26.11.2012 Views

XXX BÄ R SAFRANBOLULUNUN PENCERESÄ NE SAFRANBOLU ...

XXX BÄ R SAFRANBOLULUNUN PENCERESÄ NE SAFRANBOLU ...

XXX BÄ R SAFRANBOLULUNUN PENCERESÄ NE SAFRANBOLU ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>XXX</strong><br />

BĠR <strong><strong>SAFRANBOLU</strong>LUNUN</strong> PENCERESĠNE<br />

<strong>SAFRANBOLU</strong> DIġINDA YANSIYANLAR<br />

(DENEMELER - ÖZDEYĠġ DERLEMELERĠ – ANEKDOTLAR - ANILAR)<br />

Geçen bölümlerin tamamında bir Safranbolu’nun penceresinden<br />

Safranbolu anlatılmağa çalıĢılmıĢtır. Bu bölümde pencereyi kapatmadan, Safranbolu<br />

dıĢındaki kimi konularda, bir Safranbolulunun yaĢamı boyunca penceresine yansıyan<br />

ilginç görüntülerden, bu görüntülerden kaynaklanan görüĢlerden ve yaĢanan kimi<br />

olaylara iliĢkin değerlendirmelerden oluĢan çok kısa bir demet sunmak ve bunları ilgi<br />

duyabilecek olanlarla paylaĢmakta yarar olabileceği düĢünülmüĢtür.<br />

“Hayat ileriye doğru yaĢanır; ama geriye<br />

doğru anlaĢılır” derler. Bu satırları, yaĢamı geriye doğru<br />

anlayabileceğim bir dönemde; 70 yaĢıma bastığımın ilk aylarında<br />

yazıyorum. Cahit Sıtkı TARANCI, ünlü Ģiirinde, “YaĢ otuzbeĢ<br />

yolun yarısı eder” demektedir. ġair, yolun tamamını yetmiĢ kabul<br />

eder ve bu dizesi, “YaĢ yetmiĢ, iĢ bitmiĢ” deyiĢine paralel bir<br />

anlam içerir. Ancak iĢ bitmemiĢ, ömür tükenmemiĢ ise,“YaĢ<br />

yetmiĢ ama yol bitmemiĢ/ Sıra uzatmaları mı gelmiĢ?” de<br />

denilmemelidir. Yolun ne zaman biteceği bilinemediği gibi,<br />

uzatmaların ne zaman baĢlayacağı da bilinememektedir.<br />

“Hangi yaĢta olunursa olsun, ölüm erkendir” ( 1 ) denilmesi,<br />

insanın yaradılıĢ özelliğinden kaynaklanan, yaĢama bağlılığını<br />

ve yaĢamdan kopmama isteğini dile getirir. “Hiç ölmeyecek gibi<br />

çalıĢ; yarın ölecekmiĢ gibi ibadet et” özdeyiĢi ise, hem yaĢama<br />

bağlanıĢı ve hem de Tanrı’ya inanıĢı pekiĢtirmeğe yöneliktir.<br />

Ünlü Fransız yazarı Victor HUGO, “Kırk yaĢ gençliğin ihtiyarlığı;<br />

elli yaĢ ihtiyarlığın gençliğidir” demekte ise de; 1885’te, 83<br />

yaĢında ölmesine karĢın, 60 ve 70 yaĢtan söz etmemiĢ<br />

bulunmaktadır. Ancak, HUGO’nun dediği gibi 50 yaĢ ihtiyarlığın<br />

gençliği ise ve yaĢam sürecekse, “niçin 60’lı yaĢlar ihtiyarlığa<br />

hazırlanıĢ, 70’li yaĢlar ihtiyarlığa baĢlangıç ve 80’li yaĢlar da<br />

ihtiyarlığı yaĢayıĢ yılları olmasın?” denilmelidir.<br />

Ancak, nasıl olursa olsun, hep sağlıklı bir yaĢam olsun.<br />

“Her Ģeyin baĢı sağlıktır” diye boĢuna söylenmemiĢ; Kanuni Sultan Süleyman bile,<br />

“Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” demekten kendini alamamıĢ. Önemli<br />

olan herhalde sağlıklı bir yaĢamın yanı sıra, “Baki kalan bu dünyada hoĢ bir sada<br />

imiĢ” diyen Divan ġairi Baki’ye uyarak bu alemden geride hoĢ bir ses, güzel bir eser<br />

bırakarak ayrılabilmektir. Yine herhalde Yahya Kemal BEYATLI’nın; “Ölmek değildir<br />

ömrümüzün en feci iĢi / MüĢkül budur ki ölmeden evvel ölür kiĢi” dizelerinde dile<br />

getirdiği gibi, ölmeden ölünmüĢ olmamalı ve sadece yaĢamıĢ olmakla da kalmamalı;<br />

her yaĢta, “karınca kararınca” hep üreterek ve yararlı olarak yaĢamalıdır<br />

( 1 ) ġair Cemal Süreya; “Her ölüm, erken ölüm”


354<br />

Diğer bölümler gibi, bu bölüm de böyle bir anlayıĢın ürünüdür.<br />

Faydalı olduğuna inandığım bir alıĢkanlığım, defterime çeĢitli yerlerde okuduğum ve<br />

beğendiğim güzel özdeyiĢleri not etmektir. Uzun yıllar içinde biriken bu deyiĢ ve<br />

güzel sözlerin bir kaçından yararlanmak suretiyle, aĢağıda kimi konularda<br />

değerlendirmelerde bulunmağa çalıĢacağım. Tırnak içine alınan, baĢkalarına ait bu<br />

güzel deyiĢlerde, yaĢamın bir çok gerçeğinin en özlü biçimde dile getirilmiĢ olduğunu<br />

ve ilke olarak benimsendiğinde, bunların insana yaĢam boyu doğru davranıĢlar<br />

sergilemesi için yardımcı olabileceğini düĢünüyorum.<br />

ĠNSAN VE TOPLUM<br />

Aristo’ya ait olduğu söylenen ve sık sık yinelenen bir özdeyiĢ<br />

vardır: “Ġnsan sosyal bir varlıktır”. Bununla insanın tek baĢına yaĢayamayacağı, her<br />

zaman hemcinsleriyle bir arada olma, bir baĢka anlatımla, hep toplum içinde yaĢama<br />

zorunda olduğu belirtilmek istenir. Ġnsanın tek baĢına yaĢaması Daniel Defoe’nin<br />

“Robinson Cruzoe”’sinde olduğu gibi ancak romanlarda söz konusu olabilir; o<br />

romanda bile Robinson sığındığı ıssız adada, bir süre sonra çevre adalardan gelen<br />

vahĢi yerlilerle savaĢır; kimilerini öldürür, kimileri kaçar ve aralarından “Cuma”yı esir<br />

alıp, onunla birlikte yaĢar.<br />

Topluluk halinde düzenli ve mutlu bir yaĢamın ön koĢulu, her<br />

insanın, bulunduğu toplumun belirlediği kurallara uymasıdır. Bu kurallar, ya uzun bir<br />

süreç sonunda ortaya çıkan toplumsal örf adetlere iliĢkindir ya da ahlaksal değer<br />

yargılarıdır, bunlara uymayanlar dıĢlanır ve ayıplanır; ya dinsel kurallardır, bunlara<br />

uymamakla günah iĢlenmiĢ olur veya hukuk kurallarıdır, uyulmama halinde ceza ve<br />

tazminat gibi yaptırımlarla karĢılaĢılır. Tarihin ilk çağlarından bu yana, klan ve aĢiret<br />

düzeninden, ulus ve devlet kavramlarının pekiĢtiği günümüze kadar, her toplumda<br />

belirlenen kurallara uyulmasıyla, kaos veya anarĢi denilen toplumsal kargaĢa ve<br />

düzensizliğin önü alınmıĢtır.<br />

Özgürlüklerin sınırsız olmaması da, insanların toplum halinde<br />

yaĢama zorunluluğundan kaynaklanır. Bir insanın içinde bulunduğu kiĢisel özgürlük<br />

çemberinin, diğer insanlara ait özgürlük çemberini kesmemesi; en fazla teğet<br />

olmasının gerektiği söylenirken de, toplumsal düzenin, ancak böylece<br />

sağlanabileceği gerçeği anlatılmak istenir.<br />

Uygar insan, baĢkalarını düĢünen bencil olmayan kiĢidir. Eskiler,<br />

“Hotgam değil, digergam ol” öğüdünde bulunurlar. Hotgam bencil’in, diğergam ise öz<br />

Türkçede “özgecil” adı verilen bencil olmamanın karĢılığıdır.( 2 ) Bencil olmamak,<br />

kiĢisel çıkarları, toplumsal çıkarların önünde tutmamaktır. Cenap ġahabettin, “Tiryaki<br />

Sözleri” adlı kitabında çıkar karĢılığı olarak kullandığı “menfaat” hakkında Ģöyle der:<br />

“Menfaat sandalyeye benzer; baĢının üstünde taĢırsan seni küçültür, ayağının altına<br />

alırsan seni yükseltir.” Çıkarcılık, bencillikle özdeĢtir. “Bencillik, kendini düĢünmek<br />

değil, baĢkalarının da kendisi gibi düĢünmesini istemektir” diye de tanımlanır. Bir<br />

insanın, baĢkalarının da hep kendisi gibi düĢünmesini istemesi, çoğunluk tarafından<br />

konulan ve benimsenen kurallara uymamayı istiyor olmasıdır. Her bireyin böyle<br />

davrandığı durumlarda topluma kuralsızlık egemen olur. Bu yaradılıĢtaki insanlar için,<br />

“Düğüne gider zurna beğenmez, hamama gider kurna beğenmez” de denilir<br />

( 2 ) Melik AġIK, Açık Pencere, Milliyet Gazetesi, 06-07.12.2005


Kurallara uymak, her zaman olagan bir davranıĢ biçimi olarak<br />

kabullenilmelidir. Batı toplumlarında görülen düzenin; güvenli ve rahat yaĢam<br />

koĢullarının temelinde, bizden farklı olarak oralarda, konulan kurallara uymamayı<br />

kimsenin aklının ucundan bile geçirmemesi bulunmaktadır. Ender olsa da, Batı’da<br />

kural dıĢı davranıĢa cüret edebilenlerin hemen “analarından emdikleri sütün<br />

burunlarından getirilmekte” oluĢu, çok önemli caydırıcı bir etmendir.<br />

Ülkemizde ise, ne yazık ki,“Kurallara uymamanın, kural olması” gibi<br />

acı bir tablo ile karĢı karĢıyayız ve bu tablo hemen her alanı kapsar biçimde yıllar geçtikçe<br />

geniĢlemekte; toplumda kurallara uymamayı alıĢkanlık haline getirenler, hem sayısal ve<br />

hem de oransal olarak sürekli artmaktadır. Her ne kadar kurallara uymayanlar kamu<br />

görevlileri tarafından görüldüğünde, haklarında yasal iĢlem yapılsa da, kamu<br />

görevlilerince herkesin her davranıĢının görülmesi ya da hep denetlenmesi<br />

beklenemeyeceğinden, kural dıĢı eylemlerin çok büyük çoğunluğu yasal yaptırımlara konu<br />

olamamaktadır. En düĢündürücü olanı da, ülkemizde kural dıĢılığın toplumsal bir tepki ile<br />

karĢılanmaması; hatta kural dıĢılığın korunmağa çalıĢılmasıdır.<br />

Örneğin “her trafik kuralı uzun deneyimler sonunda, uyulması<br />

gerekli görüldüğü için uygulamaya konulmuĢtur” denilse de, bu gerçeğe büyük bir<br />

çoğunluk kulak tıkamaktadır. Üstelik, trafik kurallarına aykırı davranıĢı nedeniyle bir<br />

sürücü hakkında yasal iĢlem yapılmak istendiğinde, çoğu kez, aracındaki yolcuların<br />

büyük çoğunluğunun sürücüye arka çıkıp, trafik görevlisine tepki gösterdiklerine tanık<br />

olunmaktadır. Araca bir ücret karĢılığı binilmesine ve dolayısıyla araç sürücüsüne<br />

karĢı bir minnet borçlu içinde olunmamasına karĢın, “kimin atına binilirse onun kılıcı<br />

sallanır” sözü burada bile geçerli olabilmekte; Türkiye’nin trafikte çok fazla kayıp<br />

veren bir ülke olduğu hep unutulmaktadır. YaĢanmıĢ Ģu olay çok ilginçtir:<br />

1960 yılında Almanya’ya gidip oraya yerleĢen ve her yıl yaz tatilinde<br />

Türkiye’ye gelen liseden arkadaĢım Salim SOLAKOĞLU, 2000’li yılların baĢlarında<br />

Ankara’dan, tatilini geçireceği yere gitmek üzere bir otobüse biner. Otobüs, Ankara’dan<br />

ayrıldıktan epey sonra, yol üzerinde bir yerde ihtiyaç molası verir; arkadaĢım aĢağıya<br />

indiğinde gözü otobüsün lastiklerine takılır, ön ve arka tüm lastiklerde hiç diĢ kalmamıĢtır,<br />

lastikler “kabak” denilen biçimdedir, üzerindeki yivler, girinti ve çıkıntılar tamamen<br />

aĢınmıĢtır. ġoföre böyle yola devam edilemeyeceğini, lastiklerini değiĢtirmesini söyler, “bir<br />

Ģey olmaz abi” yanıtını alır. Cep telefonundan polisi arar, olayı anlatır, mola bitmeden polis<br />

gelir, otobüsün yola devamını önler. Çaresiz kalan Ģoför, ait olduğu otobüs firması<br />

aracılığıyla yeni lastikler getirtmek zorunda kalır, otobüsün lastikleri değiĢtirilinceye kadar,<br />

doğal olarak birkaç saat geçer. Bu yüzden, otobüs yolcuları, “bizi yolumuzdan alıkoydun”<br />

diye arkadaĢıma çok büyük tepki gösterirler. O ise, Ģoför yerine, kendine yönelik tepkiye<br />

önce ĢaĢırır; sonra Almanya’da değil Türkiye’de olduğunu anımsar.<br />

Böyle bir olayda tepki göstermek yerine, tüm yolcuların lastikleri<br />

teknik gereklere uygun bulunmayan bir otobüsle seyahatin doğuracağı riskten kendilerinin<br />

de zarar göreceğini düĢünmemeleri nasıl açıklanabilir? Bunun eğitimsizlik ve bilinçsizlikten<br />

çok, herhalde sadece kadercilikle bir iliĢkisi kurulabilir. Dilimize yerleĢen “Allah’a emanet”,<br />

“Allah kerim, bir Ģey olmaz” gibi mistik yaklaĢımlar içinde olmak yerine, “en büyük düĢman,<br />

gevĢek bırakılmıĢ bir vidadır” özdeyiĢi ile “eĢeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a<br />

emanet et” sözündeki gerçek unutulmamalıdır. Galileo’nun, “Ġnsana bu mükemmel beyni<br />

veren Tanrı’nın, onun kullanılmasını istemediğine inanmıyorum” sözlerindeki haklılık, asla<br />

göz ardı edilmemeli; kadercilik yerine öncelikle aklın gereklerine uygun davranıĢlar<br />

sergilenmelidir.<br />

355


356<br />

“GüneĢ layık olmayanları da ısıtır” denir; ancak önemli olan<br />

sadece ısınmak değil, o ısıyı hem kendinin ve hem toplumun zararına yol açmayacak<br />

biçimde, hep yararlı alanlarda kullanma alıĢkanlığı içinde olmaktır. Toplumsal<br />

kuralların yanı sıra, insan aklının ve akılla ulaĢılan bilimsel verilerin gösterdiği<br />

biçimde davranmak, hem bireysel ve hem de toplumsal çıkarlar açısından büyük bir<br />

önem ve değer taĢımaktadır.. Burada bir anımdan söz etmek isterim.<br />

Yurt dıĢına ilk kez 30 yaĢımda, Tarım Bakanlığı MüfettiĢiyken bir grup<br />

arkadaĢımla birlikte çıktım. Bilgi ve görgü arttırmak amacına yönelik incelemelerde bulunmak<br />

üzere, federal bir devlet olan Batı Almanya’nın Bavyera eyaleti’nin Tarım Bakanlığı’nın<br />

çağrılısı olarak, Eylül/1967’de Münih’e gittik. Bizi bir ara güneybatı Almanya’da Ġsviçre,<br />

Fransa sınırındaki bir bölgeye götürdüler. Göz alabildiğine her taraf Ģaraplık üzüm bağlarıyla<br />

kaplıydı. BaĢka hiçbir meyve ağacı yoktu; sebze bahçesi de görülmüyordu. Tercüman<br />

aracılığıyla Alman rehbere sordum; “niçin bu bölgede asma dıĢında baĢka bir meyve ağacı<br />

yok veya bağcılık dıĢında küçük de olsa, baĢka bir tarımsal üretim yapılmıyor?”<br />

Rehberin yanıtı Ģöyle oldu: “Bu bölgenin çok uzun yıllar önce toprak<br />

analizleri yapılmıĢtır; meteorolojik değerler uzun yıllar ortalaması olarak bellidir; toprağa ve<br />

iklime iliĢkin verilere göre burada en ekonomik, en verimli tarımsal üretim Ģaraplık üzüm<br />

yetiĢtiriciliğidir”. Buna karĢılık olarak, “öyle olsa da bölge çiftçisi, satmak için değil,<br />

kendisinin ve aile bireylerinin gereksinimi için, evinin önündeki bahçede, dar bir alanda dahi<br />

niçin sebze yetiĢtirmiyor veya birkaç meyve ağacı dikmiyor; burası özgürlüklerin ve kiĢisel<br />

mülkiyet hakkının bulunmadığı komünist rejimle yöneltilen Doğu Almanya olmadığına göre,<br />

çiftçinin dilediği tarımsal faaliyette bulunması nasıl önlenir?” diye sorulduğunda ise, “bu<br />

bölgenin 1839 yılında kadastrosu yapılmıĢtır, asma dıĢında, baĢka bir ürün yetiĢtirilmeye<br />

kalkıĢılırsa, o parsel kime ait ise, o kiĢi, tarımsal destekleme olanaklarından hiç birinden<br />

yararlandırılmaz, kaderiyle baĢ baĢa kalır, böyle bir davranıĢ sergileyecek, kendinin ve<br />

ülkesinin ekonomik çıkarlarını hiçe sayacak, akılsız bir Alman çiftçisi yoktur” .<br />

1839 yılı, bizde Tanzimat Fermanı’nın okunduğu önemli bir yıl<br />

olduğu için, bu tarihi unutmadım. Bu olayın yaĢandığı 1967 yılında Türkiye’de toprak<br />

reformu tartıĢmaları vardı, kutsal mülkiyet hakkının dokunulmazlığı savunulurdu ve o<br />

yılların olanaklarıyla Türkiye’nin kadastrosunun ancak 100 yıl sonra tamamlanacağı<br />

söylenirdi. Nitekim Safranbolu’ya bile kadastro, Belediye olarak gösterilen yoğun<br />

çabalar sonucu, ancak 1975 yılında getirtilebildi, Ġlce merkezinin 10-15 yıl içinde<br />

kadastrosu yapılsa da, köylerin tümünün kadastrosu yıllardır bitirilemedi.<br />

Almanya’dan bu örnek, bilimsel verilere olan saygıyı, konulan<br />

kurallara mutlak uyumu ve toplumsal çıkarlara verilen değeri göstermesi açısından<br />

çok önemlidir; ayrıca niçin kimi ülkelerin çok geliĢmiĢ olduğunun ve kimi ülkelerin de<br />

kaplumbağa hızıyla geliĢme çabası içersinde bulunduğunun nedenlerinden birini<br />

gözler önüne serdiği için çok ilginçtir.<br />

DOSTLUK VE ARKADAġLIK<br />

Toplum yaĢamında dostluk ve arkadaĢlıkların çok önemli bir yeri<br />

vardır. Dostluk ve arkadaĢlıkların oluĢması, çeĢitli nedenlerden kaynaklanabilir.<br />

Ancak en değerli olanlarının mahalle, okul ve askerlik arkadaĢlık ve dostluğu olduğu<br />

söylenir. Ġnsan silosu görümündeki, bugünkü çok katlı apartmanlar ile çok sayıda<br />

bloktan oluĢan sitelerdeki yaĢamın aksine, eski sosyal yaĢantımızda mahalle olgusu<br />

ile mahalle arkadaĢlığının ve özellikle komĢuluğun çok değerli olduğu bilinir.


