17.02.2022 Views

TARZ EDEBİYAT DERGİSİ SAYI 6

Tarz Edebiyat Dergisi bir TEKSDER (Tarz Edebiyat Kültür ve Sanat Derneği) yayınıdır.

Tarz Edebiyat Dergisi bir TEKSDER (Tarz Edebiyat Kültür ve Sanat Derneği) yayınıdır.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

AYLIK KÜLTÜR SANAT EDEBİYAT DERGİSİ

06

4 Şubat

Dünya Kanser Günü

8 Şubat

Opera Günü

TARZ EDEBİYAT DERGİSİ TEKSDER (TÜRKİYE EDEBİYAT KÜLTÜR VE SANAT DERNEĞİ) KURULUŞUDUR


BU SAYI

EDİTÖRDEN/ MEHMET FETİ CEYLAN/3

BİZİM MEDENİYETİMİZ/İRFAN TOPÇU/4-5

BENİM ADIM BATLAMYUS/ TEVFİK CEM BAYKARA/6-11

BİZ KÜÇÜKKEN/NİLÜFER AKINGÜL/12-13

YENİ BİR TUFAN ZAMANI/HÜSEYİN UYAR/14-15

BİRCAN'IN KADRAJINDAN/16-17

BİR GARİP ORHAN VELİ/18-21

MEHMET MEMOĞLU/MAHİNUR'UN ÇİLESİ/22-23

BİZİM KALEMLER/24-27

BİR DÜŞ, BİR GÜLÜŞ, BİR AYRILIK, BİR ÖLÜM/GÖNÜL AKSOY ALTUN/28-29

KAİNAT HAPİSHANESİNDEN MARİFET ÖZGÜRLÜĞÜNE/HATİCE ŞAHİN/30-33

SEVGİNİN ŞİFASI/MERYEM AKIN/34-35

DÜNYADAN KARELER/MUZAFFER TAŞYÜREK/36-37

CEMRE/FATMA ATLI/38-39

TARİHTE ŞUBAT/40

EDİTÖRDEN

Sevgili Dostlar,

Şubat sayımız ile siz edebiyatseverler ile buluşmanın mutluluğunu

yaşıyoruz. Şubat sayımızda temamızı 'kültür ve

uygarlık' olarak belirledik.

Her uygarlık yetiştirdiği bireylerin kalitesi ile yükselir ve

bireylerin donanımı ile kimlik bulur. Kendi kültürünü benimseyip

sahip çıkan milletler ilelebet varlığını sürdürür. Bu

düsturla çıktığımızda yolda birbirinden güzel yazılarla yine

siz değerli okuyucularımızın karşısındayız.

Bu ay aramıza bir yazarımız katıldı. Güzel kalemiyle

dergimize değer katan isim Fatma ATLI. Bu güzel yolculukta

bizimle beraber olduğu için kendisine teşekkür ediyoruz

TARZ EDEBİYST DERGİSİ TEKSDER ( TÜRKİYE EDEBİYAT KÜLTÜR VE SANAT DERNEĞİ) KURULUŞUDUR

TÜRKİYE EDEBİYAT KÜLTÜR VE SANAT DERNEĞİ ADINA

İMTİYAZ SAHİPLERİ NURULLAH AĞRI VE MERYEM AKIN

YAYIN YÖNETMENİ DR. ÖZLEM DEMİR

EDİTÖR MEHMET FETHİ CEYLAN

Mehmet Feti CEYLAN

HUKUK İŞLERİ AV. İBRAHİM TAŞDEMİR

GRAFİK TASARIMCILAR İSLAM ERGÜN VE ALİ DEMİR

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

2

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

3

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BİZİM MEDENİYETİMİZ

İrfan TOPÇU

irfantopcu@gmail.com

4

Bütün insanlık tarihinin medeniyet mirasına

en fazla katkı bize aittir. Matematikte biz

varız, fizikte biz varız, kimyada biz varız.

Şiirde biz, sanatta biz, aşkta biz varız.

Savaşta adımız konuşulur, barışta şanımız

yücelir, merhamette benzerimiz yoktur.

Edepte bizimle yarışacak hiçbir millet yoktur.

Büyüğün saygı gördüğü, küçüğün

şefkate doyduğu ahlak bizdedir. Törenin

en adil işlediği sosyal hayat bize aittir. Biz

büyük Türk milletiyiz.Bizde ne birilerine

uşak olmak vardır ne de birilerini kendimize

uşak yapmak. İmanımızın merkezi Kur-an,

ihlasımızın adresi sünnettir.

Töremiz binlerce yıl var olmuş ve kıyamete

kadar bizlerle var olacaktır. Bizim

gücümüz birlikten doğar. Dün olduğu gibi

bugün de, beraber çalışmaya, beraber

kazanmaya hazırız. Hazır olmalıyız. Beraber

büyümeye, beraber büyütmeye ve beraber

paylaşmaya hazırız.

5

Hepimizin gözyaşında aynı keder, hepimizin

ruhunda aynı huzur ve hepimizin kalbinde

aynı aşk var. Biz bu aşkı idrak etmiş bir milletiz.

Tarihle barışık, Eli ve gözü haramdan

uzak, Bilgiye inanan,Köylü kadar köylü,Kentli

kadar kentliyiz. Alın terinin kutsallığına

inanırız. Emeğe hürmet eder, Göz nuruna

saygı duyarız. Yalan söylemez, sözünü

tutar ve kimseyi aldatmayız. İnandığında,

Hz. Hüseyin gibi sonuna kadar gideriz.

Dualarımızda, Dedem Korkut duaları var,

Gittiğimiz yol; Ahmet Yesevi yoludur, Hacı

Bayram-ı Veli yoludur, Hacı Bektaş-ı Veli

yoludur. Sevgimizde Yunus, isyanımızda

Dadaloğlu vardır.

Atalarımızdan bize miras meziyetleri yarınlara

taşımaya var mısınız?

Biz hazırız, siz de hazır mısınız?

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BENİM ADIM BATLAMYUS

Tevfik Cem BAYKARA

cbaykara@yahoo.com

Benim adım Cladius Ptolemaios. Araplar

Batlamyus derler bana, siz de öyle tanırsınız.

Mısır’da doğdum, büyüdüm. Genç yaşta

İskenderiye’ye geldim. Burada büyük,

çok büyük bir kütüphane vardı o zamanlar.

Dünyanın en büyük kütüphanesi derlerdi.

Eminim öyleydi, zira cihan fatihi Büyük

İskender Efendimizin en şanlı, en kahraman

komutanlarından, âlimlerin ve sanatçıların

koruyucusu I. Ptolemaios Soter, yani “Kurtarıcı

Batlamyus” tarafından kurulmuştu.

Eh Soter de kurtarıcı demek zaten. Benim

de isim babam. İskender Mısır’ı fethettikten

sonra, belki denize olan tutkusundan ve belki

de gemiler olmadan dünyayı elinde tutamayacağına

dair haklı inancından olmalı ki

bu büyük liman kentini inşa ettirmiş. Adından

da belli değil mi zaten? İskenderiye,

yani İskender’in şehri. Roma’yı da kuran Romulus

değil miydi? Şehri kuran kralın şehre

adını vermesinden daha doğal ne olabilir ki?

Gencecik yaşında, yirmi üçünde Babil’de

ölüm döşeğindeyken pay etmiş bütün imparatorluğu.

İşte bizim kurucumuz,kurtarıcımız

I. Batlamyus’un payına da Mısır düşmüş.

Firavun da ilan etti kendini, sonra ve kendi

hanedanını kurdu. Hanedan demek, devlet

demek, ülke demek, dağ, deniz, ırmak,

şehir, saray demek. Ülkenin adı bile Mısır

olmamış daha, Ptolemaios Krallığı. Ona

aittik o zamanlar hepimiz, tüm Mısır halkı;

Tanrı-kralların kulları, kutsal varlıklarının

gölgesinde yaşayan fâniler olarak. Kurtarıcı

Batlamyus,o ki İskenderiye Kütüphanesi’ni

kurmuş ve tüm âlimleri, okuryazarları,

tercümanları himayesine almış, dünyanın

bilinen bütün kitaplarını, el yazmalarını bu

kütüphaneye getirmiş...

İskender, şehri kurduktan sonra sadece

bir yıl kalmış Mısır’da. Gençliğin karşı konulmaz

enerjisi ve tüm dünyayı fethetme arzusuyla

çabucak ayrılmış buradan. Bir daha

da geri dönememiş.

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 6 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 7 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



en de onun okulunda okudum, kitaplar

yazdım, dersler verdim. Benden önce

yazılanları derledim, onları öğrencilerime

tanıttım, yol gösterdim. Romalılar gelmiş sonra,

ben doğmadan yüz otuz yıl kadar önce.

Bir kez daha fethedilmiş doğduğum topraklar.

Onlar da kurtarıcımız olduklarını söylediler.

Kurtardıkları şey kutsal Nil vadisinin tüm

dünyayı doyurmaya yetecek zenginlikleriydi

sanırım. Mısır olmasaydı aç kalırdı Roma, o

derece muhtaçlardı bize. O yüzden de pek

sevdiler bizi... Sahi, siz Kleopatra’yı çok iyi

tanırsınız. Benden yüz kat meşhurdur o.

Hani şu hem Jül Sezar’la hem de onun generali

Antonius’la aşk yaşayan şanlı kraliçemiz.

I. Batlamyus’un on dördüncü göbekten

torunu. Ne kadındı ama? Bir imparator ve

bir generali avucunun içine aldı, ezdirmedi

ülkesini. Koca Mısır ülkesi Roma’nın bir

eyaleti oldu sözde, ama yakılıp, yıkılmadı.

En önemlisi de kütüphanemiz yaşadı. En

azından ben yaşarken hala ayaktaydı ve

ihtişamından hiçbir şey kaybetmemişti. Siz

beni üç kitabımla tanırsınız, ama aslında çok

daha fazlasını yazdım. Nasıl olduğunu da

sormayın, düşündükçe afakanlar basıyor.

Hiçbir orijinal eserim kalmadı benim,

birkaç nesil bile sürmedi ömürleri. Herhalde

yakılmıştır; çoğu yobazlar tarafından

kütüphane yakılıp yıkılırken. Cahil, bilim

düşmanı gericiler ben yaşarken de vardı

ama sesleri çıkmazdı pek. Krallarımız,

kraliçelerimiz o kadar yozlaşmamıştı daha;

arka çıkarlardı bize çoğu zaman. Öğrencilerim

kaçırmıştır bir kısmını belki, onlar da

yok olmuşlar sonra. Ama benim ders verdiklerim,

benim eserlerimi okuyanlar yazmaya

devam ettiler, çok feyiz aldılar benden.

Tevekkeli değil, kutsal kitap okur gibi

okudular beni, çünkü onlara hem benden

öncekilerden öğrendiklerimi ilettim, hem de

merak ettiğim pek çok problemin çözümünü

bıraktım. Eh, benim yanıtlayamadıklarımı da

bir zahmet kendileri araştırsınlar; çözsünler,

değil mi? Sonuçta Tanrı değilim ben, meraklı

bir âlimim sadece. Her şeyi de bilemem ya?

