10.09.2016 Views

Oralarda Havalar Mag. 1

Eylül - Ekim 2016 sayısı

Eylül - Ekim 2016 sayısı

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1


2


Merhaba!<br />

Siz bu sayfaları elinizde tutarken biz, Hindistan’dan Pakistan’a,<br />

Norveç’ten Finlandiya’ya tahayyül edebileceğiniz edemeyeceğiniz pek<br />

çok yerin suyuna toprağına dokunup bu sayfalara sizin için yerleştirmiş<br />

olacağız.<br />

Dergimizde sinemadan müziğe, şiir ve öykülerden eleştirilere kadar<br />

güzel bir denge içinde, insan olma bilinci ve keşif arzusuyla el bebek<br />

gül bebek büyütülmüş yazılar yer alıyor.<br />

Ayrıca sayfalar boyu sizlere eşlik edecek muhteşem fotoğraflar ve<br />

çizgilendirmeler de gözünüzü okşayacak, inanın bize.<br />

3


4


5


Sanayi Devrimi<br />

Sonrasında<br />

Bir<br />

Şehir ve Oranın<br />

Diyarlıları<br />

illüstrasyon: Tuğba Hitit<br />

Selin Bostancı<br />

‘’Ben belki 300 yıldır buradayım,<br />

ben özgürken dünyada zaman<br />

diye bir şey yoktu, insanlar hiçbir<br />

yere yetişmeye çalışmaz, yalnızca<br />

kendileri için çalışır, her zaman<br />

mutlu olur, zamanın ne olduğunun<br />

farkında bile olmazlardı.’’<br />

Günlerden bir gün parayla pulla<br />

hiç işi olmayan bir şehre nereden<br />

geldiği bilinmez bir şekilde<br />

sanayi gelivermiş. Sanayinin gelişiyle<br />

ilk başta çok sevinen köylüler hemen<br />

ilk buldukları fabrikalarda çalışmaya<br />

başlamış, kendilerini eskisinden çok<br />

daha fazla işe yarar hissetmenin verdiği<br />

mutlulukla kazandıkları paraları nerelere<br />

harcayacaklarını bilememiş, toprakla<br />

uğraşmayı bırakmış, hazır gıdaya<br />

yönelmiş, fabrikalardan çıkan şipşak<br />

katkılı maddelere bayılır olmuşlar.<br />

Bu şehrin insanları artık eskisi kadar<br />

sıcak, temiz veya parlak bile olmayan<br />

bu şehirde gözleri kapalı ömürler, nesiller<br />

geçirmişler. Bir gün olmuş bir ay, bir<br />

ay olmuş bir yıl, bir yıl olmuş bir ömür<br />

derken sonunda bu işte bir terslik olduğunu,<br />

insanların eskisi gibi olmadığını,<br />

fiziksel özelliklerinin bile değiştiğini<br />

ve çok sağlıksız bir hal aldığını ancak<br />

köylülerimizin büyük büyük torunları<br />

keşfedebilmiş.<br />

Gidişata bir dur demek isteyen<br />

büyük büyük torun, halkı kurtarmak<br />

için biri kız biri erkek olmak üzere iki<br />

adet süper kahraman seçmeye karar<br />

vermiş ve yola koyulmuş. Az gitmiş, uz<br />

gitmiş, dere tepe düz gitmiş, sonunda<br />

boynu kıldan ince, sakallı ama genç bir<br />

dervişe ulaşmış. Yalvar yakar Derviş’ten<br />

halklarını kurtarmasını isteyen büyük<br />

büyük torunun karşısında Derviş, ‘’Madem<br />

halkımızın sağlığı tehlikede o zaman<br />

benim boynum kıldan incedir, sonuna kadar<br />

seninleyim,’’ demiş. Ve hep birlikte<br />

düşmüşler yola, sıra gelmiş Derviş’e uygun<br />

bir kadın süper kahraman bulmaya.<br />

6


Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe<br />

düz gitmişler, sonunda sarışın, röfleli,<br />

son derece normal bir kadın olan<br />

briç annesi Melahat ile karşılaşmışlar.<br />

Derviş Melahat’i görür görmez, ‘’işte<br />

bu!’’ demiş, ‘’yol arkadaşımızı bulduk,<br />

artık bizi hiç kimse tutamaz.’’ Kendisinin<br />

seçilmesini karşısında inanılmaz<br />

derecede şaşkınlığa uğrayan briç annesi<br />

Melahat ilk önce gözlerini kocaman<br />

açarak, ‘’gerçekten ben mi?!’’ diye sormuş,<br />

fakat herhangi bir cevap alamayınca ‘’ne<br />

yapayım,’’ demiş, ‘’madem halkımızın<br />

sağlığı tehlikede o zaman benim de boynum<br />

kıldan ince, sizinle yola düşeceğim.’’<br />

Süper kahramanlarını bulduktan<br />

sonra bir süre daha çılgınlar gibi sevinen<br />

büyük büyük torun sevinmekten<br />

yorulunca durmuş ve ‘’Simdi ne yapacağız?’’<br />

demiş.<br />

Torunumuz hemen soluğu Derviş’le<br />

Melahat’in yanında almış. Fakat bir<br />

bakmış ki Derviş’le Melahat çoktan birbirlerine<br />

aşık olmuşlar ve gözleri başka<br />

hiçbir şey görmeden uzuun uzuun, sıcaak<br />

sıcaak birbirini izliyormuş. Torun<br />

çocuk ne yaptıysa Derviş’le Melahat’in<br />

ilgisini çekememiş. Bir gün geçmiş, iki<br />

gün geçmiş, derken torun, dervişlerden<br />

bir hayır gelmeyeceğini anlamış ve oturtmuş<br />

onları karşısına, demiş ki: ‘’Hey<br />

kardeşler, biz bu yola niye çıktık? Hani<br />

halkımızı eski sağlığına kavuşturacaktık?’’<br />

Bunu duyan Derviş sinirlenmiş: ‘’Torun<br />

kardeş bana hayatımın aşkını bahşettiğin<br />

için sana bir teşekkür borçluyum fakat<br />

yıllar geçti hala öğrenemedin ki, insanın<br />

kendinden başka kahramanı olamaz,<br />

demiş. Siz problemi çözmek için bana geldiğinizde<br />

halkımızın durumu beni de çok<br />

üzüyordu fakat ben artık sevgilimi buldum,<br />

bundan sonra beni hiçbir şey üzemez.<br />

Kusura bakma ama ben bu işte yokum,’’<br />

demiş. Torun sinirlenmiş, bozulmuş,<br />

dönmüş Melahat’e bakmış. Melahat’in<br />

de Derviş’ten aşağı kalır yanı yokmuş<br />

hemen konuyu geçiştirmiş.<br />

Torun aldığı ders üzerine tüm gece<br />

düşünmüş, sonunda halkını tek başına<br />

kurtarmaya karar vermiş. Sanayinin<br />

düştüğü yere yalnız başına korkusuzca<br />

yürümüş, dağlara tırmanmış, ovaları<br />

aşmış, sonunda aradığı sanayi merkezini<br />

bulmuş, bir de bakmış ki ne görsün!<br />

Sanayinin ortasında dünyalar güzeli bir<br />

hanım kızımız, koskocaman bir zaman<br />

kapsülünün içerisinde hapis şekilde kurtarılmayı<br />

bekliyormuş. Hemen eline<br />

geçirdiği baltasıyla kapsülü parçalamış<br />

ve kızı kurtarmış. Kapsülün parçalanmasıyla<br />

dünyaya göz kamaştıran bir<br />

ışık yayılmış ve yaşadığı tüm çevre akıl<br />

almaz bir şekilde değişmiş. Merakla,<br />

kurtardığı kıza neler olduğunu sormuş.<br />

Bizim kızımız başlamış anlatmaya:<br />

‘’Ben belki 300 yıldır buradayım, ben<br />

özgürken dünyada zaman diye bir şey yoktu,<br />

insanlar hiçbir yere yetişmeye çalışmaz,<br />

yalnızca kendileri için çalışır, her zaman<br />

mutlu olur zamanın ne olduğunun farkında<br />

bile olmazlardı,’’ demiş. Ardından<br />

bir gün kötü adamlar tarafından yakalanıp<br />

zaman kapsülüne hapsedildiğini,<br />

o gün bu gündür de insanların zaman<br />

kaybetme korkusuyla telaşa düşerek,<br />

mutsuz ve aceleci davranarak hayatın<br />

güzelliklerini kaçırmaya başladıklarını<br />

anlatmış. Ardından toruna sarılmış.<br />

7


‘’Yıllardır buradayım, kimse bu yanılgının farkına varıp da beni kurtarmaya<br />

gelmemişti! Artık umudumu kesmiştim ki sen geldin,’’ demiş. Yaşadığı kötü<br />

deneyimden dolayı yılmayıp ders çıkardığı için kendiyle gurur duyan torun öyle<br />

mutlu olmuş ki, kapsüldeki kızımızın boynuna atlamış. Yıllardır insana hasret güzel<br />

kızımız bu tepki karşısında ne yapacağını bilememiş ve o da mutluluktan havalara<br />

uçmuş. İkilimiz o an içinde öyle mutlu olmuşlar ki bir daha onlar için zaman hiç<br />

geçmemiş, sonsuza kadar o harika anda mutluluk içinde yaşamışlar.<br />

---SON---<br />

illüstrasyon: Tuğba Hitit<br />

8


ÖlümDiri<br />

Pelin Yıldırım<br />

Yarın bir insan devrilir,inletir balkonsuz evi,<br />

parmaklarında oje.<br />

Sonbahardır,<br />

üstelik tanıdıktır.<br />

Pabuçlarını vurma kaldırıma,<br />

bana kızma,<br />

beni bağışla.<br />

1.<br />

Gökyüzünden vücutlar damlıyor mamafih,<br />

her birine kanlı palaska, yakışıklı sırtlarına.<br />

Gittiğinden bu yana herkes biraz yanmalı burada,<br />

yüzümde leş kadın ağlamasıyla ve<br />

günlerden çılgın cuma.<br />

Dürüst sonbaharın yangın gününde,<br />

yanmış sigaranın<br />

yalnız insanlarına<br />

yalnız ben bileniyorum.<br />

Yokluğuna medet ve<br />

karnımda kahrımdan gebelik hikayelerim ile baştan yaratılacaksam şayet<br />

adsız kalmalıyım,<br />

şarapsız ve müslüman.<br />

Ona keza yağmur gibi<br />

darma duman.<br />

9


1 buçuktan 2.<br />

Gittiğinden bu yana her gizem boğulmalı diyorum burda,<br />

her ceset soğumalı ve uçmalı. Çiiuuuvv.<br />

Bir kaç yatak sonra sızarım yanına,yarına.<br />

Bir boy büyük,<br />

bir topuk boyu uzağımsın, mesela diyorum,<br />

dünden sonra filanca kasabasında.<br />

Beni çal;<br />

içimden canlı çıkacak,<br />

henüz akılsız ve ıslak,<br />

yalnız ve mutlak.<br />

Bi-iki dudak sonrasında belki arabaları benzin kaçıracak,<br />

belki tabi.<br />

2 buçuktan 3<br />

Gelme buraya.<br />

Burası dişleri sökülmüş meleklerin<br />

melez meze yuvasıdır,<br />

soğuk orta çağ ve biraz can sıkıntısıdır.<br />

Gelme buraya.<br />

Ben biraz ceset karıştıracağım,<br />

ölü denizanası koleksiyonu yapan beyefendinin<br />

yatak odasına dalacağım.<br />

Sonra savaşacağım,<br />

savaşa çıkacağım,<br />

burda olmayacağım.<br />

3 buçuktan uçuk :<br />

Önüme yaşlı yılanlar çıkacak.<br />

Hem belli mi olur kokumu sabaha bırakacaklar.<br />

Çarşafları mis sedye üzerinde,<br />

üzerimde giysilerim yokken<br />

bedenim ayyuka çıkacak tevekkülsüz.<br />

Tenimde göz,<br />

ellerimde köz,<br />

ruhumda söz sahibi cennetler kurulacak<br />

ve Tanrı<br />

annem ölünce parçalanacak.<br />

10


Johanna’dan Jacques’a<br />

–<br />

Le Grand Bleu<br />

Besna Ağın<br />

Sana bakıyorum Jacques. Bahsettiğin<br />

siyah kadar keskin misin? Beni kendinle<br />

boğup, yeniden yaşatacak kadar var mı<br />

kudretin?<br />

Büyük şehirleri sen bilmezsin. İçinde<br />

yaşam yoktur bu kentlerin, hayat vardır.<br />

Hayat ve yaşam arasındaki farkı da en iyi<br />

sen bilirsin. Yaşama dalıyorsun ya her gün,<br />

kendinle denizde karşılaşıyorsun. ‘Günlük<br />

hayat’ta benim kendimle karşılaştığım bir<br />

yer yok. Bana özel bir durum da sayılmaz<br />

pek bu, şehir hayatında insanlar kendileriyle<br />

karşılaşmazlar, buna ne vakit olur ne de<br />

yeterli siyahlık.<br />

Sen bana yalnızca<br />

derin okyanuslardan<br />

bahsedeceksin.<br />

Suyun mavi değil,<br />

siyah olduğu okyanuslar.<br />

Seçtiğim<br />

renge benimle gelecek<br />

misin Johanna?<br />

En derine.<br />

Büyük elmada yaşayan bir sigortacıydım ben. İstifa ettiğim için artık değilim;<br />

bu işler böyle de kolaydır Jacques, bazı kâğıtlara imza atar ve orada yazan başlık<br />

olursun. O kâğıtlara başka bir imza daha attığında da salt insan kalırsın geriye, bir<br />

başka kâğıda imza atana kadar. Sen siyahlarda, biz geri kalan insanlar maviliklerde.<br />