“Ev alma, komĢu al” sözü, insanın dar zamanında, en yakın<br />

akrabalarından önce, komĢusunun yardım ve ilgisine gereksinim duyacağı gerçeğini<br />

vurgulaması açısından önem taĢır. Sadece komĢuluk değil, günlük yaĢamda, bir çok<br />

kiĢinin, öz kardeĢinden bile önde gelen, çok yakın dostluk ve arkadaĢlıkları vardır.<br />

Kafa yapıları, dünya görüĢleri birbirini benzeyenler dost ve arkadaĢ olurlar. “Söyle<br />

bana dostunu, senin kim olduğunu sana söyleyeyim” denilmesi bundandır.<br />

Hiç kuĢkusuz gerçek dost, iyi gün değil, “kara gün dostu”dur. Bu<br />

nedenle, “Dost sanma Ģanlı vaktinde dost olanı, / Dost bil, gamlı vaktinde elinden<br />

tutanı” beyti, bir gerçeğin özlü biçimde dile getiriliĢidir. “Evrende her Ģey küçük<br />

doğar, zamanla büyür; acı ise büyük doğar, zamanla küçülür” denildiği gibi,<br />

”Sevinçler paylaĢıldıkça büyür, acılar paylaĢıldıkça küçülür” diye de söylenir.<br />

Sevinçler de, acılar da ancak dostlarla paylaĢılabilir. Buna karĢılık, dostların Ģöyle<br />

sınıflandırılması da, yaĢamın bir baĢka gerçeğidir.<br />

“Kimi dostlar ekmek, su gibidir, her gün aranır; kimileri ilaç gibidir,<br />

gerektiğinde ararsın; kimisi hastalık gibidir, gerekirse ararlar; sonuncular da<br />

arandığında bulunamayan Ģemsiye gibidir, yağmur yağınca kaybolurlar” . Herhalde<br />

bu sıralamada, hastalık ya da gerektiğinde bulunamayan Ģemsiye gibi olanları, dost<br />

olarak nitelememek ve dostlar arasında saymamak daha doğru olmak gerekir.<br />

Nitekim, “Dünya malı elde iken, hep düĢmanlar dost olur / Elde<br />

bir Ģey kalmayınca, dost bile düĢman olur” ( 3 ) veya “Altından testi olsa, susuz<br />

çeĢmeden dolmaz / Yiğit ne kadar mert olsa, düĢenin dostu olmaz” ( 4 ) dizelerinde de<br />

özde değil, sözde dostlar ve dostluklar yerilmektedir. Bu arada, “Ay’ı sever batana<br />

kadar, güneĢi sever yakana kadar, beni sever iĢi bitene kadar” dedirtenlerin de<br />

dostluğundan ve arkadaĢlığından söz edilmemelidir.<br />

Mehmet Akif ERSOY da, “Kim kazanmazsa bu dünyada ekmek<br />

parası / Dostunun yüz karası, düĢmanının maskarası” demekte haklıdır; ancak Ģu ya<br />

da bu nedenle güç durumda kalan bir kiĢiyi, “yüz karası” bir durumda bırakmamak<br />

da, gerçek dostların en önemli görevi olmak gerekir. Çünkü gerçek anlamda dostluk<br />

ve arkadaĢlığın, karĢılıklı yardımlaĢma ve dayanıĢmayı gerektirdiği unutulmamalıdır.<br />

Öte yandan, uluslararası iliĢkilerde bir ülkenin, “Dostlarının<br />

dostunu dost; dostlarının düĢmanını düĢman; düĢmanlarının dostlarını düĢman,<br />

düĢmanlarının düĢmanını dost” olarak kabul etmemesi gerektiği söylenir. Bir Ġngiliz<br />

devlet adamının çok bilinen, “Ġngiltere’nin değiĢmez dostları yoktur; değiĢmez<br />

çıkarları vardır” sözü de aynı doğrultudadır. Ancak kiĢisel iliĢkiler için benzer görüĢ ve<br />

yaklaĢımlar tutarlı olamaz. Dostun dostu da, düĢmanın düĢmanı da dost olabilir ve<br />

olmalıdır da; ayrıca yine kiĢisel iliĢkilerde geçerli olan dostluklar da, sürekli<br />

olanlardır.<br />

Aslında hep, sürekli dostlukların, eski dostlukların öneminden ve<br />

erdeminden söz edilir. Eski dostluk, sürdürülen ve eskitilmeyen dostluktur. Ġnsanın<br />

herkesle dost olması beklenemez, evliya da olunsa, “her evliya her adama yaramaz”<br />

denir. Ancak herkesle dost olunmasa da, düĢman da olunmamalıdır. Ömer HAYYAM<br />

Ģu dörtlüğünde ne güzel söylemiĢ: “En doğrusu dosta düĢmana iyilik etmen /<br />

( 3 ) Nail TAN, “Laedri ve Ölçülü Sözler”<br />

( 4 ) Hasan PULUR, Milliyet Gazetesi, 20.06.2002<br />

357


358<br />

Ġyilikseven kötülük edemez zaten / Dostuna kötülük ettin mi düĢmanın olur /<br />

DüĢmanınsa dostun olur iyilik edersen”<br />

Dilimizde “Ben ona iyilik etmedim ki, bana kötülük etsin” diye bir<br />

söz vardır; bundan, her iyilik edenin, iyilik ettiğinden kötülük beklemesinin gerektiği<br />

gibi bir anlam çıkar. Böyle bir genelleme yapılması doğru olmamalıdır; dilimizdeki<br />

“Yap bir iyilik, at denize; balık bilmezse halik bilir“ sözü daha doğrudur ve karĢılık<br />

beklenmeksizin ve kim olursa olsun, dost ya da düĢman iyilik yapılmasını; balık<br />

bilmese de, halik’in (yaratanın), yani Tanrı’nın bileceğine iĢaret edilir. “Hiçbir iyilik<br />

Tanrı katında kaybolmaz” özdeyiĢinde de, iyiliğin değer ve önemi vurgulanır.<br />

Ġyilik yapmakla yeni dostlar kazanılır, ya da eski dostluklar<br />

pekiĢtirilir. Toplum yaĢamında en mutlu insanlar, çok sayıda dostu bulunanlardır.<br />

“Adam, adamıyla, kuĢ kanadıyla havalanır” denir, Adamın adamı, dostlarıdır; dostlar<br />

olmaksızın yaĢamdan hiçbir tat alınmaz. “Yalnızlık Tanrı’ya özgüdür” sözü, çok<br />

doğrudur ve yaĢamaktayken, yaĢamın sonunda olduğu gibi yalnız kalınmamalıdır. Bu<br />

nedenle olsa gerek, Ahmet Muhip DIRANAS, “Ben bir yıldızım” adlı Ģiirinin sonunda<br />

“Ama kalbim çatlayacak yalnızlıkta / Hiç olmazsa bir ayna ver bana, Tanrım!” der.<br />

DOĞRULUK VE GÜVENĠLĠRLĠK<br />

Toplumsal yaĢamda asla göz ardı edilmeyecek çok önemli bir<br />

kural, insanların doğru ve güvenilir bir kiĢilik sahibi olmalarıdır. “Her zaman ak ol, pak<br />

ol / Kabak olma, kavak ol / Yerde sürünür kabak / Göğe yükselir kavak” dizelerindeki<br />

gerçekler ilke edinilmelidir. Hiç kuĢkusuz görünüĢün ak olması ya da ak adı verilmesi<br />

önemli değildir; ak’lık özde olmalıdır. Eski deyimle “zarfa değil, mazrufa bakılmalı”;<br />

zarf değil, zarfın içindeki ak olmalı, pak olmalıdır.<br />

Doğruluk, dürüstlük her insanın sahip olması gerekli en değerli<br />

niteliktir. Bu nitelik, kiĢilerin toplum içinde güvenilir ve saygın bir konumda olmalarını<br />

sağlar. Her ne kadar dilimizdeki “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” ya da<br />

“ Doğru olsan ok gibi / Yabana atarlar seni / Eğri olsan yay gibi / Elde tutarlar seni”<br />

gibi söylemler, ilk bakıĢta doğruluğa karĢıtmıĢ izlenimi vermekte ise de, bu sözleri<br />

aslında, bir olumsuzluğa karĢı gösterilen tepki, eleĢtiri ya da yergi (hiciv) olarak<br />

algılamak gerekir. Nitekim, “Doğruda aç görmedim, eğride tok / Eğri yay elde kalır,<br />

menzil alır doğru ok” denilerek, elde kalan eğri yay’a değil, haklı olarak menzile<br />

giden, yani amaca ulaĢmak üzere yol alan doğru ok’a değer verilir.<br />

“Yılan’dan daha çok, yalan’dan kork” uyarısında bulunulur. Eski<br />

bir sözdür; “Bir Ģeyin Ģuyuu, vukuundan beterdir”, yani bir olayın duyulması, gerçek<br />

olmasından daha kötüdür denir. Çünkü doğrunun ne olduğunun anlatılması ve<br />

anlaĢılması zaman alır; bu arada “ateĢ olmayan yerden duman çıkmaz” diye<br />

düĢünenler de olur. “Her ne kadar güneĢ balçıkla sıvanmaz”, “yalancının mumu<br />

yatsıya kadar yanar” denilse de, haksızlık ortaya çıkıncaya kadar vereceği zarar,<br />

“çamur at, tutmasa da izi kalsın” denilerek anlatılmak istenir. Bu yüzden “doğru<br />

yerinden doğrulana kadar, yalan dünyayı dolanır gelir“ denir ve o nedenle “Allah, kuru<br />

iftiradan saklasın” dileğinde bulunulur.<br />

Ġnsanların, dürüstlüğü ve doğru sözlülüğü ilke edinen, yalan<br />

dolan bilmeyen, hilekarlık sahtekarlık yapmayan, baĢkalarını aldatmayan, baĢkasının


malında gözü olmayan, hakkına rıza gösteren bir kiĢilik sergilemeleri halinde, toplum<br />

olarak kalkınmanın, ilerlemenin önündeki engellerden en önemlisi ortadan kalkmıĢ<br />

olur. Göründüğü gibi olan, ya da olduğu gibi görünen, bir baĢka anlatımla içi dıĢı bir<br />

olan, art niyet taĢımayan, verdiği sözü yerine getiren kiĢilerin büyük çoğunluk<br />

oluĢturduğu bir toplumda ancak, güven ve gönenç içersinde bir yaĢam sürdürülebilir.<br />

Değinilen biçimdeki erdemli davranıĢlar ve bu arada toplumsal<br />

kurallara ve yasalara saygı ve uyum, hiç kuĢkusuz polisiye önlemlerle sağlanamaz.<br />

Bu, herhalde, sosyal ve kültürel bir birikimin sonucudur ve sanırım geliĢmiĢlik ve<br />

uygarlık ölçütüdür. Bu satırları okuyanlarla bir anımı paylaĢmak isterim. Cenap<br />

ġahabettin “Hatıralar, kocayan dimağların koltuk değneğidir” der; anlatacağım anının,<br />

dimağıma olmasa da, görüĢlerime koltuk değneği gibi destek olacağını düĢünürüm.<br />

Yukarda değinmiĢtim; görevli olarak, 1967 yılında Almanya’ya ilk<br />

gidiĢimde ormanlık alanlardaki köylerin tarımsal etkinliklerini ve kalkınma yöntemlerini<br />

incelemek üzere, bizi ayrıca, Karaormanlar denilen bir bölgede, ormanlar içindeki bir köye<br />

götürdüler; kıvrıla kıvrıla uzanan asfalt bir yolla ulaĢtığımız bu köy, hayvancılıkla geçiniyordu,<br />

günde 30 litre dolaylarında süt veren inekleri, etrafı tek sıra bir telle çevrili, orman içindeki<br />

ağaçsız yeĢil alanlara, baĢlarında hiç kimse olmaksızın bırakıyorlar, tele çok düĢük voltajlı<br />

elektrik akımı verdiklerinden, inekler tele dokununca geri çekiliyor ve telli çevrili alanın dıĢına<br />

çıkamıyorlardı. Çok modern ve çok temiz ahırlarda barınan inekler, aynı ahırdaki<br />

makinelerle sağılıyordu.<br />

Bizi gezdiren Alman rehberimiz, sağım sonucu toplanan sütün, her<br />

ahırın içinde ve giriĢ kapısının yanındaki huni gibi ağzı geniĢ bir kaba dökülerek, bu kabın<br />

bir boruyla bağlı olduğu köyün tankına gönderildiğini, ahırdan ne miktar süt çıktığını kapının<br />

dıĢındaki sayacın gösterdiğini, köydeki tüm ahırlarda üretilen ve bu tankta toplanan sütü,<br />

pastörize etmek, peynir ve tereyağı yapmak üzere, aĢağıda dağın eteklerindeki süt<br />

fabrikasının satın aldığını, belirli zamanlarda fabrikanın görevlileri gelip, her ahırdaki sayacın<br />

göstergesini okuyarak ilgililere ödemede bulunduğunu anlattı.<br />

Ahırdaki kaba, süt yerine su dökülürse sayaç fazla gösterir ve haksız<br />

ödemede bulunulmak durumuyla karĢılaĢılır diye düĢünerek, tercümanımız aracılığıyla böyle<br />

olumsuz bir eylemin nasıl önlendiğini sordum. Rehber, “buradan su değil, süt dökülür”<br />

yanıtını verdi. Ben de “süt dökmek yerine, haksız bir kazanç elde etmek amacıyla su<br />

dökmesinin, hangi yöntemle önüne geçildiğini öğrenmek istiyorum” diye sorumu yineledim.<br />

Su ile sütün özgül ağırlığı ile rengi farklıdır; bu sayaç, özgül ağırlığa ya da renge karĢı<br />

duyarlıdır, suyun veya sulandırılmıĢ sütün dökülmesi halinde gerekli uyarıda bulunur veya<br />

çalıĢmaz gibi bir cevap verileceğini umuyordum.<br />

Rehber, tercümanımıza “siz herhalde yanlıĢ çeviri yapıyorsunuz, sudan<br />

değil, sütten bahsediyorum, niçin süt dururken, su dökülsün? Ġneğin memesinden çıkan süt,<br />

pastörize edilmeden içilmez; toplanan süt aĢağıda vadi içindeki fabrikada pastörize<br />

edildikten sonra, bir kısmı içilmek üzere tekrar köye getirilir, süte su katılarak, köyde niçin<br />

sulu süt içilmesine neden olunsun? bu köyün halkı deli değildir.” diye karĢılık verdi.<br />

Tercümanımız, Batı Almanya’nın Freibourg Üniversitesi’nde doktora<br />

yapmıĢ Orman Y.Mühendisi BaĢmüfettiĢ Nurettin ERBĠL’di; çok iyi Almanca biliyordu, çok da<br />

güzel çeviri yapıyordu. Ancak biz, bir Alman’ın böyle bir sahtekarlığı düĢünemeyeceğini<br />

bilemiyorduk; içimizden kimi arkadaĢlar “bizde olsa, her ahırdan gönderilen sütün en az<br />

yarısı su olur”, kimileri de “kaba, hep su dökülür, mevcut süt baĢka yollardan satılır ya da<br />

değerlendirilir; pastörize de neymiĢ denir, süt kaynatılıp içilir” diye söyleniyordu.<br />

359


360<br />

Bu olay, Alman toplumunda denetim olmasa da, önlem alınmasa<br />

da insanların dürüstlükten sapma göstermediğini, hatta böyle bir sapmanın<br />

düĢünülmesinin bile söz konusu olamayacağını öğrenmemizi sağladı. Ancak kendi<br />

ülkemizi düĢünerek hayıflanmamıza da neden oldu, içerledik ve üzüldük.<br />

TOPLUM VE YÖNETĠM<br />

Toplumu yönetenler, o toplumun olabildiğince en seçkin, en<br />

saygın ve en bilgili bireyleri olmalıdır. 2. CumhurbaĢkanımız Ġsmet ĠNÖNÜ, “bir<br />

toplum için en tehlikelisi, bilgisi olmayanların yetkisi olmasıdır” demiĢtir. Acaba her<br />

zaman, en seçkin, saygın ve bilgili olanlar mı toplumu yönetirler? Bu soru, arĢivimde<br />

bulunan bir gazete kupüründe ( 5 ) yer alan aĢağıdaki görüĢlerle yanıtlanabilir.<br />

““Toplumda sosyal elemeyi sağlayan yollardan biri sınav ise, biri<br />

seçimdir. Sınav daha çok akla dayanan, insanın bilgi zeka değerini belirten bir eleme<br />

yoluysa; seçim daha çok sempati, antipati, menfaat gibi duygulara dayanan bir eleme<br />

yoludur. Sınav (imtihan) daha çok öğrenim hayatında, okullarda, üniversitelerde öğrencilerin<br />

kavrayıĢlarını, kafa yapılarını gösteren kesin ve ĢaĢmaz bir ölçüyse, seçim daha çok sosyal<br />

hayatta, sosyal mevkiler için en zekiyi, en bilgiliyi, en layık olanı değil de, menfaat gibi türlü<br />

duygular bakımından en elveriĢli olanı araĢtıran bir elemedir. Atama (tayin) nın da bir çeĢit<br />

seçim olduğunu hatırlatalım. Yalnız bir zümre çoğunluğunun değil de, bir ferdin seçimidir bu.<br />

