31.10.2022 Views

Pusat Dergisi Millî Tarih, Kültür ve Düşünce Dergisi - Yıl: 1 - Sayı: 5 - Eylül-Ekim 2022

Pusat Dergisi, Türk’e Türk’ün gözünden bakar, Türk neredeyse oraya bakar; 7’den 70’e millî şuur ve Türk düşüncesinin yolunu gözler.

Pusat Dergisi, Türk’e Türk’ün gözünden bakar, Türk neredeyse oraya bakar; 7’den 70’e millî şuur ve Türk düşüncesinin yolunu gözler.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

PUSAT DERGİSİ

Millî Tarih, Kültür ve Düşünce Dergisi - Yıl: 1 - Sayı: 5 - Eylül-Ekim 2022

DOSYA KONUSU

TÜRKÇÜLÜK


Takdim ve Türkçülük Mücadelesine Dair

Bu ayki konumuz, hepimizin üzerine yorumlar yaptığı, eserler okuduğu olan fikir, yani Türkçülük. Bizler de bu dergiyi

çıkarırken Türkçü neşriyata az da olsa katkı sağlamak için kalemlerimizi kuşanmayı kendimize şart koşmuştuk.

Türkçülük, Atsız Beğ’in de deyimiyle bin yıl sonrasına dahi hitap edebilmenin sanatıdır. Fikrimizin dâhilinde bulunan

bunca soruna ve metodolojik zorluğa karşın, Türk milliyetçiliği düşüncesinin kavramlarını, kuramlarını, ideologlarını

ve doğduğu coğrafyayı konu edineceğimiz yeni serimizin ilk sayısı hayırlı olsun. İlerleyen süreçlerde bu dosya

konusunun ikinci sayısını çıkarmayı ve o sayımızda da Türk milliyetçiliğinin yükselme sürecine katkı sağlayan

kurumlar-dernekler ve milliyetçi neşriyata mükemmel izler bırakan gazete ve dergileri ele alacağız. Türkçülük başlıklı

dosya konumuzun ilk sayısı vesilesi ile okurlarımıza bu sayımızın bir seri olacağının haberini vermekten de mutluluk

duyarız. Dosyamızın hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ederken, bu dosyamızı ruhuna armağan ettiğimiz

Türk milliyetçiliği uğruna ömrünü feda etmiş Türkmen Ağamız Dündar Taşer'in bir demeciyle takdim yazımı bitirmek

istiyorum:

''Türk milleti ve Türk vatanı için yararlı iş yaptığımıza kani olmak bize yetmelidir. Şu veya bu Avrupalının takdiri de,

tenkidi de bizi ilgilendirmez.''

Hiçbir Avrupalının takdirine ve tenkidine gerek duymadan her daim Türklük için, Türk milleti ve Türk vatanı için

yararlı işler yapacağız.

Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin!

Pusat Dergisi İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Hüseyin Kaan HAN


İÇİNDEKİLER

İmtiyaz Sâhibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Hüseyin Kaan HAN

Yazı İşleri Müdürü

Göktuğ Ziya ÖZYÜREK

Editörler

Samet YILDIZ

ÖMER ULUS

Yayın Kurulu

Hüseyin Kaan HAN

Göktuğ Ziya ÖZYÜREK

Ömer ULUS

Emirhan BAŞAR

Berke Gürsoy

Samet YILDIZ

Dergimizde yayımlanmasını istediğiniz

yazılarınızı pusatdergi@gmail.com

adresine gönderebilirsiniz.

Dergideki yazı ve görsellerin izin alınmadan

yahut kaynak gösterilmeden her türlü ortamda

çoğaltılması yasaktır.

4 II.Meşrutiyet’te İttihat ve Terakki’nin Devlet Politikası:

Türkçülük

Zeynep Şevval ORHAN

7 Milliyetçi ve İslâmcı Kavramları Arasında Bir Mütefekkir:

Erol Güngör

Hüseyin Kaan HAN

9 Cumhuriyet Dönemi Darbeler, Siyasî Hareketler ve

Gelişmeler

Mustafa DEMİR

11 Türk Ahlâkı

Hüseyin Nihal ATSIZ

13 Dündar Taşer'e Göre Milliyetçilik Mefhumu

Samet YILDIZ

17 Hüseyin Nihal Atsız’ın Fikir Dünyası ve Türkçülük Fikirleri

Hüseyin Kaan HAN

21 Milliyetçilik Mefhumunun Tahlili (Mustafa Şekip Tunç)

Transkripsiyon: Samet YILDIZ


II.Meşrutiyet’te İttihat ve Terakki’nin Devlet Politikası: Türkçülük

Zeynep Şevval ORHAN

Sultan Abdülhamid’in istibdadına son vermek, meşrutiyeti ilan ettirmek, çokuluslu Osmanlı imparatorluğunu dağılmaktan

kurtarmak ve bir bütün içerisinde varlığını sürdürebilmesini sağlamak gibi amaçlarla kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve

akabinde İttihat ve Terakki Fırkası Osmanlı’nın son döneminin başat gücü olmuştur.

19. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı toplumunun ve devletinin modernleşmesini sağlamak, imparatorluğu dağılmaktan kurtarma

düşüncesi ile Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Batıcılık gibi siyasi fikir akımları ortaya çıkmıştır. Devletin politikalarını

belirlemede önemli bir güç olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideolojisini tespit etmek zor olsa da gelişen olaylar cemiyetin fikri

yapısının şekillenmesine neden olmuştur.

Cemiyet üyelerinden Fethi (Okyar) Bey ‘’İttihat ve Terakki, o günün şartları içinde açıkça ifade edilmesi imkansız ve hatta

başındakilerin de felsefe ve fikir yapısı olarak ifade edemeyecekleri kadar şekilde Türk milliyetçisiydi’’*1 değerlendirmesinde

bulunmuştur. Fethi Bey’in sözlerinden İttihatçı kadronun Türk milliyetçisi olduğu ancak mevcut konjonktür gereği açıkça ifade

etmedikleri anlaşılmaktadır. Bulgaristan Kızanlık şubesine cemiyete gayrimüslimlerin hangi şartlarda alınacağına dair bilgilerin yer

aldığı yazıda ‘’Cemiyetimiz halis bir Türk cemiyetidir. İslamlığa ve Türklüğe düşman olanların hiçbir vakit fikrine tebaiyet

edilmeyecektir.’’ İfadesi geçmektedir.*2 Bu örnekler cemiyetin Türklük hassasiyetini göstermektedir.

Anayasa’da yer alan 18.madde ‘’ Tebaa-i Osmaniye’nin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-i resmisi olan

Türkçeyi bilmeleri şarttır.’’ ve 68.madde ‘’Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve

mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır.’’ İfadeleri yer almıştır.*3 Azınlıklar bu karardan vazgeçilmesini, Temyiz

Mahkemeleri ve Nezaretler de dahil, devlet dairelerinde azınlık dillerinden verilecek dilekçelerin kabul edilmesini talep etmişlerdir.

Ayrıca İttihatçıların azınlık okullarına devlet denetimi getirme yönündeki çalışmaları ve Türkçe’nin azınlık okullarında

okutulmasını sağlama yolundaki adımları azınlıkların tepkisiyle karşılaşmıştır. Devletin kendilerine sağlamış olduğu hakların

sürdürülmesini talep etmişlerdir.*4 İttihat ve Terakki azınlıkları incitmeyerek imparatorluktan kopmalarını engellemeye çalışsa da

azınlıkların tutumları Meşrutiyet Dönemini, Türklüğü boğmak için bir fırsat olarak değerlendirdiklerini göstermiştir.*5


Azınlıkların karşı çıkmalarına ve Avrupa Devletleri’nin büyükelçileri aracılığıyla engelleme çabalarına rağmen Cemiyetin 1908

programının öngördüğü gibi özel okullarda Osmanlıcılığa ve Türkçülüğe aykırı tüm unsurlar saf dışı bırakılacak ve Maarif

Vekaleti nezaretinde Türkçeleştirici temalara ağırlık verdirilecek, gayrimüslim ilkokullarında da Türkçe öğrenimi zorunlu

kılınacak, devlete ait lise ve üniversite düzeyindeki okullarda da öğretim dili Türkçe olacaktır.*6

Cemiyeti, eğitim-öğretimin Türkçeleştirilmesi politikalarının yanı sıra kültürel alanda da Türkçülük politikaları geliştirmiştir.

Musiki, filmcilik, coğrafya, kütüphane gibi önemli kurumların başına ‘’milli’’ kelimesi getirilmiş, bazı spor kulüplerinin

tüzüklerinde de milliyetçiliğe yer verilmiştir.*7

Ayrılıkçı hareketlerin hız kazanması neticesinde İttihat ve Terakki’nin milli bir temele yönelmeyi seçtiği, Türk milliyetçiliği

fikrinin politik, söylem ve eylem düzeyinde savunmaya başladığını ortaya koymuştur.*8 İmparatorluk içerisindeki milletlerin

niyetleri anlaşılmış, bütünlüğü sağlamanın olanaksızlığı görülmüş bu sebeple diğer milletler gibi Türkler de milli vicdana sahip

olma, milli örgütlenme ve milli kadrolar oluşturma yoluna gitmiştir. Böylece İttihat ve Terakki de açıkça milli politikalar

üretmeye başlamıştır.*9

Balkanlarda Bulgarların, Rumların, Arnavutların; Ortadoğu topraklarında Arapların; Anadolu’da Ermenilerin örgütlenme çabaları

ve çıkarttığı isyanlar İttihat ve Terakki’nin Osmanlıcılık fikrinden uzaklaşarak Türk ve Müslümanların hakim olduğu Anadolu

topraklarında merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçiliğe tamamen karşı olarak devleti kurtarma politikasını benimsemiştir.

