sosyal bilimler dergisi - Bilgi İşlem Daire Başkanlığı - Süleyman ...
sosyal bilimler dergisi - Bilgi İşlem Daire Başkanlığı - Süleyman ...
sosyal bilimler dergisi - Bilgi İşlem Daire Başkanlığı - Süleyman ...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ<br />
FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ<br />
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ<br />
PROF. DR. BAYRAM KODAMAN’A ARMAĞAN<br />
ÖZEL SAYISI<br />
OCAK 2010
PROF.DR. BAYRAM KODAMAN<br />
1943- ….
FEN-EDEBİYAT FAKÜLTESİ<br />
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ<br />
ISSN:1300-9435<br />
Kurucusu ve İmtiyaz Sahibi/Owner<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN<br />
Editörler/Editors<br />
Prof.Dr. Fahrettin TIZLAK Yrd. Doç. Dr. Behset KARACA<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
A.Şevki DUYMAZ<br />
Yayın Kurulu/Publication Board<br />
Prof. Dr. Fahrettin TIZLAK Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman UZUNARSLAN<br />
Yrd. Doç. Dr. Behset KARACA Yrd. Doç. Dr. Kadir KASALAK<br />
Yrd. Doç.Dr. Bilge HÜRMÜZLÜ Yrd. Doç.Dr. Timuçin KODAMAN<br />
Prof. Dr. Ahmet ÖZGİRAY<br />
Ege Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Azmi SÜSLÜ<br />
Ankara Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Adnan ŞİŞMAN<br />
Uşak Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ<br />
Selçuk Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Abdullah SAYDAM<br />
Erciyes Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Hasan ÜNAL<br />
Bilkent Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Nedim İPEK<br />
Ondokuz Mayıs Üniversitesi<br />
Prof. Dr. İsrafil KURTCEPHE<br />
Akdeniz Üniversitesi<br />
Prof. Dr. Durmuş ACAR<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Danışma Kurulu/Advisory Board<br />
Prof. Dr. Hüseyin BAL<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Prof.Dr. Menderes COŞKUN<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Doç.Dr.Ramazan GÜLENDAM<br />
S.Demirel Üniversitesi<br />
Doç. Dr. Osman YILDIZ<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Doç. Dr. Kamil KAYA<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Doç.Dr. Sevil SARGIN<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Doç.Dr.T. Kaya ÇAĞLAYAN<br />
Ondokuz Mayıs Üniversitesi<br />
Yrd. Doç.Dr. Ömer ŞEKERCİ<br />
S. Demirel Üniversitesi<br />
Dizgi -Teknik Heyeti/Technical Assistance<br />
Okt. Murat KILIÇ
� SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Mayıs ve Aralık sayıları olmak<br />
üzere yılda iki kez çıkmaktadır<br />
� SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi hakemli bir dergidir.<br />
� Yazıların her türlü sorumluluğu yazarlara aittir.<br />
� Dergimize gönderilen yazılar yayınlansın veya yayınlanmasın iade edilmez.<br />
� Yazı sahiplerine telif ücreti ödenmez.<br />
� SDU Journal of Social Sciences is issued twice a year, May and December.<br />
� Published or not, manuscripts are not returned to the author(s).<br />
� Authors are not paid.<br />
� SDU Journal of Social Sciences is refereed publicition.<br />
� SDU Journal of Social Sciences is indexed in MLA International Bibliography and<br />
TUBİTAK/ULAKBİM.<br />
Yazışma Adresi/Address<br />
<strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Tarih Bölümü 32260 Isparta<br />
Tel: 0 (246) 2114161-2114163 Faks: 2371106<br />
elektronik posta/e-mail: sdusosbil@sdu.edu.tr<br />
Web: http://sablon.sdu.edu.tr/dergi/sosbilder
İÇİNDEKİLER<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi…………………………………………....1<br />
Ali BULGURCU<br />
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarını Gözüyle Prof.Dr.Bayram KODAMAN…………15<br />
XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri…………………………………………28<br />
Abdullah SAYDAM<br />
Etnik Kimlik ve Milli Kültür Meselesi……………………………………………....46<br />
Abdulkadir YUVALI<br />
Bir Osmanlı Valisinin Görevinden Alınma Serüveni (Diyarbakır …………………...54<br />
Valisi İshak Paşa 1832–1834)<br />
Ahmet AKSIN&Türkmen TÖRELİ<br />
Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları……………………………………….....64<br />
Ali SARIKOYUNCU<br />
1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları……………………………………….85<br />
Behset KARACA<br />
Kurtuluş Yolu Dergisinde Sağlık Yazıları………………………………………......108<br />
Bekir KOÇLAR<br />
XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta Kazasının İdari Durumu ve …………………..114<br />
Avarız Hane Kayıtlarının Isparta’nın Nüfus Tahminlerinde<br />
Kullanılamayacağına Dair Bir Deneme<br />
Fahrettin TIZLAK<br />
XVIII. Yüzyıl Sonu ile XIX. Yüzyılın İlk Başlarında ……………………………....124<br />
Isparta’da Fiyatlar (1789–1807)<br />
Fahrettin TIZLAK<br />
Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin …………….....131<br />
İlk Üç Yılının Türkiye’sinden Bazı Notlar<br />
Fahri SAKAL<br />
Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri ………..…..148<br />
Faaliyetler Çerçevesinde Eğitim Alanındaki Çalışmalar<br />
Gülbadi ALAN<br />
Osmanlı’dan Cumhuriyete Değişme, Farklılaşma ……………………………….....169<br />
ve Yeniden Yapılanma<br />
Hayri ÇAPRAZ<br />
İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivinde XVIII. Yüzyıl …………………………...176<br />
İskenderiyesi Hakkında Bazı Kaynaklar<br />
İbrahim GÜLER<br />
Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu…………………………………….…185<br />
K. Tuncer ÇAĞLAYAN<br />
Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi………………..…212<br />
Kemal DAŞCIOĞLU<br />
Modernleşme-Öncesinde Osmanlı Toplumunda Eşkıyalık ……………………..…226<br />
Hareketlerinin Niteliği ve Özellikleri<br />
Mehmet ÖZ<br />
Kühlmann, Rubarth Ve Lersner’e Göre Talat Paşa ....……………………………..234<br />
Mustafa ÇOLAK
İbni Haldun Bir Rönesans Aydını Mıdır? …………………………………………245<br />
Mustafa ÖZTÜRK<br />
Göç ve Türk Kimliği ……………………………………………………………...253<br />
Nedim İPEK<br />
II. Meşrutiyet Dönemi Demokratikleşme Çabaları ………………………………..260<br />
Nevzat ARTUÇ<br />
18.Yüzyılda Doğu Akdeniz’de Ticaret ve Güvenlik ……………………………….266<br />
Osman KÖSE<br />
Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve Yayımladıkları ………………….....276<br />
Beyannameler (1895 – 1896)<br />
Rıza KARAGÖZ<br />
Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye ……………………………………………....288<br />
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU<br />
Yakın ve Şimdiki Zamanı Yazmak: Türkiye’de Cumhuriyet Tarihçiliği…………….304<br />
<strong>Süleyman</strong> İNAN<br />
Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları………………………....313<br />
Yaşar KALAFAT<br />
1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları………………………………………....324<br />
Zafer GÖLEN<br />
Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak…………….………………………..348<br />
Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI
SUNUŞ<br />
Yıllarını bilime ve öğrencilerine adayan bir öğretim üyesinin geride bıraktığı en<br />
önemli eser, yapmış olduğu bilimsel yayınları ve yetiştirmiş olduğu öğrencileridir.<br />
Eseri olmayan insan unutulmaya mahkûm değil midir?<br />
Unutulmaya mahkûm olmayan seçkin bilim adamları ne yazık ki zamanı gelince<br />
üniversitedeki fiili hizmetlerini bırakmak durumunda kalmaktadır. İşte onlardan birisi<br />
de ülkemizin değişik üniversitelerinde görev yaptıktan sonra uzun yıllar <strong>Süleyman</strong><br />
Demirel Üniversitesi’nin akademik dünyasına hizmet veren ve 02.01.2010 tarihi<br />
itibariyle emekliye ayrılan hocamız Prof. Dr. Bayram KODAMAN’dır.<br />
Biz onu son dönem Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi alanlarında yapmış olduğu<br />
birçok bilimsel araştırması ve günümüzde ülkemizin yaşamakta olduğu çeşitli<br />
problemler hakkında yazmış olduğu yazıları ile Türk tarihçiliğinde herkesin tanıdığı bir<br />
şahsiyet olarak biliyor ve tanıyoruz. O, yapmış olduğu bilimsel ve özellikle de popüler<br />
yayınlarında her zaman ülke, millet ve devlet kavramlarını ön planda tutmuş ve bu<br />
özelliğiyle dikkat çekmiştir.<br />
Bunun yanında, sadece tarihçilik alanında değil diğer alanlarda da birçok insanın<br />
akademik hayata atılmasına rehberlik etmiştir. Hocamız bu yönüyle de ülkemizin<br />
birçok üniversitesinde tanınan bir şahsiyettir.<br />
<strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi olarak akademik çalışmaları ve konferanslarıyla<br />
Türk milletine, Türk tarihine ve Türk kültürüne hizmet etmiş, lisans ve lisansüstü<br />
düzeyde yüzlerce öğrenci yetiştirmiş olan bu bilim emekçisinin hatırasını yaşatmak ve<br />
ona olan vefa duygularımızı göstermek için bir armağan kitabı yayınlamaya düşündük.<br />
Bunu da kuruculuğunu bizzat kendisinin yapmış olduğu ve bugün uluslararası<br />
indeksler tarafından taranan bir dergi konumunda olan <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi’nin bu sayısını ona armağan ederek yerine getirmek istedik.<br />
Böyle bir eserin yayınlanmasına yazıları ile destek veren akademisyenlerimize,<br />
<strong>dergisi</strong>ni bu özel sayıya ayıran Fen Edebiyat Fakültemize ve eserin basım<br />
çalışmalarında emek veren arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.<br />
Prof. Dr. Metin Lütfi BAYDAR<br />
Rektör
EDİTÖRLERDEN<br />
Birçok üniversitede idarecilik ve hocalık yapan, kendisini bilime ve öğrencilerine<br />
adayan bir öğretim üyesinin geride bıraktığı en önemli eseri yayınları ve öğrencileridir.<br />
Sayın hocamız birçok fakültenin ve bölümün kuruluşunda, yapılanmasında ve bilim<br />
hayatına kavuşmasında mühim bir yere sahiptir. Teşkilatçılık özelliği ile de ender<br />
insanlardan birisidir. Bu doğrultuda Hacettepe Üniversitesi, Fırat Üniversitesi,<br />
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, şu anda Mehmet Akif Üniversitesine bağlı Burdur<br />
Eğitim Fakültesi ve emekli oluncaya kadar da <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesinde<br />
çalışan ve buralarda idarecilik ve öğretim üyeliği gibi önemli hizmetlerde bulunan<br />
Kodaman, birçok kişinin üniversiteye alımı ve yetişmesinde emek sarf etmiştir. Hatta<br />
ismini zikrettiğimiz üniversitelerin bazısının tarih bölümlerinin kuruluşu ve<br />
yapılanmasında önemli misyon üstlenmiştir.<br />
Değerli hocamızın emeklilik zamanı gelmiş ve bu mümtaz şahsiyet görevinden<br />
ayrılmıştır. Biz öğrencileri olarak hocamızın unutulmaması, onun hatırasının<br />
yaşatılması ve vefa borcu olarak böyle bir hatıra sayısı çıkarmaya karar verdik. Bu<br />
doğrultuda <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler<br />
Dergisinin bir sayısını özel armağan sayısı olarak tasarladık. Bu bağlamda birinci<br />
derecede hocamızın öğrencileri olan ve onunla teşrik-i mesai yapan kişilerden yazılar<br />
istedik. Sonuçta birçok arkadaşımız makale ve tanıtım yazılarıyla bu esere katkıda<br />
bulundular.<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN Armağanı, Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Metin<br />
Lütfi Baydar’ın yakın ilgi ve yardımları olmasaydı gerçekleşemezdi. Başından sonuna<br />
kadar her aşamada çıkan zorlukları aşmamızda ve bu eserin basımında bize yardım<br />
ettiler. Kendilerine teşekkürlerimizi arz ediyoruz.<br />
Bu armağanın hazırlanmasında yazıları ve görüşleriyle katkıda bulunan değerli<br />
meslektaşlarımıza teşekkürü borç biliriz. Ayrıca basım aşamasında emeği geçen<br />
Okutman Murat Kılıç’a ve üniversite matbaası görevlilerine şükranlarımızı sunarız.<br />
Prof. Dr. Fahrettin TIZLAK Yrd. Doç. Dr. Behset KARACA
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof.Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
Ali BULGURCU ∗<br />
I- Prof. Dr. Bayram Kodaman'ın Hayatı<br />
A- Doğumu, Ailesi ve Çocukluk Dönemi<br />
Bayram Kodaman, Isparta'ya bağlı Yalvaç'ın eski adıyla Köstük bugünkü adıyla<br />
Çamharman köyünde dünyaya geldi. Doğumu, annesinin ifadesine göre, 1942 yılı<br />
Zemheri'sinin ilk (?) günlerine tesadüf etmektedir. Babasına göre ise, onun nüfusa<br />
kaydedilmesi, babasının şeker alabilmek maksadıyla doğumundan bir hafta sonra kazaya<br />
inmesi ve bu arada da nüfus idaresine uğraması neticesinde olmuştur. Bu resmî nüfus<br />
kaydı, 1 Ocak 1943'tür. Yukarıda zikredilen her iki ifadeye bağlı olarak Bayram<br />
Kodaman'ın esas doğum talihinin, 1942 yılı Aralık ayının son haftasının ilk günlerine<br />
rastladığı kesinlik kazanmaktadır.<br />
Bayram Kodaman, anne, baba ve kardeşler olmak üzere on kişilik kalabalık bir<br />
ailenin çocuğudur. Babası Osman oğlu Faik olup yeni harfleri köyde ilk öğrenen<br />
kişidir. Sülâle olarak köyde, "Kodamanlar" diye anılmaktadırlar. Kodamanlar'ın bilinen<br />
en eski kuşağı, Bayram Kodaman’ın babasının dedesi Hacı Hüseyin'e kadar<br />
dayanmaktadır.<br />
Hacı Hüseyin'in kardeşi Kodamanoğlu Hasan, Plevne müdafaası kahramanı Gazi<br />
Osman Paşa'nın seyisi olarak, bu müdafaada bulunmuştur. Bayram Kodaman'ın dedesi<br />
Hacı Hüseyin oğlu Osman ise, Girit'te iki kez askerlik yapmıştır.<br />
Anne sülâlesi, "Kurugil" diye anılmaktadır. Annesi ev hanımı olup dönemin<br />
şartlarında hemen hemen bütün ailelerde görüldüğü gibi okuma yazması yoktur. Ancak<br />
ibadetlerini yerine getiren inanmış bir insandı. Çevresinde ve aile içerisinde çalışkanlığı,<br />
işgüzarlığı ile de tanınmaktadır.<br />
Babası, köyde, yeni usûlde okur-yazar olan insanların ilki olma özelliğini<br />
taşımaktadır. Onun bu özelliği, kendisinin uzun yıllar (?) köylerinde muhtar olmasına<br />
vesile olmuş, aynı zamanda köylünün senet, ilmühaber, hesap gibi sair işlerini de<br />
yürütmesini sağlamıştır. O, köyde, gazete okuyan ve ajans dinleyen insan olarak da<br />
tanınmış olduğundan dünya hakkındaki haberler de köylülerce genellikle ondan<br />
öğrenilirdi.<br />
Kodaman'ın babası, maalesef bugün gittikçe azalmakta ve eski fonksiyonunu ve<br />
özelliklerini yitirmekte olan "ODA" sahibi olup, köyün ileri gelenlerinden biri sayılırdı.<br />
ODA sahibi olmanın vermiş olduğu bu anlayışla kapısı, daima gelene gidene açık<br />
∗ S.D.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi
2 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
tutulmakta idi. Kur'an-ı Kerim'i okuyan, sabah namazını ve cuma namazlarını kılan,<br />
orucunu titizlikle yerine getirmeye çalışan bir kişi olarak bilinmektedir. Eski ve yeni<br />
yazılara vâkıf olması ve kitap okuması özelliğinden dolayı, okuması ve yazması olmayıp<br />
da hoca geçinenlerle tartışmalar yapması ile de tanınmaktadır. Kendisi, köy şartlarında<br />
şehirle bağlantısı olabilen insanlardandır. Hülâsa Bayram Kodaman, çevrede ve<br />
köylerinde tanınan ve sözü dinlenen bir aileye dolayısıyla babaya sahipti.<br />
Kodaman, kardeşleri arasında ilkokulu bitirebilen, köylerinde ise ilk olarak<br />
ortaokula giden, lise, üniversite tahsili yapan kişidir. Her ne kadar onun tahsil hayatına<br />
başlaması köylüye teşvik unsuru olmuş ise de birkaç kişi ancak lise seviyesinde bir<br />
tahsil yapabilmiştir. O, ilkokula başlayıncaya kadar, kalabalık bir aile topluluğu<br />
içerisinde ve köy şartlarında, normal çocukluğunu yaşamıştır. 1949 yılında köylerine<br />
Mehmet Kalender isimli Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen gelmiştir. Bu<br />
öğretmenin köye gelmesi ile onun okul hayatı da başlar. Öğretmenin köye geldiği ilk yıl<br />
köyün okul binası yoktur. Bu yüzden camide İlköğretime başlanmış, Bayram<br />
Kodaman’da yaşı tutmadığı küçük olduğu halde, büyük kardeşlerinin peşinden bir süre<br />
kayıtsız olarak okul vazifesini gören camiye gidip gelmeye başlamıştır. Daha sonra<br />
onun bu hevesini ve okulun boyca ve yaşça en küçük öğrencisi olduğunu gören<br />
öğretmeni, onu bir numara ile okula kaydederek bir nev'i ödüllendirmiştir. Köye 1950<br />
de okul binası yapılınca İlköğretim, camiden oraya nakledilmiştir.<br />
O, okula başladıktan sonra artık, kışları okula giderek öğrencilikle meşgul olmuş,<br />
yazlan ise oğlak-kuzu, koyun, keçi, öküz, merkep gütmek, bağ beklemek, ekmek<br />
torbasını tarlada çalışanlara iletmek, harman zamanı düğen sürmek, su doldurmaya<br />
gitmek gibi ve sair köy çocuklarının yapabileceği bütün hizmetleri görmüştür.<br />
B-Tahsil Hayatı:<br />
İlkokul beşinci sınıfa geldiğinde öğretmenin dikkatini celbettiğinden ve babasının da<br />
okutmaya hevesli olmasından dolayı, önce öğretmen okulu (Isparta Gönen Köy<br />
Enstitüsü)'ne yollanmak istenmiştir. Fakat babası, oğlunun gerek yaşının ve boyunun<br />
küçük olması gerekse uzak yerlere göndererek gözünden ayırmak istememesi sonucu,<br />
öğretmen okuluna yollamamış, Yalvaç Ortaokulu'na kaydettirerek tanıdığı bir aileye<br />
onu emanet etmiştir.<br />
Böylece o, köyünün dışında ve ailesinden uzakta, köye göre oldukça değişik bir<br />
ortamda tahsil hayatına başlamıştı. Bu değişik ortam, köyden kente geliş, ailesinden<br />
uzakta oluş, ilk yıllarda onun başarısını olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim o<br />
kendisinin de ifadesine göre, tahsil hayatının en zor yıllarını ortaokul birinci sınıfta<br />
yaşamıştır. Bu ilk yılda ailenin yanından ayrılmanın ve köyden şehre inmenin küçük bir<br />
çocuk üzerinde bırakacağı bütün tesirler, onun hayatında cereyan etmiştir. Hatta öyle<br />
anlar olmuştur ki, bilhassa köyünden ve ailesinden uzakta olması, okulundan<br />
ayrılmasını düşündürecek kadar büyük tesir etmiştir. Buna rağmen, o tahsilini bazı<br />
teselli kaynakları bularak sürdürmeye çalışacaktır. O'nun bu ilk yıllarda okula ısınmasını<br />
sağlayan ve teselli kaynağı olan okul idaresinin, bütün köylü çocuklarını şehirlilerden<br />
ayırarak 1-B sınıfında toplaması olmuştur. Zira o, sınıfta kendisi gibi köyden okumak<br />
üzere gelen arkadaşları ile görüşüp tanıştıkça yalnızlıktan ve çevrenin etkilerinden<br />
kurtulmaya, aile özlemini gidermeye ve çevreye uyum sağlamaya çalışıyor, bilincinde<br />
olmaksızın belki de moral kazanmaya gayret ediyordu. Bu ortam içerisinde ortaokula
Ali BULGURCU 3<br />
ısınan Kodaman'ın okuldaki tahsil hayatı, sınıf arkadaşlarınınki gibi normal düzeyde<br />
geçmiş ve bu okulu 1954 yılında bitirmiştir.<br />
Ortaokulu bitirdiği yıl, Yalvaçlıların ortaokul bünyesinde açtıkları özel liseye<br />
kaydolmuştur. Bu lisenin açılması onun başka bir liseye gitmesine mani olmuştur.<br />
Yalvaçlıların kendilerinin açtıkları bu lise daha sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı<br />
Tevfik İleri'nin Yalvaç’a gelmesi ile resmi devlet lisesi haline gelmiştir. Lise'nin<br />
Edebiyat Kolunda eğitim görmüş olan Kodaman'ın buradaki tahsil hayatının en<br />
başarılı yılları, iki ve üçüncü sınıflarda olmuştur. Lise'yi 1960 yılında bitirmiştir.<br />
Aynı yıl, asıl girmek istediği okul Hukuk Fakültesi olmasına rağmen bu okulun<br />
giriş imtihanını kaçırmış olduğundan, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ne kaydoldu.<br />
İkinci yıl yani 1961'de, Hukuk Fakültesi'ne yine girmek istedi ise de, babasının<br />
öğretmenliğin daha iyi olduğunu ve ailede bir öğretmenin bulunmasının yararlı<br />
olacağını belirterek muhalefet etmesi üzerine aynı fakültede tahsiline devam etti.<br />
Kodaman, D.T.C.F. nin başarılı öğrencileri arasında yer almıştır. Dört yıllık bir<br />
tahsilden sonra, 1964 yılında, bu fakültenin "Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı'ndan<br />
mezun olmuştur. Fakültede ders aldığı hocalar arasında Faruk Sümer, M. Altay<br />
Köymen, Halil Demircioğlu, Firuzan Sümer, Adnan Erzi, Şinasi Altındağ, Enver Ziya<br />
Karal, Halil İnalcık, Mustafa Akdağ ve Şerafettin Turan'ı zikredebiliriz.<br />
Bayram Kodaman, üniversiteyi bitirinceye kadar yazları köyünde kışları da<br />
Fakültenin bulunduğu Ankara'da geçirmiştir. Fakat köyünden, bağlarını hiç<br />
koparmamıştır, kopmamıştır. DTCF'ni bitirdikten sonra yedek subay olarak askere<br />
gitmiş, Etimesgut'daki altı aylık atlı ve zırhlı temel eğitimini müteakiben yirmi dört ay<br />
olmak üzere Kars'ta askerlik hizmetini tamamlamıştır. (1964 Ekim- 1966 Ekim).<br />
Askerliği sırasında, 5 Şubat 1966'da nişanlanmıştır.<br />
II- Çalışmaları<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman'ın çalışmalarını "ilmî" ve "idarî" olmak üzere iki kısımda<br />
inceleyebiliriz.<br />
A-İImî Faaliyetleri<br />
Kodaman'ın ilmî faaliyetleri, bir açıdan çeşitlilik arz eder mahiyettedir. Çünkü o, bilimde<br />
kademe çalışmalarının yanında muhtelif konulara dair araştırma ve incelemelerde de<br />
bulunmuş, bu çalışmaları eser ve makale halinde kendini gösterirken, diğer taraftan<br />
çıkarmış olduğu dergilerle ilme ve ilmî neşriyata ehemmiyeti hâiz katkıları olmuştur.<br />
Şimdi bunları tek tek ele alarak belirtmeye çalışalım.<br />
a- Bilimde Kademe Çalışmaları (akademik unvanları}:<br />
Kodaman daha askerliğinin son aylarında Kars'ta iken yurt dışı doktora imtihanlarına<br />
katılmaya karar vermiş, askerliğini bitirir bitirmez de üniversite hayatım geçirdiği<br />
Ankara'ya gelerek bu imtihana girmek için müracaat etmiştir. 21 Kasım 1966'da<br />
doktora imtihanına girmiş, imtihan neticelerim beklediği bir sırada da Alanya Lisesi<br />
Tarih Öğretmenliği'ne atanmıştır. (Aralık 1966). İmtihan neticesi belli olmadığından bu<br />
lisedeki öğretmenlik görevine hemen başlamıştır.<br />
Kodaman, Alanya'da öğretmenlik yaparken, bir taraftan imtihan neticelerini<br />
beklemekte diğer taraftan da evlilik hazırlıklarını sürdürmektedir. Bu minval üzerine<br />
günlerini geçirirken onun hayatının akışı, yurt dışı doktora imtihanını kazandığını
4 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
bildiren bir telgrafı alması ile yön değiştirecektir. Zira o, imtihanı kazanması üzerine<br />
artık 7 Şubat 1967'de evliliğini yapacak, ondan soma da doktora tahsili için Fransa'ya<br />
26 Mart 1967'de hareket edecektir.<br />
Fransa'da Grenoble şehrinde on iki aylık bir dil eğitiminden sonra, güney’de<br />
bulunan Aix-en Provence'deki "Aix-Marseille Üniversitesi" Edebiyat Fakültesi<br />
(Faculte des Lettres et Sciences Huimaines)'de doktora programına kaydolmuştur.<br />
(Ekim 1968)<br />
Doktora tezini, Türk Tarihi sahasında tanınmış olan Prof. Dr. Robert<br />
MANTRAN danışmanlığı altında yürütmüştür. Doktora tez çalışması olarak, "Les<br />
Ambassades de Moustapha Rechid Pacha â Paris (Mustafa Reşit Paşa'nın Paris<br />
Elçilikleri)" ni almıştır. 28 Ekim 1971’de tezini başarı ile tamamlamış, 5 Kasım<br />
1971’de yurda dönmüştür.<br />
Kodaman, yurda döndükten sonra, Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari<br />
Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü'nün açtığı asistanlık imtihanına girerek, bu imtihanı<br />
kazanır. Bunu müteakiben 31 Ocak 1972'de asistanlık kadrosuna atanarak, yeni<br />
görevine başlar. Aynı yılın Ağustos ayında asistanlıktan öğretim görevliliği kadrosuna<br />
geçmiştir. Bundan sonra o akademik çalışmalarına, aynı Fakülte'nin dekanı ve aynı<br />
zamanda Tarih Bölüm Başkanı olan Prof. Dr. Ercümend Kuran'ın yanında ve onun<br />
büyük teşvikleriyle sürdürecektir.<br />
Hacettepe Üniversitesinde eğitim-öğretim faaliyeti içerisinde yerini alırken<br />
Ercümend Kuran'ın tavsiyesi ile de "II. Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi" üzerinde<br />
doçentlik tez çalışmasına başlamıştır. Dört yıllık inceleme ve araştırmaları neticesinde,<br />
tezini tamamlayarak 1976'da doçentliğe yükselmiştir. Doçent olduktan sonra aynı<br />
fakültenin öğretim üyeliği kadrosuna atanmıştır. Fakülte'de öğretim üyeliğinin sürdüğü<br />
sıralarda Yugoslav Hükümeti'nden aldığı bir bursla, Ocak-Eylül 1978'de Belgrad<br />
Üniversitesi'nde çalışmalarda bulunmuştur. Orada bulunmasından istifade ederek<br />
Yugoslavya'da Türk kültürünün izlerini taşıyan pek çok yerleri de (Kosova,<br />
Saraybosna, Manastır, Üsküp, Ohri, Debre, Kalkandelen, Kardağ, Dubrovinide,<br />
Petervaradin gibi) inceleme ve araştırma gezilerinde bulunmuştur.<br />
1981 yılında "Hamidiye Hafif Süvari Alayları (II. Abdülhamid ve Doğu Anadolu<br />
Aşiretleri)" adlı çalışmasını profesörlük tezi olarak takdim etmiş ve Kasım 1981'de de<br />
Profesör olmuştur.<br />
b- İlmî Neşriyata Hizmetleri:<br />
Bayram Kodaman'ın tarih ilmine, Türk Tarihi'ne ve yayın hayatına dair çeşitli<br />
hizmetleri olmuştur. Ülkemizin çeşitli yörelerinde, üzerinde bulundurduğu görevin<br />
dışında, muhtelif konulara ait sempozyum ve kongreler düzenlemesi dergiler çıkarması<br />
onun bu yönünü ortaya koymaktadır. Onun bu sahalardaki çalışmaları arasında şunları<br />
zikredebiliriz:<br />
1- "Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri Kollok-<br />
yumu"<br />
Kollokyum, 21-26 Mayıs 1984 yılında Elazığ'da Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />
Fakültesi adına tertip edilmiştir. Kollokyum'a sunulan tebliğler 1990'da Elazığ'da<br />
basılmıştır.<br />
2- "Doğu Anadolu'nun (Sosyal, Kültürel ve İktisadî) Mesele<br />
leri sempozyumu"
Ali BULGURCU 5<br />
Bu sempozyum, 13-15 Mayıs 1985 talihleri arasında yine Fırat Üniversitesi-<br />
Tunceli Valiliği adına Tunceli'de tertip edilmiştir. Sempozyuma sunulan tebliğler bir<br />
kitap halinde basılmışür.<br />
3-"Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi"<br />
Kongre, 13-17 Ekim 1986 tarihleri arasında Ondokuz Mayıs Üniversitesi adına<br />
Samsun'da tertip edilmiştir. Bu kongreye sunulan tebliğler 1988 yılında Samsun'da<br />
basılmıştır.<br />
4- "Millî Mücadele'de Amasya Sempozyumu"<br />
Bu sempozyum, 20-22 Haziran 1986'da Amasya'da Ondokuz Mayıs Üniversitesi<br />
ve Amasya Valiliği adına tertip edilmiş olup, sempozyuma sunulan tebliğler bir kitap<br />
halinde Amasya Valiliğince 1986'da başarılmıştır.<br />
5- "Uluslararası İkinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi"<br />
1-3 Haziran 1988 yılında Samsun'da yapılan bu kongreye yerli ve yabancı birçok tarihçi<br />
iştirak etmiştir. Kongreye sunulan bildiriler 1990 yılında Samsun'da basılmıştır.<br />
Bunların dışında Bayram Kodaman, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim<br />
Fakültesi Dergisinin kurucusu olup, böylece Ondokuz Mayıs Üniversitesi'nde <strong>sosyal</strong><br />
<strong>bilimler</strong> dalında ilk olarak bir derginin yayın hayatına girmesini sağlamıştır. Bu derginin<br />
şimdiye kadar altı sayısı çıkmış olup, yedinci sayısının çıkarılması' için de karar alınmış<br />
durumdadır. Derginin ilk sayısı 1986'da Ankara'da Başbakanlık Basımevi'nde, diğer<br />
sayılan ise Samsun'da Eser Matbaası'nda basılmıştır. Isparta <strong>Süleyman</strong> Demirel<br />
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanlığı ve Tarih Bölümü başkanlığı döneminde<br />
de, Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisini çıkarmış ve bu dergi de yayın<br />
hayatına devam etmektedir.<br />
B- İdarî Faaliyetleri:<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman'ın ilmî çalışma ve hizmetlerinin yanında idarî çalışmaları<br />
da dikkati çekmektedir. Ülkemizin çeşitli üniversite ile diğer kurum ve kuruluşlarında<br />
yapmış olduğu bu çalışmaları şu şekilde sıralamak mümkündür:<br />
1- Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi;<br />
a) Dekanlığı,<br />
b) Tarih Bölümü <strong>Başkanlığı</strong>. Her iki görevi 3 Eylül 1982 ile 18 Eylül 1985<br />
tarihleri arasında yürütmüştür.<br />
2-a) Türk Tarih Kurumu Aslî üyeliği. Bu göreve 1983 de getirilmiştir<br />
b) Türk Tarih Kurumu Yürütme Kurulu Üyeliği, 1984–1987 tarihleri arasında<br />
bu görevi yürütmüştür;<br />
c) Türk Tarih Kurumu Yayın Komisyonu <strong>Başkanlığı</strong>, 1984-1987 tarihleri<br />
arasında bu görevde bulunmuştur.<br />
3- Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanlığı. Bu göreve 18 Eylül<br />
1985 tarihinde atanmış 1993 Ocak sonuna kadar sürdürmüş, bu tarihte <strong>Süleyman</strong><br />
Demirel Üniversitesi Burdur Eğitim Fakültesi kurucu Dekanlığına getirilmiş. Nisan<br />
1993'de ise aynı üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi kurucu Dekanlığına tayin<br />
olunmuştur.<br />
4- a) Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Aslî Üyeliği;<br />
b) Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Bilim Kurulu Üyeliği. Bu görevlerden<br />
birincisine 1985 ikincisine ise 1987'de getirilmiştir.