Hiçbir şey bilmiyorsun yunus, sana her şeyi tek tek anlatmam gerekecek.<br />

Ama istersen ben susarım, sen anlatırsın bildiğin gibi yaşamı bana. Ben hayatın<br />

yaşanacak bir şey olduğunu bilmezken rastladım yaşamın ne olduğunu bilen sana.<br />

Peru’da.<br />

Bir sigorta işi için Peru’nun kuş uçmaz kervan geçmez prefabriğinde buzların<br />

altında gördüm seni. Dalıştan sonra sıcak bir kahve iyi gelir diye düşündüm, yanına<br />

yaklaştım buzlara basarak. O kahve içini ısıtmış mıydı sevgilim; yunus bakışlarının<br />

beni ısıttığı kadar? Bendeki gizli yunusu da görebilmiş miydin?<br />

New York, Palermo, Sicilya… Sen neredeysen oraya gelirim değil. Şehirden<br />

kaçmam da tesadüf değil. Sen yavaş ritimlerin adamısın, benim sevdiğim. İhtiyacım<br />

nasılsa öyle sevdim seni, yavaş ve emin. Sevmeyi öğrenilecek şey bilenlerin<br />

aksine, sevginin hep bir yunusun ardına gizlendiğini iyi bilirim. Ve o yunusu bulmanın<br />

nasıl zor olduğunu.<br />

Ben bu denli çokken yanında, sen yine de siyahına çekildin. Beni görmedin,<br />

bana inmedin.<br />

11


Beni sevdiğini biliyorum Jacques, sevmek çok da zor bir şey sayılmaz. Bir insana<br />

dalmak… İşte onu kolaydan saymam. Ben sana inerken kendi maviliğimden,<br />

siyahında bu denli yalnız kalacağımı tahmin edemedim. Yunuslar derdim hep,<br />

yunuslar yol gösterir.<br />

En zoru da dipte olmak mı dersin Jacques? Sanmam. Senin derinlerden yukarı<br />

çıkmak için iyi bir sebebe ihtiyacın var biliyorum. Bense o derinliği bile bilmiyorum.<br />

İyi bir sebep gördüğün ben değilim, değil mi? Olmak istediğimi biliyorsun. Seninle<br />

bir çocuk, araba, ev, bahçe, yolculuklar istediğimi. Ne kadar basit ve sığ istekler<br />

desen de, seninle bir hayat istiyorum; karşımda yaşamı tercih eden bir adam.<br />

Jacques, sevgilim; gitmesen? Ben maviliklerdeyim. Benim tüm siyahlarım da<br />

sende. Gidip görme, gitme ve görme. İki şansın var şimdi. Ya benimle hayata<br />

karışırsın, ya da yaşama çekersin beni de. Kudretin diyordum, beni de yaşatacak<br />

kudretin. Peki ya isteğin? Beni de yaşatmaya var mı isteğin?<br />

fotoğraf: İrem Dursun<br />

12


Gırtlağıma kadar<br />

Ben<br />

(G.)<br />

Pembe denizlere<br />

Battım<br />

Oradan yazıyorum sana<br />

bütün bunları<br />

Sabaha karşı duruyor bedenim<br />

sabaha karşı<br />

gevezelikleri altında<br />

sessiz iri gövdeli gemilerin<br />

Tek ellilerin<br />

Ellilerin<br />

Tablaya konmuş bir cılız alev misali<br />

büyüyorum ben<br />

Bu demir parmaklıklar ardından<br />

Sana.<br />

G. Sesli Şiir<br />

G.<br />

Oyunlardan kaçıp duran bir çirkinliğim ben<br />

Kovulmuş mezarından<br />

Uzak Asyalıların<br />

Binlerce renk çökmüş omuzlarıma<br />

Dönüp duruyor mahmur başımda binlerce keskin kılıç<br />

asılmışcasına<br />

Tavana<br />

Tavan arasına<br />

Arasına<br />

Can Ali Kaya<br />

G. ‘nin elleri eriyor artık<br />

Parmaklar düşüyor kara<br />

toprağa<br />

G. ‘nin gülüşünü<br />

saklıyorum ceviz ağcı<br />

tabutta<br />

Tabut gövdesinden kopup<br />

gelen bir göçmen parça<br />

gibi<br />

Yürüyor<br />

Yıldızların şehvetli<br />

koridorlarında<br />

Kırmızı<br />

Kırmızı<br />

G. son öpüşünü de böyle<br />

armağan etti bizlere<br />

Dudakları şarap kokardı.<br />

Ve sevişirdik<br />

Mavi taklidi yapan<br />

maviliklerde<br />

Gövdelerin yek olduğu bir<br />

oyundu<br />

yan yana hiç<br />

kımıldamadan uzanmak.<br />

G.<br />

G.<br />

13


Kapıyı açıyorsun, ellerin titremiyor,<br />

hiç tereddüt etmiyorsun.<br />

Odaya girdiğinde tavanın sağ<br />

üst köşesinde bir güvenlik kamerası<br />

görüyorsun. Oda karanlık ve karşında<br />

güçlükle görebildiğin güzel yapılı iki<br />

ahşap kapı var. Çok uzak değilsin onlara<br />

ve yavaşça adım atıyorsun. İşte o<br />

anda sana yıllar geçiyormuş gibi geliyor.<br />

Aslında evet, yıllar geçiyor her an, ama<br />

senin içinden geçiyor. Buradan çıktığında<br />

–çıkabilirsen- neler olacağını merak<br />

ediyorsun.<br />

Küçükken oyuncak tren setin vardı,<br />

aklına o geliyor. Pilliydi, kurduğun<br />

ray sisteminin üzerinde döner döner,<br />

durmazdı sen lokomotiften kapatana<br />

kadar. Ama ilginçtir, bazen de tren<br />

dairesel döngüsünü sürdürürken önüne<br />

çıkacak plastik raylardan birini sökerdin<br />

ve lokomotif halıya düşer, devrilirdi. Ardında<br />

kalan dört vagon da öylece hare-<br />

14<br />

ketsiz kalırdı rayların üzerinde.<br />

Bazen önemli detayları dile getirebilmek<br />

için o konuda yeterince teknik<br />

bilgi sahibi olmak gerekiyormuş gibi<br />

geliyor; olmadığında o detaya değinebileceğin<br />

bir anlatı yakalayamıyorsun.<br />

Evet, tamam, sağdaki kapıya yöneliyorsun,<br />

adımların artık temkinli. Gözünün<br />

ucuyla güvenlik kamerasının kırmızı<br />

kırmızı parlayan küçük lambalarına<br />

bakıyorsun. Dört duvar arasında nereden<br />

geldiğini anlamadığın bir serinlik<br />

ürpertiyor tenini kapının kolunu tuttuğun<br />

anda. Halbuki bu odaya girdiğinde<br />

kapıyı da kapatmıştın arkandan.<br />

Kapının kolunu aşağı indiriyorsun<br />

ve bu güzel –yeni görünümlü- kapıdan<br />

beklemediğin bir şekilde dev lavların<br />

volkanlardan akışı gibi gümbürtülü bir<br />

gıcırdamayla aralanıyor kapı.


Oda loş, içeride karşına çıkan yüz<br />

ise, imgeleminin sınırlarını zorlasan da<br />

yakalayamayacağın, bir korku romanında<br />

asla bulamayacağın türden. Baban<br />

karşında. Seni görünce orada olduğunu<br />

bilmediğin bir ayaklı lambayı yakıp<br />

sana doğru yaklaşıyor. Buraya nerden<br />

geldiğini hatırlamaya çalışıyorsun o<br />

anda. Baban yıllar önce vefat etmişti,<br />

onu görmek seni şaşırttığına göre bu<br />

bir rüya olmasa gerek. Emin olamıyorsun,<br />

titremeye başlıyorsun, baban sana<br />

sarılıyor aniden ve gözyaşların babanın<br />

omzuna damlıyor.<br />

‘’Üzülme kızım, hepsi geçecek,’’<br />

deyip seni bırakıyor. Kafanı kaldırıyorsun.<br />

Oda renk renk çiçeklerle dolmuş.<br />

Saksılar bin bir çeşit, güzel dokularıyla<br />

odayı çevrelemiş küçük bitkiler...<br />

Karşında gündoğumunu görebildiğin<br />

bir pencere beliriyor. Baban, ‘’şafak<br />

penceresi, bu,’’ diyor, ‘’güneş karşıdaki<br />

dev çınarın boyunu geçince nerede<br />

olduğunun farkına varacaksın, hepsi<br />

bitecek ve bundan sonra her şey yoluna<br />

girmiş olacak, ebediyen.’’<br />

Ağlaman diniyor, birkaç kere burnunu<br />

çekiyorsun. Kendini, aslında<br />

oldukça güçlü ve güvende hissediyorsun<br />

artık. Güneş ağır ağır yükselirken,<br />

baban odadaki lambayı söndürüyor ve<br />

yavaşça odanın diğer ucundaki kapıya<br />

yöneliyor. Kapıyı açtığında kuşların seslerini<br />

duyuyorsun; baban dışarı çıkıyor<br />

ve ardından kapatıyor kapıyı.<br />

Pencereye yaklaşıyorsun. Babanın<br />

hâlâ yaşıyor olduğuna inanmasan da<br />

bunun bir rüya olduğuna da inanamıyorsun<br />

bir türlü. Kafanı hafifçe cama<br />

vuruyorsun birkaç kere, belki ayılırsın<br />

diye ve sonra cama yaslanıp güneşin<br />

ufuktaki hizasına bakıyorsun. Biraz<br />

düşünüyorsun, babanın arkasından<br />

neden gitmediğine kafa yoruyorsun.<br />

Ve aniden her karşılaşmanın bir defalık<br />

olduğunu bildiğinin farkına varıyorsun.<br />

Hayat bu. Duygularına aldanmanın<br />

pek bir anlamı yok: bir kapıdan girilir,<br />

pencereden şöylece dışarı bakılır ve<br />

diğer kapıdan çıkılır. Senin de kapıdan<br />

çıkma vaktin gelecek, ama biraz daha<br />

çınarın gölgesini izlemelisin.<br />

Çınarın gölgesi konumunu değiştiriyor<br />

anbean. Yıllar saniyelere dökülmüş<br />

çınarın sonbahar yaprakları altında,<br />

demiş miydin bunu sana? Güneş,<br />

çınarın boyunu geçti geçecek.<br />

O serin hava yine vücudunu sarıyor<br />

ve şiddetli bir titreme alıp götürüyor bedenini.<br />

Uyanıyorsun, yatağındasın. Etrafına<br />

bakıyorsun. Odan karanlık, henüz gece.<br />

Terlemişsin. Sağına dönüp başucundaki<br />

lambayı yakıyorsun. Beni görüyorsun o<br />

anda, pencereden az önce odana sızmış<br />

olan soğuk rüzgârı, beni.<br />

15


Tukan Kuşu Yuko<br />

Jalisa İpek Bayraktar<br />

17 Mayıs 2016<br />

Doktoramı embriyoloji üzerine yapmak istediğimi söylediğimde herkesin<br />

cevabı aynıydı: “Embriyoloji artık ölü bir bilim dalı. Doktora yapıp ne yapacaksın?<br />

