10.07.2015 Views

Nuri Bilge Ceylan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

Nuri Bilge Ceylan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

Nuri Bilge Ceylan - Mithat Alam Film Merkezi - Boğaziçi Üniversitesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>:“Meselem insan denilen muammayıve onun bağlı olduğu daha da büyükmuammayı anlamlandırmaya çalışmak”Son yıllarda nadiren söyleşi veren <strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>, son filmiBir Zamanlar Anadolu’da’nın vizyona girmesinin hemen ardından,6 Ekim’de Merkez’e konuk oldu. <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>salonu tıka basa dolarken, pek çok izleyici de dışarıda kaldı. Moderatörlüğünü<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong>’ın üstlendiği söyleşi boyunca <strong>Ceylan</strong>,çalışma yönteminden, sinema anlayışından, dünya sinemasınıngünümüzde geldiği noktayla ilgili görüşlerinden bahsetti. Yönetmenetüm filmografisiyle ilgili sorular sorulsa da, söyleşinin anaeksenini doğal olarak Bir Zamanlar Anadolu’da belirledi.<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong>: Bugün sadece çok önemli bir yönetmenimizideğil, aynı zamanda bir okuldaşımızı ağırlıyoruz burada;<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> sekiz sene Boğaziçi Üniversitesi’nde okudu. BenÜç Maymun’dan başlamak istiyorum söze. Sinemaya kendihikâyelerinizi anlatarak başladınız. Ekipte hep akrabalarınıza,dostlarınıza yer verdiniz, hatta kendiniz de oynadınız.Üç Maymun’dan itibaren gerek içerik olarak gerekse prodüksiyonanlamında bazı değişmeler oldu. Bu kırılma noktasınanasıl gelindi? Veya var mı böyle bir kırılma noktası?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bir kere şu “siz”i bırakalım Allah aşkına<strong>Mithat</strong>, tuhaf geliyor. Çünkü <strong>Mithat</strong> aynı zamanda çok samimibir arkadaşımdır.Doğrusu başlangıçta her şeyi kendim yapmamın sebebi korkuydubiraz. Ben yalnız bir adamdım. Yalnız derken yırtık, dışadönük, çevresi geniş bir insan değildim. Boğaziçi’nde okurkende geniş bir çevrem yoktu, kütüphanede çok zaman geçirirdim.O yüzden kendi yapıma uygun bir üretim şekli yaratmak istedimher şeyden önce. Ekibi küçük tutmak istiyordum. Kendime


120 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011güvenmediğim için de çekimde uzun zamanlar harcayabilmekistiyordum. Koza’yı ve Kasaba’yı çekerken tanınmamış oyuncularla,rezil olmadan, yüzüme gözüme bulaştırmadan işi gözdenuzak halledivermek, denemeler yapmak istiyordum. Fakat tabiifilmler arttıkça kendime güvenim arttı. Mayıs Sıkıntısı sesli çektiğimilk filmdir, onu yapabilmek için sesli çekebilen bir kamerasatın aldım. O zamanlar tanıtım fotoğrafçılığı yapıyordum, birazpara da kazanıyordum yani, o kamerayı satın alabilmiştim.Ama yaptığım her şey kendime özgü bir üretim mekanizmasıkurmak adınaydı. Fakat Kasaba’yı ve özellikle Mayıs Sıkıntısı’nıçektikten sonra amatör oyuncularla çalışmayı sevdim. Başkabir süreç başladı orada. Onların sinemada görmeye alışmadığımızzengin nüanslar, birtakım mimikler, jestler, ifadeler, bazende diyaloglar üretebileceklerini gördüm. Biraz onun üzerindeçalışmak istedim, orada yeni bir şeyler yapabilirim gibi geldi.Kendime güvenim arttıkça biraz daha derin sulara açılma cesaretikendiliğinden geldi. Daha yetkin hissettikçe benim içinbelki daha başat, daha zor, daha karmaşık, tam tanımlayamadığım,anlamlandıramadığım, bir yere oturtamadığım vetam olarak da bilmediğim alanlara girmeye başladım. Sanatta,muğlak olanı muğlak olarak bırakma cesaretini bulmak benimiçin önemli. En azından hayattaki kadar. Tabii bu, belli bir birikiminve düşüncenin arkasından gelebilecek, hassas bir şekildeayarlanması gereken bir konu. Sanatın belirli bir muğlaklıkiçermesi gerektiğine inanıyorum. Özellikle de sinemanın; çünkübirtakım eksikliklerini bu yolla kapatabiliyor. Uzatmayalım,ben böyle konularla birdenbire ilgilenmeye başlamadım, bunlarbenim için hep başattı. Çehov, Dostoyevski hep sevdiğim yazarlardı,bu yirmi yaşımdan beri böyleydi.İklimler’le birlikte sinemanda hikâye ve diyaloglar daha ağırbasmaya başlıyor, öne çıkıyor. Bu değişim nasıl oldu?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Aslında senaryosuna bakacak olursanız, MayısSıkıntısı ve Uzak’ta da uzun, sayfalar süren diyaloglar vardır.Ama çeşitli nedenlerle ya çekimde ya da kurguda atılmışlardır.İklimler’de eğer varsa bir değişim, bu her şeyden önce ilk kez dijitalbir kamerayla çekim yapmamız yüzünden olmuştur. Çünküartık daha çok çekebiliyor, korkmadan farklı denemeler yapabiliyorduk.Yine de Üç Maymun ve İklimler’de fazla diyalog var denemez.Ama Anadolu farklı tabii. Bu filmde bir diyalog artışındansöz edilebilir.


122 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011sinema arasındaki uyuşmazlık uğraştırdı bizi biraz. Biz filminson derece gerçekçi olmasını istiyorduk. Edebiyat ister istemezartık hepimizin zaman içinde benimsediği ve garipsemediği amasinemaya aynen aktarıldığında hiç de inandırıcı durmayan birgerçeklik kuruyor. <strong>Film</strong>deki gerçeklik duygusunun, ilhamını vehavasını gerçek hayattan almasını istiyorduk.Senaryoya üç kişinin katkısının olduğunu ilk duyduğumda,benim aklıma auteur konseptiyle ilgili sorular geldi. Malum,belirli bir fikirden başlar auteur sinemacı; fikir, hikâye, diyalog,her şey ona aittir. Bu filmde o anlamda bir çatışmaoldu mu diye düşündüm.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Auteur dendiği zaman her şey kendisine aitolmayabilir. Ama o, her şeyi kendi dünyasına ait kılar. Auteurolduklarından en kuşku duyulmayacak isimlere bile baktığımızda,Tarkovski, Antonioni, Tsai Ming-liang, Angelopoulos gibi,birçok kez senaryoyu başkalarıyla birlikte yazdıklarını görürüz.Ayna (Zerkalo, 1974) Tarkovski’nin en kişisel, en otobiyografikfilmi ama yine de senaryoyu Alexander Misharin ile birlikteyazmayı tercih etmiştir. Görüntü yönetmeni de değişmiştir bufilmde. Ama diğer filmleri ile aynı görüntü anlayışı aynen sürer.Dünyasına tutkulu bağlarla bağlı bir yönetmen için senaryodaya da kamerada şurada burada kiminle çalıştığının o kadarda önemi yoktur. O, öyle ya da böyle peşinde olduğu dünyanınruhunu arar bulur bir şekilde. Birlikte çalıştığı elemanları,peşinde olduğu dünyanın ortaya çıkarılabilmesi için hizmetinekoşmayı bilir. Dediğim gibi ben onların bana sunduğu binlercefikir içinden tabii ki hayalimde canlandırdığım dünyaya uygunolanları çekip alıyorum. Zaten yaptığımız bütün konuşmalar vetartışmalar sonunda onlar da ister istemez, kendi beğendiklerindençok benim beğenebileceğim fikirler bulmaya çalışıyorlardoğal olarak. Daha önce söylediğim gibi son karar bana ait olduğuiçin çatışma olsa da fazla uzamıyor ama ben onları, Ercanve Ebru’yu, tatlı bir rekabet ortamı yaratarak çatıştırmaya, buyolla bir motivasyon yaratmaya çalışıyorum galiba arada bir.Tabii üç kişi çalışmak biraz tembelleştiriyor da insanı. Uzak’tasenaryo üzerinde çok daha yoğun çalışırdım sanki. İşin enindesonunda benim elime baktığını bilmek! Şimdi “onlar bir çalışsında bakalım” havasına giriyorum sanki bazen. Ama yine desüreç bir şekilde hızlanıyor. Eğer bir fikir, bir kişi tarafındançürütülebiliyorsa onu hemen unutuyorsunuz, aklınızı meşguletmiyor en azından. Bir fikir bütün çürütmelere dayanabiliyor-


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 123sa, daha kalıcı oluyor. Biz genellikle her gün bir araya gelipkonuşuyoruz. Sonra ben onlara ödevler veriyorum, kendimede ödev alıyorum. Çatışsınlar diye onlara aynı sahneyi veriyorum.Ertesi gün üçümüz de okuyoruz yazdıklarımızı. İyi fikirlerbulanı ödüllendiriyorum çaktırmadan. Beğenmediğim fikirlerkarşısında daha sessiz kalıyorum. Onlar da bana karşı çeşitliyöntemler uyguluyorlar tabii, beni kıskaca alıyorlar bazen.Böyle kendimize göre, insan psikolojisinin tüm zayıflıklarını daseferber ederek bir çalışma yöntemi tutturuyoruz.Üç eşit kişi yok yani; bir kişi ipleri çekiyor.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bu tabii benim filmim için çalıştığımız içinböyle. Ebru’nun filmi için çalışıyor olsak o zaman ipleri o çekecek.Birinin manzaraya genel bakışı kollaması da gerekiyorsürekli. Parçanın bütün içindeki görünüşünü tartması gerekiyor.Ben enerjimin önemli bir kısmını, bu genel bakışa harcarken, biryandan onların benim istediğim yönde fikir üretmelerini sağlamayaçalışıyorum doğal olarak. Ancak beni başka bir şeye iknaederlerse bu beni daha da mutlu eder.Bundan sonra yine böyle mi devam edecek?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bilemem. Bu biraz da projeye bağlı ama ikisininde müthiş olduğunu ve kolay vazgeçilemeyecek insanlarolduğunu söylemeliyim.Biraz senaryo-çekim-kurgu dinamiklerinden bahsetmekistiyorum. Gerek Üç Maymun’un gerekse Bir ZamanlarAnadolu’da’nın kurgu günlüklerinden çok ilginç misaller geliyoraklıma. Son filmde bir sürü misal var, mesela muhtarınevinde elektrikler kesilecek mi, kesilmeyecek mi konusundakikararsızlık; kızın yüzünün ne kadar gösterileceği konusundakigidip gelmeler... Kurgu esnasında senaryonun nekadarı değişiyor?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Keşke o da mümkün olabilse ama temel şeylerdeğişmiyor kurgu esnasında, sadece çektiklerinizle oynamakdurumundasınız sonuçta. Çektiklerinizin kölesi durumundasınızartık. Bu nedenle olabildiğince esnek ve varyasyonlu çekmeyeçalışıyorum. Bir sahnede farklı bir şeyin daha iyi olabileceğinedair en küçük bir kuşkum bile varsa, onu da çekmeyitercih ederim. Çünkü kurguda mucizeler yaratılabileceğini çokgördüm. Bu bilgiyi, kurguyu da kendim yapmak öğretti bana.