6 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
c) Millî Güvenlik Kurulu'na 1984–1986 yıllan arasında Ermeni ve Doğu<br />
Anadolu Meseleleri hakkında danışman olmuştur.<br />
5-Ondokuz Mayıs Üniversitesi Bilim Demeği Üyeliği.<br />
6- Son olarak 31 Aralık 2009 itibariyle Fen Edebiyat Fakültesi Tarih bölüm<br />
başkanı iken emekli olmuştur.<br />
Sonuç<br />
Ülkemiz ilim ve fikir hayatında kendine mahsus ayrı bir yeri olan Prof. Dr. Bayram<br />
Kodaman'ın çeşitli üniversite ile resmî kurum ve kuruluşlarında görev alması ve bunları<br />
başarı ile yürütmesi, onun sağlam bir çalışma dinamizmi içerisinde bulunduğunu<br />
göstermektedir. Bu çalışma dinamizminin olgunluk eserlerini vermesinin ülkemiz<br />
kültür hayatında ehemmiyet kesbedeceği aşikârdır. Bu yüzden ilmî, idarî çalışmalarının<br />
nice meyveler daha vermesi temenni edilen bir husustur.<br />
PROF. DR. BAYRAM KODAMAN'IN ESERLERİ<br />
KİTAPLAR<br />
1- Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü<br />
Yayınları, Ankara 1987; Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991; Ötüken<br />
Yayınevi, İstanbul 1980.<br />
2- Les Ambassad es De Moustapha Rechid Pacha a Paris, Imprimerie De<br />
La Societe Turque D Histoire., Ankara 1991<br />
3- Türk Milli Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Türk Kültürünü<br />
Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1986.<br />
4- Sultan II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Türk<br />
Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1987.<br />
5- Tesalya Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993.<br />
6- Türkler-Ermeniler ve Avrupa, (tercüme eser), S.D.Ü. Yayınları, Ankara,<br />
1994.<br />
7- Son Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, Türk Tarih Kurumu<br />
Yayınları, Ankara, 1996.<br />
8- Hafız İbrahim Demiralay’ın Hatıratı. Isparta’da Milli Mücadele,<br />
Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Bayram Kodaman – Hasan Babacan, S.D.Ü. Atatürk<br />
İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü Yayınları,<br />
Isparta, 1998.<br />
9- Cumhuriyet’in Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, S.D.Ü. Yayınları,<br />
Isparta, 1999.<br />
10- Ermeni Macerası (Tarihi ve Siyasi Bir Değerlendirme), SDÜ.<br />
Yayınları, Isparta, 2001.<br />
11- Bir Kalpaklının Milli Mücadele Günlüğü, (Fahrettin Tızlak İle birlikte),<br />
SDÜ Yayınları, 2008<br />
MAKALELER:<br />
1-"XVIII. Yüzyıla Kadar Türkler ve Batı" Hacettepe Sosyal ve Beşeri<br />
Bilimler Dergisi, Ankara, Mart-Ekim 1975. Cilt: 7 Sayı :l-2, ss. 84/97.<br />
2-"II. Abdülhamid ve Aşiret Mektebi" Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara,<br />
1976, XV/-l, ss. 253-268.
Ali BULGURCU 7<br />
3-“Hamidiye Hafif Süvari Alayları, II.Abdülhamid ve Doğu Anadolu Aşiretleri”,<br />
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, İstanbul, Mart 1979 sayı:<br />
32, ss.427-480<br />
4- "Tanzimat'tan II. Meşrutiyete Kadar Sanayi Mektepleri", Türkiye'nin<br />
Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920). I. Uluslararası Türkiye'nin Sosyal ve<br />
Ekonomik Tarihi Kongresi Tebliğleri, Ankara, 1980, ss.287-296.<br />
5- "II. Abdülhamid'in Bir Politika Uygulaması: Arnavutluk, Arabistan-Doğu<br />
Anadolu Aşiretleri". Prilozi Za Orijentalnu Filologiju, Sarajeva, 30/1980, ss. 235-<br />
245.<br />
6-"Avrupa Emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğuna Giriş Vasıtaları (1839-<br />
1914) " Milli Kültür, Ankara, Haziran 1980, Cilt II. Sayı : I, ss. 23-33.<br />
7-"Ermeni Meselesinin Doğuş Sebepleri", Türk Kültürü, Ankara, Mart -Nisan<br />
1981, sayı: 219, ss. 240-249.<br />
8-"Plevne’nin Düşmesinden Sonra Osmanlı Dış Politikası", Yeni Çığ, İstanbul,<br />
Aralık 1981, ss. 4-7.<br />
9-"Avrupai Fikirler karşısında Türk Aydını" Türk Kültürü, Ankara, Eylül-Ekim<br />
1981, sayı: 222, ss. 415-422.<br />
10- "1911 Trablusgarp Savaşı'nın Türk Tarihi ve Milli Mücadele Bakımından<br />
Önemi", Milli Kültür, Ankara, Ocak 1982, Cilt: 3, Sayı: 8, ss. 5-7.<br />
11 "Doğu Meselesi Yahut Anadolu'nun Bütünlüğü Açısından Üç Devir, Üç<br />
Politika", Töre Dergisi, Ankara, Aralık 1984, Sayı: 163, ss. 14-18.<br />
12 "Şark Meselesi, Emperyalizm ve Ermeniler", Kaynaklar, İstanbul 1984<br />
Sayı:2, ss.7-15.<br />
13-"Tanzimat'tan Cumhuriyete Uzanan Osmanlı Tarihinin Meseleleri, Töre<br />
Dergisi, 1984 Sayı:l59, ss. 8-10.<br />
14-"Tanzimat'tan Sonra Türk Kadını", Tercüman Kadın Ansiklopedisi,<br />
İstanbul, 1984, Cilt :2, ss.601-647.<br />
15-"Doğu Anadolu'nun (Sosyal, Kültürel ve İktisadi) Meseleleri Sempozyumu<br />
Tebliğleri" Devlet, Coğrafya, Toplum, Tunceli Valiliği, Fırat Üniversitesi 13-15<br />
Mayıs 1985.<br />
16- "La Presence culturelle et religieuse de la France en Anotolie Orientalede<br />
1878 a' 1914", I' Empire Ottoman La Republique de Turquie et la France Varia<br />
Turcica, (Derleyen: Hamit Batı ve Jean- Louis Grammont), İstanbul,1986 ss.391-400.<br />
17- "Bir Amerikalı Gazeteci Gözüyle Ermeni Macerası (1897)", Tarih Boyunca<br />
Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri, Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü<br />
Yayınları: 628, Erzurum 1985, ss. 255-263; Belleten, Ankara, Aralık 1986 Cilt, XIIX,<br />
Sayı:195, ss.569-579.<br />
18-"Osmanlı Devrinde Doğu Anadolu'nun İdari Durumu" Ondokuz Mayıs<br />
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Samsun,1986, sayı: I, ss. 21-30.<br />
19- "Erzurum, Van, Bitlis Vilayetlerinde Aşiretler(1876-1908)", Belgelerle<br />
Türk Tarihi Dergisi, Aralık 1986, sayı:22 ss. 54-56.<br />
20-"The Eastern Question: Imperialism and the Armenians" The Eastern<br />
Question: Imperialism and The Armenian Community (Türk Kültürünü<br />
Araştırma Enstitüsü Yayını) Ankara 1987, Publication 74, Seria III. Number: A-19, ss.<br />
1-12.
8 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
21-"La Sublime Porte et les Tribus de l' Anatolie Orientale Après le Tanzimat",<br />
Comité İnternational d' études Pré-ottomanes et ottomanes, VI the Symposium<br />
Camridge, I’rst-4’th, July 1984, İstanbul-Paris-Leiden 1987, ss.253-257.<br />
22-"Mustafa Reşit Paşa'nın Paris Sefirliği Esnasında Takip Ettiği Genel<br />
Politikası", Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri Bildirileri, (Ankara 13-14<br />
Mart 1985) Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara 1987, ss. 71-75.<br />
23- “Terör ve Otorite ve Gençlik”, Milli Eğitim Gençlik ve Spor<br />
Bakanlığı Yayınları Ankara 1987, ss. 70-74.<br />
24- "Abdülhamid ve Paul Terziyan" Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim<br />
Fakültesi Dergisi, Samsun 1987, sayı: 2, ss. 42-48.<br />
25-"Doğu Anadolu İsyanlarında Yabancı Parmağı", Tercüman Gazetesi, 8-13<br />
Temmuz I987.<br />
26- "Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik Kalkınması Hakkında Maliye<br />
Nazırı Cavit Beye Sunulan Bir Rapor", Türk Kültürü Araştırmaları, Prof. Dr.<br />
Ercüment Kuran Armağanı, Ankara, 1989, ss.155-174.<br />
27- "XVIII. Yüzyılda Samsun Gümrüğü" Uluslararası Tarih Boyunca<br />
Karadeniz Kongresi Bildirileri, (Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi<br />
Yayını), Samsun 1990 ss, 92-97.<br />
28- "Tarihi ve Siyasi Açıdan Doğu Anadolu'ya Bakışlar", Milliyetçilik ve<br />
Milliyetçilik Tarihi II. İlmi Kongresi, Tebliğler, Türk Yurdu Yayını, Samsun 1990,<br />
ss. 69-74.<br />
29-"Günümüzden Tanzimata Bakış" Türk Yurdu, Ankara, Aralık 1989, cilt 9.<br />
ss. 5-8.<br />
30-"Bir Amerikalı Gazeteci Gözüyle Ermeni Macerası (1987)" Dış Politika,<br />
Ankara 1990, ss. 7-13.<br />
31-"Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi" Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye'nin<br />
Sorunları Sempozyumu", TTK Basımevi, Ankara, 1992, ss. 59-63.<br />
32- "Milli Egemenlik", Milli Hakimiyet Fikrinin Gelişmesi, T.B.M.M.<br />
Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, No:24, 22 Nisan 1986, Samsun, ss. 23-30.<br />
33- "Amasya Protokolü" Belgelerle Türk Tarih Dergisi, İstanbul, Haziran,<br />
1986, sayı: 16 ss. 20-24.<br />
34- "Erzurum, Van, Bitlis Vilayetlerinde Aşiretler (1876-1908)", Belgelerle<br />
Türk Tarihi Dergisi, Aralık 1986, sayı: 22, ss. 54-56.<br />
35- "Milli Mücadelenin Tarihi ve Sosyal Açıdan Değerlendirilmesi" Milli<br />
Mücadelede Amasya Sempozyumu, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Amasya Valiliği,<br />
Amasya 1986, ss. 22-26.<br />
36- "Milli Mücadele Tarihini Yeniden Yazmak, Ama Nasıl?", Tercüman<br />
Gazetesi, 6 Kasım 1988.<br />
37- "Türkiye ve Iraklı Mülteciler Meselesi" Tercüman Gazetesi, 9-10 Eylül<br />
1988.<br />
38- "Atatürk, Milli Mücadele ve Yeniden Yapılanma", Ondokuz Mayıs<br />
Üniversitesi Atatürk'e Armağan Kitabı, Samsun 1988, ss. 29-38.<br />
39- "İstiklal Savaşlarının Tarihi ve Sosyal Temelleri" Türk Kültürünü<br />
Araştırma Enstitüsü Dergisi, Ankara, 1988, sayı: 308, ss. 751-755.
Ali BULGURCU 9<br />
40- Lozan Antlaşması Hakkında Bir Değerlendirme (24 Temmuz 1923)”<br />
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Samsun, 1989, sayı: 4, ss.<br />
5-12.<br />
41- "Günümüzden Tanzimata Bakış", Türk Yurdu, Ankara, Aralık 1989, cilt: 9,<br />
ss.5-8.<br />
42- "Doğu Anadolu'ya Bakış ve Gap", Forum Dergisi, Ankara 1989, cilt:II, ss.<br />
70-72.<br />
43- "Azerbaycan Olaylarına Genel Bir Bakış", Samsun Rotary Kulübü<br />
Bülteni, Samsun, 8 Şubat 1990.<br />
44- “Dünya Siyaseti ve Türkler”, Standart, Ağustos 1993, sayı: 380, ss. 10-14.<br />
45- “Aşiret alayları”, Tarih ve Medeniyet, Mart 1994, sayı: 1, ss. 16-20.<br />
46- “Çürüksu Kazası”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi<br />
Dergisi, sayı: 7, Samsun 1992, ss. 99-120<br />
47- "XX. Yüzyıl Başında Sivas Vilayeti (1901)", X. Türk Tarih Kongresi<br />
Bildirileri, TTK Basımevi Ankara 1993.<br />
48- "Yahudilerin Filistin’e Yerleştirilmeleri İle İlgili Olarak II. Abdülhamit’e<br />
1879’da Sunulan Layiha”, Belleten, cilt: LVII, Ağustos 1993, sayı 219, TTK Basımevi,<br />
Ankara 1994.<br />
49- “Milliyetçilik ve Küreselleşme”, Türk Yurdu, Eylül 1996, cilt: 16, sayı: 109,<br />
ss. 2-7.<br />
50- “Jakobenizm ve Demokrasi”, Yeni Türkiye, Yıl: 3, Sayı: 17, Eylül-Ekim<br />
1997, ss. 469-478.<br />
51- “Şark Meselesi”, Türk Yurdu, cilt: 17, sayı: 122, Ekim 1997, ss. 22-32.<br />
52- “Tarihçi Gözüyle Din-Devlet-Toplum”, Türk Yurdu, Nisan-Mayıs 1997,<br />
cilt: 17, sayı: 116-117, ss. 58-64.<br />
53- “Milliyetçiliği Halka Mal Eden Adam Alparslan Türkeş”, Türk Yurdu,<br />
Temmuz 1997, cilt: 17, sayı: 119, ss. 5-11.<br />
54- “Atatürk’ün Türk Tarihindeki Yeri”, Türk Yurdu, Ocak 1997, cilt: 17, sayı:<br />
113, ss. 4-8.<br />
55- “Milliyetçilik ve Küreselleşme”, Türk Yurdu, Ağustos 1996, cilt: 16, sayı:<br />
109, ss. 2-7.<br />
56- “Laikliğin Tarihi Gelişimi ve Türkiye Örneği”, Türk Yurdu, Kasım 1997,<br />
cilt: 17, sayı: 124, ss. 5-7.<br />
57- “Tarih Araştırmalarında Metod Meselesi”, Akademik Açı, 1997/2, sayı: 4,<br />
ss. 1-8.<br />
58- “Yörük Türkmen Kıyafeti”, Yörük-Türk, Yıl: 1, sayı: 7-8, Ocak-Şubat 1997,<br />
ss. 12-15.<br />
59- “31 Mart Hadisesi (Son Osmanlı Vak’anüvisi Abdurrahman Şeref Efendi’ye<br />
Ait Bir Yazma Esere Göre)”, XI. Türk Tarih Kongresi, T.T.K Basımevi, Ankara,<br />
1994.<br />
60- “ Çağdaşlaşma, Atatürk ve İlkeleri” Türk Kültürü, Yıl XXI, sayı:232,<br />
ss.590-593, Ankara 1982.<br />
61- “Atatürk’çü Düşünce ve Kalkınma Modelinde Kültürün Yeri”, Atatürk,<br />
Kültür ve Eğitim, Kayseri 1982, ss. 67-72.<br />
62- “ Atatürk’ün Kültür ve Eğitim Politikası”, Yeni Çığ, İstanbul 1982, ss.1-5.
10 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
63- “ Kalkınmada Çağdaş Devletin Temel Görevleri”, Yeni Düşünce, İstanbul<br />
1982, ss.22-23.<br />
64- “Atatürkçülükte Milliyetçilik ve Halkçılığın Yorumu”, Milli Eğitim ve<br />
Kültür, Ankara 1972, sayı:2, ss.80-91.<br />
65- “ Emperyalizm Karşısında Türk Aydını ve Halkı”, Kemalist Atılım,<br />
Ankara 1982, ss. 23-26<br />
66- “ XVIII. Yüzyılın Son On Yılında Ayanlık Müessesesi”, Tarih Dergisi,<br />
İstanbul 1978, ss.163-182, (Tercüme: Bayram Kodaman).<br />
67- “II. Abdülhamid Devrinde Hakkari Sancağında Nesturiler ve İngiliz-Rus<br />
Emperyalizmi”, IX. Türk Tarih Kongresi, 25-30 Eylül 1981, ss.1-14.<br />
68- “ Atatürk ve Kültür”, 100. Yıl Özel Sayı, Ankara 1982, Hacettepe<br />
Üniversitesi Yayınları, ss. 3-15.<br />
69- “ Milli Hakimiyet Kavramı”, Kardelen, Samsun 1987, Yıl: 1, sayı: 3, ss. 2-3.<br />
70- “Osmanlılar Devrinde Doğu Anadolu’nun İdari Durumu”, Belgelerle<br />
Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, sayı: 25, ss. 31-37; Anadolu Basın Birliği<br />
Genel Merkezi Genel Başkanlık Özel No:22, Ankara 1986; Ondokuzmayıs<br />
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Samsun 1986, sayı:1, ss. 3-20.<br />
71- “ İstiklal Beyannamesinin İlanı İçin Neden Amasya Seçilmiştir”, 67. Yılında<br />
Amasya Tamimi, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları No:3, Amasya 1986, ss. 7-10.<br />
72- “Türkiye ve Bölücülük Hareketleri”, <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi<br />
Bülteni, Isparta 1999, sayı:14.<br />
73- “Atatürk, Milli Kültür ve Tarih”, 100. Yıl Atatürk Konferansları, Ankara<br />
1982, ss. 124-129.<br />
74- “Medeniyet-Kültür”, Türk Yurdu, Mart-Nisan 1998, cilt: 18, sayı: 127-128,<br />
ss. 53-55.<br />
75- “Milliyetçiliğin Tarihi Seyri”, Türk Yurdu, Mart-Mayıs 1999, cilt: 19, sayı:<br />
139-141, ss. 67-72.<br />
76- “Atatürk ve Devrinin İmajı”, Türk Yurdu, Ekim 1998, cilt: 18, sayı: 134, ss.<br />
25-30.<br />
77- “Osmanlı’dan Cumhuriyete”, <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Fen-<br />
Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 1998, sayı:3, ss. 5-13; Türk<br />
Yurdu, Aralık-Ocak, 1999, cilt: 19-20, sayı: 148-149, ss. 169-173.<br />
78- “II. Abdülhamid Hakkında Bazı Düşünceler”, <strong>Süleyman</strong> Demirel<br />
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 1999, sayı: 4, ss.<br />
23-41.<br />
79- “Kosovalı Arnavutlar ve Kürtler”, Gülses, 14 Haziran 1999.<br />
80- “İlkeler ve Şartlar Meselesi”, Millet, 14 Mayıs 1999.<br />
81- “Milliyetçilik ve Sol-Merkez-Sağ”, Kurultay, 7 Mayıs 1999.<br />
82- “Devlet”, Akdeniz, 27 Temmuz 1998.<br />
83- “Şark Meselesinin Anadolu Cephesi, Avrupa’nın İlk Maşası: Ermeniler”,<br />
Tarih ve Medeniyet, Sayı: 15, Mayıs 1995, ss. 13-21.<br />
84- “Türkiye Fransa ve Ermeniler”, Akdeniz, 10 Haziran 1998.<br />
85- “Kıyafet Meselesi”, Akdeniz, 1 Temmuz 1998.<br />
86- “Ermeni Meselesi (Tarihi ve Siyasi Bir Değerlendirme)”, Yeni Türkiye,<br />
Ocak-Şubat 2001, Yıl:7, Sayı 37, ss. 200-212.
Ali BULGURCU 11<br />
87- “Üç Ermeni Şarkısı ve Ermenilerin Türklere Bakışı”, Yeni Türkiye, Ocak-<br />
Şubat 2001, Yıl:7, Sayı 37, ss. 495-501.<br />
88- “II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1914” Yeni Türkiye, Türkler Özel Sayısı,<br />
Ankara 2002, cilt. 13, s. 165-211.<br />
89- “İttihat-Terakki ve Almanya”, Yeni Türkiye, Türkoloji ve Türk Tarihi<br />
Araştırmaları Özel Sayısı II, Mart-Nisan 2002, Yıl: 8, Sayı: 44, s. 258-264.<br />
TEBLİĞLER-BİLDİRİLER<br />
1- “Batı Sistemi Karşısında Ahi Teşkilatının Çöküşü”, Türkiye Odalar ve<br />
Borsalar Birliği Türk Ekonomisi ve Sosyal Hayatında Ahiliğin Tesirleri<br />
Sempozyumu, 5 Kasım 1988.<br />
2- “Şark Meselesi”, Tarihi Gelişmeler İçinde Türkiye’nin Sorunları<br />
Sempozyumu, (Dün-Bugün-Yarın), 8-9 Mart 1990, Ankara.<br />
3- “Atatürk’te Türklük Şuuru ve Düşüncesi”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi<br />
Eğitim Fakültesi, 10 Kasım 1986, Açık Oturum Tebliği<br />
4- “Neden milli Kültür ve Atatürkçülük”, 24 Kasım 1984 Öğretmenler Günü<br />
Münasebetiyle Keban Kaymakamlığınca Düzenlenen Konferans.<br />
5- “Kültürde Çağdaşlaşmanın Yolu”, II. Milli Kültür Şurası Münasebetiyle<br />
6- “ Öğretmenin Rolü”, Samsun 24 Kasım 1992 Öğretmenler Günü, Samsun<br />
1992, ss.13-14<br />
7- “Osmanlı İmparatorluğunda İktidar Değişiklikleri (1839-1924)”,<br />
Milletlerarası Türkoloji Kongresi 1979, Ekim, ss.1-6.<br />
8- “XV. ve XVI. Yüzyıllarda Isparta Yörükleri”, Isparta’nın Dünü-Bugünü-<br />
Yarını Sempozyumu, 9-10 Mayıs 1992.<br />
9- “Vakfın Sosyal Yönü”, 6 Aralık 1988 Vakıf Haftası, Türk Kadının<br />
Güçlendirme Vakfınca Düzenlenen Konferans Metni.<br />
10- “Vakfın Sosyal Fonksiyonu”, 9.12.1983’de Elazığ İzzet Paşa Camii<br />
Vakfı ve F.Ü. Fen-Edb. Fakültesinin Tertiplediği Konferans: I. Vakıf Haftası,<br />
Ankara 1984, ss.95-97.<br />
11- “Hafız İbrahim Demiralay’ın Hatıratı ve Isparta’da Millî Mücadele”,<br />
Isparta’nın Dünü, Bugünü ve Yarını Sempozyumu II, 16-17 Mayıs 1998, Isparta.<br />
12- “Türk Dünyası Hakkında Düşünceler”, 3 Ağustos 1996, Kayseri,<br />
Türk Dünyasının Dünü ve Bugünü Sempozyumuna sunulan bildiri.<br />
13- “Uluslar arası İlişkilere Genel Bakış”, 11-13 Nisan 1997, İstanbul,<br />
Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı’na sunulan<br />
tebliğ.<br />
14- “XVI. Yüzyıl Türk Dünyası”, 26 Nisan 1995, Kanuni Sultan<br />
<strong>Süleyman</strong>’ın 500. Doğum yıldönümü münasebetiyle Trabzon valiliği ve Türk Tarih<br />
Kurumunun ortaklaşa düzenledikleri “Kanuni ve Trabzon” konulu panele sunulan<br />
bildiri.<br />
15- “Cumhuriyetin 75. Yılı Münasebetiyle Türk Dünyasına ve Atatürk<br />
Türkiyesine Bakış”, 1 Ekim 1998, Cumhuriyetin 75. Yılı münasebetiyle Bişkek’te<br />
düzenlenen Uluslar arası kongreye sunulan bildiri.<br />
16- “Harp Büyük Devletler Çanakkale Muharebeleri”, Çanakkale<br />
Muharebelerinin 80. Yıldönümü münasebetiyle Atatürk araştırma Merkezi ile
12 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin müştereken düzenledikleri Çanakkale<br />
Savaşlarının Türk Tarihindeki Yeri adlı sempozyuma sunulan bildiri.<br />
17- “Malazgirt Zaferinin Tarihi Önemi”, 26 Ağustos 1984, Malazgirt,<br />
Malazgirt Muharebesinin 914. Yıldönümü münasebetiyle yapılan kutlamalarda sunulan<br />
tebliğ.<br />
18- “XV. ve XVI. Yüzyıllarda Isparta Yörükleri”, 9-10 Mayıs 1992,<br />
Isparta’nın Dünü, Bugünü ve Yarını Sempozyumu’na sunulan bildiri.<br />
19- “Panottomanizm-Panislamizm-Pantürkizm ve Atatürk”, 5-6 Haziran<br />
1995, Kara Harp Okulu tarafından düzenlenen Atatürk Dönemi Türkiye’sinin<br />
Siyasi, Sosyal, Ekonomik Durumu ve Gelişmeler konulu sempozyuma sunulan<br />
tebliğ.<br />
20- “Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük Kavramları Karşısında Atatürk”,<br />
22 Nisan 1994, Mustafa Kemaml Üniversitesi, Atatürk ve Milli Egemenlik Paneli.<br />
21- “Atatürk’ün Milli Birlik ve Beraberlik İlkesi”, 13 Haziran 1995, Şırnak<br />
İli ve ilçelerini Geliştirme Vakfı’nca düzenlenen Şırnak’ın Dünü-Bugünü ve<br />
Geleceği konulu sempozyuma sunulan bildiri.<br />
22- “Abdülhamid Devri Eğitim Politikaları”, 20 aralık 1997, 2000 Yılına<br />
Doğru Abdülhamid Devrinin Yeniden Değerlendirilmesi, konulu sempozyuma<br />
sunulan bildiri.<br />
23- “Milliyetçiliğin Türk Siyasetindeki Yeri ve Rolü”, 4 Nisan 1997, Türk<br />
Ocakları Paneli’ne sunulan bildiri.<br />
24- “Türk Dünyası ve Küreselleşme”, 24-26 Mart 2000, Türk Dünyası<br />
Kurultayına sunulan bildiri.<br />
25- “Yabancı Dilde Eğitim Ve Tarihçesi”, Türk Ocakları tarafından<br />
2.6.2001 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Yabancı Dilde Öğretim Sempozyumu”na<br />
bildiri olarak sunulmuştur.<br />
26- “Fransız Arşiv Vesikalarına Göre Erzurum, Van ve Sivas<br />
Vilayetlerinde Ermeni Nüfusu”, Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi, Ankara, 20-<br />
21 Nisan 2002<br />
27- “Ermeni Sorunu Hakkında Bir Değerlendirme”, Birinci Uluslar arası<br />
Türkiye’nin Ermeni Meselesi Sempozyumu, Manisa, 23-25.05.2002.<br />
KONFERANSLAR:<br />
1- “Türkiye Cumhuriyeti ve Hukuk Devleti”, 10 Kasım 1998’de Atatürk’ü<br />
anma haftası dolayısıyla SDÜ’de yapılan konferans.<br />
2- “Tarihte Yörük ve Türkmen Yeri”, 25 Ağustos 1996, Yörtük Vakfı<br />
Tarafından Keçiborlu Ardıçlı Köyü’nde Düzenlenen konferans.<br />
3- “Tarih ve Miryakefalon Savaşı”, 17 Eylül 1996, Gelendost Belediyesi<br />
Tarafından Miryakefalon Savaşının 820. Yıldönümü münasebetiyle verilen konferans.<br />
4- “Türk Dünyası ve Atatürk”, 3 Ekim 1996, Burdur Er Eğitim Tugayı’nda<br />
verilen konferans.<br />
5- “Milliyetçilik ve Küreselleşme”, 4 Ekim 1996, Kütahya, Dumlupınar<br />
Üniversitesi’nin 1996-97 Ders Yılı’nın açılışı münasebetiyle verilen konferans.<br />
6- “Türkiye ve Küreselleşme”, 25 Ekim 1996, Burdur Türk Ocağı’nda verilen<br />
konferans.
Ali BULGURCU 13<br />
7- “Atatürk’ün Türk Tarihindeki Yeri”, 10 Kasım 1996, Isparta, Atatürk’ü<br />
anma programı çerçevesinde verilen konferans.<br />
8- “Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti”, 6 Mart 1997, Atatürk’ün Isparta’ya gelişi<br />
ile ilgili olarak verilen konferans.<br />
9- “Çanakkale Muharebelerine Genel Bakış”, 18 Mart 1997, Eğirdir’de verilen<br />
konferans.<br />
10- “Türk Tarihi ve Atatürk’e Bakış”, 28 Mart 1997, Burdur Er Eğitim<br />
Tugayında verilen konferans.<br />
11- “İstanbul’un Türk ve Dünya Tarihindeki Yeri”, 27-29-30 Mayıs ve 2<br />
Haziran 1997, Bucak, Isparta, Gediz ve Keçiborlu’da verilen bir dizi konferans.<br />
12- “Atatürkçülük ve Türk Tarihi”, 27 Haziran 1997, Burdur Er Eğitim<br />
Tugayında verilen konferans.<br />
13- “Türkiye ve Bölücülük Hareketi”, 15 Mart 1999, <strong>Süleyman</strong> Demirel<br />
Üniversitesinde verilen konferans.<br />
14- “Atatürkçülüğün Diğer Sistemlerle Mukayesesi”, Ankara, 7 Haziran 1995,<br />
Hava Kuvvetleri Komutanlığındaki Konferans Metni.<br />
15- “Etnik Farklılıklar ve Ermeni Konusu”, 18 Mart 1994, Aydın Söke’de<br />
verilen konferans.<br />
16- Dünya ve Türk Tarihinin Seyir Günlüğü”, 4 Kasım 1994, Isparta’da verilen<br />
konferans.<br />
17- “Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşu ve Liberalizm”, 10 Kasım 1994,<br />
Burdur’da düzenlenen konferans.<br />
18- “Tarihi ve Felsefi Açıdan Cumhuriyet Devrine Bakış”, 23 Aralık 1994,<br />
Isparta’da Düzenlenen konferans.<br />
19- “Ermeni Türk İhtilafının Başlangıcı”, 8-9 Nisan 1995,<br />
Almanya/Heidelberg’de düzenlenen konferans.<br />
20- “Türk Dünyasının Meseleleri”, 6-14 Mayıs 1995, Türk Bilim araştırma Vakfı<br />
Tarafından İngiltere’de düzenlenen konferans.<br />
21- “Atatürkçü Düşünce Sisteminin Diğer Düşünce Sistemleri ile Mukayesesi”,<br />
7 Haziran 1995, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda verilen konferans.<br />
22- “Türk Milletinin Hasletleri, Türk Örf ve Adetleri ve Türk Kültürü”, 30<br />
Haziran 1995, Burdur Er Eğitim Tugayında yapılan konferans.<br />
23- “Milli Kültürler ve Küreselleşme”, 16,17,18 Ekim 1997, Konya Türk Ocağı<br />
ve Selçuk üniversitesince hazırlanan konferans.<br />
24- “Milliyetçilik ve Küreselleşme”, 25 Ekim 1997, Mersin Türk Ocağında<br />
verilen konferans.<br />
25- “Atatürk ve Laikliğe Yeni Bir Bakış Açısı”, 11 Kasım 1997, Yalvaç’ta<br />
düzenlenen konferans.<br />
26- “Laikliğin Tarihi Gelişimi ve Türkiye Örneği”, 12 Kasım 1997, Isparta<br />
Gazeteciler Cemiyetinde verilen konferans.<br />
27- “Atatürk ve Türk Tarihine Bakış”, 31 Aralık 1997, Burdur Er Eğitim<br />
Tugayında yapılan konferans.<br />
28- “Milli Mücadele ve Kuva-yı Milliye”, 1 Nisan 1997, Adana Karaisalı’da<br />
verilen konferans.<br />
29- “Atatürk ve Cumhuriyete Bakış”, 17 Haziran 1998, Bucak Kaymakamlığı<br />
tarafından düzenlenen konferans.