Kısacası ilkokuldan yüksek öğrenime kadar sınıflar, dereceler sınav yoluyla aĢıldığı halde,<br />

toplumdaki diğer sosyal mevkiler, mertebeler daha çok seçimle olur. Bu bakımdan sosyal<br />

hayatı sınava dayanan öğrenim dünyası ve seçime dayanan sosyal mevkiler dünyası diye<br />

kesin sınırlarla ikiye ayırmak mümkündür. Öğrenimleri boyunca, lise ya da yüksek<br />

öğrenimlerini zar zor güç bela yapabilen okul kaçaklarının, hayattaki sosyal mevkilere, hatta<br />

üniversitelerdeki akademik unvanlara ulaĢmalarına ĢaĢmamalı. Çünkü öğrenim hayatında<br />

ölçü, akıl, zeka; toplumda, memurluk hayatında ölçü, sempati, antipati, sevgi, nefret, dostluk,<br />

düĢmanlık ve hepsinin üstünde menfaatlardır.”<br />

Bu görüĢlerde haklılık payı bulunsa da, tamamına katılmak<br />

olanağı yoktur. Özellikle kiĢilerin, toplumda belirli noktalara ulaĢabilmelerinde<br />

“sempati, antipati, nefret, dostluk, düĢmanlık ve hepsinin üstünde menfaatların” ölçü<br />

olması tartıĢılmak gerekir. Bunlar, hiç kuĢkusuz nesnel (objektif) değil, öznel<br />

(sübjektif) değer yargılarıdır. Ancak bu yargılar, itiraf etmek gerekir ki, ülkemiz<br />

gerçekleriyle örtüĢmüyor da denemez.<br />

Nitekim, Almanya’daki Nazi zulmünden kaçarak II.Dünya SavaĢı<br />

öncesi Türkiye’ye sığınan ve Ġstanbul Üniversitesi Ġktisat Fakültesi’nde görev alan<br />

Prof.Dr. Neumark, da aynı konuda, “Türkiye’nin toplumsal elekleri hep eksileri eleyip,<br />

artıları kalbur üstü yapacağına, artıları eleyip, eksileri kalbur üstü yaptığı için Türkler çağı<br />

yakalayamamıĢtır” demektedir.<br />

Herhalde, “Batı’nın her Ģeyi MaĢallah, Türkiye’de her Ģey inĢallah”<br />

denilmesi de, kalbur altı olmaları gerekenlerin, kalbur üstü olmasından<br />

kaynaklanmaktadır. Çetin ALTAN da, Milliyet Gazetesi’ndeki makalelerinde sık sık,<br />

“Türkiye’de, önemliler değersiz, değerliler önemsizdir” diye yakınır. “Türkiye doğuya doğru<br />

yol alan bir gemidir. Ancak bu gemide bazıları batıya doğru koĢmaktadır” diyen Sakallı<br />

Celal (Filozof Celal YALINIZ) ise, ayrıca “Bizde ilgililer bilgisiz, bilgililer ilgisiz” der.<br />

( 5 ) Bu gazete kupürü Cumhuriyet Gazetesi’ndendir. 1960’lı yıllarda kestiğimi anımsıyorum; ancak<br />

gazetenin tarihini ve yazarını not etmemiĢ olmam önemli bir eksikliktir.


Oysa ki, toplumda değerliler önemli olmalı, ilgililer de bilgisiz<br />

olmamalıdır. Ünlü araĢtırmacı gazeteci Uğur MUMCU, “Bilgi sahibi olmadan fikir<br />

sahibi olunmaz” demekte yerden göğe kadar haklıdır. Bu nedenle ilgililer ve özellikle<br />

yöneticiler bilgili olmalıdır ki, fikir sahibi de olsunlar; toplumu yönetirken sahip<br />

oldukları fikirler kendilerine ıĢık tutsun. “Yönetmek, öngörmektir” denir; doğruları<br />

öngörmek için, doğru fikirlere ve onun için de doğru bilgiye gereksinim vardır.<br />

GörünüĢe asla aldanılmamalıdır. Güzel bir deyiĢ vardır: “Adam<br />

hacı mı olur gitmekle Mekke’ye / EĢek derviĢ mi olur, taĢ taĢımakla tekkeye” . Hacı BektaĢ<br />

Veli de, “Hararet nar’dadır, sacta değildir / Keramet baĢtadır, taçta değildir / Her ne arar<br />

isen, kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’ta değildir” derken, dıĢ görünüĢün ve<br />

sıfatların önemli olmadığına iĢaret eder. Tanzimat Edebiyatı’nın ünlü Ģairi Ziya PaĢa<br />

da, “Bed asla necabet mi verir hiç üniforma / Zerduz palan ursan eĢek niye eĢektir”<br />

(Çirkine asla üniforma, hiç soyluluk vermez / Sırma iĢlemeli semer, eĢeği değiĢtirmez) demek<br />

suretiyle, aynı görüĢü bir baĢka biçimde dile getirir.<br />

DıĢ görünüĢün önemine iĢaret eden sözler de vardır. Örneğin<br />

Cenap ġahabettin, “Bir güzel kıyafet, iyi bir tavsiye mektubu gibidir” derse de, “Ġnsan<br />

kıyafetine göre karĢılanır, bilgisine göre uğurlanır” anlamındaki bir Rus atasözü daha<br />

doğru olmak gerekir.<br />

Bir toplumda öncelikle baĢta politikacılar olmak üzere o toplumu<br />

yönetenlerden ve kamu görevlilerinden, bilgili olmalarının yanı sıra, vatandaĢlarına<br />

karĢı dürüst ve eĢit davranmaları, hep doğruları söylemeleri, eski deyimle “zikri<br />

baĢka, fikri baĢla” yani “söylemi baĢka, eylemi baĢka” olmamaları, yasaları<br />

uygulamada keyfilikten kaçınmaları ve en önemlisi, sahip oldukları kamusal yetkiyi<br />

kötüye kullanarak çıkar sağlamağa kalkıĢmamaları beklenir.<br />

Bir devlet adamının yakın bir tarihteki, “benim memurum iĢini<br />

bilir” biçimindeki talihsiz demeci asla hoĢ görülmemelidir. Ancak dilimizde, “Bal tutan<br />

parmağını yalar”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi deyiĢlerin varlığı da,<br />

yadsınamaz bir gerçektir. Bu sözler, kimi olumsuzlukların ülkemizde benimsendiğinin<br />

göstergesi olarak kabullenilmemelidir. Bu deyiĢlerin, Osmanlı döneminde kamu<br />

görevlerinin, devletin üst yöneticilerine verilen hediye ve rüĢvetlerle elde<br />

edilmesinden ve bu yolla görevlendirilenlerin de hizmet yerine, çıkar sağlamayı<br />

alıĢkanlık haline getirmelerinden kaynaklanarak dilimize yerleĢtiği düĢünülebilir.<br />

Çünkü XVI.yüzyılın ünlü divan Ģairi Fuzuli, kendi kadar ünlü<br />

“ġikayetnamesi”ne ( 6 ), “Selam verdim, rüĢvet değildir diye almadılar, hüküm gösterdim<br />

faydasızdır diye iltifat etmediler” diye baĢlar ve devamla “...Dedim vakıf malının dilediği gibi<br />

kullanılması vebaldir / Dediler akçamız ile satın almıĢız, bize helaldir / Dedim, hesaba alsalar<br />

bu tuttuğunuz yolun fesadı bulunur / Dediler, bu hesap kıyamette sorulur / Dedim dünyada<br />

dahi hesap olur, haberin iĢitmiĢiz / Dediler, ondan dahi korkumuz yoktur, katipleri razı<br />

etmiĢiz...” demektedir.<br />

( 6 ) ġikayetname, Fuzuli’nin, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534’te Bağdat’ı alması nedeniyle, padiĢah<br />

için yazdığı övgü dolu bir kasideden dolayı, kendisine Bağdat vakıflarının gelirinden bağlanan 9 akçe<br />

gündeliğin, Vakıf idaresi’nce ödenmemesi üzerine, Ġstanbul’a NiĢancı Mustafa Çelebi’ye gönderdiği<br />

mektuptur. (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi,Cilt:21, sayfa: 11079)<br />

361


362<br />

Sadece Fuzuli değil, aynı konuda bir baĢka Osmanlı Ģairi, XVII<br />

yüzyılda yaĢayan Nabi de Ģöyle yakınmaktadır: “Vermezdi kimse kimseye ekmek, minnet<br />

olmasa / Hiçbir iĢ görülmez idi, rüĢvet olmasa / Yok karĢılıksız muamele ehli zamanede /<br />

Kimse ibadet etmez idi, cennet olmasa”<br />

Böyle bir devlet düzeninin doğal sonucu, “bal tutan parmağını<br />

yalar” ya da “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”, gibi deyiĢlerin dile yerleĢmesi; bu<br />

deyiĢlere yol açan eylemlerin kanıksanmasıdır. Bal devletinse, o balı tutan parmağını<br />

yalamamalıdır; “devlet malında tüyü bitmemiĢ yetimin hakkı vardır” gerçeği<br />

karĢısında, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” denilmesi bir ironidir; eleĢtiri<br />

anlamında olduğu düĢünülmelidir. Kamu görevlisi, hizmeti karĢılığında kendisine<br />

ödenen, yasal olarak belirlenmiĢ ücreti beğenmeyebilir,: o takdirde “ya bu deveyi<br />

güdecektir, ya bu diyardan gidecektir”. Böyle yapılmayıp, yasal olmayan yollardan<br />

çıkar sağlanmasının olağanlaĢıp, yaygınlaĢması toplumu çöküntüye götürecektir.<br />

“Ġhsan, insanın tuzağıdır” derler; hiç kimse kamu görevlisine ihsanda, yani bağıĢta<br />

bulunmamalı, kamu görevlisi de, bağıĢ kabul ederek tuzağa düĢmemelidir.<br />

“Balık baĢtan kokar” özdeyiĢindeki gerçek asla göz ardı<br />

edilmemeli, özellikle toplumun en üst yöneticileri, herkese örnek olacak nitelikler<br />

taĢımalı ve öncelikle dürüst olmalıdırlar. Yakın tarihte örnekleri görüldüğü gibi,<br />

yöneticiler, astronomik rakamlara ulaĢan mal varlıklarının kaynağı olarak, annenin<br />

çıkınından çıkan dövizleri veya çocuğun düğününde armağan edilen altın takıları<br />

göstermek gibi utanç verici durumlara düĢmemeli ya da mal bildiriminde yer alan yüz<br />

küsur kilo altının, aylıklardan tasarruf suretiyle biriktirildiğini söyleyerek, kargaları dahi<br />

güldürmemelidir. Hesap sorulduğunda da sen beni, ben seni aklayalım denmemelidir.<br />

Ziya PaĢa (1825-1890), ünlü Terkib-i Bend’inde, “Milyonla çalan<br />

mesned-i izzete serefnaz / Bir kaç kuruĢu mürtekibin cay-i kürektir” (Milyonla çalanın<br />

yüce mevkilerde baĢı diktir / Birkaç kuruĢu cebe atanın cezası kürektir) demiĢtir. Aradan 150 yıl<br />

kadar geçtikten sonra, “aynı hamam, aynı tas” görüntülerle karĢılaĢılmamalıdır.<br />

“Orkestra Ģefi ile toplumun Ģefi birbirinden farklıdır; orkestra Ģefi<br />

çalmaz, çaldırır; toplumun Ģefi ise, ne çalar, ne çaldırır” denir. Toplumun Ģefi olan üst<br />

yöneticiler ve özellikle politikacılar için en büyük servet, halka yaptıkları hizmet ve bu<br />

hizmetten kaynaklanan saygınlıktır. “Politikacının unu değil, ünü olmalıdır” denir. Un<br />

maddi, ün manevi servettir; kendinden sonrakilere, sadece hizmetleriyle adını ve<br />

ününü miras bırakan politikacıları toplum unutulmaz; hep adını ve anılarını yadeder.<br />

Vergi dairelerinin duvarlarında,“vergisi ödenmiĢ kazanç kutsaldır”<br />

yazıldığı gibi, ancak yasal yollardan elde edilen servet, kutsal ve saygındır. “Kefenin<br />

cebi yok” ya da “hep senden yukarıdakilere değil , aĢağıdakilere de bak; Ģükretmesini<br />

bil” gibi öğütler, olanla yetinilmesi, kanaatkar olunması amacına yöneliktir. Bu konuda<br />

Ziya PaĢa’nın Ģu beyiti ne kadar doğrudur:“Ya bister-i kemhada, ya viranede can ver<br />

/ Çün bay-ü geda hake beraber girecektir”; (Ġpek döĢekte ya da viranede can versin /<br />

Toprağa beraber girecek fakir ile zengin) Bir baĢka doğrunun da Ģu dizelerde dile getirildiği<br />

unutulmamalıdır: “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülkte<br />

yalan / Var biraz da sen oyalan” ( 7 )<br />

( 7 ) Bu dörtlüğün Yunus Emre’ye ait olduğu söylenirse de, Hasan PULUR, 05.03.2006 tarihli Milliyet<br />

Gazetesi’ndeki “Olaylar ve Ġnsanlar” baĢlıklı köĢesindeki yazısında, Prof. Talat HALMAN’a atfen,<br />

bunun “laedri” (söyleneni belli olmayan, ölçülü ve kafiyeli söz) olduğunu bildirmiĢtir.


Toplumda yöneticilik ve özellikle seçim sonucu, siyasal yollarla<br />

ulaĢılan yöneticilik bir meslek değil, bir görevdir. O görevden ayrılmamak için sürekli<br />

çırpınıĢlar içinde olunmamalı, sonraki kuĢakların önü açılmalıdır. “El elden üstündür”<br />

denir, bunun kanıtlanması ve bu olanaktan yararlanılması için, baĢkalarına da<br />

yöneten olma Ģansı verilmelidir. Ne kadar seçkin ve saygın bir kimlik sahibi olursa<br />

olsun, politikacı, adını ve yüzünü eskitmiĢ ise, artık zamanı geldi deyip görevinden<br />

ayrılmasını bilmelidir.<br />

Güzel bir söz vardır: “Politika bir otobüstür binmeli; son durağa<br />

gelmeden inmesini bilmeli”. Bu kurala uymayanlara, yani son durağa gelmeden<br />

inmeyenlere, önemli sağlık sorunları olan, 2000’li yılların hemen baĢındaki BaĢbakan<br />

Sayın Bülent ECEVĠT ilginç bir örnek oluĢturmaktadır. Bu örneğe karĢın, “Politikanın<br />

sadece giriĢ kapısı vardır, çıkıĢ kapısı yoktur; ölünceye kadar kalınır” diyen Sayın<br />

Süleyman DEMĠREL’e katılmak olanaklı değildir. Çünkü Batı’dan aldığımız<br />

demokrasinin, oradaki yazılı olmayan kurallarına da uyulmalıdır. Bu kurallar gereği,<br />

Batı ülkelerinde siyasal liderler son seçimde, bir önceki seçime göre partileri bir kaç<br />

puan daha az oy alsalar, hemen koltuklarını boĢaltmakta; yeni bir liderle, partinin ve<br />

ülkenin geleceği için, daha büyük ümitler beslenmesine ortam hazırlamaktadırlar.<br />

Türk ulusu için verdiği çok değerli hizmetleri asla göz ardı<br />

edilmemesi gereken, büyük devlet adamı II.CumhurbaĢkanımız Sayın Ġsmet<br />

ĠNÖNÜ’nün, yaĢamının son dönemlerinde damadı Metin TOKER’in gözüyle gören,<br />

eski bakanlardan Kemal SATIR’ın kulağı ile duyan bir konumdayken, partisinin<br />

baĢından kendiliğinden çekilmeyip, 1972 yılındaki parti kurultayında delegelerin<br />

istemeyerek verdikleri oylarla ayrılmak zorunda bırakılması çok üzücü olmuĢtur..<br />

Bir baĢka örnek de Ģöyledir. Hem 1975 yılında Avrupa Güvenlik<br />

ve ĠĢbirliği TeĢkilatı’nın (AGĠT) temel belgesi olan “Helsinki Nihai Senedi”ni ve hem<br />

de bir baĢka önemli belgesi olan “Avrupa Güvenlik ġartı”nı 1999 yılında Türkiye<br />

adına imzalayan Sayın DEMĠREL, her iki belgede de imzası olan Avrupa’nın tek lideri<br />

olmakla övünmüĢ ise de, çeyrek yüzyıl içersinde Avrupa ülkelerinde birkaç kez<br />

siyasal liderler değiĢmesine karĢın, hep aynı lidere bel bağlanır olunması, Türkiye için<br />

hiç de sevinilecek bir husus değildir. Aynı devlet adamımızın “ben BaĢbakanlıktan altı kez<br />

gittim, yedi kez geldim” demesi de, yine bir övünç nedeni olarak değil, Türkiye’ye<br />

özgü, Batı demokrasilerinde rastlanılmayan bir olumsuzluk olarak değerlendirilmelidir.<br />

DenenmiĢi yeniden denemek yerine, aynı ya da farklı siyasal<br />

görüĢten denenmemiĢlere fırsat yaratılmalıdır. Eskiler, “benim oğlum bina ( 8 ) okur,<br />

döner döner yine okur” diyerek, yerinde saymanın olumsuzluğunu dile getirmiĢler.<br />

Uzun yıllar aynı liderde ısrarlı olmak da, döne döne bina okumak gibidir.<br />

Napolyon BONAPART, “Doğu’yu adamlar, batı’yı yasalar yönetir”<br />

derken haklıdır. Burada yönettiği söylenen yasalardan anlaĢılacak olan, iĢ baĢındaki<br />

yöneticilerle iliĢkili olmayan, ülkede geçerli kılınan kurallar ile yönetim sistemi ve<br />

anlayıĢıdır. Nitekim, II.Dünya SavaĢı’ndan sonra gerek Fransa’da ve gerekse<br />

Ġtalya’da, sürekli olarak, çok kısa aralıklarla değiĢen koalisyon hükümetleri iĢbaĢında<br />

olmasına karĢın, o ülkelerin geliĢmesinde ve kalkınmasında hiçbir olumsuzlukla<br />

karĢılaĢılmamıĢtır. Devlet çarkı kurallarına göre, hiç aksatılmadan iĢletilmiĢtir.<br />

