17.05.2020 Views

9.Köy Sayı-1

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

2019 / Sayı 1

1


Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu

2019 / Sayı 1

Bu yayın Avrupa Birliği finansmanıyla hazırlanmıştır. İçerik tamamıyla

Gazeteciler Cemiyeti, Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi

Projesi sorumluluğu altındadır ve Avrupa Birliğinin görüşlerini yansıtmak

zorunda değildir.

Başkan

Nazmi Bilgin

Başkan Vekili

Savaş Kıratlı

Başkan Yardımcıları

Ertürk Yöndem

Ayhan Aydemir

Yusuf Kanlı

2

Gazeteciler Cemiyeti 9. Köy e-dergisi, kurumun

Avrupa Birliği finansmanıyla yürüttüğü Demokrasi

için Medya, Medya için Demokrasi (M4D) Projesi

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı

desteğiyle yayımlanan haberleri aylık olarak sizlere

sunuyor. Meslek yaşamında onuncu bir köyü olmayan

birçok gazeteci dizi, araştırma ve haber yazılarını 9.

Köy’de paylaşıyor.

Yıllarca ‘Dokuzuncu Köy’ köşesinde yazılarını okurla

buluşturan Bekir Coşkun’a isim kullanım iznini

Gazeteciler Cemiyeti’ne verdiği için teşekkür ederiz.

9.Köy

Çalışma Grubu Koordinatörü

Yusuf Kanlı

Editör

Göksel Bozkurt

Grafik Tasarım

Arife Acıyan

Araştırmacı

Deniz Savaş

Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi

Telefon: +90 312 468 12 09

Mobil: +90 533 045 08 67

Faks: +90 312 426 06 36

E-Posta

info@gazetecilercemiyeti.org.tr

info@media4democracy.org

Web Adresi

www.gazetecilercemiyeti.org.tr

www.media4democracy.org

Adres: Üsküp Caddesi (Çevre Sk.)

No:35, Çankaya, Ankara

Proje Direktörü

Yusuf Kanlı

Proje Direktör Yardımcısı

Seva Ülman Erten

Proje Sorumlusu

Igor Chelov

Finans Müdürü

Kağan Kıraç

Muhasebeci

Feridun Doğan

Destek Prog. Uzm.

Merve Kambur

Politika Uzmanı

Özgür Fırat Yumuşak

Editör

Göksel Bozkurt

Genel Sekreter

Ümit Gürtuna

Mali Sekreter

Mustafa Yoldaş

Üyeler

Güray Soysal, Ali Şimşek

Ali Oruç, Önder Yılmaz

Önder Sürenkök, Olgunay Köse

Nursun Erel

M4D Projesi Ulusal Komitesi

Başkan

Nazmi Bilgin

Akademisyen Üye

Prof. Dr. Korkmaz Alemdar

Hukukçu Üye

Tuncay Alemdaroğlu

STK Üyesi

Sefa Özdemir

Kıdemli Gazeteci Üyeler

Sedat Bozkurt, Nursun Erel, Yusuf Kanlı

M4D Proje Ekibi

Bilişim Tekn. Uzm.

Arife Acıyan

Veri Uzmanı

Umut Irmaksever

Görsel- İşitsel Tek. Uzm.

Alican Sağın

Basın Evi Ofis Sekreteri

Sibel Güven

Çevirmen

Ozan Acar

Araştırmacılar

Dicle Ekmekçi

Deniz Savaş

Deniz Rende

Ebru Önal


2019 / Sayı 1

Gazeteciler Cemiyeti

Gazeteciler Cemiyeti, 10 Ocak 1946’da gazeteciler

Mekki Sait Esen, Niyazi Acun, Aka

Gündüz, Bilal Akba, Adil Akba, Sebahattin Sönmez

ve Muvaffak Menemencioğlu tarafından kuruldu.

Cemiyetin kuruluş amacı, basın organlarındaki

gazetecileri bir araya toplamak, mesleki ve sosyal

hakları geliştirmek, mesleğin gerekliliği olan hak

ve özgürlükleri savunmak olarak belirlendi.

Kurucu başkanlığı üstlenerek 1946-1956

yılları arasında Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı’nı

yürüten Mekki Sait Esen’in ardından 1956-1957

döneminde eski kontenjan senatörlerinden Ecvet

Güresin cemiyet başkanlığını üstlendi.

Kudret gazetesi kurucusu ve sahibi

Gazanfer Kurt’un, 1959 yılına kadar Gazeteciler

Cemiyeti’ne başkanlık yapmasının ardından

bu görevi 1960 yılına kadar Atilla Bartınlıoğlu

üstlendi. CHP’nin eski Milletvekili Altan Öymen,

1960 ve 1961 yıllarında sürdürdüğü Gazeteciler

Cemiyeti Başkanlığı görevini 1961 yılında İbrahim

Cüceoğlu’na bıraktı. Akis dergisi yönetici ve yazarı

Metin Toker ise, 1957 yılında yedi ay 53 gün hapis

yatmasının ardından 1962 yılında Gazeteciler

Cemiyeti Başkanlığı’na getirildi.

Ekspres gazetesi kurucu sahipliğini yapan

Doğan Kasaroğlu, 1963 - 1968 döneminde

Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevi

devralmasından sonra TRT Genel Müdürlüğüne

atandı.

Yenigün, Ulus, Ankara Telgraf, Ankara Ekspres,

Dünya gazetelerinde yazı işleri müdür-lüğü,

yazarlık, başyazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği

yapan Beyhan Cenkçi, bu süre içerisinde beş yıl

boyunca Gazeteciler Sendikası başkanı olarak

görev aldı. 1960 yılı öncesi bir buçuk yıl hapis

cezası alarak bazı meslektaşları ile birlikte

cezaevine giren Cenkçi, 1969 yılında Gazeteciler

Cemiyeti başkanı seçildi. 1992 yılına kadar

Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak görevini

sürdürdü. Cenkçi, 24 yıllık Başkanlığı sırasında

Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Senatörlüğü de

yaptı.

1971 yılında Son Havadis gazetesinde mesleğe

başlayan Nazmi Bilgin, Güneş gazetesi sahipliği

ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üstlendi, daha

sonra Dünya gazetesinde Haber Müdürü olarak

görev yaptı. Bilgin, Tercüman gazetesinde

Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı muhabirliği

görevlerini de yürüttü. TRT-2’nin kuruluşunda

yer aldıktan sonra TRT’ye, beş yıl “Uzman

Haberci” ve “Genel Müdür Danışmanı” olarak

hizmet verdi. Bilgin 1992 yılında ittifakla cemiyet

Genel Başkanı seçildi. 1996 yılında kuruculuğunu

üstlendiği Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nda

Genel Başkanlık görevi yapan Bilgin, bu görevi

2009 yılına kadar sürdürdü.

BRT televizyonunun Ankara temsilciliği

görevini de yapan Bilgin, Unesco Türkiye Milli

Komitesi üyeliği ve Denetçiliği görevinde de

bulundu. Basın İlan Kurumu Genel Kurul üyeliği,

Türk Silahlı Kuvvetleri Elele Vakfı Mütevelli Heyet

ve Yönetim Kurulu üyeliği ve Reklam Kurulu

üyeliği görevlerini de sürdürüyor.

Türkiye’nin çok partili siyasi hayata geçişiyle,

daha açık bir deyimle, çoğulcu demokrasi

dönemiyle yaşıt ve koşut olan Gazeteciler

Cemiyeti, bir avuç gazeteci üye ile çıktığı yolu,

sevgi ve mesleki dayanışma ile pekiştirmiş, 2000’i

aşkın üye sayısı ve bağımsız mali gücü ile bugün,

Türkiye’nin en eski, en büyük ve saygın meslek

kuruluşlarından ve sivil toplum örgütlerinden

birisidir.

Cemiyetimiz, 1946 yılındaki kuruluşundan bu

yana her zaman cumhuriyet, çoğulcu demokrasi

ile ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere

özgürlüklerin yılmaz bekçisi oldu. Gazeteciler

Cemiyeti üyelerine aşıladığı bu güvenle ülkemizin

mesleki ve diğer önemli kurumları arasında hak

ettiği yeri aldı.

3


2019 / Sayı 1

Demokrasi için Medya,

Medya için Demokrasi Projesi

4

Avrupa Birliği (AB) finansmanıyla Gazeteciler

Cemiyeti tarafından demokrasinin güvencesi

olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının

güçlendirilmesi için Ocak 2019’da hayata geçirildi

ve Mart 2022’ye kadar devam edecek.

Projenin genel hedefi: Demokrasinin güvencesi

olarak Türkiye’de çoğulcu medya ve özgür basının

güçlendirilmesidir.

Projenin özel hedefleri: Birinci hedef

toplumda çoğulcu ve özgür medyanın toplum

tarafından destek gördüğü ve farkındalığın

arttığı bir zemin oluşturulması, ikinci hedef ise,

Gazeteciler arasında dayanışmanın güçlendiği

ve gazetecilerin kendini güvende hissettiği bir

zeminin oluşturulmasıdır.Proje kapsamında

yürütülecek faaliyetler genel hatları ile aşağıdaki

gibidir:

Proje kapsamında yıllık Basın Özgürlüğü

İzleme Raporları ve üç ayda bir Medya Ortamının

İzlenmesi Raporları yayınlanacaktır. Bu raporlar

üniversitelere, medya kuruluşlarına, devlet

kurumlarına, ilgili tüm sivil toplum örgütlerine,

AB Komisyonlarına, Türkiye’deki AB ülkelerinin

elçiliklerine ve gazetecilere dağıtılacaktır.

Sivil izleme kapsamında veri toplama ve

bilgi ağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin her

bölgesinde durum değerlendirme toplantıları

yapılacaktır. Toplantılar, mevcut ağların

birleştirilmesi, işbirliği fırsatlarının arttırılması,

gözlem kapasitelerinin genişletilmesi ve yerel

medya sivil toplum örgütleri ile gazetecilere ulusal

ve uluslararası konularda görüş alışverişinde

bulunmaları için değerli fırsatlar sunulması

konularında katkı sağlayacaktır. Toplantılar aynı

zamanda, Basın Özgürlüğü ve İfade Özgürlüğü

ile ilgili raporlara içerik sağlanması konusunda

katkıda bulunacaktır.

Proje kapsamında yazılacak yıllık sivil izleme

raporları bulgularına ve yıllık konferanslarda

yayınlanan mütalaa belgelerine dayanarak,

medya ortamının iyileştirilmesi ve ifade

özgürlüğü için kulis faaliyetlerinin yapılması

amacıyla Ankara’daki devlet kurumlarına düzenli

ziyaretler yapılacaktır.

Uluslararası savunuculuk eylemlerinin

yürütülmesi kapsamında Avrupa Birliği, Avrupa

Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve ilgili sivil toplum

örgütleriyle ziyaretler düzenlenecek ve program

kapsamında hazırlanan raporlar paylaşılacaktır.

Projenin her yılının sonunda belirlenecek bir

tema ile ulusal bir konferans düzenlenecek olup,

konferanslar sektör temsilcilerine, gazetecilere,

akademisyenlere, gazetecilik öğrencilerine,

program destek programları faydalanıcılarına

açık olacak ve katılımcılar doğrudan davet ve

açık çağrı yoluyla seçilecektir.

Proje kapsamında Türk medyasına uzun

vadeli katkıları veya Türkiye’deki ifade veya

basın özgürlüğüne kendini adayarak yaptığı

katkılar, veya uzun süredir devam eden başarı

öyküsünü takdir etmek için bir gazeteci veya

medya kuruluşuna her yıl “Gazetecilik Mesleği

Onur Ödülü” verilecektir.

Gazeteciler Cemiyeti’nde bir Basın Evi

oluşturulmuştur. Bu Basın Evi, program hedef

grubunun bir araya gelebileceği, stüdyo ve toplantı

salonu ile birlikte bilgisayarlardan, yazılımdan

ve uzmanlık desteğinden faydalanabileceği bir

ortak çalışma alanı içermektedir.

Basın Evi’nde gazetecilere yönelik olarak bir

dizi kapasite geliştirme eğitimleri verilecektir.

Medya alanında faaliyet gösteren sivil

toplum örgütleriyle işbirliği ile gazetecilerin

kapasitesinin güçlendirilmesi için yerel eğitimler

düzenlenecektir. Bu yerel eğitimler, Gazeteciler

Cemiyeti’nin de işbriliği içerisinde olduğu yerel

gazeteci cemiyetleriyle işbirliği içinde verilecektir.

Sektördeki gazetecilerin dayanışma içerisinde

olabilmeleri, ağ kurabilmeleri ve paylaşım

yapabilmeleri için Basın Evi’nde haftalık olarak

gazeteci buluşmaları gerçekleştirilecektir.


2019 / Sayı 1

İçindekiler

Emekli, “İntibak”, “Sendika” ve “Refahtan pay” istiyor 6

Hayvan Hakları Tasarısı’nda “ceza” tartışması 10

Karadeniz yaylalarının kraliçesi: Pokut 13

Türkiye’nin en yüksek yaylası: Samistal 16

İstanbul’un hala “taşı toprağı altın mı?” 20

Engelli öğretmenler: Biz de mesleğimizi yapmak istiyoruz 22

Basın geleceği tartışıyor 24

5

Suriyeli mülteci işçiler hala kayıt dışı 26

Vatandaşın tasarrufta gözdesi yine altın 28

Sosyal medyada,“mutluluğun adresi” var 30

Toplumsal Etik Derneği’nden siyasetçilere “kullanılan dile dikkat” mektubu 32

Eskişehir’e “kömürlü termik santral” kurulmasına tepkiler artıyor 33


2019 / Sayı 1

6

Emekli, “İntibak”, “Sendika”

ve “Refahtan pay” istiyor

Mehtap Gökdemir / Ankara 11 Nisan 2019

Türkiye’de eylül ayı

rakamlarına göre; 7

milyon 645 bin 980’i

SSK’lı, 2 milyon 622

bin 240’ı Bağ-Kur’lu, 2 milyon

214 bin 866’sı Emekli Sandığı

olmak üzere toplam 12 milyon 483

bin 86 emekli bulunuyor. Ocak

ayında zammını alan emekliye

Ramazan Bayramı ve Kurban

Bayramı öncesinde de bayram

ikramiyesi verilecek. Ancak

emekliler, aldıkları zamdan ve

ikramiyelerden memnun değiller.