Aptal olma…” Yine de tüm ofısıltılar boşunaydı. Azimliydim ve<br />

sonunda iyi bir üniversite bünyesinde istediğim pozisyona ulaşmıştım. İnsanın kendini<br />

en memnun hissettiği an, emeklerinin karşılığını aldığı andır. O kadar rahattım<br />

ki anlatamam. Kapıdan girdiğim gibi derin bir nefes aldım, laboratuvar gömleğimi<br />

astım ve o düşlediğim sandalyeye sonunda oturdum. Arkamdaki geniş pencereden<br />

gelen güneş odayı aydınlatıyordu. O sandalyede dimdik oturuyor ve kendimle<br />

gurur duyuyordum. Yine de bir şeyin eksik olduğu hissine kapıldım. Belki de hep<br />

eksik olduğunu biliyordum ama önemsememe gafletine düşmüştüm. Bu his saniyeler<br />

içerisinde ciğerlerime bir veba gibi işledi. Sandalyeye gömülmeye başladım.<br />

Nefes almak zor geliyordu. Kendimi ilk defa yaşlı hissediyordum. Masanın çekmecesinden<br />

aynamı çıkardım ve baktım, hala güzel dudaklarım ve gözlerim vardı.<br />

Yanlış giden neydi? Hayatımın en memnun anından en rahatsız anına geçiş bu<br />

kadar doğal ve kolay olmamalıydı. Yalnızlık, geçtiğimiz yüzyılların en gözde sorunu<br />

değil miydi zaten? Aynayı günah işlemişim gibi çekmeceye geri kaldırdım. Kapı<br />

çalındı. Kurye paketimi teslim etti. Kartvizitlerim sonunda gelmişti: “Dr. Melinda<br />

Marr.” İsmimi istediğim fontla yazmamışlardı.<br />

22 Mayıs 2016<br />

Laboratuvardaki işlerim erken bitti, kendime izin verme kararı aldım. Tüm gün<br />

buzdolabımda duran şarabı düşlemiştim. Odaya bir göz gezdirdim. O garip burukluk<br />

nüksetti. Bir dolap, bir masa, kütüphane ve askılık… Odanın tekdüzeliği ilk<br />

defa bu kadar gözüme batmıştı. Her şey çok ölüydü. Tam kapıdan çıkarken camdan<br />

tuhaf bir ses geldi. Merakla camı açtım; ansızın içeri kendine özgü bağırışları,<br />

rengârenk tüyleri ve devasa gagasıyla bir kuş dalıverdi. Ofisim saniyeler içerisinde<br />

darmaduman oldu. Egzotik kuş kendini etrafa vura vura bertaraf oluyordu ve ben<br />

buna seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyordum. Yutkundum, bazen beklemediğin<br />

şeyler seni bulur ya; ben o insanlardan değilim. Bu durumu normal bir<br />

insandan daha fazla garipsemiştim. Kuş ne kadar panikse ben de o kadar paniktim.<br />

Terlemeye başladım, kuş ne zaman kendini başka bir duvara vursa kalbime bir<br />

sancı daha saplanıyordu. Kocaman bir kuştu bu! Ona dokunmak istemedim. Bir<br />

an için masama kondu ve beni süzdü. Sarı-yeşil gözlerini bir daha unutabileceğimi<br />

sanmıyorum. Tekrar havalandı ve bana doğru gelmeye başladı.<br />

16


İkimiz de kaçışıyor ve bağırışıyorduk. Telaşla camı açık bırakıp ofisin kapısını kapattım.<br />

Kendimi bu çılgınlıktan dışarı zor attım. Açıkcası ertesi gün geldiğimde kuşun<br />

yolunu bulup geri çıkacağını düşünmüştüm. Yanılmışım. Sabah, ofisin her tarafı<br />

kuş dışkısı ve yırtık kağıtlarla kaplıydı. Tepem attı. Kat görevlisine haber verdim<br />

ama adam alerjisi olduğunu, o odaya giremeyeceğini falan geveledi. Ofisi biraz<br />

toparlayıp kuşla beraber oturdum. Resmen ikimiz de birbirimize alışmaya çalışıyorduk.<br />

Sessizdi, bir köşede oturup tüm o kendine özgü ihtişamı ile beni süzmekteydi.<br />

Mahlukat işime odaklanmamı zorlaştırıyordu. Dayanamadım, ayağa kalktım.<br />

Dolabın aynasından kendime baktım. Kuşun benim sıkıcı bir kadın olduğumu<br />

düşünmesi kaçınılmaz olmalıydı. Eve dönüp kıyafetlerimi yakmak istedim. Askılığa<br />

konmuş kendini kaşıyordu. Gagasında kırmızı çentikler vardı, inanılmaz çarpıcıydı.<br />

Kendime aptal bir kuşu kıskandığım için kızdım. Duvardaki diplomama baktım,<br />

sanırım ondan bir avuntu bekliyordum ama bir kağıt parçası beni avutamadı. Şaşırmadım.<br />

Kuş ile tekrar göz göze geldik. Çantasında bir ruj bile bulundurmayan beni<br />

alaya aldığına eminim.<br />

24 Mayıs 2016<br />

Dolabın arkasından kırmızı elbisemi çıkarmıştım. Kim bilir bunu en son ne<br />

zaman giymiştim? Aynada kendimi iyice bir süzdüm, güzel olmuştum. Kuşa inat<br />

süslenmiştim sanırım. Arabadayken durumumun gülünçlüğünü düşünüp halime<br />

güldüm. İşe geldiğimde kapıda biri dikiliyordu, yanına geldiğimde ise kafasını elindeki<br />

kağıtlardan kaldırıp elimi kibarca sıktı: “Merhaba, izin verin kendimi tanıtayım<br />

ben Dr. Lester Pluck. Kat görevlisi ile konuştum. Anladığım kadarıyla sevgili tukan<br />

kuşum Yuko sizin ofisinize kaçmış. Size rahatsızlık verdiği için üzgünüm. Lütfen<br />

buyrun size ofisimde bir kahve hazırlayayım.” Hayatımda bu kadar düzgün bir diksiyon<br />

işitmemiştim. Sesi, sakalları, kapkara gözleri… Bu adamı daha önce okulda<br />

hiç görmemiştim. Etkileyici biri olduğunu kabul etmeliyim. İki alt kata indik. Yuko,<br />

Dr. Pluck ‘ın ofisine girdiği an huzura kavuştu, bolca mama yedi. Birkaç gündür<br />

ofisimde olan bu hayvana yemek vermeye teşebbüs etmemiştim. Onu yemek yerken<br />

görünce aklıma geldi. Bu gizemli beyfendinin ofisine göz gezdirdim. Kapkara boyanmış<br />

odasında; camın kenarına dizdiği petunyaları ve çeri domatesleri, köşede ise<br />

bir akvaryum dolusu egzotik balığı, bir tukan kuşu ve bir de kedisi vardı. Burası bir<br />

ofisten başka her şeye benziyordu. Onu beklerken kütüphanesine göz gezdirdim.<br />

“Ölüm’ün Psikoseksüel Hali”, “Orta Asya’da Cenaze Ritüelleri” … Gözüme bu<br />

hayat dolu odada çok fazla ölüm çarptı. Kütüphaneye bakınırken bir anda arkamda<br />

belirdi, elindeki kahveyi uzattı. Yüzünde sıcak bir gülümseme ile: “Benim alanım<br />

Tanatoloji,” dedi. Ona kendi alanımın Embriyoloji olduğunu söylediğimde<br />

ikimiz de kahkahalara boğulduk. Sonra sohbete başladık. Tukan kuşu Yuko’nun ne<br />

kadar hassas ve zeki bir hayvan olduğundan, onunla beş yıldır beraber yaşadığından<br />

bahsetti. Ayrıca onu güvende tuttuğum için teşekkür etti. O esnada Yuko ile<br />

göz göze geldik, yemin edebilirim ki gülümsüyordu.<br />

17


Ben de ister istemez gülümsedim. Son günlerdeki gerginliğimden eser kalmamıştı.<br />

Lester’la sohbetimden tarifsiz bir keyif alıyordum. Resmen fıkra gibiydi: Bir doğumbilimci<br />

ve bir ölüm bilimci bir tukan sayesinde tanışmış kahve içiyorlardı! Ölümün<br />

bu kadar çekici olabileceği kimin aklına gelirdi…<br />

illüstrasyon: İnsel Kanca<br />

18


Duvarın İki Yüzü<br />

Ali C. Yoksuz<br />

-1-<br />

Uyandığında bir otel odasındaydı. “Yoksa<br />

gerçekten başardım mı?” diye düşündü<br />

sessizce. Bileklerinde bir ağrı hissediyordu,<br />

ellerini ovuşturdu. Yataktan doğrulup etrafına<br />

baktı. Standart bir otel odasıydı; masa, sandalye,<br />

pencere, yatak. Ayağa kalkıp pencereden dışarı<br />

baktı. “Bu gerçekten mümkün mü?” dedi içinden.<br />

Sigarasını arandı etrafta. Çırılçıplaktı. Masanın<br />

üzerine bırakılmış pantolonunun cebini yokladı<br />

ve bir paket çıkardı. İçinden bir sigara alıp yaktı<br />

ve bir ayağı aksak sandalyeye oturdu. Sonra ayağa<br />

kalkıp sandalyeyi pencerenin önüne çekti. Aksak<br />

sandalyede sallana sallana oturup sigarasından<br />

uzun, derin bir nefes çekti. Çırılçıplaktı.<br />

Sigarasını içerken üşür gibi bir eliyle diğer kolunu<br />

sıvazladı. Gözleri kapanıyordu. “Bu kadar<br />

uyku iyi değil” diye düşündü. “Telefon?” dedi sonra.<br />

Etrafı kolaçan etti telefonu bulabilmek için.<br />

Masanın üzerine bakındı biraz. Yatağa geçip oraya<br />

baktı. Telefon yoktu. “Yoksa gerçekten!..” gibi bir<br />

ses geçti içinden, sorularla hemhâl.<br />

“Biraz hava” deyip banyoya gitti,<br />

Biraz nefes...<br />

Yüzünü yıkarken gömleğin yerde olduğunu<br />

gördü ve üzerine geçirdi.<br />

Biraz nefes...<br />

Üzerine bir şeyler geçirmeyi düşünürken pantolonunu<br />

giymek üzere yatağına gitti. Pantolonunu<br />

çekip dışarı çıkmak üzere kapıya yöneldi.<br />

Ayakkabısının içinde terlemeye başlayan çıplak<br />

ayaklarının rahatsızlığıyla sokağa vurdu kendini.<br />

Otelin önünde, bir sağına bir soluna baktı<br />

ve düz bir şekilde kameranın olduğu yere doğru<br />

yürüdü.<br />

Ben aslında<br />

iyi biriydim,<br />

ben iyi biriydim.<br />

Özür dilerim ama<br />

ben iyi biriydim.<br />

Sanırım izleniyorum. Devam<br />

ediyor. Biraz nefes...<br />

Onu izleyen kamerayı dikkatlice<br />

inceledi. Üzgündü...<br />

Bu normal, bu doğal, bu mümkün,<br />

bu, bu... bu olabilir. Sorun etmemeliyim.<br />

Biraz nefes...<br />

Onu izleyen kameraya arkasını<br />

dönüp otelin kapısının<br />

önüne, az önceki yerine gerisingeri<br />

döndü ve sağa sola tekrar<br />

bakınıp sol taraftan yürümeye<br />

başladı.<br />

Uzun bir duvarın yanına<br />

yavaş yavaş yürüyordu. Telefon<br />

sesi duydu.<br />

Olamaz! Hay sıçayım! Yoksa?<br />

Neyse...<br />

Tedirginlikle cebinde bir<br />

telefon aradı. Derken aslında<br />

telefonun karşısından ona doğru<br />

yürüyen kişiye ait olduğunu<br />

telefon konuşması sesleri duyarken<br />

anladı ve rahatladı.<br />

19


20<br />

İşte bu korkutucuydu.<br />

Duvar sonuna kadar yürüdü.<br />

Sanırım hâlâ beni izliyor.<br />

Ama sorun değil, gerçekten sorun değil, sorun değil. Sorun değil. Ben başardım. Başardım. Tamam<br />

işte. İşte mümkün. Tamamdır... Başarmış olmalıyım. Evet, evet... diye düşünürken kamera<br />

açısından çıktı ve kamerada bir duvar yazılaması göründü:<br />

“BEN BİR BAŞKASIDIR”<br />

Yürürken bir mezarlığın etrafında olduğunu gördü ve mezarlıktan içeri girdi.<br />