( 8 ) “Bina”, Arapça’daki fiillerle ilgili dilbilgisi kitabının adıdır.<br />

363


364<br />

BONAPART’tan iki yüzyıl sonra bile bugün, Doğu’da ve ne yazık<br />

ki, demokratik rejim uygulanan Türkiye’de bile, kuralların ve kurulu düzenin yerine,<br />

belirli ölçülerde olsa da, iĢbaĢında olan kiĢilerin anlayıĢ ve değer yargıları hep ön<br />

planda tutulmaktadır. Ġlginç bir örnek olarak, “vizyon ve misyon sahibi” denilerek,<br />

yakın geçmiĢte kimi çevrelerce yüceltilen ÖZAL’ın, göreve baĢlarken Anayasa’ya<br />

bağlılık yemini etmesine karĢın, “Anayasayı uygulamasak, bir defa delsek ne çıkar”<br />

demesine hayret ve ĢaĢkınlıkla tanık olunmuĢtur.<br />

Doğuda, Japonya ve Hindistan dıĢında, demokratik tek ülke olan<br />

Türkiye’deki seçimlerde, parti programlarına göre değil, parti liderlerine bakılarak oy<br />

kullanılır. Partinin programına değil, liderine umutlar bağlanır. Ancak, çoğu kez yeni<br />

bir lider iktidara geldiğinde, önce “enkaz devraldığı edebiyatı”nı dillendirir, A’dan Z’ye,<br />

kamudaki tüm personel kadrolarına yandaĢlarını atayarak, yönetimde kendine uygun<br />

yeni bir anlayıĢı, yeni bir düzeni egemen kılmak ister.<br />

Bir Bakanlığımızın müsteĢarı Ġngiltere’de görüĢtüğü, aynı<br />

bakanlığın müsteĢarının 18 yıldır görevde olduğunu öğrenince, bu süre içersinde<br />

Ġngiltere’de birkaç kez iktidarın, Muhafazakar Parti ile ĠĢçi Partisi arasında el<br />

değiĢtirdiğini anımsatarak, meslektaĢına nasıl olup da görevine devam ettiğini<br />

sorduğunda, “yeni gelenler aptal mı, bu iĢi en iyi ben biliyorum, niçin benden<br />

yararlanmayıp da, daha az bilenle çalıĢsınlar?” der. Oysa Türkiye’de, soru sahibinin<br />

Bakanlığında, 18 yılda 10 kez müsteĢar değiĢmiĢtir.<br />

Böylece Türkiye’de, her partide eskiyen, yıpranan siyasal liderler<br />

değiĢtirilmezken, tüm teknokratlar ve bürokratlar, alt kademelere varıncaya kadar,<br />

siyasal iktidarın her el değiĢtirmesinde, görevlerinden alınırlar. Bu yüzden devlet<br />

yönetimi deneyimsiz ve birikimsiz ellerde kalır. Oysa “benden olsun da, isterse<br />

çamurdan olsun” denilmemeli, bir Çin atasözündeki gibi, “kedi’nin siyah ya da beyaz<br />

olması değil, fareyi tutması önemlidir” denilebilmelidir.<br />

TOPLUMSAL GELĠġME<br />

Batı ülkeleri “çok geliĢmiĢ” olarak tanımlanırken; doğu ülkeleri,<br />

“geri kalmıĢ” yerine, herhalde ayıp olmasın diye “az geliĢmiĢ” ya da “geliĢmekte olan”<br />

ülkeler olarak adlandırılır. Ne yazık ki, Türkiye’de bunların arasındadır.<br />

Orta öğretim tarih kitaplarında, doğu’nun ve özellikle Ġslam<br />

ülkelerinin, geçmiĢte batı’ya göre her açıdan daha geliĢmiĢ olduğu; örneğin Abbasi<br />

Halifesi Harun ReĢit’in, IX. yüzyılın baĢında Frank Kralı Charlemagne’a (ġarlman)<br />

armağan olarak gönderdiği çalar saatin ĢaĢkınlıkla karĢılandığı, içindeki Ģeytanların<br />

saati çaldırdığının sanıldığı, ayrıca Arapçaya çevrilen eski Yunan düĢünürlerine ait<br />

eserlerin, Ġspanya’daki Endülüs Emevileri’nce Batı’ya ulaĢtırılmasıyla, orada<br />

aydınlanma çağının baĢladığı ve bu arada Osmanlı’nın uzun yıllar Avrupa’da at<br />

koĢturduğu, Viyana kapılarına kadar uzandığı, Barbaros döneminde Akdeniz’in bir<br />

Türk gölü haline getirildiği uzun uzun anlatılır.<br />

Ancak, çalar saat olmasa da, bilimsel ya da teknolojik geliĢme<br />

ürünü hemen her aygıt gibi, elektronik saatin de niçin Batı ülkelerinde yapıldığı veya<br />

Viyana’dan sonra, Anadolu’ya kadar sürekli geri çekilmek zorunda kalan Osmanlı’ya,<br />

son dönemde niçin “Avrupa’nın hasta adamı” denildiğinin üzerinde durulmaz.


Aslında atalarımızla övünürken, “asalet patatese benzer; her<br />

ikisinin de iĢe yarar kısımları toprak altındadır” diyen bir Alman atasözündeki gerçek<br />

göz ardı edilmemelidir. Toprak altındaki ataların geçmiĢte yaptıkları önemlidir; ancak:<br />

onlardan sonra ve özellikle bugün, onlara layık olabilmek çok daha önemlidir. Hiç<br />

unutulmaması gereken de, “Bindiği atı yürütemeyen, kendi yürür” özdeyiĢidir.<br />

Ziya PaĢa, 1871’de Cenevre’de yazdığı “gazel”inde, “Diyarı-ı<br />

küfrü gezdim, beldeler kaĢaneler gördüm / DolaĢtım mülk-i Ġslam’ı, bütün viraneler<br />

gördüm” diyerek, acı acı yakınmaktan kendini alamamıĢtır. Batı ülkeleriyle, Türkiye<br />

arasındaki geliĢmiĢlik farkının nedenlerine iliĢkin olarak, yılların gözlemlerine,<br />

duyulanlara ve okunanlara dayalı olarak Ģu görüĢlere ulaĢılmaktadır. Batı ülkelerinde<br />

yaĢayanlar, asla Türk insanından çok daha zeki, çok daha becerikli değildir. O<br />

ülkelerin geliĢmiĢlikte çok açık ara önde olmaları, özellikle yönetim anlayıĢları, eğitim<br />

düzeyi ve iĢ disiplini alanlarındaki farklı uygulamalarından kaynaklanmaktadır.<br />

Ulusçuluk ve yurtseverlik gibi çok büyük önem ve değer taĢıyan<br />

duygular Türkiye’de daha çok coĢkunluk içinde söylem bazında kalırken, Batı’da<br />

örneğin II.Dünya SavaĢı sonunda harabeye dönmüĢ Almanya’da, Alman iĢçisinin 8<br />

saat çalıĢtıktan sonra, 3 saat süreyle, ülkesinin kalkınması için ücretsiz çalıĢmayı<br />

kabullenmesi, yurtseverliğin eylemsel olarak kanıtlanmasıdır. Türkiye’de ise, özverili<br />

benzer davranıĢlar yerine, her konuda “Devlet Baba”ya el açılmaktadır. Vergi<br />

vermek, askerlik kadar kutsal bir yurttaĢlık görevi olmasına karĢın, ekonomik<br />

etkinlikler kayıt dıĢı bir alanda yoğunluk kazanmaktadır.<br />

Türkiye’de verimsiz ve iĢ disiplininden yoksun denilen Türk<br />

insanının, Almanya’ya iĢçi olarak gittiğinde çalıĢkanlığından ve becerisinden övgü ile<br />

söz edilmesi ilginçtir. Bu, baĢarıya ulaĢmakta, kiĢilerin değil, iĢ yaĢamında uygulanan<br />

yöntemlerin ve örgütlenme modelinin ne kadar önemli olduğunun kanıtıdır. “At<br />

sahibine göre kiĢner”; ya da “At binenin, kılıç kuĢananın” denilmesi boĢuna değildir.<br />

Burada, ünlü hukuk bilgini Profesör Dr. HIRSCH’in “Anılarım-<br />

Kayzer dönemi, Weimar Cumhuriyeti, Atatürk ülkesi”( 9 ) adlı kitabında okuduklarıma<br />

değinmeliyim. Prof.HĠRSCH, Musevi asıllı olup, II.Dünya SavaĢı öncesi Nazi<br />

zulmünden Türkiye’ye sığınan Alman bilim adamlarındandır. Ġstanbul ve Ankara<br />

Üniversitelerinin Hukuk Fakültelerinde öğretim üyeliği yapmıĢtır. Türkiye’de özellikle<br />

Ticaret Hukuku alanında “hocaların hocası” konumundadır. 29.06.1956 tarihli, 6762<br />

sayılı Türk Ticaret Kanunu’muzu da hazırlamıĢtır.<br />

Anılarını, üç bölümde toplamıĢ bulunan Pof. HIRSCH’in, Hitler<br />

öncesinde Almanya’daki çocukluk, öğrencilik ve gençlik yıllarına iliĢkin anıları, Alman<br />

toplumundaki sosyal ve ekonomik iliĢkilerin ne kadar etkin kurallara bağlandığını,<br />

ticaretle iĢtigal eden bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak ne kadar özen ve dikkatle<br />

yetiĢtirildiğini, ne kadar ciddi bir eğitim gördüğünü, Almanya’da hukuk öğreniminin ve<br />

yargıçlığın ne kadar çetin uğraĢ ve sınavlara konu olduğunu gözler önüne seren ve<br />

merakla okunan çok ilginç anekdotlar içermektedir. Bu kitap okunduktan sonra;<br />

Batı ülkeleri ile Türkiye arasında, her alanda varolan uçurumun<br />

nerelerden kaynaklandığı sorusuna, Alman sosyal yaĢamında ve eğitim sisteminde<br />

uygulanan ilke ve kuralları öğrenerek, örneğin Almanya’da bir hukukçunun nasıl yetiĢtirildiğini<br />

( 9 ) Ernest E. HIRSCH, Anılarım, TUBĠTAK Popüler Bilim Kitapları 45, Ankara 2000, 5. Basım<br />

365


366<br />

anlayarak ve bu arada 1950 öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler ile daha sonrakileri<br />

karĢılaĢtırarak en doğru yanıtlar, çok kolaylıkla bulunabilmektedir. Almanya’nın geliĢmiĢliğinin<br />

temelinde çalıĢmanın, üretmenin, önce kendine ve ailesine, sonra ülkesine yararlı olmak için<br />

çırpınmanın bulunduğu ve bunun değiĢmez bir ilke edinildiği anlaĢılmaktadır.<br />

Bu nedenlerle anılan kitaptan, yıllar önce çok sayıda satın alarak<br />

arkadaĢlarıma armağan etmekten kendimi alamadım. Bizim ülkemizde ise, değinilen<br />

ilkelerin yerine, “salla baĢını, al maaĢını” ya da “çalıĢma, kaçma, karıĢma” gibi<br />

tekerlemelerin dilimize yerleĢtiğini anımsayarak hayıflanmamak elde değil. Bu arada<br />

ayrıca Ģu anıyı da paylaĢmak gerekir. Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken,<br />

1960’lı yılların ortalarında, Prof.HIRSCH’in tekrar Türkiye’ye geldiği ve bir konferans<br />

vereceğini öğrendim. Prof.HIRSCH, konferans salonuna, fakülte’de dekanlık da<br />

yapan öğretim üyelerinden Prof.Dr. Kudret AYĠTER’le birlikte girdi ve konferans<br />

baĢlamadan önce Prof. AYĠTER anımsayabildiğim kadarıyla Ģunları söyledi:<br />

“Roma Hukuku kürsüsünde hocamın asistanıydım. Fakültede mesai,<br />

her gün 09.00-17.00 saatleri arasındaydı; ancak, görevime saat 09.00’da geldiğimde<br />

hocamın gelmiĢ ve çalıĢmakta olduğunu görürdüm. Hocadan sonra gelmenin yakıĢıksız<br />

olacağını düĢünerek, önce saat 08.30’da, sonra saat 08.00’de gelmeğe baĢladım, her<br />

seferinde hocamı yine gelmiĢ ve hep çalıĢıyor buluyordum. Çaresiz saat 07.30’da geldim;<br />

baktım hocam yine benden önce gelmiĢ, çalıĢmalarına çoktan baĢlamıĢ. Ne yazık ki saat<br />

07.30’dan daha erken fakülte’ye gelemedim. YaĢamım boyunca çok konuda baĢarılı<br />

oldum; sadece değerli hocamdan daha önce göreve gelebilmekte, asla baĢarılı olamadım”<br />

Bu anlatılan olay, 1940’lı yıllardadır ve o sıralar yılların profesörü<br />

olmasına ve yabancı bir ülkede bulunmasına karĢın, kendi ülkesi için varını yoğunu<br />

ortaya koyan bir yurtsever gibi Prof.HIRSCH’in yoğun bir çalıĢma temposu içinde<br />

olması ve hukuk öğrenimi gören Türk gençlerine yararlı olmak için çırpınması dikkat<br />

çekicidir. Bunun hiç kuĢkusuz, çalıĢma yaĢamıyla ilgili Almanya’da uygulanan etik<br />

kuralların yanı sıra, iĢ disiplini ve görev anlayıĢıyla çok yakın iliĢkisi vardır.<br />

Prof.HIRSCH’in yukarda sözü geçen “Anılar” kitabında yer alan, çok ilginç bir olaya<br />

da bu arada değinmekte yarar olacaktır.<br />

Ankara Hukuk Fakültesinde, 1945 yılı yaz dönemi sınavlarının yapıldığı<br />

günlerden birinde, Fakülte Dekanı Prof.Dr.Sabri ġakir ANSAY, telaĢ ve heyecan içersinde<br />

Prof. HIRSCH’in odasına girer ve elindeki bir kağıdı sallayarak “olamaz, bu kağıda nasıl olur<br />

da (3) verirsiniz, bu BaĢbakan’ın oğlunun yazılı kağıdıdır, geçer not almalıdır; notu 7’ye<br />

yükseltin” der. Prof. HIRSCH, “kimin oğlu olduğuna göre değil, kağıtta yazılanlara göre not<br />

veririm “ diyerek Dekanın istemini geri çevirir.<br />

Bu olayla ilgili olarak Ģu gerçek de bilinmelidir: Kitabında anlattığına<br />

göre Prof.HIRSCH Türkiye’ye geldiğinde, önce Ġstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi<br />

olur; on yıl kadar sonra, Ankara Hukuk Fakültesi’nde görevlendirildiğinde, o sırada Türk<br />

vatandaĢlığına geçmiĢ bulunduğundan, yabancı uyruklu profesörlere sözleĢme gereği<br />

verilen yüksek ücret artık kendisine ödenemez. Bu nedenle Ankara’da eline çok az para<br />

geçmeğe baĢlar. Bu sorun, konuya özel ilgi ve anlayıĢ gösteren dönemin BaĢbakanı ġükrü<br />

SARAÇOĞLU’nun ( 10 ), Ankara ile Ġstanbul’da ödenen aylıklar arasındaki farkın, örtülü<br />

ödenek’ten karĢılanmasını uygun görmesiyle çözüme kavuĢturulur. Yazılı kağıdına (3)<br />

verilen öğrenci, iĢte böyle bir BaĢbakan’ın oğludur.<br />

( 10 ) Cumhuriyet döneminde Milli Eğitim, Maliye, Adalet ve DıĢiĢleri Bakanlıklarında bulunmuĢ daha<br />

sonra 1942-1946 yıllarında BaĢbakan’lık yapmıĢtır. 1990’lı yılların T.C.Merkez Bankası BaĢkanı<br />

RüĢtü SARAÇOĞLU’nun dedesidir. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün eski baĢkanlarındandır.


Aradan çok kısa bir süre geçer; o yıl 24 Temmuz Lozan günü Hukuk<br />

Fakültesi’nde kutlanacaktır. Toplantıya BaĢbakan ġükrü SARAÇOĞLU da gelir ve salonun<br />

ön sıralarında bir koltuğa oturur oturmaz, Prof.HIRSCH’i görür, hemen yanına gider. Oğluna<br />

ne yapması gerektiğini gösterdiği için Profesöre teĢekkür eder, güz sınavında hayal<br />

kırıklığına uğratmayacağından emin olunmasını, teĢekkürlerini yineleyerek bildirir.<br />

Toplantı biter, Fakülte Dekanı Prof.ANSAY telaĢla, Prof. HIRSCH’in<br />

yanına koĢar; “BaĢbakan ne dedi” diye sorar, teĢekkür ettiği yanıtını alınca ĢaĢırır. Daha<br />

sonra Dekan Prof.Dr Sabri ġakir ANSAY’ın, kendi öz oğlunu fakülteyi bitirince, yanına<br />

asistan olarak verdiği de, Prof. HIRSCH’in anılarında ayrıca yer alır. ( 11 )<br />

Bu olayda, not vermede hatır gönül dinlemeyen, adam<br />

kayırmayan bir hocanın ödün vermeyen tutumu kadar, onun bu tutumundan asla<br />

rahatsız olmayan bir BaĢbakanın sergilediği anlayıĢ da alkıĢlanmağa değerdir. Çünkü<br />

bir toplumun geleceğinin aydınlık olması, iyi yetiĢtirilmiĢ, üstün nitelikli genç kuĢaklara<br />

sahip olmayı gerektirir. Almanya’da öğrenim çağındaki gençler, geleceğin Almanya’sı<br />

düĢünülerek nasıl yetiĢtiriliyorsa, Türk gençlerini de aynı anlayıĢla yetiĢtirmek isteyen<br />

Prof.HIRCH’in anlatılan olaydaki tutumu, belki çok daha fazla alkıĢlanmalıdır.<br />

BaĢbakan ġükrü SARAÇOĞLU’nun gösterdiği davranıĢ, hiç<br />

kuĢkusuz Cumhuriyet’in ilk dönemindeki devlet adamlarımızın genel anlayıĢ ve<br />

yaklaĢımlarını göstermesi açısından, örnek alınacak bir anlam ve içeriktedir. Zaten<br />

genç Cumhuriyet, BaĢbakan Sükrü SARAÇOĞLU benzeri Milli Eğitim Bakanları<br />

Mustafa Necati, ReĢit Galip, Hasan Ali YÜCEL; Adalet Bakanı Mahmut Esat<br />

BOZKURT gibi gençlerle büyük atılımlar gerçekleĢtirmiĢtir. Onlar ATATÜRK ilke ve<br />

devrimlerinin yılmaz savunucuları ve uygulayıcılarıdır. Ulu önder ATATÜRK’ün<br />

büyüklüğü; çağın çok gerisinde bırakılmıĢ bir toplumu, XX. yüzyılın baĢlarında,<br />

aydınlanmanın yapı taĢlarıyla, yani akılla ve bilimle buluĢturmasından kaynaklanır.<br />