Emekliler, başta “intibak” olmak

üzere “refahtan pay verilmesini”,

“sendika hakkı”, “katılım payı

alınmamasını”, “kira ve yakacak

yardımı yapılmasını”, “emekli

aylıklarının alt sınırının asgari

ücretle eşitlenmesini”, “emekli

dernekleriyle maaş artışının

müzakereye açılmasını”, “bayram

ikramiyelerinin asgari ücret

seviyesine çıkarılması ve yıllık

artışların uygulanmasını” istiyor.

Emekli örgütleri yöneticileri

sorun, talep ve beklentilerini

24 Saat Gazetesi’ne anlattı.

Türkiye Emekliler Derneği

(TÜED) Genel Başkanı Kazım

Ergün, öncelikle emeklilere

refahtan pay verilmesi gerektiğine

dikkat çekti. Tüm İşçi Emeklileri

Dul ve Yetimleri Derneği (Tüm-

Emekder) Genel Başkanı Satılmış

Çalışkan, emeklilerin yüzde

70’inin açlık sınırının altında

maaş aldığının altını çizdi. Yeni

Emekliler Birliği Sendikası

Genel Başkanı İsrafil Odabaş

ise, Türkiye’deki emeklilerin

yüzde 60-70’inin borç altında

yaşadığı iddiasında bulundu.

“POZİTİF AYRIMCILIK

SAĞLAYACAK ÖZEL İNDİRİMLER

SAĞLANMALI”

Türkiye Emekliler Derneği

(TÜED) Genel Başkanı Kazım

Ergün, emekliye kira ve yakıt

yardımı yapılmasını, doğalgaz,

elektrik, su, telefon ve ulaşım

hizmetlerinde pozitif ayrımcılık

sağlayacak şekilde özel

indirimler sağlanmasını istedi.

Ergün, yaşadıkları sorunları

ve önerilerini şöyle sıraladı:

“2000 öncesi SSK emeklilerine

6283 sayılı Kanunla intibak

yapıldı ve 1 Ocak 2013 itibariyle

intibak farkları emekli aylıklarına

ilave edilmiştir. Böylece 2000


2019 / Sayı 1

öncesi emekli olanların intibak

aylıklarıyla 2000 sonrası

intibakı yapılmayanların, prim

kazançları ve prim ödeme gün

sayıları aynı olmalarına rağmen,

emekli aylıklarında farklılıklar

oluşmuştur. Tabii ki öncelikle

sosyal güvenlik kuruluşlarındaki

objektif olmayan farklılıklar

giderilmeli ve ortak standartlar

oluşturulmadır. Taban aylıklar ve

gelirler eşitlenmeli ve bu seviyenin

tespitinde insan onuruna yaraşır

hayat seviyesi dikkate alınmalıdır.

Sosyal güvenlik kuruluşlarının

standartlarındaki farklılıklar, yasal

düzenlemelerle giderilmelidir.

“EMEKLİ AYLIĞINI ARTIRAN

DEĞİŞİKLİKLERE GİDİLMELİ”

Sosyal güvenlik sistemimizde

farklı statülere göre mevzuatın

düzenlenmesi, norm ve standart

birliğini bozan uygulamalara yol

açmıştır. 5510 sayılı Kanunun aylık

hesaplanma parametrelerinde

dikkate alınan güncellenme

katsayısı ve aylık bağlama

oranı yetersiz kaldığından,

prim ödeme gün sayısını yerine

getirenlerin istihdamda kalmaları

durumunda emekli aylıklarında

kayıplar olduğu için çalışmama

eğilimi artmaktadır. İstihdamda

kalmayı teşvik eden ve çalışma

süresi uzadıkça, emekli aylığını

artıran değişikliklere gidilmelidir.

Emekli aylıklarındaki düşmenin

önlenebilmesi için, güncellenme

katsayısında yer alan gelişme

hızının yüzde 30’u yerine yüzde

100’ü benimsenmelidir.

4447 sayılı Kanun dönemindeki

gibi, ilk 10 yılın aylık bağlama

oranı her bir 360 gün için yüzde

3.5, sonraki günler için her bir

360 güne yüzde 2 aylık bağlama

oranı getirilmelidir. Alt sınır

aylığı aylık bağlama oranı yüzde

60 olarak benimsenmelidir.

“EMEKLİLERE REFAHTAN PAY

VERİLMELİ”

Emekliyi temsil etmeyen

birçok harcama kaleminin genel

enflasyon içerisinde yer alması,

emeklilerin harcamalarındaki

artışı aşağı çeken bir

uygulamaya dönüşmüştür.

Sonuç olarak, 5510 sayılı

Kanun’un gelir ve aylıkların

artışını enflasyona endeksleyen

hükmü değiştirilmeli, emeklilere

refahtan pay verilmelidir.

2002, 2006, 2008 yıllarındaki

zam farkları ödenmelidir.

Vergi iadesi karşılığı getirilen ek

ödeme oranları yükseltilmelidir.

Emekliye ödenen promosyon

ödemeleri iyileştirilmelidir.

“KATKI PAYLARINDAN MUAF

TUTULMALILAR”

Emekliden katılım payı

alınmamalıdır. Emeklilerin,

istedikleri kamu ve özel sağlık

kuruluşlarına gitmesi olumlu

olmakla birlikte katkı payı,

reçete payı ve ilaç fark ücretinin

emeklilerden alınmaması

sağlanmalıdır. Çalıştıkları uzun

yıllar boyunca vergi ve sağlık

sigorta primini ödeyen emekliler,

içinde bulundukları koşul ve

yaşları dikkate alınarak katkı

paylarından muaf tutulmalıdır.

Emeklimizin önünü

açmak için kesinlikle

emekliye gelirden pay

verilmeli, aile yardımı

yapılmalı.

“EMEKLİYE DE SENDİKA HAKKI

TANINMALI”

Ülkemizce onaylanmış

uluslararası sözleşmelere

uygun biçimde ve Anayasa’nın

90. Maddesi’ne eklenen son

fıkra gereği; emeklilere de

sendika hakkı tanınmalıdır.

Çağdaş demokrasilerde

öngörüldüğü şekliyle, emeklilere

de toplu sözleşme yapabilme

hakkı sağlanmalıdır.

Emekliye pozitif ayrımcılık

uygulanmalıdır.

Yaşlılık Bakım Sigortası

başta olmak üzere; yaşlılıkta

insanca yaşamayı temin

edecek sosyal güvenlik

argümanları ve sosyal yardım

düzenlemeleri geliştirilmelidir.

“KİRA VE YAKIT YARDIMI

YAPILMALI”

Yaşlılar için Anayasamızla

getirilen pozitif ayrımcılık

içeren düzenlemenin uyum

yasaları acilen çıkartılmalıdır. Bu

kapsamda yaşlıların fizyolojik

ihtiyaçları dikkate alınarak, başta

ısınma ve barınma ihtiyaçlarını

karşılayacak şekilde kira ve yakıt

yardımı yapılmalıdır. Doğalgaz,

elektrik, su, telefon ve ulaşım

hizmetlerinde pozitif ayrımcılık

sağlayacak şekilde özel indirimler

sağlanmalı, yaşlı bakan ailelere

sosyal destek ödemesi getirilmeli.

“EVİ OLMAYAN EMEKLİLERİMİZ,

KONUT SAHİBİ YAPILMALI”

Türkiye Emekliler

Derneği’mizin (TÜED), “Altın

Projesi” olarak gördüğümüz,

evi olmayan emeklilerimizin

uygun ödeme koşullarıyla Toplu

Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi

Başkanlığı (TOKİ) vasıtasıyla

ev sahibi olma projemizin

kapsamı genişletilmelidir.

1987-1995 dönemindeki

emeklilerin KEY ödemeleri

yapılmalıdır.

Emeklilerimiz, ya bir önceki

yaz aylarındaki harcamalarından

kısarak ya da bir sonraki yaz

aylarına borçlanmış olarak

girerek, kış aylarında “geçim

mucizesi” gerçekleştirmektedir.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun

(TÜİK) diğer temel insan

ihtiyaçları arasında saydığı; tatil,

seyahat, eğlence ve benzeri

kalemlerin, emekli ve ailesinin

yakınından bile geçemediğini

söyleyebiliriz. Emeklilerimizin

bilhassa kış aylarında yakıt ve

kira desteğine ihtiyaç duydukları

açıkça görülmektedir. Ülkeyi

yönetenlerden talebimiz; emekli

ve ailesinin zorlu kış aylarında

geçimlerine katkı sağlayacak

şekilde; ‘kira ve yakacak

yardımı’ adı altında bir ek

ödemeye tabi tutulmalarıdır.”

“EMEKLİ AYLIKLARININ ALT

SINIRI, EN AZ ASGARİ ÜCRET

OLMALI”

Tüm İşçi Emeklileri Dul ve

Yetimleri Derneği (Tüm-Emekder)

Genel Başkanı Satılmış Çalışkan

da, emeklinin durumuna ilişkin

24 Saat’e açıklamalarda bulundu.

Emekli aylıklarının asgari

yaşam koşullarına uygun hale

7


2019 / Sayı 1

8

getirilmesi gerektiğini ifade eden

Çalışkan, “Emekli aylıklarının alt

sınırı asgari ücretle eşitlenerek, en

az asgari ücret olmalı.

Hükümet emekli dernekleriyle

maaş artışını müzakereye

açmalı, görüş ve taleplerini

değerlendirmeli. Tüm emekliyi

kapsayacak, hizmet ve pirime

dayalı norm ve standart

birliğini sağlayacak bir intibak

düzenlemesi acilen yapılması

lazım” diye konuştu.

“EMEKLİLERİN YÜZDE 70’İ AÇLIK

SINIRININ ALTINDA MAAŞ

ALMAKTA”

Emeklinin iki sorunu

olduğuna işaret eden Çalışkan,

sözlerine şöyle devam etti:

“Birincisi gelir ve maaş,

ikincisi ise sağlık sorunları.

Maaş durumuna baktığımızda

emeklilerimiz şu anda yüzde

70’i açlık sınırının altında maaş

almakta. Dul ve yetimlerimize

gelirsek, belediye ve valilikler,

yaptıkları yardımları, 550 ya

da 700 lira dul maaşı alanlara,

‘Sizin emekli maaşınız var’ diye

vermiyorlar. Bu çok ciddi bir sorun.

Bunların düzeltilmesi lazım.”

“STANDART BİR İNTİBAK YASASI

ÇIKARILMALI”

Tüm emeklilerimizi

kapsayacak, çalıştığı hizmet yılı

ve ödediği prim gününe dayalı

bir standardı sağlayan intibak

yasası çıkartılmasını istiyoruz.

Aynı hizmet aynı primle emekli

olanlar arasında yıllar açısından

büyük farklılıklar var.

Bugün 2000 öncesi 25 sene bir

fiil çalışıp tavandan emekli olmuş

tavandan prim ödemiş kişiyle

2017’de aynı koşullarda emekli

olan biri arasında 1000-1200 lira

fark oluştu. Aynı hizmet, aynı prim,

aynı derece bu kadar fark oluşması

doğru değil bunların kaldırılması

gerektiğine inanıyoruz.”

“AYLIK BAĞLAMA SİSTEMİNİ

BİLMİYORUZ”

Katsayı ve gösterge sisteminin

tekrar hayata geçirilmesini isteyen

Çalışkan, aylık bağlama oranlarının

önceki gösterge sistemine

çekilmesi gerektiğinin altını

çizdi. Çalışkan, şunları söyledi:

“Şu anda hiçbir kimse benim

maaşım doğru diyemiyor. Çünkü

aylık bağlama sistemini hiçbirimiz

bilmiyoruz. Biz daha önce

uygulanan 506 sayılı yasaya göre

uygulanan katsayı ve gösterge

sistemimizi geri istiyoruz.

Avrupa’da olduğu gibi,

emeklilere sendika kurma

hakkı istiyoruz. Toplu pazarlık

yapabilelim diyoruz. Bugün

Türkiye’de tek maaş artışı

görüşülmeyen, hiçbir tartışmaya

katılmayan, görüşüne yer

verilmeyen kesim, emekli

kesimidir. Onun için hükümetin,

emekli dernekleriyle maaş

artışını görüşmesi ve müzakereye

açmasını istiyoruz.

“KATKI PAYI, EMEKLİDEN

KALDIRILMALI”

Emeklilerimizin en önemli

sorunlarından bir diğeri de

söylediğimiz gibi sağlık. Sağlık,

daha çok yaşlı insanlar için gerekli

olan bir hizmettir. Gençliğimizde

üç- dört ayda bir doktora giderken

yaşlanınca ayda üç-dört defa

gidiyoruz. Bunun için katkı

paylarının bilhassa emeklilerden

kaldırılmasını istiyoruz.”

Çalışkan, emeklinin

yaşam koşullarına ilişkin şu

değerlendirmeyi yaptı:

“Avrupa’daki emekli

Türkiye’ye tatile geliyor. Bizim

Ankara’nın varoşlarında

yaşayan emekli, belediyenin

arabası bedava olmasa Ulus’a,

Kızılay’a inemiyor. Ankara’nın

bir ilçesine, memleketine

gitmek için 8 gün hesap yapıyor.

Bugün emeklilerimizin yüzde

70’inin maaşı, asgari ücretin

çok altında. Yani emeklimizin

durumu çok vahim.

“Tüm emekliyi

kapsayacak, hizmet

ve pirime dayalı norm

ve standart birliğini

sağlayacak bir intibak

düzenlemesi acilen

yapılması lazım”

Aslında hiçbir emekli -yeteri

kadar çalışmış çünkü- çalışmak

istemez. Ama mecburiyetten

çalışmak zorunda kalanlar var.

Biz, ‘Bize geçinebileceğimiz

kadar, yeterli aylık verin

de buralarda çocuklarımız,

torunlarımız çalışsın’ diyoruz.

“25 SENE HİZMET VEREN EMEKLİ

OLSUN”

Erken yaşta emeklilik,

çalışanların kabahati değil.