Bir mezarın başında oturup onu izledi.<br />

Ben aslında iyi biriydim, ben iyi biriydim. Özür dilerim ama ben iyi biriydim. Duydun mu?<br />

Ben kötü biri olmaya çalışan iyi biriydim. Biriyim. Ben, biriyim. Ha ha ha!<br />

Üzeri toprakla örtülü cesedin başından kalktı. Umutsuzca yürümeye devam etti.<br />

-2-<br />

Neyse ki onun dikkatini çektim. Artık varım ve buradayım. Sanırım gerçekten başardım... dedi<br />

yine. Yine.<br />

“Efendim?” diye bir sesi duydu. O esnada yalnızca yüzüne odaklanan kamera<br />

geri çekildi ve adamın aslında bir kafede olduğunu ve ona “efendim,” diyenin de<br />

yan masada oturan bir kadın olduğu göründü.<br />

“Sen,” dedi adam, “Sen beni duyabiliyor musun?”<br />

“Elbette, bana söylediğinizi düşündüm aslında.”<br />

“Ne söyledim ki?”<br />

“Aslında tam olarak anlamadım ama ‘dikkatini çektim, başardım’ gibi şeylerdi<br />

sanırım.”<br />

“Bunu sizin için ya da size söylememiştim aslında. Umarım yalnış anlamadınız.”<br />

Kadın gülümsedi, “Aslında hiç anlamadım.” Bu gülümsemeyi sahte buldu<br />

adam. Söyleyemedi.<br />

Söylenmez ki... Söyleyemem!<br />

“Anlamadım?” dedi kadın.<br />

Adam, işte o an buz kesti.<br />

Sessice oturdular. Birbirlerine baktılar. Sonra kız önüne dönüp bir sigara yaktı.<br />

Çayından bir yudum aldı. Adam onu izlemeye devam etti. Kadın onun kendisini<br />

izlediğini fark edince çayını alıp adamın masasına geçti.<br />

“Sigara içiyor musun?”<br />

“Evet.”<br />

Adama bir sigara uzattı ve adam sigarayı alıp yaktı.<br />

“Benim ismim Rûya,”<br />

“Seni de izleyen biri var mı?” diye sordu adam.<br />

“Beni kimse izlemez. Ben yalnızca izlenenlere görünürüm,” dedi Rüya.<br />

“O şimdi seni görmüyor mu?” diye sordu adam kamerayı göstererek.


“O beni senin gördüğün gibi görüyor sadece. Ben orada göründüğüm gibi<br />

değilim,” dedi Rûya.<br />

“Peki ben?”<br />

“Sen zaten bu yüzden buradasın.”<br />

Nasıl yani... “Niçin?”<br />

“Henüz bir adın bile yok,” dedi. Kız yine gülümsedi. Yine.<br />

Adam bu sözün üzerine sigarasından bir nefes daha çekti.<br />

“Bu gece yanında olacağım. Şimdi gidip bir etrafa, çevrene bak. Bakman lazım.<br />

Kendine bir daktilo al. Paran var,” dedi Rûya.<br />

Adam bu sözün üzerine ceplerini yokladı. Her şey düşünülmüş. Hayret etmemek mümkün<br />

değil. Yani... Ya, ama hassiktir!<br />

Kadın, Rûya onu duymadı. Ama tahmin etti:<br />

“Korkulacak hiçbir şey yok, şaşılacak şeyler de yok. Bu dünya senin. Ve sen<br />

mütevazı bir adamsın.¨<br />

Rüya sevecen göründü adama.<br />

“Ben kalksam iyi olacak,” dedi adam.<br />

“Gece,” dedi Rûya.<br />

Adam ayağa kalktı. Kadına, Rûya’ya baktı ve kameranın açısından çıktı.<br />

Kamera geri doğru çekildiğinde kadının, Rûya’nın sandalyesinin boş olduğu da<br />

görünüverdi. Fakat sigara, kül tablasında tütmeye devam ediyordu.<br />

-3-<br />

Adam Kadıköy’de, antikacıların pek bol olduğu bir sokağın başından, bir köşe çaycısının<br />

olduğu yerden ileri doğru yürümekteydi ve kamera sokağın ortasına sabitlenmiş<br />

şekilde yolun ortasından giden adamı izliyordu. Adam arkası dönük bir şekilde<br />

yürürken söylendiğini hissetti.<br />

İzliyor... Ha ha ha! Sakin ol. Tamam, tamam. İzliyor mu? Neyse...<br />

Aniden duraksadı. Takip edildiğini hissediyordu, bunu biliyordu.<br />

Arkasına baktı.<br />

Yürümeye devam etti adam.<br />

Daktilo, demişti. Daktilo. Daktilo... Daktilo! Şuraya baksam iyi olacak.<br />

Köşedeki antikacı dükkânına girdi.<br />

İçeri girdiğinde daktiloların olduğu kısma doğru yöneldi. Sırayla onları izlemeye<br />

koyuldu. Derken yanına biri yaklaştı:<br />

“Hoşgeldiniz. Buradaki daktiloların hiçbiri satılık değildir.”<br />

“Ama benim bir daktilo almam gerekiyor,” dedi adam.<br />

“Biliyorum... biliyorum? fakat buradaki daktilolardan hiçbiri satılık değildir.”<br />

“Ama...”<br />

“İçeride seninki. İzin verirsen içeri gidip getireyim. Zaman harcama burada.<br />

Daha çok işin var.” dedi antikacı.<br />

21


22<br />

Hayretler içindeydi adam:<br />

“Sen de mi biliyorsun?” sordu.<br />

“Hayır!” dedi ve daktiloyu getirmek üzere içeri gitti.<br />

Adam o sırada etrafına bakınırken bir fotoğrafı eline aldı ve dikkatlice izlemeye<br />

başladı. Fotoğraf neredeyse altmış yıllık vardı ve fotoğrafta kendisini gördü. O<br />

yıllara has bir kıyafet. Yanında, az önceki çaycıda karşılaştığı kadın, Rûya ile eski<br />

bir masanın etrafında oturmuş sigara içiyorlardı. Kadının kıyafetleri de o döneme<br />

hastı. Adam şaşkınlıkla fotoğrafa bakmaya devam etti.<br />

Bunu özlemiyorum, bunu özlemedim!<br />

“Ben vermeden bulmuşsun fotoğrafı,” dedi antikacı.<br />

“Hatırlıyorum.”<br />

“Ama özlemiyorsun.”<br />

“Bunu bilemezsin” dedi adam.<br />

“Ben her şeyi biliyorum,” dedi antikacı, “Benim görevim bu. Ben, her şeyi biliyorum.”<br />

“Ama... az önce...” derken sözünü kesti antikacı:<br />

“Henüz bir kaygın bile yok. Erken davranma meraklanmak için.”<br />

“Özür dilerim,” dedi adam. Müthiş ve derinden bir pişmanlık hissetti o an.<br />

“Daktiloyu ve fotoğrafı al. Hava kararmak üzere. Sahaf kapanabilir. O yüzden<br />

şimdiden gidip kitabını ve kağıtları da al. Sahaf seni tanımaz. Sinirli biri. Ondan<br />

korkma, o yalnızca üzgün bir adam.”<br />

“Nesi var?”<br />

“Yeni’den mahrum,” dedi antikacı; gözleri dolu doluydu, neredeyse ağlamak<br />

üzereydi. Adam antikacıya baktı bir süre.<br />

“Gecikmesem iyi olacak” dedi antikacıya<br />

Neye gecikeceksem!<br />

Dükkândan çıktı. Kamera aynı yerde adamı izlemekteydi. Adam yolun sonuna<br />

dek yürüdü ve gözden kayboldu. Kamera söndü.<br />

Kamera yandığında adam “Bâbil Sahaf ’ın Olduğu Sokak” adlı bir tabelanın<br />

altında ve o Bâbil Sahaf adlı bir dükkânın tam karşısında buldu kendini. Neredeyse<br />

bir yerden gelen bir yumruktan kaçar gibi seri ve âni bir hareket ederek toparlandı<br />

ve çevresine bakıverdi korkuyla. İçeri girmeden önce kapının önündeki kitaplara<br />

bakınmaya ve titreyen ellerini ceplerinde muhafaza etmeye çalıştı. O sırada kapıya<br />

doğru bir bakış atmıştı ki ürkerek geri sıçrayıverdi. İçeriden çıkan Sahaf korkutmuştu<br />

onu. Öfke dolu gözlerle ve seri hareketlerle, kucağındaki kağıtları ve bir kitabı<br />

dışarı, adama doğru fırlattı.<br />

“Al şunları, topla hemen! Sonra siktir ol git burdan! Yürü git lan!” diye bağırdı<br />

Sahaf, adama.<br />

Adam korku ve heyecanla yerlere saçılmış saman kağıtları toplamaya başladı ve kitabı<br />

da yerden alıp dayak yemekten korkarak koştura koştura uzaklaştı dükkânının oradan.<br />

Sahaf koşan adamı izleyip kahkaha attı ve içeri girdi. İçeriden bir müzik sesi geliyordu.


-4-<br />

Tıknefes kalmış adam bir bankta otururken gözlerini kapatmış; kendini denizin<br />

ve rüzgârın ıslıkvâri sesine bırakıp, nefesinin ve kalp atışlarının düzelmesine şahit<br />

olurken yüzünde bir gülümseme peyda oldu. Gözlerini araladığında gelen bir ses,<br />

karşısında bir deniz olmadığını fark ettiğinde korkudan önce üzüntü ve acı duydu.<br />

Basık ve daracık bir odanın içinde, yemyeşil duvaların arasında, bir ayağı aksak<br />

ve rahatsız edici bir sandalyede oturmaktaydı. Önünde eski tip, küçük bir<br />

masa, üzerinde ters duran bir daktilo gördü. Bu, o daktiloydu. Daktiloyu kendine<br />

çevirmeye çalıştı. Bunu başaramayınca daktilonun olduğu tarafa çekmek istedi<br />

sandalyeyi. Bunu da beceremediğini fark etti, umutsuzluk hissetti.<br />

Hey şey mümkün, her şey doğal, her şey sıradan, her şey değil. Her şey değil. Her şey değil!<br />

Sayıklayarak sayıklamıyorum ulan! masanın diğer yanına geçti ve çömeldi.<br />

Cebinden bir sigara çıkarıp yaktı ve düşünceli bir şekilde denizi izler gibi saman<br />

kağıtları izledi.<br />

O şarkıyı hatırlıyordum. O şarkıyı duydum ben. Ama hayır. Ben artık... diye düşünürken<br />

biri yanına yaklaştı:<br />

“Paran var mı” diye sordu.<br />

“Param var,” dedi adam. Tavanın basıklığından sebep kambur duran dilenciyi<br />

beklettiği için mahçup hissetti kendini. Ceplerini yokladı. Ceplerinin bomboş olduğunu<br />

fark edince iyiyden iyiye çökmüştü sanki. Dilenciye çevirdi gözlerini.<br />

“Sorun değil,” dedi Dilenci ve adamın karşısına, aksak sandalyeye oturdu. Gözlerini<br />

kapatıp gülümsüyordu Dilenci artık. O artık biriydi. Onun, Dilencinin yağlı<br />

saçlarının rüzgârda savruluşunu izliyordu adam. O sırada rutubetten küflenmiş<br />

tavandan birkaç parça kafasına düşüyor, kan-ter içinde kalmış gövdesini ferahlatmak<br />

için gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Dilencinin araladığı gözlerinde bir<br />