Osmanlı döneminde akla, bilime, bilimsel gerçeklere önem ve<br />

değer verilmez, toplum, sürekli dinsel doğmalara göre yönetilmek istenir. Örneğin,<br />

PadiĢah III.Murat döneminde (1574-1595), padiĢahın hocası Saadettin Efendi’nin de<br />

desteğiyle, Arap asıllı bilgin Takiyeddin Efendi’nin, Ġstanbul-Tophane’de kurduğu<br />

gözlemevinde (rasathane), gökyüzü incelenerek Tanrı’nın iĢine karıĢıldığı iddiasında<br />

bulunulur. 1577’de kuyruklu yıldız görülmesi ve 1578’deki veba salgınının<br />

baĢlaması gibi uğursuzluklara neden olduğu gerekçesiyle, ġeyhülislam Ahmet<br />

ġemsettin Efendi’nin fetvasıyla, gözlemevini Kaptan-ı Derya Kılıç Ali PaĢa , 1580’de<br />

topa tutup yıkar; yenisi ancak 331 yıl sonra 1911’de Ġstanbul-Kandilli’de kurulabilir.( 12 )<br />

Bir baĢka örnek de Ģudur: Bir baĢka Murat’ın, IV.Murat’ın<br />

padiĢahlığı döneminde (1623-1640), bir baĢka bilgin, Hezarfen Ahmet Çelebi,<br />

vücuduna büyük kanatlar takarak Ġstanbul’da Galata Kulesi’nden atlayıp, rüzgarın da<br />

yardımıyla uçarak, Üsküdar’daki Doğancılar düzlüğüne iner. Ancak, bu buluĢu çok<br />

tehlikeli görülerek, devletin baĢına dert açacak baĢka iĢler de becerebileceği<br />

korkusuyla, Hezarfen Cezayir’e sürülür. Bilime ve bilime adamına düĢman bu<br />

anlayıĢlar nedeniyle matbaa bile, Osmanlı ülkesine, bulunuĢundan 278 yıl sonra,<br />

ancak Macar asıllı bir dönme olan Ġbrahim Müteferrika sayesinde girebilir.<br />

( 11 ) Ernest HIRCH, (a.g.e) Sayfa: 310-311 ve 332-333<br />

( 12 ) Prof.Dr.Fatma ESĠN, “Takiyeddin’den Takiyyeye...,” ve Arif ÇAVDAR , “Ġrtica Tehlikesi Vardır”,<br />

Cumhuriyet Gazetesi, 02.01.2004 ve 04.03.2007<br />

367


368<br />

Ancak bilim ve teknikteki kimi geliĢmelerin, matbaa örneğinde<br />

olduğu gibi Osmanlılarca geç de olsa benimsenmesi de yeterli olamamıĢtır. Çünkü,<br />

kafa yapısı ve düĢünce sistemi değiĢtirilememiĢtir. Nitekim, Prof. Halil ĠNANCIK, Türk<br />

Tarih Kurumu’nun dergisi Belleten’de 1988’de yayınlanan “Atatürk ve Türkiye’nin<br />

ModernleĢmesi” baĢlıklı makalesinde, modernleĢmeyi çağdaĢlaĢma anlamında<br />

kullanır ve ATATÜRK’e kadar modernleĢmenin yalnız teknikte ve usullerde mümkün<br />

ve arzu edilir bir Ģey olduğunun düĢünüldüğüne; aslında modernleĢmede hayat<br />

görüĢü ve insan davranıĢındaki değiĢmenin çok daha önemli olduğuna değinerek,<br />

ATATÜRK’ün baĢarısının ve haklılığının buradan kaynaklandığını açıklar.<br />

Gerçekten, 1683 Viyana bozgunu sonrası 1699 Karlofça ve daha<br />

sonraki 1718 Pasarofça AntlaĢmalarının ağır koĢullarının ĢaĢkınlığı ve hatta ezikliği<br />

içersinde Osmanlı devlet adamları, sürekli yenilgilerin nedenlerini araĢtırmıĢlar,<br />

ellerindeki harp araç ve gereçlerinin yetersizliğini görmüĢler, Avrupa’dan getirttikleri<br />

uzman subayların bilgilerinden yararlanmıĢlar, teknoloji transfer etmeye çalıĢmıĢlar,<br />

ülke yönetiminde görev alacak asker ve sivil kiĢileri yetiĢtirecek Batıdaki örneklerine<br />

uygun okulları da, Batılı öğretmenlerin yönetiminde açmıĢlar; 1839’da Tanzimat,<br />

1856’da Islahat fermanlarını okumuĢlar, Batının kanunlarını da almıĢlar ve nihayet<br />

MeĢrutiyetin 1876’da birincisini, 1908’de ikincisini ilan etmiĢler, ama yenilgilerin ve<br />

gerilemelerin önünü bir türlü alamamıĢlardır.<br />

Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa isyanları, yeniçeri<br />

ayaklanmaları, PadiĢah III.Selim’in katli, din elden gidiyor yaygaraları, Ģeriat isteriz<br />

avazeleri, 31 Mart vakaları ve benzerleri yenileĢmedeki baĢarısızlıklara neden<br />

gösterilmek istenir. Oysa bunlar, neden değil doğal sonuçlardır. Çünkü maddi<br />

unsurlardaki değiĢmeyle yetinilmiĢtir. Batının sadece teknolojisinin ülkeye getirilmesi<br />

yeterli görülmüĢ; yenileĢme uzun bir zamana yayılmak istenilmiĢ; yönetimde, yaĢam<br />

biçiminde ve düĢünce bazında değiĢme ise, asla söz konusu edilmemiĢ ve koruyucu<br />

kimliğindeki kimi devletlerin bastırmasıyla, Müslüman olmayan azınlıklara yönelik<br />

iyileĢtirmeler, hep ön planda tutulmuĢtur.<br />

Atatürk’ün baĢlattığı atılımlar ise, toplumun bütününü kucaklayıp,<br />

toplum yaĢamının her alanını kapsamıĢtır. En önemlisi rasyonalisttir, yani akılcıdır ve<br />

kısa sürede sonuç alabilmek için de radikaldir, yani köktencidir. Bu sayede geri<br />

bırakılmıĢ bir toplum, çok kısa zamanda geliĢmiĢlik yolunda hızla ilerlemeğe<br />

baĢlamıĢ, dünün “hasta adamı”, saygın bir devlet konumuna yükselmiĢtir.<br />

ATATÜRK ĠLKE VE DEVRĠMLERĠ<br />

Napolyon’un, “Ġmposible n’est pas Français - Ġmkansız Fransızca<br />

değildir” dediği söylenir. Atatürk’ün sözlüğünde de, “imkansız” sözcüğünün yeri<br />

olmadığı söylenebilir. Atatürk, imkansızlıkları ilke ve devrimleriyle aĢmasını bilmiĢtir.<br />

Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik olarak bilinen<br />

Atatürk ilkeleri ve bu ilkeleri yaĢama geçirmek için yapılan ve bunların uygulandığı<br />

alanları oluĢturan Atatürk devrimleri birer araçtır; bu araçlarla ulaĢılmak istenilen<br />

baĢlıca iki hedef vardır. Biri ulus bilinci, diğeri çağdaĢlaĢmadır.<br />

O dönemin sözcükleriyle, ATATÜRK’ün “asrileĢme” olarak<br />

adlandırdığı çağdaĢlaĢma, toplumsal geliĢmenin olmazsa olmaz koĢuludur.


Tarihte Türk adını alarak kurulan ilk Türk devleti Göktürk’lerdir.<br />

Göktürk Devletinden 1.300 küsur yıl sonra, Türk adını taĢıyan ikinci devleti, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’ni Atatürk kurmuĢtur. Tarihte gelmiĢ geçmiĢ en büyük Türk milliyetçisi<br />

ve Türk olmakla övünen; ilk devlet adamı Atatürk’tür. “Türk öğün, çalıĢ, güven”<br />

diyerek ve Onuncu Yıl Söylevinde de “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti<br />

çalıĢkandır. Türk milleti zekidir” diye inançla, çoĢkuyla seslenerek ulusuna övünç ve<br />

güven duygusu kazandıran ilk Türk önderi de Atatürk’tür.<br />

Osmanlı döneminde ülke, vatan değil, “Memaliki Osmaniyye”<br />

denilerek Osmanlı hanedanının mülkü sayılırdı. Haçlı seferlerinden beri “Türkiya”<br />

olarak adlandırılmasına karĢın, Osmanlıların, “güneĢin doğduğu yer” anlamındaki<br />

eski Grekçe adı Anatolie’den galat olarak “Anadolu” dediği yarımada ile Doğu Trakya,<br />

ancak Atatürk’le birlikte, Türklerin vatanı olmuĢ ve Türkiye adını almıĢtır.Tarihçi<br />

Prof.Dr. Ġlber ORTAYLI, XII. yüzyıldan sonra “...yurdumuzun adını Turchia veya<br />

Turkmenya diye Cenevizli ve Venedikli tacirler koydular” demektedir ( 13 ).<br />

Osmanlı döneminde Türkler, devletin sahibi ve asıl ögesi olmak<br />

bir tarafa, müslüman olmayan azınlıklar kadar bile önemsenmemiĢlerdir. Osmanlı<br />

nazarında Araplar “kavmi necip”, yani soylu bir toplumdur. Türkler ise, “Etrakı<br />

biidrak”, idrakten yoksun, yani bilinçsiz olarak nitelendirilmektedir. Bu arada, bir<br />

Fransız yazarı olan Rene Pinon da, alay edercesine “Osmanlı Ġmparatorluğu’nda<br />

herkes için bir yer vardır; Türkler için bile” diyebilmektedir.( 14 )<br />

Kimilerinin, XVII.Yüzyılın büyük divan Ģairi,ünlü hiciv (yergi) üstadı<br />

diyerek yere göğe sığdıramadığı Nef’i ise, “Türk’e hak, çeĢme-i irfanı haram etmiĢtir”;<br />

yani Tanrı, Türk’e bilme, anlama, kavrama kaynağını yasaklamıĢtır demesinin yanı<br />

sıra; padiĢah IV.Murat’ın emriyle Topkapı sarayı’nın odunluğuna boğdurulmaya<br />

götürülürken bile, celladını “bre cahil Türk” diye aĢağılayabilmektedir. ( 15 )<br />

Osmanlı döneminde Türkler, kaba ve iĢe yaramaz bir kavimdir.<br />

Türk sözcüğü hakaret anlamı taĢır. YüzbaĢı Selahattin anılarında, 1910 yılında<br />

arkadaĢı Rahmi “sen nesin” diye sorduğunda sırasıyla harbiye talebesi, Osmanlı ve<br />

Müslüman olduğu yanıtını verdiğinden, “hayır sen her Ģeyden önce Türk’sün”<br />

karĢılığını alınca da, yalnız köylülere Türk dendiğini hatırladığından söz eder. Daha<br />

sonra YüzbaĢı Selahattin, okuduğu kitapların ve görüĢtüğü arkadaĢların etkisiyle bir<br />

yandan Türk, öbür yandan Türkçü olur. Ancak bundan kime söz etse, herkes, “Sen<br />

Türk ol, benim aptal ve sersem olmaya niyetim yok” diyerek baĢını çevirir. ( 16 )<br />

Bir baĢka örnek, Falih Rıfkı ATAY’dan verilebilir. ( 17 ) ATAY<br />

askerliğini, 1.Dünya SavaĢı’nda, Ġttihat Terakki’nin Enver ve Talat PaĢa’lardan sonra<br />

en güçlü üçüncü ismi Cemal PaĢa’nın emir subayı olarak yapmıĢtır. Bu göreviyle<br />

ilgili anılarını topladığı kitabında, ġam ve Halep’in önde gelen ailelerinin Türk kökenli<br />

olduğunu, ancak Suriye, Filistin ve Hicaz’da, “Siz Türk müsünüz” sorusuna, sanki<br />

aĢağılanmıĢcasına “Estağfurullah” yanıtının verildiğini bildirmektedir.<br />

( 13 ) Milliyet Pazar 13.08.2006<br />

( 14 ) Hasan PULUR, Olaylar ve Ġnsanlar-Turancılık, Ziya Gökalp, Milliyet Gazetesi, 08.03.2007<br />

( 15 ) Çetin ALTAN, Milliyet Gazetesi, 14.10.2005<br />

( 16 ) Ġlhan SELÇUK, YüzbaĢı Selahattin’in Romanı, 1.Kitap, ÇağdaĢ Yayınları, Sayfa: 28,29<br />

( 17 ) Falih Rıfkı ATAY, Zeytindağı, BateĢ Atatürk dizisi, Ġstanbul 1981, Sayfa: 39-40<br />

369


370<br />

Benzer olaylara, 55-60 yıl önceleri Safranbolu’da da tanık<br />

olunurdu. Çocukluk dönemimde köylülere, “ulan koca Türk” denilmesi ve<br />

Safranbolu’da Cumartesi günleri kurulan pazara gelen köylü yurttaĢlar nedeniyle<br />

çarĢı içinin çok kalabalık olmasından dolayı, Cumartesi günleri öğleyin paydos edilen<br />

okuldan çıkar çıkmaz, hiç oyalanmadan hemen eve gelmelerinin, çocuklara büyükleri<br />

tarafından, “bugün Pazar, Türkler azar” denilerek tembihlenmesi, hiç unutamadığım<br />

anılarımdandır. Unutamamamın nedeni, okulda “Ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk<br />

dünyaya bedeldir” özdeyiĢleri ve Onuncu yıl marĢının “Türküz, Cumhuriyetin<br />

göğsümüz tunç siperi; / Türk’e durmak yaraĢmaz, Türk önde Türk ileri” dizeleri<br />

öğretilirken; okul dıĢında Türklere iliĢkin olarak büyüklerden duyulanların büyük bir<br />

çeliĢki oluĢturmasındandır.<br />

Osmanlı döneminde Türklere, devlet yönetiminde etkin görevler<br />

verilmemiĢ; Yeniçeri ocağına ve devlet adamlarının yetiĢtirildiği saraydaki Enderun<br />

okuluna Türkler değil, gayrimüslim devĢirmeler alınmıĢtır. PadiĢah anası valide<br />

sultanlar ise, bir önceki padiĢahın Türk olmayan cariyelerindendir. Türk kökenli<br />

sadrazam Çandarlı Halil PaĢa’nın, 1453’de katlinden sonra, Sadrazamlığa genellikle,<br />

Türk kökenli olanlar atanmamıĢ; sadrazamlar gibi vezirler de hep devĢirmeler<br />

arasından seçilmiĢtir.Osmanlı’nın 235 sadrazamından 150’si devĢirmedir.<br />

Osmanlı sadece Türkleri değil, Türkçeyi de hor görür. Resmi<br />

yazıĢmalar ile Osmanlı Ģairlerinin divan Ģiirleri Arapca ve Farsca sözcük, deyim ve<br />

tamlamalardan oluĢtuğu için, bunları Türk halkı anlamaz.. Oysa, “aĢık” denilen, “halk<br />

ozanı” olarak bilinen kiĢilerin, örneğin Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun, Pir Sultan<br />

Abdal’ın, Yunus Emre’nin Ģiirlerindeki Türkçe ne kadar güzeldir.( 18 )<br />

( 18 ) Aynı güzelliği, halk ozanlarının Ģiirlerdeki benzetmeleri, deyiĢleri, yakıĢtırmaları ve abartılı sözleri,<br />

yıllar sonra, yedeksubaylığım sırasında, vatani görevini yapan erlerin yazdığı mektuplarda da gördüm.<br />

Er mektupları okunup, zarfın üstüne “er mektubudur, görülmüĢtür” denilip, subaylarca imzalandıktan<br />

sonra ücretsiz olarak postaya verilir. Ġlginç olanı mektupların tamamında hemen hemen aynı hitapların,<br />

sözcüklerin ve tekerlemelerin yer almasıdır. Sadece gönderilen kiĢi ve onun aracılığıyla selamların<br />

iletilmesi istenilen kiĢilerin adları değiĢiktir. Nöbetçi subay olduğum 07 Mart 1961 Salı gecesi,<br />

Hasankale (Erzurum-Pasinler)’de okuduğum üç beĢ mektuptan derlediğim ve her mektupta çok sık<br />

karĢılaĢılan kliĢeleĢmiĢ cümlelerden oluĢan bir mektup örneği sunuyorum. “Yüksek bir Türk gencinin<br />

huzuru alisine takdimdir. Ey benim değerli, aslan yürekli, sağlam ciğerli, badem Ģekerli, her türlü<br />

halden anlayan, bin altın kıymetinde, yedi batman kuvvetinde, dokuz amerikan arĢınında, canlar<br />

danesi, dolaplar faresi, bülbül yumurtası, canımın ortası, sayın, değerli, kıymetli arkadaĢım Bay .....<br />

efendi, Evvela kalbimin en derin köĢesinden, gül suyu ĢiĢesinden, her günkü neĢemden sarıp<br />

sakladığım selamları sunar, menekĢe yapılı, esans kokulu, sol kolunda altın saat takılı yumuĢak<br />

ellerinden sıkarım. Ey benim deruni dilden, canı gönülden çok sevdiğim, gözümün nuru, ciğerimin<br />

köĢesi, gözümün önünde sabah yıldızı gibi parlayan, cennetimin gülü, hasretimin bülbülü, dağların<br />

neĢesi, ovaların menekĢesi arkadaĢım, nasılsın. Kırdaki dikeni, güldeki dikeni, gemideki yelkeni,<br />

uçaktaki dümeni, çayır çimeni, seni, beni, kızlardaki teni yaratan, mukaddes Allah’a seni emanet<br />

ederim. Sen de ben arkadaĢından sual edecek olursan Ģu kıymetsiz mektubumun ilk ve son satırına<br />

kadar hamdolsun bedenim sağlam ve sıhhattedir.. Ey benim selam değerli, bazen kederli, geceleri<br />

rüyamdan, gündüzleri hayalimden ve hiç bir vakit aklımdan ve hatırımdan çıkmayan, genç kızlar<br />

düĢmanı arkadaĢım orada ne havadisler varsa bana bildir. Burada yaramaz havadis yoktur.<br />

Mektubuma istemeyerek son verirken çok selam ile ol iki kara gözlerinden teker teker öper,kardan<br />

beyaz, soğuktan ayaz ellerinden bir gonca gül gibi sıkarım”. Sonra çok uzun bir selam bölümü baĢlar;<br />

eĢiktekinden beĢiktekine kadar herkese selam gönderilir ve mektubun sonuna da, sinema filmlerinde ve kimi<br />

hikaye ve romanlarda olduğu gibi, çok büyük harflerle “son” diye yazılır. Bazılarında kuĢ resmi vardır<br />

ve altında “Haydi kuĢum uğurlar olsun / Dağlar taĢlar yolun olsun / Bu mektubumu götürmezsen / Ġki<br />

gözün kör olsun” kıtası yer alır.