14 Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Biyografisi<br />
30- “Cumhuriyet’in Mana ve Önemi”, 26-30 Ekim 1998, SDÜ Atatürk<br />
Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından Senirkent ve Sütçüler’de verilen<br />
konferanslar.<br />
31- “Türkiye Cumhuriyeti ve Hukuk Devleti”, 10 Kasım 1998, SDÜ Kültür<br />
Merkezinde verilen konferans.<br />
32- “Cumhuriyetin Getirdikleri”, 27 Kasım 1998, Keçiborlu’da verilen<br />
konferans.<br />
33- “Cumhuriyet, Osmanlı ve Türkiye”, 11 Aralık 1998, Yalvaç’ta düzenlenen<br />
konferans.<br />
34- “Türkiye’de Bölücü Hareketler ve PKK”, 15 Mart 1999, SDÜ Kültür<br />
Merkezinde verilen konferans.<br />
35- “Osmanlı Kimdir?”, 4 Mayıs 1999, Yalvaç’ta verilen konferans.<br />
36- “Osmanlı’nın Kuruluşunun 700. Yıldönümü”, 14 Mayıs 1999, Gönen’de<br />
verilen konferans.<br />
37- “Milli Mücadele ve Cumhuriyet”, 24 Mayıs 1999, Burdur Belediyesi Atatürk<br />
Kültür ve Sanat Merkezi tarafından düzenlenen konferans.<br />
38- “Osmanlı’ya Bakış”, 23 Ekim 1999, Denizli Türk Ocağında verilen<br />
konferans.<br />
39- “700. Yılında Osmanlı”, 27 Ekim 1999, Samsun Türk Ocağında verilen<br />
konferans.<br />
40- “Atatürk ve Cumhuriyet”, Konferans, Burdur, 6.03.2002.<br />
41- “Çanakkale”, Bucak H. Tolunay Meslek Yüksek Okulu Konferans Salonu,<br />
Konferans, 20.03.2002<br />
42- “Ermeni Meselesi” Atabey Kaymakamlığı, Seminer, 29.03.2002<br />
43- “Çanakkale Zaferi” Yalvaç MYO Konferans Salonu, Konferans, 18.03.2002<br />
44- “Ermeni Meselesi” Mustafa Kemal Üniversitesi, Konferans, Hatay, 18<br />
Nisan 2002-12-22<br />
45- “Nevruz Bayramı BABACAN, H. Yrd.Doç.Dr., “Ermeni Soykırımı<br />
İddiaları ve Gerçekler”, Isparta Öğretmenevi Konferans Salonu, 8.7.2002<br />
46- “Soykırım İddiaları ve Ermeni Meselesi” Yalvaç MYO, Panel, 23.04.2002<br />
47- “Ermeni Meselesi Çerçevesinde Ermeni Terörü”, SDÜ Kültür Merkezi,<br />
Panel, 24.04.2002<br />
48- “Atatürk ve Çağdaşlaşma”, Burdur Er Eğitim Tugayı, Konferans, Burdur,<br />
26.04.2002<br />
49- „Atatürk ve Cumhuriyet”, Yalvaç Kaymakamlığı, Panel, 29.10.2002<br />
50-“10 Kasım ve Atatürk”, SDÜ Kültür Merkezi, Panel, 11.11.2002<br />
51-“Niçin Cumhuriyet”, Yerel Radyo Konuşması, 29.10.2002<br />
52- “Osmanlı’nın Kuruluşu”, Söğüt Ertuğrul Gazi Şenlikleri, Söğüt-Bilecik, 7-<br />
8.09.2002
ÖĞRENCİLERİNİN VE MESLEKDAŞLARININ<br />
GÖZÜYLE PROF.DR. BAYRAM KODAMAN
16 Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Prof.Dr Bayram KODAMAN<br />
Beni Tarihçiler Kervanına Katan Tarihçi:<br />
Bayram Kodaman<br />
Ali BİRİNCİ *<br />
Doğduğum köyün ( Balıklı Şeyh köyü) bağlı bulunduğu kaza olan Hendek’in<br />
pazarları Salı günleri kurulurdu. İlk mektebin üçüncü sınıfında iken genç ve idealist<br />
öğretmenimiz Erol Altınkum tarafından, talebelerden toplanan beş-on kuruşlarla,<br />
küçük bir kütüphane kurulmuş ve benim de içime bu küçük kütüphane büyük bir kor<br />
yığını gibi düşmüştü. Her akşam kütüphaneye memur sınıf arkadaşımız İrfan’dan<br />
neredeyse yalvar- yakar birkaç kitap alır okurdum.<br />
İlk mektebin ilk üç senesini Şeyh köyü’nde okuduktan sonra son iki senesini<br />
de Hendek Cumhuriyet İlkokulu’nda okudum. Bu naklin basit bir vesilesi vardı: Büyük<br />
teyzem merhumu Münevver Bölükbaşı’nın kocası merhum Cevat eniştem sık sık<br />
kereste almak için Bolu’ya gittiği için teyzem iki küçük çocuğu ile yalnız kalıyordu. Bu<br />
sırada Başpınar mahallesinde Tayyarecinin evi olarak anılan bahçeli bir evde<br />
oturuyordu. Böylece bizim evden de altı çocuktan biri eksilmiş oluyordu. Bu naklime<br />
ilk mektep 3. sınıfta öğretmenim olan Erol Altınkum’un da çok üzüldüğünü<br />
hatırlıyorum.<br />
Böylece 1958- 1960 senelerinde 4. ve 5. sınıfı Cumhuriyet’te okudum. Bu<br />
mektep Hendekli Hâfız Hamdi Erginal tarafından kurulmuş ve 15 Eylül 1908 tarihinde<br />
tedrisata başlamıştı. İsmi sırasıyla Mekteb-i İrfan, Mekteb-i Tefeyyüz, Hendek İlk<br />
Mektebi, Dumlupınar, İlk Mektebi ve en sonunda da Cumhuriyet İlk Mektebi olmuştu.<br />
Çok sonradan kurulan ve ismi önce İsmet Paşa, daha sonra da Ziya Gökalp ismini alan<br />
başka bir ilk mektep ile Atatürk İlkokulu isminde üçüncü bir ilk mektep daha vardı. O<br />
zamanlar bu mektepler de işine âşık ve çarşıdan geçerken esnafın saygıyla selâm verdiği<br />
öğretmenler çalışırdı. Bu öğretmenler arasında bilhassa kısa boyu ve fötr şapkası ve<br />
siyah paltosuyla ve ortası sigara dumanıyla sararmış bıyıklarıyla İbrahim Baycan ( 1906-<br />
1968)öğretmen hâlâ zaman zaman gözlerimin önünde canlanıyor. O’nun gördüğü<br />
hürmeti artık hiçbir öğretmenin gördüğünü zannetmiyorum.<br />
1958’de başladığım zaman velim teyzemin görümcesi Günsel abla oldu.<br />
Mektebin müdürü henüz bekâr olan Avni Akyol ( Düzce, 1931- Bolu, 30 Eylül 1999)<br />
idi. Daima beyaz ve yakaları kolalı gömleği ve tertemiz kıyafeti ile dikkati çekiyordu.<br />
Bir müddet sonra da yine kıymetli öğretmenlerimizden Yüksel hanım ile evlendi.<br />
Siyasal <strong>Bilgi</strong>ler Fakültesi’nde talebe olduğum zaman kendisini DPT’nin o zaman<br />
Meşrutiyet’te bulunan kısmında kendisini ziyaret etmişti. Diğer öğretmenlerden Ahmet<br />
Erdem’i, Sadettin Cömert’i ve Mualla hanımı hatırlıyorum.<br />
İki sınıf olan devrede bizim öğretmenimiz Kürt Hoca ismiyle anılan ve bize o<br />
çağda yaşlı gözüken Turan Altuğ öğretmen idi ve biraz asabî mizaçlı olmakla beraber<br />
iyi ve çok idealis bir öğretmendi. Diğer sınıfın öğretmeni ise Yüksel hanımdı. Bizim<br />
* Prof.Dr., Türk Tarih Kurumu Başkanı
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Bayram KODAMAN 17<br />
mezun odlumuz sene öğretmen kadrosu şöyle idi: İbrahim Baycan, Mualla Kepti,<br />
Selma Günay, Mukaddes Altıntepe, Sadettin Cömert, Suhadan Cömert, Seyfettin Balcı,<br />
Servet Bağdatlı, Ahmet Erdem, Hasan Akar. Hendek Orta Okulu’nda ise bu<br />
öğretmenlerimizden Ahmet Erdem edebiyat, Servet Bağdatlı ise beden eğitimi<br />
dersimize bir müddet gelmişlerdi.<br />
Sınıf arkadaşlarım arasında bilhassa İbrahim öğretmenin küçük oğlu Şenel<br />
Baycan ile kaynaşmıştık. İkimizi de birleştiren kendisinin nazar boncuğu gibi ufak-<br />
tefek ve sempatik oluşuydu. O’nun zengin kütüphanesi benim ilk tanıştığım kütüphane<br />
oldu ve bu sayede çok kitap okuma fırsatı buldum ve bilhassa bu meyanda Kemalettin<br />
Tuğcu’nun kitaplarıyla tanıştım. Mütevazı bir ilk mektep öğretmeninin bütçesinden bu<br />
derecede bir meblağı kitaba ayırabilmesi hatıramdan hiç çıkmadı. Keza yine<br />
arkadaşlarımdan İrfan Kuş sayesinde de resimli kitaplar okumuştum. Bu senelerde ben<br />
de zaman zaman resimlerle süslü halk hikâyeleri satın alıp okumaya başlamıştım.<br />
Bu iki seneden hatırladığım şeylerden biri de çok susadığımız zaman<br />
öğretmenlerin dışarıdaki çeşmeye gitmemize izin vermeleriydi. Bu gibi bir izin hâlâ<br />
veriliyor mu bilmiyorum. Öğretmenleri, velileri ve talebeleriyle ilkokul büyük bir aile<br />
gibiydi. Çok geniş olan bahçede talebelerin en büyük oyunlarından biri de yakan top<br />
oynamaktı ve bu oyunun ustaları da vardı. Kız sınıf arkadaşlarımdan Saadet Yonar’ın<br />
inanılmaz derecede,fırtına gibi, hızlı koşması da unutamadığım hâtıralarım arasındadır<br />
ve yine gözlerimin önündedir. Babası Ali amca çarşıda, o zaman kasapların ve<br />
lokantaların bulunduğu sokağın sonunda Uludere gazozu imâl ederdi.<br />
İlk mektebi bitirme imtihanlarına girerken 27 Mayıs İhtilâli olmuş ve çarşıda<br />
öbek öbek toplanan insanlar endişe içinde sohbet etmeye başlamışlardı. Bu heyecanlı<br />
hava içinde her nedense sınıfta toplantı hâlinde iken biz de havaya kapılıp “ Yaşasın<br />
Cumhuriyet Halk Partisi” diye bağırırken, Turan öğretmenin sert bakışlarını kapıdan<br />
girerken görünce, susmuştuk.<br />
Hendek Cumhuriyet İlkokulu’nda iki mutlu senem geçti. İlk sene takdirname<br />
almıştım ve alt sınıftan da Gülsüm Cerrahoğlu takdirname kazanmıştı. O, verilen<br />
hediyelerden siyah ve daha güzel olanını, sesini bana duyurmamaya çalışan bir erkek<br />
öğretmenin tavsiyesi sayesinde seçince, bana da mavi renkte bir dolmakalem nasip<br />
olmuştu. Bu sebepten dolayı bu sevinçli günümü biraz da buruk bir duygu ile<br />
hatırlıyorum.<br />
1960’da ilkokulu bitirme imtihanlarına girerken 27 Mayıs hareketi oldu. Bizim<br />
5-B sınıfının mezunları şöyle sıralanıyordu:80- Saadet Yonar, 86- Namık Yaşar, 139-<br />
Hasan Aydınlar, 141- Nurşen Konur, 143- İrfan Kuş, 146- Yalçın Mercan, 147- Fatma<br />
Ardahan, 150- Nebiye Güneş,152- Serpil Ersever, 153- Yaşar Betir, 154- Hasan<br />
Başmanav, 158- Fikriye Akar, 159- Şenel Baycan, 160- Bedriye Kahraman, 161-<br />
<strong>Süleyman</strong> Tomarca, 162- Özcan Bademli, 164- Yaşar Kahveci, 165- Fatma Aynacı,<br />
167- Temel Akdeniz, 168- Nazmi Özbereket, 172- Nezaket Özcan, 175- Kadriye<br />
Yıldız, 177- Bülent Ertaş, 178- Ali Birinci, 179- Hayri Tarım, 181- Zuhal Gönül, 183-<br />
Mehmet Ali Karslı, 184- Emine Keskin.<br />
Hendek’te şimdi artık mâziye karışmış olan tek katlı ve yola yakın ve muvazi<br />
Cumhuriyet İlkokulu’nda bizim yetişmemizde emeği olan bütün öğretmenlerimizi<br />
şükranla yâd ve bu dünyadan göçenlere rahmet niyaz ederim. Burada, mektep<br />
sıralarında dostluklarını gördüğüm ve isimlerini veremediğim bütün arkadaşlarımı da<br />
hasretle hatırlıyorum ve hayatta olanlarına afiyet ve ölenlere rahmet dilerim.
18 Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Prof.Dr Bayram KODAMAN<br />
Asıl bahsetmek istediğim kitap meselesinde Salı günlerinin hususî bir yeri ve<br />
değeri vardı. Hendek pazarının kurulduğu Salı günleri muhakkak birkaç Darendeli<br />
kitapçı da çarşıya sergi açar, halk kitaplarının yanı sıra esans ve gülsuyu gibi şeyler de<br />
satardı. Bu sergilerden ucuz olan halk hikâyelerini alır ve büyük bir iştiha ile okur ve<br />
saklardım. Ancak bu kitaplardan biri olan Karacaoğlan’a ( Sadettin Nüzhet Ergun) bir<br />
türlü kavuşamamıştım. En fazla iki buçuk lira topladım ama kitabın fiatı ( beş lira) çok<br />
yukarılarda kalmıştı. Renkli güzel kapağıyla hayâli hâlâ gözümün önünde duruyor.<br />
Hendek Orta Okulu’nda da ( 1960- 1963) seneler aynı minval üzere geçti.<br />
Müdürümüz Mustafa Sarıkoca, tarih ve coğrafya hocamızdı. Ahmet Türedi ise mezun<br />
olur olmaz mektebimize gelen ve bize aynı zamanda arkadaş gibi değer veren fizik,<br />
kimya ve matematik hocamız olmuştu.<br />
O zamanlar Hendek’te en yüksek mektep orta mektep olunca mezuniyeti<br />
takiben yatılı mektebin yoluna ve damı altına girmek mecburiyeti karşısında kalmıştım,<br />
birçok arkadaşım gibi.<br />
Ankara’da Polis Koleji imtihanlarını kazanınca artık Ankaralı olmuştum. İlk<br />
gördüğüm şehir ve ilk göz ağrım olan Ankara’da da tek gözde mekânım kitapçılar<br />
olmuştu. Bütün paramı, biraz da plânsız bir şekilde, kitapçılarda harcıyor, bazen bir ay<br />
kadar hafta sonu izinlerine çıkmadığım oluyordu. Kolej hayatımda ( 1963- 1966) son<br />
sınıfta iken kütüphane başkanı da olmuştum ama seneyi büyük zararla kapattım.<br />
Çünkü birçok arkadaşım tatile kütüphane kitaplarıyla beraber gitmeyi tercih etmişti. Bu<br />
kitaplar bir daha dönmedi. Üzerimizde büyük hakkı bulunan sınıf komiserimiz Ali<br />
Haydar Yıldırım’ın affı sayesinde tazminat cezasından kurtuldum. Son sınıfta iken,<br />
bizden önceki mezunlardan ve Mülkiye’de talebe Mahmut ağabeyimiz özenerek<br />
imtihana girenler arasına ben de katıldım. İki Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden (<br />
Atatürk ve İstanbul Üniversitesi) ilkini birinci ve ikincisini dördüncü olarak<br />
kazanmama ve edebiyatı çok sevmeme rağmen yirmi üçüncü olarak kazandığım<br />
Mülkiye’ye girdim. Kaymakamlık arzusunun tabiatıma ne kadar zıt bir şey olduğunu ise<br />
ancak birkaç sene okuduktan ve hayatı biraz tanıdıktan sonra fark edebildim.<br />
Fakülte de edebiyatın yanı sıra fikri eserler okudum ve bu arada Nurettin<br />
Topçu, Osman Turan, Ali Nihat Tarlan gibi üstadların yakınında ve sohbetlerinde<br />
bulunmuştum. Okuduğumuz İktisat Tarihi dersleri ise tarih sevgimi ve tarihe dair kitap<br />
ve mecmuaları toplama iştiyakımı büsbütün artırmıştı. Bu arada ilk mektebe<br />
başlamadan önce epey öğrendiğim eski yazıyı ilerleterek eski yazı kitap ve mecmualar<br />
da toplamaya başlamıştım.<br />
Neredeyse istemeden 1973 Şubatında mezun olduğum fakülteden sonra<br />
bursunu aldığım Emniyet Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım. Ankara’da<br />
kalmak bir kitap dostu için büyük bir şanstı. Öğle üzerleri koşa koşa gittiğim Kızılay’da<br />
Kocabeyoğlu pasajı ile yeni yeni şenlenmeye başlayan Zafer çarşısına gidiyor ve yeni<br />
gelen sahaf malı kitapların teftişini yapıyordum. Param olmasa da kitap alabiliyordum.<br />
Hâlâ da sahaf dostlarım, bir kitaba müşteri olduğum zaman, ne zaman ödeyeceğimi<br />
sormazlar. Ancak ödenmemiş kitap borcum da hiç olmamıştır. Zaten cumartesileri bu<br />
dükkanlarda, Pazar günleri ise bilhassa Ulus’un çeşitli köşelerinde açılan sergilerde<br />
kitap kovalamakla geçiyordu.<br />
Hayatımın kırılma veya dönüm noktasını böyle ziyaretlerimden birinde<br />
yaşadım. 1971 rüzgârında Hacettepe Üniversitesi’nden dışarıya haksız yere<br />
savrulduğuna inandığım iyi insanlardan biri olan Tuncar Tuğcu’nun Zafer çarşısındaki
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Bayram KODAMAN 19<br />
küçük dükkanında zaman zaman yarenlik ederken ilk defa Hacettepe Tarih<br />
bölümünden Dr. Bayram Kodaman isimli genç bir tarihçi ile karşılaştım. Siyah<br />
mermerden yapılmış bir büstü hatırlatan başı, yapılı vücudu ve geniş omuzları ile<br />
hafızaya hemen görüntüsü düşen genç ilim adamı samimî hâliyle resmiyetin mesafesini<br />
aşıyor ve samimiyetle konuşuyordu. Bu sırada Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi<br />
üzerinde, galiba bölüm başkanı Prof. Dr. Ercümend Kuran hocanın tavsiyesi ile<br />
doçentlik tezini hazırlıyordu.<br />
Dün gibi hatırlıyorum; kendisine görmediğini tahmin ettiğim Bizde Maarif- i<br />
İptidaiye ( Osman Zeki Işık, İstanbul, 1337, 54+2 s) kitabından bahsetmiş ve daha<br />
sonra kendisine ödünç olarak vermiştim. Ödünç verdiğim ikinci bir kitap ise Mahmut<br />
Cevat’ın ünlü eseri Maarif-i Umumiyenin Tarihçe-i Teşkilât ve İcraatı ( İstanbul, 1338,<br />
2+524 s) olmuştu. Hazırladığı doçentlik tezinin II. Abdülhamid devrine dair çok yeni<br />
ve farklı yorumların ilham kaynağını teşkil ettiğine de bu meyanda işaret etmek<br />
gerekiyor.<br />
Asıl söylemek istediğim ise bu sohbet esnasında biraz eski yazı okuduğumu ve<br />
tarihi sevdiğimi anlaması üzerine bana Hacettepe Tarih Bölümünde yüksek lisansa<br />
başlamamı teklif etmesi olmuştu.<br />
Bu teklif hayatımın bir başka devrinin başlamasının hareket noktası olmuştu.<br />
Çünkü 1974 yaz başlarında bana yapılan bu teklif üzerine sonbaharda yüksek lisans<br />
imtihanlarında Ercümend Kuran hocanın başkanlığında ( Nejat Göyünç,<br />
Abdurrahman Çaycı) heyet beni bu yeni talebeliğe lâyık bulmuştu. Sordukları<br />
sorulardan biri İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın eserleri olmuştu. Bir taraftan Emniyet<br />
Genel Müdürlüğü’nde çalışırken diğer taraftan da zar-zor dersleri takip edebildim. Bu<br />
arada 1975 yazında Çanakkale’de dört ay askerlik yaptım. Bölümün kadrosuna Tuncer<br />
Baykara, Özkan İzgi, Özcan Mert, Ahmet Yaşar Ocak ve Rifat Önsoy dahildi. Daha<br />
sonra Abdülhalûk Çay ve Bahaeddin Yediyıldız da bu kadroya katıldı.<br />
Hayatımın ikinci dönüm noktasını ise iki sene sonra yaşadım. Bu defa beni<br />
meslek olarak tarihçiliğe davet eden hocam Nejat Göyünç oldu ve 1976’da dekanı<br />
olduğu Cumhuriyet Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi’ne tarih asistanı olarak kabûl<br />
etmişti. Üniversitenin ilk asistanlarından biri oldum. Biraz zahmetli de olsa Mülkiye’nin<br />
İktisat ve Maliye Bölümü mezunu olarak tarihçilik yolunda 1974 sonbaharından beri<br />
emekliyorum ve bu yolda ömrümü geçirmekten çok büyük haz duyuyorum. Beni bu<br />
yola davet eden muhterem Bayram Kodaman hocama şükranlarımı sunarım. Bu<br />
zevkimi aynı zamanda mesleğim hâline getiren aziz Nejat Göyünç hocama Hak’tan<br />
rahmet ve mağfiretler niyaz ediyorum. Hacettepe Tarih Bölümü ve bilhassa Ercümend<br />
Kuran hocamızın seminer odası sohbetleri gerçek bir fikir ve tarih ziyafetiydi. Hikâyesi<br />
ayrıca yazılmalıdır.<br />
Her birinden ayrı ayrı ve tabiî iktidarımca, bir şeyler öğrendiğim bütün<br />
hocalarımı minnetle ve hayattan göçenlerini rahmetle yâd ediyorum. 2 Kasım 2009
20 Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Prof.Dr Bayram KODAMAN<br />
Değişik Yönleriyle Tanıdığım Prof. Dr. Bayram Kodaman<br />
Mustafa ÖZTÜRK *<br />
Prof.Dr. Bayram Kodaman Hocamı, 1984 yılında Fırat Üniversitesi’nde<br />
Araştırma Görevliliği sınavına girdiğim zaman tanıdım. Çünkü beni imtihan eden odur.<br />
Daha doğrusu yeni kurulan Tarih Bölümünü geliştirmek için Doktorasını yapan veya<br />
yapmakta olan öğrencileri bölüme almak istiyordu, bu konuda gerçekten büyük gayret<br />
sarfediyordu.<br />
Gerçekten Bayram Hocanın, bence en önemli vasıflarından birisi, bulunduğu<br />
üniversitelerde Tarih Bölümünü geliştirmek hususunda gösterdiği samimi gayrettir.<br />
Hocamın bu gayreti ile ben de üniversiteye intisap ettim. Şunu her zaman çeşitli<br />
vesilelerle söylerim; yüksek lisans ve doktora yaptırtarak beni akademik hayata<br />
hazırlayan Prof. Dr. Şerafettin Turan Hocam’dır, üniversiteye intisap etmeme vesile<br />
olan da Prof. Dr. Bayram Kodaman’dır, her iki Hocama da minnettarım. Bu dönemde<br />
benimle beraber bugün çoğu akademik hayatın değişik kademelerinde olan pek çok<br />
arkadaşımızı üniversiteye kazandırdı.<br />
Ama ne yazık ki kısa bir süre birlikte çalışma imkânı buldum, çünkü kendileri<br />
1986 yılında Fırat Üniversitesi’nden ayrılarak Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne<br />
naklen geçti. Öyle de olsa irtibatımız hiç kopmadı, her vesile ile bir araya gelmeye<br />
gayret ettim. Çünkü Bayram Hoca, tarih ve felsefe birikimi ile farklı yorumlar<br />
getiriyordu. Yıllar sonra ele aldığım ve üzerinde çalıştığım Tarih Felsefesini Bayram<br />
Hocamla her fırsatta tartışabiliyordum, bu da tabiî olarak bana yeni ufuklar açıyordu.<br />
Hatta hiç unutmam, bir toplantı vesilesiyle Ankara’da bulunduğumuz sırada, Hoca’yı<br />
adeta esir aldım ve gece geç saatlere kadar aklımda ne varsa, ne bulmuşsam kendisiyle<br />
tartıştım, fikirlerini aldım. Orada bana “Ben Elazığ’dayken bunlar niye yoktu, o zaman<br />
neden bu konulara eğilmedin?” demişti. Hocamın dediği tarihler, doktoramı yeni<br />
bitirdiğim ilk yıllardı, elbette Tarih Felsefesi gibi bir alanda fikir serdetmem<br />
beklenemezdi.<br />
Hocamızın önemli bir özelliği de, tarihçilerde pek de rastlanmayan ekip<br />
çalışmasının varlığıdır. Disiplinler arası çalışmayı teşvik eder, genç arkadaşlarla ortak<br />
araştırmalar, yayınlar yapar, bizleri de bu yola teşvik ederdi. Bölümün alt yapısını<br />
geliştirmek için de o zamanın şartlarında çok önemli kaynakları Bölüm kütüphanesine<br />
kazandırmıştır. Bu meyanda bütün bürokratik engelleri aşarak Harput ve Çemizgezek<br />
Şer‘iyye Sicillerinin tamamının suretlerini, Başbakanlık Arşivindeki Harput Tahrir<br />
Defterlerini, Salnameleri, mahalli gazeteleri Bölüme kazandırmıştır.<br />
Yukarıda zikrettiğim disiplinler arası işbirliğine olan inancının ilk müşahhas<br />
sonucu, 1984 yılında düzenlediği “Tarih Metodolojisi ve Türk Tarihinin Meseleleri<br />
Kollokyumu”dur. Bu toplantı, değişik disiplinlerden değerli hocalarımızın katılımıyla o<br />
zamana kadar tarih metodolojisi alanında yapılan en ciddi ve kalıcı bilimsel toplantıdır.<br />
Bu Kollokyumun bildirilerin Üniversitemiz tarafından yayınlandı ancak kısa sürede<br />
mevcudu bitti. Yakın bir gelecekte bu eserin ikinci baskısını yapmayı planlıyoruz.<br />
* Fırat Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü-Elazığ
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Bayram KODAMAN 21<br />
Hocamız çok <strong>sosyal</strong>dir, herkesle dostluk kurar, üniversite dışında esnaftan,<br />
işçiden, memurdan, bürokrattan, kısacası her meslekten insanlarla dostluğu vardır.<br />
Onun içindir ki, Elazığ O’nu sevdi, o da Elazığ’ı sevdi. Bugün bile eskilerden pek çok<br />
kimse halâ Bayram Hoca’yı yâd eder.<br />
Biz de halâ yâd ediyoruz.