124 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011Esasen benim hayatta en nefret ettiğim şey karar vermek zorundakalmaktır. Bir şeyi netleştirmeden bırakma, flu olanı flubırakma eğilimim vardır hayatta. Ama film yapmak her ânındabinlerce, milyonlarca küçük hızlı karar vermeyi gerektirmesiyleyapıma uygun olmayan bir durumda bırakıyor beni ve büyükacılar çektiriyor. Ama ne yapalım, böyle bir iş seçmişim. En azındankurgunun iyi tarafı, bu kararların çok hızlı verilmek zorundaolmayışı. Çekimde bu kararların 60-70 kişi beklerken süratleverilmek zorunda oluşu sinir bozucu olabilir. Sınırlı zamanda vestres altında alınan bir yığın kararda belli bir isabet sağlayabilmekiçin bekleyenleri umursamayan bir otorite, tecrübeyle oluşabilecekrefleksler ve meselene hakim olmanın sağlayabileceğibir tür kendine güven gerekiyor. Tecrübe önemli: İlk filmimi çekerkendiğer insanların bekliyor oluşları bana belli bir gerginlikveriyordu, şimdi 70 kişi bekliyor, hiç umurumda olmuyor.Kurguya bol alternatif yaratmak için bol çekim yapıyorsun.Tüm alternatifleri önceden planlıyor musun, yoksa bazı çekimkararları sette mi veriliyor?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: İşte, zamanla gelen bu kendine güven sonucu,baştan pek düşünmüyorum. Gidiyorum sete, ışığı falan kurarkenbir yandan açılara bakıyorum. Oyuncuları bir salıyorumşöyle mekâna... (gülüşmeler) Sahneye bakıyorum. Ama dediğimgibi işin anahtarı “kendine güven”. Onun da bana geleceğini hiçsanmıyordum ama birkaç filmden sonra geldi neyse ki. Eskidensetteki insanların psikolojileri beni rahatsız ederdi. Birisi suratınıassa aklım oraya giderdi. Şimdi sette kim var, farkında biledeğilim, işime daha çok odaklanabiliyorum. Ama bu böyle olmakzorunda; filmin selameti için yönetmen gerektiğinde epey acımasızolmak zorunda. Neyse ki şimdi Zeynep var (ön sırada oturanZeynep Özbatur Atakan’ı işaret ediyor), beni harika bir şekildediğer bazı işlerden arındırıyor.Bir Zamanlar Anadolu’da’nın kurgusu bir seneye yakın sürdü,değil mi?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Kurgu altı ay sürdü. Arkasından gelen diğerpost-prodüksiyon işlemleriyle birlikte bir yıl, hatta bir buçuk yıldenebilir.Sinemanın en önemli kısmı kurgu mu sence?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var, yönetme-


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 125nine göre değişir. Mesela Yasujiro Ozu için kurgu didaktik birişlemdi, çünkü o her şeyi çekimde, hatta daha senaryoda bitirenbir insandı. Senaryoda yazdığının aynısını çeker, kurguda fazlayaratıcılık ummadan çekilenleri bağlardı. Hatta belki de başkasıkurguluyordu, bilmiyorum. Ama benim tarzımda çalışan biryönetmen için kurgu önemli. Çünkü ben senaryonun belirli birderinliğin ötesine geçebileceğini düşünmüyorum. Masa başındainsanın zihni bir yere kadar çalışabiliyor ama her şey bir aradayken,oyuncu mekândayken her nesne, her durum, oyuncununyaptığı her hata, her değişiklik, aklınıza yeni bir fikir getiriyor.Daha derine inmek adına bundan niye yararlanmayayım? Herşey her an oluşmaya devam ediyor. Senaryoyu bitmiş kabul etmiyorumve devamlı daha iyisini arıyorum.Kurguda tıkandığın zaman çıkar yolu nasıl buluyorsun?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Aramaktan, denemekten başka ne yapabiliriz?Günlerce ilgili ilgisiz bir sürü çekimi seyredip duruyorum,aklımda yeni bir kıvılcım çakar belki diye. Gerekirse başkalarınagösterip onların fikirlerine bir göz atıyorum.Kurgu günlüğünde çözemediğin bir sahneden bahsediyorsun,sonra başka bir sahnenin kurgusunu yaparken bu çözüm bulamadığınbölüme dair bir şey buluyorsun, onu oradan alıyorsun.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Tabii, zihnim açık oluyor hep. Çektiğiniz şeysadece çektiğiniz şey değildir. Bazen başka yerde kullanıldığındabir mucize yaratabilir. İki görüntü birbiriyle çarpıştığında herzaman öngörülmeyen bir büyü oluşabilir. Zihnim de böyle çalışmayaalıştı herhalde zaman içinde.Şimdi izleyicilerin Bir Zamanlar Anadolu’da ile ilgili sorularınıalalım.İzleyici: Bir Zamanlar Anadolu’da hem cinayet öyküsü açısındanhem de taşradaki insan ilişkilerine bakışı açısından, Korefilmi Cinayet Günlüğü’nü (Salinui chueok, 2003) getirdi aklıma.Sizin kafanızda da böyle bir bağlantı var mı? Güney Kore sinemasıylailişkiniz nasıl?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Şimdi doğru söylemiyorum gibi gelecek amaben seyretmedim o filmi. Bir iki yerde yazıldığını da gördüm hatta“o minvalde bir film” falan diye. Kore sinemasıyla ilişkim de


126 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011çok güçlü sayılmaz. Kim Ki-duk var sadece, bir filmini gördüm,en son Cannes’da Arirang (2011) adlı yeni filmini de gördüm gerçive çok sevdim; tuhaf bir film. ‘Belirli Bir Bakış’ ödülünü aldı.Kendisiyle ilgili bir film, sadece kendisi konuşuyor. Hatta sonradanarkadaşlarına da sordum, Kim Ki-duk bu durumda mı,falan diye... Sonra kendisiyle de konuştuk Cannes’da. Dil engelinedeniyle pek derinleşemesek de. Sinemada neler yapılabileceğikonusunda insanı kamçılayan, değişik bir film. Onur, gurur, egogibi konularda insanı düşündürüyor. Bazen onun yerine utanarak,zaman zaman gülerek ve şaşırarak, bazen de üzülerek seyrettimfilmi. Ama o günden beri bir şekilde aklımdan da çıkmadı.Bir de Hong Sang-soo var tabii, son filmini çok sevdim. Ve tabiiyakın dostum Lee Chang-dong.İzleyici: Bir Zamanlar Anadolu’da’yı Türkiye sineması bağlamındadüşünürken, benim aklıma Vavien (2010) geldi. Son yıllardaçok konuşulan ‘taşra’ meselesinde iki farklı yaklaşım var. Taşrayaya bir çeşit mahrumiyet bölgesi olarak bakılıyor ya da geçmişe özlem,kendine dönüş, nostalji mekânı olarak. Ama Vavien’de ve BirZamanlar Anadolu’da’da başka türlü bir taşra portresi var. Birazdaha kara mizahla sunulan, içinde suç unsurunu da taşıyan...<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bilemiyorum. ‘Taşra’ derken ben hiç ‘öteki’yeri anlatıyormuşum gibi hissettiğimi söyleyemem. Kendimi, arkadaşlarımıve tanıdığım insanları anlatıyorum gibi hissettim.Öyle hissetmesem zaten yapamam. Ama öte yandan taşra karakterlerinde‘merkezin dışındaki insan’ psikolojisi muhakkakki biraz vardır. Ben 10 yaşıma kadar taşrada yaşadım, ondansonra da yıllarca okul tatil olur olmaz yazları oraya gidip bütünyazı orada geçirdim, bir kıza âşık olmuştum çünkü. Benimreferansım, kendi hatırladığım taşraydı, ondan bir an bile kopmadım.Babamın çalıştığı hükümet binasına sürekli giderdim,insanlar arasındaki çekişme, didişme gün gibi aklımda. Vüs’atO. Bener’in ‘Buzul Çağının Virüsü’ kitabındaki atmosfer, aynenöyledir. Sanki herkes birbirini aşağılamak için fırsat kolluyorgibi. Kasaba bürokratları arasında hiyerarşinin belirgin olduğudurumlar olduğu gibi, bunun belirsiz olduğu durumlar da vardır.O zaman da kişilik savaşları başlar.Babam ziraat mühendisiydi, “ziraatçı” derlerdi ona. O günlersanki kimse bir diğerinden fazla zengin değildi, genel bir yoksullukvardı. Çoraplar yamanır, ayakkabılar pençelenirdi. Birayakkabı iyice parçalanmadan yenisinin alındığını pek hatırlamam.Elektrik kasabadaki gürültülü jeneratörden belirli za-


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 127manlarda verilirdi. Babam çok para gitmesin diye saç tıraşımiçin elle çalıştırılan bir tıraş makinesi almıştı. Erkek çocuklarınhepsi için kısacık “alaburs” denen basit bir saç modeli neredeysestandarttı. Her taraf kısa, ama sadece önde biraz dahauzun bırakılan bir saç. Kısa saçtan ön taraftaki uzunca saç bırakılanbölüme geçişin biraz yumuşak olması gerekiyordu, berberleronu daha iyi yapardı. Esasen berberlerin maharetlerinigösterebilecekleri tek yer de zaten bu geçişti. Babam bu geçişibiraz sert yapıyor olmalı ki, bir gün mahallede oynarken savcıylahakim geldi yanıma. O detaydan anlamış olmalılar, “oğlum,gel bakayım buraya, seni kim tıraş ediyor?” dediler. “Babam,”dedim. Babamın cimriliğini kanıtlamış olmanın sevinciyle birbirlerinebakıp gülümseyerek, alaylı bir şekilde kafa salladılar.Biraz da konuştular galiba “demedim mi ben sana” falan gibi.Sonra ben bunu evde anlattım ve annemle babam arasında buküçük olayın ciddi bir duygu yarattığını görerek ürktüm. “Vayeşşoleşşekler” falan diye küfür ettiklerini hatırlıyorum.Bu hikâyede beni heyecanlandıran, tüm çıplaklığıyla insandoğasının bu tarz yönlerini ele alabilecek oluşumuzdu daha çok.Ercan’ın anlattığı sabaha kadar süren ceset arama hikâyesi,böyle bir yolculuğun oluşturacağı iskeletin etrafına insanın butuhaf hallerine dair bir çok detay eklemlenebilmesine olanakverdiği için bizi bu denli motive etti. Bir arkadaşın vardır, yıllardırşurada burada muhabbet ediyorsundur. Ama bir gün onunlakısa bir yolculuğa çıkarsın ya da ortak bir iş yaparsın. Üçgünde yıllardır tanıyabildiğinden daha fazla tanırsın kendisini.Aynı şekilde bir cesedin peşinde geçirilen bir gece, karakterlerimizintürlü hallerini hızla ortaya dökebilmemizi sağlayacaktı.İzleyici: <strong>Film</strong>lerinizde giderek artan mizahi bir boyut var. Özellikleson filminizde, diyaloglarda ve ikili ilişkilerdeki iktidarmücadelelerine hizmet eder şekilde ortaya çıkıyor. Mesela şoförlerarasındaki itişme kakışma, ceset torbasının unutulmasıhikâyesi. Bu kara mizah, bütün bu dünyanın tasvirini sağlayantemel araç, oradaki her karakterin aczini tasvir etmenin en güçlüyolu gibi geliyor bana, katılır mısınız?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bir şeyi karşıtıyla birlikte gösterirseniz ikitaraf da kendini daha iyi gösterebiliyor. Mizah da trajediyi dahagörünür kılıyor. Ama mizah benim “şu dozda koyayım, bu dozdakoyayım” diye, tuz karabiber gibi düşündüğüm bir şey değil;sadece gerçekçi olmaya çalışıyorum. Esasen eski filmlerimde debana, filmlerimdeki kara ve kuru mizahla ilgili sorular epey so-