Biraz fazla meraklıyımdır, bu doğru.

Âlim dediğin de öyle değil midir zaten? Soru

sormayı sever, bilgisizlikten doğan korkudan,

batıl inançtan, mantıksız düşüncelerden

nefret ederim. Benden önce yazılan

bulabildiğim her şeyi okudum, yorumladım,

onların yarım bıraktıkları problemleri tamamladım;

kimine de yeni yollar buldum, onların

sormadığı yeni soruları sordum, yanıtlarını

aradım bir ömür boyu.

Göklere meraklıyım ben asıl. Geometri

bilinmeden nasıl bilinir gökyüzü, gezegenler,

yıldızlar ve hepsinin en ihtişamlıları

güneş ve ay? Üç kitabım var demiştim ya

işte birincisi astronomi üzerine olan, en hacimlisi:

“Almagest”.MagisteSyntaxis, yani

“Büyük Derleme”Ama benim eserim yakılıp

unutulduğunda onu insanlığa tekrar kazandıranlar

Müslümanlar oldular. Ve benim

eserime El-Magiste dediler. Almagest adı

oradan gelirmiş meğer.

Onların da hakkını teslim edin. Müslümanlar

olmasaydı, belki umurunuzda bile olmazdım.

Benim merak uyandıran eserlerimi

bilmez, kadim yalanlara, efsanelere, destanlara

gerçekmiş gibi inanırdınız hâlâ. Kim

bilir,Tanrı diye Güneş’e tapınırdınız belki. Eh

en parlak yıldız o ya. Ya da Ay’a, ışığı bile

olmayana. Evrenin merkezine Dünya’yı koydum

ben! İznik’li Hipparkos gibi. Üstadım

o benim. Evrende dünyadan daha değerli

ne olabilir? Tanrılar bizim için yaratmadılar

mı her şeyi? Yıldızları, gezegenleri, bizim

için yerleştirmediler mi gökyüzüne? Koca

Güneş kimi ısıtır, kimi aydınlatır? ? Ekinlerimizi

büyüten, mevsimlere hükmeden, bize

hayat veren biricik ışık kaynağımız. Ve Ay,

gecemizi dahi aydınlatır; kâh görünür, kâh

kaybolur; ama biliriz ki o hep göktedir. O da

yuvarlaktır Dünya gibi, Güneş gibi ve

diğer tüm yıldızlar ve gezegenler gibi. Bunu

ben ispatladım.

Tanrı gökteki her şeyi küresel yarattı, çünkü

başka türlü olamazdı. Hiçbir şekil, küreden

daha mükemmel, daha simetrik olamaz.

Döner dururlar Dünya’nın çevresinde. Bir

tek Dünya dönmez. O yüzden merkezindedir

işte evrenin. Her şey dönerken, o

sabit kalır. Çünkü bütün hayatı o taşır koynunda.

Hareket edebilir mi bunca yükle? En

önemlisi, bütün yaratılmışların en değerlisini

de taşırken üstelik: İnsanı. Dönüp duran

bir kürenin üzerinde yaşayabildiğinizi hayal

edebilir misiniz?Kim inanır buna?

O şarlatan Samos’luAristarkos’u boş

verin! Onun iddialarına güler geçerim ben.

Güneş mi merkezindeymiş evrenin? Dünya

onun etrafında mı dönermiş? Ne aptallık!

Niye savrulmuyoruz dört bir tarafa, neden

dökülmüyor denizler aşağıya? Biraz mantıklı

düşünebilseydi keşke. Astronomiyi kurdum

ben. Gaipten haberler de alırım naçizane. O

konuya da geleceğim. Boşuna gökyüzünü

incelemedim ben. Ay’la, Güneş’le, Merkür’le,

Venüs’le, Mars’la, yıldızlarla, gezegenlerle

hep onların anladığı dilden konuştum. Sizin

bilmediğiniz, hayal dahi etmediğiniz ne

haberler verdiler, ne esrarlı hikâyeler anlattılar

bana? Biraz sabredin, anlatacağım.

Bin beş yüz yıl boyunca, önce İslamâlimlerinden,

sonra onların kitaplarından beni

tekrar keşfeden Avrupa’da hâkimdim ben.

Üniversitelerde okutuldu kitaplarım. İtiraz

edenin alnını karışlarım!Bakın çiziyorum buraya.

Dünya’nın etrafında kimler dönmekte,iyi

bakın! Gökte bize en yakın olanAy’dır. O

yüzden büyük görünür zaten. Ondan sonra

sırasıyla Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter,

Uranüs, Satürn gelir.Şaşırmayın! Güneş,

Venüs’ten sonra, Mars’tan öncedir. Hepsinin

hareketlerini, büyüklüklerini, uzaklıklarını

hesapladım.

8 9

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



Boş değil söylediklerim. Satürn’den sonra

da diğer yıldızlar gelir. Tam 1022 tanesinin

adını yazdım bile. Bence çok daha fazlalar

ama kalanını da siz bulun artık. Fani ömrüm

bu kadarına yetti.

Kutsal Roma Kilisesi bile kabul etti

yazdıklarımı. Çok da kolay oldu ayrıca. Hem

neden itiraz etsinler ki? Onlar da biliyordu

Dünya’nın kutsallığını ve tüm evrenin insanlık

için yaratıldığını.Dedim ya gaipten haber

alıyorum ben. 1300 yıl sonra, Kopernik denen

bir zır deli Aristarkosçu gelecekmiş. Kepler

ve Galile gibi daha aptalları da gelecekmiş

sonra. Aristarkos delisinin saçmalıklarına

sığınacaklarmış. Güneş’i tekrar merkeze

koyacak, kutsal Dünya’mızı onun uydusu

yapacak kadar çıldırmış bu insanlar.Ama

çok şükür, kutsal kiliseyi kandıramayacaklar.

Onu da gördüm.İkinci kitabımın adı

“Coğrafya.”Evet, bildiğiniz coğrafya.

O bilimi de ben kurdum. Dünya’nın haritasını

çizdim. Büyük İskender Efendimizin

sahip olduğu bütün toprakları gösterdim.

Zaten ondan sonrasında da bir şey yok,

büyük denizden başka. Başka topraklar

olsaydı bile, onun ömrü vefa etmedi belki

ama mirasçıları mutlaka fethederdi. Zaten,

Hindistan’a kadar gitti Efendimiz, fethedecek

başka toprak kalmadığını görünce de

geri dönmüştü hatırlarsınız.

Ve sizin bildiğiniz üçüncü kitabım: “Tetrabiblos”,

yani “Dört Kitap”. Biblos’u bilirsiniz,

kitabın Yunancası. Siz onu daha çok Bible,

yani “İncil” olarak tanırsınız. İşte benim dört

İncilim, Tetrabiblos’um.Astrolojinin kutsal

kitabını da ben yazdım, öğünmek gibi olmasın.

Bu konuda gereksiz tevazu göstermeyeceğim.

Onu da okutmuşlar Avrupa'da.

Bilmeyene diploma vermemişler uzun süre.

Az iş mi bu?

Güneş’le, Ay’la, gezegenlerle, yıldızlarla,

takımyıldızlarla, hâsılı gökteki tüm varlıklarla

konuştum, dilleriniçözdüm. Bu bir fizik kitabı

değil. Fizik ötesi, yani ruhlarla ilgili. Zannediyor

musunuz ki Tanrı sizi yarattı ve kendi

halinize bıraktı? Nasıl konuşur sizinle, nasıl

etkiler sizi, kaderinizi nasıl belirler,bilir misiniz?

Hayır, bilmezsiniz. İşte bunları anlattım.

Gezegenlerin, yıldızların, burçların her hareketinin

gizemini; her doğuşun, her batışın ve

her kesişimin anlamını anlattım. Görünenlerin

ne kadar küçük, görünmeyenlerin ise

ne kadar büyük olduğunu. Ruhlar âlemini

anlattım.

Hepsini ben mi uydurdum? Hayır!.. Kocaman

bir hayır hem de. Benden önce kadim

Yunan’ın, Mısır’ın ve dahi Hindistan’ın en

büyük âlimleri bunlar için kafa yormadı mı

zannediyorsunuz? Hiçbir şey yazmamış, anlatmamış

olabileceklerine inanıyor musunuz

cidden? Tanrıyla, onun yarattığı görünmez

ruhlarla konuşmak, onun sırlarına biraz

olsun vakıf olmak, bu fiziksel evrende sıkışıp

kaldığınızda mümkün olabilir mi sizce?

Gezegenler, yıldızlar sadece basit birer ışık

mıdır gökyüzünde? Onların sizlere görünmeyen

ışıklarını da görmek, duyulmayan

seslerini de duymak, Tanrısal güce ortak

olmak değilse, başka nedir? En yüce bilginin,

kaderin, kutsal yaratıcının bize göstermek

istediği her şeyin orada, gökyüzünde

yazılı olduğunu gösterdim ben. Tıpkı benden

öncekilerin yaptığı gibi. Ama her şeyin

bedeli var şüphesiz. Çizdiğim evreni kabul

eden Kutsal Kilise, kehanet gücümü kabul

etmemiş meğer. Büyücülükle suçlamışlar

takipçilerimi. Onları katletmişler, kovmuşlar

ülkelerinden.Tanrısal olan her şey onların

tekelindeymiş gibi. Kâhinliğimi kıskanmışlar

belli ki ve görünmeyeni görme gücümü.

Gaipten bildiriyorlar ya bana yıldızlar, alıyorum

haberlerinizi, merak etmeyin. Bin dokuz

yüz yıl sonrasını gördüm ki inanılır gibi

değil! Ne çok takipçim varmış meğer?

Beni takip ediyorlar ama ismimi bile bilmiyorlar.

Vay canına!. Oysa yaşarken beni

tanıyan gerçekte ne kadar azdı, bir bilseniz.

Yazdıklarımı okuyabilenlerin sayısı belki

birkaç yüzdü, ama anlayabilenlerin sayısı

bir elin on parmağını geçmezdi. Onlar da en

yakın öğrencilerimdi zaten.

Bin dokuz yüz yıl sonra ne çok benzerim

çıkmış meğer. Kiliseden korkan da pek

kalmamış zaten. Benim gizemlerimi herkes

anlamasın diye matematiğin ve geometrinin

en üstün yöntemleriyle, türlü sembolleriyle

anlattıklarımı peynir ekmek gibi tüketir

olmuşlar. Adımı anmıyorlar, eserlerimi bilmiyorlar.

Beni hiç tanımıyorlar ama benim sırlarıma

vakıf olduklarını zannediyorlar. Benim

yöntemlerimden elde avuçta kalan birkaç

kırıntıyla fallar açıp, sözüm ona burçlarla,

yıldızlarla konuşan, ruhlar âleminden

haberler veren, kerameti kendinden menkul

kâhinler türemiş. Üzülmeli miyim, sevinmeli

miyim, bilemedim henüz.Eh ne yapayım,

her şeyi de bilecek değilim.

