br />
kaynaklanır; dolaysı ile bu şikâyetlerle<br />
karşılaştığınızda hemen bir acil servise ulaşın.<br />
Anjina Tedavi Edilebilir mi?<br />
Evet. Anjinanin tedavisinde kullanılan çeşitli<br />
ilaçlar mevcuttur. Bu ilaçlara ek olarak, sizin hayat<br />
tarzınızda yapacağınız bazı değişiklikler atakların<br />
oluşmasını önleyebilir. Uygun tedavi ve olumlu<br />
alışkanlıklar edinerek hiç ataksız bir yaşam sürebilirsiniz.<br />
Doktorunuzun vereceği ilaçlara ek olarak:<br />
Yemek yeme alışkanlıklarınızı değiştirin; az<br />
tuzlu ve az yağlı yiyecekler tüketin. Şişmansanız<br />
zayıflayın. Sigara içmeyi bırakın; bu alabileceğiniz<br />
en önemli önlemlerden birisidir. Fazla ağır olmayan<br />
bir spor programı yapın; bu kalbinizin oksijeni<br />
daha iyi kullanmasını sağlayacaktır.<br />
85
Şifalı Bitkiler<br />
Antepfıstığı<br />
10 metre yüksekliğinde bir<br />
ağacın meyvesi olup Şam fıstığı<br />
olarak da bilinen ve adını, ülkemizde<br />
en çok yetiştiği yer olan<br />
Gaziantep’ten alan, antepfıstığı<br />
ağacının, yağlı ve ince kabuklu<br />
yemişine denir. Besin değerleri<br />
ve kalorisi yüksek bir besin olan<br />
Antepfıstığı bol miktarda protein<br />
ve mineral barındırır. Özellikle<br />
B1 vitamini, B2 vitamini, E vitamini<br />
ve C vitamini ile potasyum,<br />
magnezyum, kalsiyum, fosfor ve<br />
demir minerali açısından zengindir.<br />
Antepfıstığı üzerine yapılan<br />
araştırmalarda, kronik kalp<br />
rahatsızlıkları ve kanser riskini<br />
azaltan ‘resveratrol’ adlı antiok-<br />
86<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
sidan maddenin antepfıstığında<br />
da bulunduğu tespit edilmiştir.<br />
Ayrıca, doymamış yağ oranı yüksek<br />
bir besin olan antepfıstığı kolesterolü<br />
yükseltmez. Antep fıstığı<br />
protein yönünden 2 kat, fosfor<br />
yönünden 4 kat sığır etinden<br />
daha üstündür. Antepfıstığı şeker<br />
hastalığında kullanılabilir.<br />
İnce bağırsakta glikoz emilimini<br />
azalttığı için kan şekerinin yükselmesini<br />
önler.<br />
Antepfıstığı vücuda enerji verir.<br />
Yorgunluğu giderir. Bedeni<br />
ve zihni kuvvetlendirir. Karaciğerin<br />
ve bağırsakların düzenli çalışmasına<br />
faydalıdır. Böbrek ağ-<br />
rılarını hafifletir. Antepfıstığında<br />
kolestrol yoktur Kandaki kolesterol<br />
seviyesini düşürür. Kroner<br />
kalp hastalığının riskini azaltır.<br />
Vücudun gelişmesini destekler.<br />
Hastalarda iyileşmeyi hızlandırır.<br />
Akciğer için iyi bir iltihap temizleyicidir.<br />
Göğsü yumuşatır,<br />
ağrılarını hafifletir, öksürüğün<br />
geçmesine yardımcı olur. Böbrek<br />
ve safra kesesi ağrılarını hafifletir.<br />
Hastalıktan sonrası nekahet<br />
dönemlerinde de antepfıstığı<br />
vücudumuzun dostudur. Bir terkip<br />
içinde veya tek başına tüketilen<br />
fıstık, nekahet dönemin rahat<br />
ve kısa sürmesini sağlar, bünyeyi<br />
dirençli hale getirir.