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 129inançsız olduğunu, kendisine en benzeyen karakterlerinden biriolan Şatov’un, Tanrı’ya inanıp inanmadığı sorulduğunda, “inanacağım”diye cevap vermesinde bile hissedilebiliyor. Ya da aynışey, Dostoyevski’nin İvan, Stavrogin gibi inançsız karakterlerinison derece inandırıcı, derin ve karmaşık, Alyoşa gibi inançlıkarakterlerini ise çok daha yüzeysel ve neredeyse sembolikkurmasından da anlaşılabilir. Dolayısıyla inanç konusunda birbakıma Nietzsche’yle aynı yerde durdukları söylenebilir. Tabiibirinin merhameti yüceltirken, diğerinin onu aşağılaması gibi-belki aynı kapıya da çıkabilecek- farklar var ama bu o kadarda hakim olduğum bir konu değil. Ama ikisi de haklı geliyor;merhametin yüceltilebileceği durumlar da var, içinde soysuz birşeylerin hissedildiği durumlar da. Okuyunca Nasreddin Hocagibi ikisini de haklı bulabiliyor insan. Dediğim gibi ikisi de beniderinden etkilemiştir. Dinsel bir inancı olmadığını bilinçli olarakhisseden pek çok insan, kendilerine bu yolda rehberlik ettiğindenNietzsche’ye minnettar olmuştur. Nietzsche dinî inançları olmayanlariçin tutunacak bir dal, yeni bir anlam yaratarak, onlarıkaranlık bir yalnızlık duygusundan kurtarmıştır. Nietzsche’ninDostoyevski’yi ne kadar bildiği tam bilinmiyor ama en azından‘Yeraltından Notlar’ı okuyup çok etkilendiği biliniyor. “Bana psikolojidebir şeyler öğretmiş tek insan Dostoyevski’dir.” diye debir lafı var Nietzsche’nin bilindiği gibi.İzleyici: <strong>Film</strong>de uzun süre hiçbir kadın görmüyoruz. Bunu bireleştiri olarak söylemiyorum. Çünkü Anadolu’da gerçekten de kadıngörünmüyor, belki genel olarak Türkiye’de de kadın görünmüyor.Fakat erkeklik hallerini başarıyla gösteriyor ve eril egemenliğebir eleştiri getiriyorsunuz. Bir Zamanlar Anadolu’da’da ve genelolarak <strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> sinemasında kadının yeri nedir?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Genel olarak NBC sinemasında kadının şablonbir yeri olduğuna inanmak istemem. Nasıl erkeğin böyle “sınırlarıbelli” bir yeri yoksa benim için, kadının da yoktur diyeumuyorum. Hikâyedeki konumu neyse, karakteri nasılsa, kendineona göre bir yer edinmesi gerekir. <strong>Film</strong>ine göre değişir yani.Ancak genel olarak erkek karakterlerime daha acımasız davrandığımabakılacak olursa, onlara, yani erkek karakterlerime birazdaha önem verdiğim belki düşünülebilir. Erkeklerin kişiliğibirçok parçaya bölünmüştür, dolayısıyla daha sorunludur. Buonları hayatın kompleks durumlarını anlatmak için daha olanaklıkılar. Kadın ruhu gene de daha dengelidir. Ama bu oradada fırtınalar kopmayacağı anlamına gelmez. Ben “verili” gerçek-


130 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011ler ya da “kabullenmiş” doğrular üzerinden film yapabilecek birideğilim. Her seferinde yeniden sorgulayarak, sürekli sıfır noktasındanyola çıkarak hayatı kendine göre yeniden yorumlamayaçalışan biriyim. Mehter takımı gibi “iki ileri bir geri” debelenipdursam da. Ancak Türkiye’de bir “kadın hakları” sorunu vardır,ya da kadınlar bu ülkede “mağdur” durumdadır, gibi gerekçelerlekadınlara torpil yapacak da değilim.İzleyici: Üç Maymun’da ses perspektifiyle oynuyor, senkronkaymasına başvuruyordunuz. Son filminizde de doktorla ArapAli’nin konuştukları sahnede, Arap Ali bir şeyler anlatırken ArapAli’nin sesi bir dış ses gibi değil de bir iç ses gibi oluyor ve buradaiç ses daha sonra karakterler arasında diyaloğa dönüşüyor.Üstelik filmin adı da tam burada geçiyor. Bu sahneyi kurgularkennasıl bir şey düşünüyordunuz? Yine bununla ilgili olarak,Üç Maymun’da iktidarın elden ele geçmesi vardı, burada da ikiliilişkiler içinde bir iktidar mücadelesi görüyoruz. Bana bu iç sesve dış sesler karakterler arasındaki mizansen geçişlerin bir parçasıymışgibi geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Ne kadar çalışıyor bilemem ama ses ve görüntüdebu tarz kaymalar benim için, kurguda bir ekonomi, birhız kazandırdığı kadar, aynı karakterde birbirinden farklı birkaçruh halinin aynı anda var olabileceğini gösterebilmeyi de umuyor.Bu yolla karakterlerin o sıradaki ruh durumlarına, belli birderinlik ve boyut kazandırmaya çalıştığım söylenebilir. Çünküher şeyden önce kendimden biliyorum ki hiçbir ruh hali, sadecetek bir sesten oluşmuyor. Bunu aynen hissettiğimiz zenginlikteve karmaşıklıkta sinemada yansıtmak herhalde pek mümkündeğil ama deniyoruz işte bir şeyler. Esasında bütün diyaloğuArap Ali’nin ağzından da çekmiştik tabii ama o şekilde kullansaydık,sahne ister istemez biraz monoton, biraz boyutsuz halegeliyordu. Bu şekilde bir kurguyla, söyledikleri devam ederkeniç dünyasının derinlerinde yatan şiddeti de aynı anda gösterebileceğimizidüşündük. Yine aynı sahnede doktorun söyledikleri,okuduğu şiir -iç düşünceleri mi, yoksa onları Arap’a mı söylüyor-tam olarak anlaşılmasın istedik. Öyle bir ton tutturmak içinsesini biraz yavaşlattık ve kirlettik. Doktorun iç düşünceleri gibiama tam da emin olamıyoruz, ta ki Arap Ali ona cevap verenekadar. Ses tonu, ağzının sözler devam ederken kıpırdamaması,hatta söylediği sözlerin içeriği, tüm bular söylediklerinin doktoruniç düşünceleri olduğu duygusunu güçlendiriyor. Ama ardındanArap cevap verince, hatta savcının ilgiyle baktığını dagördüğümüzde bir şekilde bunların Arap Ali’ye söylendiğini de


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 131anlıyoruz. Biraz hayattaki gibi, yaşananlar daha önce yaşananlarabir mânâ kazandırıyor. Yaşanma ânında olduğu gibi, seyretmeânına da belli bir muğlaklık vermek. Netlik için daha sonrakisahneye ihtiyaç duymak. Her sahneyi birbiriyle daha sıkı birşekilde kenetlemenin, aralarındaki ilişkiyi zorunlu kılmanın birbaşka yolu belki.İzleyici: Kurgu günlüğünde cesedin arabanın bagajına kaldırıldığısahne için “Türkiye panoraması” ifadesini kullanıyorsunuz.<strong>Film</strong>in ismi olan Bir Zamanlar Anadolu’da da ‘panoramik’bir isim aslında. Bu “Türkiye panoraması” tanımını biraz açarmısınız?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: İşlerin halledilmesinde iyi niyetli bir pratiklik,ama yine de genel görünüm itibarıyla bir çapaçulluk, birsakillik, aklımdaki belli bir Türkiye imajına denk düştüğü içinöyle yazmış olmalıyım. Ama yine de aceleci bir benzetme olmuşolabilir. Tabii burada benim öncelikli meselem Anadolu’yu iyianlatmak değil; insanı anlamaya çalışmak. Anadolu da yan etkiolarak iyi anlatılmak zorunda, o başka. Ama bu hikâyeyi başkabir yerde de geçebilecek bir şekilde, öyle bir hisle kavrayarak anlatamazsamamacıma ulaşmam pek mümkün değil. Anadolu’yu,Anadolu insanını diğer ülkelerin insanlarından ayıran kendinehas özelliklerini ortaya çıkarmak, hele hele bir güzelleme yapmakgibi bir niyetim yoktu benim. Benim meselem daha çok insandenilen muammayı ve onun bağlı olduğu daha da büyükmuammayı birazcık olsun kendime göre anlamaya ya da anlamlandırmayaçalışmak.İzleyici: Taşrada üç insan yan yana geldiği zaman şöyle ya daböyle gündelik politikadan mutlaka bahsederler. <strong>Film</strong>de mandayoğurdu muhabbeti bile yapılıyor ancak gündelik siyasetten hiçsöz edilmiyor. Bunu özellikle mi tercih ettiniz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Evet. Gündelik politikanın on sene sonra pekanlamı kalmayabilir ama manda yoğurdunun elli sene sonra dasohbette yeri var olabilir. Onun için güncel olandan biraz kaçınmayaçalışıyorum açıkçası.İzleyici: Bir Zamanlar Anadolu’da filminde yer alan birtakım anlar,bir çeşit spiritüelliğe bir kapı aralıyor gibi geliyor bana. ÜçMaymun’daki çocuk hayaletiyle beraber düşündüğümde, bir türmetafizik görüyorum; Dostoyevski’de andığınız inanç arayışınıgörüyorum. Daha önceki filmlerinizde bunu doğayla ilgili ola-


132 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011rak görüyordum, doğanın kendini belli ettiği anlar gibiydi, şimdiartık onlar doğanın kendisi değil de aslında başka bir yere kapıaçan şeyler mi diye düşündüm, siz ne düşünüyorsunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Sorunuza tam olarak nasıl cevap vereceğimibilmiyorum ama Nietzsche ta o zaman “Akıldışının artık akıldışıolarak bırakılmasının, o şekilde değer kazanmasının zamanı geldi.”derken onu ussallaştırarak ya da yorumlayarak evcilleştirmememizgerektiğini söylemek istiyordu. Hayatın aklın diş geçiremeyeceğibir boyutunun var olduğuna her zaman inandım. Dolayısıylafilmlerimdeki metafizik ya da spiritüel olarak nitelendirilebilecekayrıntılar, “gerçek” olarak algıladığım ne idüğü belirsiz genel sezgininiçinde zaten var olan şeyler. Belki yalnızca sezgilerimle ya daduygularımla ilinti kurabildiğim, ama yine de öyle ya da böyle birtür ilişkimin var olduğundan emin olduğum sisli bölgeler bunlar.Yani benim için onlar da gerçeğin bir parçası. Esasen ben zihnimitüm karışıklığıyla, olduğu gibi perdeye aktarabilmeyi isterdim.Bunu denemeye kalktığım da oluyor. Ama yine de bir filmdeher şey tarifi zor bir ruhsallıkla birbirine bağlı değilse, eklektik birkeyfiyet duygusu da ortaya çıkabilir. Bu nedenle filmlerim üzerinde,en küçük ayrıntının bile bir şekilde hesabını verebilecek birhakimiyet kurmaya çalıştığım söylenebilir.İzleyici: Fatih Özgüven, filmde Taner Birsel’in suratındaki yaraizine dair bir şeyler yazdı en son. Ben, Taner Birsel’in suratı diğeroyuncularınkine göre temiz kaldığı için öyle bir yara izi kullandınızdiye düşündüm. Tartışabilir miyiz bu konuyu?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Evet, fazla steril geldi Taner’in yüzü, onubiraz kirletmek istedik. Çeşitli gerçek “şark çıbanı” resimleri bulundu.Bir tanesi seçildi, uygulandı. Dediğiniz gibi bu makyajdakidevamsızlıktan söz eden bazı yazılar ben de gördüm. Ama buteknik olarak pek mümkün değil. Çünkü iki makyöz her sabahaynı makyajı tık tık yapıyorlar. Hatta bir yanak birine, diğeriötekine ait. Her gün resimleri çekiliyor, tekrar uygulanıyor. Amabelki şöyle bir şey: Renkten ziyade kabarıklığa ve pürüze dayalıbir makyaj yapıldığı için, ışığın geldiği yöne göre görünüşü birazdeğişiyor olabilir. Işık yandan geldiğinde, hele gece lambası ışığıgibi noktasal kaynaklı bir ışıktan geliyorsa, kabarıklıkların gölgeleride oluştuğu için yara kendini daha fazla ya da farklı gösteriyorolabilir. Ben eskiden seramik fotoğrafları çekerdim, bazıseramiklerin yüzeyinde çok hafif pürüzler vardır, ışığı yandanverirsiniz ki o pürüzleri göresiniz. Karşıdan verdiğiniz anda hiç-


