9.Köy Sayı-2
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
2019 / Sayı 2
1
Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu
2019 / Sayı 2
Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla
Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi
Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak
zorunda değildir.
Başkan
Nazmi Bilgin
Başkan Vekili
Savaş Kıratlı
Başkan Yardımcıları
Ertürk Yöndem
Ayhan Aydemir
Yusuf Kanlı
2
Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun
Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi
için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi
Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı
desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere
sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan
birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9.
Köy’de paylaşıyor.
Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla
buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini
Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.
9.Köy
Çalışma Grubu Koordinatörü
Yusuf Kanlı
Editör
Göksel Bozkurt
Grafik Tasarım
Arife Acıyan
Araştırmacı
Deniz Savaş
Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi
Telefon: +90 312 468 12 09
Mobil: +90 533 045 08 67
Faks: +90 312 426 06 36
E-Posta
info@gazetecilercemiyeti.org.tr
info@media4democracy.org
Web Adresi
www.gazetecilercemiyeti.org.tr
www.media4democracy.org
Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.)
No:35, Çankaya, Ankara
Proje Direktörü
Yusuf Kanlı
Proje Direktör Yardımcısı
Seva Ülman Erten
Proje Sorumlusu
Igor Chelov
Finans Müdürü
Kağan Kıraç
Muhasebeci
Feridun Doğan
Destek Prog. Uzm.
Merve Kambur
Politika Uzmanı
Özgür Fırat Yumuşak
Editör
Göksel Bozkurt
Genel Sekreter
Ümit Gürtuna
Mali Sekreter
Mustafa Yoldaş
Üyeler
Güray Soysal, Ali Şimşek
Ali Oruç, Önder Yılmaz
Önder Sürenkök, Olgunay Köse
Nursun Erel
M4D Projesi Ulusal Komitesi
Başkan
Nazmi Bilgin
Akademisyen Üye
Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Hukukçu Üye
Tuncay Alemdaroğlu
STK Üyesi
Sefa Özdemir
Kıdemli Gazeteci Üyeler
Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı
M4D Proje Ekibi
Bilişim Tekn. Uzm.
Arife Acıyan
Veri Uzmanı
Umut Irmaksever
Görsel- İşitsel Tek. Uzm.
Alican Sağın
Basın Evi Ofis Sekreteri
Sibel Güven
Çevirmen
Ozan Acar
Araştırmacılar
Dicle Ekmekçi
Deniz Savaş
Deniz Rende
Ebru Önal
2019 / Sayı 2
Gazeteciler Cemiyeti
Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler
Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka
Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez
ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu.
Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki
gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal
hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak
ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi.
Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956
yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı
yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957
döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet
Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi.
Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi
Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler
Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından
bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu
üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen,
1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler
Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim
Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı
Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis
yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler
Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi.
Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan
Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi
devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne
atandı.
Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres,
Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü,
yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği
yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl
boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak
görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis
cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte
cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler
Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar
Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini
sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında
Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de
yaptı.
1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe
başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği
ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha
sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak
görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde
Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği
görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda
yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman
Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak
hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet
Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu
üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda
Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi
2009 yılına kadar sürdürdü.
BRT televizyonunun Ankara temsilciliği
görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli
Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de
bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği,
Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet
ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu
üyeliği görevlerini de sürdürüyor.
Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle,
daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi
dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler
Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu,
sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i
aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün,
Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek
kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden
birisidir.
Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu
yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi
ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere
özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler
Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin
mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak
ettiği yeri aldı.
3
2019 / Sayı 2
Demokrasi için Medya, Medya için
Demokrasi Projesi
4
Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler
Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi
olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının
güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi
ve Mart 2022’ye kadar devam edecek.
Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi
olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının
güçlendirilmesidir.
Projenin özel hedefleri: Birinci hedef
toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum
tarafından destek gördüğü ve farkındalığın
arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise,
Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği
ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir
zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında
yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki
gibidir:
Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü
İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının
İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar
üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet
kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine,
AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin
elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır.
Sivil izleme kapsamında veri toplama ve
bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her
bölgesinde durum değerlendirme toplantıları
yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların
birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması,
gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel
medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal
ve uluslararası konularda görüş alışverişinde
bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması
konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı
zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü
ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda
katkıda bulunacaktır.
Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme
raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda
yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak,
medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade
özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması
amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli
ziyaretler yapılacaktır.
Uluslararası savunuculuk eylemlerinin
yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum
örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program
kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır.
Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir
tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup,
konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere,
akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine,
program destek programları faydalanıcılarına
açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve
açık çağrı yoluyla seçilecektir.
Proje kapsamında Türk medyasına uzun
vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya
basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı
katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı
öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya
medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği
Onur Ödülü” verilecektir.
Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi
oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef
grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı
salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan
ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir
ortak çalışma alanı içermektedir.
Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir
dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir.
Medya alanında faaliyet gösteren sivil
toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin
kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler
düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler
Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel
gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir.
Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde
olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım
yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak
gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.
2019 / Sayı 2
İçindekiler
Doğu Karadeniz’in gözdesi: Elevit Yaylası 6
Kaçkarların seyir terası: Gito Yaylası 9
Bir vatansızlık hikâyesi: Uygur Türklerinin acılı yaşamı 11
Asbest ölçümsüz yıkım, işçi ve halk sağlığını tehlikeye atıyor 14
Çocuk işçiliği ile mücadele kağıt üzerinde kaldı 17
İnternet medyası, yazılı basını bitirir mi? 19
5
Kadın cinayetleri neden durdurulamıyor? 21
Rahatsız ve mutsuz oluyorlar diye yaşama karışamayacak mıyız? 23
20 yıldır dışarı çıkamayan Sarıbıyık: En büyük hediye iki kelâm edebilmek 26
Engellilerin hayatın içine karışması bile ön yargıyı yıkıyor 28
İnsanlığın binlerce yıllık birikimi ‘Diller’ yok olma tehlikesiyle karşı karşıya 30
2019 / Sayı 2
6
Doğu Karadeniz’in gözdesi: Elevit
Yaylası
Besim Güçtenkorkmaz / Ankara 30 Mayıs 2019
Dizi Yazısı
Masallardan
çıkmış gibi
büyüleyici ahşap
yayla evleri ve
modern konaklarıyla Kaçkar
Dağları eteğindeki Elevit
Yaylası, gözdesi haline geldi.
Yaylanın girişinde sizi karşılayan
tabelanın üzerinde şu yazıyor:
“Rakım 1800, Nüfus: Belirsiz”
Fırtına Deresi, kaynağına
doğru ilerledikçe daha gür akar. 4
bin metre yükseklikteki Kaçkar
Dağları’nda toplanan yağmur
suları, çok kısa mesafede denizle
buluştuğu için Fırtına Deresi’nin de
debisi oldukça fazladır. Onu, diğer
akarsulardan ayıran en büyük
özelliği üzerinde Hidroelektrik
Santrallere (HES) ve ona benzer
yapı bulunmamasıdır. Dere
üzerinde yapılmak istenen
HES’e karşı bölge halkının
verdiği destan gibi mücadele
hâlâ dilden dile anlatılır.
İşte o Fırtına Deresi’nin
yakınlarında yer alan muhteşem
yaylalardan biridir, Elevit Yaylası.
Bu yayla, bölgedeki Ermenilerin
yaşadığı son yayla olarak da bilinir.
Kafkaslar’a geçiş noktasında,
yani İpek Yolu üzerinde bulunur.
Bir ucunda Kafkaslar, diğer
ucunda ise Bayburt’a uzanan
dağdan yürüyüş yolu vardır.
Elevit, yayla olarak tanınıp
bilinmesine karşın, muhtarlığının
bulunması nedeniyle aslında
bir köydür. Yaylaköy olan
yeni adı ise hemen hemen
hiç kullanılmamaktadır.
Masallardakine benzeyen
büyüleyici, geleneksel, tipik
ahşap yayla evleri ve modern
villa tipi konakları ile Kaçkar
Dağı eteğindeki Elevit Yaylası,
turistlerin Doğu Karadeniz’deki
uğrak noktası haline geldi.
Yoğun ilgi çeken, 1800 metre
yükseklikteki Elevit’in girişinde
sizi karşılayan tabelanın
üzerinde şu yazar: “Rakım
1800, Nüfus: Belirsiz”.
Elevit’in nüfusu gerçekten
de yaz ve kış aylarında büyük
değişkenlik gösterir. Yaz aylarında,
özellikle son yıllarda Elevit’e büyük
bir turist akını yaşanıyor. Tabii bir
de, çoğu büyük kentlere göçen
eden bölge insanı da yaz aylarında
2-3 aylığına köylerine geri geliyor.
Konaklama olanağı bulunan
Elevit’te, diğer yaylaların aksine
2019 / Sayı 2
bir de bakkal mevcut. Bakkalın
adı da oldukça ilginç: “Yok yok
bakkalı”. Yöresel giysileriyle
hizmet veren bir kadının alışveriş
edenlere yardımcı olduğu
bakkalda, tabelasında yazıldığı
gibi hemen hemen her şeyi
bulmak mümkün. Bakkalda
bulabilecekleriniz arasında
tedavülden kalkan birçok eski
sigaranın koleksiyonu da, tahtadan
yapılmış binlerce oyuncak da var.
80’lerden sonra yaşanan
yangından sonra büyük bir
yapılaşma sürecine giren Elevit,
bölgedeki horonlarıyla ünlü en
büyük eğlencelerin yapıldığı yayla
olarak biliniyor. Bu yaylaya sadece
horon oynamak için gelenler
oluyor. Her yıl Ağustos ayının
15’inden sonra yaylada başlayan
eğlenceler ilgi çekiyor. Aslında
bu eğlenceler, eskiden “ot biçme
şenliği” olarak düzenlenirmiş
ama şimdi yaylada “ot biçme”
bitmiş, geriye eğlencesi kalmış.
Elevit’te, “Horon”un süresini
anlatmak için ilginç benzetmeler
yapılıyor: “Gençler yorulana,
evdeki yer tahtaları kırılana,
sevdalıların attıkları türküler
bitene dek horon sürer”. Elevit’in,
“horon”u öyle iki kelime ile
geçiştirilmeyecek kadar değerlidir
ve profesyonellik gerektirir.
Horon sırasında atma türkülere
hemen cevap veremeyenler
için, horon oyunu orada biter.
Evli, bekâr fark etmez, herkes
kol kola girerek kardeşçe,
dostluk içinde horon oynayabilir
bu güzel yayla köyünde.
Yemyeşil örtünün ortasında
akan dere, renk renk, çeşit çeşit
çiçekleri ve ahşap mimarideki
evleri ile büyüleyen yayla,
foto safari tutkunlarının ilgi
gösterdiği bir yer. Yaylada,
başta Yaban Keçisi olmak üzere
Karadeniz’e özgü diğer yabani
hayvanlar da bulunuyor.
Elevit’ten, dağlık alandaki
taşlı tozlu daracık tarihi İpek
Yolu’nu takip ederseniz,
yine bir dönem Ermenilerin
yoğunlukta yaşadığı Trovit ve
Palovit yaylalarına ulaşırsınız.
7
8
2019 / Sayı 2
2019 / Sayı 2
Kaçkarların seyir terası: Gito
Yaylası
9
Besim Güçtenkorkmaz / Ankara 31 Mayıs 2019
Gito Yaylası, eşsiz
doğasıyla adeta
bir seyir terası.
Altınızda kalan
bembeyaz bulutların, yeşilin her
tonundaki ormanla buluşmasıyla
ortaya çıkan manzaranın
keyfine doyum olmuyor.
Doğu Karadeniz, her geçen yıl
biraz daha ilgi çekip önemli bir
turizm merkezi haline geliyor. Her
ne kadar bölge, Arap turistlerin
istilası altındaymış gibi gözükse
de, çok sayıda gezgin ve yerli
turistin akınına uğruyor. Öyle ki,
Karadeniz, Norveç fiyortlarına
benzeyen kıyısı ve muhteşem
yaylaları ile farklı bir destinasyon
(turizm sektörünün en önemli
bileşimlerinden biri, gidilecek
yer) oluşturdu denilebilir.
Yemyeşil bitki örtüsü ve maviserin
havası ile yaz aylarında,
özellikle çok sayıda Arap turistin
akın ettiği Karadeniz yaylalarının
büyük bölümüne, rahatına düşkün
Araplar, asfalt yol olmadığı için
henüz çıkamıyorlar. Yaylaların
yerli sahipleri, tabii ki yolların
bozuk olmasını hiç dert etmiyor.
Hatta taşlı, tarla gibi yollarından
memnun oldukları söylenebilir.
