03.05.2022 Views

Pusat Dergisi Yıl: 1 - Sayı: 3 - Mayıs Haziran 2022

Pusat Dergisi, nerede bir Türk varsa ona bakar, onun gözünden bakar. Millî Tarih, Kültür ve Düşünce Dergisi

Pusat Dergisi, nerede bir Türk varsa ona bakar, onun gözünden bakar.

Millî Tarih, Kültür ve Düşünce Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

PUSAT DERGİSİ

Millî Tarih, Kültür ve Düşünce Dergisi - Yıl: 1 - Sayı: 3 - Mayıs-Haziran 2022


2022

''Yanarken memleket küfrün narında

Bozkurtlar can verdi vatan uğrunda...''

Yasin Usta

Ülkücü Hareket'in ilk şehidi Ruhi Kılıçkıran'ın aziz ruhuna

ithaf olunur.


Türkçülüğe Karşı Girişilen Haçlı Seferi’ne

Türkçe ve Erkekçe Muhalefet

İnancım şudur ki, kişi meselesince büyüktür. İnandığı ülkü ne kadar büyükse fikir dünyası da, karakteri de,

konumu da o kadar büyüktür.

Başlıktan da anladığımız üzere bu ayki dosya konumuz, 3 Mayıs Irkçılık-Turancılık Davası. İlk zamanlarda bir

iki kişinin şahsi kavgaları olarak başlayan süreç, daha sonrasında dünyanın değişen siyasi dengesi ve bunun

yanında iç siyasetle beraber Türkçülüğün diriliş davasına dönüşmüştür.

3 Mayıs 1944 Davası’nın sanıklarından biri olan Osman Yüksel Serdengeçti’nin ‘Türkçe ve Erkekçe Muhalefet’

sözü, başta Atsız olmak üzere bu davada yargılanan birçok kişinin hayat felsefesini ortaya koymuştur. Gençliğinden

beri resmi ideoloji ile sürekli olarak ters düşen Atsız’ın, bu inatta asla geri adım atmayacağı tek gerçekti. Bu davada

büyük bir kitleyi de arkasına alan Atsız ve arkadaşları bazı çevreleri ve şahısları korkutmuş ve kendileri için

başlayacak olan zor ve meşakkatli günlerin de habercisi olmuştur.

Demokrasi, hak ve hukuk arayışı içerisinde başlayan bu tartışmalar, bazı ellerin devreye girmesi ile darbe

korkusuna dönüştü. Bunun sonucunda da içerisinde Atsız’ın, Sançar’ın, Togan’ın, Gökyay’ın, Türkeş’in ve

Serdengeçti’nin bulunduğu birçok kişi tabutluklarda insanlık dışı muameleler gördüler. Çoğu mesleğinden,

öğretiminden ve hayatından olmuştur fakat hiçbir zaman Türk Milleti ve Türkiye için çalışmaktan geri

durmamışlardır. Ben Türkçü mürkçü tanımam diyen, milliyetçi Türk gençlerine 'faşist' damgası vurmaya çalışan

siyasetçiler gelip geçti geride yine milliyetçiler kaldı.

Bizler de bu çalışmamızla hem literatüre bir katkıda bulunacağımıza, hem de fikir abidelerimizin ruhlarını şad

edeceğimize inanıyoruz.

Üçüncü sayımız olan ''3 Mayıs, Irkçılık-Turancılık Davası'' dosyamızda emeği geçen tün yazarlarımıza

teşekkürlerimizi sunarız.

Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin!

Pusat Dergisi adına İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Hüseyin Kaan HAN


İÇİNDEKİLER

5 Irkçılık-Turancılık Davası Perspektifinden

Nejdet Sançar

Hüseyin Kaan HAN

23 Hüseyin Nihâl Atsız'ın Milliyetçilik Anlayışı

Göktuğ Ziya ÖZYÜREK

7 3 Mayıs

Galip ERDEM

8 Türkçe ve Erkekçe Muhalefet:

Türkçü ve Turancı Aydınlar

Hüseyin Kaan HAN

11 3 Mayıs Davası

Ertuğrul BÜTÜNER

14 1944 Dalâveresinden Acı Bir Hâtıra: İrtidat Şiiri

Serkan AKGÖZ

15 Sabahattin Ali-Hüseyin Nihal Atsız Dâvası

Samet YILDIZ

22 Bir İstibdat Olarak 3 Mayıs

Cihat KALKAN

PUSAT DERGİSİ

Millî Tarih, Kültür ve Düşünce Dergisi

Pusat Dergisi İmtiyaz Sahibi ve

Genel Yayın Yönetmeni

Hüseyin Kaan HAN

Genel Koordinatör

Ömer ULUS

Yazı İşleri Müdürü

Göktuğ Ziya ÖZYÜREK

Yayın Kurulu/Editörler

Berke GÜRSOY

Hüseyin Kaan HAN

Ömer ULUS

Göktuğ Ziya ÖZYÜREK

Yusuf Buğra ANIL

Emirhan BAŞAR

Tolga TOY

Sosyal Medya

instagram.com/pusatdergi

twitter.com/pusatdergi

Dergimizde yayımlanmasını istediğiniz

içerikleri iletebileceğiniz mail adresimiz:

pusatdergi@gmail.com


Irkçılık-Turancılık Davası

Perspektifinden Nejdet Sançar

Hüseyin Kaan HAN

Nejdet Sançar, 1939 yıllarının sonbaharında Sivas’a gelen dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’i karşılama

törenine katılmaz. Hatta Hasan Ali Yücel’in, okul içerisinde Sançar’ı görünce ‘Biz sizi görmek için buralara kadar

geliyoruz da siz bizi görmek için niçin çıkmıyorsunuz’ diyerek çıkıp gittiği de söylenir. İşte bu olay, Sançar’ın

hayatının en çalkantılı dönemlerinin başlayacağının habercisidir. Sonrasında bakanın ve müdürlerin bulunduğu bir

odaya çağrılan Sançar, Hasan Ali Yücel ile tartışır. Hasan Ali Yücel'in özel kalem müdürüne ‘Not ediniz, bu

öğretmeni bakanlık emrine alacağız’ demesi üzerine okulun müdürü Rasim Başgöz, Sançar'a ‘istifa et’ der. Fakat

Sançar istifa için herhangi bir sebep görmediğini söyleyerek bu diretmeyi reddeder.*1

Birkaç gün sonrasında ise, ‘Edebiyat öğretmeni Nejdet Sançar’a Ankara’da görev verilmesi

kararlaştırılmıştır, hareketini sağlanması’ içerikli bir telgraf gelir. Sançar, bu durum hakkında bilgi edinmek için

Ankara Devlet Konservatuarı Müdürü Orhan Şaik Gökyay’a bir mektup yazarak kendisine bu durum hakkında bilgi

vermesini rica eder. Orhan Şaik Gökyay’ın bu durumu doğrulamasından sonra Sançar, Ankara’ya yola koyulur.

Görüşmede bakan Atsız’ın*2 kardeşi olduğunu öğrendiğini, Sivas’taki tartışma nedeniyle artık orada

kalamayacağını, bu yüzden Ankara’da görevlendirilmek için çağrıldığını söyler. Sançar ise Ankara’yı istemediğini

kendisinin Balıkesir’e gönderilmesini talep eder. 28 Eylül 1940 tarihinde Balıkesir’e tayin edilen Sançar, 1944

senesinde tutuklanana kadar Balıkesir’de mesleğine devam eder.

1944 yılını kısaca anlatacak olacak olursak ilk başta bu yılın Türkçülerin devletten tamamen dışlandıkları

bir dönem olduğunu söylemeliyiz.*3

Rusya’da yüzyılın başlarında hızlanarak artan Komünizm, Türk dünyasını da derinden etkiler. Hem

Türkiye’deki hem de Türk yurtlarındaki birçok aydın Komünizm’in büyüsüne kapılırken Nazım Hikmet’in öncülük

ettiği ‘Gerçekçi Sosyal-Marksist’ edebiyat, kısa sürede bütün bir ülkeyi tesiri altına aldı. Toplumun bütün

değerlerine karşın anarşist bir tavır alan Marksistler, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na aşırı saygısızca davranışlarda

bulunduğu için Atsız iki adet açık mektup yayımlayarak Moskof destekli bu Marksist yapılanmaları teşhir eder.

Ardından ise dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel, Ulus Gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay ve dönemin Ankara

Valisi Nevzat Tandoğan öncülüğünde karalama kampanyaları başlatılır.*4

Atsız, 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’nin 16. sayısında yayımladığı ‘Başvekil Saraçoğlu’na İkinci Açık Mektup’

başlıklı yazısında, ‘maarif sahasına girmiş olan komünistlerden’ bahsederek bu kimselerin Maarif Vekili’nin

gafletinden yararlanarak mühim yerlere geldiği söylemiştir. Maarif sahasındaki komünistlere örnek olarak

Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal Antel gibi kişilerin isimlerini veren Atsız, bu kişilerin Maarif

Vekili Hasan Ali Yücel’in sempatisi ile mühim görevlere geldiği ve bu durumun Türkçü gençleri derinden

üzdüğünü dile getirmiştir.


Atsız, 1 Nisan 1944’te Orhun Dergisi’nin 16. sayısında yayımladığı ‘Başvekil Saraçoğlu’na İkinci Açık Mektup’ başlıklı

yazısında, ‘maarif sahasına girmiş olan komünistlerden’ bahsederek bu kimselerin Maarif Vekili’nin gafletinden yararlanarak

mühim yerlere geldiği söylemiştir. Maarif sahasındaki komünistlere örnek olarak Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin

Celal Antel gibi kişilerin isimlerini veren Atsız, bu kişilerin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in sempatisi ile mühim görevlere geldiği

ve bu durumun Türkçü gençleri derinden üzdüğünü dile getirmiştir. Bu mektuplar üzerine Maarif Vekaleti, Nihal Atsız’ın Özel

Boğaziçi Lisesi’ndeki öğretmenliğine son vermiş, hükümet kararıyla da çıkardığı Orhun Dergisi kapatılmıştır. Nihal Atsız’ın ikinci

yazısında adı ‘vatan haini’ olarak zikredilen Sabahattin Ali, Atsız’a hakaret davası açmıştır. Sabahattin Ali söz konusu davayı

Hasan Ali Yücel ve Falih Rıfkı Atay’ın telkinleri ile açmıştır. Ayrıca, Ulus gazetesi hukuk danışmanı da Sabahattin Ali’nin

avukatlığını üstlenmiştir. Mayıs 1944’te duruşma için Ankara’ya gelen Atsız, milliyetçi gençlerin tezahüratıyla karşılanır.*5

9 Mayıs 1944’teki son duruşmayla birlikte Atsız’a 4 ay hapis ve bir miktar da para cezası verilir. Hemen sonrasında ise

Atsız, kaldığı otelde tutuklanır ve ardından ev aramaları başlayarak Atsız’ın yakınında kim varsa hepsi tutuklanmaya başlar.

18 Mayıs 1944’te yayımlanan resmi tebliğ ile Atsız ve arkadaşları ‘Irkçılık-Turancılık’ amacıyla kurulu düzeni yıkmakla

suçlanırlar. 19 Mayıs 1944’te ise dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkçüleri darbeci olarak niteleyerek peşinen mahkum

eder. Bu olayların ardından ise Nejdet Sançar’ın görev yaptığı okula bir müfettiş gönderilir ve öğrencilerle özel görüşmeler

yapılır. Bu görüşmeler sonucunda müfettiş, Nejdet Sançar’ın öğrencilere anayasayı aykırı olarak Turancılık fikirleri aşıladığı,

Orhun dergisi temin ettiği ve tarih ders kitaplarını tahrif ettiği iddialarını içeren bir rapor hazırlar ve bakanlığa sunar. 15 Ağustos

1944’te Sançar’dan bir savunma istenir, Sançar tutuklu iken bu rapora karşılık olarak bir savunma hazırlar ve gönderir.

Nejdet Sançar’ın 9 Mayıs 1944’te evi aranır, 11 Mayıs 1944’te ise bakanlık emrine alınır. 14 Mayıs 1944’te tutuklanır.

Tutukluğu esnasında ise Milli Eğitim Bakanlığı Müdürler Kurulu kararı ile öğretmenlikten atılır, atılma sebebi ise Irkçı-Turancı

fikirleri aşılaması olarak gösterilir. Nejdet Sançar, 1 yıl 2 ay boyunca tutuklu kaldıktan sonra 13 Temmuz 1945 tarihinde tahliye

olur.

Sonuç Yerine

Yargılamalar sırasında, hükümet eliyle henüz suçları ispat edilemeyen içerisinde Atsız, Sançar, Türkeş, Serdengeçti, Togan

ve beraberlerindeki 19 sanık ülke kamuoyuna ‘vatan haini’ olarak lanse edildiler. Yazımızda soruşturma öncesi, sorgu,

savunmalar ve muhtelif kaynakları tarayarak bu 24 kişi içerisinden Nejdet Sançar’ı anlatmaya çalıştık.

Kaynaklar:

Nejdet Sançar, Hasan Ali İle Hesaplaşma, Işıl Matbaası, İstanbul, 1947.

Hüseyin Nihal Atsız, Türkçülüğe Karşı Girişilen Haçlı Seferleri, Ötüken Neşriyat.