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 133bir şey görünmez. Hayatta da farklı görürüz böyle şeyleri amafarklı diye kodlamayız. Bu ayna güzel göstermiyor diye düşünürüzmesela. Halbuki iş aynada değildir, ışıktadır.İzleyici: Muhammet Uzuner’i nereden buldunuz? Bir de en çokhangi oyuncunuzun performansından memnun olduğunuzumerak ediyorum.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: O konuda konuşmak doğru olmaz ama hepsindenmemnunum, onu söyleyeyim. Kimi daha çok uğraştırmıştır,kimi daha az uğraştırmıştır, o başka bir konu ama sonucabaktığımda beni rahatsız eden biri yok. Muhammet Uzuner’i neredenbuldum? Aslında Muhammet piyasada olan biriymiş, bentanımıyordum. Galiba onu ilk oyuncuadresi.com sitesinde farketmiş, siteye yüklenmiş bir videosunu izlemiştim. Kast ajansıaracılığıyla onu da çağırdık bir test çekimi için.İzleyici: Otopsi sahnesinde görüntü vermediniz, biz seslerle izledikotopsiyi, onu çok başarılı buldum. Hatta anatomi derslerinde,evet böyle oluyor gerçekten de denecek kadar iyi buldumo sahneyi, çok gerçekçiydi. Nereden kaburga kesiliyor, neredekalple alakalı bir durum var... Ben ışık kullanımıyla ilgili birsoru sormak istiyorum. <strong>Film</strong>lerinizde genellikle ışık politikanızı,mevcut ışığı kullanma ve onu güçlendirme olarak görüyorumben. Bu filmde de arabaların ışıklarını kullanma fikrini ve elektrikkesintisinde kullanılan ışıkları çok başarılı buldum. Fakatbu filmde diğer filmlere nazaran daha fazla yapay ışığa ihtiyaçduyulduğunu tahmin ediyorum, en azından dış sahnelerde, gecesahnelerinde. Bu durum aynı zamanda fotoğrafçı olan sizi nasılbir ışık kullanımına yöneltti? Yapay ışık kullandığınız sahneyledoğal ışık kullandığınız sahne arasında bir duygu farkı var mı?Işık kullanımına filmde ne kadar müdahale ediyorsunuz, ışıkşefleriyle diyaloğunuz nasıl oluyor?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: İklimler’e kadar kamerayı kendim kullandım,ışığı kendim yaptım. Şimdi de iyi bildiğim böyle hayati bir konuyamüdahale etmemem mümkün değil. Muhakkak Gökhan’la(Tiryaki) konuşa konuşa, birlikte yapıyoruz ışığı. Bir kere bufilmde doğal ışık kullanmak zaten pek mümkün değildi. Gecebozkırdasınız; tamamen karanlık bir ortam. Bir de doğal ışık doğalgörünür diye de bir şey yok. Yani daha doğal göstermek içinışık kullanmanız gerekir genelde. Mesela pencereye karşı çekimyaptığınızda içerisi görünsün diye içeriye göre pozladığınızdapencere dışı uçar, dağılır gider; ama gerçek hayatta baktığınız-


134 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011da öyle görmezsiniz. Hem içeriyi hem dışarıyı görebilirsiniz. Hayattagördüğümüzü perdeye yansıtabilmek için ışık kullanmakzorunludur o yüzden çoğu kez. Tabii ışık pahalı bir şey, biz deolabildiğince minimum ışık kullanmaya çalışıyoruz herkes gibi.Ama bu filmin yarısı bozkır gibi kapkaranlık bir yerde geçtiğiiçin, bozkırın silsilelerinin hafifçe kendini belli etmesi adına epeyışık kullanmamız gerekti. Kullanmasaydık fazla boğucu olurdu,karanlığın içinde birtakım kafalar görürdük sadece -ki bu, yarısıkaranlıkta geçen bir filmde pek doğru gelmedi bize. Onun içinbir ayışığı yaratmamız gerektiğini düşündük. Otopsi konusunadeğinecek olursak, her şeyden önce tam da o kasabada onlarcaotopsi yapmış biri yanımızdaydı her zaman; senaristlerden ErcanKesal bu konudaki doğrulamayı sağladı bize. Hatta unutmuşolabileceği detayları da yeniden araştırdı.İzleyici: <strong>Film</strong>leriniz çok uzun olmasına rağmen hiç müzik kullanmıyorsunuz.Bir Zamanlar Anadolu’da filminde köyden dönerlerkenarabada çalan müziği duyunca, sanki yıllardır hiç müzikdinlememişim gibi bir hisse kapıldım. Müzik kullanmamanızınsebebi nedir acaba?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Biraz da bu bahsettiğiniz hisse kapılmanızısağlamaya çalışmak herhalde. Çölde vaha nasıl bir mucize etkisiyapıyorsa, müziksiz geçen günlerin ardından bir yerlerde çalanbir radyodan kulağınıza çalan beklenmedik bir müziğin etkisi desarsıcı olabilir. Tıpkı bitmeyecekmiş gibi gelen tozlu, karanlık birgecenin sonunda, beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan masum,güzel bir kızın kahramanlarımız üzerinde mucizevi bir etki yaratmışolması gibi. Bazı filmlerimde biraz müzik kullandığım daoldu, çok da katı değilim o konuda. Çünkü fazla müzik kullanılan,sevdiğim filmler de yok değil. Öte yandan gerçeklik duygusudiyebileceğim bir havaya tutku derecesinde bağlıyım. Doğanınsesleri ve diğer doğal sesler müzik gibi geliyor bana. Ona zararvermek ya da müziğin yaratabileceği bir tür yapaylık korkutuyorbeni. Sanki bir sahnenin anlamını sinemasal olarak çıkaramıyoruzda onu ancak müzikle destekleyerek ortaya çıkarabiliyormuşuzgibi bir duyguya kapılıyorum.İzleyici: İstisnai olarak, “müzik bu filmde mükemmel kullanılmış”dediğiniz örnekler var mı? Benim aklıma Wong Kar Wai’ninfilmleri geliyor mesela, onları da bazı duyguları anlatamadığı içinkoymuş diye mi düşünüyorsunuz?


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 135<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Wong Kar Wai o işi iyi yapan biri, tıka basamüzik kullanmasına rağmen sakil durmuyor. Kendine has birözellik olarak onu kabul ettirdi. <strong>Mithat</strong>’ın da çok sevdiği bir yönetmendir,onun için bir şey söylemiyorum.İzleyici: Siz o kadar sevmiyor musunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Yo, severim de... Benim için biraz fazla romantikolsa da... Esasen müziğin az ya da fazla kullanılması,miktar meselesi o kadar da önemli değil. Kullanılma şekli önemlidaha çok. Bazen çok az kullanılmış bile olsa sinir olabilirsiniz.İzleyici: Ben filmin adını beğenmedim. Neden Bir ZamanlarAnadolu’da koyduğunuzu sorabilir miyim?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Ne diyebilirim, ben seviyorum. Aslında buisimde bir film çekmeyi baştan beri istiyordum, uygun bir filmolsa da adını Bir Zamanlar Anadolu’da koysam diyordum. Bufilm başlangıçta uygun gelmedi, daha sonra Arap’ın diyaloğunayedirme fikriyle birlikte, senaryonun bir aşamasında uygun gelmeyebaşladı. Sergio Leone’yi severim ve ona bir selam göndermekde fena olmazdı. Ama onun başlattığı bu ‘Bir Zamanlar...’geleneğinin içinde yer almak önceliğim değildi. Sergio Leone’niniki filmi var biliyorsunuz bu isimde. Başka ülkelerde de yapıldı:Çin’de, Meksika’da... Ben sevdiğim için ismini böyle koydum,çok da önemli sebepleri yok.<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong>: Şu an yurtdışında olan Altyazı Dergisi GenelYayın Yönetmeni Fırat Yücel de üç soru yolladı, şimdi onlarısoracağım. Birincisi: İlk uzun metrajınız Kasaba’da, tıpkıÜç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu’da gibi daha genel birdünya tasviri kurma çabanız vardı. Bu iki filmle kıyaslayarakbaktığınızda Kasaba sizin için bugün nerede duruyor?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Kasaba filmi de hayatı, üzerinde konuşmasızor duygular üzerinden geniş bir perspektiften hissetmeyeçalışan bir filmdi, o açıdan bana çok da farklı gelmiyor diğerlerinden.Fakat Kasaba’da teknik olarak beceremediğim şeylervardı. En önemlisi, sesli çekemedik onu, tiyatrocular dublajyaptı. Ama yine de ruh olarak severim ben Kasaba’yı; pişmanolduğum bir film değildir. Hatta bugünkü sinemamda çeşitlisebeplerle artık var olmayan, ama pek sevdiğim bir ruh hali debarındırır bazı yerlerinde.


136 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011İkinci sorusuna geçeyim, bu daha zor. Sürrealist kolajlardanpanoramik fotoğraflara uzanan, oldukça değişken bir fotoğrafkülliyatınız var. Zaman içinde değişen fotoğraf anlayışınızlasinemaya bakışınız arasında bir ilişki olduğunu söyleyebilirmiyiz? Örneğin son dönemde çektiğiniz panoramik fotoğraflarınbenzer bir hissiyat taşıyan Bir Zamanlar Anadolu’daüzerinde bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Yok, benim sinemaskop Türkiye fotoğraflarımgelip geçerken çok hızlı reflekslerle çektiğim şeyler;benimle derin bağları olan, üzerinde çok düşündüğüm şeylersayılmaz. Ayrıca fotoğrafın insan ruhunun derinliğini anlatmaktaçok yetkin olduğunu düşünmüyorum. O yüzden, onagöre takılıyorum orada. Fotoğraf bana daha çok üretme eylemisırasında beni soktuğu ruh durumlarıyla fayda sağlayanbir şey, beni dinlendiriyor. Çektiğim fotoğrafları hiç ortaya çıkarmasamda olur, sinema maceramla bir alakası yok. Tabii,insanların çerçeveleme alışkanlıkları vardır, birtakım bağlarbulunabilir, onu bilemem. Sinemada da fotoğrafta da, reflekslerimleyaptığım bir sürü şey var. Biri çıkıp bir bağ kurabilirelbette ama bağ kurulması gereken yerin orası olduğunu, yada kurulabilecek bağların önemli olduğunu düşünmüyorum.Ayrıca sürrealist kolajlar yaptığımı da çok düşünmüyorum.Gerçi ilk dönem çalışmalarımı kastediyor olabilir.Üç Maymun’daki karelere de yer yer “sürrealist kolaj” denmişti.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bir sahneyi seyrederken içselleştiremezsenizsürrealist gelebilir. Benim için öyle değil.Üçüncü soru şöyle: Uzak ve İklimler’i yapmanızın ruhunuzunkaranlığıyla yüzleştiğiniz bir tür terapi gibi olduğunusöylemiştiniz. Dinî açıdan itirafın işlevi, suçluluk duygusuylayalnızlaşan bireyi tekrardan toplum denen bütünün birparçası kılmak. Peki itiraf edilen kişinin de, suçun da belirsizleştiğisinemada itirafın bu tür sağaltıcı bir etkisi olduğunudüşünüyor musunuz? Bugün tekrar Uzak ve İklimler’ebaktığınızda hâlâ sizin için bir tür terapi işlevi gördüklerinisöyleyebilir misiniz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Söyleyebilirim. İtiraf, ister dinî bir sistematikiçinde yer alsın ister bireyin ruhunda beliren bir ihtiyaçolarak başka şekillerde ortaya çıksın, sağaltıcı bir potansiyel


