13.05.2021 Views

Çarçuba 2.Sayı

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

14.05.2021 SAYI:2

ÇARÇUBA

AKTÜEL PSİKOLOJİ DERGİSİ

" İNSANLıK "

bensu


02

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ

3

ÇARÇUBA NE DEMEK?

4

EMEĞİ GEÇENLER

5

İNSANLIK

6

iNSAN VAROLUŞUNDA KAYGI

7-11

FOBİLERİMİZ ÜZERİNE DÜŞÜNMEK

12-14

İNSAN, VAR OLMAK

15-16

GERÇEKTEN NE İSTİYORUZ?

17-20

WHIPLASH FİLM ANALİZİ

21-24

KORKUYORUM ANNE FİLMİ

25-27

OTOMATİK PORTAKAL

28-33

İNSANA DAİR

34-40

BİLİNCİN DIŞINDAN ÖYKÜLER, SAHNELER

41-43

PSİKOLOJİ KULÜBÜ HAKKINDA

44-51


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

SUNUȘ

“Benim için küçük, İNSANLIK için büyük bir adım*

Dünya dışındaki bir gök cismine adım adan ilk insan

olan Neil Armstrong’un bu sözü tarihe damga

vurmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler

Birliği arasındaki soğuk savaş döneminin en önemli

ayaklarından birini oluşturan Uzay Yarışı’nın insanlık

adına bir zaferle taçlandırılması ülkeler arası

rekabetin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir olaydır.

Eski Ahit’te anlatılagelen Babil Kulesi’nin hikayesinin

benzer ögeler taşıması oldukça ilginç. Başlarının

üzerinde uçsuz bucaksız gökyüzünü gören

insanların erişilmez olana duydukları özlemin

Dr. Öğretim Üyesi Gökçe ÖZKILIÇCI

etkisiyle dev bir yapı oluşturma arzuları neticesinde bir araya gelmeleri. Hikaye hazin bir son ile

bitiyor. Tanrı onun seviyesine gelmelerinin önüne geçmek adına işbirliği halinde olan insanların

dillerini karıştırıp birbirlerini anlamamalarını sağlıyor. Diyalog kuramayan insanlar bloklara ayrılmış

ve ortak eser yaratma arzularını terk etmişlerdir. Neticede insanlığın ortak eseri olabilecek olan

Babil Kulesi yıkılıp gitmiştir.

Bitmek tükenmez bilmeyen mücadeleler, savaşlar, göçler, devrimler, zaferler… Tarihin tozlu

sayfalarını karıştırdığımızda (ki artık bunu Google başta olmak üzere çeşitli arama motorları bizim

yerimize milisaniye de yapabiliyor) İnsanlığa dair söyleyeceğimiz o kadar fazla şey var ki. Ancak işin

en acı tarafı, karşımıza çıkan hadiselerin ağırlıklı olarak olumsuz olaylar olması. Yüz Yıl Savaşları,

Otuz Yıl Savaşı, Haçlı Seferleri, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları… Bu kadar acı hadiseden sonra

birbirimizi öldürmeksizin, insanlık için ulaşılması güç amaçlara en önce ulaşma motivasyonuyla

rakipleri alt etmeyi öğrenmek insanlığın uzaya attığı adımdan daha önemli bir adım olsa gerek. Bu

adımları atarken unutmamamız gereken en önemli ödevimizin diyalog olduğunu hatırlatmakta

fayda var.

İnsanlığın bugünlerde bir diğer en önemli ödevi ise ümitvar olmak. Nazım Hikmet’in Büyük

İnsanlık şiirinde ifade ettiği gibi, “büyük insanlığın toprağında gölge yok, sokağında fener,

penceresinde cam ama umudu var büyük insanlığın, umutsuz yaşanmıyor.” Hangi koşullarda

olursak olalım, yarınımıza ve insanlığa dair ümidimizi bir gün bile olsa kesmememiz gerekiyor. Çünkü

en son umutlar ölür…

Dr. Öğretim Üyesi Gökçe ÖZKILIÇCI

İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Psikoloji Bölümü

*https://en.wikipedia.org/wiki/File:Neil_Armstrong_small_step.wav


ÇARÇUBA NE DEMEK?

Başlığın işaret ettiği soru okuyucunun da merakına yanıt

olabilir diye düşündüm.

Farsça bir sözcük olan “çarçuba” dört çubuk anlamına geliyor

ve dilimizde “çerçeve” olarak yaşıyor.

Sevgili son sınıf öğrencilerimizin hayal ettiği bu dergi

bölümümüzün psikoloji kulübü ile işbirliği içinde hayat buluyor.

Son sınıf öğrencilerimizin yakıştırdığı isim, yani çarçuba, meslek

yaşamına epeyce yaklaşmış olan son sınıf öğrencilerimizin etik

duyarlılığına ilişkin çağrışımları içeriyor. Zira çerçeve kavramı,

psikoloji alanında üretilen tüm işlerin ayrılmaz parçası olarak

kavranmış ve kabul edilmiş demek ki! Evet; çerçevesiz iş

yapamayız. Ne yapıyoruz, ne için yapıyoruz, nasıl yapıyoruz, yapacağımız iş ne kadar süreyi

kapsayacak ve karşılığı ne olacak soruları ile düşünmek ve tasarlamak mesleki eylemlerimizin içine

yerleştiği çerçevedir. Çerçeve, belirli bir yaşantıyı veya işlemi yaşamın akışı içinde fakat ondan ayrı

bir zaman ve mekan ilişkisi ile tanımlayan bir kavram.

Derginin hazırlığı ve hayata geçişi gerçek anlamda bir öğrenci etkinliği olarak gelişti. Bölüm

hocalarımız ve öğrencilerimiz olarak bu dergi için heyecanlıyız. Öğrencilerimiz “alan –alıcı” rolünün

ötesine geçerek “veren, üreten” rolüne hazırlanmış oluyorlar. Bir bakıma meslek hayatına mesleki

üretim ile adım atmış oluyorlar. Düşüncelerini bilgileriyle birleştirip yazıya dökmek, ifade etmek,

cesaretini gösteriyorlar. Rektör hocamız Sn Prof. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu’nun pek beğendiğimiz

tanımlarıyla “bilgiyi bilince dönüştürme” nin örneğini veriyorlar. Ne mutlu bize ki, öğrencilerimizin,

yakın zamanda meslektaşımız olacak gençlerin mesleki alana düşünsel emek ve üretimle kalıcı bir

adım atmış olmalarında bir parça payımız var.

Derginin oluşumunda ortaya atılan düşünceler, tasarımlar, planlar, yazılar, hepsi ama hepsi

gerçekten öğrencilerimizin kendi çabalarıyla gerçekleşti. Üniversitemiz ve fakültelerimizin öğrenci

kulüplerinden alınan desteklerle süreç ilerledi. Kurumsal yapı içinde sağlanan destek, derginin

sürdürülebilir olması ve geniş bir okuyucu grubuna ulaşabilmesi yönünde umut vericidir.

Çarçuba’ya hoş geldin ve yolun açık olsun dileklerimizle…

İYYÜ Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Öğretim Üyeleri adına

Bölümü Başkanı

Dr.Öğretim Üyesi Hatice Nevin Eracar


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

EMEĞi GEÇENLER

Akademik Danışma Kurulu

Dr. Öğr. Üyesi Nevin ERACAR

Dr. Öğr. Üyesi Gökçe ÖZKILIÇCI

Öğr. Gör. Cihan ASAROĞLU

Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Fatih Varlı

Hakemler

Araş. Gör. Büşra Ceren TANGÜL

Araş. Gör. Gamze UZUNORMAN

ÇARÇUBA Aktüel Psikoloji Dergisi

Kurucu Yazman-Gökçe Gülizar Akyüz

Yazman-Nisa Nur ATEŞ

Yazman-Elife EKER

Yazman-Rumeysa ÇALIŞKAN

Yazman-Elif ÇAMCAN

Ressam-Gülay ŞENGÜL

Ar-Ge -Elif DEĞİRMENCİ

Psikoloji Kulübü Yönetim Kurulu

Danışman- Dr. Öğr. Üyesi Nevin ERACAR

Psikoloji Kulübü Başkanı- İrem YAZGAÇ

Psikoloji Kulübü Başkan Yardımcısı- Rumeysa ÇALIŞKAN

Psikoloji Kulübü Yazmanı- Gökçe AKYÜZ

Psikoloji Kulübü Yazmanı- Elif ÇAMCAN

Psikoloji Kulübü İletişim Sorumlusu- Elif DEĞİRMENCİ

Psikoloji Kulübü Afiş Sorumlusu- Emine ŞENGÜL

Psikoloji Kulübü Sosyal Medya Sorumlusu- Kader DEMİR

Tasarım Kulübü Yönetim Kurulu

Danışman- Dr. Öğretim Üyesi Özlem VARGÜN

Grafik Tasarım-Aleyna DÖNERKAYALI

Grafik Tasarım/Kapak Tasarım-Bensu Hilal EROL

Grafik Tasarım-Tuğçe KARAKÖZ


İNSANLIK

‘Umuda atılan ip gittikçe gerilince

Baharla yeni açan yaprağa tutundum

Solacağım sonbaharda’

-Cahit Zarifoğlu

Gülay Şengül

İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

4. Sınıf Öğrencisi

Fen Edebiyat Fakültesi

06


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

İNSAN VAROLUȘUNDA KAYGı

İnsan ana rahminden ayrıldığı ilk an

hayata kaygı ile başlar. Ağlayacak mı,

ağlamayacak mı? Ciğerlerine ilk oksijenin

temas edeceği an nefesler tutularak

beklenir. İnsanın ana rahmine ilk düştüğü

zamana gidecek olursak da insan hep

eksiktir ve tamamlanmaya çalışır. İnsan tam

olabilir mi, olabilirse nasıl ve ne zaman

olabilir? İnsan kaygıyla doğar, eksikliğini

tamamlamaya çalışarak büyür, büyürken

çeşitli aşamalardan geçerek kendini

gerçekleştirmeye çalışır. Ancak bu aşamalar

ne sırayla olur ne de aşılan aşama geride

kalır. Her varılan aşamaya öncekiler eşlik

eder ve öngörülemez bir dansla yola devam

ederler.

İngilizlerin evleri için dediğini, ben

kederim için diyorum: Kederim benim

kalemdir. Birçoğu, keder sahibi olmayı

yaşamın refahlarından sayar (Kierkegaard,

2020: s.18). Kierkegaard burada “My home is

my castle” (Evim benim kalemdir veya

herkesin evi kendi kalesidir) özdeyişine

gönderme yapmaktadır. Ben burada keder

yerine kaygıyı önereceğim. Kaygı bizim

kalemizdir. Fazlası bizi içine çekecek, azı ise

bizi savunmasız bırakacaktır. Kaygımı ne

kadar tanıyor ve dengeleyebiliyorsak biz o

kadar güçlüyüzdür. Varoluşumuzdan bu

yana bize eşlik eden kaygıyı sahne dışı

bırakamayız. Ayrıca unutmayalım ki sahne

dışı da tiyatro salonuna dahildir, sadece

izleyiciler göremez. Sahne dışından sufle

edilir, destek verilir, hazırlıklar yapılır vs.

Kaygıyı istediğimiz kadar sahne dışına atalım

o kapıdan çıkıp bacadan girecektir. Kaygı ile

yapabileceğimiz en iyi şey itişip kakışmadan

sahnede birlikte var olabilmek gibi

gözüküyor.

Kaygıyı korkuyla karıştırmamaya dikkat

etmek gerekir. Bu farkı anlamamıza yardımcı

olan temel fark korkunun bir nesnesinin

olmasıdır. Korku canlı ya da cansız herhangi bir

şeye karşı duyumsanır. Ancak, kaygının herhangi

bir nesnesi yoktur. Nereden geldiği ya da nereye

gittiği bilinmez. Bu yüzden insanlar onu sahne

dışı bırakmaya çalışır. Korku nesnesi belli olduğu

için zapt edilen bir duygu iken, kaygı asla kontrol

altına alınamaz. Çünkü sonlu bir varlık olan insan

sonluluğunu asla yenemez (Alıntılanan Deren,

1999: 116; aktaran Manav, 2011: 207). Kaygının

nesnesinin hiçlik oluşu ve insanı yönlendirdiği

geleceğin yarattığı tedirginlik bir yandan sürekli

bir kaygıyı ifade ederken, bir yandan da insanın

yaşamını anlamlandırmasına yardım eder. Kaygı,

insanın dünyasının anlamsızlığı karşısında

üzerine çöken hiçlik durumundan silkinmesi ve

kendine gelmesi için gerekli olan bir ruh

durumudur. (Alıntılanan Güçlü ve diğerleri,

2002: 710; aktaran Manav, 2011: 206). Yani kaygı,

insanın kendi varoluş yolculuğunu

anlamlandırmadaki en yakın yol arkadaşıdır.

07


Varoluşçu felsefe akımı kaygı kavramını

etraflıca incelemiştir. Kierkegaard, varoluşçu

felsefede kaygı kavramını ilk inceleyen filozoftur.

Kierkegaard insanın yalnızca biyolojik ve

rasyonel yanıyla ele alınmasının yetersiz

olduğunu psikolojik yönünün de önemli

olduğunu vurgulamıştır. Bu düşüncesinden yola

çıkarak kaygı kavramını ele almıştır. Kierkegaard’a

göre kaygı insanın hiçlikten kurtulmasındaki en

önemli adımdır ve kendini bulmasında gerekli

olan en temel duygu durumdur. Heidegger,

Kierkegaard’dan sonra kaygı kavramını ele alıp

geliştirmiştir. Kierkegaard’ın hiçlikten kurtuluş

için gerekli gördüğü kaygı kavramı, Heidegger’de

hiçliğin tehdidi karşısında yolunu kaybeden

varoluşun içine düştüğü güvensizlik duygusu ve

insanın hem dünyaya fırlatılmışlığının hem de

ölümlü varlık oluşunun farkına varmasıyla ortaya

çıkar (Alıntılanan Güçlü ve diğerleri, 2002: 710;

aktaran Manav, 2011: 207).

Dasein, Heidegger’ın “insan olma olanağı”

kavramını tanımladığı varoluşsal bir karakterdir.

Heidegger varlığın anlamını Dasein ile arar.

Dasein dünyaya fırlatılmış bir varlık olduğunu

fark ettiğinde kaygı duymaya başlar. Karanlığın

aydınlığı anlamlı kılması gibi nesnesi hiçlik olan

kaygı, Dasein’ın varlığını aydınlatır. Dasein

özne haline gelir ve özgür bir varlık

olduğunun farkına varır. Olanaklarını özgürce

gerçekleştirmek ister ancak olanakların

hepsini gerçekleştiremeyeceğini anlar.

Olanakların olanaksızlığı onu kaygılandırır.

Olanakların sonuncusu ise ölümdür. Henüz

gerçekleşmemiştir ama hep vardır. Ölüm

olanağı Dasein’e olanakların tamamını

gerçekleştiremeyeceğini hatırlatır. Ölümün

gerçekleşeceği kesindir ama zamanındaki

belirsizlik durumu onu kaygılandırır. Kaygı

Dasein’in insan olma yolundaki en belirleyici

faktördür. Kaygı Dasein’i kendisi yapar

(Alıntılanan Çüçen, 2003: 87−88; aktaran

Manav, 2011: 209)

Kaygı bir hiçlik halidir ve Dasein’ın sonlu

varlık oluşu ile yüz yüze gelmesi sonucu

ortaya çıkar (Manav, 2011: 209). Yani insan

doğası gereği sonlu ve eksik bir varlıktır, bu da

insanda kaygı yaratır. Mesela ana rahmine

yeni düşmüş bir bebeği düşünelim. Eksiktir ve

bir parazit gibi yaşar, kendi gelişimini

gerçekleştirebilmek için anneden ve

vücudundan faydalanır. Her şey yolunda

gider ve ana rahminden ayrılmayı

başarabilirse eksikliğini tekrar hatırlar.

Yaşadığı ortamdan çok daha soğuk bir

dünyaya gelir ve hemen şimdi kendi

ciğerlerini kullanarak nefes almalıdır.

Eksikliğini fark eder ve kaygılanır, bebek ilk

burada ağlar. En çok bebekliğimizde ağlarız

çünkü en çok bebekliğimizde eksiğizdir. En

temel ihtiyaçlarımızı karşılayamayız ve

hayatta kalmak için ötekine ihtiyaç duyarız

ama eksikliğimiz hiç bitmez. Ağzında

annesinin memesi olan bir bebeğin gözü

bazen babasının yediği yemekte kalır, süt

yetmez ve daha fazlasını ister. En sonunda da

ölümlülüğünü fark eden insanın gözünde

sonsuzluk kalır ve onu ister.

08


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK”

Yalom, Varoluşçu Psikoterapi kitabında 4

temel varoluş kaygısını ele almış ve çalışmıştır.

Bunlar ölüm, özgürlük, sorumluluk ve

anlamsızlıktır. Bu dört temel kaygıyı yaşam

haritasındaki dört temel yokuş olarak

düşünebiliriz, aralarda çeşitli yollar vardır.

Bazen bir kaygı yolunu aşabilsek bile yaşam

haritasındaki karmaşık yollar bizi herhangi bir

kaygı yokuşunun herhangi bir noktasına

çıkarabilir. Yani bu dört temel kaygımızla

geçinerek yaşayabilmemiz insan olabilmemize

ve kendimizi gerçekleştirebilmemize olanak

sağlar. Ancak, her ne kadar bu kaygılarla

yaşayabilsek de bir gün bazı unsurlar bu

kaygılarımızı gıdıklayabilir ve harekete

geçirebilir.

Yalom kitabın ilk bölümünde ölüme yer

vermiştir. Oldukça haklı bir sıralamadır.