Hayvancılıkla geçinen
Karadeniz yaylacıları, çöplerini
toplamayan, her yeri kirleten
turistlerin istilasına kendilerini
henüz hazır hissetmiyor. Turist
akınının ardından, temiz,
huzurlu ve sakin yaylalarının,
Ayder veya Uzungöl gibi otel
ve binalarla dolmasından
korkuyorlar. Neredeyse tamamı
bunu kesinlikle istemiyor.
Yayla sahipleri, turizm
furyasının farkında ve yaylalarını,
içgüdüsel olarak kontrolsüz
yabancı akınından korumak
istiyor. Yerli turiste bir dereceye
kadar izin verirken, henüz turizme
açılmayan bu enfes yaylalara
yabancı turistin çıkmamasından
şimdilik memnun bile sayılır.
Karadeniz’in belli bir yere
kadar ancak arazi araçları ile
gidilebilen, sonrasında ise yürüme
gerektiren “bulutlara asılı” efsane
yaylalarından birisi, Gito Yaylası.
Dizi Yazısı
2019 / Sayı 2
10
ÇİNÇİVA KÖPRÜSÜ
Diğer birçok yaylaya
olduğu gibi, Gito Yaylası’na da
çıkmak için hareket noktası
Rize’nin Çamlıhemşin İlçesi.
Özellikle yaylaları, köyleri,
doğal güzellikleri, tabiat ve bitki
örtüsüyle Çamlıhemşin, bölgeyi
görmek isteyen gezginler için
bir çekim merkezi olmasının
yanında, birçok otantik ve turistik
değere sahip. Müze olabilecek
güzellikteki evleri, ilginç kafeleri
ve restoranları, yöresel yemekleri
ile olağanüstü doğal güzellikleri
ve farklı bir dokunun merkezi.
Mıhlama, kara lahana dolması
ve fırın sütlaç en revaçta olan
yemekler arasında sayılabilir.
Ancak, yemeklerin fiyatlarını
sormadan sipariş vermemenizi
öneririm. Rize’nin bu en sosyetik
ilçesinde, zengin Arapların da
bölgeye gelmesi ile bir öğle
yemeği için, kişi başına 80-100
lira arasında hesap gelebiliyor.
Çamlıhemşin merkeze 5-10
dakikalık mesafedeki Fırtına
Deresi kenarında kurulan Çinçiva
(Şenyuva) Köyü’nde, akarsuyun
da sesini duyabileceğiniz otantik
otellerde konaklamak mümkün.
Elbette, bu ünlü dere üzerinde
harika, kartpostallara konu
olan1696’da yapılan tarihi taş
köprü Çinçiva (Şenyuva) ile birlikte
başka köprüleri de görebilir,
fotoğraf çektirmek için çok güzel
manzaraları yakalayabilirsiniz.
GİTO YAYLASI
Çamlıhemşin’den Zil Kale
(Kale-i zir, Aşağı Kale) yönünde,
Çat Vadisi’ne doğru giderken,
Karadeniz’in bakir yaylalarından
biri olan Gito Yaylası’nın tahta
tabelasını kolayca görebilirsiniz.
Yol üzerindeki Zil Kale, bölgenin
önemli kalelerinden birisi ve
ne yazık ki, restore edildikten
sonra, bütün özelliğini yitirmiş
ve İngiliz şatolarına benzemiş.
Keşke olduğu gibi bırakılsaydı.
Bir saatlik zorlu bir orman
yolundan geçildikten sonra
ulaşılan Gito Yaylası, bulutların
üstünde, adeta dünyada
olmadığınız hissi yaşatıyor. 2 bin
metrenin üzerindeki Gito, eşsiz
manzarasıyla, aslında doğal bir
seyir terası konumunda. Yaylaya
girişte, son virajdaki düzlükte
Hızır Dayı karşılar sizi ve yaylanın
yol-yordamını anlatır. Konuşma
sırasında mutlaka, “Burada kalın
ama çöpünüzü de giderken
götürün” der. Konaklayacakları
önce baştan ayağa süzen Hızır
Dayı, halini tavrını beğendiklerine,
evlerden biraz daha uzaktaki
kamp alanını gösterir. Bir süre
önce çadır alanı olarak kullanılan
alana, yerel bir işletmeci
tarafından yapılmak istenen
kafeteryaya, Gito sakinlerinin
büyük tepki gösterdiklerini
hatırlıyorum. Dinlenmek, doğa
yürüyüşü ve trekking yapmak,
foto safariye katılmak, vadiye
çöken sisi, yemyeşil doğası ve
karlı dorukları için turizme yeni
kazandırılmış noktalardan biri
olan Gito Yaylası’nda konaklamak
isteyenlere, iki otel hizmet
veriyor. Uzun yıllardır hizmet
veren Koçira Pansiyon’un yanına,
geçtiğimiz senelerde Hozboncuk
adlı dağ evi de eklenmiş. Koçira
Pansiyon’un, insana uçma
hissi veren salıncağı bayağı
ünlenince, Hozboncuk Dağ Evi de
benzerini yapmış. Gito Yaylası’nda
çadırda kalıp, yaylanın müthiş
manzarasında kamp kahvaltısı
yapmak, zaman geçirmek ömre
ömür katar nitelikte. Yalnız
yaylanın marketi yok, bilesiniz.
Araba ile yarım saat
daha devam ederseniz, 2
bin 500 metredeki Ambarlı
Yaylası’na ulaşabilirsiniz.
Ambarlı Yaylası’ndan bir saat
yürüme mesafesinde ise,
Kaçkarlar’ın bahar aylarında
bile buzul kaplı zirve göllerinden
birisine çıkabilirsiniz.
Haber Yazısı
2019 / Sayı 2
Bir vatansızlık hikâyesi: Uygur
Türklerinin acılı yaşamı
11
Dilek Atlı / İstanbul 7 Haziran 2019
Sincan Özerk Bölgesi’nde
yaşayan Müslüman
azınlık Uygur Türkleri,
uzun yıllardır inanış
ve ırkları nedeniyle Çin’in baskısı
altında…Gözaltına alınma,
“eğitim kampları” adı altındaki
uygulamayla Çinlileştiriliyorlar.
Baskı ve işkenceden kaçabilenler,
Türkiye’deki yakınlarının
yanına sığınıp kendilerine yeni
bir yaşam kurma çabasında...
En çok ailelerinden haberdar
olup onlara kavuşmayı umut
ediyor, Türkiye’nin Suriyelilere
sahip çıktığı gibi kendilerine
de sahip çıkmasını istiyorlar.
Çin, yıllardır yürüttüğü
sistematik hak ihlalleri ve asimile
politikalarıyla Uygur Türklerini
Çinlileştirme çalışmalarına
devam ediyor. “Sincan Uygur
Özerk Bölgesi” olarak adlandırılan
Doğu Türkistan’da yaşayan
Uygur Türkleri, Çin’in tartışmalı
uygulamaları, baskı ve zulmü
ile karşı karşıya. Çin’in Uygur
Türklerini Çinlileştirmek ve dini
inançlarından uzaklaştırmak için
uyguladığı baskıdan kaçabilenler,
Mısır ya da Türkiye’yi tercih ediyor.
Akrabalık bağları dolayısıyla en
önemli sığınak ülkelerden biri
Türkiye’ye gelen Uygur Türkleri,
İstanbul, Ankara, Kayseri, Konya,
Tekirdağ ve Bursa’da hayata
tutunmaya çalışıyorlar.
Eğitim kamplarına alınma ya
da gözaltında tutulma nedeniyle
Sincan’da yaşayan aile üyelerinden
haber alamayan Uygur Türklerinin
çoğu, İstanbul’da daha çok
Sefaköy ve Zeytinburnu’nda
kalıyorlar. Türkiye’de sağlık
hizmetleri ve sigortalı çalışma
gibi haklardan yararlanamayan
Uygur Türkleri, Çin’de üniversite
mezunu olup doktorluk,
avukatlık gibi mesleklere sahip
olsalar da Türkiye’de farklı işte
çalışarak hayatlarını kazanmak
durumunda kalıyorlar.
Bu arada Uygurlu aileler,
eğitim için çocuklarını devlet
okullarına yerleştiriyor. Ailesinden
koparılan ve ebeveynleri
Çin’de kalan çocuklar, okulun
yanı sıra Sefaköy’deki “Satuk
Buğrahan Kız Kuran Kursu, Uygur
Dili ve Medeniyeti Sınıfı”nda
Kur’an kursuna gidiyor, dilleri
ve kültürlerini yaşatmayı
sürdürüyorlar. Türkiye’deki
2019 / Sayı 2
12
akrabaları ya da yakınlarının
yanında kalan çoğu çocuk
ve genç, haber alamadıkları
ailelerinin hayatlarından endişe
ediyor, yaşadıklarını anlatırken
gözyaşlarını tutamıyorlar. “Yok
olmak” ya da “Çinlileşmek”
arasında seçime zorlanan
Uygur Türkleri, Müslüman ve
Türk olduklarından 2017’den
beri uygulamada olan eğitim
kamplarında ötekileştirilerek
inanışlarından vazgeçme ya da
Çinli olmak için işkence görüyor,
aileleriyle tehdit ediliyorlar.
Sincan’da ibadet ettiği için
gözaltına alınanların yanı sıra
Uygur Türkü aydınlar da fikirleri
nedeniyle soruşturma geçiriyorlar.
“AİLELERİMİZDEN HABER
ALAMIYORUZ…”
Sefaköy’de yaşayan ve devlet
lisesinde eğitim gören Şerafettin
ve Mücahit adlı öğrenciler,
Uygur Türklerinin yaşadığı
Sincan Bölgesi’nde sosyal medya
platformları yasak olduğu için
ailelerinden internet üzerinden
haber alamadıklarını söylüyorlar.
Anlatılanlara göre, Sincan’da
yasaklı olan Facebook, Whatsapp,
Wechat, Twitter gibi sosyal medya
hesaplarından birini açmak
bile, terörist muamelesi görerek
gözaltına alınmak için bir neden.
Aile üyelerinin eğitim kamplarında
olduğunu ve hayatlarından
haber alamadıklarını belirten
Şerafettin ve Mücahit, ailelerini
tehlikeye atmamak için fotoğraf
ve soyadlarını vermek istemeyip
“Burada yaşayan bazı Uygur
Türkleri, Çinli yetkililere istihbarat
sağlıyorlar. Yani, babası, kardeşi,
yakınları eğitim kampında olan
kendi soydaşlarını burada takip
ederek yaptıklarını, kimlerle
konuştuklarını
Çin hükümetine rapor ediyorlar.
Bunun karşılığında ne alıyorlar,
aileleri mi korunuyor bilmiyoruz”
diye endişelerini dile getiriyorlar.
Eğitimi sürdürdükleri lisede
derslerinde başarılı olmayı
hedefleyen Şerafettin ve Mücahit,
bazı arkadaşlarının okuldan
sonra bir işte çalışarak ailelerine
destek olduklarını kaydediyorlar.
Hayallerinin ilk önce ailelerinden
haber almak sonra da okuyup
doktor olmak olduğunu
söyleyen Şerafettin ve Mücahit,
yaşadıklarını şöyle özetliyorlar:
“2016-2017’de geldik İstanbul’a.
Burada yakınlarımız vardı.
Bize yardımcı oldular. Çin’de
kültürümüzü, adetlerimizi
değiştirmek ve bizi inancımızdan
koparmak istiyorlardı. Köylerdeki
zor işlere Uygur Türklerini işçi
olarak gönderiyorlar. Okumak
çok zordu yani. Üniversiteye giden
gençleri ise ötekileştiriyorlar. Sivil
halktan bazı Çinliler, askerler
gibi Sincan’da yaşayıp Kur’an
okuyan, başörtüsü takan,
namaz kılan Uygur Türklerini
dövüyorlar, hükümete şikâyet
edip gözaltına aldırıyorlar. Aile
üyeleri gözaltına alınan, eğitim
kamplarına gönderilen Uygur
Türklerinin çocukları ise yakınları
tarafından pasaport sağlanıp
Çin’in dışına çıkarılamıyorsa
yetiştirme yurtlarına gönderiliyor.
Düşünün ki bir ailenin babası ve
diğer erkekleri eğitim kampına
gönderildiyse o aile ile
birlikte yaşaması için bir
Çinli erkek görevlendiriliyor.
Anlatılanlara göre, birçok Uygurlu
genç kız, yaşadıkları nedeniyle
intihara teşebbüs ediyor ya da
hayatına son veriyor. Bu nedenle
aileler, çocuklarını bir an önce
yakınlarının yaşadığı Müslüman
ülkelere göndermek istiyor.
Bize, Çin hükümetine yapılan
baskılar sayesinde 2015’te
pasaport verildi. Ancak, bu
tarihten sonra Hacca gidenleri ya
da Mısır ve Türkiye’ye ailelerini
ziyarete gidenleri,
ülkeye dönüşte, yani Çin’e girerken
sınırda gözaltına alındı. Biz de
Türkiye’ye o zaman aldığımız
pasaportlarla geldik ama şimdi
süresi bitecek. Bu pasaportlarla
burada ne yapacağımızı
bilmiyoruz.