Batlamyus' um ben, kral olan değil ama

fani Batlamyus. Siz beni öyle bilin...

10 11

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BİZ KÜÇÜKKEN

Biz çocukken karlar daha iri taneli yağardı.

Belimizi aşan karlı yollarda bir saat

yürürdük okula. Sırtımızda ağırlığını eğilerek

hafiflettiğimiz çantalarımız olurdu.

İçine para değil, beslenmeler konurdu.

Okul dönüşü, "anne yemek ne, ben bunu

yemem" demek yoktu mesela. Mesela bize

kimsecikler ısmarlama dönüşü "paranın

üstünü getir" de demezdi. Bize aitodamız

olmadı olmasına da bize ait bir döşeğimiz

bile yoktu aslında. Kızlar kızlarla, erkekler

erkeklerle ayaklı uçlu yatardı. Ama rahatlık

arş-ı alâ kadardı. Açıkçası kimse de başka

bir hayatın yaşanabilirliğini de bilmiyordu ve

bilmediğini de istemiyordu, isteyemiyordu;

Nilüfer AKINGÜL

niluferakingul5@gmail.com

razıydık, mutluyduk yarına dair daha çok

umutluyduk… Biz çocukken aslında yine

vardı kavgalar. Şu şunu demiş, bu bunu etmiş,

o onu dövmüş, o onasövmüş…Siyaset

bile siyasetsiz kalmıştı, suyun içinde susuzluktan

ölen balıkların sesleri sedalarıçıkmazdı.

Duvarlar bile bu telefonlar kadar insanı

hapsetmemişti bir noktaya bakmaya.

Kitaplar tozlanmamıştı bu kadar. Çiçekler

yağ ve yoğurt kutularında daha mutlu açardı

sanki. Komşuların hep bir eksikleri olurdu,

isterlerdi; kim ne der demeden, sana ihtiyacım

var demekti aslında bu kibre ve mustağniliğe

karşı bir nevi.

Her insanın, en azından aynaya bakabilecek

bir yüzü vardı. Her insanın gerçeği vardı,

sanalı yoktu. Kimse kimseye sarkıntılık edip

de sayfasında dinden dem vurmazdı, ahkâm

kesmezdi mesela. Evlenmeler deboşanmalar

da daha ciddiydi. Çocuklar bu

kadar değerli değildi diyorlar şimdi ama

bence o zamandaha da değerliydi. İnsan

değer verdiği şeyi çoğaltmak ister mesela

altın gümüş para vs. Ama şimdi Allah aşkına

kaç çocuğu var ailelerin? O zaman kolaymış

büyütmek bahanesine soruyorum hazır bez

ve mama yoktu. Hatta bakıcı da temizlikçi

de, kaloriferler de yoktu. Bir sobanın etrafında

ellerimizi ısıtırken, kuzinesinde pişen

kömbeleri ve kavrulan patatesleri bekleyerek

öğrenirdik sabrı. Ziller çok lükstü, kapı tokmaklarının

sesinden kimin geldiğini anlardık

hemen. İnsanlık çok özgündü, affedersiniz

ama insanlık bence daha özgürdü. Saklambaçlarda

saklanırdık, saklanırken bazen bile

bile sobelenirdik empatiyle. Yerden yüksek

oynarken, hiç büyüklenmezdik; bilirdik ki insan

bir gün enine boyuna uzanıyor toprağa.

Körebelerde de gönül sezimizle yakalardık

arkadaşımızı. Çamurdan çömlekler,

tahtadan kılıçlar, bezden bebekler kadar

doğaldı gülüşlerimiz. Her gün uyandığımızda,

elimize tutuşturulan çökelek ekmek

düremeçleri avuç içi şekillerimizi alırken,

kahvaltı kelimesi ne kadar da anlamsız

kalırdı...

Bırakın komşunun kızını, mahallenin kızına

yan bakılmazdı. Kurşunlar vardı evet ama sadece

sularadökülüyordu. İnsanlardan insanlara

mektuplar yazılırdı; kimse zamana darılmazdı

sabrı iliklerinde tespih tespih dizerdi

gönüller, beklerdi isyansızca. Herkes göçebesiydi

ruh dünyasının, nasıl olsa üstüste

binalarla toprağa yığılmazdı insanlar; birbirinden

habersiz. Dedeler, ebeler hikâyeler

okurdu torunlarına. Hayallerin sınırı bu kadar

keskin çizilmemişti. Hayaller zengin olmak

üzerine değil, enginolmayı hedeflemişti.

Kalabalıklar bu kadar yalnız kalmamıştı

caddelerde, sokaklarda. Akşamları bukadar

parlak değil, sönüktü; en konforlu çocuğun

bile cep içleri söküktü. Yamalarından utanmazdı

hiçkimse, el örgüsü yakalıklar siyah

önlüklerimizde, saçlarımızda çıtçıt tokalar,

kumaştan mendillerimizle gözlerini silerdik

arkadaşlarımızın. Düşünce en fazla dizlerimiz

yaralanırdı ama nihayetinde bir elbulurduk

bize uzanan. Sevmek, bırakın pazara,

mezara kadar bile değil Allah'ına kadardı…

Gökyüzüyıldızlarına sahip çıkardı güneşini

incitmeden. Acaba çocukken bu günlere

geleceğini bilseydi insanlarbüyümek isterler

miydi? Ellerimiz, ayaklarımız ve dilimiz

küçüktü ama velhasıl-ı kelam yaşamak çok,

çok daha büyüktü.

12 13

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



YENİ BİR TUFAN ZAMANI

Hüseyin UYAR

h_uyar@hotmail.com

Doğadaki döngüyü, ölen tanrı figürü dualitesi

üzerinden açıklayabilmişlerdir. Örneğin;

Osirisin öldürülüp toprağa ekilmesi tahıl

olarak sonuç verir. Dionysos Titanlar tarafından

pişirilmesine rağmen, bereket tanrısı

olarak geri gelir…Benzer örnekler fazlasıyla

çoğaltılabilir.

Yaradılış arketipinin/numunesinin en önemli

unsurlarından biri tufan mitidir. Tufan, ahlak

dışı kusurlarıyla berbat ettikleri dünyayı

düzene sokmak için yok edip yeniden yaratmak,

yani insanlara ikinci bir şans vermek

olarak düşünülebilir ya da “Maya inanışlarında

olduğu gibi, -haşa- Tanrı’nın hatasını düzeltmesi

için gerçekleşmiş olabilir.”

İnsanlığın ortak kültüründeki bilindik

örnekler ile Sümer mitolojisinde Nuh, Babil

mitolojisinde Utnapiştim, İskandinav mitolojisinde

Bergelmir ve karısı, Roma mitolojisinde

Deucalion vs… Anlaşılan o ki insan

ırkı kendisindeki kusurun bilincinde ve bunu

düzeltmek için “tufana” ihtiyaç duymaktadır.

İnsanlığın ortak kültüründeki bilindik

örnekler ile Sümer mitolojisinde Nuh, Babil

mitolojisinde Utnapiştim, İskandinav mitolojisinde

Bergelmir ve karısı, Roma mitolojisinde

Deucalion vs… Anlaşılan o ki insan

ırkı kendisindeki kusurun bilincinde ve bunu

düzeltmek için “tufana” ihtiyaç duymaktadır.

Genel olarak mitolojiye baktığımızda; bireylerin

ve toplumların geçmişleri farklı olsa

da insan evrenseldir. Bu evrensel olma durumu,

ürettikleri mitlerde üç ortak bileşen

olarak kendini göstermektedir.Tanrıların

varlığını insanlara kabul ettirmek, yaradılış

ve kahramanlık…Denilebilir ki doğa olaylarını

ve insan davranışlarının açıklanmasını,

tanrı ve tanrıçalar üzerinden yapmak daha

rahatlatıcı olmuştur…

Bunun yanında,düzenbaz tanrıların

dizginlenemez arzuları vardır ve amaçlarına

ulaşmak için birçok ahlaksızlıklar yapabilirler…

Örneğin, Krişna banyo yapan gopillerin

kıyafetlerini çalar. Hermes, Apollo’nun sığır

sürüsünü aşırır…Elbette, günümüz insanında

da hiç yabancı olmayan bu davranış türleri

mitlerde de bulunmaktadır; çünkü mitler

insanlar tarafından üretilmiştir… İlgilenenler

için ulaşılabilir kaynaklarda fazlasıyla

örnekler mevcuttur.Bütün bu mitler gerçekte

yaşandı mı bilmiyoruz ama insan psikolojisinde

bir karşılığı olduğu açıktır. Sigmund

Freud (1856-1939) “mitler, insan temel nevrozlarını

açığa vuran ‘ilkel’ dışavurumlardır”

derken, Carl Jung (1875-1961) “mitler, İnsanlığın

ortak belleğinin içyüzünü anlamayı

sağlayan kültürel hayallerdir” demiştir. Şimdi

tekrar başa dönelim… Yeni bir tufan zamanı

geldi midiye fantastik bir soru sorabiliriz ama

önce, günümüzde üretilen mitler var mı diye

düşünelim? Klasik tarzdaki mitlerin ortak

bileşeni olan “tanrı, yaradılış ve kahramanlık”

üçlemesi için, hayal gücümüzü epeyce

zorlamamız gerekecektir.

Dünya var olmaya devam ederse, otuz bin

yıl sonra yaşayan insanlargünümüze ait

mitler bulabilecek mi bilinmez?..Bir gerçek

var iklim değişikliği, adaletsiz gelir dağılımı,

yozlaşmış toplumlar, düzenbaz yöneticiler,

doymayan kapitalizm, inanç sömürüsügibi

insan eliyle üretilen kusurlara bakıldığında,

dünyayı tüketmekte olduğumuzu rahatlıkla

görebiliyoruz.Günümüz dünyasındaki “tufan”,

sular ve sellerledeğil de başka bir form

ile de gelebilir. O vakit, insanlığı kurtarmak

için,sanat, edebiyat ve bilim gibi kahramanlara

ihtiyacımız olacaktır…

14 15

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BİRCAN'IN

KADRAJINDAN t

BİRCAN TURHAN

bircanturhann@gmail.com

16 17

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BİR GARİP ORHAN VELİ

İstanbul’da Boğaziçi’nde

Bir garip Orhan Veli’yim

Veli’nin oğluyum

Tarifsiz kederler içindeyim

Rumeli Hisarı’na oturmuşum

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum

İstanbul’un mermer taşları

Başıma da konuyor martı kuşları

Gözlerimden boşanır hicran yaşları Edalım

Senin yüzünden bu halim.

İstanbul’un orta yeri sinema

Garipliğim,mahzunluğum,duyurmayın

anama

El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne

Sevdalım…

Boynuna vebalim

İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim

Bir garip Orhan Veli’yim.