Osmanlı için, Türk tarihi de ilgi alanı dıĢındadır; tarih Ġslamiyetle<br />

baĢlatılır ve sadece Ġslam tarihi öğretilir. Osmanlı için önemli olan dinsel birliği ifade<br />

eden “ümmet” kavramıdır. Oysa, aynı ümmetten olmanın hiç bir anlam taĢımadığı,<br />

Birinci Dünya SavaĢı’nda SüveyĢ’te, Yemen’de, Irak’ta, Ġngilizlere karĢı müslüman<br />

topraklarını savunan ve Hicaz’daki kutsal mekanları koruyan Türkleri, Arapların<br />

Ġngilizlerle birlik olup arkalarından vurmalarıyla çok acı bir biçimde kanıtlanmıĢtır.<br />

Günümüzde, 2000’li yıllarda bile, Irak’ta da, Amerikan iĢgalinden sonra sünni ve Ģii<br />

Müslümanların acımasızca birbirlerini katlettiklerini tanık olunmaktadır..<br />

Bu gerçeklerin ıĢığında, Atatürk ilkeleri açısından, uluslaĢma,<br />

toplumun “ümmet” anlayıĢına göre değil; ortak kültüre, ortak çıkarlara ve geçmiĢ<br />

ortak birikimlere dayalı bir toplum olarak yapılaĢması ve dinsel kurallara göre değil,<br />

ulusal çıkarlara göre yönetilmesidir. Ümmet anlayıĢı yerine, millet anlayıĢını egemen<br />

kılmaktır. Atatürk milliyetçiliği, son yılların “Türk-Ġslam Sentezi” ile de asla<br />

bağdaĢtırılamaz. 21.06.1987 tarihli Cumhuriyet gazetesi’ndeki yazısında ünlü<br />

hukukçu Ord.Prof.Dr.Hıfzı Veldet VELĠDEDEOĞLU; “Türk-Ġslam Sentezi Kuramı, Atatürk<br />

Milliyetçiliğini Arap Ümmetçiliği içinde boğup yok etmek amacıyla kurulmuĢ bir tuzaktır.<br />

Ġslamlık bir din olduğu için, Türklük Ġslamlığı yutamaz, ama Ġslamlık Türklüğü - eski<br />

dönemlerde olduğu gibi - diliyle, kültürüyle, değiĢmez mistik kurallarıyla er geç yutup yok<br />

eder“ demektedir. Bu nedenlerle, son yıllarda insan hakları savunucusu, liberal<br />

geçinen kimi aydınların, ulusalcılığa ver yansın ederken, devlet yönetiminde dinsel<br />

ögelerin egemen kılınmasına ve ılımlı Ġslam modeli arayıĢlarına karĢı sessiz kalıp,<br />

“Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur" diyebilmelerine ĢaĢırmamak elde değildir.<br />

Aslında, ulusalcılığın ve ulusal devlet döneminin sona erdiği,<br />

günümüzde küreselleĢmenin söz konusu olduğu etkin bir çevre tarafından ileri<br />

sürülüyor olsa da, bunun bir kandırmaca olduğu iyi bilinmelidir. Dünyanın dört bir<br />

tarafına kök salmıĢ uluslararası sermaye gruplarının, özellikle ekonomik açıdan<br />

sorunları olan ülkelerdeki sistemli çalıĢmaları sonucunda, “küreselleĢme” yandaĢları<br />

artmaktadır. Bunlar, ne yazık ki uygulanmak istenilen ekonomik ablukanın ve üniter<br />

değil, federatif bir devlet yapısı da öngörülerek, “böl ve yönet” ilkesine iĢlerlik<br />

kazandırılmak istendiğinin ayırdında olmayanlardır. Ülkelerin asker gücüyle iĢgalinin<br />

yerini, günümüzde ekonomik hegemonya ve baskının almıĢ olduğunu bilmeyenlerdir.<br />

Oysa, dünyada da, Ģu ünlü Avrupa Birliği içinde de, ulusalcılığın<br />

da, ulus devletin de, hala tüm kurum ve kurallarıyla geçerliliğini koruduğuna her<br />

fırsatta, tanık olunmaktadır ve olunmaya da, hiç kuĢkusuz devam edilecektir. Irkçı<br />

ve kafatasçı olmayan ulusalcılık, saygıya layıktır. Atatürk’ün milliyetçilik ilkesinin en<br />

önemli özelliği de ırkçı ve kafatasçı olmamasıdır. Atatürk ulusalcılığı, Misakimilli<br />

sınırları içinde ulusal birliği amaçlar; bu sınırlar dıĢındaki soydaĢlarla tarihsel ve<br />

kültürel iliĢkileri devam ettirmeyi hedefler.<br />

Atatürk kendi el yazısıyla kaleme aldığı “Medeni Bilgiler<br />

Kitabı”nda; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” der.<br />

Atatürk’e göre etnik köken önemli değildir; mutluluk için Türk olmak değil, Türküm<br />

demek yeterlidir. Ulus anlayıĢında asıl olan, ne dindir, ne dildir, ne ırktır; önemli olan<br />

ortak geçmiĢtir, ortak değer yargılarıdır ve ortak kültürel bağlardır. Bu görüĢler, yakın<br />

zamanlarda tanık olunduğu üzere, Türkiye’nin üniter devlet olarak kalmak yerine,<br />

federasyonu da düĢünmesi gerektiğini söyleyen ve 1923’te kurulan devletin adı<br />

Türkiye Cumhuriyeti değil, “Anadolu Cumhuriyeti” olmalıydı diyebilen; “Türk” yerine,<br />

“Türkiyeli” sözcüğünü öneren, “Türkiye, Türklerindir demek de ne oluyor” diyen,<br />

371


372<br />

Türklüğü “alt kimlik” düzeyine indirgeyen, aralarında ne yazık ki Türkiye’nin en üst<br />

yöneticilerinin de bulunduğu kimilerine en güzel yanıtı oluĢturur.<br />

Atatürk ilke ve devrimlerinin ulusalcılık yanında, ikinci ve en<br />

büyük hedefi çağdaĢlaĢmadır. ÇağdaĢlaĢma, ulusallaĢmayı de kapsayacak biçimde<br />

geniĢ bir anlam taĢır. Çünkü çağdaĢ devletler, aynı zamanda ulusal devletlerdir.<br />

Atatürk ilkelerinin gerekliliği ve geçerliliği uygulandığı dönemle<br />

sınırlı değildir. Çünkü bu ilkeler değiĢmez, değiĢtirilemez kurallar içermemektedir;<br />

bilime ve akla dayanmaktadır, doğrudan doğruya hiçbir “izm”le iliĢkili değildir, tabu<br />

değildir, doğma hiç değildir; donmuĢ, kalıplaĢmıĢ nitelikleri yoktur. Aksine, hep<br />

yenilenmeyi, yeniden gözden geçirilmeyi öngörür; durgun bir su değil, akan bir<br />

ırmaktır; yaĢam denizine her an yeni sular taĢır. Heraklit’in, “Ġnsan aynı ırmakta iki<br />

kez yıkanmaz” diyerek, yaĢamdaki sürekli değiĢimi anımsatması gibi, Atatürk<br />

ilkelerinden devrimcilik de, değiĢen toplumsal koĢullar ve anlayıĢlar ile teknik<br />

geliĢmelerin yaĢam biçimine yansıtılmasını ve dolayısıyla çağdaĢlığı amaçlar. Bu<br />

açıdan, Atatürk’ün devletçilik ilkesi bile, kamu yararına uygun olmak koĢuluyla,<br />

bugünün özelleĢtirme anlayıĢıyla bir çeliĢki oluĢturmaz.<br />

Atatürk’ün Cumhuriyetçilik ilkesiyle, egemenlik bir hanedandan<br />

alınıp, ulusa verilmekle, toplum yönetimi çağdaĢlaĢtırılmıĢtır. Atatürk Cumhuriyeti<br />

demokrasiye yönelmesi ve halkçılık ilkesi gereği, dikta yönetiminin değil, halk<br />

yönetiminin ilke ve kurallarını egemen kılması nedeniyle çağdaĢtır. Atatürk, kendi el<br />

yazısıyla hazırladığı ”Medeni Bilgiler Kitabı”nda, “demokrasi prensibinin, en asri ve<br />

mantıki tatbikini temin eden hükümet Ģekli Cumhuriyet’tir” ve ayrıca “demokrasi<br />

prensibi hakimiyetin millette olduğunu, baĢka yerde olamayacağını iltizam eder” diye<br />

görüĢlerini açıklarken, demokrasi sözcüğünden sonra, parantez içinde halkçılık<br />

sözcüğüne yer verdiği görülmekte ve halkçılık ilkesiyle, çağdaĢ bir yönetim biçimi<br />

olan demokrasiyi benimsediği anlaĢılmaktadır.<br />

Hiç kuĢkusuz çağdaĢlaĢmanın ve dolayısıyla Atatürk’ün çok<br />

önemli bir ilkesi de laikliktir. Laiklik ilkesiyle, toplumda dinin baskı altına alınmaması,<br />

ama dinin de, toplumsal bir baskı aracı olmaması amaçlanır. Anayasamızın 24.<br />

maddesinde düzenlenen laikliğin özü budur. Yakın zamanlarda kimilerinin laikliğin<br />

yeniden tanımlanmasına iliĢkin istemleri, laikliği sadece din ve vicdan özgürlüğüyle<br />

sınırlandırıp, özünden uzaklaĢarak, içini boĢaltmaktan baĢka bir Ģey değildir.<br />

Laiklik ilkesi, Türkiye’de önce egemenliğin dinsel kaynaklı değil,<br />

ulusta olduğunun duyurulması ve kabul ettirilmesiyle uygulama alanı bulmuĢtur.<br />

Daha Cumhuriyet kurulmadan Erzurum ve Sıvas Kongrelerinde “milli irade”den söz<br />

edilmesi, egemenliğin kaynağının laikleĢtirilmesidir. Sonra saltanatın ve hilafetin<br />

kaldırılması ise, Devletin laikleĢtirilmesidir. Bunların hemen ardından hukuk<br />

laikleĢtirilmiĢtir. Hukukun laikleĢmesiyle, devlet yönetiminde ve bireysel iliĢkilerde<br />

değiĢtirilemez bilinen kurallar yürürlükten kaldırılmıĢ; Türk insanı, Tanrı’nın<br />

yeryüzündeki gölgesi sayılan. PadiĢahın kulu değil, Cumhuriyetin, hak ve<br />

özgürlüklerle donatılmıĢ yurttaĢı olunmuĢtur.<br />

Hukukun laikleĢtirilmesi, sosyal yaĢamın laikleĢtirilmesini de<br />

beraberinde getirmiĢtir; kadın hakları gündeme gelmiĢ; kadınlar, toplumda erkeklerle<br />

eĢit bir statüye kavuĢarak, çağdaĢ bir konum kazanmıĢtır. Seçme ve seçilme hakkı


tanınmıĢtır. Prof.Dr. Turhan FEYZĠOĞLU, eski dönemde “Anne olarak, eĢ olarak, kız ve<br />

kızkardeĢ olarak kalplerimizde o kadar sevgi duyduğumuz insanların kanunlarla hor<br />

görülmesi çok yanlıĢtı.” derken ( 19 ) çok haklıdır. Bu yanlıĢlığı çok daha önceden , Ziya<br />

GÖKALP de; “Bu mahluklar (yaratıklar) nasıl hakir (değersiz) olur Ģer’in (dinselin) gözünde?/<br />

Bir yanlıĢlık var mutlaka müfessirin (yorumcunun) sözünde” dizeleriyle dile getirmiĢtir.<br />

YanlıĢlıklara, 1926’da Medeni Kanun son vermiĢ; laik ve çağdaĢ<br />

bir yurttaĢlık yasasına kavuĢulmuĢ, yurttaĢlara çağdaĢ haklar tanınmıĢtır. YurttaĢın<br />

çağdaĢlaĢtırılması için, eğitimin çağdaĢlaĢtırılması gereği de göz ardı edilmemiĢtir.<br />

Medresede nakle dayalı, okulda akla dayalı bilimlere göre yapılan eğitimin ortaya<br />

çıkardığı sorunları sona erdirmede, Öğretim Birliği Yasası öncü olmuĢtur. Kıyafet<br />

devrimi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, yeni Türk harflerinin, uluslararası rakam,<br />

ölçü ve tartıların kabulü de çağdaĢlaĢma yolundaki diğer önemli adımlardır.<br />

Atatürk’ün baĢlattığı çağdaĢlaĢma, Osmanlının baĢarısız kalan<br />

yenileĢme çabalarından çok farklıdır. her Ģeyden önce Batı’nın körü körüne taklidi<br />

değildi. ( 20 ) Bir baĢka temel farklılık, Atatürk’ün öngördüğü çağdaĢlaĢmanın, Batı<br />

istiyor diye yapılmamasındandır; Batının desteği olmaksızın baĢarılmıĢ bir<br />

uygarlaĢma süreci olmasındandır. Atatürk’e göre çağdaĢlaĢma aslında BatılılaĢma<br />

değil, uygarlaĢmadır, Atatürk, Türk toplumunu “ÇağdaĢ uygarlık düzeyine<br />

yükseltmeyi” amaçlar. Ulusal KurtuluĢ SavaĢı nasıl Batıya karĢı kazanılmıĢ ise,<br />

çağdaĢlaĢma da Batıya karĢın gerçekleĢtirilmiĢtir.<br />

Türklerin ulusallaĢması da, çağdaĢlaĢması da Batının<br />

çıkarlarına uygun değildir. Bu konuda, Prof.Dr.Ahmet Taner KIġLALI’nın anlattığı Ģu<br />

iki olay çok ilginçtir ( 21 ) 1923 yılında Ġngiliz Veliahdı Prens Edward’ı, ziyarete gittiği<br />

Hindistan’da gemiden indiğinde, bir kaç mihrace dıĢında, yerli halktan hiç kimse<br />

karĢılamaz. Veliahd Prens, zamanın Ġngiltere Kralı babası V. George’a yazdığı<br />

mektupta, “bunun nedeni, Gandi’den kaynaklanmıĢ olabilir mi?” diye sorduğunda,<br />

Kral, “hayır, bunun nedenini Mustafa Kemal’in kurtuluĢ savaĢında aranmak daha<br />

doğru olur” der.<br />

Ünlü gazeteci Ahmet Emin YALMAN’ın da Ģöyle bir anısı vardır.<br />

Ġngiliz Güyanı’nda bir yerli, YALMAN’ın Türk olduğunu öğrendiğinde, “dost ve kardeĢ<br />

sayılırız” deyince YALMAN, “Müslüman mısınız ?” diye sorar; “hayır, bağımsızlığa<br />

susamıĢ bir Hiristiyanım, sizin kurtuluĢ savaĢınızın hayranıyım” yanıtını alır. Bu<br />

gerçekler, Behçet Kemal ÇAĞLAR’ın Ģu dizelerinde en güzel ifadesini bulur: “Tıpkı ilk<br />

sesin gibi Samsun’dan Amasya’dan / Son sesin yükseliyor, Afrika’dan, Asya’dan”<br />

( 19 ) Prof.Dr.Turhan FEYZĠOĞLU, Türk Ġnkilabının Temel TaĢı Laiklik, Atatürkçü DüĢünce, Atatürk<br />

Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Atatürk AraĢtırma Merkezi Yayını, 1992, Sayfa: 105<br />

( 20 ) Örneğin, Fransızca’da yüz (100) sayısı, “Cent” harfleriyle yazılır; “San” okunur, baĢına geldiği<br />

sözcüklere olumsuzluk katan “Sans” sözcüğü de (ev-siz, ağaç-sız gibi) yine “San” okunur. Fransa’da<br />

bir binadaki odaların kapıları numaralanırken, tuvaletin kapısına numara verilmez ve bu nedenle<br />

tuvaletlere, numara-sız anlamına (sans numero) denir. Numarasız anlamındaki “sans numero”nun da,<br />

100 sayısı anlamındaki “100 numero”nun da, Fransızca’da “san numero” olarak okunması nedeniyle,<br />

tuvaletin Fransızca karĢılığı, Türkçeye “numarasız” olarak değil, kökü ve kökeni araĢtırılmayan<br />

anlamsız bir taklit ve körü körüne bir Frenk hayranlığı sonucu, “yüz numara” olarak girmiĢtir.<br />

( 21 ) Ahmet Taner KIġLALI, Bir Türkün Ölümü, 2.Baskı, Ankara 1998, Sayfa: 15, 46<br />

373


374<br />

O günlerin Batısı da, Türkiye’nin ne yapsa beğendiremediği<br />

bugünün Batısından farklı değildir. Atatürk, onlardan değil, kendi ulusunun azim ve<br />

kararından güç almaktadır. Atatürk’e, o günlerde Batı değil, ezilen ülke insanları<br />

hayrandır. Bu konuda Lübnan asıllı olup, Fransa’ya yerleĢen günümüzün ünlü<br />

yazarlarından Amin MAALOUF’un anlattığı bir olay çok ilginçtir:<br />

Amin MAALOUF, Lübnan’ın bir köyünde öğretmenlik yapan<br />

Hıristiyan Arap kökenli dedesi .Butros’un Küba’ya göç eden kardeĢi, yazarın büyük<br />

amcası Cebrail’e yazdığı mektuplardan hareketle, aile bireylerinin yaĢam öyküsünü<br />

anlatırken, dedesinin Mustafa Kemal’den çok etkilendiğini ve Aralık/1921’de doğumu<br />

beklenen çocuğuna “Kamal” adını vermek istediğini bildirir. Doğum olur, çocuk erkek<br />

değil, kızdır; dede Butros kararlıdır, kızına erkek adı olan Kemal’in, Arap dilindeki<br />

karĢılığı “KAMAL” adını vermekten vazgeçmez. Yazar dedesinin bu kararlılığını,<br />

”toprakları ve kafaları özgür kılan bir kiĢiye duyduğu hayranlıkla” açıklar ( 22 ).<br />

Atatürk’ün Türk Ulusu için ne anlama geldiği, Suat TAġER’e ait,<br />

çok yinelenmese de, çok güzel olduğunu herkesin kabul edeceği “Sendendir Atatürk”<br />

baĢlıklı Ģiirin, Ģu dizelerinde en doğru biçimde anlatılmaktadır.<br />

“Bugün yaĢıyorsam / güler yüzle, emin /...toprağımda dolaĢıyorsam /<br />

ümitli, memnun ve rahat /...damarlarımda kanım / tenler içinde canım / korkusuz yürürse<br />