22 Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Prof.Dr Bayram KODAMAN<br />
Akademisyen (Bilim İnsanı)<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman<br />
Kadir KASALAK *<br />
Sayın Bayram KODAMAN’la bir hemşehrim olarak 1977 yılı Temmuz ayında<br />
bir tanıdığımın tavsiyesi üzerine eski Yalvaç halinde (aynı zamanda Pazar yeri olarak<br />
kullanılan şimdiki durumda ise belediyenin kültür merkezi olarak yapılan ve henüz<br />
hizmete girmemiş binanın bulunduğu yer) tanıştım. Hocam o zamanlar Hacettepe<br />
Üniversitesi’nde Doçent idi. Üzerinde füme renkli bir kadife pantolon ve kısa kollu<br />
güzel bir gömlek vardı. ( Bugünde giyim-kuşam konusunda; ister mesaide olsun ister<br />
dışarıda ve tatillerde olsun aynı hassasiyetini sürdürmektedir. Yani giyim konusunda<br />
pek çok kişiye örnek olacak niteliktedir) Selâm, kelâm faslından sonra, Saygıdeğer<br />
hocam Prof. Dr. Şerafettin Turan yönetimimde Yüksek Lisans öğrenimi yapmakta<br />
olduğumu söyledim ve hemen şu soruları sordu; “ - Osmanlıcan iyi mi? , Yabancı dilin<br />
nasıl?” Bende; “- tezimin tamamen Osmanlıca olduğunu ve “1915 yılı Meclis-i<br />
Mebusan Zabıt Ceridelerine Göre Adliye İle İlgili Bazı Kanunların Müzakeresi”<br />
konulu tez üzerinde çalışma yaptığımı söyledim. Bunun üzerine “-Ankara’da<br />
görüşelim” dedi, doğrusu o dönemin “anarşi ve ulaşım problemlerinden dolayı” benim<br />
de ziyaret imkânım olmadı.<br />
Bir yıl sonra Ankara’dan Isparta’ya tayin oldum. Bu nedenle de görüşmelerimiz<br />
olmadı. 1983 yılında yapılan I. Askerî Tarih Seminerinde tekrar bir araya gelebildik.<br />
Daha sonra ISVAK Sempozyumu’na katıldık. Bu sürede ben “bayramlar ve yılbaşılar<br />
da kart gönderdim. Bazen cevap aldım, bazen de alamadım. 1988 yılında, Samsun 19<br />
Mayıs Üniversitesi’nde Eğitim Fakültesi Dekanlığı sırasında kendisini ziyaret edip; bir<br />
yakınımın resim bölümü mülakatlarında yardımcı olması için talepte bulundum.<br />
Hoca’nın cevabı tam bir akademisyene yakışır nitelikte idi:” Yazılı sınavda başarılı<br />
olmazsa benim yapabileceğim hiçbir şey yoktur.” Akademisyen bir idareciye yakışan<br />
bir cevaptı. Yani hallederiz, kolay ederiz deyip insanları atlatma politikası takip<br />
etmemişti. Elbette biz de bu durumu makul karşıladık. Daha sonra da zaman zaman ;<br />
özellikle Isparta’ya geldikten sonra yaz aylarında görüşmelerimiz oldu.Bu<br />
görüşmelerimizde her zaman sorardı;<br />
“- Isparta’ya ne zaman geleceksin?” Ben de hep şu cevabı verirdim: “- Birkaç yıl<br />
içinde.” Sonunda o birkaç yıl geldi ve Mayıs 1999’da SDÜ Tarih Bölümü’ne<br />
müracaatımı yaptım. Bürokratik işlemlerden sonra 4 Ağustos 1999 da göreve başladım.<br />
Ancak daha ilk günlerde bazı tartışmalarımız oldu.<br />
Sayın hocam ile 4 Ağustos 1999’dan itibaren aynı bölümde birlikte görev<br />
yaptığımız süre içerisinde doğru söylemek gerekirse keyfî uygulamalarını eleştirmiş<br />
isem de; akademik ve bilim adamlığı yönlerini ilgiyle ve takdirle takip etmişimdir.<br />
Gerek konferansları, gerek makale ve kitaplarında öne çıkan yanı; faydacı bir tarih<br />
yaklaşımı içinde çok isabetli tespitlerde ve değerlendirmelerde bulunmasıdır. Şahsen<br />
bunların pek çoğunu saklıyor ve istifade ediyorum. Buna paralel olarak diğer bir<br />
* Yrd.Doç.Dr., <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Bayram KODAMAN 23<br />
akademik yanı ise doktora çalışmalarındaki ciddiyet ve çok birikimli olduğunu gösteren<br />
eleştirileridir. Gerektiğinde çalışmaların yetersizliği durumunda adaya tavır<br />
alabilmesidir (Özellikle son zamanlarında adamına göre farklı yaklaşımda bulunsa bile).<br />
Zaten bana göre onu akademisyen ve bilim insanı yapan yönlerini bu iki temel<br />
unsurlarda ortaya koyduğu düşünce ve davranışlarıdır. Bu düşünce ve davranışlarını<br />
destekleyen öncü yanı da her derse bildiri sunar gibi hazırlanmasıdır. Tabiidir ki bu<br />
düşünce ve davranışları bize ve öğrencilere olumlu örnek olmuştur. Bu yazıyı kaleme<br />
aldığım günlerde, üniversitedeki son günlerini yaşamasına rağmen; hâlâ konferans ve<br />
yurtdışı sempozyumu için hazırlık yapmaktaydı. Kendisini bilimsel çalışmalara adayan<br />
bölüm başkanımız şu sözlerle de <strong>sosyal</strong> yaşantısıyla bilimsel çalışmalarının<br />
özdeşleştirdiğini gösteriyordu: “Ben yatağımın başucunda mutlaka kalem ve kâğıt<br />
bulundururum. Aklıma geldikçe, düşünürken tespit, değerlendirme, yeni konu<br />
veya başlıkları hemen not ederim.” Hani derler ya “-bilimsel çalışma ve<br />
araştırma merakı genlerine işlemiş!”<br />
Son olarak diyorum ki ; “yolun açık, sağlığın daim olsun bilim adamı”.
24 Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Prof.Dr Bayram KODAMAN<br />
Hocam Bayram Kodaman<br />
Yusuf AYVAZ *<br />
İnsan yaşadığı müddetçe pek çok olayla ve insanla karşılaşır. Fakat karşılaştığı<br />
bu olaylardan ve kişilerden bazıları o insanın hayatında adeta bir dönüm noktası<br />
oluşturur. Öğretmen okulu 6. sınıfa geçtiğim 1972 yaz, Yüksek Öğretmen Okulu<br />
sınavına girmiş ve kazanmıştım. Ancak Ankara’ya gitmeyi hiç düşünmüyordum. Bu<br />
durumu haber alan okulumuzun Din Kültürü hocası ve aynı zamanda müdür<br />
yardımcısı olan İbrahim Demirbaş’ın beni yanına çağırarak yaptığı ikna edici<br />
konuşmadan sonra Ankara’ya gitmeye karar vermemdi. Bu konuşma benim akademik<br />
hayatımın ilk basamağına adım atmamı sağlamıştı.<br />
Yüksek Öğretmen Okulu ve Ankara Fen Fakültesini bitirdikten sonra 1978<br />
yılının 7 Nisanında Fırat Üniversitesinde asistan oldum. 1982 yılında YÖK’le birlikte<br />
Fen-Edebiyat Fakülteleri oluşturulmaya başlanınca, Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />
Fakültesi dekanlığına Prof. Dr. Bayram Kodaman atandı. Bu atama hocamla<br />
tanışmamıza vesile oldu. Her türlü problemimizle ilgilenen, bize değerli olduğumuzu<br />
hissettiren, bize bir şeyler başarabilme zevkini yaşatan hocamızın, zaman zaman Prof<br />
Dr. Kazım Yaşar Kopraman’ın da katılımıyla yaptığı sohbetler, bizim tarih ve kültür<br />
dünyamızın gelişmesine zemin hazırlamıştır.<br />
1985 yılında Elazığ’dan Samsun Eğitim Fakültesine Dekan olarak ataması<br />
yapılan Bayram Hocamızı görkemli bir yemek davetiyle Samsun’a uğurladık. 1988<br />
yılında Prof. Dr. Necdet Bildik, Prof. Dr. Ömer Akın ve Doç. Dr. Vahit Komar ile<br />
birlikte hocamızı Samsun’da ziyaret ettik. Hocamız, Samsundaki<br />
meslektaş/arkadaşlarımız Prof. Dr. Nuri Kuruoğlu, Prof. Dr. Muharrem Dinçer, Prof.<br />
Dr. Mustafa Çalışkan ve Prof. Dr. Bekir Batı ile birlikte bizi Samsun Öğretmenevi’nde<br />
ağırladı. Bu sayede hocamızı ve arkadaşlarımızı görme fırsatı yakalamış olduk.<br />
1991 yılında ise Bayram Hocam bir etkinlik için Elazığ’a gelmişti. Yaptığımız<br />
bir görüşme sırasında <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesine geçeceğini, gelmek isteyen<br />
olursa onları da götürebileceğini söyledi. Daha önce Isparta’yı görüp sevdiğim için bu<br />
teklife sıcak baktım, benimle birlikte Doç. Dr. Ekrem Artuç ve Doç. Dr. Seyfettin<br />
Çakmak da 1993 yılında <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesine geçti. Aynı yıl Prof. Dr.<br />
İsmail Çetişli de bize katıldı. Böylece <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesinde dört Fırat<br />
Üniversiteli olduk.<br />
<strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesinde önce bölüm başkanı, altı ay sonra da<br />
Dekan yardımcısı olarak Bayram Hocamla çalışma fırsatı buldum. Bu birliktelik hocayı<br />
daha da yakından tanıma vesile oldu.<br />
Bayram Hocamın insanlarla iletişim kurarken çocukla çocuk; yaşlıyla yaşlı;<br />
şehirliyle şehirli; köylüyle köylü olmasına hep hayran kalmışımdır. Hayatımın her<br />
döneminde hocamın bu yönünü kendime örnek almaya çalıştım.<br />
Hocamın takdire şayan bir diğer yönü de geçirdiği çeşitli seçim süreçlerinin<br />
olumlu veya olumsuz sonuçlarını belirli bir olgunlukla karşılayarak hayatına devam<br />
etmesidir.<br />
* Prof.Dr.,SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Bayram KODAMAN 25<br />
Bayram Hocam bu günlerde hayatının en heyecanlı günlerini yaşıyor olsa<br />
gerek. Bir taraftan emekli olunca yapacağı işleri kurgularken diğer taraftan da yeni<br />
üniversitelerde hocalığa devam etme planları yapıyor. İnsanın hayatında dinlenmeye,<br />
emekliliğe de yer vermesi kaçınılmaz; ama benim bildiğim Bayram Hoca bu dönemi de<br />
boş geçirmez, yapacak bir şeyler bulur.<br />
İyi bir eğitimci olan Bayram Hocam, öğrencilerinin yetişmesi için hiçbir<br />
fedakârlıktan kaçınmayan, öğrencilerinin her türlü sıkıntısıyla yakından ilgilenen birisi<br />
olmuş ve pek çoğunun akademik kariyer yapmasına doçent veya profesör unvanı<br />
almasına vesile olmuştur.<br />
Bayram Hocam ilkeli bir bilim insanıdır. Yazılarında ve konferanslarında<br />
bildiklerinden asla taviz vermemiş, her zaman doğrunun ve haklının yanında olmuştur.<br />
Günümüz olaylarını da kendine özgü bir şekilde yorumlamış ve farklı yorumlar<br />
getirmiştir.<br />
Sayın Hocama bundan sonraki hayatında ailesiyle sağlıklı, huzurlu, elemsiz ve<br />
uzun bir ömür geçirmesini diliyorum…
26 Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Prof.Dr Bayram KODAMAN<br />
Kocaman Yürekli Kodaman Hoca<br />
Mehmet ÖZ *<br />
Bayram Hocamızı Hacettepe Üniversitesindeki Lisans öğrenimi yıllarında (1977-<br />
81), özellikle de araştırma görevliliğine (o zaman asistanlığa) giriş sürecimde ve<br />
asistanlığımın ilk yılında yakından tanıdım. Bayram Bey bizler için öncelikle çok iyi bir<br />
hoca olmuştur. Derslerde konuları gayet sistematik biçimde ele alışı, düşüncelerinin<br />
berraklığı, özellikle sömürgecilik ve dekolonizasyon konularını anlatırken coğrafyaya ve<br />
harita kullanımına verdiği önem hepimizin hatırındadır (Bu meyanda sınavlarda harita<br />
çizdirdiğini de belirtmeliyim). Asistanlığa giriş sürecimde ve sonrasında onun kişiliğini<br />
daha yakından tanıdım. Adalete ve hakkaniyete verdiği önem, samimiyeti ve<br />
hoşgörüsü, açık sözlülüğü ve gerektiğinde eleştiriden sakınmaması bence en önemli<br />
özellikleridir.<br />
1991 yılı başında yurt dışında doktoramı tamamladıktan sonra Ankara’da<br />
karşılaşmıştık. O zaman kendisi benim memleketimde, Samsun’da Eğitim Fakültesi<br />
dekanı idi ve benden hemen Samsun’a gelmemi istedi. Ben de üzülerek, yurt dışına<br />
gitmeden önce daha önce araştırma görevlisi olduğum Bölümümüze dönmek için söz<br />
verdiğimi ama eğer herhangi bir sebeple Hacettepe’ye dönemezsem zaten birinci<br />
tercihimin Samsun olduğunu belirtmiştim.<br />
Hocanın önemli özelliklerinden birinin de okuduğu her şey ile ilgili notlar<br />
tutmak olduğunu yine o yıllarda öğrendim. Yine bir gün Ankara’da (Kızılay’da)<br />
karşılaşmıştık. Bana Türk Yurdu <strong>dergisi</strong>nde çıkan bir makalemle ilgili olarak aldığı<br />
notları göstermişti. Bu notların bulunduğu kalınca bir defterde, pek çok kitap ver<br />
makaleden alınmış pasajlar ve açıklamalar vardı.<br />
Bayram hocamızın en önemli vasıflarından biri de ülkesine ve milletine karşı<br />
duyduğu derin sevgi ve bağlılıktır. O yüzden de akademik-bilimsel çalışmalarının<br />
yanında ülke meseleleri ile ilgili düşüncelerini açıkladığı çok sayıda makalesi vardır.<br />
Kendisine sağlık ve esenlik dolu bir emeklilik hayatı diliyorum ama o daha emekli<br />
olmak için çok genç olduğundan faal bir şekilde bilim ve düşünce hayatına devam<br />
edeceğine inanıyorum.<br />
* Prof.Dr., Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı
Öğrencilerinin ve Meslekdaşlarının Gözüyle Bayram KODAMAN 27<br />
Yrd. Doç. Dr. <strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU’nun, Prof. Dr. Bayram<br />
KODAMAN ile ilgili hatırlayabildiği bir anısı.<br />
Hacettepe Üniversitesi<br />
Beytepe Kampüsü<br />
B 9 Sınıfı<br />
Sene: 1976 (Tarih 1. Sınıf)<br />
Bayram Hoca “Tarih Metodolojisi” dersini anlatırken, ders arasında yine bir<br />
anısını anlattı: Hoca Fransa’da doktora yaparken, Fransız Hocası derste tahtaya “Atilla<br />
Barbardır” cümlesini yazar. Ardından Bayram Hoca’ya dönerek Türko sende bir cümle<br />
yaz der. Bayram Hoca’da tahtaya kalkarak “Napolyon Barbardır” cümlesini yazınca<br />
Fransız Hoca bozulur. Bayram Hoca’da bunun üzerine ; “Hocam Atilla barbarsa,<br />
Napolyon da barbardır” diye cevap verir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
Abdullah SAYDAM ∗<br />
Giriş<br />
Osmanlı kent mimarisine hâkim olan eski ile yeni arasında sentez yapma anlayışının<br />
yansıtıldığı şehirlerden biri de Trabzon idi. Türkler şehri ele geçirdikten sonra ani ve<br />
hızlı değişimden ziyade yavaş ve sentez yapıla yapıla devam eden bir gelişme söz<br />
konusu olmuştur. Geçmişten tamamen kopuş yoktur, geçmişin aynen tekrarı da söz<br />
konusu değildir. İhtiyaçlar ve idealler şehrin yeni kimliğinin belirleyicisi olmuştur. Kale,<br />
liman, sokaklar Bizans çağındaki işlevini sürdürür. Komnenler hanedanının prens ve<br />
şövalyelerinin polo oynadıkları meydan, Türk vali ve adamlarının binicilik, ok atma<br />
yarışları düzenledikleri, askerî talimler yaptırdıkları Kabak (Kavak) Meydan adını<br />
almıştır. Buna karşılık Komnenlerin anfi – tiyatrosu, Türk toplum geleneğinde yeri<br />
olmadığından dolayı kaderine terk edilmiş, yapının taşları zamanla bazı binaların<br />
yapımında kullanılmıştır 1.<br />
Trabzon’da yerleşme alanı geniş düzlüklerden mahrum, dar ve sahile paralel<br />
uzayan bir banttır. Bu bandı yer yer denize dik dereler ve yine denize doğru uzayan,<br />
sahile yaklaşınca uçları dikleşen sırtlar kesmektedir. Yerleşim yerleri ile tarım<br />
alanlarının % 90’ı, tatlı bir meyille 200-250 metreye kadar tedricen yükselen düzlükler<br />
üzerinde kurulmuştur. Özellikle kuzey - güney istikametinde akan akarsu vadilerinin<br />
içinde yerleşme görülmekte olup kent içerisinden geçen Zağnos ve Tabakhane suları<br />
boyunca bu nitelikte dağınık yerleşim birimleri oluşturulmuştur. Meydan-ı Şark,<br />
Frenkhisarı, İskender Paşa mahallesi, Kunduracılar Caddesi, Kemerkaya mahallesi,<br />
Debbağhâne ve Müftü Camiinin bulunduğu seki, batıda Ortahisar, İmaret ve Kabak<br />
Meydan mahallesi ile kentin en batısında yer alan Ayasofya mahallesinin bulunduğu<br />
sahaya kadar devam eder. Denize doğru meyilli olan bu seki 20-30 metrelik seviye farkı<br />
gösterir. Kent daha çok bu seki üzerinde ve doğu-batı doğrultusunda kurulmuş. Tekke,<br />
Kindinar, Tekfurçayı mahallelerinin bulunduğu seki, Değirmendere, Tabakhane ve<br />
Zağnos derelerinin kazdıkları vadiler arasındadır. Bu sekiler üzerindeki yerleşme<br />
∗ Prof.Dr.,Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi<br />
1 Yukarıhisar kapısından çıkıldığında güneydeki yamacın üzerinde koşu yolu ve antik tiyatro bulunmakta<br />
bu haliyle üç basamaklı kalenin adeta en üstteki dördüncü basamağını oluşturmaktaydı. Buradaki tiyatro<br />
binasının taşları sonradan bazı Türk evlerinin inşasında kullanılmış idi. Bu şekilde kurulmuş bir Türk<br />
evinin sahibi “Gâvurun tiyatrosu, uzun süre herkesin şehirdeki binası için istediği inşaat malzemesini gidip<br />
aldığı bir depo olarak hizmet verdi. Son olarak da Trabzon’un yanan ‘mahkeme binası’, bütünüyle bu<br />
yıkıntının malzemeleriyle inşa edildi.” demiştir. Jakop Philip Fallmerayer, Doğu’dan Fragmanlar, Çev.:<br />
Hüseyin Salihoğlu, Ankara, 2002, s.92.
Abdullah SAYDAM 29<br />
diğerlerine göre daha seyrek ve dağınık olup buralar genellikle tarım alanları olarak<br />
kullanılırdı. Boztepe düzlüğü oldukça geniştir ve üzerinde kalınca bir toprak örtüsü<br />
vardır. Yüksekliği 210-280 m. arasında değişir. Yerleşmenin en yoğun olduğu alanlar<br />
kale içi ile kalenin doğu ve batısındaki sahile yakın kesimler idi. Özellikle Meydan-ı<br />
Şark ile kale arasında kalan kısım yerleşmenin yoğun olduğu yerlerdi. 2<br />
Eski çağlardan devralınan bütün şehirlerde olduğu gibi Trabzon’a da kimlik<br />
kazandıran önemli öncelikler şunlardı: Gündelik hayatın cereyan ettiği evler ve<br />
onlardan oluşan mahalleler, sosyo-ekonomik ihtiyaçların karşılanmasında kullanılan<br />
yol, köprü, çarşı ve liman; güvenlik için ihtiyaç duyulan müstahkem kale.<br />
Evler<br />
Türk aile hayatında yaşanacak mekân çok özel bir öneme sahiptir. Gündelik hayatın<br />
büyük bölümünün geçirildiği evlerin, şehir kültüründe önemli bir ağırlığı vardı. Normal<br />
düzeydeki ailelere ait evler, şehirlerin mimarî dokusuna asıl damgayı vuran öğe<br />
olmamasına karşılık şehrin kimliğini gösteren, görünümünü belirginleştiren abidevî<br />
eserleri de mütevazı evlerden soyutlayarak anlamak mümkün değildir. Başını sokacağı<br />
bir haneye sahip olma arzusu, her Türk ailesinin öncelikli ihtiyaçlarından biri olarak<br />
kabul edilmekteydi. Kerpiçten ya da ahşaptan da olsa, yuva kuran ailenin ilk iş olarak<br />
böyle bir eve sahip olmaya çalıştığı görülmektedir: “Dünyada mekân ahirette iman”<br />
sözü bu anlayışın bir yansımasıdır.<br />
Genelde her ailenin tek başına yaşayacağı bağımsız bir eve sahip olmaya<br />
çalıştığını görmekteyiz. Evlerin yapımında çoğunlukla taş, kerpiç, ahşap ve tuğla<br />
kullanılmaktaydı. Trabzon’daki evler çoğunlukla bir, nadiren iki katlı olup yalnız çok<br />
varlıklı aileler tarafından daha fazla katları olan konaklar inşa edilmekteydi. İki katlı<br />
evlerde giriş katında mutfak, kiler, oturma odaları; üst katta ise yatak odaları yer<br />
almaktaydı. Hemen bütün evlerin yola açık bulunan bir bahçe kapısına sahip olduğu,<br />
yüksek taş duvarlarla çevrili bahçelerde dışarıya kapalı, gözlerden uzak ve mahrem bir<br />
aile hayatı yaşandığı görülmektedir. Bahçelerde içlerinde meyve veren cinslerin de<br />
olduğu çok sayıda ağaç bulunmaktaydı. Denizden bakıldığında Trabzon’un genel<br />
görüntüsü yeşil olup aralıklarla yükselen minareler veya çan kuleleri, kubbeler ve<br />
evlerin çatıları kompozisyonu tamamlamaktaydı.<br />
1840’ta şehri gezen Fallmerayer’in tasviri bunu doğrulamaktadır: “Bugün ne<br />
kalede ne de bol ağaçlı dış şehirde birden fazla katı olan bina görülüyor, binalar<br />
çoğunlukla sadece zemin katından oluşmaktadır. Bazı caddelerde kahverengi kiremit<br />
çatılardan ve dam taşından yapılmış dumansız bacalardan başka (çünkü Yunan ve<br />
Ermeni semtlerinde az yemek pişiriyorlar) ötede beride körelmiş, geniş ağızlı çanı<br />
olmayan Bizans kuleciğinden başka bir şey görülmüyor, bunların çanları da yok.” 3<br />
Hemen pek çok evde ahır var ise de, bu birimin sadece evin ihtiyacını<br />
karşılamak üzere beslenen bir - iki inek, at ve belki kümes hayvanlarının barındırılması<br />
için kullanıldığı, bu arada depo işlevi gördüğünü tahmin etmek mümkündür.<br />
Tekfurçayırı gibi kenar mahallelerde bu tür evler çoğunluktaydı. Bunun yanı sıra şehir<br />
2 İller Bankası, Trabzon Analitik Etüdleri, Ankara, (t.y), s. 7-10, 33.<br />
3 Fallmerayer, Fragmanlar, s.46-47.
30 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
merkezinde yer alan İmaret, Kemerkaya ve Muhyiddin gibi bazı mahallelerde ahırların<br />
bulunduğu anlaşılmaktadır 4.<br />
Evlerin su ihtiyacını karşıladıkları bir kuyunun varlığının yanında, su şebekesine<br />
yakın olan yerlerdeki zengin ailelerin bahçelerinde ayrıca çeşme yaptırdıkları<br />
görülmektedir. İster şehir şebekesine bağlı olsun ister kuyu suyu olsun mülk<br />
satışlarında evin fiyatını belirleyen önemli etkenlerden biri şüphesiz bu idi. Satış işlemi<br />
sırasında evin özellikleri belirtilirken çeşmesinin yahut da kuyusunun bulunduğu<br />
bilhassa yazılmaktaydı. Meselâ Ortahisar mahallesinde satışa konu olan bir evin hem<br />
kuyu suyu hem de akan çeşmesi olduğu gibi aynı zamanda kuyu ve akıntı kenefinin<br />
mevcut olduğu da zikredilerek fiyat buna göre belirlenmiştir 5.<br />
Osmanlı Devleti, tarım üretimine büyük önem verdiğinden, özellikle şehirdeki<br />
nüfusun daha fazla artmaması için köylerden şehirlere yönelik göçleri engellemeye<br />
dikkat etmekteydi. Şehirlerde ancak tarım dışı mal ve hizmet üreten kesim ile yönetici<br />
kadroların ikamet etmesi tercih olunmaktaydı. Bununla birlikte Trabzon’daki evlerin<br />
hemen tamamına yakınının meyve veren ve vermeyen ağaçların bulunduğu bahçelere<br />
sahip olması, bu bahçelerde ticarî amaçlı olmasa da ailevî ihtiyacın karşılanmasına<br />
yönelik tarım yapılması; bilhassa şehrin dış mahallelerinde yer alan düzlük alanlarda<br />
ziraat yapılması, bütünüyle tarımsal faaliyetlerden uzaklaşılmadığını göstermektedir.<br />
Ailenin geçimini sağladığı iş yeri ile konut ayrı semtlerdeydi. Hem işçileri hem de<br />
aileleri barındıran büyük ya da orta boy hiçbir iskân biriminin izine rastlanmaz. İş yeri<br />
ile konutun ayrı tutulması, halk ve yöneticiler tarafından önemsenen, hatta bir ahlâk<br />
meselesi haline getirilen konu idi. Buna dair Trabzon şer’iye mahkemesine intikal eden<br />
bir davadan misal verelim: Çarşıda bulunan dükkânını yeniden inşa ederken, dükkânın<br />
içerisinden evine bir kapı da açtıran Kalafat oğlu Haçik Kostantin’ın bu davranışı dava<br />
konusu olmuş; Kasım Ağa mahallesi sakinlerinden olan Suluhan Ağası Tahir Ağa, Hacı<br />
İsmail oğlu Molla Behçet, yine bu civarda oturan Kazaz Temel Efendi, Kazaz Ali<br />
Hafız Efendi, Arnabutzâde Hacı Mehmed Ağa ve diğer bazı kimseler, “Fesâd-ı<br />
zamana mebni menziline açılacak kapının dahi seddine tenbih olunması” talep<br />
etmişlerdir. Mahkeme tarafından bir fesadın çıkmaması için dükkândan eve açılan<br />
kapının kapatılmasına karar verilmiştir. 6<br />
Trabzon’da farklı etnik ve dini grupların kendilerine özgü bir ev çeşidi olduğu<br />
pek söylenemez. Her ne kadar belirli grupların belirli ev tarzına daha meyilli oldukları<br />
düşünülebilirse de ev yapımında çalışan usta ve işçiler, mülk sahibinin mensup olduğu<br />
etnik veya dini gruptan olmayabilmekteydi 7 Gerçekten de Trabzon’da böyle örneklere<br />
rastlamak mümkündür: Bir Hıristiyanın evinin inşaatında bir Müslüman<br />
çalışabilmekteydi. Meselâ Mağara mahallesinden Dülger Küçük Ahmed bin İsmail,<br />
Hacı Andon veledi Kuyumcubaşı Hacı Kostanta’ya ait bir inşaatta çalışmaktaydı 8.<br />
4 Bazı misâller için bkz.. Trabzon Şer’iye Sicili (TŞS), 1951, 16/a, 17/b, 19/b.<br />
5 TŞS, 1947, 19/b (29 Şevval 1212/16 Nisan 1798). Hoca Halil mahallesinde de bir mülk içerisinde hem<br />
kuyu hem de akan çeşmesi olduğu ve aynı zamanda iki akıntı kenefi bulunduğu kaydedilmiştir. TŞS, 1947,<br />
s. 18/b ((24 Şaban 1212/24 Şaban 1798).<br />
6 TŞS, 1972, 80/b (27 Ramazan 1261/29 Eylül 1845).<br />
7 Maurice M. Cerasi’nin Osmanlı kentlerini konu alan eserinde vardığı benzer sonuçlar için bkz. Osmanlı<br />
Kenti, Osmanlı İmparatorluğu’nda 18. ve 19. Yüzyıllarda Kent Uygarlığı ve Mimarisi, Çev. Aslı Ataöv, İstanbul,<br />
1999, s.25.<br />
8 TŞS, 1946, 20/a.
Abdullah SAYDAM 31<br />
Bundan dolayı Müslümanlarla zimmîlerin ev tipi arasında genel olarak bir fark<br />
bulunmamaktaydı. Bu konuda yönlendirici bir hüküm de yoktu. Bununla birlikte<br />
zimmîlerin bir İslâm mahallesinde Müslümanlardan daha yüksek ev yapmaları yasaktı.<br />
Böyle bir durumda şikâyet olduğunda, bu evin yüksek olan kısmı mahkeme kararıyla<br />
yıktırılabilirdi. Bir misâl verelim: Muhyiddin mahallesinde bir zimmînin yüksek oda<br />
inşa ettiği yolunda şikâyet olunca hâkim; “Ehl-i zimmetin İslâm mahallesinde vaki<br />
tahtani menzil üzerinde yeniden fevkani odalar bina ve inşa edip, civarında vaki İslâm<br />
hanelerinden yüksek olsa, ya İslâm’a bey’ yahut fevkanide olan odanın hedm ile hey’eti<br />
asliyesine tenzil olunması iktiza eylediği”nin fetva kitaplarında açıkça yazılı olduğunu<br />
belirterek yüksek odaların yıktırılmasına veya bedeliyle taliplisine satılmasına karar<br />
vermiş, mülk sahibini bu konuda uyarmıştır 9. Benzer şekilde Müslümanların iş<br />
yerlerinden daha yüksek olarak inşa edilen dükkânların da Müslüman esnaf tarafından<br />
şikâyet edilerek engellendiğini görmekteyiz 10. Özellikle Müslümanların bu tür<br />
konularda şikâyetçi olmalarını, dinî bir gayretten ziyade esnaf rekabeti, komşuluk<br />
çekişmesi olarak düşünmek mümkündür. Zira şikâyetlerin olmadığı hallerde yerel<br />
yönetimin bu işlere pek müdahaleci olmadığını görmekteyiz. Bugün Trabzon’da<br />
bulunan bazı ihtişamlı konak ve köşk gibi yapıların bir zamanlar gayrimüslimlere ait<br />
olduğu bilinmektedir.<br />
Bahçe ve bahçe duvarı evlerin ayrılmaz bir unsuru idi. Fallmerayer’in bu<br />
konudaki gözlemleri şöyledir: “Trabzon’daki bütün evler, tekdüze cadde kenarından<br />
giden duvarı, önünden geçen kimselerin içerisini görmelerini engelliyordu. Çünkü<br />
burada, çarşılar hariç tutulursa, sokak, Avrupa şehirlerinde olduğu gibi doğrudan<br />
evlerin önlerinde değildir; sokakla ev arasında boş, koridor biçiminde, altı ila on ayak<br />
yükseklikte duvarlar çekilmiş. Evlerin etrafı bu duvarlarla çevrilerek sokaktan izole<br />
edilmiş ve çimenli ya da döşenmiş avluların içinde, su kuyularıyla ve ağaçlarıyla birlikte<br />
mahrem duruma getirilmişler.” 11 Bu yapı tarzı sadece Müslümanlar tarafından<br />
benimsenmiş değildi; gayrimüslimlerin de bu tarz yüksek bahçe duvarıyla çevrilmiş<br />
evlerde ikamet ettikleri görülmektedir.<br />
Meydan semtinin birkaç yüz metre yakınındaki Marimoğlu adlı bir Ermeni<br />
ailesinin yanında konuk olarak kalan Fallmerayer’in yazdıkları nispeten zengin bir<br />
ailenin evinin nasıl olduğuna dair önemli bilgiler içermektedir: “Etrafı duvarla çevrilmiş<br />
olan yerin muntazam, düz bir dikdörtgen olduğunu düşünün, buradan güney taraf<br />
ortadaki dar bir kapıyla cadde duvarına dönüyor, kuzey taraf Karadeniz’e bakıyor, sol<br />
ve sağ taraflar aynı şekilde duvarla, bitişikteki komşulara karşı kapatılmış. Dörtgenin<br />
kuzeydeki, denize dönük yarısı bahçedir, güney yarısındaki binalar o tarzda inşa<br />
edilmişler ki, girişin sonundaki duvarda yeni ev üst katıyla, sağdaki duvar da boş bir<br />
zemin kat, ikisinin arasındaki döşenmiş boşlukta etrafı mermerle çevrilmiş bir su<br />
kuyusu ile iki tane incir ağacı ve bir nar ağacı bulunuyor… Sağdaki boş duran zemin<br />
kat oturmam için bana tahsis edildi; pencereleri delik deşik kâğıtla kaplı, iki küçük<br />
döşenmemiş odası bulunuyor, ama bunlar serinletici deniz havasına dönüktü ve<br />
bahçenin gölgeli tarafına bakıyordu; bunun yanı sıra Trabzon için rahat döşenmiş<br />
genişçe bir salon, bu salonun camlı dört büyük penceresi, beyaz ve kırmızı perdeleri<br />