Yeliz UNUK

yeliza@hacettepe.edu.tr

13 Nisan 1914 tarihinde Beykoz'da doğan

Orhan Veli Kanık’ın çocukluğu İstanbul'da

geçti. İlköğrenimini Galatasaray'da yaptı.Babası

Cumhurbaşkanlığı Armoni Orkestrası

Şefi, klarnet ustası Mehmet Veli Kanık, annesi

Fatma Nigar Hanım'dır. Mizah Yazarı Adnan

Veli Kanık'ın ağabeyidir ve Füruzan (Yolyapan)

adında bir kız kardeşi vardır. Ankara’da

belediyenin kazdığı bir çukura düşmesi sonucu

beyin kanaması nedeniyle 17 Kasım

1950 yılında 36 yaşında hayata çok erken

veda etti. Bu kadar kısa hayatına, hiç unutulmayacak

şiirler yanında, şiir dünyasına yeni

bir yol açarak günümüzde de büyük bir usta

olarak anılmaktadır..

Edebiyat çalışmalarına ilkokulda başlayan

Orhan Veli, ortaokul 7'nci sınıfta Oktay Rıfat'ı,

1-2 yıl sonra da Melih Cevdet'i tanıdı. Sonraları

Türk şiirine büyük yenilikler getirecek

Garip Akım’ının öncüleri böylece bir araya

geldiler. O tarihten sonra üç arkadaş sürekli

edebiyatla ilgilenip şiirler yazdılar, çeşitli

sanat sorunları üzerine birlikte düşündüler,

tartıştılar. O yıllarda öğretmeni Ahmet Hamdi

Tanpınar'dan da büyük destek ve yakınlık

gören Orhan Veli, liseyi bitirdikten sonra

birkaç sene İstanbul Üniversitesi'nde felsefe

okudu. Bitiremeden, 1936'da Ankara'ya

döndü. Çeşitli memuriyetlerde çalıştı. 1941-

1944 arasında askerliğini yapan Orhan

Veli, terhis olduktan sonra MEB tercüme

bürosunda çalıştı. Ancak şairlikle memuriyetin

bağdaşamayacağını anlayınca, şairliği

tercih ederek istifa etti.

Kendisi bu hikâyeyi şöyle anlatır: "1914

yılında doğdum, bir yaşında kurbağadan

korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında

yazmaya merak saldım. 13'te Oktay Rıfat'ı,

16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında

bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan

sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından

sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini

öğrendim. 25'imde başımdan bir

otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum. Hiç

evlenmedim."Orhan Veli’nin eserlerinde,

kuralları ve kalıpları yıkan bir şiir anlayışının

egemen olması insanı etkiliyor.

Bunun yanı sıra daha özgür, daha yalın, daha

samimi, daha esprili, özgün bir şiirin temellerinin

atılması bakımından önemli bir yer

tutuyor. Orhan Veli şiire inanan, güvenen,

saygı ve sevgi duyan, bir şair olmuştur hep.

Şiirlerinde vezin ve kafiyenin gereksiz olduğunu

savunmuş, şiirin diline büyük önem

vermiştir.Onun en büyük amacı şiiri süsten

kurtararak soyut şiir yerine, özüne ulaştığı

somut bir şiir yazmaktır. Mecaz ve edebi

sanatlar gibi şiirin söyleyiş özelliklerini

kaldırmış, “mânâ”yı ön plana çıkarmıştır. Bu

nedenle, şiirlerinde anlatmak istediklerini

edebi kaygıya kurban vermeden çok açık ve

derin anlatabilmiştir.

1 Ocak 1949 tarihinden itibaren 15 günde

bir yayımlanan “Yaprak” dergisini çıkarmaya

başladı. 15 Haziran 1950'ye kadar yayımlanan

bu dergiyi parasal güçlükler nedeniyle

yayımlayamaz olunca, Ankara'dan ayrılıp

İstanbul'a döndü. Oktay Rıfat ve Melih Cevdet'le

birlikte Nazım Hikmet'in yaptığı açlık

grevine destek verdi ve iki günlük sembolik

bir açlık grevi yaptı. Nazım'ın hapisten çıkmasından

sonra da onu desteklemeye devam

etti.Garipçiler diye de adlandırılan Garip

şairlerinin amacı, şiiri birtakım kalıplardan

kurtarmaktı. Dolaysız, yalın, açık seçik bir

halk diliyle şiir yazmaktı. Böylece Orhan

Veli'nin yaptığı iş, edebiyat tarihimiz açısından

"edebiyat zevkimizde devrim" biçiminde

anlatılarla karşılandı.Orhan Veli Kanık bazı

şiirlerini, Mehmet Ali Sel takma ismini kullanarak

yazmıştır.

Merhaba Edebiyatseverler, bu ayki konuğumuz,

Garip Akım’ın öncülerinden ve Türk

şiirinde bir mihenk taşı olarak kabul edilen

Orhan Veli Kanık.

18 19

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



Orhan Veli Kanık’ın bilinen ilk eseri 30 Ekim

1930 tarihinde Ankara Erkek Lisesi’nin

"Sesimiz Dergisi"nde yayımlanan "Yahudinin

Fendi Arnavutu Yendi" isimli oyunudur.

Orhan Veli’nin eserlerine bakacak olursak,

şiirlerinde dikkat çeken özellikleri şöyle sıralayabiliriz.

Orhan Veli Kanık, şiirlerini belli bir türe

bağlı kalarak yazmamıştır.

Orhan Veli Kanık, Garip Akım’ın şiir anlayışına

sahiptir.

Orhan Veli Kanık, şiirlerinde ölçü kullanmamıştır.

Orhan Veli Kanık, şiirlerinde kafiye kullanmamıştır.

Orhan Veli Kanık’ın 6 adet şiir kitabı vardır.

Orhan Veli’nin sevdiğim şiirler arasında

Yaşamak adlı şiiriyle bitiriyorum bu ayki

yazımı…

YAŞAMAK

Biliyorum, kolay değil yaşamak,

Gönül verip türkü söylemek yar üstüne;

Yıldız ışığında dolaşıp geceleri,

Gündüzleri gün ışığında ısınmak;

Şöyle bir fırsat bulup yarım gün,

Yan gelebilmek Çamlıca tepesine...

-Bin türlü mavi akar Boğaz'dan-

Her şeyi unutabilmek maviler içinde.

Biliyorum, kolay değil yaşamak;

Ama işte

Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak,

Birinin saati işliyor kolunda.

Yaşamak kolay değil ya kardeşler,

Ölmek de değil;

Kolay değil bu dünyadan ayrılmak.

ORHAN VELİ KANIK

Garip,Vazgeçemediğim, Destan Gibi,

Yenisi, Karşı ve Bütün Şiirleri.

20 21

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



MAHİNUR’UN ÇİLESİ

Adalet, bir ülkenin mutluluk terazisidir.

Henüz on beşindedir Mahinur. Buğday tenli,

elâ gözlü, selvi boylu dünyalar güzeli genç

bir kızdır. Görenler, yirmili yaşlarda zanneder

Mahinur’u. Köyde büyümüştür; mahirdir,

çalışkandır, her iş gelir elinden. Çalışkanlığı

dillere destandır adeta. Tarla işleri, ev işi ve

temizlik derken, en çok da yaptığı güzel ve

lezzetli yemekler ile konuşulur.

Her genç kız gibi, onun da pembe hayalleri

vardı. En büyük hayali de sık aralıklarla köylerine

gelen ebe gibi, okuyup ebe olmaktı.

Okumayı yazmayı çok sevse de maalesef

ailesi tarafından okula gönderilmemiş, “ebe”

olma hayali sonlandırılmış, çilesi başlamıştı

Mahinur’un. Temmuz ayının ortaları, yine sıcak

bir gündü. Bahçelerindeki böğürtlenler

olgunlaşmıştı. Herkes gibi Mahinur’un da

canı çeker, böğürtlen yemek için çalılıklara

yaklaştı. Çile bu ya tam da böğürtleni koparacağı

esnada ayağı kayar ve çalılıkların

ortasına yuvarlanır. Kurtulmak için çabalasa

da nafile…

Mahinur’un feryadını duyan civar komşular,

bahçeye koşarlar. Vücuduna dolanmış olan

çalılıkları keserek o narin bedenini kurtarırlar.

Saçları da dolanmıştır, bu kez çalılar değil; o

çok sevdiği saçları kesilmek zorunda kalınır.

Metanetli görünmeye çalışsa da gözyaşlarını

gizleyemez. Çok üzülmüştü…

Çileli doğmuştu…

Mehmet MEMDOĞLU

mmemdoglu@gmail.com

Yakın akrabalarından bir taliplisi çıkar. Ailesi

yaşı ve akrabalığı bahane ederek, böyle bir

evliliğe rıza göstermez. Arkadaşlarının ikna

etmesiyle çocuk yaşta evliliği kabul ederek

Türkiye’nin “çocuk gelinler” kervanına

katılır Mahinur. Aileler arasında tatsız olaylar

yaşanmasına rağmen, o yılın sonbaharında

düğünü yapıldı. Düğün sonrası Mahinur’un

çilesi daha da artmaya başlamıştı. Gelin

olarak gittiği evde itilip kakılır, hakarete

uğrar. Ses çıkarmasa da sahipsizlik hissi

yüreğine hançer gibi saplanır durur. Yanlıştır

tabi. Ama dönemin adetleri gereği babasının:

“Kızım bu ev artık sana yabancıdır.

Unutma ki bu eve ancak cenazen gelebilir”

sözü, işkence görmesine rıza göstermek

mecburiyetinde bıraktırır kendisini.

Çektiği çile yetmezmiş gibi hamileyken eşi

askere gitti. Artık onun için günler ay, aylar

yıl, yıllar asır gibiydi. O kutsal annelik duygusunu

tattığında eşi henüz askerden dönmemişti.

Dokunaklı sesiyle söylediği hüzünlü

ninnilerle büyütür yavrusunu. Sayılı ve

zahmetli günler gelir geçer, eşi askerden

döndüğünde oğlu yaşına girmek üzereydi.

Çektiği tüm acıları yüreğinin heybesine koyan

Mahinur, eşinin askerden dönmesiyle birlikte,

daha iyi bir yaşam için şehir merkezine

taşındı. Geçim şartları, hayalini kurdukları

gibi bir yaşam sunmaz kendilerine; hayat,

eşini ve Mahinur’u gurbete mecbur eder.

Nice türkülere, şarkılara, âşıklara, sevdalara,

romanlara konu olan İstanbul, Mahinur’un

beklediği mutluluğu esirger kendisinden.

Sözbirliği etmişçesine, insana mutluluk

veren Boğaz’ın masmavi suları, Üsküdar sahilleri,

tarihi Eminönü Çarşısı, Sultan Ahmet

ve Taksim Meydan’ı, İstiklal Caddesi, Galata

Kulesi… Eyüp Sultan da esirger mutluluğunu

Mahinur’dan. İstanbul maceraları

kısa sürdü. Onun için İstanbul’un ne taşı,

ne de toprağı altın oldu; geldikleri gibi memleketlerine

geri dönmek zorunda kalındı.