Türkiye’yi anne babamızdan
dinliyorduk. Türk dizilerini
izliyorduk. Adanalı, Kurtlar Vadisi
izlediğimiz dizilerdi. Sonra Kurtlar
Vadisi de yasaklandı. Sadece
Müslümanlık değil Türklük de
yasak kavramlardı. Bize Türk
olduğumuzu unutturmak
istiyorlardı, halen öyle.”
“BİZİ SURİYELİLERLE
KARIŞTIRIYORLAR…”
Sincan’daki ailesini korumak
için ismini vermek istemeyen
“Satuk Buğrahan Kız Kur’an
Kursu, Uygur Dili Ve Medeniyeti
Sınıfı” öğretmeni ise çok sayıda
aile dramının yaşandığına değindi.
Toprakları olan Doğu Türkistan’ın
Çin tarafından işgalinden sonra
Uygur Türklerinin mavi üzerine
ay yıldızlı bayraklarından
bile haberdar olmadıklarının
altını çizen Uygurlu öğretmen,
“Öyle bir baskı var ki bir millet
bayraklarını taşıyamamış, gençler
bayraklarını bile görmemiş.
İbadetimizi deseniz, evlerde gizli
ve korkarak yapıyorduk. Namaz
kıldığı ya da Kur’an okuduğu
için insanlar gözaltına alınıp
eğitim kamplarına gönderilmeye
devam ediyor. Biz burada,
ailelerimiz orada, yediğimizden
içtiğimizden anlamıyor, uyku
uyuyamıyoruz” diye konuştu.
Uygurlu öğretmen,
yaşadıkları acıyı anlatmaya
şu sözlerle devam etti:
“Ana dilimizi konuşamıyor,
dinimizin ibadetlerini
yapamıyoruz. Kaçtık geldik
Türkiye’ye. Çok teşekkür
borçluyuz Türkiye devletine.
Ancak yine de kendi
memleketimizi, ailelerimizi,
hayatımızı, düzenimizi
arıyoruz. Burada çoğumuzun
ailesi yok. Haber alamıyoruz.
Koptuk, parçalandık. Orada
bir düzenimiz vardı. Şimdi her
şey yıkıldı. Türkiye’de yaşama
tutunmaya çalışıyoruz.
Çin’de kültürümüzü,
adetlerimizi değiştirmek
ve bizi inancımızdan
koparmak istiyorlardı
Bizi Suriyelilerle karıştırıyorlar.
Biz Türk’üz. Ayrıca, Suriyelilere
sağlık sigortası veriliyor, bizim
herhangi bir sağlık güvencemiz
yok. Birimiz hasta olsa burada
yaşayan Uygur Türkü bir doktor
buluyoruz. O, bize bakıyor.
Birbirimize yardımcı oluyoruz.
Türkiye’de komşularımız çok
iyi şükür ki. Dinimizi rahatça
yaşayabiliyoruz. Ama ailelerimizin
acısı kalbimizi yakıyor. Minicik
çocuklar var. Buradaki sınıflarda
onlara eğitimler veriyoruz.
Kur’an okumayı öğreniyorlar,
ilahiler söylüyorlar. Kimilerinin
aileleri çalışma zorunda ve
çocuklara bakacak kimseleri
yok. Burada diğer çocuklarla
birlikte oluyorlar. Aileler, Sefaköy
ve Zeytinburnu’nda kendilerine
yaşam alanları da kurmaya devam
ediyorlar. Bakkal, lokanta açıyorlar.
Doğu Türkistan Derneğimiz var.
Böylece dayanışma doğuyor.
Biz, Türkiye’den yaşadıklarımızı
görmelerini, Suriyelilere sahip
çıktıkları gibi bize de sahip
çıkmalarını istiyoruz. En çok
da ailelerimizden haber almayı,
onlara kavuşmayı umut
ediyoruz. Vatansızlık çok zor.”
EKONOMİK NEDENLER ÜLKELERİ
SUSTURUYOR…
Çin’in, Uygur Türklerini
ayrımcılık ve radikalleşme ile
suçlaması nedeniyle Çinlileşme
uygulamalarını hayata geçirdiği
belirtilse de Çin hükümeti,
2017’de açılan eğitim kamplarını
uluslararası baskılarla 2018’de
kabul etti. O dönem yapılan
açıklamada, eğitim kamplarının
radikal İslam ve terörle mücadele
kapsamında mesleki yeterlilik
kursları olduğu söylendi.
Uluslararası platformda,
özellikle İslam ülkelerinin sessiz
kaldığı Sincan Bölgesi’ndeki
insan hakları ihlallerinin asıl
nedeninin Çin’in ekonomik
gücü ve dış ticaret hacminin
büyüklüğü olduğu iddia ediliyor.
Haber Yazısı
2019 / Sayı 2
14
Asbest ölçümsüz yıkım, işçi ve halk
sağlığını tehlikeye atıyor
Metehan Ud / İzmir 10 Haziran 2019
Onbeş yıl önce çıkarılan
ilgili Yönetmeliği’ne
göre, binalar
yıkılmadan önce,
asbest incelenmesinden geçip
“asbest envanter raporu”nun
hazırlanması gerekiyor. Ancak
yerel yönetimler, bazen inşaat
şirketlerinden söz konusu
raporu istemiyor. Son olarak
İzmir’de, 1970’li yapılan Atatürk
İl Halk Kütüphanesi için rapor
hazırlanmadan yıkım izni verildiği
ortaya çıktı. Solunan havada 1
lif asbetin dahi kanser gibi ciddi
sağlık riski taşıdığına dikkat çeken
uzmanlar, yerel yönetimleri riske
izin vermemeye ve yönetmeliği
uygulamaya çağırıyor
Uluslararası Kanser
Araştırmaları Ajansı (The
International Agency for Research
on Cancer- IARC), dünyada
kanser yapıcı maddeler listesinde
“asbest”i, “kesin kanserojen”
olarak tanımlıyor. Avrupa
Birliği (AB), 2005 yılından beri
üye ülkelerde asbest üretimi
ve kullanımını yasaklarken
Türkiye’de bu yasak 2010 yılında
hayata geçirildi. Türkiye’deki
mevcut binalarla ilgili bir
envanter çalışması olmasa da
bu tarihten önce inşa edilen
konut, devlet daireleri, askeri
yapılar ve endüstriyel bölgelerde
asbest ile karşılaşmak mümkün.
Hafriyat Toprağı, İnşaat ve
Yıkıntı Atıklarının Kontrolü
Yönetmeliği’ne göre, binaların
yıkımından önce belediyelerin
asbest envanter raporu istemesi
sonra yıkım izin ruhsatı vermesi
gerekiyor. Ancak yönetmeliğin
tam olarak uygulanmaması,
hem yıkım aşamasında
çalışan işçileri, ailelerini ve
çevrede yaşayan insanların
hayatlarını tehlikeye atıyor.
“ATATÜRK KÜTÜPHANESİ’NİN
ASBEST ENVANTER RAPORU
YOK”
İzmir’de yakın zaman
önce yıkılan Atatürk İl Halk
Kütüphanesi için asbest
ölçümü yaptırılmadan yıkım
ruhsatı izni verildiği bildiriliyor.
Cumhurbaşkanlığı İletişim
Merkezi (CİMER) üzerinden
Konak Belediyesi’nden binanın
asbest envanter raporunu talep
ettik ancak belediyenin Yapı
2019 / Sayı 2
Kontrol Müdürlüğü tarafından
“Mithatpaşa Caddesi No:45
adresinde ve tapunun 128 ada 46
parselinde kayıtlı taşınmazla ilgili
talep edilen belge Müdürlüğümüz
uhdesinde kalmamaktadır” yanıtı
geldi. Deprem analizi sonrasında
yıkım kararı alınan Atatürk
İl Halk Kütüphanesi, 1970’li
yılların başında hizmete girmişti.
İhalesi yapılmadığı için yeni
binanın inşaat çalışmaları henüz
başlamamış. Kütüphanenin enkazı
da tamamen temizlenmemiş,
eski binadan kalan hafriyatın
bir kısmı hâlâ yerinde duruyor.
Konak Belediyesi, ilgili “asbest
envanter raporunu istemediği
gibi İzmir İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü de asbest ölçümü
yaptırmamış. Müdürlük, CİMER
üzerinden verdiği yanıtında
sorumluluğu yıkımı yapan
taşeron şirket ile belediyeye attı.
ASBEST NEDİR?
Asbest, çeşitli kayalarda
damarlar halinde bulunan bir
grup mineral. Bu minerallerin
yapısında genellikle kalsiyum
ve magnezyum oksit ve
demir bulunuyor. Lifsi yapısı
nedeniyle pamuk ipliği gibi
eğrilebiliyor, kumaş biçiminde
dokunabiliyor ya da dövülerek
keçe haline getirilebiliyor. Başka
hiçbir mineral bu özellikleri
taşımıyor. Asbest, 19. yüzyılın
ikinci yarısından sonra, ısıyı ve
elektriği yalıtması, sürtünmeye
ve asit gibi maddelere dayanıklı
olması nedeniyle kullanılmaya
başlandı. Fakat 20. yüzyılın ikinci
yarısından sonra insan sağlığına
önemli zararlar verdiği, kanser
hastalığına sebep olduğunun
tespit edilmesi ile asbest maddesi
için öldürücü toz tanımlaması
yapıldı. 3.000’den fazla kullanım
alanı olan asbest, özellikle gemi,
uçak, otomobil sanayiinde,
makine endüstri alanlarında
çalışan işçiler için de çok zararlı.
“HAVADA 1 LİF DAHİ OLSA
SAĞLIK RİSKİDİR”
Jeoloji Yüksek Mühendisi ve
Asbest Söküm Uzmanı Eşref
Atabey, asbest lifi ve tozlarının
belli bir süre ve yoğun şekilde
solunduğunda asbestos ve
mezotelyoma hastalığı (akciğer
zarı kanseri) yaptığına dikkat
çekerek şunları söyledi:
Eşref Atabey
“Asbest Uluslararası Sağlık
Örgütü’nce kanserojen maddeler
GRUP 1A listesine almıştır.
Solunum yoluyla bünyeye alınan
asbest lifleri vücutta ya cisimcikler
ya da serbest lifler halinde
bulunmaktadır. Mezotelyoma;
akciğerler ve karın organlarını
örten zarların kanseri olup,
Türkiye’de en sık rastlanan kanser
türlerindendir. Solunabilir toz;
0,1 mikron ile 0,5 mikron arası
tozlardır. Solunan ortamda 8
saatlik sürede ölçülen asbest lif
sınır değeri 0,1 lif/cm3 olmalıdır.
Bu sınır aşıldığında hastalanma
riski taşıyor anlamı çıkmaktadır.
Ancak Dünya Sağlık Örgütü,
solunan havada 1 lif dahi olsa,
sağlık riski kapsamına almıştır.
Kentlerde binaların yıkımından
önce; gerek halk sağlığı, gerekse
çalışan sağlığı yönünden gerekli
önlemler alınmadığı takdirde
sağlık riski olabilmektedir.”
“YEREL YÖNETİMLER RİSKE İZİN
VERMEMELİ”
Yeni seçilen yerel yönetimlere
çağrıda bulunan Atabey, şu
açıklamalarda bulundu:
“Tüm yerel yönetimler
kendilerine şunu ilke
edinmelidirler: Asbest maruziyeti
sonucu hava yoluyla insanların
sağlığını riske sokacak ve kanser
hastalığına neden olabilecek
riskler, yıkım öncesi teknik
incelemeler sonucu önlenmesi
olanaklı. Bu nedenle yıkım
faaliyetinin, gerek çalışanlar ve
gerekse çevrede asbest maruziyeti
yaratmaması için; mevzuattaki
hukuki ve teknik kurallara
uygun şekilde yönetilmesi
gerekiyor. Yıkımı güvenli kılacak
koruyucu önlemlerin alınması, bu
konuda insan ve çevre sağlığına
risk oluşturacak olası aykırı
davranışlara izin verilmemesi
önemli. Yıkımına makamlarca
onay verilmiş bir yapıda, asbest
ve benzeri tehlikeli maddelerin
bulunup bulunmadığının
belirlenmesi, yıkımda tehlikeli
madde maruziyetinin önlenmesi
adına sürecin ilk ve en önemli
adımını oluşturuyor. Yıkılacak
binaların asbest ve benzeri
malzemelerden arındırılmadan
ana yıkıma geçilmemesine
kesinlikle izin verilmemelidir.
Kentsel dönüşüm kapsamında
olsun ya da olmasın yıkılacak
ya da yıkılmasına onay verilmiş
tüm yapıların yıkılmadan önce,
asbest ölçme ve numune alma
işlemlerinin yaptırılması, binanın
tamamen tehlikeli maddelerden
arındırılması halinde yıkımına
geçilmesi halk ve çevre sağlığı
bakımından gerektiğini
bir görev bilmelidirler.”