Nejdet Sançar, ‘Türkçülük Düşmanları’, Orkun, 6 Ekim 1950.

Nejdet Sançar, Afşın’a Mektuplar, Orkun Basımevi, 1963.

Mehmet Kocabaş, Bir Yıldönümü Münasebetiyle ‘3 Mayıs’, Bozkurt Dergisi, 3 Mayıs 1972.

*1 Nejdet Sançar, Hasan Ali İle Hesaplaşma, Işıl Matbaası, İstanbul, 1947, s. 14.

*2 Atsız ve Hasan Ali kavgası için bkz. Hüseyin Nihal Atsız, Türkçülüğe Karşı Girişilen Haçlı Seferleri, Ötüken Neşriyat, s. 54-63.

*3 Nejdet Sançar, ‘Türkçülük Düşmanları’, Orkun, 6 Ekim 1950.

*4 Daha kapsamlı bilgiler için bkz. Falih Rıfkı Atay, ‘Nizam Düşmanlığı Yaptırmayız’, Ulus, 7 Mayıs 1944.

*5 Mehmet Kocabaş, Bir Yıldönümü Münasebetiyle ‘3 Mayıs’, Bozkurt Dergisi, 3 Mayıs 1972.


3 Mayıs

Galip ERDEM

3 Mayıs, 25 yıl önce, herhangi bir gündü, hiçbir özelliği yoktu. Ama, 1944 yılının unutulamaz

hadiselerinden sonra yeni bir mana kazandı, sayılı günler arasına girdi. Olanları kısaca hatırlatarak 3 Mayıs’ın

bir kere daha düşünülmesine fırsat vermek isteriz.

CHP iktidarının gafleti yüzünden, Millî Eğitim Bakan lığı’nın bahçesinde komünizmin kızıl tohumları

çimlenmeğe başlamıştı. Günümüzdeki sol gelişmenin kay nağını bulmak isteyenler, en azından, o günlere ka dar

gitmelidirler. İnönü diktatörlüğünün 1944 yılların daki Başbakanı Şükrü Saraçoğlu idi. Her ne hikmet se adı

milliyetçi çıkmıştı. Hattâ Saraçoğlu Meclis’teki bir konuşmasında «Türküz, Türkçüyüz, her gün bi raz daha

Türkçü olacağız. Türkçülük bizim için bir kan meselesi olduğu kadar bir kültür meselesidir» diyerek, nice saf

milliyetçinin hayal dünyasını süs ledi: Yalnız komik bir çelişme vardı. Bir tarafta Türkçü bir başbakan, diğer

tarafta Millî Eğitim Ba kanlığı! Nihal Atsız Bey, Orkun dergisinde, Başba kana hitaben iki açık mektup yayınladı.

Komünist lerin yıkıcı faaliyetlerini, bilhassa Sabahattin Ali ile Sadettin Celâl’in ihanetlerini misâller vererek

belirtti.

Efendilerinin kışkırttığı Sabahattin Ali, ATSIZ aleyhi ne dâvâ açtı. Mahkeme günü, 3 Mayıs 1944’te üni -

versite öğrencilerinden ibaret binlerce milliyetçi, muhteşem bir nümayişle komünizmi lânetledi. 3 Mayıs’ın

Türkçülük Bayramı sayılması bu yüzdendir. 3 Mayıs, milliyetçi gençliğin komünizm karşısında ilk toplu di -

renişidir.

İ. İnönü, mizacına yakışır bir davranışla, milliyetçilerin gösterisinden ürktü. O yılın 19 Mayıs bayramında

milliyetçilerin aslâ unutamayacakları meşhur nutkunu söyledi. Nutuk, ilhamının nereden alındığını ancak ruh

hekimlerinin bulabileceği müt hiş bir kin’in ifadesi idi. Sonra, el çabukluğu ile en marifetli casusluk romanı

yazarının bile hayâl ede meyeceği bir suç icat olundu: Türkçüler, hükümeti devirmek gayesiyle gizli bir cemiyet

kurmuş, arala rında yemin etmişlerdi. Böylesine gülünç bir düzme ceye kendileri elbette inanmamışlardı ya,

milleti inan dırmaya çalışıyor, Ahmet Emin’den, Falih Rıfkı’ya kadar, kiralanmış bir yığın kalemşöre

mütemadiyen sövdürüyorlardı. Nihayet, İnönü diktatörlüğünün in san haysiyetini inciten tutumu, «Tabutluk»

işkenceleri, hukukun çiğnenmesi, mahkemeye yapılan baskılar, önce haksız bir mahkûmiyet ve Askerî

Temyizin ışıl ışıl parlayan beraat kararı… Hep merak ederim: in sanların milletlerini çok sevdikleri için

suçlanmaları na, işkence görmelerine, mahkemeye verilmelerine başka hiçbir yerde acaba rastlanmış mıdır?

Sömür geleri kastetmiyorum: İnönü diktatörlüğünden başka hiçbir hükümet kendi vatandaşını «Sen milletini

çok seviyorsun!» diyerek suçlamış mıdır? 3 Mayıs’ı yaşa yan ağabeylerimize sağlık dileriz, mutluluk dileriz..

Milliyetçi Türk Gençliğinin direnişi her gün daha bir güçlenecek, mutlaka zaferle bitecektir.

(Bizim Anadolu, 3 Mayıs 1969.)


Türkçe ve Erkekçe Muhalefet:

Türkçü ve Turancı Aydınlar

Hüseyin Kaan HAN

3 Mayıs 1944 Irkçılık- Turancılık davası sürecinde, basın ve aydın sınıfının çoğunluğu, CHP ve Milli Şef İsmet

İnönü’nün saflarında konumlanmıştır. Bunun haricinde, davanın sanıkları, kendileri hakkında çıkan bu

olumsuzlukların yanında dava sürecinde pek çok zorluklarla karşı karşıya gelmişlerdir. Bu zorluklardan biri

tabutluklarda tutuklu kalmalarıdır bir diğeri ise bazı tutukluların bu süreç içerisinde işkence vs. görmesidir.

7 Eylül 1944 tarihinde, İstanbul Sıkı Yönetim Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmada, sanıkların işkence

meselesine ilişkin itirazlar sonucunda davanın savcısı Kazım Alöç, yapılan işkenceleri şöyle savunmuştur:

‘‘Efendim, biz bunları huzurunuza misafir olarak değil, hükûmeti devirmek isteyen vatan hainleri, katiller ve caniler

olarak sevk ettik. Kendilerini Pera Palas otelinde oturtacak değildik. Bunları huzurunuza Reisicumhur namzedi olarak

da çıkarmadık. Onun için elbette her nevi zulmü görmüşlerdir ve göreceklerdir.’’*1

Bu süreçte sadece dava sanıkları değil, sanıkların aileleri de bu süreçten etkilenmiş ve birtakım

olumsuzluklarla yüz yüze gelmişlerdir. Davanın sanıklarından biri olan Atsız’ın, eşi Bedriye Atsız Erenköy Lisesi’nde

öğretmenken hiçbir sebep belirtilmeden ve soruşturma yapılmadan 13 Mayıs’ta bakanlık emrine alınmış, 16 Mayıs’ta

ise tutuklanmıştır. Yine aynı davanın sanığı olan Nejdet Sançar’ın, eşi Reşide Sançar da Balıkesir’de kimya

öğretmeniyken 20 Haziran’da vekillik emrine alınmış ve kendisine haber verilmeden 20 Ekim’de de Zonguldak

Lisesi’ne atanmıştır.*2

Davanın sanıkları olan kişiler, bütün çektikleri zorluklara rağmen geri adım atmamış ve boyun eğmemiştir. Bu

bağlamda, kendilerine yönelik ırkçılık, ihtilalcilik, Turancılık ve gizli örgüt kurma ithamlarına ilişkin savunmaları

incelendiğinde sanıklar, gizli bir örgütleşme içerisinde olmadıklarını, ırkçılık yapmadıklarını, Turancılığın ise milli bir

ülkü olduğunu dile getirmişlerdir.

Duruşmalar esnasında, askeri savcı Kazım Alöç ile sanıklar arasında sert münakaşalar yaşanmıştır. Davanın

sanıklarından Hüseyin Nihal Atsız, kendisine yöneltilen vatan haini suçlamasına karşı, “kimin hain kimin vatanperver

olduğunu tarih tayin edecektir” derken, Turancılığın anayasada suç teşkil etmediğini ve Türk milletinin milli ülküsü

olduğunu ifade etmiştir. Atsız, hâkimin, bütün dış Türkleri toplayarak bir devletin kurulması fikir ve kanaatini taşıyor

musunuz sorusuna da “evet” cevabını vermiştir.

Bununla beraber, Atsız, duruşma esnasında Türkiye’nin tam olarak Cumhuriyet rejimiyle yönetilmediğini

belirterek İnönü iktidarını eleştirmiş, Rusya ve komünizmin Türk milleti ve Türkiye için büyük birer tehdit olduğunu

dile getirmiştir.


Davanın bir diğer sanığı Alparslan Türkeş ise, savunmasında Türklüğü bilinç, dil ve kültür meselesi olarak

gördüğünü ifade etmiş ve ırkçılık suçlamalarını reddetmiştir. Türkeş, istikbalde bütün Türklerin birleşmesi ülküsüne

inandığını belirtirken, Rusya’nın Türkiye’nin en büyük düşmanı olduğunu deklare etmiştir. Atsız ile münasebetinin

sorulması üzerine Türkeş, gizli bir örgütlenme suçlarını reddederek, Atsız ile tarih ve kültür üzerine sohbetler ettiklerini

söylemiştir.*3

Zeki Velidi Togan, gizli cemiyet yapılanması içerisinde olduklarını reddederken, bunun emniyet tarafından

kurgulanan bir hayal mahsulü olduğunu duruşmalarda belirtmiştir. Sovyetler Birliği ve Çin tehlikesine dikkat çeken

Togan, Türkistan’da esaret altında yaşayan bütün Türkleri fark gözetmeksizin müdafaa ettiklerini, Türkler arasında birlik

şuurunu tekrardan diriltmek istediklerini ifade etmiştir.

Ayrıca Togan, Türkistan Teavün Cemiyeti, Türkistan Gençler Birliği ve Türk Kültür Birliği derneklerini dönemin

İstanbul Valisi Lütfi Kırdar ve Memduh Şevket Esendal’ın bilgileri dahlinde kurduklarını, bu derneklerin zararlı ve anarşist

bir faaliyetlerinin olmadığını söylemiştir.

Davanın bir diğer celsesinde, Nejdet Sançar savunmasını yapmıştır. Sançar; savunmasında, “Türk ırkını ve Türk

topraklarını sevmek günahsa beni mahkûm ediniz bundan övünç duyarım” derken, Turancılığın anayasaya aykırı

olmadığını belirtmiştir. Sançar’ın dinlendiği duruşmada, öğrencileri Muharrem Ergin, Mehmet Taylan, İhsan Koloğlu ve

Mehmet Külahlıoğlu, Sançar lehine şahitlik yapmıştır. Şahitler, Sançar’ın kendilerine milli tarih ve kimlik bilincini

aşıladığını ifade ederek hocalarına karşı isnat edilen bütün suçları reddetmişlerdir.*4

Davanın diğer sanıkları da Turancılık fikrinin milli birliği ve bütünlüğü bozucu bir düşünce olmadığını savunurken,

gizli bir örgüt faaliyeti içerisinde oldukları iddiasını reddetmişlerdir. Bununla beraber, Türkiye dışında yaşayan Türklerle

ilgilenmenin milli bir vazife olduğunu ve Rusya’nın hem Türkiye hem de tarihi Türk coğrafyasında yaşan diğer Türkler

için büyük bir tehdit olduğunun altını çizmişlerdir.

Türkçü ve Turancı aydınlar, davanın kendilerini değil Türkçülük fikrini mahkûm etmek istenildiğini, kendilerinin

öncelikle İnönü tarafından 19 Mayıs nutkuyla*5 mahkum edildiklerini ifade etmişlerdir. Türkçülüğün ve Turancılığın

mahkûmiyetinin, Türkiye’de komünizm tehlikesine karşı direncin kırılması anlamı taşıdığını belirtmişlerdir.

Sonuç

Türk siyasi tarihinde 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık davası olarak anılan davalar silsilesinin sonunda Atsız ve

Zeki Velidi Togan 10’ar yıl, diğer sanıklar ise muhtelif cezalara çarptırılmışlardır. Karar, Askeri Yargıtay’a temyizle 25

Ekim 1945’te bozdurulmuş ve Türkçülerin davaları, 2 numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesinde 26 Ağustos 1946 tarihinde

yeniden başlamış ve 31 Mart 1947 tarihinde Türkçüler beraat etmişlerdir. Deliller ışığında Türkçülerin hükümet darbesi

girişiminde olmadıkları, Turancılık fikrinin ise anayasal bir suç teşkil etmediği mahkeme kararında belirtilmiştir.


Kaynakça

DARENDELİOĞLU, İlhan Egemen, Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, Oymak Yayınları, 1976, İstanbul.

HAN, Hüseyin Kaan, Irçılık-Turancılık Davası Perspektifinden Nejdet Sançar, Pusat Dergisi, Sayı 3, Mayıs-Haziran

2022.