Köylerine vardıklarında ikinci kez anne

olmuştu ancak ciğerparesi özürlüydü. “O

neylerse güzel eyler” diyerek, Allah’a şükretti.

Yıllarca eşinden sözlü taciz ve hakaretlere

maruz kalsa da yüreğine taş basmıştır

bir kere. “Ya Sabır” der, O’na sığınır. Yıllar

geçti, çocuklar yetişkinliğe erişti ama Mahinur’un

çilesi devam etti. Eşinin sorumsuzluğuna

kendisinin çaresizliği de eklenince,

psikolojik sorunları olan özürlü çocuğuna

iyi bir eğitim veremedi. Bu eksikliğe toplum

ve mahalle baskısı da eklenince, evladı

kendisini insanlardan soyutlamaya, huzuru

ve mutluluğu yanlış olan mecralarda aramaya

başladı. Psikolojik sorunlu evladının

“ölçüsüz” yaşantısına, çevresine verdiği

zarar ile fiziki işkence de eklenince, oğlu; bir

zamanlar “taşı toprağı altın” diye gittikleri İstanbul’a

gitmeye karar verdi. Ciğerparesini

bu kararından vazgeçirmek için çok yalvarır,

çok ağlar ama nafile, “kararım kesin” der ve

İstanbul’a gider oğlu. Ne gariptir ki psikolojik

sorunları olan oğlunun İstanbul’a gidişine

en çok, çocuğunayeterince sevgi ve şefkat

verememiş babası sevindi. Nereyi mi? Taşıyla

toprağıyla altın (!) olan İstanbul’a. Mahinur’a

mutlu ve huzurlu bir yaşam sunmayan

İstanbul, Mahunur’un oğlundan da esirger

bu güzellikleri.Psikolojik sorunlarına korkusuzluğu

da eklenince, gayri kanuni işlerle

uğraşır evladı.

İstanbul’a gidişinin üzerinden bir yıl

geçmemişti ki gencecik oğlu güpegündüz,

İstanbul’un merkezinde ticari sebeplerden

ötürü, önceden de birkaç kez tartıştığı bir

grup tarafından silahla vurularak öldürüldü.

O günden sonra faili belli ama bulu(n)

amayan bu cinayet dosyası, diğer faili

meçhul dosyaların bulunduğu tozlu raflardaki

yerini aldı.

Allah hiçbir anneye evlat acısı yaşatmasın.

Yavrusunu meçhul bir cinayet sonrası

kaybeden Mahinur, üzüntü ve kederden

sağlığını yitirdi. Genç annenin yaralı yüreği

bu acıya, bu çileye fazla dayanamadı. Bir

temmuz günü saçları kesilerek başlayan

Mahinur’un bu fani dünyadaki çilesi, yine

sıcak bir temmuz günü Rahmet-i Rahman’a

ruhunu teslim ederek son buldu.

Faili belli olan “faili meçhul” dosyalar, yüzlerce,

binlerce annenin yüreğini, acısını sızlatmaya

devam etmekte. Faili meçhul dosyaların

varlığı ülkemiz için yüz kızartıcı bir

durum olsa gerek. Aydınlatılacak her faili

meçhul dosya, hayattaki annelerin acılarını

biraz olsa da hafifletecek, bu acıyla vefat etmiş

annelerin ruhlarını da huzura erdirecektir.

Adalet, bir ülkenin, bir milletin huzur terazisidir.

Hiçbir cinayet faili meçhul kalmasın,

adalet yerini bulsun; anneler ağlamasın.

22 23

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BİZİM KALEMLER

İSYAN NE OLA

Adalet tartısı satılmış pula

Bir zillet ki sorma yapışmış kula

Sabahtan geç kaldık o mühim yola

Şükrü öğrenmişiz isyan ne ola

Dünyanın huyunu çektik sineye

Sırtımızda kambur döndük nineye

Gönül başka manâ diller kinaye

Şükrü öğrenmişiz isyan ne ola

Gönüller yurdunda viran kalmışız

Kuş uçmaz bir yerde soluklanmışız

Gelene geçene yaren olmuşuz

Şükrü öğremişiz isyan ne ola

Şairin kalemi gözyaşı dam/lar

Ne anlasın bunu pişmemiş ham/lar

Dost olmuş yatıyor içinde gam/lar

Şükrü öğrenmişiz isyan ne ola

Yaradan, yaşatan, yazdıran odur

Ne bilsin bunları duygusuz Hıdır

Egolar tavanda hoş görmek bodur

Şükrü öğrenmişiz isyan ne ola

Fatma OSMANOĞLU Aşk /ı Şiirler

YALNIZLIK

Sahipsiz yorgun düşlerim var benim

Tutunmaya çalışıyorum gecenin bir yerine

Bir ses bölse diyorum uykumu en derin

yerinden

Bir ses “işte benim, işte geldim” dese

Avare şarkılar çalar hep radyoda

Penceremin camına düşer iri yağmur damlaları

Yüreğimi hoplatan gök gürültüsü

Hatırlamaya çalışıyorum bölük pörçük anıları

Gençliğim başımda esen kavak yelleri

Gelmeyeceğini bile bile beklenen sevgili

Ne mevsimler geldi geçti ne baharlar

Hep yalnız hep bir başıma hatıralar

Hep bir başıma hep yalnız resimler

Yitip gitmişim bir şehrin köhne sokağında

Trenler kalkar saat başı istasyondan

Keskin düdüklerinde ayrılık

Her tren düdüğünde bin parça yüreğim

Biz sevdanın ipinden tutamadık

Hep koştuk peşinden ama yakalayamadık

Bayram YANDIM

SEVDA ELÇİSİ BU DELİ YÜREK

Uyanmışım sevdiğim

Bahşedilen bir sehere daha.

Yüzümde geceden kalma

Huzura bulanmış sevda kokan bir

gülümseme.

Müsebbibi sen kokan...

Hani sorma öyle,

muzip gülümsemene karıştırıp.

"Dökülmüşsün yine sabah sabah dizelere"

deme.

Offf Cannn offf

Bilmez misin sen?

Dokunuverir bu deli yüreğe anında

Kulağıma çalınıveren bir şarkı

Bir söz sevdalı.

Bir türkü Anadolum kokan.

Yaylam kokulu kekik kokulu bir bozlak ...

Demlerken sabah çayımı,

Bir gönül üstadı fısıldar kulağıma;

"Sabahın seherinde ötüyor kuşlar.

Bal ilen yoğrulmuş o sırma saçlar.

Kudretten çekilmiş karadır kaşlar.

İşte şu gönlümün cananı gelmiş.

Aha şu gönlümün CANANI GELMİŞŞŞ "...

İşte böyle bu deli gönül Cannn.

Ocağın üzerindeki süt gibi

Çeviriverdin mi bir anlık bakışını

Taşıverir Cannn...

Bir söz,bir cümle

Bir bakış,bir gülüş

Gönül testisindeki

O son damla oluverir .

Taşıverir yürek canözüm.

Kara kalemden ak kağıda.

Alamaz hırsını

Dizelerden tellere vurur kendini

Dilllerden gönüllere düşer de

Sevdalı yüreklerce dinlenir, söylenir olur

yıllarca .

Gönül dostu Neşet Ertaş üstadın dediği gibi;

"Yazımı kışa çevirdin bak gözümde yaşa

Leylam

Mevlam ayrılık vermesin gökte uçan kuşa

Leylam ".

Yaaa Cannn,

Yürekten ak kağıda düştü mü bir kez

O dizeler sadece senlikten çıkar.

Kayahan üstadın dediği gibi ;

“Yolu sevgiden geçen her yüreğin olur...”

Hani sorma Cannn;

Nedir bu gönül, nasıldır!

Gönül işi bu,

Gönüllü işi sevdam.

Meczupla başlar Mecnun’la biter.

Bu deli gönüldür ki;

Sevda ummanında

Deniz kıyısında bir çakıl tanesi.

Her sevda dalgasında arınan.

Kendi halinde ıssız bir han .

Yolu sevgiden geçenlerin uğradığı.

Düşerse bir gün yolu tanrı misafiridir.

Gönül otağında.

Alacağını alıp

Vereceğini verip

Konup göçtüğü...

Oyyy Cannn Oyyy

Sözün özü ;

Hani kıssadan hisse dedikleri;

Sevda elçisi bu yürek.

Hani der ya atalar "Elçiye zeval olmaz ".

Emanetken bu cana bu yürek .

Meczuba Yaradan’ı anlatmaya ne gerek .

Mecnun’a Leyla’sını ...

Seni bana, beni sana anlatmaya ne gerek

Cannn.

Kıssadan hisse alana .

Sadece bir garip;

Sevda elçisi bu deli yürek ...

Zehra KIZILHAN.

24 25

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



SEN BENİM UMUDUMSUN

Sakın ola, karlar yağdırma

Umut dağıma.

Kapanır gönül yollarım gelemem sana.

Kalırım yollarda mahsur

bir başıma.

Uğraşılmaz dertler açma başıma..

Sen benim

Umudumsun!...

Öyle kırgın,

Öylesine durgun durduğuma bakma!

Bende her şey bıraktığın gibi aslında..

Hâlâ özlem

Hâlâ hasret!...

Hüzün yanıma bakıp da aldanma.

Hüzünlere olan bu bağlılığım,

Aslında maziden kalma..

Hüzün çiçeğim derdin bana

hatırlasana..

Hüzünler biraz daha sanki ;

Bana benziyor.

Tıpkı gözümden dökülen yaşlar gibi..

Hasretliğinde..

Bir ben...

Bir yokluk...

Buralarda baştan aşağı yalnızlık var..

Sensizlik

Aslında koskoca..

Velhasıl, her kelimem her sözüm yalnızlığa

tutsak..

Her gülüşüm,

Sana uzak.

Senden uzak acı bir tebessüm..

Nasıl gülebilirim ki;

Bu gönül

Sana tutkun.

Sana tutsak..

Şimdilerde ise..

Hasret yağmurları yağıyor göğümden.

Kar, fırtına, tipi..

Ne yapsam nere gitsem?

Keşke...

Yüreğimle yüreğine dokunabilsem, ısınırım

belki..

Közlenmiş kor ateşler kurutmaz,

Artık ıslak kirpiklerimizi.

Hüzünlü türküler avutmaz ki sendeki beni.

Bendeki seni..

Kim bilir bir gün,

Sonsuzluk şelalesinden boşluğa düşüşlerimde,

Tutuverirsin ellerimden

sımsıkı..

Belki ;

Yüzüme düşen damlalarda düşersin

düşüme.

Umudumsun sen..

Öyle kırgın,

Öylesine durgun durduğuma bakma.

Hepsi sensizlikten..

Sen benim UMUDUMSUN!