Varoluşumuzu ele alacaksak olmayışımızın

kaygısını düşünmek önceliktir. Manilius

“Doğumda bile ölürüz; son başlangıçta vardır.”

demekte ve ölüm gerçekliğine dikkat

çekmektedir (Bakırtaş, 2011: 646). Ölüm

insanlıktan bile önce vardı ama her insanın

ölümle temas etmesi biriciktir. İlk başlarda şehir

efsanesi gibi duyduğu ölümü ancak çevresinin

ölümüyle biraz daha anlamlandırma şansı bulur

insan. Çevresinden birinin ölümü bile tam

olarak anlaşılır değildir ve belirsizlik doludur.

Ancak, kendi ölümüyle netlik kazanacaktır

ölüm. İnsanlık genelde burada hızlıca netlik

yerine belirsizliğin yarattığı kaygıyı seçer.

Yapılması gerekense biz doğmadan bile önce

var olan ölümü kabul etmek bununda insan

olmaya dair bir özellik olduğunu kabul

ederek yaşamaktır. Bir Kızılderili

atasözü der ki “Doğduğunda sen

ağlamıştın, herkes bayram

etmişti. Öyle bir hayatın

olsun ki öldüğünde

herkes ağlasın, ,

sen bayram

et.”.

Ölüm gerçek olandır, ölümlülüğünü kabul

ederek insan sınırlarını görmüş olur. Ölümün ne

zaman olacağı belirsizdir bu sebeple esas olan

şimdi ve burasıdır. Şimdi ve buradaya yatırım

yapan kişi öldüğünde bayram edecek kişidir.

Ölümle karşı karşıya kaldıktan sonra, önemli

değişim gösteren insanlara ait örneklerde

psikoterapi açısından belirgin ve önemli

sonuçlar vardır (Yalom, 2018: 62−63). Ölüm

fiziksel varlığımıza son veren bir kavram

olmanın yanında yaşama eyleminin anlam

kazanmasına muhteşem ölçüde yardımcı olur.

Ölümün kabul edilmesi insan hayatını büyük

ölçüde değiştirmektedir. Çeşitli koşul ve

durumlarda ölüme yakınlaşan ya da ölümü

teğet geçen insanların yaşam kaliteleri büyük

ölçüde değişmektedir. Senatör Richard

Neuberger kanserden ölmeden kısa bir süre

önce şu değişiklikleri ifade etmişti:

Dönüşü olmayacağını düşündüğüm

değişiklikler oldu bende. Saygınlık, politik

başarı, mali durum gibi konular birdenbire

önemsiz hale geldi. Kanser olduğumu fark

ettiğim o ilk saatler içinde parlamentodaki

yerimi, banka hesabımı ya da özgür dünyanın

kaderini hiç düşünmedim… Karım ve ben

hastalığımın teşhis edilmesinden bu yana hiç

kavga etmedik. Eskiden onu diş macununu

alttan sıkmak yerine üstten sıktığı, benim titiz

iştahıma uygun şekilde ikramda bulunmadığı,

konuk listesini bana danışmadan hazırladığı,

kıyafetlere çok fazla para harcadığı için

azarlardım. Şu anda ya bu konuların farkında

değilim ya da önemsiz görünüyorlar…

09


Bunların yerini bir zamanlar öylesine

kabul ettiğim şeylerin yeniden takdir

edilmesi aldı- bir arkadaşla öğle yemeği

yemek, Muffet’ın kulaklarını kaşıyıp

mırıltılarını dinlemek, karımın arkadaşlığı,

başucu lambamın altında kitap ya da dergi

okumak, bir bardak portakal suyu ya da bir

dilim kek için buzdolabını talan etmek.

Sanırım ilk defa hayatın tadını çıkarıyorum.

Sanırım ölümsüz olmadığımı fark ettim. Sahte

gurur, yapay değerler ve kibirli bakışlarla – en

sağlıklı olduğum zamanlarda bile – kendi

adıma yazık ettiğim bütün o anıları

hatırladığımda ürperiyorum (Alıntılanan

Neuberger&Frank, 1962; aktaran Yalom, 2018:

56).

Yalom, ikinci bölümde sorumluluk

kavramından bahsetmektedir. Sartre’ın

özgürlük görüşü çok geniş kapsamlıdır:

İnsanoğlu yalnızca özgür değildir, özgürlüğe

mahkumdur da. Ayrıca özgürlük, dünyadan

sorumlu olmanın (yani dünyayı anlamla

doldurmaktan da sorumludur) ötesine

geçmektedir: İnsan ayrıca kendi hayatından

da tamamen sorumludur; yalnızca

eylemlerinden değil, eyleme geçmediği

durumlardan da sorumludur (Yalom, 2018:

298). Öncelikle söylemeden edemeyeceğim

ki az önceki cümlelerde insanoğlu demek

yerine insan ya da insanlık demeyi tercih

ederdim. Yalom, Sartre’ın özgürlük görüşünü

biraz sert bulmaktadır. Mesela Sartre’ın

görüşüne göre ben dünyanın herhangi bir

ucunda yapılan hayvan katliamından

sorumluyum. Bu konu hakkında az bilgi

sahibi olmam ya da kendimin bir şey

yapamayacağımı düşünüyor olmam yeterli

sebepler değil. Bu konuda az bilgi sahibi

olmamın benim seçimim olduğu, en azından

çevremle bunun hakkında sohbet etmemin

ve eleştirmemin bile bir eylem olduğu

düşüncesi hâkim olacaktır. İnsan kendisini ve

dünyasını tasarlamayı ve sorumluluğu eline

almayı kaygı verici bulur. Dünyada insanın

kendi yarattıklarının dışında başka bir anlam

yoktur (Yalom, 2018: 299).

10


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLı”

Yalom, üçüncü bölümde varoluşsal

yalıtım kavramını ele almıştır. Varoluşsal

yalıtım, yalnızlık alanıdır. Ölümlülüğünü ve

özgürlüğünü fark eden insan kendisini bu

yalnızlık alanında bulacaktır. Yazımın başında

da söylediğim gibi insan bu temel kaygılar

arasında ta ki ömrünün sonuna dek dolaşıp

durur. Ölüm oldukça gerçektir ve varoluşsal

yalnızlığımızı anlamada bize oldukça destek

olur. Ölüme insan tüm yalnızlığıyla gider, o

yolda ona eşlik edecek kimse yoktur. Annesi,

babası, eşi, dostu, hayvanı ya da herhangi bir

şeyi ölümünde ona eşlik edemez. Ölüm kişiye

aittir ve bu da varoluşsal yalnızlık kaygımızı

harekete geçirir. Yani mitolojideki Kharon ve

Hermes boşuna değildir, insan ölümde

kendisine eşlik edecek birilerini arar.

İnsan kendisini temel yalıtım

duygusundan nasıl korur? İnsan kendi

payına düşen yalıtımı alır ve ona cesaretle ya

da Heidegger’in ifadesiyle “karanlık” la

dayanır. Geri kalana gelince, kişi tek

başınalıktan kurtulmaya ve bir başkasıyla ya

kendisi gibi bir insanla ya da ilahi bir varlıkla

bir ilişki içine girmeye çabalar. Bu nedenle

varoluşsal yalıtım korkusuna karşı en büyük

destek, yapısı gereği ilişkiseldir ve varoluşsal

yalıtımların klinik belirtilerini anlatışım ister

istemez kişilerarası ilişkiler etrafında

merkezlenmelidir (Yalom, 2018: 488).

Varoluşsal yalıtımımızın gerçekliğiyle

yüzleşip onu kabul edersek diğer insanlara

sevgiyle yönelebiliriz. Bu kaygımızı yok

saydığımızda ise görmezden geldiğimiz

kaygının içerisinde yanımızdaki gerçek

anlamda kuramadığımız ilişkilerimizle birlikte

debelenip durmuş oluruz.

Yalom, son bölümde anlamsızlık

kaygısından bahsetmiştir. Hayatın anlamı

nedir? Neden yaşıyoruz? Sonunda ölüm

varsa şimdi neden yaşıyoruz? Ölümün

olduğu bir dünyada yaşamanın anlamı

nedir? Bu sorulara cevap aramak hem

cesaret işi hem de oldukça acı vericidir.

Elli yaşında Tolstoy intiharın kıyısına

gelmişti:

Hayatımın ellinci yılında beni intihar

fikrine fazlasıyla yaklaştıran soru, gelişmemiş

bir çocuktan en zeki bilgeye kadar her

insanın ruhunda yatan en basit sorudur: “Şu

anda yaptığım ve yarın yapacağım şeyden

ne yarar gelecek? Benim bütün hayatımdan

ne yarar gelecek?” Başka şekilde ifade

edecek olursam – “Neden yaşamalıyım?

Neden bir şey istemeliyim? Neden bir şey

yapmalıyım?” Yine başka bir ifadeyle: “Beni

bekleyen kaçınılmaz ölümle tahrip

olmayacak herhangi bir anlam var mı

hayatta? (Alıntılanan Tolstoy, 1929: 12,

aktaran Yalom, 2018: 562−563)

Nietzsche “Neden yaşadığını bilen kişi her

durumda hemen her şeye katlanabilir”

demektedir. Bu söz az önce okuduğunuz

Tolstoy’un paylaşımının neden acı dolu

olduğunu daha anlaşılır kılacaktır çünkü

Tolstoy henüz sorularını cevaplamamıştır.

Buradaki temel soruları cesaretle kabul edip

incelemeliyiz. En zor olan anlam ve soru

görmezden gelinmemelidir.

Kaygı olumsuzdur çünkü akıl dışıdır ve

rahatsızlık verir. Aynı zamanda olumludur

çünkü kişinin kendisi olmasına yardımcıdır.

Kararlarımıza ve eylemlerimize büyük ölçüde

kaygılarımız yön vermektedir. Bu sebeple

varoluşumuzu gerçekleştirmemizdeki temel

görevimiz kaygıyı kabul edip hayat

yolculuğunda bazen yokuş çıkmayı göze

almaktır. Yaşamak cesaret işidir!

Gökçe Gülizar AKYÜZ

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Kaynakça:

Bakırtaş, T. (2018) Varoluşçu Psikoterapi (I.D. Yalom). ÇÜİFD, 18(1): 645-649.

Kıerkegaard, S. (2020) Aforizmalar. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.

Manav, F. (2011) Kaygı Kavramı. Toplum Bilimleri Dergisi, 5(9): 201-211.

Yalom, I.D. (2018) Varoluşçu Psikoterapi. İstanbul: Pegasus Yayınları.

11


FOBiLERiMiZ ÜZERiNE

DÜȘÜNMEK

Korku kavramı, insanlık tarihinin ilk yıllarından

beri hayatımızda bulunan ve yeri geldiğinde

hayatta kalmamızı sağlayan bir yapıdır. Hayatta

kalmamız demişken aslında binlerce yıl

öncesinden bahsetmekteyim. Atalarımız eğer

ateşten, yeni yerler keşfetmekten veya

hayvanlarla mücadele etmekten korksaydı belki

de hiçbir zaman gelişemez ve bir ilerleme

kaydedemezlerdi. Aynı şekilde anormal

durumlarda korku anında meydana gelen savaş

ya da kaç tepkimiz olmasaydı hayatta

kalmamamız oldukça zor olabilirdi. Savaş ya da

kaç mekanizması vücudumuzun tehlike anında

savunma mekanizmasını oluşturur. Geçmişte

atalarımız için bu yırtıcı bir hayvanla karşılaşmak

olsak da evrimleşerek günümüzde bize

yaptıklarımız için sinirlenen patronumuz haline

gelmiş olabilir. Genel anlamda baktığımızda

korku tepkimiz işlevsel ve bazen bizi harekete

geçiren yapıdır. Ancak korku tepkimizin her

zaman bu kadar olumlu sonuçları olmayabilir.

Korkunun, hareketlerimizi sınırlayan ve bize

kendimizi çaresiz hissettiren bir yönü de

bulunmaktadır. Bazen bu çaresizlik giderek artar

ve denetlenemez hale gelir. Aynı şekilde

korkularımız yaşamımızın kalitesini düşürmeye ve

günlük yaşamımızdaki gidişatımızı etkilemeye de

başlar. Bu durumda karşımıza fobi kavramı çıkar.

İnsanlar iki temel içgüdüsel korku ile doğarlar.

Bunlardan birincisi yüksek ses ikincisi ise düşme

korkusudur. Öyleye diğer korkularımızı oluşturan

şeyler nelerdir?

Hayatımızda kendimizde olmasa bile

çevremizdeki insanlardan onların sahip

olduğu fobileri duymuşuzdur. Bunlar;

yükseklik (akrofobi), yılan (ofidiyofobi)

veya kapalı alan (klostrofobi) gibi fazla

bilinen fobiler olabilir. Ya da güzel

kadınlardan korkmak (venüstrafobi), iş

fobisi (ergofobi) veya cep telefonundan

uzak kalma (nomofobi) gibi fazla

duyulmamış fobiler de olabilir. Bazıları

bizim için oldukça şaşırtıcı veya anlamsız

gelse de fobiyi yaşayan kişi için bu

durumlar işlevselliğini etkileyen ve

günlük yaşamını zorlaştıran bir güce

sahiptir. Bu anlamda baktığımızda klasik

anlamda fobinin tanımından şu şekilde

bahsedebiliriz: Fobi, normalde

korkulmayacak belli bir durum ya da belli

bir nesne ile karşılaşınca ortaya çıkan

korkudur. Kişi bu durum ya da nesne

karşısında bu denli korkulmayacağını

bilir; korkusunu anlamsız, yersiz bulur.

Fakat yine de korktuğu nesne ya da

durumdan kaçınır (1). Tanım üzerinden

bakacak olursak eğer korku ve fobi

kavramlarının iyi ayrılması gerekmektedir.

Bir nesne ya da duruma fobi dememiz

için bazı koşulları göz önünde

bulundurmalıyız. Karşımızdaki durum ya

da nesne gerçekten de tehdit içeriyorsa

buna fobi diyemeyiz. Örneğin, ormanlık

bir alanda yılan çıkmasından korkmak

12

13


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK”

korkmak tam olarak fobi sayılmaz. Ancak yılanın

ismini duymaktan rahatsız olmak, belgeseller

izlemekten kaçınmak bir fobi olabilir. Aynı

zamanda örnek olarak şunu ekleyebiliriz ki

bunun dışında asansörden korkup yine de

asansöre binilmesi de fobi olarak

adlandırılmayacaktır. Ancak kişi çok katlı bir

yere çıkmak için bile asansöre binmekten

kaçınıyorsa buna fobi olarak bakabiliriz. Bunun

gibi farklı birçok durum ya da nesne ile ilgili

örnek verebiliriz. Psikiyatrik sınıflandırma

açısından bakıldığında fobilere baktığımızda;

Ruhsal Hastalıkların Tanısal ve İstatistiksel

Kılavuzu V (DSM V)’de fobi sınıflaması;

agorafobi, özgül fobiler, sosyal bunaltı

bozukluğu (sosyal fobi) şeklindedir (2).

Fobilerin tek tek tanımını yapmak yerine

nedenler üzerine düşünmek daha yaralı

olacaktır. Çünkü fobilerin oluşum nedenleri

kesin olarak bilinmemektedir. Aynı fobinin

oluşumundaki etkenler bile kişiden kişiye göre

farklılık göstermektedir.

Davranışsal etkenler açısından bakacak olursak

eğer; çocukken köpek tarafından kovalanan bir

kişi, yetişkinlik döneminde de köpeklere

yaklaşmaktan hatta onları görmekten korkabilir.

Yoluna çıktığında yolunu değiştirebilir veya

veya aynı ortamda bulunmak dahi

istemeyebilir. Bu durumda nötr bir uyaranın

kaygı oluşumunda koşullu uyaran haline

geldiği söylenebilir. Ve kaygıdan sürekli

kaçınmayla ve davranışın pekişmesiyle birlikte

durum kalıcı hale gelmektedir. Aslında fobiler

davranışçı görüşe göre öğrenilmiş durumlardır.

Kişinin geçmişinde yaşadığı travmatik bir

durumun fobi olarak karşısına çıkabileceği

düşünülmektedir. Ancak burada bilinmesi

gereken önemli bir nokta şudur ki; köpek

tarafından kovalanan her çocuk bir travma

yaşamıştır diyemeyiz. Travma kişinin yaşadığı

olayı değerlendiriş biçimiyle ilgilidir. Çünkü

travma olayda değil kişidedir. Ortak bir

yaşantıyı paylaşan insanların değerlendirme

biçimleri birbirinden tamamen farklı olabilir.

Aynı şekilde yaşadığı durumdan çok daha

sonra benzer bir durum yaşayan bir kişi daha

sonradan da fobi oluşturabilir. Psikanalitik

etkenlerde ise durum daha derinseldir.

Altbenliğe özgü bilinçdışı dürtülere karşı denge

kurmaya çalışan benlik, herhangi bir nedenle

zayıflar ya da dürtülerin gücü artarsa,

benlik-altbenlik arasında bir çatışma ortaya

çıkar. Çatışma durumunda kalan benlik

bunaltıya karşı savunma düzeneklerini

harekete geçirir. Yer değiştirme düzeneği

bunaltının belli bir nesneye ya da duruma

bağlanmasını sağlar. Böylece fobi oluşur. Kişi

fobik durumdan kaçınabildikçe kendini rahat

hissedecektir. Freud bir erkek çocuğundaki at

fobisini incelemiş, çocuğun bilinçdışında

babasına karşı duyduğu korkunun ata

aktarıldığını ve böylece fobi geliştirdiğini ileri

sürmüştür. Bu vaka fobilerin psikodinamik bakış

açısıyla incelenmesini içeren literatürdeki ilk

örnektir (3). Psikanalitik kurama göre fobilerin

oluşumu daha çok çözümlenmemiş çocukluk

çağı ödipal dönem sorunlarından

kaynaklanmaktadır.