9 TŞS, 1972, 78/b (13 Ramazan 1261/15 Eylül 1845).<br />
10 TŞS, 1972, 80/b (27 Ramazan 1261/29 Eylül 1845).<br />
11 Fallmerayer, Fragmanlar, s.46.
32 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
vardı, sonra bir İtalyan şömine, on sekiz ile yirmi ayak uzunluğunda bir divan, yeni<br />
hasır koltuklar, yeşil örtüsü olan büyük bir masa ve kırmız tuğlalı döşeme, İtalyan<br />
âdetlerine göre yapılmıştı. Uzun divan, akşamları üzerine bir battaniye, bir çarşaf ile bir<br />
yastık koymak suretiyle ülke geleneğine uygun olarak dinlenmeye yarıyordu.<br />
Pencerelerden ikisi güneye bakıyordu ve yüksek cadde duvarıyla aralarında üç adım<br />
genişliğinde ve on iki adım yükseklikte, mısırların ekili olduğu alan bulunuyordu; Öteki<br />
ikisi kapıya, avluya ve ana binaya açılıyordu. Trabzon’da ön cephesi düz bir ev bulmak<br />
zordur... Cephenin dörtte üçü aynı zamanda bütün çatı hizasıyla birlikte dik açılı bir<br />
biçimde bina hizasının üstünden öne doğru çıkıyor, bu sayede geniş, çoğunlukla kireç<br />
kaplama ve ince ağaç direkler üzerinde duran çatı çıkıntısı sayesinde odaların<br />
pencereleri önünde güneşe karşı korumalı havadar bir alan oluşuyor…<br />
Marimoğlu’nun küçük bahçesindeki ağaçların içinde tercihen incir, ayva, şeftali, kiraz,<br />
portakal, nar, limon, dut, erik, zeytin ve Kolhis’de özellikle bol ve mükemmel biçimde<br />
yetişen karaağaçların bulunduğunu fark ettim.” 12<br />
Mahalleler<br />
Osmanlı şehir hayatının temel birimlerinden olan mahalleler çoğunlukla cami veya<br />
kilise gibi bir dini binanın ismiyle anılmaktaydı. Mahallenin yöneticisi de bu dini<br />
kurumda görevli olan din adamıydı. Devletle ilişkiler açısından mahalle öncelikle bir<br />
idarî birimdi. Buranın yöneticisi önceleri mahalle imamı (veya papaz), muhtarlık<br />
teşkilâtının kurulmasıyla birlikte muhtar oldu. Trabzon’daki mahallelerin genelde<br />
birkaç sokaktan oluşan küçük yerleşim birimleri olduğunu söyleyebiliriz. Hatta hemen<br />
her sokağın ayrı mahalle olarak tanımlandığı durumlar da görülmektedir.<br />
Mahalleler din veya mezhep ayrımına göre ayrı olabilecekleri gibi karma<br />
mahalleler de vardı. Özellikle Osmanlı hâkimiyetinde kalış süresi uzadıkça şehirlerdeki<br />
yaşayış tarzının doğal bir sonucu olarak, Müslümanlarla gayrimüslimlerin çeşitli<br />
toplumsal ve ekonomik faaliyetleri neticesinde karma mahallelerin sayısı hızla<br />
artmaktaydı. Dolayısıyla şer’i ayrım tamamen grupların medenî haklarının tespiti için<br />
geçerli idi. Hangi dinden olursa olsun ticaret ve zanaatla uğraşanlar birbirleriyle türlü iş<br />
ilişkileri içerisine girmekte, aynı loncaya üye olmakta ve aynı çarşıda ya da bedestende<br />
iş yapabilmekteydiler. Birbirlerine komşu evlerde oturup her türlü <strong>sosyal</strong><br />
münasebetlerde bulunabilmekteydiler. Şehirler üzerinde yapılan araştırmalar da<br />
göstermektedir ki, gayrimüslimlerin belirli mahallelerde tecrit edilmeleri gibi bir durum<br />
söz konusu değildir. Hatta kendilerine tanınan geniş özerklikten dolayı şehirlerde<br />
gayrimüslim nüfusun Osmanlılar döneminde dikkat çekici ölçüde arttığı<br />
gözlenmektedir 13.<br />
Şehirlerdeki yerleşme düzeni konusunda Osmanlı yönetiminin fazla kısıtlayıcı<br />
davranmadıkları görülmektedir. Müslüman mahalleleri olarak geçen mahallelerde gayri<br />
Müslim nüfusun da ikamet ettiğini, aralarında komşuluk ilişkileri bulunduğunu,<br />
evlerinin ya da iş yerlerinin komşu olabildiğini, hemen hemen her mahallede farklı<br />
cemaatlerden insanların yan yana yaşamaktaydılar. Meselâ Müslüman mahallesi olarak<br />
12 Aynı eser, s.47-48.<br />
13 André Raymond, Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, Çev. Ali Berktay, İstanbul, 1995, s.15-17, 23-25.<br />
Osmanlı döneminde Kahire ve Halep gibi yerlerde ticaretin geliştiği hk. bkz. Suraiya Faroqhi, Osmanlı<br />
Kültürü ve Gündelik Yaşam-Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, Çev. Elif Kılıç, İstanbul, 1997, s.51.
Abdullah SAYDAM 33<br />
bilinen Ortahisar ve Amasya mahallelerinde zimmî ailelerin kiracı olarak oturdukları<br />
görülmektedir 14.<br />
Mahallelere yerleşim konusunda bir din ayrılığı bulunmamakla beraber<br />
özellikle Müslümanların aleyhine olabilecek durumlarda bir kısıtlama halinin teorik<br />
olarak var olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ bir Müslüman evini satmak istediğinde,<br />
şayet buna bir gayrimüslim talipli ise, mahalle imamının veya diğer Müslüman<br />
komşularının duruma müdahale ederek öncelikle o evi satın alabilme hakkı olup dava<br />
açılması halinde belde hâkimi ev sahibini, mülkünü gayrimüslime satmaması<br />
konusunda icbar edebilme yetkisi şer’an mevcuttu. Bu uygulamanın pratikte ne derece<br />
dikkate değer olduğunu bilemiyor isek de, gayrimüslime ev satışının engellenmesine<br />
yönelik örnekler şer’iye sicillerinde seyrek de olsa böyle kayıtlar yer almaktadır. Buna<br />
karşılık bir Müslümanın evini bir gayrimüslimin aldığına dair bilgilere de<br />
rastlanmaktadır. Meselâ Muhyiddin mahallesinde bulunan ve Muratbeyzade evi olarak<br />
tanınan yeri, önce Dimitri ondan da Ermeni Makar veledi İstefan satın almıştı. 15<br />
1795-1796 yılında Trabzon’un merkezinde otuz mahalle bulunmaktaydı.<br />
Kayıtlarda “nefs-i şehr Müslümanân mahallâtı” olarak zikredilen mahalleler şunlardı 16:<br />
Cami-i Kebir (bazen Ortahisar), Şirin Hatun, Bayram Bey, Kulle (bazen Kule), Saray-ı<br />
Atik, Musa Paşa, Amasya, Saçlı Hoca, Bâb-ı Zağanos (sonraları yok), Hoca Halil,<br />
Molla Siyah, (Mescid-i) Mağara, Bâb-ı Pazar, Ayasofya, Kabak (bazen Kavak) Meydan,<br />
Eksotha, Faros, Tekfur Çayırı, İmaret, Kindinar, Debbağhane, Kasım Ağa (bazen<br />
Paşa), Boztepe, Tekye, Muhyiddin maa Zeytinlik, İskender Paşa, Çarşu maa Sarmaşık<br />
(bazen yalnız Çarşı), Ayafilibo maa Çömlekçi (zaman zaman sadece Çölmekçi), Yeni<br />
Cuma, Hasan Ağa Mescidi 17. Sonraki tarihlerde mahalle sayılarında ve isimlerinde yer<br />
yer değişikliklere gidildiği görülmektedir. Meselâ 1809 yılında Boztepe mahallesinin<br />
ikiye bölünerek Boztepe-i Bâlâ ve Boztepe-i Zir diye iki mahalle olmuş, böylece<br />
mahalle sayısı 31’e yükseltilmiştir 18. 1818 yılında Çarşı maa Sarmaşık mahallesinin adı<br />
sadece Çarşı olarak yer alırken bir de Kemerkaya mahallesi ilave edilerek mahalle sayısı<br />
32 olmuştur 19. Bu durum 1238 (1822-1823) sonuna kadar böyle devam etmiş, bu<br />
tarihten sonra ise iki mahalle birleştirilerek Çarşı maa Kemerkaya diye zikredilmiştir.<br />
Ancak bu düzenlemenin ilk anda hemen idarî işlemlere yansımadığını birkaç yıllık bir<br />
süre için bazen iki mahallenin ayrı kaydedildiğini belirtelim. 1239 (1823-1824) yılından<br />
sonra ise iki mahallenin artık birlikte anıldığını söylemek mümkündür 20. Ayrıca 1246<br />
(1830-1831) yılı başlarından itibaren Bâb-ı Zağnos mahallesinin adının bir süre için<br />
14 TŞS, 1947, 24/a (3 Muharrem 1213/17 Haziran 1798).<br />
15 TŞS, 1959, 24/b.<br />
16 TŞS, 1945 56/b.<br />
17 TŞS, 1945, 56/b, 57/a.<br />
18 TŞS, 1951, 58/a (Selh-i Recep 1224/10 Eylül 1809).<br />
19 TŞS, 1954, Ek sayfalar-1, 4/b (11 Muharrem 1234/10 Kasım 1818).<br />
20 23 Şevval 1230 (28 Eylül 1815)’da Çarşı maa Sarmaşık mahallesi var, fakat Kemerkaya adı yok. TŞS,<br />
1954, Ek sayfalar-2, 20/b (31 mahalle var). Gurre Zilka'de 1238 (10 Temmuz 1823)’e kadar Çarşı ile<br />
Kemerkaya ayrı yazılmış iken bu tarihte birleşik yazılarak yani Çarşı maa Kemerkaya diye zikredilerek<br />
toplam 31 mahallenin mevcut olduğu kayıtlara geçirilmiştir. TŞS, 1955, s. 74/b; 1955, s.75/a (9 Muharrem<br />
1239/15 Eylül 1823). Fakat 25 Şevval 1239/23 Haziran 1824 tarihli bir kayıtta Çarşı ile Kemerkaya ayrı<br />
yazılmıştır. Böylece şehirde 32 mahalle olduğu belirtilmiştir. TŞS, 1955, s.39/a. Sonradan Çarşı maa<br />
Kemerkaya denilerek iki mahalle yeniden birlikte anılmıştır. TŞS, 1954, s. 18/b (11 Muharrem 1246/2<br />
Temmuz 1830).
34 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
vergi tevzi listelerinde yer almadığını görmekteyiz 21. 1257 (1841-1842)’den sonra<br />
toplam 32 mahalle yer almaktadır. Bilinen diğer mahallelerin yanında Kemerkaya<br />
mahallesinin Çarşı mahallesinden bağımsız olarak yer aldığını, bir aralık listelerde<br />
bulunmayan Bâb-ı Zağnos mahallesinin de yeniden listelere konulduğunu<br />
görmekteyiz 22.<br />
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç ise, incelediğimiz tarihler arasında<br />
Trabzon’daki Müslümanların yerleşmiş oldukları mahalle sayısının 30 ilâ 32 arasında,<br />
sebebini tespit edemediğimiz şekilde değişiklik gösterdiğini belirtmek gerekir. Yalnız<br />
vergi tevzi dönemlerinde isimleri yer almayan veya birleşik olarak yer alan mahallelerin<br />
bağımsız mahalle gibi kaydedildiği çeşitli işlemler de bulunmaktadır. Örneğin Zeytinlik<br />
mahallesi Muhyiddin mahallesi ile birlikte hemen daima vergi tevzi listelerinde yer<br />
alırken, nikâh, boşanma veya mülk alım satımı ile ilgili meselelerde bunlardan<br />
birbirinden bağımsız ve ayrı mahalleler olarak söz edilmiştir. Aynı şekilde vergi<br />
listelerinde Bâb-ı Zağnos’un adının geçmediği tarihlerde buradan bir mahalle olarak<br />
bahsedilen kayıtlara rastlamaktayız. Bütün bunlara karşılık idarî birim olarak mahalle<br />
sayısını tespit ederken vergi listelerinin dikkate alınmasının daha doğru olacağı<br />
düşünülmektedir.<br />
Kayıtlarda “kefere mahalleleri” diye beş veya altı mahallenin ismi geçmektedir.<br />
Müslüman mahallelerinin bir cami etrafında teşekkül etmesi gibi, Hıristiyan mahalleleri<br />
de bir kilise etrafında teşekkül etmiş olup çoğunlukla mahalle ile kilise aynı adla<br />
anılmaktaydı. Aya Gorgor mahallesi Tuzlu çeşmenin bulunduğu yerde olup bu isimle<br />
anılan ve deniz kıyısındaki kayalıklar üzerinde inşa edilmiş olan kilise civarında idi. Bu<br />
kilise aynı zamanda Rum piskoposunun makamı durumundaydı 23. Aya Vasil, Ayor ve<br />
Aya Yorgi adlı mahalleler de birer kilisenin adını taşımaktaydı. Frenkhisarı mahallesi ise<br />
limanın batı tarafında müstahkem bir yerde kurulmuş idi. 24 Hakkında fazla bilgiye<br />
ulaşılamamakla birlikte zimmîlerle ilgili iki kayıtta Berberoğlu mahallesi diye bir yerden<br />
de söz edildiğini ilave edelim 25.<br />
Su şebekesi ve çeşmeler<br />
Trabzon su kaynakları bakımından oldukça zengindi. Bölgenin bir hayli yağışlı geçen<br />
iklimi, irili - ufaklı çok sayıda derenin şehrin içinde veya yakınlarında yer alması, daha<br />
da önemlisi yeraltı sularının zenginliği bu konuda bir sıkıntı çekilmesini<br />
engellemekteydi. Fazla derine inmeye gerek kalmadan açılan kuyularla suya ulaşmak<br />
mümkündü 26. “Hisarın içinde kalan kısım, yerin yetersiz olması nedeniyle binalarla ve<br />
21 Bab-ı Zağnos mahallesi 5 Cemaziyelevvel 1246/22 Ekim 1830 tarihli bir kayıtta mevcut<br />
gözükmektedir.’da var, 1960, 41/a (31 mahalle), Fakat 11 Safer 1246/1 Ağustos 1830, 13 Cemaziyelahir<br />
1246/29 Kasım 1830, 29 Şevval 1246/12 Nisan 1831 ve 6 Rebiyülahir 1247/15 Ağustos 1831 tarihli vergi<br />
tevzi defterlerinde yer almamaktadır. Bu kayıtlarda şehrin toplam 30 mahallesi görülmektedir. TŞS 1960,<br />
41/b-42/a, 42/a-b, 43/b, 1962, 48/a.<br />
22 TŞS, 1967, 2/a (3 Rebiyülevvel 1257/25 Nisan 1841). Bu durum 1261/1845 yılına ait vergi listelerinde<br />
de bu durum aynen yer almaktadır. TŞS, 1967, 3/a; 1967, 4/b-5/a; 1967, 7/a; 1967, 9/a; 1967, 10/a-b;<br />
1967, 12/a; 1967, 13/a.<br />
23 P. Minas Bijişkyan, Pontos Tarihi, Hrand D. Andreasyan, İstanbul, 1998, s.103.<br />
24 TŞS, 1946, 19/a; 1949, 27/b; 29/b, 30/a. Frenkhisarı mahallesinin adı TŞS, 1968, 59/b’de geçmektedir.<br />
25 TŞS, 1965, 36/a-b; 1968, 52/b.<br />
26 “Taşlı olmasına rağmen Trabzon civarındaki toprağın her yerinden kısmen tuzlu, kısmen de tatlı sular<br />
fışkırıyor.” Fallmerayer, Fragmanlar, s.46.
Abdullah SAYDAM 35<br />
evlerle dolmuş, ama yine de yeşillikler eksik değil. Çünkü burada da topraktan bol bol<br />
su çıkıyor. Her tarafta çeşmelerden şarıl şarıl akarak, döşenmiş caddelerin ortasından<br />
geçen açık kanallardan hızla deniz tarafındaki büyük kapıya iniyor.” 27 Şer’iye sicillerine<br />
intikal eden ev satışları incelendiğinde hemen her evin bahçesinde bir “kuyu<br />
çeşmesi”nin bulunması su bolluğunu göstermektedir. Bununla birlikte Trabzon’da asıl<br />
sıkıntısı çekilen husus içme suyunun sağlanmasında ortaya çıkmaktaydı. Bu sıkıntıyı<br />
gidermek üzere bazı hayır sahipleri tarafından tesis edilen sokak çeşmeleri önemli bir<br />
işleve sahipti. Günün hemen her saatinde kendilerine özgü kıyafetleriyle kadınların ve<br />
kız çocuklarının büyük güğümlerle buralardan su taşımaları gündelik hayatın sıradan<br />
bir yansımasıydı.<br />
İncelediğimiz yıllarda şehirdeki abidevi nitelik taşıyan belli başlı çeşmeler<br />
şunlardı: Çarşıda yer alan Alachamam yakınında 1466’da Hacı Hayreddin Paşa<br />
tarafından yaptırılan çeşme, Ortahisarda Hoşoğlan türbesi yakınında olup 1483’te<br />
Taceddin Sinan Bey tarafından yaptırılmış olan Kulaklı Çeşme, Yeni Cuma camii<br />
yakınında yol üstünde bulunan 1500 tarihinde yaptırılmış olan Hacı Kasım çeşmesi,<br />
İmaret mahallesinde Kavak meydanına giden yol üzerinde 1501 yılında yaptırılmış olan<br />
Seydi Hacı Mehmed çeşmesi, İskender Paşa tarafından kendi camisinin yanında<br />
1519’da inşa ettirilen çeşme, yine aynı paşa tarafından Aşağıhisar’da Hoca Halil camii<br />
karşısında 1524 yılında yaptırılan çeşme, Kule kapısı karşısındaki derenin içinde<br />
bulunan Kuzgundere çeşmesi, Terzibaşı çeşmesi, Ayasofya caminin güneyindeki iki<br />
çeşme, Boztepe mahallesindeki Tatlısu çeşmesi, Rum piskoposlarından birinin kızı<br />
tarafından Ayafilibo mahallesinde yaptırılan ve üzerinde Rumca kitabe bulunan çeşme,<br />
nihayet Zağnos Paşa burcunun doğu cephesine yapışık olarak inşa edilen ve yazı<br />
sanatının güzel örneklerinden biri sayılan, cephesinde yer alan kabartmalarla süslü 36<br />
mısralık yaldızlı mermer kitabesi ile meşhur olan Trabzon Valisi Abdullah Paşa’nın<br />
1260 (1846) yılında yaptırdığı çeşme 28.<br />
Sokak çeşmelerinden başka Trabzon’un bilhassa derelere çok yakın olan<br />
mahallelerine su boruları döşenmiş, böyle yerlerdeki evlerin bahçelerinde “akar<br />
çeşme”ler tesis edilmiştir. Bu tesislerin ne zaman gerçekleştirildiği hakkında bilgimiz<br />
yoksa da kayıtlardan en azından 1796-1797’lerde Çarşı, Şirin Hatun, Cami-i Kebir,<br />
İmaret, Hoca Halil gibi bazı mahallelerdeki evlerin akar çeşmelere sahip olduklarını<br />
bilmekteyiz 29. Daha öncesine ait kayıtlara ulaşamadıysak da Pazarkapı mahallesinde<br />
1215 (1800-1801)’te Hasan Ağa Mescidi mahallesinde 1220 (1805-1806)’de, Muhyiddin<br />
mahallesinde 1809’da akar çeşme olduğunu gösteren örnekler bulunmaktadır 30.<br />
Trabzon’daki içme suyu ihtiyacını karşılamak üzere daha kapsamlı bir yatırım<br />
Hazinedarzade Osman Paşa’nın valiliği döneminde gerçekleştirilmişti. Vali Osman<br />
Paşa 1824’te şehrin doğusunda yer alan Değirmendere ile Zürmera deresinden bütün<br />
masrafların kendisi ödeyerek şehre içme suyu getirtmiş, su yollarını tamir ettirmiştir.<br />
Osman Paşa tarafından tesis edilen vakıf, bu su yolunun tamiratını da sürdürmüştür.<br />
Vakıflar marifetiyle camilerin önünde kurulan şadırvanlara borularla akıtılan tatlı<br />
sular da halkın ihtiyacını temin etme de en önemli kaynaklardan biri idi. Camilere<br />
27 Aynı eser, s.67.<br />
28 Trabzon Analitik Etüdleri, s. 41.<br />
29 TŞS, 1945, 27/a; 1946, 17/a; 1947, 18/b, 19/a.<br />
30 TŞS, 1948, 24/a; 1949, s. 24/a; 1951, 16/a.
36 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
akıtılan suyun ihtiyaçtan fazla miktarı ücreti mukabili isteyenlere satılmaktaydı. Meselâ<br />
İmaret deresinden Ortahisar Camii havuzuna getirtilen ve ihtiyaç fazlası olduğundan<br />
dolayı taşıp sokağa akan suyu, ücreti karşılığında bir kısım aileler evlerine veya hayır<br />
sahiplerince vakıf olarak kurulan sokak çeşmelerine naklettirmekteydiler 31. Yine<br />
Hatuniye Camii’nin âtıl ve terk edilmiş halde olan imaret çeşmesinin suyunun fazla<br />
olan kısmı boşu boşuna akmaktaydı. Mahalledeki halk ise su konusunda büyük darlık<br />
yaşamaktaydı. Bunu dikkate alan hayır sahiplerinden Hazinedarzâde Ali Bey yeni bir<br />
çeşme inşa ederek, bunun için vakfa senelik 3.600 kuruş kira verilmesi şartıyla imarete<br />
ait fazla suyun buraya akıtılmasını ve böylece halkın istifadesine sunulmasını<br />
sağlamıştı. 32<br />
Derelerden suyun cami şadırvanlarına aktarılması yaygınlaştıkça, su kuyuları iptal<br />
edilmekteydi. Nitekim Trabzon çarşısındaki Hacı Kasım Camii (Çarşı Camii) şadırvanı<br />
ile tuvaletlerin temizliği, yakınında açılan bir kuyudan çıkarılan su ile<br />
sağlanabilmekteydi. Kuyudan su çekip şadırvanın deposuna dökülmesi ve tuvaletlerin<br />
temizlenmesi için de cami yakınındaki ikişer künklü iki kazaz dükkânı vakıf olarak tesis<br />
edilmişti. Sonradan hayır sahiplerinin katkılarıyla Kuzgundere’den hem şadırvana hem<br />
de tuvaletlere akar su bağlanmış, kuyu da iptal edilmiştir 33.<br />
Kanalizasyon sistemi<br />
Trabzon mahallelerinde kirli atık ihtiyacını gidermek için iki yöntemden birinin<br />
kullanıldığını görmekteyiz. Yaygın olarak bahçelerde inşa edilen “kuyu kenefler” bu<br />
amaçla kullanılmaktaydı. Her evin bahçesinde böyle bir yapı mevcuttu. Bunun dışında,<br />
tıpkı su şebekesinde olduğu gibi kanalizasyon hizmetlerinde de halkın işbirliği ile tesis<br />
edilmiş olan merkezî bir kirli atık kanalının olduğunu görmekteyiz. Kayıtlarda bir kısım<br />
mahallelerdeki evlerin bahçelerinde “akıntı kenefler” bulunduğuna dair ifadelerle bu<br />
durum kastedilmektedir.<br />
Trabzon’un bilhassa derelere ve denize çok yakın olan mahallelerinde “akıntı<br />
kenefler”e sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu tesislerin ne zaman gerçekleştirildiği<br />
hakkında bilgi elde edilemediyse de, kayıtlardan en azından 1796-1797’lerde Çarşı,<br />
Bayram Bey, Şirin Hatun, Cami-i Kebir, İmaret, Hoca Halil, Kemerkaya gibi bazı<br />
evlerin akıntı keneflere sahip oldukları anlaşılmaktadır 34. Pazarkapı mahallesinde<br />
1800’de Hasan Ağa Mescidi mahallesinde, aynı tarihlerde gayrimüslimlerin ikamet<br />
ettikleri Ayor (Ayur) mahallesinde, 1807’de Debbağhane mahallesinde, 1808’de<br />
Çömlekçi mahallesinde ve 1809’da Muhyiddin mahallesinde genel kanalizasyon hattına<br />
bağlı kenefler bulunmaktaydı 35. Şüphesiz elimizde kayıt olmasa da birbirine yakın<br />
31 Trabzon hanedanından olup Pazarkapı’da ikamet eden Uzunzâde Mehmed Ağa bin Mustafa bin<br />
İbrahim Ağa’nın yaptırdığı çeşmelere ve evine yıllık kırk kuruş bedelle su nakletmek üzere Ortahisar Camii<br />
mütevellisi ile anlaştığı; yine şehrin hanedanından olan Hacı Salihzâde <strong>Süleyman</strong> Ağa bin Osman Ağa’nın<br />
Amasya mahallesinde yaptırdığı çeşmeye ve kendi konağına su aldırdığı hk. bkz. TŞS, 1959, s.2/a (19<br />
Muharrem 1259 / 19 Şubat 1843).<br />
32 TŞS, 1963, s.18/a (11 Safer 1250/19 Haziran 1834). Büyük vakıflara ait su kaynaklarının ihtiyaçtan fazla<br />
olması halinde halka veya başka vakıflara tahsisi yaygın bir uygulama olup bazı vakıfların gelir kaynakları<br />
arasında yer almaktaydı. Meselâ Çarşı Camii vakfının gelirleri arasında, Hacı Ebubekir bin Nuh vakfından<br />
yıllık 2 kuruş, Suluhan’dan 18 kuruş “su icâresi” var idi. TŞS, 1976, s.24/b-25/a.<br />
33 TŞS, 1968, s.40/b-41/a.<br />
34 TŞS, 1945, 27/a; 1946, 16/b-17/a, 19/a; 1947, 18/b, 29/a.<br />
35 TŞS, 1948, 24/a; 1949, 24/a, 29/b; 1950, 14/a, 17/b.; 1951, 16/a.
Abdullah SAYDAM 37<br />
yerlerde bulunan diğer mahallelerden bazılarında da erken tarihlerde bu alt yapının<br />
tesis edildiğini tahmin etmek mümkündür. Meselâ 1796’da Aşağıhisar semtinde yer<br />
alan Hoca Halil mahallesinde akıntı kenef olduğuna dair kayıtlara rastlanmışken,<br />
denize veya derelere buradan daha yakın olan Molla Siyah ve Pazarkapı mahallelerinde<br />
de aynı yapının bulunmuş olabileceğini düşünmek doğru olur. Yine Çarşı mahallesinin<br />
hemen batısında ve deniz kıyısında yer alan Hasan Ağa Mescidi Mahallesi için de aynı<br />
şeyi söylemek mümkündür. Bu kıyaslamalardan hareketle fizikî yapısının denize doğru<br />
meyilli olmasının sağladığı avantajla birlikte Trabzon’un pek çok mahallesinde oldukça<br />
erken tarihlerde, hiç değilse XVIII. yüzyıl sonlarında bir kanalizasyon ağının kurulmuş<br />
olduğu söylenebilir.<br />
Meydanlar<br />
Trabzon’da kalenin doğusunda ve batısında olmak üzere iki önemli meydan vardı.<br />
Doğusunda yer alan meydan, önceleri yoğun ölçüde Hıristiyan nüfusu<br />
barındırdığından dolayı “Gâvur Meydanı” ya da sonraları “Meydan-ı Şark” diye<br />
anılmaktaydı. Komnenoslar zamanında çeşitli yarışların yapıldığı bir hipodrom olan bu<br />
meydan, Türk idaresi döneminde de yer yer buna benzer amaçlarla kullanılsa da,<br />
zamanla yerleşime açılmış dört bir tarafında kurulan ev ve iş yerleri ile İskender Paşa<br />
mahallesi sınırları içerisinde kalmıştır. İskender Paşa Camii ve medresesinin yanında<br />
Müslüman mezarlığının da yer aldığı bu alanın güneyinde, yani Boztepe’nin eteklerinde<br />
geniş meyve bahçeleri bulunmaktaydı. Bijikyan’ın Trabzon’u ziyareti sırasında<br />
meydanın ortasında yer alan ve Hacı Abdullah Paşa tarafından yaptırılmış olan dört<br />
mermer sütunlu şadırvan, Ruslarla yapılan savaşta atılan toplarla tahrip edilmişti ki,<br />
yazar bu yüzden meydanın “adi bir yer olarak” kaldığından dolayı hayıflanır 36.<br />
Batıda yer alan Kabak veya Kavak Meydanı ise oldukça düz ve doğudaki<br />
meydandan daha geniş bir alan idi. Komnenosların polo oyunu oynadıkları bu yerde<br />
Türk idaresi zamanında aynı adla anılan bir mahalle oluşturulmuştu. Eskiden paşaların<br />
tatil ve eğlence günlerinde asker ile burada cirit oynadıkları, ok atma yarışmaları<br />
düzenlendiği rivayet edilmektedir. Burada <strong>Süleyman</strong> Bey tarafından yaptırılan bir de<br />
cami bulunmaktaydı 37.<br />
Kabak Meydanı çevresinde meyve ve sebze ekilen, yılda birkaç defa ürün<br />
alınabilen, bir bakıma Trabzon’u besleyen tarım alanları bulunmaktaydı. İmaret<br />
mahallesinden Ayasofya mahallesine kadar olan alan hemen hemen boş denecek<br />
ölçüde oldukça düşük düzeyde bir yerleşime sahipti. Buranın ismi sonraları bazen<br />
Kabak, bazen de Kavak Meydan olarak anıldı. Bilahare Kavak Meydan adı tamamen<br />
yerleşmiş oldu 38.<br />
Yollar<br />
Tarihî bir şehir olan Trabzon’da şehir içi yolları topografyaya uygun olarak inişli –<br />
çıkışlı, eğri - büğrü olup yön ve ölçü bakımından uzun yıllardan beri çok az değişmeye<br />
uğramıştı. Trabzon’u gezen diğer birçok seyyaha nazaran daha dikkatli bir gözlemci<br />
36 Bijişkyan, Pontos, s.102.<br />
37 Aynı eser, s.85.<br />
38 Meselâ bu meydanın adı Selh-i Recep 1224/10 Eylül 1809 tarihli bir kayıtta Kavak Meydan olarak<br />
geçmektedir. TŞS, 1951, s.58/a.