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 137taşır. İtiraf edilen kişinin belirsizliği sağaltıcı etkiyi azaltıyorolsaydı, herhalde Sonya’nın Raskolnikov’a şehir meydanındabağırarak suçunu itiraf etmesini söylemesinin fazla anlamıkalmazdı. Zaten Sonya böylesinin daha etkili olacağını düşündüğüiçin bunu öneriyor. Suçun belirsizleşmesinin, bir romanya da sinema eserinin içine icabında reddedilebilecek şekildekorunaklı bir şekilde yerleştirilmesinin bir faydası olmasaydı,tüm eserleri aynı zamanda bir tür itiraf başyapıtları da olduğusöylenen Dostoyevski’nin eserlerinin de fazla anlamı kalmazdı.Oysa bu romanların sadece Dostoyevski için değil aynı zamandatüm dünyada milyonlarca okuyucu için de müthiş sağaltıcıetkileri olduğunu biliyoruz. Toplumsal ilişkiler, daha önce bahsettiğimizmemurlar arası ilişkiler gibi, kendi eksikliklerimizisaklayıp başkalarınınkini yakalamaya çalışmak üzerine kurulmuştur.İtiraf eden insan, önce belki “yabancı” ya da “alaynesnesi” durumuna düşebilir. Ama bu, daha derin gerçek birilişkinin kapılarını da aralayabilir. İlişki kurulabilecek insanıseçme yöntemidir bir bakıma itiraf, siz itirafı yaparsınız, kimisialay eder, kimisi de gelir size, peşinize düşer. ‘KaramazovKardeşler’de Zosima düelloda havaya ateş ettiğinde ya da genelyargılara göre kendini küçük düşürecek şeyler yaptığında, birsürü insan onunla dalga geçiyor. Ama birkaç gün sonra içlerindenbir kişi bir süre etrafında dolandıktan sonra gelip onabir şey anlatmak istediğini söylüyor. Çünkü Zosima’yı ilişkikurabileceği tek insan olarak görüyor. Sonradan ortaya çıkıyorki meğer o gelen kişi çok sevdiği bir kadını öldürmüş, kimsebilmiyormuş ve yıllardır bunu içinde taşıyormuş. Üstelik toplumiçinde saygın da bir kişi kendisi. Zosima’yı bu olayı anlatabileceğitek kişi olarak kodluyor. Adam günlerce gelip gidiyor,ağzındaki baklayı bir türlü çıkarmıyor, bir türlü söyleyemiyor,sonra birden cesaret edip söylüyor. O noktada kucaklaşıyorlar,ağlaşıyorlar, tipik Dostoyevski sahneleri oluyor, “artık seniniçin çok güzel yeni bir hayat başlayacak” filan deniyor. Son derececoşkulu ve mutlu ayrılıyorlar. Ertesi gün, ya da birkaç günsonra adam tekrar geliyor, ama bir gariplik var. Adam susuyor,çok tuhaf bir şekilde orada oturuyor ve gidiyor bir süre sonra.Çünkü o gece itirafından pişman olmuş, kaldıramayacağınıhissetmiş ve tek tanığı, yani Zosima’yı öldürmeye gelmiş. Amaonu da yapamayıp gidiyor. Tabii Dostoyevski bu sahneyi çeşitlidetaylarla iyice derinleştirmiş.İtirafla yüzleşmeyen insan, insan ilişkilerinde de, kendiyleolan ilişkisinde de belirli bir noktadan öteye geçemez. İtirafkârinsanlara müthiş ilgim vardır. <strong>Film</strong>deki doktorun da biraz


138 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011öyle bir karakter olması gerekiyordu. Ya Zosima gibi eylemlerindebelli bir farklılık ya da kişiliğinin bazı yönlerinde savcınınhikâyesini kendisine anlatmak istemesine neden olacakbirtakım nitelikler barındırması gerekiyordu. Yoksa savcıdurup dururken neden gelip doktora anlatsın ki hikâyesini?Aslında bildiği ama kendini aksine inandırmaya çalıştığı acıverici bir gerçeğe, acısını dindirecek, öyle ya da böyle yeni birformülasyon getirebilecek birine ihtiyacı var savcının. Bir mucizeumuyor. Daha doğrusu iş biraz mucizeye kalmış. Doktorunkişiliğini açık eden, üçüncü çeşme sahnesindeki Arap Aliile konuşmaları, bunların bir kısmına savcının kulak misafiriolması fikirleri buralardan çıktı biraz. Çünkü bizim savcımızda, Zosima’nın peşindeki adam gibi kendi celladını aramaktabiraz. Doktorun soğuk nihilizminin kaynağı biraz da bu gerekliliktearanabilir belki.‘Slow’ (yavaş) sinemadan bahsedelim biraz. ‘Sanat sineması’dedikleri nasıl bir şey, bilmiyorum ben. ‘Slow’ sinema dahaiyi ifade ediyor, sen de seviyorsun sanırım bu kavramı. ‘Yavaşsinema’yı sevmen, biraz da hayattaki tercihlerinle mi ilgili?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: ‘Sanat sineması’ yerine ‘slow sinema’ ifadesinidaha uygun bulduğumu söyleyemem. ‘Yavaşlık’ denen şeyfazla göreceli çünkü. Doğruyu söylemem gerekirse bir filmimiyeni bitirdiğim günlerde biri bana filmimin kurgusunun nasılolduğunu soracak olsa “bu sefer bayağı tempolu oldu” bile diyebilirim.Yaptığım kurgu bana yavaş gelmiyor aslında. Sonrabakıyorum, ‘yavaş’ olarak tanımlanıyor gene. Öyle yazılar çıkıyor.Demek ki benim kendi ritmim öyle. Bana göre sinema butempoda olmalı, ‘yavaş’ demek istemiyorum buna da, öbürlerine‘hızlı’ demek istiyorum daha çok. Hayatı böyle algılıyorum ve butempoda anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Sezgisel olarakkarar verilen, sanki kendi kendine olan şeyler bunlar.‘Yavaş sinema’yla zaman-mekân duygusunun girift bir ilişkisivar mı? Zaman-mekân duygusu tabii ki her zaman çokönemli ama ‘yavaş sinema’da daha da mı önemli? ‘Yavaş’olmayan bir sinema, kuvvetli bir zaman-mekân duygusu yaratabilirmi?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Yaratabileceğine inanmayı tercih ederim. Tamam,belli bir yavaşlık şu anda benim yapmak istediğim sinemaiçin elzem görünüyor. O başka. Ama yine de kendimiz göreceyavaş film yapıyoruz diye ‘yavaşlık’ denen şeye gereğinden fazla


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 139değer atfetmek de istemiyorum. Belli bir gerçekliğe sadece tekbir yoldan ulaşılabileceğini düşünmek istemem. Bir konuda tamemin olmaya başladığımı düşündüğüm sırada birinin çıkıp tamtersinin mümkün olabileceğini gösterdiğini çok gördüm. Bu konulardageri adım atmak zorunda kaldığım çok olmuştur. Tabiiki hızlı bir film de gerçekliğin başka bir boyutunu belki daha iyiyakalayabilir, başka bir montaj şekli farklı bir boyuta ulaşmanınyolu olabilir. Bir filmi iyi yapan nedenler arasında ‘yavaşlık’ denenşey, o kadar da kutsallaştırılacak bir şey olmamalı. Sonuçtafilmin ruhumuzda uyandırdığı etkiye bakmak lazım. O bile birçok değişkene göre o kadar değişebiliyor ki. Bir filmi sabah seyrettiğimdesevebilir, akşam seyrettiğimde sinir olabilirim mesela.Ya da yalnız seyrettiğimde etkilenebilir, eniştemle seyrettiğimdehiç beğenmeyebilirim.<strong>Film</strong>lerinde bir taraftan on dakikalık kesintisiz planlar var,bir taraftan da zaman atlamaları. Son iki filminde de cinayetlerbu zaman atlamalarında gerçekleşiyor, yani gösterilmiyor.Pek çok film tamamen cinayet üzerine kuruluyor amasen cinayeti hiç göstermiyorsun. Acaba bunu, seyircinin ilgisiniolaya değil de başka şeylere çekmek için mi yapıyorsun?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Muhakkak bir şeyler söyleyebilirim amabunları çok da teorize etmek istemiyorum. Ben, bana ne önemligeliyorsa onu gösteriyorum. Demek ki önemli gelmemiş cinayetsahnesi. Çok da derin düşünmüyorum bunları, sezgilerimleyapıyorum. Ama genel olarak söyleyebileceğim şey şu: Hayatın,konvansiyonel sinemanın anlatmaya fazla değer bulmadığı ayrıntılarıbana her zaman daha önemli gelmiştir.Jia Zhang Ke sevdiğin bir yönetmen, aynı zamanda dostun.Şöyle bir cümle yazıyor. “Benim için bir filmin başarısındakibelirleyici etken daima atmosferidir.” Bunu da geçensene Berlinale’nin 60. yılı için Kasaba’yı seçtiğinde yazıyor.Kasaba’yı beğenme sebebi olarak filmin ruh halini ve atmosferiniön plana çıkarıyor. Senin için de bir filmde en önemlişey ruh hali ve atmosfer mi?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Galiba öyle. Çünkü en çok enerjiyi atmosferyaratmaya harcıyorum. Jia Zhang Ke sevdiğim bir yönetmen.Benden çok genç olsa da aynı zamanda başladık sinemaya. İlkfilmlerimizle ikimiz de Berlin <strong>Film</strong> Festivali’nin Forum bölümündeydik.Benim filmimi fark etmiş olması hoşuma gitti çünkü bende en çok onun filmini beğenmiştim orada; kendime göre birta-


140 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011kım benzerlikler de kurmuştum. O da ilk filmini kendi büyüdüğükasabada, küçük bütçeyle çekmişti.Biraz oyunculuk konusuna gelelim istiyorum. Üç Maymun’danitibaren profesyonel oyuncularla çalışmaya başladın. Bununhikâyenin sinemanda daha önemli bir yer tutmaya başlamasıylailgisi var mı?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Amatör oyuncuyla çalışırken diyaloglarınızıoyuncuya uydurmanız lazım. Ama eğer oyuncunun kendiniyazılmış diyaloglara uydurabilmesini istiyorsanız profesyonellerdaha iyi. Amatör oyuncu pek yapamıyor onu. Son filmde senaryoyuçok detaylı yazdık. Diyalogları da. Doğaçlama hissi verenhemen her şey aslında önceden yazılmıştı. Öyle sahneler vardıki, bir tek kelimenin değişmesine bile tahammül edemiyordum.O yüzden profesyonel oyuncuyla çalışmak daha doğru olacaktı.Mesela Uzak’ın başrolündeki Muzaffer Özdemir, çok az diyaloğuvar ya da tipi uyuyor diye mi seçildi?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Evet. Muzaffer’in seçilmesi enteresan oldu.Mahmut karakterinin eski eşiyle konuşma sahnesi vardır, denemeçekimlerini o sahne üzerinden yapıyordum. Bir sürü insandenedim ve bariz şekilde en kötüsü Muzaffer’di. Başka biriniseçtim. Fakat son anda içime bir kuşku geldi, “bu filmde konuşmaaz” diye düşündüm. Seçtiğim oyuncuyu çağırdım, diyalogsuzsahneler üzerinden yeni denemeler çektim ve uygun olmadığınıgördüm. Ne kadar gizlerse gizlesin, içindeki yaşam sevinci biryerden fırlıyordu. Muzaffer’in kendisinde zaten var olan o sıkıntılı,melankolik hali, o bezgin duruşu hiçbir şey yapmasa da zatenkaraktere uygun düşüyordu. Testlerde ve diyalog sahnelerindeiyi olmasa da, tekrar Muzaffer’e döndüm. Diyaloglu sahneleri dehallederiz bir şekilde diye düşündüm. Ama son filmde oyunculardiyaloglarımıza boyun eğsinler, konuşmaları ağızlarına uydurabilsinleristedik.Peki Yavuz Bingöl, Yılmaz Erdoğan gibi oyuncuların baskınstar personaları korkutmadı mı seni?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Hayır. Öyle olmuyor çünkü, bu insanlar zekiinsanlar. Daha ön konuşmada hissediyorsun öyle olmayacağını.Ayrıca bu insanlar benim filmime geldiğinde, piyasada eleştirmekiçin daha büyük bir iştah oluşuyor. Bu tehdit, belki de onlariçin, filmin bir tür “oyunculuk sınavı” niteliğini arttırıyor olabilir.