13


Fobilerin oluşum nedenleri üzerine farklı bakış açıları olsa da tam olarak bildiğimiz şey şudur ki

nedenler kişiden kişiye değişmektedir. İnsanın kendi nedenlerine yönelmesi bu anlamda yararlı

olacaktır. Fobisi olan birisine ‘bunda korkulacak bir şey yok ki’ tarzındaki söylemlerin işe

yaramadığını da eklemeliyim. Çünkü anladığımız üzere nesneden ya da durumdan korkmak kişinin

elinde olmayan bir durumdur. Her ne kadar korkunun işlevselliğinden bahsetsek de çaresizlik

yönünü de unutmamalıyız. Bu anlamda yazımızı Montaigne’nin sözüyle bitirebiliriz, “Korku, bazen

ayaklarımıza kanat takar, bazen de ayaklarımızı yere çiviler.”

Nisa Nur ATEŞ

Psikoloji 4. Sınıf Öğrencisi

T.C İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Kaynakça:

Öztürk, O. ve Diğerleri) Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı

Derneği Yayını No.7. Ankara: 1981, s. 347.

Öztürk, O. ve Diğerleri) Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı

Derneği Yayını No.7. Ankara: 1981, s. 347-348.

Öztürk, O. ve Diğerleri) Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı

Derneği Yayını No.7. Ankara: 1981, s. 351.

14


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

İNSAN, VAR OLMAK

Edvard Munch

“Melancholy”

1891−1893

Antik Çağ felsefesinden

başlayarak, insan sorunuyla

hesaplaşmadan adım atılmadığı

kolayca söylenebilir (Ketenci ve Topuz,

2013: 2). İnsan tüm canlılar arasında

kendini tanımlama ve bir kimlik

kavramı geliştirme ihtiyacı içinde olan

tek varlıktır. Bu ihtiyacın bir sonucu

olarak da, hemen hemen

varoluşundan bu yana ben kimim, biz

kimiz, tüm insanlık nedir, nereden

geldik, nereye gidiyoruz sorularını

sormuş ve bu sorulara verdiği

cevaplara göre çeşitli düzeylerde

çeşitli sorunlar geliştirmiştir (Uzunöz,

1988: 52). İnsan kendi iradesi ve isteği

dışında dünyaya gelmiştir. Kimi zaman

varoluşuyla ilgili kaygıları olsa da

varlığının farkında olan ve bunun

üzerine düşünen bir varlık olmasıyla

diğer canlı türlerinden ayrılır.

İnsan, düşünceleriyle, duygularıyla, eylemleriyle

anlaşılması güç ve karmaşık bir varlıktır. Neyi bildiği,

nasıl bildiği, nasıl eyleme geçtiği, bunları hangi amaçla

kullandığı, kendini oluşturması ve bu oluşum sürecinde

kendine neler atfedeceği, neleri referans alacağı üzerine

düşünceleri ve endişeleri vardır. En çok da endişeleriyle

enginlik ve derinlik kazanmıştır ya da Euripides’in

deyişiyle “İnsan, endişeden yaratılmıştır.” Farsça kökenli

“endişe”nin anlamlarından biri de “düşünce”dir zaten

(Arslan, 2018: 311).

15


İnsan, koşullar ve çevresel faktörler

tarafından engellenmedikçe kendi yönünü tayin

edebilmektedir. Engellenme sürecinin olumsuz

bir getirisi olarak bireyin spontan olamaması,

kendi ile teması, yaratıcılığı ve daha birçok

konuda sorunlara yol açabilir. Moreno’ya göre,

yaşadığımız evrenin en zayıf noktası, makine

benzeri araçlarla yarışmak için insanın yetersiz

kalmasıdır. Çünkü insan, bitirilmiş ve

mükemmelliğe ulaşmış ürün yanılsaması

yüzünden, kendi ruhundaki yaratıcı süreçleri

ihmal ve terk etmiştir (Göka, 1995: 53).

(Ketenci ve Topuz, 2013: 6). Yani, insan

yaşamının anlamı, ne makine ne de benzeri

araçlarla ilişkilidir.

Tedirgin olmadan yaşanan sessizlik

insanın kendini algılayabilmesi için gereklidir.

Bu sessizlik içinde hem birlikte hem özgür

olmak daha zengin bir yaşantıyı hazırlar. Bu

tür bir sessizlik, tedirginliğe son vermek için

değil, otantik bir tepkinin doğuşuyla sona erer

(Geçtan, 2020: 171). Bu sessizliğin yapıcı

sonuçları olur. Kişi, özgür iradesini kullanacağı

alanlardan haberdar olduğunda, yaşamını,

varoluşunun farkında olarak ve kendi iç

dünyası ekseninde hareket ederek

şekillendirdiği aktif bir konuma geçer.

Kendimizi ve çevremizi anlayamamanın

getirdiği ürküntü dış dünyanın tehlikeli bir

alan olarak algılanmasına neden olur (Geçtan,

2020: 15). Buradan da anlaşılacağı üzere,

insanın iç ve dış dünya etkileşimini keşfetmesi

önemli bir noktadır. Etrafta meydana gelen

olayların iç dünyada neye denk geldiğini

anlamak, kendini gerçeklik içinde var

edebilmektir; varoluşla ilişki kurabilmektir.

Kişinin kaygılardan uzaklaşıp kendine

derinlemesine bakması, kendiyle temas

etmek için daha çok alan açması, çaba

göstermesi ve vakit ayırması algılanan bu

tehlikeden uzaklaşmayı sağlayacaktır.

René Magritte

“The Art of Conversation”

1950

Aksine, insan eksik kaldığı, tamamlanmamış

hissettiği konularda kendine karşı

sorumluluğunu görmezden gelmemelidir.

Sorumluluklarının ve amaçlarının farkında olan

insan, aslında, kendine bir varoluş alanı

yaratmaktadır. Bu sayede de kendini

yaşayabilme, tanıma ve anlamlı bir hayat sürüp

sürmediğini değerlendirebilme fırsatı bulur.

Aristoteles insan yaşamını anlamlı kılacak şeyi,

yine insanın varlıksal yapısıyla ilgisinde düşünür

Sağlıkla kalın…

İyi okumalar…

Elife EKER

4.Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Kaynakça:

Arslan, A. (2018). Kolektif Endişe: İnsan Olmak. Söylem Filoloji Dergisi, 3 (2), 311-313.

Geçtan, E. (2020). İnsan Olmak. İstanbul: Metis.

Göka, E. (1995). Moreno Nerede Yanıldı. Kriz Dergisi, 3 (1), 53-55. DOI: 10.1501/Kriz_0000000112

Ketenci, T. Ve Topuz, M. (2013). Aristoteles ve Augustinus’un İnsan Anlayışları

Üzerine. Kaygı. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi,

(20), 1-18.

Uzunöz, A. (1988). Kimlik Kavramı, Varolmanın İkilemleri, Psikolojik Sorunlar ve

Psikoterapi. Psikoloji Dergisi, (22), 52-57.

16


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

GERÇEKTEN NE İSTİYORUZ?

İnsan denildiğinde ele alınacak birçok konu var. Ben

bir davranışta bulunurken düşünme, planlama, karar

verme ve davranışı eyleme dökme süreçlerinde

gerçekten ne kadarının bizim isteğimiz olduğunun

üzerinde durmak istiyorum. Bazı kararlarımızda karşı

taraf bizden daha aktif rol oynayabiliyor. Bazı kişilerin

manipülasyon yeteneği o kadar yüksek ki ne olduğunu

bile fark etmeden kendimizi normalde hiç kabul

etmeyeceğimiz durumların içinde buluveririz. Hemen

hemen hepimizin farkında olmadan içine düştüğü bu

durumları anlatırken Robert B. Cialdini’nin “İkna’nın

Psikolojisi” adlı kitabından yardım alacağım. İnsanlar,

birilerini ikna etmek için birçok yöntem kullanırlar:

Usta iknacıların tekniklerinden biri sizi sınırlı

zamanınız olduğuna inandırmalarıdır. Köşeye sıkışmış

gibi hissedersiniz ve mantıklı düşünemez hale

gelirsiniz. Sınırlı zamanınız olduğuna inanmışsınızdır ve

‘Evet.’ demek için yarın çok geç olacaktır. Üstelik o gün

Robert B. Cialdini

almazsanız bir daha ‘size özel’ olan indirimli fiyat geçerli

olmayacaktır. Bir de sizin gibi zaman kısıtlamasından etkilenip o çok istediği (sınırlı zamandan dolayı

gözüne daha çekici gelecektir) ürünü kaçırmak istemeyen ve almak için kasaya ilerleyen size

benzeyen insanları gördükçe verdiğiniz bu ani karardan daha emin bir şekilde kendinizi kasaya

doğru yürür vaziyette bulursunuz. Benzer bir olay benim de başıma gelmişti. Mont almayı

düşünürken bir tanıdığımın üzerindeki montu beğenmiştim. Kendi üzerimde de denemiş, beğenmiş

ve nereden aldığını sormuştum. Mağazaya girdiğimde kendi bedenimi bulamadım ve iki durak

ileride olan başka bir şubesinde benim bedenim olduğu söylenince çıkıp hemen diğer şubeye

gittim. Fakat mağazada tekrar denediğimde çok içime sinmemişti. Bunun yanında da benim

bedenim tek bir tane kalmıştı ve mağazanın kapanma anonsları yapılıyordu. Yani hızlı bir karar

vermem gerekiyordu. Hem zaman sınırı vardı hem de ürün sayısında bir sınır vardı. Ya hemen

alacaktım ya da büyük ihtimalle bir

daha alamayacaktım. Üstelik

mağazaya kadar gelip denemiştim

yetmemişti daha ileride olan başka

bir mağazaya kadar da gelmiştim.

Yani çokça çaba harcamıştım ve

vazgeçmem iyice zorlaşmıştı.

Sonuç olarak tahminettiğiniz üzere

montu elime almış ve kasaya

doğru yürüyordum.

17


18

Bir başka yöntem de size öncesinde küçük bir iyilik yapmak veya size karşı bir fedakârlıkta

bulunduğunu size hissettirmektir. Fakat bu fedakârlık onlar için önemli değildir çünkü sizi birazdan

aslında istemeyeceğiniz bir duruma ikna ederek karşılığını alacaklardır. Ona karşı borçlu hissederek

‘Benim için yaptığı fedakârlık karşısında bende bu tavizi verebilirim.’ diye düşünmenizi sağlar. Ben de

geçtiğimiz günlerde böyle bir durumun içinde olduğumu fark ettim. Devlet hastanesinde diş doktoru

için randevu olmadığından dolayı önceden annemin de gittiği ve bu tanışıklık sebebiyle daha uygun

fiyata işlem yapan bir diş kliniğine gitmiştim. Birkaç kere daha gittim artık kendi aramızda da bir bağ

oluşmuştu. Daha sonra devlet hastanesinde diş randevuları açıldığında çok arada kaldığımı ve

şimdiye kadar gittiğim kliniği aldatacakmışım gibi hissettiğimi fark ettim. Dişçim indirim yaparak bana

karşı bir adım atıyordu. Benim de sanki cevap olarak ondan başka bir yere gitmemem gerekiyordu.

Buna karşılıkta bulunma ilkesi dendiğini sonradan öğrendim. Halbuki en başta o kliniğe gitmemdeki

en büyük sebep daha uygun fiyata tedavi görmekken, devlet hastanesinde ücretsiz tedavi görmeye

bile tercih edecek hale gelmiştim. Tabii aklımı ‘Daha sonra tekrar karşılaşır mıyız, ondan başkasına

gittiğimi anlar mı?’ gibi sorular da kurcalıyordu. Buradan da daha sonra karşılaşma olasılığının da etkili

olduğu çıkarımını yapabilirim.

Bir başka yöntemde kişinin dış görünüşünü istediğimiz şekilde yönlendirmektir. Çünkü

söylediğimiz sözlerle, düşüncelerimizle ve yaptığımız davranışlarla bilişsel çelişki yaşamak istemeyiz.

Bu yüzden dışarıya yansıttığımız düşünce ve davranışlarla tutarlı bir şekilde davranmaya çalışırız.

Herhangi bir denge bozucu unsur olduğunda onu hemen ortadan kaldırmak isteriz. Bu bizim otomatik

kararlar vermemizde de yardımcı olur. Eğer bir konuyla ilgili tutumumuz kesinse kararlarımızı o tutuma


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

tutarlı bir şekilde hızlıca veririz. Tutumlarımızdan hareketle oluşturduğumuz kalıpyargılarımız bizim

kafa karışıklığı yaşamadan zaman ve enerji tasarrufu yapmamızı sağlar. Fakat bazı durumlarda daha

önce verdiğimiz yanlış bir kararla ilgili körü körüne bir tutumu benimsemek de bize zarar verebilir.

Normalde çok çevreci olmayan ama yere de çöp atmayan bir kişiye, çöpünü çöp kovasına atınca ‘Bu

çevreyi koruyan ve farkındalığı yüksek duruşun çok güzel. Ne yazık ki çoğu insan bu duruştan uzak…

Çevrenin değerini senin kadar bilmiyorlar.’ gibi konuşmalarla kişiye çevreci misyonu yüklerseniz artık

ister istemez davranışlarına o doğrultuda dikkat edecektir. Dışarıdaki çevreci görüntüsüne karşılık

çevreye gerekli önemi göstermezse diğer insanların onun hakkında düşeceği çelişkiye izin vermek

istemeyecektir. Bu dış görüntüsü ne kadar çok insan tarafından bilinirse bu görüntüyle çelişki

yaratma şansıda o kadar zorlaşacaktır.

İnsanlar kanar mı, kandırılır mı, kandırılmak mı ister? Evet, kandırılmak mı ister dedim. İlk

okuduğumda bende o kadar çok şaşırmıştım ki… Ama bir yandan düşününce de anlamaya başladım.

İnsanlar ellerinde başka hiçbir çözüm kalmadığındason bir umut ışığı arayışına girerler. Çaresizce

birisinin gelip kendisini kandırmasını bekler. Çünkü başka hiçbir çıkar yolu yoktur. Elinde

tutunabileceği bir dal kalmamıştır. Oysaki kökü olmayan incecik, çatlak ve güvensiz bir dal dahi onu

bir süre de olsa rahatlatacaktır. O yüzden önünü ardını düşünmeden ufak bir parıltı gördüyse onun

peşinden koşar. Sonuçta bir süre daha umut etmeye devam edecek ve bu ona nefes almak gibi

gelecektir. O an için daha sonra nasıl yere çakılacağını ve hayal kırıklığına uğrayacağını düşünemez.

“İkna’nın Psikolojisi” kitabında da bu konuyla ilgili çok çarpıcı bir örnek var. Robert B.Cialdini, ilk

konferansı ücretsiz olan çıkışta da 75 dolar ödeyerek ön kayıt alınan Transandantal Meditasyon (TM)

programına uzmanlığı istatistik ve sembolik mantık olan profesör arkadaşıyla beraber katılmış.

Programda daha üst düzey yetenekler kazanarak sorunlarından kurtulma vadi veriliyorken arkadaşı

daha fazla dayanamamış ve programdaki bütün açık noktaları, mantık hatalarını, desteksiz

argümanları açıklamış. Sunan iki adam dahi hiç kayıt alamayacaklarını düşünürken program başarılı

olmuştu ve çıkışta yüksek sayıda ön kayıt alınmıştı. Kayıt olan bir grup kişiyle konuşan Cialdini,

“Aslında bu akşam para yatırmayacaktım çünkü zor durumdayım. Gelecek haftaya kadar

bekleyecektim. Ancak arkadaşınız konuşmaya başlayınca parayı hemen yatırmamın daha iyi

olacağına karar verdim çünkü eve gidersem söylediklerini iyice düşünecek ve hiçbir zaman bu

programa katılmayacaktım.” cevabını almıştı. Mantığın onu ele geçirmesine izin vermemişti. Hızlıca

kayıt olup bu karmaşadan kurtulmuştu çünkü beyni kayıt olduktan sonra çelişkiye düşmesine izin

vermeyecekti. Artık TM programı ile ilgili olumsuz bir şey düşünülemezdi. Kesinlikle TM yöntemi

sayesinde sorunlarından kurtulacaktı.

Dikkat ederseniz diğer insanların sizi ikna etmek için hiçbir çaba sarf etmediği durumlarda dahi

tamamen kendi kararınız olmayan davranışlarda bulunduğunuzu fark edeceksinizdir. İnsan hep bir

sebep bulma ve yaşamın ilerleyen sürecini öngörülebilir kılmak istediği içerisindedir. Hayat ise

bunun aksine tamamen belirsizliklerle doludur. Bu kaostan kurtulmak için kalıpyargılara sahibizdir ve

yeni olaylara da o kalıpyargılara göre yaklaşırız. Bu bilinmezlik durumumuzu biraz daha rahatlatsa da

cidden hiç fikrimizin olmadığı veya o an kalıpyargılarımızı kullanarak hızlıca karar veremediğimiz

durumlarda vardır. Bu zamanlarda toplumsal kanıt ilkesine sığınarak etrafımızdaki insanların

davranışlarını gözlemleriz. Ve onların yaptıklarını doğru kabul ederiz. Fakat ya onlarda etrafındaki

insanların davranışlarını gözlemleyerek hareket ediyorsa?

Toplumsal kanıtı kullanarak diğerlerinin davranışını doğru kabul ederken bizi en çok teşvik eden

şey ise ‘diğer’ kişinin bize olan benzerliğidir. Diğer kişinin bize benzerliği ile onun davranışını

tekrarlama olasılığımız arasında pozitif yönlü bir ilişki vardır. Söz konusu ilişki güçsüz bir ilişkide

değildir. O insanların da sizinle aynı şeyleri yaşama düşüncesi empati duygunuzu arttırır.

19


Karşınızdaki kişinin başına gelen olayların, duygularının ve düşüncelerinin sizin yaşantınızla olan

benzerliklerini gördükçe sanki aynadaki bir yansımanızı gördüğünüzü düşünürsünüz. Ve onun bu

çıkmazdan nasıl çıktığını gözlemleyerek taklit edersiniz. En uç örneklerden biri ise Jonestown’da

gerçekleşen toplu intihardır.