38 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
olan Fallmerayer bu sokak ve caddeleri şöyle anlatmaktadır: “Normal olarak Trabzon<br />
sokaklarının genişliği altıyla sekiz ayağı geçmez, bazı yerlerde daha da dardır, ama<br />
bütün bakımsızlığına rağmen, istisnasız çok iyi malzemeyle döşenmiş ve her iki tarafta<br />
olmasa bile bir tarafında dar bir kaldırımla donatılmıştır; ortada daha alçaktan geçen<br />
ark şeklindeki yol, hamallar, yük hayvanları ve akan yağmur suları ya da çakıl taşları<br />
üzerinde ardı arkası kesilmeden hışırdayıp duran kaynak suları için öngörülmüştür...<br />
Karadeniz’de insanlar bizdeki gibi simetriye ve dış mimari güzelliğe önem vermiyorlar.<br />
Bakıp geçenler ne kadar çok iç karartıcı izlenim edinirlerse, mal sahibi için o denli<br />
iyidir. İnsan yalnız olmak istiyor, huzur ve keyif içinde.” 39<br />
Kalenin iki tarafında yer alan Zağanos dere ile Kuzgun dere üzerine inşa edilen<br />
iki muhteşem taş köprü ulaşımın sağlanmasında önemli bir işlev görmekteydi. Şark<br />
Meydanı - Debbağhâne köprüsü - Ortahisar - Zağanos köprüsü - İmaret mahallesi<br />
güzergâhından geçen yol Akçaabâd’a kadar uzanan ana cadde idi. Trabzon’u<br />
Erzurum’a bağlayan yol ise Şark Meydanı’nın güneydoğusundan hareketle Ayafilibo ve<br />
Çömlekçi mahallelerinin içerisinden geçerdi. Boztepe’nin kuzey eteklerindeki dar yol<br />
bu önemli kervan yolunun güzergâhı idi. Trabzon iskelesinden bayıra çıkan yollar<br />
mahalle aralarından geçmekte, sokakların 2.5-3 arşın (1 arşın 68 cm.) genişliğinde, daha<br />
ileride kayalık, eğri büğrü durumdaki yoldan insanların ve hayvanların geçişinin<br />
tehlikeli ve adeta imkânsız olduğu bilgisi resmi raporlarda yer almaktaydı 40.<br />
XIX. yüzyılın ilk yarısında Trabzon’un şehir içi yolları az çok ihtiyacı<br />
karşılayabilse de, şehri Erzurum’a bağlayan tarihi İpek Yolu harap halde olduğu gibi<br />
Trabzon’un batısında da ancak Akçaabad’a kadar uzanan bir yol olup Giresun ve daha<br />
batıdaki sancaklarla yalnızca denizden irtibat kurulabilmekteydi. Bundan dolayı<br />
Tanzimat yıllarındaki genel imar çalışmaları sırasında Trabzon – Erzurum yolunun<br />
yeniden inşa ve imarı da söz konusu oldu. Nitekim Ebniye-i Hassa Hülefâsından<br />
Hasan Efendi 4.000 kuruş harcırâh ve 1000 kuruş maaşla 1846 yılı ortalarında buraya<br />
gönderildi; ticarî emniyetin sağlanması için Trabzon’dan Balahor köyüne kadar 29<br />
saatlik yolun şose denilen küçük taşlarla tahkimi ve Balahor’dan Erzurum’a, oradan da<br />
Bayezit’e kadar olan toplam 48 saatlik kısmın da yeniden düzenlenmesi için keşif<br />
yaptırıldı, bazı bölgelerde inşa çalışması da gerçekleştirildi 41.<br />
1848 yılında Karadeniz’i Anadolu üzerinden Arabistan’a, dolayısıyla Baharat<br />
Yolu’na bağlamak için Trabzon - Bağdat arasında şose yol yapılması hükümet<br />
gündemine girdi. Bunun için Ticaret Nazırı İsmail Paşa, beraberinde kalabalık bir<br />
uzmanlar heyeti olduğu halde Trabzon’a geldi. Gerekli incelemeleri yaparak İstanbul’a<br />
döndü. Verimli olacağına inanılmakla birlikte maliyetin bir hayli yüksek olmasından ve<br />
devletin o zamanki mali durumunun yetersizliği yüzünden bu yolun yapımı ertelendi. 42<br />
Fakat yine de İsmail Paşa, Trabzon’da bulunduğu sırada Trabzon - Erzurum - Bayezit<br />
yolunun tamiri, genişletilmesi, köprülerin onarılması ya da yeni köprülerin inşası için,<br />
hükümetten tam destek alarak burada inşaatı başlattı.<br />
39 Fallmerayer, Fragmanlar, s.46.<br />
40 BOA, İrade-Meclis-i Vâlâ, 5532, lef 2.<br />
41 BOA, Cevdet Nafia, 2188. Tarihçi Lûtfi Efendi 1845 olaylarından söz ederken bu yol yüzünden büyük<br />
çaplı harcamalar yapıldığına ve bunun semeresiz kaldığına işaret etmektedir. Tarih-i Lûtfî, nâşiri:<br />
Abdurrahman Şeref, VIII, Dersaadet, 1328, s.16.<br />
42 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VI.C., Ankara, 1976, s.262-263.
Abdullah SAYDAM 39<br />
İncelemeleri sırasında İsmail Paşa ile yanındakilere Trabzon’daki memurlar,<br />
tüccarlar, eşraf ve ahali tarafından ilgi ve destek gösterildi. Her bakımdan faydalı<br />
olacağına inanılan yolun tanzimine karar verilmesinden dolayı hükümete teşekkür<br />
yazıları yazıldı. Bu arada yolun düzenlenmesi dolayısıyla istimlâk edilecek evler için,<br />
halk tarafından devrin şartlarına göre en uygun sayılan asgarî fiyatlar kabul edildi, yol<br />
güzergâhındaki mezarların başka yerlere nakledilmesine fetva verildi. 43 Ayrıca bu yolda<br />
çalışacak amele ve memurlar için dört tabip, dört cerrah ve dört de eczacı<br />
görevlendirildi. Bunların yanında 226 kalem ilaç tedarik olundu. Öte yandan memurlar<br />
için altı, amele için her biri onar kişilik üç yüz, hastane için üç tane ve diğer<br />
hizmetlerde de kullanılmak üzere 80 çadır gönderildi ki, bunların toplam değeri<br />
143.218 kuruş idi. 44 Trabzon yolu için amele arandığını duyan civar kaza ve<br />
köylerinden kısa sürede 700–800 kişi toplandı. Önce köprüler onarıldı, şose döşetmek<br />
için yolun etrafındaki tepelikler düzeltildi. Bir kaç ay burada kalan İsmail Paşa, bizzat<br />
yol yapımına nezaret ettikten sonra Erzurum’a hareket ederek, benzer çalışmayı orada<br />
da başlattı. 45<br />
Büyük heveslerle girişilen bu faaliyet, Kırım Savaşı yüzünden istenen ölçüde<br />
bitirilemedi. Bundan dolayı Babıâli, Kırım Savaşı’ndan hemen sonra ulaşım konusunu<br />
yeniden ön plana çıkardı. Vilayet, sancak, kaza, nahiye ve köy yolları için bazı standartlar<br />
belirlendi 46. Bu sıralarda Trabzon - Erzurum yolu da yeniden inşaya ihtiyaç gösterecek<br />
şekilde bozulmuştu. Heyelanlar, seller, savaş yıllarında gerekli bakımın gösterilememesi<br />
gibi sebeplerle bu yol transit ticaret için tercih edilecek nitelikten uzak kalmıştı. Diğer<br />
taraftan Rusya, Trabzon - Tebriz hattındaki transit ticareti kendi topraklarına<br />
çekebilmek maksadıyla Poti - Tiflis - İran yolunu gayet mükemmel hale getirdiği gibi,<br />
Poti limanında, tüccarların malları için büyük depolar yaptırdı, yabancı tüccarlara<br />
imtiyazlar tanıdı, telgraf haberleşmesini yol boyunca düzenli hale getirdi ve kara yolunun<br />
yanında demir yolu da inşa etmeye başladı. Bu yüzden birçok Avrupalı devlet<br />
Trabzon’daki konsolosluklarını, konsolos vekilliğine indirerek Poti’de konsolosluklar<br />
açtılar. 47 Yavaş yavaş Avrupa tüccarları bu hattı tercih etmeye yöneldiler. 29 Şevval 1280<br />
(7 Nisan 1864) tarihli Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis gazetesinde çıkan şu haber ile Osmanlı<br />
kamuoyu durumdan haberdar oldu: “Trabzon - Bayezit tarîkleriyle Tahran’dan<br />
İstanbul’a gelip gitmekte olan kervanların bundan böyle Tiflis ve Poti yollarından gidip<br />
gelmelerine karar verildiği Tahran’dan alınan havâdistendir.” 48<br />
43 BOA, İrade-Meclis-i Vâlâ, No:5532.<br />
44 BOA, İrade-Dâhiliye, No:12891; Cevdet-Nafia, No:2365; BEO, Sadaret Amedî Kalemi, No:24/94.<br />
45 BOA, İrade-Dâhiliye, No:13021, 13269, 13309; BOA, BEO, Sadaret Amedî Kalemi, No:19/48, 21/63.<br />
İsmail Paşa bu hizmetlerinden dolayı hükümet tarafından takdir edilmişti. BEO, Sadaret Amedî Kalemi,<br />
No:20/74.<br />
46 Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, s.461. 1867’de çıkan bir nizamnâmeye göre yol inşaatı Nafia Nezâreti’nin<br />
sorumluluğu dâhilinde olup vilayetleri birbirlerine, limanlara, demiryollarına ve İstanbul’a bağlayan umumî<br />
yollar 7 metre genişliğinde; sancak ve kaza merkezlerini birbirlerine, limanlara ve istasyonlara bağlayan<br />
yollar 4.5 metre; vilayet ve sancak merkezlerine bağlayan yollar 5.5 metre genişliğinde yapılacaktır. Bu<br />
yolların çoğu kamu girişimi ve sermayesiyle yapılmışsa da, önemli bölgeleri bağlayan yollar özel sermaye<br />
tarafından inşa edilmişti. Meselâ Bursa - Mudanya ve Beyrut - Şam yolu Fransız şirketlerince yapılmıştı.<br />
Stanforda Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev. M. Harmancı, II, İstanbul,<br />
1982, s.158-159.<br />
47 Karal, Osmanlı Tarihi, VII.C., s.262-263.<br />
48 Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis, Sayı 846.
40 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
Yeniden inşasına karar verilen Trabzon - Erzurum yolunun nizamnameye<br />
uygun olarak güzergâhını tespit etmek için Fransa’dan Mösyö Tunen(?) adlı bir yol<br />
mühendisi çağrıldı. 49 İnşaata 15 Ekim 1865 tarihinde Trabzon’daki memur, asker,<br />
öğrenci, yabancı konsolosluk mensupları ve halkın iştirak ettiği bir törenle başlandı.<br />
Hatta törene Fransa’nın Tahran Büyükelçiliğinde görevli olup o sırada Trabzon’da<br />
bulunan Mösyö Masniak da katılmıştı. 50 Hükümet hiç bir fedakârlıktan kaçınmayarak<br />
önemli ölçüde maddî kaynağı bu yol için ayırdı. Sadece 1281(1865–1866) yılı için tahsis<br />
edilen meblağ 3.105.000 kuruş idi 51. Bu yolun inşaatı her yıl mevsimin elverdiği ölçüde<br />
ilkbahar-sonbahar arasında devam ettirilerek 1871’de köprüleri, bakımhaneleri, bekçi<br />
kuleleri de dâhil olduğu halde bitirildi. 1 Mayıs 1872’de ise komisyon tarafından<br />
Trabzon valiliğine teslim edildi. 1880’li yıllarda vilayet dâhilindeki Samsun - Sivas,<br />
Giresun - Şarkî Karahisar, Ordu - Hamidiye, Ünye - Niksar, Trabzon - Yomra,<br />
Trabzon - Akçaabat, Samsun - Çarşamba, Çarşamba - Terme, Tirebolu - Erzincan,<br />
Samsun - Bafra, Gümüşhane - Erzincan yollarının yapımı için yoğun bir çalışmaya<br />
girişildi 52.<br />
Liman<br />
Trabzon, tarih boyunca Doğu Karadeniz’in tek önemli limanı idi. Dolambaçlı<br />
ve sarp tepelerden dolaşılarak gidilen bir yol vasıtasıyla olsa da, Doğu Anadolu<br />
üzerinden İran ve Güney Kafkasya memleketleriyle irtibatın kurulması buranın<br />
tarihî “İpek Yolu”nun önemli bölümlerinden biri olmasını sağlamıştır. Kara<br />
yoluyla Trabzon’a intikal eden yolcu ve eşya buradan deniz yoluyla batıya<br />
ulaştırılmaktaydı.<br />
Bu yıllarda Trabzon’un esas limanı olarak Moloz burcunun önünde kurulan ilkel<br />
mendireğin bulunduğu yerin kullanıldığını görmekteyiz. Söz konusu mendirek<br />
İmparator Hadrian tarafından yaptırılmış olup uzun yıllar deniz ulaşımında<br />
kullanılmıştır 53. Ayrıca şehirde Çömlekçi, Ganita, Tuzluçeşme, Taşdirek, Kemerkaya,<br />
Mumhaneönü gibi kayıkların sığınabileceği küçük doğal limanlar vardı. 54 Bölge halkı<br />
yüzyıllardan beri sandal, kayık, gemi yapımı ile geçimlerini sağlıyor; bilhassa azınlıklar<br />
49 Takvim-i Vekâyi, Sayı 750 (23 Zilhicce 1280/29 Mayıs 1864).<br />
50 Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis, Sayı 264 (26 Cemâziyelevvel 1280/17 Ekim 1865); Takvim-i Vekâyi, Sayı 818<br />
(28 Cemâziyelevvel 1282/19 Ekim 1865).<br />
51 BOA, Cevdet Nafia, No:31. Ayrıca bu yolun yapımında kullanılmak üzere Trabzon Emtia Gümrüğü<br />
gelirleri rehin gösterilerek Paris ve Londra’dan kredi temin edilmeye çalışıldığı basında yer almıştı. Takvim-i<br />
Vekâyi, Sayı 755 (29 Muharrem 1281/4 Temmuz 1864). Aynı gazetenin 852. sayısında (20 safer 1283/3<br />
Temmuz 1866) yer alan bir haberde, 1282 yılı başından sonuna kadar (27.5.1865–15.5.1866) Trabzon’da<br />
yapılan yol miktarının 3.333 zirâ’ (1 zirâ’ 75–90 cm arasında olduğu kabul edilmekte olup bölgelere göre<br />
değişiklik göstermekteydi), yapımı devam eden yolun uzunluğunun ise 8.799 zirâ’, inşa olunan köprü<br />
sayısının da 13 olduğu belirtilmektedir.<br />
52 Geniş bilgi için bkz. Trabzon Vilâyet Sâlnâmesi, 1305, s.166–172. İlginçtir ki, Ceride-i Havâdis’in 27 şevval<br />
1275/30 Mayıs 1859 tarihli 938. sayısında Trabzon’dan Erzurum’a kadar yapılması emredilen<br />
demiryolunun inşâsına Trabzon’da törenle başlandığı haberi yer almaktadır. Ancak bu haberi aydınlatacak<br />
başka bilgiye rastlayamadık.<br />
53 M.C. Şehabettin Tekindağ, “Trabzon”, İslam Ansiklopedisi, XII/1, İstanbul, 1974, s.456.<br />
54 Bijişkyan, Pontos, s.112. 1901 yılında Trabzon limanı ile Akçaabat, Yomra, Sürmene ve Of iskelelerine ait<br />
olan çapar, mavna ve diğer deniz taşıma araçlarının toplamı 800 kadardı. Trabzon Vilâyet Sâlnâmesi, 1319,<br />
s.247.
Abdullah SAYDAM 41<br />
bundan önemli ölçüde gelir elde ediyorlardı. Ancak Sanayi İnkılâbıyla birlikte gelişen<br />
deniz ticareti, Trabzon limanının önemini artırma potansiyeline sahip olmakla birlikte,<br />
XIX. yüzyılın ilk yarısında büyük buharlı gemilerin yanaşabileceği türden bir liman,<br />
rıhtım veya iskele mevcut değildi. 55<br />
Aslında Trabzon’un doğusunda yer alan Çömlekçi limanı kuzeyden esen sert<br />
rüzgârlara kapalı olması dolayısıyla bu bakımdan çok elverişli bir fizikî yapıya sahipti.<br />
Yalnız hem şehrin ticaret merkezlerinin olduğu Pazarkapı ve Çarşı semtlerine uzak<br />
oluşu ve şehirle liman arasında oldukça dik kayalıkların bulunması, hem de eski<br />
çağlardan beri şehrin asıl yoğun yerleşim gösterdiği yerin kale ve çevresi olması<br />
dolayısıyla bu doğal liman ihmal edilmişti. Uygun bir rıhtım veya mendireğin olmayışı<br />
da doğal yapıdan yararlanmayı engellemiştir.<br />
Tanzimat yıllarında Trabzon limanı yenilenmeye muhtaç haldeydi. Büyük<br />
gemiler limanın içerisine giremediğinden açıkta demir atmakta, burada yolcu ve eşyalar<br />
mavnalara aktarılarak sahile bir miktar yaklaştırıldıktan sonra işçilerin sırtlarında karaya<br />
çıkarılmaktaydı 56. Bu yüzden Karadeniz’de iki liman yaptırılması gündeme gelmiş, hatta<br />
Avrupa ile yapılan istikraz anlaşmalarından birinde bu husus söz konusu olmuştu.<br />
Daha sonra özel bir mühendis gelerek limanın maliyetini hesaplamış ve yirmi bin<br />
kuruşa mal olacağını söylemişti. Ancak bu liman bir türlü yapılamadığından buranın<br />
ticareti Poti limanına kaymıştı 57. Halbuki Trabzon limanı İran da dâhil olmak üzere<br />
doğudaki ülkelerin bir bakıma mahreci idi. Nitekim 1844’te bütün olumsuzluklara<br />
rağmen limandan İran’a nakledilen eşyanın değeri 130 milyon kuruş olup Osmanlıların<br />
bundan sağladıkları gümrük vergisi ise 500.000 kuruş kadardı 58. Buna tüccarların<br />
Trabzon’da ve güzergâh üzerinde yaptıkları harcama da dâhil edilirse elde edilen katma<br />
değerin miktarının daha büyük olacağı aşikârdır. Bununla birlikte bu alanda işin<br />
gerektirdiği düzeyde çalışma yapılmadığı görülmektedir<br />
Tanzimat yıllarında Trabzon - İstanbul arasında yapılan düzenli vapur<br />
seferleri, yolcu ve yük taşımacılığına canlılık getirmişti. Önemli sayıda yabancı<br />
vapur şirketleri de bu taşımacılık faaliyetine katılmaktaydı. Devlete ait<br />
vapurların eski ve dayanaksız oluşu, sık sık tamir ihtiyacı duyması, bu şirketleri<br />
daha avantajlı duruma getirmekteydi. Gerçi hükümet, bu hatta çalışan<br />
vapurlardan biri devre dışı kalınca, yabancı vapurların, bilhassa Nemçe<br />
(Avusturya) vapurlarının piyasaya hâkim olmasını önlemek için hemen başka<br />
bir vapuru hizmete sokmakta, hatta limandaki Türk gemisi yükünü tamamen<br />
aldıktan sonra Nemçe vapurlarına eşya yüklenmesi ilgililere emredilmekteydi.<br />
Alınan bu çeşit zorlayıcı tedbirlere rağmen verilen hizmet kalitesi, vapurların<br />
55 Helmuth von Moltke, Türkiye Mektupları, Çev. Hayrullah Örs, İstanbul, 1969, s.143.<br />
56 Trabzon’da Millî Mücadele yıllarına kadar modern bir tesis inşa edilemediğinden aynı usul bu dönemde<br />
de devam etmekteydi. Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi, Ankara, 1968, s.23. Bu önemli eksiklik sadece<br />
Trabzon’a has değildi. Devletin başkentinde dahi aynı sıkıntı hissedilmekteydi. Hatta Rıhtım yapımından<br />
önce İstanbul'da Haliç’in Sarayburnu ile Galata arasında her ülke gemisinin bağlandığı ayrı dubalar<br />
bulunmaktaydı Mübahat S. Kütükoğlu, “Osmanlı İktisadî Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, I,<br />
İstanbul, 1994, s.598.<br />
57 Şâkir Şevket, Trabzon Tarihi, Haz.: İsmet Hacıfettahoğlu, Ankara, 2001, s.56-57.<br />
58 Selahattin Tozlu, “19. Yüzyılda Sosyo - Ekonomik Bakımdan Trabzon Limanı”, Trabzon ve Çevresi<br />
Uluslararası Tarih - Dil - Edebiyat Sempozyumu (3 – 5 Mayıs 2001), I, Trabzon, 2002, s.384.
42 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
teknolojik üstünlüğü gibi yönlerden yabancı şirketlerin daha avantajlı durumda<br />
olduğu görülmektedir. 59<br />
Bu arada vapur şirketi kurmak isteyenlere hükümet her türlü kolaylığı göstermekteydi.<br />
Mesela 6 Ocak 1847 tarihli bir belgede; Trabzonlu tüccar ve zenginler tarafından<br />
Batum - Samsun arasında vapur işletmek üzere bir şirket kurulması gündeme gelmiş,<br />
müteşebbislerin hükümetten yardım istemeleri söz konusu olunca bu şirket tarafından<br />
kullanılması için devlete ait boş arsalardan yeterli miktarının depo, daire ve mağaza<br />
yapılmak üzere karşılıksız verilmesi, taşımacılıkta bu şirketin gözetilmesi<br />
kararlaştırılmıştı 60.<br />
1869-1870’li yıllardan itibaren Trabzon-İstanbul arasındaki vapur seferleri daha<br />
düzenli olmaya başladı. Bu yıllarda çalışan vapur şirketleri şunlardı: Fevâid-i Osmaniye<br />
Kumpanyası, İngiltere, Rusya, Fransa ve Avusturya kumpanyaları 61. Bu arada Trabzon<br />
limanı da artan ticarî potansiyele bağlı olarak zaman zaman tamir ve genişletme<br />
amacıyla yeniden düzenleniyordu. Yüzyılın sonuna doğru oldukça modern<br />
sayılabilecek bir rıhtım da yapıldı, fakat yine de liman büyük gemilerin girmesine<br />
elverişli değildi 62.<br />
Kale<br />
Trabzon’daki en eski tarihi eserlerden olan kale, Kuzgundere ile Zağnos deresi<br />
arasında yer alan yüksek tepelik alanda kurulmuş oldukça sarp ve müstahkem bir<br />
görünüme sahiptir. Şehrin güneyindeki tepelik üzerinde sivri bir uç noktası oluşturan<br />
surlar, daha çok mevcut arazinin yapısına uygun biçimde genişleyerek dil şeklinde<br />
denize doğru uzanmakta ve bir yüksek kıyı (falez) ile son bulmaktadır. Surların bir<br />
kısmı dolambaçlı olup iki kat ve birçok yerlerde kaya üzerinde, dört köşe, tek veya çift<br />
katlı kulelerle takviye edilmiştir. Kapıları çift ve kulelidir. Kale, en yükseği güneydeki<br />
tepede olmak üzere gittikçe alçalan her biri farklı yükseklikte ve genişlikte birbirine<br />
bitişik üç kısımdan teşekkül etmektedir: 63<br />
Yukarıhisar (Kulehisar, İçkale): Kuzgundere ile Zağnos deresi arasındaki sırtın<br />
en fazla daralarak birbirine yaklaştığı yerde ve en yüksek kısımda inşa edilmiştir.<br />
Dışarıdan bakıldığında Ortahisar’ın devamı gibi görünmektedir. En güneyi ile<br />
Ortahisar arasındaki mesafe 160 metredir. Kuzeyde Ortahisar’la arasındaki surların<br />
genişliği 120, güneyde ise birbirine 40 metre mesafeye kadar yaklaştıktan sonra kapanır.<br />
Mevkiin en yüksek yerinde, derin uçurumlarla çevrili kayalıklar üzerinde<br />
yükseldiğinden dolayı diğer iki hisardan daha sağlamdır. Konumu dolayısıyla aşağıdaki<br />
kaleye tepeden bakmakta ve kalenin esas merkezini oluşturmaktadır. Sağdan ve soldan<br />
derin uçurumlarla sağlama alınmış, sadece Kindinar mahallesindeki düzlüklere bakan<br />
güney tarafındaki tepeye bitişik yönünde bir zayıflık göstermekte ve bu haliyle düşman<br />
59 BOA, Cevdet-İktisat, 1374, 1440; İrade-Dahiliye, 6170.<br />
60 BOA,Cevdet-İktisat, 143.<br />
61 Trabzon Vilâyet Sâlnâmesi, 1286, s.80. Bu şirketler arasındaki şiddetli rekabet halkın işine yarıyordu. Buna<br />
dair basına yansıyan bir haberde: İstanbul’dan Trabzon’a işlemekte olan Fransız ve İngiliz vapur<br />
kumpanyaları arasına gereği gibi rekabet düşerek, Fransız vapurları üçer franga yolcu alınca İngilizler bir<br />
adamın ücretini üç kuruşa düşürmüştür. Fransız vapurları bu defa Trabzon’dan binecek yolculardan ücret<br />
almamağa karar vermişlerdir. Bkz. Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis, Sayı 477 ( 8 Rebiyülahir 1279/3 Ekim 1862).<br />
62 Şemseddin Sami, Kamûsu’l-A’lâm, IV, İstanbul, 1311, s.3005.<br />
63 Trabzon kalesi hakkındaki teknik bilgiler, Trabzon Analitik Etüdleri, s.39’dan derlenmiştir.
Abdullah SAYDAM 43<br />
kuvvetlerinin doğal saldırma noktasını oluşturmaktaydı. Bununla birlikte tepeyle olan<br />
bağlantısı öylesine dardır ki, sağ uçurumla sol uçurum arasındaki kıstağın genişliği 15<br />
metreden daha azdır. Ayrıca buradaki surlar çok kalın olup iki katlı kulelerle takviye<br />
edilmiştir. Yukarıhisar’ın güney tarafında ancak gerektiğinde açılan bir kapı vardır.<br />
Güneydoğu tarafında bulunan ve Kulekapısı denilen çift kapı ile Kuzgundere’ye inilir.<br />
Yukarıhisar’ın kuzey surlarında Ortahisar’a geçişi sağlayan bir demir kapı bulunur.<br />
Komnenosların taht merkezi olan bu hisarın batısında imparatorluk sarayının çift sıra<br />
halindeki dokuz penceresi Zağnos deresine bakmaktaydı.<br />
Osmanlılar zamanında güneydoğu köşesine beş köşeli bir burç ilave edilmiş olan<br />
bu hisar, fetihten itibaren silah deposu olarak kullanılmıştır. Bu hisarın içerisinde<br />
görevli askerlerin ikamet ettiği koğuş ve karargâh binaları ile evler, dükkânlar, hamam<br />
ve mescitler bulunmaktaydı. Yukarıhisar’ın batısındaki Zağnos deresi üzerinde bulunan<br />
su kemeri ile üzeri kalın bir harç tabakasıyla takviye edilmiş pişmiş topraktan yapılma<br />
künkler, hisara suyun bu yönden getirildiğini göstermektedir. Surların doğu tarafında<br />
tahminen 20 m. yükseklikteki Arapça bir kitabeden Şehzâde Selim’in Trabzon valiliği<br />
sırasında 897 (1494) yılında tamir gördüğü anlaşılmaktadır 64.<br />
Ortahisar: Yukarıhisar’dan daha büyük olup dikdörtgen şeklinde ve düz<br />
vaziyettedir. Güneyden kuzeye doğru uzunluğu 440, doğudan batıya doğru genişliği<br />
ortalama 200 metre olup bu surlar arasındaki genişlik kuzeyde 225 metreye<br />
çıkmaktadır. Kayaların üzerine oturtulmuş olan surları iri bloklarla yapılmış olup<br />
birçok yerde tek katlı ise de doğu ve batı tarafındaki hendeklerin derinliğinden dolayı<br />
kalın ve sağlamdır. Uçurumlara bakan surları topografyaya uyarak kavislerle ve küçük<br />
köşeli zikzaklarla inşa edilmiştir.<br />
Ortahisar’ın dört kapısı vardır: Bunlardan surun batısında bulunan kapıya,<br />
karşısında bulunan Zindan kulesinden dolayı Zindan kapısı denilmekteydi. Kapının<br />
önündeki büyük taş köprü Zağnos (İskele bağ) deresinin üzerine kurulmuş olup<br />
Zağnos kapısına ve Aleksios kulesine kadar uzanır. Bu köprü ile surlar bitişik vaziyette<br />
olduğundan kale duvarı içinde sanılır. Köprünün büyük bir kısmı taş olmakla beraber,<br />
orta kısmı tahtadır 65. İkinci kapısı surun doğu tarafındadır. Yukarıhisar’ın Ortahisar’a<br />
açılan kapısının yakınında olup Yeni Cuma (Zebellik) kapısı diye anılır. Bu kapıdan<br />
biraz daha güneyde Debbağhane kapısı bulunur ki, iki kapı arası yüksek bir surla<br />
tahkim edilmiş olup üstüne muhafız yerleri yapılmıştır. Debbağhane kapısının önünde<br />
Kuzgundere üzerine taştan yapılmış büyük bir köprü vardır. Köprünün üstünde<br />
Justinyanus kanallarından gelen su akıtılarak hisara sevk edilirdi. Hisarın dördüncü<br />
kapısı, kuzey surlarının orta tarafında yer almakta olup Aşağıhisar’a açılmaktadır. Bu<br />
kapının yanında Kemeraltı denilen bir taş kemer olup Aşağıhisar’ın içerisine girmiş<br />
gibidir. Aşağıhisar’ın yapılmasıyla deniz kapısı diye anılan bu ana giriş, yüksek<br />
konumuyla, memba sularıyla ve sağlam çapraz duvarlarıyla hisarın ortasında<br />
durmaktadır 66.<br />
Aşağıhisar: Trabzon kalesinin kuzey ve kuzeybatı bölümünü teşkil eden<br />
Aşağıhisar, yüzölçümü bakımından en geniş alanı kaplar. Kuzey tarafı oldukça düz<br />
olup güneye doğru gidildikçe yükseklik artar. Zağnos deresinin bir bölümü kale<br />