Hüseyin Cahit Yalçın bu durumu ‘’İttihat ve Terakki Osmanlıcılıktan vazgeçmiştir. Türkçülük dışında izleyebileceği başka bir yol

da kalmamıştır. Eğer Türkler imparatorluğu idare etmeye devam edeceklerse Türkçülük tek tercih seçeneğidir.’’ şeklinde ifade

etmiştir.*10

Türkleştirme politikalarına, Türklük aleyhine propagandaların oldukça yoğun olduğu Levantenlerin üssü olarak bilinen

Beyoğlu’ndaki kulüplere yönelik atılan adımlar ilginç bir örnek olarak verilebilir. Başta Talat Paşa olmak üzere İttihat Terakki’nin

önde gelenleri Türk memurlarının ve Türk gençlerinin Serki Doryana ve Küçük Kulüp’e girmelerini sağlamıştır. Kulüplerde Türk

çoğunluğu meydana getirmek için Türkler teşvik edilmiştir. Küçük Kulüp’e Türklerin katılması, Talat Paşa’nın da buradaki etkisi

sayesinde Türkler çoğunluk olmuşlar ve böylece Türklük aleyhine yapılan propaganda engellenmiştir.*11

Türkçülük fikrinin sistematize edilmesinde, teşkilatlanmasında Orta Asya’dan İstanbul’a göç eden aydınların önemli etkisi

olmuştur. Rusya’daki milliyetçilik tartışmalarının içinde yer almış ve Batılılar ile siyasi ve eğitim formasyonu vasıtasıyla

doğrudan temas etmiş isimler arasında Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Sadri Maksudi Arsal, Ayaz İshaki,

Mehmet Emin Resulzade, Abdurreşid İbrahimov gibi önemli fikir adamları yer almıştır. Direkt İstanbul’da bulunmamış olsa da

‘’dilde, fikirde, işte birlik’’ düşüncesinin mimarı Gaspıralı İsmail Bey’in fikirleri de Osmanlı Devleti sınırlarında yaşayan Türkçüleri

etkilemiştir. Türkçülük fikrinin Batılı anlamda milliyetçilik şeklini almasında Rusların, Türkler için açtığı Cedit Okulları etkili

olmuştur. Bu okullarda yetişen Türk aydınları, Türkçülük’te içtimai inkılapçılığa vurgu yaparak Türkçülüğe halkçı bir içerik

kazandırmışlardır.*12

Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Fırkası’nın Türkçülüğü benimsemesi ve bu yönde politikalar izlemesi Türkçülük

ideolojisine yeni imkanlar ve alanlar açmış böylece Türkçülük örgütlenebilmiştir. Bu yıllarda Türk Derneği(1908), Türk Yurdu

Cemiyeti(1911), Teavün-ü İçtimai Cemiyeti(1911), Türk Ocağı(1912), İstihlak-i Milli Cemiyeti(1912), Türk Bilgi Derneği(1914), Milli

Türk Cemiyeti(1914), Rusya’da Sakin Müslüman Türk Tatarlarının Haklarını Müdafaa Cemiyeti(1916), Halka Doğru Cemiyeti (1917)

gibi teşkilatlar kurulmuş; Türk Yurdu, Genç Kalemler, Halka Doğru, Türk Sözü, Milli Tetebbular, İslam Mecmuası, İçtimaiyat

Mecmuası, Yeni Mecmua gibi süreli yayınlar çıkartılmış; Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Mehmet

Emin, Hüseyinzade Ali, Necib Asım, Veled Çelebi, Ali Canib, Celal Sahir gibi aydınlar tarafından temsil edilmiştir.*13

Böylece Türkoloji çalışmaları hız kazanmıştır. Örneğin, Türk Derneği’nin kuruluş amacı, ‘’Türklerin asar-ı atikasını, tarihini, avam

ve havas edebiyatını, etnografyasını, ahval-i ictimai, medeniyet-i hazıralarını, Türk medeniyetlerinin eski ve yeni coğrafyasını

araştırıp ortaya çıkartmak ve yaymak’’ şeklinde açıklanmıştır.*14


Osmanlı tarihini araştırmak amacıyla 1910’da oluşturulan Tarih-i Osmani Encümeni’nin yayın organı Tarih-i Osmani Encümeni

Mecmuası’nda Osmanlı Devleti’nden önceki Türk Anadolusu’na dair makaleler de içermiştir.*15 1910’da Selanik’te milliyetçiler

tarafından çıkarılmaya başlayan Genç Kalemler Dergisi’nde Türk dili ve edebiyatı üzerine makaleler yayımlanmış, milli edebiyat

akımının öncüsü olmuştur. Aynı tarihlerde Bursalı Mehmed Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri eseri bilim ve fen alanında hizmet eden

Türkleri konu edinmiş ve ses getirmiştir.*16 1912’de kurulan Türk Ocağı’nın amacı Nizamname-i Esas ve Dahilsi”nin Fasıl 1 Adı ve

Maksadı Bölümü’nün 2.maddesinde ‘’Cemiyetin maksadı, akvam-ı İslamiyyenin bir rüknü mühimi olan Türklerin milli terbiye ve

ilmi, içtimai, iktisadi seviyelerinin terakki ve ilasıyla Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmaktır.’’ şeklinde açıklanmıştır. Türkoloji

çalışmalarının yanı sıra Avrupalı bilim insanlarının Türkler üzerine yazdığı eserler çevrilmiş ve böylece Türk milletinin tarihi, dili,

kimliği oluşmaya başlamıştır. Çalışmalar sayesinde Türk aydınlarında ve İttihatçı kadrolarda milli bilinç gelişmiştir.*17

Osmanlı devleti sınırlarından çıkılmış, Türk Dünyası’nın bütünü, Türklük perspektifinde değerlendirilmiştir. Türk Ocakları’nın yayın

organı Türk Yurdu Mecmuası etrafında birleşen Türkçü aydınlar Osmanlı Devleti perspektifini terk etmeye, Türklerin bir dünya

oluşturduğunu, kendilerine özgü sorunları ve gelişim tarzları olduğunu idrak etmişlerdir. Türk milletinin kültürel birliğini sağlamak

yönünde fikirler ortaya atılmış ve Turan ‘’kızıl elma’’ olarak görülmeye başlanmıştır.

François Georgeon’a göre Meşrutiyet Dönemi’nde İttihat Terakki bünyesinde devlet çıkarlarını dikkate alan bürokratik türde bir

milliyetçilik ve sivil toplumdan çıkmış ulus sorununa duyarlı bir milliyetçilik olmak üzere iki tür milliyetçiliği barındırmıştır.*18 Bu

gelişmeler ve çalışmalar neticesinde Türkçülük düşüncesi entelektüel çabalarla kültürel alanda gelişirken bir yandan da siyasal

perspektiflerle bürokratik alanda güç kazanmıştır.*19

Sonuç Yerine

2.Meşrutiyet’in ilan edildiği 23 Temmuz 1908 ile Mondros Mütarekesi’nin imza edildiği 30 Ekim 1918 tarihine arasına damgasını

vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk yıllarında açıktan Türkçülük politikası izlemek yerine devleti dağılmaktan kurtarmak,

milliyetçi ayaklanmaları engellemek amacıyla Osmanlıcılık siyaseti benimsemişse de yaşanan gelişmeler İttihatçı kadroların ve

Türk aydınının Osmanlıcılık siyasetinden uzaklaşmasına ve Türkçülüğü benimsemesine zemin hazırlamıştır.

Devlet kurumlarında Türkçe konuşulmasının yaygınlaşması, Türkçe’nin zorunlu eğitim dili olması yolunda adımlar atılmıştır. Dil

hususunda verilen önemin yanı sıra milli kültür, milli tarih, milli edebiyat, milli musiki gibi kavramlar ortaya çıkmış ve önem

kazanmıştır. Türkoloji çalışmaları başlamış ve hız kazanmış bu sayede Türk aydını mecmualar, dernekler aracılığıyla Türkçü

fikirlerini aktarma olanağı bulmuştur. Türkçülük üzerine çalışmalar ve milli bilincin uyanması sayesinde Türkçülük

örgütlenebilmiştir. İttihatçıların ve Türk milliyetçilerinin Meşrutiyet yıllarında eylemsel ve fikirsel olarak yaptıkları çalışmalar,

kurdukları örgütler, uyandırdıkları milli şuur bugün yaşamaya devam etmektedir. Yaktıkları meşaleyi söndürmemek üzere çıkılan

yoldan dönülmeyecektir.

*1 Cemal Kutay, ‘’Üç Devirde Bir Adam Fethi Okyar’’,

Tercüman Yayınları, İstanbul, 1980, s.23.

*2 Ahmet Bedevi Kuran, ‘’İnkılap Tarihimiz ve İttihat

ve Terakki’’, Tan Matbaası, İstanbul, 1948, s.202-203.

*3 Tarhan Erdem, ‘’Anayasalar ve Seçim Kanunları’’,

Milliyet Yayınları, İstanbul, 1982, s.4.

*4 Sina Akşin, ‘’Jön Türkler ve İttihat ve Terakki’’,

İmge Yayınları, İstanbul, 2001, s.151.

*5 Yaşar Semiz, ‘’İttihat ve Terakki Cemiyeti ve

Türkçülük Politikası’’, Selçuk Üniversitesi Türkiyat

Araştırmaları Dergisi, 2014, (35), s.225.

*6 Bernard Lewis, ‘’Modern Türkiye’nin Doğuşu’’, Çev.

Metin Kıratlı, TTK Yayınları, Ankara, 1984, s.218.

*7 Tarık Zafer Tunaya, ‘’Türkiye’de Siyasi Partiler

C:1’’, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989, s.458-

459.

*8 Ahmet Yıldız, ‘’Ne Mutlu Türküm Diyene’’, İletişim

Yayınları, İstanbul, 2001, s.61-65.

*9 Yaşar Semiz, a.g.m., s.228-229.

*10 Hüseyin Cahid Yalçın, ‘’Türklük, Müslümanlık,

Osmanlılık’’, Tanin, 29 Eylül 1909.

*11 Yaşar Semiz, a.g.m., 235.

*12 Mehmet Karakaş, ‘’II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük

Düşüncesi ve İttihat-Terakki Rolü’’, Tezkire: Düşünce,

Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi, (65), 2018, s.203.

*13 Mehmet Kaan Çalen, ‘’Osmanlıcılık ve İslamcılık

Karşısında Türkçülük’’, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2017, s.40-

46.

*14 Nejat Kaymaz, ‘’Türkçü Tarih Görüşü’’, Felsefe Kurumu

Seminerleri, TTK Basımevi, Ankara, 1977, s.440.

*15 Bernard Lewis, ‘’Türkiye’de Tarihçilik ve Milli Uyanış’’,

Türk Yurdu, Sayı:265, Haziran 1960, s.11.

*16 Mehmet Sarıoğlu, ‘’ II. Meşrutiyet Döneminde Türk

Milliyetçiliğindeki Yükselişin Tarih ve Düşüncesine ve İlkokul

Tarih Öğretimine Etkileri’’, Türk Yurdu, Sayı:273, Mayıs 2010.

*17 Mehmet Sarıoğlu, a.g.m., s.69.

*18 François Georgeon, ‘’Osmanlı Türk

Modernleşmesi (1900-1930)’’, Yapı Kredi

Yayınları, İstanbul, 2006, s.32-33.

*19 Mehmet Karakaş, a.g.m., s.201.


Milliyetçi ve İslâmcı Kavramları Arasında Bir Mütefekkir: Erol Güngör

Hüseyin Kaan HAN

Cumhuriyet devri Türk düşüncesinin abide şahsiyetlerinden olan Erol Güngör, hem çalışmalarıyla hem de eleştirileriyle

fikir hayatımızda önemli bir yere sahiptir. Bu çalışmada genç yaşında vefât etmesine rağmen ardından gelen nesillere

miras bıraktığı fikirleri ve eserleri göz önünde bulundurarak, şahsına yöneltilen ‘İslâmcı’ söylemlerinin neden olduğunu

anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.