Şaşıracağınız ikna türlerinden birisi ise sevdiklerinize ‘Hayır.’ diyememenizin kullanılmasıdır. Bir

tanıdığımız aracılığıyla satış yönlendirildiğinde hem ‘Arkadaşım bize kötü bir şey tavsiye etmez.’

güveni oluşmuş oluyor hem de satılacak ürüne ‘Eğer reddedersem arkadaşımı da reddedeceğim.’

gibi bir değer yüklemiş oluyor. Böylelikle reddetme alanımız daraltılıyor. Ürün satıcılarının bir

arkadaşınızın evinde toplandığınız sunum günleri bu durum için iyi bir örnektir. Bu toplantılar

eskiden daha sık rastlanan bir durumdu. Ben de hayal meyal hatırladığım kadarıyla çocukluk

zamanımda böyle bir toplantıda yer almıştım. Bir süpürge markasının sunumunun yapıldığı bir

toplantıydı ve yakın çevremizdeki birkaç kişinin o süpürgeden aldığını hatırlıyorum. Tabii annemler

de dahil.

Satıcılar bu toplantılarda öncelikle size özel fiyat uygulanacağı söylenerek bir adım atar ve sizde

karşılıkta bulunma isteği uyandırır. Tanıdığınız ve sevdiğiniz insanlar da orada sizinle birliktedir. Size

bu ürünü övmüşlerdir ve ürünü reddetmek ‘Hayır, senin fikirlerinin benim için bir önemi yok.’

anlamına gelecektir. Üstelik tanıdığınız ve ‘size benzeyen’ insanlar ürünleri almaya başladıkça sizde

toplumsal kanıt etkisini de uyandırırlar.

Ben “İknanın Psikolojisi” kitabını okurken ikna olduğum birçok noktayla yüzleştim. Bazen

kendime güldüm, bazen kendime kızdım ve hayatımda olanlar karşısında bazen bu kadar seyirci

konumunda kalmama hayret ettim. Birçok duygu ve düşünceyle boğuştuğum bu kitabı okurken çok

da keyif aldım. Siz de kendinizle ve kararlarınızla yüzleşmek için daha detaylı bir yazıya ihtiyaç

duyarsanız bu kitabı okumanızı tavsiye ederim.

Rumeysa Çalışkan

2. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

20


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

WHIPLASH FİLM ANALİZİ

2014 yılında 3 dalda oscar olmak üzere 88 ödül

alan ve başrollerinde Miles Teller ve J.K.

Simmons'un oynadığı bir film Whiplash. Ülkenin en

ünlü müzik okullarından birinde geçen hikayenin,

öğrenci öğretmen ilişkisi üzerinden seyirciye

aktarıldığı ve zaman zaman tansiyonun epeyi

yükseldiği anlara heyecanla şahit olduğumuz,

bazen gerildiğimiz bu filmde bir psikoloji öğrencisi

olarak öğretmen Fletcher (J.K. Simmon) ve öğrenci

Andrew (Miles Teller) üzerinden yapılacak çok

sayıda psikolojik analiz olduğu kanaatindeyim.

Yani amacım filmi anlatmanın ötesinde, psikolojik

karakter analizlerine yer verdiğim bir

değerlendirmede bulunmak.

Andrew konservatuar okulunda bateri çalan ve

yaptığı işi en iyi şekilde yapıp ölümünden sonra

bile başarılarıyla anılmak isteyen fazla hırslı bir

öğrenci. Fletcher ise okulun en sert, en disiplinli

öğretmeni olarak anılan aynı zamanda da Shaffer

konservatuarının orkestrasının şefi olan keskin bir

karakter. Andrew okulda yaptığı çalışmalardan birinde Fletcher'ın onu dinlemesiyle kendini

Fletcher'ın yönettiği orkestranın yedek bateristi olarak buluyor ve böylece hikaye de başlıyor.

Fletcher benimsediği eğitim verme şekli ile sıradışı, fazlasıyla baskın, sert ve zaman zaman şiddete

başvuran, öğrencilerinin sınırlarını sonuna kadar zorlamaktan çekinmeyen ve aslında bunu yaparak

biraz da onları deneyen bir öğretmen. Amacı aralarından en dayanaklı, en hırslı, en iyi ve

vazgeçmeyenlerle yoluna devam edip, kendi öğrencilerinden bir jazz devi olarak kendini tarihe

yazdırmış bir Charlie Parker yaratmak. Fletcher'ın Parker'ı onun kafasındaki mükemmel bu sebeple

bu arayışı Fromm'un anal sadistik kişiliği ile bağdaştırılabilir.

Filmde Fletcher'ın hikayesi hakkında çok fazla bilgi verilmemiş olmasına karşın bunu yapıyor

olmasının sebepleri; kendisinin hiçbir zaman bir Charlie Parker olamayacağının farkında olması,

kendi başarısızlık ve yetersizliğini öğrencilerini zorlayarak ve onlar arasında yaratacağı bir Charlie

Parker ile kazanacağı başarıya bağladığı, kendini buna adadığı ve bunun için zorlamaktan asla

çekinmediği düşünceleri üzerinden değerlendirilebilir. Hayatının amacının yeni bir Parker yaratmak

olduğu ve bunun tatminini yaşamayı her şeyden çok istediği bile düşünülebilir. Fletcher fazlasıyla

narsisistik diyebileceğimiz, bencil ve empati yapmaktan yoksun , hayatını kendi gerçekliği üzerinden

yaşayan , sadece kendi doğrularına inanan belki psikotik bile diyebileceğimiz bir karakter. Nörotik

biri çünkü verdiği tepkilerin anormallikleri çok net göze çarpıyor. Bu adam öğrencisinin kafasına

sandalye fırlatan bir adam yani yumuşak başlılık puanı da elbette düşük. Öz disiplin puanı yüksek.

Orkestrasında yer alması için yeni öğrenciler denediği gördüğümüz sahnelerden olduğu için bu

bağlamda düşünüldüğünde belki deneyime açık biri denilebilir. Hayatı hakkında çok da yeterli bir

21


22

ipucu alabileceğimiz bir sahne ile karşılaşmadığımız için dışa dönük ya da içe dönük olmasına dair

bir değerlendirmede bulunmak gerekmeye de bilir. Kendini işine adamış biri olduğu için belki içe

dönük denilebilir. Ama elbette bir kişilik değerlendirmesi yapılırken her şey olabilir üzerinden

değerlendirilmeye açıktır. Kesin olmak ille de beklendik bir durum değildir.

Fletcher bana göre kendi aşağılık kompleksini bastırmak için narsisistik bir iktidar yaratıyor ve o

iktidarı kaybetmenin korku ve kaygıyla böylesine katı, ödül ve ceza mekanizmasına dayanan, şiddet

içeren bir eğitim tarzını benimsiyor. Fakat hiç kimsenin davranışlarını karakteri, yaşanmışlıkları ve

içinde bulunduğu şartlardan bağımsız düşünerek değerlendirmemek gerekir. Belki onu bu eğitim

sistemine iten durumlardan biri de içinde bulunduğu müzik sektörünün çetin şartlarıdır. Belki bir

çok kişi düşündüklerime karşı çıkacaktır. Fakat Fletcher benimsediği eğitim sistemi açısından ne

derece yargılanabilir? Fletcher'ın eğitim anlayışı çok katı olabilir. Ancak dikkat çekmek istediğim

nokta burası değil. Anlayışını uygulayış tarzından ziyade burada anlatmak istediğim şey; belki de

içinde bulunduğu koşulların adamı bu şekilde bir eğitim sistemi uygulamaya itiyor olmasıdır. Tam da

bu noktada düşünülmesi gereken bir diğer soru öğrencilerin neden Fletcher ile çalışmak istediği

olabilir. Madem Fletcher yanlış bir eğitim tarzı benimsemiş bir öğretmen o zaman neden orkestranın

şefi, neden öğrencilerin en iyi olma yolunda, en iyi eğitimi verdiğini düşündüğü için orkestrasında

bulunmaya can attığı öğretmen o? O zaman bu sorunun cevabı olma ihtimalleri üzerinden devam

edeyim. Okul en iyi okul, öğretmen en iyi öğretmen burada herkes tarafından kabul edilmiş bir kalıp

yargı var. 'Oradan ve Fletcher'dan eğitim alırsan en iyisi olursun'. Yani toplum tarafından kabul

görmüş bir gerçeklik algısı olduğu için bilişsel açıdan Fletcher'ın eğitim anlayışı düşünülüp,

önemsenmeksizin otomatikleşmiş bir sürecin olduğu düşünülebilir. Öğrenciler başına ne gelecek

olursa olsun 'en iyiler bu adamın orkestrasından çıkıyorsa burada işleyen sistem doğrudur' gibi bir

algıyla eğitim sistemini kabul etmiş olabilir. Orkestraya dahil olan öğrencilerin bazıları koşullara ayak

uyduramayarak eleniyor. Saksafon sahnesinde akordu bozuk olmayan öğrencinin yaşadığı baskı

altında belki de kendi akordunun bozuk olmadığının farkında olmasına rağmen durumu üstlenip

orkestradan ayrılması bunun izlerini taşıyan bir sahne. Fakat bazıları devam edebiliyor. Bu noktada

ele alınması gereken durum öğrencilerin karakteri ve yaşanmışlık tecrübelerinin getirisi olsa gerek.


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

Neden bazı öğrenciler pes ederken, bazıları

vazgeçmiyor?

Andrew başından sonuna yaşadığı tüm

baskıya rağmen zaman zaman baş baterist

zaman zaman yedek olduğu tüm o süreçlerde

başarılı olmaya çalışmaktan asla

vazgeçmeyen bir karakter olarak karşımıza

çıkıyor. Fletcher'a oranla hikayesinin daha

çok seyirciye yansıtıldığı bir karakter. Andrew

küçük yaşta annesi tarafından terkedilmiş,

babasıyla hiç de iyi bir ilişkisi olmayan,

kendisini işine adayan bir genç. Öyle ki

görüştüğü kızı bile işi için terk etmek zorunda

kaldığı bir adanmışlık bu. Ben bu adanmışlığın

altında Freudyen bir hikaye buldum. Annesi

tarafından terk edilmesi, o ilk sevgi nesnesi ile

kurulan güvensiz bağ mevcutta devam eden

hayatına bağlanma korkusu olarak yansımış

gibi görünüyor. Andrew belki de bu korkuyla

hayatını onu terk edebilme ihtimali olan bir

durum üzerine şekillendirmekten kaçınmak

üzerine kuruyor. Bu noktada ona Fletcher gibi

narsisistik bir karakter dememiz de mümkün olmayabilir çünkü kızı kendiyle birlikte sürüklemediği

için onu düşünmekten bağımsız ve empatiden uzak bir yaklaşımda bulunmuyor. Andrew terk

edilmesinin mümkün olmayacağı o ilişkiyi bateriyle kurduğu ilişkide bulmuş olabilir. Burada bateri,

oral evrede bahsedilen simbiyotik ilişkideki bebeğin annesinin memesine bağlanması hikayesi ile

bağdaştırılabilir. Baterist olmak belki de bu açıdan Andrew'in hayatının en büyük amacı olmayı teşkil

ediyordu ve bu yüzden Fletcher'ın sistemine asla boyun eğmeden durmaksızın çalışmayı

başarabildi. Başka bir ihtimal hayatındaki o silik baba figürünü Fletcher'ı oraya konumlandırarak

bastırmaya çalıştı . Silik baba varsa süperego gelişiminde sorun olabilir. Belki de Andrew'in içindeki

saldırganlık duygusunun gelişmesinin sebebi budur. Bu bağlamda düşündüğümüzde kan ve ter

içinde pes etmeden bateri çalmak Andrew'in katarsisi de olabilir. Andrew belki de o enerjiyi yansıtma

yolu bulduğu için bateriye taparacasına bağlıydı. En iyi olma yolunda Fletcher onun için örnek

aldığı kişi ya da baba figürüyse elbette katı tutum karşısında bu adamın pes etmesini beklemeyiz. Ya

da sadece beklendik insansal bir tepkidir bu. Andrew'in filmde saldırganlık güdüsünü ortaya

çıkardığını en iyi Fletcher'a saldırdığı sahnede gördük. Bu sahnede Andrew stresle başa çıkarken

problem odaklı bir baş etme tarzını seçti. Zorlu koşullar altında çoğu zaman birbirine benzer tepkiler

veririz ve böyle durumlarda çok da temiz, net bir bilişle düşünemeyiz. Bu Andrew için sadece

bundan ibaret gelişen bir şey de olabilir. Ya da Andrew A tipi kişilik özellikleri gösteriyordur. Hostil

tepkileri bu yüzden ortaya koymuş olabilir. Öğrenciler Fletchter'ı bağımlı kişilik geliştirmiş kişiler

oldukları için de istiyor olabilir. Çünkü her narsisistik bağımlı kişilere ihtiyaç duyar.

Andrew'in çok net bir onaylanma ihtiyacı var. Kendini var etmeye çalışan bir karakter ve bunu

yapmaya çalışırken de zorlanıyor. Bunu en iyi bateriyle yaptığı için de bateri onun için bir tutku

denilebilir.

Ailesiyle yemek yediği sahnede kendini ispatlama çabası içinde olduğu bir sohbet hakim. Burada

23


insancıl yaklaşımın bireyselliğine ters düşen bir durumla da karşı karşıya olduğumuzu söylemek

mümkün.

Andrew içe dönük bir karakter. Nörotik demek çok da doğru olmayabilir. Sabrının taştığı noktada

çok insancıl olabilecek tepkiler vermiş olmasını nörotiklikle bağdaştırmamalıyız. Sorumluluk boyutu

çok yüksek, inanılmaz disiplinli bir yapısı var. Deneyime açık biri olmayabilir. Bateri takıntısı onu biraz

da durumunu muhafaza etmeye meyilli biri haline getiyor. Fakat belki de bu takıntı boyutunu da

deneyime açıklık ile bağdaştırmamak ve bunun nedenini bağlanmasıyla açıklamak da yeterli olabilir.

Fletcher'a başkaldırmaları göz önüne alındığında yumuşak başlı biri olmadığı düşünülebilir. Yine de

tekrar söylemem gerekirse tüm bunlar yaşadığı zorlantı sebebi ile de gelişmiş olabilir.

Fletcher'ın eğitim sistemine baktığımızda Rogers'ın potansiyelini tam kullanan kişisini yaratmak

gibi bir derdi olduğu düşünülebilir. Her iki karakter için de film boyunca kendini gerçekleştirmeye

çalışan figürler olarak yansıtıldıkları söylenebilir.

Aslında o kadar çok ihtimal var ki. Belki de en önemlisi buna maruz kalan öğrencilerin neden

Fletcher'dan vazgeçmediğini tartışırken insancıl yaklaşımın düşünülmesi gerektiği olabilir. Çünkü

kendi haklarını savunmaları ve özgür iradelerini yok saymamaları da onlar için bir seçenek olabilirdi.

Son sahnedeyse jazza doyduk diyebilirim. Bu sahnede Andrew 'in başardığına şahit olduk. Hem

de Fletcher'a kafa tutarak. Ve film Andrew'in Fletcher'ın takdirini kazandığını gördüğümüz ilk ve tek

sahne ile son buldu.

Pelinsu Gündoğdu

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

24


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

BİR PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ ÖĞRENCİSİNİN GÖZÜNDEN

KORKUYORUM ANNE FİLMİ

“Korkuyorum Anne” filmini ilk izlediğimde kültürümüzde var olan “Komşu komşunun külüne

muhtaçtır” atasözü aklıma geldi. Film aynı binada yaşayan, oldukça samimi ilişkileri olan ve

birbirlerine destek olmaya çalışan komşuların başından geçen olayları anlatıyor. Filmde bu

atasözünün ne anlama geldiğini tam olarak gördüğümü söyleyebilirim. Filmdeki karakterleri Ali,

Ali’nin babası Rasih Bey, Keten, Keten’in annesi Neriman, İpek, Ümit, Aytekin, kasap ve Çetin olarak

sıralayabilirim. Filmi kısaca özetleyecek olursam filmin ana karakteri Ali, bir kaza sonrası hafızasını

yitiriyor ve bazı şeyleri hatırlarken bazı şeyleri hatırlamıyor. En önemlisi ise babasını hatırlamıyor.

Bina sakinleri Ali’ye babasını hatırlatmaya çalışıyor ve babasına destek oluyorlar. Ali’nin annesi yok.

Komşulardan İpek hamile ve doğacak çocuğuna yine aynı binada yaşayan Keten babalık yapmak

istiyor ama annesi Neriman buna karşı çıkıyor. Keten, İpek’in yüzüğünü Ali’ye bu annenin yüzüğü

diyerek veriyor ve Ali bu yüzüğü saklıyor. Neriman, Ali’yi yüzüğü çaldı diye şikâyet etmek için polisi

arayacakken deprem oluyor. İpek doğuma gidiyor. Neriman parasının eksik olduğunu anlıyor yine

Ali’den şüpheleniyor. Deniz kenarında hepsi birlikte otururken Keten gerçekleri ağzından kaçırıyor

ve yakalanıyor. Film böylece son buluyor. Genel olarak baktığımızda akıcı ve güzel bir olay örgüsü

olan izlenebilecek bir film olduğunu söyleyebilirim.

Film psikolojinin birçok alanıyla ilişkilendirilebilir.Ben filmi izledikten sonra sosyal psikoloji, sağlık

psikolojisi, nöropsikoloji ve kişilik ile ilişkilendirdim elbette ki filmi izleyenlerin farklı alanlarla

ilişkilendirmeleri de mutlaka olacaktır. İlk olarak sosyal psikoloji açısından ele alacağım. Filmi

izlediğimde doğu toplumlarının özelliklerini yansıttığını gördüm. Filmde ataerkil bir düzen

bulunduğunu söyleyebilirim. Çeşitli sahnelerdeki söylemlerde ve genel olarak baktığımızda bu

ataerkil düzeni görebiliyoruz. Mesela kasabın konuşmalarını bu söylemlere örnek verebiliriz. Ali’nin

hala ailesinin evinden ayrılmadığını ve babasının ona hakaret ettiğini, küçümsediğini ama buna

rağmen Ali’nin buna karşı gelmediğini görüyoruz. Doğu toplumunda ailede otorite babadır.