Gönülden İkramlar Mesude SARI<br />
Özbek Pilavı (8 Kişilik)<br />
Malzemeler<br />
Kemiksiz kuzu kolu (8-9 parça)<br />
2,5 su bardağı yasemin pirinç<br />
2 adet orta boy kuru soğan<br />
4 adet havuç<br />
1 kahve fincanı kuş üzümü<br />
1 kahve fincanı dolmalık fıstık<br />
1 su bardağı haşlanmış nohut<br />
1 çorba kaşığı domates salçası<br />
200 gr tereyağı<br />
5 su bardağı su<br />
Tuz, yenibahar<br />
Hazırlanışı<br />
Kuru soğanları ince yemeklik şekilde doğruyoruz. Tereyağının<br />
yarısını soğanları kavurmak için tencereye<br />
alıyoruz. Kavurduğumuz soğanlar pembeleşmeye<br />
başlayınca eti, dolmalık fıstığı, kuş üzümü, havuç ve<br />
tuzu ilave ediyoruz. Kavurmaya devam ediyoruz, etler<br />
kızarınca 5 su bardağı suyu da ilave ettikten sonra<br />
tencerenin kapağını örtüp orta ateşte pişiriyoruz.<br />
Ilık tuzlu suda 2,5 su bardağı pirincimizi 20 dakika<br />
ıslatıyoruz. Sonra yıkayıp süzüyoruz. Pilavı pişireceğimiz<br />
tencereye kalan tereyağını alıp pembeleştiriyoruz.<br />
Süzülen pirinçleri ve 1 kaşık domates salçasını ilave<br />
edip kavuruyoruz. Kavurduğumuz pirinçlerin üzerine<br />
haşlanmış etli malzemenin tamamını suyu ile beraber<br />
ekleyip kapağı kapalı olarak pişmeye bırakıyoruz. Pilavımız<br />
göz göz olunca haşlanmış nohutu ilave edip<br />
15 dakika kısık ateşte demlenmeye bırakıyoruz. Arzu<br />
ederseniz tencere kapağına kâğıt havlu da koyabilirsiniz.<br />
Servisten önce üzerine yenibahar serpebilirsiniz.<br />
Afiyet olsun.<br />
Bekir SARI<br />
87
Adı / Soyadı:<br />
Kurum Adı:<br />
Ünvan:<br />
88<br />
Ayl�k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010<br />
Dergi Teslim Adresi:<br />
Kasım <strong>2012</strong><br />
Y�l: 4 Say�: 37<br />
Posta Kodu: Şehir:<br />
Telefon: ( )<br />
Faks: ( )<br />
E-posta: @<br />
2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da<br />
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.<br />
Onların da abone olmasını sağlayın.<br />
İnsanlar�n baş�na gelen belâlar�n çoğu dilindendir.<br />
Dili muhafaza etmek laz�md�r. Bir hadis-i şerifte<br />
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’n�n kullar�ndan<br />
baz�s� hakkin r�zas�na uygun bir söz söyler, o söze<br />
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o<br />
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve<br />
kullar�ndan baz�s� da r�za-î ilâhîye ayk�r� olarak<br />
Allah’� gazapland�racak bir söz söyler ve hem de<br />
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek<br />
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kimseyi<br />
söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini<br />
indirir.” buyuruyor.<br />
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun<br />
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söylemeleri<br />
icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygamberimiz:<br />
“İnsanlar�n ekserisinin k�yamet gününde<br />
günahlar� dillerinden ç�kan malayani sözlerdendir.”<br />
buyuruyor.<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />
Visan İktisadi İşletmesi<br />
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya<br />
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
Dergisi Hediyesi...<br />
16<br />
Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir.<br />
<strong>11</strong>5<br />
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />
Tarihte İstanbul<br />
Kuşatmalar� ve Fatih<br />
38<br />
Ümitvâr<br />
Olmak<br />
Ayl�k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aral�k 2009<br />
Fiyat�: 7 TL MAYIS 2010<br />
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.<br />
Y�l: 3 Say�: 36<br />
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD<br />
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım.<br />
Dekont İlişiktedir.<br />
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />
IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />
Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />
TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />
Faturayı şirket adına kesiniz<br />
Vergi Dairesi:<br />
Vergi No:<br />
Abone Başlangıç Tarihi:<br />
İmza<br />
Faturayı adıma kesiniz<br />
2013 Yılı<br />
Çocuk ekiyle birlikte<br />
yıllık abone bedeli<br />
85