Karlar yağdırma umut dağıma

Gitme arkanı dönüp bana..

Gitme!...

Sen benim UMUDUMSUN…

Zeynep KILIÇ

BEN OLACAĞIM..

Hayatın sonu bu, der isen bir gün.

Ölüm bazılarına zulüm, bazılarına düğün..

Eksilmesin umudun, yok olmasın gülüşün..

Hiç bir şeyin olmasa da ben olacağım..

Ne zaman ki kalbin kırık, hayaller bitmiş..

Seni ayakta tutacak,tek şey ümitmiş..

Sanma ki seni seven,terk edip gitmiş..

Hiç kimsen olmasa da ben olacağım..

Dallarını kırsalar, dökülse meyvelerin.

Sen köklü çınarsın, bükülmez belin..

Senden beklentisi kalmasa kimselerin..

Çevrende insan bitse bile ben olacağım..

Bir cennet rüyasının ortasına düş..

Bu âlem diyelim ki hep kavga dövüş..

En karanlık gününde, bir tatlı gülüş. ..

Arayıp bulamazsan orda ben olacağım..

Öner ÖNDER

Sen diyorum bayım

Sen hayatıma gelmeden önce

Renksizdi dünyam

Siyah ve griden ibaretti

Renk kombinasyonum

Sonra gözlerin dokundu gözlerime

Gökkuşağı oluştu

Mucizevi bir şekilde

En çok da maviyi beyazı

Sevdim sende

Şimdilerde yeni bir şehre gitmiş gibi

Mutlu ve heyecanlıyım

Her nefes alışımda

Sen diyorum bayım

Senle bozdum tevbelerimi

İçimde kazaya bıraktığım ne varsa

Hepsine sadaka verdim..!

Cahide AÇIKYILDIZ

26 27

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



BİR DÜŞ, BİR GÜLÜŞ, BİR AYRILIK, BİR ÖLÜM

"Aşkların da miladı var öğretmenim. Rüya

görmek gibi aşk dediğimiz şey. Uyanınca

hepsi hayal oluyor başka bir zamana, başka

bir dünyaya geçiyorsunuz. Kendiniz uyansanız

ne ala. Biri geliyor yatağınızın başucuna,

gözünüzü açıp ilk onu görüyorsunuz.

Öyle güzel gülümsüyor ki, işte aşk bu diyorsunuz,

bırakıyorsunuz kollarına kendinizi hiç

düşünmeden. Çünkü siz yalandan gülümsemek

nasıl olur, bilmiyorsunuz. Sonra öyle

sarsarak uyandırıyor ki sizi acımadan, kan

ter içinde uyanıyorsunuz. İki kişilik sevdaların

tek kişilik intiharlarında kendi ipinize asılıyorsunuz.

Elinizde bir avuç renkli hapla... İnsan

niye isteyince ölemiyor öğretmenim? Niye

bırakmıyorlar.? Ölseydim toprak alacaktı

acılarımı. Kalbimi dilim dilim doğrayan bu

ızdırap dinecekti. En fazla bir yıl ağlayacaktı

ardımdan annem, babam. Şimdi bir ömür,

yaşayan bir cesede ağlayacaklar"“Lütfen” diyorum,

“ağlama!”. “O kadar güzel anlatıyorsun

ki hislerini hem ürküyor, hem şaşırıyor,

hem de çaresiz kalıyorum. Bir insana bir

canı böyle lime lime ederek vermeye değer

mi Zeynep? Ruhuna, güzelliğine, gençliğine

yazık değil mi? Bak önünde yıllar var. Yine

seversin, mutlu olursun belki. Sen öleceksin,

o yaşayacak istediği gibi. Sence de bu

çok saçma değil mi? Zaman ver kendine biraz".

"Ben bir daha kimseyi sevmeyeceğim

öğretmenim.Erkeklerin aşkına inanmıyorum

ben. Onlar daha güzelini, daha iyisini, daha

başkasını bulana kadar severler bizi..

Gönül Aksoy ALTUN

gonulaltun76@gmail.com

Onlara en çok bağlandığımız anda bırakıp

giderler. Bile bile yaparlar bunu. Öldürmek

yetmez onlara, bir de acı çektiğimizi görmek

isterler".

Hayretle dinliyordum. O kadar derinden ve

o kadar etkili cümleler kuruyordu ki onu teselli

edecek cümleleri bulmakta zorlanıyordum..

Çok merak ediyordum. Ne yapmıştı

Ferhat bu kıza? İsmini düşününce alaycı bir

gülümseme oturdu dudaklarıma. Ferhat...

Aşkı için dağları delen Ferhat.. Önce ismine,

isminin anlamına ihanet eden Ferhat...

Zeynep'i düğününden bir gün önce annesi

yaşında zengin bir kadınla aldatan Ferhat...

Zeynep, alışverişe giderken görmüş Ferhat'ın

arabasını o kadının evinin önünde. Sonra

sarmaş dolaş evden çıktıklarını. "Elimde

kına gecesi için aldığım eşyalar vardı öğretmenim.

Eşyaları da hayallerimi de o sokağa

savurdum. Ferhat'ın ve o kadının yüzüne"…

"Ferhat’la konuşmadın mı hiç? Savunması

neydi"? "Mecbur kalmış. Beni dünyanın en

mutlu gelini yapmak için, her şeyi eksiksiz

yapmak için paraya ihtiyacı varmış. Parayla

bedenini satan kadınlara "Hayat Kadını" deniliyor

ya öğretmenim, parayla ruhunu satan

adamlara ne deniliyor?”Biliyor musunuz

öğretmenim, onunla nişanlıyken düğünlere

giderdik. Orkestrayla konuşur, pisti boşaltın,

derdi. Yalnız ikimiz oynayalım, bizi öyle

izlesinler" derdi. Şimdi bizi tanıyan herkes

ihanetin pistinde ağzı açık izliyor bu rezaleti.

Beni gören herkes arkamdan fısıldayarak bir şeyler anlatıyorlar birbirlerine. Ben çok iyi biliyorum

ne dediklerini. Kadına falan takıldığım yok öğretmenim. İçimdeki, bir daha hiç kimseye

güvenemeyecek olmanın eziyeti. Şiirler yazardım ben, Ferhat'a aşk dolu mektuplar

yazardım. Bir arkadaşı sonradan söyledi. O mektupları da eve giderken yırtıp çöpe atıyormuş.

Sırf başkaları "vay be ne aşkmış" desinler diye sevmiş o beni. Bu kadar körmüş gözlerim,

öğretmenim. "Bizi, insanlar da kitaplar da kandırmış, Aşk yalanmış, Aşk intiharmış

öğretmenim. Bahanesi haplarmış".

28 29

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



KÂİNAT HAPİSHANESİNDEN

MÂRİFET ÖZGÜRLÜĞÜNE

İnsan aslı itibariyle topraktan yaratılmıştır.

Allah Teâlâ bu toprağa su katarak onu

çamur yaptı, sonra ona şekil verdi, sonra

pişmiş kiremit gibi kuru hale getirdi. Sonra

da ona ruh üfleyip can verdi.İnsan diğer

varlıklardan ayrı bir özellikte yaratılmıştır. O

letâfet ve kesafetiyle, mana ve maddesiyle,

ruhanî ve beşerî yönüyle dengeli bir şekilde

yaratılmıştır. Bunun için onun marifeti diğer

varlıklardan üstündür. Cinler ve melekler

böyle değildir. Onlarda, letâfet yönü (gizlilik

ve incelik) galiptir. Onlardan ârif olanlar

genelde dengesini kaybedip manevi aşk ve

sarhoşluk içinde kalırlar. İnsana gelince, onlardan

kimin ruhaniyeti kuru toprak yönüne,

manası hissine galip gelirse, melekler gibi

veya onlardan daha faziletli olur. Kiminde toprak

yönü ruhaniyetine, maddesi manasına

galip gelirse, o da hayvanlar gibi yahut onlardan

daha aşağı olur. İmam Gazalî (rh.a):

“Yüce Yaratıcı’nın azamet, celâl ve hikmetinden

gafil olan insan açlığı ve şehvetiyle

meşgul olur.

Hatice ŞAHİN

haticeshn492@gmail.com

Acıkınca nefsini doyurmak, bir istek duyunca

karşılamak, öfkelenmek ve sonucunda

dövüşmek gibi hayvanlarla ortak olan bu

gibi şeylerin dışında nefsiyle alakalı başka

şey bilmez. İnsanın özelliği olup, hayvanların

sahip olmadığı şey ise marifetullahtır. Bu

vasıfla insan mukarebbûn melekler zümresine

dâhil olabilir.

Allah Tealâ’ya yakın olarak nebîlerle, sıddıklarlahaşrolunur.

Hayvanlara ve hayvanî

hazlara razı olanlara ise böyle bir derece

yoktur. Hatta bu tür insanlar, hayvanlardan

çok daha şerlidir. Çünkü Allah Tealâ hayvanlara

vermediği özelliği ona vermiştir. O ise

bunu bozup harap etmiş ve Allah’ın nimetine

nankörlük etmiştir. Bunlar hayvanlardan

bile aşağıdadır.

Eşref- i mahlûkat, yani varlıkların en şereflisi

olan insan, ibadete müsait ve onu tam

manasıyla eksiksiz yapacak imkân ve kabiliyette

yaratıldı. İnsanın kulluğu ne kadar ise

şerefi de o kadar oldu.

İnsana verilmiş irade hürriyetinin bir tezahürü

olarak, yaratılış hikmeti doğrultusunda Allah

Tealâ’ya iman edip kulluk vazifesini yapanlar

olduğu gibi, isyan edip tam tersi hayat

yaşayanlar da vardır. Kulluk yapmaktan geri

duran insan, ezeldeki ahdini bozmuş demektir.

Allah Tealâ ruhları yarattığında “Ben sizin

Rabbiniz değil miyim?” dediği vakit, “Evet

Rabbimizsin, şahidiz” (Araf 172) diyerek

Rablığını ikrar ettiği Mevlâ’sına asi olmuş ve

kulluğuna gölge düşürmüştür. Kulluk itaati

gerektirir.

Allah Teâlâ buyurur ki: “Ey âdemoğlu, ben

bütün varlıkları senin için yarattım; seni de

benim için yarattım. Öyle ise senin için yarattığım

şey seni, kendisi için yaratıldığın şeyden

(benden) alıkoymasın!” Yani, yaratılan

varlıkların hizmetiyle meşgul olup yüce

yaratıcının hizmetinden uzak kalma. Dünya

ile meşgul olan ve kötü arzularını Mevlâ'sının

hizmetine tercih eden kimse asla kurtuluşa

eremez! Bu kimse, zatı itibariyle hür ve eşya

onun hizmetçisi iken, eşyayı sevip ona âşık

olduğunda hizmetçisine köle olmuş olur.

Hâlbuki eşya ona âşık ve hizmetçi idi. Sonra

haller ve roller değişti; kul eşyaya hizmetçi

ve âşık oldu.