Geçmişte bunu özendirdiler,

milyonlarca çalışanı emekli

ettiler. Şimdi de benzer durumda

olanların sorunun çözülmesi

gerekiyor. Bunun için, ‘65 yaş’ değil,

‘25 sene bir fiil hizmet’ konulmalı

yasaya. 25 sene bir fiil hizmet

verenler emekli olsun. Emeklilikte,


2019 / Sayı 1

hizmet ve prim göz önüne

alınmalı. ‘25 sene bir fiil hizmet’

emeklilikte birinci şart olmalı.”

“MEMUR SEVİYESİNDE MAAŞ

ALMAMIZ LAZIM”

Yeni Emekliler Birliği Sendikası

Genel Başkanı İsrafil Odabaş ise,

24 Saat Gazetesi’ne emeklilerin

sorun ve taleplerini şöyle sıraladı:

“Bugün ülkemizde 12

milyon 350 bin emekli

yaşamaktadır. En önemli

konu örgütlenme. Öncelikle,

sendikalaşmak istiyoruz.

Emeklilerimizin çoğu, geçim

sıkıntısı içerisinde. Emekliler

arasında ücret dengesizliği var.

Aynı kurumda, aynı pozisyon

ve aynı statüde emekli olanlara,

çok farklı ve hakkaniyete uygun

olmayan maaşlar ödeniyor.

Bunların düzeltilmesi lazım.

Birçoğumuz açlık sınırı altında

maaş alıyor. Bu olmaz. Bugün

Türkiye’de işe yeni başlayan

bir lise mezunu 3 milyon 550

lira maaş alıyor. 30-40 sene

hizmet vermiş bir emeklinin

insan onuruna yakışır bir yaşam

standardı yakalayabilmesi için,

en azından işe yeni başlayan

bir devlet memuru seviyesinde

maaş alması lazım.

gidiyor? Doktora gittiğimizde

kesintiler başlıyor, eczaneye de

keza öyle. Bir de zaruri olarak

aldığımız bazı ilaçlar var, fakat

onları kurum vermiyor.”

Son yapılan zammı

değerlendiren Yüksel

Kavuklu, “Şu an aldığımız

10.19’luk zam dedikleri, 2018

yılının Temmuz ayıyla Aralık

arasındaki kaybettiklerimiz.

Biz aslında 2019’da zam

almadık, kaybettiklerimizi

bize eksik olarak verdiler”

diye konuştu.

“CENAZE OLACAK DİYE

KORKUYORUM, GİDECEK

DURUMUM YOK”

Emekli Hasan Aktaş ise

yaşadıklarını şöyle özetledi:

“Bu enflasyon yüksekliğinde,

bir de oğlun, kızın, torunun

yanındaysa nasıl geçinecek

emekli? Bizim geçinebileceğimiz

kadar maaş versinler. Ne tatili!

Bırak tatil yapmayı, gezmeyi,

bir cenazem olacak -benim

köyüm 220 km buraya- diye

korkuyorum. Çünkü gidecek

durumum yok. Ancak eşten

dosttan borç alıp gidebiliriz.

Emekli kıt kanaat yaşıyor. Pazara

hava karardıktan sonra gider.

Emeklinin hayali, geçinebileceği

bir maaş alabilmesi.”

“EMEKLİYE GELİRDEN PAY

VERİLMELİ”

2002’de emekli olan

Hüsamettin Dalgıç, şu

ifadeleri kullandı:

“Emeklimizin önünü açmak

için kesinlikle emekliye gelirden

pay verilmeli, aile yardımı

yapılmalı. İlaçlardan katkı payı

kesiliyor, muayene parası alınıyor.

Bunların kaldırılması lazım.

Mesela şundan memnunuz;

65 yaşına gelenler metroya

bedava biniyor. Bu tip sosyal

konuların yaygınlaştırılması

lazım ki emekli rahat etsin.”

9

“AK SAÇLI SESSİZ

ÇOĞUNLUKTUR EMEKLİLERİMİZ”

Emekli olmuş emeğin

hakkını alamayan, hakkını

koruyamayan, derdini topluma

anlatamayan, yasal boşluk

nedeniyle örgütlenemeyen

ak saçlı sessiz çoğunluktur

emeklilerimiz.Avrupa’da bir

emekli benim ülkemde seyahat

ediyor ama ülkemdeki bir

emekli bir yere giderken çok

iyi hesap etme zorunda.

Türkiye’deki emeklilerin yüzde

60’ı, 70’i borç altında yaşıyor.

Emekliler ciddi sıkıntı içerisinde,

düzeltilmesi lazım. Ayrıca aile

yardımını talep ediyoruz.”

“ÖNCE GEÇİM”

24 Saat gazetesine,

emekliler de konuştu. 1985’te

emekli olan İbrahim Soner

Bilgin, şunları söyledi:

“Önce geçim, aldığımız maaşlar

düşük. Sağlık sorunlarımız

bulunuyor. Katkı payları var.

Benim aldığım maaşın yarıdan

fazlası sağlığa gidiyor. Nasıl mı


2019 / Sayı 1

10

Hayvan Hakları Tasarısı’nda “ceza”

tartışması

İrfan Uçar/ Ankara 12 Nisan 2019

Son dönemde

hayvanlara yönelik

vicdanları sızlatan

ihlaller yaşanırken

bir yandan da sokakta

köpeklerin ısırdığı insanların

mağduriyetlerine tanık oluyoruz.

15 yıldan bu yana yürürlükte

olan Hayvanları Koruma Yasası,

görülen olumsuzlukları ortadan

kaldırmada yetersiz kalıyor.

Meclis’te temsil edilen partiler

ve sivil toplum kuruluşları

nasıl bir hayvan hakları yasası

istiyor? Tasarının yasalaşması

neden geciktiriliyor?

Adalet ve Kalkınma Partisi

(AKP), Cumhurbaşkanı Recep

Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla

bir süredir yeni yasa tasarısı

üzerinde çalışıyor. Hayvan hakları

savunucularının “en az 2 yıl hapis”

talebini, insana yönelik şiddette

verilen ceza ile kıyaslayan iktidar

partisi, burada gördüğü orantısızlık

nedeniyle çalışmasını yavaşlattı.

Adalet Bakanlığı, hayvana

karşı suç işleyenlerin cezaevine

konulmasına yol açacak bir

düzenlemeye karşı çıkıyor. Köpek

ısırma vakalarının son günlerde

medyada daha da görünür olması,

AKP’nin yeni yasa konusundaki

hızını şimdilik kesmiş durumda.

Muhalefet partileri ve sivil toplum

kuruluşları ise düzenlemenin bir

an önce yasalaşmasını savunuyor.

Karaca: Hayvan hakları

samimiyet testidir.

Türkiye Büyük Millet

Meclisi’ndeki (TBMM)

muhalefet temsilcileri, hayvan

hakları savunucularının

görüşlerine benzer görüşleri

dile getirip yasanın çıkmasına

çalıştıklarını bildiriyorlar.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin

(CHP) Doğa Haklarından Sorumlu

Genel Başkan Yardımcısı Gülizar

Biçer Karaca, 4 Ekim 2018’de

Hayvan Hakları Kanun teklifini

Meclis’e sunduklarını söyledi.

Karaca, hayvana karşı suçların

2-4 yıl hapis ceza verilmesini,

idari para cezasının da 2-4

kat attırmayı teklif ettiklerini

de belirtti. 2008’den bu yana

CHP’nin 28, Milliyetçi Hareket

Partisi’nin (MHP) 2 kez değişiklik

teklifinde bulunduğunu, 2012’de

de dönemin başbakanı Erdoğan’ın

imzasıyla yasa değişikliği teklifi

verdiğini anımsatan Karaca,


2019 / Sayı 1

Öyle kötü durumdayız ki, adeta

sıtmaya razı olacağız. Bireylerden fazla

kamu kurumları, başta da belediyeler,

kırım makinesi gibi çalışıyor. “Öyle

kötü durumdayız ki, adeta sıtmaya

razı olacağız. Bireylerden fazla kamu

kurumları, başta da belediyeler,

kırım makinesi gibi çalışıyor.

“Hayvan hakları başta AKP

olmak üzere tüm partiler için

bir samimiyet testidir” dedi.

Halkların Demokratik

Partisi’nin (HDP) Ekolojiden

Sorumlu Eş Genel Başkan

Yardımcısı Murat Çepni

de, beklentilerinin

yurttaşların ve derneklerin

taleplerinin karşılanması

olduğuna dikkat çekti.

“Öyle kötü durumdayız ki,

adeta sıtmaya razı olacağız.

Bireylerden fazla kamu kurumları,

başta da belediyeler, kırım

makinesi gibi çalışıyor. Öncelikle

hayvanlara işkence yapıp

öldürenlerin hapis cezasının

paraya çevrilmemesi ve en az

2 yıl olmasını istiyoruz” diye

konuşan Çepni, petshopların

yasaklanması, kaçakçılığın

engellenip cezalandırılmasını

talep ettiklerini bildirdi.

HAYTAP’IN TALEPLERİ

Hayvan Hakları Federasyonu

(HAYTAP) Başkanı Ahmet Kemal

Şenpolat ise, konuya ilişkin 24

Saat’e şu açıklamayı yaptı:

“Hayvana şiddet uygulayan

kişilerin fiilleri, ‘suç’ kapsamına

alınmalı. Ceza alt sınırı, 2 yıl

olmalı. Savcılıklar resen harekete

geçmeli. Suç kamu görevlileri

tarafından işlenirse ceza

katlanmalı. Amirleri de sorumlu

tutulmalı. Sahipli-sahipsiz

hayvan ayrımı kaldırılmalı.

Hayvan ithalatı on yıl boyunca

durdurulup yasaklanmalı,

uymayan cezalandırılmalı. Kaçak

yollarla gelen ve el konulan

hayvanların bakımları için fon

oluşturulup sahiplendirilmek

üzere HAYTAP’a teslim edilmeli.

Gümrük Bakanlığı ile yapılan

protokol yasanın içine alınmalı.

Yeni hayvanat bahçeleri,

yunus parkları ve akvaryumlar

ile hayvanlı sirklere ruhsat

verilmemeli. Mevcutların

envanteri çıkarılarak

hayvanlar rehabilitasyona tabi

tutulmalı ve doğal ortamlarına

bırakılmalı. Okulların buralara

düzenlediği geziler önlenmeli.

Petshoplarda sadece

hayvan ihtiyaçlarının satışına

izin verilmeli. Katalogla da olsa

hayvan satışları yasaklanmalı.

İzinli üretim çiftlikleri de

tıpkı ithalat gibi bir müddet

durdurulmalı, toplum,

bakımevlerinden evlat

edinmeye yönlendirilmeli.

Merdiven altı üretim

çiftlikleri yasaklanmalı, internet

üzerinden satışlar engellenmeli

ve caydırıcı cezalar verilmeli.

Tüm hayvanlar ciplenmeli,

oluşturulan veri tabanı, ilgili

STK’larla paylaşılmalı.

Kısırlaştırılma ve doğal

ortamlarına bırakılması için

belediyelere sorumluluk

yüklenmeli.”

11



2019 / Sayı 1

Karadeniz yaylalarının kraliçesi:

Pokut

13

Besim Güçtenkorkmaz/ Ankara 18 Nisan 2019

Dünyanın en

güzel yaylaları

Karadeniz’de”

diyenler haklı

olabilir ama bu yaylalar arasında

bir güzellik yarışması yapsa

ve benim de üç oyum olsa,

bunlardan birisi, Çamlıhemşin’de

bulunan Pokut Yaylası’na gider.

Son iki yıldır Türkiye’nin

turizm merkezlerinden birisi

olan ve özellikle Arap turistlerin

büyük ilgisini çeken Çamlıhemşin

yaylalarının bazılarına, henüz

karayolu olmadığı için Arap

turistler ulaşamıyor. Pokut,

işte bu yaylalardan birisi ve

özellikle İstanbul sosyetesinin

şu andaki göz bebeği. Ama bu

özelliği daha ne kadar sürer belli

değil. Pokut Yaylası için verdiğim

“Kraliçelik”, bana göre “Yeşil Yol”

yapılınca ne yazık ki bitecek.

Çamlıhemşin, Rize’nin en güzel

yaylalarının çıkış noktasındaki

merkezde yer alıyor. Bu şirin ve

mükemmel doğası olan ilçeden,

Gito, Elevit, Palovit, Pokut, Samistal,

Amlakit gibi birçok yaylaya erişme

olanağı var. Tabii bu yaylaların

hepsinin çıkış yolları farklı. Araba

ile yaylalardan birine çıkarsanız,

ikinci yaylaya gitmek için,

tekrar Çamlıhemşin’e inmeniz

ve o yaylanın yoluna girmeniz

gerekiyor. Bütün bu yaylaların

arabayla gidiş yolları, 300 yıl öncesi

neyse bugün de o halde. Yani çok

bozuk. Taşların üzerinden sekerek

gitmek durumundasınız. Yapılması

planlanan “Yeşil Yol”, birbirine

komşu ve her birinin farklı yolu

olan bu yaylaları, yukarıdan

birbirine bağlayacak. Yaylaları

bozulmaktan ve dejenerasyona

uğramaktan yıllardır koruyup

böylesine güzel kalmasını

sağlayan en önemli unsur, işte

o bozuk yollar. Bu yaylalarda,

sadece yıllar önce bin bir güçlükle

taş ve tuğlalar hayvan sırtında

taşınarak yapılan evler var. Bozuk

yollar buraların şehirleşmesini

önleyen tek unsur. Yoksa bu

bakir yaylaların da, Ayder Yaylası

veya Uzungöl gibi bina tacizine

uğraması içten bile değil…

İYİ Kİ RAHAT BİR YOLU YOK

Bu yaylalara en az 2.5- 3 saat

süren taşlı-kayalı yollardan,

hoplayıp zıplayan arabalar

üzerinde yapılan yolculukla

Dizi Yazısı


2019 / Sayı 1

14

ulaşılabiliyor. Yaylaların bozuk

yolları, aynı zamanda rahatına

düşkün Arap turistlerin

kiraladıkları transporter tipi

arabaların gitmesine de uygun

değil. Bütün bu engeller, o her

yeri çok çabuk kirleten ve

bozan yabancı turistlerin henüz

oralara ayak basmamasını, bu

güzel yaylaların korunarak

kalmasını sağlıyor. İşte bu

nedenlerle, Rize’nin ulaşılmaz

yaylaları doğaseverler ve

macera tutkunları tarafından

halen çok büyük ilgi görüyor.