25


Otoriteye karşı gelinemez. Batı toplumu için

bunu söyleyemeyiz. Eğer batı toplumunda

yaşanan bir film olsaydı Ali’nin bunun tam

tersi bir tepki verebileceğini düşünüyorum.

Çeşitli sosyal rollerden ve bu sosyal

rollerden dolayı oluşan beklentilerden de

bahsedilebilir. Filmde erkeklere yüklenen

erkek sosyal rolünden dolayı çeşitli

davranışları gerçekleştirmesi bekleniyor.

Bunlara askerlik yapma zorunluluğunu,

sünnet olmayı, kasabın Ali’ye öğüt verdiği

sahnede “Erkek dediğin güçlü olur, kaldır

kafanı” demesini ve son olarak İpek’in Ali’ye

“İş bul, çalış” demesini örnek verebilirim. Bu

sosyal rollerin ve oluşan beklentilerin kendi

toplumumuzda, yaşamımızda da olduğunu

söyleyebiliriz. “Erkek adam ağlar mı?” sözünü

veya bir erkek çocuk sünnet olduğunda,

onun için “Erkek olacak” dendiğini mutlaka

duymuşuzdur. Bir kadının çalışıp

çalışmamasına toplum bir şey demeyebilir

ama erkek çalışmadığında hoş karşılanmaz.

Hatta sadece erkeklerin çalışabileceğini,

kadının ev işlerini yapması gerektiğini

düşünenlerin de olduğunu görmezden

gelemeyiz.

Ali kaza yaptıktan sonra geçmişini

unutuyor. Burada retrograd amnezi

yaşadığını düşünüyorum. Retrograd amnezi,

bir hastalık ya da yaralanma öncesi yaşanan

olayların ve öğrenilen bilgilerin hafızadan

silinmesi durumudur. Ali’ye babası, komşuları

eskiden yaşadıklarını hatırlatmak için

uğraşıyor film boyunca ama filmin sonlarına

kadar hatırlamadığını görebiliyoruz.

Filmde Rasih Bey birçok araştırma

yapmasına, çabasına rağmen oğlu Ali’nin

kendisini hatırlayamamasını anlayamıyor

çünkü kendisi doktor ve unutkanlığın sadece

fiziksel bir sebebi olduğunu düşünüyor.

Ali’nin onu hatırlayamamasında psikolojik

faktörlerin de etkili olmuş olduğunu

söyleyebilirim. Ali’yi sürekli küçümsemesi,

hor görmesi onu hatırlamaması için bir sebep

olabilir. Bu sahneleri izlediğimizde sağlık

psikolojisindeki biyomedikal ve

biyopsikososyal modellerin akla gelmesinin

gayet olası olduğunu düşünüyorum.

Biyomedikal ve biyopsikososyal modeller

arasındaki temel fark şudur; biyomedikal

modelde beden ruh dualizmi vardır. Bir

hastalık varsa bunu sadece beden üzerinden

açıklamaya çalışır. Rasih Bey’in yaptığı gibi.

Biyopsikososyal model ise; biyolojik,

psikolojik ve sosyal faktörleri birleştirerek

hastalık ve sağlığı anlamaya çalışır. Ali’nin

babasını hatırlamamasında fiziksel bir sebep

yoktu belki de sadece babasının onu sürekli

hor görmesinin, küçümsemesinin bir sonucu

olarak oluşmuştur. Burada Ali, bastırma

mekanizmasını kullanıp babasını bastırmış

olabilir. Bastırma, kaygı ve üzüntü verici olay

ve durumların bilinçdışına itilmesidir. Kişi

bastırdıklarını hatırlayamaz, unutur. Bunlar

dil sürçmeleri, rüyalar gibi çeşitli yollarla

açığa çıkabilir. Günlük hayattan da bastırma

mekanizmasının kullanılmasına örnek

verebiliriz. Örneğin; büyük bir trafik kazası

yaşayan kişi o kazayı daha sonra

hatırlamayabilir.

26


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

Psikoloji ile ilişkisi olan herkesin hakkında bir şekilde bilgi sahibi olduğu Freud’un psikanalitik

kuramını ve kavramlarını filmde somut olarak görebiliriz. Ali ile babası Rasih Bey arasında fallik

dönemle alakalı bir problem olmuş olabileceğini düşünüyorum. Ali, fallik dönemde babasıyla

sağlıklı bir özdeşim kuramamış. Babasının gömleğini, pantolonunu gördüğünde babasına “Bunlar

benim, niye giydiniz?” diye soruyor. Erkek çocuk, fallik dönemde babasının kendisini sünnet

etmesinden korkar. Bu korkuya iğdiş edilme korkusu denir (Kastrasyon Tehdidi). Ali’yi, babası Rasih

Bey sünnet etmiş bu sebeple fallik dönemde problem oluşmuş olabilir. Ali’nin bastırma

mekanizmasını kullanmış olabileceğini düşünüyorum çünkü babası onu sürekli hor görüyor,

küçümsüyor. Ali de babasını bastırmış olabilir. Filmin sonlarında babası onu yere itiyor ve Ali

babasını hatırlıyor. İtmesi bastırdığı babasını hatırlamasını sağlıyor. Keten’in İpek’in doğacak olan

çocuğuna babalık yapmak istemesi ise kendi babasıyla olan rekabetinden kaynaklanıyor olabilir.

Psikanalitik kurama göre, çocuklar ilerde karşı cins ebeveyne benzer birisini bulmaya çalışır. Ümit,

Ali için bu yüzden de önemli olabilir. Bir sahnede, sol eli başımın altında olsun sağ da beni

kucaklasın, diyor. Bu bebek tutma pozisyonudur. Bu sözden de bunu anlayabiliriz. Annesine ait

olduğunu düşündüğü yüzüğü de sadece İpek’e vermek istiyor.

Filmde Ali’nin Ümit’e âşık olmasını Jung’un anima ve animus kavramları ile açıklayabiliriz. Anima

bir erkeğin bilinçdışı kadın tarafıdır. Animus ise kadının bilinçdışı erkek tarafıdır. İnsanlar bunlara

göre âşık olur. Ümit Ali’nin animası olabilir. Bu yüzden Ali Ümit’e âşık olmuş olabilir.

Filmde insanları normal basanlar, eğri basanlar veya ince belliler kalın belliler diye ayırmasını

bilişsel şemalarla ilişkilendirebiliriz. Neriman’ın sevilmediğine dair bir temel inancı olabilir. Oğluna

sahip çıkmak istemesinin, İpek’i oğlundan uzak tutmak istemesinin sebebi oğlunun kendisini

bırakacağı ve başkası tarafından sevilmeyeceği korkusundan olabilir.

Sonuç olarak Korkuyorum Anne filminin psikolojik temelli bir film olduğu söylenebilir. Psikolojinin

farklı alanlarıyla ilişkilendirilebilir. Psikoloji hakkında bilgi sahibi olan kişiler, filmi izlerken

psikolojideki bazı kavramları somut olarak görebilir. Bu da filmi daha fazla keyif alarak izlemelerine

imkân sağlayabilir. Hem eğlenmek hem de konular hakkında düşünmek için izlemenizi tavsiye

ederim. Zamanınızı ayırıp yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim.

Harun Özer

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

27


ANTHONY BURGESS’ iN ROMANıNDAN ESiNLENEN VE FiLMiNi BU KiTAPTAN

UYARLAYAN DÜNYACA ÜNLÜ YÖNETMEN STANLEY KUBRıCK’ iN ȘAHESERi

POST-ENDÜSTRiYEL DÖNEM İNGiLTERE’SiNDE VAR OLACAĞıNı ÖNGÖRÜLEN, ȘiDDETLi

KAOS ORTAMıNı BETiMLEYEN VE MEVCUT SiSTEME DE BiRÇOK YÖNDEN ELEȘTiRi SUNAN

FÜTÜRiSTiK BiR FiLM

Kubrick’ i dünyanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinden olmasını sağlayan özelliği aslında

yönetmenliğini yaptığı filmlerde fotoğrafçılık yeteneğini ustaca kullanması ve bunu kamera

açılarıyla süslemesiyle ilgilidir. Bununla beraber çektiği her filmde farklı bir konuyu ele alıp onu

derinlemesine inceleyerek, çekerek karşı tarafa aktarma konusunda başarılı olması filmin konusuyla

beraber kurgusundan da izleyicileri tarafından tam puan almasına sebep oluyor.

Filmin ismine bakalım. Portakalın organikliği insanlığı temsil ederken, otomatik kelimesi de

makineleşmeyi anlatıyor diyebiliriz; yani makineleşmiş bir insanı..

Film Alex’in yüzünün kadraja alındığı ve yavaşça genişleyerek olduğu yeri görmemizi sağlayan

bir kamera açısıyla başlıyor. Alex’in yüzündeki sertlik, bir gözünde hiç kirpik olmaması ve diğer

gözünde aşırı uzun kirpiklerin bulunmasının oluşturduğu tuhaflık ile karakterin dengesizliği

venormal insan görünümünden farklı oluşu tehlikeli biri olduğunu yansıtmış oluyor.

Alex’ in kendisinden ve arkadaşlarından bahsetmesiyle film başlıyor. O an ne yaptıklarını ve

gelişen olayları film boyunca Alex’in ağzından dinliyoruz. Kamera genişledikçe zemin kat

diyebileceğimiz yahut kapalı, ışık girmeyecek bir alanda masa yerine kullanılan çıplak kadın

mankenlerinin olduğunu görüyoruz. Bulundukları mekanda Alex ve çetesiyle beraber asker, polis,

zenci ve başka köşelerde Alex ve arkadaşları gibi bir gruba ait oldukları belli olan giysiler giymiş

grupların var olduğunu görüyoruz. Gerçeklerden uzak bir sahneyle başlayan filmin ütopik bir

dünyada geçtiğini anlayabiliyoruz. Mekandaki kişilerin içtikleri içkinin süt ve süt türevlerinin

olduğunu bu içeceği içtiklerinde tıpkı içki gibi kafa yaptığını söyleyen Alex, alkol kullanıldığında

görülecek yan etkilerle beraber aşırı derecede saldırgan olduklarından bahseder. İşte tam da

burada akla ilk gelecek kişi Freud’ dur. Çünkü sütün içildiği yer gerçek hayattan kopmuş, kapalı bir

alandır. Burası Freud’un yapısal modelindeki id ile uyuşmaktadır. Libidinal enerjiyi yani libido ve

thanatosu (cinsellik ve saldırganlık) içtikleri sütten temin ederlerken akla Freud’un oral evresi

gelmesi gerekir. Çünkü bu evrede cinsel yönden birinci evre ağız dudak ve dildir. Çocuk annesiyle

bağı memeden çıkan sütle pekiştiriyor. Filmde de buna atıf yapılarak libidinal enerjinin oluşmasını

sağlayan içecek manken kadının memesinden akıyor.. Daha sonrasında ise çocuklar sütü içtikçe

sanki büyüyor ve haz aldıkları yer sütün vücutla ilk buluştuğu yer olan dudaktan çıkıp anal evreye

dönüyor. Cinsel yönden birincil duyarlı bölge anal bölge oluyor.

Sütten elde ettikleri bu enerjiyi ilk defa harcadıkları sahne olarak yol kenarındaki yaşlı adamı

dövmeleriyle görüyoruz. Daha sonra bu enerjiyi başka bir grupta terkedilmiş gazinoda bir kadına

tecavüz ederken de görüyoruz. Bu sahne gelmeden önce seyirciye sunulan öncelikle gazinonun

tavanındaki bahçe resmi oluyor. Resim sanatının güzelliği ve sonrasındaki sahnede yaşanılan

tecavüz olayının zıtlığı ile izleyicilere filmdeki dünyanın kargaşası anlatılmak istenmiş. Alex ve

arkadaşları ise olaya şahit olurlar. Bir kadına zorla yapılan taciz, tecavüzün kötülüğünden dolayı o

grupla kavga etmektense içtikleri sütün sağladığı enerjiden dolayı o grupla kavga ederler. Bu

Beethoven’nun 9.senfonisinede koşullaması olduğunu bildiği için Alex’i bir odaya kapatıp bu

28


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

çıkarımı ilerleyen sahnelerde bir yazarın evine

girip yazarın önünde eşine tecavüz

etmelerinden dolayı yapabiliriz. Alex ve

arkadaşlarının istedikleri cinsellik algısı

Freud‘un haz ilkesidir.. Çocuğun susuzluk

ihtiyacı varsa giderilene kadar ağlaması gibi

Alex ve arkadaşlarının sahip oldukları idin

doyumsuzluğu gereği istedikleri bir şeyin

hemen gerçekleştirme arzusu gibi aynı şekilde

içtikleri sütten enerji sağlayan idleri karşı

tarafın isteğine bakmaksızın sadece kendi

hazlarıyla ilgileniyorlar.

Alex ve arkadaşlarının aynı kıyafeti giymesi

ama farklı şapkalar takmasını incelediğimizde,

yönetmenin çetedekilerin kişilikleri hakkında

bize bilgi vermek amacıyla kurgulamış

olabileceği yorumunu yapabiliriz. Kurnaz ve

grubun lideri olmak isteyen Alex’in başında

İngiliz centilmenlerin kullandığı melon şapka

varken liderlik konusunda tartıştığı Georgie’

de ise hokkabazların kullandığı silindir şapka

var. Hiçbir şeye karışmayan ve düşüncelerini

pek belli etmeyen Pete’nin başında ise

köylülerin kullandığı kasket var. Grupta İri

yarılı olmasıyla dikkat çeken Dim’de ise

başında komik duran melon benzeri bir şapka

var ve bize yansıtıldığı kadarıyla aptal

tavırlarıyla şapka seçimi uyumluluk gösteriyor.

Sadece bu şapka seçimleri bile bize ipucu

olarak grup içindeki eşitsizlik durumunu

sergiliyor.

Alex’ in şiddetinin kökeninde var olma

problemi var. Bu yüzden yıkıcılığa başvuruyor.

Alex’in toplum düzenine karşı uyguladığı bu

yıkıcılığın Psikanaliz kuram çerçevesinde

incelediğimizde kastrasyon tehdidi ile bir

alakasının olmadığını görürüz. Yani insanın

biricikliğini ortadan kaldırmak istiyor bu

sebeple de toplumun her yönüne karşı yıkıcılık

mevcut. Bu yıkıcılığı ve saldırganlığı bir de

Alex’ in grubun lideri olmak istediğinde çete

üyelerine karşı kullandığında görüyoruz. Fakat

çetedekiler böyle bir sıyrılış istemedikleri için

Alexle soyguna gittikleri bir zamanda polise

ihbar edip ordan uzaklaşırlar. Alex gerçeği

anlamış olsa da artık çok geçtir, yakalanır ve

hapishaneye atılır.

Hapishanedeki suçluların pazar günleri

yaptıkları ayinde mahkumlardan birinin

Alex’e sürekli öpücük yollaması ve

gardiyanları sinirlendirecek davranışlarda

bulunmaları hapishaneye giren suçluların

içindeki kötülük yapma hislerinde

hapishaneye girdikten sonra en ufak bir

değişim sergilemediklerini ve kötüyü

seçenler için bir değişim olmadığını

görüyoruz.

Hapishanedeki gardiyanın aşırı resmi

davranışları ve üniforması, jest ve

mimikleriyle Hitlere benzetilişi, suçluların

görevlilere yaklaşmasını önlemek için

masaların önüne çizilen garip beyaz sınırlar,

yönetmenin gerçek yaşamdaki

hapishanelerdeki anlamsız kurallara ve

devlet dairelerindeki abartılı resmiyete

yöneltmiş olduğu birer eleştiridir.

Alex hapishanedeyken, hükümet suçluları

azaltma projesi için çalışmalara başlamakta

29


30

ve bu projede kullanılabilecek denekler aranmaktadır. Alex ise bu sırada rahiple yakınlaşmış ve

kutsal kitabı okumaya, incelemeye başlamıştır. Rahip Hz. İsa hakkındaki beyitleri okuduğunda

aslında kendini Hz. İsa’ya işkence edenlerle bağdaştırır. Kendini onların yerine koyup, Hz. İsa’ya

işkence ettikten sonra kendini kadınların arasında hayal eder. Alex’in rahiple yakın durması tesadüfi

değildir. Mahkumlar arasında söylenen LUDOVİCO tekniğini duyması ve bir an önce hapishaneden

çıkmak istemesi rahibin gözüne girmeye çalışmasına sebep olmuştur. Bir gün içişleri bakanı

hapishaneyi ziyaret eder. Alex’in cesur tavırları bakanın dikkati çeker, denek olarak

kullanılabileceğini düşünür. İlerleyen zamanlarda Alex’i deneyde kullanmak için hastaneye

götürülür. Burada dikkat çeken bir unsur da hastaneye geldiklerinde bile Alex’e Alex diye

seslenmekten ziyade ona rakamlarla 6−0−5−3−2−1 hitap edilmesi, sağlık psikolojisinde

kimliksizleştirme terimini akla getiriyor. Yani kişilerin birbirinden farklılaşmasını sağlayan kimlik

özelliklerinden ziyade rakamlarla anılmasıdır. Böylece mahkumlar kendilerine ait özelliklerini

unutarak yalnızca mahkum kimliklerini benimseyebilecektir.

Tıpkı Pavlov’un klasik koşullama yöntemiyle köpekleri koşullandırdığı gibi Alex’in de çeşitli

uygulamalara tabi tutularak saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin azaltılması hedeflenmekteydi.

Deneye başlarken öncelikle Alex’in gözünü kapamasına engel olan bir düzenekle gözleri sabitlendi.