/...bacamda duman tütüyor / ölülerim huzur içinde yatıyor / ağacım dal sürüyor boy atıyorsa<br />

/...dün yokken bugün varsam / sendendir / Sendendir Atatürk”<br />

Bir atasözümüz vardır: “Örs isen yerinde sabit dur; çekiĢ isen<br />

zamanında vur”. ATATÜRK, nerede duracağını ve ne zaman vuracağını bilen, “Yurtta<br />

barıĢ, cihanda barıĢ” ilkesini benimseyen, yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın en<br />

önde gelen önderidir. Nitekim ölümünden sonra, Bulgar basınında ( 23 ) “Atatürk’ün<br />

ölümüyle dünya enteresan olmaktan çıkmıĢtır” denilmesi de, bir gerçeğin çok özlü<br />

biçimde dile getirilmesidir. Ancak, Atatürk’le ilgili en anlamlı değerlendirme, hiç<br />

kuĢkusuz, KurtuluĢ SavaĢı’nda Yunanistan’ı destekleyen ve Anadolu’yu iĢgal eden<br />

Yunan orduları, 9 Eylül’de Ġzmir’de denize dökülünce istifa eden Ġngiltere BaĢbakanı<br />

Lloyd GEORGE’un, 1922’deki Ģu sözleridir: “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiĢtirir. ġu<br />

talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk Ulusu’na nasip oldu”.<br />

Böyle bir talihi yakalamıĢ bir toplum olarak, Atatürk’ten sonra<br />

O’nun ilke ve devrimlerine tümüyle sahip çıkamamıĢ olmayı, herhalde affedilmeyecek<br />

bir kusur olarak, ileri yılların tarihçileri, sosyologları inceleyip değerlendireceklerdir.<br />

Tarihin bu konuda vereceği kesin hüküm de, bu aymazlığın sorumlularını, gelecek<br />

kuĢakların, hayır dualarıyla anmalarına herhalde engel olacaktır.<br />

ATATÜRK’TEN SONRA UNUTTURULAN UYGULAMALAR<br />

Bir Fransız düĢünür, “Büyük adamlar, ırmağın yolunu<br />

değiĢtirecek yerlerde konumlandırılmıĢ kayalardır” der. Böyle kayaların en<br />

büyüğünün ATATÜRK olduğu kuĢkusuzdur. Atatürk hakkında yurt içinde ve yurt<br />

dıĢında sayısız kitap, makale yayınlanmıĢ ve çok güzel Ģiirler yazılmıĢtır. Ancak<br />

Atatürk’ü, “Nereden baksa güzel / Nereden baksan güzel” diye tanımlayan, Anayasa<br />

( 22 ) Amin MAALOUF, Yolların BaĢlangıcı, Yapı Kredi yayınları 2057, Ġstanbul 2004, Sayfa: 335-338<br />

( 23 ) Turgut GÜRER, Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas GÜRER, Ġstanbul 2007, 4.baskı, Sayfa: 270


Mahkemesi’nin eski BaĢkanı Sayın Yekta Güngör ÖZDEN’e ait Ģu dizelerde büyük<br />

önder, en özlü ve en doğru sözcüklerle anlatılmaktadır: “Adımız, onurumuz O’nunla<br />

geldi dile, / En büyük Türk Atatürk: Türkiyemizle özdeĢ. / Öyle güçlü, yüce ki battıktan<br />

sonra bile, / Arkasında karanlık bırakmayan tek güneĢ.” ( 24 )<br />

Evet, Atatürk, ilke ve devrimleriyle arkasında karanlık<br />

bırakmayan bir güneĢ... Eylem ve söylem olarak bu güneĢin karartılması çabaları<br />

olsa da, hiç değilse özellikle hukuk alanında, Türkiye Cumhuriyetinin, Atatürk ilke ve<br />

devrimlerine bağlılığına yer verilen yürürlükteki Anayasa açısından bu bir gerçek.<br />

Ancak yeterli mi? Bu soruya olumlu yanıt verme olanağı yok. Yarım yüzyılı aĢkın<br />

süredir Türkiye’de ne yazık ki, Atatürk devrimlerine karĢıt eylemlere tanık olunuyor.<br />

KarĢı devrim hareketinin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Atatürk’ün<br />

kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin yerine iktidara gelen Demokrat Parti’nin, Türkçe<br />

ezan okunmasına son vermesiyle baĢladığı söylenir. Ancak 1945’te çok partili<br />

yaĢama geçilmesiyle, önce Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, Köy Enstitüleri’nin kurucusu<br />

Hasan Ali YÜCEL’in alındığı( 25 ); ardından iktidardaki CHP’de tutucu kanadın<br />

yönetimde söz sahibi kılındığı ve oy kaygısıyla devrimlerden ödün verilmeğe<br />

baĢlandığı bir gerçektir. Ödün verme, 1950’den sonra DP iktidarıyla birlikte<br />

yoğunlaĢmıĢ; ileriki yıllarda ve özellikle 1980 sonrasında çok daha büyük ivme<br />

kazanmıĢ bulunmaktadır.<br />

Haziran/1950’de, DP’nin ilk icraatı olarak TBMM’nde alınan<br />

kararla ezanın, eskiden olduğu gibi Arapça okunmasına iliĢkin görüĢmelerde,<br />

CHP’lilerin beklenen tepkiyi göstermemeleri ve içlerinden kimilerinin de onaylamaları<br />

hep eleĢtirilmiĢtir. Ezan, namaz zamanının geldiğini bildirir bir duyuru olmasına,<br />

Kuran-ı Kerim ayetleri gibi, Tanrısal sözcükler içermemesine karĢın, 1950’den beri<br />

Türkçe okunmamaktadır. Türkiye’de bulunan Müslüman yabancılar, ancak ezan<br />

Arapça okunduğunda namaz zamanının geldiğini anlayabilecekleri için, ezanın<br />

Türkçe okunmaması gerektiği savunulmaktadır. Oysa Türkiye’de birkaç büyük kentte<br />

bulunan bir kaç yabancı Müslüman, namaz zamanı için kolundaki saate niçin bakmaz<br />

da, kulağı hep okunacak ezan sesindedir, bu soruya yanıt verilmez.<br />

Ġlkokul ve ortaokul yıllarımda ezan, Türkçe olarak Ģöyle<br />

okunurdu: “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı uludur / Tanrı’dan baĢka yoktur<br />

tapacak, Tanrıdan baĢka yoktur tapacak / ġüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir<br />

Muhammet, Ģüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammet / Haydi namaza, haydi<br />

namaza / Haydi felaha, haydi felaha / Tanrı uludur, Tanrı uludur / Tanrı’dan baĢka yoktur<br />

tapacak, Tanrıdan baĢka yoktur tapacak” Sabah ezanında, ayrıca “haydi felaha, haydi<br />

felaha” sözcüklerinden sonra, “Namaz uykudan hayırlıdır, namaz uykudan hayırlıdır”<br />

diye seslenilir ve sabah ezanı daha etkileyici farklı bir makamdan okunurdu.<br />

Çocukluğumda Safranbolu Akçasu mahallesi’nde, evimizin<br />

yanındaki Kaçak Camii minaresi’nden, Nuhoğlu Emin (Alpaslan) Amca’nın yanık bir<br />

sesle okuduğu sabah ezanını duyup uyandığımda, çok etkilenirdim. Büyük bir huĢu<br />

içinde dinlerdim; etkileyici olması, sabah ezanı “saba” makamında okunduğundan bu<br />

( 24 ) Cumhuriyet Gazetesi 20.05.2001<br />

( 25 ) Hasan Ali Yücel, komünist olduğu iddiasıyla Bakanlıktan alınmasından olsa gerek, bir Ģiirinde<br />

Tanrı’ya, “Senden korkmam, rahimsin (esirgeyensin) sen / Adilsin sen, hakimsin (üstünsün) sen. / Korkum,<br />

beĢer adlı korkusuzdan; / Vicdanı sağır, o duygusuzdan” diyerek insanlardan yakınmaktadır.<br />

375


376<br />

makamın özelliği, okuyanın sesinin güzelliği veya sabahın sessizliği gibi<br />

etmenlerden daha çok, ezanda neler denildiğini anlayabilmemden kaynaklanıyordu.<br />

Türk milliyetçiliğinin ve Türkçülüğün en önde gelen ismi ve ulusal<br />

duygularda Atatürk’ün de esin kaynağı olduğu söylenen Ziya Gökalp bir Ģiirinde<br />

Ģunları dile getirir: “Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur / Köylü anlar manasını<br />

namazdaki duanın / Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur / Küçük büyük herkes bilir<br />

buyruğunu Huda’nın / Ey Türk oğlu, iĢte senin orasıdır vatanın”. 18 Temmuz 1932<br />

tarihinden sonra, 1950’ye kadar ezanın Türkçe okunmasında hiç kuĢkusuz Ziya<br />

Gökalp’in bu Ģiirindeki gerçeklerin önemli katkısı olmuĢtur.<br />

Bugün % 99,5’u Müslüman olan ülkemizde, Arapça okunan<br />

ezanda en çok yinelenen “Allahüekber” sözcüğünün sonundaki “ekber” ekinin, ”çok<br />

büyük,yüce,ulu“ anlamındaki Arapça “kebir” sözcüğünden geldiğini, Türk toplumunda<br />

acaba sayısal ya da oransal olarak kaç kiĢi bilebilmektedir. Anlamını bilmeden dinsel<br />

metinlerin ezberlenip tekrarlanması, o metinlerin kutsallığına inanılması nedeniyle<br />

etkileyici olabilir; ancak anlamı bilindiğinde etkinin kat be kat artacağı da hiç<br />

kuĢkusuzdur. Bu gerçekten hareketle, Kuran-ı Kerim’in Türkçe meali, Atatürk’ün<br />

emriyle Cumhuriyet döneminde, Elmalılı Mehmet Hamdi YAZIR (1877-1942)<br />

tarafından hazırlanıp yayınlanmıĢtır.<br />

Bu konuda Diyanet ĠĢleri eski BaĢkanlarından Prof.Dr.Süleyman<br />

ATEġ “Kuran-ı Kerim Tefsiri” adlı eserinde, “Kuran-ı Kerim’i Okuyup Anlamanın<br />

önemi” baĢlığı altında Ģunları söylemektedir ( 26 ): “...her millete kendi diliyle peygamber<br />

gönderilip kendi diliyle Kitab indirildiği gibi Araplara gönderilen peygambere de Arapça Kitab<br />

indirilmiĢtir. Fakat Hz. Muhammed’in peygamberliği cihanĢümuldür. Kuran-ı Kerim’in<br />

prensipleri de bütün insanlık için geçerlidir. O halde dilleri baĢka olan ve Arapçayı anlamayan<br />

Müslümanların, Kuran’ı kendi dillerinde okumaları gerekir... Gaye, Kuran kelimelerini tekrar<br />

etmek değil, onun manasını anlamak ve okunan Kuran’a göre hareket etmektir...”<br />

Nitekim, Süleyman Çelebi tarafından bundan 600 yıl öncenin<br />

diliyle yazılmıĢ olmasına karĢın, “Mevlut” okunurken insanın tüm benliğini saran,<br />

Kuran okunurkenkinden farklı ve çok daha etkili o ulvi duygular da, Mevlut’un bugün<br />

bile rahatlıkla anlaĢılabilir bir Türkçe metin olmasından ileri gelmektedir.<br />

Kur’anı Kerim’in Tanrı sözlerini (Allah kelamını) içermekte<br />

olmasından kaynaklanan çok büyük değerinin ve kutsallığının yanı sıra, Arap dilinin<br />

edebiyat alanında benzeri bulunmayan bir yapıtı olması da çok önemli bir özelliğidir.<br />

Prof. Dr. M.Saim YEPREM bu konuda Ģunları söyler ( 27 ): “...Kuran’ın diğer kitaplardan<br />

önemli bir farkı da onun metniyle, dil yapısıyla edebi bir metin, bir edebiyat mucizesi<br />

olmasıdır. Hatta Ģiirde ve edebiyatta doruk noktasına eriĢmiĢ olan Mekkeli müĢriklerin<br />

Kuran’a Ģiir demeleri de bu yüzdendir... Kuran’ın Arap dilindeki metninin mucizevi<br />

yönlerinden biri de “icaz” denilen veciz ifadesidir. Çok kısa bir cümle içinde bir baĢka dile tek<br />

cümle ile aktarılamayacak kadar çok anlamı barındıran yapısı, onun özelliğidir...” Hiç<br />

kuĢkusuz Kuran-ı Kerim’in Türkçeye ya da baĢka bir dile çevirisinin yapılması yerine,<br />

“meal”inden, yani anlamından söz edilmesi de aynı nedenden kaynaklanır.<br />

( 26 ) Prof.Dr.Süleyman ATEġ, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Milliyet yayınları 1995, Cilt:1, Sayfa:55-56<br />

( 27 ) Prof.Dr. M.Saim YEPREM, Soru ve cevaplar, Milliyet Gazetesi, 26.09.2006


Öte yandan, Kuran-ı Kerim ayetlerinde sözcükler arasında<br />

ahenk bulunması ve ayetlerin son hecelerinin birbiriyle kafiyeli olması, Kuran-ı<br />

Kerim’e Ģiirsel bir özellik kazandırmıĢ olduğundan, Araplardaki düz yazı yerine, Ģiir<br />

diliyle duyguların dile getirilme geleneğinin de etkisiyle olsa gerek, ayetleri okuyunca,<br />

inanan inanmayan tüm Arap Ģairlerin, onlardan daha üstün bir söz olamayacağını<br />

anlayarak, gelenekleri gereği Kabe duvarlarına astıkları Ģiirlerini indirdikleri söylenir.<br />

Aslında Ģiirsel özelliğin, Kuran-ı Kerim’in okunmasını ve<br />

ezberlenmesini de kolaylaĢtırmakta olduğu bir gerçektir. Bu nedenle Atatürk’ün<br />

istemiyle, Kuran-ı Kerim’in Ģiir diliyle Türkçe anlamının açıklanmasına da çalıĢılmıĢtır.<br />

Bu konuda Ġstiklal MarĢımızın Ģairi Mehmet Akif ERSOY’un yaptığı çalıĢmaları,<br />

Mısır’a gittiğinde yayınlatmadan yaktığı söylenir. Buna karĢılık “Onuncu Yıl MarĢı”nın<br />

sözlerini Faruk Nafiz ÇAMLIBEL ile birlikte yazmıĢ bulunan Behçet Kemal ÇAĞLAR<br />

tarafından Kuran-ı Kerim’in toplam 114 suresinin, 1/3’i olan 38 surenin Ģiir diliyle<br />

Türkçe anlamları, önce 1966 yılında Minnetoğlu Yayınevi tarafından ve daha sonra<br />

Kültür Bakanlığı’nca 1995 yılında, “Kur’an-ı Kerim’den Ġlhamlar” ( 28 ) adıyla<br />

yayınlanmıĢ bulunmaktadır.<br />

Bir çeviri söz konusu olmadığı için, Behçet Kemal ÇAĞLAR,<br />

yaptığı çalıĢmaya “Ġlhamlar” adını vermiĢtir. Bu konuda Türk Dil Kurumu’nun eski<br />

BaĢkanlarından Ömer Asım AKSOY, bir mucize sayılan ve nesir ile nazım arasında<br />

kendine özgü bir belagat (düzgün ve güzel sözlerle anlatım) eseri olan Kur’an’ın bir adının<br />

da “Nazm-ı Celil” (ölçülü ve kafiyeli ulu sözler) olduğunu bildirdikten sonra Ģunları dile<br />

getirmektedir:( 29 ) “... ÇAĞLAR’ın Ġlhamları, bilinen anlamıyla çeviri değildir. ġair bunlarda<br />

Kur’an’ın her sözcüğünü ayrı ayrı karĢılamağa çalıĢmamıĢ; ayetlerdeki kavramın özünü<br />

yakalamıĢ; bunları Türkçenin en güzel anlatımıyla, en etkili biçimde vermiĢtir. Kutsal kitabın<br />

aslındaki derinliği, inandırıcılığı, ilhamların satırları arasında içimize sindirmiĢtir....Bin dört yüz<br />

yıla yaklaĢan bir geçmiĢin dilini, sözcüklerin kılına dokunmayarak olduğu gibi aktarmak, o<br />

kutsal kitabın özünden çok Ģey kaybettirir; etkisini azaltır. Bundan dolayı ayetlerden sözcük<br />

sözcük değil, tüm olarak aldığı ilhamı, onların yüksekliğine yaraĢır bir Ģair dili ile vermesi bizi<br />

Nazm-ı Celil’in havasıyla iyice kaynaĢtırmaktadır...”<br />

Ömer Asım AKSOY aynı yazısında bu konudaki haklılığını,<br />

ÇAĞLAR’ın, ”Yasin Suresi”nin ilk ayetlerinden aldığı ilhamları yansıtan Ģu dizeleri<br />

örnek göstererek kanıtlamaktadır: “Yasin / Kur’an’ın hükmü kesin: / Sen Rabbin arza elçi<br />

gönderdiklerindensin: / Doğru yol üstündesin./ Ataları önderden yoksun bir toplum için / Ġlk<br />

uyarmadır sesin. / Varsın yitikler senin sözünü dinlemesin; / Kader zincirlerini boynunda<br />

sürüklesin. / Sen Kur’an’a uyanı / Allah’ını sayanı / Tam uyarmıĢ demeksin. / Ona müjdele,<br />

de ki; / -Mükafat göreceksin; / Murada ereceksin; / Cennete gideceksin...”<br />

Behçet Kemal ÇAĞLAR, Kur’an-ı Kerim’in 1. suresi olan ve<br />

namazın her rekatında tekrarlanan “Fatiha” suresinden aldığı ilhamı da Ģöyle<br />

ĢiirleĢtirmiĢtir: “Hamd, evrenler sahibi yüce Allah içindir; / Allah ki acıyandır, koruyandır,<br />

sevendir; / Günü gelince; ancak / O’dur, hesap soracak... / Tek sana tapan, senden medet<br />

umanlarız biz; / SapıtmıĢlar yoluna düĢmekten koru bizi, / Doğru yoldan ayırma bizi, aman<br />

Rabbimiz!”. ÇAĞLAR, Kuran-ı Kerim’in 112 suresi olan “Kul hüvallahü ehad”<br />

sözcükleriyle baĢlayan, çok bilinen “Ġhlas Suresi”nden de Ģöyle ilham almıĢtır: “Söyle<br />

ki gündüz gece / Tanrı tek, Tanrı yüce; / O doğmaz ve doğurmaz / Kimse O’na denk olamaz!”<br />