Sen, kâinatın sahibini müşahede etmediğin

sürece varlıklarla birlikte olursun; (kalbin onlara

bağlanıp kalır) kâinatın sahibini müşahede

ettiğinde ise kâinat seninle olur. Öyle

ise ey insan kıymetini bil, himmetini (gönlünü)

varlıklardan çek, kalbini her şeyin sahibi

ve herkesin hesabını görecek olan yüce

Mevlâ'ya bağla. O zaman Hak Teâlâ arştan

ferşe kadar her şeyi emrine verir, onlarda

himmetinle istediğin gibi tasarrufta bulunursun.

Bunu yapmak Allah için zor değildir.

İmam Kuşeyrî Hazretleri demiştir ki:"Kâinatta

gözüken bütün varlıklarda insanlar için bir

çeşit fayda mevcuttur.

Gök onlar için bir bina görevi yapar. Yeryüzü

onlar için bir beşik gibi hazırlanıp, hizmetlerine

hazır hale getirilmiştir. Kul, etrafındaki

varlıklar üzerinde iyice düşünsün; eğer

hizmetine âmâde edilmiş varlıklardan herhangi

biri olmasaydı, onunla giderdiği ihtiyacını

temin için hangi varlığa giderdi?

Eğer güneş olmasaydı insan gündüz nasıl

iş yapardı? Gece olmasaydı, nasıl dinlenip

istirahat ederdi? Ay olmasaydı, insanlar ona

bağlı hesap ve vakitleri tesbit edebilirler

miydi? Diğer mahlûkat da böyledir; hepsi,

Allah'ın emriyle insana bir çeşit hizmet sunmaktadır.”Şüphesiz,

bunda yani bahsedilen

bu muazzam işlerde, düşünen bir toplum

için Allah'ın eşsiz sanatını gösteren nice

büyük deliller vardır. Bu tefekkürle onlar Allah

Teâlâ'nın büyük ve çok özel nimetlerini

fark ederler ve onlara şükretmeye muvaffak

olurlar.

Kâinatın içinde hapis kalmış kimseye gelince

o, gökle yer arasında varlıklarla perdelendiği

için. Ona, (fikri, kalbi ve ruhuyla melekût âleminde

yüzmek değil) hayvan üzerinde karada

yolculuk yapmak kalır. Her kim ki nefsin,

varlıkların prangalarından ruhunu kurtarmayı

diler, mana denizinde kaptan olan Allah

dostlarının gemilerine biner, marifetullaha

doğru yol alır…“Allah’ın, kalbini İslâm’a

açtığı bir kimse rabbinden bir nur üzere değil

mi?” (ez-Zümer 39/22) “Ey iman edenler!

Eğer takvâ üzerinde olursanız O size bir furkan

verir” (el-Enfâl 8/29)meâlindekiâyetlerde

geçen “nur” ve “furkan” kelimeleri de

mârifete işaret etmektedir. “Ben bir gizli hazine

idim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi

tanınmak için yarattım.” kudsîhadisi, âlemin

yaratılış gayesinin muhabbet ve mârifetullah

olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bütün

varlıkların fıtratında mârifet arzusu vardır.

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 30 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 31 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



"Kimin bütün derdi ahiret olursa, Allah onun

kalbine zenginlik koyar; dağınık işlerini toplar,

dünya ona koşarak gelir. Kimin bütün derdi

dünya olursa, Allah fakirliği onun gözünün

önüne koyar; işlerini dağıtır, dünyadan da

ona ancak kendisi için takdir edilen gelir.” (

Hadîs- i Şerif)

Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: "Ben cinleri ve

insanları, ancak bana kulluk etsinler diye

yarattım." (Zâriyat 56). İbadet, ibadet edilenin

bilinmesine (mârifet) bağlıdır. Bilinmeyene

ibadet edilmez, dolayısıyla mârifetsiz

ibadetin bir anlamı yoktur.

Osmanlı Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi

(rh.a) demiştir ki: "Ayette, marifetin ibadetle

ifade edilmesi şu sırra işaret için olabilir:

Muteber olan marifet, Allah Teâlâ'ya ibadetle

elde edilen marifettir, yoksa felsefecilerin

marifeti (sırf akla dayalı bilgiler) gibi başka

yollarla elde edilen marifet değildir.”

Şeriat, marifet hazinesinin haritasıdır. Hazineye

ulaşmak isteyen haritaya uymalıdır. İnsanoğlu

var oluş gayesini unutup, dünyanın

aldatıcılığına kandığında rotasını kaybeder

ve yaratılışındaki hikmetin ciddiyetini yitirir.

Dünya hayatını nefsin hazlarından ibaret

görüp, kim olduğunu unutur. Bu savrulmanın

elbette dünya hayatına yönelik ağır bedelleri

var. Anlam kaybı, tatminsizlik, huzursuzluk

gibi… Bu hale düşülmemesi için Allah Tealâ,

insanlığı çok sarsıcı ifadelerle ikaz eder. “Biz

gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri bir oyun

ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (Duhan/38)

mealindeki ayet-i kerime bu ikazlara

bir örnektir. Gerçek bir mümin hayatın

hengâmesi içinde yanlışa düştüğünde bir an

duraksayıp “Ben bunun için yaratılmadım!”

diyebilmelidir. Bunu söylediği anda nefsiyle

hesaplaşmaya ve yanlıştan dönmeye yönelik

ilk adımı atmış olur. Böylece kim olduğunu,

dünyaya neden geldiğini, kendisinden ne istendiğini

hatırlar.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu hususta

şunları söyler: “Hatırlatılması gerekli olan

vazifenin esasının ne olduğuna gelince...

‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet

ve kulluk etsinler diye yarattım.’ İşte hatırlatılması

gereken vazife budur. Cin ve insan

cinsinin yaratılmasının hikmeti Allah’ı tanıyıp

ona ibadet ve kulluk etmektir. Bunun dışında

başka şeylere tüketilen ömürler, ameller zayi

edilmiş olur, onun için azabı hak eder.’’ (Hak

Dini Kuran Dili, Zâriyat 56. ayetin tefsiri)

Rasulullahs.a.v. Efendimiz bir kul olarak

ve kulluğun hakikatine dair zirve şahsiyet

olarak bizler için en güzel örnektir. Âlemlerin

Rabbi’ne nasıl kulluk yapılacağını O’ndan

ve O’nun izinde yürüyen yüce şahsiyetlerin

hayatlarından görmek kadar açık bir delil ne

olabilir! Malumdur ki âlemlere rahmet olan

Peygamberimiz s.a.v. dünya hayatında Allah

Tealâ’nın yüce katına vâsıl olmuş, cemaliyle

müşerref olmuş bir kuldur. O bu makama

çıkarken de üzerinde kulluk elbisesi vardı.

İsra-Miraç hadisesinin anlatıldığı İsra suresi

birinci ayeti kerimenin meali şu şekildedir:

“Kulu Muhammed’i geceleyin Mescid-i Haram’dan,

kendisine bazı ayetlerimizi göstermek

için etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i

Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan

münezzehtir.” Ebussuud Efendi

(rh.a) bu ayet-i kerimede Allah Rasulüs.a.v.’in

“kul” lafzıyla anılmasına dair şu ince tespitlerde

bulunur:“Ayet-i kerimede Hz. Peygamber

s.a.v.’inrasul ya da nebî sıfatları değil de

kul vasfının tercih edilmesi O’nun kendisini

Rabbi’nin kulluğuna adadığını bildirir.

Ve bu yolda en zirve noktaya, ulaşılabilecek

son merhaleye ulaştığını gösterir. İsra

hadisesinin başlangıç ve bitiş noktalarının

da işaret ettiği gibi...” (Ebu’s-Suûd Efendi,

İrşâduAkl-i Selîm ilâ MezâyâKur’âni’l-Kerîm

4/115)Buradan şu dersi çıkarmamız mümkündür:

İsra hadisesi yeryüzünde başlamış,

Sidre-i Müntehâ sınırına varmıştır. Kullukta

da adeta bu iki nokta arası kadar kat edilebilecek

mesafe vardır ve insanın her an yol

almaya çalışması gerekir.

Sonuç olarak, yaratılan hiçbir insan dünya

hayatında başıboş değildir; sorumlulukları

vardır. En büyük sorumluluk ise Rabbine

karşı olan kulluk vazifesidir. Dünyevî vazifeler

süreli ve geçici, kulluk devamlıdır. Son

nefesimize kadar emrolunduğumuz hakikattir.

Kulluğun nişânesi olan ibadetler vakitlidir.

Mesela namaz günde beş defa vaktin girmesiyle

farz olur.

Oruç Ramazan, Hac Zilhicce ayında farzdır.

Ama kulluk bir zamana özel değildir. İnsan

doğduğu andan öldüğü ana kadar daima

kuldur. Taşıdığı bütün vasıfları yitirse de kul

olduğu gerçeği değişmez.Öyleyse Âlemlerin

Rabbi’ne kul olduğumuzu, kulluk için

yaratıldığımızı unutmayalım. Ve şu ilahî fermanı

bütün hayatımızda kendimize rehber

edinelim: “Ölünceye kadar Rabbine kulluk

et.” (Hicr 99) Hayırlı işlerde muvaffak olmak

ancak yüce Allah'ın yardımıyla mümkündür.

Rabbimiz Celle Şânuhû, Efendimiz Hazreti

Muhammed'e, (s.a.v) onun âline ve ashabına

en güzel şekilde salât ve selâm etsin,

içinde bulunduğumuz üç aylar vesilesi ile bizleri

mârifetullah ile şereflendirsin…

32 33

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



SEVGİNİN ŞİFASI

Sabahın ayazında, rüzgârın nefesinde

yaprak gibi titriyordu; acıkmıştı, üşümüştü.

Yalnızlık ve çaresizlik çökmüştü uykusuz

gözlerine.Aç ve bitkin bedenini sürüklediği

üçüncü gecenin sabahında, bulduğu bir su

birikintisinden birkaç yudum su içerek, umutlarını

tazeliyordu… Defalarca turladığı bütün

yollar denize çıkıyordu.Bu adada dolaştıkça,

çaresizliği de bir yumak gibi başa sarıyordu.

Her köşesi yabancı olan bu yerde tanıdık bir

iz, bir yüz arıyor; bulamıyordu.Cılız umutları

ve bitkin haliyle hayatta kalmaya çalışıyordu.

Oysaki bu lanet adaya geldikleri o kara güne

kadarher şey ne kadar da güzeldi. Sıcacık

yuvası, sevgi dolu olmasada bir ailesi vardı.