Erol Güngör’de İslâmcılık Düşüncesi

Erol Güngör, İslâmcılık düşüncesini iki dönem üzerinden değerlendiriyor. Kendisi de bir diğer mütefekkir olan Hüseyin

Nihal Atsız gibi*1 İslâmcı düşüncenin Cumhuriyet öncesindeki durumunu değerlendirirken Mehmed Âkif’i örnek

gösteriyor. Bizde ideolojilerin keskin çizgilerle ayrıldığını, bu sebepten de Mehmed Âkif’in İslâmcı düşüncenin lideri gibi

gösterildiğini fakat günümüz İslâmcıları ile Mehmed Âkif’in İslâmcılığının hiçbir alakası olmadığını söyler. Çünkü; Mehmed

Âkif’in İslâmcılık anlayışında bir milliyetçilik anlayışı vardır, ama bugünkü İslâmcılar ise milliyetçiliği bir kavim davası

gütme olarak görüyor. Erol Güngör, Mehmed Âkif’i günümüz İslâmcılarından ayıran en büyük özelliğin ‘‘ilerici ve

aydınlatıcı İslâm’’ olduğunu söyler.*2 Mehmed Âkif ekolünden kopan İslâmcıların da ne tarafa gittiklerini söyle belirtiyor:

‘‘İslâmcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtmeyen etnik azınlıkların

ideolojisi olmuştur.’’

Erol Güngör, İslâm’ın arkasına sığınarak millî politika ve millî iradeye saldıranların rüzgârın tersine dönmesiyle birlikte

etnik kimliklerine ve etnik ayrımcılıklarına geri döndüklerini ve o güne kadar da ‘İslâm davasının mihverleri’ olarak poz

kestiklerini sürekli olarak dile getirmektedir.

Erol Güngör’ün Türk Tarihi Anlayışı

Güngör, Türk tarihine bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmakla birlikte ve Hüseyin Nihal Atsız’ın ‘Türk Tarihine Bakışımız

Nasıl Olmalıdır?’ başlıklı yazısındaki*3 deyimlerinden ziyâde farklı bir bakış açısı getirmiştir. Atsız, iki ayrı Türk devletinin

olduğunu ve sadece hanedanların değiştiğini belirtmiştir. Güngör ise, Atsız’ın tam tersi olarak hepsini birer devlet olarak

ele alır. Bununla beraber de Türk tarihini başlattıkları noktalar aynıdır. Türkçü bakış açısına sahip olanların birçoğu Türk

tarihini mutabık oldukları şekilde yani Mete Han’dan başlatırlar.


İslâmcılar ya da Anadolucular gibi Türk tarihini 1071 Malazgirt Zaferi ile başlatmaz. İslâm’ın Türklerin tarihine ne denli bir

etki ettiğini göz önünde bulundurur, fakat İslâm öncesi Türk tarihini de bir kenara atmaz. ‘‘Sultan Alparslan’dan sonra İslâm

tarihi ‘Türk tarihi’ hâlinde devam etmiş, yahut Türk tarihi, İslâm tarihi olmuştur.’’ diyerek Türk-İslâm tarihinin önemini

belirtmiştir.*4

Erol Güngör ve 3 Mayıs

Türk milliyetçilerinin tarih boyunca başına gelmiş olan en büyük felâketlerden sadece biri olan, 3 Mayıs 1944 tarihinde

gerçekleştirilen Irkçılık-Turancılık Davası’nda Türkçüler ‘vatan haini’ olarak nitelenmişlerdir. Hatta birçoğu da tabutluklarda

işkence görmüşlerdir.

Erol Güngör, 3 Mayıs günü için yazdığı yazılarda 3 Mayıs hakkında Türkçülük Bayramı ifadesini kullanmış ve bu ifadenin de

garipsenmemesi gerektiğini söylemiştir.*5 3 Mayıs’ı tetikleyen sebepler olarak milletin kendisine yabancılaşan münevveri

ve yaklaşan Rus tehlikesini gören Erol Güngör, ‘‘Türkiye bir varlık yokluk meselesi karşısında kaldı ve Türk milliyetçileri

Türkiye’nin var olması uğrunda daima saygı ile anılması gereken bir örneği verdiler’’ diyerek, Türk milliyetçilerinin büyük bir

başarı sağladığını ifade etmiştir. Ayrıca 3 Mayıs’ın demokratik gelişim tarihimizde önemli bir rol oynadığını söylemiştir.*6

Gerçekten de 3 Mayıs Irkçılık-Turancılık Davası’ndan sonra Türk siyasetinde gerçekleşen gelişmeler bu ifadelerin

doğruluğunu göstermektedir. Türkçülerin 3 Mayıs’ta Türkiye lehine bir çıkış yaparak Türkiye’yi var kıldığını savunmak,

Türkiye içindeki demokratik gelişimin başlangıcını bu olay ile sunmak da Erol Güngör’ün Türkçülüğe ve Türk milliyetçiliğine

verdiği önemi göstermektedir.

Sonuç

Erol Güngör’ün yazdığı yazılardan belirli cümleleri kırparak Güngör’ü ‘‘İslâmcı’’ yapmaya çalışanların, ne Erol Güngör’den ne

fikrî hayatından ne de Türk milliyetçiliğinden haberi vardır. Onlar, her şeyden ziyâde İslâm diyebilmenin, İslâm’ı savunmanın,

İslâm’ı yaşamanın sadece kendi hükümlerinde olduklarını düşünmektedirler. Madem ki Erol Güngör’ü son sözleri üzerinden

değerlendirmeye çalışıyoruz, o zaman kendisinin vefâtından evvel Töre Dergisi’nin 145. Sayısında vermiş olduğu

‘‘Hayatımda milliyetçilik teması hep hâkim olmuştur’’ demecini de unutmamamız gerekmektedir.

KAYNAKÇA

ATSIZ, Hüseyin Nihal, Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, 2013.

ATSIZ, Hüseyin Nihal, Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Neşriyat, 2012.

GÜNGÖR, Erol, Tarihte Türkler, Yer-Su Yayınları, 2019.

USTA, Yasin, Erol Güngör’ün Türkçülüğü, Millî Mecmûa, Sayı 12, Ocak-Şubat 2020.

VAYNİ, Cafer, Türk Düşünce Hayatında Erol Güngör, Akıl Fikir Yayınları, 2014.

*1 Hüseyin Nihal Atsız, Tarih, Kültür ve Kahramanlar, Ötüken Neşriyat, s. 149-150.

*2 Yasin Usta, Erol Güngör’ün Türkçülüğü, Millî Mecmûa, Sayı 12, s. 75.

*3 Hüseyin Nihal Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, Ötüken Neşriyat, s. 7-16.

*4 Erol Güngör, Tarihte Türkler, Yer-Su Yayınları, s. 60-62.

*5 Yasin Usta, a.g.m., s. 76.

*6 Cafer Vayni, Türk Düşünce Hayatında Erol Güngör, Akıl Fikir Yayınları, s. 177-182.


Cumhuriyet Dönemi Darbeler, Siyasî Hareketler ve Gelişmeler

Mustafa DEMİR

Çok yakında 100. Yılına gireceğimiz cumhuriyetimizin tarihine baktığımızda bunun hiç de azımsanmayacak kadar büyük bir

bölümünü darbeler oluşturmaktadır. Cumhuriyet tarihimizdeki darbelere baktığımız zaman bunun ilk ayağını 27 Mayıs 1960 ihtilali

oluşturmaktadır. 27 Mayıs’ta gerçekleşen harekete darbe değil de ihtilal demeyi uygun buluyorum 29 Ekim 1923’de kurulan

cumhuriyetimiz 1946 yılında çok partili hayata geçmiştir. 1950 yılında yapılan seçimlerde Adnan Menderes’in genel başkan olduğu

Demokrat Parti sandıktan 1. Parti olarak çıkmış ve ülkeyi yönetme imtiyazını eline almıştır. Böylelikle Ulu Önder Mustafa Kemal

Atatürk’ün genel başkan olduğu ve daha sonra cumhurbaşkanlığına kadar idare ettiği Cumhuriyet Halk Partisi 2. Parti konumuna

düşmüştür. 1960 yılına kadar DP, Türkiye’yi bilfiil yönetmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri hariç devletin bütün alt ve üst yapılarına

sızmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, Osmanlı Devleti’nin son çeyreğinde olduğu gibi cumhuriyetimizin ilk yıllarında da kendi içerisinde bağımsız

ve kısmen de olsa özgür bir yapıya sahipti. Daha içine kapanık ve dışarıdan müdahalelere izin vermeyen bir yapısı vardı. Siyasi

parti kadrolarının içerisine sızamadığı, yeri geldiğinde iktidardaki siyasi partinin hareketlerini düzeltmesi için uyarı yapabilecek bir

ağırlığı vardı. 27 Mayıs 1960 ihtilali de böyle bir ordunun subayları tarafından yapılmıştı.

1908 yılında 2.Meşrutiyet’in gerçekleşmesi ile orduda artık genç ve yaşlı subay mücadelesi başka bir deyişle alaylı ve mektepli

subay mücadelesi başlamış ve bu karşılıklı çekişme 1913 Bab-ı Ali baskınına kadar sürmüş daha sonra 1914’de Almanya ile askeri

ittifak yaparak 1. Dünya Savaşı’na giren İttihat ve Terakki Hükümeti ordudaki yaşlı subayları tamamen tasfiye etmiştir. O yıllarda

genç dinamik ve cepheden cepheye koşan ordu içerisindeki vatanperver Türk Subayları artık 1950’li yıllara gelindiğinde yaşlı

sayılacak bir konuma düşmüşlerdir. 18. yüzyıldan itibaren Türk Ordusu’nda başlayan Alman Ekolü artık yerini yeni bir siyasi ve

askeri güç olan Amerikan Ekolüne bırakmıştır. Artık Türk Subayları içerisinde Alparslan Türkeş gibi öncü isimlerinde bulunduğu

kişiler belli sınavların sonucunda Amerika’ya askeri eğitim için gönderilmiştir. Yine Türk Ordusu 1950’li yıllarda bir eski ve yeni

çatışmasına maruz kalmıştır. İşte 27 Mayıs 1960 İhtilali’nde TSK içerisindeki 38 kişiden oluşan genç bir subay gurubu yapmıştır.

38 kişi kendilerinin deyimi ile bir Milli Birlik Komitesi vücuda getirmiş ve ihtilalden sonra yeniden seçimler yapılana kadar ülkeyi

yönetmiştir. 38 kişilik MBK’nın başında Orgeneral Cemal Gürsel vardır. Yine komite içerisinde; Fahri Özdilek, İrfan Baştuğ, Mucip

Ataklı, Kamil Karavelioğlu, Cemal Madanoğlu, Osman Köksal, Alparslan Türkeş, Orhan Erkanlı, Muzaffer Karan, Orhan Kabibay,

Dündar Taşer ve Muzaffer Özdağ gibi daha birçok isim vardır.