Milli Mecmua, ‘’3 Mayıs, Irkçılık-Turancılık Davası’’, Irkçılık-Turancılık Davası Sorgulamaları, Sayı 20, Mayıs-Haziran

2021.

SANÇAR, Nejdet, 1944 Irkçılık-Turancılık Davası Mahkeme Günlükleri, haz. Serkan Akgöz, Bozkurt Yayınları.

*1 Darendelioğlu, İlhan Egemen, Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, Oymak Yayınları, 1976, İstanbul, s. 149-

150.

*2 HAN, Hüseyin Kaan, İade-i İtibar III: Irçılık-Turancılık Davası Perspektifinden Nejdet Sançar, Pusat Dergisi, Sayı 3,

Mayıs-Haziran 2022.

*3 Milli Mecmua, ‘’3 Mayıs, Irkçılık-Turancılık Davası’’, Irkçılık-Turancılık Davası Sorgulamaları, Sayı 20, MayısHaziran

2021, s. 278-280.

*4 Detaylı bilgi için bkz. Nejdet Sançar, 1944 Irkçılık-Turancılık Davası Mahkeme Günlükleri, haz. Serkan Akgöz,

Bozkurt Yayınları.

*5 İsmet İnönü’nün nutkuna dair bkz. Milli Mecmua, ‘’Türk Milliyetçiliği: Kavramlar ve Kuramlar I’’, Ömer Burak Sert,

Ehlileştirilmiş Milliyetçilik: 19 Mayıs Nutkundan Hareketle Milliyetçiliğe Dair Bir Tasavvur, Sayı 22, EylülEkim 2021, s.

57-58.

Deyiş

Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu

Yunus misali tutuşmuş

Tespihsiz bir dervişim ben

İhvanlarla çok atışmış

Celâdet göstermişim ben

Gözümde yok aba, külâh

Fazilettir bende silâh

Çok işledimse de günah

Karşılığın vermişim ben

Yücelikler gönüldedir

Tabasbus tatlı dildedir

Bülbül dikenli gönüldedir

Gözlerimle görmüşüm ben

Ülküm gibi ülküsü var

Türküm gibi türküsü var

Bayrağım gibi süsü var

Yar sırrına ermişim ben

Yeşillendi aşk bağımız

Başlıyor bizim çağımız

Tanrıdağ'da otağımız

Dergâha post sermişim ben

Geçmez bende gurur, kibir

İmanım var sökmez cebir

Demi gelince binde bir

Nice dik baş kırmışım ben

Servetimiz başımızdır

Mefkûre yoldaşımızdır

Babamız, kardaşımızdır

Düşü hayra yormuşum ben

Yıldırım der ki: Deyiş var

Ruhlarda bir özleyiş var

Duygularda benzeyiş var

Pirlere yol sormuşum ben


3 Mayıs Davası

Ertuğrul BÜTÜNER

Giriş

Bu yazımda 3 Mayıs davasında Türkçülüğe önderlik edip, hayatını ona adamışların çektiği zorlukları ve dava

sürecini anlatacağım.

3 Mayıs 1944 günü, Türkçülük tarihinin kilometre taşlarından biri olmuştur. O gün ve ardından gelen yıllarda

yaşanan olaylar, bir yandan Türkçülere onulmaz acılar tattırırken bir yandan da Türkçülük hareketine yeni ufuklar

açmıştır. Bu durum göz önüne alınarak; 3 Mayıs günü, Türkçülük günü olarak kabul edilmiştir. Böylece, Türkçülerin

yalnız bile olsalar, her yıl bu günde, onu hatırlamaları ve anmaları benimsenmiştir.

3 Mayıs Olayları

3 Mayıs 1944, gerçekte, bir Türkçü ile bir komünistin mahkeme önünde hesaplaştıkları, o sırada Adliye

Sarayında ve çevresinde toplanan milliyetçi üniversite gençliğinin gerçekleştirdiği büyük bir gösteri ve yürüyüşün

yapıldığı gündür. Fakat bu etkinliklerin sonunda olaylar, zamanın Cumhurbaşkanı’nca ve hükûmetçe, hiç akla

gelmeyen çok sert bir tepki ile karşılandı. Hemen gösteri ve yürüyüşe katılan birçok genç gözaltına alınmaya

başlandı. Ertesi günlerde, bu tepki Türkçülüğe yönelik bir saldırı ve iftira kampanyasına dönüştü. Ankara’daki

gözaltılarla yetinilmedi; yurdun değişik yerlerinde yaşayan veya çalışan kimi Türkçülerin de evleri ve işyerleri arandı

ve kendilerinin gözaltına alınmasına girişildi. Üstelik gözaltına alınanlar, getirildikleri Ankara’da bırakılmayıp o sırada

sıkıyönetim altında bulunan İstanbul’a götürüldüler. Bir yandan da Ankara ve İstanbul’da yayınlanan başlıca

gazetelerde Türkçülere ve Türkçülüğe yönelik bir iftira yazıları furyası başladı.

Gözaltına alınıp İstanbul’da toplanan Türkçüler, 3 Mayıs 1944 günü yapılan gösteri ve yürüyüşle hiç ilgisi

bulunmayan suçlamalarla, işkenceler altında sorgulandılar, yargılandılar, cezalarını(!) orada çekme durumunda

bırakıldılar. Fakat, sonuçta hepsi aklandı.

Sorgulamalar sırasında uygulanan çeşitli işkenceler ile başlayan ve bir yılı aşkın süren zindan hayatı, onlar

üzerinde maddî ve manevî yıkıntılar oluşturdu. Bazılarına yapılan zulümler, aklanmalarından sonra da sürdürüldü:

Kimisinin görevine iadesi uzun süre engellendi; kimisi de hukuken bulunmaları gereken görev mevkileri yerine,

yurdun uzak yerlerinde en alt kademedeki görevlere sürgün olarak gönderildi. Yani maddî ve manevî eziyetler

yıllarca sürdü.

3 Mayıs 1944 günü başlayan ve değişik evreleri 1947 yılına kadar uzanan bu süreç içinde tam bir devlet

terörü estirildi. Türkçü veya milliyetçi olarak tanınan kişiler, bulundukları yerlerde toplumdan soyutlandılar. Herkes

onlara kuşku ile bakar oldu. En yakınlarının bile onlarla olan ilişkileri ya tümüyle kesildi ya da en aza indirgendi

[Necmeddin, 2009; s. 6-7].


İşkenceler

Bundan sonra, oralara getirilip tutuklananlar için bir cehennem hayatı başladı. Onların hepsi “ihtilâttan men”

edilmişlerdi; en yakınları, hattâ ailelerinden biri ile dahi konuşmaları, görüşmeleri yasaktı. Tıkıldıkları tek kişilik,

penceresiz ve ışıksız hücrelerde, birbiri ile konuşmaları ve görüşmeleri de mümkün değildi. Bu yüzden oraya kimlerin

getirildiğini bilmiyorlardı. Ancak bazılarını, hücrelerini bekleyen polis veya askerlerle bir isteklerini iletmek için

koridorda konuşurlarken, duyabildikleri seslerden tanıyabiliyorlardı. Sanık adaylarının gazete, kitap, dergi okumaları

yasaktı. Bu aydın insanların okumadan mahrum kalmaları şüphesiz en ağır işkencelerdendi. Bu işkenceler sadece

sanık adaylarına değil, ailelerine de uygulanmıştı. Atsız ve Nejdet Sançar’ın evdeşleri, dolayısıyla aileleri de bu zulme

maruz kalmışlardı. Atsız’ın evdeşi Bedriye Atsız hiçbir sorgulama geçirmeden 13 Mayıs 1944’de vekillik emrine alındı. 16

Mayıs 1944’de ise tutuklandı. Bu süre zarfı içerisinde oğulları Yağmur evdeki hizmetçiyle iki ay kalmak zorunda kaldı ve

durmadan annem ve babam nerde diye soruyordu [Necmeddin, 2009; s. 13-14].

Daha sonra ilk soruşturma başladı. Bu dönemde tutuklular, önceden hazırlanmış bir “ifade” metnini imzalamaya

zorlandılar; imzalamayanlar, çeşitli işkencelere uğratıldılar. O dayanılmaz günleri, Atsız bir koçaklamasında şöyle dile

getirir:

Burada güneş açmıyor, Döndüm vuslat yolundan,

Ümit kuşu uçmuyor, Yandım firkat çölünden.

Yok yok, kervan göçmüyor, Tanrı rahmet selinden,

Dakikalar geçmiyor

Bir damlacık saçmıyor.

Bir kadının melâli,

Karardı gündüzlerim,

Bir yavrunun hayâli,

Kış oluyor yazlarım,

Bir evin öksüz hâli,

Dumanlanan gözlerim,

Gözlerimden kaçmıyor. Uzak yakın seçmiyor.

Bir gönülüm: Muratsız.

Bir kartalım: Kanatsız.

Kendinden geçse Atsız,

Dakikalar geçmiyor.

İsmet İnönü

Nejdet Sançar’a göre Türkçülerin İsmet İnönü ile hesaplaşması gereklidir. Bu hesaplaşma küçük bir çatışma

veya kavga değildir. Dava Türk milletinin ülküsü Türkçülükle alakalıdır bu nedenle görülecek hesapta Türkçülüğe ait bir

hesaplaşmadır. Nejdet Sançar, Türkçülüğe karşı olan bu davayı ‘‘Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi’’ olarak adlandırmıştır.

Başrol İsmet İnönü’dür ve önemli rol oynayan kimselerden birisi Falih Rıfkı Atay’dır. Örnek olarak İsmet

İnönü’nün; “Turancılar, Türk milletinin bütün komşuları ile onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir

tılsımı bulmuşlardır.” cümlesi ve Falih Rıfkı’nın; “Türkiye’yi içten dağıtıp tahrip etmek için gökten bir bela ısmarlansa

ırkçılıktan beteri inmez. İkinci bir bela ısmarlansa İslam İttihatçılığı ham hayali yerine Turancılık ütopyasını geçirmekten

âlâsı bulunmaz.” demesi gösterilebilir. [Sançar, 1973; s. 46-47]


Sonuçlar

İnönü’nün yönetimindeki Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kaybetti yerine gelen Demokrat Parti bu konuyu

propaganda amacı olarak kullandı. Ne yazık ki bunun sonucunda İnönü’nün büyük uğraşlarla aldığı “Milli Şef” unvanı

anlamını yitirdi, ve Cumhuriyet Halk Partisi de bir daha iktidara gelemedi.

Toplumsal sonuçları olarak bakıldığında işkencelerle alakalı milletler arası telkinlerinde zorlaması ile işkenceyi

engelleyen toplumsal ve yasal önlemler alındı [Necmeddin, 2009; s. 29-30].

KAYNAKÇA:

Nejdet Sançar, İsmet İnönü İle Hesaplaşma, Afşın Yayınları, 1973.

Necmeddin Sefercioğlu, 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Davası, Türk Ocakları Ankara Yayınları, 2009.

Milli Mecmua Dergisi, Sayı 20, 2021.

Nejdet Sançar, Türklük Sevgisi, Tanrıdağ Yayınları, 1952.


1944 Dalâveresinden Acı Bir Hâtıra:

İrtidat Şiiri

Serkan AKGÖZ

1944 dâvâsında sanık pozisyonundaki Türkçülerin nasıl işkenceler çektiği, ne tür baskılara marûz kaldığı

birçoğumuzun ezberindedir. Bu yazımda, işte bu Türkçülerden birinin uğradığı saldırılar sonrasında bir feryadını, bir acı

hatırasını sizlere sunacağım. Kimin mi? Orhan Şaik Gökyay‘ın…

Bu şiir ilk kez yayımlanmıyor. Ama ithaf bölümüyle birlikte, sansürsüz olarak ilk kez yayımlanıyor. Yanında bir de

Orhan Şaik’in, bu şiir hakkında fikirlerini sorduğu Nejdet Sançar’ın verdiği cevabı sizlerle paylaşacağım. Bu ilk kez

yayımlanıyor.

Orhan Şaik, işkencelerden daha fazla kendisine umûmî mahkeme salonunda isnat edilen suçlar üzerine duyduğu

acı yazdığını söylüyor. Şiir ve ithaf içerisindeki ufak daktilo hataları dışında yazı ve imlâya müdahalede bulunmadım.

İrtidat

Be kavim kardaşlar, be yirmi üçler

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim;

İsnat oldu bize acayip suçlar,

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim…

Arnavut’tan reis, Boşnak’tan vali,

Ne idüğü besbelli bir Hasan Âli,

Üstüne tüy dikti tasdik-i âli

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim..

Yokmuş Türk, ermeni, rum, çıfıt farkı,

Üstelik türedi bir de puşt ırkı,

Çingenle bir oldu merd Türk’ün narkı,

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim..

Mısır’dakinden beter bir sağır sultan,

Hak sözü duymaz da aslâ top atsan,

Bir “ehhe”yi duyar rus radyosundan,

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim..

Vaktiyle şan verdik yedi düvele,

O şan-u şerefi savurduk yele,

Benzedik vatanda yedi kat ele,

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim..

Sen kesmez kılıçsın, paslı çeliksin,

Hainsin, canisin, Yüzelliliksin

Türk’üm de, mahkeme ananı s..sin..

Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim...

29/30 Eylül gecesi 1945

Saat: 11.25

Orhan Şaik Gökyay.

Nejdet Sançar‘ın bu şiire yorumu:

''Beğenmediğim bir iki cümlesini çıkardıktan sonra: 'Müthiş edebî bir

hiciv, bir namussuzluklar serisinin acıklı bir hikâyesi, şımarık bir ruha

indirilen hak ettiği bir sille' diye hulâsa edebilirim.''

(Bu yazı, sabithaber.com sitesinden yazarın izni ile alınmıştır.)


Sabahattin Ali-Hüseyin Nihal Atsız Dâvası

Samet YILDIZ

*1

İnsanlık tarihi, kendi içerisinde belirli dönemlere ayrılır. İnsanlığın iktisadî, siyasî, fennî ve içtimaî durumu

nispetinde belirlenen bu dönemler, bünyelerinde belirli kavramları barındırırlar. Günümüze yaklaştıkça daha çetrefilli

bir hâle bürünen insan hayatı, aynı durumu, beraberinde getirdiği kavram haritasında da gösterir. Nitekim XIX. asırda

toplumlar tarafından benimsenen ve tarihin gidişatında yadsınamayacak derecede mühim olan kavramlar, bunun en

açık göstergesidirler. Zikrettiğimiz tarihî süreçte meydana gelen kavram kümesi, genellikle Sanayi Devrimi ve Fransız

İhtilâli neticesinde revaç bulmuştur. Bu nedenle, sosyalist ve komünist akidelerle birlikte millî hisleri şahlandıran

olgulara da zemin hazırlanmıştır. Başlangıçta çok fazla çatışmaya girmeyen bu iki kavram kümesi, kısa süre içerisinde

ciddî mücadelelere sebebiyet verecektir.

Üretime dayalı sınıfsız toplum düzeni, işçi hakları ve sendikalaşma gibi söylemlerle kitle oluşturan sosyalistkomünist

hareketler, kısa süre içerisinde yaygınlık kazandılar. Dönemin şartları içerisinde, insanların yaşadığı çileyi dile

getirdiğinden ötürü elde edilen bu başarı, ileri süreçte siyasî ideoloji boyutuna evirildi. Nitekim bu itikadın lokomotifi,

Ekim Devrimi’nden(1917) sonra siyasî arenaya çıkan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB) olacaktı. Buna

mukabil, aynı dönem içerisinde palazlanan milliyetçilik de, millî devlet kurma sürecini hızlandırmıştır. Millî devletler,

kurucu ve aslî unsur ekseninde biçim kazanan ve her türlü politikasını millî gereksinimler bağlamında geliştiren

yapıdadırlar. Bu nedenle; kendilerince “kısıtlayıcı” olarak addedilen unsurların (milliyetçilik, sınıf sistemi, özelleşme vb.)

ortadan kaldırılması gerektiğine inanan sosyalist-komünist yaklaşım ile millî temeller doğrultusunda yükselen millî

hissiyat arasında, büyük bir mücadele hâsıl olacaktır. Bu mücadele, II. Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında müspet

bir şekilde varlığını hissettirecektir.

I. Dünya Savaşı’nın olumsuz sonuçları ve ağır şartlar altında akdedilen barış antlaşmaları, yeni bir dünya

savaşının temellerini atmışlardır. Versay Antlaşması neticesinde mağlûbiyetini ilân eden Almanya’nın başını çektiği

Mihver Devletleri ile Büyük Britanya’nın riyasetinde bulunan müttefikler, çıkacak olan savaşın iki tarafını oluşturdular.

Savaş süresince iki tarafın birbirine üstünlük kurma çabası, tabiî olarak yaşandı. Fakat bu kadar geniş alana yayılan

savaş, sâdece askerî bir mücadeleyle sınırlı kalamazdı. Nitekim dünya tarihinin en kanlı savaşlarına liderlik edebilecek

potansiyele sahip olan II. Dünya Savaşı, aynı zamanda fikrî cereyanların da çatışma sahasıydı. Bu saha, faşizmi düstur

edinmiş Nazi Almanya’sı ile komünist Rusya arasındaki mücadeleye tahsis edilmişti.

Başlangıçtan itibaren çetin geçen savaş süreci, Türkiye Cumhuriyeti’ni tedirgin etmekteydi. Her iki taraf için de

elzem olarak görülen Türkiye, İsmet İnönü’nün hamleleri neticesinde savaştan uzak durmaktaydı.*2 Fakat bu durum,

savaşın getirdiği olumsuzluklardan etkilenilmeyeceği anlamına gelmezdi. Nitekim İsmet Paşa, dışarıdan gelebilecek

saldırılara karşı Türk ordusunun hazır olmasını gerekli buluyor ve bu doğrultuda politika izliyordu. İzlenilen politika

kapsamında erkeklerin askere alınmaları gerekiyor ve bu da, ordu içerisinde âni bir nüfus patlaması yaşatıyordu. Ülke

içerisindeki şartların olumsuzluğuna binaen ordunun da getirmiş olduğu külfet, ülke iç siyasetinde birtakım sorunlara

neden olmaktaydı. Sorunların giderilmesi amacıyla; ekmek, şeker ve gaz gibi ana maddelerin orduya verilmesi ve

karne uygulaması gibi kararların yanı sıra “Varlık Vergisi” adında bir iktisadî yükümlülük de, yürürlüğe konulmuştu.


Zikrettiğimiz hususlar, Cumhuriyet tarihi için daima eleştirilere hedef olmuştur. Lâkin bu dönemde yaşanan

önemli bir hâdise daha vardır: Sabahattin Ali – Hüseyin Nihal Atsız Dâvası…

Nazi Almanya’sı ve SSCB arasındaki faşist-komünist çatışması, savaşa fiilen katılmayan Türkiye

Cumhuriyeti’nde de vücut bulmuştur. Türkiye, kuruluş yıllarından itibaren sınırında bulunan komünizmi bir “tehlike”

olarak addetmiştir. Bu bağlamda; komünizm, çeşitli politikalar ve millî tutumlar vâsıtasıyla ülke içerisinden uzak

tutulmaya çalışılmıştır.*3 Ancak, ülke içerisindeki sol- marjinal örgütlerin tasfiyesi ve bu zihniyetin ülkeden

temizlenmesi, pek de kolay olmamıştır. Tabiî olarak, II. Dünya Savaşı yıllarında savaşın bir parçası olan SSCB, bunda

etkilidir. Nitekim komünizm, bu süreçte pek çok yer-altı örgütü ve TKP gibi Moskova’ya endeksli birimler vâsıtasıyla

gücünü artırmaya başlamıştır.*4 Bunun üzerine, savaş yılları süresince devlet yönetiminde söz sahibi olan CHP

hükûmeti, ülkede komünist hareketlerin yayılmaması ve SSCB’nin emperyal faaliyetlerinin engellenmesi

gerekçesiyle, birtakım tedbirler almıştır. Özellikle 1944 yılı, başta okullar olmak üzere pek çok mahalde komünist

takibatının yapıldığı bir evre olmuştur. Milliyetçilik ise, komünizmin yaşadığı ve yaşattığı sıkıntılardan farklı bir seyir

izlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini atan ve ülkenin ayakta kalmasını sağlayan millî duruş, savaş yıllarına

kadar etkisini korumuştur. Milliyetçiler tarafından, dönemin en büyük akımlarından olan komünizm -tıpkı devlette

olduğu gibi- ciddî bir tehdit olarak görülmüştür. Millî tehlikeye karşı mücadeleyi kendilerine onur sayan milliyetçiler,

zikredilen tehdide karşı teşkilâtlar kurmuşlardır. Millî Türk Talebe Birliği(MTTB), Türkiye Komünizmle Mücadele

Derneği(TKMD) ve Mücadele Birliği adını taşıyan bu üç teşkilât, birbirini müteakip olarak kurulmuş ve komünizmle

mücadeleyi amaçlamıştır. Ayrıca Çınaraltı, Tanrıdağ, Ötüken, Atsız Mecmua, Orhun gibi pek çok dergi, Türkçülüğün

sesi olmuş ve millî hislerin kabarmasına hizmet etmiştir. Fakat dönem içerisinde farklı fraksiyonlara ayrılmış olan

Türkçü-milliyetçi kanat -tıpkı komünistlerde olduğu gibi- birbirleriyle mücadeleye tutuşacaktır. Bunda, Türkçü

kesim içerisinde azımsanamayacak bir grubun Almanya’daki faşist unsurlarla temasa geçmesi ve onlardan

etkilenmesi önemli bir husustur.*5 Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Von Papen’in Rus tahakkümü altındaki Türklere

yardım edileceği minvalindeki vaatleri, bir grup Türk milliyetçisinin gönlünü kazanmak için yeterli olmuştur. Ayrıca,

Rusya ile ezeli düşman olan Türkler, Almanya’nın Rusya’ya karşı başarılı bir askerî harekât düzenlemesinden

memnun olmuşlardır.*6 Büyüklüğü azımsanamayacak derecede olan bu grup, Nazilerle çeşitli temaslarda

bulunmaya başlamışlardır.*7

Savaş yıllarında denge siyaseti izleyen İsmet Paşa ve CHP hükûmeti, bu durumu Türkçülük hareketlerinde de

sürdürmüştür. Almanların gâlip oldukları ve hızlıca ilerledikleri süreç içerisinde Türkçü-Turancı fikir ve yayınlara pek

müdahale etmeyen hükûmet, 1943’e gelindiğinde politika değiştirecektir. Zira Almanların başarısızlığa

uğrayacaklarının sinyallerini veren bu yıl, Türkiye’deki Türkçüler özelindeki dokunulmazlığın kalkmasına sebebiyet

vermekteydi. Dönemin hükûmeti, siyasî olarak tarafını belli edemeyen bir yapıya sahip olduğu için bu durum gâyet

tabiîdir. Ancak, kısa süre içerisinde yaşanan değişiklikler, Türkçülerin tepkisine zemin hazırlayacaktır. Yaşananlara

karşı en büyük tepki, o dönemki Türkçü-Turancı kitlenin lideri konumunda olan Hüseyin Nihal Atsız tarafından

gelecektir.*8 Atsız, yol arkadaşları ile birlikte çıkarttığı dergiler ve yayımladığı yazılar vâsıtasıyla tepkisini dile

getiriyordu. Fakat konjonktürün değişmesi ve Turancıların hedef olarak görülmeye başlanması, muhalif kanadın da

taarruzuna fırsat tanımıştı. “En Büyük Tehlike! Millî Türk Davasına Aykırı Bir Cereyanın İç Yüzü” başlığını taşıyan ve

Faris Erkman imzasıyla yayımlanan broşür, bu fırsatın çok iyi değerlendirildiğinin bir göstergesiydi.


Broşürün yayımlanmasının akabinde ciddî bir tehdit olarak algılanmaya başlayan Türkçülük-Turancılık, hükûmetin

acil bir tedbir almasını gerekli kıldı. Tabiî, hükûmetin adım atmasını meşru kılan broşür, içerik olarak da mevcut

hükûmetin politikalarını yansıtmaktaydı. Bu nedenle, “hükûmet, yapmak istediği faaliyetlerin zeminini bu tarz

faaliyetlerle atmıştır” diyebiliriz.

Hükûmet politikalarının dengesizliği ve Türkçülüğe karşı başlatılan harekât, Hüseyin Nihal Atsız’ı harekete

geçirdi. Atsız’ın bu doğrultuda başvuracağı ilk yer, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu idi. Zira Başbakan

Saraçoğlu, Türkçülüğe karşı takınılan tavırdan bir süre önce hükûmet programını TBMM’de okurken “Arkadaşlar,

biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal o

kadar bir vicdan ve kültür meselesidir”*9 şeklinde beyanatta bulunmuştur. Hükûmetin tutarsızlığını eleştiren

Atsız da, Saraçoğlu’nun önceki beyanatlarına atfen iki adet açık mektup yayımlanmıştır. Nihal Atsız’ın çıkarttığı

Orhun dergisinden birbirini müteakip yayımlanan bu açık mektuplar, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup”

başlığını taşımaktadırlar. Yazdığı mektuplarda başbakanı uyaran Atsız, başbakana “Saraçoğlu Şükrü” şeklinde

hitap etmiştir. Atsız, İttihatçılar arasında yaygın olan önce soyadın söylenmesi geleneğini, Başbakan Saraçoğlu’nu

kendisine yakın hissettiği hasebiyle kullanmış olmalıdır.

İlk mektup, Orhun dergisinin 1 Mart 1944 tarihli 15. Sayısında yayımlanmıştır. Atsız, niçin mektup yazma

ihtiyacı hissettiğini ifade ederek başladığı ilk mektubunda*10; Baltacıoğlu İsmail Hakkı Olayı’nın Türkçülüğe karşı

solcuların saldırıcı olarak değerlendirmekte ve bu komünist olaylara devlet tarafından bir tedbir alınmadığından

yakınılmaktadır. Devletin bizatihi yetiştirmiş olduğu öğrencilerin -bilerek veya bilmeyerek- devlete düşman

olarak yetiştirilmesinden ve komünist faaliyetlerin bu husustaki etkisinden bahsedilmektedir. Birinci mektup, bu

çerçevede kaleme alınmıştır. Yine Orhun dergisinin 1 Nisan 1944 tarihli 16. Sayısında yayımlanan ikinci mektup

ise, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup” başlığını taşımaktadır. Birinci mektubun her çevreden

insanlarca iyi karşılandığını aktararak başlayan mektup*11; ülkedeki komünist tehlikesine dikkatleri çekmekte ve

Türk milliyetçiliğini faşistlikle suçlayan komünistlerin, ülkeyi millî hislerden arındırma gâyelerine yer vermektedir.