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 141Bu da sorumluluk duygularının ve disiplinlerinin ikiye katlanmasınabile sebep olabilir.Bu, oyuncunun başarısı mı yoksa yönetmenin başarısı mı?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: İkisinin ortak başarısı muhakkak. Yılmazbenim filmime gelirken nereye geldiğini biliyor. <strong>Film</strong>lerimi ve nasılbir oyunculuk isteyebileceğimi baştan bildiği için hazırlıklıgeliyor bir bakıma. Ayrıca hem tiyatrosunda hem yönetmenlikhayatında yıllardır bir sürü farklı oyuncuyla türlü şekillerde didişmişde bir insan. Doğrusu kısa sürede aramızda leb demedenleblebiyi anlayabileceğimiz bir dil oluştu. Bu rolü oynayacakoyuncunun, hem filmin hikâyesi içinde hem de çekim dışındasette, diğer oyuncuları arkasından sürükleyebilecek, duygusalbir merkez oluşturabilecek belli bir karizmasının olmasını da istiyorduk.O yüzden orada renkli, zeki ve kıvrak, etrafında kolaylıklabir aura oluşturabilecek bir insan olsun istedik.Sahneleri çekerken kronolojiye ne kadar bağlı kalıyorsun?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Olabildiğince bağlı kalıyorum çünkü böylesi,fikir değiştirme şansı sunuyor. Bir sahnede bir şeyi değiştirdiğindebu, ondan sonraki sahnelere de sirayet edebiliyor. Bir sonrakisahneyi önceden çekmiş olmak seni kısıtlayabiliyor. Nasıl kibir romancı yazarken yön değiştirebilir, bu da sana o şansı sunuyor.Ama tabii böyle çalışmak çoğu zaman mümkün olamıyor.Yer yer dublaj da kullanıyorsun. Bu tercihin sebebi nedir?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Tercih etmiyorum, mecbur kalıyorum. Meselakurguda aklıma yeni bir fikir geliyor ya da bazen ses kötüçekilmiş olabiliyor.Dublaj doğallığı zedelemiyor mu?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Hayır. Kaldı ki artık o tip bir doğallığa eskisikadar önem vermiyorum. Doğallık değil, inandırıcılık istiyorum.Ama dublajda her oyuncunun başarısı aynı değil, bazısı iyiyapıyor, bazısı yapamıyor. Yapamayınca kullanmıyorsun. Sonuçtayapılan dublajı mutlaka orijinal sesle karşılaştırıyorsun.Hangisi daha iyiyse onu kullanıyorsun. Mesela Üç Maymun’da,hapisten çıkmış eve dönerken Eyüp oğlunu azarlıyor, o sahneninsesi teknik olarak iyi değildi, araba sesi istediğim düzeyinüstündeydi, saatlerce dublaj yaptım ama ne yaptıysam osahnenin enerjisini taşımadı. Ben de bozuk olsa da kullandım


142 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011orijinal sesi. Çekim sesi iyi olsa bile, ya dublaj bir tık daha iyisonuç verirse? Bu kuşku beni epey dublaj denemelerine itiyor.Ayrıca dublajı o kadar küçümsemeyin, Fellini filmleri baştanaşağıya dublajdır ama beğeniyoruz işte. İtalya’da bütün filmlerdublajlı oynar, altyazı diye bir şey yoktur. Benim filmlerime dedublaj yapıyorlar. Bazen de güzel oluyor. Dublaj da bir beceri,bir yetenek ve İtalyanlar da ustası bu işin. Eski Türk filmlerinisesli çek, hiçbir değerleri kalmaz belki de. O sesler, o melodramyapısına daha çok uyuyor.Ses tasarımının dublajla ilişkisi nedir, bir tercih sebebi olabilirmi? Ses tasarımını önemsiyorsun, dublajın bir katkısıoluyor mu doğru ses tasarımına?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Tabii her şey bir bütün, hepsine ayrı zamanharcanıyor. Önce dublajı yapıp koyuyorsun. Bir yandan diğersesleri. Bu filmde sadece dublajları yerine yerleştirmekle evdekendim 15 gün uğraştım. O kelimeyi oradan buraya koy, o kelimeyidiğer tarafa... Bir cümlenin yarısı gerçek ses, yarısı dublaj,öyle şeyler de var. Çok güzel söylemiş ama bir yerdeki vurguyanlış, ne yapacaksın? Dublaj yapacaksın. O ses, o vurgu uyumsağlayana kadar kalınlaştırıyorsun, inceltiyorsun, sinema böylebir şey. Kulağınızı ya da gözünüzü tırmalayan her bir detayı halletmekzorundasınız bir bakıma. Üşenir yapmazsanız, 20 senede geçse o ses kulağınızı tırmalamaktan vazgeçmez, emin olun.Her şeye müdahale eder düzeltirsiniz. Sonra biri çıkar, ben bunubeğenmedim, bu ses olmamış, miksaj yanlış olmuş, şu bu der. Oayrı konu. Doğal olarak biz onu kendi beğendiğimiz hale getiriyoruz,bizi ikna eden şey tabii ki başkasına ikna edici gelmeyebilir.Başkaları dediğimiz şey homojen bir yapı olmadığına göre, kendimiziikna etmekten başka da yapacak bir şey yok.Mayıs Sıkıntısı ve Kasaba’da, oyunculuğa yaklaşımın RobertBresson’un oyuncularına yaklaşımı gibi geliyor bana.Halbuki Üç Maymun’la birlikte oyunculuk daha çok ön planaçıktı. Buradan düşünerek, senin için o zamanlar oyunculuko kadar da önemli değilmiş diyebilir miyiz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Diyemeyiz, çünkü hep önemliydi. İnandırıcılıkmeselesiyle sıkı sıkıya bağlı bir mesele nasıl önemsiz olsun?İlk filmlerimden beri sette enerjimin çoğu kesinlikle oyuncu yönetiminegider. Oyuncular istediğim gibi tıkır tıkır oynayıverseler,film çekmek ne kolay olurdu diye düşünürüm bazen. Bunlarıoyuncuların yetersizliği anlamında söylemiyorum tabii. Sadece


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 143hayalde canlandırılanın ete kemiğe bürünmesi, ortak bir hissedişeulaşmanın kendine has zor doğasından bahsediyorum. Sonuçtayapmacık ve yapay bir şeyin içinden hayata ait sahici biranlam arayıp duruyorsun. Tabii ki Bresson için de oyunculukmeselesi çok önemliydi sadece oyunculuk anlayışı farklıydı. Obiraz müsamere havasını severdi, son filmlerine doğru daha dasevdi. O havayı elde etmek için çok uğraşırdı. L’argent’ı (1983)düşünün! Bildiğimiz anlamda inandırıcılıkla uğraşmıyor. Onunmeselesi farklı. Çok severim sinemasını o ayrı, ama benim yapmayaçalıştığım şey biraz farklı.İzleyici: İklimler’de başlayan bir dijital sinema maceranız var.Kurgu günlüğünde okuduğumuz üzere son filminizde de epey birşey çekmişsiniz aslında. Bazen “ben filmlerimi bir fotoğraf makinesiylede çekebilirim, hatta tekrar 35 mm’ye de geri dönebilirim”diyorsunuz. Bu iş neden bir türlü çözülemiyor Türkiye’de, nedenyerleşmiyor teknoloji?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Dünyada da aynı, sebebi şu: 35 mm oturmuşbir teknolojiydi, sürpriz yaratmıyordu. Ama günümüzde birfilmden diğerine geldiğinizde dijital teknoloji o kadar değişmiş vegelişmiş oluyor ki bir önceki filmde edindiğiniz deneyimler pekişinize yaramıyor. Yeni olan da daha oturmadığı için sürekli sorunlarçıkıyor. Düşünsenize bütün dijital maceralar 1950’lerdetransistörün bulunmasıyla başladı ve şimdi bu hale geldi; dünyatarihinde şu zamana dek 50-60 yıl içine sıkışmış bu kadar hızlıbir değişim yok. Belki dünyanın normalde bin yılında oluşabilecekbir değişim 50 yıla sıkışmış durumda. Bir Kızılderili reisininölene dek halkına öğretebileceği bir şeyler olurdu. Çünkü dahaçok yaşayan daha çok bilirdi. Şimdinin dedeleri torunlarının gözündeancak maskara olabiliyorlar. Yedi yaşındaki çocuk bileyeni hayatın pratikleri hakkında dedesinden daha çok şey biliyor.Stüdyolar da haklı, o kadar yatırım yapmak kolay değil.Milyon dolar verip aletler alıyorsun, bir yıl sonra hepsi neredeyseantika haline geliyor. 35 mm’ye de dönülebilir dedim çünkü aradaçok da fark kalmadı bir açıdan. Çünkü 35 mm çekilen filmlerde, daha çekilir çekilmez hemen dijital platforma aktarılıyor ve işakışının geri kalanını onlar da dijital platformda geçiriyorlar. Veorada iş akışı hiç değilse oturmuş durumda.İzleyici: Kurgu günlüğünüzde Isabelle Huppert, Picasso’ya daatıfta bulunarak sizin için, “gördüklerinden çok düşündüklerininfilmini yapan insanlardan biri” demiş. Bu tanım hakkında


144 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011siz ne düşünüyorsunuz? Zaman içinde bu konuda durduğunuzyerde bir değişim oldu mu?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Vallahi bilmiyorum, insanın yetkinliği arttıkçadüşünsel olan daha çok devreye girebiliyor galiba, çünküaklınızdakini sinema diline tercüme edecek refleksleriniz de gelişiyorbir bakıma.İzleyici: Bir Zamanlar Anadolu’da filminin son sahnesinde, otopside,kalp sökülürken doktorun yüzüne kan fışkırıyor. Doktorkanın hepsini temizlemiyor ve sol yanağında biraz kan kalıyor.Son sahnede camdan oynayan çocuklara bakarken yüzününkanlı tarafını da gösteriyorsunuz. Onun sebebini soracaktım.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bunu hiç açıklamayayım, o da seyirciyekalsın. Doktor özellikle bırakmıyor bir lekeyi; sadece daha büyükolanı diğerini unutturuyor, küçüğünü hissetmemesine nedenoluyor.İzleyici: Aldığınız bir ödülü Yılmaz Güney’e armağan ettiniz, YılmazGüney sineması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir de bubağlamda, toplumsal olayları sinema aracılığıyla aktarmaya çalışanyönetmenlerle ve politik sinemayla ilgili ne düşünüyorsunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Yılmaz Güney’i severim ben, hakikaten severim.Birtakım fikirlerine bugünden baktığımızda, “şurası şöyleolsaydı, böyle olsaydı” dediğimiz olmaz mı, olur. Ama öyle güçlübir şey var ki, onları görünmez kılıyor, affettiriyor bence. Eskiden“Yılmaz Güney sineması acaba sadece Türk toplumu üzerindemi bu kadar etkili?” diye düşünürdüm. Ama değil... AlejandroGonzález Iñárritu’nun bir röportajını okudum, <strong>Film</strong>maker dergisiydigaliba, “Ben öyle ne yapacağını bilmez şekilde serseri dolaşırkenYol (1982) diye bir filmle karşılaştım, o kadar etkilendimki, sinemacı olmaya karar verdim,” diyordu. Yılmaz Güney’inadını bilmiyor muhtemelen ama filmi unutmamış, çıkmamış aklından.Bunun gibi başka örneklere de rastladım. Demek sadecebu kültürle sınırlı değil etkisi; Güney evrensel olanı, insanın mücadelesiniçok etkili, çok güçlü bir şekilde, inanılmaz sahnelerkurarak anlatmayı başarabilmiş bir sanatçı.İzleyici: <strong>Film</strong>leriniz ulusal ve uluslararası festivallerde birçoködül alsa da gişede aynı başarıyı yakalayamıyor, neden acaba?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Alışkanlıkların dışında, kolay ya da eğlencelikbir seyir sunmayan, izleyiciyi zorlayan filmler için her zaman


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 145böyledir bu, normal bir şey. Ancak bazen bu filmler arka plandasessiz sessiz çalışmayı sürdürürler. Sözgelimi Uzak filmimintüm dünyadaki izlenme sayısı, en fazla iş yapmış Türk filmlerininötesine geçmiş de olabilir belki zaman içinde.İzleyici: Ceset torbası getirilmediği için savcının kızdığı sahne vardı.Onun yerine battaniye kullanılıyordu. Arabadan battaniye çıkmasıbiraz komik değil mi? Ceset torbası yok ama battaniye var.<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Kasabalarda çoğunun bagajında genelliklebir battaniye olur. Bunda şaşacak bir şey yok. Onu bin bir türlüişte kullanırlar. Görsel olarak belli bir mezbeleliğin ve sakilliğinoluşması için battaniye amacımıza daha uygun düşüyordu. Üstelikgerçek olay da battaniyeyle olmuştu. Ancak günümüz realitesindeceset torbasının kullanılmasının daha normal olduğunubiliyorduk. Ceset torbasını istemediğimiz için de, bir diyaloglabu meseleyi halletme yoluna gittik. Bu diyalog, karakterler arasındakiçekişme anlamında da işimize yaradı. Senaryo yazarkenböyle bir taşla iki kuş vurmaya çalışırsınız.İzleyici: Can Dündar’ın Bir Zamanlar Anadolu’da ile ilgili çok güzelbir yazısı vardı. Yazısını “taşra zihniyeti şu an iktidarda” diyebitiriyordu. <strong>Film</strong>inizin, karakterler arasındaki çekişmelerin günümüzdeiktidardaki zihniyeti yansıttığını düşünüyor musunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bence öyle bakmamak lazım. İnsan ruhuorada burada o kadar değişmiyor. O tipte bir insana burada darastlayabilirsin, karakter meselesi bu. Ben taşrayı iyi bilirim, yığınlaakrabam var orada, hepsi birbirinden o kadar farklı ki. Bazılarıvar, buradaki en entelektüel insandan çok daha iyi tanıyor‘insan’ı. Ama bu hepsi de böyle demek değil. Ben insanın biricikliğine,kendi öznel niteliklerine inanıyorum. Ahmet Uluçay neşartlarda yaşadı ama sinema sevgisiyle ne filmler çıkardı ortaya.Hiçbir formülü yok bu işlerin, genellememek lazım.İzleyici: Kimileri sizin 35 yaşınıza kadar pişmeyi, olgunlaşmayıbeklediğinizi, sinemaya bu yüzden geç başladığınızı söylüyor. Budoğru mu?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Yok canım, beklemek ne demek? Tam tersineben de Çağan (Irmak) gibi bu işe genç yaşlarda, enerjimindorukta olduğu zamanlarda başlamayı çok isterdim. Sinema çokenerji gerektiren bir iş ve ben enerjimin her filmde giderek azaldığınıhissediyorum. Her yeni film daha zor geliyor, sen hiçbir