İhtilali yapan MBK’de daha sonra kendi içerisinde bölünmüş ve Alparslan Türkeş’in de içerisinde bulunduğu 14 kişi komiteden

ihraç edilmiştir. İhraç edilen bu 14 kişi dünyanın çeşitli yerlerine görevli olarak gönderilmiştir. Komite içi darbe ile MBK’den ihraç

edilen 14 kişi gittikleri çeşitli ülkelerde birbirleri ile irtibatı kesmemiş mektup yoluyla birbirlerini bulundukları durumdan haberdar

etmişlerdir. Alparslan Türkeş arkadaşlarına yazdığı mektuplarda yakında Türkiye’ye döneceğini ve uygun gördüğü bir siyasi

partide askerliği bırakarak siyasete atılacağını söylemiştir.

Nihayet 31 Mart 1965’te Alparslan Türkeş ve beraberinde Dündar Taşer, Ahmet Er, Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal ve Mustafa

Kaplan’ında içerisinde bulunduğu, 14’ler gurubunun içerisindeki bu kişiler Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katılarak fiilen

siyasi hayata atılmış oldular. Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının başlarda pek bir etkisi olmasa da daha sonra yine 14’lerden olan

Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, İrfan Solmazer, Numan Esin ve Fazıl Akkoyunlu gibi isimlerinde CKMP’ye katılmasıyla Türkeş’in

partideki ağırlığı gittikçe arttı. İlk katıldığı zamanlarda partide genel müfettişlik görevini üstlenen Türkeş daha sonra gerçekleşen

olağanüstü kongreden sonra partinin genel başkanı oldu ve Ankara’dan milletvekili seçilerek 48 yaşında parlamentoya girmiş

oldu. Artık bundan sonra Alparslan Türkeş ve arkadaşları CKMP’yi değiştirme ve dönüştürme çalışmalarına başladılar. Bu

çalışmalar içerisinde ilk dikkat çeken işlerden biri de daha Türkeş’in Yeni Delhi’de iken Avrupa’daki arkadaşlarına yazdığı

mektuplarda yer yer bahsettiği 9 Işık Doktrini idi. Partinin resmi doktrini olarak kabul edildi. Yine bu dönemde Alparslan Türkeş

sevenleri tarafından Başbuğ olarak anılmaya başladı.

Cumhuriyetçi Köylü Partisi’nin ve Başbuğ Türkeş’in hayatındaki önemli dönüm noktalarından biri de 6-8 Şubat 1969’da Adana’da

yapılan olağanüstü kongre idi. Bu kongrede yapılan büyük tartışmaların sonunda CKMP’nin adı Milliyetçi Hareket Partisi, amblemi

de terazi şeklinden, kırmızı zemin üzerine Üç Hilal olarak değiştirildi. Yine bu kongrede fikri anlamda bazı değişikliklere gidildi.

Mesela artık katı bir Türkçü doktrininden daha çok Türk-İslam Sentezine dayalı bir ülkücülük benimsendi. Bu kongrenin

sonucunda Başbuğ Türkeş ile yollarını ayıran bazı isimler bile oldu. Hüseyin Nihal Atsız ve daha 27 Mayıs İhtilalinden beri

Başbuğ’un yanında bulunmuş Muzaffer Özdağ bunlardan biriydi.

Artık bundan sonra yeni bir devir başlıyordu ülkenin çeşitli yerlerinde aktif eylem hayatına başlamış olan kendilerine devrimci ve

komünist diyen gruplar üniversitelerde ve iş alanlarında örgütlenmeye başlamış ve halk içerisindeki siyasi gerilimi tırmandırmaya

başlamıştı. Böylelikle 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden süreç başlamış oldu. Özellikle darbeye giden süreç içerisinde 1969-

1980 yılları arası çok önemlidir. Sağ ve sol grupların karşılıklı gerçekleştirdikleri eylemler kontrol edilemez bir hale geldi ve

politik şiddet gitgide arttı. Bu süreçte sağın ve solun yapılanmaları çok büyük kitlelere ulaştı ve solculara ait DEV-SOL, THKO;

Türk milliyetçilerine ait Bozkurtlar, Ülkü Ocakları gibi gençlik yapılanmaları kuruldu. Bu gençlik yapılanmalarının birçoğu halen

daha faaliyetlerini sürdürmekte ve yaşamlarına devam etmektedirler.


Türk Ahlâkı

Hüseyin Nihal ATSIZ

Merhum Ziya Gökalp, Türklerin ahlakta birinci olduğunu söylerken, milli bir övünme duygusuna kapılmış değildi. Çok tarih

okumuş, milli maziyi öğrenmiş ve düşmanlarımızın bizim hakkımızda söylediklerini belledikten sonra bu hükmü vermişti.

Burada ahlakın hangi sebepler ve tesir edici şeyler altında meydana geldiğini inceleyecek değiliz. Yalnız şu kadar söyleyeceğiz

ki, ahlakın meydana gelmesinde coğrafyanın tesiri yoktur. Bu sözümüzün en büyük delili de, aynı coğrafya alanında yaşamış

olan eski Romalılarla yeni İtalyanların ahlakça birbirinin hemen her alanda zıddı olmalarıdır. Ahlakın meydana gelmesinde en

önemli sebep soydur. Bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilir.

Türk ahlakı en eski çağlardan beri toplumcudur. Yani Türklerde toplumun menfaati insanlarınkinden üstün tutulur. Bununla

beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve topluma faydalı olmuşlardır. Ferdiyete değer vermeyen Türk ahlakı,

şahsiyete saygı göstermiştir.

Milattan önceki yüzyıllarda Kunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. Topluma faydası

dokunamayacak kadar yaşlanmış olanlar ise intihar ederlerdi. Askeri ruh, hayatın her yerinde hâkimdi. Savaşta ölmekten gurur

duyarlar, yatakta ölmekten korkarlardı. Bu ihtimalle benizleri sararırdı. İslamiyet’ten önceki Türklerde İslamlığın cenneti gibi

bir vaad yoktu. Böyle olduğu halde, şeref saydıkları için, savaşta ölmek isterlerdi. Bir milletin yükselmesi için birinci şart olan

disiplinde eşleri yoktu. Meşhur Mete, sadakatlerini denemek istediği askerlerine, sevgililerine ok atmayı emrettiği zaman, bu

buyruğu hepsi yerine getirmişlerdi. Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü

olduklarını, o kadar ki, verdikleri sözün yeter olduğunu yazarlar. Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi.

Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri hiç kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa

uygularlardı. Milattan önce 2. yüzyılda Kun yabgusu Türkleri Çin medeniyetine sokmak istediği zaman, baş vezir buna şiddetle

karşı koymuş ve sözlerini hükümdara kabul ettirmişti. Miladın 7. yüzyılında Bilge Kağan, Buda dinini kabul etmek istediği

zaman, meşhur Bilge Tonyukuk kabul etmemiş, deliller sayarak hükümdarı caydırmıştı. Yine 7. yüzyılda Bögü Kağan,

Manihaizmi devlet dini olarak kabul etmek istediği zaman, Tarkanlar, yani bakanlar, avam dini olarak gördükleri Manihaizmin

kabulüne şiddetle karşı durmuşlardı. Her ne kadar Bögü Kağan Tarkanları dinlemeyerek millete yeni dini kabul ettirmiş ise de,

Tarkanlar vicdani kanaatlerinden dönmemişler, prensip sahibi olduklarını ispat etmişlerdi.


Mohaç meydan savaşından sonra, savaş alanını gezen Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sorusuna bir sancak beğinin verdiği

cevap da doğruluk ve açık sözlülüğün güzel bir örneğidir. Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri, devşirmeler

ise bunda pek usta oldukları için, II. Murad çağından sonra memleketin yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeye başlamış ve

milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.

,

Türkler, en eski çağlardan beri kımız, şarap ve rakı içerek sarhoş olurlar, fakat ciddiyetlerini, vakarlarını asla bozmazlardı. Ziya

Paşa’nın 19. yüzyılda yazmış olduğu:

Bed-maye olan anlaşılır meclis-i meyde

İşret, güher-i ademi temyize mihektir.

Beytini sanki hepsi biliyordu. Değil sarhoş olup cıvımak, sendelemek bile ayıptı.

Cengiz Han’ın oğlu Çağatay, bir gün, küçük kardeşi olup büyük kağanlık mevkiinde bulunan Ögedey ile birlikte çok içerek

ciddiyete aykırı sayılabilecek bir harekette bulunmuş, ertesi gün Ögedey’e giderek bir gün önceki hareketinden dolayı

kendisinin cezalandırılmasını istemişti.

Aksak Temür’ün de günlerce süren toylarda boyuna şarap içtiği olur, fakat ne neşeye kapılır, ne kimsenin gönlünü kırar, ne de

devlet işlerinde aksaklık yapacak bir buyruk verirdi. Türklerin cinsi ahlakları da yüksekti. Yuva, aile ve evdeş muhterem

sayılırdı. Evli bir kadına taarruzun cezası idamdı. Kadın hürdü. Kocası uzak yolculuğa gitmiş olsa bile eve gelen yabancı erkeği

konuklardı. Kendisine saygı gözü ile bakıldığı için bundan bir kötülük de doğmazdı. Anadolu Yörüklerinde ve Türkmenlerinde,

Türkistan’ın göçebelerinde bu adet hala vardır.

Eski Türklerin ahlak ve adetlerinin büyük bir kısmını aynen saklamış olan Türkistan Kazaklarının bazılarında şöyle bir adet

vardır: Bir genç erkek evlenmek istediği kızın çadırına üç gece gizlice girer. Kızla birlikte yatarlar, kızın babası ve anası bunu

sezseler bile ses çıkarmazlar. Üç gecede erkek, kendisiyle evlenmesi için kızı razı edebilirse dördüncü günü babasına giderek

kızı ister. Kandıramazsa çekilir, gider. Fakat bu üç gecede en ufak bir uygunsuzluk olmaz. Erkek ve kız, birbirlerine karşı hiçbir

kötü düşünce beslemez. Bu da gösteriyor ki, Türkler hem ahlaklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi, çok kere birlikte

bulunur. Yaşayıp yükselmek, ahlaklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.

Biz bu Türk ahlakına tam olarak sahip bulunduğumuz zamanlarda yükseldik. Yabancıların ahlakını alarak bozulduğumuz zaman

düşüp geriledik. Yükseldiğimiz zamanlar bu toprak, büyük milli davalar için kendilerini feda eden; yalan, iki yüzlülük bilmeyen,

vicdanını satmayan insanlarla dolu idi. Niğbolu’da 60.000 Türk, birleşik Avrupa’yı yenerken; Yavuz, korkunç çölleri aşarken;

Kanuni, boy ölçüşmek için Charles-Quint’in ordusunu ararken böyle yıkılmaz ruhlu bir topluma dayanıyordu.

Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz.

Kaynakça

Hüseyin Nihal Atsız, ''Türk Ahlâkı'', Orkun Dergisi, 27 Temmuz 1951.