çift kamera merceği gören adam üzüntüye daktilosuna döndü ve gözyaşları içinde<br />

daktilonun boşluk tuşuna hızlı hızlı basarken buldu kendini.<br />

“Sorun değil. O beni görmez, artık göremez” dedi dilenci.<br />

“Sen zaten O değil misin? O değil miydin?” diye sordu adam.<br />

“Ben Dilenciyim.”<br />

“Dilencilere bakmıyor mu?”<br />

“Benim gibileri asla görmedi. Benim gibi birini de asla göremez.”<br />

“Ama ben?”<br />

“Nen varmış senin? Sen inkar ediyorsun sadece.”<br />

“Hayır tercih ediyorum.”<br />

“Sen var ya... Sen tam bir gerizekalısın.”<br />

“Ben iyi biriyim!”<br />

“Sen bir bok değilsin, senden bir bok olmaz aslında ya neyse! Gerçekten yapabilecek<br />

misin? Gerçekten inanıyor musun buna? Ha ha ha! Ayrıca burası ne kadar<br />

sıradan bir yer böyle. Senden korkuyorum açıkçası.<br />

23


Yine saçmalayacaksın ve salakça bir şeyler yapacaksın diye ödüm kopuyor,” dedi<br />

dilenci.<br />

“Ben gitsem iyi olacak. Hava karardı neredeyse.”<br />

“Ne havası ulan! Hangi hava! n’olur, biraz hava... Neyse siktir git. Ne yapmak<br />

istiyorsa yap bakalım.” dedi dilenci.<br />

Adam kalktı ve yürümeye başladı. Kamera bankın arkasından adamı izlemeye<br />

devam etti; adam, arkasındaki kameraya el hareketi çekiyordu giderken. Dilenci<br />

gözlerini kapattı ve gülümsemeye devam etti. Rüzgâr, kirpiklerini kırpıştırırken, Dilenci<br />

mutlulukla sallıyordu kendini bir ayağı aksak sandalyede.<br />

-5-<br />

Adam aynı duvardan bu kez sağa doğru yürümeyi seçti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü.<br />

Sonuda başladığı noktaya geldi ama. Kamera yine aynı yerdeydi üstelik. Adam<br />

kameraya baktı ve sonra içeri girdi.<br />

Yukarı çıktığında az önce kafede gördüğü kadını, Rûya’yı çırılçıplak bir şekilde<br />

yatakta uyurken gördü. Üzerinde az önce az önce? bıraktığı Daktilo bulunan masaya<br />

döndü. Masanın başında iki mum vardı. Onları yaktı. Kitabı çıkardı. Beyaz kaplı<br />

bir kitaptı. Kitabın bomboş sayfalarını kaygıyla aralarken buldu kendini.<br />

“Kaygı.” dedi fısıldar gibi.<br />

Adam eski saman kağıtlardan birini daktiloya geçirdi ve yazmaya başladı.<br />

Daktilo sesleri yükseliyor, mum eriyordu. Adam uzun uzun yazdı ve son sayfayı<br />

çıkarıp masaya, yazılı diğer kağıtların üzerine bıraktı. Sonra arkasını dönüp yatağa,<br />

çırılçıplak bedene baktı. Kadın, Rûya uyuyan insanlara has derin nefes alıp yavaşca<br />

veriyor, bu hareket onu yaşayan bir kadın, Rûya yapıyordu. Onu izledi.<br />

Adam önüne döndü ve fotoğrafı cebinden çıkardı. Bir süre baktı ve eriyip ufacık<br />

kalmış, sönmek üzere olan mumun üzerine tuttu fotoğrafı. Fotoğraf kıvranıyor,<br />

kararıyor fakat tutuşmuyordu, Eriyen görüntüyü olduğu yere bıraktıktan sonra<br />

yatağa, kadının, Rûya’nın yanına uzandı. Kadına, Rûya’ya sarılıp gözlerini kapadı.<br />

Sabah olduğunda kadın tek başınaydı. Etrafına bakındı ve masanın üzerindeki<br />

sayfaları gördü. “Başardım” dedi.<br />

24


1- Setareye Soheil / Marjan Farsad<br />

2- Rainfall / Daniel Herskedal<br />

3- Trøllabundin / Eivør<br />

4- Adagio / Joshua Redman<br />

5- Schwebebahn / Hoelderlin<br />

6- Spoons / Damon Albarn<br />

7- It’s Clearing Now / Brigid Mae Power<br />

Bu listede O.H. ailesi olarak naçizane müzik önerilerimiz yer alıyor.<br />

Listedeki parçalar dünyanın farklı farklı ülkelerinden müzisyenlere<br />

ait, türleri de oldukça değişkenlik gösteriyor.<br />

Beğenmeniz dileğiyle,<br />

iyi yolculuklar.<br />

Bu ve daha fazlası için bizi Spotify’dan takip edebilirsiniz:<br />

@oralardahavalarmag<br />

(https://open.spotify.com/user/oralardahavalarmag/playlist/3YvWoEnBbFBv6fS6H32qps)<br />

25


Seni karşıdan karşıya geçirirken dünde<br />

unutmuşlar.<br />

Ben karın kasındaki tüp bebek, insanın.<br />

Ölmüşüm mesela<br />

öğleden sonra,<br />

herhangi bir cenaze namazında.<br />

Bir yorgan kıyısında ve ya iki yaz bi güz<br />

hep araba bagajlarında,<br />

ceset kokularında.<br />

Sancılı Tını<br />

Pelin Yıldırım<br />

26<br />

Seni biraz kadın bulmuşlar<br />

organında cins kokarca.<br />

Miladın pençesinde kırık hayalli mars<br />

isem,<br />

selamımda yüksek besmele sensindir.<br />

Şeffaf vücutlu kavgaların bitli kahramanı<br />

-sen-<br />

Henüz doğmamışsa bebek saf,<br />

kirlenmemişse sokak pas,<br />

pas.<br />

Tenleri çalınmış kentlerin genleri<br />

hep soğuk.<br />

Buralarda ellerim hep donuk ve<br />

mavili gök uçsuz.<br />

Bak nasıl da uyumuşsun.<br />

Bu bir masal değil,<br />

bak bakalım portakal mıyım tencerenin<br />

dibinde?<br />

Dün hakikattim sıyırıp temizlersen.<br />

Kuyunun koyu suyunda mesela<br />

seversen beni<br />

çatırdamam ben.<br />

Yalnız bir gün<br />

bok vardı da uyanmıştım,<br />

ellerim çocukların elinde maskara tabanca.<br />

Bok vardı işte sol lobunda,<br />

beynimin.<br />

Soldan üçüncü at sizlere ölümken,<br />

gözlerimde karabasan kokulu sonbahar pusulası.<br />

Yan odadaki böceğin ikiziyim<br />

-yapışık,<br />

sineği olduğum arabanın markası bozuk<br />

-karışık<br />

ve sen hala fransızca kokuyorsun,<br />

fransızca kokuyorsun ve<br />

bornoz giyiyorsun.<br />

Peki ben özlemekten korkan bir iç gıcırtısıysam?<br />

Olsun..<br />

Ben seni nerede unutmuşsam<br />

orada kaybolmuşum.<br />

En başa dönebilir miyiz<br />

yahut kaçalım buradan.<br />

Ölüyorken büyümüyorsun.<br />

illüstrasyon: İnsel Kanca


Aç Parantez Gerekçeler<br />

Mehmet Şimşek<br />

ışıklar kapandığında kayboldum, (çünkü)<br />

büyülü kapılardı kelimeler<br />

önce ellerime mum damlattım<br />

dilekler üfledim sonra<br />

hicazkâr bir şarkının diline düştüm<br />

uzaktan tiz mi tiz bir kadın sesi,<br />

türlü çiçek adları, parlak gazeller<br />

yelkovana benzemeyi öğrendim<br />

ocağın şubattan farksızlığını<br />

bir ömrü adlandırmaya yeterdi mevsimler<br />

sorular uzadı geceler kısalırken, (çünkü)<br />

kentimiz tanrıya daha da yaklaştı<br />

çiçekliklere bir bir beton döktüler<br />

sanki bütün acılar geçen kış yaşandı<br />

ıslak bir serinlik, (çünkü)<br />

yarım açık pencere<br />

fotoğraf: Gülsüm Deniz Cesur<br />

dinle:<br />

dağılmak bir dükkan camı gibi<br />

çınlamak kepenklerce gece sessiz<br />

çünkü sarhoş yumruklar tuz buz<br />

ve kan sızarken ipince sabah yeli<br />

uyanmak bir düşe: büyüyorsun<br />

bir defter: dünyanın şahidi<br />

ve çakmak: taşı düşmüş, artık yok<br />

çığlık: ben hâlâ çocuğum büyümelere<br />

soluk: ihtiyaç<br />

yarın: kendinden emin<br />

şiir: hep kursakta ve gerekçelere muhtaç<br />

27


Çizen: Aslı Alpar<br />

diğer işleri için:<br />

http://adimizi.blogspot.com.tr/<br />

28


Hani vardı ya bahsettiğim<br />

patika,<br />

işte oraya ağaç<br />

dikiyorlar, artık<br />

artık yürümemiz zor<br />

olacak o yoldan.<br />

inanabiliyor<br />

musun?<br />

29


30<br />

Bu Sonbahar<br />

Kaçırmamanız<br />

Gereken Diziler<br />

Sonbaharın gelişi güneşin ve tatilin bitmesi demek olsa da<br />

aynı zamanda yeni dizi sezonunun da başlangıcı olarak<br />

içimize su serper. Sonbaharda sizi sımsıcak bir battaniyenin<br />

altına davet eden yağmurlu ve puslu bir pazar günü yeni<br />

diziler kurtarıcınız olacaktır. Uluslararası arenada görücüye<br />

yeni çıkan, heyecan verici bütün yapımları sizin için inceledik<br />

ve sizi kanepeden kalkmadan değişik dünyalara ve<br />

maceralara götürmesi garanti olanları listeledik.<br />

1. Nightfall (History Channel)<br />

History Channel Vikings ile yakaladığı başarıyı, Nightfall ile devam<br />

ettirmek için kolları sıvadı. Yapımcı olarak Jeremy Reener (The Hurt<br />

Locker) imzası taşıyan dizide, ki ünlü starın konuk oyuncu olarak<br />

dizide karşımıza çıkma olasılığı da çok yüksek, Tapınak Şövalyelerinin<br />

5’inci Papa Clement ve Fransa Kralı 4’üncü Philip tarafından<br />

ortadan kaldırılması ve kazığa bağlanarak yakılması anlatılıyor.<br />

Avrupa’da adları Haçlı Seferleri ile özdeşleşmiş olan ve hayatlarını<br />

Kutsal Kaseyi bulmaya adamış olan bu din savaşçıları gizli ayinler<br />

yaptıkları dedikoduları yayıldığında ve Kutsal Toprakları ele geçiremediklerinde,<br />

onlara yüklü borcu olan Fransa Kralı 4’üncü Philip bu<br />

dedikoduları bahane edip Şövalyeleri ortadan kaldırmak için düğmeye<br />

basar ve ortalık karışır. Dizide Şövalyelerin lideri Landry’yi Tom<br />

Cullen (Downton Abbey) canlandırıyor. Orta Çağ’da geçen bu gizem<br />

dolu dizide vahşetin ve entrikanın ön planda olacağına emin olabilirsiniz.