TEK GEÇİM KAYNAĞI

HAYVANCILIKTI

Bu yaylalar içerisinde en

fazla görsel şölen sunanlardan

biri Pokut Yaylası. Bulutların

üzerindeki bu yaylada, taş çatlasa

40 ev yer alıyor. Ahşaptan yapılan

evlerin her biri en aşağı 200 yıllık.

Alt kat hayvanların kalması

için ahır olarak düzenlenmiş,

üst katlarda ise yaylacıların

yaşayacağı düzenek kurulmuş.

Rize yaylalarında yıllar öncesinden

bu yana hayvancılık geleneği

halen sürdürülüyor. İlkbaharda

hayvanlar, o daracık taş yollardan

3-4 günlük bir yolculukla yayla

otlaklarına getiriliyor, sonbaharda

ise aşağı köylere dönüş başlıyor.

Otlaklar o kadar zengin ve

bakir ki, hayvanların eti ve sütü

mükemmel lezzetli oluyor. En

kaliteli-iyi-lezzetli yağ ve peynire

yaylalarda ulaşmak mümkün.

BULUTLARIN ÜZERİNDESİNİZ

Pokut’un nasıl müthiş bir yayla

olduğunu ancak üzerine ayak

basınca anlıyor insan. Karşınızda

Kaçkar dağlarının 4 bin metreye

ulaşan karlı zirveleri. Güneş bu

dağların arasından doğuyor.

Her yer yemyeşil. Ama yeşilin

her tonu var. Evlerde, elektrik

bulunuyor, telefon çekiyor.

Ancak, yaylanın görsel güzelliği

elektrik direkleri ve kablolar ile

bozulmasın diye sistemin tamamı

toprak altından geçirilmiş.

Otellerin hepsi özellikle

İstanbul’un meraklı ve

macera sever zenginlerini

taşıyan turizm acenteleri

tarafından sezon boyunca

parsellenmiş. Yaz döneminde

sezon 4 ay. Kışın bu yaylalarda

kimse kalamıyor. Çünkü kar

kalınlığı 2 metreyi buluyor.

BİR BARDAK ÇAYLA GELEN

HUZUR

Konaklama ve restoran

fiyatları diğer yaylalara göre

oldukça yüksek. Rahatlatıcı bir

tatil isteyenler için burası adeta

biçilmiş kaftan. Diğer yandan doğal

beslenme ve Karadeniz’e özgü

yemeklerin de en güzel tadılacağı

yayla olma özelliğini taşıyor.

Fotoğraf tutkunlarının, aylarca

ayrılmak istemeyecekleri, bulut ve

güneş ışığının doyumsuz dansının

sahnelendiği nefis bir manzara

hâkim bu yaylalara. Bir bardak

çay içmek bile cana can, huzura

huzur katabiliyor. Hemen yanında

Sal Yaylası bulunuyor. Yürüyerek

yarım saatte diğer yaylaya da

ulaşmak mümkün. Sal Yaylası’nda

bazı yayla evleri konaklama tesisi

ve restoran haline dönüştürülmüş.

Yürüyüş meraklıları, yaz

aylarında doğanın insanlığa

ikramı olan bu yaylaların tadını

çıkartıyorlar. Bir yayladan

diğerine yıllarca kullanılan

patikalardan yürüyerek, 10 gün

içinde bu muhteşem yaylaların

hepsini gezebilirsiniz.


2019 / Sayı 1

Bulutların üzerindeki Pokut’un nasıl müthiş bir yayla olduğunu ancak

üzerine ayak basınca anlıyor insan… Karşınızda Kaçkar dağlarının 4 bin

metreye ulaşan karlı zirveleri… Güneş, her gün bu dağların zirvesinden

doğuyor…

15


2019 / Sayı 1

16

Türkiye’nin en yüksek yaylası:

Samistal

Besim Güçtenkorkmaz/ Ankara 19 Nisan 2019

Dizi Yazısı

Samistal Yaylası ise

gidilmesi en zor olanıdır.

Çamlıhemşin’den

arabayla ulaşmak

için, Elevit, Trovit, Palovit

yaylalarının taş/kaya karışımı

bozuk yollarından 6 saat boyunca

hoplaya zıplaya araç sürmek

gerekir. Giderken birkaç derenin

içinden de araba kullanma

becerisini gösterme durumunda

kalabilirsiniz. Taş/kaya karışımı

bozuk yol dışında bir diğer

alternatif ise muhteşem görüntüye

sahip Palovit Şelalesi’nin yanından

geçilerek gidilen orman yoludur.

Ama çoğu zaman çamurdan

kayganlaşan bu yol, devrilen

ağaçlarla kapalıdır. Aslında en

güzeli, büyülü bir manzaraya

sahip bulutların üzerindeki bu

yaylaya yürüyerek ulaşılmasıdır.

Samistal, Rize’nin en yüksek

yaylasıdır. Kaçkar Dağı zirvesinin

hemen altında 3 bin metrede yer

alır. Pokut Yaylası’na çıkanlar,

Hazindağ üzerinden Samistal’a

yürüyerek geçebilir. Ya da Ayder

Yaylası’na çıkanlar, Aşağı Kavrun

Yaylası üzerinden Samistal’a

5-6 saatte yürüyerek gelebilir.

Her yıl yüzlerce maceracı,

uçsuz bucaksız bir bulut denizi

üzerindeki yaylayı görebilmek,

güneşin bulutların arkasından

batışını fotoğraflayabilmek için

Samistal Yaylası’nın yolunu tutar.

Çanak şeklindeki bir platoda

kurulan bu yaylada kalacak ne

bir otel vardır ne de bir pansiyon.

Sadece yayla sahiplerinin

kullandığı taş evler süsler her

yeri. Bulutların üzerindeyken

akıllara şu soru takılır: Bu taş

evler, yolu bile olmayan bu

yaylada acaba nasıl yapılıyor?

PLAKALI HAYVANLAR DİYARI

Evlerin bazıları yıkılmaya yüz

tutmuştur Samistal Yaylası’nda.

Onarılması da çok zordur

gördüğüm kadarıyla. Katırcı

Mustafa ile konuşurken, evlerin

nasıl yapıldığının öyküsünü

de dinledim bu zor coğrafyada.

Mustafa’nın iki katırının sırtına

bağlanarak çıkartılırmış bu yayla

evlerinin kumu, çimentosu,

tahtası. Hayvanları plakalıymış.

“Plakalı hayvan” sözünü ilk

kez duydum. Öğrendim ki

bu katırlar, yaylaların “yasal

nakliye araçlarıymış”. Buralarda


2019 / Sayı 1

her hayvanla taşımacılık

yapılmasına izin verilmiyormuş.

Herkesin hayvancılıkla

geçindiği bu yaylada, evlerin

ortasında yer alan dikili taş ise,

yıllarca yayla halkının geceleri

toplanıp ateş yakarak eğlendiği

noktaymış. 2 metreyi aşan dikili

taş, eğlence sırasında yakılan

ateşle iyice ısınır, eğlence bitiminde

yangın çıkmasın diye ateş soğuk

suyla söndürülürken, çatlar ve

kırılırmış. Koca dikili taşın boyu,

kırıla döküle şimdi bir metreye

kadar inmiş. Yaz ayları 2 binin

üzerinde nüfus olurmuş eskiden

yaylada. Şimdi 300 kişiyi bile

bulmuyormuş yaylacıların sayısı.

Kış olunca kimse kalamıyor bu

yaylada. Yazın günlerce yağan

yağmur, kış olduğunda yerini

kara bırakınca evlerin üzerindeki

kalınlığı 3 metreyi buluyormuş.

Çatıların sık sık kardan çökmesi

ev sahiplerini, onarımdan bunaltıp

canından bezdirmiş.Bazı yayla

sakinleri, doğa şartlarına yenik

düşmüş ve hayvancılıktan

vazgeçmişler. “Şimdi gençlere

zor geliyor buralarda yaşamak”

diyorlar. “Gençler rahatına

düşkün oldu” diye ekliyorlar.

En basiti, hayvanları yaylaya

çıkartmak için, baharda 2

günlük bir yolu yürümeleri

gerekiyormuş. Çoğu yaylacı bu

eziyete katlanmamak için yayla

evlerini boş bırakıyormuş.

GÜNDÜZ 30 GECE SIFIR DERECE

Başka zorlukları da var

Türkiye’nin en yüksekteki bu

yaylasının. Samistal’da elektrik

yok. Gece olunca, evler kandil

yakılarak aydınlatılıyor. Ve şehirli

gençlerin elinden düşürmediği

cep telefonları bu yaylada

verici olmadığı için çalışmıyor.

Telefonla konuşmak için yaylanın

arkasındaki bir başka tepeye 2

saat yürümek ve bir taşın üzerine

çıkıp “kıpraşmadan” durmak

gerekiyor. Hayvanların sütleri

bozulmasın diye hemen peynir

ve tereyağı haline getiriliyor.

Değerli ve nadide otlarla beslenen

hayvanların sütü de çok değerli

oluyor elbette. Gündüz sıcaklığı

30 dereceye kadar yükselen

yaylada, gece oldu mu otomatik

klima devreye giriyor, ısı sıfır

dereceye kadar düşebiliyor.

Temmuz ortasında bile iklim

böyle… Bu doğal klima durumu,

peynir ve yağın bozulmadan

saklanmasını da sağlıyor.

Hayvancılığın revaçta olduğu

yaylada hayvan sevgisi hemen

göze çarpıyor. Sahipleri, gözü gibi

baktıkları ineklerine hep bir isim

takmışlar. Nazaboz, Güneboz gibi..

Yayladaki çobanlardan biri

17


olan Hüseyin dede, 97 yaşında

olmasına rağmen, hiç yorulmadan

hayvanlarının peşinde koşturuyor.

Bir diğeri ise 17 yaşındaki

lise öğrencisi Emine. Okullar

kapanınca Emine de ailesi ile

birlikte tutuyor yaylanın yolunu.

50 kiloluk yem çuvallarını sırtında

taşırken rastladım Emine’ye.

Mutluydu. Hep gülüyordu.

O da istemiyordu bütün

yaylaları yukarıdan birbirine

bağlayacak Yeşil Yol’un kendi

yaylalarından geçmesini. Ama

ne çare… Yeşil Yol’un çiziği bir

grayderin kepçesiyle Samistal

Yaylası’na atılmıştı bir kez…

Ayrılırken yayladan, liseli

çoban Emine’nin şiveli yanık

sesi yankılanıyordu:

Samistal Yaylasinun

Neden Erimez Karı

Ben,Sevdum Alamadum

Sevdumda Alamadum

Böyledur Dünya Halı

Yüksek Dağların Karı

Erimeden Akarmi?

Ben Yürekten Yanmışum

Yüreğimden Yanmışum

Ateş Beni Yakar mı?

Çamlihemşin Deresi

Pazar Hemşin Deresi

Yine Öyle Akar mi?

Akşamdan Doğan Aya

Nazlı Yarum Bakar mi?

2019 / Sayı 1

18


2019 / Sayı 1

19


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

İstanbul’un hala “taşı toprağı

altın mı?”

Hüseyin Tunçay / Ankara 25 Nisan 2019

Türkiye’de 1950’lerden

itibaren başlayan

köylerden şehirlere

yönelik göç dalgası

ile birlikte, ‘Taşı toprağı altın’

sloganı ile gelinen İstanbul’un

nüfusu 15 milyonu aşarken,

son 3 yıldır yaşanan gelişmeler

bu sürecin sonuna gelinip

gelinmediği konusunda soru

işaretleri oluşturuyor.

Türkiye İstatistik Kurumu

(TÜİK) verilerine göre, İstanbul’un

nüfusu geçen yıl bir önceki yıla

göre 15 milyon 29 bin kişiden 15

milyon 67 bin kişiye çıkarak 38,4

bin kişilik artış gösterdi. Ancak

bu, ilin nüfus artış hızından

dolayıydı, yani daha önceki

yıllardaki gibi İstanbul’un net

göç almasından kaynaklanmadı.

İstanbul’da doğanların sayısı bir

anlamda son yıllarda yaşanan

bu net göçü perdeledi.

İstanbul, 2016 yılına kadar

net göç alan bir il konumundaydı.

Ancak 2016’dan itibaren trend

tersine döndü ve İstanbul, artık

net göç vermeye başladı. Son

3 yıldır yaşanan bu gelişme

sonunda, 287 bin 600 kişi net göç

verilirken, bu rakam İstanbul’un

2016 öncesi 5 yıl boyunca aldığı

net göçü de “süpürmüş” oldu.

Bu durum aslında Türkiye’deki

trendlerin de değişmeye

başladığının işareti gibi. Zira

devamlı yükselen emlak fiyatları,

büyükşehirlere yapılan altyapı

yatırımları, ulaşım hizmetleri gibi

birçok kalem, nüfus artışı ve göç

hareketlerinden etkileniyor.

20


2019 / Sayı 1

“Mega kent” İstanbul’a son

3 yıllık dönemde diğer illerden

gelen kişi sayısı 1 milyon 171 bin

kişi oldu. İstanbul; 2016 yılında

369 bin, 2017’de 416 bin, 2018’de

ise 385 bin kişilik göç aldı.

Ancak büyükşehirlerin

karmaşası, trafik sorunu ve

geçim sıkıntısı gibi pek çok

nedene bağlı olarak İstanbul’dan

ayrılanların sayısında daha büyük

bir artış oldu. Nitekim “Boğaz’ın

İncisi”, 2016 yılında 440 bin,

2017’de 422 bin, geçen yıl (2018)

ise 595 bin kişiyi uğurladı.

Sonuçta İstanbul sırasıyla

son 3 yılda sırasıyla 71 bin, 5.9

bin ve 210 bin kişi olmak üzere

toplamda net 287,6 bin kişilik net

göç verdi. “Net göç” ilin verdiği

göç ile aldığı göç arasındaki

fark olarak tanımlanıyor

İSTANBUL’A KİM GELİYOR?

İstanbul’un son 3 yılda en fazla

göçü, 54 bin 897 kişi ile Başkent

Ankara’dan aldığı gözleniyor.