Ayrıca, birinci mektupta bahsedilen eğitim meselesine geri dönen Atsız, Maarif Vekâleti içerisinde görev yapan ve

hatta en yüksek makamlara getirilen komünistleri “millî tehlike” olarak görmektedir. Tam da burada verilen bir

örnek, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin önemli dâvalarından bir tanesinin çıkış sebebini oluşturacaktır. Bu, Hüseyin

Nihal Atsız’ın, dönemin Dil Kurumu üyelerinden olan Sabahattin Ali’yi “vatan hainliği” ile itham etmesiydi. İkili

arasında uzun müddettir devam eden sürtüşme*12, işleri bu denli ciddi boyuta çıkarmıştır. Mektubun geri

kalanını bu doğrultuda kaleme alan Atsız, devlet içerisindeki komünist tehlikenin ortadan kaldırılması hususunda

acele edilmesinin gereklerini ifade etmekteydi.

Mektupların yayımlanması, millet ve devlet kademeleri nezdinde tesirli olmuştur. Fakat başta

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere pek çok CHP yöneticisi, bu mektupları fazla cüretkâr görmüş ve

Hüseyin Nihal Atsız’a yaptırım uygulanması gerektiği gündeme gelmiştir. Yaptırımlara ilk olarak Atsız’ın işinden

başlanmış ve hâlihazırda çalışmakta olduğu Boğaziçi Lisesi’ndeki görevine son verilmiştir. Maarif Vekili Hasan Âli

Yücel tarafından gerçekleştirilen bu durum, bilhassa, “ikinci mektubun intikamı” olarak değerlendirilebilir. İşten

atılma hâdisesinden kısa bir süre sonra, mektupların yayımlandığı ve Atsız’ın imtiyazında bulunan Orhun dergisi, 6

Nisan 1944 tarihinde kapatılmıştır.


Nihal Atsız’ın yukarıda zikrettiğimiz açık mektupları, “vatan hainliği” ile itham edilen Sabahattin Ali’yi

harekete geçirdi. Zaten zor günlerden geçmekte olan Atsız, Sabahattin Ali ile mücadele etmekten geri durmadı.

Nitekim II. Dünya Savaşı’nın en can alıcı evresinde patlak veren Sabahattin Ali – Hüseyin Nihal Atsız gerginliği,

mahkeme saflarına taşınacaktı. İki zıt karakter ve iki zıt akaidin mücadelesini içeren dâva süreci, büyük bir

kalabalığın dikkatini celp etmekteydi. Solcular için önemli bir şahsiyet olan Sabahattin Ali, kendisine “vatan haini”

şeklinde ithamda bulunması hasebiyle Atsız’a dâva açmıştır. Dâva gerekçesiyle duruşmadan iki gün önce (24

Nisan) Ankara’ya gelen Atsız, Ankara Garı’nda büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştır.*13 Dâva, 26 Nisan

1944 günü Ankara 3. Aslîye Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanmıştır.*14 26 Nisan sabahı yapılması

plânlanan duruşma, mahkeme salonunun tıklım tıklım dolması nedeniyle öğleden sonra 14.30’a ertelendi.*15

Mahkeme heyeti, Hâkim Saffet Unan ve Savcı Hadi Tan’dan oluşmaktadır. Dâvalı sıfatıyla mahkemede

bulunan Hüseyin Nihal Atsız’ı savunmak üzere; Hamid Şevket İnce, Rasit Yeğengil ve Ferruh Ağan, görev

yapmıştır.*16 Hakaret dâvası olarak başlayan süreç, Türk Ceza Kânunu’nun 480. Madde’si uyarınca işlemiştir.

Buna göre; Sabahattin Ali, kendisine “vatan haini” yaftasını yapıştıran Nihal Atsız’ın yargılanmasını ve ilâveten

10.000 liralık bir tazminat ödemesini talep etmiştir.*17 Ayrıca Sabahattin Ali, Atsız’ın kendisine karşı daha önce

de hakaretamiz tutum ve ifadelerde bulunduğunu belirtmiş ve sonuncusu olan “vatan haini” tanımlamasının asla

kabul edemeyeceğini söylemiştir. Fakat Atsız’ın avukatları bu duruma müdahalede bulunmuşlar ve dâvanın bir

hakaret dâvası değil de, “iki imânın çarpışması”*18 olarak ele alınmasını talep etmişlerdir. İlâveten Atsız’ın

avukatları, “vatan hainliği” ifadesinin bir hakaret olmadığını ve Sabahattin Ali’den vatana ihanet iddiasının

sorulmasını talep etmişlerdir. Bunun üzerine duruşma, 3 Mayıs 1944 tarihine ertelenmiş ve birinci celseye nihâyet

verilmiştir.

Sabahattin Ali – Nihal Atsız Dâvası’nın birinci celsesi, halk ve siyasî taban tarafından büyük ilgiyle takip

edilmiştir. Dönemin bazı gazetelerinde yer verilmeyen birinci celse, 3 Mayıs günü yapılacak olan ikinci celsenin

daha çetin geçeceğinin sinyallerini vermekteydi. İki celse arasında garip bir olay yaşanmıştır. Ankara Üniversitesi

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrencilerinden oluşan bir grup öğrenci, kendi aralarında mahkeme üzerine

sohbet ederlerken Sabahattin Ali’yi yanlarında görürler. Bu sırada Osman Yüksel Serdengeçti isimli genç

üniversiteli, Sabahattin Ali’ye hakaretler savurur.*19 Bunun üzerine olaylar mahkeme salonuna taşınır ve

mahkeme heyeti, tarafların birbirlerine hakaret ettiği sonucuna varır. Osman Yüksel’e üç gün hapis cezası veren

mahkeme, Sabahattin Ali’ye de 12,5 lira para cezası vermek sûretiyle, her iki tarafı da suçlu gördüğünü belirtmiş

olur.*20

Olaylı geçmekte olan süreç, ikinci celsenin yapılacağı 3 Mayıs 1944 tarihinde de özelliğini korudu. Atsız’ın

avukatlarından Ferruh Ağan, ikinci celse esnasında, Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” isimli romanından

alıntılar yapmak sûretiyle müdafaasını yapmıştır. Romandaki “Nihad” ismindeki karakter ile Atsız’ı kastettiğini ileri

süren avukat, Sabahattin Ali’nin de Atsız’a hakaret etmiş olduğunu ileri sürmüştür.*21 Fakat mahkeme heyeti,

kitabın yayınlandığı tarihin üzerinden epeyce zaman geçtiğini ve zamanaşımından ötürü bu iddianın geçerli

olmadığını ileri sürmüştür.*22 Bu gelişmeler üzerine savcı, aşağıda vereceğimiz ifadeleri kullanmıştır:


“ … Binnetice sübut derecesine yukarıda arzolunan delillerle yani olmuş olan ve suç unsurlarını ihtiva

eyliyen işbu fiilden dolayı Nihal Adsız’ın hakaretine uyan Türk Ceza Kanununun 480’inci maddesinin 3’üncü

fırkası ve Matbuat Kanununun 47’nci maddesi delâletiyle Türk Ceza Kanununun 482’nci maddesinin son

fırkasına tevfikan cezalandırılmasına karar verilmesini istiyorum.”*23

Savcının iddiası üzerine savunmalarını hazırlamak isteyen avukatlar, bunun için ek süreye ihtiyaçlarının

olduğunu beyan etmişlerdir. Mahkeme süreci düşünüldüğünde avukatların haklı talebi, hâkim tarafından

değerlendirilmiş ve duruşma, 9 Mayıs tarihine ertelenmiştir.*24

Mahkeme heyetinin verdiği karar ve dâvanın uzaması, milliyetçilerin tepkisini çekmiştir. İstanbul ve

Ankara’da gösteriler yapılmış ve mahkemeden kesin bir sonuç beklenildiği aktarılmaya çalışılmıştır. Olayların

yaşandığı esnada Sabahattin Ali, Maarif Vekâleti’nin emrine alınmıştır (7 Mayıs).*25 İsimsiz telgraflar ve

kulaktan-dolma haberlerle ayaklanan üniversiteliler, devletin adımları neticesinde durdurulmuştur. 8-9 Mayıs

günü yaşanan olaylar, bu kapsamda değerlendirilmiştir. Tam da bu sırada, Nihal Atsız’ın avukatlarından olan

Hamid Şevket İnce, avukatlık görevinden istifa etmiştir. 8 Mayıs 1944 günü Ulus gazetesine uzunca bir

beyanat veren İnce; kendisinin Türkiye sınırlarını kapsayan bir milliyetçiliğe gönül verdiğini, bu doğrultuda

Atatürk’ün çizgisinde hareket ettiğini ve altı okun gölgesinde yaşamaya çalıştığını ifade etmiştir.*26

Ulus gazetesi, 9 Mayıs 1944 günü yapılacak olan üçüncü celseye katılacak olan vatandaşlar için dâvet

duyurusu yapmıştır.*27 9 Mayıs saat 15’te başlayan oturum, Nihal Atsız’ın avukatlarından Ferruh Ağan ve Rasit

Yeğengil’in müştereken hazırladıkları savunmanın okunmasıyla başlamıştır. Savunma okunurken Hamid

İnce’nin avukatlığı bırakmasından da bahsedilmiş ve bu hususta, Hamid İnce ile aralarında baştan beri görüş

farkları olduğu belirtilmiştir.*28 Nihal Atsız’ın yaptığı olumlu faaliyetler ve milliyetperverliği anlatılırken;

Sabahattin Ali’nin komünizm doğrultusundaki faaliyetleri ve devletin başındaki şahsiyetlere karşı sarf ettiği

ifadeler beyan edildi. Yapılan kıyaslama neticesinde ara verilen celse, kısa süre sonra kaldığı yerden devam

etti. Bu minvalde geçen celse neticesinde, Nihal Atsız, 6 ay hapis cezasına ve 66.60 lira tazminat ödemeye

mahkûm olmuştur. Fakat daha sonra hapis cezası 4 ayla sınırlı tutulmuş ve nihâyetinde de tecil edilmiştir.

Bunlara ilâve olarak, şahsın manevîyatına hakaretten ötürü 100 liralık manevî tazminat cezasına tâbi

tutulmuştur.*29

Hüseyin Nihal Atsız – Sabahattin Ali arasındaki hakaret dâvası, üç celse süren mahkeme ile neticeye

bağlanmıştır. 26 Nisan, 3 Mayıs ve 9 Mayıs 1944 tarihlerinde yapılan duruşmalar, Atsız ile Sabahattin Ali

arasındaki tansiyonu düşürememişlerdir. Mahkeme sürecinde Türkçü-Turancı akideler doğrultusunda pek çok

gösteri yaşanmış ve durum, millî güvenlik meselesi hâline gelmiştir. Millî ateşle tutuşan Türk gençliği,

Sabahattin Ali’ye bizatihî tepki göstermekten geri durmamıştır. Olayların büyümesinde basının rolü,

yadsınamaz niteliktedir. Bu sebeple bâzı gazetelere yayın yasağı gibi yaptırımlar da uygulanmış ve olayların

önü alınmaya çalışılmıştır. Üç celselik duruşma, Atsız’ı hapis ve tazminat cezalarına mahkûm kılmışsa da, hapis

cezası tecil edilmiştir. Bu minvalde sonuçlanan mahkeme safahatı, olayları yatıştırmak yerine daha da

büyütmüş ve Türkçülük-Turancılık Dâvası’na giden sürecin temellerini atmıştır.


BİBLİYOGRAFYA

A. Gazeteler

Akşam: 27 Nisan 1944; 28 Nisan 1944.

Cumhuriyet: 4 Mayıs 1944; 8 Mayıs 1944; 10 Mayıs 1944.

Son Posta: 27 Nisan 1944; 28 Nisan 1944.

Tanin: 27 Nisan 1944; 4 Mayıs 1944; 10 Mayıs 1944.

Ulus: 27 Nisan 1944; 4 Mayıs 1944; 8 Mayıs 1944; 9 Mayıs 1944.

Vakit: 27 Nisan 1944; 5 Mayıs 1944.

B. Kitaplar ve Makaleler

AÇIKKAYA, Savaş, “27 Mayıs Öncesi Türkiye’de Sol Akımlar”, Tarih Dergisi, S.50(2009/2), ss.221-250.

ATSIZ, Hüseyin Nihal, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup”, Orhun, S.15, 1 Mart 1944, ss. 1-4.

_________, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup”, Orhun, S.16, 1 Nisan 1944, ss.1-6.

CHP Genel Sekreterliği, CHP Genel Başkan Vekili Başvekil Şükrü Saraçoğlu’nun Hükümetin İç ve Dış Politikasını

İzah Eden 5 Ağustos 1942 Tarihli Beyannamesi, Ankara, Ulusal Matbaa, 1942.