( 28 ) Behçet Kemal ÇAĞLAR, Kur’an-ı Kerim’den Ġlhamlar,Kültür Bakanlığı Yayınları-1751, Ankara 1995<br />

( 29 ) Behçet Kemal ÇAĞLAR (a.g.e.) Sayfa: 117-122, (Türk Dili Dergisi 1965, Sayı: 88)<br />

377


378<br />

Bu arada Ömer Asım ARSOY yine yukarıda değinilen yazısında<br />

ayrıca, çocuklara din eğitimi verilmesinde “Kur’an-ı Kerim’den Ġlhamlar” kitabından<br />

özellikle yararlanılabileceğine ve örneğin “Hadid” suresinin aĢağıdaki bölümünün, en<br />

küçük yaĢtaki çocuklara bile ezberlettirilebilecek sadelikte ve güzellikte olduğuna da<br />

değinmektedir. Kuran’ı Kerim’in 57. suresi olan, “Hadid” suresinin ilk kısmını<br />

oluĢturan söz konusu bölüm Ģöyledir:<br />

“Gökte, yerde ne varsa Allah’ı anar, sayar<br />

Gökte, yerde güvenip bağlanacak bir O var<br />

O, yok eder, öldürür, O diriltir, yaĢatır;<br />

Her Ģeyden önce vardı, her Ģeyden sonra vardır..<br />

Toprağa altı günde binbir hayat veren O;<br />

Görünen, görülmeyen her Ģeyde beliren O.<br />

Yere gireni bilir, göğe çıkanı bilir;<br />

Nerede bulunursanız, Allah da sizinledir.<br />

Gözünüzün ıĢığı, gönlünüzün Ģenliği;<br />

O’nundur yerin göğün bütün egemenliği.<br />

Yerde, gökte ne varsa döner Allah’a varır;<br />

O’nun emriyle gece kararır, gün ağarır;<br />

Bileni, yaratanı, gönlünüze doğanın;<br />

Allah’a bel bağlayın, Peygambere inanın.”<br />

Arapça bilmeyenler için, Kuran surelerin Ģiir diliyle Türkçe<br />

anlatımlarının, ne kadar etkileyici olduğu meydandadır. Dinsel eğitim verilen<br />

kurumlarda ve kurslarda, her yaĢtan kiĢilere, sadece Kuran-ı Kerim’i okutmak ve<br />

ezberletmekle yetinmeyip, Ģiirsel anlatımlarının da öğretilmesi hiç kuĢkusuz çok<br />

yararlı olacaktır. Bu konuda Cemal KUTAY’ın görüĢleri de Ģöyledir: ( 30 )<br />

“...Tek çıkar yol, ATATÜRK’ün beraberinde götürdüğü hasreti,<br />

yapısından zerrece ödün vermeden gerçekleĢtirmektir. Yani altını çizerek açıklıyorum:<br />

Türkçe ibadet, ana dilimizle kulluk hakkı... Türkçe ibadet, anadilimizle kulluk hakkı, bize<br />

sadece din, maneviyat gerçeklerimizi anlam derinliğiyle kavratmakla kalmayacaktır. Son dini<br />

Ģekle, görünüme, yüzeyselliğe dönüĢmüĢ halinden çıkaracak, ruh derinliği ve yüceliği içinde<br />

yaĢama sevinci haline getirecektir. “<br />

ATATÜRK’ÜN SÖYLEMĠYLE AKIL, BĠLĠM VE DĠN<br />

Atatürk, uygulamaya koyduğu ilkelere iliĢkin olarak, zamanın<br />

Milli Eğitim Bakanı ReĢit Galip’in bir sorusunu Ģöyle yanıtlamıĢtır.<br />

“Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı kati (dinsel kural), hiçbir<br />

doğma, hiçbir donmuĢ, kalıplaĢmıĢ düstur (ilke) bırakmıyorum. Benim manevi mirasım<br />

ilim ve akıldır. Zaman süratle dönüyor...Böyle bir dünyada asla değiĢmeyecek<br />

hükümler getirildiğini iddia etmek , aklın ve ilmin inkiĢafını inkar etmek olur...Benden<br />

sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin<br />

rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar” ( 31 )<br />

( 30 ) Cemal KUTAY, Türkçe Ġbadet, Ġstanbul 1997, 4.Baskı, Sayfa: 6,7<br />

( 31 ) Prof.Dr. Ġsmet GĠRĠTLĠ, “ModernleĢme Ġdeolojisi Olarak Atatürkçülük”,<br />

Atatürk AraĢtırma Merkezi Dergisi, 1968, Sayı: 11, Sayfa 289-296


Atatürk, din hakkında en dikkat çekici konuĢmasını 07 ġubat<br />

1923 Balıkesir’de Zaganos PaĢa Camii’nde yapar; ayrıca milli iradenin oluĢmasına<br />

da değinir. “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:2, Sayfa 94-95’te” yer alan bu<br />

konuĢmasında Ģunları söyler: ( 32 )<br />

“Ey millet ! Allah birdir. ġanı büyüktür. Allah’ın selameti, afiyeti ve hayrı<br />

üstümüze olsun.... Ġnsanlara feyz ruhu vermiĢ olan dinimiz son dindir. Çünkü dinimiz akla,<br />

mantığa, hakikate tamamen uyar. Eğer uymamıĢ olsaydı, bununla diğer tabii ve ilahi<br />

kanunlar arasında tezat olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanini kevniyeyi (kainatın tüm<br />

kanunlarını) yapan, Cenabı Hak’tır...<br />

ArkadaĢlar!, Cenabı Peygamber çalıĢmalarında iki eve malik<br />

bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet iĢlerini Allah’ın evinde yapardı.<br />

Peygamberimizin irsine uyarak (yolundan giderek) bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve<br />

istikbaline ait hususları görüĢmek maksadıyla bu dar-ı kutside (kutsal evde) Allah’ın<br />

huzurunda bulunuyoruz....<br />

Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için<br />

yapılmamıĢtır. Camiler itaat ve ibadetle beraber, din ve dünya için neler yapılması lazım<br />

geldiğini düĢünmek, yani meĢveret etmek (karĢılıklı danıĢmak) için yapılmıĢtır... Ben yalnız<br />

kendi düĢüncelerimi söylemek istemiyorum. Milli emeller, milli irade, yalnız bir Ģahsın<br />

düĢünmesi değil, milletin bütün fertlerinin emel ve iradelerinin hasılasıdır (bileĢkesidir) ...<br />

Atatürk, akıl ve bilim hakkında , 22 Eylül 1924’de Samsun Ticaret<br />

Lisesi’ndeki konuĢmasında Ģu ünlü özdeyiĢini dile getirir: “ Dünyada her Ģey için;<br />

medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için, en hakiki mürĢit ilimdir, fendir. Ġlmin ve<br />

fennin haricinde mürĢit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir” (Dünyada her Ģey için,<br />

uygarlık için, yaĢam için, baĢarı için, en gerçek yol gösterici bilimdir, teknolojidir. Bilimin ve<br />

teknolojinin dıĢında kılavuz aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, sapıklıktır). Özgür düĢünce<br />

konusunda da, 25 Ağustos 1925’te Muallimler Birliği Kongresinde öğretmenlere<br />

Ģöyle seslenir: “ Milli ahlakımız, medeni esaslar ve hür fikirlerle beslenmeli ve<br />

kuvvetlendirilmelidir. Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür nesiller ister” . ( 33 )<br />

Atatürk’ten sonra, uygulamada O’nun bu düĢüncelerinden<br />

uzaklaĢılmıĢ olduğu acı gerçeği ile karĢı karĢıyayız. Ġlke ve devrimlerinin ve özellikle<br />

laiklik ilkesinin tartıĢılmasına; laiklik adı altında, dinsel inançlara göre toplum<br />

yaĢamının biçimlendirilmek istenmesine karĢın, hep Ģu sözcüklerin, bir slogan olarak<br />

tekrarlandığına tanık olunuyor: “ Atam izindeyiz, Atam izindeyiz”. Bu söylem doğru<br />

mudur, böyle bir genelleme yapılabilir mi, gerçekten Atamızın izinde miyiz? Bu<br />

soruların yanıtı ne yazık ki olumlu değildir.<br />

Bugün içte ve dıĢta Türkiye’nin karĢı karĢıya bulunduğu<br />

sorunların bir çoğu, bilinçli veya bilinçsiz Atatürk ilkelerinden verilen ödünlerden<br />

kaynaklanmıĢtır. Oysa, karĢılaĢılan her sosyal ve siyasal çalkantıya, Atatürk<br />

ilkelerinden sapma gösterilmeseydi, çok daha kolay ve çok daha uygun çözüm yolları<br />

bulunulabilirdi. ġu bir gerçektir ki, Atanın izinde olunsaydı, Türkiye “yolsuzluklar ve<br />

yoksulluklar” ülkesi olmazdı; iç ve dıĢ borçlarının toplamı, 300 milyar dolar gibi, ülke<br />

( 32 ) ġevket Süreyya AYDEMĠR,Tek Adam, III.Cilt, 4.Baskı,Remzi Kitabevi, Ġstanbul 1973, Sayfa:79-80<br />

( 33 ) Prof.Dr.Ġsmet GĠRĠTLĠ, Atatürk Cumhuriyetinin Laiklik Ġlkesi,<br />

Atatürk AraĢtırma Merkezi Dergisi, 1985, Sayı: 4, Sayfa: 55-64<br />

379


380<br />

gayri safi gelirine yakın, çok korkutucu rakamlara ulaĢmazdı. Türkiye, torunlarının<br />

torununun gelirini, daha onlar doğmadan, yıllar öncesinden harcayan bir ülke olmazdı<br />

ve Avrupa Birliği’nin kapısında, her gün yeni kusurlar bulunarak bekletilemezdi;<br />

Sadece ulusal bayram ve 10 Kasım günleri Atatürk’ü anmanın,<br />

Atatürkçülük için yeterli olduğu sanılmıĢ; Atatürkçülüğün biçimsel değil, düĢünsel<br />

değerler ve eylemler bütünü olduğu göz ardı edilmiĢtir. Bunun sonucunda da,<br />

Atatürk ilke ve devrimlerine ilgisiz; özde değil, sözde Atatürkçü’ler öne çıkmıĢtır.<br />

“Atatürk’e saygı duruĢunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok”, tutturmuĢlar laiklik<br />

elden gidiyor, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek”, “hem Müslüman hem<br />

laik olunmaz, ya Müslüman olacaksın ya laik”, “referansımız Ġslam’dır”, “demokrasi<br />

bizim için bir araçtır, amaç değildir” diyebilen( 34 ) Recep Tayip ERDOĞAN’ın da,<br />

kendisine bu sözleri anımsatıldığında, TBMM kürsüsünden “ben değiĢtim, geliĢerek<br />

değiĢtim” demek zorunda kaldığına tanık olunmuĢtur.<br />

Olduğu gibi görünmemeyi, göründüğü gibi olmamayı ilke<br />

edinenler ve bir baĢka anlatımla “takiyyeciler”, söylemlerine değil, eylemlerine göre<br />

değerlendirilmelidir. Bu konuda, Safranbolu’da 1.Altın Safran Belgesel Film Festivali<br />

sırasında, 22.09.2000 günü, Kileciler Evi önünde tanıĢtırıldığım, Amerika’da yaĢayan<br />

bir Türk doktoru Ahsen T.ÖZARDA’dan dinlediğim Ģu dizelere yer vermek isterim:<br />

“Vatan kurtarmak gibi bir suç iĢledim diye birileri kırdı büstlerimi yetmedi / YaĢasaydı<br />

bizden olurdu dediler; hiçbir Ģey bu kadar ağrıma gitmedi”<br />

Değinilen tüm bu gerçekler karĢısında, hiç kimse baĢını kuma<br />

gömmemelidir; “Atam izindeyiz, Atam izindeyiz” diye hiç kimse kendi kendini<br />

aldatmağa çalıĢmamalıdır. Tehlikenin farkında olunmalıdır; hiç değilse, “Ata’nın<br />

izinde olamadık, bundan sonra olmalıyız”, denilmeli ve bunun gereklerine uygun<br />

davranılmalıdır. Bu arada, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bir bütün olduğu<br />

unutulmamalıdır. Bu nedenle;<br />

- KurtuluĢ SavaĢı’nın muzaffer kumandanı Osmanlı paĢasına<br />

evet, saltanat ve hilafeti kaldıran Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna hayır,<br />

- 23 Nisan 1920 günü Cuma Namazı’ndan sonra, TBMM’ni<br />

dualarla açmasına evet, laiklik baĢta olmak üzere, ilke ve devrimlerine hayır,<br />

- Kısaca, Mustafa Kemal olarak evet, ATATÜRK olarak hayır<br />

denilmemelidir. Çünkü O, Mustafa Kemal olduğu ilk dönemlerle<br />

birlikte, tüm yaĢamı boyunca, hep “Türklerin Atası” olmayı hak edecek eylemler<br />

sergilemiĢ; sadece Türk’ün benliğini kazanmasını ve Türk adının, onurla taĢınmasını<br />

sağlaması bile, tek baĢına, “Türklerin Ata’sı” olarak anılması için yeterli olmuĢtur.<br />

Sonuç olarak ve özetle, Talip APAYDIN’ın “Nutuk” adlı Ģiirinin<br />

son kıtasında dile getirilen ülkü, tüm Türk yurttaĢlarınca benimsenmeli ve<br />

uygulamaya konulmalıdır:<br />

“Uygar bir millet diyor Atatürk,<br />

Uygar bir Türk Milleti<br />

Bu yoldan dönülür mü geriye?<br />

Köyleriyle kentleriyle<br />

Ülkümüz Atatürk’ün istediği Türkiye...”<br />

( 34 ) Hasan PULUR, Olaylar ve Ġnsanlar-Kolay mı karar vermek!, Milliyet Gazetesi, 17.05.2003


PENCERE KAPANIRKEN<br />

Safranbolu’yu, kendi penceremden görebildiğim kadarıyla<br />

anlatmağa çalıĢtıktan sonra, pencereme Safranbolu dıĢında yansıyanların çok küçük<br />

bir parçasından oluĢan son bölüme de noktayı koymak üzere pencereyi kapatırken,<br />

Ģu gerçeklere de değinmekte yarar görürüm.<br />

Her insan tüm yaĢamı boyunca önce kendisine ve ailesine,<br />

sonra bulunduğu topluma ve ulusuna yararlı olmak için çırpınmalıdır. Hiç kuĢkusuz<br />

bu yarar, kiĢinin kendisinin ve ailesinin olanaklarıyla ya da toplumun kiĢiye verdiği<br />

fırsatlar ve ona yüklediği görevlerle sınırlı olmak gerekir. Aziz Nesin, bir Ģiirinde bu<br />

konuda Ģöyle der: “...Ey benim halkım.../...Yiyemedin yedirdin / Ġçemedin içirdin /<br />

Giyemedin giydirdin / Okuyamadın okuttun / Kendin üĢüdün yağmurda karda / Ama beni<br />

korudun.../...Utanırım aldıklarım demeye / Gücüm yetmez borcun ödemeye / ...Utanırım<br />

hakkını helal et demeye / Dünya durdukça durasın halkım”<br />

Ben de, hem kendi ailem, hem Safranbolulular ve hem de<br />

ülkemin insanları için benzer duygular içinde bulunduğumu içtenlikle belirtmek<br />

isterim. Mevcut koĢullar içinde en iyi koĢullarda yetiĢtirildiğimi, Safranboluluların layık<br />

görmeleriyle Belediye BaĢkanı olduğumu, böylece çocuklarıma ve torunlarıma çok<br />

değerli manevi bir miras bıraktığımı; ayrıca kamu alanında da en üst düzeyde<br />

görevlere getirildiğimi bilerek ve Aziz Nesin’in sözleriyle “Gücüm yetmez borcun<br />

ödemeye” diyerek, hiç değilse “Bir Safranbolulunun penceresinden Safranbolu” ile<br />

alacaklılarımın az da olsa gönlünü alabilir miyim acaba diye düĢündüm.<br />

Bildiklerim benimle birlikte yok olup gitmesin; benimkilerin yanı<br />

sıra, Safranbolu ile ilgili derlediğim düĢünenlerin tüm düĢüncelerinden herkes<br />

yararlansın; Safranbolu hakkındaki kimi konular araĢtırılsın, tartıĢılsın ve nihayet<br />

Atatürk ilke ve devrimleri baĢta olmak üzere, toplumsal değer yargılarımız<br />

unutulmasın istedim. Askerliğimi yaparken, 14.05.1961 tarihinde çektirip bana<br />

gönderdiği fotografının arkasına babam, “Bir gün gelecek benim ismimim Ģu<br />

dünyadan kalkacağı aĢikar / ġu resmim size olsun yadigar” diye yazmıĢtı ve o<br />

tarihten 2,5 ay sonra da vefat etti. Ben de babam gibi, “Herkes için bir gün, baĢka<br />

381


382<br />

aleme göç, aĢikar / Anlattıklarım kalsın Safranbolu’ya yadigar” diyebilmek üzere,<br />

böyle bir çalıĢma yapmakta yarar gördüm.<br />

Yine askerliğimi yaparken, zarfının üstünü görevim gereği, “er<br />

mektubudur” diye, okuduktan sonra imzaladığım, ücretsiz gönderilen mektupların<br />

içine konulan fotografların arkasına, genellikle Ģu dizelerin yazıldığını görürdüm.<br />

““Ufkumun güneĢi üstüne doğsun / Bu resmim sizlere hatıra olsun / Hatıra diyemem,<br />

belki unutursun / Bu cansız hayalim sende bulunsun” . Ben de onlar gibi sözlerime;<br />

“Ülkeme hep mutluluğun güneĢleri doğsun,<br />

Safranbolulular da hep esenlikte olsun.<br />

Güzelliklerden hiç kimseler kalmasın yoksun;<br />

Yazdıklarım da yeter ki, yararlı bulunsun.”<br />

diyerek nokta koyuyorum ve benim pencerem burada kapansa<br />

da, Safranbolu penceresinin hep çağdaĢlığa açık kalmasını ve aĢağıdaki güneĢe<br />

açılmıĢ pencere gibi, onun da hep uygarlığın güneĢiyle aydınlanmasını diliyorum.<br />

Fotograf: Ġ.SARAÇOĞLU<br />

KonuĢması gerekenlerin sustuğu yerde, susması gerekenler konuĢur


383<br />

Bir safran tarlası Fotograf: Ġ.SARAÇOĞLU<br />

Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz<br />

Kendilerini yenileyemeyenler, hep aynı Ģeyleri yineler<br />

Üslub-u beyan, ayniyle insan

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!