Bunu yapmalarındaki sebep ise izletecekleri cinsellik ve saldırganlık filmlerde ürktüğünde veya

izlemek istemediğinde gözlerini başka yöne çevirmesini ve gözlerini kapamalarına engel olmaktı. Bu

filmleri izletirken de insanın midesini bulandıracak ilaçlar Alex’e verildi. Deneyde yapılmak istenen

denek olan Alex’in aklına saldırganlık ve cinsellik ile ilgili düşünceler geldiğinde midesinin

bulanmasının sağlanmasıdır.

Bu deney hapishanedeki doluluk ile toplumdaki suçluluk oranını azaltmak için siyasiler tarafından

yapılmak istendi. Fakat pederin de dediği gibi bu uygulamayı uygulayan kişilerin seçim hakkı elinden

alındı. Kendileri cinselliği ve saldırganlığı mide bulandırıcı bir şey gibi görmeseler de böyle hissetmek

durumunda kaldılar. Böyle bir uygulamaya maruz kalan kişiler artık belki suçlu olmaktan, suç


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

işlemekten vazgeçecekler ama artık bu kişiler ahlâki seçim yapabilecek bir bilinç düzeyinde

olmayacaklar.

ÇEVRE -BİREY -DAVRANIŞ üçgenini ele alan davranışçılık ekolüne göre bireyi insan oluşundan

uzak bir nesne gibi görüp ona koşullanma yoluyla form vermeye çalışması tek tipleşmesi için yeterli

olmuyor. Sonrasında psikiyatristin ona gösterdiği nesnelere saldırganca ve cinsellik arzusuyla

tepkiler vermesi bunun göstergesi. Çünkü söz konusu olan bir insan ve onu kobay olarak görüp tek

tipleştirmeye çalışmak aslında mümkün olmayan bir şey. Cinsellik ve şiddet güdüsü her insanın

içinde az ya da çok varlığını gösteren yaşamsal bir mekanizmasıdır (id). Burada çevresel koşullarla

yapılan bir koşullandırma neticesinde insanı tek tipleştirmenin başarısız olacağı davranışçı ekolü

çürüten, insancıl yaklaşımının ilkelerini kabul ettiren bir görüşle oluşturulmuş sinematografya var.

Kobay olarak kullanılan Alex artık özgürdür. Fakat geri döndüğünde her şey değişmiştir. Ailesi onu

istemez. Çünkü odasını başka birine kiralamışlardır. Odasına yerleşen genç ile kavga etmek istese

de deneydeki koşullamadan etkilendiği için istese de kavga edemiyor ve midesi bulanıyor. Evinde

istenmeyince evi terk eden Alex yolda filmin başında arkadaşlarıyla dövdükleri dilenciyle karşılaşır.

Yaşlı dilenci onu arkadaşlarının yanına götürüp arkadaşlarıyla birlikte Alex’i dövmeye başlar. Olaya

müdahale etmek için polisler gelir. Polislerin yüzü gözüktüğünde Alex’in grup arkadaşları olduğunu

görüyoruz. Eski grup arkadaşları Alex’i dilencilerin elinden kurtarıp orman gibi bir yere götürüp bu

sefer grup arkadaşları Alex’ i dövüyorlar. Alex’ in arkadaşlarının polis olarak görev yapmaya

başlamasına Freud’un savunma mekanizmalarından yüceltme ile bağdaştırabiliriz. İçten gelen

şiddet dürtüsünü toplumla uygun hale getirme söz konusu. Filmde şiddeti her kesimde görüyoruz.

Ama bir şeyin iyi veya kötü olması onun kim tarafından yaptığıyla ilgilidir. Aslında saldırganlık

otoritenin ve gücün altında meşruluk kazanıyor. Poliste bu saldırganlığı görmemizin sebebi bu

yüzdendi. Alex sürekli şiddete maruz kalıyor ve kendisine uygulanan bu şiddete karşı elinden bir şey

gelmiyor. Filmi izledikçe insan için kaygının da çok önemli bir duygu olduğunu anımsıyoruz. Fakat

kaygıdan daha önemli olan onun yönetilmesi gerektiğidir. Saldırganlık da aynı kaygı gibi insanların

31


32

çevresindeki kötülüklere, kendisini

savunması için gereklidir.

Eskiden arkadaşları olan polislerden kaçan

Alex, yakınlarda bir eve sığınır. Sığındığı ev

önceden evlerine girdikleri yazarın evidir.

Yazar onu ilk başta tanıyamaz. Dayak yediği

her halinden belli olan Alex’e yardım etmek

ister. Banyo yapmasını sağlar. Yazar, Alex

banyodayken, salonda arkadaşlarıyla

beraber suçlulara uygulanan deneyin insan

ırkı adına doğru olmadığından ve bir nevi bu

uygulamaya tabii tutulan suçluların

robotlaştırıldığı üzerine konuşmaktadırlar.

Onlar bu konuya yoğunlaştıklarında Alex de

banyo yaparken şarkı mırıldanmaya başlar.

Mırıldandığı şarkı Beethoven’nun 9.

senfonisidir. Alex ve arkadaşları ilk başta

yazarın evine girdiklerinde de yine bu şarkıyı

mırıldanmıştır. Yazar onu sesinden tanır.

Karısına tecavüz edip ölmesine sebep olan

ve kendisini yatalak bırakan adam

karşısındadır. Yazar Alex’ten intikam almak

için deney sırasında Beethoven’nun 9.

senfonisinede koşullaması olduğunu bildiği

için Alex’i bir odaya kapatıp bu senfoniyi

zorla dinletirler. Alex bu ıstıraba dayanamaz

ve kendini camdan aşağıya bırakır.

Alex gözlerini hastane de açar. Ölmemiştir.

Fakat iyileşmesi uzun sürer. Hastanedeyken

yanına deneyin yapılmasını sağlayan bakan

gelir ve iyileştiği zaman güzel bir iş ve maaş

sözü verir. Uyguladıkları projeden

vazgeçtiklerini söyler. Alex eski haline döner

ve film Alex’in düşlediği bir seks ile sonlanır.

Filmin aslında en çok vurguladığı şey insanın

önemli olduğu psikanalitik ve davranışçılık

aktarımları, terimleri olsa da saf bir şekilde

hümanistik yaklaşımın yansımaları da

mevcut. Zaten filmin çekildiği tarihe

baktığımızda 1974 yılı olduğunu görüyoruz.

Bu yıl hümanistik yaklaşımın hakim sürdüğü

bir döneme tekabül ediyor. Bu yaklaşım

davranışçılığa karşı çıkmıştı. İnsancıl

yaklaşımda insanın biricikliği vurgulanır.


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLıK’’

Davranışçılıkta ise insanın biricikliği yoktur. Çevre etkisi ve özgür iradeye karşı bir karşıtlık söz

konusudur. Filmde uygulanan deney de aslında davranışçılık akımına bir eleştiri olarak

yorumlanabilir. İnsanın özgür iradesi, biricikliği deneyde reddedilmiştir yalnızca çevresel uyarıcılarla

davranış değişikliği amaçlanmıştır ve bu basit düzenek sonucunda deney başarısız olmuştur.

Alex’in tedaviden sonra kendini koruyamaması izleyenleri biraz üzüyor. Fakat bu olayda şunu

anlıyoruz ki kişinin kendini koruması için saldırganlığa ihtiyacı vardır. Bir deney nedeniyle elinden bu

özelliği alınan Alex savunmasız kalmıştır. Önemli olan saldırganlık özelliğini öz denetim ile doğru

şekilde kontrol edilmesidir. Bir ölçüm yapılsaydı Alex’in öz-denetim puanı çok düşük olurdu.

Alex’teki saldırganlığı yok etmekten ziyade doğru şekilde kullanmasını sağlamaya çalışmak kalıcı bir

çözümdür. Nitekim yapılmaya çalışılan koşullamanın sonucunda da elbette bir zaman sonra sönme

gerçekleşecek ve Alex’ in koşullandığı şeyle arasındaki bağ yavaş yavaş kopmaya başlayacaktır.

Buna bağlı olarak Alex’in anne ve babası Alex’in neden böyle davranışlar sergilediğini

öğrenmekten ziyade bu gerçeklerle yüzleştiklerinde onun yerine koyabilecekleri başka birini

bulmuş ve Alex’i terk etmişlerdir. Hem de üstelik gazetelerden Alex’in iyileştiği haberlerine

okumalarına rağmen… Annesinin tutum ve davranışlarından anlıyoruz ki Alex aslında şimdi

terkedilmedi o uzun zamandır onunla ilgilenmeyen bir ailede büyüdü ve belki de böyle bir karaktere

bürünmesinde ihmalkar bir ebeveyne sahip olmasının büyük bir payı var..

Otomatik portakal filminin analizini yapmak, filmini izlemek benim için oldukça keyifliydi.. Şiddetin

sınırlarını zorlayan sahneler olduğu için bazen izlemek zorlaşsa da toplumdaki suça yatkın

insanların bilinçdışının nasıl işlediğini anlamak açısından önemli bir yapıt. Yönetmen vermek istediği

mesajları izleyenlerin anlayabileceği şekilde sahnelerde göz önüne koyarken bir o kadarda gizlenen,

detaylı bakıldığında farkedilen mesajları da barındırıyor. Film çekiminde kullanılan kamera açıları

filme oldukça zenginlik kattığını düşünüyorum. Bu filmin kitaptan uyarlandığını göz önünde

bulundurduğumuzda yazara değinmezsek önemli bir ayrıntıyı atlamış oluruz. Yazar Antony Burgess

kitabında şöyle der: 'Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir

baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan

kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum.'

Psikoloji öğrencisi ya da psikolojiye ilgi duyan herkesin pür dikkatle filmi izleyeceğinden eminim.

Bu yüzden şiddetle tavsiye ediyorum.

Büşra Dinçer

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T. C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

33


İNSANA DAiR

İnsan nedir, sadece biyolojik bir canlı

mıdır? İnsanı diğer canlılardan ayıran şey

nedir? Nasıl ırkı sıyrıldı ve bu denli

gelişebildi?

Uzm. Kl. Psikolog Masum AYDIN

Derginin ikinci sayısında temamızı İnsanlık

olarak belirledik. İnanlık konusunu ele alırken,

insanı gelişiminin en başından başlayarak,

benlik oluşumu ve çevreyle olan etkileşimine

değindik. Bu keyifli röportajı Uzm. Kl. Psikolog

Masum AYDIN ile gerçekleştirdik. Kendisine

destekleri için teşekkür ediyor, herkese keyifli

okumalar diliyoruz…

Elif DEĞİRMENCİ

3.Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

İnsan, biyolojik bir yaşam formudur ama

insanlık dediğimiz şey de bu formun

oluşturduğu biyoloji ötesi (metobiyoloji) bir

durumdur. Kendi başına sadece biyolojik bir

form değildir çünkü insanı aynı zamanda

kültürel, sosyal değerler de oluşturuyor.

İnsan kendi anlam dünyası dahilinde

birtakım dönüşümler oluşturup değerler

yaratıyor dolayısıyla sadece kendi başına

biyolojik bir canlıdır dediğimizde

muhtemelen eksik ve yarım bırakmış

oluyoruz ama form olarak baktığımızda

biyolojik bir yaşam formudur yani bizim

yapısal olarak ya da form olarak bir bitkiden

veya diğer memelilerden içerik olarak çok

büyük bir farkımız yok ama insanlık

dediğimiz şey farklı bir yöne evriliyor. Bu

biraz daha biyolojik formun oluşturduğu

biyoloji ötesi bir şeye dönüşüyor. Çünkü

burada insan sosyalliği giriyor; insanın

politik duruşu, iyilik hali, diğer insanlarla

ilişkiselliği giriyor. Diğer bütün biyolojik

formlar arası böyle bir şey var mı pek emin

değilim, olsa da bihaber olabilirim

genelinde mesela insan tek başına, kendi

başına yapayalnız muhtemelen bütün

yaşamını sürdüremez. Diğer insanlarla

ilişkisellik halinde bir insanlığı oluşturuyor

dolayısıyla salt bir biyolojik form

dediğimizde kendi haliyle biraz eksik kalmış

oluyor. İnsan aslında hala gelişiyor. İnsanı,

içinde bulunduğumuz dünyayı, diğer bütün

varlıkları açıklama biçimleri elbette ki vardır.

Benim açıklama biçimim veya kendimi

dayandırdığım nokta evrim teorisinin ortaya

koyduğu bir form. Mesela ben o mecrada, o

34


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

aks üzerinden düşündüğümde bana daha

rasyonel geliyor, daha tutarlı geliyor. Hem

genetik yapımız itibariyle öyle düşünüyorum,

öyle varsayıyorum. Biz uyum özelliği çok güçlü

olan bir yapıya sahibiz. Muhtemelen bizim

uyum özelliğimiz çok güçlü olduğu için o ilk

biyolojik yaşam formlarından bugüne kadar

türünü devam ettiren ve mükemmeliğe doğru

giden bir form üzerinden gidiyoruz. Benim

buradaki mükemmellik anlayışım ya da

mükemmelliğe dem vurduğum nokta içinde

bulunduğu çevreyi, ortamı kendi için, kendini

devam ettirmek için en iyi bir şekilde kontrol

edebilme diye bakıyorum. Dolayısıyla buradan

gittiğimizde mükemmeliğe doğru giden bir

formuz. Örneğin elimizde veriler var, bizden

önceki yaşam formları kendini devam

ettirememiş hem bizim kendi akrabalarımız

olsun, kendi soy ağacımız üzerinden olsun ya

da hiç akrabamız olmayan dinazorlardan bile

söz edebiliriz yani onlar kendini devam

ettirememiş ya da onlardan buraya doğru

kalan, akrabaları olanlar bizim kadar içinde

bulunduğu dünyayı kendi yaşam alanları için

kontrol edememişler. Bizim en yakın

akrabalarımız -kuzenlerimiz- işte maymunlar

falan diyoruz ya bu tabi büyük bir yorumdur

yani bu evrim teorisinin yorumudur. Direkt

böyle bir şey söyleyemeyiz ama elimizdeki bu

bilgiler üzerinden baktığımızda homo

erectus’tan bu güne gelen çevreyi kendisi için

uyumlu hale getiren bizleriz. Şu anda homo

sapiensleriz ve bu bizim uyumlu olma

özelliğimizden kaynaklanır yani o içinde

bulunduğumuz çevreye daha kolay adapte

olabiliriz. Bunu biz kendi yaşantımızda da

görmüyor muyuz? Mesela insanlara bakıyoruz

yanı başımızda Suriye savaşı var. İnsanlar ne

acılar çekiyorlar o göç yollarında ne sıkıntılar

çekiyorlar ne travmatik yaşantıları var. Eminim

mesela bunu bazı insanlara onların yaşadığı

travmatik deneyimleri anlatsak bazı insanlar

yaşayamayacak ama onlar o travmatik

yaşantıyla baş edip bugüne doğru geliyorlar.

Halen yaşamlarını devam ettirebiliyorlar o

zaman bu onun çevreyle olan bağı ve

çevreye uyumlu bir şekilde yani adaptif

bağlanmasıyla ilişkilidir diye çok kaba olsa

da ben buradan bakıyorum.

İnsan gelişiminin en temelinde anne

karnı, bebeklik ve çocukluk yıllarımız var.

Anne karnına dair çok bilgimiz yok ancak

hayatta kalma mücadelemizin anne

rahmine tutunmakla başladığını

düşünürsek daha orada yaşamayı

anlamlandırmaya

başladığımızı

söyleyebiliriz. Peki bu yıllar bizim

yetişkinlik

yıllarımızı ne derecede belirliyor?

Değiştirilemez mi?

Değiştirebildiğimiz şeyler var çünkü zaten

bizim genetikle birlikte epigenetik

dediğimiz bir kavram çıktı ortaya yani

çevrenin bizim üzerimizdeki etkisi ve bizim

bir şekilde çevre üzerindeki etkimiz bu yine

bir adaptasyon sürecimizle ilgilidir. Şunu

biliyoruz ki anne rahminde iki tane genetik

materyallerin içinde en baskın olanları, en

güçlü olanları, yaşamda kalabilecek

özelliklere sahip olanlarla birlikte anne

rahmine tutunup, orada büyüyüp oradaki

doğal ortama adapte ola ola bizim için o

süreçte neye ihtiyacımız varsa, önümüzde

problem çıkartabilecek neler varsa onlara

bir şekilde ekarte edip onların üzerinden

buraya doğru gelen bir varlığız ve elbette ki

o süreçte genetik materyallerin içinde bizim

için sıkıntılı olabilen ve aynı zamanda bizim

tumumuzu güçleştiren birtakım

özelliklerimiz var. Doğduktan sonra biliyoruz

ki yaşama tutunma noktasında genetik

materyallerimiz bizi ne kadar zorlasa da

çevreye uyum noktasında bizim içimizdeki

o devam etme arzusu yaşama tutunma

nasıl ki anne rahminde anne karnına

tutunmak yaşama tutunmaksa dış dünyada

35


da biz tutunuyoruz. Dış dünya da ayrı bir anne

rahimdir orada da yaşamın devam etmesi

lazım. O zaman bizi geride bırakan, zorlaştıran

birtakım özellikleri baskılamış oluyoruz ve

dolayısıyla onun üzerinden devam ediyoruz,

böyle bir süreç. Birçok noktayı değiştirmek,

değişimlemek mümkün. Buradan da

baktığımızda belki en değiştirebildiğimiz,

değişimleyebileceğimiz şeyin şu örneği

verirsem daha yerinde olur çok uç bir örnek

olsa bile: İnsan prematüre doğuyor yani diğer

canlılara göre çok erken doğuyor ve bütün

biyolojik gelişimini tamamlamadan erken

(2.5−3 yıl) doğuyor. O malzeme onu oraya

doğru getiriyor. Çok doğal olağan bir şeyden

söz ediyorum ama bu erken doğma insan

yavrusu yaşama tutunuyor, yaşama devam

ediyor tabii ki orada bakıcısı onu o güven

kurduğu, bağ kurduğu onu koruyan,

destekleyen onu dışarda soğuk/sıcak

havadan; açlıktan, susuzluktan, mikroplardan

koruyup kollayan bir bakıcısı var ama bütün

bunlara rağmen insan yavrusu hayatına

devam ediyor. Buradan yine daha farklı

çarpıcı olması açısından zihinsel engellilik

durumundan da söz edebiliriz. Kişi zihinsel

engelli biridir. Tamamen ortalama dediğimiz,

“ortalamadan farklı” daha geride bir zihinsel

kapasiteye sahip olan bir insan evladı ne

yapıyor? Bütün bu zorluğa, zihinsel

yetersizliğe rağmen yaşamına devam ediyor

ve ilerliyor. O zaman bu ne demek aslında? Bu

bazen sende var olan genetik materyallere

rağmen ya da işte doğanın evrimsel süreci

erken doğum bir anlamda defekt diyebiliriz

yani defekte rağmen hala devam ediyoruz,

yaşamımızı sürdürüyoruz ve mümkün.