Dündar Taşer'e Göre Milliyetçilik Mefhumu

Samet YILDIZ

İnsan, doğumundan itibaren kendisini bir yere ait hisseder. Bu aidiyet ise, ailevî ve hissî bağlar ekseninde bir bütün

teşkil eder. Böylece kendisini herhangi bir noktaya konumlandıran insan, kendisine ait olanı yaşatmaya ve bunun

için de mücadele etmeye gereksinim duyar. Millet ve medeniyet gibi insanlık tarihinin en temel kavramları da

zikredilen gereksinimler doğrultusunda vücuda gelir. Millet ve medeniyet mefhumları ekseninde ilerleyen tarih ise,

yine bu kavramların geçirdiği değişimler hasebiyle kendisine has yapıda bulunan dönemlere ayrılır.

Tarihî dönemler, temel yapıtaşı özelliğini ihtiva eden olay ve olgular üzerine kurulur. Dönemi her açıdan

değiştirecek nitelikteki olaylar ve olgular kümesi, bir devri açarken; diğer devri de kapatır. Yıkılan ve inşa edilen

dönemlerin arasında kalan “geçiş dönemleri” pek tabiî olarak sancılıdır. XIX. asır da bünyesinde barındırdığı

dinamik ve yıkıcı unsurlar vâsıtasıyla, devir kapatıp-açan bir yapıya sahiptir. Bu yüzden “geçiş dönemi” olarak ifade

edebileceğimiz bu tarihî devir, Türk ve dünya tarihi açısından çok önemli gelişmelere tanıklık etmektedir. Fransız

İhtilâli (1789) neticesinde tedricen yayılan milliyetçilik fikri ve Avrupalılar arasında vuku bulan çıkar çatışmaları, bu

dönemin politikasını tayin eden mühim unsurlardır. Siyasî ve içtimaî yapılarında birtakım sıkıntılara yol açan millî

hisleri bertaraf eden Avrupalılar, Osmanlı İmparatorluğu gibi önemli hedeflerde ise, millî hisleri harlamaktan geri

durmadılar. Avrupalılardan muavenet sağlayan yapılar ise, ayrıştırıcı faaliyetlerine dozu artırarak devam ettiler.

Böylece içerisinde çeşitli dinî, millî ve içtimaî yapıları barındıran Osmanlı İmparatorluğu, yıkılıncaya değin bu

sıkıntılarla uğraşmak zorunda kaldı. Avrupa devletleri, mâden ihtiyaçları ve stratejik bölgelere duydukları ilgile r

mucibince gözlerini Osmanlı coğrafyasına dikecektiler. Böylece ezelden beridir zihinlerine kodladıkları “Türk-

Müslüman” düşmanlığı, müspet bir amaç etrafında şekillenmiş ve Avrupalılar, bu amaca, Türkleri Anadolu’dan

kovmak maksadına ulaşmak için, amansızca faaliyete girişmişlerdir.


İçerisinde pek çok din, dil ve ırka mensup insanın yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçilik duygularının

manipüle edilmesi ve Avrupalıların müdahaleleri neticesinde yıkılmanın eşiğine gelmiştir. Osmanlı aydınları, tam da

bu noktada devreye girdiler ve içerisinde bulunulan elîm vaziyete merhem olması hasebiyle birtakım fikirleri ortaya

attılar. Bu fikirler arasında “Osmanlıcılık, Batıcılık, İslâmcılık, Türkçülük” gibi çok fazla taraftarı olan görüşler

bulunmakta idi. Devlet idaresi, içerisinde bulunduğu yapı itibarıyla Osmanlıcılık fikrini uygun buluyor ve bu fikri

devlet politikası hâline getiriyordu.*2 Fakat tarihî süreç içerisinde Osmanlıcılık ve İslâmcılık fikirleri geçerliliğini

kaybederken; Türkçülük fikri tedricen ön plana çıkıyor idi.

Modern anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin tesis edilmesi, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen birtakım olaylar

silsilesi ile şekillendi. Özellikle Balkan Savaşları ’nın (1912-1913) getirdiği kan ve gözyaşı, Türk milleti üzerinde

derin bir bağlılığı ve direnme azmini tetikledi. Böylece Ömer Seyfettin (1884-1920), Ziya Gökalp (1876-1924),

Mehmed Emin Yurdakul (1869-1944), Yusuf Akçura (1876-1935) gibi ünlü şahsiyetlerimizin ifade ettikleri

Türkçülük nazariyesi, maddî açıdan da gerçekliğe kavuşmuş oldu.*3 İttihat ve Terakki yönetiminde devletin resmî

duruşu olan Türkçülük; siyasî, askerî ve iktisadî açıdan da etkili bir konuma geldi.*4 Giderek değer kazanan millî

duruş, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan ve özellikle Atatürk Dönemi’nde etkin olarak kullanılan bir yapıya

dönüştü. Fakat acılar ve yaşanmışlıklar, bir milletin “millî” kimlik etrafında toplanması için tamamen yeterli

olmayacaktı. Bu yüzden fikrî olarak da temellendirilmeye çalışılan Türkçülük, pek çok millî düşünürümüzün ortaya

çıkmasına ve bilinçli bir Türk toplumu oluşturma çabasına vesile olmuştur. Zikredilen düşünür topluluğumuzun

üyelerinden bir tanesi de, şüphesiz, Dündar Taşer’dir (1925-1972).

Dündar Taşer, 1925 yılında Gaziantep’te dünyaya gelmiştir. Ailevî bakımdan dinî yönü kuvvetli bir aileye mensup

olan Taşer’in dedesi ve babası, ilim erbabındandır. Ailesinin durumu hasebiyle gayet iyi bir eğitime tâbi olan

Dündar Bey, başarılı bir öğrencilik hayatı yaşamıştır. İlk ve ortaöğretimin akabinde Kuleli Askerî Lisesi’ni kazanmış

ve askerlik mesleğini icra etme yolundaki ilk adımını atmıştır. Başarılı lise yılları, kendisine Harp Okulu’nun da

yolunu açmış ve tankçı sınıfına mensup olarak bu okuldan mezun olmuştur (30 Ağustos 1944). Asteğmen

rütbesiyle girdiği Türk Ordusunda başarılı hizmetler sergileyen Dündar Taşer, 1960’lı yıllara kadar çeşitli askerî

vazifeleri icra etti. Askerlik vazifesinde bulunduğu süreç içerisinde teyzesinin kızı ile evlenen Taşer, Anadolu’nun

çeşitli bölgelerinde görev yaptı. Fakat Dündar Taşer’in adını duyuracak olan yegâne şehir, Ankara olacaktı. Zira

meslekî kariyerinin çoğunu Ankara’da geçiren Taşer, 27 Mayıs 1960 Darbesi gibi Türk tarihinin önemli olaylarına

Ankara’da tesadüf etti. Yaşanan hâdiseleri sâkin ve metanetli bir hâlde karşılayan Dündar Taşer, ürettiği fikirler ve

icraatıyla, Türklüğün önemli bir mütefekkiri oluvermiştir. Bunun bir neticesi olarak; Cemil Meriç tarafından

“fetihten fethe koşan akıncı bir zekâ” olarak nitelendirilecektir.*6 Şahsî ve siyasî hayatı farklı bir makale konusu

olmakla beraber; Dündar Taşer ’in, ileri sürdüğü kavramlar mucibince üzerinde düşünülmesi gereken bir s î ma

olduğunu da ifade etmemiz gerekir.

Fikrî ve siyasî açıdan hareketli bir yaşantıya sâhip olan Taşer; Töre, Devlet, Millî Hareket gibi döneminin milliyetçi

mecmualarında yazılar kaleme aldı. Milliyetçilik, devlet, vatan, ahlâk, fazilet, nizâm-ı âlem vb. kavramlar üzerine

incelemelerde ve çeşitli çıkarımlarda bulundu. Bu durum, tarih özelinde bâzı tespitler yapmasına zemin hazırladı.

Özellikle milliyetçilik konusundaki tespitleri, tarihi yorumlama noktasında önem arz etmekte idi.

Milliyetçilik, geçmişten günümüze değin farklı yorumlanagelmiş bir mefhumdur. Bu özelliğinden ötürü milliyetçilik,

“tarihte doğmuş, elân mevcut ve istikbâle doğru imtidad eden [uzanan] bir hayat”*7 olarak da tanımlanmıştır.


Âdemoğlunun dünyaya geldiği ilk devirlerden beri bir aidiyet duygusu etrafında hareket etmesi ve bu doğrultuda

mücadele etmesi, önemli bir hissiyattır. Mehmed Safvet, tam da bu noktada önemli bir yere temas etmiş ve

milliyetçilik hususunda şu ifadeleri sarf etmiştir: “En eski zamanlardan beri vatanperverlik diye bir vatan veya

millet aşkı mevcuttur. Fakat milliyetperverlik cereyanı yeni ve pek muahhar [sonra] olan içtimaî bir hâdisedir.”*8

Milliyetçilik üzerine bu minvalde üretilen düşünceler, konu hakkındaki literatürü oldukça kapsamlı hâle

getirmiştir. Dündar Taşer ise, millî bir mütefekkir olarak , konuya biraz daha farklı yaklaşacaktır. Duyguları ve

tarihî okumaları sâyesinde milliyetçiliği yüreğinde damıtan Taşer, milletin yapma bir varlık olmadığını ifade

etmektedir.*9 Bununla birlikte, herhangi bir yapı veya grubun kendi başına bir millet teşkil edemeyeceğini ifade

eden Taşer, millet olabilme hususunda şu beyanatta bulunmuştur: “Millet, binlerce sene içinde kanın, imanın,

duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış, müşterek davranışlar

halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de birbiri gibi olan varlıktır.”*10

Bu ifadelerine ilâve olarak sarf ettiği “bizim bin senelik tarihi seyrimiz içinde, milletimize mal olmuş hâkim

telâkkiyi yahut millî imanımızı açıkça görmek mümkündür. Meselâ, İslâmdan sonra “İlây-ı Kelimetullah” tam bir

millî iman hâline gelmiştir. Örfler, ananeler, bu yüksek imanın içinde erimiş ve millî telâkkimiz vücut

bulmuştur”*11 çıkarımıyla da Taşer, millet ve milliyetçilik hakkında ileriye sürdüğü tezini desteklemektedir.

Millet mefhumu üzerine yapılan tanımlamalar, milletin ve milletleşme bilincinin algılanması hasebiyle önem arz

etmektedirler. Birbirine benzer veya farklı yönler ele alınarak üretilen millet tanımları ise, gayet güzel bir soru

silsilesini de beraberinde getirmektedir. Bu soru silsilesi, millet kavramı üzerinden milliyetçiliği veya milliyetçilik

kavramından üzerinden de milleti buldurmayı amaçlamaktadır. Pek çok âlim ve mütefekkir, bu noktada çeşitli

beyanatta bulunmuşlar ve millet ile milliyetçilik arasındaki bağı farklı yönlerden ele almışlardır.