MEVZUAT NE DİYOR?
18 Mart 2004 tarihli Hafriyat
Toprağı, İnşaat ve Yıkıntı
Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği
ile; konut, bina, köprü, yol ve
benzeri alt ve üst yapıların
yıkımı öncesinde seçici yıkım
ilkesiyle yıkımın belirli ölçülerde
ve kontrollü olarak yapılması,
yıkım sonrasında oluşan inşaat ve
yıkıntı atıklarının çevreye zarar
vermeyecek şekilde öncelikle
kaynakta azaltılması, toplanması,
geçici biriktirilmesi, taşınması, geri
kazanılması, değerlendirilmesi ve
bertaraf edilmesi düzenleniyor.
Yönetmelik, asbest maddesini
de kapsıyor. Buna göre, yıkılacak
binalarda bulunan asbest, yıkım
faaliyetinden önce belirlenip
sökülür, ayrı olarak toplanır ve
tehlikeli atık olarak bertaraf
edilir. 25 Ocak 2013 tarihinde
çıkarılan Asbestle Çalışmalarda
Sağlık ve Güvenlik Önlemleri
Hakkında Yönetmeliğe göre,
asbesttin sökümü, yıkımı, tamiri,
bakımı ve uzaklaştırma işleri,
belirli usullere göre yapılmalı.
Yetkili olmayan kişiler asbestle
ilgili işlerde çalışamıyor.
PEKİ, ASBEST TESPİT EDİLİRSE?
Binalarda asbest tespit
edilip sökülmesi istenirse,
çalışmalarınbir prosedür
15
2019 / Sayı 2
16
kapsamında işlenmesi gerekiyor.
Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve
Güvenlik Önlemleri Hakkında
Yönetmeliğe göre, öncelikle iş
planı hazırlanıyor. Plan, söküm
yapılacak yerdeki Çalışma ve
İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne
bildiriliyor. Bu bildirimde; işyerinin
ticari unvanı ve adresi, sökümü
yapılacak asbestin türü ve miktarı,
yapılacak işler ve işlemler, çalışan
sayısı, işe başlama tarihi ve işin
tahmini süresi, asbest söküm
uzmanı belgesi, asbest söküm
çalışanı belgeleri bulunuyor.
Ayrıca, asbest sökümünün
yapılacağı işyerinde yapılan risk
değerlendirmesi doğrultusunda,
çalışanlara ve çevreye yönelik
tehlikeler karşı önlem alınıyor.
Asbest sökümü, yıkımı, tamir,
bakım ve uzaklaştırma işlemleri
sona erdiğinde, işyerinde asbest
tozuna maruziyet riskinin
kalmadığını belirten ölçüm raporu
alınıyor. Bu raporda da, İş Sağlığı
ve Güvenliği Genel Müdürlüğü
ya da Türk Akreditasyon
Kurumu (TÜRKAK) tarafından
yetkilendirilmiş laboratuvarlardan
alınabiliyor. Alınan rapor, Çalışma
ve İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne
teslim ediliyor. Ancak halen
Türkiye genelinde yetkilendirilmiş
laboratuvar sayısı sadece
13, toplamda ise 497 asbest
söküm uzmanı bulunuyor.
“HER YIL 125 MİLYON İNSAN
ASBESTE MARUZ KALIYOR”
Dünya Sağlık Örgütü (The
World Health Organization-WHO)
verilerine göre, dünyada 125 milyon
kişi çalışma ortamlarında asbeste
maruz kalıyor. Birleşmiş Milletler
(BM) kayıtlarına göre de, asbestin
neden olduğu hastalıklara bağlı her
yıl yüz binin üzerinde işçi ölüyor.
Asbestin binalarda yaygın
olarak kullanım yerleri; yer ve
tavan kaplamaları, yalıtım amaçlı
püskürtme kaplamalar, ara
duvarlar, yangına dayanıklı yalıtım
panelleri, kazanlar, kaloriferler,
cam macunları, asbestli
çimentodan imal edilmiş ürünler,
conta elemanları, pis su boruları,
eternit levhalar ve derzlerdir.
Asbest kullanım yasağının
başladığı 2010 yılına kadar,
1.200.000 ton asbest ithal edilmiş.
Asbest lifleri, fizikokimyasal
özelliklerine bağlı olarak kolayca
ufalanır, toz haline gelebiliyor.
Ancak bu lifler, çoğunlukla
gözle görülemiyor. Asbest lifleri,
havalandıklarında günlerce
havada asılı kalabiliyor. Solunum
yoluyla vücuda girip akciğerlere
yerleşen mikron boyutunda
asbest lifleri, kimyasal bileşimleri
ve fiziksel özelliklerine bağlı
olarak zaman içinde akciğer,
gırtlak ve sindirim sistemi
kanserlerine neden olabiliyor.
Haber Yazısı
2019 / Sayı 2
Çocuk işçiliği ile mücadele kağıt
üzerinde kaldı
17
Metehan Ud / İzmir 12 Haziran 2019
Birleşmiş Milletler (BM),
artan çocuk işçiliğine
dikkat çekmek ve
farkındalık yaratmak
için 2002 yılında 12 Haziran’ı
Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele
Günü olarak ilan etti. Uluslararası
Çalışma Örgütünün (ILO) “Çocuk
İşçiliği Küresel Tahminler
Raporuna göre, tüm dünyada 73
milyonu “tehlikeli” işlerde olmak
üzere halen 152 milyon çocuk işçi
bulunuyor. Tarım yüzde 70,9’luk
oranla çocuk işçilerin en fazla
olduğu sektör durumundayken,
tarımı sırasıyla hizmet ve sanayi
sektörü izliyor. Raporlar, çocuk
işçiliği ile mücadelenin kağıt
üzerinde kaldığını ortaya koyuyor.
Tüvana Okuma İstekli
Çocuk Eğitim Vakfı’nın (TOÇEV)
düzenlediği Çocuk Hakları
Perspektifinden Türkiye’deki
Risk Altındaki Çocuklar
Sempozyumu’nun sonuç raporuna
göre, çocuk işçi sayısı 2018’de 2
milyona yaklaştı ancak gerçek
sayının çok daha üstünde olduğu
hesaplanıyor. TÜİK’te yer alan
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi
(ADNKS) sonuçlarına göre de
2017 yılında 15-17 yaş grubundaki
çocukların işgücüne katılma
oranı yüzde 20.3 düzeyinden
2018 yılında yüzde 21.1’e yükseldi.
Verilere göre bu yaş aralığındaki
her beş çocuktan biri çalışıyor.
6 YILDA EN AZ 371 ÇOCUK İŞÇİ İŞ
CİNAYETİNDE ÖLDÜ
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
Meclisi raporlarına göre 2019 ilk
5 ayında en az 27 ( Ocak 10, Şubat
1, Mart 5, Nisan 2, Mayıs 9), son 6
yılda en az 371 çocuk (nisan, mayıs
hariç) iş cinayetlerinde yaşamını
yitirdi. Tüm bu verilere rağmen
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler
Bakanlığı, 2010’dan bu yana dokuz
yılda 416 işyerinde çocuk işçi
ihlali tespit edebildi. Aile, Çalışma
ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı
tarafından 2017-2023 yılları için
‘Çocuk İşçiliği ile Mücadele Ulusal
Programı’ hazırlanmış ve 2018 yılı
ise ‘Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Yılı’
ilan edilmişti ancak bu adımlar
çözüm üretmenin gerisine düştü.
İZMIR’DE AĞIRLIK
ATÖLYE VE TARIM
Suriyeli mültecilerin gelişiyle
birlikte çocuk işçiliğinin daha
2019 / Sayı 2
18
da arttığı İzmir’de ise çocuk
işçiler kent merkezinde Işıkkent
Ayakkabıcılar Sitesindeki
atölyelerde ya da mahalle
içlerindeki tekstil atölyelerinde,
kırsalda ise tarlalarda
çalışıyor. Özellikle Işıkkent
Ayakkabıcılar Sitesi’ndeki
en son tepki eylemlerinde
çalışan çocuk işçiler öne çıktı
ve tepkilerini dile getirdiler.
Yetişkinlerde işsizlik oranı
arttıkça çocuk işçiliği oranı daha
da artıyor. Çocuk işçilerin önemli
bir kısmının anne ya da babası
işsiz ya da aldığı maaş asgari
ücretin bile altında. Çocuklar
düşük haftalıkları ve rahatlıkla
işten çıkarılmalarından kayna
lı daha kolay iş bulabiliyorlar.
İşsizliğin yüksek olduğu Suriyeli
mültecilerin çocukları arasında
işçilik oranı ise daha yüksek.
HAFTALIKLAR 250-300 TL
İzmir’in Konak ilçesinde
tekstil atölyelerinin yoğun olarak
bulunduğu Basmane bölgesindeki
‘merdiven altı’ olarak tabir edilen
kayıt dışı atölyelerin hemen hemen
hepsinde en az 2 bazen de 5’i
bulan çocuk işçi ile karşılaşmak
mümkün. Okulların tatile girmesi
ile birlikte sayının daha da
artması bekleniyor. Çocukların
yaş aralığı ise 10 ila 16 arasında
değişiyor. Daha çok temizlik ve
getir götür işlerini yapan çocuk
işçiler gün boyu ayakta. Sabah
8.30’da başlayan mesai akşam
6’ya kadar sürüyor. Çocuk
işçilerin haftalığı ise 250-300 lira
arasında değişiyor. Çocuklar ilk
başta konuşmaya çekinseler de
sonrasında anlatmaya başlıyorlar.
Çocuk işçiler 12 Haziran Dünya
Çocuk İşçiliği ile Mücadele
Günü’nden haberdar bile değiller.
İZMİR BAROSU: BAKANLIK VERİ
AÇIKLAMAKTAN ÖTEYE
GİDEMEDİ
İzmir Barosu Çocuk Hakları
Merkezi Sorumlusu Av. Cansu
Seçgin, Aile, Çalışma ve Sosyal
Hizmetler Bakanlığı’nın
çalışmalarının veri açıklamak
ve beyan etmekten öteye
gidemediğini belirterek
“Önemli olan veri açıklamak,
kaç çocuğumuzun işçi olarak
çalıştığını, kaçının iş cinayetlerine
kurban gittiğini tespit etmek
değildir. Önemli olan ve ivedilikle
hayata geçirilmesi gereken çocuk
işçiliğini yasaklamaktır! Ancak
ne yazık ki devlet nezdinde
çocuk işçiliğinin önüne geçilmesi
amacıyla hiçbir denetleme,
izleme ve çalışma yapılmadığı gibi
aksine sermayenin ihtiyaçlarını
karşılama konusunda çalışmalar
yürütülmektedir” dedi. İzmir
Barosu Çocuk Hakları Merkezi
olarak çocuklarla ilgili her
türlü hak ihlali başvurusunun
takipçisi olduklarını ifade eden
Seçgin, çocuk İşçiliği hususunda
da sahada çalışmalarının
devam ettiğini dile getirdi.
İşsizliğin yüksek
olduğu Suriyeli
mültecilerin çocukları
arasında işçilik oranı
ise daha yüksek.
‘MEVZUAT ÇOCUK İŞÇİLİĞİN
ÖNÜNÜ AÇIYOR’
Mevzuat eksikliğine
dikkat çeken Seçgin “Ulusal
Mevzuatımızda çocuk işçiliğin
tanımını düzenleyen 4857 sayılı İş
Kanunu’nun 71. Maddesi ve Çocuk
ve Genç İşçilerin Çalıştırılma
Usul ve Esasları Hakkında
Yönetmeliği kapsamında çocuk
işçiler için öngörülen alt yaş
sınırı 14, üst yaş sınırı ise 15 olup
çocukların çalıştırılmasına ilişkin
farklı esaslar içermektedir. Bu
durum farklı çocuk işçi statüleri
yaratmaktadır. Oysa öncelikle
Uluslararası mevzuat çerçevesinde
‘18 yaşını doldurmamış her
birey çocuk sayılır’ tanımı
çerçevesinde 15 ve 14 yaş ve daha
küçük çocukların çalışmasının
önünü açan ulusal esnek yasal
düzenlemeler yeniden gözden
geçirilmelidir. Zira esnek yasal
düzenlemeler özelikle ‘ekonomisi’
ve ‘eğitim olanakları’ yeterince
gelişmemiş ülkeler söz konusu
olduğunda güçlü olan sermayenin
talepleriyle ucuz ve korunmasız
emek olarak çocuk işçiliğinin
önünü açmaktadır” diye konuştu.