Tokat’tan 47 bin 954, Kocaeli’nden

46 bin 396, İzmir’den 41 bin 204

kişilik göç alan İstanbul’un,

Ordu’dan 36,4 bin, Van’dan 35,5 bin,

Bursa’dan 32,8 bin, Tekirdağ’dan

da 32,2 bin kişiyi çektiği görülüyor.

İstanbul, en az göçü ise bin 819kişi

ile Karaman, bin 877 kişi ile Kilis

ve 1953 kişi ile Kırşehir’den almış.

NEREYE GİDİYORLAR?

Buna karşılık İstanbul’dan

son 3 yılda Kocaeli’ne 81 bin 960

kişi, Tekirdağ’a 72 bin 51 kişi,

Ordu’ya da 63 bin 427 kişinin

gittiği gözleniyor. Tokat’ı 59 bin

677, Ankara’yı 59 bin 109, İzmir’i

de 56 bin 156 İstanbullu’nun tercih

ettiği gözleniyor. İstanbul’un en

az göç verdiği iller ise bin 615 kişi

ile Kilis, bin 958 kişi ile Burdur ve

2 bin 90 kişi ile Karaman oldu.

DOĞU VE GÜNEYDOĞU’DAN

İSTANBUL’A TALEP SÜRÜYOR

Ancak, alınan ve verilen göç

çıktıktan sonra kalan rakam olan

“net göç” rakamları, İstanbul’un

göç trafiği hakkında başka bilgiler

de veriyor. Son 3 yıllık rakamlar

dikkate alındığında İstanbul’un

en fazla göç aldığı illerin Doğu

ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi

illeri olduğu dikkat çekiyor. Öyle

ki İstanbul’un net göç aldığı ilk

10 ilin 9’u (Adana hariç) bu iki

bölgede ve toplam İstanbul’a gelen

net göçün yaklaşık yüzde 82’lik

bölümünü bunlar oluşturuyor.

İstanbul, 3 yılda toplam,

Van’dan 17 bin 526, Ağrı’dan 11 bin

170, Muş’tan 6 bin 897, Adana’dan

6 bin 529, Şanlıurfa’dan 6 bin 339

kişi net göç aldı. Bu illeri 5 bin

828 kişi ile Erzurum, 5 bin 605

kişi ile Mardin, 4 bin 141 kişi ile

Gaziantep, 4 bin 37 kişi ile Siirt, 4

bin 15 kişi ile Diyarbakır ve 3 bin

778 kişi ile Kars’tan gelenler izledi.

İstanbul’un bu son 3 yıllık

dönemde net göç alabildiği

il sayısı 23’te kaldı.

GİDEN DENİZDEN

VAZGEÇEMİYOR...

İstanbul’un son 3 yıllık

dönemde en fazla net göç verdiği il

39 bin 764 kişi ile Tekirdağ olurken,

bunu 35 bin 564 kişi ile Kocaeli,

26 bin 996 kişi ile Ordu izledi. 19

bin 764 kişi Giresun’a, 16 bin 201

kişi de Muğla’ya net göç veren

İstanbul, İzmir’e de net olarak 14

bin 955 kişi göndermiş oldu.

3 yıllık net göçün yarısından

fazlasının bu 6 ile verildiği

görülüyor. Burada ilginç bir başka

nokta ise bu illerin tümünün

denize kıyısının olması. Yani Boğaz

gibi bir güzellikten vazgeçseler de

İstanbul’u terk edenler, denizden

vazgeçemiyor. İstanbul’un net

göç verdiği il sayısı ise 57.

21


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

22

Engelli öğretmenler: Biz de

mesleğimizi yapmak istiyoruz

Merve Filiz Yavuz / Ankara 26 Nisan 2019

Tek istekleri bir an

önce öğrencilerine

kavuşup mesleklerini

icra etmek olan engelli

öğretmenler, her seferinde

atama kontenjanına takılıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB)

yeterli istihdam sağlayamaması

nedeniyle özel sektörün

insafına terk edilen engelli

öğretmenler, atanabildikleri

güne kadar zorlu bir mücadele

vermek durumunda kalıyor.

Atama için umutlanan 3 bin

500 engelli öğretmen, bir kez

daha hayal kırıklığına uğradı.

MEB’den yapılan açıklamada,

2019 yılı engelli öğretmen

ataması kapsamında yalnızca

500 öğretmen alınacağının

duyurulması beklentileri

karşılamadı. Bakanlık, tepkiler

üzerine sayıyı 750’ye çıkarttı.

Ancak bu kontenjan artışı da

atama bekleyen engelli öğretmen

adaylarınca yetersiz bulundu. Bir

an önce mesleğine kavuşmak

üzere atanmayı bekleyen 2

bin 500’ün üzerindeki engelli

öğretmen, unutulmak ve geri

bırakılmaktan şikâyetçi.

“BAKAN BEY BİZE SÖZ

VERMİŞTİ”

Ataması yapılmayan engelli

öğretmenlerin sözcüsü engelli

öğretmen Eylül Güneş, 24 Saat’e

yaptığı açıklamada “Milli Eğitim

Bakanlığı önünde 13 Aralık’ta

oturma eylemi yaptığımızda,

Bakan Ziya Selçuk ile görüşerek

taleplerimizi aktarmıştık. Kendisi

konu ile ilgili gerekli girişimlerde

bulunacağının sözünü vermişti.

Sayın Bakan ile yüz yüze gelir

de derdimizi anlatırsak çözüme

ulaşacağımızı düşündük. Kendisi

de bizimle yakından ilgileneceğine

söz vermişti. Son umudumuz

öğretmenler için çıkan 10 bin ek

atamaydı. Toplamda 30 bin atama

yapıldı. Fakat engelli öğretmenler

için yine hiçbir şey yok. Mağdur

durumdayız. Kendimizi geride

bırakılmış hissediyoruz” dedi.

“GERİDE KALANLARIMIZIN GÖZÜ

YAŞLI”

Güneş, “Biz ataması yapılmayan

engelli öğretmenler olarak hep

birlikte mücadele ettik. Tüm

çabamıza rağmen ancak bu kadar

oldu. Şimdi lütuf gibi yapılan


2019 / Sayı 1

bu kontenjan artışını kabul

etmiyoruz. Geride kalanlarımızın

gözü yaşlı. Atama bekleyen tüm

engelli öğretmenleri atasalar

yalnızca bizim değil tüm toplumun

gönlünü kazanırlar” diyerek

yapılan kontenjan artışının

yetersizliğine tepki gösterdi.

“MÜCADELEMİZİ YÜKSELTEREK

DEVAM EDECEĞİZ”

Atama sorunu bizim için bir

onur mücadelesi haline geldi diyen

engelli öğretmen Güneş, “Engelli

öğretmenler neden bir köşede

unutuluyor, devletimiz bizi ölüme

mi mahkûm etti? Biz mesleğimize

kavuşmak için verdiğimiz bu

mücadeleyi yükselterek devam

edeceğiz” diyerek ivedilikle

sorunlarının çözülmesini istedi.

Son umudumuz

öğretmenler için çıkan

10 bin ek atamaydı.

Toplamda 30 bin atama

yapıldı. Fakat engelli

öğretmenler için yine

hiçbir şey yok.

“ÖZEL SEKTÖRÜN İNSAFINA

TERK EDİLDİK”

Atanacağı güne kadar bir

akrabasının araba yıkama

dükkânında çalışarak geçimini

sağlamaya çalışan mesleki eğitim

öğretmeni Ahmet Cinpolat ise, özel

sektördeki iş şartlarının engelliler

için çok zor olduğuna dikkat

çekti. Cinpolat, kendi yaşadığı bir

olayı örnek vererek; daha önce

çalıştığı iş yerinin, tedavisi için

aldığı raporları gerekçe göstererek

işine son verdiğini söyledi.

Ahmet Öğretmen; “Bizler

çalışkan, mücadeleci insanlarız.

Ekmeğimizi kazanma

davasındayız. Derdimiz birilerini

karşımıza almak değil, sadece

atanmak istiyoruz. Mesleğimize

kavuşmak istiyoruz” dedi.

23


2019 / Sayı 1

Basın geleceği tartışıyor

Ayla Ganioğlu / Ankara 2 Mayıs 2019

24

Son yıllarda ciddi

tiraj kaybı yaşayan

yazılı basının

geleceği tartışılıyor.

Önlenemeyen tiraj kaybını,

okurların interneti tercih

etmesine, ekonomik gerekçelere

dayandıranların yanı sıra, “özgür

basın”dan uzaklaşılması ve “itibar

kaybına” bağlayanlar da var.

Gazetelerin yayın yönetmenleri

bu konuda ne düşünüyor?

Siyaset kurumu, gazeteci

kökenli milletvekilleri gelinen

noktayı nasıl değerlendiriyor? 24

Saat taraflara basının en temel

sorununa ilişkin görüşlerini sordu.

Basının 1990’lar ve 2000’lerin

başında hâlâ “dördüncü kuvvet”

olduğundan söz edilirken, bugün

artık bu ifadenin neredeyse hiç

kullanılmadığını görüyoruz.

Medyada “güvenilirlik sorunu,

siyaset kurumunun müdahaleci

yaklaşımı, sansür, oto-sansür,

haber, yorum vb. kaliteli

içerik eksikliği, yanlı yayın,

ekonomik sorunlar, kağıt

fiyatları” gazetelerin tiraj kaybına

gerekçe olarak gösterilen temel

sorunlar olarak öne çıkıyor.

2018’in son aylarında, doların

yükselmesiyle gazete kâğıdının

fiyatında yüzde 60’a varan artış

oldu. SEKA Kâğıt Fabrikası

özelleştirildikten sonra 2005

yılında kapatılınca gazeteler ithal

kâğıt kullanmak zorunda kaldı.

Tiraj kaybının, Habertürk ve

Vatan’ın da internet yayınına

geçmesine neden olduğu bizzat

o kurumların yöneticileri

tarafından savunuldu. Yayınını

sürdüren gazeteler ise fiyat

artışına gitti. Bazı ekler kaldırıldı,

sayfa sayıları azaltıldı. Anadolu

Ajansı’nın (AA), Türkiye İstatistik

Kurumu’nun (TÜİK) verilerinden

derlediği verilere göre, gazete

tirajları son beş yılda yüzde 32

düştü. 80 milyonluk Türkiye’de

Nisan 2019 tiraj ortalaması 2

milyon 797 bin civarında. 1970’li

yılların ikinci yarısında 40 milyon

nüfuslu Türkiye’nin toplam

gazete tirajı olan 2,5 milyonun

biraz üzerinde seyrediyor.

24 Saat Gazetesi yayın

yönetmenleri ve gazeteci kökenli

milletvekillerine basının tiraj

kaybının nedenlerini sordu.

HÜKÜMETİN YAKLAŞIMI

Hürriyet Gazetesi Genel

Yayın Yönetmeni ve Türkiye

Gazeteciler Cemiyeti Başkanvekili

Vahap Munyar, geçen yıl

sonunda kâğıt maliyetlerinin

artmasından sonra görüştükleri

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat

Oktay’ın, sundukları rapordaki

önerileriyle ilgilendiğini anlattı.

Munyar, “Türkiye’de yeniden

gazete kâğıdı üretiminin gündeme

gelmesi konusunda bizden ayrı

bir çalışma yapmamızı isteyen

Sayın Oktay’a, bir özel sektör

kuruluşunun Ege Bölgesi’nde

yürüyen yatırımını adres

gösterdik. Gruba destek verilmesi

halinde, yaptığı yatırıma gazete

kâğıdı üretimine dönük bölüm de

ekleyebileceğini aktardık” dedi.

Söz konusu görüşmede yerli

üretim yapması için gündeme

gelen şirketten, “yaptığı yatırıma

gazete kâğıdı üretimini ekleme

konusunda beklediği desteği

içeren bir fizibilite raporu

istediklerini” belirten Munyar,

“Başlangıçta konuya çok sıcak

yaklaşan grup henüz ses

vermedi. Grubu gazete kâğıdı

üretimini ciddi olarak düşünmesi

konusunda ikna çabalarımız

sürüyor” açıklamasında bulundu.

Munyar, SEKA gibi bir kurumun

yeniden devreye sokulmasının

mümkün görünmediğine işaret

ederek, “En akla yatan formül,

gazete kâğıdı üretimine özel

sektörün girişini teşviklerle

cazip hale getirmek. Şimdilik

bu konuda tam adım atılmış

değil” görüşünü savundu.

“EN BÜYÜK SORUN KÂĞIT DEĞİL”

Sözcü gazetesi yayın

yönetmenlerinden Serdal

Saraç, ithal kâğıt fiyatlarının

yükselmesinin maliyetleri

artırması nedeniyle önemli

olduğunu ancak “en büyük

sorunun”, “Türk basınının güven

ve inandırıcılığını kaybetmesi

olduğunu” vurguladı. Saraç,

bazı gazetelerin tirajları çok

düşük olmasına rağmen “naylon

belgelerle” çok satıyormuş

gibi Basın İlan Kurumu ve


2019 / Sayı 1

ilan veren diğer kuruluşları

kandırdığının altını çizdi.

Saraç, basının başlıca

sorunlarını ise; “Gazete

patronlarının, gazetecilik dışındaki

işleri (ihaleleri) yüzünden siyasi

iktidarla organik bağ içine girip

özgürlüklerini kaybetmesi”,

“Medyanın büyük kısmının

iktidarı elinde bulunduran

kesimin eline geçmesi ya da onun

tarafında yer alması”, “Gazetecilik

mesleğini seçenlerdeki eğitim

ve kültür seviyesinin erozyona

uğraması”, “Diplomalı gazeteci

sayısı artarken sorgulayan,

araştıran ve analiz eden

gazeteci sayısının azalması” ve

“Gazeteci kimliğinin saygınlığının

yitirilmesi” başlıklarıyla sıraladı.

Gazete ve TV’lerin büyük

kısmı iktidara yakın grupların

elinde olması nedeniyle, tek

sesli yayınların okuyucuyu

küstürdüğüne dikkat çeken

Saraç, “Bulunduğumuz

krizden çıkabilmemizin

tek yolu okuyucudur, yani

satış geliridir” dedi.