Dündar Taşer’in yaklaşımına göre; millet, her açıdan tam bir bütün oluşturan yapıdır. Bünyesinde barındırdığı her

fert de bu bütünün güçlenmesini ve geleceğe güvenle bakmasını sağlamakla yükümlüdür. Bu ifadelerin bir

neticesi olarak, milliyetçilik mefhumu da Dündar Taşer’in odak noktası hâlini almıştır. Milliyetçilik ise, Dündar

Taşer tarafından şu ifadelerle ele alınmaktadır: “Milliyetçilik, millî vasıf ve değerleri, millî davranışları muhafaza ve

devam ettirmektir.”*12 Milliyetçilik üzerine yapılan bu tanım, yapısı itibarıyla genel bir mahiyettedir. Dışarıda

yapılan gelişmelerden bîhaber olmamak ve noksanları döneminin gereklerine göre tamamlamak, milliyetçiliğin

önemli bir unsurudur. Zira milletin döneme dâir ihtiyaçlarının giderilememesi, muasır milletler nezdinde

ciddiyetin kaybedilmesine sebebiyet verecektir. Fakat bu demek değildir ki, eksikleri tamamlarken maddî-manevî

her türlü yaşantının aynen kopyalanması gerekir. Nitekim Dündar Taşer, bu gerçekliği göz önüne almak suretiyle

millî değerlerin muhafaza edilmesine milliyetçilik, bu değerleri gözeten şahsiyeti de milliyetçi olarak

nitelendirmiştir.

Millet ve milliyetçilik kavramları, insanlık tarihinin temel yapıtaşları arasında bulunmaktadır. Dünyaya geldiğinden

itibaren şahsî yörüngesini bulmaya çalışan insan için birer rehber olan bu kavramlar, mahiyetinin gereği olarak, pek

çok farklı yönden irdelenmiştir. Bu irdelemeler, kendisini tekrar eden yapıda olabildiği gibi farklı eklemeler ve

yorumlamaları da içermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir evlâdı olarak millet ve milliyetçilik üzerine

yorumlamalar yapan Dündar Taşer de, bu bağlamda ele alınabilecek bir şahsiyettir. Netice itibarıyla; “Türkiye’nin

kurtuluşuna dâir tek çıkar yolun milliyetçilik olduğunu”*13 ifade eden Dündar Taşer’in, millet ve milliyetçilik

mefhumlarını, medeniyet olma yolunda ilerleyen alt-oluşumlar olarak gördüğünü ifade edebiliriz.


Dipnotlar

*1 Tarihçi/Yazar; Kaftan Dergi İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü. E-Posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com

*2 Samet Yıldız, Mondros Mütarekesi’nden Sonra İttihatçılar, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Yayınlanmamış Lisans

Tezi, İzmir 2022, s.25; Tanin, 3 Temmuz 1329, s.3.

*3 Samet Yıldız, “Yusuf Akçura”, Yeni Tanin, https://www.yenitanin.com/yusuf-akcura-1876-1935/ (Erişim Tarihi: 24 Ekim 2021).

*4 Yıldız, a.g.t., s.25-27.

*5 Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010, s.14.

*6 Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s.60.

*7 “Milliyetçilik Mefhumunun Tahlili”, Millî Mecmua, Y.3, C.6, S.70, (1 Teşrin-i Evvel 1926), s.1135.

*8 Mehmed Safvet “Milliyetçilik Nedir?”, Millî Mecmua, Y.5, C.9, S.103, (1 Şubat 1928), s.1666.

*9 Dündar Taşer, Mesele, Ötüken Yayınları, İstanbul 2019, s.52.

*10 Taşer, a.g.e., s.53.

*11 Hanefi Bostan, “Dündar Taşer ve Türk Tarihi İle İlgili Fikirleri” Türk Yurdu, C.9, S.22 Kasım 1988, s.30.

*12 Dündar Taşer’in Fikir Hayatı, Haz. Muzaffer Çatak, Türk Ocakları Ankara Şubesi Yayınları, Ankara, 2012, s.70; Taşer, a.g.e., s.54.

*13 Galip Erdem, “Taşer’in Ülkücülüğü”, Bozkurt, S.21 (Haziran 1974), s.8

Dündar Ağam. Çoh görestim hardasan,

Eller sanır, bir karanlık gordasan.

Mene göre Tanrı nerde ordasan,

Get Cennet’e Nebileri gör Ağam,

Muhammed’in sağ yanında dur ağam.

İlduz ahar, yahudaki er bilmez.

Yol nicedür, degeneksiz kor bilmez.

Yadlar helbet gadir bilmez, ar bilmez;

Beş bin yildur biz tanışuh hey ağam.

Esker ağam, yiğit ağam; beğ ağam,

Nece yıldur, bir ışıhlı düşüm var,

Durağum yoh; böyle böyük işim var.

Hele bahın, ne çileli başım var;

Abu felek mert ağamı apardı,

Ciğerimin bir parasın kopardı.

Allah deyip öz yurtlara varalım,

Zalımların bayrağını cıralım.

Ataş yanıp tütün göğe ağanda,

Delü kurtlar düşmanını boğanda;

Tanrıdağ’da bayaz aylar doğanda

Dündar Ağam, Ötüken’ de toy edek,

Kara kımız göl olanda pay edek.

Beyle yazdım, Türklük bunu tez bilsin,

Türkmen bilsin, Yörük bilsin, Uz bilsin,

Kafkas ilde bala bilsin, kız bilsin,

Dündar Ağam, heç çıhmasın ürekten,

Sayasında dertleşirih iraktan...

Dilâver Cebeci - Dündar Taşer Sagusu

Her gavgede duzah olur, al olur;

Ülkü içün boz tikenler gül olur

Rahmet yağar ifak sular sel olur,

Şahin kuşu ucalardan av gollar,

Turan ilde düğümlenür sarp yollar,

Bahar gelür; möhkem buzlar çözülür;

Gözlerden duru sular süzülür;

Durmak olmaz, Dündar Ağam üzülür;


Hüseyin Nihal Atsız’ın Fikir Dünyası ve Türkçülük Fikirleri

Fikir Dünyası

Hüseyin Kaan HAN

Hüseyin Nihal Atsız; edebiyatçı, tarihçi, Türkolog kimliğinin yanı sıra, bir düşünce adamı olarak da nitelendirilebilir. O,

ülke menfaati için kalemiyle çeşitli görüşlerini ortaya koymaya çalışmış, bu minvalde mücadelesini yürütmüştür.

Kendisinin fikir yazıları, Türkçülük fikrini savunan herkes tarafından ısrarla okunmalı ve okutulmalıdır. Türk kültürü, dili

ve tarihi gibi hususlarda ortaya koyduğu fikirleri birçok yönden de önem arz etmektedir.

Atsız’ın kültür hususunda savunduğu fikir, kültürün millî olması gerektiğidir. Kültür, bir milletin manevî dayanağıdır.

Millî olan bir kültürün ömrü, her daim uzun olur. Aksi hâlde kültürün yozlaşması, milletin inkıraza uğramasına sebep

olmaktadır. Fakat kültür millî olur, bu millî kültürle yetişen yeni nesil millî kültüre sahip çıkarsa işte o zaman kültürün

yozlaşması ve unutulması imkânsız hale gelir. Atsız, aslında bir ülkü adamıdır. Onun asli vazifesi Türkçülükten öte olan,

ülkücülüğüdür. Kendisi de bu vazifesini şu sözle açıklamıştır:

‘‘Biz, bin yıl sonrasına hitap ediyoruz.’'

Atsız, ülkü sahibi bir milletin kendisini ve ülküsünü ilerletmesi, koruması için daima taarruzda olması gerektiğini söyler.

Aksi halde saldırmayan millete, saldırılır diyerek kendisinin haklı olduğunu göstermeye çalışmıştır. Dini inancı içine alan

millî ülkünün insanı hayvandan ayıran ve millî ülkünün insanı güçlendiren, sürükleyen ve asil hale getiren bir faktör

olduğunu söyler.*1 Atsız, ülkü sahibi bir milletin ya da bir bireyin kendini geliştirmesi için sürekli bir arayış, uğraş,

mücadele ve çalışma içinde olması gerektiğini de savunur. Çünkü ülkü, milleti yükseltme ve geliştirme davasıdır.

Yaşamak ve gelişmek için savaşmak gerekir. Çıkarları çatışan milletlerin, birbirleriyle savaşmaktan ve mücadele

etmekten başka çıkar yolları yoktur.


Savaşmak ve mücadele edebilmek için çalışmak ve üretmek gerekir. Çalışmanın ve üretmenin en önemli

dayanaklarından biri ülkü sahibi olmaktır. Ülkü sahibi olunmadan bunları başarmanın mümkün olmadığını dile

getirir. Çalışan insan sürekli bir yenilenme, gelişme ve ilerleme içinde olur. Bu nedenle çalışmak ülkü sahibi

birinin düsturu olmalıdır. Ülkü sahibi kişiler kendilerini geliştirdikleri oranda ülkesine ve milletine faydalı olurlar.

Bir ülkücünün asıl gayesi vatanına ve milletine faydalı olmaktır. İnsanı asil hale getiren özellik, sahip olduğu

bilinç yani millî ülküdür.*2

Yaptıkları, ülkücülüğünün bir gereği olan Atsız, eylemlerinin vatan ve millet menfaatine uygun olmasını

istemektedir. Dolayısıyla onun gerek ortaya koyduğu fikirleri gerekse eserleri ülkücülüğünden bağımsız olarak

düşünülemez. Atsız’ın en önemli varlığı, ülkücülüğüdür. Onun eserlerinin dayanak noktası, kaynağı ülkücülük

fikridir. Ülkücülük, Türkçülüğün temelidir. Türkçülük, ülkücülükten ayrı düşünülemez.

Atsız, ülkücü ve Türkçü olmanın yanı sıra Turancılık düşüncesine de sahiptir. Turancılık fikriyle Atsız, bütün

Türkleri tek çatı altında birleştirme amacındadır. Turancılık, Türkleri her alanda birleştirmeyi amaçlar. Sadece bir

yönden birleşmekle Turancılık fikri yerine getirilmiş olmaz. Kültür, gönül ve dil birliği mutlaka olmalıdır. Atsız bir

yazısında, Türk birliği için asıl önemli olan, alfabe ve dil birliği olduğunu söyler.*3 Dolayısıyla, Gelişmek ve

büyümek için kültürde, dilde, işte Turancılık fikri etrafında, tek çatı altında birleşmek şarttır.

Kendisi, Ötüken Dergisi’nin 30 Nisan 1973 tarihli 6. sayısında bulunan Turancılık başlıklı yazısında, Turancılıkla

alakalı şu cümleleri sarfetmiştir:

‘‘Turancılığı, bütün Türkleri yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir

kanundur ki kültür birliği ancak siyasi birlik sonunda doğar. Türk’e düşman milletlerin hakimiyetindeki Türkleri

kültürde birleştirmeye imkân var mı? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birliği’nde alfabesi ayrılmış,

yerli lehçesi edebi dil haline getirilmiş Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen Tatar ve Başkurt’u hangi kuvvetle, hangi

metotla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsin? O kadar gücün varsa zaten ordularını yürütüp o ülkeleri

kurtarmak elinde demektir. Ondan sonra kültür birliği için kurultayını toplar, aksi halde kültür birliğini hiçbir

zaman kuramazsın.’’*4

Bu yazısından anlıyoruz ki, Atsız’ın Turancılık düşüncesi, bütün Türklerin tek çatı altında birleştirilmesi, Türklerin

bağımsız hale getirilmesi, dilde ve kültürde birliğin sağlanması anlayışına dayanır; aksi halde Turancılığın gereği

yerine getirilmemiş olur.