‘4+4+4 ÇOCUK İŞÇİLİĞİN YAŞINI
DÜŞÜRDÜ’
4+4+4 eğitim sisteminin de
çocuk işçiliğin yaşını 12-13’lere
çektiğini söyleyen Seçgin “Önemle
belirtmeliyim ki; bizce çocukların
tehlikeli, ağır ya da hafif iş ayrımı
yapılmaksızın hangi sebeple olursa
olsun işçi olarak çalıştırılmaları,
onların en doğal hakları olan
oyun haklarının ve eğitim
haklarının ellerinden alınmalarına
neden olmaktadır. Çocukların
çalıştırılabileceğine ilişkin tüm
yasal mevzuatın yeniden gözden
geçirilmesi gerekmektedir. Çocuk
işçiliğinin en önemli sebeplerinden
biri ülkemizdeki yoksulluktur.
Ailelere destek olmak amacıyla
çalışmasına izin verilen çocukların
sayısı sermayenin ucuz iş
gücü arayışı nedeniyle de gün
geçtikçe artmaktadır” dedi.
‘GEÇİM KAYGISI ÇOCUKLARIN
ÜZERLERİNE YIKILMAMALI’
Geçim kaygısının çocukların
üzerlerine yıkılmaması
gerektiğinin altını çizen Seçgin,
çözüm önerilerini şöyle sıraladı:
“Sorumluluk vatandaşına temel
hak özgürlükleri çerçevesinde
yaşamını devam ettirmeimkanı
sağlamakla yükümlü olan
devlettir. Gelişmekte ve sosyal
bir devlette geçim kaygısının
çocuklarımızın küçücük
omuzlarına yüklenmesi asla kabul
edilemez. Bu nedenle en kısa
vadede, çocukların çalışmalarına
neden olan bütün toplumsal,
ekonomik ortam yeniden sosyal
devlet anlayışı temelinde kamusal
olarak yapılandırılmalı, yeni
yasal düzenlemelerle çocuk
işçiliğine son verilmeli, eğitim
olmak üzere ailelere ekonomik ve
sosyal destek sağlanmalı, gerçek
anlamda denetimler yapılmalı
ve bu denetimler sıkılaştırılmalı,
tarım sektöründe denetimlere
önem verilerek çocukların
köleleşmesine son verilmelidir”.
Haber Yazısı
2019 / Sayı 2
İnternet medyası, yazılı basını
bitirir mi?
19
Ayla Ganioğlu / Ankara 14 Haziran 2019
Basının tiraj kaybı
devam ederken,
internet medyasının
her gün daha çok
okuyucuya ulaşması tüm dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de internet
haberciliğinin yazılı basının
sonunu getirip getirmeyeceği
tartışmalarını gündeme getiriyor.
Yıldızı yükselen internet medyası
bu konuda ne düşünüyor?
Yazılı basındaki tiraj
kaybının engellenememesiyle
birlikte, internet haberciliğinin
yaygınlaşarak gazetelerin
yerine alacağı endişesi her
geçen gün artıyor. Konda’nın
bir araştırmasına göre, 2010’da
gazete okuma oranı, yüzde 61
iken, 2018’de bu oran yüzde
26’ya düştü. Gerçekten de bir
gün gazeteler artık kâğıda
basılmayacak ve sadece
internetten mi yayın yapacaklar?
24 Saat Gazetesi, internette
habercilik yapan yayıncıların
bu konudaki görüşlerini
aldı. Yazılı basının geleceği
konusunda fazla iyimser görüşler
olmamakla birlikte tamamen yok
olmayacağını düşünenler de var.
“TÜRKİYE’DE GAZETELER YOK
OLMAZ”
İnternethaber Yayın Grubu
Yönetim Kurulu ve İnternet
Medyası Derneği Başkanı Hadi
Özışık, artık genç ve teknoloji
ile barışık kesimlerin gazeteyi
eline almadığını, internetten
okuduğunu söyledi. Özışık,
internet medyasının yazılı
basını ya da konvansiyonel
medyayı bitirebilmesi için
öncelikle Türkiye’de patronajın
internet medyasına yatırım
yapması gerektiğini belirtti.
Türkiye’de gazetelerin yok
olmayacağına inandığını belirten
Özışık, “Türkiye’de internet
medyası, mevcut patronaj devam
ettikçe hiçbir zaman gazeteleri
yok etmez, edemez. Gazeteler
tehlikeyi gördükleri anda, hemen
teknolojik yatırımlara girişir
ve önlem alırlar. Şu anda bir
tehlike görmüyorlar” dedi. Özışık,
şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye’de hali hazırda
medya gücünü elinde tutan
patronlar, böyle bir yatırımı kârsız
bulduğu için -Çünkü Türkiye’de
İnternet reklam bilinci yok, hâlâ
tam sayfa gazete ilanı veren
bilgisayar şirketleri var internet
medyasına yatırım yapmıyor.
2019 / Sayı 2
20
Medya sektörü dışındaki
birçok isim, inşaat yapmayı
daha kârlı ve risksiz buluyor.
Zira medyaya yatırım yapmak
Türkiye’de bir risk. Bu nedenle
herkes bu riski göze alamıyor.”
“İNTERNET MEDYASI YASASI”
İnternet medyasının şu
anki haliyle baştan sona
sorunlu olduğuna işaret
eden Özışık, hâlâ bir İnternet
Medyası Yasası çıkarılmadığını,
çalışanların yasal haklarını
alamadıklarını ve sarı basın kartı
kullanamadıklarının altını çizdi.
Özışık, İnternet Medyası
Derneği’ni 2005 yılında
kurduklarını anımsatıp “Kapı
kapı dolaştık, yalvardık, yakardık,
‘Biz sorunluyuz, gelin biziderneği
sorumlu yapın da bu
alanda gerekli düzenlemeleri
oluşturabilelim’ dedik. Bütün
uğraşlarımıza rağmen, İnternet
Medyası Yasası’na el atan
olmadı, sözler verildi uğraşıldı
ama sonuç alamadık. Böyle bir
sorun varken, diğer sorunları
anlatmak, dile getirmek abes olur”
sözleriyle internet medyasının
temel sorununa dikkat çekti.
“GAZETELER BİR SÜRE SONRA
ÇIKMAYABİLİR”
Haber7.com Genel Yayın
Yönetmeni Osman Ateşli, artık
toplumun büyük bir kesiminin
dünyadaki gelişmeleri internet
üzerinden ve dijital aygıtlar
üzerinden takip ettiğini belirterek,
“Kâğıda basılı gazetelerin,
ilgi ve gelir kaybı neticesinde
bir süre sonra çıkmayacağı
yönündeki öngörülere
katılmamak elde değil” dedi.
Ateşli, internet sitelerinin tek
gelir kaynağı reklamlar olduğunu
kaydederek “Müşteriye daha
hızlı ulaşma, takip edilebilirlik,
hedef kitle seçebilme gibi
sağladığı avantajlardan dolayı
reklam verenler haber sitelerini
‘öncelikli’ mecralar arasına aldı.
Bu da kâğıda basılı gazetelerin
yaşadığı kayıpların sebeplerinden
biri oldu” diye konuştu.
Dijital mecraların reklam
gelirlerinin sürekli arttığını
anımsatan Ateşli, IAB Türkiye
tarafından açıklanan rakamlara
göre 2018 yılında dijital reklam
yatırımlarının, 2017’ye göre yüzde
14 oranında artarak 1 milyar 213
Milyon TL’ye ulaştığını söyledi.
Ateşli, haber7.com’un
günlük tekil kullanıcı sayısının
4 milyonu bulduğunu bildirip
bunun Türkiye’de yayınlanan
ulusal gazetelerin tamamının
tirajının neredeyse iki katına
tekabül ettiğini dile getirdi.
“İNTERNET HABERCİLİĞİ
GAZETELERİ BİTİRECEK”
Haber7.com İçerik Sorumlusu
ve Haber Şefi İbrahim Günay
ise internet haberciliğinin
basılı gazeteleri bitireceğini
düşünenlerden biri olduğunu
belirtti. Gazetelerin daha ne kadar
ayakta kalacağını kestirmenin
zor olduğunu söyleyen
Günay, ancak gazetelerin son
tirajlarına bakılırsa bunun fazla
sürmeyeceğini vurguladı.
Günay, şu anda ısrarla
basılmaya devam eden birçok
gazetenin maddi olarak zararı
göze aldığını, bunun nedeninin
de “bazı iş adamlarının sahip
oldukları gazeteleri güç olarak
görmesi” olduğunun altını çizdi.
“DÖNÜŞÜM, 10 YILDA
TAMAMLANABİLİR”
Diken.com.tr Genel Yayın
Yönetmeni Erdal Güven,
istisnalar dışında, gazetelerin
giderek dergiye dönüşeceği;
bilgilendirme, haberdar etme
işlevinin azalacağı, hafta sonları
ya da periyodik olarak çıkacak
“keyif” içerikli yayınlar şeklinde
olacağını düşündüğünü söyledi.
Güven, dönüşüme ilişkin
açıklamasını şöyle detaylandırdı:
“Bu dönüşüm, 10 yıl gibi bir
süre içinde tamamlanacak gibi
görünüyor. Sosyal medya, ilk
günden itibaren konvansiyonel
medya için hem bir haber kaynağı
haline geldi, hem de var olmak,
daha görünürlür ve bilinirlik
için vazgeçilmez bir mecraya
dönüştü. Uydurma haber,
dezenformasyon, sansasyonel
yayıncılık ya da ‘tıklatma’
gibi tuzaklarını düşülmediği
müddetçe bu iki özelliğiyle
sosyal medya konvansiyonel
medyayı beslemeye ve daha da
etkin kılmayı sürdürecektir.”
“İNTERNET MEDYASI GÜNLÜK
BASININ YERİNİ ALACAK”
Gazeteduvar.com.tr Genel
Yayın Yönetmeni Ali Duran
Topuz , ”İnternet medyası,
elbette konvansiyonel günlüksüreli
basının yerini alacak”
iddiasında bulundu.
Topuz, Türkiye’de gazete
okuma oranının hızla düşmesinin
sadece dijital devrimle ilgili
olmadığını, “klasik basının
hastalıkları ve hükümetin
medyayı bir şekilde kendisine
bağlama isteğinin de bunda
büyük payı” olduğunu söyledi.
Diğer ülkelere göre Türkiye’de
gazetelerin güven kaybına
uğradığı için erken biteceğini
ileri süren Topuz, “Küresel güce
sahip büyük gazeteler bir on yıl
daha yaşayabilir. Bazıları yirmi
yıl sonrayı da görebilir, ama
30 yıl sonra dünyada gazete
diye kâğıda basılı bir şeyin
kalması şaşırtıcı olur. Gelecek,
dijital olacak” diye konuştu.
Topuz, internet medyasının
getirdiği sorunların,
konvansiyonel medyanın
bildiğimiz sorunlarından kat kat
fazla olduğuna da işaret etti.
“İNTERNET, GAZETELERİ
BİTİRMEZ”
Medyafaresi.com kurucusu
Kubilay Tümen ise, internetin
gazeteleri tamamen bitireceğine
inanmadığını belirterek,
“Televizyon çıktığında nasıl ki
radyolar bitmediyse, internet
haberciliği de gazeteleri ve
televizyonları tamamen ortadan
kaldıramaz. Birçok gazete reklam
geliri ve maliyetler nedeniyle dijital
yayına geçmekte. Ancak sayısı
azalsa da gazetelerin de içeriklerini
zenginleştirerek dijital yayınlara
rakip olmaya devam edeceğini
düşünüyorum. Ben yıllardır elime
kâğıt gazete almıyorum ama
kâğıt gazetenin kendine has
müşterisi olmaya devam eder.
Kâğıt gazetelerin tabiattaki kâğıt
kaynakları bitene kadar yayına
devam etmesi sürpriz olmaz” dedi.
İnternet haberciliği için sosyal
medya kullanımını, “kendini yok
eden bir ilişkiye” benzeten Tümen,
“İnternet haberlerinin daha çok
okunması için sosyal medyadan
faydalanması gerekiyor. Ancak
sosyal medyada tek satırlık
son dakika bilgisini okuyanlar
artık haberin detaylarını merak
etmiyor ve oradaki sitenin
linkini tıklayanlar giderek
azalıyor” görüşünü dile getirdi.
Haber Yazısı
2019 / Sayı 2
Kadın cinayetleri neden
durdurulamıyor?
21
Didem Çam / Ankara 17 Haziran 2019
Erkek şiddeti, tacizi
ya da tecavüzüne
uğrayan kadın
cinayetleri artmaya
devam ediyor. Son 9 yılda 2 bin 696
kadın cinayet sonucu yaşamını
yitirdi. 2019’un ilk beş ayında
öldürülen kadın sayısı ise 174
Neredeyse her gün bir
kadın, eşi, sevgilisi, aile bireyi,
tanıdığı ya da hiç tanımadığı
bir erkeğin şiddeti, tacizi ya da
tecavüzüne uğruyor. Yüzlerce
kadın, erkek şiddeti nedeniyle
hayatını kaybediyor.
Artan kadın cinayetlerine
son vermek amacıyla 2010
yılında kurulan Kadın
Cinayetlerini Durduracağız
Platformu, son 9 yılda işlenen
kadın cinayetlerinin korkunç
tablosunu gözler önüne serdi.
