Edebiyat Gazetesi Sayı 2
Edebiyat Gazetesi’nin ikinci sayısının manşetinde Yazar Umut Özkan Gönül Erlerimiz Âşık Veysel’den Ozan Ali Kızıltuğ'a başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde, Yazar Şebnem Pişkin ile ile aşk, sevgi ve son kitabı “Bir Yunus Emre Hikâyesi Sarı Çiçek” hakkında konuşuldu. Editörlüğünü Yücel Aydın’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin mart sayısında Yalnız Ama Mesut isimli öyküsüyle Fırat Kasap, İki Kule isimli öyküsüyle Mustafa Bilgücü, Kader isimli yazısıyla İsmail Hilal, Sonsuza Dek isimli öyküsüyle Ahmet Rıfat İlhan, Geyşa isimli öyküsüyle Kadir Ersoy, Korku Öyküleri isimli kitap değerlendirme yazısıyla İlkay Coşkun yer aldı.
Edebiyat Gazetesi’nin ikinci sayısının manşetinde Yazar Umut Özkan Gönül Erlerimiz Âşık Veysel’den Ozan Ali Kızıltuğ'a başlıklı yazısı yer alıyor. Söyleşi bölümünde, Yazar Şebnem Pişkin ile ile aşk, sevgi ve son kitabı “Bir Yunus Emre Hikâyesi Sarı Çiçek” hakkında konuşuldu. Editörlüğünü Yücel Aydın’ın üstlendiği Edebiyat Gazetesi’nin mart sayısında Yalnız Ama Mesut isimli öyküsüyle Fırat Kasap, İki Kule isimli öyküsüyle Mustafa Bilgücü, Kader isimli yazısıyla İsmail Hilal, Sonsuza Dek isimli öyküsüyle Ahmet Rıfat İlhan, Geyşa isimli öyküsüyle Kadir Ersoy, Korku Öyküleri isimli kitap değerlendirme yazısıyla İlkay Coşkun yer aldı.
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
ç ı k t ı a l o k u g a z e t İ N İ Z İ D İ L E D İ Ğ İ N İ Z Ö L Ç Ü D E Ç I K T I A L I P O K U Y A B İ L İ R S İ N İ Z.
Her insan yalnızdır. Yalnız hissetmesin
diye oluşturulmuş bir çevrenin içinde
y a ş a r . A i l e d e n , a k r a b a l a r d a n ,
komşulardan, arkadaşlardan ve daha
birçok insandan oluşan bir kalabalık
içinde yalnızdır. Kimisini çok sever,
sevdiği onu sevmez, sevmediği onu sever.
Yanlış anlar, yanlış anlaşılır, sevilme
ihtiyacını onu hiç umursamayan
insanlardan karşılamaya çalışır...
YALNIZ AMA MESUT
Fırat Kasap / 02
Kule, kırmızı renkteydi. İkizi soluk gri
renkte, camları çatlak, duvarları,
kendisine çevrilen namluların hiçbirini
ret edemeyecek kadar çaresizdi. Gri
kulenin delik deşik duvarlarının
arkasında kâğıt mendil satan, akşama
kadar dilenen, kırmızı etin mutfaklarına
girmediği fakir insanlar yaşardı...
İKİ KULE
Mustafa Bilgücü / 03
Bazen düşünüyorum da belki bugüne dek
yazdığım bütün kitaplarda Aşk'ı anlamaya
ve anlatmaya çabaladım ama nafile...
Galiba en güzel tanımı yine Hz. Mevlana
yapıyor: Aşk nedir diye soranlara "Ben ol
anla!" diyor. Herkes kendi istidadınca
Aşk'ı anlayabilir.
ŞEBNEM PİŞKİN İLE SÖYLEŞİ
İsrafil Baran / 04
Dedikodulara bakılırsa genç adam kapıyı
çarpıp evden çıkmıştı. Arkasına dahi
bakmadan. Öylece. Çıkış o çıkış. Başlarda
kötü hissetmediği sonradan, “O zamanlar
içimde pişmanlıktan eser yoktu.”
demesinden belliydi. Kanının deli aktığı
yıllarda da diğerlerine benzemek, pek de
yerleşik bir hayata geçmek istememişti...
SONSUZA DEK
Ahmet Rıfat İlhan / 05
E d e b i y a t G a z e t e s i 02
9 772980 044718
A y l ı k e d e b i y a t g a z e t e s i www.edebiyatgazetesi.com ISSN 2980-0447 / Mart 2023
GÖNÜL ERLERİMİZ
ÂŞIK VEYSEL’DEN OZAN ALİ KIZILTUĞ'A
“Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma.”
UMUT ÖZKAN
Bu dizelerinin güzelliğine bakın. Âşık Veysel hem
kişileştirdiği, kutsadığı sazına unutamayacağı bir
öğüt veriyor hem de tüm insanlığa. Ben bu
dizeleri Fazıl Say’ın Âşık Veysel için hazırladığı ‘’Kara
Toprak Âşık Veysel’’ oratoryosunda dinlemiştim. Say’ın
piyanosuyla Koca Veysel âdeta sahnede canlanmıştı;
sazıyla, fötr şapkasıyla... Âşık Veysel'in eserleri o gün bir
daha, bir daha nidalarıyla yeniden seslendirilmişti. Fazıl
Say’dan Âşık Veysel’i dinledikçe Refik Durbaş’ın “ustası”
aklıma gelmişti. Sanatçı Zülfü Livaneli’nin saz çalmayı
öğrenmek için gittiği Ankara Hamamönü’ndeki bir saz
atölyesindeki izlenimlerini hatırlamıştım o zaman.
İnsanlık değerleri Veysel'le dile geliyordu, koca koca ağaç
kütüklerinden kimisi gürgen, kimisi dut. Vefanın bir
mahalle adı olmadığını “ahde vefa’’ ile buluşturarak onu
genç kuşaklara aktarıyordu. Âşık Veysel o güzelim ezgileri
çıkaran sazına sesleniyordu: “Ustanı sakın unutma.”.
Teliyle, tezenesiyle, sapıyla, perdesiyle emeğini ortaya
koyanı; zımparalayanı, vernikleyeni, tezgâhta şekil veren
emektarı unutma, ustana saygıyı ve sevgiyi esirgeme.
İnsanın babasına gösterdiği sevgiyle eş değer tutuyordu
Koca Veysel bu sevgiyi. Yine Âşık Veysel’in bir dörtlüğü
daha:
“Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen altınsın ben sac mıyım
Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?”
Ozan Âşık Veysel insanları bir bütün olarak görmüştür.
“Gün ikindi akşam olur / Gör ki başa neler gelir” diyen
Büyük Ozan’ın yaşam serüveni Sivas'ın Sivrialan
köyünde başlar, sonra da sözlü kültürümüzün nesilden
nesle, kuşaktan kuşağa aktarımını sağlayan yaşam
pınarlarından biri olur.
Âşık Veysel'in Muzaffer Sarısözen öncülüğünde ilk olarak
Sivas'ta düzenlenen “Âşıklar Şöleni”nde dile getirdiği
eserler, sözlü kültürümüzün önemli aşamalarından birini
oluşturur. Bu şölende söyler Âşık Veysel: "Uzun ince bir
yoldayım / Gidiyorum gündüz gece” adlı eseri. Dönemin
Sivas Milli Eğitim Müdürü Ahmet Kutsi Tecer: “Biz Âşık
Veysel ile bu toprakların sesi olduk.'' der. Geçenlerde
Sivrialan’dan gelen bir dostum, Âşık Veysel'in büyük bir
özenle diktiği meyve ağaçlarının kuruduğunu söyledi.
Adına konferansların verildiği, çocukların koşa koşa
gittiği, ''adının verildiği'' okul kapanmış; sular çekilmiş,
kuşlar terk-i diyar etmiş.
Oysa Âşık Veysel bu topluma büyük dersler vermiş ve
öğretiler kazandırmış büyük bir ozandır. Veysel’in bir
anısı dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Bir
gün Âşık Veysel’i terk eden ilk eşi Esme Ana köy bakkalına
alışverişe gider. O sırada bakkalda Veysel, dönemin
âşıklarından Ali İzzet Özkan ve Sivrialan'ın ileri
gelenleriyle bir muhabbettedir. Esme Ana, Veysel'i
görünce içeri girmez, alışverişini işaretler aracılığıyla
pencereden yapıp oradan uzaklaşır. Veysel, Bakkal
Mustafa’ya “Bari iyisinden verseydin.” der. Bakkal
Mustafa kimse gelmedi ki diyerek konuyu değiştirmeye
çalışır. “O zaman camdan alışveriş yapan kimdi?” der Âşık
Veysel. Orada bulunan Orta köylü Tatık’ın oğlu Ali:
“Şatıroğlu, sen bizi kandırıyorsun, kör değilsin? Nereden
bildin?” der. Bir tartışma başlar. Sonunda Veysel
“Kokusundan, kokusundan.” diyerek tartışmayı bitirir.
Veysel'den yıllar sonra dünyaya gelen ve onunla ''yerdeş''
olan Sivas'ın Mursal’ından âşık edebiyatımızın, âşıklık
geleneğimizin büyük ustası Ozan Ali Kızıltuğ, ''iki kapılı
handan'' göçeli iki yıl oldu. İki bine yakın eseri TRT
repertuvarında bulunan ozanımız usta-çırak geleneğiyle
büyüdü. Eserlerinin çoğunu radyo repertuvarına uzun
ömürler diliyorum, Yücel Paşmakçı hocamız almıştı.
O, sazının tezenesine vurduğunda Sivas'ın şirin ilçesi
Divriği canlanır gözünüzün önünde. Divriği'nin görkemli
dağı Yama Dağları’na çıkarsınız… O hep Yama
Dağları’ndan alacaklı olduğunu sazıyla, sözüyle söyledi.
Bir de Divriği'nin köylerinden. Çocukluğu ve gençliği
Sivas’ta yoksulluk içinde geçti. Bunu eserlerinde sürekli
dile getirdi. Sevdası büyüktü. “Senden oldu, senden
oldu.” dizeleriyle sevdasını dile getirdi. Onun gönül treni
hep kara trendi ve “yürekten” yol alırdı. Onun tezenesine
“Ben ağayım, ben paşayım.” diyenler kapılarını hep
kilitlemişlerdi. Bir köy, gurbet bu kadar mı güzel anlatılır.
Hangimiz unutabiliriz. Selda Bağcan'ın gür sesiyle dile
getirdiği, sözleri Kızıltuğ’a ait tertemiz bir aşkı, bir film
şeridi gibi bugüne aktaran şu sözleri: “ Dam üstünde çul
serer / Leyli de yar loylu da yar / Loy loy loy / Bilmem, yar
kimi sever” hangimiz unutabiliriz.
Cem Adrian'ın söylediği, sözleri Kızıltuğ’a ait olan:
“Ankara’da sen yoksun / Öf öf gelemem diyorsun.”, peki
Yıldız Tilbe'nin seslendirdiği, “Bir zaman ayları saydım”ı,
ya da “Ha babam de babam”ı… Ve daha binlerce eseri. Ve
Sabahat Akkiraz'ın güzel sesiyle “Senden oldu senden
oldu” dizeleriyle Ozan Kızıltuğ sevdasını dile
getirmesini… En son onu Kutlay Doğan'ın hazırladığı ve
TRT'de yayınlanan belgeselde izlemiştim. Ali Kızıltuğ da
hakka yürüdü.
Hem Kızıltuğ hem de Âşık Veysel bizim gönül
erlerimizdir. İkisi de âşıklık geleneğinin harman olduğu
Sivas'tan. Yunus Emre ne güzel söylemiş, ''Ölür ise ten
ölür / Canlar ölesi değil.”.
Bu Sayıda
Umut Özkan | Kadir Ersoy | Mustafa Bilgücü | Fırat Kasap | Ahmet Rıfat İlhan | İsmail Hilal | İlkay Coşkun | İsrafil Baran | Şebnem Pişkin
02 / E d e b i y a t G a z e t e s i Mart 2023
YALNIZ AMA MESUT
“Bir ben yalnızım bu karanlık gecede, bir de kimsesizlerin annesi kaldırımlar.”
FIRAT KASAP
er insan yalnızdır. Yalnız hissetmesin diye
Holuşturulmuş bir çevrenin içinde yaşar.
Aileden, akrabalardan, komşulardan,
arkadaşlardan ve daha birçok insandan oluşan bir
kalabalık içinde yalnızdır. Kimisini çok sever, sevdiği onu
sevmez, sevmediği onu sever. Yanlış anlar, yanlış anlaşılır,
sevilme ihtiyacını onu hiç umursamayan insanlardan
karşılamaya çalışır. Yalnızlık konusunda şiir yazmamış
şair yok gibidir. Aragon’dan bir örnek: Yalnız adam kayıp
bir mektuptur. Ancak yanlış adres mi vardı yoksa
üzerinde. Sevgiler diyordu ama kime? Hangi eller onu
yırtmış olacak.
Necip Fazıl’dan örnek: Bir ben yalnızım bu karanlık
gecede, bir de kimsesizlerin annesi kaldırımlar.
Can Yücel’den örnek: Yalnızlığım benim pasaklı
kontesim, ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi.
Yalnızlık insana güzel işler yaptırır. Nâzım Hikmet “karlı
kayın ormanında” yürür, Necip Fazıl “Kaldırımlar” şiirini
yazar, Teoman müziği bırakır, sonra da der ki: her şey
yalnızlıktan.
Hikâyemizin kahramanı Ahmet, yalnızlığı küçük yaşta
köyde somut bir varlık olarak görür. Dört yaşında annesi
ölünce babası gelin olarak analığı getirir. Bir gün analık
Ahmet’i öyle bir döver ki çocuk kış günü, çıplak ayak,
akrabalarının olduğu bir köye kaçar. Akrabaları Ahmet’i
kendi çocukları gibi sahiplenirler fakat böbreğin birine
elveda der.
Yeni köyü de eski köyü gibi ormanın içinde, havadar,
kıtlığın hiç uğramadığı, tarımın, hayvancılığın herkese
yettiği bir yerdedir. Atatürk’ün “Köylü milletin
efendisidir.” sözünün henüz akıllarda olduğu yıllar.
Köyden kente göç yeni başlamış. Ahmet, akrabalarının
yanında bir sığıntı gibi değil öz evlat gibi büyür. Belki
köyde onu okumaya teşvik edecek kimse olmadığından
belki de kendi okumak istemeyip para kazanmak
istediğinden ilkokuldan sonra ilçede bir lokantada aşçılık
öğrenir. Bazı erkekler için yalnızlıktan kurtulmanın yolu
para kazanmaktır. Şeytan kulaklarına şöyle fısıldar: “Seni
paran olmadan sevecek tek kadın annendir.” Bu para hırsı
bazı erkekleri kısa yoldan zengin olmaya zorlar. Zengin
oldukları zaman da kulaklarına fısıldanan şu sözlerdir:
“Çevrendeki kimse seni sen olduğun için sevmiyor,
herkes paran için seviyor.”
Köyünde, çocukluğunda yaşadığı kötü anılar, soğuk kış
gecelerinde Ahmet’e kâbus olarak döner. Uzaklaşırsa
anılardan kurtulacağını düşünür. Antalya’ya taşınır. Hem
işe hem sıcağa kavuşur. Aşçılıkta ilerlemesi, bir aileyi
geçindirecek kadar para kazanmasını sağlar. Yakınların
yardımıyla küçük de olsa bir yuva kurulur. Ahmet artık
mesuttur. Bir ailesi vardır, çocukları vardır. Mutlu olması
için yeterlidir.
Ailenin insanı mutlu ettiği yalanı sistemin insanlara
dayattığı en büyük yalanlardan biridir. Aile insanı mutlu
etmeye yetmediği gibi yalnızlıktan da kurtarmaz. Bu bir
illüzyondur. Ahmet yıllarca bu yalanlarla yaşar. Çalışır,
eve gelir, yorgun halde yemeğini yer, uyur. Hafta sonlarını
da sözde dinlenerek geçirir.
Ahmet’in kendini mutlu sandığı günler karısının kanser
olmasıyla sona erer. Kanser artık yaşamımızın bir
parçasıdır. Kemoterapi günleri, yurt dışından getirilen
pahalı ilaçlar Ahmet’i her yönden hırpalar. Çocukları ile
birlikte ne yaparsa yapsın, kanser daha güçlüdür.
Karısının genç denebilecek bir yaşta ölmesiyle birlikte
yine yalnız kalır. Emekli olmuş, çocukları evlenmiş, karısı
öte dünyaya göç etmiş, yalnızlığı yine somut bir varlık
olarak görmüştür.
Daha karısının kırkı çıkmadan akrabaları başlar dırdıra,
yalnız kalma, evlen, yalnızlık Allah’a mahsustur. Ahmet
yine yakınlarını dinler. İkinci bir evlilik için kolları sıvar.
Yaşlılık konusunda şöyle bir kanı vardır; yaşlı kadınlar
kendilerine bakabilir fakat yaşlı erkekler bakamaz. Bu
yüzden dul erkekler el birliğiyle evlendirilir. Neden yaşlı
erkek kendine bakamaz? Çünkü daha küçük yaştan
itibaren erkek çocuğuna ev işleri öğretilmez. Yemek
pişirmek, temizlik yapmak, çamaşır, bulaşık, ütü, bunlar
kadınların işidir. Erkekler bu işleri beceremez.
Beceremeyince hemen evlendirilir. Ev işlerini evde bir
kadın yapınca erkek mutlu olur mu? Olmaz çünkü yalnız
insan mutsuzdur.
Bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar yalnızlıktan ve
mutsuzluktan kurtulamazlar. Ahmet, kendi kendine
yetebilen bir insan olduğu için ilk başlarda çevresine fazla
kulak asmaz. Akrabaları ise onu yalnız olduğu için mutsuz
sanırlar. Ahmet yalnız ama mutludur. Kimseye bu
durumu anlatamaz. Çareyi mekân değiştirmekte bulur.
Doğduğu topraklara geri döner. Orada huzuru bulmayı
umar. Kısa bir süre sonra yanlış yaptığını anlar. Mahalle
baskısı köy kent dinlemez. Her yerde kendini hissettirir.
Az gelişmiş toplumlarda hukuk kuralları kadar etkilidir.
Ahmet’e küçük ilçede kısa sürede bir eş adayı bulunur.
Bulunan kadın da dayı gibi duldur. Ahmet evleneceği
eşten memnundur fakat gelin adayı da evlenmek istiyor
mu? Gelin adayı evlenmek istemez. Sebebi ise ölen
kocasından kalan emekli aylığını kaybetme korkusudur.
Emekli maaşı yaşlı kadınlar için bir güvencedir. Kocası
ölmüş dul kadınlar yeniden evleneceklerse iki şey
sorarlar. Maaşın var mı, evin var mı? Ahmet de maaş var
ama ev yok. İki kriterden birini karşılamıyor. Yıllarca
çalışan, emekli olmayı hak eden Ahmet, bir ev alacak
parayı biriktirememiş. Öyleyse yeniden evlenmek senin
neyine? Temiz kalpli, herkesin yardımına koşan Ahmet,
çevresinde iyi biri olarak bilinir. Eli maharetli olduğu için
insanlara yardımcı olur. Bu durum sıkça aleyhine
kullanılır. Herkes beceremediği işleri ona yaptırmaya
çalışır. Evlenmek istediği Zahire ise onun kadar iyi niyetli
değildir. Ahmet’in iyi niyetinden faydalanmak ister. Hem
evlenmek istemez hem de Ahmet’i yakınında tutmak
ister. Ahmet, Zahire’nin her işine koşar. Elinden gelenin
fazlasını yapar. Zahire durumdan memnun olabilir fakat
toplumsal yapı bu duruma ne kadar müsaade eder?
Zahire’nin çocukları da Ahmet’in çocukları da durumdan
memnun değildir. Küçük yerlerde dedikodu çok olur.
Kışın yapılacak iş yoksa konuşacak konu çok olur.
Konuşulanlar özellikle Zahire’nin oğullarını rahatsız
eder. Önce annelerini uyarırlar. Anne söz dinleyecek bir
kadın değildir. Oğullarını dinlemez. Oğulları bu sefer
Ahmet’i uyarırlar. O da söz dinlemeyince Zahire’nin
oğulları başka yollar denerler. Ahmet’i tanıyan, seven
kişiler aracılığıyla uyarılarını yaparlar. Ahmet yine
dinlemez.
Ahmet’in yakınları arasında köyde birlikte büyüdükleri,
subaylıktan emekli bir akrabası vardır. Ahmet’i çok sever.
Onun yüzünden Zahire’nin çocukları Ahmet’e temkinli
yaklaşırlar. Bir gün Zahire’nin çocukları Ahmet’e pusu
kurarlar. Ahmet’in akrabası durumu önceden sezmiş,
yıllardır kullanmadığı silahını yanında taşımaktadır.
Ahmet’i silahsız sanan oğullar ateşe karşılık gelince
paniğe kapılırlar. Akraba Ali, bir oğlu yaralar, Ahmet de
yaralanır. Hastaneye kaldırılan yaralılar ilçenin ileri
gelenleri tarafından barıştırılır. Barışma olmakla birlikte
artık Ahmet’in Zahire’ye kavuşması imkânsız hale gelir.
Zahire oğlunun vurulmasına sebep olan biriyle
evlenemez. Bunu ailesi de akrabaları da kabul etmez.
Ahmet’in son umudu Zahire’den kopar. Ahmet’e o
günden sonra hiçbir tavsiye kâr etmez. O, yalnızlığa
mahkûm bir adamdır. Başka bir maceraya atılacak ne
enerjisi, ne isteği vardır. Hayat ona yalnız bir yol çizmişse
o da yalnız yürüyecektir. İnsan ne yaparsa yapsın
yalnızdır. Bu işten kurtuluş yoktur. Hikayemizi şu
dizelerle bitirelim.
‘’Mutlu olmak varken şu dünyada,
Geceler geldi dayandı kapımıza,
Olduk acımızla, acımızla sarmaş dolaş.”
E d e b i y a t G a z e t e s i
A y l ı k e d e b i y a t g a z e t e s i ISSN 2980-0447 / Sayı 02 / Mart 2023
www.edebiyatgazetesi.com
Genel Yayın Yönetmeni
Veysel Altunbay
Yayına Hazırlık
İsrafil Baran
Editör
Yücel Aydın
Avrupa Temsilcisi
İlhan Kılıç
Adres:
Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. Güven İş
Merkezi 83/3 201-202 Topkapı / İstanbul
E-posta: edebiyatgzt@gmail.com
Mart 2023
03 / E d e b i y a t G a z e t e s i
İKİ KULE
Talha Muhammed, rotasız zeplin seyahat şirketlerinden birine babasının annesine her
yıl ödediği nafaka ücretini gizlice aktararak, varış noktası belirsiz bir seyahate kalkmıştı.
MUSTAFA BİLGÜCÜ
Kule, kırmızı renkteydi, temeli 2117 yılında
atılmıştı. İkizi soluk gri renkte, camları çatlak,
duvarları kendisine çevrilen namluların hiçbirini
ret edemeyecek kadar çaresizdi. Gri kulenin delik deşik
duvarlarının arkasında kâğıt mendil satan, akşama kadar
dilenen, kırmızı etin mutfaklarına girmediği fakir insanlar
yaşardı. Kırmızı kulenin çelik kapılı kalın duvarlarının
arkasındaysa, o yapının mimarı olan mimarın emirlerine
karşı gelmekten çekinmedikleri halde, sırf elde ettikleri
yüksek refahı kaybetmemek adına ulu karakterli, güçlü
tabiatlı ve vazgeçilemez ölçüde kibirli olduklarını bilen,
buna göre adımlarını atan adamlar vardı.
Yemekhane dördüncü kattaydı. Yemekçi kadın her gün
on bir sıralarında gelir, yemek otomatının sensörüne
kimlik kartını okutmadan yukarı çıkardı. O gün yemekte
kadınbudu köfte vardı. Yemekçi kadın bu yemeğin adını
utancından ağzına almak istemediğinden kırmızı kulede
çalışan personel menüde olanları sorduğunda sesli bir
gülüşle “ismini söyleyemediği etli bir yemeğin” olduğunu
dile getirirdi. Yemekhane kule başkanının emriyle saat
tam birde açılırdı. Kule başkanı ve yardımcılarının
yemeklerini yemekçi kadın masalarına kadar taşırdı. Bir
numaratörlü turnikeden geçip, personel kimlik kartını
okutmadan yemekhanede yemek yiyemezdiniz. Yemek
ücretinin üçte birini personel maaşı, diğer üçte birlik
kısmını gri kulede oturanlar, kalan diğer üçte birlik
kısmını da Kule Mimarları Sendikası’nın örgütlenme
şemasına baktığınızda en tepede görebileceğiniz Padivun
öderdi. Padivun, padişahla firavun kelimelerinin
birleşmesinden oluşan, kırmızı kule personeline sorulan
bir isim anketi sonunda ortaya çıkan bir unvandı.
Dünya eskiden mavi renkli görünüyordu. Gök, beyazla
mavinin kırma tonlarıyla boyanmış, mutluluk verici bir
tablo gibiydi. İnsanlar damlayan yağmurun uğultusunda
iç açıcı hayallere kapılırlardı. Güzelliğin bezendiği
doğadaki asimetrik düzeni kendi emellerine alet etmek
isteyen insanlar, maviyi gökten ve uzayın incisi gibi
görünen atmosferden çekip aldıklarında duvağı zorla
çekilip çıkarılmış bir gelin gibi kötü hissetti kendini
dünya. Dünya, gökyüzü, atmosfer, tıpkı bu kule gibi
kırmızıydı.
Talha Muhammed, rotasız zeplin seyahat şirketlerinden
birine babasının annesine her yıl ödediği nafaka ücretini
gizlice aktararak, varış noktası belirsiz bir seyahate
kalkmıştı. Zeplin şirketi, vakti, saati ve koordinatları
belirsiz bir anda hava aracının düşürüleceğini yolculara
söylüyordu. Yolcular buna hazırlıklıydılar. Tıpkı balonlar
gibi nereye inecekleri belli değildi yolcuların. Zeplinin
balonu vurulduğunda gece yarısını iki saat geçmişti. Bazı
yolcular düştüklerini anlayamadılar, dolayısıyla da
sırtlarındaki paraşütün ipini çekemediler. Talha
Muhammed, uykusu hafif, ağaç bitinin bacakları gibi kara
kuru, çelimsiz bir çocuktu. O yüzden sallantıyı hissettiği
anda gözünü açtı. Sesini çıkarmadı, bağırmadı, diğer
yolcuları uyarmak için gereksiz bir çaba içine girmedi;
çünkü o güne kadar öğrendiklerine bakarak kimsenin
kimseye yardım edemeyeceğini öğrenmişti. O da bir
zamandan sonra kimseden yardım istemeyecekti,
kimseye de yardım etmeyecekti.
Aşağıda bir şehir vardı. Ortasından bir nehir, bir tren yolu,
bir de otoyol geçen bir şehir. Hemen atladı. Paraşütü açtı.
Eğitimsiz olduğundan havada taklalar atıyordu. İki dakika
içinde kontrolü eline geçirdi. Süzülen paraşüt onu gri
kulenin tam üzerinde durdurdu. Gri kulenin bir sakini
olacağını o zaman hissetmişti. Duvarlardaki delikler,
çatlaklar, yıkıklar dikkatini çekti. Merdiven boşluğundan
aşağı baktığında bağırmak istedi. Sesini duyurmak
istiyordu. Gri kulede yaşayan insanlar olmalıydı. Boş
mermi kovanlarının, üzerinden silindir geçmişçesine
dümdüz olmuş boş kola kutularının, yırtık A4 kâğıtlarının
olduğu koridorlarda yürümeye başladı. Oda
numaralarını inceliyordu. Z1, Z2, Z3, Z4... Z19 önünde
durakladı. İçeriden seslerin geldiğini duyuyordu. İçeride
mırıldanan, fısıldayan, kıkır kıkır gülen, içten içe ağlayan
birileri varmış gibi bir duyguya kapıldı ve tüm bu çelişen
sonuçların üzerine doğduğu ve içine düştüğü kaderi bire
bir karşıladığını aklına getirdi. İçeri girme isteği de tam bu
düşüncenin sonrasında oluştu. Kapıyı çalmadan
teklifsizce içeri girdi.
İçeri girdiğinde kendisinin varlığından rahatsız olmayan
bir grup insanın delik bina duvarlarından bit pazarlarında
satılan dürbün ve teleskop kalitesindeki yakınlaştırma
aletleriyle gözlerini kırmızı kuleye diktiklerini gördü. Bir
tanesi: “Ne yiyorlar?” diye sordu. Diğeri cevap verdi: “Etli
bir yemeğe benziyor.”
“Beyaz et mi, kırmızı et mi? Balık mı?”
“Bilmiyorum. Turnikeden geçiyorlar. Sıraya dizilmişler.
Pirinç pilavını görebiliyorum. Tabaktaki beyaz şey.
Plastik bardakta yayık ayranı var. Tatlı olarak da şekerpare
sanırım. Bak. Gördün mü? Şu şişman olanı üç tane
yuvarlak ekmek aldı.”
“Aç gözlü bunlar. Üç taneye ne gerek var? İnsan bir
ekmekle de doyabilir.”
“Çorba var mı? Benim dürbün buharlandı.”
“Ezogelin çorbası olabilir.”
Bunu duyanlardan biri sırtını duvara dayayıp derin bir iç
çekti. Yediklerinin parasının üçte birini biz ödüyoruz,”
dedi. “Ama şu hale bak. Sanki tok olan bizmişiz gibi neyi
nasıl yediklerinin hesabını yapıyoruz.”
Talha Muhammed sesini çıkarmıyordu. Bir anda her
şeyin farkına varmıştı. Kırmızı kuleye niçin inmediğini
düşündü. Rastlantı olabilir miydi? Gri kuleyle kırmızı
kule arasında yirmi derece eğimli, yüz basamaklı bir taş
merdiven vardı. Nereden geldiğini biliyordu. Ufku,
bilgisi, yeteneği, hayalleri ve geleceği onu ancak buraya
kadar taşıyabilmişti. Kırmızı kulenin üzerine inse ne
değişecekti? Bunu düşündü. Gece yarısı olmuştu. Uykuya
daldı. Kendini sanki bir zaman makinesi içinde gibi
hissetti. Zeplin düşüyordu. Paraşütü onu bu kez kırmızı
kulenin üzerine bırakmıştı. Bu hamlesi içini bir sevinçle
doldurdu. Kendini artık yeterli hissediyordu. Güçlüydü.
Geleceği garantiydi. Açlık, para sıkıntısı, yokluk
görmeyecekti. Çünkü artık öğle yemeklerinin ücretinin
üçte birini şu gri kuledeki fakir insanlar ödeyecekti.
Kırmızı kulenin parlak mermerden zemini üzerinde
herkes başı eğik yürüyordu. Padivun emir vermişti. Kimse
kimsenin yüzüne mesai saatleri dışında bakmayacaktı.
Yerdeki cam gibi parlak ve pürüzsüz İtalyan
mermerinden yansıyan kendi yüzlerine bakmaları
gerekiyordu. Bu, itaatsizlik ve başkaldırıya karşı alınmış
korkakça bir önlemdi. Yemek vakitleri mesai saatleri
dışındaydı. O zaman çalışanlar, yemekhanede
olduklarından birbirlerinin suratlarına bakabiliyorlardı.
Bu, isteğe bağlı bir tercihti. İsterseniz yine iş zamanı
olduğu gibi kimsenin yüzüne bakmadan yemeğinizi
yiyebilirdiniz. Çalışanlardan biri iklim değişikliğinin
sucul bitkiler üzerindeki olumsuz etkileriyle
ilgileniyordu. Diğeri parazit taşıyan hayvanlarla temas
eden ağaç gövdelerinin genişlik, incelik ya da
kalınlıklarıyla ilgili bir rapor üzerinde çalışıyordu. Talha
Muhammed kendini bu insanlar içinde yalnız hissetti.
Rüya bile olsa bu his onu kavurmaya başladı. Uyanmak
istedi. Yerinin gri kule olduğunu, bunun bir rüya
olduğunu anladı. Ama daha uyanamamıştı. Yemeğini alıp
arka masalardan birine, kimsenin kendisiyle
konuşamayacağı bir sıraya kuruldu. Hızlı hızlı yemeğini
yiyip buradan ayrılmak istiyordu. O sırada aynı masaya
bir başka çalışan oturdu ve yemeğini yemeye başladı.
Talha komşu kuleye bakıyordu. Kimse ona nesin ya da
kimsin diye sormamıştı. Ruhu olmayan, duygusuz,
insanlığın insanı kemiren vasıflarıyla damarlarında kan
yerine kor alev gezdiren bu menfaatçi ve materyalist
tabakanın üzerinde buz katmanı yüzeyinde bir oraya bir
buraya giden kuru bir yaprak gibi hissetti kendini. “İnsan
şu yarım saatlik yemek süresince tek kelime etmez mi?”
diye düşündü. Ama etmiyorlardı. Kibirliydiler. Nasıl olsa
yemeklerinin ücretinin üçte ikisini kendileri vermiyordu.
Ama üçte birinin de maaşlarından kesilmesini içlerine
sindiremiyorlardı.
Talha Muhammed, köfteden bir ısırık alıp gözlerini gri
kulenin delik deşik olmuş duvarlarına dikti. Deliklerin
ardından kendini izleyen bir çift gözün olduğunu
hissediyordu. O gözler açlıktan kısılmış, kan çanağına
dönmüş haldeydiler. Birden yemeği bıraktı. Ayağa kalktı.
Bağırmaya başladı. “Hey!” dedi. “Buradaki asalaklar! Beni
dinleyin.”
Yemek yiyen personelin hiçbiri başını kaldırmadı. Sadece
yemekçi kadın gözlerini ona çevirdi.
“Size diyorum. Şu kuleyi görüyor musunuz? Gri olanı!
Duvarlardaki delikleri görüyor musunuz? O duvarların
ardında sizi gözleyen insanlar var. Yemek vakti
geldiğinde, o bir saatlik zamanın dolması için her şeylerini
feda edebilecek kadar onurlu insanlar bunlar. Onların
karnı aç. Yiyecek bir şey bulamıyorlar. Yapabildikleri tek
şey sizi kendi içlerindeki insafa ve merhamete şikâyet
etmek. Bir de ne yediğinizi görebilmek adına delik
duvarlardan sizi gözlemek. Ki, bu sayede içlerinde
biriktirdikleri şikâyet hisleri dağlar gibi kabarabilsin.”
Talha Muhammed boşuna konuşuyor gibiydi. Yemekçi
kadın bile bir iki dakika sonra işine geri döndü. Boş
tabakları toplayıp masaları silmeye başladı. Masadaki boş
biberlikleri dolduruyordu. Bir musluk sesi, bir masa ayağı
gıcıtrısı, bir geğirme, bir kahkaha ve bir de silah sesi duydu
Talha Muhammed. Yemekçi kadın başından vurulmuştu.
Onu vuran, gri kulenin duvarlarını her ayın on beşinde,
tam maaş günü tarayan kulenin güvenlik subayından
başka biri değildi.
Talha Muhammed uyanmıştı. Ait olduğu yerdeydi. Gri
kulenin sessiz ve dilsiz duvarları önünde ağlamaya
başladı. Bunca zahmete bunun için katlandığına
inanamıyordu. Geri dönmek istedi. Doğduğu topraklara
dönmek istedi. “Keşke zeplin düşerken uyanmasaydım!”
diye bağırdı. Tam iki sene bu düzene kendini alıştırmaya
çalıştı. Ama yapamadı. Sonunda bir karar verdi. Yukarı
çıktı. Gri kulenin yangın merdivenlerinden en üst kata
kadar çıktı. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu.
Kayıtlarda ne adı geçiyordu ne de onu arayan soran vardı.
Evli değildi. Meşru olmayan yollardan edindiği bir
çocuğu da yoktu. Annesi babası vardı ama ayrı oldukları
için onları defterden silmişti. Son katın üzerindeydi.
Çatıya çıktı. Kendini aşağıya bıraktı. Yere çarptıktan beş
dakika sonra şehir belediyesinin temizlik işleri
müdürlüğünde görevli bir kamyonun üzerinden iki kişi
indi. Cesedi yerden kazımak için çok uğraştılar. Ve
sonunda başardılar. Talha Muhammed, kendini boşluğa
bıraktıktan sonraki yere düşene kadar olan aşamada
şunları düşündü: “Ne olursa olsun bu olacaktı. Hangi
kuleye indiğinin bir önemi yoktu.” O, ait olduğu kaderle
buluşma vaktine kadar dişini sıkmıştı. Yere düşerken
kendini tıpkı işinden istifa edip hayallerinin mesleğini
yapmak üzere yola çıkmış biri gibi hissetmişti. Çok
mutluydu. Ölüyordu. Ama daha ölmemişti. Ölürken
aslında yeniden doğmuştu. Çünkü ne kırmızı, ne de gri
kuleye aitti. O mutlu olduğu yerdeydi.
04 / E d e b i y a t G a z e t e s i Mart 2023
YUNUS EMRE'NİN SEVGİ
MESAJINA ÇOK İHTİYACIMIZ VAR
Bir süredir insanlardan uzakta yaşayan Yazar Şebnem Pişkin ile aşk, sevgi ve son kitabı
“Bir Yunus Emre Hikâyesi Sarı Çiçek” hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İSRAFİL BARAN
Merhaba Şebnem Hanım, çoğu okurumuz sizi
yakından tanıyor ama yine de okuyucularımıza
kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1978 Sarıkamış doğumluyum. Subay bir babanın iki
kızından biriyim. Babamın vazifesi sebebiyle çocukluğum
Anadolu'nun farklı şehirlerinde geçti. Bu nedenle çok
okul değiştirdim. Şimdi geriye dönüp baktığımda bunun
iyi bir şey olduğunu görüyorum. Bendeki hiç bir yere ait
olmama ve göçebelik duygusunun kökleri sanırım buraya
dayanıyor. Üniversitede işletme eğitimi aldım fakat
aslında bu bölüm hiç bana uygun bir bölüm değildi.
Haliyle bunu çok geçmeden anladım ve mezuniyetimden
sonra başladığım iş hayatı beni mutlu etmedi. Yaşamım
genel olarak hep manevi bir arayış içinde geçti ve bu da
beni bir süre sonra yazmaya sevk etti. İlk kitabımı 2006
senesinde yazdım ve o gün bugündür yazmaya devam
ediyorum.
Yazarlık sizin için ne ifade ediyor? Yazar olma
yolculuğunuzdan kısaca bahseder misiniz? Bu
yolculukta size kimler destek oldu?
Üniversiteden mezun olduktan sonra çalıştığım bütün
işlerde "buraya ait değilim, yapmam gereken iş bu değil,
başka bir şey yapmalıyım" hissi hep hâkimdi. Fakat ne
yapmam gerektiğini bilmiyordum. Yazarlık benim için
duamın kabul edilişi gibi bir şey. Şu anda tam olarak
yapmam gereken işi yaptığımı ve olmam gereken yerde
olduğumu hissediyorum. Ve bunun için her zaman
şükrediyorum. Aslında yazar olmak gibi bir hedefim ya da
hayalim hiç olmamıştı. Üniversite dönemimde iyice artan
manevi arayışım neticesinde birçok türde kitap
okumuştum ve bu kitaplardan kendimce mühim bilgiler
edinmiştim. Bu bilgileri paylaşmak gayesiyle “BİR” adlı
kitabımı yazdım. Yazarlık maceram böyle başladı
diyebilirim. Tek desteğim her zaman ailem oldu.
Yazdıklarımı önce onlara okuturum. Bu hiç değişmez.
Son kitabınız “Bir Yunus Emre Hikâyesi Sarı
Çiçek”in ortaya çıkış sürecini anlatır mısınız?
Bir süredir insanlardan ve sosyal çevreden bir miktar
uzağım. Bir nevi uzlet gibi bir şey. Bu süreç boyunca
Yunus'un şiirleri bana yoldaşlık etti. Sanki bir tek Yunus
halimi sordu, bir tek Yunus halimden anladı, bir tek
Yunus bana derttaş oldu gibi. İşte böyle bir sürecin
sonunda bir baktım ki iç sesim Yunus gibi konuşuyor ya
da içimde sadece Yunus konuşuyor gibi bir şey. Neticede
Yunus konuştu, ben dinledim. Bir taraftan da
dinlediklerimi yazıya döktüm. Ortaya “Sarı Çiçek” çıktı.
Bu kitap için en uygun türün tiyatro olacağını düşündüm.
Öyle ki belki yakın bir zamanda sahnelerde “Sarı Çiçek”i
izleyebileceğiz. Çünkü Yunus Emre'nin sevgi mesajına şu
sıralar çokça ihtiyacımızın olduğu bir dönemden
geçiyoruz. Okullarda öğrenciler sahnelesinler, hem
amatör hem de profesyonel tiyatro sanatçıları tarafından
“Sarı Çiçek” oynansın isterim.
Kitabınızı okuma fırsatı buldum. Sarı Çiçek’in
Yunus Emre’ye sorduğu soruyu ben de size sormak
istiyorum. Sizce aşk nedir?
Keşke bir iki cümleyle açıklanabilecek bir şey olsaydı aşk.
Ama değil, en azından bendeniz için değil. Yazar olmanın
en hazin yanı kelimelerin duyguları anlatmadaki
kifayetsizliğini yakinen biliyor olmak diye düşünüyorum.
Hele aşk için hangi kelime ve hangi anlatım yeterli ve
yerinde bir tanımlama olur hiç bilmiyorum. Bazen
düşünüyorum da belki bugüne dek yazdığım bütün
kitaplarda aşkı anlamaya ve anlatmaya çabaladım ama
nafile... Galiba en güzel tanımı yine Hz. Mevlânâ yapıyor:
Aşk nedir diye soranlara "Ben ol anla!" diyor. Herkes
kendi istidadınca aşkı anlayabilir. Aşkı anlamak da
anlatmak da biraz nasip, biraz da kabiliyet meselesi galiba.
Başucu yazar ve kitaplarınız nelerdir? Yazarların ve
kitapların hayatınıza nasıl bir etkisi oldu?
Bu sorunuzun cevabı her yaşta ve her dönemde değişiyor
aslında. Çünkü insan her dönemde -çocukluk, gençlik,
orta yaş gibi - farklı arayışlar, farklı sorular ve farklı
duygular içinde oluyor. Dolayısıyla başucu kitaplarımız
da sürekli değişiyor. Geçtiğimiz iki- üç seneye bakarak
cevap vereyim. Şu sıralar İmam Gazali'nin kitapları
başucu kitabım olarak duruyor. Ayrıca her dönemde
okumaktan keyif aldığım yazarlardan biri Necip Fazıl'dır.
Onun bütün kitaplarını ve bilhassa tiyatro eserlerini
severek okurum. Son bir yıldır divan edebiyatına merak
sardım. Eşrefoğlu Rûmî Divanı ve Şeyh Galip'in Hüsn-ü
Aşk'ını okumak bana zevk ve neşe veriyor.
Şimdiye kadar yayımlanmış kitaplarınızdan okur
ve eleştirmenlerden aldığınız dönüşlerden
bahseder misiniz?
Bu konuda şanslı yazarlardan biri olduğumu
düşünüyorum. Okuyucularımdan her zaman olumlu
dönüşler alıyorum. Kitaplarımı beğenmelerinden ziyade
onların gönüllerine dokunabilmek beni memnun ediyor.
Kitaplar vasıtasıyla gönülden gönüle bir bağ kurulduğunu
hissediyorum.
Kitaplarınızda tasavvuf yolu hâkim. Bu yolu nasıl
belirlediniz?
Hani kendimi bildim bileli diye bir deyiş vardır ya,
tasavvuf benim için böyle bir şey. Biraz ezeli nasip, biraz
fıtrat, çokça gayret ve hepsinden fazla aşk.
Neyzen Tevfik'in hayatından kesitlere yer
verdiğiniz Kırık Ney adlı kitabınız tiyatroya
uyarlandı ve yakında seyirciyle buluşacak. Bu
konuda son gelişmeler nelerdir?
Evet dediğiniz gibi Kırık Ney tiyatroya uyarlandı ve
yakında sahnelenecek. Bu benim yazarlık hayatımda bir
dönüm noktası. İlk kez yazdığım bir eseri sahnede
izleyecek olmanın heyecanını yaşıyorum. Umarım her
şey yolunda gider ve bir dahaki söyleşimizi Kırık Ney
tiyatrosu hakkında yaparız. Kırık Ney, 2023 yılının Ekim
ayında “Tiyatro Ak'la Kara Bodrum” tarafından
sahnelenecek. Hazırlıklarımız ve çalışmalarımız bu yönde
devam ediyor.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitabınız var mı?
Okuyucularınıza ipucu verir misiniz?
Şu sıralar bir dizi çocuk kitabı hazırlığı içindeyim.
Genellikle çocuk kitaplarını beş ya da on kitaplık seriler
halinde hazırladığım için biraz uzun soluklu ve yorucu bir
çalışma gerektiriyor. Fakat ilhamın nerede, ne zaman
geleceği hiç belli değil. Bir anda kendimi yeni bir kitap
içinde bulabilirim de... Bunu ben de bilmiyorum.
Son olarak okuyuculara söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
Hayat çok kısa ve bir o kadar da kırılgan... Yunusumuzun
sözüyle bitirelim isterim:
"Benim burda kararım yok, ben burdan gitmeye geldim.
Bezirgânım metaım çok, alana satmaya geldim.
Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için.
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim."
llerinize bakın sakince, yavaş yavaş inceleyin
Egözünüzün değdiği yerlerinizi. Dökülüyor
derilerimiz ve her parçayla dünden kalma
yanlarımıza veda ediyoruz. Gidenleri geri getirmek
mümkün değil elbet ancak var olanlara sahip çıkmak
zor olmasa gerek. Bir de hâlâ neler var ona bakalım.
Sağlık, akıl, irade ve elbette ailemiz. Oysa bunlar
yeterdi insanoğluna ancak o başka bir şeyin peşine
düştü. Cidden şarkıda dediği gibi, “Varlığı bir dert,
yokluğu yara.” Her harfi zehirden bir köşe, ismi
KADER !
İSMAİL HİLAL
anılmaması gereken ve artık kişiliği olan şey “PARA”.
Hayatımızın kafesi, hayallerin engeli, düşmandan
beter, aileleri yok eder, öyle bir şey. Şimdi onun
uğruna yitip giden hayatlara bakıyoruz bir süredir.
Bina kolonlarından çıkanlara ya da daha doğru
diyelim çıkmayanlara, avucuna alıp sıkınca dağılan
betonlara, ülkeden kaçmaya çalışan müteahhitlere ve
bunu kadere bağlayan farklı kesimlerden insanlara.
Giden can kendinden olmayınca, ağza o kelimeyi
almak kolay geliyor nedense. Sonuçta bunu
söylerken evindesin ya da evine gideceğini, evladına
sarılacağını biliyorsun. Ya kimsesi kalmayanlar ne
olacak? Bin bir emekle her şeyini yitirenler, seksen
yaşında kurtulup kimsesi kalmayan amcalar, teyzeler
ne olacak? Öksüz yetim kalan çocuklara kim nasıl
vebal ödeyecek!
Oysa kader neydi? Önce tedbir, sonra takdirin yazılı
olmayan sonucuydu. Tedbiri almadan sonuca gittik
ve bunun cezasını milyonlar ödeyecek! Gerçi biz ne
dersek diyelim birileri hep “KADER!” diyecek.
Mart 2023
05 / E d e b i y a t G a z e t e s i
SONSUZA DEK
Kadın, etrafında kalabalık severdi. Eski hayatını mı özlüyordu?
Ruhunda kopan fırtınalar meltem esintisiyle yansırdı dışarıya.
AHMET RIFAT İLHAN
06 / E d e b i y a t G a z e t e s i Mart 2023
KORKU ÖYKÜLERİ’NDE ÖYKÜLERE
OKUR DA DAHİL EDİLİYOR
“Ben yolda kalanlara yardımcı oluyordum, Yaratan da bana yardımcı oluyordu.”
İLKAY COŞKUN
Korku Öyküleri, Öykücü Yazar İsrafil Baran’ın
Ocak 2023 ayında, Kırmızı Leylek Yayınları
aracılığıyla okurla buluşturduğu öykü kitabı.
Kitapta on dokuz öykü yer almakta ve seksen sayfa
hacmindedir. Yazarın daha önce yayınlanmış kitaplarını
Kapadokya Öyküleri, Kapadokyalı Asker, Likya Öyküleri
ve Mars’a Yolculuk olarak sıralayabilirim. Yazar, Korku
Öyküleri'nin cesurların okumasını daha çok
arzulamaktadır. Bu öyküleri okumanın, bir cesurluk
göstergesi olduğuna inanılmaktadır. Korkunun da insanî
bir duygu olduğu ve hayatın bir gerçeği olduğu ön kabulü
üzerinden bu öyküleri okumanın daha elzem olacağı
kanaatindeyim.
Öykülerin bazılarını yazarın kendi başından geçtiği
gizemli olayları kurguyla harmanlayarak okura taşıdığını
görmekteyiz. Öykü anlatımlarının, birincil tekil şahıs
üzerinden yapıldığını görmekteyiz. Bu öykülerin bir
kısmında yazar, hem öykü başkahramanı hem de
anlatıcısıdır. Diğer bazı öykülerde de erkek, kadın ve hatta
çocuk öykü kahramanları görev yaparak öyküleri
anlatmaktadır. Geçimini mezar hırsızlığıyla idame ettiren
bir adam, fotoğraftaki gizemli kız, insanlara musallat
olmuş başka bir ruh, mezarlıktan gelen ses, otostopçu kız,
evdeki yabancı, Kıbrıs şehidinin zaman zaman köy
okuluna gelmesi ve okulda yaşanan esrarengizlikler,
çocuk bakıcısı, kırmızı oda, mezarlıktaki gelin, kambur
çoban, ruh çağırma gibi birçok öykü ismini
sıralayabilirim.
Öykülerde, isimleri geçen kahramanların bir kısmına
burada yer verecek olursam: Yazarın kendisinden başka,
Elif, Tekin, Zeynep, Yusuf, Gelin Tülay, Damat Ahmet,
Abuzer, Mehmet, Ruşen Bey, Kemal, Hoca, üç harflilerin
âşık olduğu kız gibi isimleri sıralayabilirim. Öykülerin
daha çok günümüzün öyküleri olduğunu söyleyebiliriz.
Şöyle ki, trafik ışıkları, İstanbul trafiği, otogar, Avrupalı
İnterrail’ciler (Çok yer gezmeye imkân veren biletlerin
sahipleri), çocukluk dönemlerinde ısrarla seyrettirilen Sır
Kapısı ve benzeri programlar, mobese kameraları, sosyal
medya gibi ifadelerden bunu anlıyoruz. Korku
öykülerinde Nevşehir, Kapadokya, Avanos kentleri başta
olmak üzere, öykülerin geçtiği başka yerler Kayseri,
Tokat, Adana, İstanbul, Erzurum, Kızılırmak gibi yer
isimlerini de öncelikli olarak sıralayabilirim. Bunlar da bu
Kırk yılda bir Japonya’ya turistik olarak gelmişim,
bir daha nasip olur mu bilmem diyerek
Japonya’nın o filmlerde gördüğümüz mistik
havasını yaşamak istedim. Çünkü Tokyo artık son derece
modern bir şehir olmuştu ve metropol gibiydi. Üst üste
geçen otoban yolları, kalabalık trafiği benim için çekici
değildi. İçinde ilginç türden rengârenk ağaçları, üzerinde
minicik tahtadan köprülerin olduğu küçük su akıntıları ile
dolu bahçeleri ve kıvrımlı çatıları ile tipik Japon evleri olan
yerleri görmek istiyordum. Otel sahibi derdimi iyi
anlamıştı. Bir taksi çağırtarak beni bu konuda çok tatmin
olabileceğim nostaljik bir restorana gönderdi.
Şoför beni tam hayalimdeki gibi bir bahçenin içinde,
kareli çerçeveler arasına yerleştirilmiş pencere boşlukları
kalın, beyaz kâğıtlarla süslü duvar niyetine bölmelerden
oluşan bir villaya getirdi. İçeri girerken ayakkabılarımı
çıkarttırıp takunyaya benzer özel Japon terliklerinden
verdiler. Üstüme de klasik Japon giysileri giydirdiler. Son
derece sade dekorlu odadaki yerden on santim kadar
yükseklikteki masanın yanına bağdaş kurarak oturdum.
Masanın üzeri çeşitli kültürel Japon yemekleri ile
donanmıştı. O sırada kapı açıldı ve üzerinde kırmızı-siyah
desenlerle süslü Kimonosu ve badana gibi boyalı
bembeyaz suratıyla bir Geyşa girdi. Çok sevindim, zira ne
kitap için, Anadolu'nun rengini ve dokusunu taşıyan
korku öyküleri olduğunu gösteriyor.
Korkunun işlendiği öykülerde mezarlıklar, mezar yerleri,
kürekçiler diye tarif edilen mezar kazıcıları, mezarlık
bekçileri, ters ayaklı olan kadın ve adamlar, üç harfliler,
ölülerin mezarda yer kavgası etmeleri gibi ürpertici
anlatımlar çokça yer almaktadır. Bunların yanında el
feneri, karanlık, gece, aynalar, karanlık yol gibi korkuyu
artırıcı ifadeler de öykülerde bolca yer almaktadır.
Büyük meleklerin isimlerinin yanında, cennetin
kapısında görevli olan Rıdvan meleği gibi küçük bilgi
kırıntıları da gençlere ve çocuklara verilmeye
çalışılmaktadır. Bununla birlikte “gazteci” gibi bazı
yöresel ağızdan kelimeler de verilmektedir. “Yaşadığım
bu olaydan sonra yarı zamanlı işlere tövbe ettim.
Arkadaşımla birlikte ayrı eve çıkma fikrimden de
vazgeçtim” (sayfa 39) diyerek hem bir tedbirli olma hali
GEYŞA
KADİR ERSOY
zamandır ‘Geyşa nasıl bir şeydir’ diye merak eder
dururdum. Son derece gerili ve hatasız bir şekilde arkaya
doğru taranmış saçlarını tahtadan bir toka ile
tutturmuştu. Çok kibar hareketler ile önce yeşil çayımı
doldurup minik fincanı önüme doğru uzattı, tıpkı
annemin ben küçükken yaptığı gibi diğer yiyecekleri
sırasıyla kendi elleriyle bana yedirdi. Sonra devamlı
hem de mesaj verme halini görmekteyiz. Bu öykülerde
ders veren, tedbirin öncelenmesi gerektiği vurgulanan
bölümler de bolca yer almaktadır. “Ben yolda kalanlara
yardımcı oluyordum, Yaratan da bana yardımcı
oluyordu” (sayfa 5) gibi birçok öyküde gençlere,
çocuklara yönelik güzel, anlamlı mesajlar içeren ifadeler
de bolca yer almaktadır.
En çok dikkatimi celp eden “Evdeki Yabancı” ve
“Fotoğraftaki Kız” öyküleri olmuştur. Merak duygusunu
çok fazla törpülemeden, okurun merak duygusunu çok
fazla gidermeden, “Fotoğraftaki Kız” öyküsünü kısaca
özetlemek istiyorum izninizle. Öykü kahramanı Tekin,
yerde kırmızılar giyinmiş bir kızın fotoğrafını görür. Kızın,
fotoğrafta eli zafer işareti konumundadır. Tekin’in bu
resimdeki kızı bulma serüveni bir trafik kazasıyla
sonuçlanır ve Tekin isimli genç ölür. O kazaya yol açan
şoför de, Tekin’in ölüm anında elinde olan esrarengiz
kızın aynı fotoğrafını görür ama bu sefer fotoğrafta
esrarengiz kızın üç parmağı yukarıdadır. Bu da öykünün,
şoförle beraber devam edeceğinin bir işaretidir. Bununla
beraber “Hemen Odana Çık” (sayfa 55) gibi birkaç
öyküde de, final bölümlerinde okurun da öyküye
eklendirilmesiyle, korkuya okur da dâhil edilir ve ürperti
boyut değiştirerek bir nevi okurun, korkma seviyesi
yükseltilir.
Korkunun, derin psikolojik ve psikanaliz boyutları vardır
elbet ama bu öykülerde daha çok yerinde, kıvamında,
sıradan insanın korkabileceği, etkilenebileceği korkular
işlenmektedir. Kitaptaki öykülere daha çok adrenalin,
heyecan taşıyan öyküler desek yeridir. Anlatımlarda
esrarengizlikler ve olağanüstülükler var ama daha çok
tadında, kıvamında… Bu da çocuklara, gençlere yönelik
bir öykü kitabı olmasından kaynaklanıyor olmalı… Yani,
anlatımlarda mantık ve tahayyül de gözetilmiş
diyebilirim. Hayatın içindeki tuhaf sanrılıkların,
olağanüstülüklerin varlığına hep inanılmaktadır. Ama bu
olağanüstülüklere rağmen anlatımlarda insani boyut hiç
törpülenmemiş gözüküyor. İnsan, az veya çok
korkularıyla yaşıyor ve yaşayacaktır da... Belki de
korkularımızı daha çok bizler büyütüyoruzdur. Bu
korkuların karşısında cesurluk gibi bir hasletimiz de yok
değil. Korkularımızın karşısında bir set hep vardır ve var
olacaktır. İyi okumalar.
gülümseyen yüz ifadesiyle Arp’a benzeyen uzun telli bir
Japon müzik enstrümanı ile ruhumu okşayan Japon
şarkıları çalmaya başladı. Dinlerken kendimi rengârenk
bir Japon bahçesinde gezinti yapıyormuş gibi hissetmeye
başladım. Çay fincanları çok küçük olduğundan, içtiğim
çay çabuk bitmişti. Onu dinlerken bir fincan daha içmek
istedim. Elimi çayı almak için uzattığımda, işte ne olduysa
o anda oldu! Elindeki Arp’ı bir kenara atan Geyşa çaya
uzanan elime sıkı bir tokat yapıştırdı. O ana kadar
ağzından tek kelime çıkmayan kız, son derece kızgın bir
yüz ifadesiyle ve harika bir İngilizce ile bana bağırmaya
başladı: “Sakın! İstediğin bir şey varsa bana söyle, sen
yapma! Ben sana koşulsuz hizmet için yetiştirildim. Niçin
gururumu kırıyorsun, ben sana yanlış bir şey mi yaptım?”
Afalladım. Hemen özür dileyip olayın gidişatını tamamen
onun ellerine bıraktım. İçimden ‘sen harika İngilizce
öğren, yemek adabı ve saygı âdetlerini ezberle, müzik aleti
çalmayı öğren ve daha kim bilir bilmediğim ne
özellikler… ‘Böyle bir şey görev olmamalıydı.’ diye
düşündüm. Ama yine de bu badana gibi boyalı yüzü
nedeniyle on beş mi, altmış beş mi yaşında olduğunu
kesinlikle ayırt edemeyeceğim geyşanın yüce görev
anlayışına ve gururuna saygı duymaktan kendimi
alamadım.