ÇAVDAR, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), Ankara, İmge Kitabevi, tarih yok.

GOLOĞLU, Mahmut, Millî Şef Dönemi(1939-1945), Ankara, Goloğlu Yayınları, 1974.

KARPAT, Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, Timaş, 2010.

LANDAU, Jacob M., Pan-Turkism; From Irredentism to Cooperation, London, Hurst & Company, 1995.

LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara, TTK, 1993.

MEŞE, Ertuğrul, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İstanbul, İletişim Yayınları, 2016.

TEVETOĞLU, Fethi, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara, Ayyıldız Matbaası, 1967.

*1 Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. E-posta: sametyildiz.iletisim@gmail.com

*2 Tevfik Çavdar, bu başarıyı “…usturanın keskin tarafında yürüyen bir insanın denge ve dikkatine taş çıkartacak bir yol…” şeklinde tarif

etmektedir. Bkz. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), Ankara tarih yok, s.366-367.

*3 Ertuğrul Meşe, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İstanbul 2016, s.98-99.

*4 Savaş Açıkkaya, “27 Mayıs Öncesi Türkiye’de Sol Akımlar”, Tarih Dergisi, S.50(2009/2), s.242.

*5 Jacob M. Landau, Pan-Turkism; From Irredentism to Cooperation, London 1995, s.94.

*6 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara 1993, s.295.

*7 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul 2010, s.343.

*8 Bu hususta, komünizme karşı duyduğu aşırı öfke yadsınamayacak derecede mühimdir. Bkz. Fethi Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve

Komünist Faaliyetler, Ankara 1967, s.619.

*9 CHP Genel Sekreterliği, CHP Genel Başkan Vekili Başvekil Şükrü Saraçoğlu’nun Hükümetin İç ve Dış Politikasını İzah Eden 5 Ağustos

1942 Tarihli Beyannamesi, Ankara 1942, s.11.

*10 Hüseyin Nihal Atsız, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup”, Orhun, S.15, 1 Mart 1944, ss.1-4.

*11 Hüseyin Nihal Atsız, “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye İkinci Açık Mektup”, Orhun, S.16, 1 Nisan 1944, ss.1-6.

*12 İki fikrî cereyanın çatışmasından başka, Nihal Atsız ile Sabahattin Ali arasında “İçimizdeki Şeytan” isimli eser yüzünden de tartışma

çıkmıştır. Sabahattin Ali, eserinde betimlediği karakterler vâsıtasıyla Mükrimin Halil Yinanç(profesör), Peyami Safa(gazeteci) ve Zeki Velidî

Togan(mülteci Tatar göçmeni) gibi dönemin önemli simalarına hakaret etmiştir. Bu durum, başta Atsız olmak üzere Türkçü camianın

tepkisini çekecektir.


*13 Mahmut Goloğlu, Millî Şef Dönemi(1939-1945), Ankara, Goloğlu Yayınları, 1974, s.247.

*14 Son Posta, 27 Nisan 1944, s.1; Ulus, 27 Nisan 1944, s.2.

*15 Akşam, 27 Nisan 1944, s.2; Vakit, 27 Nisan 1944, s.1.

*16 Akşam, 27 Nisan 1944, s.2; Son Posta, 27 Nisan 1944, s.7.

*17 Akşam, 27 Nisan 1944, s.2; Goloğlu, a.g.e, s.247.

*18 Son Posta, 27 Nisan 1944, s.7; Tanin, 27 Nisan 1944, s.2.

*19 Dönemin bazı gazeteleri Osman Yüksel Serdengeçti’nin Sabahattin Ali’ye fizikî zarar verdiğini yazsa da, bu

minvalde bilgiye vâkıf değiliz. Örnek için bkz. Son Posta, 28 Nisan 1944, s.3.

*20 Akşam, 28 Nisan 1944, s.2; Son Posta, 28 Nisan 1944, s.3.

*21 Cumhuriyet, 4 Mayıs 1944, s.2; Tanin, 4 Mayıs 1944, s.2; Ulus, 4 Mayıs 1944, s.2.

*22 Cumhuriyet, 4 Mayıs 1944, s.2; Tanin, 4 Mayıs 1944, s.2.

*23 Metin, Ulus gazetesinden aynen alınmıştır. Bkz. Ulus, 4 Mayıs 1944, s.2.

*24 Tanin, 4 Mayıs 1944, s.2; Vakit, 5 Mayıs 1944, s.2.

*25 Cumhuriyet, 8 Mayıs 1944, s.3.

*26 Ulus, 8 Mayıs 1944, s.3.

*27 Ulus, 9 Mayıs 1944, s.1.

*28 Tanin, 10 Mayıs 1944, s.2.

*29 Cumhuriyet, 10 Mayıs 1944, s.3; Tanin, 10 Mayıs 1944, s.2.

Tanin gazetesinin 4 Mayıs 1944 tarihli

nüshasının birinci sayfasında

mahkemeye dair haber.

Ulus gazetesinin 9 Mayıs 1944 tarihli

nüshasının birinci sayfasında

mahkemeye dair verilen ilân

Vakit gazetesinin 27 Nisan 1944

tarihli nüshasının birinci

sayfasında ilk celseye dair haber.

Son Posta gazetesinin 27 Nisan 1944 tarihli

nüshasının birinci sayfasında ilk celseye dair

haber.


Bir İstibdat Olarak 3 Mayıs

Cihat KALKAN

3 Mayıs... Sabahattin Ali'nin, Nihal Atsız’a açtığı hakaret davasının görüldüğü sırada milliyetçi gençlerin

düzenlediği nümayiş ile işlerin bir anda gizli örgüt kurmaya, vatan hainliğine vb. İthamlara sürüklendiği Irkçılık-

Turancılık davası sürecinin sembolik günü. İsmi Türkiye olan bir ülkede, Türkçülüğü ve Turancılığı Türklere karşı

hele ki Türk Kurtuluş Savaşı’nda üstlerde yer almış müstebit cumhurbaşkanına karşı müdafaa etmek ne kadar acı

bir durum olsa gerek.

Kendince ülkenin sorunlarını gören ve eleştiren Türkçü münevverler pek çok ağır işkencelere maruz

kalmışlar, ölümle tehdit edilip korkutulmaya çalışılmışlardı. Bunların içinde Zeki Velidi Togan gibi dünyaca ünlü

tarihçimiz, divan edebiyatını en iyi bilen, Dede Korkut hakkındaki en kapsamlı çalışmaları yapan Orhan Şaik

Gökyay gibi bir edîbimiz, Hikmet Tanyu ve Hüseyin Namık Orkun gibi iki önemli tarih bilginimiz ve Nejdet Sançar

ile Nihal Atsız gibi çok büyük mütefekkirlerimiz vardı. Görüldüğü üzere Irkçılık-Turancılık davası, aynı zamanda

ilme de yapılan bir zulümdür.

Bu istibdat, Türkçüleri yıldırmak istedi; tabutluklara attı, elektrikle işkence etti, başlarına tabancalar dayadı.

Fakat hiçbiri fayda sağlamadı. Nejdet Sançar, savunmasını “Büyük Türk ırkı sağ olsun!” diyerek bitirmişti.

Şüphesiz sanıklardan en gencinin de en yaşlısının da içinde zerre kadar korku, zerre kadar elem yoktu. Elem,

sadece haksız yere işkence edilen vücutlarındaydı.

Üzerinden 78 sene geçen 3 Mayıs, bizler için bir örnektir. Bir Türkçünün nasıl olması gerektiğine, zulme,

istibdata, diktatörlüğe ve komünizme karşı nasıl durması gerektiğine çok güzel bir örnektir. 3 Mayıs’ta kurultaylar

düzenlemeli, sazlar çalmalıyız. Davamızın en kutlu günü 3 Mayıs’ın ruhunu yeniden yaşatmalıyız.

Başta Atsız Hoca olmakla tüm dava mağdurlarına selam olsun. Tanrı’nın uçmağında Oğuz Ata’nın, Kür

Şad’ın yanına varsınlar.

Türk ırkı sağ olacak, Türkçülük muzaffer olacaktır!


Hüseyin Nihal Atsız'ın Milliyetçilik Anlayışı

ve Yargılanma Sebebi

Göktuğ Ziya ÖZYÜREK

Her asrın kahramanları; gök bakışlı, kurt yürekli, onmaz yakışlı yüce Türk milleti maalesef ki on altıncı asırdan on

dokuzuncu asra kadar fikirle, kalemle mücadele etmek yerine kılıçla, süngüyle mücadele etmişti. Bu şerait Türk milletinin

farklı sebeplerden naşi teknolojide geri kalmasından kaynaklansada nihayet on dokuzuncu asırda fikirle mücadele etmeye

çalışan Türk milliyetçileri ufukta bir güneşin önünü aralar olmuştu. “Dilde, işte, fikirde birlik” yapabilen Türk milliyetçileri ise

ancak yirminci asırda görünür olmuştu. İşte on dokuzuncu asırda doğmaya başlayan tan, kalemli mücadeleye girişen

milliyetçiler ile gök yüzünü bürümüştü. Türk milliyetçileri ile gerçekleştirilen Atatürk ihtilali başarıya ulaştıktan sonra ise hiç

durmadan yeni Türk milliyetçileri, bizatihi Atatürk’ün emriyle yetiştiriliyordu. İşte o yetiştirilen Türk milliyetçilerinden birisi

şüphesiz Nihal Atsız’dı. Nihal Atsız’ın öz babası, bahriyeden emekli bir güverte binbaşı ve manevî babası ise muhalif bir Türk

milliyetçisi olan Rıza Nur’du. Hâliyle Atsız’ın ateşle bilenmesi işten bile değildi. Eğitim hayatı boyunca hem Osmanlı içindeki

azınlıklardan hem de büyük dış güçlerin yaptıkları mezalimden etkilenen Nihal Atsız, kurtuluşu yaban ellerde arayan bilinçsiz

Türkleri de görünce “Millî kini ateşten damgalar gibi kalbine yazmış” ve Türk milliyetçisi olmuştu. Bu yazımızda öncelikle

Türkçülükten ve onun çeşitlerinden, sonra ırk tanımından bahsederek Atsız’ın milliyetçilik anlayışının Faşizm ve kafatasçılıkla

ile olmayan ilişkisine, Kemalizm’deki milliyetçilik anlayışıyla benzerliğine, Şükrü Saracoğlu’na yazdığı ilk açık mektupla beraber

isnat edilen suçların muhattabı olup olmadığına, milliyetçilik anlayışında bir terslik olmamasına rağmen yargılanmasının

sebebine ve son olarak da ele aldığımız hususların neticesine bakış atacağız.

Türkçülük, kısaca Türk milletini yükseltmek demektir. Fraksiyonları ise Irkî, Coğrafî, Harsî vb. olarak ayırabiliriz. Irkçı

Türkçülere göre millet “ırk” demekken, coğrafî Türkçülere göre aynı topraklarda yaşayan insan zümresine “millet” denir. Hars

yani kültür milliyetçilerine göre de aynı kültüre ve tarihe mensup kişiler milleti oluşturur. İşte bu görüşlerden Irkî Türkçülük,

Atsız’a en yakın olandır. Bu koşulda ırkın etnolojik manasını unutmamak lazım gelir. Sadri Maksudi’ye göre “Etnolojik mânada

ırk, uzak bir tarihî devirde bir büyük devlet içinde beraber yaşamış, bu sayede lisan, örf, âdet ve inanışlar bakımından

birleşmiş ve ana devlet dağıldıktan sonra da kardeşliği muhafaza etmiş milletler topluluğudur.” ,Atsız’ın etnolojik manadaki

Türk ırkçılığını Faşizmle karıştırmamak lazım, zira Türk ırkçılığı ile Faşizm arasındaki farklar çok fazladır. Türk ırkçılığını hars ve

kan milliyetçiliğinin sentezi olarak tanımlamak mümkündür.

Atsız ise Nergishan Tekin’in yazdığı kitapta topluca görebileceğimiz üzere bu olaya şu şekilde cevap verir:

“1943 Haziranında En Büyük Tehlike adı ile çıkan ve tifüsten korunma çarelerinden bahsediyor sanılarak halk tarafından

kapışılan bir broşürde Türkçülük ve ırkçılık ülküsüne saldırılmış, Türkçülük yabancı malı bir düşünce diye gösterilmiş,

Türkçülerle ırkçıların da yabancı devletlerin ajanları olduğu zımnen anlatılmak istenmiştir. Bu broşürü yazan (daha doğrusu

üstüne imzasını koyan) yoldaşın adı Erkman olduğu için kendisini ilk önce Alman Yahudisi sanmıştım. Çünkü bütün

düşünceleri ve bizi lekelemek isterken kullandığı tâbiye Yahudice idi. Fakat Darüşşafaka'dan mezun olduğunu işittikten sonra

bunun bir Müslüman öksüz olduğunu herkesle birlikte ben de öğrendim. Bu, millî şeref ve haysiyet öksüzü tarafından ihtiyatlı

bir dil ve güya Türkiye hükümetinin fikirlerini benimser bir eda ile yazılan broşürün içinde, şahsî ihtirasları uğrunda Türkiye'yi

savaşa sürüklemek isteyen ve Türkçülükle ırkçılığı Almanlardan alarak bir vasıta gibi kullananlar arasında benim de adım

geçiyor. Broşürde benim için ırkçı Türkçülerin en küstah ve en cüretlilerinden biri olan Atsız' deniliyor. Benim için böyle

denmesi hayatımın en büyük şereflerinden biridir. Çünkü Türklük düşmanlarının bana küstah demeleri ülküme sadık

oluşumun, yolumda şaşmadan yürüyüşümün güzel bir tanığıdır.


Bundan başka ırkçı ve Türkçü olmak da benim için ebediyen övünülebilecek sebeplerden biridir. Önüne durulmaz

bir sel olan tarihî mukadderatın bizi götürdüğü noktayı ilk görenlerden biri isem bu benim için suç değil,

övünçtür." der. Yine Atsız: “Ben faşist değilim. Ben yalnız Türkçüyüm. Türk tarihinin içinde yüzüyorum.

Diyebilirim ki her günüm 27 asrın içinde geçiyor. Bize kimin dost, kimin düşman olduğunu biliyorum. Onun için

de hiçbir yabancı milleti sevmiyorum. Fakat bu duygu bazı milletlerin bazı meziyetlerini görmeme engel değildir.

Çünkü sevgi başka şeydir, takdir başka şey... Hakkımda türlü türlü sözler söyleyen insanlara ve hakikî fikrimi

soranlara şunu söylemek isterim ki ben ne faşistim, ne demokratım. Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri

benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türküm. Siyasî, içtimaî mezhebim

Türkçülüktür."

Atsız’ın “Davetiye” adlı şiiri bile başlı başına onun “Faşist olmadığını gösterir.

Davetiye

Ey Benito Musolini! Ey gayet yüce,

İtalyanlar başvekili muhterem Düce!

Duydum ki, yelkenleri edip de fora

Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.

Buyursunlar... Bizim için şavaş düğündür;

Din Arab'ın, hukuk sizin, harp Türk'lüğündür.

Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa

Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.

Hem karadan, hem denizden ordular indir!

Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!

Kalem, fırça, mermer nedir? Birer oyuncak!

Şaheserler sungtilerle yazılır ancak!

Çağri Beg'le Tuğrul Beg'in kurduğu devlet

Italyalı melezlerden üsttündür elbet;

Bizim eski uşakları alda yanına

Balkanlardan doğru yürü er meydanına;

Çelik zırhlı kartalları göklere saldır...

Fakat zafer sizin için söz ve masaldır...

Dirilerek başınıza geçse de Sezar

Yine olur Anadolu size bir mezar.

Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,

Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna,

Tanıyoruz Atilla'dan beri Cermeni,

Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?

Senin dostun Cermanyaya biz Nemşe deriz,

Bir gün yine Bec onünde düğün ederiz…”


Diye devam eder. Şiir, gördüğünüz üzere Faşizmi oluşturan Mussolini’ye ithafen; kimsenin onu tehdit etmeye cüret

edemeyeceği bir zamanda Atsız tarafından kaleme alınmıştır.

Diğer bir husus, bu ırkçılığın kafatasçılıkla karıştırılmaması meselesidir. Çünkü Atsız’ın ırkçı olmadığı, yoldaşı Reha

Oğuz Türkkan tarafından şu şekilde dillendirilmiştir: “Türkkan, kendisinin Atsız’ın yakın bir arkadaşı olduğunu hatırlatarak,

‘Atsız’ın ırkçı olduğunda şüphe yok. Fakat tanıdığım Atsız’ın ne yazılarında, ne de konuşmalarında ‘kafatasçılık’ izine

rastlamadım. Yağmur Bey’in de en azından o senelerde, babasının ‘brakisefal, dolikosefal’ gibi tabirler kullandığı tek bir

yazısını gösterebileceğini sanmam’ dedi. Anlaşıldığı üzere Atsız Faşist yahut kafatasçı değil buz gibi Türkçü idi!

Kemalizm yönlü bakacak olursak da Atsız’ın temel milliyetçilik anlayışıyla Kemalizm’in anlayışı benzerdir, kaynak

olarak Mahmut Esat Bozkurt’un şu sözünü örnek verebiliriz: “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir.” Der

fakat farkları da vardı elbet. Atsız’ın milliyetçilik anlayışının Kemalizm’den farklı olan tarafı ise Turancılıktır. Turancılık

Türk ırkına mensup tüm bireylerin tek bir ülke altında birleşmesi ülküsüdür. Elbette cumhuriyetin kurucu kadrolarında bu

istek olsa da onlar gerçekçi davranmayı tercih etmiş ve öncelikle Anadolu Türklerini kalkındırmayı kendilerine hedef

bilmişlerdir. Buna rağmen Atsız’ın ”Bugünün Gençlerine” ve “Türklerin Türküsü” şiirleri, Kemalist devrimin kitabını

(Atatürk İhtilali) yazan Türkçü Mahmut Esat Bozkurt’un sonradan Kaynak yayınları tarafından derlenip basılan toplu

eserlerinin IV. cildinde yer verilmiştir.

3 Mayıs olaylarına giden süreçte Atsız’ın milliyetçilik anlayışının Kemalist devrimdeki milliyetçilik anlayışıyla pek

çelişmediğini, Atsız’ın kafatasçı veya faşist olmadığını; Şükrü Saracoğlu’na yazılan mektuptaysa Atsız’ın kızıl

devşirmelerin Türkçü bir devlette üst mertebelere getirilmemeleri gerektiğini söylediğini görüyoruz;

“Sayın Başvekil,

Hem Türkçü, hem de başvekil olduğunuz için size bu açık mektubu yazıyorum. Yalnız başvekil olsaydınız bunları yazmak

emeğine katlanmazdım. Çünkü Türkçü olmayan bir başvekile hitap etmenin ne kadar boş olduğunu bilirim. Yalnız bir

Türkçü olsaydınız yine yazmaya lüzum görmezdim. Çünkü, faydasız kalacak olduktan sonra, sizden daha eski Türkçülerle

yurdun dertlerini her zaman konuşabilirim. Fakat Türkçü olarak idare mekanizmasının başında olduğunuz için sizinle

konuşmaktan faydalar doğabileceğine inanıyor, onun için size hitap ediyorum.

Millet meclisinde, 5 Ağustos 1942 günü verdiğiniz nutukta: 'Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için

Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.' demiştiniz. Türk tarihi ile

uğraşmış bir münevver olarak söyleyebilirim ki ne ırkımızın, ne de devletimizin tarihinde, Türk milliyetçiliği resmî bir

ağızdan bu kadar kesin sözlerle hiçbir zaman açığa vurulmamıştı. Bu sözlerin Türkçü çevrelerde nasıl sevinçle

karşılandığını anlatmaya lüzum yoktur. Fakat ardından bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği hâlde biz, bu Türkçülüğün iş

alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş hâline geldiği zaman manalıdır. Buna ülkü deriz. İş

hâline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü duruma

erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir.

İşte bu satırların güttüğü istek, size, Türkçülüğün niçin yalnız sözde kalarak, bugünün imkânları nispetinde iş hâline

gelmediğini sormak ve Türkçülük tatbikat sahasına geçmediği için yurdumuzun düşmanı olan fikirlerin nasıl gelişip

yayıldığını anlatmaktadır. Bir başvekile hangi sıfat ve cür'etle bu soruyu soruyorsun diyemezsiniz.


Halkçı bir hükûmetin başvekili iseniz, mensup bulunduğunuz, partinin gazeteleri tarafından birçok defa tekrarlandığı gibi

rejimimiz demokrat bir rejimse ve siz de birçok defa söylediğiniz gibi halk arasından yetişmiş olmaktaki gururu belirten

sözlerinizde samimî iseniz ve eğer Millet Meclisinin azaları hakikaten bizim vekillerimiz iseler, siz de bir başvekil, halk

adamı, demokrat, halkçı ve Türkçü olmak dolayısıyla beni dinlemeye mecbursunuz. Yok, bunlar doğru değil de birer

gösterişten ibaretse, şüphesiz, benim bu hitabim cüretkârlığı da aşan bir küstahlıktır ve bunun için ilk karşılığı da

Orhun'un susturulmasıdır.

Sayın Başvekil,

Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat sahasında kalmaya devam ederken, bu milletin ve bu ülkenin

düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürümekte, propagandasını yapmakta devam ediyor. Hâlbuki sizin

Türkçü ve partinizin altı okundan bir tanesininde milliyetçilik olmasına göre bunun böyle olmaması icap ederdi. Pek uzun

konuşarak esastan ayrılmaktansa örnek vererek bugünün gerçeklerini göstermek daha doğru olacağından size

memleketimizin, kanunlarımızın milliyetçiliği ile, sizin Türkçülüğünüzle bağdaşması kabil olmayan olayları göstereceğim.

Birkaç gün önce Baltacıoğlu İsmail Hakkı'nın Eminönü Halkevinde verdiği bir konferansta mühim bir hadise oldu.

Gazetelerin ancak mizah sütunlarında yer alan bu hadiseyi bilmem işittiniz mi? Herhâlde işitmemiş olacağınız bu vak'ayı

ben size kısaca anlatayım: Baltacıoğlu'nun milliyetçilik lehinde söz söyleyeceğini haber alan bazı zümreler (yani solcular,

komünistler, yani vatan hainleri), bu konferansta bir hadise çıkarmaya karar veriyorlar, konferans günü salonun sol

tarafını (dikkatinizi çekerim!) dolduruyorlar ve konferansçıyı kürsüye geldiği zaman lüzumundan fazla dakikalarca süren

alkışlarla ilk nümayişi yapıyorlar.

Fakat bu nümayiş alkış şeklinde olduğu için kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Herkes bunu terbiyesiz bir sevgi

gösterisi sanıyor. Konferansın bir yerinde Baltacıoğlu hoşa giden bir jest ve teşbih yaptığı zaman herkes gülümsüyor.

Fakat sol taraf bu gülümseyişi kahkahalar şeklinde uzun zaman devam ettiriyor. Yine kimsenin aklına bir şey gelmiyor.

Herkes bunu da kıt terbiyelilerin bir gülüşü sanıyor. Fakat biraz sonra Baltacıoğlu Türk tiyatrosundan bahsettiği sırada

yine aynı sol tarafta bir öksürme başlıyor, çoğalıyor, gürültü hâlini alıyor. Yine kimse bunun bir komünist nümayişi

olduğunun farkında değil. Konferansçı gürültüden dolayı susmaya mecbur oluyor. Herkesin gözü öksürenlerin üzerinde

iken sol tarafın en arkasından bir nefer kalkıyor ve öksürenlere doğru: 'Üniversite gençleri! Dinlemeye mecbursunuz!' diye

bağırıyor.

İşte o zaman salondakiler ilk önceki alkışın, daha sonraki kahkahanın ve şimdiki öksürüklerin manasını anlıyor.

Münevver bir Türk olduğu anlaşılan nefer elbiseli gencin sert ihtarı üzerine bir anda öksürmeler kesiliyor ve o anda işi

kavrayanlardan milliyetçi bir tibbiyeli sağ taraftan ayağa kalkarak öksürenlere: "Namussuz komünistler! Milliyetçilik

hakkında söz söylendiği için böyle yapıyorsunuz değil mi!" diye haykırıyor. Tabiîdir, haysiyet ve namusu bir burjuva

uydurması diye telâkki eden komünistlerden kimse bu tahrike aldırmıyor, yalnız kendilerine çevrilmiş olan ateşli bakışlar

altında sinip susuyorlar. O zaman Baltacıoğlu, nümayişçilere bakarak şöyle diyor: 'Korktuğum için sustum sanmayın,

sadece acıdığım için sustum'. Hatip konferansına devam ediyor.

Kendisine has olan belâgatla komünistliği paçavraya çeviren birkaç söz söylüyor. Artık bu kadarına dayanamayan

ve konferansın bitmek üzere olduğunu sezen Marksist taslakları salonu terk etmeye başlıyorlar. Fakat bunu da nümayiş

şeklinde ve kastî bir gürültü içinde yapıyorlar.


Salonun dışında, holde, ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde toplanan bu güruhun arasında merak dolayısıyla dolaşan

milliyetçi bir üniversite genci bu taslaklardan birinin Baltacıoğlu'ya tulumbacı ağzıyla bir küfür savurduktan sonra: '....

bize milliyetçilik dolması yutturacaktı'. dediğini işitiyor. Bu sırada içeriye resmî kılıklı dört beş polisin geldiğini görünce

taslaklar çabucak sokağa fırlayıp kayboluyorlar.

Fakat şaşılacak nokta şu ki: Halk Partisinin bir mebusu Halk Partisi'nin bir müessesesinde vatan ve millet

düşmanları tarafından tahkir olunduğu hâlde kimsenin kılı kımıldamıyor. Ne halk evi, ne polis bir takibat veya tahkikat

yapmaya lüzum görmüyor. Aynı gece Leylî tip talebe yurtlarında milliyetçilerle solcular arasında başlayan münakaşa

dövüşe binmek üzere iken her iki yerde daima görülen uzlaştırıcı tarafsızların araya girmesiyle mesele kapanıyor.

Sayın Başvekil !