Saraç, yazılı basının geleceğiyle

ilgili olarak, “Her ne kadar dijital

medya hızla yayılıyor olsa da henüz

kökleri sağlam olmadığı için özgün

içerik üretebilen çok az. Yazılı

basının içerik üretme kapasitesi

ve ‘kalıcılık’ özelliği sayesinde

hiç ölmeyeceğini düşünüyorum”

değerlendirmesinde bulundu.

“BASKI VE SANSÜR”

BirGün Gazetesi İmtiyaz Sahibi

ve Yönetim Kurulu Başkanı

İbrahim Aydın ise, Türkiye’de

yaşanan ekonomik ve siyasal

krizin etkilerinin, en çok medya

alanında görüldüğünü ancak

bunda sadece maliyetlerdeki

artışın değil aynı zamanda “baskı

ve sansür” politikalarının da

etkili olduğunu ifade etti. Aydın,

“Kamuoyunda ‘yandaş’ gazetecilik

diye nitelenen bir tarz ortaya

çıkmıştır. Basının ayakta kalması

için bırakın birtakım üretim

girdilerinin sübvanse edilmesini,

haberlerimizden ötürü açılmış

davaların ve hapis ve tazminat

cezalarından vazgeçilmesi bile

yeterlidir” diye konuştu.

Kamudan ilan ve reklam

alamayan gazetelerin geleceğinin

“çok daha vahim” olduğunu

belirten Aydın, “İnternet medyası

alanına yönelmekten başka

bir şansları çok görülmüyor”

dedi. Aydın, dünyada olduğu gibi

Türkiye’de de “yazılı basın miadını

doldurduğunu” ancak bunun kısa

sürede yazılı basının sonlanacağı

anlamına gelmeyeceğini söyledi.

“EN ÖNEMLİ SORUN BASIN VE

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

Gazeteci kökenli, CHP İzmir

Milletvekili Atila Sertel de “Aslında

günümüzde Türk basınının en

önemli sorunu, basın ve ifade

özgürlüğüdür dersek yanlış

olmaz” ifadesini kullandı.

Demokrasilerde basının

yasama, yürütme ve yargı dahil

halk adına denetimi basın yerine

getirmesi nedeniyle de “dördüncü

kuvvet” olarak anıldığını hatırlatan

Sertel, bazı gazetelerin “adeta

iktidarın borazanı” haline geldiğine

işaret etti. Sertel, dolardaki artış

ve ekonomideki gelişmeler sonrası

yerelde faaliyet gösteren 300’e

yakın gazete ve matbaanın, kâğıt

fiyatlarını karşılayacak bütçeye

sahip olmadığı için kapandığını,

11’e yakın yayınevi de faaliyetlerine

son verdiğini bildirdi. İçinde

bulunulan olumsuzluklara rağmen

yazılı basının geleceğinden

“umutlu” olduğunu vurgulayan

Sertel, yazılı basın, sosyal medya

ve internet gazeteciliği karşısında

güç kaybetse de yaşamaya

devam edeceğini söyledi.

TİRAJLARIN DÜŞMESİ

Star Gazetesi Yazarı ve

26.Dönem AK Parti Milletvekili

Mehmet Metiner ise yazılı

basında görünen dramatik tiraj

düşüşünü, ekonomiyle “izah”

etmenin doğru olmadığını söyledi.

Gazetelerin fiyatının “herkesin

alım gücünde” olduğunu ve

gazetelerin zararını fiyatlara

yansıtmayarak, açıklarını ilan

ve reklam ile kapattığına dikkat

çeken Metiner, tiraj düşüklüğünün

nedenlerinden birinin teknoloji

ve görsel basınla birlikte, yazılı

basının önemini “yitirmesi”

olduğunun altını çizdi. Metiner,

köşe yazarlarının televizyonlara

bağlanıp konuyla ilgili anlık

olarak görüşlerini aktardığı için,

ertesi gün çıkacak gazetenin ne

haberleri ne de yorumlarının önem

arz etmemeye başladığını belirtti.

Gazeteleri, “kendi siyasal ve

ideolojilerine yakın gazeteler

yaşasın diyen” kesimlerin aldığını,

ancak zamanla “bu duygunun

gevşemesinin tiraj düşüşünü

tetiklediğini” dile getiren Metiner,

“herkese hitap eden gazeteler

döneminin sona ermesinin” de

gazetelerin tirajlarında düşmeye

neden olduğunu ifade etti. Metiner,

“Herkes duymak istediklerini

duyuran gazetelere yöneldi. Bir

süre sonra bu duygu da körelince

genel bir kaçış başladı” dedi.

Metiner, basının geleceğiyle

ilgili olarak, “Orta ve uzun vadede

yazılı basına pek bir kalıcılık

şansı tanımıyorum. Gazeteler

bundan sonra kâr-zarar denklemi

ve teknolojik gelişim süreci

dolayısıyla internet ortamında

varlığını sürdürmek durumunda

kalacaklardır. Üzücü ama gerçek

bu” açıklamasında bulundu.

SANSÜR VE OTO SANSÜR

CHP Eskişehir Milletvekili

ve Gazeteci Utku Çakırözer,

kâğıdın “stratejik” bir ürün

olduğunu belirtip “doların insafına

bırakılamaz” vurgusu yaparak

önerilerini şöyle sıraladı:

“Döviz kuru gazeteler ve

yayıncılar için sabitlenmeli. Kâğıt

ithalatı için ödenen KDV yüzde

8’den yüzde 1’e düşürülmeli. Kâğıt,

gazete; pırlantadan, lüks tekneden

daha değerli, daha yaşamsal

görülmeli. Kâğıt ihtiyacı, devlet

tarafından sübvanse edilmeli.

Tüm bunların yanı sıra yerel

basının ayakta kalabilmesi için

büyük önemdeki resmi ilanlarda

da düzenleme yapılmalı. İlanların

hem sayısı hem de tarifesi

arttırılmalı. İlanlar, tüm gazetelere

eşit olarak dağıtılmalı. Sadece

kâğıt için değil baskı malzemeleri

için de KDV oranı yüzde

18’den yüzde 8’e düşürülmeli.

Yayıncıların vergi borcu yükünden

kurtarılması için adım atılmalı.”

Türkiye’nin basın ve

ifade özgürlüğü konusunda

sınıfta kaldığı ve Dünya Basın

Özgürlüğü sıralamasında 157.

sırada olduğunu anımsatan

Çakırözer,“Gazetecilerin yüzde

30’u işsiz. Gazeteciler cezaevinde,

sadece haberlerinden dolayı

yargılanıyor, hâkim karşısında.

Gazeteciler sansür ve oto sansür

çemberinin içinde. Gazetecilik

suç olarak görülmemeli” dedi.

25


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

Suriyeli mülteci işçiler hala kayıt

dışı

26

Metehan Ud / İzmir 14 Mayıs 2019

Türkiye’de yaşayan

mülteci işçiler, bu

yılki 1 Mayıs İşçi

Bayramı’nı da ağır

sömürü altında geçirdiler.

Yerli işçilere göre hem daha

düşük ücretle hem daha uzun

saatler çalıştırılan mültecilerin

tamamına yakını kayıt dışı

Suriye’de Mart 2011’de

başlayan iç savaşın ardından

Türkiye’ye göç etmek zorunda

kalan Suriyeli uyruklu mültecilerin

karşılaştıkları zorlukların başında

çalışma yaşamı geliyor. Göçün

üzerinden 8 yıl geçmesine

rağmen mülteci işçilerin çalışma

yaşamına dair sorunlar hâlâ

tam olarak çözülemedi.

Türkiye’de, Ocak 2016’da

çıkan “Geçici Koruma Sağlanan

Yabancıların Çalışma İzinlerine

Dair Yönetmelik” ile Suriyelilerin

çalışma izinleri düzenlendi. Aile,

Çalışma ve Sosyal Hizmetler

Bakanlığı Uluslararası İşgücü

Genel Müdürlüğü tarafından

açıklanan rakamlara göre,

11.01.2016-14.09.2018 döneminde

geçici koruma sağlanan Suriyeli

işçi çalıştırma izni başvuru sayısı,

41.343 olup, bu başvurulardan

çalışma izni verilenlerin sayısı

27.930. Ülkemizde, 15-60 yaş

aralığında, 1,2 milyon Suriyeli

erkek bulunuyor ve bunların

önemli bir bölümünün çalışma

yaşamında yer aldığı düşünülüyor.

SÖMÜRÜNÜN EN YOĞUN

KENTLERDEN BİRİ, İZMİR

İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi

Genel Müdürlüğü’nün, 11 Nisan

2019 tarihinde açıkladığı resmi

rakamlara göre, İzmir’de kayıtlı

142 bin 740 Suriyeli mülteci

yaşıyor ama gerçek rakamın

200 binin üzerinde olduğu

söyleniyor. Suriyeli mülteciler, kent

merkezinde patronlar, kırsalda

ise dayıbaşları tarafından özellikle

kayıt dışılığın yaygın olduğu

sektörlerde çalıştırılıyor. Kent

merkezindeki mülteci

işçiler, Işıkkent Ayakkabıcılar

Sitesi, Konak, Buca,

Karabağlar’daki merdiven altı

tekstil atölyelerinde yoğun olarak

görülüyor. Merkez dışında ise

Suriyeliler daha çok Foça,

Torbalı ve Seferihisar gibi

ilçelerde tarım sektöründe

çalışıyorlar.

KRİZ, İŞÇİ SAYISINI AZALTMIŞ

Mülteci işçilerin yoğun olduğu

Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesi’nde

krizin işçi sayısını da etkilediği

görülüyor. Daha önce gezdiğimiz

bu atölyelerdeki, işçi sayısı yarı

yarıya düşmüş. Geçen yıl 60

işçinin olduğu bir atölyede şu anda

20 kadar işçi çalışıyor. Atölyede

tamamı Suriyeli mülteci olan işçiler

arasında çocukların çokluğu da

dikkat çekici. Yetişkin işçiler,

400 ila 500 TL arasında haftalık

alırken, çocuk işçilere ise haftalık

250 TL ödeniyor. Buradaki mülteci

işçilerin kimisi 6, kimisi ise 1 yıldır

ayakkabı sektöründe çalışıyor.


2019 / Sayı 1

“TÜRKLERE 700 TL, BİZE 450 TL”

Işıkkent Ayakkabıcılar

Sitesi’ndeki Suriyeli işçilerle,

çalışma koşulları ve talepleri

üzerine konuştuk. 6 yıldır burada

çalışan Mustafa, çok sayıda

atölye gezmek zorunda kalmış.

Patronların herhangi bir sorunla

karşılaştıklarında, ilk gözden

çıkardıklarının Suriyeli işçiler

olduğuna işaret eden Mustafa,

sözlerine şöyle devam etti:

“Türkiyeli işçilere göre hem

daha az haftalık alıyoruz hem de

daha uzun saatler çalışıyoruz.

Sabah saat dokuzda girdiğimiz

atölyeden akşam dokuz-on gibi

çıkıyoruz. Benim haftalığım 450

TL iken Türk çalışanlar, 600-700

TL alıyor. Çalışma koşullarımız

ilk günkü gibi neredeyse hiç

değişmiyor, aynı. Birçok atölyeden

paramızı tam alamadık. Düşen

maaşların sorumlusu olarak biz

gösteriliyoruz ama bu doğru değil.

Yıllardır buradayız, çalışıyoruz.

İşverenler, patronlar, maaş

ayrımına artık son vermeli.”

“NEFES ALMAKTA

ZORLANIYORUM”

Ayakkabı kumaşı ile tabanını

birbirine yapıştıran İrfan ise,

günde 10-12 saat boyunca

kimyasal solüsyonu solumak

zorunda kalıyor. Daha 30’lu

yaşlarda olan İrfan, eskisi gibi

hareket edemediğini, nefes

almakta zorlandığını ve daha

çabuk yorulduğunu belirtiyor.

Kronik bir hastalık çıkmasından

korktuğu için hastaneye

gitmekten çekindiğini anlatan

İrfan, “Hastalık teşhisi koysalar

bile çalışmaya devam edeceğim.

Başka bir mesleğim yok. Başka

yerde de iş bulamam. Evde ekmek

bekleyen iki çocuğum var. Sadece

biraz önlemler arttırılabilir.

Kimyasal maddelerden

dolayı birçok işçi arkadaşımız

hastalıklarla boğuşuyor. Kimisinin

dişleri çürüdü kimisinin elleri

mahvoldu” diye konuştu.

ÇOCUK İŞÇİNİN İSTEĞİ: DAHA

FAZLA HAFTALIK VE UYKU

Atölyedeki çocuk işçilerden

biri de Abdullah. 14 yaşındaki

Abdullah iki yıldır sitede çalışıyor.

Babasının da berberde çalıştığını

ancak aldığı maaşın yetmediğini

ifade eden Abdullah “Evde,

okula giden iki kardeşim daha

var. Ben okuyamadım ama

en azından onlar okuyabilsin”

diyerek çalışma nedeni açıklıyor.

Her gün Limontepe ile Işıkkent

arasında gidip gelen Abdullah’ın

iki saati yolda geçiyor. “Daha fazla

haftalık ve uyku uyuyabilmek”

isteyen Abdullah, atölyede geçen

yıl daha çocuk işçinin olduğunu

da dile getirip “Şimdi az kaldık.

Hem çok çocuk işsiz kaldı hem

de bizim işimiz arttı. Bir kısmı,

başka atölyeye girebilmiş ama

bildiğim kadarı ile çoğu işsiz” dedi.

İGAM BAŞKANI ÇORABATIR:

MÜLTECİ STATÜSÜ TANINMALI

İltica ve Göç Araştırmaları

Merkezi (İGAM) Başkanı Metin

Çorabatır ise çözümün, “mülteci

statüsünün tanınmasından”

geçtiğinin altını çiziyor. Tek

başına olmamakla beraber

sorunun, Türkiye’deki “iltica ve

sığınma sisteminin eksikliğinden”

kaynaklandığını anlatan Çorabatır,

açıklamasını şöyle sürdürdü:

“Türkiye, 1951 Cenevre

Sözleşmesi’ne koyduğu ‘coğrafi

sınırlama’ çekincesinden dolayı

yıllardan beri entegrasyon

sistemini geliştirmedi. Çünkü,

Avrupa konseyi üyesi olmayan

ülkelerden Türkiye’ye sığınanlar,

‘coğrafi sınırlama’ nedeniyle

mülteci statüsüne sahip olamazlar.