Platformun açık kaynaklardan
elde ettikleri verilere göre, 2010-
2019 yılının mayıs ayı da dahil
olmak üzere toplam 2 bin 696
kadın, cinayet sonucu yaşamını
yitirdi. Ortaya çıkan istatistiklere
göre, 2010 yılında 180, 2011’de
121, 2012’de 210, 2013’te 237,
2014’te 294, 2015’te 303, 2016’da
328, 2017’de 409, 2018’de 440
kadın, erkekler tarafından
öldürüldü. Bu sayı, 2019 yılının
ilk 5 ayında ise 174’e ulaştı.
Günümüzde yalnızca kadınlara
değil, çocuklara ve hayvanlara
yapılan şiddet de tırmanıyor.
Ürküten tablo akıllara, “Şiddet son
yıllarda neden arttı?” sorusunu
getiriyor. Uzmanlar, bu durumun
nedenleri hakkında ne diyor?
“PSİKİYATRİ BİRİMİ OLARAK EN
AZ SUÇLU OLAN BİZİZ”
Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr.
Adnan Cansever, toplumda
şiddetin artmasını ‘psikolojik
rahatsızlıktan’ çok ‘adalet
sisteminin eksikliğine’ bağlıyor.
Cansever, bu tezini şöyle
detaylandırdı: “Her şiddet
uygulayana ‘ruh hastası’
deniliyor. Bu durumun, bir
psikiyatrik hastalık ürünü olduğu
nereden belli? Bir ahlaksızlığın,
namussuzluğun ürünü de olabilir
ki bunlar ön planda zaten. Şiddetin
pek çok nedeni olabilir. Öncelikle,
adalet sisteminin düzgün olması
gerekir. Eğer devlet olarak,
insanlara adaletin sağlandığına
yönelik bir güven duygusu
veremiyorsanız, o toplumda şiddet
2019 / Sayı 2
22
olaylarının yaşanması beklenen
bir sonuç olur. Adalet sisteminde
sıkıntı varsa, o zaman herkes
kendi adaletini oluşturmaya
çalışıyor. Medya da şiddeti ön plana
çıkaran, öven yaklaşımlardan uzak
olmalı. Bununla birlikte, dizilerde
şiddet kahramanlaştırılıyor,
silah kullanımı özendiriliyor.
Aslında psikiyatri birimi olarak
bu konuda en az suçlu biziz
diye düşünüyorum. Psikiyatri
tedavi olanakları son yıllarda
oldukça arttı. Dolayısıyla, ruhsal
hastalıklardan kaynaklanan
şiddet de epey azaldı.”
“6284 SAYILI YASA, BİRÇOK
TEDBİRİ BARINDIRIYOR”
Ankara Barosu Gelincik
Merkezi Başkanı Avukat
Aslı Koçak Arıhan ise yasal
düzenlemeyi yerinde bulurken,
‘uygulanmasında’ sorun olduğu
inancında. “Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine
Dair Kanun” hakkında bilgi veren
Arıhan, yasada kadına karşı şiddeti
önleyici pek çok düzenlemenin
olduğuna dikkat çekti. Yasanın,
toplumda “uzaklaştırma yasası”
olarak bilindiğine değinen Arıhan,
şu değerlendirmeyi yaptı:
“6284 sayılı yasa, kadının
iş yerinin değiştirilmesi,
kimlik bilgilerinin gizlenmesi,
çocuğunun okul değişikliği,
çocuğa ve kadına nafaka
ödenmesi, sığınma evleri gibi
birçok tedbiri barındırıyor. Bence,
inanılmaz iyi bir yasa. Bu yasanın
uygulanması halinde birçok
konunun çözüme kavuşacağını
düşünüyorum. Maalesef kadınla
birlikte çocuklar da şiddete
maruz kalıyor. Çocuklarla ilgili
daha ağırlaştırılmış cezalar
var. Ayrıca, hayvanlara yapılan
eziyetin suç kapsamına alınacağı
ile ilgili de çalışmaların olduğunu
söylemek isteriz. Şiddete maruz
kalan gerek kadınlar, yaşlılar,
çocuklar gerekse de dezavantajlı
gruplar, Gelincik Merkezi’nden
ücretsiz bir şekilde hukuki destek
alabilir. Bu kişiler, 444 43 06
numaralı telefondan 7 gün 24 saat
merkezimize kolayca ulaşabilir.”
“HAYVANLARA EZİYET EDEN
BELEDİYELER DE CEZA ALMALI”
Hayvanlara yönelik şiddet de
son dönemde artış gösteriyor.
Hayvan Kurtarma Derneği Başkanı
Zekiye Taş Köklü, hayvanlara
eziyet ve işkence edenlerin daha
ağır cezalar alması gerektiğini
savunuyor. Köklü, “Hayvanlara
şiddet uygulayanlara düşük
para cezaları veriliyor. Öyle
olunca da şiddet, gün geçtikçe
artarak devam ediyor. Cezalar,
TCK’ye alınmalı, para cezasına
dönüşmemeli, gerekirse şiddet
uygulayanlara psikolojik tedavi
uygulanmalı. Ayrıca, hayvanlara
eziyet edip onları dağlara atan
belediyeler de ceza almalı. Bu
konuda, Kanun Hükmünde
Kararname (KHK) acil bir şekilde
çıkarılmalı. Cezalar ağırlaştırılmalı
ki kimsenin canı yanmasın” dedi.
2019 / Sayı 2
Metin- Derya Aksoy
Rahatsız ve mutsuz oluyorlar diye
yaşama karışamayacak mıyız?
23
Zülal Koçer / İstanbul 20 Haziran 2019
Engelliler ve onlara
bakan yakınları,
neler yaşıyor, ne
hissediyor, toplum
engellerinden kurtulabildiler
mi? Engelli yakınları sorunlarını
24 Saat’e anlattı. Bir engelli
yakının şu sorusu yaşadıkları
travmayı özetliyor: “Rahatsız
olup, mutsuz oluyorlar diye
hayata karışamayacak mıyız?”
Engelliler ve yakınları neler
yaşıyor, hangi sorunlarla karşı
karşıya kalıyorlar? Onları en çok
yaralayan söz ve davranışlar
ne? Hayata hangi oranda
karışabiliyorlar? İnsanlar,
onlara engel olmamayı ne
kadar başarıyor? Bütün bu
soruların yanıtını, dizi yazımızı
okumadan önce kafanızda
aramayı dener misiniz? Peki,
şimdi daha fazlasına ne dersiniz?
Birilerine bilerek ya da farkında
olmadan engel olduğunuzu
düşündünüz mü hiç? Ya da
engellilerin yaşadığı sorunların,
kamuoyunca masaya yatırılıp
gündeme getirilerek aşıldığını,
çözüldüğünü gördünüz mü? Bir
engelli ya da yakını değilseniz bu
soruları yanıtlamak güç olabilir.
24 Saat gazetesi, engelli
yakınlarının neler yaşadıklarına
tanıklık etti, sorunlarını dinledi,
çözüm önerilerini aldı.
27 yaşındaki hidrosefali
hastası, yüzde 94 engelli Derya
Aksoy’un babası Metin Aksoy
neler yaşadıklarını anlattı.
Metin Aksoy, 27 yaşındaki
hidrosefali hastası, yüzde 94
engelli Derya Aksoy’un babası.
Aksoy, Ordu’da yaşıyor ve aynı
zamanda Ordu Engelliler Derneği
yöneticisi. Çocuğunun engeline
dair karşılaştığı ayrımcılıklar
konusunda Aksoy şunları
söylüyor: “Akli dengesi yerinde
mi diye sorduklarında ve Allah bir
an önce sizi de onu da kurtarsın
sözünü duyduğumuzda beynimize
kan damlıyor sanki. Bizim
çocuğumuz 27 yaşında yüzde 94
ağır engelli ve yatağa mahkûm.
Yani biz 26 senedir çocuğumuzun
engelinden zerre kadar şikâyetçi
değilken bu tür sözler dayanılmaz
geliyor. İnsanların çoğu bilinçli
değil kesinlikle. Çünkü engellilere
merhamet veya sadaka kültürü
üzerinden bir bakış açıları
Dizi Yazısı
2019 / Sayı 2
Burcu - Baran İpek
Gülender - Erdal Batmaz
24
mevcut. Oysa yasal ve insani
hakları, kişilerin tavırlarına
göre değil var olan kurallara
göre uygulanmalı.”Derya’nın
ne sıklıkla dışarı çıkabildiğini
sorduğumuzda ise “Ordu’da
kış aylarında dışarı çıkmak zor
oluyor ama yaz aylarında sık sık
her türlü fiziki engele rağmen
dışarı çıkıyoruz. Tabi ki dışarıdaki
mutluluğu yaşamına olumlu etki
ediyor. Bizde onun mutluluğundan
mutlu oluyoruz” diye konuşuyor.
“Toplumsal ayrımcılık maalesef
tüm yasa ve düzenlemelere
rağmen mevcut. Bu hastaneden
sokaktaki birçok yaşamsal
alana kadar uzanabiliyor” diyen
Aksoy, toplumdaki engelli algısına
ilişkin değerlendirmesini şöyle
sürdürüyor: “Bize en ağır geleni,
devletin verdiği bazı yasal hakları
kullanmamız veya talep etmemiz
nedeniyle diğer kesimlerin bakış
açısı. Mesela bakım ücreti diye
2009’dan sonra ödenen bir ücret
var. Ya da imkânı olanların araç
alımında ÖTV muafiyeti. Bu
hakları kullandığınız ya da talep
ettiğinizde, engelli yakını veya
engelli olmanızın bir avantajmış
gibi konuşulması, davranılması
üzücü. Bazen bunu düşünmekle
kalmayıp ‘Şanslısınız’ bile
diyorlar. Oysa engelli ve ailelerinin
yaşadıkları ekonomik veya ruhsal
o kadar büyük buhranlar var ki
kimse bunu bilmiyor, algılamıyor.”
Uzun zamandır işsiz olan Aksoy,
Derya ile birlikte iki çocuğu daha
olan ve bakımlarından sorumlu
bir baba. Derya’nın bir ilacı için
aylık 600 lira ödeniyor. Devlet
tarafından kendilerine ödenen
engelli ve bakıcı maaşını diğer
ihtiyaçları misli ile geçiyor.
Burcu İpek, otizmli 14 yaşındaki
Baran İpek’in annesi. İstanbul’da
yaşıyor ve çocuğuna bakmak
zorunda olduğundan herhangi
bir işte çalışamıyor. Oğlu Baran’ın
öz bakım becerileri olmadığı
için bakımını üstlenen Burcu
İpek, oğlunun okulu nedeni ile
Bakırköy’e taşınmış. İpek de
karşılaştığı ayrımcı söylem ve
durumlar konusunda şunları
aktarıyor: “Birinin hakkını yiyip
hırsızlık falan mı yaptınız? Dini
günde mi hamile kaldınız da
çocuğunuz böyle oldu gibi soru ve
ithamlar inanın çok ağır geliyor
bize. İnsanlar kesinlikle duyarlı
ya da bilinçli değiller. Bu kadar
farkındalık çalışmasına rağmen.
Söylemde biraz düzelme var ama
ortak yaşam alanlarına dahil
olduğumuz an rahatsızlıkları
hemen hissediliyor. Görmek, kendi
tabirleriyle ‘üzülmek’ (acımak)
istemiyorlar.” “Bu durum bizler
için ne ödül ne ceza” diyen İpek,
“Ne cennetlik insanlarız, ne
günahlarımızın bedeli. Bunun
kararını vermesinler lütfen.
Rahatsız olup, mutsuz oluyorlar
diye hayata karışamayacak mıyız?
Birlikte yaşamayı öğrenmek
zorundayız. Engelliler için verilen
bazı sosyal haklar bize ödül
değil, zor olan yaşamımızda,
bazı yüklerimizi alabilmek
için gerekli olandır” diyor.
Gülender Erdal, Dersim
Ovacık’ta anne ve babası ile
yaşamının sürdüren Down
sendromlu Cihan Batmaz’ın ablası
Gülender Erdal, kardeşinin engelli
nedeniyle yaşadığı ve unutamadığı
bir anı şöyle aktarıyor: “Yıllar önce
eve misafirimiz gelmişti. Cihan’ın
sofradan kalkmasını isteyerek
‘Misafir yemek yedikten sonra
biz beraber yeriz’ demiştim. O da
hiçbir şey demeden kalkıp gitti.
Arkasından gittiğimde hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu. Kahroldum.