2. The Crown (Netflix)<br />

Netflix’in 100 milyon pound bütçeli yeni yapımı The Crown, Downton<br />

Abbey’nin boşalttığı tahtı dolduracak gibi duruyor. Hâlâ tahtta<br />

olan Kraliçe 2’inci Elizabeth’in hayatını anlatan dizi, dedikodulara<br />

göre daha yayınlanmadan Buckingham sarayında tedirginlik yaratmış<br />

bile. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında İngiliz kraliyet ailesi ve Downing<br />

Caddesi arasındaki ilişkinin nasıl şekillendiği ve İngiltere’nin nasıl<br />

yönetildiğini anlatmayı hedefleyen dizi hepsi on bölümden oluşan altı<br />

sezonda sürecek. Dizide Kraliçe 2’inci Elizabeth’i Clare Foy (Wolf<br />

Hall), Kral Philip’i Matt Smith (Doctor Who) ve Winston Churchill’i<br />

John Lithgow (Interstellar) canlandırıyor. Bu diziyi kaçırmayın derim.<br />

3. The Young Pope ( Sky / HBO / Kanal+)<br />

Paolo Sorrentino’nun (Youth) ilk TV denemesi ‘’The Young Pope’’<br />

bu sonbaharda Avrupa’dan çıkan en sansasyonel dizi. Dizideki<br />

hayali Amerikalı Papa 13’üncü Pope Pius’ı Jude Law canlandırıyor.<br />

Katolik Kilisesi’nin tarihindeki ilk Amerikalı Papa, genç ve etkileyici<br />

olmasının yanı sıra aynı zamanda Vatikan’ı karıştıracak fikirlere de<br />

sahip. Jude Law’a sekiz saatlik bu ruhani serüvende onu yetiştiren<br />

rahibe olarak Diane Keaton ve akıl hocası olarak da James Cromwell<br />

eşlik ediyor. Güçlü oyuncu kadrosu, ve kamera arkasındaki<br />

güçlü kadro bizi çok başarılı bir televizyon yapımıyla karşı karşıya<br />

olduğumuz hissi veriyor.<br />

31


4. WestWorld (HBO)<br />

HBO’nun daha yayınlanmadan sansasyonel mertebesine ulaşmış<br />

olan dizisi Westworld ya HBO’ya Game of Thrones’dan daha büyük<br />

bir başarı getirecek ya da çok büyük bir fiyasko olacak. Bu yapımda,<br />

akıl almaz bir bütçe, yapay zekalı robotlar, vahşi batı ve Anthony<br />

Hopkins var. Yetmez derseniz, ayrıca dizinin beyin takımında Person<br />

of Interest’in arkasındaki yapımcı Jonathan Nolan ve Battlestar Galactica’nın<br />

yazarlarından Liza Joy ve tabiki JJ Abrams var. Dizinin<br />

konusunu özetlemek gerekirse, ‘İnsanoğlunun günahlarının yapay<br />

zeka ile tanışması’ diyebiliriz. Dizi Michael Crichton’un 1973 yapımı<br />

bilimkurgu filmi Westworld’un uyarlaması.<br />

5.Divorce (HBO)<br />

Sarah Jessica Parker’ın başrolde oynadığı komedi/drama dizisi Divorce<br />

testosteron yüklü bu listede bize eğlenceli bir soluk aldıracak<br />

türden bir yapım. Dizi, maalesef çok güncel ve tanıdık bir konu olan<br />

boşanmanın bazen çok sancılı bazen komik ama kesinlikle zor ve uzun<br />

bir süreç olduğunu bize anlatmaya çalışacak. HBO başrol için komedi<br />

ile hüznü harmanlamayı çok iyi başaran Parker’ı seçerek doğru bir<br />

adım atmış. Yıllar sonra HBO’ya ve televizyona geri dönen starın en<br />

büyük handikabı Sex and the City’deki Carrie Bradshaw karakteri ile<br />

özdeşleşmiş olması. Parker Divorce’da Frances isimli iki çocuk annesi,<br />

on yıllık evli bir kadını canlandırıyor. Frances’ın hayatını ve evliliğini<br />

sorgulaması ile başlayan dizi on bölümde, boşanma sürecinde eşlerin<br />

birbirine olan ihtiyacı, ortada kalan çocukların durumu gibi gerilimli<br />

konuları eğlenceli bir biçimde sunmaya çalışacak.<br />

32


Bonus: Designated Survivor (ABC)<br />

Listeye geniş kitlelere hitap edecek ve kafamızı boşaltmaya yarayacak<br />

bir dizi eklemeden olmaz. Designated Survivor bu sonbaharın<br />

merakla beklenen politik draması. Nasıl olduysa Amerika’daki bütün<br />

yasama organı bir saldırıda ölüyor ve böyle bir senaryoyu ön gören<br />

Amerikan hükümetinin bir odaya paketlediği kabinenin alt seviye<br />

üyelerinden Kiefer Sutherland (24) Amerikan başkanı oluyor. Gerilim<br />

dolu bu hikaye de 24’e benzer elementler bolca kullanılmış. Entrika,<br />

ihanet, teröristler ve Keifer’ın aile içi draması bize ikinci bir 24’e<br />

hazır olmamız gerektiğini hissettirdi. Temennimiz Keifer’ın Touch ile<br />

yapamadığını Designated Survivor ile başarması.<br />

By Bandaloop/ 24.08.16<br />

33


Çağdaş<br />

İran<br />

şiirinden<br />

tadımlık<br />

Nahid Arjuni<br />

Farsça’dan çeviren & hazırlayan:<br />

Tahereh Mirzai<br />

İran’ın Kürdistan eyaletinde<br />

doğmuş şair ve yazar.<br />

3 şiir kitabı ve bir romanı<br />

vardır, Türkçe’ye henüz<br />

kazandırılmamıştır.<br />

İkinci Sır<br />

Saçlarımdan bir tel al<br />

Götür kendinle<br />

Vardığın her şehre<br />

Bir kapı açılır karşına<br />

Başörtüm kıvranır<br />

Sana aşık olduğunda bir kadın<br />

Yanaklarım kızarır<br />

Ve çoğalırım<br />

Dünyanın bütün duraklarında<br />

34


Mutfağın Tanrısı<br />

Ey yüce tanrım<br />

Ki mutfağa da giriyorsun<br />

Ve ilaçlarımın ismini okuyorsun<br />

Biraz kenarda dur lütfen!<br />

Tüm bulaşıkları yıkamam gerek<br />

Ve seninle konuşurken<br />

Öğlen yemeğini de düşünmeliyim<br />

Hayır yardım istemem<br />

Kendim idare ediyorum olan biteni<br />

Salon süpürülecek<br />

Yemek taşmaz<br />

Telefona da ben bakarım<br />

Ve çerçevenin tozunu…<br />

Hatırlıyor musun?<br />

Burada küçüktüm<br />

sen öfkeli değildin henüz<br />

sakinleştirici içmiyordum ben<br />

Tam çileğin tadı ve uykudan sonraydı<br />

Sen buruşturdun yüzünü<br />

13 yaşıma<br />

Çarşafa<br />

Ve rüyalarıma<br />

Affedersin açık söylüyorum<br />

Ama sen ceplerime<br />

Küçük kol çantama<br />

Ve hatta kilitli küçük sandığıma<br />

Göz koymuştun!<br />

Mutfağımda oturan ey büyük tanrı<br />

Şimdi olgun bir kadınım<br />

Ceplerimde bir şey saklamıyorum<br />

Çantam açık kalmış masada<br />

Sekiz saatte bir sakinleştirici içiyorum<br />

Ve söz verdim doktora<br />

Fazla düşünmeyeceğim<br />

Lütfen ayağını kaldırır mısın?<br />

Paspas yapacağım!<br />

35


KÜLTÜREL SIKIŞMIŞLIKTAN<br />

MEKAN-ZAMAN SIKIŞMASINA<br />

İyi Seneler Londra<br />

Emre Emrem<br />

36<br />

Giriş<br />

21. yüzyılın sınır tanımayan uluslararası sermaye etkileşimli dünyası,<br />

kültürel zeminde de erimeleri, kaynaşmaları ve bazı sıkışmaları doğurabilmektedir.<br />

Bireysel ayrıcalıkları ön plana çıkartan 19. Yüzyıl modernlik fikri,<br />

mekansallığı ve zamansallığı korumaktayken, artık teknik ilerleme, küreselleşme<br />

ve neo-liberalizm ile mekan ve zamanla çok işi olmayan bir “postmodernin”<br />

doğduğu, hatta bununla kalmayıp ilk gençlik dönemini henüz<br />

tamamlamış yetişkini bize canlandırdığı bir bugün yaşamaktayız. Belki<br />

de postmodernizmin bu uçarı, geçicilikten, kural tanımazlıktan ve yapı<br />

bozumundan yana olan tavrını genç yetişkin yaşına vermeliyiz. Tanımlaması<br />

nasıl yapılırsa yapılsın öncelikli olarak bahsedilen kültürel durumun,<br />

ekonomik anlamda bir geç kapitalizm süreciyle, siyasal anlamda neo-liberalizm<br />

ile birlikte ilerlediği yadsınamaz; postmodernizm, “geç kapitalizmin<br />

kültürel mantığıdır.” (Jameson,1992;Mandel,1978, Akt. Kumar,Krishan,<br />

2013:139) Bu şekilde bir ilişkilendirme, mekansal ve zamansal değişimlere<br />

anlam atfetmektedir. Küreselleşme ile sınırları aşan sermaye dağılımı, üretim<br />

ve tüketim ilişkileri gibi kavramlar etkilerini kültürel sınır aşımları olarak<br />

da göstermiştir. Sanayi ürünleri yanında her türlü kültürel pratiğin de metalaşması,<br />

her an her yerde her şeyin olma ihtimalini mümkün kılmaktadır.<br />

Başka bir deyişle, “bir çok imaj, mekan üzerinden anında kitlesel ölçekte<br />

pazarlanabilir.” (Harvey, David, 1999).<br />

İlk bakışta genişleme ve yayılma gibi görünen, Marshall McLuhan’ın kavramsallaştırdığı<br />

“küresel köy”, zihinsel bir yayılma sağlarken, bedensel<br />

olarak bizi hapsetmektedir. Zamansallık algısındaki oynama bu bedensel<br />

olarak hapsolma duygusuna yardımcı olmaktadır. Teknolojiden uzakta<br />

mekanik herhangi bir ekonomik, siyasal, toplumsal ya da kültürel iletişim<br />

olanağı, insanın bedensel olarak mekan içinde gezinmesini, bulunduğu mekana<br />

yayılmasını sağlamaktaydı; ancak günümüzde teknolojinin geçmiş,


şimdi ve geleceği iç içe algılayabilmemizi sağlayan zamansallığı, bizim bu<br />

yayılmayı zihinsel olarak yapmamıza neden olarak bedenimizi belirli bir<br />

mekan içerisinde sıkıştırmaktadır, zira bu küresel dolaşımı bedensel anlamda<br />

doğrusal zaman akış çizgisini bozarak yapmamız mümkün değildir.<br />

(Harvey, David, 1999) Tüm bu durumun ise, Kumar ve Harvey’nin tanımlamalarından<br />

yola çıkarak; mekanın, zaman aracılığıyla yok edilmesi sürecini<br />

merkezine almış kapitalizm ve neo-liberal politikalardan kaynaklandığını<br />

söyleyebiliriz.<br />

Doğrusal zaman çizgisinden kopuş<br />

Sinemasal zamanın kendi içinde giriş gelişme ve sonucu olan bir anlatı<br />

oluşturmasının köklerini “modern” kelimesinde arayacak olursak, kelimenin<br />

köken olarak modo’dan (“son zamanlar” , “tam şimdi”) gelen modernus,<br />

hodiernus ( hodie’den “bugün”) modelinden hareketle Latinceden<br />

yaratılmış bir sözcük olduğu karşımıza çıkmaktadır. (Kumar, Krishan, 2013)<br />

Dolayısıyla kelimenin geldiği yer olarak ilişkilendirebileceğimiz zaman<br />

kavramının önemini postmodernizme daha varılmadan oluşan modern<br />

dönemde görmekteyiz. Bu ilişkilendirmeyi biraz daha öteye taşıyan Krishan<br />

Kumar, pagan ve modern dünya ayrımı yapar. Burada bahsettiği modern<br />

dünya, rönesanstan da önce hristiyanlık inancının orta çağ avrupasında<br />

köklerini sağlamlaştırmasıyla ortaya çıkan dünya alımlamasıdır. Dünyanın,<br />

birbiri ardına gece gündüzün, mevsimlerin sıralanmasıyla oluşan zaman<br />

kavramına bir başlangıç noktası gerekliydi ve bu başlangıcı Mesih’ten önce<br />

ve sonra olarak ikiye ayıran Hristiyanlık, tüm insanlığa düzenli bir zaman<br />

çizgisi yarattı. “Geçmiş, şimdi ve gelecek anlamlı bir dizilişte birbirine<br />

bağlanmıştı.” (Kumar Krishan, 2013, s: 89)<br />

Hristiyanlığın başı, ortası ve sonu bulunan Mesih hikayesinin doğrusal düzleminde,<br />

ay ve yıl tekrarlarına bağlı olan zaman çizgisi kendisini, yalnızca<br />

bu Mesih hikayesi değil, tüm modern anlatıların içinde var etmektedir. Bu<br />

modern anlatılar ister Kumar’ın temellerini dayandırdığı rönesans öncesi<br />

hristiyan orta çağında olsun, ister rönesans ve sanayi devrimleri sonrasında<br />

yeniden düzenlenen “modern dünya”da olsun, doğrusal zaman çizgisini<br />

koruyarak post-modernizme, ya da öncesinde ilişkisini kurduğumuz teknolojik<br />

gelişmelerle kuşanan küreselleşmeye, geç kapitalizme, neo-liberalizme<br />

kadar etksini kesintisiz olarak sürdürmüştür.<br />

37


38<br />

Sinemayı da ortaya çıkış ve gelişimine bakıldığına modern dönemin çocuğu<br />

olarak tanımlayabiliriz.<br />

Parçalı, kuralsız ve sırasız yapısından dolayı kimsenin postmoderniteyi<br />

zamansal bir durum olarak tartışamaması bütün düzenli anlatıların sonunu<br />

getirmektedir. Özellikle sıralamanın kurgu terimiyle önem karşımıza çıktığı<br />

sinemada artık, giriş, gelişme, sonuca dayalı doğrusal zaman çizgisine göre<br />

dizilmiş anlatımın yerini sonun baştan gösterildiği, ters yüz edilmiş anlatım<br />