64 Halil Edhem, Trabzon’da Osmanlı Kitabeleri, Haz.: İsmail Hacıfettahoğlu, Ankara, 2001, s.71.<br />
65 Bijişkyan, Pontos, s.100.<br />
66 Fallmerayer, Fragmanlar, s.68.
44 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Şehri<br />
içerisinde yer almakta ve surları, bu derenin batı yakası üzerinde yükselmektedir.<br />
Hisarın güney surları, Ortahisar’ın batı tarafındaki Zindan kapısından başlayarak<br />
Zağnos köprüsü adını taşıyan duvarla dereyi aştıktan sonra kalenin en batı ucunu<br />
oluşturan köşede iki katlı olarak yapılmış olan Zindan kale denilen ve bir zamanlar<br />
hapishane olarak kullanılan burca ulaşır. Sur bu burçla dik bir açı yaparak kuzeye<br />
döner 67. Sur bu köşeden itibaren dört köşeli burçlarla hemen hemen düz bir hatla 225<br />
m. kadar sahile uzandıktan sonra ikinci bir dik açı yaparak doğuya sapar. Köşeden 50<br />
m. kadar doğuda iki tarafı rampa şeklinde yapılmış duvarlarla takviyeli bir burç ve kapı<br />
vardır. Buraya Moloz Tabya adı verilir. Burcun biraz doğusundaki kemerin altından<br />
geçen Zağnos deresinin suları buradan denize dökülür. Sur, 40 m. daha doğuya<br />
ilerledikten sonra hafifçe kuzey doğuya dönerek, sahile varmaktadır. Sahilde<br />
gümrükçülerin barındığı çok köşeli bir burç vardı. Surun Moloz Tabya ile çok köşeli<br />
burç arasında kalan kısmı düz bir arazidir. Bunun kuzeyinde Trabzon’un Roma ve<br />
Bizans çağına ait tarihi limanı bulunuyordu. Sur sahilin bu bölümünden itibaren<br />
güneye dönerek yine hemen hemen 300 metrelik düz bir hatla Ortahisar’la<br />
birleşmekteydi.<br />
Aşağıhisar’da birçok ev, çarşı han, çeşme, cami, medrese ve hamam vardır. Bu<br />
hisar da dört kapılı olup birisi doğuda denize yakın olan Pazar kapı veya Mumhane<br />
kapısıdır. Trabzon’da balmumu, yağ mumu bu kapı dışında yapılırdı. Bu kapının<br />
önünde altından dere akan ve üzerinde dükkânlar bulunan taş bir köprü vardı. İkinci<br />
kapı hisarın kuzeyinde denize nazır olup Moloz kapısı diye anılır. Kıyısı baştan başa<br />
moloz taşları ile dolu olduğundan bu ismi almış olmalıdır. Denize açılan bu kapının<br />
önünde düşman gemilerine karşı yeterli sayıda toplar konulmuştu. Üçüncü kapı<br />
Zindan kapısı ile arasında uzun bir köprü bulunan Zağnos kapısıdır. Zağnos kapısının<br />
ikinci kapısı İmaret kapısı adını alır. Dördüncü kapı surun kuzey batı tarafında Eksotha<br />
tarafında yer alıp Suthane (Sathane, Südhane, Sotğa) diye anılmaktaydı 68.<br />
Güzelhisar: Trabzon kentinde esas kaleden ayrı olarak bir başka hisar daha<br />
bulunmaktadır. Vaktiyle Cenevizliler tarafından kurulduğu söylenen Güzelhisar (veya<br />
Frenkhisarı) denilen hisar, kentin doğusunda yer alan doğal limanın batısındaki yüksek<br />
kayalıkların üzerinde yer almakta olup güney - kuzey istikametinde uzanmaktadır.<br />
Güneyden kuzeye doğru uzunluğu 220 metre, doğudan batıya doğru genişliği 100<br />
metre olan oval bir alandır. Sağlam surlarla çevrili olan hisarın batı tarafında yüksek<br />
seviyede sivri kemerli bir kapı ile bunun içinde kışla, koğuş, karargâh binası gibi<br />
tahkimat ile ilgili yapılar bulunmaktaydı 69.<br />
Sonuç<br />
Trabzon şehri uzun tarihi geçmişine mukabil, XIX. yüzyılda fiziki görünümü itibarıyla<br />
pek fazla değişime uğramış değildi. Günümüzde dahi şehrin tarihi sokaklarında<br />
dolaşıldığında Komnenlerin veya Osmanlıların döşediği taşları, kaldırımları, surları<br />
veya kemerleri görmek mümkündür. Osmanlıların ele geçirdikleri şehirlerdeki eski<br />
67 Burcun biraz kuzeyinde sivri kemerli kapının üzerindeki Osmanlı kitabesinin Rus işgali sırasında<br />
söküldüğü söylenmektedir. İki yüz metre kuzeyde surda geniş bir gedik açılmak suretiyle Ruslar tarafından<br />
bugünkü Maraş Caddesi geçirilmiştir. Trabzon Analitik Etüdleri, s.39.<br />
68 Bijişkyan, Pontos, s.99.<br />
69 Trabzon Analitik Etüdleri, s. 40.
Abdullah SAYDAM 45<br />
medeniyet eserleriyle yeni yapılanları kendi mantığı içerisinde uzlaştırmayı; çatışmayı<br />
değil sentezi ön plâna çıkaran yaklaşımı açıkça görülmektedir. Bu sentez<br />
gerçekleştirilirken bazı unsurlarını aldığı yabancı kültürlerin hiçbirine benzemeyecek<br />
derecede kendine has oluş esas alınmaktaydı. Dikkat çeken bir nokta da sentezin<br />
neredeyse “kendiliğinden” oluşuvermesidir. Bu haliyle Trabzon da, diğer pek çok<br />
Osmanlı kenti gibi, uzun tarihî süreç içerisinde burada varlığını sürdürmüş olan çeşitli<br />
medeniyetlerin bir mozaiği değil, öncelikle bir sentezi olmuştur. Bizanslıların yaptırdığı<br />
yollarla Osmanlıların yaptırdığı köprüler birbirini tamamlamış, Müslüman mahallelerle<br />
gayrimüslim mahalleler arasında siyah-beyaz derecesinde zıtlıklar yer almamıştır.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Etnik Kimlik ve Milli Kültür Meselesi<br />
Abdulkadir YUVALI *<br />
Türkiye’nin de içinde bulunduğu soğuk savaş sürecinde dünyamızda geçerli olan<br />
milli devlet ilkesi, soğuk savaş sonunda yerini ABD’nin başını çektiği yeni bir döneme<br />
“Yeni Dünya Düzeni”ne sürüklenmektedir. Yeni dönemde AB’nin Avrupa<br />
coğrafyasındaki milli devletle temelinde bir büyük birliğe giderken ABD’de yapısında<br />
herhangi bir değişikliğe gerek duymamıştır. Sadece ABD’nin soğuk savaş sürecindeki<br />
rakibi pes etmiş olduğu için yeni dönemde de birliğini devam ettirebilmesi için yeni bir<br />
düşman yaratması gerekiyordu.<br />
Soğuk savaş sonunda ABD 11 Eylül faciası ile beklediğini bulmuş, yeni<br />
dönemde, ilk ve görünen hedef İslâm dünyası, ikinci hedefte Çin seçilmişti. İslâm<br />
dünyası genel manada bilim ve teknolojinin gerisinde yani “<strong>Bilgi</strong> toplumu” olmada geri<br />
kalmış, yeraltı zenginlik kaynakları belirli güçlerin tekelinde, geniş halk kitleleri olarak<br />
dünyanın en fakir kesimini oluşturmaktadır. Ayrıca dünya hâkimiyeti için büyük<br />
dinlerin kontrol altına alınması tarihten günümüze bir miras olarak kalmıştır. Büyük<br />
güç merkezlerini doğrudan hedef alma yerine değişik eksenler arasında parçalara bölme<br />
politikası da Batı dünyasına Roma İmparatorluğu’ndan kalmış olan mirastır.<br />
ABD’nin yenidünya düzenini kurmak uğruna 11 Eylül sonrası hedef olarak<br />
seçmiş olduğu İslâmiyet’in temsilcisi konumundaki ülkelerden bazıları yani<br />
radikaller(dünyadaki mevcut terörün sorumluları) dünyadaki terörün potansiyel<br />
sorumluları olarak görülmüş oldukları için her türlü yol kullanılmak suretiyle yok<br />
edilmelidir. İkinci gruba gelince cıvıklaştırılmış yani ilimli Müslümanlar da diyalog<br />
yoluyla İsevilik, Musevilik merkezli yeni oluşumlar, politikalar ve özellikle de<br />
misyonerlik faaliyetleri içinde tarihi ve dinî misyonlarının dışına çekilip, kolayca asimile<br />
edilmelidir.<br />
Yenidünya düzeninin kurulabilmesi için İslâm dünyasının ağırlık merkezi<br />
konumunda bulunan Kuzey Afrika, Ortadoğu, Anadolu, Güneydoğu ve merkezi Asya<br />
ve Hazar Bölgesinde halkının hemen tamamı Müslüman olan siyasi teşekküller sözde<br />
demokrasi, özgürlükler ve insan hakları bahane edilmek suretiyle tıpkı Irak gibi din,<br />
mezhep, kültür ve etnik temele dayalı devletçiklere bölünmesidir. Bu süreçte ülkeler<br />
yakılır, yıkılır, insanlar perişan olur %25’i ölür, önemli değil sonuçta hedef seçilmiş<br />
olan ülkeye(Irak ve Afganistan’da olduğu gibi) daha fazla demokrasi ve özgürlük<br />
* Prof.Dr., Erciyes Üniversitesi Fen-Ed. Fak. Tarih Bölümü Başkanı
Abdulkadir YUVALI 47<br />
getirilmiş olacaktır. Ancak getirilmiş olan demokrasi ve özgürlüklerin karşılığı olarak da<br />
ülkenin sahip olduğu başta kritik maddeler .olmak üzere zenginlik kaynakları (maddi –<br />
manevi) kolayca sömürülmektedir..Böylece Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanus’u ve<br />
Asya coğrafyasındaki halkının hemen tamamı Müslüman ülkelerin her biri mümkünse<br />
5-6 parçaya bölünüp devletçikler oluşturulacaktır.Böylece Avrupa merkezli<br />
Ortaçağ’daki feodal yapı Türk-İslâm dünyasında yaşanması için şartlar<br />
hazırlanmaktadır.<br />
Çağımızdaki milli devletlerin bölünüp parçalanması için en güçlü istismar aracı<br />
da “kimlik” ve inançtır..Bütün çaba mevcut ülkelere ekonomik,politik,bilimsel ve<br />
<strong>sosyal</strong> ilişkiler yoluyla yerel değerlerin kimliğe dönüştürülmesi için gerekli yerli ve<br />
yabancı malzemelerin iyi ve yerinde kullanılmasıdır.Bu operasyonun gerçekleştirilmesi<br />
için de hedef seçilmiş olan ülkenin başta fikir,siyaset,bilim,sanat,din ve iş adamları en<br />
zayıf noktalarından girilmek suretiyle kullanılmaktadır..Özellikle yazılı ve görsel<br />
medyanın küresel sermayenin tekeline girmesinden sonra bu kesimdeki yazar-çizer<br />
takımı patronlarının ağzına bakar olmuştur. Medya patronlarının da küresel güçlerle<br />
işbirliği yapmadan ayakta kalamayacağı için “çok kültürlülük, çok dillilik, çoğulcu<br />
demokrasi ve farklı kimlikler vb.” temelinde sınırlar ötesindeki strateji merkezlerinin<br />
üretmiş olduğu gündemler hedef ülkenin medyası için gündem olmaktadır.<br />
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız tablonun içindeki ülkelerden birisi de Büyük<br />
Atatürk’ün öncülüğünde alacaklı Batı dünyasının temsilcisi olan ülkelerin paylaşım<br />
sofrasından (Bize göre, Birinci dünya savaşı olmasaydı Osmanlı Devleti tıpkı tavsiye<br />
edilecek olan bir şirketin alacaklılar tarafından hisseleri oranında paylarını almaya<br />
hazırlanmışlardı) büyük özveriler sonucu kurtarılmıştır. Böylece, halkı Türk ve<br />
Müslüman olan Anadolu’da XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti<br />
kurulmuştur. Yeni devletin bir özelliği de sömürgecilik çağında Türk-İslâm dünyasının<br />
ilk ve tek bağımsız devleti olmasıdır. Büyük Atatürk’ün yeni Türk Devleti için koymuş<br />
olduğu “tam bağımsızlık” ilkesi hemen her konuda emperyal devletlerin önünde en<br />
büyük engel olarak görülmüştür. Emperyal güçlerin kendi hesapları için engel olarak<br />
görmüş oldukları bir başka engel de “milletleşme” sürecinin başlatılmış olmasıdır.<br />
Milletleşme hadisesi mazlum milletlerin emperyal güçlerin sömürüsünden kurtulması<br />
için çağımızdaki geçerli yol olarak kabul edilmiştir.<br />
Osmanlı Devleti’nde duraklama ve gerileme dönemlerinde içine sürüklenmiş<br />
olduğu siyasi, ekonomik, <strong>sosyal</strong> ve kültürel çöküntülerden kurtulma için Batılı<br />
ülkelerin de teşvik ve desteğiyle yapılmış olan yenileşmeler (modernleşmeler) de<br />
neticeyi değiştirmemiştir. Söz konusu süreçte “Osmanlı devleti’nin hemen her<br />
bakımdan mutlu unsurları olmalarına rağmen” sokağa dökülmüş olan Hıristiyan<br />
tebaanın ağızlarındaki sakız “Adâlet, Hürriyet ve Eşitlik” sloganları olmuştur.<br />
Günümüzde özellikle “çok kültürlülük, çok dillilik, Türkiyelilik vb.” gibi görüşleri<br />
savunanlar da günümüz için geçerli olan evrensel değerleri yani “Demokrasi,<br />
Özgürlük ve İnsan Hakları” sakızını evire çevire çiğnemektedirler.<br />
Etnik fitne veya etnik fitneye hizmet eden çevrelerin sureti haktan görünerek<br />
ileri sürmüş oldukları iddiaların temelinde yukarıda tarihi süreçte özetlemeye<br />
çalıştığımız hesaplar yatmaktadır. Çünkü dün olduğu gibi bugün de emperyal güçlerin<br />
uyguladığı strateji sonucu kendisine hizmet edecek yerli işbirlikçi hizmetkârlar bulup<br />
onların aracılığıyla Türk milletini içeriden tahrip etmeye çalışmaktadır. Tarih boyunca<br />
Doğuda Çin, Batı da Hıristiyan dünyası “Türkleri dışarıdan işgal etmeye kalkmayın
48 Etnik Kimlik ve Milli Kültür Meselesi<br />
yenemezsiniz. Fakat bir defa içeriden ele geçirdiniz mi her şeyi kabil ettirebilirsiniz”<br />
ağırlıklı politikalar üretmişlerdir.<br />
Günümüzde Batı dünyasının direk veya dolaylı olarak yönlendirmiş olduğu<br />
“Türkiyeli aydınlar” Batılı ülkelerde üretilmiş olan stratejileri sanki kendi fikirleriymiş<br />
gibi hep bir ağızdan “Beremen Mızıkacıları” gibi yazan ve söyleyen tiplerdir. Bu<br />
çevrelerin ağzından düşürmedikleri ve her fırsatta kullanmakta oldukları “Basın<br />
Özgürlüğü” için CİA ajanlarından Philip Agee,On The Run adlı eserinde “Basın<br />
özgürlüğü demek,bizim hazırladığımız materyalleri kendisi yazmış gibi kullanan<br />
gazetecilere ödeme yapma özgürlüğümüz demekti”,ülkemiz bu tür faaliyetlere göz<br />
yumma konusunda son derecede özgür bir görünüm sergilemektedir.<br />
Emperyalist güç merkezleri(Bürüksel ve Washington),Türkiye’de sosyolojik<br />
manada kendi içinde kaynaşmış bir Türk milleti olgusunu hiçbir zaman kabullenmedi<br />
ve anayasamızda ”Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağları ile bağlı olan herkes<br />
Türk”tür gerçeğini hazmedememişlerdir..İnsanları biyolojik aidiyetlerine göre<br />
tanımlamak suretiyle kimlik inşa etmek için cumhuriyetin bütünlüklü ve uyumlu milleti<br />
projesini (milletleşme) imha edilmeye çalışılmaktadır.Rahmetli hocam Prof. Dr.<br />
Bahaeddin ÖGEL hemen her fırsatta “tarihçi veteriner,ziraatçı değil,biz tarihçiler,<br />
insanları <strong>sosyal</strong> yönleri ve değerleriyle ele alırız,söz konusu bilim dalları da hayvan ve<br />
bitkileri ırkî özelliklerine göre ele alırlar.İnsanî ırk noktasında incelemek yani insanı<br />
insan yapan değerleri yok saymak,insanlığa karşı işlenmiş yanlış bir bakış ve sakat<br />
davranıştır” mealindeki veciz sözünün anlamını daha iyi anlamış oluyoruz.<br />
Ülkemizde bazı çevrelerin ağızlarına sakız yaptıkları her gün bir ekranda<br />
şapırdata şapırdata çiğnedikleri “Türkiyelilik” de bir Batı projesidir. Batı, yapay olarak<br />
kimlik krizi çıkartmak suretiyle, birleşik, dayanışmacı, kaynaşmış bir Türk milleti<br />
istemiyor. Parçalara bölünmüş, etnik aidiyetleri kışkırtılmış, farklılıkları kutsallaştırılmış,<br />
çok parçalı kozmopolit kabilelerden(aşiretlerden) oluşan kalabalıklar topluluğu istiyor.<br />
Bunun içinde bulmuş olduğu “Türkiyelilik” formülünü içimize siyasi ve entelektüel<br />
sözcülerinin kulağına üfürüyor, onlarda Bremen mızıkacıları gibi “biz Türk değil,<br />
Türkiyeliyiz” diyorlar<br />
Üyesi olmak için 40 yıldır kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği Kendi<br />
içindeki farklılıkları (Avrupa, dinî, siyasî ve ekonomi merkezle 30 yıl,100 yıl birinci ve<br />
ikinci dünya savaşlarını yapmış) geri plana atmak suretiyle birleşik, bütünleşmiş bir<br />
Avrupa milleti oluşturmaya (başarabilirse) çalışıyor, fonlarını bu yöndeki projelere<br />
tahsis etmektedir. Söz konusu birlik, bizim ülkemizde ise tam tersine, ayrıştırmacı,<br />
bölücü, farklılıkları ön plana çıkartan projelere” proje karşılığında hibe” vermektedir.<br />
Batı dünyası Türklerle ve özellikle de Müslümanlarla tanıştığı tarihten beri emperyalist<br />
politikalarından hiçbir zaman vazgeçmemiştir Çünkü bu özellik onlara Roma’dan<br />
“Divide et uimperium” miras kalmıştır<br />
Günümüzde görsel ve yazılı medyanın gündeminden düşürmediği Batı<br />
merkezli “Türkiyelilik” projesiyle yapılmak istenen bir diğer faaliyet de Lozan<br />
antlaşmasıyla belirtilen azınlıklara Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere yenilerinin<br />
eklenmesidir Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgide taktik hep aynı olmuştur. Batı,<br />
önce sorun üretiyor, sonra sorunun üreticisi olarak itham etmiş olduğu Türkleri<br />
suçluyor, sonra da dayatmalarla sorunu çözümler üretmeye başlıyorlar. Küresel<br />
güçlerin kontrolündeki medyanın “Türkiyelilik” yanında sık sık kullanmakta oldukları
Abdulkadir YUVALI 49<br />
alt kimlik, üst kimlik, çok kültürlülük, farklı kimlikler, mozaikçilik gibi kavramlar da<br />
aynı merkezlerin tezgâhından çıkmaktadır.<br />
Etnik fitnenin gündemde tutmak istediği bir diğer sömürgeci kavram da<br />
“Ademi-i merkeziyet” yani yerinden yönetim (eyaletlere ayırma) ve onlara özerklik<br />
verme konusu Batı ve ABD’nin gündemindeki yerini korumaktadır. Dış kaynaklarda<br />
üretilen yapay gündemlerin de Türkiyeli aydınlar tarafından papağan kuşu gibi<br />
tekrarlanıyor yani dayatılmaktadır. Çünkü Eyaletçilik anlayışı, milli bünyenin siyasi<br />
manada bölme yönündeki bir projesidir. Bu projenin de Türk halkanın Osmanlı’ya<br />
duymuş olduğu derin saygı ve sevgi bilindiği için “yeni Osmanlıcılık” şeklinde<br />
dayatılmaktadır.<br />
Avrupa Birliği,kendi içindeki farklılıkları geri plana atarak birleşik,bütünleşmiş<br />
bir Avrupa milleti oluşturmaya çalışıyor.Oysaki,aynı Avrupa’da feodal yapıdan milli<br />
devlete geçiş sürecinde dinî ,etnik siyasi ve ekonomik temele bağlı olarak yapılmış ve<br />
yaşanmış olan 30 yıl,100 yıl savaşları,Birinci ve İkinci dünya savaşlarına rağmen<br />
günümüzde “Birleşik Avrupa Milleti ve Devleti” kurma uğruna fonlarını bu yöndeki<br />
projelere tahsis ediyor;bizde ise tam tersine,ayrıştırmacı,bölücü,farklılıkları ön plana<br />
çıkaran projelere destek veriyor.Batı’nın bu çifte standardı tarihimizin her döneminde<br />
özelliğini korumuştur.Bunun adının “Haçlı Seferleri,Şark Meselesi vb.” olmasının<br />
önemi yoktur.Büyük Atatürk’ün Türkiye’de yaşayan herkesi Türklük şemsiyesi altında<br />
birleştirip bütünleştiren tek bir mensubiyet şuuru veren projesi aslında Batı<br />
dünyasındaki milli devlet ilkesini hayata geçirmek için başlatılmış olan “Milletleşme<br />
Projesidir”.AB ve ABD’nin hemen her fırsatta pompaladığı haber “Türkiye’de<br />
milliyetçiliğin yükseldiği” yönde masa başı anketlerle sonuçlar üretmek suretiyle<br />
“Türklük Kimliği” yerine “Türkiyelilik” kimliği tartışmaya açılıyor, milli değerler ve<br />
milliyetçilik sanki potansiyel bir suç imiş gibi gösterilmek istenilmektedir.<br />
Türkiyelilik projesinden beklenilenlerin başında topraklarında dili, dini,<br />
kültürü, bayrağı, hedefi farklı kabileler topluluğu üretmektir. Bu hemen her yönüyle<br />
Batı’nın tezgâhlamış olduğu bir “Ayrıştırma Projesi”dir. Çünkü hedefinde Lozan’ın<br />
yerine Sevr’i getirebilmek için Lozan’ın azınlık olarak tanımlamış olduğu Ermeni, Rum,<br />
Yahudilere ilave olarak başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere yeni azınlıklar<br />
oluşturulması ve AB kriteri olarak dayatma şeklinde gündeme getirilmektedir.<br />
Osmanlı Devlet’inde hemen her fırsatta kurtuluş reçetesi olarak sunulmuş<br />
olan “Islahat,Tanzimat vb.” yerini günümüzde “AB reform paketleri” almıştır.Bu<br />
karşılaştırmanın ortak yönü ise, önce sorun üretilmesi ve içteki<br />
temsilcileri(Bilim,sanat,siyaset ve işadamları)aracılığıyla bunun dillendirilmesi,takiben<br />
de Osmanlı veya Cumhuriyet hükümetlerini sorunun üreticisi olarak suçlanması,<br />
dayatmalarla çözüm üretilmesidir.,Fakat sonunda kaybeden hep biz oluyoruz.Batı’nın<br />
çözüm reçeteleri tek bir devlete yönelik değil,federasyon yani federatif yapılanmaya<br />
yöneliktir.Buna bağlı olarak “Alt kimlik,Üst kimlik,Çok Kültürlülük,Farklı<br />
Kimlikler,Mozaikçilik,Türkiyelilik” gibi çiçek bahçesi gibi kavramlar üretiliyor ve<br />
ülkemiz de medya aracılığıyla tartışmaya açtırıyor.<br />
Günümüzde “Yeni Osmanlıcılık” adı altında başlatılmış olan Osmanlı yanlısı<br />
veya sevdalısı çevreler de bazıları bilerek bazıları da bilmeyerek Osmanlı’nın son iki<br />
yüz yılını neredeyse günümüzde model olarak görmeyi arzu etmektedirler.Bu sevgi ve<br />
ilginin altında yatan düşünce “Adem-i merkeziyetçi” yani yerinden yönetim,eyaletlere<br />
ayrılmak ve takiben onlara özerklik vermek gibi talepler tıpkı Osmanlı döneminde
50 Etnik Kimlik ve Milli Kültür Meselesi<br />
olduğu gibi günümüzde önce fikrî,takiben de fiilî olarak dayatılmaktadır..Çünkü bu<br />
düşünce ve istekleri biz Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadık,yani biz bu filmi daha<br />
önce seyretmiştik.Batıdan estirilen bu rüzgar ve dayatmalar Türkiyeli aydınlar<br />
tarafından papağan gibi malum medya için gündem olmaktadır. Şu halde “yerinden<br />
yönetim, eyaletçilik milli yapıyı siyasî bakımdan parçalama projesidir. Osmanlı<br />
Devleti’nden kalmış olan son vatan toprağını küçük devletçiklere bölmek için Sevr<br />
dayatıldı. Ancak Allah’ın da bir hesabı olduğu dikkate alınmadı Çünkü bizden çok<br />
yabancıların terennüm etmekte olduğu bir husus”20.yüzyılın dâhisi bu defa<br />
Anadolu’dan çıkmıştır. Kuvvay-ı milliye ve buna bağlı olarak verilmiş olan millî<br />
mücadele Ulu Önder’in öncülüğünde Sevr tarihin derinliklerine gömülürken anılan<br />
yüzyılda Türk-İslâm coğrafyasının tek bağımsız devleti kurulmuştur. Bunu<br />
hazmedemeyen Batı dünyası o dönemde kurdurmuş oldukları, destek vermiş oldukları<br />
“Teali Kürt, Teali İslâm, İngiliz Muhipler vb” odakların günümüzdeki temsilcileri<br />
aracılığıyla Sevr’i tekrar hortlatmak mı istiyorlar?<br />
Günümüzde Afrika, Asya, Ortadoğu, Hazar Havzası ve Anadolu gibi<br />
çoğunlukla Müslümanların yaşadığı coğrafyaları siyasi, dini, kültürel ve ekonomik<br />
açıdan ayrıştırma projesini hayata geçirmek için Irak, Afganistan ve Afrika’da ilk adım<br />
atılmış, demokrasi, özgürlük ve insan hakları getirme uğruna her bir ülke 3-5 parçaya<br />
bölünme sürecini yaşamaktadır. Emperyal güçler Büyük İslâm Coğrafyası’nda insan<br />
potansiyeli ve kritik maddeleri kolayca sömürebilmek için karşılarında bir Abbasi,<br />
Selçuklu veya Osmanlı gibi güçlü siyasi ve coğrafi birlikler istemiyorlar. Başta Türkiye<br />
olmak üzere tarih, din ve kültür coğrafyamızdaki milli devletlerin yapısını çözmek için<br />
etnik kimlikler, alt kimlikler üretmek suretiyle insanların kavmiyet damarlarını<br />
kaşıyorlar. İçimizdeki Türkiyeli aydınlar köşe yazılarında ve ekranlarda sürekli “alt-üst<br />
kimlikler, etnik yapıları tartışıyorlar. Bu süreçte sık sık kullandıkları “ “Daha çok<br />
özgürlükler,daha çok demokrasi ve daha fazla insan hakları” sloganlarla insanımızın<br />
kimyası bozulmakta ve halkımızın ortak paydası zedelenmektedir.<br />
Türkiyeli aydınların dillerinden düşürmedikleri” Çok kültürlülük” millî yapıyı<br />
kültürel açıdan parçalamaya yönelik bir projedir. Finans örü de AB ve ABD gibi<br />
küresel Emperyal güçlerdir. Onlara göre Türkiye’de bir tek Türk kültürü değil ölü ve<br />
yaşayan birçok kültürler vardır. Bunlar bir ortak paydanın güç ve renk kaynakları değil,<br />
her biri kendi başına kültürlerdir. Türkiyeli aydınların kaynağı dışarıda olan fonlardan<br />
almış oldukları destek yanında yerel ve uluslar arası güç odaklarından da hemen her<br />
konuda destek alabiliyorlar. Böylece, başta Kürtler olmak üzere yerel unsurlar<br />
kültürlerine koşmak için gerekli hazırlıklar yaparken, Türk unsurunun da kültüründen<br />
uzaklaşması için ne gerekiyorsa o yapılmaktadır.<br />
Türkiyeli aydınlar AB’nin propagandasını yapmayı çağın gereği sayıyor. Oysaki<br />
söz konusu süreçte, Türk milleti tıpkı Osmanlı son dönemlerinde olduğu gibi itilipkalkılıyor<br />
yani değerleri örseleniyor. Bazı çevrelerin Avrupa’nın bir yüzünü yani<br />
Avrupa yüzünü görerek bu birliğin ülkemize yarar getireceğine inanmış oldukları da bir<br />
realitedir. Hatta bazı cemaatlerin AB’ne Müslümanların özgürlük alanlarının<br />
genişleyeceği düşüncesiyle sempati göstermiş olmaları da mümkündür. Ancak, Batı<br />
dünyasının özellikle de Türklerin şahsında İslâmiyet’e bakışı tarihin hiçbir döneminde<br />
değişmemiştir. Batılı ülkeler kendileri için “birlik noktalarını ortaya çıkarmak için<br />
fonlar ayırtıyorlar ve bunları mutlaka yine batılı araştırmacılar için kullanıyorlar<br />
(Bugüne kadar beşeri <strong>bilimler</strong> alanında Avrupa’ya doktora çalışması için göndermiş
Abdulkadir YUVALI 51<br />
olduğumuz gençlerimiz arasında Avrupa merkezli konularda araştırma yapanlarımız<br />
var mı? Aynı AB bizim ülkemiz ve dünyamız için ayrılık noktalarını ortaya çıkartan<br />
projeleri(Proje karşılığında hibeler) destekliyorlar<br />
Osmanlı Devleti’nin, Birinci dünya savaşı sonunda, Balkanlar, Kafkasya ve<br />
Ortadoğu’daki topraklarını kaybettiği gibi Mondros ve Sevr ile Anadolu’nun da altı<br />
bölgesini kaybedip, Orta Anadolu ile yetinmesi yönünde zorlandığı bir sırada (20 Mayıs<br />
1920) İngiliz Muhipler(dostlar) Cemiyeti kurulmuş ve üç ay içinde 53 bin üye sayısına<br />
ulaşmıştı. Bu cemiyet aynı zamanda Sevr kahramanı Damat Ferit, Kürt Teali ve Teali-i<br />
İslâm Cemiyeti ile de işbirliği halinde Kuvvay-ı Milliye’nin doğmaması, milli<br />
mücadelenin başlamaması için dışarından aldıkları mali destek ve güçle mevcut bütün<br />
imkânları kullanmışlardır. Ülkemizde “Türkiyeli Aydın” olarak tanımlanan çoğunluğu<br />
“Markalı Cumhuriyetçiler) söz konusu mandacı cemiyetlerin günümüzdeki<br />
temsilciliğine mi soyunuyorlar? Diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Çünkü dün<br />
olduğu gibi bugün de bu yolun yolcuları Batı’daki fonlarca destekleniyorlar.<br />
Tanzimat’tan beri Türkiyeli aydınlar yabancı güçlerin sözcülüğünü yapan<br />
kişilerdir. Türkiyeli aydın”,genel manada Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar Batı ve<br />
özellikle de İngiliz kültürü,1940’lı yıllarda Hümanizm,1950’li yıllarda<br />
Amerikanizm,1960’lı yıllardan başlayarak <strong>sosyal</strong>izm, komünizm günümüzde de<br />
globalizmin penceresinden dünyayı seyretmede başarılı olmuştur. Büyük Atatürk’ün<br />
başlatmış olduğu “milletleşme “ sürecini olumsuz yönde etkilemiş olan faktörlerin<br />
başında aydınlarımızın kafalarını “izm”lerin karanlığına sokmuş olması gelmektedir.<br />
Küreselleşme akımının büyüsüne kapılmış olan “Türkiyeli aydınlar”,küresel<br />
sermayenin ülkemizde at oynatmasını normal bir gelişme olarak görmekte,<br />
beslenmekte olduğu fonların kesilmemesi uğuruna Batı dünyasının silahşorlarını tıpkı<br />
İngiliz Muhipler Cemiyeti üyeleri gibi görmektedirler. Kürerselcilik AB ve ABD’nin<br />
Türkiye’ye dayatmış olduğu bir kavramdır. Batı kendi içinde milli, yabancı düşmanı ve<br />
ırkçı olduğu ölçüde bize karşı küreselcidir. Böylece Batı, kendi bünyesinde birlik, kendi<br />
dilini tek resmi dil(Fransa’da Fransızca konuşamama veya konuşmama toplumdan<br />
dışlanma sebebi olabilir.) Avrupalı Türklerin neredeyse evlerinde ana dillerini<br />
konuşmalarını yasaklamaktadır. Bizde ise Avrupa Birliği sürecinde ayrılık noktalarını<br />
öne çıkartmak, Türkçe’nin dışında eğitim ve resmi dilleri daha çok demokrasi için<br />
olmaz ise olmaz olarak görmektedir.(Bizde çok dilliliği demokratik hak olarak<br />
görmektedir)AB’liği ülkelerinin birbirlerini daha iyi anlamaları için, ülkelerin tercüme<br />
giderlerini azaltmak (Birlik ülkelerinin resmi evrakları İngilizce ye tercüme giderlerinin<br />
1 milyar euro’ya ulaştığı söyleniyor)için çözümler üretiyorlar.<br />
Etnik gerilim; farklı etnik gruplar arasında ki karşıtlığın veya grupların devlete<br />
karşı tavırlarının değişik düzeylerde tanımlanması ile ilgili <strong>sosyal</strong> bir huzursuzluktur.<br />
Etnik gerilim niteliğine ve şiddetine bağlı olarak toplumsal üretkenliği, siyasi istikrarı,<br />
ekonomik gelişmeyi engelleyebilir, milli birlik ve bütünlüğe zarar verebilir, hatta<br />
ülkenin bütünlüğünü tehdit edebilir Bundan dolayı “ etnik gerilim” zamanında gerekli<br />
önlemler alınmaması halinde ülke ve devlet meselesi haline gelebilir.<br />
Milleti oluşturan yerel kültürel unsurlardan biri veya birden çoğu kendi<br />
kültürel değerlerinin dışlandığını, ayırım yapıldığını ileri sürmek suretiyle güven<br />
duygusunu yitirdiği, yerel kültürünün tehdit altında olduğundan hareketle tepki<br />
göstermesi hali “etnik gerilim” olarak da nitelendirilebilir. Etnik gerilimi,<br />
hoşgörüsüzlük, önyargılı, ayırımcı olma, eşitsizlik gibi faktörler artırabilir.