146 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011şey söylemesen de beden bunu söylüyor sana. Milyonlarca beyinhücresi ölüyor her gün. Tabii ki genç yaşta başlasam daha iyiydi.Ama o günlerde video kameralar yoktu, kolay değildi bu işler.İzleyici: Siz ve Zeynep Özbatur Atakan, belki de dünya sinemasınınşu andaki en başarılı yönetmen-yapımcı işbirliklerinden biriiçindesiniz. Siz Koza’dan Uzak’a kadar filmlerinizde kendiniz yapımcısınız,sonrasında kurguda da, başka alanlarda da kendinizigeliştiriyorsunuz ve yapımı bırakıyorsunuz. Bu süreç nasıl gelişti?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Zeynep’e rastlamasaydım belki yönetmenliklebirlikte yapımcılığa devam ediyor olabilirdim. Zeynep’inkarakterindeki belli özellikler olmasaydı bu kadar uyuşmazdık.Birbirimize benzemiyoruz ama bir şekilde birbirimizi hiç rahatsızetmeden bir çalışma yöntemi yaratabildik. Ben kolay bir insandeğilim aslında, bazen çekilmez de olabilirim. Zeynep benimzaaflarıma, eksikliklerime gayet iyi reaksiyon verebilen, onlarımanipüle edebilen, kendine göre hızlı formüller bulabilen bir insan.Bir şekilde bir uyum oluştu gitti aramızda. İlk başladığımızgünden beri ciddi bir sorun da yaşamadık diyebilirim.İzleyici: Şimdiye kadar bütün filmlerinizde doğa ya da çevreninbir unsuru protagonist, hatta antagonist olarak yer aldı. Ormanvardı, deniz kıyısı vardı, bazen kar vardı. Bu filmde de bozkırı görüyoruzesas olarak. Bundan sonraki filmlerinizde farklı bir çevreselunsuru alıp filminize koymak için bir şey seçtiniz mi? İkincisorum, Üç Maymun’da ve son filminizde çok yoğun bir ölüm kokusualıyoruz; morg sahneleri, ölünün sıradanlaşması, bagajdacesedin yanına kavunların konması... Ölüm temasını işlemeyedevam edecek misiniz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bazı yönetmenler “Ne güzel bir deniz feneri,ne güzel kayalıklar, burada bir film çekmeliyim,” der. Benöyle biri değilim. Benim motivasyonum insanlık durumlarıylabaşlıyor, mekân en son sırada. Mekânla ilgili bir takıntım yada enteresan mekân arayışım yok. Üç Maymun’daki evin denizgörüyor olması bile rahatsız etmiştir beni, deniz görmeyen birev bulsam tercih ederdim. Daha hayatın içinden, daha inandırıcıbir mekânda çalışmak, gerekiyorsa buradan güçlü resimlerçıkarmak daha önemli gelir.İkinci sorunuza gelirsek, muhakkak ki hayatın olduğu yerdeölüm de var. Birisi olmadan diğeri de olmaz. Ama kent kültürüiçinde biz ölümü olabildiğince izole etmeye çalışıyoruz; onusaklayarak, görünmez kılmaya çalışarak, unutmaya çalışarak,


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 147tanık olmayarak. Kırsal kesimde ölüm hayatın içindedir. Dünçocuğunun oynadığı hayvanı, bugün kendin kesersin, hep beraberyersin. Uzak’taki başrol oyuncum, kuzenim Mehmet Emin(<strong>Ceylan</strong>) öldüğünde, cenaze törenlerinin ve yüzyıllar içindeoluşmuş bütün o ritüellerin ne kadar önemli olduğunu anladım.Cenazeye kentten gelenler ortalıkta şaşkın şaşkın dolanırken,tüm kasabalılar hatta en fazla acı çeken yakınları bile, bu acıolay karşısında bir tevekkül geliştirebilmiş gibi, ne yapılacağını,hatta ne hissedileceğini, tüm bunlarla nasıl başa çıkılacağınıadeta biliyor gibi görünüyorlardı. Sanki içlerinde bu beklenmedikolayı yerleştirebilecekleri hazır bir bölge var gibiydi. Çünküölüm orada hayattan kentte olduğu kadar kopuk değil. Ölümkarşısında ister istemez birtakım refleksler, acıyı bir nebze deolsa dindirebilecek, sağaltabilecek ritüeller oluşmuş. Bu, ölümleiç içe yaşamaktan gelen bir şey. Orada kurban çoğu zaman,çocukların gözünün önünde kesiliyor. Biz çok sevdiğimiz koyunkesilirken sırıtarak seyrederdik, hatırlıyorum. Panayırlarda çevirmeyaparak yenen kuzular açıkta herkesin gözü önünde kesiliyor.Et yediğin zaman o etin nasıl bir süreçten geçip önünegeldiğini bilerek yiyorsun. En azından yüzleşerek, vicdan muhasebeni,hesaplaşmanı yaparak, sorumluluğunu üstlenerekyiyorsun. Hayvan kapalı kapılar ardında kesilip şık bir tabaktayumuşatılmış olarak önüne geldiğinde, belki yüzleşmektenyırtıyorsun, ama sonra ölümle bir şekilde yüzleştiğinde sudançıkmış balığa dönüyorsun. Ölüm hayattan bu kadar koparılmamalı.Ölüm karşısında gösterilen reaksiyonlar hem insan hemde kültür hakkında çok bilgi taşır ve sonsuz bir çeşitlilik içerir.<strong>Film</strong>imizin ekseninde bir cesedin yer alması, bize bu çeşitliliktenfaydalanma fırsatı sundu. Buradan yola çıkarak insandoğası, giderek bir kültür üzerine ilgimizi çeken konuları tartışmayaçalıştık.İzleyici: Sizin yönetmen olarak değil de belki izleyici olarakavangard diyebileceğimiz, biçim ötesi şeylere bir düşkünlüğünüzvar. Ama konuştuğumuz şeyler de biçimselliğin dışındakalan, insanın iç dünyasıyla ilgili elle tutulur temaları olanşeylerdi. Bir izleyici olarak Türkiye’de hiçbir kalıba uymayan,deneysel filmlerin eksikliğini hissediyor musunuz? ÖzellikleUzakdoğu’dan, Singapur’dan, Filipinler’den, Tayland’dan gelen,insanların bağ kuramadığı tuhaf filmler gibi. Çünkü aslındakendi sinemanızla ilgili anlattığınız şeyler biçimsizlik, deneysellikkalıbına yakın değil ama bir sinema izleyicisi olarak birdüşkünlüğünüz var neredeyse.


148 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Dediğiniz doğru. Bir düşkünlüğüm var. Amabu üzerinde konuşulması daha zor, sofistike bir konu olduğuiçin, bu tip şeyler üzerinde konuşma eylemini, aramızdaki ilişkibelli seviyelere gelmiş çok az sayıdaki dostumla sınırlı tutuyorumdurbelki. Böyle filmlere çok şans tanırım. Ama mayanıntuttuğunu düşündüğüm zamanlar da o kadar sık olmaz. Esasendeğişik bir anlatım biçimiyle karşılaştığımda, filmin o biçimi kullanaraksinemanın henüz ulaşamadığı bakir bir bölgeye ulaşabildiğinihissedersem hayranlık duyarım. Sinemanın daha yapabileceğiçok şey var diye düşünür, umut ve heyecan içinde yoğunbir çalışma arzusu duyarım. Ruhumda bu tür bir heyecan yaratmazsa,o zaman da bu filmlere genellikle sinir olurum. Yapılanlarsnob, özenti ve zorlama gelir. Aradaki çizgiyi tanımlamakkolay değildir. Ama yine de üzerinde konuşmak insanın zihniniaçar, bakışını değiştirebilir, zenginleştirebilir ve iyi bir arkadaşlayapılırsa sabaha kadar da sürebilir. Ne de olsa üzerinde konuştuğunuzşey yeni bir şeydir. Bünyenin kabul etmesi zamanalabilir. Apichatpong Weerasethakul’un Tropical Malady’sinin(2004) ikinci yarısı mesela. Cannes’da yönetmeni tanımadan tesadüfenseyrettiğimde ilk yarıda çıkıp çıkmamak arası tereddütgeçirmekteyken ikinci yarı beni tam anlamıyla yerime çiviledi diyebilirim.İzleyici: Cannes’da Yekta Kopan’la yaptığınız söyleşide, genelolarak filmleri nasıl bulduğunuz sorulduğu zaman dünya sinemasınıngidişatının sizi kaygılandırdığını söylemiştiniz. Ben debu röportajı izlediğimde şunu düşünmüştüm: Dünya sinemasındason on senede hakikaten gerçekliğe sadakatten ve yaşanmış,duyumsanmış olandan bir uzaklaşma var. Hesabı verilemeyenşeyler üzerine zihinsel kurmacalarla ahkam kesmeye yol açanbir söylem ortaya çıkıyor. <strong>Film</strong> seyrettiğinizi fazla hissettirensöylem, insanın kendi karanlık gerçeğiyle yüzleşmesini erteleyendurum mudur sizi kaygılandıran?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Dünya sinemasında rekabet arttıkça dayatmalar,insanı belli tarz film yapmaya zorlayan etmenler de artıyor.Böyle bir ortamda insanın masumiyetini koruması giderekzorlaşıyor. Sinemacıların yoğun bir şekilde bir araya geldiği festivalortamlarında hissettiğim şey, “sinema camiası” denen şeyinkuru bir gürültüden ibaret olduğu ve ilgi çekebilmek için sinemacılarınyola çıktıkları ilkeleri unutup esnemeye fazla hazır olduklarıyönünde. Ama Cannes’da Yekta’yla söyleşi sırasında ifadeetmekte zorlandığım asıl keyifsizlik sinemacıların kendilerinden