örnekleri alabilmektedir.<br />

İyi Seneler Londra, hikayesini aktarırken kullandığı bu zamansal sıra bozumuyla,<br />

postmodern biçimini, açılış sahnesinde olduğu gibi, damdan düşercesine<br />

izleyicisinin önüne atar. Yolun kenarındaki banka oturmuş perişan<br />

bir adamı, o sırada o sokaktan tesadüfen geçerken gören ve ona yardım etmek<br />

isteyen bir çiftin kafasına yukardan düşen bir adamla açılır film. Filmin<br />

sonunda balkondan atlayarak intihar ettiğini anladığımız bu havadan düşen<br />

adamın üzerine düştüğü çiftin de hayatlarını alt üst edişi, böyle kopuk,<br />

zamansız ve her an her şeyin olmasının doğallaştığı postmodern dünyanın,<br />

sinemasal zamanın ters yüz edilişiyle çarpıcı bir anlatımıdır. Film, bu açılış<br />

sahnesiyle ve Mesih’in dünyaya geliş hikayesiyle başlatılan sene sayımının<br />

oluşmasını selamlayan ismiyle, zaman kavramını postmodern bir noktaya<br />

çekme amacında olduğunu müjdelemektedir.<br />

Kültürel yayılmadan mekan sıkışmasına<br />

Neoliberal politikalarla sınırlılık anlayışının bozuma uğraması, yer yer fiziksel,<br />

daha çok sanal olarak siyasal, ekonomik ve toplumsal etkileşimde bulunulan<br />

mekan genişletilerek küresel bir kültür akışı yaratmıştır. Dünyanın<br />

bir bölgesinde üretilen her hangi bir mal rahatlıkla küresel pazara girerek<br />

çok başka bir yerde hizmete ya da tüketime sunulabilmektedir.<br />

Sanayi devrimi sonrasında oluşturulan fordist üretimle çalışan bireyler<br />

üzerindeki seri bir yabancılaşma, esnek birikime dayalı post fordist işgücü<br />

yapılanmalarıyla bireye daha çeşitli ve özgür iş imkanları, iş güvenceleri<br />

ya da istihdam alanları tanırken, diğer taraftan yeni piyasaların çıkması ve<br />

iş bölümüne getirilen teknolojik, örgütsel yeniliklerle onu sadece yaptığı işe<br />

yabancılaştırmakla kalmayıp, kendisinin toplumsal ve kültürel varoluşunu<br />

parçalayarak küreselleştirmiştir.


“Şimdilik kullanacağım terimle esnek birikim, Fordizmin katılıklarıyla açıktan<br />

çatışma içinde olmasıyla belirlenir. Emek süreçleri, iş gücü piyasaları, ürünler<br />

ve tüketim kalıpları bakımından esnekliğe yaslanır… Hem sektörler hem coğrafi<br />

bölgeler arasında eşitsiz gelişme kalıplarında hızlı değişikliklere yol açmıştır…<br />

Aynı zamanda kapitalist dünyada “zaman-mekan sıkışması” adını verebileceğim<br />

bir olgunun yeni bir evresine yol açmıştır…”<br />

(Harvey, David, 1999, sy:170)<br />

Harvey’nin “zaman-mekan sıkışması” olarak adlandırdığı bu ekonomik tabanlı<br />

yapılanma, kültürel bir yayılmanın ve iç içe geçmenin de nedeni olmaktadır.<br />

Fredrick Jameson’ın postmodernizmi, “geç kapitalizmin kültürel<br />

mantığı” olarak yorumlamasının nedeni bu olmalıdır. Modernizmin<br />

oluşturduğu seri üretime dayalı metalaşma süreci, post modernizm ile birlikte<br />

sınırların ötesinde bir yayılma zinciri içine girmiş ve kültürel alanları<br />

da bu yayılmaya katarak metalaştırmıştır. Dolayısıyla her şeyin her yerde<br />

yeniden üretilerek dünyayı dolaşabildiği bir sürece girilmiştir. Bu süreç ise<br />

modern yöntemlerle üretilen bir ürünün sahip olduğu tek ve biricik gerçekliğin<br />

kopyalanıp taklit edilmesine neden olarak Baudrillard’ın “hipergerçeklik”<br />

dediği olguyu meydana getirmiştir. (Küçük, Mehmet, 2011)<br />

“…Dahası, Baudrillard’a göre modern endüstri toplumunun anahtarı üretimken,<br />

postmodern toplumda “gerçek”i önceleyen modeler olarak “taklitler” toplumsal<br />

düzene egemen olmaya ve toplumu “hipergerçeklik” olarak oluşturmaya başlar.”<br />

(Küçük, Mehmet, 2011, sy: 414)<br />

Postmodern hipergerçekliğinde dolaşıma sokulan ve bu nedenle bir meta<br />

haline dönüştürülen kültürel faaliyetlerin hepsi, bireyin kendini üzerinden<br />

tanımladığı kültürel değerlerin de eklektik bir yapıya bürünmesine neden<br />

olmaktadır. Esnek birikimin sağladığı çeşitli iş imkanları sayesinde küresel<br />

bir çalışma alanı bulabilen birey, yaşamına bu alanda devam ederken bulunduğu<br />

mekanın içinde kültürel bir sıkışma da yaşamaktadır. Daha önce<br />

kişinin kendini ifade ettiği kültür, bundan sonra bulunacağı mekanın getirdiği<br />

kültür içinde eriyerek çetin bir uyum süreci içine girer. (Harvey, David,<br />

1999)<br />

39


İyi Seneler Londra filminde, ekonomik olarak geçimini sağlamak için Afyonkarahisar’ın<br />

Bolvadin ilçesinden Londra’ya gelen otel çalışanı Firuz’da bu<br />

ekonomik üretim biçiminin yenileşmesiyle ortaya çıkan küresel boyutta yeni<br />

sektörlerin neden olduğu kültürler arası etkileşimi görebilmekteyiz, ki Firuz<br />

Londra’da beş yıldızlı bir otelde, Harvey’nin adlandırdığı “esnek birikimin”<br />

yaratmış olduğu bir hizmet sektörü çalışanıdır. Ekonomik olarak varlığını bu<br />

otelde çalışarak oluştururken, kültürel çatışma içerisinde kalmış iyi ingilizce<br />

konuşan Bolvadinli olarak postmodern-geleneksel bir karakter şeklinde<br />

karşımıza çıkar. Konuşmalarında sürekli Londra’daki yaşamı geldiği yerin<br />

gelenekleriyle kıyaslarken, kendisine uygun olmayan bu yerde ekonomik<br />

nedenlerle bulunduğu vurgusunu yapar, diğer taraftan da oradaki kültürün<br />

getirdiği toplumsal hayatı ve “yaşam tarzlarını” çok iyi bildiğiyle övünür.<br />

Firuz’un çalıştığı otelin, bu bağlamda onda bir mekan sıkışmasına neden<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle; Firuz, David Reisman’ın “gelenekçe<br />

yöneltimli” insanından sanayi toplumu ve post-fordist ekonomik gelişmelerle<br />

beraber “başkalarınca yöneltimli” insana geçiş yapmakta, “belirli bir kültür bütünü<br />

yerine başkaları ile iyi ilişkiler sürdürmeyi yücelten değerler kazanmakta” olan biridir.<br />

(Oskay, Ünsal, 2014)<br />

Filmin Londra-Paris-Bolvadin üçgeninde ele aldığı kültürel küreselleşmenin<br />

karakterler üzerinde yarattığı sıkışmışlık etkisini Firuz’un yanı sıra Yaşar Nur’<br />

da da görmekteyiz. Buradaki sıkışmışlığın Paris ayağını aktaran Yaşar Nur,<br />

Fransa’da yaşayan Türk bir şarkıcı olarak dünyaca tanınmış bir şöhrete sahiptir<br />

ve çıkmış olduğu Avrupa turnesi sebebiyle Londra’ya gelmiş, Firuz’un<br />

çalıştığı otele yerleşmiştir. Bu Londra ziyaretinde onu Türkiye’den çok eski<br />

arkadaşı Zeynep ve Zeynep’in İngiliz kocası karşılayarak otele götürmüşlerdir.<br />

Otele girdiklerinde resepsiyonda kayıt işlemleri sırasında Firuz onları<br />

görür, dünyaca ünlü şarkıcı Yaşar Nur’u hemen tanıyarak onun yanına gider<br />

ve kendisini tanıtır. Buradaki Firuz, Yaşar Nur ve Zeynep’in konuşmalarından<br />

her birinin sosyo-ekonomik durumunu ve nasıl bir kültürde yetiştiklerini<br />

anlarız. Aynı kültürel küreselleşmenin toplumsal sınıf bağlamında farklı<br />

edilgenleri olarak, Londra’daki beş yıldızlı otelin resepsiyonunda karşılaşan<br />

üç Türk’ün birbirleriyle kuramadıkları iletişimi izleriz.<br />

40


Her karakterin farklı bir amacı vardır ve bu şekilde kurulmuş dramatik<br />

çatışma doğrultusunda birbirleriyle zorunlu olarak iletişime geçerek Yaşar<br />

Nur’un kaldığı otel odasında sıkışacaklardır. Zeynep, İngiliz kocasıyla birlikte<br />

katılmak zorunda olduğu yemekli bir toplantıya gidebilmek için 8-9<br />

aylık bebeklerini Yaşar Nur’a bırakır. Firuz, Yaşar Nur’un kendisini odasına<br />

çağırıp konser öncesinden onunla birlikte olmak isteyeceğini düşünmekte<br />

ve buna kendini hazırlamaktadır, çünkü Firuz’a göre “sanatçı kısmı”nın<br />

yaşam tarzı böyledir ve bu konuda Yaşar Nur’a yardım etmek için elinden<br />

gelen her şeyi yapmaya heveslidir, o artık böyle olaylarla sıkça karşılaştığı<br />

bir kültür içerisindedir, kendi geleneklerine uygun değildir ancak ekonomik<br />

geçim dertleri gereği bulunmak zorunda kaldığı mekanın “yozlaşmış<br />

kültürel nimetlerinden” de yararlanmaya isteklidir. Yaşar Nur, yıllar önce<br />

Londra’da yaşadığı aşkın üzüntüsü içindedir, yıllar sonra turne sebebiyle<br />

geldiği Londra’da ayrıldığı eski aşkını hatırlayarak konser öncesinde<br />

gergin bir gece geçirmektedir. Çünkü Zeynep’ten duyduğuna göre Enver<br />

hala Londra’dadır ve evlenmiştir. Yaşadığı onca tereddütten sonra Enver’e<br />

telefon eder ve Londra’ya geldiğini sonraki gün konserinin olduğunu söyler.<br />