Adada yapılan bir gezintinin ardından,

önüne konulan koca bir poşet kemiğin mutluluğundayken,

nereden bilebilirdi ki ailesinin

onu oracıkta bırakacaklarını? Denizin ortasına

doğru açılan teknenin içindeki ihaneti,

vicdansızlığı, vurdumduymazlığı nereden

bilebilirdi?.. Tekne tiz sesiyle sessizliğin

bağrını yararak uzaklaştıkça, dünya başına

yıkıldı, kıyametler koptu içinde... Kocaman,

kapkara bir yalnızlık çöktü içine; yüreği

acıyor, kırgınlığı damla damla akıyordu gözlerinden.Anlam

vermiyordu olup bitenlere,

ne olmuştu da ailesi onu terk etmişti?

Meryem AKIN

meryemakin68@gmail.com

Aile terk eder miydi sevdiğini; sahi aile

neydi? Üzerine çöken yalnızlık ve çaresizlik

içinde duyguları birbirine çarparken ve

dağılıp parçalanırken kıyametinde, acısının

en koyu yerindeyken sıcacık, sevgi dolu bir

ses düştü karanlığına.

Merhaba güzel dost! Sen ne kadar da güzelsin,

sevimlisin, adın ne senin?

Sese doğru döndü ve acı dolu gözleri,

sevgi dolu bir çift gözde teselli buldu.

Konuşabilseydi eğer, neler anlatırdı bu sevgi

dolu sıcacık sese.Sığınacak bir dosta,

sevgi dolu bir kalbe nasıl da ihtiyacı vardı.

Bir duygu fırtınası koptu o anda kalbinde

ve gözlerinden boşaldı istemsizce yaşlar,

boğazında ki düğümler çözüldü birer birer...

Kelimeler olmadan da anlaştılar gözleriyle...

Biri kırgınlığın içinde kıvranırken, öbürü tüm

sevgisiyle, sarıp sarmalıyordu diğerinin yalnızlığını...

Ve o sabah, adanın ıssız sokaklarındabüyük

bir dostluğun temelleri atılıyordu…

Üzerinde eşofmanı, spor ayakkabısı ve

sadeliğinin içindeki sıcacık gülümsemesi

ile o kara sabahı, güneş gibi doğup aydınlatmıştı

Zeynep. Minyon tipli, beyaz tenli,

gencecik hoş bir hanım, hayatın keşmekeşliğinden

yorulup, bir kaç ay önce adada

dingin bir hayatı tercih etmişti. Bahçe içinde

küçücük bir evi, kocaman bir kalbi ve huzur

dolu bir yaşamı vardı.

O bembeyaz tüylerin, pofuduk halinle tıpkı

lokum gibi tatlısın. Bundan sonra senin

adın “Lokum” olsun dedi Zeynep. SonraLokum'un

yanına çimlere oturdu ve onu kucağına

alarak ellerini Lokum'un şefkate aç

bedeninde gezdirdi, onu teselli etti, sevgisiyle

sarıp sarmaladı...O söğüt ağacının altında

terkedilen bir köpeğin yüreğinde açılan

tarifsiz yaraya, yine bir insan tüm şefkat ve

sevgisiyle şifa olmuştu.Hayat ne kadar tuhaf

ve sürprizlerle doluydu; üç gündür yaşadığı

kötü günleri, melek kalpli Zeynep’in sevgisiyle

atlatmıştı Lokum. -O bembeyaz tüylerin,

pofuduk halinle tıpkı lokum gibi tatlısın. Bundan

sonra senin adın “Lokum” olsun dedi

Zeynep. SonraLokum'un yanına çimlere

oturdu ve onu kucağına alarak ellerini Lokum'un

şefkate aç bedeninde gezdirdi, onu

teselli etti, sevgisiyle sarıp sarmaladı...O

söğüt ağacının altında terkedilen bir köpeğin

yüreğinde açılan tarifsiz yaraya, yine bir insan

tüm şefkat ve sevgisiyle şifa olmuştu.

Hayat ne kadar tuhaf ve sürprizlerle doluydu;

üç gündür yaşadığı kötü günleri, melek

kalpli Zeynep’in sevgisiyle atlatmıştı Lokum.

Haydi bakalım doğru eve; seni güzelce bir

doyurup, temizleyelim dedi Zeynep.Onun

sesiyle kendine gelip üzerindeki tüm kasveti

oracıkta silkeleyip attı Lokum ve Zeynep ile

birlikte güle oynaya evin yolunu tuttu...

Zeynep 'in sevgi dolu minicik evi, kocaman

yüreğinde, huzur tüten bir çatı, bir yuva buldu

Lokum.Zeynep ona, o da Zeynep'e bir

dünya oldu, dost oldu, yoldaş oldu...Sevginin

şifasında iyileşip, mutluluğunda çoğaldı

bu kadim dostluk.İlk geldiği gün, derin bir

acının koynunda tanıştığı ada, şimdi bambaşka

güzellikteydi. Güneş daha sıcak,

ağaçlar daha yeşil, deniz daha maviydi sanki

renkler kimliğini, hayat anlamını bulmuştu

adeta.

Doğa her günfarklı güzellikler sergiliyor,

ortancalar, yaseminler, hanımelleri,

güller adayı süslüyor, mis kokularını vermek

için yarışıyor gibiydiler.Kuşlar en güzel

şarkılarıylaonlara eşlik ediyordu. Ve havanın

değişken nabzı her gün farklı atıyordu, denizin

bağrında, mavinin tonlarında. Gecenin

bereketini güne devrettiği gün doğumunda

el değmemiş taze sabahları nefes nefes

içlerine çekerek yürüyüş yapıyor, iki kadim

dost yeni günü umutlarıyla tazeliyorlardı...

Sevginin o efsuni şifasıyla her gün taze

umutlara yelken açıyordu dünya…

34 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 35 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



DÜNYADAN KARELER

Muzaffer TAŞYÜREK

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

36 37

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



GÜNCE

CEMRE

Fatma ATLI

atli9316@gmail.com

Bilimsel olarak bir karşılığı olmasa da halk

arasında baharın müjdecisi diye bilinir cemre.

Her yıl Şubat ayının 19-20’sinde havaya,

bir hafta aralıklarla suya ve toprağa

düştüğüne inanılır.

Türk, Arap, Fars, Moğol, Grek ve bir çok

kültürde rastlanan cemre inanışının ilk defa

hangi toplum ve tarihte ortaya çıktığı bilinmemekle

birlikte, kelimenin Arapça kökenli

oluşu inanışın Araplardan geldiğine dair ipuçları

verir.

Kimi araştırmacılar ise eski Türklerin

gökyüzünde yaşadığına inandığı genç bir

tanrının başına gelen olaylar dizgisini dilden

dile aktardığı efsanevi hikayeye bağlar.

Kelime anlamı ateş koru/köz olan ‘cemre'nin

ilk nasıl, nerede ve hangi tarihte ortaya

çıktığını araştırmacılar tartışadursun, biz

bu kadim inanışın insan hayatı ile ilişkisine

gönül verelim biraz… İnsan ve doğayı tefekkür

ederken, fıtrat ve kainat kitabını bir mercek

altında okumak aradaki uyumu daha net

görmemizi sağlar. Mevsimsel dönüşüm ile

hayat öyküsünün döngüsü birebir benzerlik

arz eder. İnsan bir yönü ile güçlü bir yönü ile

zayıf aciz. Bir yandan koca koca yapıları inşa

eden, akıl almaz teknolojileri icat eden, bir

yandan gözle görülemeyen canlılara mağlup.

ûrette kavi dursak da hepimizin yüreğinde

bitmesini beklediği bir kış, gelmesini istediği

bir bahar ve onu haber verecek bir cemreye

ihtiyacı yok ki…Kimimizin kışı ağır geçer

diğerlerinden.

Buz tutan yolda kayıp düşeriz üstüne bir

de. Tutunup dayanacak bir tutamaç da bulamayız.

Kışı kabullenmişizdir de, ah bir de,

düşmek olmasa der, kahrederiz. Gözümüz

otobüste olanlara takılır; iç geçirir, düşmeyi

yürümeye yorarız. Oysa yolcu şoförün insafına

mahkum buzlu yolda koca vasıtayı zapt

etme telaşına şahit esefle çoktan gözünü

cama dikmiş son model arabası olanlara

imrenmeye koyulmuştur bile. Arabası olan

ise buz tutmuş motoru ısıtma derdinde. İşte

böyle kış herkese kış, yol herkese buz. Ama

anlamaz, yalnız kendindekini görür insan.

Zahirde kime ne sebep bulunursa bulunsun

batında kışın herkese olduğunu bilir insanın

kadim özü. Bu yüzden içten içe hep bir bahar

beklentisi vardır. Ve aslında mevsimlerin

dönüşü gibi hayatın da bir döngüsü olduğuna

vakıf olur zamanla. Görür ki; ne kış

daimidir ne bahar. Kış olunca cemre telaşına

düşer. Şubat dediklerinin kapısını zorlar.

Kimi falları kimi gelecekten haber verenleri

kimi bilginlere kimi psikologları Şubat kılar

ve onlara cemre sorar. Bahar da baharın

bitmesi telaşı sarar. Uykular kaçar, şüpheler

başlar, velhasıl insan zehreder hayat denen

mevsimleri kendine. Biraz sekinet lazım

önce. Zarifoğlu'nun öğretisi ile dışarıdan

telaşa kapılmadan izlemek gerek öylece.

Tefekkür bilgeliği ile dinginlenmek gerek.

Hayatın mevsim dönüşleri gibi kışın sonunda

baharın mutlak oluşuna iman etmek gerek.

Şubat’ın sabır olduğunu idrak gerek. Ve her

Şubat'ın cemrelere gebe olduğunu kabul

gerek. Her sabrın dua doğurduğuna şehadet

gerek. Sabır ve dua birliğinden cemrelerin

düştüğünü bilmek gerek; Önce havaya

ve akla, sonra suya ve ruha, sonra toprağa

ve kalbe… Kalbe aşk ile düşen cemreden

hasıl olan nur topu gibi baharlara hoşgeldin

demeye yürekten niyet gerek.

Hoşgeldin...

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 38 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi 39 Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi



TARİHTE ŞUBAT

1

3

5

7

12

14

22

23

25

27

Gazeteci Abdi İpekçi, 1979 yılında uğradığı bir suikast sonucu hayatını kaybetti.

Klasik Türk Müziği Bestecisi Sadettin Kaynak, 1961 yılında hayatını kaybetti.

Türk Halk Müziği SanatçısıÖzay Gönlüm, 1940 yılında doğdu.

İngiliz Yazar ve Toplum Eleştirmeni Charles Dickens, 1812 yılında doğdu.

Alman felsefesinin kurucu isimlerinden Immanuel Kant, 1804 yılında hayatını kaybetti.

Sevgililer Günü

Alman Filozof, Yazar ve Eğitmen Arthur Schopenhauer, 1788’de doğdu

Rus Şair, Roman ve Oyun Yazarı Aleksey Nikolayeviç Tolstoy, 1945 yılında hayatını kaybetti.

Yazar ve Şair Sabahattin Ali, 1907’de doğdu.

İrlanda asıllı Amerikalı Yazar John Steinbeck, 1902 yılında doğdu.

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

40

Tarz Edebiyat Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!