Hüseyin Nihal Atsız, sonuç olarak her şeyde millî olmanın gerekliliğini savunur ve bunu da şöyle ifade eder:

“Sözün kısası: kendimize dönelim. Ahlak, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, âdet,

an’ane ve her şeyde millî olalım .”*5

Maddi ve manevi değerlerimize, örf ve âdetlerimize, millî olan değerlerimize sahip çıkmalıyız. Yabancı olandan

çok, millî olana sahip çıkmalı ve millî olanla yaşamaya, onu yaşatmaya çalışmalıyız. ‘Millî Benlik’ anlayışı, bizi

kendimize döndürür. Atsız, her alanda millî olmayı savunur ve millî benliğin de önemini vurgular.


Türkçülük Anlayışı

Hüseyin Nihal Atsız’ın öne çıkan en önemli özelliği Türkçülük anlayışıdır. Yazdığı romanları, şiirleri ve fikir

yazıları kaynağını her zaman Türkçülükten alır.

‘‘1905 başında doğan Hüseyin Nihal, Türkiye’de 70 yıl ömür sürecek, nice kahırlar ve çileler çekecek,

fakat âdeta mistik bir bağlılıkla savunduğu Türkçülük düşüncesiyle bu ülkenin fikir hayatında silinmez

izler bırakacak.’’*6

1905 yılında doğan Atsız, Türkçü fikirleriyle pek çok kişinin zihninde ve gönlünde yer etmeyi başarmış

önemli Türkçülerden biridir. Atsız, Türkçü fikirleriyle ortaya koyduğu çeşitli eserleriyle, okuyanlar ve

dinleyenler üzerinde etkili olmuş ve bu etkisini günümüze dek sürdürmüştür. Atsız’ın Türklük

konusundaki fikrî gelişimi, çeşitli etkenlerle açıklanabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra değişen dünya

şartları, 1930’larda henüz pek zayıf olan kültür tarihçiliğimizin geçen zaman içinde gelişmesi ve millî

mensubiyet duygusunun önem kazanması, bu unsurlardan bazılarıdır.*7 1930’lu ve 1940’lı yıllar Türkiye

içinde bulunduğu durum münasebetiyle hararetli fikir hareketlerinin aktif olduğu yıllardır. Rum, Ermeni

vb. azınlık grupların tavırları, Atsız’ın Türkçülüğünün ve milliyetçiliğinin artmasında önemli rol oynamıştır.

Atsız, Türkçülüğü ilk önce Türk ülküsü açısından ele alır. Türk ülküsü, Atsız’a göre; Türk’ün

büyüklüğünün, gücünün ve hükümranlığının bir ifadesidir. Atsız inanca ve imana vurgu yaparak maraz ve

ümitsiz insanların imanla bir şeye inanmakla iyileşebileceğini ifade eder; bu düşüncesinde daha da ileri

giderek, ülkünün kan, fedakârlık, kahramanlıkla beslendiğini söyler. Ülkü sahibi bir milletin kendisini ve

ülküsünü ilerletmesi, koruması için daima taarruzda olması gerektiğini söyler.*8

Atsız’a göre, Türkler ülkü sahibi bir millet oldukları için tarihte ve günümüzde devamlı egemenliklerini

idame etmeyi başarmışlardır. Ülkü sahibi olunmadan, yaşamanın mümkün olmadığı görülmektedir. Ülkü

bir milleti/devleti ayakta tutan en önemli değerdir. Bir millet ülkü sahibi olmadan, ne kadar talihli olursa

olsun büyük hezimetler yaşamaya mahkûmdur. Ülkü sahibi olmak, milletler için önemli değer ve

erdemlerdendir. Ülkü, Türkçülüğü besleyen önemli faktörlerin başından gelmektedir. Hayatını Türklük

aşkı ve hizmetiyle geçiren Hüseyin Nihal Atsız, meydana gelen bütün olayları Türklük ve Türkçülük

açısından değerlendirmiştir. Türk’ün kültürüne ve özelliğine uygun olanı ve Türk’ün menfaatine olanı

benimseyip kabullenmiş, Türk’e aykırı ve zararlı olan bütün fikir ve eğilimlerin önünde bir engel olmak

için mücadele etmiştir. Düşüncelerin özveri ve cesaretle ortaya koyan Atsız, önüne çıkan çoğu engel ve

saldırı karşısında yılmadan mücadelesine devam etmiştir.

Sonuç Yerine

Hüseyin Nihal Atsız, 1905 yılında İstanbul’da doğmuş, ürettiği fikirlerle ve eserlerle bütün bir Türk

gençliğine mâl olmuş bir mütefekkirdir. 1930’lu yıllardan vefat ettiği 1975 yılına kadar yılmadan ve

yıkılmadan Türk milletinin, vatanının ve devletinin refahını ve bekasını düşünerek mücadele etmiştir.

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.


KAYNAKÇA

ATSIZ, Hüseyin Nihal, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat.

ATSIZ, Hüseyin Nihal, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Neşriyat.

ATSIZ, Hüseyin Nihal, ‘‘Türkçü Kimdir?’’, 20 Ekim 1950, Orkun Dergisi.

DELİORMAN, Altan, Atsız Hayatı-Görüşleri-Eserleri, Berikan Yayınları.

DELİORMAN, Altan, ‘‘Türk’ün Büyük Ülküsü: Türkçülük’’, Eylül 2011, Türk Yurdu.

ERCİLASUN, Ahmet Bican, Atsız Hikâyeler, Ötüken Neşriyat.

*1 Hüseyin Nihal Atsız, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat, s. 31.

*2 Hüseyin Nihal Atsız, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat, s. 70-71.

*3 Atsız, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Neşriyat, s. 18-19.

*4 Atsız, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Neşriyat, s. 17-18.

*5 Atsız, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Neşriyat, s. 45-46.

*6 Atsız, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Neşriyat, s. 45-46.

*7 Atsız, Turancılık, Millî Değerler ve Gençlik, Ötüken Neşriyat, s. 45-46.

*8 Hüseyin Nihal Atsız, Türk Ülküsü, Ötüken Neşriyat, s. 31-33.

Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;

İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.

Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,

Aramızdan ansızın çadırını deren var.

Orada ecdat ruha şadümanlık içinde,

Burada tamu içre gönüllerde boran var.

Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet

Tanrı zeval vermesin devlet, din ve Kur'an var.

Dayanılmaz olsa da Atsız’lığın acısı

Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu - Atsız Tanrı Dağı'nda

Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep,

Tanrı korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.

Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?

Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.

Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt

Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.

O gün Tanrıdağı’nda tan ağardığı çağda,

Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.

Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı

Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.


Milliyetçilik Mefhumunun Tahlili

Transkripsiyon: Samet Yıldız

Milliyetçilik tarihte doğmuş, elân mevcut ve istikbâle doğru imtidad eden [uzanan] bir hayattır. Bu hayatın kendisine has

seciyelerini bulmak için yalnız bugünkü mud’dil [güç, zor; fr. felsefede ise, kompleks] ve asrî milliyetçiliklere bakmak

kifayet etmez. Malûmdur ki, tabiî ve tarihî hâdiselerin tetkikinde tekâmül fikrini nazarıdikkate almak mecburiyeti vardır.

Bugünkü insanı anlamak için nasıl tek hücreli hayvanâta kadar rücu’ ediyorsak [dönüyorsak] milliyetçiliği anlamak için de

onun doğmaya başladığı zamanlara kadar geriye gitmek lâzımdır.

Milliyetçilik, Garbın eseridir ve ilk defa orada doğmuştur. Fakat Garp deyince umumiyetle bugünkü Garp akla gelir. Hâlbuki

mümtaz ve bâriz bir zihniyeti temsil eden Garbın mebdei [başlangıcı] eski Yunanlılardır. Binaenaleyh milliyetçiliği vücuda

getirecek ilk zihniyet tahammüllerini Yunan zihniyetinde aramak lâzımdır. Renan bu zihniyeti “Yunan Mucizesi” terkibiyle

tavsif etmiştir. Filhakika bu zihniyettir ki ilk defa “anane” ve “vilâyet” tesirleri haricinde düşünmek daha doğrusu her bir

akıl ile kâinatı anlamak imânını izhar etti. Bu zihniyetin mukabil kutbu [karşıtı] denebilecek Şark zihniyeti ise el-yevm

[bugün, günümüzde] -Türkiye müstesna olmak üzere- hemen bütün Şark’ta anane ve velâyet akidelerine müstenittir. Elhâsıl

Şark zihniyeti anlamak ihtisarı yerine anane ve velâyetlere sürüklenmek akidesine saplanmışken Yunan zihniyeti ilk

defa olarak beşeriyeti aklın ve anlamanın kurtaracağına inanmıştır. Bu itikat sâyesindedir ki müspet hendese ve riyaziye

[ilmini] ve surî mantık[-ğı] [biçimci mantık] tam bir şuurla tesis ettiler. Bu âlemin tesisi idrakimizin bir sahada olsun

“yakîn” ve ölçüye vusulünü [ulaşmasını] temin etmiştir. Filvaki Yunanîlerden evvel Mısır ve Babil medeniyetlerinde de

ölçmek ve hesap etmek vardı. Fakat ölçmenin ve hesap etmenin hesabını verebilmek yoktu. Yâni arının bal yapması

kâbilinden bir riyaziye tekniği mevcuttu. Fakat bu riyaziyeyi herkesin anlayıp tatbik edebilmesi için ondaki şuur ve ruhun

[da] kavranması icap ederdi ki bunu ancak Yunan dehâsı gösterebildi.

[1136]

Yunan dehâsının bu emsâlsiz muvaffakiyeti[-nin] yanında en büyük zaafı [olan] “medinecilik [şehircilik] ” fevkinde bir

içtima î taazzuva [teşkilâta] yükselememesidir. Yalnız medine mefkûresi hâkim oldukça milliyet mefkûresi tabiatıyla

doğamazdı. Zaten aşağıda da göreceğiz ki milliyetçiliğin doğabilmesi daha birçok mühim keşfiyât -ı beşerîyeye vabestedir

[bağlıdır]. Zamanında en faik ve esaslı bir zihniyete sahip olmasına rağmen Yunan imparatorluğu dâhilî rekabetler ve Roma

barbarlarının istilâsı yüzünden çöktü. Yunan zihniyetinin diğer hâkim bir hususiyeti de realist olmasıdır. Bu zihniyetin ilk

Yunan felsefesi yâni “ İonian Mektebi” ile tezahür etmiştir. Septisizm , idealizm ve spiritüalizm gibi cereyanlar bilâhare

yâni ticaret ve harp dolayısıyla Şark akvamıyla vaki’ olan temaslar neticesidir. Bunun içindir ki Yunan felsefesi ikiye ayrılır:

biri Sokrat’tan evvelki devir, diğeri Sokrat’tan sonraki devir… Eflatun’un “misaller nazariyesi” ve mağara teşkili bu hususta

çok mânidardır . Şark’ın tesiriyle metafiziğ e çıkmaya mecbur olan Yunan dehâsı Eflatun’da hatt -ı kemâlini gösterdi.