Bunu nasıl yapmıştım? Canımın
parçasını üzmüştüm, ben de
çok üzülmüştüm.” İnsanların
engellilerle ilgili yeterli duyarlılık
ve bilinçte olmadığına değinen
Erdal, “Ben bile kardeşimi
çok sevmeme rağmen onu
üzebiliyorum. Bu da yeterli bilince
sahip olmadığımızın göstergesi”
2019 / Sayı 2
diyor. Erdal, kardeşinin dışarı çıkıp
sosyalleşmesini isterken “Acaba
dışarı çıkması onu mutlu ediyor
mu? Ya acınacak gibi bakılıyor ya
da dalga geçiliyor. Sevgi ile bakan
çok az olduğu için onun mutlu
olduğunu düşünmüyorum” diye bu
konudaki kaygısını dile getiriyor.
Bahar Erseven, 22 yaşındaki
otizmli oğlu Berkan Özdemir ile
Antalya’da yaşıyor. Berkan, öz
bakımını yapamadığı için annesi
8 yıldır çalışmayıp çocuğuna
bakıyor. Erseven, çocuğuyla
ilgili karşılaşıp hâlâ unutamadığı
ayrımcı söylem ve muamelelerden
şöyle söz etti: “‘Hiç doktora
götürmediniz mi?’ diye soruyorlar
ben bu soruyu saçma buluyorum.
Çocuğuma hep ‘deli’ diyorlar ve
bu hiç aklımdan çıkmıyor. Bunu
herkesten duymuyoruz ama bir
kez duymak yetiyor, üzülüyoruz.
Kiracı olduğumuz çok evden
kovulduk, çıkarıldık. Çocuğumu
görüp psikolojileri bozuluyormuş.
Bir seferinde bir eve taşındık. Bir
ay geçmeden çıkmamızı istediler.
Nedenini sorduğumda, üst katımda
oturan kişi, bizi istememiş. ‘11
yıllık kiracım, senin çocuğunu
görmüş, psikolojisi bozulmuş,
çıkın’ dediler. ‘Delini bağla’, ‘Sizin
için ayrı bir yer yapılsın’ gibi
çok şey diyenleri duydum…”
Çocuğunun sosyalleşmesini
topluma karışmasını önemli
olduğuna işaret eden Erseven
“Saklamadık çocuğumuzu,
utanmadık bunun için, bizim için
normal. Hem o mutlu oluyor, hem
insanlar alışsınlar buna. Kimse
bizimle empati kurmuyor. Oysa
herkes bir engelli adayı, bunu
unutmasın kimse” diye konuşuyor.
İnsanların kendilerine engel
olmadıkları takdirde hayatın daha
kolaylaştığını vurgulayan Erseven
engelli ebeveyni olmanın ortadan
kaldırılabilir dezavantajlarına dair
ise şunları söylüyor: “Herhangi
bir sosyal güvencem yok. Ben
çocuğuma baktığım için hiçbir
yerde çalışmadım, tek gün
sigortam yok. Bir anlamda
sigortasız bakıcıyız biz. Biraz
daha duyarlı olsun insanlar. Bize
engel olmasınlar gerisi kolay.
Çünkü biz diğer zorlukları aştık.”
Bahar Erseven
25
2019 / Sayı 2
Kemal Sarıbıyık
26
20 yıldır dışarı çıkamayan Sarıbıyık:
En büyük hediye iki kelâm
edebilmek
Zülal Koçer / İstanbul 21 Haziran 2019
Dizi Yazısı
Marmara
Depremi’nde
yaralanıp
vücudunun yüzde
87’sini kullanamayan öğretmen
Kemal Sarıbıyık, okullarda gerekli
olanaklar sağlansaydı mesleğini
sürdürmek istediğini belirtip
“Herkes bir engelli adayı olduğunu
unutmadan baksın bize” diyor
Toplumun ve Devletin Engeline
Takılanlar” haber dizimizin ikinci
bölümünde, 17 Ağustos Marmara
Depremi’nde yaralanarak felç
geçirip vücudunun yüzde 87’sini
kullanamayan öğretmen Kemal
Sarıbıyık ve O’na 20 yıldır bakan
eşi Leyla Sarıbıyık ile konuştuk.
Kemal Sarıbıyık, 17 Ağustos
1999 yılında meydana gelen
Marmara Depremi’nde bulunduğu
evden çocuklarını çıkarmak
isterken merdivenlerden düşerek
sakatlanır. Sarıbıyık bu kazanın
ardından felç kalır. Vücudunun
yüzde 97’sini kullanamayan
Sarıbıyık’ın gördüğü fizik
tedavinin ardından engel oranı
yüzde 87’e düşer. Bu oranı
yükseltmemek adına sürekli
hareket ediyor, etmediği zaman
engel oranı tekrar artıyor.
Eşi ve 3 çocuğuyla İstanbul’da
yaşayan Sarıbıyık, öğretmenlik
yıllarında ülkenin çeşitli illerini
gezmiş, görev için gittiği köy
okullarında ailesiyle birlikte
köylü tarafından sahiplenmiş,
insanlarla iyi ilişkiler geliştirmiş
biri. Öğretmenlik için geldiği
Gebze’de deprem onu bu hareketli
yaşantısından koparıp başka bir
yaşam biçimi ile tanıştırıyor. 20
yıldır tüm ailesi başka bir yaşam
sürüyor Kemal Sarıbıyık’ın. Eşine
bakan Leyla Sarıbıyık, ev içerisinde
O’nun eli kolu oluyor, yeri geliyor
3. kattaki evlerinden tek başına
eşini aşağı indiriyor. Bu bakım işi
onu da yıpratmış, “Çok zor” diyor.
Eşine baktığı için düzenli bir işte
çalışması zor olan Leyla Sarıbıyık,
ev ekonomisini döndürebilmek için
parça başı ya da dönemsel işlere
giriyor. Malulen emekli maaşı
yetmiyor ve bu maaş nedeniyle
engelli ödeneği de alamıyorlar.
Kemal Sarıbıyık ile 20
yıllık engelli öyküsünden bazı
ayrıntıları dinlerken “Örneğin
dışarı çıkmayı, dışarıda olmayı
ister misiniz? sorumuzu, “Dışarı
çıkmak istemiyorum” şeklinde
2019 / Sayı 2
27
Leyla Sarıbıyık
yanıtlıyor. Hem fiziki koşullar
hem de insanların kendisine
acıyarak bakmasından duyduğu
rahatsızlık O’nu dışarı çıkma
isteğinden alıkoyuyor.
Belirtmeden geçmeyelim,
İstanbul’un pek çok semtinde
sokaklar fiziki engeli bulunmayan
insanlar için bile yürünemez
halde. Çünkü sokaklar dar,
kaldırımlar araçlarla dolu, mağaza
tezgahları çok büyük sorun.
“İnsanların engellilere bakışını”
sorduğumuzda da, eskiye nazaran
daha duyarlı olduklarını düşünen
Kemal Sarıbıyık, şunları aktarıyor:
“Mesela hastaneye gittiğimde
yardımıma koşan çok insan
oluyor. Bazen de ‘Bu halde neden
geliyor buraya, ne işi var burada’
diye söyleniyorlar. Ama bunu
söylerken düşünmüyorlar ki, bir
derdi var ki buraya geliyor.”
O’nu en çok rahatsız eden ise
insanların kendisine acıması,
“Yazık neden böyle oldu” denmesi.
Dışarıya çıkma isteğini bile
yok eden bir rahatsızlık bu.
20 yıldır hastane kontrolleri
dışında dışarı çıkmayan eski
öğretmen Kemal Sarıbıyık için
en büyük hediye, kendisini
ziyarete gelen, yolu evine düşen
insanlarla sohbet. Eve gelen
misafirle yapılan sohbet, O’nun
deyimiyle “İki çift laf etmek”
her şeyden daha kıymetli. Yıllar
sonra bir şekilde kendisini bulan
öğrencisinin sürpriz ziyaretini
gözleri parlayarak anlatıyor.
Sarıbıyık, okullarda gerekli
olanaklar sağlanmış olsaydı yine
öğretmenliği sürdürmek istediğini
anlatıp sözlerini “Herkes bir
engelli adayı olduğunu unutmadan
baksın bize” diyerek tamamlıyor.
O’nu en çok rahatsız
eden ise insanların
kendisine acıması,
“Yazık neden böyle
oldu” denmesi.
2019 / Sayı 2
28
Engellilerin hayatın içine
karışması bile ön yargıyı yıkıyor
Zülal Koçer / İstanbul 21 Haziran 2019
Kamuoyunda engellilere yönelik yürütülen çalışmalarla bazı
önyargıların kırıldığı, toplumsal farkındalığın arttırıldığını anlatan
Özel Eğitim Uzmanı Psikolojik Danışman Köse, toplumun yargı
ve davranışlarını değiştirmenin kolay olmadığını vurguladı. Köse,
devletin engelli ve farklı insanlara pozitif ayrımcılık yapabileceğini,
görünürlük ve sosyal hayatın içinde var olmalarının sağlandıkça ön yargıların
kırılabileceğini belirtti
Dizi Yazısı
2019 / Sayı 2
Ada Ümmühan Köse
Engelli ve yakınlarının
karşılaştığı toplumsal
sorunlara ilişkin
yazı dizimizin son
bölümünde Özel Eğitim Uzmanı
Psikolojik Danışman Ada
Ümmühan Köse ile konuştuk.
Uzun yıllar engelli çocuklara
dönük çalışmaları bulunan
Köse sorularımızı yanıtladı.
Uzun süredir kamuoyunda,
engellilere ilişkin çeşitli çalışmalar
sürüyor, peki bu çalışmalar ne
kadarı işe yaradı/yarıyor?
Bu çalışmaların çok büyük
katkısı oldu. İnsanlar engellilik
hakkında az da olsa fikir sahibi
olabiliyor. Reklamlar, dizler, filmler
sayesinde bazı önyargılarını
kırabildiler. Tüm toplumda aynı
anda davranış değişikliğine
neden olmasa da sadece görünür
olmaları adına büyük önem
taşıyor bu çalışmalar. Toplumun
farkındalığının artmasına büyük
katkısı oluyor. İnsanlar hiç olmazsa
artık farklı engel gruplarının
isimlerine aşina, sadece bir yük,
ceza, acınası, işe yaramaz, hepsi
sürekli bakıma muhtaç algısının
kırılmasına büyük katkı sağlıyor,
sadece hayatın içinde karşılaşmak
bile bir sürü önyargıyı kırıyor.
Buna rağmen engellilere bakış
açısı, şimdiye kadar görüştüğümüz
engelli yakınlarının da ortaya
koyduğu şekilde pek de iç açıcı
değil. Sizce bu algıyı genellemek
mümkün mü? İnsanlar neden böyle
düşünüyor? Bu algıyı değiştirmek
mümkün mü? Mümkünse nasıl?
Engelliye acır, “Aman
korunması kollanması” gereken
bir nesne olarak görür, aşağılar,
alay eder, “eksik, utanılacak,
doğanın şakası” gibi görür,
“günahımızın bedelidir”,
“gözümüzden uzak olmasını
isteriz” vb. çoğaltabiliriz bunu.
Ama sadece bir birey, engelleriyle
birlikte var olan, senin benim gibi
duygu ve düşünceleri, ihtiyaç ve
hevesleri olan bir birey olarak
görmeyiz. Böyle olduğunda da
kişinin toplumun genelinden farklı
ihtiyaç ve gereksinimleri de pek
uğraşımız veya derdimiz değildir.
Hepimiz ünlü birinin sevdiği
engelli çocuğa bayılır, ay ne güzel
deriz. Ama otobüste kriz geçiren
otizmli bir çocuğa ya da yetişkine
aynı yüce duygularla hareket edip
tolerans göstermeyiz. Hatta gazete
haberlerinden, tiki yüzünden
niye baktın diye dayak yiyen
zihinsel engelli insanların, otobüse
alınmayan, okuldan veli imzaları
toplanarak atılmaya çalışılan
engelli veya farklı gereksinimleri
olan çocukların atılmaya çalışıldığı
haberlerini vah vah tüh tüh
eşliğinde okuruz. Uzakta olduğu
sürece sorun çıkarmadığı,
verilenle yetindiği sürece hiçbir
sorunumuz yoktur engellilerle.
Bu yüzden de farkındalık
ne kadar artsa da toplumun
yargılarını ve davranışlarını
değiştirmek kolay iş değil. Ama
genellemek ne kadar doğrudur
emin değilim. Çünkü bunun
yanında çok büyük değişimlerde
de oldu toplumda. Engellilerin
okullaşması, rehabilitasyon
merkezlerinin çoğalması, hayatın
içinde daha çok bulunmaya
başlaması, kamuoyu tepkisinden
korkularak da olsa kamusal
alanda açık ayrımcılık yapmaya
çekinmeye yol açtı. Filmlerde
otizmli bireyleri tanımak, engelli
bireylerin çalıştığı mekânların
açılması, bazı büyük firmaların
engelli çalışanlar için özel istihdam
yaratması olumlu dönüşümlere
yol açtı. Bir 20 yıl öncesine göre
çok daha iyi koşullar oluştuğu
söylenebilir ama bu asgari
insani sınırlara yaklaştığımızı
göstermiyor. Hâlâ engelliler eksik,
yarım, utanılacak, saklanılacak
bir durum olarak görülüyor.