Mülteci statüsünün verilmesi ile

birlikte Cenevre Sözleşmesi’ndeki

haklar, mültecilere sağlanmalıdır.

Bu haklardan biri de mesleklerini

icra etme hakkıdır. Mülteci

statüsünün tanınmamasından

kaynaklı entegrasyon,

Türkiye’de hukuki karşılığı

olmayan bir sistem. Bunun

yerine, 2013 yılında yürürlüğe

giren Yabancılar ve Uluslararası

Koruma Kanunu’nun 93. Maddesi,

‘uyum’dan bahsediliyor. ‘Uyum’

ise daha çok ‘geçiciliği’ içeriyor

ve Türkiye’de kalıcı bir hayatı

öngörmüyor. Mültecilerin kalıcılığı

görüldükçe de ek düzenlemelerle

ilgili hayatları güçlendirilmeleri

çalışıldı. Bunlardan biri de çalışma

izni düzenlemesi ancak bu da

ağır işleyen bir durum. İnsanlar,

hayatta kalabilmek adına

kayıtsız çalışmayı göze alıyorlar

bu da yeni sorunlara yol açıyor.

Bu insanların izin alarak değil

normal bir vatandaş gibi çalışma

hayatına katılmaları gerekiyor.”

27


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

Vatandaşın tasarrufta gözdesi yine

altın

Hüseyin Tunçay / Ankara 16 Mayıs 2019

28


2019 / Sayı 1

Darphane’nin ilk 3

ayda Cumhuriyet

altını üretimi ağırlık

bazında yüzde 15,9,

adet bazında ise yüzde 7.4 arttı.

Türk halkının geleneksel

ve gözde yatırım aracı olma

özelliği taşıyan “altın”, “güvenli

liman” olmayı sürdürüyor. Bu

nedenle Cumhuriyet altınının

üreticisi olan Darphane ve Damga

Matbaası Genel Müdürlüğü,

deyim yerindeyse yine fazla

mesai yaptı. Darphane’nin 2019

yılının ilk üç aylık dönemdeki

Cumhuriyet altını üretim miktarı,

ağırlık bazında yüzde 15,9, adet

bazında ise yüzde 7,4 oranında

arttı. Ancak asıl artış, kur ve

altın fiyatlarında yükselmenin de

yaşandığı yerel seçimlerin olduğu

mart ayında görüldü. Mart 2019’da,

Darphane’nin altın üretimi, bir

önceki yılın aynı ayına göre, ağırlık

bazında yüzde 92,3, adet bazında

ise yüzde 63,7 artış gerçekleşti.

Darphane’nin verileri esas

alınarak yapılan hesaplamalara

göre, geçen yılın ilk çeyreğinde

Cumhuriyet altını üretimi, sikke

ve ziynet olmak üzere toplamda

11 ton 198 kilo iken bu yılın aynı

döneminde yüzde 15,9 artış

gösterip 12 ton 980 kilograma çıktı.

Ocakta yerinde sayan

Cumhuriyet altını üretimi, şubat

ayına gelindiğinde yüzde 27,5’lik

düşüş gösterdi. Ancak mart

ayındaki üretim geçen yılın

aynı ayına göre yüzde 92,4 gibi

yüksek bir oranda artarak 3 ton

4 kilodan 5 ton 779 kiloya ulaştı.

TALEP; TASARRUF AMAÇLI SİKKE

ALTINA

Yılın ilk üç ayındaki ağırlık

bazında üretime bakıldığında

toplamda yüzde 15,9’luk artış

olmasına karşın, üretimin;

vatandaşın kullanım ve düğünlerde

takı olarak kullandığı ziynet

altından ziyade tasarruf amaçlı

olarak görülen sikke Cumhuriyet

altınına kaydığı görülüyor. Nitekim

3 aylık dönemde geçen yılın aynı

çeyreğine göre Cumhuriyet altını

üretimi, 7 ton 675 kilodan 7 ton 809

kiloya yükseldi. Ancak buradaki

artış sadece yüzde 1.8 oldu.

Sikke ve ziynet olmak üzere

iki grupta, toplam 10 farklı çap

ve ağırlıkta üretilen Cumhuriyet

altınında üretim miktarı, 3 ton

522 kilodan 5 ton 171 kiloya

kadar yükseldi. Buradaki

üretim artışının oranı ise yüzde

46,8 olarak hesaplandı.

Vatandaşın takıda, daha

çok çeyrek ve tam altını tercih

ettiği görülürken, tasarruf için

tam altının ezici üstünlüğü göze

çarpıyor. Nitekim bu yılın ilk üç

ayında sikke olarak üretilen

Cumhuriyet altınlarının ağırlığı

içinde (çeyrek, yarım, tam,

birlik, ikibuçukluk, beşlik) tam

altının payı yüzde 93,7 gibi

yüksek bir oranda bulunuyor.

Ocak-Mart döneminde takıda

ise ağırlık bazında üretimin

yüzde 37,2’si çeyrek altın, yüzde

37,7 ise tam altın için ayrıldı.

ADET BAZINDA, TERCİH TAKIDA

ÇEYREK, SİKKEDE İSE TAM ALTIN

Bu yılın ilk çeyreğindeki adet

bazında üretim rakamlarına

bakıldığında ise ziynet ve sikke

olmak üzere toplamda üretim 2

milyon 944 bin adetten 3 milyon

161 bin adede çıktı. Bu rakamlar

yüzde 7,4’lük bir artışı ifade ediyor.

Aylık olarak incelendiğinde adet

bazında ocak ve şubat aylarında

gerileyen Cumhuriyet altını

üretimi, mart ayında yüzde 63,7

gibi yüksek oranlı bir artış gösterdi.

Takıda yılın ilk çeyreğinde

geçen yılın aynı dönemine göre

üretimde 0,4 gibi küçük bir

daralma görülürken, üretim

rakamı da 2 milyon 442 bin adetten

2 milyon 433 bin adede düştü.

Ancak vatandaşın tasarruf

amaçlı olarak kullandığı sikke

Cumhuriyet altını üretimi adet

bazında ilk 3 ayda geçen yılın

aynı dönemine göre adet bazında

yüzde 45,4 oranında arttı.

Adet bazında, takı ve ziynet

altında vatandaşın tercihi

tartışmasız olarak yüzde 68’lik

pay ile çeyrek altın oldu. Vatandaş

altın tasarrufu yapacaksa ilk

tercihi ise tam altın oldu. Adet

bazında İlk 3 aylık üretimin

yüzde 92,2’si tam altına ayrıldı.

29


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

30

Sosyal medyada,“mutluluğun

adresi” var

Derya Göregen / İstanbul 17 Mayıs 2019

Özellikle gençlerin

yoğun ilgi gösterdiği,

neredeyse gün boyu,

hatta geceleri bile

zamanlarının büyük bölümünü

sosyal medya ağlarında

geçirdikleri bilinen bir gerçek.

Sosyal medya ağlarının ne kadar

doğru kullandığı tartışılırken

bu ağ, “mutluluğun adresi” olup

çocukların yüzünü güldüren,

engel ve hastalıklarına yardım

eden bir mecra olabiliyor

Günümüzde sosyal medya

ağları üzerinden ilişki kurmak,

iletişime geçmek, bilgi edinmek,

eğlenmek, alışveriş yapmak gibi

pek çok etkinliği,gerçekleştirmek

mümkün. Hatta neredeyse birçok

kişinin yaşamının, öncelikle

telefonun ekranıyla sosyal medya

ağlarına sıkıştığı bile söylenebilir.

Sosyal medya ağları, yanlış

kullanılmasının yanı sıra yapılan

kimi araştırmalara göre,bu ağları

çok yoğun ve aktif kullanan

bireylerin mutsuz oldukları

uzmanlar tarafından dillendiriliyor.

Ancak sosyal medya, doğru ve

etkili kullanıldığında hem kişiye

hem de topluma yarar sağlama

noktasında çok önemli, güzel ve

başarılı örnekler sunabiliyor.

Abdullah Özkan’ın hikâyesi de,

sosyal medyanın doğru ve etkili

kullanılmasına güzel ve başarılı

bir örnek. “Mutluluğun Adresi

Sosyal Yardımlaşma Derneği”nin

kurucusu olan Abdullah Özkan’ın

sosyal medyayla gelen başarı

öyküsüne yakından tanıklık

edeceksiniz bu haberimizde.

Özkan, Sakarya Üniversitesi

Tarih Bölümü’nü bitirmek

üzereyken aşık olur. Ancak sevdiği

kadın bir süre sonra onu terk eder.

Bunun üzerine sevgi kavramını

kendi içinde sorgulamaya

başlayan Özkan, karşılıksız ve

hayal kırıklığına uğramayacağı bir

sevgi arayışının içine girer. Kısa

bir zaman sonra karşılıksız ve

mutlu bir sevgi olabileceğini gören

Özkan, yardıma muhtaç; down

sendromlu, otozimli, serebralpalsili

ve disleksili öğrenme güçlüğü

çeken, engelli ve yetim çocuklara

kendini adar. Bu çocukların istek

ve ihtiyaçlarına karşılamaya

adanma, artık sevginin en saf

ve gerçek halidir onun için.

Sosyal medya üzerinden

örgütlenmeye başlayan,bir araya


2019 / Sayı 1

gelen gönüllülerle bir dernek

kuran Özkan ve beraberindeki iki

arkadaşı, sosyal medya üzerinden

gerçekleştirdikleri etkinlilerle

çok kısa sürede yüzlerce gönüllü

ve bağışçıya ulaştı. Ağırlıklı

olarak öğrencilerden oluşan ve

çeşitli meslek gruplarındaki

gönüllülere dayalı hareket eden

bu topluluk,2014 yılında dernek

oluşumuna gitti.Özel çocuklar için

sürekli etkinlik düzenlediklerine

değinen Özkan, nasıl büyüyüp

geliştiklerini şöyle anlatıyor:

“Bizim için bu çocuklara

ulaşmak ve ailelerine el uzatmak,

yardımlaşma ve dayanışma

oldukça önemliydi. Böylesi

“İnsanlara ulaştık,

dokunduk, paylaştık, gel

bu işin bir parçası ol dedik

ve onların dahil olmasını

sağladığımız için bugün

bu kadar büyüdük”

sosyal sorumluluk için sosyal

medya gerekliydi. Sosyal medya

üzerinden sesimizi çok kısa

sürede duyurduk. Büyüyüp

geliştik. Akabinde ‘Mutluluğun

Adresi Sosyal Yardımlaşma

Derneği’ni kurduk. 500 gönüllü

çalışan ve 200 üyemiz ile

birlikte dernek bünyesinde

çalışmalarımızı sürdürüyoruz.”

“BİZİ BİR ARAYA GETİREN

PLATFORM”

Özkan, gerçekten ihtiyacı

olan aile ve yardım edecekleri

çocukları doğru seçtiklerini

belirterek “Sosyal medya ağları

sayesinde aileler bizlere rahatlıkla

ulaşabildiler, biz de onlara

kolaylıkla ulaştık. Bu platformlar,

bizi bir araya getirdi” dedi.

Çok özel bir iş yaptıklarını

düşünen Özkan geçmişte

televizyon programlarında

karşımıza çıkan görüntüleri

hatırlatıp sözlerine

şöyle sürdürüyor:

“90’lı yılların görsel ve yazılı

medyasında, bugün bizim

rehabilite ettiğimiz, dil terapisi

yaptığımız, fiziksel ve zihinsel

gelişimlerini sağladığımız

bu çocuklar, kömürlüklerde

zincirlenerek kapatılan çocuklardı.

Uğur Dündar’ın ‘Arena’ yine

Sadettin Teksoy’un ‘Sadettin

Teksoy Görevde’ adlı programında

bu çocukların aileleri tarafından

nasıl kapatıldığı haberleri

yapılıyordu. Fakat günümüzde

aileler bilinçlendi, bizler

bilinçlendik. Bu çocukların özel

çocuklar olduğunu ve eğitimlerin

ona göre verilmesi gerektiğini de

biliyoruz. Bunun için bugün sosyal

medya aracılığıyla farkındalık

yaratmak, bu çocuklara ulaşmak

mümkün. Üstelik dijital olanaklarla

onlara hem dil terapileri, zihinsel

terapiler ve fiziksel gelişimlerini

sağlamak için egzersiz eğitimi

verebiliyoruz. Üretime ve topluma

kazandırmaya çalışıyoruz onları.

En güzel tarafı da bütün bunları,

gönüllülerimiz ve bağışçılarımız

ile birlikte yapıyoruz.

MUTLULUĞUN ADRESİ

Kısaca, “Mutluğun Adresi”

olarak adlandırılan sosyal medya

platformu, yaptığı etkinliklerde

şeffaflığa oldukça önem veriyor.

Sürekli üreten ve sürekli koşan

bir yapılanma. Takipçiler ve

destekçiler yapılan etkinliklerde

doğrudan haberdar olabiliyor. Sıkı

çalışan bu ekibe ve yapılan bütün

yardımların gözler önünde olması,

güven ilişkisinin oluşmasını

sağlamış. Özkan, “Biz, yapılan her

yardımın çocukların eğitimine,

ihtiyaçlarına gittiğini sosyal

medya üzerinden bizi takip eden

herkesin görebilmesini sağlıyoruz.

Bunun gösterilerek yapılmasına

dikkat ediyoruz. Oluşturduğumuz

bu güven sayesinde, bugün üç

kişiye yapılan yardımlar yarın

on kişiye yapılabilir” diyor.

“Mutluğun Adresi”, bugün

sosyal medya ağlarında yaklaşık

36 bin takipçi sayısına ulaşmış.

“İnsanlara ulaştık, dokunduk,

paylaştık, gel bu işin bir parçası

ol dedik ve onların dahil olmasını

sağladığımız için bugün bu kadar

büyüdük” ifadesini kullanıyor

Özkan. Dernek, sadece takipçi

sayısının yüksek olmasını

değil, farkındalık yarattıkları

oranda çalışmalarının başarılı

olduğunu kabul ediyor.