Eflatun’un mağarasındaki insan [için] denebilir ki asıl Yunanlıdır. Arkasındaki pencereden gelen ziya [ışık] metafizi ğin

ziyasıdır. Önünde duvarlarda gördüğü gölgeler de Yunanlının fizik görüşüdür. Şu hâlde Yunanlılarda Garp zihniyetinin

temelleri atılmakla beraber Şark mabade’t-tabiacılığının [metafiziğinin] görüşleri de Garp ruhuna girmiş bulunuyordu.

Bundan sonra Garp zihniyetini temsil edenler Eski Yunanistan’ı istilâ eden Romalılar oldu. Bunlara eski Latinler tesmiye

ediliyor. Romalıların Yunan keşfiyâtından fazla bir şey getirmedikleri herkesçe malûmdur. İçtimaî hayatta da medine

hâkimiyetinin fevkine çıkamamışlardır. Yalnız birkaç medine rekabeti yerine[,] tek bir medinenin hâkimiyeti tercih

edilmiştir.


Romalılar burunları[nın] dibinde olan İtalyanları tevhit edeceklerine onları da hukuk ve hâkimiyetten mahrum tebaa

sürüsüne katarak Roma İmparatorluğu’nun yabancı unsurlarından biri gibi yaşattılar. Burada da uzviyet teşekkül ettirmek

yerine milletler halitas ı [karışımı] yapmak temayülü galebe etti. Tâbir-i diğerle kemiyet [nicelik] keyfiyete [niteliğe]

galebe etmiştir. Bütün bu tenkitlere rağmen işbu cereyandan da içtinap gayrikabildir. Çünkü milliyet hadsine [sezgisine]

eriştirecek şerait henüz tamam olmamıştır. Binaenaleyh Roma İmparatorluğu’nun da er geç Yunan akıbetine uğrayacağı

tabii idi.

Başlıca unsurları yeni Latinler ve Cermenler olan ikinci bir istilâ seli Roma İmparatorluğu’nu yıkarak derebeylik devrini

açtı. Bu imparatorluğun bütün zihniyet ve teşkilâtını temsil etmiş olan kilisenin bu hengâmede yıkılmayıp ayakta kalışı

bence dikkate pek şayandır. Bugünkü Garbı teşkil eden bu barbarların manevî sultaya [baskıya] müsaadekârlık

göstermeleri her şeyden evvel cismanî bir hayata daha çok mütemayil olduklarını gösterir ki bunu da derebeylik ihtirası

pek güzel temsil etmiştir. Şövalye zihniyet ve ahlâkı insanın dünyevî şahsiyetini koruyan bir kahramanlık tipi değil midir?

Henüz dağınık ve müphem bir milletler kozasını arz eden bu derebeyliklerin ilk zihniyetleri on birinci asırdan beri

teolojilerinde tezahür etmeye başlamıştır. Realizm ve nominalizm namları altında toplanan teoloji mücadeleleri

bugünkü milliyetçiliğin reşimini [kökünü, embriyonunu, (fr. r échim ) ] taşımaktadır. Realizm cereyanını müdafaa eden

Roma kilisesi idi. Realizmin içtihadına göre bu kilise küllî yâni cihanşümul bir hakikatti. Yâni alâvechi’l-küll [hepsinin

üstünde] bir kilise idi ve müşahhas [somut hâlde bulunan] hiçbir kilise onun fevkinde olamazdı. Nominalistler ise

alâvechi’l-küll kilisenin hakikat olmayıp bir ism-i camia olduğunu, hakikaten mevcut kiliselerin ancak İngiliz, Alman,

Fransız ve ilh. kiliseleri olduğunu iddiada tam üç asır sebat ettiler. Bu mücadele şu demekti ki artık fevkü’t-tabiî bir cuma’

yerine tabiî mevcudiyetleri yâni ayrı ayrı milletleri toplayan millî bir kilise camia-ı hadsi [tahmin, sezgi] keşfedilmiştir.

Bu intibah iki tazyikin neticesi idi. Biri Roma kilisesinin emperyalizmi , diğeri İspanya tarikiyle Avrupa’ya dâhil olan Arap

emperyalizmi idi. İşte bu iki tazyik arasında kalan bugünkü Avrupalılar Yunan zihniyetinin akla ve beşerî kuvvete olan

imanı zihniyetiyle aşılayarak bu arz ettiğim bu hadse erdiler. Görülüyor ki artık mâfevka’t-tabia [doğaüstü] bir camia

etrafındaki izdihamların yerine millî tabiata müstenit, kemiyeten az olmakla beraber keyfiyeten mühim bir taazzuv

mefkûre olmuştu. Tarihte Katoliklik ve Ortodoksluk gibi din şeklinde görünen o kanlı ve sürekli melhameler [savaşlar]

hakikat hâlde milliyetçilik musaraalarıydı [güreşleriydi]. Medine gibi “parça mevcudiyet” veya imparatorluk gibi yamama

halitalar yerine kendi ufulesiyle [olanaklarıyla] büyüyecek bir hayat yâni milliyet zarureti artık şuurunu bulmuştu. Her

uzviyet gibi millet uzviyeti de doğduğu andan itibaren kendisini besleyecek unsurları temsile, tabiatıyla iştihal ı olacaktı.

Bu iştihanın tezahürlerini bir taraftan kilise kavgalarında, diğer taraftan da evvelce tekâmül etmiş medeniyetlerin

eserlerini hazım ve temsil etmek cereyanı olan hümanizmde görüyoruz. Burada artık millî hayatın en bâriz kânununu

görebiliriz. Bu kânun da temsil kânunudur. Dinî hayatın ve mâzinin müktesebatını arz ettiğim iki cereyanla temsi eden

millî hayat on beşinci asırdan itibaren tabiatı da temsile teveccüh etti. Ve bundan bugünkü tabiat-ı ilimleri doğdu.

Kiliselerin fevka’t-tabia ve imparatorlukların cebre’t-tabia yapmak istedikleri camiayı milliyetçilik tabiatı içinde ve

tabiatıyla beraber meydana getirmek dehasında bulundu. Bu itibarla milliyetçilik elyum tarihin vücuda getirdiği en tabii ve

en mütekâmil bir eser olduğu gibi beşer dehasının da en muvaffakiyetli bir hadsidir. Görülüyor ki milliyetçilik birçoklarının

zannettikleri dinsizlik veya din düşmanlığı olmayıp mafevka’t-tabia veya cebrî sultaların feyzisizliğinin tekâsüf etmiş bir

şuurudur. O, feyiz ve bereketle temsil edebileceği her türlü maddî ve mânevî kuvvetlerin tab’an aşkıdır. Çünkü canlı ve

çok mütekâmil bir mevcudiyettir.

Millet mevcudiyetinin beşeriyet mefkûresine bir mâni teşkil edeceğini tasavvur ederek muzdarip olanlar belki vardır.

Fakat bunlar düşünmelidirler ki tamamiyetçi bir realizm zihniyetini temsil eden bir milliyetçilik tabiaten mümkün

olabilecek hiçbir teşekküle karşı sağır ve mutaassıp olamaz.


Çünkü o zihniyeti asırlardan beri akıl ve tecrübe ile yoğurmuştur. Bunca müsbet ilimleri ve bugünkü medeniyeti

doğuran milliyetçilik mümkün müdür ki beşerî refah ve saadeti istihdaf edecek [hedefleyecek] bir mefkûrenin münkiri

[haram, yasak kılınmış olan] olsun. Beşeriyet milliyetçilik tarzında hakikî ve tabiî bir hayatın hadsini duyduğu andan

itibaren milliyetçiliğin bütün müktesebat ve tecrübeleri onun esas sermayesini teşkil edecektir. Her fert bilmelidir ki

kendisini beşeriyet camiasına ulaştıracak en tabiî ve müspet vâsıta millettir. Milliyetçilikten geçilmedikçe beşeriyetçiliğe

ulaşmak istemek Eflatunî bir arzudan başka bir şey ifade etmez. Millet bir uzviyet hâlinde ne yapabileceğini göstermeden

ve anlamadan evvel beşeriyetçilik gibi muazzam ve fevkalâde mud’dil bir uzviyete ne cesaretle ve hangi

muvaffakıyetlere istinat ederek atlayabilir?

Dikkat ederseniz Türk milliyetçiliği de kardeşleri olan Garp milliyetçilikleri gibi bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu’nun

fevka’t-tabia ve cebrî tazyiklerinden, diğer taraftan da Avrupa milliyetçiliğinin iktisadî emperyalizm ile tecelli eden

tazyiklerinden doğmuş bir çocuktur. Bütün Garp zihniyetlerini yoğurmuş olan asrî ilimler zihniyetinin mekteplerimiz

vâsıtasıyla bir, birçok asırdan beri Türklerin ruhuna hulûl etmesi o iki tazyikin verdiği ızdırabı millî bir şuur hâline kalb

etmiştir. Ve yine dikkat edersek görürüz ki bu millî şuurun [da] hâkim kânunu temsil olmuştur ve bu temsil hakkının

bütün cihana tasdik ettirilmesini büyük İstiklâl Harbi hazırlamış ve Lozan Muahedesi onu tasdik etmiştir. Türk milleti de

artık muayyen iştihaları olan büyüyecek ve doğuracak bir uzviyettir. Bu vazifesini her vadide yapacağı temsillerle temin

edecektir. Neleri temsil edeceğimizi ayrıca aramaya ihtiyacımız yoktur. Çünkü bizden evvel gelmiş numuneler vardır, asrî

milletlerin kemiyeten küçüğü, büyüğü olabilirse de keyfiyeten hepsi de aynı mahiyettedir. Bunun için asrî milletler

yekdiğerlerini temsil etmek vahiyesinde [temsil etmek gibi boş işlerde] bulunamazlar. Aralarında vaki olacak en tabiî

münasebat-ı mütekabil millî menfaatlerin telif edilmesidir. Dikkat edilirse bugünkü milletlerin birbirleriyle harp etmeleri

hep müstemleke yüzünden yâni dünyanın bir tarafında asrî milletlerin henüz teşekkül edememesi dolayısıyladır. Milletler

arasında mütekabil menfaatler esasına müstenit münasebetlerin bir zaruret olması evvel-be-evvel hepsinin milliyetçi

olmalarına mütevakkıftır. Bunun içindir ki beşeriyet hakikatine millet hakikatinden geçilir [,] demiştim.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!