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 149çok, ki onlarla fazla da görüştüğüm yok, Cannes’da seyrettiğimfilmlerin kendilerinden geliyordu. Bence dünya sinemasında yaratıcıbir krizin var olduğu bariz bir şekilde hissediliyor. Aslındaepey uzun süredir hissettiğim bir şey bu. Bir tür sanatsal yorgunluk,bir amaçsızlık, mânâsızlık. Bir tür yeni gelişen tekniklere,eğilimlere, modalara ayak uydurma telaşı. Bir çeşit oyunundışında kalmamaya çalışma gayreti. Bir çırpınış. Cannes’da bilegerçek anlamda samimi, iyi bir filme rastlama olasılığı giderekazalmaya başladı. Ozu stüdyo filmi yaptığı halde, gerçekçi filmlerçekiyordu. Bugün böyle bir şey var mı? Bu durum kaygılandırıcıgelmemeli mi? O zamanlar stüdyo sisteminden bile kişisel filmlerçıkabiliyorken, bugün bağımsız sinema denen şey bile gösterişpeşinde -çoğunluktan bahsediyorum. Hakikaten üzücü bir durumvar, zaman çok değişti, kimse derinlikle ilgilenmiyor. Sinemayazarları, çoğu yetersiz, futbol yazar gibi sinema yazıyorlar.Onların özgünlüğün, samimiyetin, değirmenlere kafa tutmanın,eserin karmaşık çok anlamlılığının en önemli avukatları, koruyucularıolmaları gerekmez mi? Onlar da yazılarına tutamaklarsağlıyor diye netliğe, hikâyeye, umut verici final reçetelerine, derinliğikatleden ideolojik bakış açılarına fazla prim veriyorlar. Varoluşsebeplerini her şeyden önce “yaratıcı” ve “cüretkâr” filmlerinvarlığına borçlu olması gereken, başta Cannes <strong>Film</strong> Festivali,sonra Berlin, Venedik... Onların olması gerekmez mi bu filmlerinhuzurevi? Biraz daha cesur olmaları çok mu zor? Gerçi her şeybiraz birbirine bağlı tabii de...İzleyici: Daha mı az cesurlar eskisine göre?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bilemiyorum. Belki bu onların suçu değil.Onlar da eninde sonunda o yıl üretilen filmlerin bir hasadınıyapmak durumunda. Hasat yaparken organik ya da hormonsuzbir ürün fazla gelmezse onların da yapacak fazla şeyi yok.Öte yandan bu festivallerin üzerinde de büyük baskı var. Kendiaralarında da kıyasıya bir yarış. Yarışma bölümünde çok riskalmamaları anlaşılabilir. Bu nedenle daha çok risk alabilecekleriyan bölümleri geliştirmişler. Bu yıl ‘Belirli Bir Bakış’ bölümündegösterilen Arirang mesela. Bu filmi programa almış olmaları yinede önemli. Normalde Antalya <strong>Film</strong> Festivali’ne başvursa almazlardıbu filmi, eminim bundan. Cannes en azından almış... Bilmiyorum,bazen böyle umutsuzluğa kapıldığım oluyor. İnsan etraftabiraz samimi, tribünlere göz kırpmayan, sahici işler görmekistiyor. Bazen de iyi bir şey görüyorsun, yeniden umutlanıyorsun.Karışık duygular bunlar. Andrey Tarkovski Andrei Rublev’i


150 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011(1966) serbest piyasa koşullarında yapabilir miydi, mümkündeğil. Bu sadece o zamanki Sovyetler Birliği’nin kâr-zarar hesabıyapmadan her şeyi seferber etmesiyle yapılması mümkün birfilm. Daha sonra Kurban’ı (Offret, 1986) destekleyen “entelektüel”İsveç <strong>Film</strong> Enstitüsü bile, “filmi kısalt” diye baskı yapıyor. İsveç<strong>Film</strong> Enstitüsü Tarkovski’ye bunu söylerse, Batı’daki serbest piyasakoşullarının neyine güveneceksin? O zaman kendi masumiyetinikoruma görevi kişinin kendine kalıyor. Esasen benimpiyasadan artık fazla beklentim yok. Yalnızlığı bir kader gibi kabullenmişdurumdayım. Uluslararası film camiası denen şeye dehiçbir inancım kalmadı... Fransa’da, Amerika’da orada buradadağıtımcılarım var, onlarla akşam yemekleri yiyoruz bazen. Bunlaren cüretkâr, en ayrıksı filmleri satın alan, geçimlerini, hattavar oluşlarını bunların üzerinden elde eden insanlar. Satın aldıklarıfilmler övüldükçe, kendi yaptıkları film övülmüş kadar dagururlanıyorlar. Ama bunlar bile zaman zaman yakınlık arttıkça,konuşmaların arasına, “daha kolay” filmler çekmem için incemesajlar sıkıştırmadan edemiyorlar. Onlar da eleştirel saygınlıkistedikleri kadar, ya da bunu elde ettikten sonra, ticari başarı daistemeye başlamadan edemiyorlar. Hepsi için konuşmuyorumtabii. Çok idealist olanlarını da görmedim desem yalan olur.<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong>: Ticari sinemanın antitezi olarak <strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong><strong>Ceylan</strong> sineması gösteriliyor. Sen ticari sinema hakkında nedüşünüyorsun?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bu filmler de sinema salonlarının sağlığınıkoruyor en azından. Sinema salonları, laboratuarlar, stüdyolar,büyük paralar, şunlar bunlardan oluşan geniş bir sanayi; seyrikolay, eğlencelik filmler olmadan kendini döndüremez. Formüllerindışında kendi gerçeğini dayatmaya çalışan sanat filmlerinin,kurulu sistemin içinde sürekli başka bir âleme çağrı yapanyarı deli bir “misyoner” gibi var olmaları zorunlu gözüküyor. Nede olsa, doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur. Öte yandanbelki de her şeyin böyle olması daha iyidir, bilemiyorum. Sonuçitibarıyla ticari filmlerin varlığının asıl sebebi bunları seyretmekisteyen insanların varlığının oran olarak çok daha fazla olmasıdır.Bu, kabullenilmesi gereken bir realite. İnsanoğlu geneldekolay ve kendisini kandırmaya yardımcı olanı hemen bağrınabasıp onaylamaya hazır bir yaratık. Kendisinden çok fazlasını dabeklememek lazım. Bir tür “eşyanın tabiatı”. Su her zaman kolaybulduğu yerden akacaktır. Niye akıyor diye suçlayacak da değiliz.Yeni çağın değerleri giderek daha fazla insanı kendine bağlı-


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 151yor ve içsel olandan uzaklaştırıyor. Ticari sinemanın sanatsal yada ahlaki kriterleri olmadığından, olsa da bu kriterler her zamanticari kriterlerin arkasından gelmek durumunda olduğundan,gerçek anlamda samimi ve dürüst bir iş çıkarması düşünülemez.Sözüm ona “gri bölge” diye bir yer hayal edip oraya oynayan,hem ödünsüz kişisel bir film yapıp hem de çok izlenmesi hayaliyleyola çıkan sinemacıları da hiç samimi bulmadığımı söylemeliyim.Böyle bir hesap olsa olsa “ne yardan ne serden vazgeçmek”istemeyen bir niyeti açık ediyor ve bana “açıkça ticari film yapan”zihniyetten daha aşağılık geliyor.Bugüne kadar sinema tarihindeki akımlar hakkında ne düşündüğünedair bir şey okumadım hiçbir yerde, o yüzdensormak istiyorum. Mesela Yeni Dalga, İtalyan Yeni Gerçekçiliği,Dogma gibi akımlar içinde, beğendiklerin var mı?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni ve Yeni Dalga’yıpek sevdiğimi söyleyemem, içlerinde sevdiğim filmler olsa da birakım olarak beni etkilemiş değiller. Zamanında olumlu etkileriolmuş olabilir, o başka. İtalyan Yeni Gerçekçiliği çok şematikgeliyor bana. Milano Mucizesi (Miracolo a Milano, 1951) mesela.Bisiklet Hırsızları’nı (Ladri di biciclette, 1948) yapmış biri bununasıl yapabilir diyorsun. ‘Gerçekçilik’ meselesi benim için ‘sosyalgerçekçilik’ten farklı anlamlar taşıyor. Ayrıca aynılaştırmayeteneğim zayıf, bana farklı geliyor aynı akımdan insanlar.Jean-Luc Godard ile François Truffaut’yu aynı kefeye koymakistemiyorum. Dogma da zorlama bir akım. Tamam, belkibir ihtiyaç onları oraya götürmüştür ama koydukları kurallarmânâsız, didaktik ve zorlama. Zaten kendileri de uymuyor koyduklarıkurallara.İzleyici: Yönetmen kimliğinizi bir kenara bırakarak, bir sinemaseyircisi olarak mı daha iyisiniz yoksa bir okur olarak mı? Bunlardanhangisi günlük hayatta size daha fazla zevk veriyor, kendinizibulmak açısından? Bir de, sevdiğiniz bir yazarın romanınıya da öyküsünü sinemaya aktarmak ister misiniz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Kitap okumayı daha çok severim. Uyarlamayapmaya niyetlendiğim olur, ama tam düşünürken hatta üzerindeçalışırken, başka bir şey, özgün bir fikir ya da hayattan çıkıpgelen başka bir şey beni daha çok tahrik etmeye başlar. Benliğimiele geçirir gider. Böylece uyarlama işi gene yarıda kalır. Amafilmlerimde bölümler, anekdotlar, ayrıntılar düzeyinde edebiyattanfaydalanmalar hep var olmuştur.


152 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011İzleyici: Çok tanınmış, sevilmiş, beğenilmiş bir yönetmen olduğunuziçin salon bulamamak gibi bir sıkıntınız hiç olmayacaktırama yeni çıkan yönetmenlerin kendilerini izletecek salon bulamamasıkonusunda ne düşünüyorsunuz?<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong>: Bu bir problem ama insanlar gitmiyorsa yapacakbir şey yok. Sinema sahipleri zarar etmek için açmıyorlarsalonlarını; esnaf adamlar bunlar, fedakârlık yapmalarını bekleyemeyiz.Bunu ya devlet koruyacak ya da birtakım kurum vekuruluşlar destekleyecek. Sanat sineması için devletin belli birpolitikası olması gerekir. Nasıl baraj yapıyor, suyu istediği yerdenaksın diye bırakmıyor; kültür de böyle bir şey. Fazla serbestkalınca yozlaşmaya meyilli bir şey. Tektipleşmesine, kişiliksizleşmesine,yozlaşmasına karşı bir şeyler yapmak gerekir. Aklıbaşında hemen her ülke ‘yaratıcı’ sinemasını korumak için birşeyler yapıyor. Yapıma olduğu kadar dağıtıma da destek verilmelibelki. Ama sonuçta her filmin gösterime girmesi yine demümkün olmayabilir. Bu filmlerin çoğunun sonu biraz DVD veinternete kayacakmış gibi görünüyor ister istemez. Ben ilk filmimKasaba’yı çekerken böyle şeyleri çok düşünmemiştim. Neolursa olur, o kadar da fark etmez diye düşünüyordum. Zatenkişisel sinema yapmakla uğraşan insanların bu konulara fazlakafa yormalarını çok da doğru bulmuyorum. Yoksa şiirlerinisadece kayalara ve ağaç kabuklarına kazıyarak yazan Hanshangibi Çin şairlerinin de bir anlamı olmadığını kabul etmemiz gerekecek.Öte yandan, öyle ya da böyle, iyi bir filmin kolay kolaygizli kalabileceğine de çok inanmıyorum bu devirde.


<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> 153<strong>Nuri</strong> <strong>Bilge</strong> <strong>Ceylan</strong> kimdir?1959’da İstanbul’da doğdu. Çocukluğu baba memleketi Çanakkale,Yenice’de geçti. 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin ElektrikMühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Lise yıllarında filizlenenfotoğraf merakı, üniversite yıllarında gelişti ve zamanla sinemayapma isteğine dönüştü. İlk kısa filmi Koza’yla 1995’te Cannes<strong>Film</strong> Festivali’ne katılan <strong>Ceylan</strong>, ‘Taşra Üçlemesi’nin son filmiUzak’ın Cannes’da kazandığı Jüri Büyük Ödülü’yle, uluslararasıalanda tanınan bir isim haline geldi. 2009 yılında Cannes’da jüriüyeliği yapan <strong>Ceylan</strong>, son filmi Bir Zamanlar Anadolu’da ile aynıfestivalde bir kez daha Jüri Büyük Ödülü kazandı.<strong>Film</strong>leriKoza (kısa film), 1995Kasaba, 1997Mayıs Sıkıntısı, 1999Uzak, 2002İklimler, 2006Üç Maymun, 2008Bir Zamanlar Anadolu’da, 2011Bazı Ödülleri1998 Berlin <strong>Film</strong> Festivali Caligari Ödülü (Kasaba)1999 İstanbul <strong>Film</strong> Festivali Altın Lale En İyi <strong>Film</strong> Ödülü(Mayıs Sıkıntısı)2003 Cannes <strong>Film</strong> Festivali Jüri Büyük Ödülü (Uzak)2006 Cannes <strong>Film</strong> Festivali FIPRESCI Ödülü (İklimler)2008 Cannes <strong>Film</strong> Festivali En İyi Yönetmen Ödülü (Üç Maymun)2011 Cannes <strong>Film</strong> Festivali Jüri Büyük Ödülü (Bir ZamanlarAnadolu’da)

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!