Meydan okuyorsun. Genetik materyaline de

ve evrimsel sürece de bir yönüyle aslında

meydan okuyorsun ve yaşamına devam

ediyorsun. Bunu değiştirmek çok olası ya da

mesela stresin genetik altyapısının olduğunu

biliyoruz. Birtakım stres alelleri var yani işte

SS-SL alelleri vardır. Bu alellerden bir kısmı

olduğunda kişi strese daha yatkın, daha zayıf,

daha zorlantılı, daha kaygılı olabiliyor. Bu bir

genetik materyal. Bununla birlikte geldiği

halde telepatik süreçten sonra daha güçlü

oluyor ya da kendindeki bu durumu -ya ben

strese karşı biraz daha dayanıksızım bunu

fark ettim- genetik tahlil sonuçlarından belli

çıktı diyelim kişi bunu fark etti. Bunu fark

ettikten sonra ona meydan okuyabiliyor.

Zihinsel egzersizler yapıyor, davranışsal

egzersizler yapıyor; ona meydan okuyup

yaşamına devam ediyor. O zaman senin

sorduğun soruya bu açıklamayla belki

cevap bulabiliriz. Sorun kapalı uçluydu

yapar mı, yapmaz mı? O zaman cevap

vereyim. Evet, meydan okuyabilir.

Yaşam boyu gelişimi incelemek

insanlara nasıl bir fayda sağlayabilir?

İnsanların yaşam boyu gelişimini

incelediğimizde, bir defa insan

organizmasını ele aldığımızda,

incelediğimizde insanın “ne’liği” adına bir

takım cevaplar elde ederiz. İnsan nedir,

hangi evrede ne gibi dönüşümler sağlıyor,

hangi evrede ne oluyor, çocukluk evresinde

neler oluyor, ergenlik evresine neler oluyor,

yetişkinlikte, yaşlılıkta ya da çok öncesinde

anne rahminde bu evrelerde ‘neler’ oluyor?

Biz bunu bildiğimizde aslında insanın bu

evrelerde birtakım handikapları (zorlukları),

çıkmazları olacak ya da bazı evrelerin

insanlara avantajları vardır. Biz bunları

bildiğimizde hem o zorluklarla baş etme

noktasında destek vermiş, bilmiş oluruz

hem de avantajları biliyorsak o avantajları

bilip o gelişimsel süreci daha avantajlı hale

getirebiliriz. Beck’e burada referans vermek

lazım. Beck herhalde bu şekilde diyordu.

Tercümesi tam böyle olmasa da dilimizdeki

karşılığı oradaki farklı bir anlamı ifade etse

de “bilmek egemen olmak demektir” yani

yön vermektir. O zaman biz bu yaşam boyu

gelişimi bildiğimizde egemen oluruz,

kontrol ederiz. Bugüne kadar insan kontrol

36


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

etmişse kendini bugüne kadar atmışsa demek

ki birtakım şeyleri bildiği için buraya atmıştır

ve o kendi özellikleriyle çevre arasında yani

içinde bulunduğu doğa arasındaki dengeyi

kurup doğayı kendi lehine çevirebiliyor ve

buraya doğru atabiliyor. Dediğimiz gibi

kontrol edebiliyor. Kontrolden kastım da o

adaptasyon sürecinde kendisi için çevreyi

daha iyi bir hale getirmeyi, kendini devam

ettirmek adına bu noktada da yaşam boyu

gelişimi bilmek o denli önemli. Yaşam boyu

gelişim halihazırda bilimsel metinler dışında

da aslında insanları bugüne doğru atan

yaşam boyu gelişim bilgisidir. Nedir? Mesela

bilimsel bilgi yokken bile yıllar öncesinde

annelerimizin, anneannelerimizin geleneksel

çocuk bakıcılığı yöntemleri vardır, geleneksel

gebe yaklaşımı yöntemleri vardır. Çocuğun

belli bir yaş döneminde dikkat edilmesi

gereken noktalar vardır. O bilgi yaşam boyu

gelişime dahil edilip, aktarıla aktarıla gelmiş.

Şimdi bir anne çocuğunu ilk kucağına

aldığında o gelişimsel dönemi ondan önceki

anne bilmiyorsa ve ona aktarmıyorsa

muhtemelen diğer tarafa aktarılamayacaktır.

Muhtemelen bizi buraya getiren de o bilgiyi

hasbelkader deneme yanılma yoluyla elde

edilmiş o bilgidir. Bu açıdan önemli ya da

nokta atışı bir bilgi verelim: Ergenlik. Yaşam

boyu gelişim içinde ergenliğin bilgisi çok

önemlidir ve ergenlikte çok net hemen hemen

herkesin hemfikir olduğu kimlik krizi (ergenlik

krizi) dönemidir. Ben bunu bildiğimde ergenlik

döneminde nelerin önemli olduğuna, nasıl

atlatılabileceğine rehberlik etmiş olurum;

destek vermiş olurum ve o kişi o krizi daha az

zararla atlatmış olur.

Ergen gelişiminde ailenin rolü ne

olmalıdır?

Majör bir şekilde ergenliği şöyle bir bilelim. Biz

niye ergenlik krizini, kimlik krizi olarak

tanımlıyoruz? Çünkü ergenlik, yetişkinlikle

çocukluk arasına sıkışmış bir yerde kalıyor.

Tabii çocukluktan beri de yerine

getiremediği boşluk kaldığı birtakım

gelişimsel ödevler vardır. Bedeninde

değişiklikler oluyor. Bakıyor ki bedeni

yetişkin bedenine benziyor böyle bir şey

ama duyguları daha biraz çocukluktan

kalma duygular. Kontrol duygusu kendi

davranışları ve duyguları üzerinde kontrolü

çok fazla yetişkin kadar da değil bu kaos

içinde “Ben neyim; yetişkin miyim, hala

çocuk muyum?” burada bir kriz var “ben

nereye aitim?” Hangi mahalleye, hangi ırka,

hangi millete, hangi kültüre, hangi aileye;

nasıl bir aileye, nasıl bir anlayışa?

muhafazakar mıyım ya da daha demokrat

biri miyim? toplumla uyumlu muyum, değil

miyim? çelişen yönlerim var mı, yok mu?

kabul görüyor muyum, görmüyor muyum?

Hem kendi bedeni üzerinde hem de

düşünce dünyasında bu kaosu yaşıyor. O

zaman ailenin bu dönemde ne yapması

gerekir? Kucaklayıcı, sarmalayıcı, “seni her

halinde, her şekilde kabul ediyorum”

demesi gerekir. ‘Ben kimim?’ sorusuna yanıt

arıyor. Ailenin vereceği yanıtlardan belki en

kritiği sen bizim bir üyemizsin, her halinle

bizim kabulümüzsün. Bu yoksa bunu kabul

eden başka gruplara başka kişilere gidecek.

Mesela ailelerin temel yakınması “Gidiyor

garip garip insanlarla birlikte oluyor. Bu

çocuk böyle değildi. O arkadaş grubundan

bağını koparsak iyi olacak” diyor. Neden

gidiyor? Çünkü arkadaş grubu onu kabul

ediyor. “Gel sen böylesin, sen bizim gibisin”

o kendini kabul eden bir yer bulmuş olur.

Ebeveyn gitme dediği zaman bu sefer

ebeveynle çatışır. “Sen beni kabul

etmiyorsun burada kabul eden biri var ben

tabii ki oraya gideceğim.” O zaman hem

baskıcı bir koruma değil esnek bir koruma,

destekleyici bir şekilde her haliyle onu

kabul eden, onun varlığını bağrına basan

bir yaklaşım bu krizi atlatmasına yardım

edecek çünkü bence yaralıdır ergen.

Kanamalı bir yara vardır o zaman sen onu

37


koruyacaksın, kabul edeceksin,

destekleyeceksin ancak o şekilde o krizi

atlatır. Burada şundan bahsedeceğim

ortalama bir ergenlik krizinden, ergenden o uç

noktalar ayrı bir şey.

Kişi diğerlerinden ayrı şekilde var

olduğu duygusunu ne zaman

hissetmektedir?

Bununla ilgili Melanie Klein ve Jacques

Lacan, “ben” ve “diğer” ayrımını bebekliğin

sekizinci ayına denk getiriyorlar. Sekizinci

aydan itibaren ben ayrıyım ve öteki var. Bu

ayrım gittikçe yaşam evreleri boyunca daha

da belirginleşip, netleşiyor bunun için de söz

ettikleri ayrım cismani ve fiziksel ayrımdır. Biz

ayrı varlıklarız, ayrıyız ama bu yaşam evresi

boyunca işin içine farklı fiziki ayrım ayrı bir şey

ondan sonra anlam dünyaları farklılaşıyor

bununda ayrı sınırları vardır. Bu yaşam boyu

artık devam eden bir şey. “Benim anlam

dünyam bir kişinin anlam dünyasından

farklıdır” dediğim yer benim kendi anlam

dünyamı kendimce kabul ettiğim, kendimi

konumlandırdığım yerdir. Bu yaşamın her

döneminde değişiklik gösterir. İlk ayrılmadan

buraya doğru geldiğimizde örneğin kişi bir

müslüman veya bir hristiyanın kendini

konumlandırması, bir demokratın ya da bir

muhafazakarın kendini konumlandırması, bir

erkeğin ya da kadının kendini

konumlandırması, bir esneğin ya da katının

kendini konumlandırması bunu kendi zihinsel

ve imgesel dünyasında tanımladığı zaman

ben ve öteki sınırı konuluyor. O farkların

yaşam boyu devam ettiğine örnek verelim.

Diyelim ki iki kişi müslüman bu iki kişi

üniversitede okuyor. Kendinlerini müslüman

olarak tanımlıyor. Zihin, anlam dünyaları

aynıdır. Belirli bir evreden sonra biri

müslümanlığı çok rasyonel görmüyor, mantıklı

da gelmiyordur. “Ben inceledim yazıları

baktım rasyonel gelmiyor” ve kopuş başlıyor.

O zaman daha önce anlam dünyası

Müslümanlıkken gelişim sürecinden sonra

kendini ayrı bir yerde sınırını çiziyor. “Ben

müslüman değilim” şeklinde

konumlandırıyor ve o diğer arkadaşıyla,

kendi anlam dünyası arasında bir sınır

oluşuyor. Cinsel kimlik üzerinden de bu

ayrımı düşünebiliriz. Kişiyi belirli bir döneme

kadar form olarak görüyor, diyelim ki

aynaya baktığında erkek formu olarak

görüyor ya da kadın formu olarak görüyor.

Kendiliğini kadınlardan ya da erkeklerden

bu yönüyle çok ayırt etmiyor ama içinde

farklı şeyler var. Belirli bir evreden sonra

mesela erkeğin içindeki kadınlık daha

coşkulu bir şekilde yer edinmeye çalışıyor

bu sefer aynada bir erkek figürü var ama

içinde bir kadın var, o zaman kendini kadın

olarak tanımlıyor. Erkek dünyasından

ayrıldı, farklılaştı. Bu kadın için de geçerli.

Kadın kendi fiziksel imgesindeki formun

dışında, içinde başka bir form taşıyabilir.

Yaşam boyu fark ettiğimiz sürece ne zaman

fark ediyorsak oradan ben ve öteki ayrımı

yaparız, fark ettiğimiz sürece. Fark

etmediğimiz zaman o ayrım yoktur. Mesela

psikotiklerde şu denilir ki “ben ve öteki

ayrımı belirgin olmadığı için psikotiktir.”

Gerçeklik algısı, ben ve ötekiyi ayırt

edemiyorum (gerçeklik algısı bozulmuş).

Fark ettiğimde o zaman ayrımı

yapabiliyorum.

Olumlu bir benlik kavramını oluşturan

nedir?

Temel itibariyle kendilik (benlik) imgesi

çoğunlukla 0−3, 3−6 yaş döneminde

bakıcının, bakıcıyla olan ilişkinin, bakıcının

kendisi, kendi eylemselliği, dürtülerine

verdiği yanıtlarla şekillenir. Eğer ki bu

süreçlerde bakıcı “ben’den” doğru gelen

negatif veya pozitif davranışları (eylem

olabilir, söz olabilir) bakıcı tarafından esnek

bir şekilde karşılanırsa bendeki benlik algısı,

38


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

olumlu benlik algısını oluşturur. Oradan

temellenir ama oradan doğru ya da pozitif bir

geribildirim almazsak o zaman negatif bir

benlik algısı oluşur çünkü kişinin kendini

algılaması biraz ötekinin referansı ile ilişkilidir.

Majör öteki ya da hayat boyu etkisi devam

eden ilk bakıcı (temel bakıcısı) ebeveyndir. İlk

önce anne gelir, ona temel bakım veren kişidir.

Oradan kendini, kendi benlik imgesini, pozitif

ya da negatif benliğini oluşturmaya çalışır.

“Ben iyi biriyim, ben pozitif biriyim” ama

oradan doğru gelmediğinde bu kırılmalar

devam eder.

Ağaç ağaçlığını kendisi yapamaz ama

insan insanlığını kendisi yapar. Peki nasıl

yapar? Bir insan kendisini nasıl

gerçekleştirir?

İnsan, insanlığını kendi yapar mı bilmiyorum.

İnsan, insan olmayı da kendi yapmıyor. İnsan

olmak insanın kendi tercihi değil. Ağaç gibi bir

formdur o da ama insanı ağaçtan ya da diğer

canlılardan ayıran kısım belki beyin bilişi

üzerinden ya da biyoloji üzerinden

konuşabiliriz. Ağacın ya da diğer memelilerin

biyolojik formu, biyolojik görevleri (donanımı

ve yazılımı benzetme olması açısından)

tamamlanmış ve kapanmış bir şekilde gidiyor.

Bir ağacın biyolojik donanımı ve yazılımı

bellidir. Toprakla suyla beslenir sonra

yaprakları dökülür sonra tekrar çiçek açar…

Kendi içinde biyolojik form olarak bu döngüyü

tamamlıyor. Diğer memelilerüzerinden

konuştuğumuzda onlar da beslenirler, ürerler,

yaşlanırlar, ölürler. Gidip 4−5 katlı bir bina

yapmazlar. Kendilerine sığınabilecekleri bir

yuva yaparlar ama araştırmalar şunu

gösteriyor ki insan beyini benzetme açısından

donanım ve yazılım olarak da hep gelişmeye

açık. Hep gelişiyor hep devam ediyor,

kapanmamış. Sürekli gelişiyor belki o düşünce

yapısı oradan geliyor diyebiliriz. Böyle olduğu

için diğerlerinden ayrışıyor, farklılaşıyor. Belki

sorduğun soru üzerinden, niyetin şuysa eğer

ağaç ağaçlığını yapıyor da, insan insanlığını

neden yapmıyor? Burada ki insan ile ağaç

arasındaki ya da diğer memeliler arasındaki

farkı belirginleştirmekse niyet oradan doğru

bunu diyebilirim ama bunun somutuna

doğru gerçekten insan insanlığını yapmıyor

mu, yapamıyor mu? Diye bir soru

geldiğinde buradan benim diyeceğim:

Hayır, insan insanlığını yapıyor. Çünkü insan

neden insanlığını yapıyor? İnsan tam

olmadığı için bitmemiş. Şöyle bir tuval, ağaç

ve insan düşünelim. Tuvali ikiye bölelim bir

tarafına ağacı bir tarafına insanı çizelim.

Ağaç tamamen tamamlanmış bir resimdir

ama insanı çizdiğimizde insan henüz

tamamlanmamıştır. Zaten insan olmak

henüz tamamlanmamış olmaktır. Henüz

tamamlanmamış insan bizim

oluşturduğumuz ‘İnsan neden insanlığını

yapmıyor?’ İnsan zaten insanlığını yapıyor,

tamamlanmaya çalışıyor. İnsanın

handikapları var. İnsanın sonlulukla

sonsuzluğa karşı handikapı var çünkü

düşünüyor. İnsanın eşref-i mahlukat ile

esfeli safilin olma gibi handikapı var. Yani

mahlukların en değerlisi olmayla eşref-i

mahlukat, varlıkların en değersizi olma gibi

handikapı var. Onu da yapıyor onu da

yapıyor bu ikisi de insan. İnsanın güçlü

olmayla güçsüz olma zavallı olmaya dair

handikapı var. Bir yerde çok güçlüdür ama

bir yerde koca bir evrende zavallı, basit yani

evreni düşünüyor, görüyor ve yeryüzündeki

bir karıncadan daha

zayıftır yani üflesen gidecek onu görüyor.

Bir de kendi içinde bulunduğu dünyasında,

okulunda, mahallesinde, arkadaş

çevresinde bir sürü şey yönetiyor. Zihin bu

ikisi arasında gelip gidiyor bir öyleyim bir

böyleyim. Bu handikapları olan bir canlı

bunu yapıyor biz buna insanlık diyoruz.