Yasa ve yönetmeliklerimiz
görece çok iyi olmasına
rağmen uygulamada zevahiri
kurtarmaktan öteye gitmiyor.
Bu durumun değiştirilmesi
tabi ki mümkün. Bunlar kalıcı
sosyal politikalarla, öncelikle
devletin engelli ve genelden farklı
insanlar varlığını ve eşit haklara ve
fırsatlara bazen pozitif ayrımcılığa
sahip olduğunu kabulle başlar.
Yine görünürlüğü, sosyal hayatın
içinde var olmaları sağlandıkça bu
ön yargılar kırılabilir. Ailelere ve de
engelli bireylere bu anlamda büyük
iş düşmekte, inatla, sabırla bazen
gözümüze sokarak, sürekli talep
etmeli, utanmadan çekinmeden
bir insan olarak hakları olan,
eğitimi, işi, sosyal hayatı talep
etmeli, her yerdeyiz diyebilmeliler.
29
2019 / Sayı 2
30
Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAFFED) Genel Başkanı Yıldız Şekerci
İnsanlığın binlerce yıllık birikimi
‘Diller’ yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya
Cengiz Aldemir/ Ankara 25 Haziran 2019
UNESCO’nun
yayınladığı “Tehlike
Altındaki Diller
Atlası”na göre;
Türkiye’de konuşulan dillerden
Kapadokya Yunancası, Mlahso
ve Ubıhça gibi diller tamamen
yok olurken aralarında Çerkezce,
Lazca, Hemşince, Abazaca,
Süryanice, Ladino gibi diller
kaybolma tehlikesi yaşıyor.
UNESCO’nun “Tehlike Altındaki
Diller Atlası”na göre, önümüzdeki
100 yıl içerisinde dillerin yüzde
50’si yok olma tehlikesi ile karşı
karşıya. Dünyada konuşulan dil
sayısının 6 bin civarında olduğu
düşünülürse 3 bin kadar dil tehdit
altında. Türkiye’de ise 18’e yakın
dil var olma savaşı veriyor.
Dillerin yok olma sürecini
farklı bir açıdan ortaya koyan
Dil Bilimci David Crystal, 100
yılın 1200 ay ettiğini, bu zaman
zarfında ortalama birkaç hafta
içinde en az bir dilin ölebileceğine
dikkat çekiyor. UNESCO atlasına
göre Türkiye’de Hertevin,
Gagavuzca, Ladino, Süryanice,
Abazaca, Hemşince, Lazca,
Pontus Yunancası, Romani, Adige,
Kabar-Çerkes dilleri ve Zazaki
tehlike altındaki diller. Kapadokya
Yunancası, Mlahso ve Ubıhça
dilleri ise tamamen kaybolmuş
durumda. UNESCO’nun listesinde
yer alan ve sadece Siirt’in Pervari
ilçesinde konuşulan Hertevince
dili yok olmanın eşiğinde.
Tehlike altında olan dillerden
Güneydoğu Anadolu bölgesinde
konuşulan Süryanice’nin Doğu
Süryanicesi Aramice ağırlıklı,
Batı Süryanicesi ise Akadca
ağırlıklı. Keldanice, Mahallimice,
Nasturice, Marunice gibi dillere
de kaynak olan bir dil Süryanice.
“Önlem alınmazsa ne yazık ki
dilimiz Süryanice de yok olabilir”
diyen Tarihçi ve HDP Mardin
Milletvekili Tuma Çelik,“Bir dil
ölürse, o dili konuşan halk da yok
olur. Şu anda Süryanice konuşan
insanlarımız var. Henüz tamamen
yok olmadı. Ama bu şekilde
devam ederse yok olacaktır.
Normalde dillerin varlıklarını
sürdürebilmesi için belli bir eğitim
süreçleri olması ve eğitimde
kullanılması gerekiyor” dedi.
2019 / Sayı 2
Tarihçi ve HDP Mardin Milletvekili
Tuma Çelik
Çelik, Süryanilerin özellikle
Midyat, Nusaybin ve İdil gibi
yoğunluklu olduğu yerlerde ana
dilleri ile eğitim yapan okulların
açılmasını istedi. Süryanilerin
ekonomik imkanlarının olmadığını
ve devletin bu konuda destek
vermesi gerektiğini söyleyen
Çelik, “Bilim insanları ile devlet
bürokrasisinin bir arada çalışarak
bu sorunu çözülebileceğini ve
Süryanice gibi tehlike altında olan
diğer dillerin de kurtulabileceğine
inanıyorum” görüşünü savundu.
Çin’de kültürümüzü,
adetlerimizi değiştirmek
ve bizi inancımızdan
koparmak istiyorlardı
Laz Dili ve Kültürü Araştırmacısı
Kamil Aksoylu
DÜNYADA TEK DİL KONUŞAN BİR
ÜLKE YOK
“Karadeniz topraklarında
onca farklı dil ve kültür bir
arada barınırken hepsinin
Lazlaştırılması, Laz diline
ve kültürüne de bir değer
katmamış ancak yok oluşunu
hızlandırmıştır” diyen ve
dünyadan örnekler veren bir
diğer isim ise Laz Dili ve Kültürü
Araştırmacısı Kamil Aksoylu. Çok
dilli ve çok kültürlü kimi ülkeler bu
zenginliklerini yasalarla korumaya
çalıştığını, bazı ülkelerde de
tehlike altındaki diller için
UNESCO koruma programlarının
uygulandığını hatırlatan Kamil
Aksoylu, “Bizim ülkemiz de çok
dilli ve çok kültürlü bir yapıya
sahiptir. Fakat gel gör ki ülkemizde
yakın bir gelecekte 20’ye yakın
dilin yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya olmasına rağmen ne
yasalarla koruma altına alınmıştır
ne de ülkemizde UNESCO
tarafından yürütülen bir çalışma
vardır “dedi. Dil ölümlerinin tek
nedene dayanmadığını söyleyen
Aksoylu, şu değerlendirmelerde
bulundu: “Eğer bir dilin konuşanı
yoksa o dil ölü dil olarak kabul
edilmektedir. Dilbilimcilere
göre dünyada 6 bin dolayında
dil konuşulmakta. Önümüzdeki
yüzyıl içinde bu dillerin yarısının
kaybolacağı ya da bir şekilde
öleceği tahmin edilmektedir.
Bizim dilimiz Lazca özeline
gelirsek, dilimizin neden tehlike
altında olduğunu anlamadan ‘ne
yapılabilirim’ cevabı pek sağlıklı
olmaz. Çözümü toplum, bilim
insanları ve devlet üçgeninde
aramak gerekiyor. Bunun için
bana göre olmazsa olmaz birkaç
unsurun altını çizmek gerekli.
Bunlar, Toplumsal Farkındalık,
Dilbilimcilerin Rolü, Devletin
Rolü ve Metodolojik Çalışma.”
KAYIP DİLİN YOLCUSU
Türkiye’de kaybolacak diller
arasında yer alan Ladino dili,
öncelikle İspanyolca temelli
olmakla birlikte içerisinde farklı
dillerden de kelimeler barındıran
bir dil. Anadili Ladino olan ve 7
dilde profesyonel turist rehberliği
yapan Jak Arditi kendisini “kayıp
dilin yolcusu” olarak ifade ediyor.
24 Saat’e konuşan Arditi,
“1492 yılından itibaren Osmanlı
şemsiyesi altında yaşayan
Sefarad diye adlandırılan
Yahudilerdenim. Egenin incisi
İzmir’de doğup büyüdüm. Halen
İzmir’de yaşamaktayım. 1999
yılından itibaren profesyonel
turist rehberliği yapıyorum.
Çin’de kültürümüzü,
adetlerimizi değiştirmek
ve bizi inancımızdan
koparmak istiyorlardı
Anadili Ladino olan ve 7 dilde
profesyonel turist rehberliği yapan
Jak Arditi
Gönül verdiğim Latin dillerinde
ülkemizin tanıtımına katkıda
bulunuyorum” dedi.
Jak Arditi, nüfusun sadece 10
bininin nesilden nesile aktardığı
Ladino dilini anlayabildiğini
söylüyor. Sefarad Yahudilerinin
1970’li yıllardan itibaren belirli
sebeplerden dolayı Ladino
dilini konuşmayı terk etmeye
başladığını kaydeden Arditi,
dillerinin yok olma tehlikesi ile
karşı karşıya olduğunu belirtiyor.
Arditi, “Oysa Ladino veya Cudeyo
Espanyol olarak bilinen dilin en
önemli özelliklerinden birisi olan
ve 527 yıldır dil bilgisi kurallarını
tamamen muhafaza etmiş
olmasıdır. Zaman içerisinde diğer
etnisitelerle etkileşim sonucunda
çok sayıda Türkçe, Arapça,
Farsça, Rumca kelimeler ilave
olmuştur. Babaannem vasıtası ile
küçük yaşta kazandığım bu dil,
diğer Latin dillerini öğrenmemde
kapıları aralamış, hızla
öğrenmemi mümkün kılmıştır.
İspanyolca, Fransızca,
Portekizce ve İtalyanca
yaşamımın ayrılmaz bir parçası
haline dönüşmüştür. Çok dilli
yaşamımla birlikte, bu coğrafyada
kendimi,” Kayıp dilin yolcusu”
olarak kabul ediyorum.
Ladino’yu şimdiki ve gelecek
nesillere aktarmak arzu ve
niyetindeyim. Eğer devlet
destek olursa bu dili gelecek
nesillere aktarmak için elimden
geleni yapmak isterim” dedi.
“KURSLARLA DİL ÖĞRENİLMEZ”
Anadilini konuşmak ve
31
2019 / Sayı 2
Çin’de kültürümüzü, adetlerimizi değiştirmek
ve bizi inancımızdan koparmak istiyorlardı
32
Laz Dili ve Kültürü Araştırmacısı Kamil Aksoylu
yaşatmanın evrensel bir insan
hakkı olduğunu hatırlatan
Kafkas Dernekleri Federasyonu
(KAFFED) Genel Başkanı Yıldız
Şekerci, kendi ana dillerinin de
tehlike altında olduğuna dikkat
çekiyor ve Çerkeslerin Türkiye’de
dillerini ve kültürlerini korumada
çoğu zaman engellemeler,
kısıtlamalar ve yasaklamalarla
karşılaştıklarını söylüyor.
24 Saat’e konuşan KAFFED
Genel Başkanı Yıldız Şekerci,
şöyle dedi: “Biz, Kafkas Dernekleri
Federasyonu (KAFFED) olarak
bağlı 55 dernek ve binlerce üye
ile Türkiye’deki Çerkeslerin
temsil edildiği en güçlü sivil
toplum kuruluşuyuz. Anadilini
korumakta kararlı olan
toplumumuz Adıgece, Abazaca ve
diğer dilleri bugünlere taşımayı
başarmış olsa da, bugün artık dilin
kurumsal bir yapıda öğretilmesi
ve korunması için yapılan
çalışmalarda federasyonumuz
önemli bir misyon üstlenmiştir.
Şu anda da pek çok derneğimizde
Anadil kursları yürütülüyor.
Ancak derneklerde amatör
olanaklarla açılan kurslarda
dili öğrenmek ve yaşatmak
gerçekçi bir yaklaşım değildir.”
“DİLLERİN KADERİ UBIHÇA GİBİ
OLMAMALI”
Şekerci, yasaların Adige,
Abhaz vb. dillerin korunması
yönünde “Dilinizi konuşmanızın
önünde engel yok, evinizde
konuşabilirsiniz, amatör şekilde
açtığınız kurslarda dilinizi
öğrenebilirsiniz” demesinin kabul
edilebilir bir yaklaşım olmadığını
söyledi. Bu yaklaşımı ‘dillerini,
kültürlerini ve kimliklerini kendi
kaderine terk etmek’ olarak
değerlendiren Şekerci, oylarıyla
seçtikleri hükümetlerden gerçekçi
çözüm beklediklerini belirtti.
Yok olmakta olan bir dilin son
sahipleri olarak pozitif ayrımcılık
istediklerini ifade eden Şekerçi,
Kafkas dillerinden Ubihça’nın
en son konuşanı olan Tevfik
Esenç’in ölümü ile bu dili konuşan
kimsenin kalmadığını hatırlattı.
Şekerci, “Bu durum insanlık adına
büyük bir kayıptır. İnsanlığın
kültür mirası olan bütün dillerin
kaderi, Ubıhça gibi olmaması için
yetkilileri göreve çağırıyoruz” dedi.
2019 / Sayı 2
Gazeteciler Cemiyeti
Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi
Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara
+ 90 312 427 15 22
www.media4democracy.org
www.gazetecilercemiyeti.org.tr
www.24saatgazetesi.com
33
facebook.com/media4democracy
twitter.com/democracy4media
nstagram.com/media4democracy
Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı
media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da
haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz