21.12.2022 Views

Lamure Dergisi 11

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

LAMURE

KÜLTÜR SANAT VE EDEBİYAT DERGİSİ

MART

HALİDE EDİB ADIVAR

VURUN KAHPEYE

KADIN ve EDEBİYAT

25 TL

SADIK YALSIZUÇANLAR MUSTAFA UÇURUM MUSTAFA ÖZÇELİK ÖZCAN ÜNLÜ MEHTAP ALTAN ERCAN AKARSU

BESTAMİ YAZGAN NURETTİN DURMAN ADEM ÖZBAY YUSUF ÖZLEM YILMAZ FATMA ŞAHİN OSMAN TATLI

PINAR ÇAĞLAYAN ESRA ALGAN SEÇİL ÇOLAK AHMET YALÇINKAYA DENİZ ÇÖMEZ ERDAL SARIÇAM

ERCAN DEMİRCİ EMRE TİMUR MEHMET BÜLEND SAĞLAM MEHMET MEMDOĞLU SELÇUK ALKAN VACİP ÖRGER

NİL DİDEM ŞİMŞEK ŞENER İŞLEYEN BİLAL ÖZBAY HÜSEYİN YILDIRIM YEŞİM MUTLU DİLEK EYLEM TAŞDEMİR

NESLİHAN KUŞ MUSTAFA ÖZTÜRK VOLKAN DENLİ SIDDIKA ZEYNEP BOZKUŞ MEHTAP ECE PARALI



Yeniden LAMURE

Bilal Özbay

Son çıkardığımız sayının ardından üç yıl gibi bir zaman geçti. Yeterince dinlendik, şimdi

yeniden yazma, üretme zamanı geldi diye düşündük. Bu zaman zarfında dünya çok değişti,

tabii insanlar ve yaşamlar da değişti, dönüştü. Savaşlar, ekonomik bunalımlar aldı başını

gitti, Pandemi tüm insanlığa “DUR” dedi. Dur ve düşün!

Ülkemizde dergicilik ve yayıncılık da bir dönüşüm içinde elbette. Eserin yayma ve dağılma

alışkanlıkları fiziki olarak değişiyor. Pandemi sürecinde mağazaların kapalı olması,

sokağa çıkma yasakları insanları internetten alışverişe yönlendirdi. Bu nedenle birçok dergi

son sayıları çıkararak okuyucularına veda etti. Bizim dergimizde belki bu süreç geçene kadar

internet satış sitelerinden, pazaryeri sitelerinden satışa çıkacak. Bunun yanında abonelik

üzerinden yol almaya çalışacağız.

Uzun süren bir ayrılıktan sonra yeniden karşınızda olmanın heyecanını yaşıyoruz. Bu

sayımızın konusu kadın; kadına karşı işlenen suçlar şiddetin ötesinde cinayetlere kadar varıyor.

Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri her gün kadına karşı işlenen şiddet haberleriyle

dolup taşıyor. Biz de Lamure Dergisi olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesi ile kadının

Türk edebiyatındaki yerini dosya konusu yaparak duruşumuzu göstermek istedik.

Toplumsal değerleri hiçe atmadan, eskinin lezzetinden vazgeçmeden içerik oluşturma

telaşına girdik. Edebi türler arasında değerini kaybeden “tefrika etme” geleneğinden tutun

mektuba, denemeden öyküye, şiirden tiyatroya, resimden sinemaya, eleştiriden çeviriye,

araştırmadan makaleye birçok türle karşınızda olmak bizim için bir onurdur.

Her sayımızda olduğu gibi bu sayımızda da yazılarıyla bize destek veren, rehberlik eden

yazarımız Sadık Yalsızuçanlar’a, Nurettin Durman’a, Mustafa Özçelik’e teşekkür ederim.

Nisan sayımızın kapak konusu Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı olacak. Yazılarınızı

ve önerilerinizi bekliyoruz elbette. Yeni sayıda görüşmek dileğiyle.

LAMURE

Aylık süreli Yayın

Sayı 11 Mart

Fiyatı: 25 TL

Akis Medya Reklam ve Yayıncılık

Adına

İbrahim Özbay

Genel Yayın Yönetmeni

Bilal Özbay

Yayın Yönetmeni

Esra Algan

Editör

Deniz Çömez

Son Okuma

Dilek Eylem Taşdemir

Metin Acıpayam

Merve Koç

Yayın Kurulu

Esra Algan, Adem Özbay,

Metin Acıpayam, Yusuf Özlem Yılmaz,

Pınar Çağlayan, Vacip Örger,

Bilal Özbay, Nil Didem Şimşek,

Deniz Çömez, Fatma Şahin,

Neslihan Kuş, Mustafa Öztürk,

Emre Timur

Arka Kapak Resmi

Neslihan Kuş

Sadık Yalsızuçanlar

Tevfik İleri’den Mektup Var

Sayfa 4

Mustafa Uçurum

Ayak Sesi

Sayfa 7

Reklam

Fatma Şahin

Dergi İletişim

Esra Algan

Sosyal Medya ve Tanıtım

Muammer Memiş

Mustafa Özçelik

Kadın ve Ateş

Sayfa 17

Nurettin Durman

Düş Çınarının Gölgesinde

Sayfa 10

Matbaa

Eriha Basım Yayın Matb.

Kitap ve Reklam Ajansı Ltd.Şti

Sertifika No: 35238

Yıllık Abonelik

12 Sayı 240 TL.

Kurumsal Abonelik

300 TL.


Deniz Çömez

VURUN KAHPEYE

HALİDE EDİB ADIVAR

HALİDE EDİB ADIVAR KİMDİR?

Türk edebiyatının önemli kadın kalemlerinden

Halide Edib, 1919 yılında İstanbul’un

işgaline karşı yaptığı konuşmaları ile

tanınan, İşgalci İngilizler tarafından adına

ölüm fermanı çıkarılan usta bir hatip, Kurtuluş

Savaşı yıllarında cepheleri dolaşarak

Yunan Mezalimini dünyaya tanıtan usta bir

yazar, çok sayıda eser kaleme alan bir romancı,

Anadolu Ajansı’nın kurulmasında

rol alan bir gazeteci, çevirmen, öğretmen,

müfettiş, Onbaşı… Meziyetleriyle önünde

ceket iliklenecek bir kadın olan Halide Edib

Adıvar’ı “Ne kadar tanıyorum?” sorusundan

hareketle yaptığım araştırmalar neticesinde

gördüm ki bu zamana kadar tam anlamıyla

tanıyamamışım. Şimdi başlıkta sorduğumuz

sorunun cevabına dönelim ve Halide Edib ile

tanışalım.

Halide Edib Adıvar Kimdir?

Türk edebiyatında önemli bir yeri olan

Halide Edib, 1884 yılında Sultan II. Abdülhamid’in

Ceyb-i Hümâyun kâtiplerinden

Selanikli Mehmed Edip Bey ile Fatma Bedrifem

Hanım’ın çocukları olarak dünyaya

geldi. Küçük yaşta annesini kaybedince ilk

terbiyesini aldığı ve çocukluğunu geçirdiği

anneannesinin evine yerleşti.

1983 yılında Üsküdar Amerikan Kız

Kolejine girdi. Burada bir yıl eğitim aldıktan

sonra ayrılmak zorunda kalan Halide Edib,

devrin önde gelen şahsiyetlerden özel ders

alarak eğitim hayatına devam etti.

1901 yılında ilk evliliğini, özel matematik

dersi aldığı hocası Sâlih Zeki ile yaptı. Bu

evliliğinden iki oğlu olan Halide Edib, Tevfik

Fikret’in yönetimindeki “Tanin” gazetesinde

“Halide Salih” imzasıyla yazılar yayımladı.

Yazılarını daha sonra Resimli Kitap, Şehbal,

Yeni Tanin, Musavver Muhit, Mehasin ve

Resimli Roman gibi yayınlarda sürdürdü.

Buralarda yazdığı yazılar yüzünden aldığı

tehditler üzerine, 1908 yılında (Rumî Takvim’e

göre 31 Mart 1325) II. Meşrutiyet’in

ilanından sonra, İstanbul’da, yönetime karşı

yapılmış büyük bir ayaklanma olan 31 Mart

Vaka’sı sırasında öldürüleceği endişesiyle

çocuklarıyla birlikte Mısır’a kaçtı. Buradayken

İngiltere’den aldığı bir davet üzerine

İngiltere’ye gitti. Olaylar yatıştıktan sonra

1909 yılında yurda döndü ve Maarif Nazırı

Sait Bey’in teklifiyle Dârülmuallimât’ta (Kız

Öğretmen Okulu) pedagoji öğretmenliğine

tayin edildi. Bir taraftan vakıf okullarında

müfettişlik yaparken bir taraftan da yazılarına

devam etti.

2

1911 yılında eşinden ayrılan Halide

Edib, Türkiye’nin geleceğine şekil verecek

çocukların iyi birer birey olarak yetiştirilmeleri

için önce kadının yetiştirilmesi gerektiğini

savunduğundan yazın hayatının ilk dönemlerinde,

daha çok kadın ve çocuk eğitimi

üzerinde durdu. Halide Edib, bu dönemde

Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimlerin

yazılarından etkilendi.

Balkan savaşı sırasında kadınların toplum

hayatına katılması ve eğitilmesi amacıyla

ilk kadın derneği Teali-i Nisvan Cemiyeti’ni

kurdu. Cemal Paşa’nın teklifi üzerine

Lübnan, Beyrut ve Şam’da okulları düzenleyip

açmak amacıyla Suriye’ye gitti.

1917’de Dr. Adnan ile evlendi. Aynı yıl

kendisinin ilk tiyatro oyunu olan Kenan Çobanları’nı

yazdı. 1918-1919’da İstanbul Darülfun’unda

Batı edebiyatı dersleri verdi.

15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalinden

sonra düzenlenen Fatih, Üsküdar ve Sultanahmet

mitinglerinde hatiplik yönüyle

öne çıkarak konuşmacı oldu. Bunlar içinde

özellikle Sultanahmet mitinginde yaptığı konuşma

oldukça etkili oldu. Yine bu yıllarda

Büyük Mecmua ve Vakit’teki yazılarıyla işgale

karşı baş kaldırışın gelişmesinde, yayılmasında

katkıda bulundu. Ayrıca bu yıllarda

Anadolu’ya gizlice silah kaçırma görevini de

üstlenen Halide Edib, 1920’de eşi Dr. Adnan

ile Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele için

aktif çalışmalarda bulundu.

Anadolu’ya geçerken Yunus Nadi ile

sohbetlerinde bir ajans kurma fikri ortaya

çıktı. Konuşma sırasında “Evvela kendini

ve mümkünse vatanı kurtaracak olan

Anadolu’dur.” diyen Halide Edib, Anadolu

Ajans’ının ismini almasında önemli bir rol

oynamıştır. 5 Nisan 1920’de Mustafa Kemal

Paşa ile Ankara’da yaptığı görüşmeyi Türk’ün

Ateşle İmtihanı isimli eserinde anlatmıştır.

Mustafa Kemal Paşa ile yapılan görüşmenin

ardından 6 Nisan 1920’de Anadolu Ajansının

(AA) kuruluşu gerçekleştirildi.

Ankara’da Yunus Nadi’nin Hâkimiyet-i

Milliye gazetesine yardım eden Halide Edib,

aynı zamanda yabancı gazetelerin tercü-


melerini yaptı. Hilal-i Ahmer’de (bugünkü

ismiyle Kızılay) Ankara Şube Başkanı oldu.

Sakarya Savaş’ı sırasında Onbaşı oldu.

1921-1922 yılları arasında Tetkik-i Mezalim

Komisyonu’nda Yunan askerlerinin

çekilirken halka yaptığı zulümler ile oluşturdukları

hasarları rapor etti. Savaşın sonunda

Çavuş rütbesi alan Halide Edib, bu

yıllarda yaptığı gözlemlerden hareketle Ateşten

Gömlek ve Vurun Kahpeye romanlarını

yazdı.

Cumhuriyet’in ilanından sonra çeşitli

dergi ve gazetelerde yazın hayatına devam

eden Halide Edib, kurucuları arasında Adnan

Adıvar’ın da bulunduğu Terakkiperver

Cumhuriyet Fırkası’nın İnönü hükümeti

tarafından kapatılması ve çıkan siyasi çekişmeler

sebebiyle 1925’te eşiyle birlikte Türkiye’den

ayrıldılar.

1935 yılında Hindistan’a geçen Halide

Edib, Müslüman üniversitesi olan Camia-ı

Milliye’nin kurulması için düzenlenen kampanyayı

destekledi.

1939 yılına kadar 14 yıl boyunca İngiltere,

Fransa ve ABD’de konferanslar ve çeşitli

üniversitelerde dersler verdi.

1940 yılında İstanbul Üniversitesinde

İngiliz Edebiyatı dersleri verdi. 1950 yılında

Demokrat Parti’den İzmir milletvekili seçildi.

Vekillik görevinden 1954 yılında görüş

ayrılılıkları nedeniyle istifa ederek üniversiteye

döndü. Son döneminde kendini tamamen

edebiyata veren Halide Edib onlarca

kitap yayınladı.

Peyami Safa’nın “Tek Türk savaş romancısı”

olarak adlandırdığı Halide Edib Adıvar

9 Ocak 1964’te 82 yaşındayken böbrek yetmezliği

sebebiyle hayatını kaybetti. Cenazesi

İstanbul Merkezefendi Mezarlığına defnedildi.

Cumhuriyet Dönemi’nde Kadına Yönelik

Şiddeti Gözler Önüne Seren Eser: Vurun

Kahpeye

Türk edebiyatına birçok eser bırakan

Halide Edib Adıvar’ın ikinci romanı Vurun

Kahpeye ismini taşımaktadır. 1923 yılının

sonlarında Akşam gazetesinde tefrika edildi.

1926 yılında ilk defa kitap olarak yayınlandı.

1949, 1964, 1973 yıllarında aynı isimle beyazperdeye

uyarlandı. Konusunu Millî Mücadele

günlerinden alan romanda, idealist

İstanbullu öğretmen Aliye’nin Anadolu’da

bir kasabaya gidişi ve bölgede Millî Mücadele

hareketine desteği anlatılır. Romanda

bölge halkının Millî Mücadele’ye bakışı ve

bu mücadelenin sembolü konumuna gelen

Kuvayımilliye’nin oluşumunun yanı sıra

çözülen Osmanlı devlet mekanizmalarının

temsilcileri ve eski düzen karşıtları aktarılır.

Vurun Kahpe’ye, yalnızca yukarıda

saydığım konuları barındırmaz. Cumhuriyet

Dönemi’nde kadına yönelik şiddeti, son

derece açık bir şekilde gözler önüne seren

önemli bir eserdir. İdealist öğretmen olan

bir kadının (Aliye) görev yerine gitmesiyle

yalnızca yüzünün açık olması münasebetiyle

Fettah Efendi’nin onu yaftaladığı “Kahpe”

sıfatı şiddetin başlangıcıdır. Hüseyin Efendi’nin

eksik etek yakıştırması ise bu şiddetin

devamı niteliğindedir. Eğer bu eseri okursanız

kadını aşağılamanın sadece karşı cinsten

gelmediğini, kadınların; erkeklerden öğrendikleri

şekilde, zayıf olan hemcinslerini küçük

görmekte, aşağılamakta olduğuna şahit

olacaksınız. Sırf güzelliğinden ve yüzünün

açık olmasından dolayı dedikodulara malzeme

olan kadını ve onun toplumda var olma

mücadelesi verirken aslında ölüme itilişine

tanıklık edeceksiniz.

Kitaba ismini veren “Kahpe” kelimesi

de o dönemde idealist kadına bakışın sonuçlarındandır.

Ahlaksız kadın anlamına gelen

bu kelime baştan sona kadar eylemden ötürü

suçlamak amacıyla değil, kadını aşağılamak

amacıyla kullanılmıştır. Kitabı okuma fırsatı

bulursanız göreceksiniz ki bu kelime, başkahramanlardan

olan Aliye’nin katliamının

emridir. Oysa burada Aliye, cesur ve idealist

bir öğretmendir. Yunanlılara ve onların

işbirlikçilerine karşı korkusuzca mücadele

eden bir öğretmen… Ancak yalnız bir kadın

olduğu için eksik etek olarak isimlendirdiği

Aliye’ye göz koyan Hüseyin Efendi, reddedilince

Fettah Efendi ile birlikte çeşitli oyunlar

kurar. Bu oyunlarında başarısız olurlar.

Başarısızlıklarının sonucunda ise Aliye’ye

iftira atarlar. Kasabalıları galeyana getirirler.

Zaten cahil olan kasabalılar, bu iki fitnebazın

sözlerine kanarak Aliye’ye karşı tavır alırlar.

Kasabanın sözde önde gelenleri öncülüğünde

Aliye hırpalanarak meydana getirilir ve

Fettah’ın katliam emri: “Vurun Kahpeye!” ile

Aliye katledilir. Sözlü şiddetin insanlık dışına

çıkıp fiziksel şiddete dönüşmesi de böylelikle

gözler önüne serilmiş olur. Aliye’nin

katline neden olan bu iki Yunan yardakçısı

son kısımda asılarak cezalandırılır.

Halide Edib Adıvar’ın hayatına hâkim

olduğumuzda buradaki kahramana kendinden

özellikler verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kadın yalnızca o dönemde değil

günümüzde de aynı sorunlarla boğuşarak

toplumda var olma mücadelesi vermektedir.

Öyle görünüyor ki yıllarca da eserlerde, ne

yazık ki, aynı şekilde mücadele edecek. Bu ve

benzeri sorunlara set çekmek de Halide Edib

bilincine sahip olmaktan geçer. Günümüzde

kadına şiddetin önüne geçilebilmesi için

mutlak caydırıcı cezalara duyulan ihtiyaç,

ayan beyan ortadadır.

Halide Edib Adıvar’ın edebiyat dünyasına

bıraktığı eserler:

Roman:

• Heyula (1908)

• Raik’in Annesi (1909)

• Seviye Talip (1910)

• Handan (1912)

• Yeni Turan (1912)

• Son Eseri (1913)

• Mev’ud Hüküm (1918)

• Ateşten Gömlek (1923)

• Vurun Kahpeye (1923)

• Kalp Ağrısı (1924)

• Zeyno’nun Oğlu (1928)

• Sinekli Bakkal (1936)

• Yolpalas Cinayeti (1937)

• Tatarcık (1939)

• Sonsuz Panayır (1946)

• Döner Ayna (1954)

• Akile Hanım Sokağı (1958)

• Kerim Ustanın Oğlu (1958)

• Sevda Sokağı Komedyası (1959)

• Çaresaz (1961)

• Hayat Parçaları (1963)

Öykü:

• İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri,

Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte,

1922)

• Harap Mabetler (1911)

• Dağa Çıkan Kurt (1922)

Tiyatro:

• Kenan Çobanları (1916)

• Maske ve Ruh (1945)

Anı:

• Türkün Ateşle İmtihanı (1962)

• Mor Salkımlı Ev (1963)

Halide Edib, ayrıca George Orwell’in

Hayvan Çiftliği, Shakespeare’in Hamlet gibi

önemli eserlerini de Türkçeye kazandırdı.

3


Tevfik İleri’den

Mektup Var

Sadık YALSIZUÇANLAR

Vasfiye Hanım ile büyük kızı Câhide ve

küçük kızı Ayşe’nin babaları Tevfik Bey, Yassıada’da

pankreas kanserinin ikinci aşamasındaydı.

On yedi yıl mühendislik ve yöneticilik,

on sene bakanlık yapmış, hizmetlerle

geçen yoğun ve yorgun bir zamanın ardından

yirmi yedi mayıs bin dokuz yüz altmış

sabahı evinden yaka paça alınmış, hakaretlerle

dövülerek, sövülerek önce Harbiye’ye

getirilmiş, iki hafta sonra Yassıada’daki hücresine

nakledilmişti. Karar duruşması yaklaşmıştı.

Tevfik Bey, hâkimin, “Sizi buraya

tıkayan kuvvet bunu istiyor.” sözünden sonra,

buradaki yargı sürecinin hukukla bir ilgisi

olmadığını görmüştü. Kendisini zindana

kapatılmış bir tutsak gibi hissediyordu. İki

ayrı dava açılmıştı. Birisi, hıyanet-i vataniye,

diğeri ihaleye fesat karıştırmak ve kamu

varlığını suistimal idi. “Allah insana zaafından

vuruyor.” diye düşünüyordu. Karısına,

nişanlıyken yazdığı mektubu hatırladı. “Vasfiye’m,

birbirimizi ebedî bir aşkla seviyoruz.

Evleneceğiz ve çok mesut olacağız. Bir şartım

var: “Önce memleketimizi ve milletimizi

seveceğiz, sonra birbirimizi seveceğiz. Vatanımıza

ve aziz milletimize duyduğumuz aşk,

birbirimize duyduğumuz aşka mukaddem

olmalı.” demişti. Nişanlısından gelen mektup

ise şöyle diyordu: “Sevgili Tevfik, şartınıza

gelince… Zaten böyle düşündüğünü bilmeseydim

seninle evlenmeyi kabul etmezdim.”

Tevfik Bey ile Vasfiye Hanım, iki evladını

âşığı oldukları memleketlerine kurban

vermişti. İlk yavruları, Erzurum’da henüz

bebekken zatürreden ölmüştü. İkinci çocuklarını

ise Çanakkale’de yine bebek iken yitirmişlerdi.

Davanın içeriği Tevfik Bey’i kahrediyordu.

Vatana ihanetle suçlanmak, aklına

gelebilecek son şeydi. Hatta aklına hiç gelmeyecek

olandı. İkincisi daha vahimdi. On

yedi sene mühendislik ve yöneticilik, on yıl

bakanlık yapmıştı ama ailesi kiradaydı. Bankada

parası, evi, arabası, yazlığı yoktu. Dünya

malı adına herhangi bir şeye sahip değildi.

Maaşını ayın birinde alır, on beşinde bitirir,

sonraki maaşına mahsuben Ziraat Bankası’ndaki

ek hesabından avans çekerek ayın

sonunu getirirdi. Kızları Maarif Kolejinde

üç sene aynı formayı giymişti. Etek boylarını

her sene anneleri söküp uzatır, ütülerdi

ama yine de çizgiler belli olurdu. Üçüncü

sınıftayken etekleri alttan üç yatay çizgiyle

pileli gibiydi. Evinde kendisine ait müstakil

bir odası hiç olmadı. Akşamları çalışması

gerektiğinde oğlunun odasını ödünç alırdı.

Bir gün öğleyin hava soğuk ve yağışlı iken

Sıhhiye’de kirada oturdukları Çelik Apartmanındaki

daireye yemeğe geldiğinde, Atatürk

Lisesi’nde okuyan oğlu Cahit’in, okuldan

dönerken ıslanmış ve üşümüş olduğunu

gördü. Anne telaşlandı. İki çocuğunu bebekken

yitirmiş olmanın korkusuyla oğlunun

saçlarını kuruladı, giysisini değiştirdi, sıcak,

limonlu bir nane kaynatıp getirdi. “Öğleden

sonra dersin var mı?” diye sordu. Cahit,

“Var.” deyince kaygılandı. Kocasına, “Tevfik,

çocuk üşütmüş, öksürüyor, hafif de ateşi var.

Bu halde yine yürüyerek okula giderse iyice

hastalanır. Acaba, seni Bakanlığa götürecek

olan makam aracıyla, okula bıraksanız…

Zaten okul, güzergâhınız üzerinde…” dedi.

Tevfik Bey, “Hayır Vasfiye’m, devletin arabasıyla

oğlumuzu bırakamayız. Arkadaşları nasıl

gidiyorsa o da öyle gidecek.” dedi. Tevfik

Bey, kul ve kamu hakkına karşı duyarlıydı.

Toz kadar bir hakkın üzerine geçmesini istemezdi.

Bu hassasiyetle yaşamıştı. Şimdi, tamamen

haksız yere kendisine iftira ediliyor,

suistimalle suçlanıyordu. Üstüne üstlük bir

duruşma sonra Yassıada’da, on beş yaşındaki

kızı Ayşe’yi gözaltına alıp hücreye attılar.

Genç kıza fenalık yapacaklar diye birkaç gün

gözüne uyku girmedi, çok üzüldü. Bütün

bunlar pankreas kanseri olarak bünyesinde

açığa çıktı.

Bir sabah, elli kelimeyi geçmeyecek şekilde

yazılmış ve hapishane idaresince açılarak

okunmuş, mühür basılmış mektubu açtı.

Karısı şöyle yazıyordu : “Sevgili Tevfik, dün

gece, Büyük Sevgili’nin huzurunda, önde

ben arkada melekler (kızlarını kastediyor)

ilk defa O’ndan bir şey istedik. Yarabbi, dedim,

bu Sen’in için pek küçük ama bizim için

pek büyük bir şey olacak. Bizi kavuştur da bu

hasreti artık dindir. Ben böyle deyince arkadan

Ayşe, “Öyle ya… Bu, kudretine de ağır

gelmez. Hem bu duamızı da kabul etmezsen

Sana bir daha dua etmeyeceğiz!”

Tevfik Bey, beyninden vurulmuşa döndü.

Hemen kaleme sarıldı, çizgili kâğıda şöyle

yazdı: “Ahh, melek Ayşe’m! Sıhhatli ve mesut

anlarımızda O’na hakkıyla şükredebildik

mi, musibet anında sitem ediyoruz? Ahh,

canım kızım benim! Senin o taze yüreğinde

böylesi bir isyanın patlamasına, burada

bulunmakla ben vesile oldum. Kendimi asla

affedemiyorum. Ama canım kızım, O’nun

verdiği nimetlerin bir zerresi için, ömrümüz

boyunca başımızın secdeden kalkmaması

icap eder. Aman kızım lütfen isyan etme.

O’nun sadece cemali vardır. Celal bildiğimiz

de lütuftur, unutma…”

Vasfiye Hanım bu satırları okuyunca,

cevabî mektubuna şöyle başladı : “Görüyorsun

ya Tevfik, sen, hep o âşığı olduğun Hazret-i

Mevlânâ gibi O’ndan gelen her şeyi sevdin.

Biz ise bazısından kurtulmak için dua

ediyoruz. İşte aramızdaki mertebe farkı bu.

Şevkin dâim olsun hayatım.”

Tevfik İleri’nin, eşi Vasfiye Hanım’a yazdığı

mektuplardan birkaç örnek sunuyorum:

14. 10.1936 Dellal

Öğleden sonra bir kamyonla Dellal’a

geldim. Altı saatte ancak gelebildim. Biraz

dinlendim ve işte sana bu satırları yazıyorum.

Birisiyle Erzurum’a gönderene kadar

da yazacağım. Biraz evvel hesap ettik, Elazığ’dan

Erzurum’a mektup ancak bir haftada

4


gelebilir. Gözlerim hep yolda... Dakika yok

ki zihnim ve kalbimde olmayasın. Ben kendimi

katiyen böyle bilmiyordum, fakat inan

ki seni bu kadar sevdiğime çok memnun

oluyorum. Sen benim aşkım, canımsın sevgili

Vasfiye’m.

13. 11. 1936 Karaköse

Bu satırları Karaköse’de bir otel odasında

yazıyorum. Arif ile Fehmi Bey yattılar.

Ben de yatacağım. Hava akşama doğru karardı.

Yarın yağmur yağarsa Transit Yolu’nun

sonuna kadar gideceğiz ve belki de Kars yoluyla

döneceğiz... Gece yemekten sonra Halis

Beylere gittik. Halis Bey saz çaldı, Fehmi

Bey şarkı söyledi. Güzel söylüyor. Halis bir

aralık Bektaşi okudu. Şu iki satıra bak. Ne

kadar güzel.

“Gülü ayırma dikenden

Ayrılan gül solar.”

Bu güzel değil mi canım? Halis Bey

bunu okurken hep seni düşündüm... Gideceğim

her neresi olursa olsun, oradan da yazacağım.

Ve bakalım kısmet nerede ise orada

postaya atacağım... Bir bilsem ki bu mektuplarımı

sen alıyor musun acaba? Ve mektuplarımdan

zevk alıyor musun? Ne yapayım sevgili

karım, eşin şair değil. Bir mühendisten

de bundan fazlasını bekleme. Gönlümdekileri

hiçbir zaman kâğıda geçiremiyorum...

27. 11. 1936

Ruhum Vasfiye’m, bugün burada ortalık

bembeyaz oldu. Şimdi akşam, tuhaf bir kızıllık

var etrafta. Bu anda seni o kadar içimde,

o kadar benliğime karışmış hissediyorum

ki sana hasretimi kelimelerle ifadeye imkân

yok... Sana ihtiyacım o kadar çok, sana hasretim

o kadar fazla ki...

28. 11.1936 Dellal

Kalbimin sevgilisi ninem... Kederli misin?

İstemiyorum kederli olduğunu, ben

hayatta iken senin bütün kederini benim

omuzlarıma ver...

29. 11.1936 Dellal

Bu gece hava o kadar berrak, ay o kadar

parlak ve güzel ki gökte bir tek bulut bile

yok. Ay, karların üzerinde renkler oluşturuyor.

Bu gece sen de bu güzel ayı gördün mü?

Eğer sen de bu gece göklere ve aya baksaydın,

ayın gözlerinde benim seni arayan sevgi

dolu gözlerimi görürdün. Ne olur sevgilim.

Böyle berrak ve güzel gecelerde aya bak. Ve

orada göz göze gelelim.

2. 12. 1936 Erzurum

Bugün Dellal’dan taşı toprağı toplayıp

geldik. Eşyaları eve bıraktım. Odamızda senin

resmine selam verdim. Vasfiye’m, diye

hafifçe seslendim ve sonra Nazımlara gittim.

Yirmi gündür ki Erzurum’dan çıkmış

bulunuyordum... Bir iki plak çaldık. Rizeli

Sadık’ın plağını. Tabii çıldırdım. Hatırlarsın,

Sadık şöyle der: “Anahtar yar koynunda,

gönlüm kilitli kaldı.” Bu satırları dinlerken

gönül anahtarımın senin kalbinde olduğunu

düşündüm. Hep seni düşündüm... Şu dakikada

mümkün olsa da beni görsen. Dünyada

senden daha talihli ve mesut bir kızın olmadığını

anlardın...

5

11.6.1942

Canım ruhum, sevgili Vasfiye’m, ne kadar

mesudum bir bilsen... Bu saadeti bana

sen verdin, esasen bütün saadetlerimi bana

sen verdin ve vereceksin... Bu güne kadar

sen her dakika beni saadet içinde yaşattın.

Sana binlerce, binlerce teşekkürler. Seni getirecek

treni ne kadar seviyorum. Seni garda

sevgiyle ve hasretle bekleyeceğim... Mesudum,

hayat budur... Saadet budur. Bu

saadeti seviyorum. Bu hayattan daha fazla

şeyler beklemiyorum. Allah’ım bana karımı

ve minicik Cahide’mi bağışlasın. Bu bana yeter.

Sana da yeter, değil mi sevgili Vasfiye’m?

10.12.1960 ( Eşine)

Vasfiye’m, bu sabah yine gül yüzlü şafakla

ve sizlerle beraberim. Hani dün sabahki

kara bulutlar? İnsanoğlu milyonlarca

senedir güneşin karanlıkları yırttığını görmüştür.

Fakat hele biraz uykusuz ve rahatsız

bir gece geçirsin, hiç güneş doğmayacakmış

gibi ümitsiz, muzdarip olur, kıvranır durur.

Oysa güneş mutlaka doğar. Kendi küçük, değersiz

hayatımızın bile ne şafakları, güneşleri

ve bazen zifirî karanlıkları olmuştur. Seninle

beraber, hatırlıyorum, ne ızdıraplı, karanlık

dehlizlerden geçtik. Ama ne aydınlık günlerimiz

de oldu, ne şafaklar setrettik. Ve güneş

nasıl her yanımızı pırıl pırıl aydınlattı. Küçük

hayatımız için yeni şafaklar ve güneşler

canım.

14.8.1961 ( Eşine)

Sevgili, canım Vasfiye’m... Bu satırları

sabah namazını beklerken yazıyorum. Nedense

bu sabah biraz erken kalktım. Gecenin

sessizliği ve karanlığında senin yıldızın

öylesine parlak görünüyor ki, onu, seni, doya

doya seyredercesine seyrediyorum. Vasfiye’m,

sen ne güzel hayal ederdin. Yıldızlarda

ve beraberce yaşamak ne güzel şey. Canım

benim, dün çocuklarıma, Münevverlere, bir

de Samsun’a yazdım. Gayet iyiyim. Ve Allah’ın

hakkımızdaki takdirine, iyi veya kötü,

tamamen kendimi hazırlamış vaziyetteyim.

Görelim nasıl takdir etmiş, meraka değmez

mi? Seni, yavrularımı, sevgilerle kucaklarım.

6.9.1961 ( Eşine)

Sevgili canım Vasfiye’m... Şu anda ne kadar

güzel bir sabah oluyor. Ne güzel renkler

var. Bu güzellikler ve sessizlik içinde sizlerle

beraberim. Cahit’im Ankara’ya döndükten

sonra çalışamadığından bahsediyor. Üzülmesin.

Sınıfını geçen bir çocuğun tatilde

ders çalışma mecburiyeti yok ki. Tatil, sene

içinde çalışmış, muvaffak olmuş çocukların

hakkıdır. Ve hiçbir şeyin fazlasına da lüzum

yoktur. İsim vermiyorum, kalp kırarım diye.

Bütün akraba ve dostlara selâmlar, sevgiler,

büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden

öperim. Ayşe’min kedisini okşayın. Seni

ve yavrularımı sevgilerle kucaklar, öperim.

24.9.1961 Kayseri ( eşi, Çocuklarına)

Sevgili Vasfiye’m, yavrularım,

Şimdi saat 22. Bu mektubu yarın sabah

postaya atacağım. Size iyi olduğumu bildirmek

ihtiyacı içinde yazıyorum. Daha ziyade

perhiz için, bir de, biraz kilo almak için

Revirde bir müddet kalmak ihtiyacındayım.

Sakın endişe etmeyin. Başka bir şeyciklerim

yok. 6 kişi bir odadayız. Atıf da var.

Sevgililerim, bu hapishaneye yatak sokmuyorlar.

Yalnız battaniyeye izin var. İmralı’ya

gönderdiğiniz eşya arasında yatak var

idiyse ve buraya gelirse, battaniyeyi alıp diğerlerini

iade edeceğim... Burada İngilizce

çalışmak imkânı bulamadım. Bir müddet de

bulamayacağım. Fakat istediğim kitapları siz

gönderin.


Yassıada’dan bavullarım geldi mi?

7-8 tane defterim vardı. Ve sonra sizlerden

gelen mektuplarla davalara ait evrak

ve müdafaa müsveddeleri vardı. Onlar da

gelebildi mi? Benden sonra bavulları açıp

almış olmaları muhtemel olduğu için soruyorum.

Fazla çamaşır göndermeyin.

Yalnız kışlık, lüzumlu olan şeyleri gönderin.

Şimdilik sizden mektup bekliyorum, o

kadar. Yassıada’da iken aldığım 11 tarihli

mektubunuzdan sonra sizden haber alamadım.

Karar gününü tasavvur edemezsiniz.

Avukatlarımız o kadar perişan durumda

idiler ki onları bakışlarımızla biz teselli

etmek mecburiyetinde kaldık. Hele benim

müebbet hapse mahkûmiyetim üzerine

birçok avukatın tebrik işareti yapmaları

görülecek şeydi.

Allah var. Büyük Allah var. Her şeyi

görüyor, biliyor. Gördüğüne ve bildiğine

inanıyoruz. Gerisi laf-u güzaf.

Eşyalar gibi

duygular da alışır

elbet taşınmaya…

Bilal Özbay

Bir insanı seviyorsun; gülmesi, konuşması, jestleri, mimikleri seni mutlu ediyor. Konuşması

bir dostu aratmıyor, sesindeki tını en güzel müziğin ritmi oluyor. Şefkati, merhameti

anneni aratmıyor; daha bir sarılasın geliyor, tüm dertlerini kucağında atabiliyorsun.

Daha neler, neler…

Onsuz olamıyor, yapamıyorsun.

Sonra bütün o duygularınla birlikte ona taşınıyorsun, kalbini bir yuva belliyorsun.

Birlikte yaşıyor, birlikte yiyor, birlikte eğleniyorsun. Bütün o benlikleri birleştiriyor, iki

ruhu tek vücutta buluşturuyorsun; iki kalp üst üste gelip bir atmayı başarıyor.

Seviyorsun, seviliyorsun…

Özlemi, hasreti evcilleştiriyorsun.

Derken tutkuyu, heyecanı evcilleştiriyorsun; kalbin ritmi mutluluk çizgisinde rutin

bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Huzur, güneşin doğuşu gibi aydınlatıyor gününü; karanlıkların

ışıkla doluyor. Daha önceki ilişkilerinde aldığın yaralar bir bir kapanıyor, acılar

törpüleniyor…

Bir gün biri çıkıyor, mızıkçılık yapıyor.

Nefsi aşkının önüne geçiyor, yaramazlıklar yapıyor, tutku oyunlarına başlıyor, kıskançlıklar

filizleniyor, beyaz yalanlar baş gösteriyor, verilen sözler sakız oluyor hatta diğerinin

yüzünde patlıyor.

Yapılacak tek şey tebessüm etmektir.

Kızmaya, asabileşmeye bile değer tarafı

yoktur. Sizlerden ve sevenlerimizden,

dostlarımızdan tek arzum, sıhhatim için

duadır. Başka bir şey istemiyorum. Kendinizi

alıştırınız. Henüz müsaade yok bizim

için. Fakat olsa da bulunduğum şartlar

içinde sizinle görüşmek istemiyorum. Bol

bol mektup yazarsınız. Ben de yazarım.

Resim gönderirsiniz bana. Böylece görüşmüş

oluruz.

Sevgili Vasfiye’m, aziz yavrularım,

Size mal mülk, servet bırakmadım.

Bütün hayatım boyunca bir tekaüdiye maaşı

bırakmaya çalıştım. Tecelli eden Adalet

onu da kuşa çevirdi. Ne yapayım, kader

böyle imiş. Yalnız, size şerefli, namuslu,

erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman

başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim.

Siz de bununla iftihar edeceksiniz.

Bu satırları burada kesiyorum. Celal

Bayar da bizim odada. Herkes uyuyor. Ben

de yatacağım. Yarın birkaç satır daha ilave

eder, postaya atarım. Allah rahatlık versin.

Allah’a emanet olalım.

Huzur; kendini rahatsız hissediyor, bir kelebeğe dönüşüyor, ömrü kısalıyor.

Biri, artık seni sevmiyorum, diyor.

Diğeri, buna bir anlam veremiyor.

Biri, bütün o eşyalarını duygularıyla birlikte toplayıp taşınıyor.

Sevgi taşınıyor,

Saygı taşınıyor,

Sadakat taşınıyor,

Güven taşınıyor,

Sorumluluk taşınıyor,

Aşk taşınıyor,

Diğeri dımdızlak ortada kalıyor, odalar gibi kalbin tüm duvarları da sessizleşiyor. Yalnız

ve sessiz bir virane oluyor.

Zamanla perdeler çekiliyor, güneşlik kaldırılıyor, badana boya yapılıyor ve odanın

sokağa bakan penceresinin camına “sahibinden kiralık” yazan bir yazı asılıyor.

6


AYAK SESİ

MUSTAFA UÇURUM

Gecenin ortasında bir ayak

sesi. Gündüz olsa sadece bir ayak

sesi ama gecenin tam ortasında

olunca çok farklı anlamlara ve çağrışımlara açık bir tıkırtı bu. Topuğun

yere her değişindeki ürperti, bir yatakta bağlı kalmışım da elim kolum hareket

etmez bir haldeyken tepemden tam alnımın ortasına düşen damlanın

tedirginliği. Düşmesini beklerken, ne zaman düşecek derken ansızın tam

alnımın ortasına düşen bir “pıt!”

Mahalleden gelen bir ayak sesi bu. Yatağım tam da camın kenarında.

Ne geçse yoldan duyarım ama ayak sesi çok farklı. Yürüyüşünden anlamlar

çıkarmaya çalışarak dinlerim bütün ayak seslerini. Bu ses, bu topuk sesi

çokça telaşlı. “Tık, tık, tık tık…” Topuk lastiği hafiften eskimiş, topuğun

tahtası yere değince daha tok bir “tık” çıkıyor. Koşar adım gidiyor, belki geç

kaldı belki de gecenin şerrinden evine sığınmak için koşar adım ilerliyor.

Spor ayakkabılarının sesini duymak zor ama onların da bir gıcırtısı

var ki evlere şenlik. Bir de yeni bir ayakkabı ise işte o zaman gıcırtı içimi

çize çize geçiyor pencerenin kenarından.

En sevdiğim de aheste aheste yürüyenler. Hani külhanbeyi gibi. Acele

etmeden, sallana sallana. Bir adımını atıp öbür adımını da onun yanına

çaprazdan denk getirerek hafiften yengeçleri çağrıştıran bir yürüyüş.

“Tıııkkk, tııkkk, tıııkkkk…” Pencerenin önünden geçişleri bile bir merasim

gibi. Adımlarının ağırlığını hissettirmek istercesine yürüyüşün tadını çıkaran

bir adımlayış.

Ayak sesi önemli. Yürüyüşten ritmini alır ayak sesi. Kişinin ruh halinin

yürüyüşüne yansımasıyla sesler de kimlik kazanır.

“Şiir denizlerinde yıkanırım ben / yürüyüşümün ritminden ıslanır İstanbul.”

diyor ya şair; bazı yürüyüşler var tam şiir gibi. Ritimli hatta ölçülü

yürüyüşler var. Hece vezni gibi yürüyenleri hemen tanıyorum.

Kısa, uzun, çapraz, seyrek adımlarla yürüyenler genelde

bu sınıfa dâhil.

Ayak sesi başlı başına bir şiirdir. Hece ölçüsüdür, aruzdur

ayak sesi. Dizeler bir ritmi nasıl tutturursa ayak sesi de

o ritimdedir. Bir şiiri mırıldanarak yürürken adımlar şiirin

ölçüsüne kaptırır kendini.

Eski zaman sokaklarında gezmenin tadı hiçbir şeyde

yok. Kesme taşlarla döşenmiş yollarda yürümek de bir

ahenk istiyor. Tarihin görkemli yapılarının gölgeleri arasında

acele etmeden, tarihin süzgecinden geçerek bir türküyü

mırıldanarak yürümek de bir sanattır.

Medeniyetini yürüyerek ya da at üstünde kurmuş bir

millet olarak yürümek dendiği zaman gidilecek mesafenin

çok da önemi yok. Yürümek keşfetmektir. Ağır olmayı gerektirir

yürümek. Keşfetmek için acele etmeden her bir köşeyi

içine çekerek yürümek gerek.

Ömer Seyfettin’in “Yüksek Ölçeler” hikâyesinde karşımıza

çıkar ayak sesi. Evin hanımının yüksek topuklarından

çıkan ses evin düzenini sağlayan en önemli uyarıcıdır. Evin

hizmetçileri duydukları ayak sesi ile kendilerine çeki düzen

verirler. Yaptıkları hırsızlıkları, işleri boş vermeleri hanımın

topuk sesi sayesinde hiç fark edilmez. Gün gelir, evin hanımı

rahatsızlanır ve yüksek topuk giymesi yasaklanır. Artık

hanımın ayak sesi duyulmaz ve evdeki bütün foyalar ortaya

çıkar.

“Uzun ince bir yoldayım.” diyerek bizleri yollara davet

eden Âşık Veysel de yürüyerek gönüllere girmeyi arzular.

“Yürüyorum dikenlerin üstünde” diyen Hasan Kaplan da

çilekeş bir yürüyüşün ızdırabını anlatır türküsünde. Bu yürüyüşte

de ayak sesinde de yılların dinmeyen kahrı vardır.

Ayak seslerini dinliyorum. Odamdayken de dışarıdayken

de ayak sesleriyle bir yol buluyorum kendime. Her ayak

sesi sahibinin kalp sesiyle ilerliyor. Her adım, bir kalp atışı.

Eleştiri

ÖLÜM KOÇU

Emre TİMUR

Bilimden terimler al, sofizmden tavırlar…

Biraz astroloji bil, biraz rüya… Çok

sıkışırsan patlat bir “Yalan dünya...”. On bin

yıllık duanın adı oldu mu sana enerji pompası!

Pompala enerjiyi, evren yollasın. “Şükür

et” ama babaannen gibi banal değil, Samanyolu

Galaksisi’ne doğru et şükrünü. Evrene

işte canım… Araya biraz Ayet koy, biraz da

Budizm’e gönderme yap. Taoizm de iyi gider.

Bir iki Konfüçyüs patlat. Biraz da başarı öyküsü

anlat. Çok değil ama. “Düşmek de iyidir.”

filan de. Ha bu arada, sertifikasız olmaz.

Psikolojinin tek harfinden anlamaksızın,

“beden dili”, “etkili konuşma”, “ikna

sanatı”, “kandırmanın yedi ilkesi” sertifikalarını

al. Ama bunları belediyenin ücretsiz

kurslarından değil, İngilizce isimli olduğu

için pahalı olan yerlerden al. Sen “Energy

point…” bilmem ne diye cümleye başladığında

biz apışıp kalalım. Ve biz fakirler için

Türkçeye çevir, “Enerji noktası uzmanlığı.”

diye. Fiyatını da söyle: “Yedi bin dolar!”

Ağzımız açık kalsın, ağzımıza sinek kaçsın.

Benim daha kuantumum o dereceye varmamış

hocam. DNA yarılmasını muhteşem yaşamışsın

ve bilinç patlaman da çok fotonik.

Fakat kimse demesin, “Bağlaç olan ‘de’ leri

ayıramıyorsun” diye. Türkçe sertifikan yok

çünkü. Sopa yutmuş gibi duruyor, ne de güzel

sırıtıyorsun. Tıpkı Prozac gibi.

Ben, sende ham bir kibir ve bön bir kafatasından

başka bir şey göremiyorum. Şu

enerji pompasını ters çalıştır da Allah sana

akıl versin. Çünkü gece yastığa başımı koyduğumda

varoluş hala yakalıyor beni kıskıvrak.

Senin Akrep’in bilmem kaçıncı evi

için yaptığın çakra dokunuşları yaramadı

işe. Bana mutluluğun resmini yapabilir misin

yaşam koçum, işin Prozac’ına kaçmadan

ama?

Yapamıyorsan, ben kendime bir ölüm

koçu bulacağım çünkü.

7


Eleni

Mehmet Bülend Sağlam

Gecenin hangi vaktiyse kimsenin de

pek umurumda değil, bir üflenti içinde ağır

dalların hafifçe salınışı altına oturmuş adamlar,

kadınlar... Suzinak, tamburun tellerini

daha da yumuşatmışken, çatallı, bir hafız

sesi tınısında, okuduğu şarkıyı yaşamış olduğuna

yemin edersin, bıyıkları sararmış bir

çelebi, “Benim yârem gibi yâre bulunmaz.”

diye okumaya başlayınca herkes sustu... “Bu

kadar mı yaralı bütün gönüller, bu kadar mı

naçar?”

Düşünceye daldım bu hicran içinde bir

an, Âdem’in çilesi mi daha eskiydi yoksa bülbül-i

şeyda mı feryat etmişti daha evvel, bir

gül için?

Akıp geçen zaman içinde rüyalarımda

hayat bulan hayallerimdi yaşadığım. Tanrı

daha bağışlayıcıydı ve ben daha korkusuzdum.

Aşkın ölümsüz olduğu günlerin hülyasıydı

-başım dumanlı- bu gördüğüm. Ümitlerim

yüksek ve hayatım yaşamaya değerdi.

Kendi sayelerimdi yaşayıp sarf ettiğim, kimseye

ödenecek bir haraç borçlu olmadığım,

bütün şarkıları dinlediğim ve her lezzeti tattığım

hayatın içinde…

Hepsi senden sebep... Gözümün elvanı,

gönlümün şafağıydın… Hep ışık, duvarıma

yansıyan, penceremden dolan, hep aydınlık,

apaydınlık bir gün, canıma ferahlık, genişlik

mekânıma ve huzur hayatıma... “Bu kadar

mı bahtiyarım, kedersiz gönlüm, bu kadar mı

müsterih?”

Bütün bir mevsim, Yaz boyunca, yanımda

uyumuştun ve bir gün daha, bir daha,

yeni gün doğdukça, sanmıştım ki…

Hazan mevsimiydi çekip gittiğin. Oysa

yaşanacak yıllar vardı hayata yansımayan,

ümitlerim vardı, rüyalarını görmüştüm ve

fırtınalar, yüklenemeyeceğimiz havalar belki,

dünyanın öldürdüğü hayaller, yaşadığım

Cehennemden başka bir şey,

öyle umutlar ve düş kırıkları ki daha

önce hiç anlatılmamış olmalıydı.

Yumuşak seslenişli ve nazik insanların

sözlerinin hayata davet ettiği, aşkın kör olduğu

zamanlarda, dünya, sanki güzelim, yumuşacık

bir konçertodan yaratılmışken, çok

heyecan vericiydi. Gitarın telleri üzerinde

oynaşan parmakların şenlikli koşuşturması

gibiydik kırlarda -işte öyle coşkulu- belki

de bir sarhoşluk, tuğyan, çılgınlık günleri…

Fakat neden, her şey aniden, nasılsa, sarpa

sardı, hep yanlışlıklar içinde kalakalmış ve

rüyalarımızdan bile utanır olmuştuk.

* * *

Şimdi, sararmış, kuruyup dökülmüş,

evimizden kasaba meydanına yürüdüğümüz

yüzyıllık patikanın taşlaşmış çamurlu yüzü

üzerinde yapışıp çürümüş ardıç yapraklarının

kaygan, kırılgan halini hatırlıyorum da

doksan yedi yıl ecele direnen Eleni nine de

hatıralarımın arasından, o yaşına rağmen,

gülme, küçük bir kız çocuğu heyecanı içerisinde

sekerek gelip bana arkadaş oluyor, her

Hazan, yaprak düşümünde...

Annesi, babası ve iki ağabeyi, kış ayazında,

derin uykuda, sabaha karşı evlerinde

çıkan yangında, dillendirmeyelim, ah çok

yazık, Eleni daha beş altı yaşlarındayken o

gece teyzesinde uyumuş, kalmış da bu faciadan

kurtulmuş. Fakat kader kime nasıl muamele

edecek, nereden seçiyor, hükmü tecelli

ediyor bilinmez, mübadele yılında serpilmiş,

gelinlik çağındayken, akrabaları, teyze, dayı,

hala, her kimlerse, sahip çıkıp Eleni’yi yanlarına

almak istemediklerinde, bunu haber

alan Osman, Türk-Rum karışık yaşayan kasabamızda,

hani nicedir gönlünü eğmiş, aklını

yatırmışken; “Evlen benimle. Mutluluk

vaat ediyorum.” deyiverince, ah Eleni, dinini

değiştirdi mi merak etme, değiştirmedi,

Osman’a “Evet” deyiverdi ya! İşte buna artık

türküler yak, şiir söyle...

Kaygan, kırılgan ardıç yaprakları ile

benzi sararmış patika, dar, çaltılar sıyırır

gelip geçeni... Eleni’yi aklıma saplar her bir

diken, çizik, ısırık, kan, pıhtı...

Ah, nasıl bir sahnedir dünya?

Kalabalık olsa bir dert, kimsesiz olsa

mahzun...

Bir sis perdesi, açsan, herkes repliğini

şaşırmış, başkasının rolünü oynuyor artistler,

süzülüp sızan akşam güneşinde.

“Bütün duyguları süpür çöpçü başı, zaten

hepsi eskimiş, küf kokusunda sarhoş olmuş

börtü böcek!”

Taze kazılmış mezar kokuyor yer küre,

gözü olmayan yer altı sürüngenleri çılgınca

dans ediyorlar sıraların arasında. Kırık camlardan

girmiş kuşlar dönüş yırtığını bulamadan

çarpıp düşüyorlar sağa sola, ışığı özgürlük

zannedip her denemelerinde pencereye

doğru. Ölü kuşların gözlerini yiyor örümcekler.

Koltukları da kalkıp yürüyecekler

zannedersin kapı aralık olsa... Kurşuni, ağır

kadife perde, üzerine sinmiş binlerce sözün

ağırlığını taşımaktan yorgun, pirinç halkalara

yalvarıyor acıklı bir tirat: “Bırak dökülüp

düşeyim, uzanayım sahneye, perde kapandı

desinler...”

* * *

Bir çift turnaya benzerdi gözlerin… Ne

güzel şiir…

Aldın gittin neyim varsa. Göç eden kuşların

gözlerinde kaldı bütün hevesim. Bütün

yalnızlık şarkıları benim olsun ve mutluluğa

dair her söz de senin… Bir polka bütün yaşadıklarımız.

Dünya sahnesi üzerinde dönüp

duruyoruz. Yalnız başımıza olması mümkün

mü?

Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Bir kitaptan

okunaklı olmuyor, bir filmden seyirlik

değil. Bu da sana duam olsun, yalnızlık yoldaşın,

ömrün uzun...

Karşılaşmayalım bir daha asla ve yalnızlığını

anlayabilecek kadar yalnız biri çıkmasın

karşına...

Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Bir romandan

daha dokunaklı oluyor bir hayattan

sıyrılıp çıkmak. Yalnızlık gözyaşın olsun ve

dudakların çatlak.

Bir kedin olsun sadece, bir göz oda ve

bir de kömür sobası. Nadiren konsun kuşlar

pencerene ve kırk mumluk bir lambanın

altında oku bütün yalnızlık şiirlerini. İki

bardak çay koy, biri soğusun diğerini seyrederken

sen, dalgın dalgın ve bazen kalk karşındaki

sandalyeye değiştir yerini yalnızlığını

paylaşmak için. Elini kaldırdığın yere koy

elini birine dokunuyormuş gibi...

Yalnızlığı yaşamanı isterdim. Yazdıklarımdan

anlamaklı değil...

* * *

Mübadele yılları demiştim ya, ‘20li yıllar,

Çanakkale’den yeni çıkmışsın, düşman

geçememiş fakat geçemez dediğin heyûlâ

gemiler çok geçmeden gelmiş de demirlemiş

Boğaziçi’ne… Derken Samsun’dan parlamaya

çalışan küçük bir ateş, zamanla bütün

Anadolu’yu sarmış da közlerinden bir millet

doğacakken, Osman’ı da çağırdılar… Yahut

belki de kimse tam olarak bilmiyor, vatan

savunması bu, aşk dinlemez, Eleni, karnı

burnunda, çoluk çocuk görmez olur insanın

gözü, zannımca Osman kendi yazılmıştır

askere. Ayrı düştüler bir vakit, fakat Dîvân-ı

Kebîr’de yazıldığı üzere, “Sevgide çekilen cefada

binlerce vefa var.” Osman vuruştu, Eleni

bekledi, “Bugün posta günü, canım sıkılır.”

haber almak ne mümkün?! Yine de gamlı bir

vakitte Eleni nine, o demler henüz taze gelin

sayılır, iki üç satır yazdı, verdi postaya:

“Osman’ım, evimin direği,

Kirpiğinin teli ile diksinler ömrümün kaderini.

Gözbebeğin mihrabım olmuş...

Bir bak hele, dön gel artık...

8


Irak neresi? Dönüp gelemiyorsa sevdiğin,

komşu evin kapısı bile nice uzaktır bilir misin?”

Osman döndü, eyvallah, yeni bir ülke,

eskimeyen vatan, kavuştular işte öylece, çekilen

dertler unutuldu. Unutmak iyidir!

“Beni candan usandırdı, cefâdan yâr

usanmaz mı? Felekler yandı âhımdan murâdım

şem’i yanmaz mı?”

Muratlarına erdiler, mutluluk mumu

yandı hanelerinde, masal gibi. Sabır ile yendiler

her zorluğu… Uzun ömür yaşadılar gönül

gönüle…

Ben de yetiştim gördüm, Eleni, nine demeye

kıyamazsın…

* * *

Bunca yıldan sonra, hafız çelebi, yaralarından

dem vuran şarkıyı dillendirmiş ve

herkes susmuşken ben de sustum, dinledim

şarkıyı, yüreğim yandı bir dem. Seni düşündüm.

Yaralarım kanadı, iyileşmiş zannediyordum

oysaki. İyileşir, iyileşir. Unutulur her

şey. Unutmak iyidir!

“Sen ki tırnağının uzadığı günlerde kediyi

daha güzel severdin. Boynundan karnına

ne de gıdıklanır, nasıl da tırmalardı minik

ellerini? Birlikte mırıldandığınız zamanlarda

sen kediden daha sıcak ve yumuşaktın ve

daha yırtıcıydı şehvetin, gecenin içinden çıkıp

gelirken gündüzün nazlı prensesini kara

pelerin içine hapsetmiş, vahşi...’

Beni sevmedin. Sevemedin…

Kalktım, ağırca, selamlaştık bitişik masa

ile ve usulca yürüdüm kapıya. Daha çıkmamıştım

ki o hüzünlü hava dağılmış, engin

repertuarından, gönül dünyamızın pek sevilen

neşeli şarkılarından birini hep birlikte

çalıp söylemeye başlamışlardı bile… Kapının

yanı başına yerleşmiş boy aynasında süzdüm

kendimi, hâlâ üzerimde kalan acıklı hatıraların

sisi çökmüş gözlerime baktım, dudağım

kıpırdadı hafifçe, bir şeyler fısıldayacak gibi

oldum: “İnsan elbette aynadan yansıyan haline

gülümser...” diyerek yürüdüm…

Yağmur yağacak bu gece. Serinliğin

yüzüme vurduğu tertemiz bir koku… Kasabamız

da değişmişti elbette yıllar içinde,

yeni hevesler, huzur arayışı ile gelip yerleşen

şehirliler, beraberlerinde getirdikleri yeni

hayatlar… Fakat hâlâ aynı yağmur. Aynı ardıç

ağaçları… Her Hazan ile dökülen aynı

yapraklar, yağan yağmurların ardından yine

çürümüş, kaygan, kırılgan… Benzi sararmış

dar ara sokaklar, loş…

Ne var ki şimdi evler daha aydınlık.

Daha kalabalık küçük caddeler. Alanlar, satanlar,

gençler itişiyor, serseri gönüller, Yazdan

artan son günleri neşe içinde yaşıyorlar,

yaşlılar kol kola, gülerek bakıyorlar, sevecen,

samimi.

Benim yaşadığım güzel günler de oldu

elbette bunca ömrümün içinde. İnsanların

bu eğlenceli halleri beni de tutup sürüklüyor

keyifli zamanlara. Mutlu uyanışlarımı

hatırlıyorum, dünya sanki büsbütün bir günebakan

tarlası, güneşe döndürüyor yüzünü,

ışığı takip ederek her biri, ben de seviniyorum

gün yükseldikçe, böyle mutluluk kokan

sabahlarda… “Hayat hep keder değil ki Eleni

sana bunu göstermedi mi, doksan yedi yıl yaş

yaşadı, komşu evde.”

Buna inanıyorum, güveniyorum…

Yağacak bu gece demiştim, işte damla

damla iniyor, bereket, başladı Sonbahar yağmuru.

İçimdeki sevinci anlatabilmek için yaprak

dökümü mevsimini beklerim her zaman,

sokaklara hüzün dökülmüşken, ayrılık yağıyorken

kaldırımlara, ceketimin yakası açık

yağmurun altında koşarım, sırılsıklam sırtım,

ensem buz, gönlüm şen, ılıman… Kaldırıma

yapışıp kalmış ölüleri topuklarım ile

kazırım, yaprakları düşerken görürsen beni

hatırlamanı istediğim şarkıyı mırıldanırken

seni söker atarım içimden...

Ah, işte şimdi yalnızım! Şarkılar yok, el

ele tutuşmalar eksik olsun, gözlerim özgür,

kalbim kör.

Görmediğim bir mutluluğu hissetmenin

huzuru ile dolu benliğim, tadını bilmediğim

bir kâse şerbetin lezzetine doymuş...

* * *

Böylece yaşayıp tamamladım bir günü

daha. Yaralı gönüllerin şarkılarını bitirince

şen şakrak oluveren hallerini gördüm yine

bu gece, insanlar da, diğerleri, hep, benim

gibi besbelli. Birilerinin acısına ortak olayım

ben de derken bir diğeri çekip alıveriyor seni

ümitli bir vakte.

Eleni, gülümseyen gözlerinin içine dolan

hasreti saklamaya çalışmazdı, ninem,

hiçbir zaman. Islak bir gülüşü, titreyen bir

kalbi, geleceğe uzanan elleri ile yaşadı. Havf

ve reca…

Endişelerimizden sıyrılmış, hayallerimize

kavuşmaktan ümit kesmemiş olmayı

öğrendik, bütün kasaba, onu gördükçe. Dinince

dinlensin yattığı yerde. Zifiri karanlık

gecelerin sabaha erdiği saatlerde yağan yağmurlar

ile şenlenip hayat bulsun kabrini süsleyen

çiçekler, Eleni nine…

Uygar Kaplan

SANAT ESERİ

Bir şairin elleriyle yaz dünyayı

Daktilonun tuşlarına basar gibi

İnce ve narin

Şiddete karşı bir şairin

Uçup gitsin üzerimizden

Karanlığın lekesi

Aydınlık nehirlerde yıkansın

Bütün düşünceler

Örülsün yıldızlarla birlikte

Özgürlüğe boyansın kadınlarımız

Ve acılarına kafiyeli olsun acılarımız

Bir şiirin mısralarında bul dünyayı

Derinliklerinde

Şiddetten arınmış

Yemyeşil bir yeryüzü

Mavi gökyüzünü sarmış

Çocukların bitmek bilmeyen gülüşü

Buket buket oyunlar

Serilmiş ayaklarının altına

Ve pamuklara sarılıp sarmalanmış

Bir şiirin mısralarında

Bembeyaz açılır yeni bir dünya

Açılır bir düş misali

Yaşamak bir şairin elinden

Bir sanat eserini

9


DÜŞ ÇINARININ GÖLGESİNDE

-Beylerbeyi Günlükleri–

Nurettin Durman

25 Mayıs 2015, Pazartesi, 23.57

Günün hareketi bir Üsküdar dolaşması oldu. Yedi İklim dergisine

14. 30 civarında vardığımda Şeref Akbaba bir sandalyeye

oturmuş, karşısındaki kameraya bakıyor. Diyanet TV için Ramazan

programı çekimi var. Daha önceden Mustafa Toprak ile görüştüğümüzde

istişare ederek oruç hakkında, Ramazan hakkında bir söyleşi

demişti. Bugün için kararlaştırıldı ve Yedi İklim dergisinde buluştuk.

Oraya vardığımda Ali Haydar Bey köşesine çekilmiş. Demek ki onun

çekimi bitmiş. Şeref Hoca güzel ve anlamlı bir konuşma yaptı, öğretmen

vasfı da olunca rahat konuşuyor, bizim gibi değil haliyle. Onun

çekimi bitince sıra bana geldi. Mustafa’ya yahu ben iyi konuşamam,

benim bir yazım var onu okuyayım o olmazsa bir Naat okuyayım

dedimse de olmadı. Sanki ben diğer arkadaşlar gibi düzgün ve ritimli

konuşabiliyormuşum gibi sevgili Mustafa Toprak soruyu sormaya

başladı…

alıp toplantının olduğu otele gittik. Saat 14.00’te başlaması gereken

program devletlilerin gecikmesi ile geç başlamış oldu. Çevre Bakanı

İdris Güllüce, Ümraniye Kaymakamı, Ümraniye Belediye Başkanı

Hasan Can, Ak Parti Ümraniye İlçe Başkanı, protokol konuşmaları

derken zaten geç başlayan program uzamış oldu. Üç dalda jüri üyelerinden

hazır bulunanlar oturup öylece konuşmaları dinledik. Ödül

beratlarını, bakan, kaymakam, belediye başkanı, ilçe başkanı, yani siyasiler

bir coşku içinde yarışmacılara verdiler. Bir de mansiyon alanlar

sahneye davet edilince iş uzayacak, benim de 17.00 sıralarında

Üsküdar’da olmam lazım. Cahit Bey’e dedim ki ben gidiyorum, Üsküdar’da

olmam lazım. Nurullah Genç daha program başlamadan işi

var diye gitmişti. Cahit Bey’e ve gene şiir jüri üyesi Prof. Dr. Mustafa

Uzun Bey’e, Allah’a ısmarladık diyerek salonu terk ettim.

İki minibüs ile Adem Turan ile buluşma yerine geldim. Ümraniye

çıkışında mezarlık durağında buluşup Üsküdar’a indik arabasıyla.

İskelenin oralarda Şakir Kurtulmuşu alıp Kadıköy İmam Hatip

Lisesinin yolunu tuttuk. Saat on altıda şiir akşamı düzenlemişler.

Bir sahne kurmuşlar okulun bahçe tarafındaki giriş kapısının önüne.

Teşkilat tamam. Dinleyiciler yerlerini almışlar. Tabii çoğunluğu

lise öğrencisi oluyor. Kadıköy Kaymakamı gelmiş, İlçe Milli Eğitim

Müdürü ve yardımcısı teşrif buyurmuşlar. Velilerin de geldiğini söylediler.

İlk defa böyle bir şiir etkinliği düzenliyorlar. Zaten okul da

yeni yapılmış ve açılmış. 2013 yazıyor. Yatılı öğrencileri var. Güzel

bir bina yapmışlar.

Eski ramazanlar, köydeki bir bayram sabahı komşuların akrabaların

damda toplu olarak yaptığımız bir bayram yemeği anımı anlattım.

Biz çocukların keyfini da kattım olayın içine harika bir şekilde o

günkü çocukluğuma döndüm. Sonrası yetişkin hayatımda şair dostlarla

Beylerbeyindeki arkadaşlarla, dostlarla olan iftar muhabbeti falan

sanıyorum bir beş dakikayı bulabildim ancak…

Ahmet Haksal bilgisayarın başına oturmuş oradan bize laf atıyor.

Bir de çay ikramı oldu simit eşliğinde… Mustafa Toprak benim

Öksüz Çocuklar Galerisi kitabımı pek sevmiş. Bir hayli eski tarihte

kitabı almış ve bugün için de yanına almış imzalatmak için… İmzaladım

tabii bu genç yetenekli delikanlı için kitabımı. Hayırlı bir ömür

dileğiyle olsun. İnsanların gönülleri şad olsun istiyorum. O da bana

ve diğer dostlara çıkardığı deneme kitabını imzalayıp takdim ediyor.

“Bırakın Yürüsün Serçeler” deneme kitabının ismi oluyor…

Memnun oluyoruz tabii. Yazmak ve yayınlamak çok önemli oluyor

hayatımızda…

26 Mayıs 2015, Salı, 23.16

Ümraniye Belediyesi 11. Şiir, Hikâye ve Resim yarışmasında dereceye

girenlere bir otelde ödül töreni yaptı. Bir araçla beni, rasathanede

Hüsrev Subaşı ve Ata İkide ikamet eden Cahit Koytak Beyleri

Sırasıyla ben, Şakir Kurtulmuş, Adem Turan, Şeref Akbaba, Akbaba

bu okulun öğretmeni aynı zamanda, Nurullah Genç ve son olarak

Recep Garip şiirlerimizi okuduk. İyi karşılandı, alkışlarını esirgemediler

öğrenciler ve diğer dinleyiciler. Öğretmenler ile çay içtik

sohbet ettik, yemek ikram ettiler, akşam namazını eda edip müsaade

istedik. İki genç ile sohbet ettik. Şiire, edebiyata eğilimi, merakı olan

iki genç…

Bunlar güzel şeyler tabii. Bir de bahçedeki ağaçlar büyürse harika

bir yer olacak bu mekânlar. Bir de iyi öğretmenler ile iyi bir eğitim

verilirse bu genç beyinlere çok güzel olacak. Öğretmen Ahmet

Demirel ile Veysel Akdoğan Hocalarda bu eğitim kurumunda görev

yapıyorlar…

10


27 Mayıs 2015, Çarşamba, 23.26

Biraz keyifsizim bu sabah. Sabah namazından sonra dışarıya

şöyle bir göz attım. Sabahın huzuru, sadeliği, kendine güveni yok mu

işte bu diyorum. Bir tazelik, bir rahatlık var havada, ağaçların yapraklarında

bile bir sakinlik hali var. Bir yere gidip geldikten sonra,

bir etkinlikten sonra bir ruhi yorgunluk çöküyor üstüme. Gece de

öyle olunca rahat uyumak da mümkün olmuyor. Ağır rüyalar dahi

yoruyor: yataktan adeta yorulmuş olarak kalkıyorum sabahları.

Bu sabahın vaziyeti böyle işte… 11.30 civarında Sakarya’dan bir

genç aradı, cevap vermedim. Uyumak istiyorum. Öğleden sonra saat

ikide cevap verdim. İstanbul’a gelecekmiş görüşmek istiyormuş. Saat

15.00’te yola çıkacağım diyor. Üsküdar’da buluşacağız. Saat on altıda

Üsküdar’dayım. Hiç keyfim yok ama gene de yola çıkıyorum. Yorgunluk

var üzerimde. Musa Demirtaş kardeşin bulunduğu FİKSAD

– Fikir Kültür ve Sanat Derneğine gidiyorum. Delikanlı gelince buluşmamız

rahat olsun diye. Üç tanede kitap aldım yanıma imzalayıp

vereyim diye. Musa ile sohbet ediyoruz. Çay ikram ediyor…

Saat 18.30’a kadar bekliyorum. Bu huyumu bırakamadım gitti.

Baktım ki vakit geçiyor, hava da puslu. Bir ara yağmur yağmış biz

içerde otururken. Telefon açtım delikanlı gelmiş ama daha Üsküdar’a

gelecekmiş. Başka yere uğramış, çantasını bırakmış. “Vakit geç oldu,

yağmur da var başka zaman görüşelim nasip olursa.” diyerek anlaşmış

olduk telefonda. Kitapları da Musa kardeşin yerine bıraktım,

delikanlıya Uncular Sokağının adını ve Musa kardeşin yerini tarif

ettim.

Üsküdar bu saatte çok tuhaf bir hal almış. Duraklarda kuyruklar

oluşmuş, otobüsler yok, trafik tıkanmış, insanlar yola çıkmış kaldırım

boyu Kuzguncuk’a doğru yürüyor. Ben de katıldım kervana,

bakalım nereye kadar yürüyebilirim diye. Fethi Paşa durağına kadar

ancak yürüyebildim. Bir de acıkmışım. Otobüse bineyim bari dedim.

Beylerbeyine kadar ağır aksak bir saate yakın bir zamanda varabildi

otobüsümüz.

Köprüye çıkan araçlar yüzünden oluyor bu trafik.

Bu akşam Diriliş Ertuğrul dizisini seyredebildim…

28 Mayıs 2015, Perşembe, 23.29

Dostlukların azaldığı günlerin içindeyiz maalesef. Hatır, gönül,

hasret ne bileyim daha içsel meseleler biraz rağbet görmüyor. Ne

yapacağız peki? Tekrardan, yeniden, yeni baştan başlayacağız o güzelim

hasletleri oluşturmaya. Tarihte zaman zaman böyle çözülmeler

olmuş, ahlak zayıflamış, edep terbiye almış başını gitmiş, hassas,

duygulu insanlar öyle kalakalmışlar. Örnekleri yaşıyor insan gördükçe…

Terbiye ile ahlak ile ilgili iki örnek yaşadım eve gelirken bizim

alt sokakta. Birincisi: üç kişi, çocuk denilen yaşta veya taze çocukluktan

gençliğe adım atmış üç kişi geliyor karşıdan. İçlerinde en kısa

boylu olanı, ortalarında yürüyeni, bitirim pozlar içinde, tuhaf sesler

çıkarıyor yanımdan geçerken. Ağzıyla hareketler yapıp, uzunca bağırtı

gibi sesler çıkararak geçiyor yanımdan yüzüme söylermişçesine.

İkincisi: Beş altı adım atıyorum karşıma bir delikanlı çıkıyor, yana

çekiliyor saygıyla, selam veriyor. Ben de tebessüm ederek selamını

alıyorum. Yani böylesi durumlarla çok yerde karşılaşmak artık günlük

hadiselerden sayılıyor…

Saat on altıda evden çıktım. Üsküdar’dan Eminönü, oradan

tramvayla Sultanahmet. İkindi ezanına az kalmış, Firuzağa Camiinde

ikindi namazı kılıyorum cemaatle. Sonra Yazarlar Birliğine gidiyorum.

Şakir Kurtulmuş ile buluşuyoruz, Mahmut Bıyıklı ile oturuyorlar.

Mahmut Yazarlar Birliğinde bir dönem başkanlık yaptı, şimdi

de yönetiminde bulunuyor. Şakir Koordinatör olarak göreve başlamış.

Yeni olmuş bu görev. Eskaderin Timaş Kitap Kafede perşembe

günleri yaptıkları sohbetin konuşmacısı Şakir Kurtulmuş oluyor bugün.

Beraber gidiyoruz. Saat on sekizde program var.

Şair Cengizhan Orakçı açıyor sohbeti. Şiire Giden Yolda ismi

çerçevesinde bir sohbet olacak. Şairin biyografisini okuyor, diğer bazı

bilgilerden sonra şairin şiire başlama serüvenini öğrenmek istediğimizi

söylüyor. Şairin okul hayatı, okuma eylemi, şiire olan ilgisi, şiiri

tanıması, lisedeyken şair Mustafa Özçelik ile tanışması, Özçelik’in

ona Sezai Karakoç’un bir kitabını vermesi, öylece kitaba, okumaya,

şiire yönelmesi hadisesini bir güzel anlatıyor. Şakir Kurtulmuş. Sonrasında

dergilerle ilişkilerini, ilk şiirinin yayınlanışını, Yeni devir gazetesi

yıllarını, gazetede yayınlanan Mavera Dergisi hakkındaki ilk

yazısını ve tabii ki Mavera dergisini muhabbet tadında anlatıverdi

sağ olsun. Bir şiirini okudu sonunda…

Şerif Aydemir, Bestami Yazgan, Mehmet Nuri Yardım, İlyas

Dirin, Bekir Tuncer Salihoğlu ile bir gurup dinleyici bu anlamlı ve

güzel sohbetin dinleyicileri olduk. Vilayetin oradan Marmara’yla Üsküdar’a

vardım akşamın serinliğinde… Yedi İklim dergisinden kimsenin

olmaması epey üzmüş olmalı ki ayrılırken görüyor musun Yedi

İklimden kimse yoktu diye üzüntüsünü belirtmiş oldu…

Bekir Tuncer “Çakı Çakmak Ayna Tarak ile Bizim Kral” adlı

hikâye kitaplarını hediye etti. Timaş’tan yeni çıkan “Dedem Mehmet

Akif ” kitabını on bir lira vererek aldım…

29 Mayıs 2015, Cuma, 23.24

Hareketli bir sabah oldu bugün. Gece hanımın tansiyonu gene

18’e çıkmış. Oğlumuz Yasin tansiyonunu ölçmüş annesinin. Dilaltı,

tansiyon ilacı derken sabahı bulmuşlar. Beni dokuz civarında uyandırdı

eşim. Durum iyi değil. Baş ağrısı, boyun damarının ağrıması,

kulaklarının tıkanması... Vaziyet iyi görünmeyince Numune Hastanesinin

acilinde bulduk kendimizi. Hayret bir şey olmuş tansiyonu

13 – 7 ye düşmüş, bu harika bir şey tabii bence. Epey bir bekledik.

Sabahleyin hemen Bakırköy’de ikamet eden Gülay kızımızı da çağırmış

annesi. O yanında olunca kendini daha rahat hissediyormuş…

Kızımız da geldi hastaneye…

Acilde bir adet iğne yaptılar. EKG çekildi. Onları bir saat sonra

gördü doktor hanım. Bu defa kan tahlili istedi. Bir saat sürdü sonucu

almak. Cuma vakti yaklaşınca hastanenin girişine bir çadır kurmuşlar

orada namaz kılınacak. İçeri girdim. Hastanenin alt tarafında bir

camii vardı onu yıkmışlar yeniden yapılacak. Yanında derin kazılmış

geniş bir alana da oto park yapıyorlar. Epeydir sürüyor çalışmalar.

Bir hayli işi var anlaşılan…

Saat on dört civarında tekrar doktorun yanındayız. Kan sonuçları

da iyi çıkıyor. Yapılan iğnenin faydası olmuş. Kulakları dışında

vaziyet iyi görünüyor. Doktorun önerisi tansiyonunuzu bir hafta düzenli

olarak ölçün ve yazın ona göre bir dâhiliyeciye gidin. Yani bildiğimiz

iş. Yıllardır zaten uğraşıyoruz. Teşekkür ediyorum. Genç ama

iyi bir doktor… İlgisi, hastaya yaklaşımı, önerileri; tuttum doğrusu…

11


Bu defa bir taksiyle Üsküdar’a varıyoruz. Mihrimah Tıp Merkezinde

KBB önünde sıra bekliyoruz. Yaşlı bir doktor gelmiş. Yeni

görüyorum. Burası da uğrak yerimiz oluyor. Diş, göz, dâhiliye falan

derken epey bir uğramış oluyoruz. Bana özellikle iyilikleri var. Tekmil

dişlerimi yaptılar, para almadılar sağ olsunlar. Dr. Ahmet Özdemir

Beyin bana çok iyilikleri var doğrusu. Hep parasız olmaz bu

gidişlerde ücreti ödemek lazım. Kulaklarını temizliyor doktor. Kulaklarını

yıkayınca rahatlıyor Ayşe Hanım. Beni duyuyor musun diye

takılıyorum. Kızımızı gönderiyoruz evine, biz de gene bir taksi ile

Beylerbeyine evimize geliyoruz. Kadıncağız rahatlıyor, şükrediyor.

Evimiz de rahatlıyor haliyle. Bu tansiyona bir çare bulmamız gerekiyor.

Sık sık 18-19’a çıkması iyi olmuyor…

İkindi vakti Şakir Kurtulmuş ile Mihrimah Sultan Camiinde

buluşup namaz sonrasında Yedi İklim dergisine gidiyoruz. Giderken

bizim Mustafa Yıldırımın açtığı Abbara çay bahçesine uğradık.

Mekânda siyah güzel bir kedi ve yavruları var. Bunlar İlyas Aslanın

kedileri. Evinde bakıyormuş, buraya getirmiş kedilerini. Masalara

çıkıyor kedicikler, paçalarına tırmanıyorlar oturanların. Bir kızcağız

baktı ki olmuyor kalkıp gitti. Sahi buraya hep kedi severler gelseler

ne hoş olur değişik bir atmosfer çıkar ortaya. Çaylarımızı içip kalktık.

Yedi İklim’in yerine vardığımızda Ali Haydar Haksal, Esra Haksal,

Ahmet Haksal, Osman Bayraktar, Serdar Kacır, Ömer Hatunoğlu

ile gençler vardı. Sonradan Ahmet Demirel, Veysel Akdoğan, Prof.

Dr. Hüner Şencan, Recep Yumuk Beyler de gelip toplantıya varlıklarıyla

güzellikler kattılar. Hanım kızlar da gelmişler. “hür tefekkürün

gecekondusu” üst başlıklı “Eyvallah – edebiyat, fikriyat ve medeniyet

fanzini” adlı dergilerinin Mayıs ve Haziran sayılarını da takdim ettiler

bizlere. Mayıs sayısında Hasan Aycın var, Haziran sayısında ise

-Doğunun Şairleri- özel sayı yapmışlar. Sezai Karakoç, Nizar Kabbani,

Nuri Pakdil, Muhammed İkbal ve Cahit Zarifoğlu hakkında tanıtıcı

bilgiler sunmuşlar dört sayfalık fanzinlerinde… Çay eşliğinde

su böreği, kurabiye, simit ikram edildi. Ayrıca Kayısı ve Kiraz vardı

masada. Sonradan ise Recep Yumuk Bey kıştan beri yaptığı gibi bir

poşet Muz ile gelip bir tat sundu muhabbet sofrasına… Güzel faydalı

konuşmalar yapıldı... Ben biraz erken ayrıldım bu akşam…

30 Mayıs 2015, Cumartesi, 23.56

Günler nasıl da çabuk geçiyor. Manzarayı örten ağaçların yaprakları

o kadar taze ve o kadar güzel bir şekilde büyüdüler ki bir

baktık önümüzü kapamışlar. Karşıdan köprüye veya Kadıköy’e, Üsküdar’a

giden gelen araçları göremiyoruz artık. Manzara tümüyle

kapatıyor kendini böylece. Pencereden bakınca okulun bahçesini ve

ağaçların o kendine has diri duruşlarını seyrediyorum. Bu güzellik

diyorum ve rahatlıyorum. Kenarlardan ise yukarı doğru yeşil bir alan

ve tabii ki yamaç görünüyor. Çok ufak bir açı olarak da ancak köprüdeki

Metrobüs durağına yanaşan Metrobüsleri görüyorum. O da çok

kısa bir mesafede görünüyorlar. Sağ taraftan ise köprünün ışıkları

görünüyor biraz. Yazın diriliş macerası böylece tekâmül ediyor. Ne

ala, demek ki hayat devam ediyor…

Bu akşam her ayın son cumartesi yaptığımız sohbet toplantısına

gitmedim. Her ay Hasan Tekdemir ile gidiyoruz. Bugün misafiri olduğunu

gelemeyeceğini erkenden bildirince ben de üzerimdeki durgunluğu

bahane edip bu ay bir tembellik yapıp gitmeyeyim dedim.

Nedense bir isteksizlik oldu bugün. Yoksa başka arkadaşlar da gelip

alabilir beni. Nitekim 21: 30 sıralarında sevgili, dostumuz Şerif Ortatepe

aradı, gelip alayım dedi ama keyfim yok, dostlara selam gönderdim

ancak. Bana da biraz tuhaf geldi bu akşamki isteksizliğim.

Hâlbuki her ay bir muhabbet oluyor dostlar arasında. Bir iki defadır

da bir eski kadim şairimizden bir şiir bir de kendi şiirimi okuyorum

ve o akşamki sohbet için bir ayet seçiyorum Hüseyin Şahin Hocamız

bize tefsir etsin diye…

Bu akşam bu cumartesi böyle oldu…

31 Mayıs 2015, Pazar, 23.41

Bütün gün evden çıkmadım. Sardunyanın saksısını değiştim.

Çiçeklere su verdim. Bu yıl aldığımız hanımeli çiçek açtı. Yasemin

uzamaya devam ediyor. Karanfil kurumuştu yerine bir küçük saksıda

küçük açan bir karanfil aldım. Nedense kendim fidandan yetiştirmediğim

çiçekler ya bozuluyor ya da kuruyor bir müddet sonra.

Canlandırmaya uğraşıyorum. Bu kış bazı günler sert geçmiş epey çiçeğim

donmuştu. Yerlerine yeniler geldi tabii. Eksik olanlar var sevdiğim,

balkonumda olmasını istediğim çiçeklerden…

Kırmızı açan bir gül, bakara mesela, bir küpe çiçeği, bir zamanlar

İtalyan küpesi bir çiçeğim vardı. Büyükçe açan bir karanfil şu an

aklıma gelenler… Camgüzeli de yok epeydir çiçeklerimin arasında…

Mayıs ayı da geldi geçti böylece.

Hayat devam ediyor…

1 Haziran 2015, Pazartesi, 23.36

Bazı işleri bitirmek lazım… Oruç günleri geliyor. Bu akşam Berat

Kandili... Dostlar mesaj ile kutladılar. Bazı dostlar telefonla arayıp

güzelim muhabbetli seslerini de duyurmuş oldular. Mesajdan ziyade

telefon etmek daha doğru bir davranış olur diye düşünüyorum… Bu

vesileyle bu bağış ile milletin esenliği, sağlığı, huzuru olsun inşallah.

Güzel yurdum kandan, kırımdan, felaketlerden uzak olsun inşallah…

Siyasi çekişmeler hiç de iyi görüntü vermiyor. Bu seçim bitse

de ortamın rengi değişse, mutedil, sakin düşünceli günler gelse diyorum.

Memleketin meselelerini sakin kafayla düşünsek, çareler arasak

olmaz mı? Olur, ama nasıl diyesi de geliyor insanın…

Sabahleyin Karabatak Dergisi ile Külliye dergisine birer şiir yolladım.

İki ayda bir çıkan dergiler bunlar. Aklımdan çıksın diye Ramazan

gelmeden. Külliye bir de bir fotoğraf ve şiir görüşüm hakkında

uzun olmayan bir yazı istemişti. Pazar günü tembelliğimde ancak

onu yapabildim, daha önce yazdığım yazılardan iki paragraf toparlayıp

gönderdim. Şiir de istemişler bari onu da bugün ulaştırayım da

rahatlamış olayım diyerek bir şiir seçip gönderdim… Külliye dergisi

gönderdiklerimi aldığını bildirmiş…

Oğlum Yasin ile Küplüce’ye gidip Nalbur Ali Abiden plastik iç

duvar boyası aldık. Tavan için de aldık. Rulo ve fırçalar diğer lazım

olan ufak tefek malzemeler. Evimizi boyayacağız ikimiz. Bakalım başaracak

mıyız bu haziran günlerinde. Hem de ramazana yakın günlerde.

Evin kirasını artırma ayı geldi. Telefon açtım Emin Beye. Kendisine

ulaşamadım, hanımı Hacı Hanımla görüştüm. Bu sene benim

artırmamı istiyor ısrarla. Kendisi artırıyordu ben de tamam diyordum.

Fazla da artırmıyordu. Resmi rakamlara göre, galiba TÜFE’ye

göre idi. Bu sene az bulmuş olacak diye geçti içimden. Çocuklarla

istişare edip yüzde on artırma kararı aldık. Aradım gene yoktu Hacı

Emin Bey. Akşam namazı için camiye gitmiş. Hacı Hanıma ilettim

durumu. Yüzde on artıralım ne dersiniz dedim. Hacı Hanım ne kadar

ediyor dedi. Sesim de pek oradan anlaşılmıyormuş. Kendileri

Ankara’da ikamet ediyorlar. 670- 70 daha 740 ediyor dediğimde biraz

az oluyor diye cevapladı. Siz ne diyorsunuz dedim. 750 olsun cevabını

alınca tamam dedim. O az anlaşılır telefon konuşmalarında evet,

kabul dedim ama Hacı Beyden hala ses yok. Cevap gelmedi… Mübarek

gecedir, ibadet halindedir belki. Yarın olsun hayırlısı olsun…

2 Haziran 2015, Salı, 23.56

Ne yapmalı derken bugün için bir hayli iş yaptığımı sanıyorum.

Boya işini yarına bıraktık. Öğlen vakti Hasan Tekdemir ile Küplüce’de

Marangoz Ramazan arkadaşımızın evinin, iş yerinin, burasının

alt katı Ahmet Şahinlerin çanta imalat atölyesi oluyor. Ahmet’in ağabeyi

Hüseyin Hocamız burada bulunuyor. Üst tarafta Marangozhaneye

girişte de bir sohbet odası var ki burada yemek yiyorlar, sohbet

12


edip çay içiyorlar. Zaman zaman benim de uğradığım bir dost mekânı

oluyor burası…

Hasan ile bahçeye vardık. Dut ağaçları dallarını aşağılara kadar

sarkıtmışlar. Eh maşallahı var dutların. İri beyaz dutları yemek, o

lezzeti tatmak için dallarına uzanıyoruz. Bir hayli dut yedik ikimiz

böylece. Yerlere dökülmüşler var bir hayli. Yazık bunlara diyoruz.

Bereketli bir yıl olmuş dutlar için. Tabii oradaki çalışanlar da istifade

ediyorlar… Öğlen vakti olmuş haliyle bir de mantı yapmışlar, onu da

ikram ettiler sohbet odasında. İkişer de çay içip döndük evlerimize.

Bankaya uğradım. Kiramızın zamlı hali olarak 750 lira yatırdım

ev sahibinin hesabına. Rahatladım böylece. Bu iş de bu senelik böyle

devam edecek gelecek haziran ayına kadar…

Yedi İklimden Ahmet Haksal’ı aradım. Dergi çıkmış. Üsküdar’a

gidip üç adet dergi aldım. Ahmet Bey kendisi verdi dergileri. Yedi

İklim dergisinin bu sayısında kızım Gülçin’in bir hikâyesi var. Pazar’dan

biraz sebze aldım. Gelirken yolda bir tanıdık rastladı, şairim

görünmüyorsun, dedi, yalnız internette görebiliyoruz diye ekledi.

Gülüştük. Zamanı böyle gibi bir laf edeyim derken, siz şiire devam

edin, dedi. Selamlaşarak ayrıldık. Belediyeyi geçmişken poşetime bir

el uzandı, İlyas Arslan tebessümle baktı. Ayaküstü lafladık…

Kadın Gibi Kadın

Seçil Çolak

Devrik cümlelerimde bulacaksınız beni.

Hikâyemi ise milyonlarca kadında… Elif benim

ismim. Otuz bir yaşındayım. Edirneliyim,

Edirne’de yaşıyorum. Beş yıldır bilindik

bir gıda mağazasında çalıştıktan sonra mağaza

müdürü oldum. Ancak hikâyemin ne

ismimle ne yaşımla ne memleketimle ne de

işimle bir ilişiği var. Beni ve benim hikâyemi

bulacağınız milyonlarca kadının tek bir ortak

payı var o da kadın olmak, tek bir paydası

var o da hayat, tek bir böleni var o da

cinayet… Hikâyemde değişkenlerin önemi

yok. Kadınsan tutunamıyorsun yeryüzünde

ve evet cinayet… Ne denli duyarsızlaştık bu

cinayet, tecavüz haberlerini duymaya.

Kadın, “Ölmek istemiyorum!” dedi.

Küçük çocuk: “Lütfen ölme, anne!” diye

bağırdı.

Biz kadınlara efsunlu bir mucize gerekti

herhalde. Oysa dünyanın en büyük mucizesi

kadın değil miydi? Yoksa asıl soru, dünyanın

en büyük mucizesi kadın mı olmalıydı?

Hasta bir ruh nasıl fark edilirdi? Fark edilen

hasta ruh iyileşebilir miydi? Her şeyi yapabilen

kadın sağaltım da yapabilir miydi?

Zaten kadın dediğin her şeyi yapabilen demek,

değil miydi? Sahi kadın gibi esaslıca

söyleyecek olursak neydi tam olarak kadın?

Kadın güçtü, üretkenlikti, bereketti, estetikti,

duygu cömerti, irade zenginiydi. Kadın

vefaydı, fedakârlıktı, sabırdı. Kadın her şeyin

en güzeliydi. Kadın nezaketti, incelikti,

samimiyetti, ayrıntılı düşünebilme sanatının

bahşedildiğiydi. Kadın tutkuydu, beceriydi,

çalışkanlıktı, yaratıcılıktı. Diyorum ya işte

kadın, kadındı. Yüreğine sığdırabildikleriyle

güç, sığamadığı yüreklerde bile sabırdı. İşte,

sokakta hatta evde cesaretin beden bulmuş

haliydi kadın. En içten tebessümdü, insan

ruhunu kutsallığına inandırandı kadın.

Sahi ne oldu bu kadına?

Kadın zorla evlendirildi. Gidecek yeri

yoktu, okumasına bile izin verilmemişti.

Daha çocukken evlendirildi. Kadının tek sahip

olduğu ve tüm benliğini adadığı çocukları

vardı. Kadın öldürüldü.

Kadın fark edemedi, yalnızca sevdi. Kadın

sevilmeyi bekledi, kadın değişimi bekledi.

Kadın sabır gösterdi ve yine aynı kadın

öldürüldü.

Kadın bu kez fark etti ve geç değil, dedi.

Kadın yeni bir hayat için huzurlu ve sağlıklı

bir yaşam adına yoluna tek başına devam etmeye

karar verdi. Kadın öldürüldü.

Kadın ne yanlış bir seçim yaptı ne de

yanlış bir seçime zorlandı. Kadın o gün sadece

işten evine dönmek istedi ve her şeyden

habersiz hiç tanımadığı biri tarafından öldürüldü.

Kadın hep güzellikleri görmek istemişti.

Kadın fedakârlıkta hep cömert olmuştu. Kadın

hoşgörüyü ruhuna nakşetmişti. Bu yüzdendi

görmezden gelmesi, değişir sanması,

tekrardan denemesi, yeniden çabalaması...

Oysa kadın anlamıştı. Oldurmaya çalışmamalıydı,

değişim imkânsıza yakındı. Kötülüğe

ilk o an izin vermemeliydi. Kadın çaresiz

değildi, çarenin kendisiydi. Yaşarken ölmek

olmazdı. Ayıp; susmaktı, susturmaktı. Kadın

öldürüldü.

“Ölmek istemiyorum!” dedi kadın. Neden

dediklerinde, “Çünkü evlatlarım var.”

dedi. Neden dediklerinde, “Çünkü ailem

var.” dedi. Neden dediklerinde, “Çünkü bana

ihtiyaçları var.” dedi ve yine o kadın hiç düşünmedi

kendi hayatının öz değerini çünkü

yine aynı kadın hiç yaşamadı kendi hayatını

salt kendisi için. Kadın öldürüldü.

13

Şimdi artık benim milyonlarca kadınla

ortak olan hikâyemi dinlemek istiyorsun,

öyle değil mi? Cinayet silahını, kaç kez bıçaklandığımı

ya da kim bilir kaç kez vurulduğumu,

bunu kimin yaptığını, olayın nerede

olduğunu hatta kim bilir belki en çok

da olay günü üzerimde ne olduğunu bilmek

istiyorsundur. Eşim miydi bana bunu yapan

yoksa sevgilim mi yoksa hiç tanımadığım

biri mi yaptı bana bunu? Evli miydim, çocuğum

var mıydı, hangi üniversiteyi bitirmiştim,

nasıl görünüyordum, nasıl bir yaşamım

vardı, neler yapmayı severdim, kimdim ben?

Bu hayatta nelerle mücadele etmiştim? Sonu

cinayet olan bir hikâyede bunların önemi var

mıydı? Yoksa asıl soru dünyanın en temel

hakkı olan “Yaşama Hakkı” ile “Kişi Özgürlüğü

ve Güvenliği Hakkı” mı sorgulanmalıydı?

Ben merak ettiğin cinayet hikâyemi

anlatmayacağım. “Ölmek istemiyorum!” demek

için yazıyorum. Bu satırları yazabildiğime

göre hala cinayete kurban gitmemek için

bir şansım var diye yazıyorum. Kaderimin

milyonlarca kadınla ortak olmaması için küçük

bir umudum var diye yazıyorum. Kimse

milyonlarca kadını geri getiremez ama herkes

bu milyonlarca kadına bir yenisi daha

eklenmesin diye elini taşın altına koyabilir.

İşte bu yüzden yazıyorum ve sen işte bu yüzden

okumalısın, okutmalısın. İşte bu yüzden

daha çok olmalıyız. Ölmek istemediğimiz

için. Bir kadın olarak bilmek isteyenler için

son bir kaç kelamım daha olacak. “Kadın

sevgi ister, değer görmek ister. Sevdiği yürekte

güvende olmak ister. Sevgi can yakmaz,

sevgi huzursuz etmez, sevgi güven kırmaz,

sevgi aldatmaz, sevgi aşağılamaz, sevgi incitmez,

sevgi salt sever. Kadın salt sevgi ister.


Öldüren Övgü

Volkan DENLİ

Bestami Yazgan

NİNELERİN

KAFDAĞI’NA GÖÇÜ

-Bir zamanlar nineler,

Masallar anlatır,

Ninni söylermiş torunlarına,

Doğru mu anne?

-Evet yavrum,

Evvel zaman içinde,

Kalbur saman içinde...

-Şimdiyse masalları

Televizyon anlatıyor,

Televizyon benim

Ninem mi anne?

-Cinler cirit oynarken

Eski hamam içinde,

Bir sihirli kutunun

Kapağını açmışlar,

Büyülenen çocuklar

Karşısına geçmişler...

-Peki sonra!

-Bu olay üzerine

O güzelim nineler,

Masalları, ninnileri toplayıp

Kafdağı’na göçmüşler...

Kadın her şeydir ki bir kendi değil!

Dünyada çoğu toplumda kadına dair milyonlarca övgü sıralanıp

gider.

Peki, gerçekte böyle midir?

Kadın, romanlara konu, şiirlere ruh olurken nesneleşmedi mi? Romandaki bir ağaç

gibi, bir kuş gibi, bir dağ gibi düz tümleçleşmedi mi? Övgüler, söylemden öteye gidebildi

mi?

Kederimize ve sevincimize ortak olan, yaşamımızda her an yanımızda ender bir parçamız

olarak bulunan, ana olan, dost olan, eş olan, arkadaş… Kısaca her şeyimiz olandır

kadın. Yoksunlukların, bencilliklerin, öfkelerin, cehaletin oluşturduğu kötü kişiliğin hedefi

değildir kadın. Yazıp çizmek bir şeydir. Gerçek olan daha mühimdir. İdealar dünyasından

ziyade, gerçeğin dünyasında ne kadar bilinçli olunabilir? İnsan, tasavvuru çokça güzelleştirebilir

ama yanlış, gerçeği başka şekilde tasavvur etmekle düzelmez.

Kadın toplumda övülecek bir karakter olarak mı yaşar? Yoksa övgü haksızlıkların örtüsü

müdür?

Kaç kere yandı, kaç kere sürüldü, kaç kere ötelendi?..

Kâh gizliden kâh aleni…

İncindi, yaralandı, öldü kadın. Umursayıp, itiraz eden kumsalda kum tanesiydi.

Çoğu zaman en yakınıydı; kocası, eski kocası, babası, abisi, nişanlısıydı kadının ruhunu

kurutan.

Kaç erkek töre cinayetine kurban gitti? Kaç erkek namus kavramının mağduru oldu?

Kaç erkek kadınlar tarafından taciz edildi? Bu haksızlıklar, erkekler için sayı verilemeyecek

kadar azken kadınlarda sayılamayacak kadar fazladır. Çünkü her saat hatta her saniye kadına

yönelik bir suç işlenebiliyor. Dolayısıyla hangi övgü yaşatır onu, hangi roman, hangi şiir?

Kadın, toplumda övülecek bir karakter olarak mı yaşar? Yoksa övgü haksızlıkların örtüsü

müdür?

İnsanlar, çoğu şeyi düşüncelerine ve hislerine göre biçimlendirme çabasını daima sürdürüyor.

Bu da dolaylı olarak baskıyı, anlaşmazlığı ve çatışmayı doğuruyor. Oysaki empatiyle

bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu şartları, durumu ya da davranışlarının

sebebi anlaşılabilir. Bu bir başkasının duygularını, durumunu, davranışlarını içselleştirmenin

bir yoludur. Söz konusu kadınsa daima gidilecek bir yol olmalıdır ve gelenek saf dışı

bırakılmalıdır. Çünkü kadın insan türünün bir parçasıdır. Çünkü kadın varlığın temelidir.

Ne yazık ki toplumda kadın, hak ettiği hassasiyeti görmüyor ve gereken değeri alamıyor.

Günümüzde dahi savaşların ortasında kalan bir ganimet olabiliyor, erkeklerin malı,

esiri, ziyneti ve eğlencesi olarak da görülebiliyor. Bu durumun ahlaki hiçbir yönü yoktur.

Bu ayrımcı yaklaşım, aklın ve mantığın hiçbir ilkesine uymaz. Kadın ziynet değil, esir değil,

herhangi bir şey değil, şiddetin deneme tahtası değil, kadın sadece kendi olmalıdır.

Gidilecek yollar vardır insan için; aynı olma yolu, eşit olma yolu, aklın yolu, adil olmanın

yolu...

Övgü değil, bilinç gerekir, farkındalık gerekir, değişim gerekir. Adil olmak için, duygunun,

aklın, mantığın vicdanını taşımak gerekir.

Övgüyü yaşamda görmedikçe, olması gerekeni dünyaya yaymadıkça, haksızlıkların

üzerindeki örtüyü indirmedikçe, soru hep aynıdır:

Kadın, toplumda övülecek bir karakter olarak mı yaşar? Yoksa övgü haksızlıkların örtüsü

müdür?

Şairler yanılıyor,

Camlar kırılıyor,

Çiziliyor, gıcırdıyor,

Çığlıklar kırılıyor.

Ağır bu roman,

Kederi alaya, vicdanı aşağı alır.

Karanlık bu roman,

Bir yerde övülür, bir yerde ölür,

Kadın...

14


KI-

ZIL

Esra

ALGAN

Gözlerimi

açar açmaz derin

bir kuyudan

yüzeye çıkar

gibi bir hisle

soluklandım. O kuyunun içine nasıl girdim,

nasıl bu kadar derin bir uykuya daldım, hatırlayamadım.

Yalnız girdiğim yataktan bir

başıma uyanmazdım çoğu zaman. Yanımda

yine o alıştığım sima, hiç alışık olmadığım

kadar huzurla uyuyordu. Pijamalarını giymeden

yatmış, belli ki yine sızmıştı. Ayağının

biri yorganın üzerine çıkmış, vücudunun

sol tarafını açıkta bırakmıştı.

Hep sağ yanında yattım. Sol yanında hiç

atmadım, belki de attım ama bunu hiç anlamadım.

Yattığım yerden kurtarmaya çalıştım

ayağını, olmadı, üzerini örtemedim. Şimdi

uyanır yine başlar söylenmeye diye ses etmedim.

Üşümüştü elleri, soğuk ve kirliydi. Yavaşça

dokundum uyandırmaktan korkarak.

Tutar tutmaz bir titreme yayıldı bedenime.

En son ne zaman tuttuğumu anımsayamadım.

En yakınımdaki ne kadar uzakmış aslında

o an anladım. Her defasında yüzümde

patlayan bir tokatla hissettim oysa varlığını

ya da akşam eğer eve gelmeyi akıl edebildiyse

elindeki poşetleri alırken temas etti işaret

parmaklarımız birbirine. Hep başka hayatları

işaret eden, kendi hayatına çeviremediği o

parmakları.

Belki de onu çok sevebilirdim, hem de

çok, her şeyden çok, ruhumun derinliğine

bir kez inebilseydi. Birkaç güzel söz ya da tek

dal bir çiçekle bile gönlümü alabilirdi. Hor

görmeseydi, esaretime nezaret etmeseydi.

Unuturdum belki çocukluk aşkım Mehmet’imi.

Uğruna ağıtlar yaktığım, yıllarca

ardından ağladığım Mehmet’imi. Adımı bir

kez söylese gök kubbeye ulaşır, yağardı sevgi

sözcükleri üzerime. Okşayarak bakardı gözleri

gözlerime. Onu gördüğüm son gün, ulu

çınar ağacımızın altında kanadının altına

sokulmuştum. Tüm kâinat ve kâinatın barındırdığı

insanlar sevdamızın figüranlarıydı

adeta. Başka hayatların figüranı olacağımız

aklımıza dahi gelmezdi.

Birden karşımızda belirdi Fehmi, bilirdim

beni hep uzaktan severdi. O gün bir

cesaret gelmişti belli ki. Tutup kolumdan

beni bir tarafa fırlattı. Gözümdeki yaşlara

bulanan toprak, engel oluyordu olan biteni

görmeme. Şaşkınlık ve korku arası gelgitlerde

doğrulamadım yerimden. Yüzüne vurduğu

yumruktan sonra, boylu boyunca kızıllar

içinde yatıp kalmıştı Mehmet’im oracıkta.

Sonra hiç kalkamamış yerinden, hep yatalak

kalmış. Öyle demişlerdi, o lanetli soruyu her

sorduğumda. Karşılık görmeyen bir sevgi

nasıl bu kadar zalim olabilmişti?

O gün köy yolundan eve kadar bileklerimden

tutup sürükledi beni, bir ayıbı ayyuka

çıkaran kahraman edasıyla. Bileğimin acısını

bastırdı, yerinden çıkmak için can atan kalbimin

acısı. Sürüklenirken her düştüğümde,

dizlerim sızlamıştı bir kızıllık eşliğinde. Beni

babamın önüne attığında gördüm o kızıllığı

yerde. Kulaklarım duymuyordu artık uğultuları.

Tek duyduğum ve inanamadığım cümle

yankılandı kulaklarımda: “Namusunu nasıl

temizleyeceksin kızının?”

Babam el âlem ne der, nasıl yaşarım

korkusuyla ya kurşuna dizecekti ya da hemen

oracıkta verecekti beni ona. Kıyamadı

göğüs uçları yeni belirmiş sırma saçlı kızına.

Fehmi ödül olarak alırken beni kendine,

sonunda muradına ermişti.

Henüz evliliğe yetmemiş bedenime giydirilen

bembeyaz güpürlü kabarık elbise, sarılıp

uyuduğum bebeğimin üzerindekinden

güzel değildi oysaki. Hayallerimde giydiğim

gelinlik bir tek Mehmet’imin yanında mı güzeldi?

Bir kızıllık sahipliğinin göstergesi oldu

o gece. Duramadık köyde, kısa zamanda iş

bulup taşındık dedikoduları koynunda barındırmayan

şehre.

Şimdi bu yorganın içine sokuşturduğum

elleri anımsadım da saçlarımda gezinmişti o

ilk akşam. “Dokunma o kirli ellerinle saçlarıma!”

diye kurduğum en ve son cüretkâr

sözlerim dökülürken ağzımdan gözlerimden

yaşla birlikte ne o dokunan eller kalmıştı geride

ne de belime uzanan sırma saçlarım.

Vurdukça ağladım, içime kapandım.

Onun için döktüğümü sandı yaşları. Ben

ağladıkça o mutlu oldu. Yıllarca o vurdu,

ben ağladım, o mutlu oldu. Bana sahipliğini

en çok vurarak hissediyordu belli ki. Hamileydim,

kıyamaz vurmaya dedim, vurdu.

Sonunda karnımı saklamadım, vurduğu

tekmelerle düşsün istedim, düşmedi ilk göz

ağrım. Çocuğumun babası dedim, sevmek

istedim, vurdu. Geç geldi, vurdu. Yemeği bahane

etti, vurdu. Hep bir neden buldu vurmak

için. Düşündüm de bu soğuk eller hiç

bu kadar masum olmadı.

15

İki, bir olamamış bedeni yıllarca bağrına

basan bu yatak ne ihanetler biriktirdi.

Çocukların okul tatili başlarında avucuma

tutuşturulan bir valizle beni aylarca uzaklaştırdığı

bu yatakta ne ihanetler birikti. Her

defasında dönmek istemesem de defalarca

bir elimde valiz bir elimde çocuk kaçıp kurtulmaya

çalışsam da dönüp geldiğim evdi

burası, bu yatak.

Saçlarında dolaştırdım ellerimi, kırlaşmıştı

iyiden iyiye. Kirliydi. Vaks ve toz birikmişti

yer yer. Yıllarca dokunmaya cesaret bile

edemediğim saçlarına dokundum. Uyanmıyordu

nasıl olsa. Gözleri aralıktı, öfkeden

eser yoktu. Bıyıklarının altındaki iri dudakları

yayılmıştı çenesine doğru, uykusunda

gülüyordu belki de birine, bana gülecek hali

yoktu ya. Bir hırs, bir inat uğruna nasıl da

zehretmişti hayatı bize.

Çocuklar da uyanmış, tıkırtıları geliyordu

içeriden. Saat ilerlemişti belli ki. Doğruldum

yataktan, saatlerdir göz kenarımda

birikmiş yaşların saçlarımın kenarına akmasına

izin verdim.

Gece özenle ütüleyip serdiğim yeşil nevresim,

güneşin gölge oyunlarıyla kızıllaşmıştı.

Pamuklar saçılmıştı oraya buraya yine o

kızıllıkla haşır neşir olmuş bir şekilde. Gece

yarısında sarhoş bir şekilde kapıya dayanıp,

“Bir defa da beni gülerek karşılasan ölür müsün?”

dedikten sonra yediğim yumrukla koşarak

sindiğim bu yatak örtüsü, hatırlıyorum

yeşildi. Yüzümden yıllar önce sanki kendisi

söküp almamış gibi gülümsememi. Odaya

elinde bıçak takımının en büyüğüyle girip

saldırdığında, sarıldığım yorganın ne suçu

vardı? Yatağa elindeki bıçakla düştüğünde

inleyen bedenini duymadı hıçkırıklarım.

Yorganın altında kaskatı kesilmiş yılların

hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordum oysaki.

Bir süre garip sesler çıkarıp debelendi.

Korktum, bakamadım, boğazlanan bir hayvan

gibi bağırıyordu. Bacağımda inceden

bir ağrı vardı ama çoktandır duymuyordum

bedenimdeki ağrıları. İnsanın ruhu acır mı?

Benim yıllardır ruhum acıyordu...

Kalkıp duş aldım. Bacağımı eski bir çarşafla

sardım. En güzel kokularımı sıktım ve

çocuklarımın karşısına yine o sahte gülümsememle

çıktım. Özenle dilimledim peyniri,

domatesi. Sucuklu menemen yaptım, mutlu

oldular. Mutluydum ben de, belki de yıllardır

ilk defa. Bir hafifleme vardı ruhumda. Artık

beni mutsuz eden bir neden kalmamıştı. Çocukları

hazırladım, okula gönderdim öperek

gamzelerinden. 155’i aramadan önce son

defa baktım o hayatımı karanlığa boyayan

kızıla. “Alo! Evde yıllar önce içimde öldürdüğüm

bir ceset var. Yatağımda yatıyor.”


gönlünün tespihine mıhlanan inleyişler

hüzne redif öykünmeler doğurur

bak!

süngülenmiş düşlerinin saçları dökülüyor

kanadığın yerden kana kana sus Esna…

Öykü

Esna

Mehtap Altan

Güneşin şakağıma değen sıcağı, rayların üzerindeki kızıl kıyameti

bir kat daha çoğaltırken eteğimin kenarına takılı kalan gelinciğin

kopmuş yaprakları dikkatimi çekti. “Çiçekler intihar ederler mi

acaba?” diye iç geçirdim. Yoksa solmamak için tutunurlar mı yaşam

kokan bir eteğe?

Evimiz tren istasyonunun hemen dibindeydi ve bazen kendimi

bulmak için rayların arasında öykülerini doğuran canlıları izlemeye

giderdim.

Yine biraz dem, biraz kafa dağıtma günlerimden birinde, rayların

arasında bir devinim şaşkınlığıma mührünü vurmuştu. Ölmüş

bir serçenin kanatlarına üşüşmüş yüzlerce karınca! Karıncalardan

bir tanesi ile göz göze gelmemiz zor olmadı. Bedeninin yüzlerce katı

büyüklüğündeki serçe ölüsünü taşıması, ona hiç de zor gelmiyordu.

Serçeyi yemek için değil, raylarda defalarca ezilmemesi için taşıyorlardı.

Erdem bazı insanlarda hiç yokken minik devlerde olduğunu

görmek ne tuhaftı!..

Karınca ordusunun ayaklarımın dibinden vefa töreniyle geçişinde

bir şeyler eksikti sanki. Serçenin ezilirkenki siren seslerinde

kalmıştı aklım. “Ölüme kanat çırparken en son nereye uçuyordu ki?”

dedi içimden bir ses. Hayatımız boyunca kim bilir kaç defa siren çalışıyordu

bizi uyarmak amaçlı ve biz belki de hiç birini duymuyorduk!..

Tren istasyonundan sokağımıza yaklaşırken yine o pencereye

takıldı gözüm. Bir sürü yüksek binanın arasında sıkışıp kalmış bir

gecekondu penceresine. Sesinde, sardunya sadakati saklayan bir kadın

yaşıyordu o pencerenin ardında. Ona selâm vermeden geçtiğim

bir gün bile olmamıştır.

Yavaşça yaklaştım pencereye, minik minik tıklatarak seslendim:

“Esna Abla!”

“Aslı, merhaba canım.”

“Eve geçiyordum, sana seslenmeden edemedim.”

“Anlat be güzel çocuk, bugünkü masalın ne?”

Ona her uğradığımda günün özetin yapardım. O kadar alışkındı

ki benim ona dolu dolu gelmeme…

Soluklanmadan hemen devam ettim sohbete:

“Bir ordu kuşattı her yanımı abla. Erdem ve azim ordusuydu

her biri.”

“Hmm… Yine karıncalarınla birlikteydin demek. Ne yaptılar

bugün. Bizlerin yapamadığı neleri başardılar Aslı’cığım?”

“Bir serçeyi sırtlayıp rayların dışına taşımaya nasıl canla başla

çalıştıklarını görmeliydin Esna abla.”

Onunla sohbet etmek mutlu ediyordu beni. İnsanlığın vurdumduymazlığına,

onunla kelimelerden kurşun sıkardık sohbetlerimizde.

Ama bizim kurşunlarımız kan akıtmaz, aksine yara sarardı!

Kendi kabuğunda sessizliğini emziren bir öksüz kadındı Esna

abla. Evimiz apartmanın altıncı katındaydı ve yukarıdan acının ahraz

bırakan sesini duymak çok da zor değildi aslında!

Ben her sabah anneciğimin yanaklarıma koyduğu, saçlarıma

yağdırdığı şefkat ile okula giderken; onun kapı önünü süpürürkenki

görüntüsü “haksızlık ama” dedirten iç ses hesaplaşmasını yaptırırdı

yüreğime.

Adı Esna, ezilen yüreğinin gölgesinde güneşler doğuran masaldı

o!.. Geceleri penceresini tam örtmeyen perdenin arasından

gölgelerin birbiriyle düellosuna şahit olurdu gözlerim! Kocaman

bir el, savunmasız o gölgenin üzerine iner, inerdi. Gecenin siyah

eteklerinden, bir sarhoşun pis kahkahası düşerdi iki masumun

gamzelerine.

Adı Esna, ruhu ne geleceğini gören ne de dünden kendini alabilen

ay vurgunuydu o!.. Çocuklarının gamzelerinde alıp veren bir

sus yetimiydi. Gözlerine ne zaman gözlerimi değdirsem, yangınlar

çıkıyordu nasırlaşmış suskusundan.

Adı Esna, kapı eşiğinde pirinçleri ayıklarken hüzünlerinin arasında

umudu arayan buğulu pencereydi o!.. Ayıkladığı pirinçlerin

içinden çıkan her taş, onu umudunun dağlarına savuran bir kanattı.

Yavrularının avuçlarını öptüğü her an, onun saçlarındaki tellerin

anne anne atan nakaratını beslerdi. Çünkü her gece anne yüreği, insan

yanı ve kadın rengi solardı, kocaman elli gölgenin kan çanağı

gözlerinde.

Bir gün anneme sormuştum:

“Anneciğim, bir evin duvarları üşür mü hiç?”

“Üşür yavrum. O evin içindeki çocuklar gülmeyi bilmiyorsa

üşür! Evin içindekilerden birinin yüreği öksüzse üşür! Neden sordun

yavrucuğum?”

“Hiç annem hiç!..”

Bir gün çığlık koptu gecekondunun ahşap kapılı duvarlarında.

Duvarları üşüyen evin içinden geliyordu çığlık! Esna bir önceki gün,

kapı eşiğinde umutlarını ayıkladığı yerde yatıyordu. Kanatları kırılmıştı.

Göğe, kuşların kanatlarındaki özgürlüğe bakan gözleri, mor

bir hüznün kâinatına soyunmuştu. Nefes alış verişindeki iç burkucu

yalnızlığı, ta yüreğimin odalarında yankılanıyordu.

sırra kadem basan güvercinler

kanatlarını gömüyor gökyüzüne!

toprağın göğsünden akıyor

hüznün tandırında kıvranan âh…

bir kadının hükmü veriliyor

çakırkeyif yaşamın aymazlığında

ciğerine dek üşüyor kadın ciğerine dek!..

kamburu çıkmış karıncalar utanıyor

insanlığın insansız sokaklarından utanıyor!

Etrafı dolduran sağır gölgeler, baş gölgenin yansımasıydı sanki.

Sağır gölgelerdi onlar; çünkü “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”

cümlesinin gönüllü askeriydi onlar! Kimse kıpırdamıyor, sadece izliyordu

kendi utançlarına bandıkları tekrarı!.. Esna’nın etrafında iki

çift minik el, anne feryadına sarıyorlardı korkularını. Güçleri yetmese

de onu oradan çekip, ruhu daha fazla üşümeden sonsuzluğun

huzuruna taşımak istiyorlardı… Çocukların gözlerindeki yaş, yüreği

yaşamsızlığın topraklarında kurumuş kadına damlarken, solmuş

gamzesindeki o umutsuz çukura doluyordu yavaş yavaş. Ve kadının

yanaklarında son bir tebessümün tozu salınıyordu sanki! Ölüme

giden bir annenin yavrularına son selâmıydı belki de o tebessüme

benzeyen şey…

Sonra aklım karıncaların serçeyi taşıdıkları raylara takıldı. Karıncaların

bacaklarındaki derman, annelerini sonsuzluğuna taşımak

isteyen çocukların yüreklerine akıyordu, sessiz sessiz…

Ve o sessizliğin kağıttan duvarlarını yakıyordu bir kibrit çakımı

ağıtlar !..

16


YESEVÎ LİSANI

Selçuk Alkan

Türklerin İslâm’ı kabul etmeye başladığı ilk dönemlerde, zengin Türk tefekkürünü İslâmî düşünce tarzına adapte ederek onun daha iyi

anlaşılması, tanınması ve kabul edilmesinde büyük katkısı olan kişi şüphesiz büyük Türk İslam düşünürü ve tasavvuf ehli Türkistanlı Hoca

Ahmed Yesevî’dir. Onun öğretileriyle Türkler; İslam’ı daha iyi anlamışlar, kendilerine yakın ve sıcak görmüşler, böylece akın akın İslam dinine

geçmişlerdir. Belki de Türklerin toplu hâlde İslam’ı sevip kabul etmelerinde Ahmed Yesevî en önde gelen kişi olmuştur. Ve onun öğretileri;

Turan’ı, İran’ı aşmış, onun talebeleri ve yolundan gidenleri vasıtasıyla Anadolu’ya ulaşmış ve hatta burayı da geçerek Balkanlar’a kadar

gitmiştir. Ahmed Yesevî’nin hikmetleri, aynı zamanda Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiştir.

Ahmed Yesevî o derece sevildi ki, onun hakkında birtakım menkıbeler söylendi. Elbette bunların birçoğu mübalağa gibi görünse de,

Türk insanının ona ne kadar değer verdiği anlaşılmalıdır buradan. Gerçekte Ahmed Yesevî, sıradan olmanın çok uzağında, oldukça özel bir

kişilikti. Daha küçük yaşlardan itibaren ilimlerin birçoğunu öğrenmiş ve bunun ötesine geçmek için yanıp tutuşmuştu. Ondaki çalışkanlık,

terbiye ve güzel ahlâkı gören herkes kendisine hayran kalıyordu. Ama henüz çocuk denecek yaştaydı ve bu yeteneklerinin bir hoca (öğretmen,

rehber, mürşid) tarafından yönlendirilmesi gerekiyordu. Gerçekte Ahmed Yesevî’nin ilk hocası, babasıydı. Ahmed Yesevî’nin babası

olan Şeyh İbrahim; âlim, saygı duyulan, sevilen, itibarlı bir kimse idi. Onun, Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilir.

Ahmed Yesevî; Türk adet, töre ve geleneklerinden İslam dinine uygun olanları çok güzel sentezleyip, Türklerin İslam’a ısınmalarını, bu

dini sevmelerini ve toplu hâlde bu dine geçişlerini sağlamıştır. Onun hikmetlerinden derlenen Divan-ı Hikmet, Türklerin rahatça okuyup

anlaması bakımından çok önemlidir. Zira o dönemlerde İslam’ı Türkçe olarak anlatacak başka bir kaynak olmadığından, Arapça bilmeyenler

ister istemez bu yönelişte yavaş kalıyorlardı. Ama Ahmed Yesevî, güzel öğütlerle hazırlamış olduğu hikmetlerini insanlara okuyup söyleyerek,

İslam’ın hakikatlerini ve kurtuluşa erdiren müjdelerini Türklere kendi dilleriyle anlatınca iş değişti.

Kendisi Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmesine rağmen, Türk diline sahip çıkmış ve eserini Türkçe söylemiştir. O dönemde ilimde Arapça,

edebiyatta Farsça popüler olmasına ve Türkçe yazan ve söyleyenlere değer verilmemesine rağmen Ahmed Yesevî yine de kendi öz diline

sahip çıkmış ve Türk insanının rahat bir şekilde anlayabileceği dev bir Türkçe eser meydana getirmiştir.

“Hoş görmemekte âlimler sizin dediğiniz Türkçeyi,

Âriflerden işitsen açar gönül ülkesini,

Âyet hadîs anlamı Türkçe olsa uygundur,

Mânâsına yetenler yere koyar börkünü” 1

“Miskîn, zayıf Hoca Ahmed yedi ceddine rahmet,

Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçeyi” 2

Gerçeğe bakılacak olursa, Hoca Ahmed Yesevî’nin edebiyat eseri vermek gibi bir kaygısı olduğunu söylemek yanlış olur. Zira onun hikmetlerindeki

amaç, insanlara hakikati, hakkı, Allah’ı, Peygamber’i ve Allah’ın buyruklarını anlaşılır ve sade bir biçimde insanlara anlatmaktı.

Ancak öylesine güzel söylemiştir ki bu hikmetleri, tüm bu söylediklerini Türk kültürüne uygun bir biçimde şiirleştirip anlatmış ve böylece

bu hikmetler, insanları hak yola davet eden metinler olduğu kadar, oldukça nadide edebiyat eserlerinin arasında da yerini almıştır. Gerçek

şu ki Divan-ı Hikmet, bir bakıma Kur’an’ın Türkçe açıklaması olarak görülebilir. Zira Ahmed Yesevî, hikmetlerinde Allah’ın buyrukları ve

Peygamber sünneti haricinde hiçbir şey söylememiştir. Bu nedenle Divan-ı Hikmet’i düşünerek, tefekkür ederek okuyan kişiler, orada birçok

ayetin ve hadisin açıklamasını, tefsirini ve anlaşılır yorumlarını bulacaklardır.

Bilinmesi gereken bir şey daha vardır ki, bugün elimize ulaşan hikmetlerin bir kısmının, -her ne kadar Ahmed Yesevî’ye ait solduğu

söyleniyorsa da- onu sevenlerin, onun yolunda gidenlerin, yine onun sohbetlerinden ve ilminden esinlenerek onun adına ama onun öğretisi

dışına çıkmadan yazıldığı anlaşılan metinler olduğu görülmektedir.

Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönemin, Türkler için buhranlı bir dönem olduğu görülmektedir. Öyle ki Dandanakan Savaşı (1040) iki

Müslüman Türk Devleti’nin savaşı olmuştur. Sonra Selçuklular’ın zayıflaması ve yine Türk olan Karahıtaylar’a yenilmesi, bu dönemin bir

buhran, bir arayış, bir bunalım dönemi olduğunu göstermektedir.

İşte Ahmed Yesevî, tam da böyle bir vakitte Türkistan topraklarını şereflendirmiştir. Dağılan Büyük Selçuklu Devleti’nden geriye kalan

Anadolu Selçuklu Devleti’ne gereken güç ve ilhamı Ahmed Yesevî, adeta oraya gitmeden hikmetleriyle önayak olarak, talebeleri vasıtasıyla

göndermiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasını müteâkip ise Ertuğrul Gazi’ye manevi anlamda ilham olan Ahmed Yesevî’nin, Osmanlı’nın

kuruluşunda köklü bir kültür ve hikmet temeli oluşturduğu gayet açıktır.

1 Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî / Editör: Mustafa Tatcı, Ankara, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2016

2 A.g.e.

17


SÜPER ANNE SENDROMU

FİBROMİYALJİ 1

Serap Duygulu

Modern çağın bize getirdiği birçok

kolaylık ve rahatlık yanında pek çok da sorumluluk

ve yük var. Hep bir yerlere yetişme

telaşında koşuşturuyoruz. Hep en iyisi

olsun diye çabalıyoruz. Görünüşte hayatlarımız

kolaylaşıyor ama bir o kadar da telaş ve

endişe yaşıyoruz Artık kadınların da iş hayatının

içinde olduğu bir dünyada artan sorumluluklarımızla

başa çıkmaya çalışıyoruz.

Sorumluluklarla uğraşırken aslında sağlığımızın

ve ruhsal dengemizin de bozulduğunu

ya fark etmiyoruz ya da geç fark ediyoruz.

Yoğun kent yaşamının getirdiği pek çok yeni

soruna ek olarak psikoloji ve tıp biliminin

yeni yeni tanımladığı ve adını yeni koyduğu

bir sorunla karşı karşıyayız.

Özellikle kadınların yaşadığı bir takım

belirtileri var. Bu bir rahatsızlık olarak görülüyor:

• Vücudun bazı bölgelerinde ağrılar

• Uykusuzluk

• Çarpıntı

• Yorgunluk

• Baş ağrıları vb. gibi sorunlardan yakınıyorlar.

Bu kadınlar ‘Süper Anne’ler. Hayatlarında

sürekli bir telaş var. Her işe yetişmek

zorundalar. Zaten problemin kendisi buradan

kaynaklanıyor ve adı da ‘Süper Anne

Sendromu’.

Süper Anne Sendromu Nedir?

Süper Anne’lik çalışsın ya da çalışmasın

birçok kadının yaşadığı ve kent yaşamının

nimetleriyle beraber biz kadınlara getirdiği

bir külfet aslında. Bir kadın zaten

evin düzeninin sağlanması, çocukların

yetiştirilmesi, okul sorunlarıyla uğraşmak,

alışveriş yapmak gibi pek çok işten sorumluyken

bir de çalışıyorsa her işe yetişmek

zorunda kalıyor. Her şey düzgün olsun, en

iyisi olsun, kimseye muhtaç olmadan kendi

işimi kendim yapayım düşüncesiyle kadınlar

giderek daha mükemmeliyetçi bireyler olup

çıkıyorlar. Uyku düzenleri bozuluyor, sürekli

bir gerginlik hissiyle beraber somatik yani

bedensel sorunlar başlıyor ve kadınlar önce

tıp doktorlarına başvuruyorlar. Çünkü sorunun

bedensel bazı hastalıklardan kaynaklandığını

düşünüyorlar. Böyle düşünmekte de

haklılar. Belirtiler bedensel rahatsızlıklar yönünde

kendini gösteriyor. Sorun gerçekten

de fiziksel olabilir. Ancak genellikle fiziksel

ve ruhsal olarak bir arada görülebiliyor. Bu

hastalığın tıbbi adı Fibromiyalji.

Son yıllarda giderek daha fazla kadın

bu hastalığın pençesine düşüyor. Yorgunluğa

bağlı ya da uykusuzluğa bağlı olduğu

düşünülen pek çok rahatsızlığın altında aslında

mükemmeli aramak biçiminde gelişen

bir yapı var. Gün içinde her işe yetişmek,

her konuda çaba harcamak şeklinde bir koşuşturmanın

vücut üzerinde fiziksel ya da

psikolojik olarak baskı yaratarak sorunlara

yol açmasının tam karşılığı ‘Süper Anne

Sendromu’ olarak biliniyor. Şikâyetler ciddi

anlamda etki edene kadar kadınlar doktora

başvurmuyor. Hatta zaman içinde geçer

düşüncesiyle önemsenmiyor bile. Doktora

gidildiğinde ise nereye gidileceği konusunda

tam bir karmaşa yaşanıyor.

Genellikle şikâyetler bedenin hangi

bölgesindeyse o alanla ilgili bir hekime başvuruluyor.

Gerçek anlaşılana kadar epeyce

bir zaman kaybediliyor. Bu sorunun ‘Süper

Anne Sendromu’ ya da tıbbi adıyla ‘Fibromiyalji’

olduğu kolay kolay anlaşılmıyor.

Zaten bu şikâyetlerin bir sağlık sorunu olarak

literatüre girmesi de çok yakın tarihlerde

gerçekleşmiştir. Daha önce yorgunluğa ya da

günlük telaşa bağlanan problemlerin genellikle

mükemmeliyetçi kadınlarda görülmesi

ve kolaylıkla düzelmemesi üzerine konunun

sağlık boyutuyla incelenmesinin ardından

adı konmuş ve tanımlanabilmiştir. Çağımızda

bu konuda sıkıntı yaşayan pek çok kadın

varken sorun artık bir hastalık olarak ele

alınmaya ve ciddi olarak üzerinde araştırma

yapılmaya başlanmıştır.

Belirtileri Nelerdir?

Süper Anne Sendromu’nda kadınlar öncelikle

her işe yetişme kaygısıyla gerginlikler

yaşıyorlar. Bu gerginlikler sonucu vücudun

bazı bölgelerinde aslında başka hastalıkları

düşündüren problemler baş gösteriyor:

1 https://www.serapduygulu.com.tr/makaleler/anne-baba/super-anne-sendromu--fibromiyalji.html

• Uyku bozuklukları

• Mide ve bağırsaklarda gaz ve spazmlar

• Çarpıntı

• Migren türünde baş ağrıları

• Özellikle ellerde ve kolda uyuşmalar

• Kas ağrıları

• Yorgunluk

• Diş gıcırdatma

• Stres ve endişe

En çok göze çarpan şikâyetler olarak

öne çıkıyor. Bu şikâyetler aynı anda görülmeyebiliyor

ama hemen hemen tüm hastalarda

belirgin bir uyku bozukluğu olduğu

biliniyor. Hasta uyuduğunu sanıyor ama

gerçek anlamda bir uyku uyunmadığı için

sabahları yorgun ve bitkin uyanıyorlar. Bu

yorgunluğun sebebi de derin uykuya geçememekten

kaynaklanıyor.

Kadının Rolleri

Toplumsal anlamda bir kadın pek çok

rolü üstlenmek zorunda kalıyor. Bu roller

arasındaki geçişlerde bazen sorunlar yaşanıyor.

Bilindiği gibi hayat şartları ve ekonomik

güçlükler hepimizi zaman zaman zorlamakta.

Bunun dışında çağın getirdiği birçok

olumlu kazanım da var. Ancak tüketim toplumu

olmamızın da etkisiyle bir başka boyut

daha yaşantılarımıza eklenmiş durumda.

Her şeye sahip olmak, her işte iyi olmak, en

iyiyi hak etmek. Bunu elde etmenin yolu da

çok çalışmak. Çalışmak ama her zaman her

şeye yetememek müthiş bir stres oluşturuyor

kadının üstünde. Kadınlar bazen kadın olduklarını

ve kendileri olabilmeyi unutuyorlar.

Sadece anne ya da sadece eş yönleriyle ön

planda olmak istemiyorlar. Yapabilecekleri

çok fazla şey var. Özellikle eğitim görmüş

bir kadın ev kadını olarak çok sıkıntılı anlar

yaşayabiliyor. Aldığı eğitimle doğru orantılı

olarak çalışmak da istiyor. İş hayatına geçtiğinde

çevresinden yardım görmesi gerekirken

tam tersi biçimde ondan bütün rollerin

altından hakkıyla kalkması bekleniyor. Bu

açıdan bakıldığında bir kadın olarak yüklenilen

pek çok toplumsal rol olduğunu görüyoruz:

18


• İyi bir evlat

• İyi bir anne

• İyi bir eş

• İyi bir ev kadını

• İyi bir çalışan

• Tüm yönleriyle mükemmel bir kadın.

Evlat Olarak Kadının Rolü

Evlat olarak kendi ebeveynlerimizle

yakından ilgilenmemiz, zor zamanlarında

yardımlarına koşmamız bekleniyor. Çünkü

onlar bizi bu günler için yetiştirdiler diye düşünüyoruz.

Elbette bizi büyüten ailelerimize

zaman ayıracağız ve onların sorunlarında

yanlarında olacağız. Ancak dozu iyi ayarlamak

gerekiyor. Kendimizden, zamanımızdan,

ailemizden, çocuklarımızdan fedakârlık

ederek yapılan şeyler bir süre sonra zorunluluk

haline gelir ve istemeden yapmaya başladığımız

anda amacını ve değerini yitirir.

Anne Olarak Kadının Rolü

Bunun dışında iyi bir anne olarak ilgilenmemiz

gereken çocuklarımız var ki onlar

en önemli önceliğimiz. Ancak ne var ki günümüzde

artık çocuk merkezli aileler olduk.

Her şey çocukların ders ve okul programlarına

göre belirleniyor. Çocukların istediği

yerlere gidiliyor ve onlar mutlu edilmeye

çalışılıyor. Ebeveyn rollerimizin dışında

kendimiz olmayı ihmal edebiliyoruz. Çocuk

yetiştirmek gerçekten ağır bir sorumluluk.

Toplumumuzda hala çocuklarla ilgilenme

görevi sanki sadece anneye aitmiş gibi düşünülüyor.

Okul görüşmeleri, veli toplantıları

gibi çocukların okulla ilgili tüm sorunlarında

tek yetkili anne olarak görülüyor. Üstelik

çocuklar özellikle belli yaşlara gelene kadar

ailenin hayatını önemli ölçüde kısıtlıyorlar.

Bu eşler açısından birçok faaliyette geri planda

kalmayı getirebiliyor.

Eş Olarak Kadının Rolü

Bir kadın aynı zamanda iyi bir eş olmak

zorunda çünkü klasik tabirle işten yorgun

argın eve gelen eşler ilgi bekliyor. Üstelik

eş olarak kadından bakımlı ve güler yüzlü

olması gibi mutlu bir tutum sergilemesi de

istenebiliyor. Kadından her görevi bir yana

eş olarak yerine getirmesi gereken görevlerde

daha titiz davranması talep ediliyor.

Çünkü toplumdaki genel kanı hala ‘Yuvayı

dişi kuş yapar’ yönünde. Doğrudur, yuvayı

dişi kuş yapar ama bir hayatı ortak olarak

sürdürmek üzere yola çıkmış eşler arasında

sorumlulukları paylaşmak gibi bir kültür de

olmalıdır. Ev sadece kadının yaşadığı bir yer

olmadığına göre ve çocukların her iki eşe ait

olduğu düşünüldüğünde paylaşma bilinci

19

daha önemli bir hale gelmelidir. Kadından eş

olarak bazı yükümlülükleri yerine getirmesi

beklenirken aynı beklenti erkek açısından da

geçerli olmalıdır.

Ev Kadını Olarak Kadının Rolü

Bir diğer rolde bir ev kadını olmak var

ve buna göre evin düzeni mutlaka kadından

sorulmalıdır. Evdeki kadın her şeyi bilmeli,

her işin altından kalkabilmelidir. Özellikle

‘Erkek ev işinden ne anlar’ zihniyetinin

hâkim olduğu ailelerde kadın yüklendiği

sorumlulukların altında daha fazla boğulmakta,

her işe yetişmeye çalışmanın telaşıyla

kendini biraz daha fazla tüketmektedir. Kadınlardan

beklenen toplumsal rollerin dışında

sadece ev içi sorumluluklar anlamında

bile pek çok şey talep edilmektedir. Örneğin

ev içinde kadınlardan:

• Temizlikçi

• Aşçı

• Muhasebeci

• Doktor

• Öğretmen

• Tamirci olmaları da bekleniyor.

Evde ne nerededir ev kadını bilmeli ve

öylesine yeterli olabilmelidir ki her soruna

müdahale edebilmelidir.

Çalışma Hayatında Kadının Rolü

Çalışma hayatındaki mükemmelik arayışı

ise ayrı bir sorun. Her ne kadar kadınlar

iş yaşamında kendilerine daha fazla yer bulmaya

başlasalar da hala bir erkek üstünlüğü

devam etmektedir. Rakiplerin arasından

sıyrılmak, en gözde eleman olmak, başkalarına

muhtaç olmayacak şekilde bir hayat

kalitesi ve kazanç elde etmek, kariyer yapmak

göründüğü kadar kolay bir iş değildir.

Bütün bu rollerdeki kadın tek bir kadındır

ve gerçekten de süper kadın olmak zorundadır.

Sorumluluklarını yerine getirirken

kadının kendi kimliğine uygun davranması

ve bir kadın olması gibi bir başka beklentisi

vardır toplumun herkese, her işe yetişmek

inanılmaz bir baskı oluşturur. Gerginliklerdeki

etken de budur. Her şeyi başarabilmek.

Başarabilmek için yeterli zaman yoktur. O

nedenle uykudan fedakârlık edilir. Çocuklarla

ve evle daha fazla ilgilenebilmek için

kendine ait zamandan fedakârlık edilir. Dikkat

edilirse kadın üstlendiği her rol için ayrı

fedakârlıklar yapmak zorunda kalır. Aslında

bütün bir hayattan sürekli ödün verilir.

Tedavisi Nedir?

Öncelikle doğru tanının konması için

bu sendromu yaşayan kadınların nereye

başvuracaklarını bilmeleri gerekiyor. Belirtileri

bakımından incelendiğinde ilk olarak

bir Romatoloji uzmanına gidilmeli. Bunun

yanı sıra tedavi amaçlı olarak fizik tedavi

bölümleri ve psikologlardan destek alınmalı.

Genellikle ağrılarla ortaya çıkan ‘Süper Anne

Sendromu’nda tanı konduktan sonra diğer

branş doktorları tarafından uygulanan ilaçlı

tedavi ile fizik tedavi ve uzman bir psikologla

beraber oluşturulacak terapi seansları büyük

fayda sağlıyor. Tedavi çok kolay değil. Bir

anda her şeyin düzene girmesi çok da mümkün

olmuyor. Çünkü rahatsızlığın temelinde

mükemmeliyetçi bir anlayışa sahip olmak

yattığı için öncelikle düşünce yapısının değişmesi

gerekiyor. Bu nedenle;

• Hayata karşı farklı bir bakış açısı kazanmak

• Bazı şeyleri oluruna bırakmak

• Yüklenilen sorumlulukları başkalarıyla

paylaşmak

• Bazen hatalar yapılabileceğinin ve bunun

da normal olduğunun bilincinde olmak

• Kimi zaman elimizde olmayan sebeplerle

de olsa işlerin ters gidebileceğini kabul etmek

• Her işin en mükemmeli olmadan da doğru

ve düzgün olabileceğini düşünmek

• Öncelikle kendimiz için bazı sosyal faaliyetlerde

bulunmak

• Mutlaka ilgilendiğimiz konularda uğraşlar

edinmek

Kişinin kendisi için yapabileceği yardım

çalışmalarıdır. Dışarıdan özellikle doktor ve

uzman psikologlardan alınacak yardımlarla

zaman içinde sorun çözümlenebilir. Ancak

burada da sabırlı olmak önemlidir. Yapılan

bilimsel çalışmalar sonucunda ilginç bir

bulguya ulaşılmıştır. Hastalık bedende farklı

bir kimyasal etki gösteriyor. Buna hastalıkla

beraber vücudun kimyası değişiyor diyebiliriz.

Uzmanlar bazı araştırmalar yaptıklarında

bedenin uyku bozukluğuna bağlı olarak

ortaya çıkan farklı kimyasallar salgıladığını

buldular. Bu nedenle önce düşünce yapısının

değişmesi ardından vücudun bu değişikliğe

uygun olarak kimyasal dengesini bulması

gerekecek ve bu da biraz zaman alacaktır.

Ne Yapılabilir?

Artık biliyoruz ki bu bir rahatsızlık.

Temelinde fiziksel ya da ruhsal sorunlar

olabilir. Her şekilde mutlaka yardım almak

gerekiyor. ‘Süper Anne’ olmak gerçekten

zorlayıcıdır. Uzmanlardan destek almanın

dışında yapılabilecek başka yöntemler de

bulunuyor. Bu sorunda sıkıntının nedeni

gevşeyememe ve sürekli bir gerginlik hali olduğu

için kaslarda ağrıya yol açıyor. Ağrıları

gidermek ve rahatlamak amacıyla:


• Çok zorlayıcı olmayan bir sporla uğraşmak

• Masaj yaptırmak

• Kaplıcaya gitmek

• Gevşeme egzersizlerini öğrenerek düzenli

olarak uygulamak

• Mutlaka belirli saatlerde uyumaya dikkat

etmek

• Gün içinde kendine ait bir zaman oluşturmak,

gibi bir takım farklı uygulamalar yapılabilir.

Ancak en önemlisi farklı bakış açıları

edinmektir.

Süper Anne Sendromuyla

Başa Çıkmak İçin İpuçları

Pek çok insan şu veya bu sebepten dolayı

hayatlarında sıkıntılarla karşılaşabilir, sorunlar

yaşayabilir. Yaşanılan sorun ne olursa

olsun çözümü kolaylaştıran en önemli şey,

sizin soruna ve hayata nasıl baktığınızla ilgilidir.

Unutmayın herkes özeldir. Herkes tek,

biricik ve farklıdır. Yaşamda değer verdiğiniz

ne varsa önce o değeri siz verdiğiniz için

değerlidirler. Siz olmadan değer verdiğiniz

her şey kumdan kuleler gibi yerle bir olurlar,

yıkılırlar. Öyleyse anlam yüklediğiniz

her amaç, her çaba, her umut için önce siz

kendinize bir değer biçmelisiniz. Özel olan,

önemli olan öncelikle sizsiniz. Kendinizin

ve varlığınızın önemini bilerek, kendinize

saygı duyarak ve kendinizi takdir ederek hayatınızdaki

diğer şeyler için zaman ve emek

harcamalısınız. Her şeyin en iyisini yapmaya

çalışmak, bu stresin yarattığı sıkıntıları yaşamak

bir süre sonra isteseniz de hiçbir şey

yapamamayı getirebilir hayatınıza. Oysa elinizden

gelen kadarını yapmak, bazen işleri

oluruna bırakmak çok rahatlatıcı olur. İplerin

her zaman sizin elinizde olması çok da

iyi bir şey olmayabilir. Kendinize küçük anlar

yaratmak,’bu sefer de böyle olsun’ demek

yararlıdır. Biyolojik varlıklar olduğumuzu

unutmamak gerekir. Yüksek gerilimler yaşamak,

insan bedeninde tahmin edilemeyecek

kadar büyük hasarlar yaratabilirler. Bu gerilimlerin

ardından:

• Depresyon

• Özgüven kaybı

• Dikkat sorunları

• Kaygı bozuklukları

• Strese bağlı rahatsızlıklar

• Fiziksel sorunlar

• Uyku bozuklukları

• Çökkünlük, bıkkınlık, yorgunluk, halsizlik

gibi problemler yaşamak istemiyorsanız sorumluluklarınızı

paylaşmalı, çevreden destek

ve yardım istemelisiniz.

Mükemmel diye bir şey yoktur. Tek

mükemmellik vardır. O da ruh ve beden

sağlığıyla bir bütün olarak sizsiniz. En iyisi

ise sizin elinizden gelendir. Mükemmel sizin

yaptıklarınız sonrası hissettiğiniz mutluluk

duygusu olmalıdır.

ŞİİR

Tahibe Aksu

Ne çok beklenti var insanın kalbinde.

Şu olmalı ki ben güleyim.

Tadım tuzum yok,

heral ki bundan…

Ve uzayıp giden,

çokça cümleler,

bahaneler,

dinliyorum herkesten.

Akıp giden zamanda,

her şeyin ömrünün bir o kadar daha her gün farkında olmadan eksildiği aşikâr…

Yaşamak için cepte başka bir hayat yok,

iki nefes arası bir ömrün misafiriyiz

Sağlığın varsa

vicdanın temizse

umudun sol cebinde gülümsesin.

Yaşamak,

güzel şeydir.

Tüm

bahanelerin varlığına inat

güneşin olsun

kalbinin iyimser neşesi

hiçbir şey yıldırmasın

gönlünü…

.....Ne zaman mutlu insanlar gördüm,

onlar ki

kendi neşesini her yerin ayazında çiçek açtıranlardı,

bahar gönüllü insanlardı...

Var olmak mücadeleydi,

hayatı her yönüyle yaşayabilmekti.

kimsede daha az acı,

daha çok mutluluk yok.

Kalbindeki umut

ve hayalin kadar

Eşsizdi her şey…

20


KIRIK KALPLER BAHÇESİNE,

ERİL BAKIŞ

Hüseyin YILDIRIM

Kırgın bir sesin peşine düşüyoruz. İçinde şiddet olmayan bir

yazı yazmanın imkânı yok bu yüzden. Hepimiz, çevremizden kovaladığımız

habis eril sesi, zaman zaman işitiyoruz, bazen aramızda

duymazdan gelenler de çıkmıyor değil.

Fakat buz gibi bir gerçek var ortada. “Kadına karşı şiddet…”

İşin aslı kavramların arasında kendini gizliyor. Kadını döven, sakat

bırakan ya da ölümüne neden olan erkek, bu şiddet söylemini medya

aracılığıyla kibarlaştırıyor. Hâlbuki bir anneden bir abladan bir

eşten ya da bir kardeşten bahsediyoruz yani candan. Ortada cinayet

olduğunda aynı kavram kendini suyun üzerine çıkarıyor ve hep bir

ağızdan, “Kadına karşı şiddet dursun.” diyoruz fakat durmuyor. Peki,

sebep ne? Bu söylemi, şiddeti toplumsal meseleler ışığında gösterilen

ötekileştirici dayatmalara bağlayamayız. Hemen hepimiz, bu tutum

karşısında harekete geçmekle sorumluyuz. Elini taşın altına koyan

politikacılar şiddetin önüne geçilmesi konusunda iyi niyetli projeler

sunuyor. Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, İçişleri ile Adalet

Bakanlığı bu konuda hassas. Birçok

davanın müdahili oldular ama şiddetin

önüne geçemediler, daha caydırıcı

cezalar da zaman zaman pek işlemedi,

çünkü kamu vicdanı rahatsız. Acaba

nerede yanılıyoruz? Geçen ay aramızdan

ayrılan Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu

bir röportajında şöyle açıklıyor:

Önceden mahalle kavramı vardı. Sen

çocuk terbiyesiyle ilgili o kadar bilinçli

olmak zorunda değildin. Mahalle

çocukları terbiye ederdi. Mesela senin

çocuğunu yanlış yaparken gören bir

komşu, “Sen bilmem kimin oğlu değil misin, bir daha bunu yaptığını

görmeyeceğim. Yoksa babana söylerim. Ayıp bir daha yapma” derdi

ve çocuklar, gençler kendilerine çeki düzen verirdi. Orada kocaman

bir “Biz” vardı ve herkes birbirinden sorumlu idi. Artık aileler sanki

mahalle varmış gibi devam edemez, ortada kocaman bir boşluk var.

Mahallenin kaybolmasını da engelleyemezsin toplumsal değişim ve

teknoloji o yöne doğru gidiyor. Hiç olmazsa aile, Milli Eğitim Bakanlığı,

yönetim olarak herkes bunun bilincine varıp, o eksikliği nasıl

aile içerisinde, gidereceklerini öğrenmeleri gerekiyor.

***

Rakamlar da can sıkıcı… Kadın Cinayetlerini Durduracağız

Platformu’nun 2020 yılı raporuna göre 300 kadın öldürüldü, 171 kadın

şüpheli şekilde ölü bulundu. Öldürülen 300 kadından 182’sinin

neden öldürüldüğü tespit edilemedi, 22’si ekonomik, 96’sı da boşanmak

istemek, barışmayı reddetmek, evlenmeyi reddetmek, ilişkiyi

reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü.

182 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit edilememesi,

kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin görünmez kılınmasının

bir sonucudur. Kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü

tespit edilmedikçe; adil yargılama yapılmayıp şüpheli, sanık ve katiller

caydırıcı cezalar almadıkça, önleyici tedbirler uygulanmadıkça

şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor. Peki, kadınları kim

öldürüyor? 2020 yılında öldürülen 300 kadının 97’si evli olduğu erkek,

54’ü birlikte olduğu erkek, 38’i tanıdık birisi, 21’i eskiden evli

olduğu erkek, 18’i oğlu, 17’si babası, 16’sı akraba, 8’i eskiden birlikte

olduğu erkek, 5’i kardeşi, 3’ü tanımadığı birisi tarafından öldürüldü.

23 kadının ölümüne sebep olan kişilerin yakınlık durumu ise meçhul.

Katledilen kadınların 181’i evinde, 48’i sokak ortasında, 15’i işyerinde,

14’ü de arazide, 11’i arabada, 5’i otelde, 4’ü ıssız bir yerde,

1’i odun deposunda, 1’i kuaförde öldürüldü. 20’sinin öldürüldüğü

yer tespit edilemedi. 2020 yılında öldürülen kadınların yüzde 60’ı

evlerinde can verdi. Bireysel silahlanma

da bu konuda pek masum değil,

Kadınların 170’i ateşli silahlarla, 83’ü

kesici aletle, 26’sı boğularak, 10’u darp

edilerek, 2’si yakılarak, 1’i kimyasal

madde ile 1’i de yüksekten düşülerek

öldürüldü. Bir diğer istatistik ise şöyle,

2008-2020 Aralık arasında 3 bin 621

kadın erkek şiddetine kurban gitti, tabii

bu veriler basına yansıyan ve kayda

geçenler, peki diğerleri, diğerlerini

görmüyoruz çünkü gözlerin bakmayı

unuttuğu bir mevsimdeyiz.

***

Lamure bu ayki sayısında, kadın ve edebiyat deyip Halide Edib’i

kapağa taşıdı. Bu ismin elbet bir manası vardır, İlk kadın öykücüler

adıyla sıralayabileceğimiz birkaç örnekten biri. 1950’lere kadar, genellikle

erkeğin belirlediği kavramlara yaklaşmaya çalışan, bir eğilimle

konuşurlar, Halide Edib, bu tabuyu yıkan grubun temsili olarak

anılabilir, Hülya Adak, “Otobiyografik Benliğin Çok- Karakterliliği:

Halide Edib’in İlk Romanlarında Toplumsal Cinsiyet” yazısında Harap

Mabetler kitabındaki “Bilir misin ki, kadınlığın ebedi zavallılığı

olmazsa, ne şiir, ne de zevk olurdu…” cümlesiyle bu misyonu tanımlar,

Erkek anlatıcı intihar eder ya da ideal kadın ölür. (Adak 2004:

177-178)

Bir başka deyişle, belki de şiddete karşı çare, ataerkil kültürün

eleştirisini yapan, çözüm üretmeye çalışan, kadın bakış açısıyla yazılmış

kitaplardadır.

21


“Doğru da olsa kusurlu yaydan çıkan ok,

hedefine varamaz.”

Zekâ fışkıran gözlerinden, damla damla

gözyaşı süzüldü. Gözyaşlarının grileştirdiği

gözbebeklerini kollarının yeni ile sildi. Hıçkırmak

istiyordu ama içten içe direndi. O

denli bastırdı ki kendisini bir an yüzünün al

al olduğu görüldü. İçi hınç dolu bir şekilde,

gözlerini bitiş çizgisine çevirdi. Bir iki metre

kala tökezlemiş yarışı sonuncu bitirmişti.

Suçlu suçlu baktı, kuru bir ceset gibi yerde

boylu boyunca ters yüz yatmış ayakkabılarına.

Hesap hatası yapmıştı Ahmet, hız yarışında

iddialıydı ama hesaba katmadığı şey

başına gelmiş, arkadaşlarına mağlup olmuştu.

Girişkendi, cevval yapısı herkesçe bilinirdi.

Zekâsı herkesçe takdir ediliyordu, akıllı

çocuktu. Bu durum onu mutlu etmiyordu.

Ne var ki yine geride kalmıştı. Yarışı

kaybetmemiş olsaydı, karakterinin bir parçası

olan kazanmanın kendi içinde oluşturacağı

o başarı duygusunun tadına varabilecekti.

Bir ara öfkesi onu öylesine çileden

çıkarma noktasına getirdi ki derin derin soluk

alıp verirken hınçla ayakkabılarını çaldı

yere. Tuhaf, tatlı ve sıcak bir rahatlama sağlayan

bir duygu kapladı hücrelerini. Suçluyu

cezalandırıyor gibiydi. Oysa suçlunun kim

olduğu belliydi. Bunu en iyi bilecek kişi Ahmet

olmalıydı.

O küçük yaşına rağmen halden anlayan

bir olgunluğa sahipti. Babası üzülmesin

diye pek çok şeyde olduğu gibi çok istediği

yeni ayakkabı talebini de bastırdı içinde. Ne

de olsa babası bir gün sağlığına kavuşacak,

kendisinin o çok istediği ayakkabıları alacaktı.

Baba Sabri Efendi yılın büyük kısmını

nüksetmekte olan hastalığı yüzünden yatağa

bağlı olarak geçirmek zorunda kalmaktaydı.

Adamcağız da bu durumundan muzdaripti

ama hastalık peşini bırakmadığı için doğru

dürüst bir işi olmamıştı. Ayakkabılarını zoraki

bir duygu ile alıp ayağına geçirdiğinde

küçük Ahmet yine babasını düşünüyordu.

Arkadaşları Fatmaların Ali’si, Nedimlerin

Kemal’i, Mehmetlerin Yusuf ’u ve Köse

Dursun’un çelimsiz Veli’si yeni bir oyuna

dalmış körebe oynuyorlardı. Ahmet bir onlara

bakıyor bir de tüm hırsını üzerine boca

ettiği yırtık ayakkabılarına.

Yeni ayakkabıları ile nasıl da mutlu

mutlu koşturuyorlardı. Köse Dursun’un çelimsiz

Veli’sinin her yanından geçişte, pörsümüş

ayakkabılarına bakarken, suratında

Yırtık Ayakkabı

Mehmet Memdoğlu

görülen o benlik havası Ahmet’i çileden çıkarıyordu.

Diğerlerinde bu türden üstünlük

kokan şımarıkça hareketler yoktu. Veli’ye

karşı kırgınlığının nedeni buydu belki de.

Sıskanın tekiydi ama zengin babasının konforunu

sürdürmekteydi.

“Ah” dedi, içinden, “Şu ayakkabılarım

bir adam gibi olabilseydi eğer, gösterirdim

size kim olduğumu? Hem küçük bir yarıştan

ne çıkar ki?” diye geçirdi içinden. Kırgınlık

ve kızgınlık yerini sağduyuya bıraktı böylece.

Varsın babaları başlarında bulunsun, yokluk

nasılsa bir gün gelir sona ererdi. O zamana

kadar halden anlamalı, ses çıkarmadan babasının

sağlığı elverir noktaya gelinceye kadar

sabırlı olmalıydı.

Diğer çocuklarda olduğu gibi onun da

en büyük eğlencesi ağıldaki oğlak ve kuzular

gibi tepişmek, akranları arasında oyunlar

oynamaktı. Günün büyük kısmını “seksek,

ip atlama, birdirbir” gibi çocuk dünyasına ait

oyunlar oynayarak geçirmekten büyük keyif

alıyordu.

Her çocuk gibi bir yandan çocukluğunu

yaşıyor, diğer yandan da su içer gibi evinde

bulunan tüm kitapları okuyordu. Annesinin

ricasını kırmayan komşuların ödünç verdiği

kitapları da büyük bir heyecan içinde bitirmiş

sıra köy öğretmenin kütüphanesine

gelmişti. Ondan nedense biraz çekiniyordu

Ahmet. Kılık kıyafeti yüzünden mahcup

düşmekten mi korkuyordu acaba? En çok da

her tarafı kevgire dönen ayakkabılarından

utanıyordu. Bir ara öğretmeninin de ayakkabılarına

baktığını fark ettiğinde Hasan, içgüdüsel

bir şekilde hızla oradan uzaklaştı.

Kendisine acınmasından nefret ediyordu,

böylesine bir duygu karşısında eziliyor,

derin bir çaresizlik girdabına giriyordu

adeta. İçini kasıp kavuran bu duygu ile baş

etmek için kitap okumaya başlaması, onu

akranları arasında hızla sivrilen bir kişilik

haline getirmişti.

En son köydeki yakın arkadaşı olan Selimlerin

Musa’sı onu evine davet etmiş, o da

bu daveti geri çevirmemişti. Birlikte ders çalışıp

kitap okudular. Sonra Musa’nın annesi,

kendilerine sıcak gözleme ve ayran getirdi.

Koyun peynirinden yapılma gözlemenin

tadı çok lezzetliydi. Teşekkür etti Ahmet.

Ayrılırken de Musa’nın babası ile karşılaştı.

Selim Efendi köyün en sevilen saygı duyulan

isimlerinden biriydi. İçi sevgi ve merhamet

dolu bu insan, Ahmet’in ayakkabısının içler

acısı halini görünce yutkundu:

-Evladım dedi,

-Kaç numara, senin ayakkabının kaç

numara?

Bu sorunun nereye varacağını anlayan

Ahmet, kızardı, bozardı:

-Bilmiyorum Selim Amca dedi ve omuz

silkerek hızla oradan uzaklaştı. İçini kaplayan

kızgınlık ve ezilmişlik duygusu eve

gidinceye kadar kendisini renkten renge

sokmuş, içinden bir daha Musalara gitmeyeceğine

dair yeminler etmişti.

Kim bilir, bayrama yakın bir tarihte yeni

ayakkabılara kavuşabilirdi belki? Daha dün

rüyasında görmüştü rengâreng ayakkabıları.

Uçuyordu onlarla, kanatlanmış bir melek

gibi, rüzgâr gibi, koşturuyor, koşturuyor,

koşturuyordu.

Kötüsü mü? Uyandığında, o güzelim

renkli ayakkabıların yerinde, her tarafı paçavraya

dönmüş yırtık ayakkabının durmasıydı.

Ona kalsa bunları giyip dışarı çıkmayacak,

hep içeride oturacaktı. O çelimsiz

Veli’nin şımarıkça yiğitlik taslamalarına da

tahammül edemiyordu artık.

Köyde hayat erken başlar. Küçük, büyük

herkesin kendine göre bir sorumluluğu

olur, insanlar vazifelerinin gereğini yapardı.

Küçük Ahmet’in de en büyük işi, uyanır

uyanmaz kümesle ilgilenmesiydi. Yine

sabah erkenden kalktı, kümesteki tavukları

beslemesi gerekiyordu. Seslendiğinde, önde

çilli horoz, bir düzen içerisinde arkasında

tavuklar, kendisinde doğru koştururlardı. Bu

sahne her sabah tekrar ediyordu. O da çok

seviyordu onları.

Hele de çilli horozu.

Ahmet’in nazarında çilli horoz kendisinin

yakın arkadaşı, sırdaşıydı.

Gün olmasın ki çilli horozla, bir derdini

bir sırrını paylaşmış olmasın. Çilli horoz da

tıpkı bir insan gibi dinlemekteydi Ahmet’i.

Kendisine sevgiyle bakan çilli horoza:

-Son yarışta yine rezil oldum dedi.

-Hele bir sağlam ayakkabım olsun, o

Veli’ye kim olduğunu gösteririm ben. Kızgın

bakışlar Çilli horozu biraz öteye gitmeye

22


zorladı. Ahmet, kızgınlığının yakın arkadaşını

ürküttüğünü görünce;

-Tüh, kızgınlığımı senden çıkarıyorum

ben de. Gel çilli horozum gel, sana bir şey

yapmam, diyerek horozunu sevmeye başladı.

Horozuyla dertleştikten, kümesteki taze

yumurtaları toplayıp sepete koyduktan sonra

eve çıktı, kahvaltı zamanıydı. Annesi tavada

tereyağlı yumurta yapmıştı, lezzetine diyecek

yoktu. Babasının üzgün suratına baktı

ama hiç renk vermedi. Çok mutlu gözükmeli,

babasının moralini yüksek tutmalıydı.

Hem annesi de bunu kulağına fısıldamıştı.

Günlerden cumaydı. Köy erkekleri

cuma namazına gitmiş, köy meydanı çocuklara

kalmıştı. Bu durum en çok çocukların

hoşuna gidiyordu. Böylece köy meydanında

istedikleri gibi oyunlar oynayabiliyor, rahatça

koşabiliyorlardı. Musa ve bir iki arkadaşı

kapı zilini çaldıklarında, Ahmet hemen açmıştı

kapıyı. Anlamıştı geliş nedenlerini, elleriyle

sus işareti yaptı, annesinin ve küçük

kardeşinin rahatsız olmasını istemiyordu.

Üzerini giyinip arkadaşlarına katıldı hemen.

Oyunlar oynayıp eğlendiler. Sıra yine hız yarışına

gelmişti. Bu kez kaybetmeyecek, tüm

gücünü kullanarak yarıştan birinci gelecekti.

Tam koşmak üzere iken Ahmet’in aklına bir

fikir gelmişti.

-Hoşunuza gidecek bir şey önereceğim.

Haydi, bu kez ayakkabılarımızla değil çıplak

ayaklarımızla koşalım. Hem böylece yeni bir

şey denemiş oluruz.

Arkadaşları itiraz ettiler. “İyi ama” dediler,

“Ya ayağımıza diken ya da cam batarsa,

ne yaparız biz?…” Küçük Ahmet, önerisinin

karşılık bulmadığını görünce:

-Arkadaşlar dedi. Tamam, siz ayakkabılarınızla

koşabilirsiniz ama ben bu kez çıplak

ayakla koşmak istiyorum.

Yarış başlamıştı, Ahmet çıplak ayaklarıyla

yarışı önde götürmekteydi. Bir yarış

atını andırırcasına süratliydi. Final çizgisine

on-on beş metre kala, Ahmet kendisini yerde

buldu. Canı çok yanıyor, acıdan kıvranıyor,

kanamakta olan ayağını sıkıca tutmaya

çalışıyordu. Cami cemaati dağılırken konudan

babası Sabri Efendi’nin de haberi oldu.

Köy meydanına yetişmişti babası, Ahmet’i

yerden kaldırdı, içi buruk bir şekilde:

-Ne oldu evladım sana böyle? dedi.

Ahmet acıdan konuşamıyordu ki. Arkadaşı

Musa öne atıldı.

-Sabri amca! Hız yarışına girmiştik, Ahmet

çıplak ayakla koşmayı tercih etti, ayağına

diken battı dedi.

Sabri Efendi, ileride bulunan evladının

ayakkabısını da yerden aldı, çocuğunu

kucaklayarak eve doğru yürümeye başladı.

Boğazı düğümlenmişti adeta, Ahmet’in neden

çıplak ayakla koştuğunu hemen anlamış

derin bir ızdırap duymuştu. Eve vardıklarında

annesi hemen sıcak su hazırladı, yarayı

güzelce pansuman etti, merhem sürdü. Allah’tan

yara çok büyük değildi.

Ertesi gün soluğu kasaba ayakkabıcısında

aldı Sabri Efendi. Borç harç, bulduğu üç

beş kuruş para ile evladına yeni bir ayakkabı

aldı. Güzelce paketlenen ayakkabıyı eve varıncaya

kadar kalbinin üzerinde taşıdı. Köye

vardığında ikindi ezanı okumaktaydı. “Rabbim

sana şükürler olsun,” dedi.

İçeri girdiğinde eşi karşıladı kendisini,

o da kocasının kasabaya hangi niyetle gittiğini

biliyordu. Bakıştılar, ikisi de mutlu bir

şekilde içeri yöneldiler. Akşama doğru eve

geldiğinde, hediye paketine bir anlam veremedi

Ahmet.

Sonrası mı?

Mutluluk gözyaşları…

Hastalığına rağmen babası, Ahmet için

kasabaya gidip yeni bir ayakkabı almıştı. Sevinç

çığlıkları atarak babasının boynuna sarıldı,

bir o yanağından, bir diğer yanağından

doyasıya öptü Ahmet.

Sabahı zor etti etmişti.

Geceden ayakkabılarını kucağına aldı,

onlarla birlikte yattı. Mis gibi deri kokuyordu

ayakkabıları. Omuzu düşük çocuk gitmiş,

kükreyen, meydan okuyan, özgüveni yüksek

bir karakter doğmuştu içinde. Ayakkabının

onun hayal dünyasındaki yeri, sadece bir

ayakkabıdan ibaret değildi. Yokluk girdabının

neden olduğu sorunun üstesinden gelmenin

gururunu yaşamak istiyordu. Yeni

ayakkabılarını giymeli ve arkadaşlarına bu

güzelim ayakkabılarını göstermek suretiyle,

geçmişin acılarını geride bırakmanın mutluluğunu

yaşamalıydı.

Koşar adımlarla okula nasıl gittiğini bile

hatırlayamadı Ahmet. Hem koşuyor, hem de

arada bir nefes almak için mola verdiğinde,

bir sevgilinin aşığına baktığı gibi bakıyor

ayakkabılarına, yüreğinde taşıyormuşçasına

sevgi dolu bakışlarını ayakkabılarından esirgemiyordu.

Okul zilinin çalmasını iple çekti Ahmet.

Arkadaşlarını köy meydanında bulduğunda,

23

içini kaplayan gurur ve sevinçle ayakkabılarını

gösterdi. Arkadaşları bu kez imrenerek

bakıyorlardı. Çocukça birbirlerine sarıldılar,

oyunlar oynadılar. Ta ki talihsiz kaza yine

Ahmet’i buluncaya kadar.

Yaramaz taylar gibi koştururken, dönemeci

döndüğü esnada, Ahmet’in yeni

ayakkabıları, ne oldum demeden pat diye

kenarlarından sökülüp yırtılmaz mı? Ahmet

derin bir şok geçirir. Nasıl olabilirdi? Yepyeni

ayakkabıları hemencecik yırtılmış, giyilemez

bir hale gelmişti. Yırtılmış olan ayakkabısını

eline aldığında bir taraftan ağlıyor, bir taraftan

da bu durumu ailesine nasıl açıklayacağını

düşünüyordu.

Korku, üzüntünün önüne geçmişti.

Çocukça, kabahati kendisine yükledi. Saklanmalı

ve evden uzaklaşmalıydı. Arkadaşı

Musa ile de konuştu, dertleşti. Musa da çok

üzülmüştü. Akşama doğru annesi Ahmet’in

eve gelmediğini görünce, ters giden bir şeyler

olduğunu anlamıştı.

Köy meydanına ulaştığında hava kararmak

üzereydi. Fatmaların Ali’sini gördü, ona

oğlunu görüp görmediğini sordu. Bilmiyordu

Ahmet’in yerini Ali. Beş, on adım daha

gitmişti ki bu kez Musa ile karşılaştı. Musa’ya

da sordu ama yanıt alamadı. Belli ki Musa

yerini biliyordu fakat söylemekten çekiniyordu.

“Evladım korkma” dedi annesi, “Hele

bir deyiver Ahmet nerede? Başına kötü bir iş

mi geldi acep?” Musa, Ahmet’in okulun arka

bahçesinde bulunan kulübede olduğunu

söyleyince, annesi soluğu okul bahçesinde

almıştı.

Başını iki elleri arasına almış ağlıyordu

Ahmet. Annesi yanına yaklaştığında, elinde

yırtılmış ayakkabısıyla koşup sıkıca sarıldı

annesine. Anlamıştı annesi meseleyi, bir

şey söylemedi, öptü, kokladı evladını. Dert

etmemesini telkin etti, nasılsa bir hal çaresi

bulunurdu.

Birlikte eve döndüklerinde, Ahmet içeri

girmek istemedi. Babasını incitmekten, üzmekten

çekiniyordu. Sabri Efendi durumu

eşinden öğrenince hasta haliyle dışarı çıktı,

çağırdı evladını yanına. O da yüreğine basarcasına

sarıldı, kokladı ve öptü Ahmet’i.

“Sıkma canını güzel oğlum! Canın sağ

olsun… Senden daha mı kıymetli? Yenisini

alırız inşallah” dedi.

Dünya zengini olmayan ama gönlü zengin

olan babası, evladı Ahmet’le kısa bir süre

bakışmış, mesele hallolmuş, tabii o esnada

zaman adeta durmuş gibiydi...

Ayakkabısı yırtık Ahmetlerin penceresinden

dünyaya baktınız mı hiç?

Yaşadığımız ilin, ilçenin, köyün ve mahallenin

sokaklarında yırtık ayakkabılarıyla

dolaşan Ahmetleri unutmayalım…


İS TAN BUL

Ercan Demirci

Sen çocukken yüreğime doldurduğum şehir.

Balonlarıma üflediğim soylu kent.

Hangi ağızdan çıkarsa çıksın senin adın,

Hangi sokağını çiğnerse çiğnesin en çirkef kadın,

Asla bozulmaz İstanbul ne rengin ne kokun ne tadın.

Müjdeli şehrim, mukaddes hazların sahibi.

Mekke’m, Kudüs’üm, rüya şehrim İstanbul.

En çok da adını sevdim İstanbul senin.

Seni görmeden sana yüklenen bütün anlamlar eksik.

Ve bütün hayaller yarım, bölük pörçük, kırık dökük.

Ayasofya bir kalp ağrısı, bir hicran yarası sende.

Hüzün yakışmaz ve hüzün yapışmaz yakamoz parıltılı yüzüne.

“Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul.”

Peçesini aralamış bir kadın gibiydi Sarayburnu.

Boğazın mavi suları gözlerinde dalgalanan bir kadın.

En çok da adını sevdim İstanbul senin.

Annemin adını söyler gibi söyledim adını.

Yıllar sonra karşılaşılan eski bir sevgili gibisin.

Cenneti düşlerken sen gelirsin aklıma ve adını saydıklarım.

Sıratı geçer gibi geçerim ikizlerinden.

Ve nikâhsız geçer hareminden bütün bir Anadolu.

“Bu şehr-i Stanbul ki bi misl-ü bahadır.”

Çöl yorgunu kervanlara hayat veren vahadır.

Dolgun bir adın var İstanbul, büyülü ve nağmeli.

Vakur bir aslan gibi kükreyen üç heceli.

Paris’in kavalyesi, bir Bizans şövalyesi,

Avrasya’nın kolyesi İstanbul.

“İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı.”

Süleymaniye’den yükselen sesle ürperiyorum.

Taş kesiliyorum,

Ellerine bırakıyorum kendimi Sinan’ın.

Köy’lerinde geziniyor, Kapı’larını açıyorum.

Taş’larına yüz sürüyor, Ada’larına türküler söylüyor,

Paşa’larına selam duruyorum.

En çok da adını sevdim İstanbul senin.

Kız Kulesi Karacaahmet kadar yaslı.

Ne zalim sevgililer sakladın koynunda İstanbul.

Beyoğlu’nda göz süzen dilberlerin vardı.

Simitçi çocukların, mutsuz yüzlerle gezen.

Tarihin var çağları doludizgin aşıp gelen.

Talihin var bin dört yüz elli üçte değişen ve gülen.

Hüznün var bolca ve ağlamaklı bir çehren.

Yalıların ve köşklerin uzak tebessümler gönderseler de,

Varoşların sıcak kahkahalarla kucaklasalar da beni,

Seni sevmemek ne mümkün böyle bir adın varken.

İs-tan-bul destan destan okunursun Anadolu’da.

Hayallerde büyürsün, eşlik edersin umutlara.

Annemin adını söyler gibi söylerim adını.

Sen çocukken yüreğime doldurduğum şehir.

Balonlarıma üflediğim soylu kent.

Sen...

İstanbul...

24


Minik Hayatlar

Yusuf Özlem Yılmaz

Geceden kalma kuru soğuğun bedenleri yakan eşliğinde kar

yağışının tipiye çevirmesi yürümesini iyice zorluyordu. Küçük ayakları;

okul yolunu kapatan karın üzerinde kedi patisini andıran izler

bırakıyordu. Babasının elinde kürekle, ona geleceği için yol açma çabası

işini az da olsa kolaylaştırıyordu. Attığı her adımda zorlansa da

okula yetişebilmek için hızlı hızlı yürüme gayretindeydi. Şiddetini

arttıran rüzgâr, tipinin taşıdığı soğuğu bütün bedenine yayıyordu.

Eldiveni altında kalan minik ellerine dikenler batıyor gibiydi. Normal

şartlarda on beş dakikada yürüdüğü yolu bu çetin koşullarda bir

saatte tamamlayarak nihayet okuluna geldi. Ders çoktan başlamıştı.

Okulun içine girer girmez derin bir nefes aldı. Dışarıya nispeten

daha sıcak bir yere gelmenin mutluluğu ile üçüncü katta bulunan

sınıfına çıktı. Beyazlara bürünen eldivenleri dişlerinin de yardımıyla

parmak uçlarından tutup çıkardıktan sonra sınıfının kapısını çaldı.

Utanarak da olsa içeriye girdi. Sınıf arkadaşlarının hepsi şaşkınlık

içinde ona bakıyordu. Ürkek bakışlarla önce arkadaşlarını süzdükten

sonra öğretmenine döndü:

- Öğretmenim, geç kaldığım için özür dilerim. Çok kar yağdığı

için evimizin önü kapanmıştı. Babam karları temizledikten sonra

ancak yola çıkabildim. Bu yüzden geç kaldım.

- Hiç önemli değil Nilsu. Sen iyi misin? Çok üşümüşe benziyorsun.

Gel bakalım yanıma.

Nilsu, öğretmen masasının oraya, sandalyesinin yanına gitti.

Öğretmeni onun ellerine baktı. Elleri kıpkırmızı ve çok soğuktu. O

kadar çok üşümüştü ki ellerinin üzeri çatlamış ve kanamıştı. Tam o

sırada öğretmenine döndü:

- Öğretmenim eldivenlerim yırtıldı. Babam daha aylığını alamadığı

içim yenisini alamadı. Aylığını almasını bekliyoruz.

Öğretmeni onun ellerini sıcacık avuç içiyle biraz ısıttıktan sonra

oturması için yerine gönderdi. Yerine geçen Nilsu, hemen çantasından

kitaplarını ve defterlerini çıkardı. Öğretmeni dolan gözleriyle

oldukça başarılı olan Nilsu’yu izliyordu. Eğer eğitimi için arkasında

durulursa ileride çok güzel yerlere geleceğinden emindi. Ancak babası

çok geri kafalı bir insandı. Daha önce çıkarları doğrultusunda Nilsu’nun

ablasını okuldan alarak erken yaşta evlendirdiğini biliyordu.

Aynı şeyi kız kardeşi Nilsu’ya yapmasından çok korkuyordu. Bunu

önlemek için devamlı olarak babası ile görüşmeler gerçekleştiriyordu.

Nilsu’nun okuması gerektiğinden, onun çok başarılı olduğundan,

mutlaka eğitim hayatına devam etmesi gerektiğinden bahsediyordu

ama her görüşmeden sonra umutsuzluğa düşüyordu. Adamın onu

anladığından emin değildi.

Nilsu, bu sene dördüncü sınıftaydı. Seneye ortaokula geçecekti.

Çok sevdiği öğretmeni de bu sene tayin isteyip memleketine gidecekti.

Bu yüzden biraz burukluk yaşasa da öğretmeni ile her zaman

görüşeceğini bildiğinden daha bu yaşında kendini avutuyordu.

Okul ev arasında mekik dokuyarak ve zorlanarak geçen kara

kışın ardından nihayet bahar geldi. Yılsonu karnelerini alan öğrenciler

sevinçle evlerine dağıldı. Nilsu’nun öğretmeni öğrencilerinden

özellikle Nilsu’dan ayrılacağı için çok mutsuzdu. Ancak babasını Nilsu’nun

eğitim hayatına devam etmesi gerektiğine ikna ettiği için içi

biraz olsun rahattı.

O yıldan sonra öğretmeni ile Nilsu ara ara görüşmeye devam

etti. Ta ki Nilsu’nun yedinci sınıfa geçtiği seneye kadar. Birdenbire

bağlantıları koptu. Nilsu’nun babasına ait telefon da kapandı. Öğretmeni

ne kadar Nilsu’ya ulaşmaya çalışsa da bunu başaramadı. Köyde

onları tanıyan herkesi arasa da bir türlü onlara ulaşamadı. Sanki sırra

kadem basmışlardı. Tüm çabaları netice vermeyince bir süre sonra

öğretmeni içi parçalansa da aramaktan vazgeçti.

Bu olaydan iki yıl sonra umutlarını tamamen yitiren öğretmeni

bir gün okuldan eve yorgun argın dönmüştü. Apartmanın girişinde

bulunan posta kutusunda beyaz bir zarf gözüne takıldı. Zarfı eline

aldı. Üzerinde ismi yazıyordu ve bu el yazısını bir yerden tanıyordu.

Kimden geldiğini merak etti. Evine çıktıktan sonra üzerine bile değiştirmeden

oturma odasındaki koltuğa oturdu. Merakla zarfı açtı ve

okumaya başladı.

Merhaba Öğretmenim,

Ben, öğrenciniz Nilsu. Size bu mektubu yazmak için çok bekledim.

Elim bir gitti bir geldi. Sizi üzmekten çok korktum. Ama sizi

çok sevdiğim için ve beni merak ettiğinizden emin olduğum için size

kendimden haber vermek istedim. Öncelikle sizi, şefkatinizi, o sıcak ellerinizi,

güzel yüreğinizi çok özledim. Siz bizim köyden gittikten sonra

iki yıl daha okul hayatım devam etti. Sonrasında bizim köyden on kilometre

daha uzakta bulunan başka bir köye taşındık. Buranın şartları

bizim köyün şartlarından bile daha zordu ama alıştım. Yeter ki babam

beni okutsun, her zorluğa göğüs gererim, diye düşünüyordum. Ancak

babamın durumu günden güne kötüye gitti. Kalan son hayvanlarımızı

da satmak zorunda kaldık. Bu köye taşındığımızdan beri köyün

zenginlerinden biri benimle evlenmek istiyordu. Ama babam hem size

verdiği söz hem de annemin yaptığı baskılarla buna pek yanaşamıyordu.

Ancak durumumuz o kadar kötüye gitti ki beni o adamla evlendirmek

zorunda kaldı. Karşılığında yüklü bir para aldı. Durumunu

biraz düzeltti. Bunları okuduğunuzda gözleriniz dolacak biliyorum

ama sizin gibi öğretmen olmasını beklediğiniz öğrenciniz artık çocuklu

bir ev hanımı… Üstelik sadece on beş yaşında… Sizi çok özledim öğretmenim.

Benim için yaptığınız hiçbir şeyi unutmadım. Hala aklımda…

Bana anlattığınız hiçbir şeyi de unutmadım. Özellikle hayat bilgisini…

Nilsu

25


GENEL HATLARIYLA

KADINA YÖNELİK ŞİDDET ve

KADIN CİNAYETLERİ

ERDAL SARIÇAM

SOSYOLOG ve AİLE DANIŞMANI

İçinde bulunduğumuz çağın en önemli

sorunlarından biri de hiç şüphesiz şiddettir.

Bugün şiddet denildiğinde çoğunlukla

kadına, çocuğa veya diğer canlılara yönelik

fiziki müdahale anlaşılsa da esasen bu fiilin

çok daha geniş bir çerçeveye sahip olduğunu

söyleyebiliriz. Zira dünyanın kendi özelinde

de şiddet gibi bir sorunu var ve bundan canlı,

cansız her varlık bir şekilde etkilenmektedir.

Örneğin yaşanan savaşlar nedeniyle sadece

insanlar veya diğer canlılar değil cansız varlıklar

da zarar görmektedir. Binalar, araçlar,

yollar, köprüler, barajlar, tarihi yapılar ve

doğanın bizzat kendisi gibi. Dolayısıyla şiddeti

birçok başlık altında incelemek ve buna

ilişkin değerlendirmelerde bulunmak mümkündür.

Ancak burada genel hatlarıyla, tüm

dünyada olduğu gibi, ne yazık ki ülkemizde

de sıklıkla şahit olduğumuz ve gitgide kronik

bir hale dönüşen kadına yönelik şiddet

ve kadın cinayetleri üzerinde duracağız.

Arapça “şedd” kökünden dilimize yerleşmiş

olan şiddet kelimesi; kabalık, sertlik,

zorbalık anlamına gelir ve bir kişi veya gurubun

simgesel varlığına ya da bedensel bütünlüğüne

yönelik çeşitli biçimlerde yapılan

saldırıyı ve zarar vermeye dönük her türlü

davranışı içerir.

Şiddet eylemine kadın özelinde bakacak

olursak, dört genel başlığın öne çıktığı görürüz.

Bu başlıklar; fiziki şiddet, cinsel şiddet,

psikolojik şiddet ve ekonomik şiddet olarak

kategorize edilebilir.

Fiziki şiddet, bir başkasının bedensel

bütünlüğüne zarar verecek, kişiye acı çektirecek

davranışlardır. Basit bir yaralamadan

cinayete kadar uzanan her türlü davranış fiziki

şiddet olarak değerlendirilebilir.

Cinsel şiddet, birini istemediği yerde

ve zamanda cinsel birlikteliğe zorlamaktan,

cinsel içerikli yazılı/sözlü mesaj ve harekete

kadar bir dizi davranışı ifade eder.

Psikolojik şiddet, bir kişiyi aşağılamak,

korkutmak, sindirmek, küçük düşürmek,

duygusal açıdan yıpratmak veya zarar vermek

gibi davranışları kapsar. Cinsel kimlik

üzerinden aşağılamanın hem cinsel hem de

psikolojik şiddete örnek olacağını belirtelim.

Ekonomik şiddet ise kendisine ekonomik

açıdan bağlı olan bir kişiyi maddi varlıktan

yoksun bırakmak, bu yolla baskı altına

almak, harcama yapma ya da mal edinme

özgürlüğünü kısıtlamak veya kişisel banka

kartlarına el koymak şeklinde tanımlanabilir.

Cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet,

buna uğrayan kişi tarafından belli oranda

gizlenebilse de fiziki şiddet daha görünür ve

belirgin olması nedeniyle çoğu zaman gizlenemez

ve açığa çıkar. Yapılan istatistiksel

çalışmalara göre darp, dayak, işkence veya

cinayet gibi sonuçlara sebep olacak fizik şiddette,

dünyada olduğu gibi ülkemizde de son

yıllarda ciddi artış gözlenmektedir. İçişleri

Bakanlığı ile Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler

Bakanlığının paylaştığı veriler bu gerçeği

yansıtmakta ve bunu önlemeye yönelik acil

önlemler alınması mecburiyetini ortaya koymaktadır.

Bağımsız kaynaklara dayalı verilere

göre 2009 yılında hayatını kaybeden kadın

sayısı 125’tir. 2010’da bu sayı 203’e çıkmış;

2011’de ise 128’e düşmüştür. 2012’de 145’e

yükselen kadın cinayet oranı sonraki yıllarda

artarak devam etmiştir. Bu sayı 2013’te 231;

2014’te 220; 2015’te 293’tür. Kadın cinayetleri

2016’da çok az bir düşüşle 288 olmuşsa da

sonraki yıllarda bu sayı ufak düşüşlerle birlikte

yükselişini sürdürmüştür. Kadın cinayetleri

2017’de 349; 2018’de 404; 2019’da 420

olarak kayıtlara geçmiştir. 2009 ile 2019 yılları

arasındaki 10 yıllık süre içinde katledilen

kadın sayısı 2.806 olarak ölçülmüştür. Covid

19 pandemisiyle geçirilen 2020’dekicinayet

oranı ise 407’dir. Her ne kadar resmi kaynakların

kaydettiği veriler bu sayılardan biraz

daha düşük olsa da kadın cinayetleri konusunda

ciddi çalışma içinde olan STK’lar, üniversiteler,

siyasi partiler ve çeşitli araştırma

şirketleri bu sayılarda hemfikirdirler.

Bütün bu cinayet olaylarının yanında

bir de “şüpheli ölümler” gibi bir sorunumuz

bulunmaktadır. Başlarda intihar olarak kayıtlara

geçen birçok ölüm, sonrasında şüpheli

bulunmuş, yapılan incelemelerde bir

kısmının cinayet olduğu ortaya çıkarılmıştır.

Bunun en önemli örneği, kamuoyunun “Şule

Çet Cinayeti” olarak bildiği olaydır. Şule Çet

Cinayeti, 29 Mayıs 2018’de 23 yaşındaki Şule

Çet’in tecavüz edildikten sonra bir plazanın

20. katından aşağı atılması suretiyle öldürül-

26

mesi olayıdır. Olay, önceleri intihar olarak

kayıtlara geçmişse de sonrasında yapılan

itirazlar üzerine, intihar süsü verilmiş bir cinayet

olduğu anlaşılmıştır. Şule Çet Cinayeti

bu anlamda bir kırılma noktası olmuş, sonrasında

ani meydana gelen her ölüm hadisesi

“kadın cinayeti” şüphesiyle inceleme altına

alınmıştır.

Kadın cinayetlerinin gerekçesine bakıldığında

ise çoğunlukla “namus” bahanesiyle

işlendiği tespit edilmiştir. Cinayetten sonraki

ifadelerinden anlaşıldığı üzere; kadının

boşanma talebini, boşanmasını veya evden

ayrılması gibi durumları “namus” ile ilişkilendiren

erkekler, “namusunu temizlemek”

adına bu cinayetleri işlemişlerdir. Cinayete

kurban giden kadınların neredeyse tamamının

failinin eş, eski eş, sevgili veya aile fertlerinden

birinin olması da oldukça önemlidir.

Uğradığı saldırıdan hayatını kaybetmeden

kurtulan kadınların verdikleri bilgilere

göre, bu kadınlar uzun süre şiddetin diğer

türleriyle de yaşamak zorunda kalmışlardır.

Özellikle eski eş tarafından saldırıya uğrayan

kadınların ifadelerinden anlaşıldığı üzere,

bu kadınlar saldırıdan önce fiziki takip, sosyal

medya takibi, SMS gibi yollarla taciz edilmiş

ve baskı altına alınmışlardır.

Cinayet sırasında kullanılan aletlerle ilgili

ortaya çıkan bilgiler ise %47’sinin ateşli

silah, %23’ünün kesici alet olduğu şeklindedir.

Geriye kalan cinayetler darp, zehirleme

ve muhtelif yollarla işlenmiştir.

Cinayet olaylarından sonra, faillerin

verdikleri ifade ve yapılan psikolojik incelemeler

sonucunda, bu kişilerin ruhsal durumları

hakkında da bir takım sonuçlara

varılmıştır. Buna göre kadın cinayetine imza

atan faillerin neredeyse tamamı, bu suçu

kıskançlık duygusuyla işlediklerini ifade

etmişlerdir. Failler, eşlik görevlerini yerine

getirmedikleri için terk edilmiş olsalar dahi,

bunu gururlarına yapılmış bir saldırı olarak

yorumlamış ve durumu düzeltmek, eksikliklerini

gidermek yerine fiili saldırıyı tercih

etmişlerdir. Burada öfke kontrolü, duygu durum

bozukluğu ön plana çıkmaktadır. Bu kişilerin

bir kısmının cinayeti kendi öz çocuklarının

gözleri önünde işlediklerini de göz

önünde tutarsak o anki ruhsal durumlarının


bütünüyle kontrolden çıktığını söyleyebiliriz.

Bazı faillerin cinayetten sonra cesede

uyguladıkları müdahale de duygusal açıdan

yaşadıkları çöküntüyü anlamamız açısından

önemlidir. Örneğin; cesedi yakmak, organlara

zarar vermek, bir kuyuya atmak, bir betona

gömmek ya da birkaç parçaya ayırarak ortadan

kaldırmaya çalışmak, faillerin bilinçli

davranmakla birlikte, ruhsal patoloji içinde

olduklarını da göstermektedir. Cinayetten

sonra teslim olan veya yakalanan faillerin

önemli bir kısmının, sonrasında pişmanlık

duyduğunu ve cinayeti kıskançlık nedeniyle

işlediklerini söylemiş olmaları da ifade tutanaklarına

geçmiştir.

Peki, burada bir de “Aslında neden?” sorusunu

soralım ve konuyu biraz da sosyolojik

açıdan ele alalım.

Kadın cinayetlerinin arka planına baktığımızda

birçok ayrıntı göze çarpar. Kıskançlık,

reddedilme, barışmaya yanaşmama,

ikna olmama, tehdit, şantaj vs. gibi. Bunlardan

en önemlisi, ayrılan çiftlerden birinin

(çoğunlukla erkeğin) bu ayrılığı “zihinde”

bitirememiş olmasıdır. Ayrıldıktan sonra

sosyal medya üzerinden yapılan paylaşımların

takip edilmesi, izlenmesi, yeni eş veya

partnerlerin varlığına tanık olunması ya

da mutluluk içerikli duygusal paylaşımlar,

diğer kişinin tahrik olmasına sebep olabilmektedir.

Ayrılık gibi durumların meydana

gelmesi sonrasında, bireylerin bu gibi davranışlardan

kaçınması, sosyal medyadan uzak

durması veya duygularını tahrik edecek,

öfkeye sebep olacak yayınları seyretmemesi

büyük önem arz etmektedir. Ancak merak

duygusu çoğu zaman ağır basmakta ve çiftler

arasında ayrılık yaşanmış olsa bile çeşitli

yollarla “takipleşme” devam etmektedir.

Çevremizde, yaşanan ayrılıklardan sonra iki

medeni arkadaş gibi hayatlarına devam eden

çiftler de olmakla birlikte bu çiftler azınlığı

teşkil etmektedirler.

Gelelim en önemli soruya; kadın cinayetleri

nereye varacak ve bu sorun nasıl çözülecek?

Bugün, konu ile ilgili birçok resmi ve

özel kurum yoğun şekilde çalışmalarına devam

etmektedir. Özellikle İçişleri Bakanlığı,

Adalet Bakanlığı ile Aile, Çalışma ve Sosyal

Hizmetler Bakanlığı bu konuda ortak çalışma

yürütmektedirler. Bu kapsamda kolluk

kuvvetlerinin bu konudaki hassasiyetleri en

üst düzeye çıkarılmış, elektronik kelepçe uygulaması

ile cep telefonları için KADES uygulamasına

geçilmiş, Alo 183 Sosyal Destek

Hattı açılmış, ceza kanununda bir dizi değişikliğe

gidilmiştir. Bunlar umut verici gelişmeler

olarak görülebilir. Öte yandan bu ve

buna benzer daha birçok düzenleme hayata

geçirilmiş olsa da kadın cinayetleri tamamen

sonlandırılabilmiş değildir. Evet, pratikte

önleyici ve caydırıcı tedbirler önemli oranda

etkisini göstermiştir ancak ülkemizdeki

kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri ne

yazık ki devam etmektedir.

Bu sorunun kökten çözümü veya en

azından minimum düzeye çekilebilmesi kanımca

uzun vadeli programlarla mümkün

olabilecektir. Kısa vadeli çözüm önerileri

veya çözüme dönük atılacak adımlar; sorunu

ötelemekten, üstünü örtmekten başka bir işe

yaramayacaktır.

Peki, uzun vadede neler yapılabilir? Bakalım:

Öncelikle milli eğitimde köklü değişikliğe

gidilmelidir. Çocuklar, anaokulundan

başlayarak kadın kimliğine ve toplumsal cinsiyet

eşitliğine duyarlı bir biçimde yetiştirilmelidirler.

Müfredat bu amaçla yenilenmelidir.

Bu kapsamda toplum adeta baştan imar

edilmeli ve yeni nesil cinsiyete dayalı ayrımcı

öğretilerden arındırılmalıdır. Ayrıca aileler

de bu anlamda eğitime dâhil edilmeli; anne

babalar için proje ve etkinlikler düzenlenmelidir.

Hatta bu sürece ilgili kurumlar da

entegre olmalı; her aile için “Aile Psikoloğu”

ve “Aile Sosyoloğu” uygulamasına geçilmeli,

eğitim çerçevesi mümkün olduğunca genişletilmelidir.

Sonrasında medya dili kontrol

altına alınmalıdır. Haber programlarından

eğlence programlarına, dizi filmlerden sinema

filmlerine, gazete ve dergilerden sosyal

medyaya kadar tüm medya unsurları şiddet

dilinden uzak bir yayın çizgisine çekilmelidir.

Bu konuda başta RTÜK olmak üzere

ilgili tüm resmi ve özel kurumlar etkin sorumluluk

üstlenmelidirler. Son olarak ceza

kanunlarında da gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

Öncelikle toplumda yargıya karşı

gelişmiş olan güvensizlik duygusu ortadan

kaldırılmalıdır. Verilen cezalar kamu vicdanını

tatmin edecek ölçüde olmalıdır. Örneğin

tecavüz edilerek öldürülen bir kadının

katiline “iyi hal indirimi” yapılmamalı, failin

pişmanlık duyduğuna dair söylemleri cezada

indirim sebebi sayılmamalıdır. Bugün ne yazık

ki ülkemizde yargıya karşı negatif bir algı

söz konusudur. İnsanların haklarını aramak

için mahkemeler yerine sosyal medyaya başvurmaları

bunun en açık göstergesidir. Bir

sosyolog olarak düşüncem, kadına yönelik

şiddet ve kadın cinayetleri ancak bu üç başlık

altında önlenebilir.

Tekrarlayalım: 1) Eğitim 2) Medya dili

3) Ceza kanunları.

Evet, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri

ne yazık ki içinde yaşadığımız çağın

en önemli sorunu. Üstelik sadece ülkemizin

değil bütün dünyanın baş etmekte zorlandığı

bir sorun. Bugün belki hükümetler bu sorunun

giderilmesi için ciddi çalışma yürütüyor

olabilirler. Ancak yapılan istatistiksel araştırmalar

durumun vahametini ortaya koyuyor

ve üretilen politikaların yetersiz olduğunu

kanıtlıyor. Kadın cinayetlerinin çözümü, kalıcı

uzun vadeli planlar yapıp bu planların tavizsiz

uygulanmasıyla sağlanacaktır. İstanbul

Sözleşmesi veya 6284 sayılı kanunun yürürlüğe

konulup pratikte tam anlamıyla uygulanamaması

gibi pratiklerle değil.

27


HEDİYE PAKETİ

Meltem Terzioğlu

Kapı çalıyor. Gözlerimi ekmekliğin üstündeki

saate çeviriyorum hızlıca. Akrep yedinin

üstünde, yelkovan on ikiyi gösteriyor.

Yaz vakti güneş erken batmayınca kocamın

geleceği saati bir türlü hesap edemiyorum.

“Kim o?’” diye sormak anlamsız. Gelen Yavuz’dur

herhalde, diye söyleniyorum kendi

kendime. Geç bile kalmış. Nedenini merak

etmiyorum. “İşler ucu ucuna da olsa yetişseydi

bari. Şimdi söylenip duracak, vay halime.’’

diyerek yarım kalan salataya dertleniyorum.

Dilimleme bıçağını doğrama tahtasının

kenarına bırakıyorum. Kapı bir kez daha çalıyor.

‘’Geldim!’’ Soğandan yaşaran gözlerimi

üst koluma bastırıp gözyaşlarımı siliyorum.

Tokalı ev terliğimin gittikçe artan sesi kapının

açılacağını haber ediyor. Nihayet kapıya

ulaşıyorum. Kapıyı açıyorum.

Yavuz iki büklüm olan belini dikleştiriyor.

Gururlu bir duruşu var. Mutfaktan yayılıp

evin her köşesine sinen yemek kokusu

yüzüne çarpıyor. Gözlerini devirerek bana

bakıyor. “Nerede kaldın be kadın? Beklemekten

ağaç oldum.”

Yanıt vermiyorum. Gözlerim kocamın

elindeki hediye paketine kilitleniyor.

“Ho hooşgeldin Yavuz. Elindeki neymiş

öyle?’’

Daha önce böyle büyük ve süslü bir

hediye paketi görmediğimi düşünüyorum.

Yavuz çapraz ev terliğini ayağına geçirdikten

sonra hediye paketini kucağıma tutuşturuyor.

“Yahu öyle aval aval bakma suratıma. Al

şunu, deli etme adamı.’’

Paket çok ağır... Kollarımda taşıyacak

gücü bulamıyorum. Ayaklarımı sürüyerek

kendime en yakın alanı seçiyorum. Mutfak.

Paketi mutfaktaki katlanır masanın üstüne

yerleştirirken bir yandan mırıldanıyorum:

“Nereden çıktı bu şimdi? Yoksam bana mı

aldın?” Yavuz yüzüne su çarparken dediklerimi

işitmiyor. Sararmış atletini çıkarıp

kirlilerin arasına üstünkörü fırlatıyor. Yatak

odasına geçip yeni ütülenmiş tişörtünü geçiriyor

üstüne. Koltuk altından yayılan koku,

yumuşatıcı kokusunu bastırıyor. Koridorda

ilerlerken “Kurt gibi acıktım valla. Ne yemek

yaptın kız?” diye söyleniyor. Salondaki sofranın

hazır olmadığını gören Yavuz sesini

temizliyor. Damarlarında bir şeyler kaynadığını

hissediyor. “Bu masa neden hala boş?

Saat kaç oldu? Sefalet sana diyorum?”

Jelâtin poşetin hışırtılı sesinden başka

bir şey duyulmuyor. Doğrama tahtasının

kenarındaki bıçağı sıkıca kavramış, hediye

paketini büyük bir heyecanla açmaya çalışıyorum.

Bir orasına bir burasına aldığı darbelerle

kevgire dönen paket halsiz düşmüş.

Dili olsa “Yeter!” diye haykıracak. Piyazlık

doğranmış soğanlar kendinden geçmiş.

“Alooooo? Kime diyorum ben?” Yavuz’un

sesiyle irkiliyorum. Gözlerim hızlıca

ekmekliğin üstündeki saate kayıyor. Akrep

sekize doğru yol almış. Yelkovan on birin

biraz ilerisinde. “Eyvah! Vallahi de billahi

de herif aç kaldı. Az daha sofrayı hazırlamazsam

yemek yerine beni yiyecek. Hem

de çiğ çiğ.” Canını okuduğum paketi bir

köşede bırakıp bankoya dönüyorum yüzümü.

Tencereyi elimle yokluyorum. Yemek

ılık. Hızlıca ocağın altını yakıyorum ama

kısık ateşte. Yemeğin dibi tutmamalı. Buzdolabına

koşuyorum. Önceden doğradığım

maydanozlarla beraber limon suyunu çıkarıyorum.

Malzemeleri bir köşeye alıp mutfak

dolaplarından birini açıyorum. Dört yemek

tabağı, bir kayık kâse çıkarıyorum. Çekmeceyi

kendime doğru çekiyorum. Üç yemek

kaşığı - bir tanesi salatayı karıştırmak için

- iki çatal alıyorum. Kendinden geçmiş soğanları

kayık kâsenin içine yuvarlıyorum.

Bıçakla doğrama tahtasını iyice sıyırıyorum.

Ziyan olmasın. Yüzümü baharatların olduğu

köşeye dönüyorum. Pul biber, karabiber, sumak,

tuz... Baharatları kaptığım gibi soğanın

yanına koşuyorum yine. Hepsinden birkaç

cimdik ekleyip tek elimi kâsenin içine daldırıyorum.

Diğer elim ocaktaki yemeğin kapağında.

İnce kıyılmış maydanozları da ekleyip

yoğurmaya devam ediyorum. Son olarak

limon suyuyla zeytinyağını salatanın üstünde

gezdiriyorum. Soğan salatası hazır! Daha

fazla vakit kaybetmemek için elimde salatayla

salona koşuyorum. Yavuz tekli kanepeye –

her zamanki yerine - kurulmuş. Bacak bacak

üstüne atmış, karnını doyurmam için beni

bekliyor. Etraf sessiz.

“Ulan o kafanı şu yemek masasına sürtüp

kıvılcım çıkarmak vardı ya… Dua et

açım, halim yok.’’

Aldığı hediyeyi düşünüyorum. İçim

kıpır kıpır. Ettiği laflara edecek kelamım

28

yok. Mahcup hissediyorum. Salatayı yemek

masasına bırakıyorum. Kumanda gözüme

çarpıyor, sehpaya doğru ilişiyorum. Oyalansın

diye televizyonu açıyorum. Haberleri

kaçırmış olsak da en sevdiği dizi var bugün.

Hemen dizinin yayımlanacağı kanalı çeviriyorum.

Homurtuları az da olsa kesiliyor. Etrafa

yayılan soğan kokusunu duyunca masaya

doğru hareketleniyor. Mutfağa koşarken

içerden gelen sesi duyuyorum ‘’Ekmek nerede

ekmek? Bunu da ben mi söyleyeceğim.

Kadın diye aldık… Tövbe estağfurullah.’’

Ağzına kadar kuru fasulye dolu tencereyi

açıp daldırıyorum kepçeyi. Yemekleri tabağa

yerleştiriyorum. Bir başka tabağa da tereyağlı

pilavları servis ediyorum. Ekmek poşetini

koluma astıktan sonra bir tepsiye koyduğum

tabakları götürüyorum salona şangır şungur.

Dengemi kaybetmemek için büyük çabalar

sarf ediyorum. ‘’Şükür!’’ diye nara atıyor tok

sesiyle. Tabakları önüne diziyorum büyük bir

titizlikle. Kuruluyorum sandalyeme. Yavuz’u

izlemeye koyuluyorum. Sanki boğazından

yıllardır tek bir lokma girmemiş gibi yiyor

yemeğini. Pilav taneleri sigaradan sararmış

bıyığına yapışıyor. Kuru fasulyenin salçalı

suyu ağız kenarından taşıyor. Arada bir de

homurtular çıkarıp lokmasını çiğnemeden

yutuyor. Sürahiye uzanıp bir bardak da su

koyuyorum. Aklım hediyede. Bir an önce

paketi açıp bana ne aldığını görmek istiyorum.

Değer görmeye olan açlığım Yavuz’un

yemek için duyduğu açlığa benziyor. Gidip

bana alınan hediyeye kavuşmak istiyorum.

Onu tek lokmada yutmak, değer görmeye

olan açlığımı az da olsa bastırmak istiyorum.

“Yavuz’um ben bir koşu mutfağa gidip

gelsem? Bana ne aldığını görsem içim rahat

edecek. Çok meraklanıyorum.” diyebiliyorum

sonunda. Kafasını gelişigüzel salladıktan

sonra “Tatlı ne yaptın?” diye soyuyor.

“Keşkül.” diyorum sessizce. “İyi, gelirken

tatlıyı da getir.” Hemen mutfağa koşuyorum.

Terliklerim mermer zemin üstünde kaydı

kayacak. Paketin delinen yerlerine elimi daldırıyorum.

Kocaman bir kutu çıkıyor karşıma.

İç içe geçmiş tavaların üstünde kalın

harflerle Granit Döküm Tava Seti yazıyor.

Hem de altı parça. Yirmi üç yıllık hayatımda

aldığım ilk hediye. Seviniyorum. “Üstünde

etler kızartırım, çızır çızır.”diye geçiriyorum

içimden. Kutuyu açıyorum bir hışım. Tava-


ları sarılı oldukları jelâtinden kurtarmaya

çalışırken kulağıma bir ses çarpıyor. Bu Yavuz’un

sesi... Beş yıldır evli olduğum adamın

sesine yabancı kalıyorum. Sesler de farklı

kimliklere bürünebiliyormuş demek.

“He gülüm, kıskanılacak bir şey yok iki

gözüm önüme aksın! Napayım evde tava yok

diye et de mi yemeyeyim? Oradaki çalışan

zırtapoz hediye paketi yapayım mı deyince

he deyiverdim ben de. Kız deme öyle, vallahi

seni seviyorum ben. Barıştık mı he? Öperim

dilberdudağından seni.”

O an kanatları kırılmış bir kış gibi yere

çakılıyorum. Kırılmadık kemiğim kalmıyor.

Ağlamak istesem de pek beceremiyorum,

yutkunmakla yetiniyorum. Kundakladığım

tavanın birini masaya bırakıyorum. Terliklerimi

yerde sürüye sürüye salonun balkonuna

doğru yol alıyorum.

“Yaptığın çok doğruymuş gibi bir de

bağıra bağıra balkonda mı konuşuyorsun

Yavuz?” sesim cılız ama ettiğim laftan dolayı

kendime şaşıyorum. Yavuz ilk önce afallıyor.

Sonra sesini temizleyip hızlıca telefonu kapatıyor.

Dişleri birbirine kenetli, “Gir içeri!”

diye emir buyuruyor. Girmiyorum. “Gülün

he? Kim bu kadın Yavuz?” sesim cılızlığından

sıyrılıyor. Kendime duyduğum güven

her yanımı ele geçiriyor. Ne Yavuz ne de

etrafımda yükselen sesleri duyuyorum. Bir

tek kafamın içinde dönen düşüncelerin sesi.

Balkon denizliğinin köşesine pusup tesbih

böceği gibi yuvarlanıyorum içime.

“Git, o hediyeni de geri ver. İstemiyorum,

istemiyorum!” derken içimde birikenler

dilimden akıp gidiyor iltihaplı irin gibi.

İstemiyorum diye bağırdıkça özgürlüğün

beni ele geçirdiğini hissediyorum. Balkon

demirlerinden kurtulsam uçacağım sanki.

Sesi duyan evinin balkonuna koşuyor, “Kızım

dur, yapma!” Kimi balkonundan sıyrılarak

sokağa fırlamış yanındakini omzundan

dürtüp konuşuyor: “Tı tı tı daha çok gençmiş.”

Kimi eline aldığı telefonla o anı ölümsüzleştiriyor.

Hava kuru ve boğucu... İki yana

açtığım kollarımı sıcak hava dalgası yalıyor.

Ensemde hissettiğim nefesin serinliğiyle

ürperiyorum. Göz kapaklarım birbirine kenetli.

Önümü dönmüyorum. “Polisi ara, ara

polisi çabuk! Oğlum dur yapma!” diye yükseliyor

çatallı bir ses. “Hazırım.” diyorum

Yavuz’a. “Ölüme hazırım.” Hemen sonra sefil

olarak yaşadığım bu hayatta kendimi ilk kez

değerli hissettiren tava çınlıyor beynimde.

Bir darbe, bir darbe daha... Olduğum yere

yığılıyorum. Beynimden akan sıcaklığa hissizleşiyorum.

Bir darbe daha… Gözlerimde

karanlık. Kulağımdaki uğultular sessizliğe

boğuluyor. Son darbe.

Toprağın dibine gömülen özgürlüğüme

sarılmış bir halde buluyorum kendimi. Kemiklerim

ağrıyor sıkışıp kaldığım bu yerde,

tabutun içinde. İsli, nemli, rutubetli… Beni

buraya koyarken rızamı alan olmuş mu sanki?

Sesimi duyan var mıydı? Fikrimi soracak

olsalardı benim için biçilen adı kulağıma fısıldadıklarında

razı gelmezdim onlara. Sefalet,

Sefalet, Sefalet… Dualarda adımı zikretmesinler,

istemem. Yabancısıyım kendisinin.

Meltem Terzioğlu

Mektup

Murat SAYDAM

Sevgili kadın,

Lafın gelişi de olsa “Nasılsın?” diye soramıyorum. Biliyorum ki iyi değilsin. Biliyorum ki yorgun, kırgın, üzgünsün. Beni sorarsan eğer,

eh işte… Her zamanki gibi erkeğim.

Sana bu mektubu belki yıllar önce yazmış olmalıydım. Sen; cephede sırtında mermi taşırken, oğluna kınalar yakarken, halı dokurken,

fabrika yollarında üşürken, okul kapısında beklerken yazmalıydım, yazmadım, yazamadım, affet!..

Biliyorum, doğan her kız çocuğunda seni suçlamamalıydım. Yorgun olduğunda senin de bir insan olduğunu hatırlamalıydım. Sevebileceğini

ya da sevmemeye hakkın olduğunu bilmeliydim. Konuşmak istediğinde susturmak yerine seni dinlemeliydim. Dedim ya, suçluyum

affet!..

Mektubumun arasına kaç “Özür” sokuşturursam, asırlardır sana yaptığım haksızlığı telafi edebilirim? Acı gülümsemeni görür gibiyim.

Haklısın… Çünkü ben hiç dövülmedim, hiç vurulmadım çocuklarımın önünde, hiçbir zaman taciz edilmedim iş yerinde, ailemden korkmadım...

Hiçbir gece korkuyla yatmadım “Ağabeyim, babam, amcam... “ üzerime çullanacak diye. Ben hep erkektim, kimsenin namusu olmadım

ki ayıplanayım. Kimsenin helâli olmadım ki esir alınayım. Oysa sen... Ben seni satarken haraç mezat üç kuruş başlık parasına sustun,

hiç bilmediğin yerlere sürgün gittiğimde de sustun. Hep susan taraf oldun sen. Yaralarını saklarken, hakaretler işitirken, benim basiretsiz,

aciz, en zalim yüzüm karşında öfkeyle parlarken sen hep sustun...

Suçluyum!

Seni elleriyle zalimce boğan benim, defalarca bıçaklayan, silahla vuran, taşlayan, pazarlayan, o yüksek binalardan seni aşağı atan yine

benim. Bir an gözünü kırpmadan seni yakan da benim. Üstelik yüzyıllardır yapıyorum bunu, yüzyıllardır öldürüyorum seni. Her seferinde

sen doğdun, ben yine öldürdüm... Zaman değişti her şey değişti ama ben seni hep...

Mektubuma son vermeden evvel senden yeniden özür dilemek isterdim ama dileyemem. Özür dilersem bağışlarsın. Sen böylesin…

Bütün acılarına rağmen yine dimdik karşımda durursun ve bütün kusurlarıma rağmen yine affedersin... O kadar çok günahım var ki bunu

dilemeye hakkım yok.

Kadınca ve insanca yaşaman dileğiyle katilin, ERKEK...

17.01.2021 Brüksel

29


ROSA LOUİSE PARKS

(4 Şubat 1913- 24 Ekim 2005)

Mümin BİLGİN

Takvim yapraklarını yarım yüzyıl geriye

sarmaya var mısınız? Yoksa geçmişi anlamadan

geleceğe bakmaya çalışan körlerden misiniz?

Ya da anı yaşayıp bir heykel gibi cansız

mısınız, çoğunluk gibi hareketsiz nefes mi

alıyorsunuz?

Yolculuğa hazırsanız sizleri 1 Aralık

1955 tarihli soğuk bir kış gününe, Amerika’nın

Montgomery eyaletine götürmek istiyorum.

Yolculuğa çıkmadan önce hikâyemizin

kahramanı olan Rosa Louise Parks’ı

yakından tanımak, yolculuk için valizlerimizi

eksiksiz doldurmamızı sağlayacaktır.

Rosa Louise Mecauley bilinen ismiyle

Rosa Louise Park, 4 Şubat 1913 tarihinde

ABD’nin Alabama eyaletinde marangoz bir

ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük

yaşta ebeveynlerinin ayrılığı, annesiyle birlikte

verdiği yaşama mücadelesi Rosa Parks’ı

daha o yıllarda hayatın zorlu yanlarına hazırlıyordu.

Rosa Park’ın çocukluk ve gençlik

yılları ABD’de siyahî vatandaşlara karşı ırkçılığın

yoğun şekilde yaşandığı yıllara denk

gelmekteydi. Otobüslerde beyaz ve siyah vatandaşların

oturacağı yerlerin belli olduğu,

hiçbir zaman beyaz ve siyah rengin yan yana

duramayacağı, beyaz rengin yerleşmesi bitmeden

siyah rengin adının bile telaffuz edilmediği,

üniversitelere alınmadığı insanlığın

ikinci ele çıkarıldığı yıllar... Peş peşe yaşanan

insanlık dışı olaylar, Rosa Parks’ın Amerikan

Yurttaş Hakları hareketine katılmasına neden

olmuştu.

Rosa Park, 1995 yılının 1 Aralık günü

yorgun vaziyette işten evine dönmek için

durakta otobüs bekliyordu. Şoför James Bloke’nin

kullandığı otobüs, durağın önünde

durup yolcuların indiği sırada, beyazlar henüz

otobüse binmemişken, Rosa Park’ın ön

kapıdan otobüse binmeye çalışması şoför

James Bloke tarafından engellenmişti. Bloke,

Rosa Park’ı siyahlara sırası geldiğinde arka

kapıdan binmesini yönünde sert bir şeklide

uyardı. Karşılaştığı bu sert tepki Rosa Park’ın

uyanışıydı.

Rosa Park, yıllardan beri uğradıkları

haksızlığın biriktirdiği öfkeyle şoförün uyarılarına

bir tepki olarak otobüse binmedi.

Bir sonraki otobüsü bekledi. Gelen otobüsün

şoförü yine James Bloke olunca tekrar otobüse

binmekten vazgeçti. Sıradaki otobüsü

beklemeye başladı. Otobüs geldiğinde, var

olan yorgunluğuna saatlerce durakta beklemenin

verdiği yorgunluk da eklenince, şoföre

bakmadan, yıllarca adına kamu düzeni

dedikleri ayrımcılığa başkaldırırcasına önceden

belirlenenin aksine bir koltuğa oturdu.

Otobüsün şoförü James Bloke hiddetli bir

tonda, beyaz insanların oturduğu koltuklara

oturamayacağını, en arkaya siyahlar için ayrılan

yere oturması gerektiğini, oturmaması

durumunda otobüsten zorla indirileceğini

söyledi.

Yorgun ve bitkin olan Rosa Park hesapta

yokken plansız bir şekilde yaptığı eylemin

arkasında durarak şoförün gözlerinin içine

baktı.

“Kalkıp yerimi bir başkasına vermem

gerektiğine inanmıyorum.” diyerek o tarihe

geçen sözünü söyledi.

Yıllar sonra verdiği röportajında bu

olayla ilgili olarak o gün işten dolayı çok

yorgun olduğundan bilinçsiz bir şekilde bir

tepki verdiği yönünde yapılan eleştirilere,

“Evet, çok yorgundum. Sürekli haksızlığa

uğramaktan ve bunu kabullenmekten yorgundum.”

diye yanıt verdi. Artık kıvılcım bir

kere yakılmıştı, bundan sonra geriye dönüş

yoktu. Haksızlığa uğrayan, ikinci sınıf vatandaş

muamelesi gören Rosa Park dünya

üzerindeki tüm insanlığın iç sesi olmuş ve

yüksek sesle haykırmıştı.

“Sürekli haksızlığa uğramaktan ve bunu

kabullenmekten çok yorgunum.”

Bu olaydan sonra Rosa Park hemen tutuklandı.

Rosa Park’ı tutuklayan polis memuru

sert muamelede bulununca Rosa Park:

“Neden beni itip kakıyorsun?” diye sorar.

Polis memuru “Bilmiyorum. Yasa yasadır ve

sen de bir tutuklusun.” diye karşılık verdi.

30

Yasaları, kanunları yapan insanlar değil

miydi? Bir insan başka bir insana sadece

aynı renkte, aynı düşüncede, aynı yaşam

standartlarına sahip olmadığı için zulüm

yapıyordu. Bu da insanlığın insanlığa karşı

işlediği en ağır suçlardan biriydi. Olayın başında,

merkezinde ve sonunda insan vardı.

Rosa Park bu diyaloğun sonunda “Tutuklanırken

tek bildiğim, bir daha asla bu aşağılanmayı

kabullenmeyeceğim ve bu utancın

yolcusu olmayacağımdı. Ne kadar taviz verirsek,

ne kadar susarsak, baskı da aynı oranda

artıyordu.” şeklindeki cevabı hakların

kazanılmasında mücadelenin önemini ama

bu mücadelenin şiddetten yoksun kararlılık

çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini bizlere

bir kez daha kanıtlıyordu. Bu şiddetten yoksun

mücadele yöntemi Mahatma Gandi’den

gelen ve Nelson Mandela’ya uzanan şiddetsiz

çözümün haklı yoluydu.

Mahkemenin belirlediği 100 dolarlık

kefalet ücreti ödendi ve Rosa Parks yıllarca

tutuksuz yargılandı. Bir şeylerin değişmesi

için yaşanan bu olayın geniş kitlelere duyurulması

ve ortak çaba gösterilmesi gerekiyordu.

Bu görevi üstlenen Alabama Üniversitesi

Profesörü John Robinson 35 bin el

ilanı bastırarak otobüslerin boykot edilmesi

çağrısında bulundu. Gazete ve kilisenin yar-


dımıyla boykot çağrısı geniş kitlelerin katılımıyla

şehrin tamamına yayıldı. Siyah insanlar

aylarca işlerine yürüyerek gitti. Arabaları

olan insanlar gönüllü olarak arabası olmayanları

gidecekleri yerlere götürdü. Boykot

genişledi ve tüm şehre yayıldı. Bir tek siyahî

vatandaş 381 gün otobüs kullanmadı. Bunun

sonucunda birçok otobüs şirketi büyük zarara

uğradı. Kararlı mücadele meyvelerini

vermeye başlamıştı. Mücadeleye olan inanç

ve odaklanma duygusu yuvarlanan kartopu

etkisi yaratarak, gün geçtikçe etkisini genişletti.

Bu noktada hareketin bilinçli bir şekilde

örgütlenmesi ve etkisinin ülke geneline

yayılması gerekiyordu. Amerikan Yurttaş

Hareketi, kilisede vaiz olarak görev yapan

26 yaşındaki Martin Luther King hareketin

başına geçirdi. Martin Luther King’in iyi

bir vaiz, etkili bir anlatıcı olması hareketi

daha etkili hale getirdi. Bu duruma kayıtsız

kalmayan Associated Press haber ajansının

olayları günbegün yayınlamaya başlamasıyla

bu haklı baş kaldırış tüm ülkede duyuldu.

Martin Luther King önderliğinde gün

geçtikçe daha fazla taraftar bulmaya başlayınca

baskı, linç girişimi arttı. Hatta yıldırma

hareketleri, Martin Luther King’in

evine bomba koymaya kadar uzanmıştı. Bu

olaydan sonra binlerce öfkeli siyahî vatandaş

Martin Luther King’in evinin önünde

toplanıp bu harekete destek vermeye başladı.

Martin Luther King, öfkeli kalabalığa: “Buraya

silahlarıyla gelen varsa evine götürsün.

Silahı olmayan silah edinme peşinde olmasın,

şiddete şiddetsizlikle karşılık vereceğiz.

Beni durdursalar bile bu hareket durmayacak.”

şeklindeki sözleri zafere yaklaşmanın

en can alıcı noktasıydı. Siyah ve beyaz rengin

birbirini tamamladığı, birlikte daha güzel

olduğunu şiddetin karşısına tam zıttı olan

şiddetsizliği çıkararak zıtların birbirine nefes

aldırdığını bir kez daha kanıtlamış oldu.

Haklı mücadele mutlu bir şeklide sona

ermişti. Boykot 20 Aralık 1956 günü bitirildi.

1964 yılında Sivil Haklar yasası çıkarıldı.

Hem toplumsal hem de siyasi haklar, hiçbir

şiddetin gölgesi olmadan gözyaşları içinde

kazanılmış oldu. Belki de Rosa Park o gün

yorgun ve dalgın olmasaydı, yıllarca ezilmişliğin,

haksızlığa uğramanın yıkıcı ateşi altında

olmasaydı altmış beş yıl önce yaşananları

ve kazanılan mücadelenin haklılığını 20.

yüzyılın sonlarında ya da 21.yüzyılda belki

öğrenebilecektik. Kıvılcımı yakan Rosa Park

o günlerde ne kadar perdenin arkasında kalsa

da Rosa Park gibi suflör olmasaydı ayakta

alkışlanan mücadeleyi insanlık izleyemeyecekti.

Suflör, oyuna her zaman perde arkasından

yön verir.

ÜLKEMDE KADIN

Cemal Durmaz

Ülkemde kadın olmanın zorluklarından

bahsedilir. Çile çektiğinden, çok çalıştığından,

çok çalıştırdığından, çocuk doğurmasından,

çocuk büyütmesinden, ev işlerinden

vb. gibi sıralayabiliriz zorlukları.

Daha doğrusu kadın olmanın zorluklarını

yine, kadınların bu yakınmalarından

anlıyoruz belki. Ama bir de günümüzde şu

gerçek var ki kadın şiddeti ve cinayetleri.

Kadın olmak, yukarıda saydıklarımızdan

mı ibaret?

Bu sorunun cevabını tarih kitaplarını

araştıranlar görecek ki bizim ülkemizin kadınları

birer kahramandır. En az erkekler kadar

mertlik göstermişler, en az erkekler kadar

kahramanlıklar yapmışlar, en az erkekler

kadar başarılı olmuşlardır.

Ya günümüzde, birçok işletmenin başında

kadın yöneticileri görmek mümkündür.

Hem de gayet başarılı kadın yöneticiler.

Bunun yanında birçok işletme sahibinin

kadın olduğunu, hatta sadece erkeklere

has olduğu söylenen mesleklerde bile başarılı

kadın işletmecileri görebiliyoruz.

Ülkemde kadın olmak aslında kolay

ama şu ön yargılar olmasa, en sevmediğim

‘saçı uzun aklı kısa’ gibi deyimler olmasa, kadına

şiddet, kadın cinayeti olmasa, kadına iş

için tüm destekler aile ve devlet tarafından

sağlansa, sağlanıyorsa da daha da arttırılsa,

kadına olan sevgimiz hiç bitmese… Ülkemde

kadın olmak çok kolay olacaktır.

Kadın şiddetleri önlense, kadın cinayetlerinde

halkın vicdanının rahatlamasını sağlayan

etkili ve caydırıcı cezalar verilse, kadın

olmak ülkemde gerçekten çok kolay.

Tarihimizden beri kadına; anne, üreten

evi idare eden, sevgi dolu, şefkatli, sahiplenen,

koruyan vb. gibi duygular yüklenmemiş

midir? Annelerimize, kız kardeşlerimize, ablalarımıza,

teyze, hala ve yengelerimize hep

bu duygular ışığında saygı göstermedik mi?

Onları başımızın üzerinde tutmadık mı?

Ne oldu da günümüzde kadın olmanın

zorluklarından söz eder olduk.

31

Ne oldu da kadınlar ülkemizde eşit hakları

olmadığını düşünmeye başladı.

Gerçekten bizim ülkemize ne oldu.

Gerçekten insanlarımız saygı ve sevgi

gibi sahiplenme ve koruma, vicdan ve adalet

duygularını ne zaman yitirdi.

İşte konuşmamız gereken bu duygular.

İnsanların mevcut erdemler ile arasının ne

olduğu, hangi erdemleri yitirdiği.

Erdemleri yitirdiği gibi aramayanlar var

mı? Neden bu haldeyiz?

Topyekûn tüm halk kendimize özümüze

dönmeli. Tekrar kadınlarımıza gereken

saygıyı göstermeli, özellikle adalet ve vicdan

duygularımızı, erdemlerimizi geliştirmeli,

bu konular üzerinde gerekirse toplumu bilinçlendirici

çalışmalar bir an önce yapılmalı.

Ülkemde kadın olmak onlara güzel hissettirmeli.

Kadın ve erkeği ile birlikte hep

beraber bu güzel ülkede mutlu olmayı başarmak

için çok çalışmalı ve mutlu olmalıyız.


İYİ BİR ŞARKI, İYİ BİR MÜZİK SİZE

HER DUYGUYU HİSSETTİREBİLİR!

Alp Yenier Söyleşisi

Ercan AKARSU

“Sessizlik ve bir gitar olsun, yeter” diyor

tanınan besteci Alp Yenier. Birkaç cümleyle

sizlere bu sohbetin öneminden söz etmek

isterim. Nasıl ki yazmak için bir kalem ve

kâğıda ihtiyaç duyuyorsam, nasıl ki yazmadan

evvel yükselmek için usta düşünürlerin

sayfalarını çeviriyorsam işte tam da satırlara

dökeceğim an gelip çattığında, kulaklarım

hüzünlü bir müzik arıyor; bir masaldan alıp

başka bir masalın ortasına bırakacak kadar

duygu yüklü bir soundtrack listesi çalsın istiyor.

Kısaca ben de Alp Yenier dinlemeden

yapamayanlardanım.

“Masumlar Apartmanı” dizisini izlemeyen

çok azdır sanırım. Safiye’yle Gülben’i,

Gülben’le Esat’ı, İnci’yle Han’ı ve tabi Safiye’yle

Naci’yi izlerken bizleri başka âlemlere

götürüp bırakan bir başka sihirli dokunuş da

Alp Yenier’in besteleridir. O yoğun çalışma

programı arasında #BirazSohbetEttik

Paylaştıkları için nasıl teşekkür etsem…

Alp Bey bizleri ekrana kilitleyen birçok

dizinin müziklerini siz hazırlıyorsunuz.

Her şeyden evvel Alp Yenier’in ilk

bestesini, kime ve neden yaptığını merak

ediyorum.

16 ya da 17 yaşlarındaydım. Liseye gidiyordum.

Bir gün rahmetli babam bana,

rahmetli dedemin “Unuttum” isimli bir şiirini

okutmuştu. Etkisinde kalmıştım. Gitarımı

aldım ve bestelemeye başladım. İlk

denememdi sonuçta ve tam bilmiyordum

olup olmadığını. Ardından hemen o zaman

gitar dersi aldığım Ali Sezgin öğretmenime

dinlettim. Kendisi de bana “Besteciliğe karşı

çok natürel bir yeteneğin var. Büyük ihtimal

sen besteci olacaksın.” demişti ve bir anlamda

cesaret vermiş, yolumu çizmişti. Şu anda

bunları konuşurken yeniden aklıma getirdiniz.

Bakarsınız yeni bir projede kullanırım

“Unuttum”u. Bu vesileyle bana o ilk bestemi

yaptıran şiiri de gündemime alayım.

“Uçurum” dizisiyle birlikte reklam

müziği hazırlarken, dizi ve sinema müzikleri

ne yöneldi iş. Bu süreçten biraz bahseder

misiniz? Hangisi sizi daha iyi hissettiriyor?

İkisi bambaşka bunu söyleyebilirim.

Ama aynı zamanda çok da alakalı olabiliyor.

Reklam sektörü büyük okul bence bir müzisyen,

besteci için. Niye? Çünkü çok kısa sürede;

4-5 saniye içinde akılda kalıcı bir melodi

bulmanız gerekiyor. Rahmetli hocam

Melih Kibar’ın yanında asistanlık yaptığım

5 senede; jingle nasıl yapılır, ajanslarla nasıl

çalışılır öğrenme fırsatım oldu ve sonrasında

200’den fazla jingle yaptım. Sonra

zamanla yoğunluk olarak film ve dizi müziğine

kaydım. İşin esası “görüntü üzerine

müzik yapmak!” Beni heyecanlandıran bu.

Benim için “Uçurum” elbette önemli

bir dönüm noktası oldu. Hikâyesinden

rejisine, oyunculardan müziğine çok özel

bir işti.

“Masumlar Apartmanı” dizisinin

birbirinden harika müzikleri var. Bir

soundtrack albüm geliyor, diyebilir miyiz?

Teşekkür ederim. Evet, soundtrack

albümü tamamlandı. Kapağı da hazır…

Birkaç kâğıt işleri kaldı, onları da hallediyoruz.

Şubat bitmeden, en geç Mart’ın ilk

haftasında albüm dijital platformlarda yayınlanacak.

Dizinin jenerik müziğini tamamladığınızda

muhtemelen birkaç seçenek arasından

belirleniyordur. Karar aşamasına

gelindiğinde son nokta ne oluyor genelde?

Zaman zaman alternatif müzikler de

hazırlıyorum ama çoğunlukla yükseldiğim

32

bir tema yakalarsam onun üstüne gidiyorum.

Sonra yapımcımıza ve yönetmenimize

dinletiyorum tabi, onun üstünden ilerliyoruz

ve işin en başından, sona erinceye kadar

ki kısımda fikir alışverişinde bulunuyoruz.

Mesela Masumlar Apartmanı’nın jenerik

müziği enteresandır. Onu yarım saatte besteledim.

Yönetmenimiz Ç. Vila Lostuvalı’yla

konuşurken “Böyle şeyleri çok seviyorum”

diyerek bana bir şeyler dinletti. Dinlediğim

parçada da sadece piyano vardı. Ardından

stüdyoya geldim. Piyanoya oturdum, bestemi

yapıp kendisine gönderdim. “Ne yapmışsın

sen? Harika olmuş!” dedi. Sonra Onur

Güvenatam’a gönderdik ve çok beğendi.

Böylelikle bir yarım saat içinde dizinin jenerik

müziği bestelenmiş oldu.

Karakter müziklerinin iyi bir algı yaratıp

daha da unutulmaz hâle geldiklerini

düşünüyor musunuz? Örneğin; Safiye ve

Naci’yi izlerken dinlediğimiz müzik gibi...

Elbette karakter temaları çok önemli;

onlarla bütünleşip onların yolculuklarını anlatıyorlar.

Bir süre sonra karakterlerin kendi

enstrümanları bile oluyor:) Bazen karakter

sahneye girmeden temayı seyirciye dinletiriz

ve o karakterin geleceği hissini vermiş oluruz.

Önemli bir şey bu. Çok severim. Safiye

& Naci teması da onlara çok yakıştı.

Dizinin geçtiğimiz bölümlerinde izleyeni

iyi hissettiren bir Beyoğlu sahnesinde

siz de rol almıştınız. Nasıl bir tecrübe oldu

size?

Ahh… Evet! Uygulayıcı yapımcımız

beni aradı. Yönetmenimize bir sürpriz yaptık.

Çok keyifliydi. Daha önce de bazı yapımlarda

kamera karşısında çalmışlığım var. Birçok

programa çıktık. Tabi dizi seti bambaşka

bir şey, başka bir özveri var orda. 1-2 dakikalık

sahne için saatlerce çalışılıyor. O gece

de yağmurluydu hatta ama çok eğlenmiştik.


Her bestenizin sizde muhakkak farklı

yeri vardır. İçlerinde en çok hangi jeneriği

işte bu Alp Yenier Müziği olarak tırnak içine

alırsınız?

“Günahkâr” kısa ömürlü bir iş oldu ama

jeneriğini çok severim. İçime sinen bir müzikti.

“Uçurum”, “Fazilet Hanım ve Kızları”

da kesinlikle kariyerime yön veren çalışmalar

oldu. Ama “Masumlar Apartmanı”nın

müziği beni için apayrı oldu diyebilirim sanırım.

Notalar hayatınızda, tam olarak nerede?

Her yerde! Bizim hayatımızda notalar

ve müzik o kadar büyük bir yer kaplıyor ki

bunu sırf iş olarak söylemiyorum. Ben bu

işle meşgulüm ama müzikle düşünmeye de

alışkınım. Örnek vermek gerekirse eşimle

veya bir arkadaşımla tartıştığım zamanlarda

bile piyanonun başına geçip oturabiliyorum.

Bu kesinlikle bir sitem değil; her zaman değil

tabi ama bazen o duyguları hemen notalara

dökmek istiyorum. Yaşadığım durumlardan

kaynaklı ortaya çıkan çok temam var benim.

İlla ayrılık gibi büyük duygulardan bahsetmiyorum.

Küçük bir tartışma bile aklıma bir

şeyleri getirip ilham kaynağı haline dönüşebiliyor.

Dolayısıyla hayatımda nota hep var.

İyi ki de var! Çok şükür…

Her geçen gün daha enteresan hâle gelen

şu yeryüzünde, sizin gibi isimlerin sanat

adına uğraşıları, umut etmemizi sağlıyor.

Peki, siz üretirken neler yaşıyorsunuz?

Üretirken bir hazne var içimde ve o hazneden

eksilip bitiyor biriktirdiklerim. O hazneyi

yeniden doldurmak da yine inişli çıkışlı

yaşamla elbette ama bir de takdir ve sevgiyle

mümkün oluyor. Her yaptığımız beğenilecek

diye bir kural yok muhakkak ama insanların

beğenilerini bizlere sunmaları çok önemli,

anlamları çok büyük… Yeniden üretmeye sebep

oluyor. Çünkü o TV deki yayın, sinemadaki

gösterim, bizim bir nevi “konserimiz”

aslında. Konser deyince öne çıkmak gibi anlaşılsın

istemem bir benzetme sadece, dinleyiciyle

buluşma diyelim :) Hikâyeye, görsele

eşlik eden müzikleri biz de orda sunuyoruz

insanlara. Yayından sonra sıkı takipçilerden

yorumlar gelmeye başlıyor ve inanın inanılmaz

büyük mutluluk oluyor bana. Yaptığınız

işin insanlara ulaşması; evde tek başınıza, bir

koltukta, karanlıkta yaptığınız bir bestenin,

iç dünyanızın bir sürü insana dokunması,

size teşekkür olarak dönmesi, ne kadar güzel

denmesi tarif edilemeyecek kadar özel ve

güçlü bir duygu. Benim müziğimle düğünde

ilk dansını yapan bir çift, benim bu işi niye

bu kadar severek yaptığımı hatırlatıyor bana.

Çok teşekkür ediyorum o güzel insanlara.

Üretebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.

Temennim ömrümün sonuna kadar

böyle üretmeye devam edebilirim ve bunun

olması için de elimden gelen her şeyi yapıyorum.

Senaryoların etkisinde ne kadar kalıyorsunuz?

Senaryonun etkisinde kalıyorum. Çünkü

bizde patron öyküdür. Öyküye müzik-

33

lerle eşlik ediyoruz. Ama senaryoda yaşananlardan

söz ediyorsak, çok ağır sahneler

dışında etkisinde kaldığım olmuyor günlük

hayatımda. Mesela dün akşam “Kardeşlerim”

dizisinin ilk bölümü yayınlandı ve bazı

kısımlarında o acıları görüp sahnenin içine

girmek isteyince çok zorlandım.

Müziklerinizi hazırlarken çalışma ortamınızda

“Olmazsa Olmaz” listeniz var

mı?

Sessizlik ve bir gitar. Bana bunlar lazım.

Peki müziklerini hazırladığınız bir

dizi yayından erken kaldırıldığında bu durum

size ne hissettiriyor? Yarım kaldığına

inanıyor musunuz?

Elbette bu çok da hoşlandığımız bir durum

değil. Emek büyük; sırf ben değil, tüm

çalışanlar… Yapımcı ciddi yatırımlar yapıyor,

oyuncular, yönetmenler gece gündüz

çalışıyorlar, sette ter döken onlarca, yüzlerce

emekçi söz konusu ve dizinin yayından kaldırılmasıyla

birlikte elbette ki hepimiz hayal

kırıklığı yaşıyoruz. Fakat bu işin de gerçeği

bu. Reyting almak için yapılan projeler bunlar.

Yaptığınız işin seyircide bir karşılığı olmazsa,

bir anlamı olmuyor. Dolayısıyla bu

sisteme de alıştık artık.

Müziğin insanlara olan etkisinden söz

edecek olursak, Alp Yenier’in vereceği mesaj

ne olur?

Belki klişe gelecek ama vereceğim mesaj

“sevgi” olur. Müzik sevgiyi iletiyor. Her zaman

bu örneği veriyorum ben: Sezen Aksu

dinleyen metalciler de, arabeskçiler de var bu

ülkede. Sırf Sezen Aksu’yu övmek için söylemiyorum

bunları. Kendisini çok severim

fakat mesele şu: İyi bir şarkı, iyi bir müzik

size her duyguyu hissettirebilir. ”Sevgi” bu

duyguların başında geliyor kanımca. Hatta

her şeyde bu böyledir ya. Masumlar Apartmanı’nda

da görüyoruz; Safiye’yi, Gülben’i,

hepsini sevgi kurtaracak, sevgi iyileştirecek.

Hep böyle bu. Bütün problemler de sevgisizlikten

çıkmıyor mu zaten. Her yer sevgiyle

dolsun istiyorum.


KAYIP HİKÂYESİ ÖMRÜMÜZÜN

Adem Özbay

Âdem, dedemden miras. On aylık oğlunu

sırtında taşırken dünyaya getirdiği ikinci

oğlunu, eltisinin hırçın kollarına terk ettiğinde;

annemin çaresizliğinden müphem bir

yalnızlıkta beni kaybettiğini gören dedem

için cennetten kovulmuş bir Âdem’imdir

ben. İğreti bir beşiğin içinde açlığında ve

ne olursa olsun hiçbir ihtiyacında gözyaşı

dökmemeyi öğrenirim hemen sonraları.

Ağlamanın ve dövünmenin tek bir faydası

gelip dokunmaz alnıma müşfik elleriyle.

Koskocaman bir dünyada yalnızlığa boğulan

Âdem’den sonra bir metrelik beşikte uçsuz

bucaksız bir yalnızlıktır payıma düşen. O

zamanlar hudutlarında fiyakalı haydutların

dolaştığını keşfedemem henüz. Yalnız, nasıl

acınır bir insana okurum insanların gözlerinden.

Bir bakışıyla teselli veremeyeceğine

inanan kadınlar kendi çocuklarından bile

çoklukla sakındıkları sütlerini uzatırlar hemencecik

ağzıma. Çünkü açlık, kudurmuş

bir nefer gibi saldırtır bebekleri ve yaralar

sarar meme uçlarını. Onlarca sütannem nerden

bilebilirlerdi ki yıllar sonra insanların

acımayı yitirip sadece sahtekâr kelimeleriyle

yanı başımda tesellide olacaklarını.

Elbet bilemezlerdi.

Ben de bilemezdim.

Ağlamayı erkeklik raconuna yakıştıramadığımdan

değil, özgürce ağlamam gerektiği

zamanlarımda unutturulduğu için beceremezdim

başlarda. Önce siyah beyaz Türk

filmlerinde başladım ağlamaya. Ayrılmak

zorunda kalan iki aşığın figanları, annesinden

ya da babasından koparılan çocuğun

hıçkırıkları, kötü adamların bile yeri geldiğinde

nasıl da mert olduklarını izledikçe

gözpınarlarım cesaret buldu. Ağladım. Sonra

haberlerde ağlamaya başladım. Oralarda

bir yerlerde kurşunu bedeninden sakınan bir

çocuğun son çabalarına, titrek ve minnacık

elleriyle çöplüklerde ekmek arayan sokak çocuklarına,

sapıklıklarına özürlü öğrencilerini

alet eden bir öğretmenin inadına balkondan

düşen küçük bir çocuğu kurtaran gencin

parlayan gözlerine de ağlamaya başladım.

Hiç utanmadan hem de.

Kitaplar okudum ağladım.

Masallar okudum ağladım.

Şiirler okudum ağladım.

Bir de Kevakib’e...

Kevakib. Gelişinin üzerinden yıllar

geçti. Gelişini hesaplamamı mazur görün.

Gidişinden sonra yitirdiğim sadece uykularım

olmadı. Saat hesabını da tutamaz oldum.

Saatin tiktaklarını bıraktım şimdilerde, memurlara

ve vapur bekleyicilerine. Bu hesapsızlığım

biraz da ondan kalan bir miras gibi.

Hiç saati sormadı bana. Gerçi kolumda sorulacak

bir saatimde yoktu. Onun da yoktu.

Lakin benim ilk derslere genellikle geç kalmama

rağmen onun hocadan sonra derse

girdiğine hiç şahit olmadım. Sanki içinden

saniye saniye zamanı hesaplıyor gibiydi. En

uzun günü, bahar bayramını, gezegenlerin

aynı hizaya geldikleri günü ve tabii ki sevenlerin

gününü hep ondan öğrendim ben. Doğum

günüm on iki Nisan’ın, aslında ne güzel

bir gün olduğunu onun içimi ışıtan gözleri

ve kâbuslarıma diyet yeryüzüne saldığım

gülücükleri eşliğinde hediye kazağını aldığımda

anladım ilkin. Ama tahmin edersiniz,

ben ona hiç doğum günü armağanı alamadım.

Hep unuturdum ve o da hiç hatırlatmazdı.

Bilirdi babamın ancak ev kirasına ve

yol parasını karşılayacak kadar harçlık gönderebildiğini.

Benim aksime hiç ayıplamazdı

babamı. Sonraları otostopu keşfetmiştik

ev arkadaşlarımızla. Eğer o dudaklarımızı

yalarken ateş denizlerine düşmüş İbrahimler

gibi olduğumuz sabahın soğuk ayazında

beklemeye cesaretliysek ve gariban öğrencilik

yapmış bir arabalı bizi davet ederse sıcacık

arabasına, yüz metre maratoncuları gibi

davete koşar, iki bilet parası da kâra geçerdik.

İşte o otostoplardan sonra artırdığım paralarla

kantinden birer tost yemiştik ilkin. Ellerim

titremişti onları ona verirken.

Öylesine güzel yemişti.

Öylesine mesut olmuştuk.

Sonra Kevakib, seni çok sevdim. Evet,

sevdim ki ağladım yokluğunda. Tekrar bir

gülüşüne şahit olmak için ömrünün arta

34

kalan yıllarından çoktan vazgeçtim. Gidişinle

peşin sıra götürdüğün mavi ıtırları, mavi

yalnızlığında serazat ardıçları, ağır kanatları

yüzünden uçamayan albatrosun şarkılarını

ve daha nice şu ‘dünya telaşesi’ dedikleri

hengâmenin ortasında çırpınırken kimi

zaman usul usul, kimi zaman iri puntolarla

göğsüme salıverdiğin çığlığını, hıçkırıklarını,

tebessümünü, türkü ve ağıtlarını hepsini,

ama hepsini yazıyorum buraya. Yazıyorum

ki okuyan herkes nasıl ki suya bakınca aksi,

yankısı vurur insanın, öylesine bana ayna

tuttuğunu bilsinler. Hoş, bilseler de çok bir

şey değişmeyecek. Olmayışına denk düşen

‘yok’ kelimesi yerinde duracak sözlüklerde.

Ben yıldızları yine sensiz gözleyeceğim. Yine

sensiz makarna pişireceğim sevimsiz mutfağımda,

yine solgun renkleriyle bir kazağı

alıp koynuma öyle sabahlayacağım. Yazıları

pek okunmasa da kaybedenler kulübü üyeliği

saydığım bileti ve quizlere çalışırken ellerinle

karaladığın kâğıtları en kutsal metinler

gibi ihlâsla okuyacağım defalarca. Lakin gün

be gün hüzün biriktirirken sararıp solan bir

kalbe söyletmeyeceğim unutuluşun tatlı yalanlarını.

Yenilgilere bileneceğim inadına.

İnadına Kevakib, inadına ağlayacağım yokluğuna...

Evet, her dem ağlayıp tüketeceğim gözyaşını...

Elinden bir füzeden bile daha hızlı giden

kâğıt uçağını alıp da itinayla yapılıp tıpatıp

benzetilmiş bir oyuncak uçak verilen

çocuğa çok büyük bir hainlik yapılmış olmaz

mı? Hı, sorayım size...

Çıldırasıya özlediğimde, rüyama misafir

olup da ilk kez başımı yasladığımda kucağına,

söylediklerim hep aklımda Kevakib:

aynı yıldızlarla yarenlik edip bir gece

yarısı...

yaşama eğilen sadece benim kalbim değil,

biliyorsun...

sen, senin kalbin nasıl...

hala o kalabalık, tıkış tıkış limanında

yerim var değil mi...

benim limanım seni fırtınalarda bile taşımayı

biliyor..

Biliyorum.


‘Ve güldün rengârenk yağmurlar

yağdı

İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı

Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak

Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir

sesin var’

‘Hayat ne garip değil mi? Bir masalı

aramak, belki de tamamlamak üzere

yola çıkıyor insan, didikliyor kalbini

boyuna. Derken... Sürpriz: Kurt masalı.

Bir kurt varmış, mini mini kuzucukları

afiyetle midesine indirmiş. Hepsi bu kadar

işte. Bütün hikâye(miz) bu hakikatte.

Kurtlar dolanıyor ortalıkta. Pençeleri

sivri mi sivri. Oysa sesi annemizin, yârimizin,

toprağımızın sesine ne de çok

benziyor. Evlerimize girip çorba tasımızı

deviriyor, kitaplarımızı yırtıyor, lambalarımızı

kırıyor. Bizi aç, bizi sıcak kelimelere

hasret, bizi zifiri karanlıkta bırakıyor.

Sürüklendiğimiz yollara taş yerine

ekmek ufalamışız besbelli Hans ve Gratel

gibi. Şimdi dönüş yolu muğlâk, dönüş

yolu ikircikli. Kutsal ateş umuduyla

çıktığımız dağlardan inerken yolumuzu

yitirmişiz bu yüzden. Her ağaç ardından

kötü kalpli kurdun kıpırtısı var adeta.’

Peki, soruyorum size: Her şey bir

masaldan ibaretse neden iyiler galip

gelmiyor hayat maceralarının sonunda?

Neden be, neden?..

Kevakip mi? Tıpkı o eski bir masaldaki

gibi: Kayığa bindi, yanına beni aldı

ve açıldı.

Ben mi? Tıpkı eski bir şarkıdaki

gibi: Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.

Daha çok şeyler anlatırdım size, lâkin

belleğimden Kevakib yazmaya yarayacak

üç sesli üç sessiz harfi yitirdikten

beri, devasa dalgaların mavi fırtınalar

barındıran bağrında kaybettiğim bir

hikâye bu.

Unutkanlığın galip geldiği bir çocukluk

hatırası gibi.

Belki senin de bir kayıp hikâyen

vardır: Hepimizinkinden biraz az ya da

biraz çok. “Yaz gelince heveslenir bitersin

/ Güz gelince yaylalara göçersin / Bilmem

niçin boynun eğri tutarsın / Senin

derdin benden beter menevşe.” deki gibi.

Kim bilebilir ki senin de kalbinde,

haritası gözyaşlarında gizli bir gömülü

hazine misali hikâyelerinin olmadığını...

Anlatmaya dilinin yanaşmadığı.

Ya da yâd etmeye, kalbinin dayanmayacağı...

HAYIR

Öznur Balaban

(Afra Gül)

Hayır dedi kadın!

Hayır, hayır!

Her şey vaktinde güzeldir

Bahar vaktinde

Kış vaktinde

Gül vaktinde güzeldir

Nergis vaktinde

Hayır, dedi kadın

Hayır, hayır sakın dönme

Sevildiğinde sevginin kıymetini bilmeyenin

yeri yok yüreğimde

Hayır, dedi kadın

Çok sevmiştim evvelinde

Yutkunduğum nice acı bekleyiş

Geçip giden kimsesiz zaman

Ama işte bende taş değilim

Bir yanım su bir yanım çamurdan...

Hayır, dedi kadın

Yüz kere bin kere

Sayısız kere hayır!

Her şey vaktinde güzeldir.

Yağmur vaktinde,

Güneş vaktinde…

Gönül yıkılmadan, yürek incinmeden güzeldir

Sıcakta güzeldir rüzgârın saçlarını öpmesi

Ve

Üşürken güzeldir yanan ateş

Ya kül olmuşsan

Ey sen!

Yanan ateşe su döken

Sevildiğinde sevginin kıymetini bilmeyenin

Yeri yok yüreğimde

Evetleri tükettim

Hayır, hayır sakın dönme...

Öznur Balaban ( Afra Gül)

35


KADIN OLMAK,

ANNE OLMAK…

Sevilay ZORLU

İnsan yaşamının doğumdan itibaren

cinsiyet (gender) ve cinsellik (seks) çerçevesinde

örgütlendiği söylenebilir. Kimlik

(identity) bir bütündür. Birbirinden kavramsal

olarak ayrılabilen bireysel ve sosyal iç içe

iki parçası vardır. Sosyal kimlik kişinin toplumdaki

yeri ve onun için tanımlanmış rollerden

oluşur. Kişisel olanı ise kendi iç ruhsal

süreçlerini barındırır. Kimliğin parçalarından

biri olan cinsel kimlik (gender identity)

ise kişinin ait olduğu cinsi bilme hissidir. “

Ben kadınım…” diyebilmek.

Büyük olasılıkla kendinizi birkaç rolde

görüyorsunuz. Örneğin birinin kızı, öğrencisi,

çalışanı, işvereni, dostu, kardeşi, sevgilisisiniz.

Belki annesiniz gün boyu evde iş dönüşü

yolları gözlenen… Ya da zaman zaman

hayatınıza giren insanlarda olumlu, olumsuz

derin izler bıraktınız fark etmeden. Hiç birimiz

yalnızca bir kişi sayılmayız. Biriken

yaşantılarımız ve bireysel özelliklerimiz bir

araya gelerek bizi farklı yapar. Ailenizin diğer

üyelerinin bile size benzemediğini hissedebilirsiniz.

Bu farklar bazı açılardan sorun

olabilirler ama farklarımız aynı zamanda en

değerli varlıklarımız da olabilirler. Becerilerinizi

ve özelliklerinizi bilmeniz kendinizi

en iyi biçimde kullanmanız açısından çok

önemlidir. Her zaman çok sessiz ya da çok

konuşkan, çok saldırgan ya da çok edilgen

olduğunuzu düşünmüş olabilirsiniz. Ya “çok

sessiz olma” özelliğinizle iyi bir dinleyici, çok

konuşkanlığınız sayesinde iyi bir iletişimci

olduğunuzu keşfederseniz? Agresif bulduğunuz

özellikleriniz, önderlik nitelikleri olabilir.

Çok edilgen olmanız sizin çok yüreklendirici

ve destekleyici bir insan olduğunuz

anlamına gelebilir. Kişilik özelliklerinizi bir

palet üzerindeki farklı renkler olarak düşünebilirsiniz.

Her biri uygun koşulda işe yarayacaktır.

Yeni seçenekler ve yeni çözümler

görme yeteneğinizi arttırabilirsiniz. Çözüm

üretmek kadınların, annelerin doğal yeteneği

değil midir aslında? Kendiniz hakkında

daha bilinçli ve daha bilgi sahibi olmanız,

başarınızı, etkinizi ve özgüveninizi arttırabilir.

Yakın ilişkilere zaman bulamama pahasına

başarılı olmak çok ağır bir bedeldir.

Bu nedenle bir kadının yol haritası ve varış

noktası resmi, aile ve arkadaşları ile de ilgili

bölümler içermelidir. İnsan olmanın gereği

sizinde sınırlarınız, kapasiteniz zorlanabilir.

Öfke duygusu, aynı bir dur işareti gibi,

çıkacak sorunlara karşı sizi uyarır. Frene

zamanında basmak, düşüncelerinizin duygularınıza

yetişmesini mümkün kılar. Dur

işaretini görmezden gelmek tehlikeli olabilir.

Harekete geçmeden önce kendinizi anlamaya

çalışmanız, genellikle çok daha iyi ve

güvenli bir stratejidir. Psikoterapide kognitif

yaklaşımda “kendini gerçekleştiren kehanet”

diye bir kavram vardır. Bir şeyi yapabileceğinizi

düşünürseniz yaparsınız; yapamayacağınızı

düşünürseniz haklı çıkarsınız. Hızlı ve

doğru kararlar verebildiğinizde bir kadın, bir

meslek sahibi, bir anne, ortak ya da arkadaş

olarak tüm gücünüzü daha iyi kullanabilirsiniz.

Sonuç olarak iyi kararlar vermek size

tam olarak kendiniz olma özgürlüğünü ve

yaşamın yarattığı güçlüklere başarıyla göğüs

germe gücünü verecektir.

KADIN VE CİNSELLİK

Ergenlikten erişkinliğe geçiş ile hormonal

ve duygusal olarak yaşanan çalkantılı

dönemden daha durgun ve dingin bir döneme

geçilmiş olur. Ergenliğin biyolojik gelişimi

sosyal açıdan erişkinlikte tamamlanır.

Ergenliğin bitmesi ile fiziksel değişiklikler

oluşmuş olur artık kadınlık hormonları belli

bir döngü ve düzen içinde salgılanmaktadır.

Kadın sağlıklı bir ergenlik dönemi yaşamışsa

kendi vücudunu daha çok tanıyordur.

Mastürbasyonla haz almayı öğrenmiş ve ilk

cinsel deneyimlerini yaşamıştır. Ülkemiz ve

benzeri ülkelerde kadınların ilk cinsel deneyimleri

genellikle erişkinlik döneminde

evlendikleri ilk gece yaşanmaktadır. İlk gece

pek çok açıdan zorlukları içerir. Kimi yörelerde

kadının yaşamını altüst edebilecek bir

gecedir. En iyi olasılıkla da bütün beklentiler

arasında herkesin dikkati çiftin üzerindeyken

yaşanmaya çalışılan bir cinsellik vardır.

İlk cinsel deneyimler sorunsuz atlatılabilirse

sonrasında düzenli bir cinselliğin yaşandığı,

zamanla kadının kendisini daha çok tanıdığı

ve haz almasının arttığı bir cinsel aktivite

dönemi yaşanabilir. Cinsellik öğrenilen

bir eylem olduğundan erişkinlik döneminde

cinselliğin sağlıklı bir şekilde yaşanması

cinsel hazzın giderek artmasını sağlayacaktır.

Kadının cinsellik ile ilgili olumlu algıları

cinselliğin gelişim sürecini hızlandırır.

Erişkinlikle birlikte kadının toplumdaki

yeri ve sorumlulukları da değişmektedir.

36

Bu dönemde düzenli partner ilişkilerinin

kurulması ile kadının yaşamında toplumsal

ve cinsel rolüne özgü değişiklikler olur.

Erişkinlik dönemi kadının cinselliği rahat

yaşayabildiği, cinsel olarak aktif olduğu bir

dönemdir. Gebelik erişkinlik döneminde kadın

cinselliğini etkileyen en önemli olgudur.

Gebelikte cinsellik konusunda bugüne dek

pek çok farklı inanç ve uygulamalara rastlanmıştır.

Ülkemizde de gebelik sırasında cinsel

ilişki en azından pek hoş karşılanmayan bir

durum olarak görülmektedir. Cinselliğin,

cinsel birleşmenin bebeğe zarar verebileceği,

cinsel birleşmenin erken doğum veya düşüğe

yol açabileceği gibi önyargılar yaşanmaktadır.

Sorunlu bir gebelik olmadığı sürece

(ki sorunlu pek çok gebelikte bile) cinsellik

ve cinsel birleşme bebeğe zarar vermez, haz

alan annenin kendisini daha iyi hissedeceği

ve cinsellik çifti birbirine yakınlaştıran bir

eylem olduğu için annenin daha huzurlu

olmasını sağlayabileceği düşünülmektedir.

Gebelikte cinsel yaşamın olmazsa olmazı

cinselliği kadının belirlemesi gebeliğin uzman

hekim tarafından takibinin yapılıyor

oluşudur.

PEKİ YA ANNE OLMAK, KARAR

VERMEK VE ANNELİĞİ YAŞAMAK…

“Anne olana dek kendimi sıcak, verici

ya da duyarlı bir insan olabilecek kapasitede

göremiyordum. Çocuk doğurmaya korkuyordum,

çünkü onlara ihtiyaçları kadar

mükemmel bir anne olamamaktan korkuyordum.

Anne olmanın yaşadıkça öğrenile-


bileceğini bilmiyordum. Hissettiğim şefkat

ve sevgiyi dışarı çıkarabilmek harika bir deneyimdi.

Bebeğimi ilk kucaklayışımdan itibaren

her geçen gün onunla öğrendim hayatı…

Geliştim, değiştim ve büyüdüm… Adeta

kendi geçmişimdeki eksiklikleri, yaşanmamışlık

duygularını onunla onardım…”

Kadınlar “bebek istemek”ten bahsederken;

ortalama iki yıl bebeklik ve 15 – 20 yıl

süren bireyselleşme sürecinin sorumluluğunu

da üstlenmişlerdir. Aslında “on yıllar

boyunca fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarının

çoğu için bana bağımlı olacak birini istiyorum”

dedikleri duyulmaz… Hamilelik sınırlı

sürede, doğum birkaç saatte biter. Annelik

on yıllarca sürer.

Anne olmak, insanın bedenini ve duygularını

güçlü bir biçimde yaşaması anlamına

gelebilir. Sadece fiziksel ve bedensel

değişiklikler değil aynı zamanda karakter

değişikliği de yaşarız. Sabır, fedakârlık ve bir

insanı topluma kazandırma özelliklerimizin

içimizde olduğunu fark ederiz.

Çocuk sahibi olmanın toplumsal bedelleri

dengelenmelidir. Günümüzde kadınlar

doğum yaptıkları zaman sadece işlerinden,

gece uykularından, arkadaşlarıyla geçirdikleri

zaman gibi pek çok bireysel faaliyetlerinden

vazgeçmek zorunda kalmazlar. Aynı

zamanda kültürümüzün buyrukları altında

bir anne ahlaki açıdan ve doğru şekilde kendini

ifade eden olmalıdır. Anneler çoğu zaman

işi ve çocuklarının bakımı ve geçirdiği

kaliteli zaman arasında toplumca yaratılan

çatışmayla karşılaşır. Hangi çözümü üretirse

üretsin, kendini parçalanmış ve bir alanda

başarısız hissedebilir. Tam zamanlı anne ve

ev hanımı olanlar da sıkıldıklarından, yeterince

özgür olamamanın zorluklarından yakınabilirler.

Anne olmayı, anne olmamayı seçmiş

ya da henüz karar vermemiş olabilirsiniz.

Bu seçeneklerin farklı unsurları hakkında

duygularınızı incelemeniz yararlıdır. Genel

olarak sizinkinden farklı bir seçim yapan

kadınlara karşı tavırlarınız neler? Kendinizi

onlardan ya da onları sizden daha iyi bir konumda

mı görüyorsunuz?

Bazı insanlar büyük hırsları hayatlarının

hedefleri edinirler. Bazıları kederle sarmalanır,

yalnızca huzur, ayrılma ve acıdan

kurtulma hayalini kurarlar. Bazıları hayatını

başarı, zenginlik, güç ve gerçeğe adarlar.

Diğerleri kendini aşmayı araştırır ve kendilerini

bir amaç ya da bir varlığa kaptırırlar.

Hayatlarımız da seçimlerimizdir.

Uzm.Dr. Sevilay ZORLU

Psikiyatrist & Psikoterapist

www.antalyaterapipsikiyatri.com

www.antalyacinselterapi.com

KAHRAMAN TÜRK KADINI:

KILAVUZ HATİCE

İlker SARI

Kurtuluş savaşının kazanılmasında önemli rol oynayan Türk kadınları, Türklüğün

şanına yakışır kahramanlıklar yapmışlardır. Kurtuluş Savaşındaki kahraman kadınlarımıza

baktığımızda, kadınlarımızın bu ülke için ne kadar yararlı olduklarını görüyoruz.

Kimi zaman askerlerimize erzak taşırlarken, kimi zaman cephelerde kahramanlıklar

göstererek kadınlarımızın kilit noktalardaki önemini ve ne kadar saygı değer olduklarını

görmekteyiz.

İşte onlardan bir tanesi: Kılavuz Hatice.

Adana ve yöresinde Fransızlara karşı verilen mücadelede yer alan ve Milis Kuvvetlerine

katılan Kılavuz Hatice; 8 Mayıs 1920’de Milli Kuvvetler Pozantı’ya taarruza

başladığında, kritik bir duruma düşen Fransızları kandırarak onlara kılavuzluk etmiştir.

Hatice Hanım, kılavuzluk yaptığı Fransızlara yanlış yol göstererek Karboğazı’na

sokmuş ve boğaza sıkışan Fransızlar Türk askerine esir düşmüşlerdir. Kılavuz Hatice

sayesinde 44 kişilik Kuvâ-yi Milliye grubu sıkışan Fransızları çapraz ateş altına alarak,

650 er, 23 subayı esir almış, iki top, 8 makineli tüfek, bin kadar silah, 13 kadana, 90 katırı

ele geçirmiştir.

Bu olayların ardından, Mustafa Kemal Paşa’dan şu telgraf gelmiştir:

“Devamlı başarılarınızı tebrik eder, size ve kahraman Kuvâ-yi Milliyemize selam

ve teşekkür ederim.”

İnternette dolaşan şişman yapılı bir “Kılavuz Hatice” betimlemesi var. Bu çalışmanın

Kılavuz Hatice ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Gerçek Kılavuz Hatice

orijinal fotoğrafından ressam İlker Sarı tarafından resmedildiği gibidir.

Eser Adı : KILAVUZ HATİCE

Sanatçı : İlker SARI

Teknik Bilgiler. 70x100 cm, Monotipi 1/1

Yapım Yılı: 2019

37


Türkiye Sinemasında Kadın,

Şiddet ve Aşk

Osman Tatlı

Sinema genel olarak toplumun kültürel,

siyasi yapısından, özel olarak yönetmenin yaşam

biçiminden ve dünya görüşünden etkilenmesiyle

şekillenir ve anlam kazanır. Sinema bu

anlamı daha öteye taşıyarak, toplumu ve bireyi

etkileyerek şekillendirir ve anlam kazandırır.

Böylece sinema ve toplum birbirini etkileyerek

belirleyici roller edinirler. Sinemanın görsel ve

işitsel yönü algıda daha derin izler bırakarak

değişimi hızlandırmaktadır. Dolaysıyla sinemanın

etki ve belirleyiciliği toplumun sinemayı

etkilemesinin çok önündedir.

Sinema içinde bulunduğu dönemi yansıtmasıyla

ayna görevi görür. Tabii hiçbir zaman

birebir bir yansıma olmadığı gibi yansıyanlar

yönetmenin penceresinden görünenlerdi. Türkiye

sineması da her dönem toplumun kültürel

ve siyasi gelişmeleri beyazperdeye aktarmıştır.

Aktarılan en önemli konulardan biri de kadın,

kadına yönelik şiddet ve paralelliğinde aşktır.

Türkiye sinemasında kadının ve şiddetin

yerine değindikten sonra son dönem filmlerinden

örnek çalışmalara değinerek günümüz

Türkiye sinemasında kadının yerini izah etmeye

çalışacağız. Filmlerde şiddet kavramına değinirken,

şiddetin türlerine yani şiddetin kaynağına

değinip konuyu izah edeceğiz. Bunlar:

Fiziksel şiddet, duygusal şiddet, ekonomik şiddet,

cinsel şiddettir. Şiddeti oluşturan nedenler

belirgin olsun olmasın filmlere yansımıştır.

Çünkü şiddet nedensiz değildir. Nedenler şiddeti

doğurur. Nedenler şiddetin anlaşılmasını

kolaylaştırır. Tabii hiçbir neden şiddeti meşrulaştırmaz

ama şiddetin nedenlerini bilmek

çözümü kolaylaştırmaktır. Bir de filmlerdeki

şiddetin kökenlerini, seyircinin bilmesi önemlidir.

Filmlerin anlaşılması, bir anlama oturtulması

ve şiddetten kaçınmak için nedenlerin

bilinmesi gerekmektedir.

1960-1970 yılları arasında Yeşilçam melodram

filmlerinde iki kitap kadın vardı: Vamp

kadın/kötü kadın ve anne kadın/melek kadın.

Vamp kadın cinselliği ve erkeksi yönü

temsil eder. Hırçın, saldırgan, kurnaz, sert,

komplocu ve aile karşıtı bir rolü vardır. Erkeğin

bir aile babası ya da başkasına ait (âşık) olması

umurunda değildir. Bencil kişiliğin belirgin

özelliği arzuladığı erkeği ve erkeğin ekonomisini

elde etmektir. Sarışındır. Baştan çıkarıcıdır.

Bedenini kullanır. Bakımlıdır. Salon kadınıdır.

Hemcinsine karşı acımasızdır, ezmekten zevk

alır. Sözde sevdiği erkekle duygusal/romantik

bir ilişki yaşamayı düşünmez. Dişiliği ile erkeği

kendine bağlamaya çalışır.

Vamp kadının karşısında hanım hanımcık

olarak tanımlanabilecek anne/ev kadını

vardır. Kocasına ailesine bağlı, sadakatli; pasif,

çekinen dişiliği/cinselliği ön planda olmayan,

bakım ve giyiminde özensiz, kocasının gölgesinde

kalmış, sevdiği erkeği memnun etmek

üzerine kurulu bir anlayışa sahip kadın tipidir.

Sürekli acı çeken, ağlayan, çaresiz, teslimiyetçi

yapısıyla varlığı yok hükmündedir.

Yeşilçam sinemasında melodram filmlerinde

ya iyi ya da kötü kadın vardır. İyi kadın

mükemmel ve kusursuzdur. Melek olarak

tanımlanır. Mazlumdur. Hakkı hep yenilir.

Dışlanmasına, itip kalkılmasına, sokağa atılmasına,

çocuklarının elinden alınmasına ve

tokat atılmasına rağmen iyiliğini terk etmez ve

en sonunda kazanır, mutlu olur. Kötü kadın ise

onca kurnazlığına ve zekiliğine rağmen kaybeder.

Kötü kadının hiç takdir edilecek bir tarafı

yoktur. Adeta insanın bütün kötülüğünü üzerinde

toplamıştı. Kötü kadın aile kurma derdi

olmadığından aile kurumuna karşıdır ve çocukları

sevmez.

Melodram filmlerinde kadın cinsiyet olarak

yoktur. Kadın gerçekliği filmlere yansımamıştır.

Kadın, erkeğin gölgesinde hatta bir nesnedir.

Özne değildir. Çünkü kendi kararlarını

verememekte, başının çaresine bakamamaktadır.

Erkeğin ağızdan çıkan sözlere göre hareket

etmektedir. Kadın iradesinin görülmediği bu

filmlerde kadına yönelik duygusal ve fiziksel

şiddet de fazlasıyla kendini hissettirmektedir.

Duygusal şiddet kadının kadına ve erkeğin

kadına şeklinde görülür. Fiziksel şiddet daha

çok erkek tarafından uygulanmaktadır. Bu

da tokat, kolunda tutup sürüklemektir. Böyle

durumlarda kadın kendini ifade etmekten

uzaktır. Erkeğin baskın hâkimiyeti ve erkeğin

kadına inanmayışı nedeniyle kadın varlığı silikleşmiştir.

Erkeğin otoritesini kabul eden kadın,

kadın kimliğinden uzaktır.

Melodram filmlerinde romantik aşk fazlasıyla

kendini hissettirse de abartılı ve gerçeklikten

uzak flörtleşmeler ve diyaloglar filmlere

hâkimdir. Aşk, keder, üzüntü, acı, gözyaşı ile

eşleşmiştir. Diyaloglardaki şiirsel ifadeler çoğu

zaman itici gelir. Seyirci beyazperdedeki aşkta

kendini bulamaz. Filmlerin aşka dair algıları

kısa süreli hatta anlıktır.

1980’lerden sonra arabesk filmlerde de

benzer içerikler kendini tekrar eder. Ancak

sinemadaki kadın algısı değişir. Kendini arayan,

kimliğini ve cinsiyetini bulmaya ve ortaya

koymaya çalışan bir kadın vardır. Buradaki kadın

yalnızdır, çalışandır. Hayatın yükü altında

ezilmiş ve içine kapanmıştır. Anlaşılma sorunu

yaşar. Yine erkekler tarafından ezilir, hor görülür.

Taciz ve cinsel istismara fazlasıyla maruz

kalır. Tecavüz ve fiziksel şiddet görülmesinin

yanında kadın kendi cinselliğini ilk defa iradesiyle

ortaya koyar ama yine de kadın bedeni

ile vardır. Kişiliği ve iradesi yoktur. Daha çok

arada kalmıştır. Özgür değildir, özgürlüğünü

erkekler sınırlamıştır. Dirense de bu yıllarda

kadın özgürlüğünü elde etmede başarısızdır.

Mücadelesi sonraki yıllarda yeni kuşağa örnek

olur. Kadın bedel öder ve ilk defa kadın bedel

ödemeyi göze alır. Sonuçların bütün olumsuzluklarına

rağmen çırpınmaya devam eder ama

yine de çoğu zaman teslim olur. Kültürel ve

sosyal yapının görünmez normlarını kıramaz.

Türkiye sinemasının erotik/porno döneminden

sonra kadın bedenin/cinselliğinin en

çok kullanıldığı ve suiistimal edildiği dönemdir

de diyebiliriz. Kadının dişiliği ve bedeni

filmlerde kendini fazla hissettirir ve erotizme

kaçan sahneler fazladır. Feminist akımların

etkileri hissedilse de kadın kimliği ve cinsiyeti

filmlere yansımaz. Filmlerdeki erkek egemenliği

fiziksel ve duygusal şiddetle kendini gösterir.

Kadınlardaki aşk yalnızlık ve cinsel eksenlidir.

Son döneme doğru ise kadın cinsiyeti

filmlerde kendini fazla hissettirmeye başlasa

da istenen yeterlikte değildir. Kadın hala tercih

edilendir. Kadının tercihleri ve kadının sesi

daha gür çıksa da kadın hala kimliğini bulabilmiş

değildir. Beklentileri erkek üzerine kurmakta,

erkeğin sözü ve tavrı kadının üzerinde

etkilidir. Kadının taleplerini çoğu zaman erkek

belirlemektedir.

Kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz

seyirciyi rahatsız edici boyutta devam etmektedir.

Filmlerde erkeklik anlayışı kadının kendi

arayışının önüne geçmektedir. Çünkü kadın

hala kendini erkeğe beğendirme ve kabullendirme

uğraşı içindedir. Bunu gerek dişiliği gerekse

bedeniyle yapmaktadır. Kadın hala filmlerde

kendini düşüncesel, duygusal bir varlık

ve kimlikle ifade edememektedir. Varlığı hala

erkeğin etrafında dönmektedir. Kadının dünyasını

erkek işgal ettiğinden karşımızda daha

çok duygusal şiddet görülmektedir. Bağırma,

hakaret, aşağılama, küfür ve arada fiziksel şiddet

şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Aşağıda son dönem filmlerinde kadın

cinsiyetini, kimliği ekseninde kadına yönelik

bakış açısını ve şiddet örneklerini izah ederek

günümüz sinemanın ve sinemanın gözünde

toplumda kadının yerini görmeye çalışacağız.

Serdar Akar’ın: Barda, Gemide filmlerine değinecek

ve karşılaştıracağız. Yönetmenin iki

filmdeki bakış açısının ve karakter seçimin

benzerliğinin yanında kadına yönelik şiddetin

seyirciyi rahatsız edecek kadar fazla olması

filmleri seçme tercihimiz oldu.

38


Barda, Gemide Filmlerinde

Kadın Şiddeti ve Aşk Özlemi

Gemide(1998) filminde hayata tutunamamış,

gemideki hayatlarının dışında bir hayatları

olmayan, umutsuz, karamsar, yarınsız,

alkol ve esrar içen, kadınsız ve kadınlara dair

fantezileri olan, sürekli küfür eden, birbirine

güvenmeyen, birbirine hakaret eden bir kaptan

ve üç tayfanın erkeklik dünyasında bir yabancı

kadını kaçırmaları ve bu eksendeki olayları

içermektedir.

Film tam bir erkek filmidir. Dört erkeğin

dünyasına odaklanan kamera erkeklerin kendi

aralarındaki muhabbetlerine dönük gerçekliği

yansıtmaktadır. Erkek muhabbetlerinin

erotizm üzerine gelişen şehvet ve tatminlik

görüntüleridir. Dört erkeğin bakış açısında kadın

sadece şehvet aracıdır. Kadın bir tatminlik

nesnesidir. Kadın, bu erkekler için cinsellikten

başka bir anlam ifade etmemektedir.

Gemideki dört erkeğin hayatında kadın

yoktur. Cinsel açlıkları fazlasıyla ekrana yansımaktadır

ki cinsel açlıklarını porno film izleyerek,

erotik dergilerle ve muhabbetlerle gidermeye

çalışmaktadırlar. Tabii bu yetersizlik

cinsel açlıklarını giderememektedir.

Kaçırdıkları ve hayat kadını diye düşündükleri

kadını ağzını, ayaklarını, kollarını bağlayarak

önce fiziksel şiddete maruz bırakırlar.

Kadına bağırıp çağırarak da duygusal şiddetin

yanında kadına taciz ve tecavüzde bulunurlar.

Kadın Türkçe konuşmasını bilmese de

kendi dilinde bile taciz ve tecavüzlere isyan etmez,

direnmez. Adeta durumu kabullenir. Kadın

pasiftir hatta kendisine yapılan taciz ve tecavüzlere

rağmen onlarla alkol alır. Kadın dört

erkeğe uyum sağlar, uysallığı ve direnmeyişi

fazlasıyla kadın cinsiyetine terstir. Her ne kadar

hayat kadını olarak düşünülse de kadının

kız olması durumu daha da tuhaflaştırmaktadır.

Aslında kadın hayat kadını değildir. Velev

ki hayat kadını olsa da taciz ve tecavüzü kabullenmesi

bir kadının var oluşuna terstir.

Erkeklerin kendi aralarındaki kavgaları

kadın üzerinedir ve kadına kimin daha çok

tecavüz edeceğine yöneliktir. Erkekler öyle

onursuz ve hasiyetsizdir ki Boksör lakaplı tayfa

sürekli kadına âşık oldum demesine rağmen

zorda kaldığında kadını paylaşmayı teklif eder.

Burada aşk şehvetle bir tutulmuştur. Şehvet

aşkın gölgesinde bütün çirkinliğiyle kendini

gösterir. Erkeklik şehvetle eş değer gösterilmiştir.

Kadına yönelik duygusallık ya da sevgi

görülmez. Zaten dört erkeğin böyle bir derdi

de yoktur.

Gemide filmi eğitimsiz, sıradan, işçi, topluma

ayak uyduramamış, ötekileştirilmiş ve

yoksul erkeklerin kadına yönelik şiddete daha

fazla meyilli olduğunu göstermektedir. Bu

yaklaşım ve anlayış yönetmenin 2006 yılında

gerçek bir olaydan yola çıkarak çevirdiği Barda

filminde de görülmektedir. Oradaki kötü karakterlerde

ötekileştirilen, tutunamamış, eğitimsiz,

geleceği olmayan, maddi yetersizliği altında

ezilmiş erkeklerin orta ve üstü maddiyata

sahip kızlara ve erkeklere uyguladıkları şiddet

karşımıza çıkmaktadır.

İki filmin ikinci önemli noktası da filmdeki

kızların, kız olması vurgusudur. Toplumda

tarafından önemsenen, değer olarak görülen

hatta kutsal kabul edilen kızlığa atıflar vardır.

Gemide filminde hayat kadını bile kız çıkar ve

tecavüzcüler paniğe kapılır. Barda filminde de

tecavüzcüler bu duruma şaşırır. Onlara göre

erkeklerle çıkan her kız cinsellik yaşamıştır.

Yönetmen bu anlayışa adeta itiraz edercesine

iki filminde de bu yanılgıyı yıkmaya çalışmaktadır.

Barda filmi şiddet sahnelerinin bol olduğu

ve kadına yönelik şiddetin nedenlerinin

sorgulandığı, kadınların mağduriyetini dile getirmektedir.

Ne kadar kadın cinsiyeti konusunda imgeler

içerse de erkeğin son dönemde bile belirleyiciliği

çok net ifade edilmektedir. Son

dönemde kadının özgür ve iradesiyle kararlar

verdiğine dair davranışlar filmlere yansısa da

aslında bunun çokta gerçekçi olmadığını filmin

ilk dakikalarda görüyoruz. İlişkiyi yani

tercih edilenin hala erkek olduğunu, aslında

kadının tercih yaptığını zannettiğini görüyoruz.

Nail ve Nil’in ilk birbirlerini gördüğü kareden

önce erkekler, barın girişinde içeri girecek

kızın “kime” olacağına dair konuşmaları erkeğin

egomanyasının devam ettiğini, kadının

hala tercih eden olmadığını görüyoruz. Bu da

kadının hala varlığını ortaya koymadığını, erkeğin

üstünlüğünü bilinçaltında kabul ettiğini

göstermektedir. Erkek etken, kadın edilgendir.

Bardaki şiddet öncesinde dikkat geçen ve

kadına yönelik şiddeti içeren kürtaja yönetmenin

tepkisidir. Bu, kürtaj karşıtı bir ifadenin

yanında erkeğin kadını kabullenmesi ve evlilik

için hamileliğin gerekliğidir. Cinselliği yaşayan

gençler yarına dair evlilik ciddi anlamda

düşünmezken hamilelik, evlilik için bir neden

olarak görülür. Bu aynı zaman erkeğin kadını

sahiplenmesi, ortada bırakmamasıdır. Erkek

burada da kollayıcıdır. Kadın erkeğin kanatları

altında olmayı istemektedir. Tabii sağlıksız ko-

39

şullarda kadına yapılan müdahalenin şiddetsel

boyutu da gösterilmektedir.

Gençler, cinselliği tabulaştırmadan kendi

aralarında rahatlıkla konuşabilmekte ve cinselliği

yaşamada bir engelleri yoktur. Bu konuda

yeterince özgürdürler ve hoşlanmaları, anlaşabilmeleri

yeterlidir. Geleceğe dair umutları

vardır.

İyi gençler aşk ve flörtü bütün yönleriyle

yaşarken, avamdan erkeklerin imrenerek kendilerini

izlemesine ve özentileriyle karşılaşıyoruz.

Kendini kadınlar tarafından dışlanmış ve

kabul edilmeyeceğini düşünen avam/yoksul

erkekler uzaktan sevgililerin öpüşmelerine,

koklaşmalarına, yani oynaşlarına bakarak iç

geçirirler. İşte bu iç geçirme bir kine, nefrete ve

düşmanlığa dönüşmektedir.

Sınıf farkı ötekileştirilme nedenidir. Yaşanamayan

hayata duyulan özlem, hak edilmesi

gereken ama bu haktan mahrum bırakılmış

hayat aradaki şiddetin gerekçesidir. Özlemi

duyulan ise kadındır. Kadınla flörttür. Zenginlerin

para ile istediği kadını elde etmesine bir

isyandır erkeklik gururu. Tutunamamışlar da

kendilerine ait kadınlar istemektedirler.

İşte bu anlayış barda kadına yönelik her

türlü şiddeti doğurur. Kadınlar bağlanır, sözlü

ve fiziksel tacize mazur kalır. Jiletle doğranarak

tecavüz edilir. Kadınlar burada da korkak davranır

ve direnç göstermezler. Sessizlik barda

olduğu kadar filmin sonunda da vardır. Kadın

sessizdir. İsyanı görülmez. Suçlulara verilecek

cezanın ne olacağının sözcülüğünü yine erkek

yapar. Kadın kendisini ifade etmekte yoksundur.

Yine ikinci plandadır.

Kadının değeri bedeniyle var olan filmin

bakış açısında kadın özne ve nesne olma arasındadır.

Orta sınıf, kadını özne olarak kabul

ettiği yanılgısını yanında avam sınıfın kadını

nesne yani sadece cinsellikten ibaret olarak

gördüğünün de yanılgısını bize vermektedir.

Yönetmen kadına şiddetin adresini işsiz

güçsüz, eğitimsiz, yoksul vb. nedenlere dayandırmaktadır.

Kadına yönelik şiddetin zenginlerin

yapmadığını, kadını kolladığını ima etmektedir.

Yönetmen burada ötekileştirme yoluna

gitmiştir ve sınıfsal ayrımcılığa başvurmuştur.

Zenginlerin kadına şiddet uygulamadığı anlayışının

bir kandırmaca olduğunu güncel haberlere

yansıyan kadına yönelik şiddet örnekleri

göstermektedir. Kadına yönelik şiddetin

eğitim ve maddiyat dinlemediği gerçeği varken

bütün suçu bir kesime atmak haksızlıktır.

İki filmde kadına yönelik şiddetin bütün

yönleri ve aşksız bir hayat işlenirken kötülüğün

kaynağının yoksullara yüklenilmesi filmlerin

gerçekliğini ve tarafsızlığını yitirdiğinin göstergesidir.

Filmler kadına yönelik erkeklerin acımasız

tavrını ve bakış açısını sembolize etmesi ve

kadının hala cinsiyet kimliğine kavuşmadığını

göstermesi açısından önemlidir. Kadın hala

özne olamadığı gibi bedeniyle var olmaya çalışmaktadır.


Mustafa Özçelik

KADIN VE ATEŞ

Sarı bir başağın rüyasından

Ocak başında

Gelecek kurar bir kadın

Kadın ki anadır

İnce uzun bir nehirden geçmiştir

Köprü ortasında bekleyip

Sulara bırakmıştır bütün hikâyesini

Uyusa kıyametler kopar gözlerinde

Çocuğunun ağladığı gece

Çocuk uyur ve kadın

Evin rüzgârlı eteklerinde

Bir hasreti kuşanıp

Karşı dağlara bakar

Gidip de gelmeyen var

Hangi iklimden ses bekler, bilinmez

Kadın ki anadır

Sevdasıdır yiğidinin

Bir ninni tutturur

Bir türküye sığınır

İçinin düşmanlarına karşı

Burası dünya.

Gece gece gece

Burası dünya ve biz artık çok sıkıldık.

Oyun bitti, zifiri karanlıkta belalar uçuşuyor

Dünyanın yalanları, uçakları ve bombaları arasında solup giden ömrümüzü

Kuşa çeviren yasalardan, yönetmeliklerden, nizamnamelerden sıkıldık

Telefon seslerinden, akıp giden televizyon görüntülerinden,

bilgisayar tıkırtılarından, gazete hışırtılarından

Alıp başımızı gitmek istiyoruz

Alıp başımızı sana gelmek istiyoruz

Sana gelmek

Sana gelmek, orada kalmak istiyoruz

Çok unuttuk hatırlamak istiyoruz

Başımızın okşanmasını, gözyaşımızın silinmesini, kolumuza girilmesini istiyoruz

Yağmurunu ve meleklerini yeniden istiyoruz

Rüzgârın sesini, ırmağın sesini,

Dağların dağ, denizlerin deniz, kadınların kadın, çocukların çocuk

Erkeklerin erkek, ekmeğin ekmek, nanenin nane olduğu bir dünyayı yeniden isterken

Seni istiyoruz aslında Bunu söyleyemiyoruz

40


TOPLUMUMUZDA KADININ

YAŞAMSAL DEĞERİ

Etem Sevik

Sevgili Okurlar,

Diğer toplumlarda olduğu gibi bizim toplumumuzun saygıdeğer

kadınları da aile içinde anne, eş, abla, kardeş vb. rolleri başarı ile

sürdürürken aldıkları görevlerde akıllı, birleştirici, yapıcı tutum ve

özellikleri ile her üstlendikleri işin üstesinden gelen ve karşılaştığı

birçok soruna birden çok çözümler getiren kaliteli insanlardır. Dediğim

gibi kadınlar yapıları gereği mücadeleci, sabırlı, fedakârdırlar.

Bu açıdan erkeklerle birlikte sürdürdükleri aile ve iş yaşamında doğası

ve yetenekleri ile çocuklarını büyüten, ev işlerinde görev alan

bunlarla birlikte hayatın her alanında başta eğitim, sağlık, ticaret,

hizmet sektörü, hukuk, sanayi… Her sektörde eşsiz çalışma azim ve

kararlılıkları ile yer alan kadınlarımız, kendilerinin, çocuklarının ve

ülkemizin geleceğini kuran eşsiz insanlardır. Nitekim günümüzde

kadınlar aile geçimine en az erkekler kadar ekonomi sağlamaktadır.

KADINLARIN günümüzde iş yaşamında aktif olarak daha fazla

yer alması çok iyi bir şeydir. Ancak bu durum kadınları birçok zorlukla

da baş başa bırakmaktadır. Meselakadınların çalıştırılmaması,

şiddet görmesi, aşağılanması geri kalmış ülkelerde sıkça görülen

kabul edilemez durumlardır. Sözgelimi ülkemizde de neredeyse her

gün yazılı ve görsel medya da yer bulan sözlü, duygusal, fiziki şiddet

veya taciz gibi cinsel içerikli şiddet vakaları kadınların karşılaştığı

istenmeyen durumlardır.

KONUYA bu kötü gerçek üzerinden baktığımızda toplumsal

hayatımızda kadınlara gerekli değerin verilmesi kadın-erkek eşitliğinin

her anlamda sağlanması bakımından önemlidir. Bir ülkenin

devlet yapısının ve hukuk kurallarının modern çağın eşitlikçi bakış

açısına uygunluğu kadınlara verilen değerle de ölçülebilir. Kadın ve

erkek her alanda ve her konuda eşittir. Bu nedenle kadınların hakları

kısıtlanmadan onlara her türlü imkândan faydalanma hakkı verilmelidir.

ONUN İÇİN kadınlar toplumumuzda aslında erkeklerle her

konuda eşit haklara ve özgürlüklere sahip bulunarak baş tacı edilmesi

gereken birinci sınıf bireylerdir. Nihayet kadınlar fiziksel olarak

çok güçlü olmasalar bile temelde varlıkları ile toplumu manevi

olarak ayakta tutan erkeklerle beraber toplumu yaşatan kimselerdir.

ÖZETİN ÖZETİ: Kadınlar en başta insandır. Başta gelen insani

özellikleri olarak duygusaldır,

vicdanlıdır, cefakârdır, fedakârdır,

çalışkandır. Kadınlar insan olmanın

gerektirdiği pek çok yüce

insani değeri doğuştan sahip olarak,

dünyaya gelmiş insanlardır ve

erkeklerle birlikte toplum içinde

yaşamaktadır. Bu sebeple kadınlara

her zaman her konuda gerekli

önem ve değeri vermeli ve deyim

yerindeyse kadınları el üstünde

tutmalıyızdır.

ÖNEMLİ değerimiz kadınlarımızı

anlattığım bu güzel yazımı,

Ülkemizin kurucusu Ulu Önder

M. Kemal Atatürk’ün, kadınların

modern, ileri ve gelişmiş bir

toplumda olması gereken, hak

ettikleri yeri anlatan çağ açan şu

çok güzel söz dizeleri ile bitireyim

efendim.

“Ey kahraman Türk kadını,

sen yerde sürüklenmeye değil,

omuzlar üzerinde göklere yükselmeye

layıksın.” “Dünyada her

şey kadının eseridir. Kadınlarımız

eğer milletin gerçek anası olmak

istiyorlarsa, erkeklerimizden çok

daha aydın ve faziletli olmaya çalışmalıdırlar.”

“Milletimiz güçlü

bir millet olmaya azmetmiştir.”

Ulu Önder M. Kemal Atatürk.

41


TEK TAŞ

Şener İşleyen

/Aşk… Ey aşk! Sen ne menem bir şeysin?

Taşın, toprağın hasret…/

Çalmaya başladığı melankoli yemek

müziği, ortamdaki soğuk havayı bıçak gibi

kesmişti. Kafasını hafifçe yan masaya doğru

çevirdi ve gözleri Kavita’nın gözleriyle tanıştı.

O, belki Sinan bakmadan önce de oradaydı

ama daha önce nasıl olup da fark edememişti?..

Demek ki yeni gelmişti yoksa fark

etmemesi imkânsızdı böylesi bir güzelliği.

Simsiyah ve beline kadar uzanan saçlarının

arasından görünen yüzünde, garip ve

tatlı bir gülümseme ile parıldayan gözleri,

ona bakıyordu. Bu ani göz göze gelmenin

ardından Kavita’nın dudakları titriyor, ışıkta

parlayan gözlerinde konuşulmamış kelimeler,

aralarındaki birkaç metrelik mesafede

derinliklere akıyordu.

Giyimlerine ve yaşlarına göre öğrenci

olmaları muhtemeldi ama öğrenciler için

lüks denilebilecek bu restoranda ne işleri

vardı ki? Hem de böylesi bir ortamda yüksek

sesle tartışıyorlardı. Sonradan öğrendiğine

göre ders çalışıyorlarmış. Staj yaptıkları işletmenin

sahibi onları yemeğe davet etmiş

ve elmas türü pırlanta makasla mı, bıçakla

mı yoksa suyla mı kesilir konusunu tartışıyorlarmış.

Tanıştıktan sonra Kavita anlatmış

bunları ona. İşte o soğuk ve sert tartışma

sürerken bir anda en hararetli yerinde kesilivermiş.

Ta ki o melankolik kanun taksimi

başlayıncaya ve Sinan’la Kavita, göz göze gelinceye

kadar... O andan sonra sanki her şey

ve herkes sus pus olmuş.

Buselik makamındaki tellerden çıkan

sesler, Kenan’ın parmak uçlarındaki yüzüklerin

dokunmasıyla su üzerinde yüzen kuğular

gibi akıp gidiyordu artık kulaklara…

Yarım saat süren taksim boyunca ne burgu

ne diğer perdeler ne mızraplar ne de geçişler

arasındaki makasları, hareket ettirmemişti

Kenan. Buselik makamının dokuz teliyle dokuz

ayrı parçayı icra etmişti, öylece Kavita’ya

bakarak.

Kanun taksimi bittikten sonra Kavita’nın

yüzünde beliren gülümsemeyle donup

kalmıştı Sinan, adeta büyülenmişti. Kavita

ise bir yandan gülümseyerek ona bakıyor bir

yandan da sağ elini çenesine dayamış, yüzük

parmağındaki kehribar taşlı yüzüğü başparmağıyla

çevirip duruyordu. Bilerek mi yapıyordu

bilinmez ama bu hareketi Sinan’ın

dikkatinden kaçmamıştı.

Arkadaş gurubu hesabı ödeyip kalkarken

Sinan da kanununu çantasına koyup arkalarından

çıkmıştı hemen. Onların bindiği

lüks arabanın peşinden bir taksiye atlayıp,

takip etmesini istemişti şoförden. Öndeki

araçta bulunan Kavita, aracı süren patronunun

hemen yanına, aracın sağ ön koltuğuna

oturmuştu. Kendisini ona fark ettirmek istiyordu

Sinan.

Taksi şoförüne; “Bas gaza, sağına geçmeye

çalış ve tam yanına geldiğinde yavaşla!”

diye talimatlar veriyordu. Bunun kuralsız

bir hareket olduğunu söyleyen şoföre de

çıkışıyordu bir taraftan. “Gerekirse makas

at kardeşim, önünü kes aracın, o sağdaki kız

beni fark etsin yeter. Ceza yersen öderim

ben. Şimdi dediklerimi yap!”

Defalarca yanına gelerek, kâh geçip kâh

geride kalıp, sağ camdan dışarıyı izleyen Kavita’yla

kaç kez göz göze geldiğini tek tek saymış

ve o gözleri iyice hafızasına kaydetmişti.

Tek amacı bu değildi elbette… Kavita’nın

kaldığı yeri öğrenmekti asıl niyeti. Nihayet

sıradan bir öğrenci yurdunun önüne geldiklerinde,

Kavita arkadaşlarıyla beraber indi

lüks arabadan. Arkasına dönüp baktığında,

sarı renkli ticari taksinin biraz geride park

etmiş olduğunu görünce, arkadaşlarına; “Siz

geçin içeri, ben birazdan geliyorum” diyerek

araca doğru yürümeye başladı. Onu gören

Sinan da hemen arabadan inerek, ona doğru

ürkek adımlarla ilerliyordu.

* * *

Tanışmalarının üzerinden bir yıl geçmişti.

Hindistanlı bir kız olan Kavita, öğrenci

değişim programı kapsamında Türkiye’de bir

üniversite kazanmış ve okuduğu Jeoloji Mühendisliği

bölümünü ancak geçer notlarla

okuyarak zar zor son yılına gelmişti. Alttan

da çok dersi vardı. Ailesi çok varlıklı olmayan

Kavita, güzelliğini kullanarak zengin iş

adamlarıyla arkadaşlık kuruyor ve onlardan

tırtıkladığı paralarla eğitimine devam ediyordu.

Bu sayede bir öğrenci için lüks sayılabilecek

bir yaşam sürüyordu. Ancak Sinan’la

tanıştıktan sonra bu durumuna son vermişti.

Çünkü Sinan, onu çok seviyor ve onun parasal

ihtiyaçlarını karşılayarak okulunu bi-

42

tirmesine gayret ediyordu. Kendi durumu da

pek iç açıcı olmamasına rağmen geceleri restoranlarda

yaptığı müzikle geçimini sağlıyor,

hem ihtiyar anne babasına bakıyor hem de

liseye giden iki kardeşini okutuyordu.

Kavita’yla tanışmasından sonra ona

olan sevgisi ve hayranlığı günbegün artmış

ve bu sevgi, yerini engel olamadıkları bir

aşka bırakmıştı. Onun sonu gelmez istekleri

ve lüks ihtiyaçlarına dahi sesini çıkarmıyor

ve sabahlara kadar birkaç restoranda çalışarak

hem ailesine hem de Kavita’ya bakmaya

çalışıyordu.

Niyeti belliydi… Kavita okulu bitirdikten

sonra onunla evlenecekti. Bu durumu

Kavita’ya da söylemişti. O da itiraz etmemişti.

Hatta okulunu zamanında bitirebilmesi ve

zayıf derslerini geçebilmesi düşüncesiyle ona

özel ders vermesi için birini dahi ayarlamıştı.

Sosyal medyada gezerken keşfet sayfasında

başka bir ilde ve başka bir üniversitede

Jeoloji Mühendisliği bölümünü birinci olarak

bitiren Musa’nın paylaşımını görmüştü

Sinan. Hemen özelden yazarak, onunla irtibata

geçmiş ve kız arkadaşına internet üzerinden

özel ders verip veremeyeceğini sormuştu.

Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik

koşullar sebebiyle hemen iş bulamayacağını

düşünen Musa’yla yapılan uzun pazarlıklar

sonucunda, oldukça yüksek bir ders saati

ücreti karşılığında teklif kabul edilmişti. Sinan,

hemen Kavita’ya durumu anlatmış ve

Musa’nın hesabına, bir yıl boyunca yüz saat

ders vermesi karşılığında peşin yatan para

sonrası, internet üzerinden haftada birkaç

saat sürecek olan özel dersler başlamıştı.

Kavita, bütün zayıf ve düşük olan notlarını,

bu derslerde Musa’dan öğrendiği bilgiler

sayesinde yükseltmişti. Dünyayı kasıp kavuran

salgın hastalık nedeniyle üniversitesinde

uzaktan öğretim başlamış ve sınavlara da internet

üzerinden girme zorunluluğu getirilmişti.

Bu durumu da fırsata çeviren Kavita,

Musa’dan sınavlara kendisi yerine girmesini

istemişti. Musa, bunun için ek ücret isteyince

de durumu Sinan’la konuşup, konuşulan

ücretin yine hesaba peşin olarak yatırılmasını

sağlamıştı. Salgın nedeniyle eskisi gibi

pek sık görüşemeseler de arada bir yapılan

telefon görüşmeleri neticesinde Sinan, Kavita’nın

tüm isteklerini yerine getirmeye

devam ediyordu. Onun sonu gelmez istek-


leri sonucunda ailesine götürdüğü kazanç

azalmış ve kardeşlerinin okul ihtiyaçları bile

karşılanamaz olmuştu artık. Ki bu yüzden

önceleri başarılı olan kardeşlerinin dershane

ücretlerini aksatmaya başlamış, onlar derslerinden

geri kalır olmuşlardı. Anne ve babasının

kronik rahatsızlıkları nedeniyle kullanmaları

gereken ilaçları bile artık alamıyor ve

onların hastalıkları daha da artıyordu. Ama

bütün bunlara rağmen Sinan’ın önceliği,Kavita’nın

okulunu başarıyla ve zamanında bitirmesiydi.

Kavita, Musa’ya sınavlara giriş için kullandığı

internet şifresini vermiş ve kendisi

yerine onun sınavlara girmesini sağlamıştı.

Hâlbuki Musa’nın anlatımıyla zaten notlarını

yükseltiyor ve derslerini geçebiliyordu.

İçinde bir türlü bitmeyen açgözlülük, ihtiras

ve vurdumduymazlık, bir başka ailenin ve

başka öğrencilerin hakkına tecavüzü masum

gösteriyordu ona. Aşk… Ey aşk! Sen ne menem

bir şeysin? Taşın, toprağın hasret…

Musa, Kavita’ya; uzaktan işledikleri

her ders sonunda, nezaket icabı, kendisinin

de bizzat tanımadığı ama bu işe vesile olan

kişiye muhabbeti ve vefası gereği “Sinan’a

selam söyle!” demeden bitirmiyordu dersi.

Gerçi tanıştıkları ilk yazışma ve para konusu

hakkında yaptıkları görüşmeler haricinde,

Sinan’la hiç görüşmemiş ve konuşmamıştı.

Sosyal medyadan bile takip etme gereği duymamışlardı

birbirlerini.

Kavita, son sınavını da Musa’nın sayesinde

başarıyla verip, alacağı diploma sevincini

onunla paylaştığında, yine bir “Sinan’a

selam söyle!” muhabbeti sonrası Musa,

duyduklarına şaşırmıştı. Çünkü Kavita bu

son görüşmede; “Ya sen sürekli selam gönderiyorsun

Sinan’a ama biz onunla ayrıldık,”

demişti.

Aldığı paranın karşılığını vermenin

tarifsiz huzuru olsa da Musa, bu son duydukları

karşısında rahatsız olmuştu. Çünkü

Sinan, daha ilk yazışmalarında Kavita’ya

olan duygularını Musa’ya açıklamış ve okul

sonrası onunla evlenmek istediğini de söylemişti.

Hatta Sinan’ın, Kavita’nın ihtiyaçları

karşısında kendi ailesini ve kardeşlerinin

eğitimini dahi aksattığını biliyordu. Aklını

tırmalayan merakla Sinan’a yazmaya karar

verdi. “Merhaba,” ile başlayan girizgâh sonrası,

hemen konuya gelmek istercesine sordu.

“Kavita ile neden ayrıldınız?”

Uzun uzun anlatılan hazin aşk hikâyesini

dinledikten sonra, ondan aldığı tüm paraları

geri iade etme ihtiyacı hissetmişti Musa

ve öyle de yapmıştı…

* * *

“Nazlıydı! O, şahikasıydı tüm güzelliklerin.

Bense ona yasaklı deli, kör, aptal, mecnunu

onun olduğu evrenin. Beline kadar

uzanan simsiyah saçları, zirvesinden eteklerine

kadar inen ormanlarıydı sanki Everest’in.

Gözleri… Ah simsiyah, doğuştan sürmeli,

çekik… Sanki benden başkası görmesin

beyazını, siyahının tonunu benden

başkası görmesin diye kısıyor bellerdim.

Doğunun gizemiondan, Batının güzelliği

onun hamurundan. Yürürken sanki ayakları

durur, toprak kayardı altından. Bana öyle geliyor

ki taptığı Brahman görseydi onu, yerle

bir olurdu sarayından tahtından… Ne sevgisi

âşıkların sevgisine benziyordu ne de kini

zalimlerin zulmüne. Ben sevgisine de ram

olmuştum, zulmü de kabulümdü ölümüne…

Aah! Ah ki zaman bir gün hüznü vurdu.

Benim için tüm oklar, tüm zamanlar, tüm

âşıklar ve yelkovan onu gösterirken onun

yüreğindeki akrebin zehri, sinsice benim

kalbimde durdu. Hâlbuki meleklerin duasına

ben yazmıştım onu. Her gün ona; ‘En

güzel sensin!’ diye seslenen, gümüş sırma

kaplı aynadaki perisi bendim. Yanacakken

cehennemî ateşlerde o, bedenine su taşıyacak

karınca ben, sıratta onu taşıyacak burak

bendim. Yusufî kuyularda yalnız kalmışken

o, ışığı ben, ümidi ben, dudağındaki duası

bendim.

Ben, onun tenine benziyor diye bulutları

buğday sarısına boyarken kalbime düşen

damlalarla, o gün doğumu ve gün batımlarında,

başkaca çirkin şairlerin aşk şiirlerine

ağlıyormuş. İsteseydim ağlamasını ve hatta

acıdan kıvranmasını, sevmeye müsaade eder

miydim kalbime? Ona yalandan ağlayacağı

onlarca yakışıklı şiir yazardım en afilisinden…

Aktıkça Hint kınaları ve sürmeleri, bir

yenisini daha, bir daha, bir daha… O tazelemeden

makyajını, unuturdu zaten yalandan

satırları. Ama ben ona hiç yalan söylememiştim,

hiç sahte şiir yazmamıştım ki!

Gelecekte doğacak altın saçlı çocuklarımızın

adını bile kırık kanunumun nağmelerindeki

nakaratlara koymuştum. Hayal

ettiğimiz pembe panjurlu evin penceresine

koyacağımız çiçekleri de Alsancak’taki çingene

çiçekçi ablaya ayırtmıştım ya; ‘Az kaldı…

Az kaldı, aman gözlerin gibi bak!’ diyerek.

Hayat, o ablanın baktığı avuçlarımdaki

çizgiler kadar gerçekmiş demek ki… Üç vakte

kadar mutlu olacaksınız derdi ve bilirim

yalan söylerdi.

O çok mutlu mu şimdi bilmem?! Ama

geçen ayırttığımız çiçekleri gördüm çiçekçide…

Solmuş, kurumuş, çürümüştü benim

mutluluğum ve hayallerim gibi...

Nazlıydı! Benim gözümde o, kelebek

kadar narin, gelincik kadar hassastı. Ama

ben onun için, bir üçüncü dünya ülkesi istatistiğiymişim…

Meğer ölümüm bile onun

için, ‘aşktan ölen, kehribar bakışlı bir genç”

isimli bitirme teziymiş.

43

Şimdi dünyanın, onun nefesinin koktuğu

vakitlerinden sesleniyorum ona. Söyle…

Görüşürsen söyle ona! Tezi olumsuz, ölmedim,

çünkü yaşıyorum inadına. Kadehimi

kaldırıyorum yalanlarına, onun sahte hayatına…

Aşkı ziyan ettiği münzevi vakitlerimde,

sureti meçhul bir kâbusa döndü cemâli artık!

Öyle tanıyabildim onu… Meğer despot,

kalpsiz, ruhsuz bir sultanmış, anlamamışım,

aldanmışım…

İdam kararımı okurken öğrendim dudağından,

gerçek adının Sultan olduğunu…

Belkıs’ın altın kubbeli sarayından kovulmuş

Süleyman gibi, kuşların ağıtlarından öğrendim

kalbinin Belkıs sarayı olduğunu…

Sodom’un, Gomore’nin,Semud’un, Pompei’nin

üzerlerine dökülen kızgın lavlardan

püskürttü üzerime. Atıldım, sürgün edildim,

zindanlara düştüm gözlerinden. Kirpiklerine

kurulmuş mancınıklardan fırlattı beni

nefret ateşlerine. Yasaklandım teninden, ellerinden,

dudağından. Ben de ona yasakladım

hayatımı artık. Girmesin ki kovulmasın

bulunduğu yalancı cennetten gerçek dünyaya

diye…

Heyhat! Hâlbuki ben, nikâh memurunun

yılışık ağzından çıkacak bağlılık sorusuna

cevap verirken takacaktım tektaşı parmağına…

Yahu biz onunla imamın üst üste

üç kez perçinleyeceği kabulle çıkacaktık Sevr

dağına… Şeytanı taşlayacaktık, Arafat’tan

toplayacağımız minicik taşlarla… Ama o,

bütün bunlara ait bağlılık yeminlerimi bozdurdu

ya! Helal olsun ona ve bütün yalanlarına

inandığım için yazıklar olsun bana…

“Kehribar bakışlım, pırlanta kalplim!”

derdi bana… Söyle Sultan Kavita’ya! Ben de

öğrendim kehribarın bıçakla, pırlantanın

suyla kesildiğini ve öğrendim umutlarım

gibi upuzun saçların, köhne bir makasla kesildiğini…

Bahsetmesin n’olur; olmazlardan,

imkânsızlardan. Bahsetmesin sakın bana;

anasından, babasından, inandığı Hindu dininden,

Budha’nın hoşgörü mezhebinden…

Ben tüm dünyayı karşıma almışken

onunkilerin hepsi yalandı, hepsi boş mazeretlerdi

biliyordum. Çok çabaladım, çok

uğraştım değişecek, inadından dönecek, nazından

vazgeçecek diye. Anamı, babamı karşıma

aldım ben ‘Müslüman değil!’ diye. Kardeşlerimi

üzdüm, sevdiğim onlardan önce

okulunu bitirsin diye…

Ama son buluşmamızda; yüzüme o ilk

günkü gülümsemesiyle bakıp, ‘Sen bir yaz

aşkıydın ve bittin!’ dediğinde, elbet kardeşlerimin

dershane ve anne-babamın son ilaç

parasıyla alarak cebimde getirdiğim tektaş

yüzüğü, atmazdım Ege’nin soğuk sularına.

İnanmasaydım eğer ondaki tek taşın, kalbi

olduğuna…”


K’ADINDIR İNSAN

Nil Didem Şimşek

Hacı Bektaş Veli’ye sormuşlar;

-Kadıncık Ana eşin mi?

Bektaşi yanıtlamış:

-Eşim değil “Eşitim”.

Aşk bir sazsa sazın kendisi de teli de kadındır.

Kâinatın özünde cinsiyet yoktur aslında;

insan vardır. Öyle bir gün gelir ki sevenle

sevilen ayak basar dünya toprağına. Ad

verme merasimi sonunda Âdem olana erkek,

Havva olana kadın denilir ve böyle başlar

dilden dile anlatılacak olan macera. Günler,

aylar, yıllar, asırlar geçer ancak ne hikmetse

birbirlerinin dilini bir türlü çözemezler. İki

dil vardır artık dünyada, öyle ki diğer bütün

diller de bu iki dilden türer: Âdemce ve Havvaca.

İşte o gün bugündür bu iki dilin birbirinden

çektiğini yaratılmış olan başka hiçbir

varlık çekmemiştir.

Bu iki insandan süzülen duygular, düşünceler,

hayaller ve bin bir türlü öz şu dünyada

masallara, şiirlere, öykülere daha nicesine

ilham kaynağı olmuş da birbirlerine bir

türlü yâr olamamışlar. Haklarında neler yazılıp

söylenmiş hepsini bilmek çok zor ama

bir şey var ki hep merak konusu olmuş bu

arada: Kim daha üstün?

“Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde

Hakk’m yarattığı her şey yerli yerinde

Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok

Noksanlıkla eksiklik senin görüşlerinde”

Tabii cevap bulmak kimsenin harcı değil,

sır Tanrı’da. Öyle olunca velîler almışlar sazı

ellerine. Hem teline vurmuşlar aşkın hem

gölgesine. Üstünlük arayışından nemalananlar

olduğu gibi bu arayıştan yara alanlar da

olmuş muhakkak. Gerçek muhabbette Yaradan’dan

sual olunmaz elbette. O’nun nazarında

Âdem de özdür Havva da; noksanlık

da yok fazlalık da.

Zamanında öyle güzel nefesler gelmiş ki

şu mübarek Anadolu’ya, her biri birbirinden

merdane. Onlardan biri de Hacı Bektaşi Veli’dir.

Bin bir nezaketle oluşturduğu Kadıncık

Ana’dan günümüze gelen kadınların yaşamlarında

hep çetin bir mücadele egemen olmuş.

Çünkü nedensiz bir tanımlama girmiş

akıllara, zihinlere.

Hâl böyle olunca

bizim aziz velîler bu

derdi dert etmişler

ve bulmuşlar da bir

çare. Havva kadına

direnmeyi öğretmişler,

direnirken

bile güzel düşünebilmeyi.

Sabır doğmuş

bu direnişten

ama sineye de çekmemişler

haksızlıkları;

onlar da vurmuşlar

sazın teline.

Halk edebiyatında

ozanlar anıldığında

Havvalar da gelir akla. Sözel kültürün

egemen olduğu toplumlarda edebiyat, özellikle

de şiir, toplumsal belleğin hafızasıdır ve

sözel kültürün taşıyıcısı da genellikle kadınlardır.

Ninni, masal, ağıt gibi halk edebiyatı

türlerinin pek çok örneğinin kadınlar tarafından

oluşturulduğu ve masal anaları gibi

kadın aktarıcılar tarafından yayıldığı görülür

1 . Masallar kışın yorganı, yazın gölgesidir.

Kadınlar da o yorganın öreni ve o gölgenin

toprağına su dökendir.

Ataerkil bir toplumda hem kadın hem de

ozan olarak varlığını sürdürmenin zorluğu

nedeniyle kadın halk ozanlarının birçoğu

ortaya çıkamamıştır. Hâlbuki 15. yüzyıldan

itibaren cönklerde Alevi-Bektaşi kadın şairlere

de rastlanır 2 :

“15. yüzyılda Hafız Hatun, Leylâ Hatun;

16. yüzyılda Lima Hatun, Havva Hatun,

Durriye Hatun;

17. yüzyılda Sakine Hatun, Latife Hanım;

18. yüzyılda Sakine Hatun, Leyla Hatun,

Kaduncuk Hatun, Meryem Hatun;

19. yüzyılda Şah Sultan, Nazmiye Hatun,

Şerif Bacı, Nehri Bacı, Hayriye Bacı, Afife

Bacı, Havva Ana ve diğerleri…”

Eşitlikten söz ederken adları geçen bu

güzel goncaları, gülleri, yaseminleri, laleleri

1 Adıgüzel, F. B. (2016). Edebiyat Eğitiminde

Unutulmuş Kadın Yazarlar. Yaratıcı Drama

Dergisi, 9(18), 17-31.

2 Alkaç, N. (2013). Edebiyyât-ı kadîmenin tâife-i

nisvâsı/Osmanlı kadın şair(e)leri. Erciyes

Aylık Fikir ve Sanat Dergisi, 30-33.

44

nicesini de bilmek, anlamak ve hatta uzun

uzun haklarında düşünmek gerekir. Kadın

sadece süsünü püsünü görmek için aynaya

bakan değildir; noksanını bilmek için nefsinden

vazgeçendir. Öyleyse bir kadın insanı

anlatmak için söz’e gerek yoktur; o sözün

kendisidir.

Cumhuriyet’in ilk yılları gelir. Her alanda

mücadele rüzgârları esmektedir…

“Halide Edib Adıvar, Halide Nusret Zorlutuna,

Şükufe Nihal, Güzide Sabri Aygün,

Müfide Ferit Tek;

1930- 40 arası yıllar Kerime Nadir, İsmet

Kür, İnci Asena, Nezihe Araz;

1960’lı yıllar Nezihe Meriç, Emine Işınsu,

Peride Celal;

1970’li yıllar Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal,

Güney Dal, Pınar Kür, Gülten Akın, Demir

Özlü, Aysel Özakın, Afet Ilgaz, Füruzan,

Gülseli İnal, Ülker Akçakoca, Türkan İldeniz,

Meral Üner, Ayla Ora;

1980’li yıllar Latife Tekin, Ayla Kutlu, Buket

Uzuner, Erendüz Atasü, Nazlı Eray, Tezel

Özlü, Perihan Mağden, Nilgün Marmara,

Lale Müldür, Birhan Keskin;

1990’lı yıllar İnci Aral, Oya Baydar, Ayşe

Kulin, Aslı Erdoğan’dır”3.

Yıllar geçer ama yollar bitmez. Kadın

insanın söyleyecekleri, anlatacakları, büyü-

3 Yılmaz, A. (2012). Geçmişten günümüze kadın

şairlerin konumuna genel bir bakış. 21.

Yüzyılda Eğitim ve Toplum. C.1., S.2, Yaz 2012,

46-63.


tecekleri, sarıp sarmalayacakları, öğretecekleri

vardır daha. Nasıl ki gerektiğinde Âdem

erkekle at binmiş, silah kullanmış; yetmemiş

yuvasını da sağaltmış. Âdem işi Havva işi

diye iş gücünü bölmek çok sonraları icat olmuş.

Atatürk devrimleri sayesinde kadınlar

birçok hakka yeniden kavuşmuş. Havva kadını

cesaretlendiren Büyük Önder’in rehberliğinde

toplumda görünmez olmaya başlayan

Türk Havvalar artık doktorluk, öğretmenlik,

pilotluk, avukatlık, mimarlık, gazetecilik gibi

meslekleri erkeklerin tekelinden almış:

Türkiye’nin ilk kadın doktoru: Safiye Ali

İlk kadın avukatı: Süreyya Ağaoğlu

İlk kadın mimarı: Leman Cevat Tomsu

İlk kadın bakanı: Türkân Akyol

İlk kadın pilotu: Bedriye Tahir Gökmen

İlk kadın savaş pilotu: Sabiha Gökçen

İlk kadın öğretmeni: Fatma Refet Angın

İlk kadın ralli pilotu: Sâmiye Cahid Morkaya

İlk kadın gazetecisi: Selma Rıza Feraceli

İlk kadın tiyatro oyuncusu: Afife Jale

İlk kadın arkeoloğu: Jale İnan

İlk kadın heykeltıraşı: Sabiha Bengütaş

İlk kadın polisi ve okçusu: Betül Diker

İlk kadın futbol hakemi: Lale Orta

Ve Türkiye’nin ilk kadın Sümeroloğu: Muazzez

İlmiye Çığ

Bu harika Havvalar için yazılacak sayfalar

dolusu hayretler var aslında. Ülkesine

gerçek anlamda hizmet etmiş ve bir meselesi,

ülküsü olan kadınlar... Bir nevi o mesleklere

analık etmiş kadınlar onlar. Ta Havva’dan

başlayıp Kadıncık Ana’yla devam eden büyük

bir fikrin mensupları…

Şimdilerde “eşitlik” diye bağıran biz kadınlar

uzun uzun ve hassasiyetle düşünmeliyiz.

Eşitliği bozanlar kimler? Eşitliği kuran

da bozan da bizleriz aslında. Temsil ettiğimiz

insan olma direnişini sosyal medyada çiğ

paylaşımlarla sanal dünyanın nesnesi haline

getirerek yerle bir edemeyiz. Marie von

Ebner Eschenbach’ın da söylediği gibi dünyada

ilk kadın okumayı öğrendiğinde kadın

problemi ortaya çıkmıştır. Kadının bilinçli

ilk direnişi edebiyat/yazı ile karşılaşmasıyla

başlar. Varoluş timsallerimizin üstünü kendimizin

örttüğü sanal dünyayla ilişkilerimizi

dengelemek ve eşitliği tekrar kuracağımız

bir direnişi KALEM’le başlatmamız gerekir.

Bizim yegâne enstrümanlarımız saçımızın

rengi, dudağımızın ruju, gözümüzün farı değildir.

Sazımız kalemimiz olabilir bizim… Sözümüz,

nefesimiz, sabrımız, sevgimiz hepsi

sazımız bizim…

Çünkü adımız insan bizim.

YEŞİL KAPI

Uzun zamandır özlemle beklediğimiz karın, pencereme vuran seslerine karışan, dışarıdaki

çocukların kahkahası eşliğinde son sayfalarını çevirdim Yeşil Kapı’nın.

Yeryüzü kadar bir hüzün gökyüzü kadar bir yalnızlık hissinin içinde kaybolarak...

Hayatımın birçok noktasına kesişim yaptığı için mi yoksa her bir karakterin yüzlerini

her bir mekânın tınılarını kelimelerin arasında bulduğum için mi bilmem ama Yeşil

Kapı bana içsel bir yolcuğun kapısını da araladı sayfalarında…

Beyrut’u okurken Marakeş’teydim. Londra’yı okurken New York’ta. Dicle’yi Füsun’u

ne kadar da çok iyi tanıyordum. Egolu patron Murat yanı başımdaydı, Bahadır’lar sokağın

dört bir yanına dağılmıştı.

Ankara’daki küçük bilgisayar dükkânımın her anı doluşuverdi gözlerime. Yusuf ’un

İngiltere macerasına giderken ailesiyle yaşadığı diyalogları ne kadar çok yaşamıştım ailemle.

Yusuf ’un hacı babası bizi şaşırtırken benim babam evlatlıktan kovmakla durdurmaya

çalışırdı beni. Şimdi babamla aramızdaki sohbetlerde o günler espri konusu olsa

da o zamanlar nasıl da içimi burkardı.

Farklı bir cinsle tercihinin olduğunu keşfettiğinde düştüğü kuyusundan gelip geçecek

kervancıları nasıl gözlerse, hepimiz de Yusuf gibi kaybolmuyor muyduk hayatın

dehlizlerinde. Sığındığımız her kucağın paramparça olduğuna şahit olmuyor muyduk

her defasında.

Yine de insanın hayatına devam edebilme yeteneği hayranlık verici bir şekilde etrafımızı

kuşatıyordu. Her dem yeni bir başlangıca koşabiliyoruz yüreğimizdeki büyük

sancılarla. Yusuf gibi...

Yeşil Kapı romanı İstanbul’da başlayıp Kıbrıs, Lübnan, İngiltere hattını dolaşıp yine

İstanbul’da sonlanıyor. Hiç sonlanmayacak hikâyeleri içinde barındırarak...

Hem hikâyesini anlatıyor hem de güzelliklere sürüklüyor okuru. Jeita mağarasının

muhteşemliğine götürüyor örneğin. Sonra Birhan Keskin’in mısralarının zarifliğine. Elton

John’un plaklarından süzülüveren içli melodileri.

Kimi neden nasıl sevdiğimizi değil o sevgide kendimizi nerde bulduğumuzun

önemli olduğuna işaret düşüyor. Tetiği bize çektirenlerin aslında bizi sadece bir piyon

olarak kullandıklarını anlatıyor. Her insanın kendi macerasının başka insanların maceralarıyla

kurduğu ortak kümenin bize nasıl bir evren sunabileceğini resmediyor.

Bir çocuğun masumluğunun bize yeni bir hayat bahşedilmesinin büyüsüne dokunuyor.

İnançlarımızın her ne olursa olsun ruhumuzun acılara iyi gelebileceği bir anın var

olabileceğini gösteriyor bize.

Yeşil Kapı sizlere nasıl kapılar aralar bilmem ama bendekiler bunlardı.

Klişe bir laf olarak iyi ki kitaplar var deyip geçemeyeceğim kadar güzeldir bazı kitaplar.

Benim için de Yeşil Kapı onlardan biri oldu.

İyi ki kelimeler var...

Ve onlara hayat veren sahici harflere, içtenlikle annelik yapan iyi yazarlar...

45


Çiçekler Vazoya Değil Kök Salacak

Toprağa İhtiyaç Duyar

Ya İnsanlar?

Özlem Tanrıverdi

Devedikeni, papatyagiller familyasından bazı dikenli bitkilerin

ortak adıdır. Genellikle yol kenarlarında ve ekili olmayan tarlalarda

yetişir. Devekengeli, meryemanadikeni, sütlükengel olarak da bilinir.

Bu bitkinin bir diğer özelliği ise İskoçya’nın ulusal sembolü olmasıdır.

İskoçya’yı işgale gelen İskandinavlar pusuya yatmışken, aralarından

birinin devedikenine basıp bağırması ve pusuyu İskoçlara belli

etmesi üzerine, çiçek İskoçya’nın sembolü hâline gelmiştir. Merak

etmeyin bu yazı, bir çiçeğin belgesel metni olmayacak, daha mühim

bir meselemiz var.

Şimdi, metnin ilk cümlesine hatta ilk kelimesine gidelim. Devedikeni.

Kaçımız bu çiçeğe dokunmak, onu koparmak istemiştir ya

da seveceğim derken ellerinin arasında onu yıpratmıştır? Eminin ki

hiçbirimiz. Neden? Çünkü yaradılışı gereği kendini dış etkenlerden

koruyan güçlü bir savunma mekanizmasına sahip. Tıpkı İskoçya’da

sembolleştiği durumdaki gibi… Aynı soruyu bir de aynı aileye mensup

olan papatya için soralım. Bu defa cevap; “birçoğumuz” hatta

büyük bir olasılıkla “hepimiz” olacaktır. Bu durum ne yazık ki insan

doğasında da böyledir. Yaradılışı gereği naif olan kadınlar, insanoğlunun

en çok ezilen, hırpalanan, hor görülen cinsidir. Sebebi; fiziksel

olarak bir devedikeni gibi güçlü bir mekanizmaya değil papatya

gibi narin bir yapıya sahip olmasıdır. Bu, aynı zamanda, tıpkı büyük

balığın küçük balığı yemesi gibi bir durum… Dahası da var. Bu dişi

insanoğlu, duygusal bakımdan da zayıf… Bunun da etkisiyle eril insanoğlu

tarafından, hatta kimi zaman ise hemcinsi tarafından hor

görülür. Anlayacağınız üzere konumuz “Kadına Şiddet” fakat bu durum

buz dağının görünen kısmı.

Bu konuyu ele almamızdaki amaç farkındalık yaratarak kadın

sığınma evlerinin çoğaltmak değil. Çünkü bu, dalından koparılan

bir çiçeği suya bırakmak gibi geçici bir çözüm olur. Nasıl ki bir kuş

kafeste değil de ait olduğu doğada kanatlarını kullanabilirse insan da

bağlı olduğu aile ortamında insani duygularını tam anlamıyla yaşamalıdır.

Bu benzetme çocuklar ve çocuk esirgeme kurumları için de

geçerli. Temel amaç; gerek psikolojik, gerekse fiziksel şiddeti engellemek,

önlemek, çare aramak, çözüm bulmak…

Evsizlere yurt olmak onların yemek, tuvalet barınma gibi en temel

ihtiyaçlarını karşılamaktan başka ne işe yarayabilir ki? Bu çözüm

yeterli mi? Elbette değil. Tehdit edici unsur ya

da unsurlar bulunup, çözülerek doğalarında

yaşamlarını sürdürmeleri sağlanmalı, ötekileştirmek

değil. Çünkü bu ilerde psikolojik

sorunlara da yol açar. Fakat bu sorunları yaşayan

bütün insanlara ulaşmak da zor…

“Peki, ne yapmalıyız?” kısmına gelecek

olursak. Bir çocuğa kitap okuma alışkanlığı

kazandırmak isterken bile sözden ziyade gözlemin

daha etkili olduğunu hepimiz biliyoruz

ve bir bireyin davranışının temelinde aileden

aldığı eğitimin yattığını da aile içi eğitimin

önemini de. Peki, ya o aile ne kadar eğitimli,

ne kadar bilinçli?

Ne yazık ki ailemizi seçemiyoruz öyle değil

mi? Bunda da adaletsizlik yok mu? Peki,

bu durumda ne yapmalıyız? Biri babalığın ne

demek olduğunu, çocuğa yaklaşım tarzının

nasıl olması gerektiğini, eşlerin birbirine müdahalesindeki

o sınırın ince çizgisini şanslıysa

ailesinden ya da okuduğu bölümün derslerinden

görüp öğrenirken diğerleri nereden edinmeli?

Zaten bunun çaresi bulunsa bu yuvalara

gereksinim de azalacak. Çözüm basit aslında.

“Aile Eğitimi” adı altında bütün vatandaşların

zorunlu eğitim alması… Bu eğitimler ile

bireyler anne baba olmayı deneme yanılma

yöntemiyle keşfetmez. Bir çocukla nasıl iletişim

kurması gerektiğini önceden bilir. Böylece

yanılma sürecinde bir bireyin geri dönüşü

çok zor olan psikolojik sağlığı da güvene alınır.

Sağlıklı aile ortamında büyüyen çocuklar

demek, sağlıklı toplum demek.

46


Covid-19’da Kadın

Yeşim Mutlu

“Yeryüzünde gördüğümüz her şey, kadının eseridir.” - Mustafa

Kemal Atatürk

Zorlu günlerden geçiyoruz. Bir yıldır pandemiyle birlikte evlerdeyiz.

Her gün, her gece, her sabah, her an farklı duygularla yaşama

uyum sağlamaya çalışıyoruz. Bireysel olarak, hepimiz kendi düşüncelerimizden

ve eylemlerimizden sorumluyuz. Sorumluyuz da maske,

mesafe, hijyen derken günler boyut değiştirmiş durumda.

Kısıtlı zamanlarda kısıtlı hayatların içindeyiz. Nefes almak ne

büyük özgürlükmüş. “Zorluktan değişim gelir.” derler, belki de o

yüzden hepimiz çevrim içi yaşamaya alıştık. Tüm dünyayı etkileyen

koronavirüs salgını ve salgının beraberinde getirdiği çok uzun süreli

karantina süreci Türkiye‘de ve dünyada kadınları daha derinden etkiledi.

Dünya genelinde sağlık ve hizmet sektöründe çalışanların %70

i kadın. Uzaktan çalışma (evden) iş modeline geçmeyle birlikte hem

çalışanların ( erkek kadın ayırmaksızın), okullarda eğitime ara verilmesi

ve yine çevrim içi eğitim, ev içerisinde ev işleri ve sorumlulukların

artmasıyla kadınların sorumlulukları daha da arttı. Erkekler

salgın öncesine göre biraz daha fazla ev işi veya çocuk bakımı yapsa

da kadınların iş yüklerindeki artış, onların hem iş yaşamlarını hem

de sağlıklarını olumsuz etkileyecek oranda fazlalaşmış durumda.

Sağlık ve hizmet sektöründe çalışan kadınlar gibi ev içerisinde

de kadınlara olan bağımlılık arttı. Pandemi, toplumun virüs ile mücadelesinde

tüm kadınların üzerinde baskıyı arttırdı.

Yapılan araştırmalar:

• Artan ev işleri ve çocuk/yaşlı/hasta bakımı nedeniyle karşılaşılan

zorluklar

• Uzaktan/evden çalışma ile beraber artan iş yükü (çalışma

saatlerinin artması)

• Endişe, psikolojik stres, tükenmişlik

• Evden iletişim ve bilişim teknolojilerine kısıtlı erişim

• Karantinanın etkisiyle ev içi şiddetin artması

• Salgın döneminde ücret/gelir yetersizliği (kaynak UN WO-

MEN) yönündedir.

Düşünün ki Birleşmiş milletler (BM), yeni tip koronavirüsle

(Covid-19) ilgili yeni verilerin, dünyada her 8 ülkeden yalnızca birinin

kadınları sosyal ve ekonomik etkilere karşı koruyacak tedbirler

aldığını ortaya koyduğunu bildirdi. (Eylül 2020)

Belki de bu sebeple olacaktır ki BM Kadın Birimi, 2021‘in 8

Mart Dünya Kadınlar Günü’nde 2021 8 Mart Dünya Kadınlar Günü

küresel temasını Kadın Liderliği: “COVID-19 dünyasında eşit bir geleceğe

ulaşmak.” olarak açıkladı.

“Dünya Kadınlar Günü kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve

politik başarılarını kutlayan küresel bir gündür. Gün aynı zamanda

kadın eşitliğini hızlandırmak için bir eylem çağrısıdır.” .

Her yıl olduğu gibi bu yılda Dünya Kadınlar Günü’nde bir kadın

ayrımcılığa, tacize, eşitsizliğe veya baskıya maruz kaldığı sürece çok

kadının bu durumla karşılaştığını ya okuyacağız ya da dinleyeceğiz.

Oysa toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadınların maruz kaldıkları şiddetin

önde gelen nedenidir ve hemen her şiddet türünde etkilidir.

Kadınların hikâyelerini anlatan ve onların sanat, tarih, bilim, iş

ve kültür alanlarındaki başarılarını onurlandıranlara teşekkürler. Ya

diğerleri? Ne zaman aile içi şiddet yasalarına, kamuoyunun farkındalığına

ve yasal korumalara erişime rağmen, kadınların öldürülmesi

son bulacak?

Hepimiz cinsiyet önyargısına ve eşitsizliğe meydan okumayı seçebiliriz.

Hepimiz kadınların başarılarını aramayı ve kutlamayı seçebiliriz.

Toplu olarak kapsayıcı bir dünya yaratmaya hepimiz yardımcı

olabiliriz.

İyi yaşam ve iyi yaşam hakkı herkesindir. İster kadın ister erkek

tüm hakların en temel olanı yaşamdır.

Sevgi, saygı, sağlık ile…

47


SYLVİA PLATH VE GÜNLÜK

Esra Algan

Kişinin yaşadıklarını, duygu ve izlenimlerini

belli bir kurgu olmaksızın tarih belirterek

anlatmasıyla oluşan yazı türüne günlük

denir. Günlükleri diğer edebi türlerden

ayıran özelliği, günü gününe tutulmasıdır.

Bu yazılar yazan kişiye ilişkin ayrıntılı bilgi

edinmemizi sağlar ve yaşamından izler taşır.

Günlükler öznel, derin, içten ve ruhun derinliklerinden

kopup gelen kurgudan uzak

yoğun düşüncelerin toplamıdır.

Günlüğün tarihsel gelişimini edebi nitelik

kazanmasından önceki ve sonraki dönem

olmak üzere iki aşamada inceleyebiliriz. Tarihte

ilk defa Romalılar kamu kuruluşlarında

edebi nitelikten uzak bazı önemli bilgileri

kabaca not almak için kullanmışlardır.

Günlükler, 1950 yılında Nurullah

Ataç’ın bir gazetede günlük yazıları yazmasından

ve yoğun ilgi çekmesinden sonra

önem kazanmaya başlamıştır. Nurullah Ataç

bu yazılarına başlık olarak, “Günlük” yerine

“Günce” söylemini kullanarak bu söylemi

yazın hayatımıza kazandırmıştır.

Trajik yaşamı ve intiharıyla tanınan

Amerikalı yazar Sylvia Plath, “Günlükler”

adlı eserinde bir kadının iç dünyasındaki gizemi

satırlara döküp, içsel devinimlerle arzuların

ve mantığın kesiştiği o ince çizgide

mutluluğu sorgulayarak inandığı gerçekleri

tüm içtenliğiyle ortaya koyuyor. Toplumun

kadına bakış açısını eleştirdiği satırlarla, dayatılan

evlilik modelini onaylamasa da evliliğin

özendirici yönü ile sanatın vazgeçilmezliği

arasında gelgitler yaşıyor. Aslında onun

merak ettiği, bir evliliğin içinde tüm güzelliklerin

barındırılıp barındırılmamasıydı.

Evlilik için sanattan vazgeçilmesi gerekir

miydi ya da kendi gibi sanata duyarlı, evliliği

başarılı yürütebilecek bir aday var mıydı? Bu

yolda, attığı yanlış adımla sorunlu bir evliliğin

kapısını aralamıştı aslında. Erkekliğin

salt arzudan sıyrılıp duygularla beslenerek

davranış imgesiyle bütünleşmiş haline özlem

duyuyordu. Belki de bu, ona kadınlığını

hissettirecek en büyük ödüldü. Bir kadının

değer görmeye duyduğu özlemin kokusunu

satırlarından hissediyoruz...

Sylvia Plath...

«Sadece içimde susmak istemeyen bir

ses olduğu için yazıyorum.»

«Burada, iri yastıklarla donatılmış koltukta

oturuyorum; dışarıda cırcır böcekleri

gıcırdıyor, vızıldıyor, cıvıldıyor. Kütüphanede,

zemini eski kitap ciltlerinin rengindeki

düz, kare taşlardan yapılma ortaçağa özgü

mozaiklerle kaplı, en sevdiğim odadayım...

Pas rengi, bakır, kahvemsi portakal, koyu

kahverengi, kestane. Ve bir de derisi soyulup

altındaki gülünç pembe, ebruli kumaşı açığa

çıkan kestane rengi rahat deri sandalyeler var.

Yağmurlu günlerinizi doldurabileceğiniz dost

canlısı, kalın ciltleriyle kitaplar raflara dizili.

İşte, yüzümde bana özgü olduğunu sandığım

bölük pörçük gülümsemeyle burada oturuyorum:

“Kadın dediğin saçlarının bir telinden

kırmızı cilalı tırnaklarına kadar bir zevk makinesi,

dünyanın bir taklidi değil de nedir?”

Derken aklıma üst katta yatmış uyuyan güzel

çocuklu aile geliyor, “Kendini üremenin o

zevkli çarklarına, bir erkeğin evin içindeki rahat,

teskin edici varlığına teslim olmak, daha

iyi değil mi?” Yüzü, rüzgârda savrulup giden

küller gibi bembeyaz Liz’i anımsıyorum; kırmızı

rujlu dudakları sigarasında iz bırakıyor;

dolgun göğüsleri siyah, dar hırkasının altına

gizlenmiş. “Ama günün birinde bir adamı

ne kadar mutlu edebileceğini bir düşünsene.”

demişti bana. Evet, düşünüyorum ve bir yere

kadar her şey yolunda. Ama sonra her şeyi

tepetaklak ediyorum ve aklım zihnimin gerisindeki

E.’ye kayıyor, beyzbol maçı izlerken ya

da televizyon seyrederken veya yeşil ve altın

sarısı pırıltılar saçan bira kutuları ve küllükler

yerlerde, erkek arkadaşları ile açık seçik bir

espiriye kahkahalarla gülerken düşünüyorum

onu. Dönüp dolaşıp yine kendime varıyorum,

burada böyle oturan, yüzen, boğulan,

arzudan bezmiş halde. Gelenekleri felaket

doğuracak etkiler bırakmaksızın kırmak için

fazla vicdanlıyım; yalnızca gıpta ederek sınıra

kadar dayanabilir, ben arzudan sırılsıklam ve

daima yarıda kalmış halde kendimi randevudan

randevuya sürükleyip dururken, hiçbir

kuşkuya mahal vermeksizin cinsel açlığını

giderebilen erkeklerden nefret, nefret, nefret

edebilirim. Bütün bunlar beni hasta ediyor.

Evet, körkütük sana âşıktım; hâlâ da öyleyim.

Daha önce hiç kimse içimde böylesine

şiddetli bir fiziksel coşku yaratmamıştı. Seni

yüreğimden koparıp attım çünkü gelip geçici

bir gönül eğlencesi olmaya katlanamazdım.

Bedenimi ellerine teslim etmeden önce, fikir-

48


lerimi, zihnimi, hayallerimi teslim edebilmeliyim. Oysa senin bunlardan

hiçbirini alacağın yok.

Bu eşini bulmaya çalışma-sınama, deneme-yanılma oyununda

çok fazla acı var. Ve ansızın bunun bir oyun olduğunu unuttuğunu

fark ediyorsun ve gözyaşları içinde her şeyden vazgeçiyorsun.

Eğer düşünmeseydim, çok daha mutlu olurdum; eğer cinsel

organa sahip olmasaydım, mütemadiyen gergin hislerin eşiğinde

dokunsan ağlayacak halde olmazdım.

Bir zamandan sonra evlilik ve çocuk fikrine ısınırım sanıyorum.

Kendini beğenmiş, duygusal bir şüpheyle kendini ifade etme

çabam arzularımı yiyip bitirmezse tabii. Evlilik de kendini ifade

etmenin bir yolu elbette ama sanatın, yazıların yalnızca evlenir evlenmez

kuruyup gidecek cinsel arzularımın vücut bulmuş haline

dönmezse. “O”nu bulabilirsem... Zeki ama aynı zamanda fiziksel

anlamda da çekici ve iyi görünümlü erkeği. Bu birleşimi ben sağlayabiliyorsam,

aynısını bir erkekte de neden beklemeyeyim?

Sinir sisteminin mekanizması ne kadar da karmaşık ve zor.

Ahizenin diğer ucundan oluşan cızırtılı bir ses ta rahim duvarlarına

umudun tatlı ürpertisini gönderebiliyor; bütün o kablolar boyunca

sert, küstah ve samimi gelen sesinin tınısı bağırsak yolunu

sıkıştırabiliyor. Bütün o meşhur şarkılardaki “Aşk” sözcüğünü “Arzu”yla

değiştirseler, gerçeğe çok daha yakın olabilirler.”

Kendi dizelerimle Sylvia’yı anlatmam gerekirse:

Ölüme ölesiye sevdalı

Yaşama bunca âşık olabilir mi insan?

Kendini boşluğa çeken ölüm çığlıklarıyla kaleminin cılız

dokunuşları baş etmeye çalıştı. İstemsiz attığı ölüm adımlarında

kurtuluş çağrısını zamanında duyuramadı. Aslında o duygu derinliğinde

boğulan ve anlaşıldıkça nefes alabilen bir yazardı. Ne

yazık ki öldükten sonra anlaşıldı.

Ahmet Yalçınkaya

Kadın

Rabbim,

elbette hikmeti var

şu nazik çiçeği yaratmanın

idrak gücü ver bu yorgun faniye

huzurunu yaşat anlamanın

duru bir su akışına bıraksan

severse solmayan bir gül her an gonca

açmak bilmez yazık olur bülbüle

onda beyaz bazen karadır bazen beyaz

güneş zayıf ay soluktur yüzüne bakılınca

ondadır kanatsız uçmanın formülü onda

bulutlara merdivensiz çıkmanın

yaprağından yere çakılma riski yüksek

başka çare yok fakat kadife dokunuşa

yolu çetin gözlerine akmanın

“Bugün ağustosun ilk günü. Hava sıcak, buğulu ve nemli. Yağmur

yağıyor. Bir şiir yazasım var. Ama ret mektuplarından birinde

ne yazdığını anımsıyorum: Sağanak yağmurun ardından, YAĞ-

MUR isimli şiirler yağar ülkenin dört bir yanından.

Benim için, şimdi sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir,

akar, erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık ölmüştür. Ama

her yeni anda sil baştan başlayamazsın. Ölmüş olana göre yargılamak

zorundasın. Tıpkı bir bataklık gibi... daha en başından

umutsuz. Bir öykü, bir resim biraz merak uyandırabilir ama yeterince

değil, yeterince değil. Şu andan başka hiçbir şey gerçek değil

ama ben yüzyılların ağırlığı altında boğulduğumu hissediyorum.

Tıpkı şimdi benim yaptığım gibi, bir zamanlar, yüzyıl önce

bir kız yaşıyordu. Şimdi ise ölü. Ben şimdiyim ama biliyorum, ben

de göçüp gideceğim. Zirvedeki o an, ani bir parıltı gelir ve seni alıp

götürür, sonrası süregelen bataklık. Ama ben ölmek istemiyorum...”

GÜNLÜKLER - SYLVİA PLATH

ÇEVİREN: Merve Sevtap ILGIN

Temmuz 1950 - Temmuz 1953

49


VAR OLAN

KADINLARA

Sevgigül Çelik

Türk Dil Kurumu kadını ikiye ayırmış.

Birinci anlamı ‘erişkin dişi insan’ iken diğeri

‘evlenmiş ya da kızlığını yitirmiş dişi insan’

dır. Teşekkür ederiz ki iki kavramda da bizi

insan yerine koymayı başarabilmişler. Peki,

neden bizler artık belirli alanlarda insan yerine

konulmuyoruz? Oysaki TDK ve hatta

birçok kurum bunu hoş görmüşken. Ve bizleri

insan yerine koymayan sadece erkekler

değil, hemcinslerimiz de bu kümenin içinde.

İtilen, kakılan ve hor görülen kadınlara bunu

yapan bir kadın olabiliyor çoğu zaman.

Bu iki kavramın dışına çıkarmak isterim

sizi. Kadın sadece insan veya kızlığını kaybetmiş

kişi değil. Bu hayatta olmanı sağlayan,

şuan olduğun yaşa getiren, gözyaşlarını

silen ve kahkahalarının sebebi olan da aynı

zamanda. Karnını doyuran, seni uyutan ve

tüm kötülükler karşısında seni koruyan da…

Ama ne yazık ki artık bunları umursanmaz

hale geldiniz. Kadınları bile bile ayaklarınız

ile en dibe ittiniz. Oysaki bizler “Ey kahraman

Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye

değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye

layıksın.” diyen bir kahramanın evlatlarıyız.

Bunu unutmamalıyız.

Oysa biraz oturup düşünsek ne kadar

yüce bir varlıktan dünyaya ilk adımı attığımızı

anlayabiliriz. Bir kadın dokuz ay acılara,

sancılara katlanarak dünyaya bir insan

getiriyor. Bu insan büyüyor, öğreniyor, gelişiyor…

İşte ben bazı anlar bunları düşündükçe,

bir kadın olarak kadınlarıma yapılanları

yanlış buluyorum. Bazen hakları, bazen

hayatları ellerinden alınıyor.

Sokakta yürürken en çok kadınların ne

yaptıklarına bakarım. Galiba bir kadın olarak

içgüdüm bunu bana yaptırıyor. Yüksek

sesle gülen, arkadaşlarıyla çimlerde uzanan,

çocuğuyla koşturan veya bir erkeğin elini

tutan kadınları izlerim çoğunlukla. Hepsi,

gerçekten gülerek yaşarlar o anları. Acılarından

belki uzaklaşmış belki de tamamen def

etmiş olarak yaşarlar o anı. Bu beni mutlu

eder. Hele bir de bir şeyleri başarmış, hayallerinin

peşinden gitmiş bir kadına rastlayınca

sebepsiz bir mutluluk ve bazense gözyaşı

ele alır beni. Çünkü çoğu kadın bu hayatta

hayallerini gerçekleştiremeden, mutlu olamadan

ve sevilemeden ölür. Evet, ölür. Bu

çok acı değil mi?

50

Çok ufak bir çocukken, her şeyden

habersiz ve bilgisiz olduğum o zamanlarda

Türkçe öğretmenim bana kadın olmanın

birkaç zorluğundan bahsetmişti. O zamanlar

bile aynı zorlukları yaşayan kadınlar, günümüzde

yine aynı sorunlarla karşı karşıya.

Beni karşısına alıp anlattıkları sayesinde ben;

bugün hayallerinin peşinden giden, direnen

ve insanlara kadın, erkek ayrımı yapmadan

saygı duyan bir birey olmuştum. Öğretmenime

göre ‘her kadın kendi geleceğini kendi

kurmalıydı’ ve ben onu dinleyip bu yaşıma

kadar gelebilmiştim. Şimdi de ben bir kadın

ve ilerinin öğretmeni olarak gördüğüm,

her çocuğuma bunu aşılamak için uğraşıyorum.

Her kadın kendi geleceğini kurmalı

ve kendini büyütmeliydi. Ataerkil düzeni

bozamazdık belki ama kendi düzenimizi biz

kurabilirdik.

Seneler geçti ve ben hala kendi geleceğini

kuran kadınlardan ilham aldım. Annem,

Türkçe öğretmenim ve nice kadın sayesinde

ileriye gülümseyerek bakıyorum.

Bizler istiyoruz ki haklarımız ve hayatımız

bizim olsun. Ne yaptığımız, ne giydiğimiz

ve hatta ne yediğimiz bizim sorunumuz

olsun. Kahkaha atabilelim ve çimlerde

uzanabilelim. Çünkü hayat, doğum ve ölüm

arasında geçen o güzel zamandan ibaret. Ve

biz kadınlar o zamanı son demine kadar istiyoruz.

Bizler, kabul görmek istemiyoruz. Çünkü

bu dünyaya iki varlık olarak geldik: Kadın

ve erkek. Erkeklerin olduğu her ortamda

bizler de olacağız, başımız dik ve gözlerimiz

parlayarak. Elimiz çekiç de tutacak çiçek de

iş tulumu da giyeceğiz mini etek de sevecek

ve sevileceğiz. Onların da çiçek bahçelerinde

koşturmaya, gülleri koklamaya ve gülmeye

hakları var.

Başaracak ve bunu dünyaya göstereceğiz.

Bunu isteseniz de istemeseniz de yapacağız.

Çünkü bizler, göğüs kafesimizde

beslediğimiz o minik serçeyi bir kartala dönüştürecek

kadar güçlüyüz. Sizler de bunu

görecek ve alkışlayacaksınız.

Ben; bugün kendim için, insanlar için

en çok da kadınlar için yaşayacağım. Var olmuş

ve var olacak tüm güzel kadınlar için.


İş Hayatında

Kadın Olmanın Zorlukları

Çeviri, Mustafa Öztürk

İş Hayatında Kadın Olmanın Zorlukları?1

Kadınlar hem bireysel yaşantılarında hem de mesleki hayatlarında

erkeklerin onların önüne çıkardığı ve ne olduğu bilinmeyen

engelleri aşmak zorundalar.

Cinsiyet eşitsizliği özellikle iş hayatında oldukça dikkat çekici

bir durumda bulunuyor. Bunun en belirgin noktalarından biri de

maaşlar konusunda, kadınlara halen erkek meslektaşlarına göre daha

az maaş ödeniyor. Hem özel hem de mesleki yaşantıları arasındaki

denge ile ilgili olarak da aynı durumun geçerli olduğunu gözlemlemekteyiz.

Birleşik Krallık’ta, gazetelerin zaman zaman ilk sayfalarında

bu konu ele alınıyor. İngiliz günlük gazetesi “The Guardian” son

zamanlarda mesleki alanda kadınların yaşadığı ayrımcılığın altını

çizdi. Benzer diplomaya sahip bir İngiliz hemşire mesleğinin ilk yılında

erkek meslektaşlarına kıyaslandığında daha az maaş almaktaydı.

Bunun tespit edilmesi ile en az bir çocuğa sahip erkek ve kadın

arasındaki maaş farkının neredeyse yüzde on dörtlere kadar çıkmış

olduğunun belirlenmesi ilginç bulunmuştu.

Brezilya’da “Plus 55” isimli internet sitesinin yapmış olduğu

araştırmaya göre söz konusu eşitsizlikler bu ülkede de devam ediyor.

Ülke başkanlığına Dilma Rousseff ’in getirilmesine rağmen kadınlar

ve erkeklerin maaşları kıyaslandığında, kadınların erkeklerin kazandığının

ancak yüzde altmış sekizi kadarını kazandığı ortaya çıkmış

bulunmakta.

Bu ayrımcılıkla savaşmak için “Financial Times” gazetesi muhabiri

Sarah O’Connor maaşların eşitsizliğinin sebepleri üzerinde daha

fazla inceleme yapılmasını talep ederken şunları söylüyor:

“Bu farklılığın neden kaynaklandığını ve buna nasıl bir çözüm

bulunacağını (ya da bulunmayacağını) ne zaman ortaya çıkaracağız.

Cinsiyetler arasındaki bu maaş farkı dile getirildiğinde ise işverenler

hemen şu tepkiyi veriyorlar: Lütfen maaş bordrolarınızı gösteriniz.”

Özel yaşam ve mesleki yaşamın birbiri ile barıştırılması

Hem anne olup hem de kariyerine devam etmesi bir kadın için

oldukça zor. Almanya’da erkekler ile kadınların ebeveynlik izni karşılaştırıldığında,

kadınların çocukları ile ilgilenmek için erkeklere

kıyasen doğumdan sonra dört misli daha fazla ebeveynlik izni kullandıklarını

ortaya koymuş. Kadınlar tarafından ebeveynlik izni için

alınan ortalama süre on üç ay, erkeklerde ise bu süre dört aydan daha

da az.

Avustralya’da yapılan bir araştırmaya göre ise iş hayatında duygusal

ilişki yaşanması durumu, hiyerarşide daha aşağı bir pozisyonda

bulunmalarından dolayı kadınlar için çok daha riskli bir durum

taşıyor. Bu araştırmayı yapan kişi RMIT de Melbourne Üniversitesinde

antropolog olarak ders veren Larissa Sandy. Kendisi bize konu

ile ilgili şu bilgileri aktarıyor:

Sahip olduğunuz cinsiyet Avustralyalı şirketlerin çoğunda yetkilerin

nasıl dağıtılacağını da belirlemektedir. Erkekler, kadınların üzerinde

sorumluluk ve güç kullanımı gerektiren tüm pozisyonların büyük

çoğunluğunu elinde tutuyor. İş hayatında yaşanan aşk ilişkileri bunun

sebebi, sonucu ve bu yetki ilişkilerinin mekanizması olabilir. Hatta bu

saydıklarımız bu şekilde yapılandırılıp biçimlendirilmiş olabilirler. Sahip

olduğumuz şirketler, erkekler için, onların arasında da elit kesime

ait olan erkekler düşünülerek tasarlanmıştır. Tarihsel sürece bakıldığında

da şirketlerin büyük çoğunluğunun erkekler tarafından domine

edilmiş olduğunu görürüz.”

Kadınlar lehine olan girişimler

Birçok hükümet, üniversite ve şirket bu eşitsizliklerle savaşmak

ve kadınlara yeni sorumluluklar verip onların kendilerini yenilemesi

için bazı programlar hazırladı.

Sektörde kadınlara yönelik işgücünü artırmak isteyen desteklere

örnek olarak Kanada, Avustralya ve İsrail’deki high-tech alanı gösterilebilir.

Burada söz konusu olan her şeyden önce yeni teknolojiler

alanında atılım yapmak isteyen birçok kadını engelleyen oto sansürü

kırmaktır. Kanada Kalkınma Bankası (BDC) yatırım şubesi kadınlar

tarafından yönetilen şirketlere 50 milyon dolar yatırım yapacağını

açıklamıştı. Şirket kuruluşu hizmetlerinde bulunan kuruluşlar kadınlar

tarafından getirilen projelere ulaşılmasını kolaylaştırıyorlar.

Blackbird Ventures şirketinin Avustralya Starmate programı, başlangıçta

var olan ve kadınların işe giriş yapmasını engelleyen bazı engeller

için seçme kriterlerini gözden geçirmeye karar verdi.

Starmate üyesi olan Samantha Wong için önyargılarla savaşmanın

bir yolu da şu olmalıdır:

“Kadınların erkekler tarafından bırakılan alanlarda şirket kurduklarını

düşünmemek gerekir, bu tamamen bilinçsizce ifade edilmiş

bir önyargıdır.”

Buna paralel olarak bazı hükümetler ise kadınlar tarafından şirket

kurulmasını desteklemektedirler. Belçika’da olduğu gibi, ülkenin

ekonomi bakanı Didier Gosuin, kadın girişimcilerin desteklenmesi

kararı almıştır. Ayrıca, şirket kurulumuna dâhil olan aktörler cinsiyet

sorunlarına oldukça duyarlıdırlar. Kadınların işletme, teknoloji,

mühendislik veya matematik gibi girişimcilikle ilgili eğitim kursları

almaları teşvik edilmektedir.

Bu kapsamda ticaret okulları, öğrenci profillerini çeşitlendirmek

adına kadına yönelik teşviklerde bulunuyorlar. Örneğin Edimbourg

Üniversitesi, adayları desteklemek için kabul süreci boyunca

bir ilişki yöneticisini işe aldı ve kadınlar için burs finansmanı planları

hazırladı. Aynı zamanda, programı öğrenmesi için daha fazla iş

kadını istihdam edildi. Bu kişilerin de öğrencilerin kendilerini takip

etmesi adına birer örnek teşkil etmeleri gerekir.

Pierre Delbosc

1 https://www.courrierinternational.com/article/travail-quelles-difficultes-pour-les-femmes-dans-lentreprise-et-quelles-solutions

(Quelles difficultés

pour les femmes dans l’entreprise...Et quelles solutions?

Fransızcadan Tercüme edilmiştir.

51


Rüya Defteri

Özcan Ünlü

1.

Sisli puslu zaman aralığında

Dünyanın en dar zaman aralığında

Sınandığımızı sanıp sınayarak

Kapı tokmaklarına vuruyoruz parmaklarımızı

İçeriden lanetli bir inleme sesiyle

İrkiliyor kulaklarımız

Oysa kulaklarımız

Her sabah en güzel müjdelere ayarlı

Tepeden tırnağa hülyalı dalgalarına

Kireçburnu’nda kilitli martıların

Susam kokulu lodoslarına

Bir tutam saç mesela bir dilim ıslak kek

Şeş beş zar şakırtıları yanında o eşsiz mahnı

“Iğdır’ın al alması”

Bütün nehir ağızlarında dudağının ıslaklığı

Sesinden uçan kırlangıçların kokusu

Gözüme çekilen buğusu nefesinin

Bak bu gece yarısı kalbime saplanan rüya

Giderken sen adımladığın kaldırımları

Altında yürüdüğün eleğimsağmayı

Dokunduğun bütün yaprakları da

Yanında götürüyorsun

O yüzden sensizken yaşadığım anlamsız

boşluk

Ortalığa sensizlik saçılınca

Ne oluyorsa biliyor musun

Birden oluyor her şey

Sıtmalı bir iskelede titreyen

Tedirgin teknelerin telaşsızlığı bile

Hatta küreklerin iş bırakma eylemi

Eni sonu bir sınama bu sınandığımız

Yoksul ülkemin şen şakrak albenisi

Aldatsa da kıyamet kopuyor o saatlerde

Alıp götürdüğün ateşler avcumda

Bu kanlı dar geçitte sabah akşam

Bitimsiz bir nöbette ah ile

Şimdi senin dudak kıvrımına iliştirdiğin

O içli gülümseme

Hangi göze armağandır

Gök kubbeyi çınlatan kahkahaların

Hangi kulağa

Bir kuğu gibi süzülen yaralı adımların

Hangi kalbe yol alır

Tuttuğun hangi fal

Kimin fincanına şölen

Şimdi senin ayak izin

Tek parantezli günler ve geceler

Boyunca büyüttüğüm dert kederli

Bir ardıç gibi düşüyor ardım sıra

Çocukların bilmediğim oyunlarına

Kelebeklerin eşsiz doğumlarına

Ağrılı ve tuhaf kabuslara her gece

Her Allah’ın gecesi bir mıhla

Çakılıyorsun

Gitme

Şimdi senin ince parmakların

Vururken si be mol

Kanun hükmünde

Vadesi bitmiş karanlık

Geçmişinle yüzleşiyorum

Hınzırca takılıyor gözüme

Sıkıca sardığın çiçek

Işıldayan gözlerin

Bir de

Pervasızca açtığın kalbini

Tutan mandalları

Umuda yatırdığım rüyalarımın

Un ufak

Zeytin yaprağı kokulu saçlarını da alıp

Gidersen bir gün

Çiy vurgunu gözlerimi de götür

Puslu bütün haritaları

Kuşpalazı hayretlerimi de

Bir vaat vardır doğar doğmaz

Kulaklarımıza okunan

52

Geçecek büyüyünce

Geçmedi çünkü masallar asılıdır zihnimize

Hiç eskimezler dönüp dururlar dünya iyisi

Bir vaat olarak kalbimizde

Senin eğilince kalbin benim parmaklarım

üşür

Nasıl bilmezsin kadife örtülü parmaklarım

Her vardiyada nöbet değiştirmesin diye

Dallarımı hırpalasa da damarından akan

Ağrılı kan bu benim ilk ve son suçum olsun

Ama yeter ki sen gitme duası dilimin

Boş verdiğimiz dolu zaman bardaklarında

Göğü parçalayan bir narayla tutuşuyorum

O yüzden ilk söylediğim yalanla

Yüzleştiriyorum işitirsin dürüstlüğümü

Uzaklardan kulağına çalınır bir türkü gibi

Ölüleri yıkamadan defnediyorlar artık

Teneşirler tüneği avare martıların

Sürpriz bir finale doğru koşuyor insanlık

Ben duruyorum salgınsa salgın sen yoksan

Neye yarar güvenli bölgede oluşum

Şimdi senin birikmiş sözlerin vardır

Sustuğun

Böyle bilmek dinlemek istiyorum kederden

O gördüğüm her neyse

Bildiğim

Bildirdiğin

Asılsız bir haber gibi

Kalsın olduğu yerde

Üzerini örten yemyeşil lotus yapraklarıyla

Kaynasın

Şimdi senden bilsem gayrı eksilen

Ne kalıyorsa geriye

Önce sesim kalıyor her yerinde

Görsen gördüklerimi

Ölesiye sarılırsın

Gölgeme ve sesime


Dünyadır Kadın

Fatma Şahin

Yaşam, mutluluk, sevinç, hüzün, gözyaşı... Nice bilinmez duygulara ve dünyalara gebedir kadın… Bazen çocuksu bakışlarında yakalarsın

hüznü, bazen fırtınalı denizlerin mağrur bakışını, bazen de tutunmak için hayata tüm yaşam ışıltısını...

Dağ gibi büyük olur şefkati, sarıp sarmalayan sevgisiyle barındırır gönül ininde... Anadır kadın, doğurandır, doğurgandır... Yüreğinde

nice sevdalara kucak açan, yaşama dört elle sıkı sıkı sarılandır. Dününü, bugününü, yarınını ilmek ilmek dokuyan, gözünün nurunu akıtandır

kadın.

Tüm zorlukları taşır omuzlarında. Zorlukları yük değil yaşamın rengi olarak benimser, boyar dokunduğu her deseni renk renk. Halide

Edib olur cephede kalemi ile savaşır, kartal olur Sabiha Gökçen gibi kanatlanır semalarda, Nene Hatun’dur kağnısı ile koşar cephelere gücü

yettiğince, cahiliye döneminde diri diri gömülen bir çocuk olur kadın…

“Ey! Kahraman Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.” diyerek kadını nasıl da yüceltmiştir

Atatürk. Gelişmiş toplumların ölçüsüdür kadına toplumun verdiği değer.

Günümüzde kadın olmak, hak ettiği değeri görmek hangi ülkede olursan ol zordur. Doğuda ayrı, batıda ayrı bir kimliktir kadın. Toplumun

direttiği namus, edep, hayâ tabuları içinde, baskı altında ezilendir. Karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyen zihniyete inat

toplumda her daim yer edinmeye çalışandır.

Her şeyin yansımasıdır kadın. Bir aynadır görmek isteyene, bilmek isteyene bir akıl, sevmek isteyene bir yürek...

Derviş Taşçı

GÜLÜŞÜNE SAKLA BENİ

Gülüşüne sakla beni kadın

Yüzün güldüğünde

Günyüzü görsün yüzüm.

Biliyorsun,

Geriledikçe geriliyor çağımız

Kahkahası elinden alınıyor

Tebessüme gebe

Sokak ortasında kadınlar.

Oysa güldüğünde,

32 dişinde

72.5 milletten gelecek taşır onlar…

Gamzende bahara hazırlanan

Taze filizler var kadın

Her biri yeminli isyan gülü

Kızıl, gonca, savaşçı güller,

İnadına gülümse

Çiçek açsın düşlerin…

Gülüşünde sakla beni kadın,

Gülmüyorsa yüzün gönlünce

Günyüzü görmesin yüzüm ömrümce...

53


KADINLAR HEP Mİ ÖLÜR?

Pınar Çağlayan

Neden etraf karanlık? Neden üşüyorum? Bu kalabalık da ne? Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım, yabancılar… Neden herkes ağlıyor? Ne

güzel herkes tek yürek, yoksa bir felaket mi oldu yine? Kan kokusu, bu keskin kan kokusu da ne? Kıpırdayamıyorum! Burası çok dar, boğuluyorum

sanki anne! Gittikçe dibe dibe çekiliyorum. Çırpındıkça beni daha da aşağı bırakıyorsunuz, yapmayın! Babam; yüzü güleç, başı dik,

sus pus ama omuzları çökmüş! Ağlıyor mu o? Nefes alamıyorum anne!

Üzerime örgü saçlı oyuncak bebeğimi bırakıyorsunuz. Üşüyorum, gerçekten çok üşüyorum. Bebeğim de üşür anne! Beni neden duymuyorsun,

neden kendini yerden yere atıyorsun, dilindeki o ağıt da neyin nesi anne?

Yavaş yavaş gidiyor herkes. Hey! Nereye gidiyorsunuz? Babam beni bırakmaz ki… Ben, seni özlerim anne; tenini, sesini en çok da kokunu

özlerim. Anlamıyorum, anlamaya çalışıyorum…

Şimdi hatırlıyorum. Gökyüzünü yırtacak son çığlığımı anımsıyorum. Ben de onlardan biri mi oldum anne? Hani elde edildiğinde basit,

edilemediğinde konuşmalara meze olan!.. Hava karardığında kendi sokağında yürümeye korkan, bıçaklanan, kesilip doğranan, yakılan,

yarım kalmış mutlulukları yıkılan… Hani sevmeye yasaklı törelere, bir anlık zevke kurban verilen, geleceği cehaletin kararına kalan, okumasına

karşı koyulan… Topluluk içinde kahkahası ayıplanan, eksik etek gözüyle bakılan! Boşandı diye hor görülen, namusuyla çalışılmasına

izin verilemeyen! Çocuk doğuramamasından, doğurduğu çocuğun cinsiyetine kadar sorumlu tutulan, aşığı tarafından katledilen, uğradığı

tecavüze karşı geldi diye yok edilen! Kocaman çaresizlikleri olduğunu bilen, çaresizliği yaratan cinse karşı direnen, ölüme itilen, bir o kadar

da yaşamak için mücadele eden!

Anlamıyorum, anlamaya çalışıyorum… Ben öldüm mü anne? Kadınlar hep mi ölür?

Mehtap Ece Paralı

DİĞER YARIM SOL YANIM

Sağ yanım yaz,

Sol yanım sen dedi.

Dayanamayıp yenik düştüm soluma

Çıkmaz sokakların sonunda bekledim hayalini.

Hayalin vurdu kurduğum düşleri

Gerçek olan ve olmayanları mış ve miş etmeyi,

Yürüdüm yoluma, bazen de koştum.

Defalarca ezber ettim ama yoruldum.

Düş kurduğum sokaklarda vuruldum.

Sen diye, ben diye ve bir zamanlar biz olduk diye.

Geçmişin izleri ruhumda,

Her gece bedenim başka bir rüyada,

Anımsar seni diğer yarım sol yanımda

Gençlik ve çocukluk yaşında göremedik

Kurban ettiler bir zamanlar

Aşkımızın üzerine kurduğumuz hayalleri

Para, mal, hırs uğruna

Satılmış sevdaların şiddetine uğramaktan

Kaçınılmaz oldu ayrılık.

Yeni keşfettim bendeki seni

Hayal mi gerek?

Yaşarım ben de seni.

54


YOK OLMA EĞİMİ

Dilek Eylem TAŞDEMİR

Hasat DEMİRKAN

İnsanoğlu, yaşadığı her dönemin dinamiklerini kendi mücadelesi

sonucunda oluşturdu. Bunu kimi zaman bir savaş ile kimi zaman

ortaya çıkan yeni kanunlar silsilesiyle meydana getirdi. Fakat hiçbir

zaman bu değişim durağan halde seyretmedi, aksine günümüze yaklaştıkça

değişimin hızı artış göstererek daha marjinal bir hayatın kapılarını

araladı. İnsanın bilinç çağlarının başlangıcına gidersek bizi

o dönemlerin yoğun değer yargıları karşılayacaktır. Bu değerlerin

oluşmasının temelinde ele alınması elzem konulardan biri de birlikte

yaşama gereksinimidir. İnsanların birlikte yaşamasıyla güvenlik, barınma

ve beslenme gibi sorunların ortadan kalkması yeni bir sorunu

da gözler önüne sermiştir. Bu sorun; meydana gelen birlikteliğin nasıl

düzenli, bir arada ve yaşanabilir tutulacağıdır. Çünkü bilinçli insanın

en temel özelliklerinden biri de kendine özgü hayatını ve ailesini

koruma güdüsünün bulunmasıdır. Bu da beraberinde yeni gelenekleri

ve kuralları meydana getirmiştir. İşin aslına bakarsak bu kuralların

insan hayatında düzeni ve huzuru oluşturma konusunda büyük

katkıları olsa da çoğu kez beraberinde kişisel tercihlerin ve yönelimlerin

kısıtlamasını getirdi. Gelişen yasalar, töreler ve kültürler insanın

birey olarak yaşama becerisini de bitirdi diyebiliriz. Toplumun

herhangi bir ekonomik katmanında bulunan bir aileyi ele alalım. Bu

ailede denk geleceğimiz ilk şey, kendilerinden üst değerlerin temel

alınmasıyla meydana getirilmiş olan ailevi değerlerdir. Her bir aile,

baba veya büyükbaba tarafından çizilmiş üst değere uygun çerçeve

içerisinde bir hayat kurmaya mecburdur. Oluşan çekirdek sistem

tüm diğer sistemlerle birleşince devasa boyutta kalıplaşmış değerler

bütününü oluşturur. Toplum, oluşturduğu bu mite o kadar inanır

ve sarılır ki bunların dışında doğru bir yolun varlığını da tahayyül

edemez. Bu inanışın dışında gerçekleştirilen tüm eylemler, onlar için

açık bir tehlike arz eder. Derhal huzursuz ve tedirgin bir ortam oluşur.

Bu ortamlarda kimi zaman büyük aile kavgaları, kimi zamanda

devletlerin büyük savaşları meydana gelmiştir. Bu savaşların çıkış

noktaları genellikle değerlerin ve törelerin korunmasıdır. Dini değerler

de buna dâhil. Böylesi hassas bir ortamda, sistem içerisinde

bulunmayı reddetmiş istisnai kişiler de derhal dışarı itilir ve kendi

yalnızlığıyla baş başa bırakılır. Toplum tarafından dışlanmak istemeyen

bireyler, genel olarak bu değerleri kabul eder ve sistemin çarklarından

biri haline gelirler. Peki bu insanların, hayatlarını devam

ettirirken sağlıklı bir psikoloji ya da mu tlu bir hayat sürdüklerini

söyleyebilir miyiz?.. Kimi zaman bu mümkün olsa da çoğunlukla yoğun

tükenmişlikler ve erkenden hayatı sorgulama halleri ile karşılaşırız.

Bu sorgulayıcı anlarda ve hallerde birçok noktada bizleri umuda

fazlaca kaptıran kendimizce belirlediğimiz yasalardır. Reşit olma

yasası, evlilik yasası, mal yasası, mülk yasası ve seçme yasası… Tüm

bunlara erişmeye umut bağlarız. Ancak çoğu zaman kendi hayatımızın

doğru dürüst sahibi bile olamayız. Sanırım tüm bu alaca bulaca

durumda yaradılışımızdaki değerleri en geniş haliyle en debelendiğimiz

noktada buluverebiliriz. Üstelik kabullenilen değerlerle yanlı

bir dünyada; kinsiz, kimliksiz, günahsız ve inançsız olmak aslında

söylenilenin aksine çok da kötü bir şey değildir. Neye inandığımızın,

neye inanmayı tercih ettiğimizin bilincinde katman katman soyulan

benliğimizle süregelen mücadelede bir sandalyeyi de biz kapıyoruz.

Tüm harflerden bir cümleye varabilmeniz için kapıyı aralık bırakıyor,

yazıyı nokta ile değil tireyle bitiriyoruz-

Kitap Tanıtım

Mehtap Ece Paralı

1) Kitap adı: PEMBE FİL

2) Yayınevinin Adı: Hubatus

3) Kaç baskı yaptığı: 1.basım

4) Basım yeri ve tarihi: Bursa / 19Kasım 2020

5) Kitabın sayfa sayısı: 18 sayfa

6) Kitabın editörün adı: Mehtap Ece Paralı

7) Kitabın konusu ve teması: Çocukların hayallerinin önemi ve aile bağlarının

önermesini ile gerçekleşmesi mümkün olan hayalden gerçeğe uzanan bir

masal kitabı

8) Masal kitabının baş karakteri: Anne ve yavru fil (pembe)

9) Kitabın bir kaç satırlık özeti: Pembe olmak isteyen yavru bir fil ile annesinin

önerisiyle gerçekte nasıl pembe olabileceğini ve hayallerinin önemi anlatan

bir masal kitabı.

55


Mektup

Deniz Çömez

Mine Bahar Akkaya

BAŞKENTLER BAŞKENTİNDEN BİR MEKTUP

Sıfatsız adam,

Dayanılmaz sorgumun ertesinde, mahkemenin kararıyla yerleştirildiğim

üç metrekarelik odamın ve paha biçilemez manzaramın

nezaretinde, bu cümleleri sana yalnız sana kuruyorum. Sorgu

sarmalı hiç bitmeyecek sandım. Dünün ve evvelsi günün kök söktüren

soruları karşısında az önce vücudum dayanılabilir bir tepki

verdi. Şimdi kelimelerim daha özgür.

Daracık penceremden manzaranın keyfini sürmeyi dilerken

tepeden tırnağa üşüyorum ama titreme nöbetlerim artık yok. Tam

bu esnada sarılı olduğum toprak kırıntılı battaniyenin tüyleri gözüme

giriyor. Hayatım sisle örülmüş bir film şeridi gibi gözlerimin

önünden geçip gidiyor. Oysa sorgulandığım esnada bu durumu

yeniden yaşamıştım. Gardiyanların söylediğine bakılırsa bu elzem

bir durummuş. Anlatacak başka şeylerim olsun isterdim. Tüyleri

diken diken eden şarkıları söylemek; zavallı, kırıklarla dolu kalbime

gelecekten bir sayfa açıp acı dolu kadınlık anılarımı canlandıracak

her şeyden uzak bir yaşam sürmek isterdim. Gözyaşlarımı

içime değil sıfatsızlığının o insafsız eşliğinden kaçarak içimi huzurla

kaplayacak herhangi bir yere akıtmak, kör tabiatımın beni

yıllardan beri hazırladığı durumu tespit edebilmek ve buna önlem

alabilmek… Okumak için fırsat yaratamadığım, yarıda kalan kitabımı

tamamlayabilmek; önceliğim olmasına rağmen ertelediklerimi

hayata geçirebilmek, ele avuca sığmayan heyecanımı başka

şeylere aktarabilmek ve daha yüzlercesini belki de milyonlarcasını

gerçekleştirebilmek isterdim.

Aklıma birden Necip Fazıl’ın Nazım Hikmet’e yazdığı mektup

düştü. Bir yerinde şöyle diyordu Fazıl: “Hiçbir operatör, ameliyat

masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiçbir gardiyan;

parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiçbir hâkim

darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.” Hatta

devamında Nazım’a kızmadığını merhamet ettiğini de belirtiyordu.

Sanma ki ben sana kızmıyorum!

Sanma ki ben sana merhamet ediyorum!

Geleceğimi, umutlarımı, hayallerimi sen çalmadan evvel,

daha ben nefes alırken ruhum üzgün, yüreğim köle, hayallerim

prangalıydı. Bu doğru. Haddin değil ama izin verseydin ruhum

nefes alacaktı!

Önce bedenimi sonra umutlarımı çaldın.

Geç oldu, biliyorum. Uyandırılmış yeni tabiatımla sesleniyorum:

Sıfatsızlığında boğulacaksın!

Önce sana, sonra seni serbest bırakan hâkime ve bu karara

saygı duyan herkese son sözüm:

Toprak altında kalan bedenim, toprağın üstünde bıraktığım

hayallerim Tanrı’nın eliyle lanetiniz olsun!

“Tecavüze uğrayıp intihar eden kadınlarımıza ithafen...”

HÜKÜM

Yıkılsın önümde zulümden kale

Dayanmak mümkün mü böyle kedere

Gün olur sen de vurursun dibe

Acırsam namerdim sazın teline...

Kaç kere vurulur yürek mızrabım

Düşer mi bu can düşman sandığın

Kaderin cilvesi inse de gardım

Sözümden dönersem namert desinler...

Eziyet çektirmek dönmüşse zevke

Aldığın her nefes batar göğsüne

Mutluluk masalın düşmüşse dile

Merhamet bekleme bomboş sevgine...

Yüreğim ayaz yedi kalmadı halim

Kafalar yorgun yürek mi salim

Dayanılacak zülüm müdür be zalim

Sözümden dönersem namert desinler...

Çilenin kahrın hesabı yitti

Hayatın huzuru seninle gitti

Prangalı ayaklar, gönül firari

Kesin hüküm verildi, hikâye bitti...

56


Türk

Kadını

Mehmet Sağ

Sıddıka Zeynep Bozkuş

Eser Adı: Türk Kadını

Teknik Bilgiler: 40x60 cm / Tuval Üzerine Yağlıboya

Sanatçı : Dr. Öğr.Üyesi Mehmet SAĞ

Cennetin Saçakları

Kim çözer bir düğümü ipi incitmeyerek

Gün uyanırken kalkıyor başlar bir bir

Ve kepenkler çekilip sıyrılıyor hayat

Demek çiğnenmeli yollar gülümseyerek

Hani bir çiçeğin toprağından vurulduğu tufanlar

Değişmek öyle korkulu salıncaklarda

Hıçkırığın kahkahayla öpüştüğü an

Bir liman bir gemiden uzaklaşacak…

Ve düşürmek yastıklardan başını ve kahvelerden falı alıp

Ve düşünmek günlerden rüzgârı, mevsimlerden karı

Yanına varıp kentlerin en uzağına ve alışmak kayboluşuna sokağın

Budaksız ağaçlardan tırmanmak göğe

Aldırışsız yapraklardan adımlayıp dört yolu

Giderek dinginleşiyor sesler, kısılıyor

Kalem hızıyla değmekte şiir

Işığa, ışığa hem boşluğa

Türkler, Türk kozmogoni ve mitolojisinde dikey olarak üçe

(üst-orta-alt) bölünen evrende “Orta Dünya”da hayat bulmuştur.

Millet haline dönüşüp bir arada yaşamaya başladıkları bu “Orta

Dünya”da “Kadın” çok büyük bir değer olmuştur. Bu değeri Türkler,

Gök Tanrı İnancı çerçevesinde doğada bulunan her şeyi “Gök

Tanrı ve Gök unsurları” ile anlamlandırmışlardır. Bu anlayış, Türk

Kadınlarının sosyal yaşamına yansımıştır. Kullanılan kıyafetlerdeki

renkler, takılar, takılar üzerindeki taşlar ve taşların niteliği,

renkleri hep bir anlama sahiptir. Yine evlenme çağına gelmiş kadınların

saç modelinden tutun da dokudukları halı, kilim ve yanışlarda(motiflerde)

hep bir simgesel anlam ve mesaj taşımaktadır. Bu

mesajların, simgelerin temelinde ise “Umay Kültü” vardır. Orhun

kitabelerinde de yer alan Umay Tanrıça /Umay Ana bir “koruyucu

iye” olarak karşımıza çıkmaktadır. Evi, doğum yapacak ve yapmış

loğusa kadınları, çocukları koruduğuna inanılır. Bu inanç ile küçük

heykellerinin yapılması ve ona hediyeler sunulması bugün İslam

inancı ile türbelere gidilip çocuk dilemek, dua etmek ve buna

benzer ritüellerin temeli “Umay” kültüne dayanmaktadır. Yine çocuğun

anne karnına düşmesi ile ikizi olarak kabul edilen Umay

Ana da çocukla birlikte onu koruyan, gözeten olarak anne karnında

yer alır. “Albastı” denilen kötü ruhtan koruduğu inancı vardır.

Bugün kırmızı tülbentlerin takılması, gelinliklerin beline kırmızı

kuşak bağlanması ritüelleri buradan kaynaklıdır.

Vazgeçişler bundan ve yerinde kalmalar

Aşina bir toprağın sıcağına sarılarak

Güvenli mi güvensiz mi sorgulamadan

Çünkü sorgu sarsar imanı öyle kadercidir bir kadın

Nasıl küfreder bileziklerine

Nasıl kızılcık şerbeti tükürmez mor dudağından bir kadın

Hayır demek gülümsemeli

Ağzında cennetin saçakları…

57


LAMURE MİZAH

Göksel ERKILIÇ

İçgüdüme soruyorum karar vermek için, içgüdüm hep şunu

söylüyor bana: “Ben bilmem sen bilirsin.”...

* * *

Türkiye maganda teröründe dünya şampiyonuymuş... Aman

magandalarımız duymasın silahlı kutlama yaparlar!

Güven çok önemli bir konu, maalesef bazılarımızda tükenmiş

vaziyette. Asansör beklersin, yanınızdaki sana güvenmez, senin

bastığın düğmeye bir kez daha basar. En yakın katta ki asansöre güvenmez,

bir de diğer tüm asansörleri de düğme aracılığıyla kendisine

çağırır. Otobüste bu kişiler sana ineceklerini söyler ve düğmeye

basmanızı rica eder. Daha sonra ayağa kalkar ve senin bastığın

düğmeye tekrar da bulunur. Siz de bu tiplere karşı iç sesinizi “play”-

lersiniz…

* * *

* * *

Bir söz vardır: “Kan rüyayı bozar.” diye... Bence hepsi bozmaz...

Rüyayı bozmayanlar kan grupları: ABRH+, ARH+ kanlar rüyayı

bozmaz...

* * *

Bilinmiş bir sözümüz şudur: “Doğru söyleyeni dokuz köyden

kovarlar.” Şimdi bu söz eğer doğru ise ben yalancıyım... Çünkü daha

hiçbir köyden kovulmadım, acaba ben çok mu yalan söylüyorum?

* * *

Otel reklamlarında insanları etkilemek için şu söze başvurulur,

“500 yataklı, bir hektara kurulu otel.” Şahsen bu gibi tümceler beni

hiç etkilemez ve o oteli tercih etmemde hatırı sayılı bir sebep olmaz.

Çünkü bana sadece bir yatak kâfidir, hepsinde yatmaya çabalamam

çok saçma olur. Ayrıca Hektar olsa ne olur olmasa ne olur, sadece

bir yataktır bana yeterli olan...

* * *

Bizde “Cehenneme git!” yetmez “Cehennemin dibine git!”

olur… “Boyun posun devrilsin.” kesmez “Boyun posun devrilsin,

altında kal e mi!” olur. “Uyuz ol e mi!” yetmez “Allah sana uyuz

versin de kaşınacak tırnak vermesin!” e dönüştürülür. “Başına taş

düşsün!” yetmez “Anne kadar başına taş düşer inşallah, ne var!”

olur. “Vapur yanaşmadan atlarken vapurla iskele arasına düşesin!”

kesmez “Vapur yanaşmadan atlarken vapurla iskele arasına düşesin,

kafan patlaya beynin döküle!”ye zorlanır. “Sonsuza dek yaşayasın!”

kesmez “Sonsuza dek yaşayasın tüm sevdiklerinin öldüklerini göresin!”

olur. “Allah cızırtını vermesin!” diye ergen beddualar da vardır,

anlamsızdır ve etkisizdir. Bunu neden yazdım, beynime fazla yüklenince

cızırtı sesler geldi… “Allah seni davul etsin!” yetmeeeeezzz

“Allah seni davul etsin, beni de tokmak!” olur…

* * *

Fransız’lar inanılmaz dakiklerdir... Saati sorsanız, “On dördü

iki geçiyor” derler... Ne diye iki dakikasını işe karıştırıyorsun ki,

direk “Saat on dört” desene... Bak biz ne güzel söylüyoruz, “Saat kaç

birader? “Sekize geliyor!” “Sağ ol...” Biz de hep saatler “geliyor”dur...

Ayrıntıya takılmayız... “Ne zaman buluşacağız?” “Üçü kırk bir geçe

buluşuruz.” Böyle cevap mı verilir Fransız? Ne bu ya allasen! Biz

olsak, “Dört gibi oradayım.” deriz. Buna cevaben “Yani kaç geçe

gelirsin?” dedirtmezsin bu cevapla, “dört gibi” dedik ya!

* * *

Soruyorsun adama, “N’aber?” diye. O da sana, “N’olsun” diye

cevap veriyor. Bir umutla bir daha soruyorsun, “Nasıl gidiyor?”

diye. O da sana, “Nasıl gitsin?” diyor. Anlıyorsun ki kendi iradesinin

olmadığını ve kendisini sana teslim ettiğini. Sen ne dersen onu

yapacak… Ne mi yapmalısın bu insana karşı istikamette topuklamalısın!

Sorumluluk iyi bir şey değil!

* * *

Bizler çok oturaklı insanlarız… Oturmak bizde mühimdir...

Biz, işi gücü bırakır, birbirimizi “oturmaya bekleriz.” Ne kadar oturursak

oturalım, karşımızdakini bir türlü tatmin edemeyiz... Misal,

oturdun, yedin, içtin ve sohbet ettin... Kalkarken size şunu söylerler;

“Bu olmadı, oturmaya da bekleriz.” Ben bu eylemleri ayakta mı yaptım?

Acep ben oturaklı bir insan türü değil miyim? Bizde bir de şu

söz vardır; “kişiliği oturmuş”... Onlar nasıl bir insan türüdür derseniz,

“oturmasını kalkmasını bilen” insanlardır... Bizler oturmayı ne

de çok seviyoruz yahu!

* * *

“Babanın kanını yerde koma oğul!”

“Kaç kere yerleri silicem ana!”

“Babanın kanını yerde koma oğul!”

“Haaaaaa! Öyle desene!”

58


Karikatür

Vacip Örger

59


Kitap Tanıtımı

Halit Şengit

Müzeyyen Eser

1. Kitabın Adı: KIRMIZI MÜREKKEP

2. Yayınevinin adı: NİRENGİ

3. Kaç baskı yaptığı: 1 Baskı

4. Basım yeri ve tarihi: İstanbul, Şubat 2021

5. Kitabın sayfa sayısı: 120

6. Kitabın editörünün adı: Haldun Şeker

7. Kitabın konusu ve teması: Şiir - Deneme

8. Romanın başkarakterlerinin isimleri: —

9. Kitabın birkaç satırlık özeti:

Kimi zaman bir sevgiliye hasrete

Kimi zaman vuslata eşlik edeceksiniz bu kitapta...

Kimi zaman insana hasret

Kimi zaman eskiye özlem duyacağız beraber...

Mürekkebimiz kırmızıda olsa

Parolamız her daim mavi olacak

Umut adına , güzellik adına , huzur adına...

Kitabın Adı: BENİ SEVİN NOLUR

Yayınevi: Dorlion Yayınları

Baskı : Birinci Baskı

Basım Yeri ve Tarihi: Ankara /Çankaya Şubat 2020

Sayfa Sayısı: 94

Editör: Dorlion Editör Atölyesi

Konu: Bir Gayın Gerçek Hayat Hikayesi

Kitabın Baş Kahramanları: Muhsin, Kemal Elif ve Murat.....

Kitabın Kısa Özeti :

Toplumun ve aslında genelin yaşadığı ailevi sorunları konu

alan bu kitap, bir cami hocası tarafından tacizle başlayıp tecavüzle

devam eden olaylar örüntüsü... Yanlış kurulan YILDIRIM ailesi,

hatalı evlatlar büyütüyor. Kitap Muhsin’in hayatını, ailesinin nasıl

etkilediğini anlatıyor. Aranılan tek ve gerçek sevginin “AİLE” olduğunu

anlatan bu eser, aslında toplumun her kesimini ilgilendiren

konusuyla sosyolojik olarak da hayli dikkat çekici.

Pınar Çağlayan

KİTABIN ADI: KENDİNİ KAZANMA SANATI

YAYINEVİ ADI: AZ KİTAP

KAÇ BASKI: 1000 ADET (1, BASKI)

BASIM YER VE TARİHİ: İSTANBUL / 2019

KİTAP SAYFA SAYISI: 168

KİTAP EDİTÖR ADI: TÜLİN ÖZÇAKIR

KİTAP KONU VE TEMASI: Ezber bozan bir Kişisel Gelişim kitabı iddiasındayım. Öncelikle kitap okurların; gerek düşünce olarak gerek

enerji olarak negatiflikten sıyrılmalarını, ne istediklerine ciddi anlamda karar vermelerini, seçimlerinde yaptıkları yanlışları fark edebilmelerini,

duygu yönetimini başarabilmelerini, kendilerini tanımalarını ve yapabileceklerine inanmalarını sağlamayı hedeflemiştir.

KİTABIN ÖZETİ: Kitap 3 bölümden oluşmaktadır. Bunların ilki Hayatın İçinden, bölümüdür. Hayata dair konulara değinerek kişilerin

yalnız olmadıklarını bilmelerini sağlamak ve hayata karşı gösterebilecekleri duruştan bahsedilmiştir. Yer yer Kuran-ı Kerim’den verilen ayetlerle

ruhsal olarak güç sağlamak da hedeflenilmiştir. İkinci bölüm içeriği ilişkiler olup; duygu yönetimi, değersizlik duygusu, öfke yönetimi

gibi konulara değinilerek şiir ve kısa hikâyelerle de daha duygusal bir bölüm oluşturulmuştur. Son bölümde ise evrensel enerji konusundan

bahsedilip enerji yükseltme çalışmaları, bozulan enerji dengesini düzenleme, olumlamalarla zihinsel ve fiziksel dinginlik sağlamaya çalışılmıştır.

60



Çizer: Neslihan Kuş

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!