İnsan dediğimiz şey mükemmel dedik “her

şey çok güzel olsun, çok iyi olsun, dünya

güzel olsun, kimse birbirini öldürmesin,

herkes birbirini sevsin, kimse birbirini

39


incitmesin aman birinin göz yaşına neden

olmayayım” gibi bir şey değil. Sadece iki uçla

değil, iki uç arsındadır. O zaman ağaç

ağaçlığını yapıyor, insan da insanlığını yapıyor

ama yaptığı bazı şeyler bize acı geliyor. Acı

geldiği için kabul etmiyoruz.

Son olarak bir psikolog olarak siz

insanlığa ne demek istersiniz?

Farkında olmalıyız. Biz bu iki uçlar arasında

sıkışmışız. Şunun farkında olalım biz sonlu

olmayla sonsuzluk arasına sıkışmışız. Güçlü

olmayla güçsüz olma arasında sıkışmışız.

Sıkışmışlığımız var bunun farkında olalım.

Kendimizin ve ötekimizin farkında olalım. Her

yönüyle fiziksel olarak, anlam dünyası olarak

farkında olalım çünkü o ayrımı yapmak bilinç

ister. Biliçlilik hali bu demek. Bilinçlilik demek

aslında farkında olmak demektir. Bu süre

içerisinde belki bilmemiz gereken benim

kendi yorumum kendi deneyimlerim,

okumalarım, gözlemlerim şunu gösteriyor;

insan anlamsız yaşayamıyor, bir şeye anlam

vermek zorunda tamamlanmamış ya onu

bulmaya çalışıyor. İnsan lidersiz yaşayamıyor.

İnsan temel itibariyle bağlanma nesnesine

ihtiyaç duyuyor, bağlanmazsa neredeyse

yaşayamıyor çünkü prematüre doğdu, bir

bağa ihtiyacı vardı, o bağa bir liderdir, bir

anlam dünyasıdır. İnsan onlara bağlanarak

gidiyor ama bu bağlar anlam dünyası da

liderler de şunu bilmeliyiz ki bizi (metaforik

olarak cennet ve cehennemi kullanıyorum)

cennete de götürebilir, cehenneme de

götürebilir. Bizi bu dünyada cenneti de

yaşatabilir cehennemi de yaşatabilir çünkü

bizim onu fark etmemiz lazım. Biliyoruz ki biz

insanlar bir anlam dünyasının içine

doğuyoruz, bir hikayenin içine doğuyoruz.

Ben doğar doğmaz, sen doğar doğmaz,

herkes doğar doğmaz bir hikayenin içine

doğuyor. Annemiz babamız bize bir hikaye

anlatıyor “burası bizim köyümüz, burası bizim

mahallemiz, şehrimiz, bizim böyle bir

kahramanımız vardı, bu insan böyleydi, biz

bunu bunlardan kurtardık, bizim

bağlandığımız bir dinimiz var, bağlandığımız

bir liderimiz var” her kimse böyle bir hikaye

oluşturuyor “bizim kurallarımız var, bizim

değerlerimiz var, buna uymak zorundasın,

buna karşı gelmelisin buna gelemezsin gibi”

bir anlam, bir hikaye dünyası oluşturuyor.

Ama bakıyoruz ki bu hikaye bizim annemizin

babamızın hikayesi değil onun da anne

babasının hikayesi aslında bakıyoruz ki o

onların da değil başka birinin hikayesi,

ondan öncesinin de hikayesi bu hikaye

uzayarak gider… Bir hikaye yaratılmış

uzaktan gelmiş biz bu hikayenin içine

doğmuşuz. Biz büyüdükçe bizimmiş gibi

olan bu hikayede biz kendi bireysel

hikayemizi oluşturmaya çalıştığımızda, belki

insan olma, gerçek anlamda insan olma

benim kendi tarifim bu. Kendi hikayemizi

oluştumaya çalıştığımızda o yaratılmış

hikayeyle çelişiyoruz, sıkıntılar doğuyor,

uyuşmamazlıklar oluyor. O zaman burada

şunu soruyorum. Diyorum ki, herkese

soruyorum, bütün insanlığa sesleniyorum.

Şu an içinde bulunduğun hikaye senin

hikayen mi, senin oluşturduğun hikayen mi,

yoksa annenin, babanın, onun atalarının

oluşturduğu hikaye mi? O zaman bu

handikapları daha iyi anlar insan yani o

eşref-i mahlukat ile eşref-i safinin, güçlükle

güçsüzlüğünü fark edilebilir. Soruyorum bu

hikeye kimin hikayesi? Bütün insanlara

soruyorum cevap versinler.

Uzm. Kl. Psk Masum Aydın

Öğretim görevlisi

İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Psikoloji Bölümü

40


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

BiLiNCiN DıȘıNDAN ÖYKÜLER, SAHNELER

“Uygulamalı Psikodrama dersinde ortaya çıkan öykülerden bir seçki”

Psikodrama, canlandırma yoluyla ya da başka çeşitli teknikleriyle insanlara katarsis ve içgörü

kazandırarak ruhsal onarımı sağlayan bir terapi yöntemidir. T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Psikoloji 4. Sınıf öğrencileri olarak bir terapi yaklaşımını uygulamalı bir şekilde görüp deneyim

kazanmayı, üstelik bu deneyimi kendi ruhsal yolculuğumuza çıkarak kazanmayı bir ayrıcalık olarak

görüyoruz. Bu sebeple müfredatımızdaki bu ders için Sevgili Bölüm Başkanımız Uzm. Psk. Dr. Öğr. Üy.

Hatice Nevin ERACAR’a ve Sevgili Ders Hocamız Uzm. Psk. Öğr. Gör. Oğuz Burak İSMANUR’a

teşekkürlerimizi sunuyorum. Sınıfça iki dönemdir aldığımız uygulamalı psikodrama dersimizde

ortaya çıkan öykülerden bir seçkiyi sizlere sunmak istedik. Dergide öykülerinin yayımlanmasını

isteyen arkadaşlarımın yazılarını aşağıda sizler için derledim. İyi okumalar…

DÜŞÜNEBİLMEK

Gökçe Gülizar AKYÜZ

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Açıkçası genç veya yaşlı olabilmek bunlar

biraz daha hayatın bize biçtiği öznelerdir.

Önemli olan aslında kişinin ne yaşadığı ne

hissettiği veya neyi düşündüğüdür. Çünkü;

bu bileşenler hayatı anlamlı kılmaktadır.

Sokrates aklın ve bilimin ışığında ne kadar

çok düşünürdü. Şöyle bir dönüp

baktığımızda yaşadığımız şey üzerine bile

düşünebildiğimiz sürece hiçbir şey boşa

değildir. İşte bunları yapabilmek, bir şeyleri

düşünebilmek, kafa yorabilmek,

anlayabilmektir. Aynı zamanda bu yaşamın merdivenlerini sırayla, doyurucu, bir şekilde çıkabilmek

önemlidir. Hemen birdenbire merdivenleri çıkmamak gerekir. Tam burada Sokrates gibi bilim

insanında da gördüğümüz o tecrübe çok kıymetlidir. Neden Sokrates bir şeyleri düşündü, nasıl olur,

neden böyle diye sorguladı, araştırdı, birtakım çalışmalar yaptı. Çalışmaları sırasında bazı

yorgunlukları da oluştu ama hiçbir zaman vazgeçmedi.

Can Top

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

41


SAÇMALIKLAR PALTOSU

O gün güneş hiç olmadığı kadar

parlaktı. Matmazel uyandı ve kendisini

çılgın parlaklığıyla uyandıran güneşi

selamladı. Matmazel sonsuzluk ülkesinde

yaşıyordu. Her şey sonsuzdu orada.

Yaşamın bir sonu yoktu. Mutluluk varsa

onun da bir sonu yoktu. Aynı şekilde biri

üzüldü mü, onun da sonu gelmezdi. Artık

birileri hep üzgün birileri hep mutluydu.

Matmazel de bu ülkedeydi ama onun için

durum pek de böyle değildi. Onun üzüntüsünün de mutluluğunun da bir sonu vardı. Bir gün

saçmalıklar paltosunu giydi ve dışarı çıktı. Yürüdü, yürüdü yürüdü… Sonra birden karşısına

bir köstebek çıktı. “Hoş geldin dünyamıza.” dedi, köstebeğe yorgun bir sesle. Yorulmuştu

Matmazel. Dedim ya bu ülkede hiçbir şeyin sonu yok diye. Matmazel de sonu olmayan bir

yolda yürüyordu…

“BABAM”

Rabia Nur Köse

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

Küçük kız güneşin sıcaklığını yüzünde

hissettiği an yatağından fırlarcasına kalktı.

Nihayet o büyük gün gelmişti. Babasıyla

uçurtma uçuracaklardı. Okuduğu kitaptaki

çocuklardan öğrenmişti uçurtmayı, hiç

deneyimlemediği bir şeye heves etmişti.

Uçurtma malzemesi aldıkları yerde insanlar

fısır fısır konuşmuşlardı. Işığı bile göremeyen

bir çocuk nasıl uçurtma uçuracakmış, ya

koşarken bir yere takılıp düşürseymiş, ne

biçimde bir ailesi varmış. Anlam veremiyordu

küçük kız bu sözlere. Göz kapaklarının kapalı olması nasıl engel olsundu güneşin varlığını

hissetmeye, babasının elinden tutup koşmaya. Kocaman gülümsedi bu sözlere küçük kız ve

babasının elini sımsıkı tuttu. İyiki dedi iyiki babamın kalbide örtülü değil diğer büyükler gibi.

Merve TEPEYURT

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

42


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

KAYIP

Her gün aynı şeyin içinde sürüklenirken

buluyorum kendimi. Tekrar tekrar, tekrar

eden bir oyun. Çıkarcı sistemlerin içinde

kayıp olmuş nereye dönsem başka bir tehlike

var. Bunca kaotik ortamın içinde biyolojim

daha ne kadarına dayanacak bilmiyorum.

Dilan SIRDAŞ

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

EŞİT TAKAS

Pizarro, 30’ların sonlarındaydı. Yetişkinlik

hayatında bir sürü başarılar elde etmiş,

İspanya kralının bizzat kendisinden

madalyalar almıştı. Örneğin patlayınca etrafa

daha fazla hasar bırakan 222bunlar büyük

başarı sayılırdı. Ancak son günlerde çok

durgundu daha fazla yaşamayı, ölümsüzlüğü

düşünüyordu. Arkadaşlarına bundan

bahsediyordu “Hayattaki en büyük başarım

bu olacak” ölümsüzlüğü istiyordu Pizarro

ancak bu kiliseye karşı gelmekti. Kilisenin

etkisi büyüktü etrafta müritleri gezip duruyordu. Arkadaşları “Sen kafayı yemişsin olmaz öyle şey”

diyorlardı. Pizarronun tek ihtiyacı Felsefe taşıydı. Derken kapı çalmıştı.

Oğuzhan DOĞAN

4. Sınıf Psikoloji Öğrencisi

T.C. İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Fen Edebiyat Fakültesi

43


44

2013’DEN BUGÜNE KULÜP FAALİYETLERİ


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

45


46


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

47


48


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

MART/NİSAN AYINDA

PSİKOLOJİ KULÜBÜ

Dergimizin bu sayısında, İYYU Psikoloji Kulübü’nün mart ve nisan aylarında gerçekleştirdikleri

etkinlikleri inceliyor olacağız.

İlk sayımız çıktıktan hemen sonra uzman

klinik psikolog Emre Konuk’un katılımı ve kulüp

başkanımız İrem Yazgaç’ın moderatörlüğünde

“Travma Perspektifinden Psikoterapi” adlı

etkinliğimizi gerçekleştirdik. Etkinliğimiz Zoom

platformu üzerinden kırk dakika olacak şekilde

planlanmıştı fakat Emre Konuk’un harika

anlatımı ve katılımcılarımızın konuya olan

ilgilerinden ötürü bir saat daha uzatılmıştır.

Etkinliğimizde Emre Konuk’un terapilerinde

kullandığı EMDR yaklaşımını konuştuk ve

katılımcılarımız da bu konu hakkında merak

ettikleri soruları sordular. Karşılıklı etkileşim

içerisinde geçen etkinliğimiz hem konuşmacı

hem de dinleyici açısından çok verimli ve

keyifli geçti. En başta etkinliğimize katılarak

bize engin bilgilerini aktaran Emre Konuk’a,

daha sonra etkinliğimize katılım sağlayan

Psikoloji Kulübümüze önderlik eden sayın

bölüm başkanımız Nevin Eracar hocamıza ve

son olarak katılım sağlayan tüm öğrenci

arkadaşlarımıza etkinliğimize katıldığı için

teşekkür ederiz.

Daha sonra hiç hız kesmeden bu yıl

içerisinde beşincisini düzenlediğimiz

“Sanat ve Terapi Atölyesi” adlı etkinliğimizi

gerçekleştirdik. Her seferinde çok keyifli

vakit geçirdiklerini, kendilerine dair farklı

yönler keşfettiklerini ve farklı duygularla

etkinlikten ayrıldıklarını belirten

katılımcılarımız bu etkinliğimizden de yine

çok farklı duyguları bir arada yaşayarak

ayrıldıklarını belirttiler. Etkinliğimiz Gökçe

Akyüz ve İrem Yazgaç tarafından

yönetilmektedir. Sanat ve terapi

etkinliklerimize en başından beri göstermiş

olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür ederiz.

Sizler ilgiyle takipte çünkü bu

etkinliklerimizin devamı için biz

hazırlıklarımızı yapıyoruz.

49


Sanat ve Terapi Atölyesi etkinliğinden

hemen sonra Öğr. Gör. Cihan Asaroğlu

eşliğinde “Yeme Bozuklukları” başlığı altında

vaka analizi yaptık. Vaka analizi başlıklı

etkinliklerimizin ilk serisi yeme bozuklukları

üzerineydi, ilerleyen günlerde alanda uzman

kişilerin anlatımı ile farklı konu başlıklarını da

ele alıyor olacağız. Etkinliğimizde bir yeme

bozukluğu olgusunu Bilişsel Davranışçı Terapi

ekolüne göre formüle ettik. Etkinliğimize

katılım sağlayarak bizleri fazlasıyla mutlu eden

Öğr. Gör. Cihan Asaroğlu’na çok teşekkür

ederiz.

“Yaş Alan Beyin” başlıklı etkinliğimiz ise

Dr. Öğr. Üyesi Pınar Uysal Cantürk’ün

katılımıyla gerçekleştirildi. Etkinliğimizde

yaş ilerledikçe neler değişiyor, neler aynı

kalıyor, neler bozuluyor ve bu bozulmaları

engellemek veya durdurmak için neler

yapmalıyız, bir şeyler yapabilir miyiz, sağlıklı

bir beyne sahip olmak için neler yapabiliriz,

yaşlanma durumu ve bilişsel rehabilitasyon

konularından bahsettik. Bunun yanında

tartıştığımız bu sorular ışığında konu

hakkında Dr. Öğr. Üyesi Pınar Uysal

Cantürk’ün birkaç egzersiz tavsiyeleri oldu.

Yaş alan beyin konusunda yürüyüş

yapmanın öneminden bahsettik. Bizlere

aslında beynin ne kadar önemli olduğunu

ve kalp ölünce kişinin de öldüğü anlamına

gelmediğini beynin işlevini yitirmesi

durumunun da bir nevi ölüm olarak

değerlendirilebilceğini Dr. Öğr. Üyesi Pınar

Uysal Cantürk’ün anlatımından dinledik.

Fiziksel ve zihinsel aktifliğin aynı anda

olması gerektiğinden bahsettik. Etkinliğimiz

son derece keyif vericiydi ve anlatıcı için de

dinleyici için de verimli geçen bir etkinlik

oldu. Etkinliğimizi gerçekleştirmemize

vesile olan ve bizlere eşlik eden Dr. Öğr.

Üyesi Pınar Uysal Cantürk’e teşekkür ederiz.

50


ÇARÇUBA ‘‘İNSANLIK’’

“Travma, Zihin, Zaman” adlı etkinliğimizde

bize Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım eşlik etti.

Etkinliğimizde travmanın zihin ve zaman

üzerindeki ilişkisi incelendi ve bu bağlamda

örnekler paylaşıldı karşılıklı paylaşımların

yapıldığı etkinliğimiz bizlere bilgi anlamında

faydalı şeyler katarken keyifli vakit

geçirmemizi de sağladı. Etkinliğimize bizleri

kırmayıp gelen Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım’a

ve katılan herkese katılımlarından ötürü

teşekkür ederiz.

Kulüp olarak bu ay gerçekleştirdiğimiz

etkinlikler hakkında sizlere özet bir bilgi

iletmiş olduk. Sizlerin ilgisi ve katılımı

devam ettikçe; siz değerli arkadaşlarımızın

da istekleri doğrultusunda farklı etkinliklere

imza atmaya devam edeceğiz. Bu sayıda

özellikle değinmek istediğim bir konu daha

var: Gittikçe büyüyen ve gelişen gayet

dinamik kulübümüz bu yıl iki tane çok

değer verdiği ve çalışmaktan zevk aldığı iki

üyesiyle vedalaşmak durumda kalıyor.

Sevgili İrem ve Gökçe arkadaşlarımıza

mezun hayatlarında bol ışıklı, güzelliklerle

dolu, kalplerinden geçen dileklerin

ömürlerinde olduğu bol başarılı bir hayat

diliyoruz. Biz onlarla çalışmaktan çok keyif

aldık ve dileriz ki mezun hayatlarında da

bizlerle ve kulübümüzle olan iletişimleri hiç

kesilmez. Bu zamana kadar verdiğiniz

emeklerden ve kattıklarınızdan dolayı

sizlere çok teşekkür ederiz. İyi ki sizlerle

yollarımız kesişti ve yolumuzu

renklendirdiniz.

Kulübümüzü, instagram hesabımızdan

(iyyupsikoloji) takip ederek yeni

etkinliklerimizden haberdar olabilirsiniz.

Elif ÇAMCAN

İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Psikoloji Kulübü Yazmanı

51


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!