İşte Türkçülüğün hâkim olduğu bir Türk ülkesinde böyle bir olay oluyor. İşin en kötü ciheti de bu nümayişi

yapanların hem üniversiteli, hele çoğunun devlet parasıyla talebe yurtlarında okuyan talebeler oluşudur. Demek ki

devlet bilmeden koynunda yılan besliyor. Kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar. Bu yılanlar yarın birer doktor olup yurt

köşelerinde vazife aldıkları zaman ilk işleri baltalama hareketlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar,

bekledikleri kızıl sabahı Türkiye'ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir. Zaten toplu ve teşkilâtlı bir

hâlde daha şimdiden konferanslarda nümayiş yapmaları da bu günden ajanlık etmeye başladıklarının delilidir. Bu

nümayişi yapanların arasında, Almanya'ya tahsile gönderilerek komünistlik yaptığı için talebe müfettişi tarafından geri

alınan, fakat bazı mebus amcalar sayesinde Ankara üniversitesine doçent olarak giren bir komünistin iki kardeşinin

bulunması da bilmem ki ibretle bakılmaya değmez mi? Acaba, böyle bir vak'a başka ülkelerde olabilir miydi? Rusya'da

Marksizme, Almanya ve İtalya'da milliyetçiliğe aykırı en ufak bir hareket nasıl karşılık görürdü?

Hatta şu küçük Bulgaristan'da Bulgarlık aleyhindeki bir söz veya hareket tasarlaması nasıl karşılanırdı?

Herhâlde kökünden kazınmak suretiyle karşılanırdı. Yazık ki anayasamızda yasak edilmiş olan yabancı fikirleri

benimseyen ve yarın devlette münevver tabakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçiliğe karşı geldikleri hâlde

onlara bir şey yapmıyoruz.

İstanbul'da Türklüğe karşı yapılan küstahlıklar bu kadar değildir. Yine halk evinde İstiklâl Marşı çalınırken ayağa

kalkmayan melezler, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek: "Arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir!"

diyen tarih öğretmeni, bir kız ortaokulunda talebesine: 'Türk değil misiniz? Allah belânızı versin. Alman veya İngiliz

olmadığıma pişmanım', diyen başka bir tarih öğretmeni hep millî şefimize saldıran, fakat karşılık görmediği için

küstahlığını arttırmakta devam eden mikroplardır.

Bu mikropların tehlikesini artık örtbas edecek çağda ve durumda değiliz. Vaktiyle Başvekil İsmet Paşa: "Hava

tehlikesi vardır en aşağı 500 uçağımız olmalı!" diyerek tehlikeleri olduğu gibi göstermek usulüne koymuş, sizden

önceki Başvekil Refik Saydam da: 'Devlet teşkilâtı A'dan Z'ye kadar bozuktur, düzeltmek ister' diyerek açık konuşma

usulünde bir adım daha atmıştır. Sizde ihtikârla başa çıkamadığınızı, zeytinyağı ticaretiyle uğraşan bazı kimselerin

devletin başına belâ olduğunu söylemekle bu çığırda devam etmekte olduğunuzu gösterdiniz. Bunlara bakarak

kuvvetle umuyorum ki sizinle açık konuşmak kabildir. Gerek reisicumhur İsmet İnönü gerekse siz nutuklarınızda

milletin iş birliğini istememiş miydiniz?


İşte ben de sizin samimî sözlerinize bütün millî ve şahsî samimiyetimle cevap vererek işbirliği yapıyor, devlet

işlerine yukarıdan baktığınız için ancak aşağıdan görülmesi kabil olan ve sizin nazarınıza ulaşamayan bazı olayları size

haber veriyorum.

Sayın Türkçü Başvekil !

Yukarıda anlattıklarımı münferit vak'alar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıksızlıktan

faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına 'Yakında hepiniz

komünist zindanlarında çürüyeceksiniz!' demek cür'etini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor.

Arasına gayrimemnunları, gayritürkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket

hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına

saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı

imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri

nasıl yaşıyor. en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan

düşmam fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin

müsaade ediyorsunuz?

Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer

veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti

olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. O zaman ben

size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına

köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan

öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim. Fakat

bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye'de ciddî bir yazı hürriyetinin

olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükûmete yardım etmesi kabil midir bunu ortaya

koyacak, sizin de hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok

karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700

yıl önce Anadolu'ya gelen 400 arslana karşılık, bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği

yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir.”

İşte açık mektupta tekrardan millî kini yüreklere işleyen Atsız komünistlerin her yerde anarşist ve bölücü

sloganlarıyla yeri geldiğinde isyanlara dönen tavırlarından rahatsızlığını ifade etmişti ki bunu sonradan direkt olarak İsmet

İnönü’yü eleştirirken belirtiyor: Atsız, İsmet İnönü’yü şu yönüyle eleştirir: “Sosyalizm milliyetçi değildir. Biz ise

milliyetçiyiz.’ diyen İsmet Paşa, partisinin genel sekreterliğine getirdiği adamın milliyetçilik aleyhtarı olduğunun farkında

değil miydi? Cumhurbaşkanlığı sırasında Hasan Âli'yi Millî Eğitim Bakanlığı'nda tutarak (8 yıl) bugünkü komünizmin

tohumlarının atılmasına sebep olduğu gibi, Bülent Ecevit'i de Çalışma Bakanlığı'nda tutmasının sebebi mi vardı? Yoksa

bunlar tesadüf mü idi? Biri öğretmenlerle öğrencileri, biri de işçileri milliyetçilikten koparmaya çalışan bu iki kişiyi bu

kadar koruyan İnönü'nün anladığı milliyetçilik, herhalde nev'icad, belki de Çankaya'daki kimya lâboratuvarında

keşfedilmiş, kimsenin bilmediği bir milliyetçiliktir.


Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından, biri de milliyetçilik olan 6 umde ile kurulmuştu. İsmet İnönü

parti başkanlığı sırasında milliyetçilik umdesinin kaldırılması cihetine gidemedi ama milliyetçiliğe en büyük

darbeyi vurdu. Köy Enstitülerinin komünist yuvası haline gelmesine göz yumduğu gibi 1944'te Türkçüler'e karşı

açılan Haçlı Seferinin başkomutanlığını da bilfiil yaptı.”

Maateessüf bunlara rağmen Sovyet baskısı altındaki İnönü hükümeti Sovyetleri tatmin etmek için

Türkçüleri saçma yaftalama yağmuruna tutarak yargılamışlardır. Daha önceden bahsi geçen mevzulardan Faşizm

ve Kafatasçılık meselesi de yalnızca Komünistlerin bu palavralarından ötürü ortaya çıkmıştır. Her ne kadar

vaziyetin ahvali Türk düşmanı bedhahların lehine olsa da Erol Güngör’ün de dediği gibi milliyetçileri tabuta

tıkanlar değil milliyetçiler baki kaldı.

Velhasıl Atsız’ın milliyetçilik anlayışı Türk ırkçılığı adı verilebilen, hars-kan Türkçülüklerinin karışımı olan

tertemiz bir Türk milliyetçiliğiydi. Ne anayasal bir suç teşkil edebilirdi ne de kafatasçılık ve faşistlik gibi suçlar

isnat edilebilirdi. Tüm Türkçüleri bir ordu yapan Türkçülük Günümüz kutlu osun, o gün bizlere ders olsun! Olsun

ki tasmasını sömürgeci ve yayılmacı birilerinin tuttuğu devşirme tilkilere her daim karşı çıkalım. Biz, kaç kişi

olursak olalım; destanlaşan bir sancak olalım!

KAYNAKÇA:

1- Sadri Maksudi Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, Ötüken, İstanbul-1979, s. 35.

2- Nergishan Tekin, Nihal Atsız, Kariyer, İstanbul, Aralık-2016, s. 203-204.

3- Nergishan Tekin, a.g.e. s.208.

4- Hüseyin Nihal Atsız, Davetiye.

5- https://www.hurriyet.com.tr/gundem/yeterince-turk-cikmadi-3433646

6-Mahmut Esat Bozkurt, Toplu Eserler, C IV, Kaynak, İstanbul-2015, s. 262

7-Mahmut Esat Bozkurt, A.g.e. s. 263-264.

8- Hüseyin Nihal Atsız, Başvekil Saracoğlu Şükrü’ye Açık Mektup, Orhun, S. 15.

9-Hüseyin Nihal Atsız, Makaleler II, İrfan, İstanbul-1997, s.249-250.

10- Erol Güngör, Otuz Yıl Önce Bir Gündü, Millî Mecmua, S. 20.


Yer bulmasın gönlünde ne ihtiras, ne haset.

Sen bütün varlığınla yurdumuzun malısın.

Sen bir insan değilsin; ne kemiksin ne de et;

Tunçtan bir heykel gibi ebedi kalmalısın.

Istırap çek inleme... Ses çıkarmadan aşın.

Bir damlacık aksa da bir acizdir göz yaşın;

Yarı yolda ölse de en yürekten yoldaşın,

Tek başına dileğe doğru at salmalısın.

Ezilmekten çekinme... Gerilemekten sakın!

İradenle olmalı bütün uzaklar yakın,

Dolu dizgin yaparken ülküne doğru akın,

Ateşe atılmalı, denize dalmalısın.

Ölümlerden sakınma, meyus olmaktan utan!

Bir kere düşün nedir seni dünyada tutan?

Mefkuresinden başka her varlığı unutan,

Kahramanlar gibi sen ebedi kalmalısın...

Sen ne elde ve dilde gezen billur bir sağrak,

Ne de sıska bir göğse takılan bir çiçeksin;

Seninde bu dünyada nasibin var savaşmak!...

Kayalarla güreşip dağlarda öleceksin.

Yoldaşlık ederekten gökte güneşle, ayla,

Aşarsın tepe, ırmak; yürürsün ova, yayla...

Hayata ne biçimde geldinse bir borayla

Daha sert bir kasırga içinde biteceksin.

Kızıl Elma uğruna kılıç çekince kından,

Bahtiyarlık denen şey artık geçmez yakından.

Mesut olup gülmeyi sök, çıkar hatırından.

Belki öldükten sonra bir parça güleceksin.

Yüz paralık kurşunla gider hayat dediğin;

Tanrı yolu uzaktır; erken kalk sıkı giyin.

Yazık, bütün ömrünce o kadar özlediğin

Güzel Kızıl Elma’na varmadan öleceksin.

Belki bir gün çöllerde kaybedersin eşini,

Belki bir gün ağlarsın kaçtı diye karına.

Işıksız kulübende boranın esişini

Dinleyerek çıkarsın bir ümitsiz yarına.

Gün olur ki mertliğin uğrar kahpe bir hınca;

Namert bir el arkandan seni vurur kadınca;

Bir gün sabrın tükenir... Silahını kapınca

Haykırarak çıkarsın yurdunun dağlarına...

Hayatın kamçısıyla sızar derinden kanlar,

Senin büyük derdinden başkaları ne anlar?

Vicdanını “Paris”e, “Moskova”ya satanlar,

Küfür diye bakarlar senin dualarına.

Hey arkadaş!.. Bu yolda bende coşkun bir selim,

Beraberiz seninle, işte elinde elim.

Seninle bu hayatın gel beraber gülelim,

Ölümüne , gamına, tipisine, karına...

Atandan kalmış olan kılıcı iyi bile,

Onu bütün gücünle vuracaksın çağında.

Savaş... Bunu tadını ey Türk sen bulamazsın,

Ne sevgili yanında, ne baba ocağında...

Savaşmaktan kaçınır, kim varsa alnı kara,

Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara...

Kazanmanın sırrını bilmiyorsan git, ara

“Çanakkale” ufkunda, “Sakarya” toprağında.

Siyasette muhabbet... Hepsi yalan, palavra...

Doğru sözü “Kül Tegin” kitabesinde ara...

Lenin’den bahsederse karşında bir maskara,

Bir tebessüm belirsin sadece dudağında.

Yatağında ölmeyi hatırından sök, çıkar!

Döşeğin kara toprak, yorganındır belki kar...

Sen gurbette kalırsan, ben ölürsem ne çıkar?

Ruhlarımız buluşur elbet Tanrı Dağı'nda...

Mukadderat isterse seni yoldan çevirsin,

Sen hele bu yollarda yıpranarak aşın da,

Varsın bütün ömrünce bir an nasip olmasın,

Yorgunluğu gidermek serin bir su başında.

Bir gülüşten ne çıkar, ne çıkar ağlamaktan?

Kullar kancıklık eder, bela bulursun Hak’tan.

Gün olur ki bir yudum su ararsın bataktan,

Gün olur ki bir tutam tuz bulunmaz aşında.

Bir çığ gibi yürürsün bir lahza durmaksızın,

Bir ilahi kaynaktan geliyor çünkü hızın.

Duyguların ölmüştür... Tapınılan bir kızın,

Bir füsun bulamazsın gözlerinde, kaşında.

Istırabı kanına kat da göz kırpmadan iç!

Varsın gülsün ardından, ne çıkar, bir iki piç...

Bu varlık dünyasında yalnız senin hiç mi hiç,

Bir şeyin olmayacak hatta mezar taşında....

Bütün Türk Gençliğine

Hüseyin Nihâl ATSIZ

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!