İnsanların daha çok dayanışma

ve yardımlaşma halinde

olmaları, yardım taleplerinin

karşılanmasında sosyal medyanın

doğru kullanılmasının önem

taşıdığına işaret eden Özkan,

“Geçici değil, kalıcı çözümler”

üretmeye odaklandıklarını, çocuk

ve ailelerini mutlu etmeye yönelik

adımlar attıklarının altını çizerek

sözlerini şöyle tamamladı:

“Dernek olarak yurdun

hemen her yerinden ihtiyacı

olan çocuklara gıda ve kıyafet

yardımında da bulunduk.

Kütüphaneler açtık. Okul araç

gereç ihtiyaçlarını giderdik. Ama

sonra düşündük ki gıda biten,

kıyafet tüketilebilen bir şeydi.

Çocuklar için eğitim, daha kalıcı

ve elzem olandı. Bu düşünceden

hareketle, uzun zamandır hayalini

kurduğumuz, çabaladığımız ve

tüm gönüllülerimizle birlikte

çalıştığımız rehabilitasyon

merkezimizi açtık. Down, otozim

ve serebralpalsili çocuklarımız

özel eğitim ve rehabilitasyon

merkezimizde ücretsiz olarak

faydalanacaklar. Bir aydır açılan

okulumuzun 100 öğrencisi

var. Fiziksel ve zihinsel gelişim

eğitimlerinin yanı sıra takı yapma,

yiyecek-içecek yapma; müzik

ve resim atölyemizde var.”

Mutluluğun Adresi Sosyal

Yardımlaşma Derneği’nin kapıları,

bütün gönüllülere sonuna

kadar açık. Birlikte çalışacakları

arkadaşlarını bekliyorlar.

31


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

Toplumsal Etik Derneği’nden

siyasetçilere “kullanılan dile

dikkat” mektubu

Mehtap Gökdemir /Ankara 28 Mayıs 2019

32

Toplumsal Etik Derneği

(TED) Genel Başkanı

Ahmet Akgün, özellikle

siyasette kullanılan “dil”

konusunda önümüzdeki günlerde

siyasetçilere mektup yazacaklarını

ve yüz yüze görüşmek için

randevu talep edeceklerini söyledi.

Akgün, okullarda da “etik” konulu

dersler okutulmasını öneriyor.

TED, bireylerde, kurumlarda,

siyasette, eğitimde, tıpta,

medyada, çalışma yaşamında,

kişilerarası ilişkilerde yani

toplumun pek çok kesiminde

hızla artan “etik bozulmalara”

ve “ahlaki çöküşlere” dikkat

çekmek gerekçesiyle kuruldu.

Bu kapsamda; konferans, açık

oturum ve panel gibi etkinlikler

düzenleyen TED, çeşitli olaylar

karşısında da “etik yargılamalara”

dayalı basın açıklamaları

yapıyor. TED ayrıca her yıl,

mesleğinde “ etik davranan”

kişi ve kuruluşlara, törenle “etik

davranış ödülleri” veriyor.

“DERNEĞİN ESAS AMACI

YOZLAŞMAYI ÖNLEMEK,

YOLSUZLUĞU ÖNLEMEK

AÇISINDAN ÇALIŞMALAR

YAPMAK”

24 Saat Gazetesi’ne

açıklamalarda bulunan TED

Başkanı Akgün, Derneğin

2004 yılında kurulduğunu,

15 yaşındaki derneklerinin

esas amacının, yozlaşmayı

ve yolsuzluğu önlemeye

yönelik çalışmalar yapmak

olduğunu vurguladı.

Eğitim ve konferanslar

düzenlediklerini anlatan

Akgün, “Gördüğüm tablo,

hırsızlık, gasp, dolandırıcılık

ve rüşvet, toplumumuzda

artarak devam ediyor” dedi.

Gerçekleştirdikleri konferans

ve eğitim çalışmalarına değinen

Akgün, “Asayiş sorunları da var,

ahlaki sorunlar da var. Eroin

ve kokain… Bu çok büyük bir

problem… Birçok aile tanıyoruz,

gerçekten çocukları göz göre

göre eriyip gidiyor. Bununla

mücadele ediyoruz, elimizden

geldiği kadar tabii… Ahlaki

bakımından büyük çöküntü var

toplumda” uyarısında bulundu.

“OKULLARDA DERS OLARAK

OKUTULSUN”

TED Başkanı Akgün, “etik”

konusunun okullarda ders

olarak okutulması önerisinde

bulunduklarına dikkat çekerek

sözlerini şöyle sürdürdü:

“Okullarda, ilkokuldan

üniversiteye kadar gençlerimizi

ahlaki ve etik yönden etkileyip

güçlendirecek derslerin

okutulması lazım. Bu konuda

biz, bazı eğitim çalışmaları

yaptık. Mesela ilkokulda;

‘Sıraya gireceksin, arkadaşını

itmeyeceksin, çevre temizliğine

önem vereceksin, yere kâğıt

atmayacaksın, tükürmeyeceksin’

şeklinde eğitim çalışmalarında

bulunduk. Bu çalışmaları talep

okuldan geldiği takdirde yapıyoruz.

Daha çok özel okullardan talep

geldi. Biliyorsunuz çocukken

alınan eğitim, çok daha kalıcı

oluyor. Çevre temizliği de

önemli ve okullarda bir de

bunu özendirmek lazım.”

Yolsuzlukla mücadeleyi de

sürekli kılmak gerektiğini anlatan

Akgün, bu noktada belediyelerin

önemli olduğunu işaret edip

“Belediyelerin önemi şuradan

geliyor, imar planı değişikliklerinde

ve imar planları yapılırken rant

kapısı oluyor” ifadesini kullandı.

SİYASETÇİLERE MEKTUP

YAZACAK

Siyasetçilere zaman zaman

mektup yazdıklarını da dikkat

çeken Akgün, “Mesela tüm

toplumu ilgilendiren bazı olaylar

oluyor, bizim söyleyecek sözlerimiz

var, açıklamalarda bulunuyor

görüşlerimizi söylüyoruz.

Hatta görüşlerimizi iletmemiz

gerekenlerden kabul edenlere

gidiyoruz” diye konuştu.

Önümüzdeki günlerde

siyasetçilerden randevu talep

edip etmeyeceklerine ilişkin

sorumuzu Akgün, şöyle yanıtladı:

“Tek şey söyleyeyim, dillerini

düzeltmeleri için gideriz. Topluma

örnek oluyorlar. Konuşmalarında

biraz daha dikkatli olmaları lazım.

Sokak ağzıyla konuşuluyor, bu

yanlış bir şey. Bunu düzeltmeleri

lazım. Yüz yüze görüşmesek

bile kendilerine mektup yazarız.

Dillerini düzeltmeleri için.”


Haber Yazısı

2019 / Sayı 1

Eskişehir’e “kömürlü termik

santral” kurulmasına tepkiler

artıyor

33

Büşra Taşkıran / Eskişehir 29 Mayıs 2019

Eskişehir- Alpu Ovası,

birinci sınıf tarım arazisi

ve üretim potansiyeli

nedeniyle Bakanlar

Kurulu kararıyla, 2017’de “büyük

ova koruma alanı” statüsüne

alınmıştı. Verimli arazilerin olduğu,

bölge halkının tarım ve hayvancılık

yaptığı bu topraklar, ayrıca dünya

lületaşı rezervlerinin büyük

kısmına da ev sahipliği yapıyor.

Alpu Kömürlü Termik

Santrali, Eskişehir’in en verimli

topraklarının bulunduğu Tepebaşı

İlçesi’ndeki merkeze yakın Alpu

Ovası’nda kurulması planlanmıştı.

Uzmanların, “Hava ve çevre

kirliliği oluşturacağı” yönündeki

görüşlerine karşı Çevre ve

Şehircilik Bakanlığı, projenin

çevreye zarar vermeyeceğine

dair “Çevresel Etki Değerlendirme

(ÇED) Olumlu” raporu vermişti.

Projenin ÇED süreci, Eylül

2017’de başlamıştı. Tema Vakfı’nın

yanı sıra meslek odaları,

ulusal ve uluslararası sivil

toplum örgütleri, belediyeler ve

vatandaşlar tarafından Bakanlığın

verdiği olumlu ÇED raporu,

mahkemeye taşınmış, idari dava

açılmıştı. Çevre ve Şehircilik

Bakanlığı’nın 6 Mart 2018 tarihli

ÇED olumlu raporu, Alpu Termik

Santrali ve bu santrale

kömür sağlayacak olan

rezerv alandaki yeraltı maden

işletmesi ile kül düzenli

depolama tesisinin yapımına

başlanması anlamına geliyor.

SONDAJ KUYULARI AÇILMAYA

BAŞLANDI

Eskişehir Çevre ve Yaşam

Platformu (ESÇEP), Alpu Kömürlü

Termik Santrali Projesi’nin

her aşamasını yakından takip

edeceğini yaptığı basın açıklaması

ile duyurdu. ESÇEP adına

açıklamada bulunan Fikret Baykır,

sondaj çalışmaları hakkında bölge

halkına sağlıklı bilgi verilmediğini

vurgulayarak “Yörede

yaşayanların endişeyle karşıladığı

sondaj kuyuları, yönetmeliklere

uygun açılmamakta. Sondaj

işlemi sonucunda oluşan atık

çamurlar, Ağapınar Mahallesi’nde

bulunan tarım arazisi

niteliğindeki depolama alanına

boşaltılmaktadır. Bu durum


2019 / Sayı 1

34

toprak ve su kirliliği bakımında

büyük riskler oluşturmaktadır”

uyarısında bulundu.

Alpu Ovası’nda yapılan

çalışmalarda toprağın yüzlerce

metre altına inildiği ve çevrede

çökmelerin olabileceğine dikkat

çeken Baykır, “Eskişehir halkının

bilgisi dışında, insafsızca ve

acımadan verimli ovamızın

kalbine girilmekte, tarım

topraklarımız pervasızca delik

deşik edilmektedir” dedi.

ÇED RAPORU GERÇEĞİ

YANSITMIYOR

Çevre Mühendisi Ozan Devrim

Yay, ÇED olumlu raporuna dava

açanlardan biri. Termik santralin

çok boyutlu zararları olduğuna

işaret eden Yay, “Öncelikle

bölgenin hava kalitesine büyük

zarar verecek. Burası, Türkiye’nin

tarımsal SİT alanı olarak tescil

edilmiş bir yer. Verimli tarım

arazisinin bu amaçla kullanılması

doğru değil. Ayrıca bu bölge,

lületaşı ocaklarının bulunduğu bir

alan. Termik santral, lületaşının

çıkarılmasına da büyük zararlar

verecek” diye konuştu.

Akademik çalışmalarını

“hava kalitesi” ve ilişkili konular

üzerine yapan Yay, “Hava kirliği,

hem insan hem bitki sağlığına

zarar veriyor. Burada kurulacak

termik santral, büyük miktarda

sera gazı emisyonu oluşturacak.

Sera gazı etkisiyle hem genel

hava kalitesinde hem de küresel

iklim değişikliğine sebep

olacak” ifadelerini kullandı.

ÇED olumlu raporunda teknik

değerlendirmelerin gerçeği

yansıtmadığını iddia eden

Yay, sözlerini “ÇED raporunu

hazırlayan firmalar, raporun

hazırlanmasıyla ilgili finansmanı

yatırımcıdan alıyorlar. O yüzden

ÇED raporu hazırlayan firmaların,

projenin gerçek olumsuz

etkilerini rapora yansıtması

çok zor” diye tamamladı.

ENERJİ ÜRETİMİNE KARŞI

DEĞİLİZ

Kömürlü termik santralin

hemen yanı başında bulunan

Alpu Ovası’nın en büyük yerleşim

yerlerinden biri de Gündüzler

Köyü. Bölge halkının geçimini

bu ovadan sağladığını anlatan

Gündüzler Köyü Muhtarı Selim

Kurnaz, “Termik santralin

atıkları, yöre halkının tarım ve

hayvancılık yapmasına engel

olacak. Bu bölgede yetişen

tarım ürünlerinin ithalinde artık

bazı ülkeler bizim ürünlerimizi

kabul edilmeyecekler”

diyerek önümüzdeki yıllarda

gündeme gelecek başka

bir sorunun altını çizdi.

Alpu Ovası’nın tarım için çok

değerli olduğunu ve bölgede mısır,

şeker pancarı, ayçiçeği, arpa ve

buğdayın bol miktarda yetiştiğini

anlatan Kurnaz, “Zonguldak

Çatalağzı ve Çanakkale Çan

bölgesindeki kömürlü termik

santrallerini gezdik. Termik

santral kurulmadan önceki

yaşamlarını ve sonraki

yaşamlarını oradaki insanlar

bize anlattı. İnsanların bölgeden

göç ettiğini, şehrin ise hayalet

şehre döndüğünü gördük” dedi.

Enerji üretimine karşı

olmadıklarını, yenilenebilir

enerji üretimi projelerine

destek vereceklerini belirten

Kurnaz, “Bölgeye 229 tane

sondaj yapılacak. ÇED olumlu

raporunu güçlendirmek için

sondaj çalışmaları başladı.

Ancak yöre halkına doğru bilgi

verilmiyorlar. ‘Petrol arıyoruz’

diyorlar” iddiasında bulundu.

Bu arada kömürlü termik

santral için gerekli olan sondaj

çalışmalarına bazı arazi

sahiplerinin izin vermemesi

üzerine Maden Tetkik ve

Arama Genel Müdürlüğü (MTA)

yetkililerinin, “Burada petrol var

onun için sondaj vuracağız, belgeyi

imzalar mısınız?” diyerek izin

almaya çalıştıkları ileri sürülüyor.


2019 / Sayı 1

Gazeteciler Cemiyeti

Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi Projesi

Üsküp Caddesi No:35 Çankaya/Ankara

+ 90 312 427 15 22

www.media4democracy.org

www.gazetecilercemiyeti.org.tr

www.24saatgazetesi.com

35

facebook.com/media4democracy

twitter.com/democracy4media

instagram.com/media4democracy

Serbest Çalışan Gazetecileri Güçlendirme Destek Aracı başvurularınızı

media4democracy.org/destekler adresine tıklayarak ya da

haber@media4democracy.org e-posta adresine ileterek yapabilirsiniz

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!