Beklediği gibi geçmeyen telefon konuşmasından sonra Enver’i aradığı<br />

için pişmandır. Bu sıkıntılarının içine düşen Yaşar Nur, Zeynep’in bebeğini<br />

tamamen unutmuştur, hatırlayıp bebeğe bakmaya gittiğinde onun ölü bedeniyle<br />

karşılaşır. Bebek yattığı yerde kusarak nefessizlikten ölmüştür. Panikleyip<br />

dehşete düşen Yaşar Nur, biraz düşündükten sonra Firuz’u çağırıp<br />

ondan yardım istemeye karar verir. Firuz ise Yaşar Nur tarafından çağrıldığı<br />

haberini alınca farklı beklentilerle odaya gider, Yaşar Nur’un bitkin, çaresiz<br />

haliyle karşılaşır. Firuz, Yaşar Nur’un kendisini odaya çağırma amacının<br />

onunla birlikte olmak istemesi olduğundan hala emindir ve harekete geçer.<br />

Firuz’un üstüne saldırdığını gören Yaşar Nur ona direnir ancak Firuz’un<br />

tecavüzüne uğrar. Ardından Firuz’a banyoda duran ölü bebeği göstererek<br />

onu odaya neden çağırdığını söyler. Bu ana kadar kuramadıkları iletişim,<br />

lavabonun içinde duran ölü bir bebeğin varlığıyla sağlanmıştır. Bütün bu<br />

olanlar sırasında çıkan sesleri, bağrışmaları da Yaşar Nur’un yan odasındaki<br />

Fransız iş adamı hayranı Gerrard Ames kulak misafiri olur ancak hiç bir şey<br />

yapamaz, yan odadan Türkçe gelen bağrışmaların içeriğini anlamasa da hiç<br />

hoş olmayan bir durumla karşı karşıya kalındığının farkındadır. Aniden bebeğin<br />

ölümüyle birlikte gerçekleşen sinir bozucu durum, üç farklı kültürün<br />

birer parçası olan kişiler arasında ironik bir iletişim bağı kurmuştur.<br />

41


42<br />

Dünyaca ünlü bir şarkıcının Londra’daki beş yıldızlı otel odasının lavabosunda,<br />

noel haftası, nereden geldiği belli olmayan cansız bir bebek, Firuz<br />

için her an her şeyin olabileceğini tokat gibi yüzüne vuran, mekan-zaman<br />

ilişkisinin mantıksallığından uzak başlı başına postmodern bir durumdur.<br />

Firuz gördüklerinden dolayı dehşete kapılır ve içini büyük bir korku kaplar.<br />

Artık hem bir tecavüzcüdür hem de bu bebek ölümünün kendi üstüne<br />

kalma tehlikesi vardır, oysa İngiliz vatandaşlığı için çalışma süresi hakkını<br />

tamamlamasına yalnızca bir kaç ay kalmıştır. Böyle bir olaydan dolayı şimdiye<br />

kadar olan çabası boşa gidecek, başı yanacaktır. Tüm bu kaygılardan<br />

dolayı Yaşar Nur’a bir yandan yalvarır bir yandan tehditler savurur şekilde<br />

bir dengesizlik halinin içine girmiştir. Çalıştığı otelin odasında tam anlamıyla<br />

sıkışmıştır ve ne yapacağına bilememektedir. Yaşar Nur, Firuz’u odadan<br />

kovar ve kendi çaresizliği içerisinde yere kapanarak hareketsiz bir biçimde<br />

ağlamaya başlar. Biraz sonra katıldıkları yemekten geri dönerek Yaşar<br />

Nur’u odada o halde bulan Zeynep ve kocası çok geçmeden banyodaki bebeklerini<br />

farkederler. Zeynep ağlarken, kocası balkondan atlar. Aşağıdan gelen<br />

çığlıklarla film açılış sahnesindeki zamana erişmiştir. O sırada tesadüfen<br />

o sokaktan geçen ingiliz çiftin yukardan kafasına düşen adam Zeynep’in<br />

bebeğini henüz kaybetmiş kocasıdır. Film, doğrusal zaman akışını ters yüz<br />

ederek gösterdiği ilk sahnesine geri dönerek sona ermiştir.<br />

İyi Seneler Londra, Yaşar Nur-otel odası-Firuz-Zeynep-Zeynep’in İngiliz kocası-lavabo-bebek-Noel<br />

gibi kişileri, mekanları ve zamanı dramatik çatışmayı<br />

oluşturmak için rastlantısal biçimde bir araya getirmesi yönüyle dadaist,<br />

ironik ve yapı bozumcudur, bu bağlamlar da filmin postmodern bir<br />

anlatısı olduğunun göstermektedir. Bir bütün olarak bakıldığında ise geç<br />

kapitalizmin küreselleştirdiği kültürel etkileşimi Londra-İstanbul-Bolvadin-Paris<br />

mekanları üzerinden işlerken, bu etkileşim temelli yaratılan dramatik<br />

çatışmanın bir otel odasında sıkıştırdığı karakterlerin yaşamıdır filmde<br />

anlatılan. (Harvey, David, 1999)<br />

Evrensel müzik metası<br />

Film, otelin önünden geçen çiftin yukardan üzerine düşen Zeynep’in kocası<br />

sahnesinden sonra, sinemasal zamanını başa alarak Yaşar Nur’un<br />

konserinden bir görüntüyle devam eder. Söylediği şarkı ise, Aşık Veysel’in<br />

Beni Hor Görme Gardaşım türküsünün caz türünde yeniden yorumudur.<br />

Bu sahnede, gerek müziğin doğu batı sentezli eklektik tınısı, gerekse icra<br />

edilerek yeniden üretilen ve kitlelere verilen konser yoluyla tüketim ve kâr


ilişkisi içine girmesi, küreselleşen müzik endüstrisinin bir temsili olarak<br />

karşımıza çıkmaktadır. Yaşar Nur’un müziği karşımıza evrensel bir müzik<br />

metası olarak daha filmin başından tanıtılmaktadır, böylelikle filmin postmodern<br />

anlatısına, müziğin de aynı ekonomik ve toplumsal koşullarla şekillenen<br />

21. yüzyıldaki, dolaylı yoldan tüketim ilişkisine ve küresel pazara<br />

katkı sağlayan kullanım hali eklenerek, görsel, kurgusal ve işitsel bir bütün<br />

oluşturulmuştur.<br />

“Müziksel üretimin ve müziksel tüketimin kapitalist süreç tarafından özümsenmesi<br />

sonunda müzik şeyleşmiş ve rasyonelleşmiştir…Günümüzde müzik<br />

bu nedenle, yaşadığımız toplumun çelişkilerini yansıtmaktadır.” (Oskay,<br />

Ünsal, 2001, sy:39) cümleleriyle Adorno’nun müziğin üretilmesine ilişkin<br />

koşullardaki değişimler hakkındaki görüşlerini aktaran Ünsal Oskay<br />

müziğin yabancılaşmaya nasıl yardımcı olduğunu ele almıştır. Toplumsal<br />

çelişkileri, kültürlerin küreselleşme sonucundaki müzikal yayılmalarında da<br />

görmekteyiz.<br />

“Besteleri yeniden üretenler (besteyi icra edenler) ve müzik dinlemek amacıyla bir araya<br />

gelinen yerlerdeki müzik tüketicileri (dinleyiciler) kendi aralarında benzer bir toplumsal<br />

yaşam üslubu oluşturuyorlardı.” (Oskay, Ünsal, 2001)<br />

Ancak müziğin bu özelliğini 18. Yüzyıldan itibaren modernizmin giderek<br />

dokunduğu toplumsal koşullarda bulabiliriz. 21. Yüzyıl postmodernizminde<br />

ise “kendi aralarında benzer bir yaşam üslubu oluşturan” heterojen<br />

bir müzik dinleyicisi kitlesinin varlığından söz edemeyiz; tıpkı Aşık Veysel’in<br />

türküsünü caz formunda yeniden üretirken, hem türkü dinleyicisini hem caz<br />

dinleyicisini aynı konser alanında birleştirmeyi hedefleyen müzik endüstrisinin<br />

toplumsal yaşam üslup birliğini oluşturma konusundaki dikkatinden söz<br />

edemeyeceğimiz gibi. (Oskay, Ünsal, 2001)<br />

Evrensel olarak ismini duyurmuş, Paris’te yaşayan Türk sanatçı Yaşar Nur,<br />

kültürler arası kişiliğini müziğiyle birleştiren başarılı bir müzik yorumcusu<br />

olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda Yaşar Nur’un eklektik müziğini,<br />

Aşık Veysel türküsünün yorumu örneğinden incelersek, caz alt yapısına<br />

eklenmiş geleneksel ezgiler, “Beni hor görme gardaşım / Sen altınsın ben<br />

tunç muyum / Aynı vardan var olmuşuz / Sen gümüşsün ben saç mıyım”<br />

sözleriyle çalınarak, müzikal anlamda evrensel bir parçalanma yaşatırken,<br />

güfte olarak geleneksel bir toplumsal birlik arayışındadır. Ama sonuç olarak<br />

43


küresel müzik endüstrisi içerisinde metalaştırılarak birbiriyle toplumsal bağı<br />

homojenleşmiş yapıdaki kitlelerin tüketimine sunulmaktadır. (Oskay, Ünsal,<br />

2001) Yaşar Nur’u Bolvadinli Firuz da dinlemektedir, kaldığı otelin yan<br />

odasını Yaşar Nur orada olduğu için özellikle tutan Fransız hayranı Gerrard<br />

Ames de dinlemektedir, Gerrard ve Firuz arasında ise hiç bir toplumsal bağ<br />

yoktur.<br />

Sonuç<br />

Mekansal ve zamansal anlatıları yapıbozumuna uğratarak 21. yüzyılın<br />

ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sıçramalarını oluşturan postmodernizm,<br />

sinemasal anlatım yöntemlerinin de farklılaşmasına ve çeşitlendirilmesine<br />

neden olmuştur. (Harvey, David, 1999)<br />

Postmodern düşüncenin izlerini, gerek ismindeki modern öncesi dünyadan<br />

günümüze kadar gelen Mesih’in dünyaya geliş hikayesiyle başlatılan sene<br />

sayımına yaptığı atıfta, gerek kurgusal zamanı ters yüz ederek, alışık olunan<br />

sıralı anlatım yöntemini bozmasıyla İyi Seneler Londra filminin her<br />

köşesinde görebilmekteyiz. Karakterlerin kültürel eklektizm içine sıkışmaları<br />

ve bu sıkışmalardan doğan dramatik çatışmalar, filmin postmodern anlatım<br />

üzerinden yarattığı kasvetli etkiyi arttırarak desteklemektedir.<br />

Film boyunca Yaşar Nur, Firuz ve Zeynep’in “geç kapitalizm” (Jameson,1992;Mandel,1978)<br />

içerisinde yaşadıkları kültürel erimeye tanık olmaktayız.<br />

Karakterler arasında oluşan iletişim kopukluklarının hiç birinde dil<br />

faktörünün olmaması, sorunun odağını postmodernizmin parçalı yapısına<br />

daha da yaklaştırmıştır. Yaşar Nur’un zayıf olan İngilizcesi, ona otelle olan<br />

günlük diyaloglar dışında hiç bir sorun oluşturmaz, yaşadığı asıl sorun ana<br />

dilleri aynı olan Firuz’la kültürel farklılaşmalar nedenli oluşanlardır.<br />

Filmdeki müziğin yeri de postmodern yapıya uygun şekilde oluşturulmuştur<br />

ve ana karakterinin (Yaşar Nur) dramatik çatışma içine girmesini sağlayan<br />

amacını, Avrupa turnesi için Londra’ya gitmesini, belirler. Yaşar Nur ile<br />

Firuz, aynı konser alanında, tıpkı Yaşar Nur’un icra ettiği gibi, eklektik<br />

bir müzik dinlemeye gelen caz müzik ve halk müziği sevenleridir. Bir otel<br />

odasında sıkışarak kültürler arası etkileşimin kurbanı olurlar.<br />

44


Sonnet<br />

To Sleep<br />

O soft embalmer of the still midnight,<br />

Shutting, with careful fingers and benign,<br />

Our gloom-pleas’d eyes, embower’d from the light,<br />

Enshaded in forgetfulness divine:<br />

O soothest Sleep! if so it please thee, close<br />

In midst of this thine hymn my willing eyes,<br />

Or wait the ‘’Amen,’’ ere thy poppy throws<br />

Around my bed its lulling charities.<br />

Then save me, or the passed day will shine<br />

Upon my pillow, breeding many woes,—<br />

Save me from curious Conscience, that still lords<br />

Its strength for darkness, burrowing like a mole;<br />

Turn the key deftly in the oiled wards,<br />

And seal the hushed Casket of my Soul.<br />

John Keats<br />

45


46

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!