52 Etnik Kimlik ve Milli Kültür Meselesi<br />
Toplumda demokratik hak ve özgürlükleri ortak hayat tarzına dönüştürecek<br />
biçimde” uzlaşma kültürüyle” birlikte verilememesi halinde etnik gerilime çözüm<br />
üretilemez. Etnik gerilime kültür boyutuyla yaklaşılmaması, aksine daha çok<br />
demokrasi; daha çok özgürlük ve insan hakları yaklaşımıyla bu sorunlar çözülme şöyle<br />
dursun daha da artırılmış olur.<br />
Çağımızda bu sorunu çözme konusunda başarılı olduğu söylenebilen Batı<br />
dünyası bunu sadece “demokrasi ve insan hakları” ile değil, bu değerleri “kültür”<br />
zeminine oturtmak suretiyle ve aşamalı olarak çözmüştür.Söz konusu olan<br />
“demokratik hak ve özgürlükler kişi için “hak” olduğu ölçüde aynı zamanda bir<br />
sorumluluğu da beraberinde getirmektedir..Bunu bireye kazandırabildiğiniz ölçüde<br />
konuyu çözebilirsiniz.Oysaki,bütün bu evrensel değerleri ileri süren çevrelerin “milli”<br />
sözünü “öcü” gibi görmesi halinde millilikle,ırkçılık ve şovenizmi ayırt edemeyen<br />
sözüm ona aydın çevreler etnik gerilimin artmasına neden olurlar.<br />
Toplum hayatında “milli” sözü ile, millete ve milletin kutsal saydığı değerlere<br />
saygılı olmak,milli sınırlar içinde halkın mutluluğunu ve çıkarlarını<br />
gözetmektir.Evrensel değerler de tıpkı milli değerlerin yerel değerlerden beslendiği gibi<br />
evrensel değerler de milli değerlerden beslenen bir güzellik ve zenginliktir.Çağımızın<br />
güçlü toplumları bugünkü konumlarına “milli” olarak ve kalarak<br />
ulaşmışlardır.Ülkemizin ana sorunlarının temelinde “millî eğitim” ve “milli kültür”<br />
politikalarının Büyük Atatürk sonrasında özünden uzaklaştırılıp,şekil bakımından öne<br />
çıkartılması ana sebep olmalıdır diye düşünüyoruz.<br />
Milli devletin kurulabilmesi için milli bir toplum yapısına ihtiyaç vardır. Tarihî<br />
süreçte bir bölge veya ülkede yaşamakta olduğu halk topluluğu uzun süren beraberliğe<br />
bağlı olarak ortak özelliklerin oluşmasına bağlı olarak “milletleşme” mümkün olur. Her<br />
milli devletin temelinde bir milli toplum kimliği bulunmaktadır.<br />
Bireyin doğuştan getirmiş olduğu özellikler yanında, almış olduğu eğitim<br />
biçimi, kazanmış olduğu kültür, aile ve yakın çevresinden kazanmış olduğu değerlerin<br />
tamamı kimliğin oluşmasında öncelikli etkenler arasında gösterilebilir. Milli kimlikler<br />
ise, bir milletin sahip olduğu ortak özellik ve değerlerin bütünüdür<br />
Büyük Atatürk’ün Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra Anadolu’da<br />
başlatmış olduğu milli mücadele aynı zamanda Emperyal güçlere karşı verilmiş olan bir<br />
milletleşme mücadelesi olarak da sunulabilir. Ülkemizde milletleşme sürecini olumsuz<br />
yönde etkilemiş olan faktörlere rağmen yükselen ve zaman zaman da durağanlığa<br />
sürüklenmesine rağmen başlatılmış olan süreç devam etmektedir. Süreç devam<br />
etmektedir. Günümüzde kendi dünyasında milletleşme sürecini tamamlamış olan Batı<br />
dünyası Birinci Dünya savaşı sonunda engel olamadığı milletleşme olgusuna hemen<br />
her fırsatta elindeki kaynakları kullanmak suretiyle olumsuz bir mecraya sürükleme<br />
çaba ve gayreti içindedir. Özellikle 21. yüzyıl başlarında bu yöndeki çalışmalarını<br />
yoğunlaştırmıştır. Batı dünyası ve onun Truva Atı olan AB’nin Türkiye Cumhuriyetini<br />
belirli plan ve aşamalara bağlı olarak milli devlet olmaktan çıkartıp, uluslar arası<br />
sermayenin denetiminde “İMF ve DB” çokuluslu bir bölgesel federasyona dönüştürme<br />
temelinde çalışmalarını sürdürmektedir. Aslında Batı dünyasının üyesi olan ülkelerde<br />
bir hak olarak korunmakta olan “milli kimliğin”sözde işbirliği veya bütünleşme süreci<br />
olarak gösterilen bu dönemde Büyük Atatürk’ün tanımıyla “Türkiye Cumhuriyetini<br />
kuran halk” Türk kimliğini taşıması ve korumasana karşı çıkmaktadır.
Abdulkadir YUVALI 53<br />
Batı dünyası kendi milli yapılarını ve buna bağlı olarak da milli devletlerini<br />
korumada göstermiş oldukları titizlik ne ölçüde ise, başta Türkiye olmak üzere diğer<br />
milli devletlerin kimyasını bozma, dayanmış oldukları milli yapıyı tavsiye etmek için<br />
hazırlamış oldukları projeleri bir bir uygulamaktadırlar. Bu süreçte milli kimliğe<br />
olduğundan fazla ve çok yönlü olarak saldırılmakta, milli kimliklerin tavsiyesi ve yerel<br />
kültür unsurlarının hortlatılarak (kültürel haklar doğrultusunda yeni yeni<br />
düzenlemelerle kozmopolit bir toplum yapısına giden yolu açmaktadırlar. Amaca,<br />
kendi denetimleri altında, kolayca sömürebilecekleri ve yönetebilecekleri siyasî<br />
oluşumlara zemin hazırlamaktır.<br />
Birleşmiş milletleri oluşturan siyasi teşekkülleri “Alan, Bölge ve Dünya “<br />
devletleri olarak tasnif edebiliriz. Hemen her ülkede yaşamakta olan topluluklar da<br />
vatandaşlık bağları ile bağlı bulundukları kendi devletlerinin kimliği ile<br />
adlandırılmaktadırlar. Sömürgecilik anlayışı dünden bugüne uzanan zaman içinde artan<br />
bir tempoda ama yaklaşım biçimleri de sürekli değişen bir yapı içinde devam<br />
etmektedir. Kapitalizm uluslar arası örgütlerin de yardımıyla emperyalizme dönüşünce<br />
bütün dünyayı öncelikli olarak yutulması daha kolay görünen bölgeler ağırlıklı olarak<br />
hemen her ülkede işbirlikçileri satın almaya başlamış, sermaye gücüyle satın almış<br />
olduğu mandacı çevreleri de milletleşmeye karşı yöneltmek suretiyle “alt kimlikçiliği<br />
yeniden hortlatmışlardır. Bir devletin vatandaşlarını yerel kültürleri doğrultusunda<br />
dıştan gelen yardım, yönlendirme hatta tazyikler bağlı olarak kimlik tartışmalar<br />
gündeme getirilmiştir. Dış destekli kimlik tartışmaları yapılan finans desteklerle “alt<br />
kimlik” örgütlenmelerine dönüştürülmüştür. Adeta Batı dünyasının ortaçağındaki<br />
kabilecilik anlayışı yeni dönemde milli yapıları çökertmek için Emperyal güçler<br />
tarafından hemen her bakımdan desteklenmektedir<br />
Batı dünyasının ortaçağda yaşamış olduğu inanç(mezhep, tarikat vb) ve etnik<br />
temele (Biyolojik aidiyetin kışkırtılması) dayalı siyasi çekişmelerin yüzlerce yıl söz<br />
konusu dünyanın kan, ateş, cehalet ve yokluğa mahkûm edilmesi ile sonuçlanmıştı.<br />
Batı dünyası içine sürüklenmiş olduğu tehlikeli girdaptan Rönesans ve reform<br />
hareketleriyle akıl, bilgi ve düşünce temelinde yeni bir çağa ulaşmak suretiyle<br />
kurtulmuştur. Aynı Batı dünyası kendi tarihindeki karanlıklara muarızı olarak gördüğü<br />
Türk-İslâm dünyasının sürüklenmesi için çaba sarf etmektedir. Tıpkı çaresi bilinmemiş<br />
olan bulaşıcı hastalığa yakalanmış bazı insanların kendi hastalığını diğer insanlara<br />
bulaştırma duygu ve dürtüsünü yaşadığı gibi Batı da bu duygu ve dürtüyle bizim<br />
dünyamızı karartmak mı istemektedir?<br />
Batı dünyası ortaçağın karanlığından akıl, bilim ve düşüncenin ışığında<br />
başlatmış olduğu milletleşme yani milli kültürü yaşanır konuma getirmekle kurtulup<br />
bugünkü konuma ulaştıysa aynı yöntemin Türk-İslâm dünyası için de bir yol, yöntem<br />
olduğu düşüncesindeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’nde Büyük Atatürk bu yolu açmış ve<br />
önemli ölçüde yol almıştı. Ancak emperyal güçlerin tekelinde bulunan ve sonu “izm”<br />
ile biten akımların(hümanizm, <strong>sosyal</strong>izm, komünizm, faşizm, Globalizm vb.) milli<br />
bünyemizde açmış olduğu derin yaraların tedavisi bize göz açtırmamaktadır.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Bir Osmanlı Valisinin Görevinden Alınma Serüveni<br />
(Diyarbakır Valisi İshak Paşa 1832–1834)<br />
Ahmet AKSIN *<br />
Türkmen TÖRELİ**<br />
Çötelizadeler Harput’un tanınmış bir ailesi olup bölgenin kudretli<br />
hanedanlarından biridir. Erzurum’dan göç ettikleri zannedilen bu aile özellikle<br />
18. yüzyıldan itibaren Harput ve çevresinde etkin olmaya başlamıştır.<br />
Bölgenin ayan, eşraf ve hatırı sayılır ailelerinden biri olarak bilinen ve<br />
tanınan Çötelizadelerin bizzat devlet hizmetine girmeleri 1832 tarihinde<br />
gerçekleşmiştir. Bu tarihte Çötelizadelerden İbrahim Beğ’in vezaret rütbesiyle<br />
Diyarbakır Valiliğine ve Ma’den-i Hümâyûn Eminliğine atanmıştır 1 . Ancak<br />
İbrahim Paşa Valiliğe atanmasından kısa bir müddet sonra Diyarbakır’dan<br />
Harput’a gelirken yolda rahatsızlanarak ölmüştü 2 . İbrahim Paşa’nın bu ani<br />
ölümü üzerine yerine hem yeğeni hem de damadı olan İshak Beğ aynı şekilde<br />
vezaret rütbesi verilerek Ekim 1832 tarihinde Diyarbakır Valiliğine ve Ma’den-i<br />
Hümâyûn Eminliğine atanmıştır. Atanmasında ise gerekçe olarak Memlekete zabt<br />
edecek biri lazım olduğundan İshak Ağa merkûmun hem damadı hem biraderzâdesi olub ol<br />
taraflarda mer’iü’l- hatır ve hüsn-i zabt-ı idareye muktedir olduğundan...gibi ibareler<br />
görmekteyiz 3 .<br />
İshak Paşa’nın bu göreve atanmasında etkili olan en önemli faktör<br />
bölgenin tanınmış sözü geçen hatırlı bir aileye mensup olması olduğunu<br />
görülmektedir. Gerçekten de bu dönemde Diyarbakır ve Harput civarlarında<br />
özellikle aşiretler büyük huzursuzluklar yaratmaktaydılar 4 .<br />
Vezaret rütbesi verilerek Diyarbakır Valiliğine atanan İshak Paşa’ya 7<br />
Şubat 1833 tarihinde Rakka Eyaleti valiliği de tevcih edilerek görev sahası daha<br />
* Doç.Dr.,Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, ELAZIĞ.<br />
** Yrd.Doç.Dr.,Uşak Üniversitesi Fen Edb. Fak. Tarih Böl. UŞAK<br />
1 Takvim-i Vekâyî ; Def’a 41. ; İbrahim Yılmazçelik; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840) ,<br />
Ankara, 1995, s. 176.<br />
2 B.A.; Cevdet Dahiliye, 4440. ;<br />
3 Takvim-i Vekâyî ; Def’a 41, B.A.; Cevdet Dahiliye, 4440 ; B.A. Hatt_ı Hümâyûn, Dosya No: 664, Gömlek<br />
No, 32315/A<br />
4 İshak Sunguroğlu; Harput Yollarında.
Ahmet AKSIN&Türkmen TÖRELİ 55<br />
da genişletilmiştir 5 . İshak Paşa’nın bu hızlı yükselişi uzun sürmemiş Mart 1834<br />
tarihinde görevinden alınmasıyla son bulmuştur 6 .<br />
İshak Paşa’nın görevden alındığı tarihlerde kendi adına gönderilen 15<br />
Mart 1834 tarihli bir fermanda görevden alınarak yerine Sivas Valisi Reşit<br />
Mehmet Paşa’nın atandığı bildirilmekte ve kendisinin de memleketi olan<br />
Harput’a gelerek orada ikamet etmesi istenmektedir 7 . Ancak Başbakanlık<br />
Arşivindeki diğer bazı belgelerden anlaşıldığı kadarıyla İshak Paşa ve diğer<br />
kişilerin önce Trabzon’a zorunlu ikamete gönderilecekleri ancak sonradan bu<br />
karardan vazgeçildiği de anlaşılmaktadır 8 .Nitekim İshak Paşa görevinden<br />
alındıktan sonra 10 Nisan 1834 tarihinde Diyarbakır’dan ayrılarak zorunlu<br />
ikamete tabi tutulacağı memleketi Harput’a hareket edecektir 9 . 13 Nisan 1834<br />
tarihli Harput Naibi’nin yazısından anlaşıldığı üzere de Harput’a gelerek<br />
yerleşecektir 10 .<br />
Görevden alındığına dair gönderilen fermanda görevden alınma sebebi<br />
belirtilmemesine rağmen sonraki yazışmalar bu hususu açıklamaya yetecektir.<br />
Yeni vali Reşid Paşa’ya Mayıs 1834 tarihinde gönderilen diğer bir<br />
hükümde ise İshak Paşa ve kayınvalidesinin Harput ve diğer yerlerde olan<br />
mallarının sayılarak İstanbul’a tam olarak bildirilmesi isteniyordu 11 . Artık İshak<br />
Paşa için bundan sonra zor bir dönem başlayacaktı. Çünkü valiliği döneminde<br />
yapmış olduğu uygulamalar ile ilgili hakkında yapılan şikâyetler araştırıldığında<br />
Paşa’nın çoğu hususta görevini kötüye kullandığı tespit edilmişti. Nitekim<br />
valiliği döneminden bahsedilirken… Bir takım fesada ictisar (cesaret) iden İshak Beğ<br />
ve Hacı Hanım ve küçük İshak Ağa… İfadelerinin kullanılması 12 İshak Paşa’nın<br />
Valiliği döneminde hiç de hoş olmayan işlere giriştiği hakkında ipuçları vermektedir. Öte<br />
taraftan ilk olarak Harput’ta zorunlu ikamete tabi tutulmalarına rağmen İshak Paşa ve<br />
Hacı Hanım daha sonra İstanbul’a gönderileceklerdir 13 . Yine bu konuyla ilgili İshak<br />
Paşa’nın avenesi olarak belirtilen bir şahsın firar ettiği ve diğer 2 şahsın ise idam edildikleri<br />
de belirtilmektedir 14 .<br />
5 B.A. Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi; Dosya No: 470, Gömlek No: 22990, B.A. Cevdet Dahiliye, No: 15925.<br />
6 B.A. Cevdet Dahiliye No: 7927, 13232 ; Sicill-i Osmanî; Tarih Vakfı Yayınları, C.III, İst.1996, s.807,<br />
7 Vezareti Alınarak Harput'ta memur edildiğine dair Sabık Diyarbakır ve Rakka Valisi İshak Paşaya..<br />
....sen ki paşa-yı mumaileyhsin bu defa hasbel-icab Diyarbakır ve Rakka Eyaletleri uhdenden sarf ve tahvil ile hala<br />
mülhekatıyla Sivas Valisi ve Maden-i Hümayun Eminim M. Reşid Paşa'ya tevcih ve ihsan kılındığına mebni şimdiye<br />
dek senin vezaretin merfu'a (kaldırılmış) olarak vilayetin olan Harputt'ta müteakiden ikametin hususuna irade-i seniyyem<br />
taalluk ol babda südur olmuş olub mukteza-yı memuriyetin üzere olduğun mahalden hareket ve Harput'a varub merfu'-ı<br />
vezare olarak mütekaiden anda ikamet ve devam-ı ömr-i devlet-i şahane ve şevket-i padişahanem edia-yı hayriyesine iştigal<br />
eylemek fermanım olmağın memuriyetini şamil işbu emr-i celil-i kadrim isdar ile tisyar olunmuştur. B.A.; Cevdet<br />
Dahiliye, 7927 (15 Mart 1834). Takvim-i Vekayi, Def’a 80 (26 Mart 1834)<br />
8 B.A., Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi, Dosya No: 97/4, Gömlek No, 25087- 25087/A<br />
9 B.A., Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi, Dosya No: 698, Gömlek No, 33706/C<br />
10 B.A. Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi, Dosya No: 698, Gömlek No, 33706/B<br />
11 B.A.; Mühimme No:251, Hüküm, 234.<br />
12 Harput Şer’iyye Sicili No: 218, Sayfa, 127, Belge No: 138 (18 Şubat 1835)<br />
13 B.A., Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi, Dosya No: 451, Gömlek No, 22354/E (19 Aralık 1834)<br />
14 B.A., Hatt-ı Hümâyûn Tasnifi, Dosya No: 451, Gömlek No, 22354/E (19 Aralık 1834)
56 Bir Osmanlı Valisinin Görevinden Alınma Serüveni<br />
Bu usulsüzlükler içerisinde en dikkat çekeni ise sarrafına olan külliyetli borcu idi.<br />
Alacaklı olan sarrafın Hazine-i mîrîye ve darbhâne-i amire’ye olan yüklü borcuna karşılık<br />
İshak Paşa’da olan alacaklarını göstermesi bütün usulsüzlüklerin ortaya çıkmasına ve<br />
İshak Paşa’nın görevden alınmasına yeterli bir sebep teşkil edecektir 15 .<br />
Bu suçlamalar, yalnız İshak Paşa’ya değil aynı zamanda kayınvalidesi Hacı<br />
Hanım, kayınbiraderi Hacı Ömer Ağa, (eski Diyarbakır Valisi Çötelizade İbrahim<br />
Paşanın hanımı ve oğlu) ile birlikte Haroğlu isimli şahıslara da yapılmaktaydı. İshak Paşa<br />
ve bahsedilen kişilerin bu aşamadan itibaren bütün mallarına el konulacak ve hususi<br />
memurlar tayin edilerek defterler tanzim ettirilmesi istenecektir. İshak Paşa başta olmak<br />
üzere diğer şahısların mallarına el konulması 16 ahaliyi de mağdur edecektir. Nitekim bu<br />
şahısların işlettiği arazileri işleyen ahali, ekim yapamadıkları için mağdur duruma düşünce,<br />
bu köylülere tohum dağıtılarak toprakların ekilmesi yoluna gidilmiştir 17 .<br />
8 Eylül 1835 tarihli bir fermandan anlaşıldığına göre İshak Paşa’nın Mansure<br />
Hazinesine 275.000 kuruş, Sarrafa 2110 kese ve diğer şahıslara da tahminen 300 kese<br />
borcu olduğu bildirilmektedir. Belgenin devamında bu borçların tahsili için adı geçen<br />
şahıslara ait bütün emlak ve emvalin defterlere kaydedilerek Dersaadete gönderilmesi ve<br />
toplanan paraların alacaklılara bölüştürülmesi istenmekteydi 18 . Bu tahsilat çalışmaları<br />
uzunca bir zaman devam etmiş olacak ki 26 Ekim 1836 tarihli bir buyurulduda Firari<br />
Çötelizade Ömer Ağa’ya ait tımar ve zeametlerin hasılatlarının zabtedilerek borçların<br />
tahsiline ayrılması istenmektedir 19 .<br />
Bu bakımdan görevlendirilen memurlar İshak Paşa ve bahsedilen kişilere ait ne<br />
kadar menkul ve gayrimenkul var ise hepsini kayıt altına alacaklardır. Kayıt altına<br />
alınanlardan menkul ve gayrimenkul var ise hepsini kayıt altına alacaklardır. Kayıt altına<br />
alınanlardan bizim tespit edebildiğimiz 218 Numaralı Harput Şer’iyye Sicilinde kayıtlı 4<br />
Muharrem 1251 (2 Mayıs 1835) tarihli bir listedir. Bu liste özellikle İshak Paşanın sahip<br />
olduğu menkuller ve nakit parasını ihtiva eden bir listedir.<br />
Diğer taraftan yapılan araştırma ve soruşturmalar neticesinde, Paşa’nın borçlarının<br />
büyük bir kısmı tasviye edilecek ve vezaret rütbesi kaldırılan İshak Paşa, (ki bundan sonra<br />
belgelerde İshak Beğ diye yazılacaktır) memleketi Harput’ta sade bir vatandaş gibi hayatına<br />
devam edecektir. Nitekim 1836 tarihli bir Hatt-ı Hümâyûn kaydında İshak Beğ’in<br />
yapılan incelemeler sonunda borcu kalmadığı, kendisinin aynı zamanda merhamet ehli birisi<br />
olduğu belirtilmiş;. Mansure Hazinesine, Sarrafına ve diğer yerlere olan borçlarının<br />
ödenmesiyle birlikte artan bütün mal ve mülkünün kendisine iadesine karar verildiği<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Çötelizâde İshak Paşa’nın şahsi eşya ve nakit birikimini ihtiva eden liste<br />
incelendiğinde oldukça büyük bir servet sahibi olduğu dikkat çekmektedir. Nitekim ilk<br />
dikkat çeken mücevherlerdir. Zira elmas, zümrüt, yakut yüzükler, yine aynı değerli<br />
15 Harput Şer’iye Sicili, No:218, s.117, Belge No: 124.(15 Mart 1835)<br />
16 Harput Şer’iye Sicili, No:218, s.85, Belge No: 79.(26 Ekim 1836)<br />
17 Harput Şer’iyye Sicili, No 218, s. 165, Belge No:205.28 Temmuz 1834)<br />
18 Harput Şer’iye Sicili, No:218, s.87, Belge No: 82. ( 8 Eylül 1835)<br />
19 Harput Şer’iye Sicili, No:218, s.85, Belge No: 79. .(26 Ekim 1836)
Ahmet AKSIN&Türkmen TÖRELİ 57<br />
taşlardan işlenmiş broşlar, başlık süslemeleri oldukça dikkat çekicidir. Yine gümüş ev<br />
eşyaları, çeşitli kürkler dikkat çeken diğer eşyalardır. Bunların dışında çeşitli altın paralar<br />
da külliyetli yekün tutmaktadır.<br />
Çötelizâde İshak Beğ bundan sonraki hayatında sade bir şekilde hayatını<br />
sürdürecek, kendi adına kurduğu bir vakıf ve bir medreseyle bölge halkına hizmet<br />
edecektir 20 . Ölüm tarihi kesin bilinmemekle beraber kendisine ait bir konağın Valilik<br />
binası olarak kullanılması amacıyla 1844 yılında satın alındığına dair irade kaydında<br />
müteveffa olarak zikredilmesinden dolayı 1837-1844 tarihleri arasında vefat etmiş<br />
olmalıdır 21 .<br />
20 Ahmet Aksın; 19. Yüzyılda Harput, s.142, Elazığ, 1999.<br />
21 B.A. İrade Meclis-i Vâlâ; 1081 (30 Haziran 1844)
58 Bir Osmanlı Valisinin Görevinden Alınma Serüveni<br />
ÇÖTELİZADE İSHAK PAŞA’NIN MENKULLERİNİ İHTİVA<br />
EDEN DEFTER<br />
Dergâh-ı ali kapucubaşılarından İshâk Beğ ve Kayınvalidesi Hacı Hanımın<br />
Harput’ta olan emvâl ve eşya-yı nefsiyesinin dersa’âdete irsâliyle mâ’ada nakl olan eşyânın<br />
bahâları takririyle lâzım gelen defterinin bâ’is ve esyâli bâbında sâdır olan emr-i ali hacegânı<br />
divân-ı hümâyunumdan mektubî-yi hazret-i sadr-ı âli hülefâsından sa’âdetlü Zühdü Beğ<br />
Efendi mübaşeretle Harpuruta vürûd etmiş olduğundan ber- mûceb-i irâde-i seniyye mir-i<br />
mumâileyh ve hanım-ı mezbûrenin ma’rifet-i şer-i şerîf ve mübâşir-i mumâ-ileyh ve sair<br />
iktiza idenler ma’rifetiyle mevcûd olan eşyâ-yı nefsiyeleri yegân yegân muayene olunarak bu<br />
def’a der-sa’adete gönderilmiş olan bi’l-cümle mücevherât ve nükûd ve eşyâ-yı ber- vech-i atî<br />
defteridir. 4 Muharrem 1251 22 . (2 Mayıs 1835)<br />
Küçük mushâf-ı şerîf ma’a altun muhafaza İnci tepelik (Bunun dahi etrafında mahdud olan<br />
(muhafaza-i mezkurun kenarında olan altunlar altunlar nükudda dahildir)<br />
nükudda dahildir)<br />
‘aded 1<br />
‘aded 2<br />
Tek taşlı elmâs yüzük<br />
‘aded 1<br />
Deve küllâhi refred yüzük<br />
‘aded 1<br />
Tek taşlı zümrüd yüzük<br />
‘aded 9<br />
Zümrüd gül yüzük<br />
‘aded 8<br />
Tek taşlı yakud<br />
‘aded 6<br />
Elmâs zermerd küpe<br />
çift 5<br />
Elmâs tuğra<br />
‘aded 1<br />
Elmas iğne<br />
‘aded 2<br />
Elmâs gerdânlık<br />
‘aded 1<br />
Kebir elmâs tek taşlı yüzük<br />
‘aded 1<br />
Gök yakut yüzük<br />
‘aded 5<br />
Yakud gül yüzük<br />
‘aded1<br />
Elmâs gül yüzük<br />
‘aded3<br />
Elmâs küpe<br />
çift 4<br />
Elmâs çelenk ve çiçek<br />
‘aded 7<br />
Elmâs askı<br />
‘aded 1<br />
Elmâs başlı bilezik<br />
çift 3<br />
Sade altun bilezik<br />
çift 2<br />
22 Harput Şer’iye Sicili, No:218, s.169, Belge No: 213.(2 Mayıs 1835)
Altun küpe<br />
çift 2<br />
Elmâs taşlı bilezik<br />
çift 1<br />
İncili fes<br />
‘aded 1<br />
İnci gerdan bağı ve püskül<br />
‘aded 3<br />
Altun kol bağı<br />
çift 1<br />
Elmaslıca sim kutu<br />
‘aded 2<br />
Sade Altun kutu<br />
‘aded 1<br />
Altun Kuşak<br />
‘aded 1<br />
Murassa altun savranî<br />
‘aded 2<br />
Tepesi zümrüdlüce tek taşlı sim savranî<br />
‘aded 1<br />
İki siyah şerit işleme hurda inci<br />
‘aded 2<br />
Çubuk takımı<br />
‘aded 25<br />
Akik tesbih<br />
‘aded 8<br />
‘Amber-i ham tahminen<br />
miskâl 5<br />
Bad-ı zehir<br />
‘aded 1<br />
Ahmet AKSIN&Türkmen TÖRELİ 59<br />
Elmâs mine kutu<br />
‘aded 1<br />
Tepesi elmâs işlemeli altun askı<br />
çift 2<br />
İnci dizi<br />
'aded 17<br />
Altun halhal<br />
çift 3<br />
Altun mina kutu<br />
‘aded 2<br />
Mina zarf ma’a filcan<br />
‘aded 1<br />
Altun Tepelik (kenarında olan altunlar nükudda<br />
dahildir) ‘aded 1<br />
Zincirde dizili altun para<br />
‘aded 2<br />
Tepesi elmâslıcı sim savranî<br />
‘aded 2<br />
Hurda sim dirhem<br />
‘aded 1060<br />
Tensûh ve üzerinde yarım yıldız<br />
‘aded 1<br />
Mercân tesbih<br />
‘aded 8<br />
Mercan bilezik<br />
Çift 3<br />
Yılan boynuzu<br />
‘aded 1<br />
Sağîr kutu derûnunda ihlâs yazılı pirinç tanesi<br />
‘aded 1<br />
Sim kutu derûnunda nişânları incisüz tesbih veÖrme<br />
kise derûnunda sim eyâlet mührü<br />
tensûh<br />
‘aded 1
60 Bir Osmanlı Valisinin Görevinden Alınma Serüveni<br />
Sim kutu derûnunda mercânlu tesbih nişânı veİki<br />
ağaç kutu derûnunda misk parça<br />
iki ‘aded yüzük<br />
‘aded 4<br />
Sırmalı kemer<br />
‘aded 1<br />
Boyun sa’ati<br />
‘aded 1<br />
Yıldız kabzalı bıçak<br />
‘aded 1<br />
Sim divit<br />
‘aded 3<br />
Dürbün<br />
‘aded 13<br />
Kâr-ı kadîm envâ-i sim tarak<br />
‘aded 126<br />
Sim şeker maşası<br />
‘aded 1<br />
Sim kahve süzeği<br />
‘aded 1<br />
Tepesi zümrüd taşlı ‘acem minâsı savrânî<br />
‘aded 1<br />
Sade sim savrânî<br />
‘aded 3<br />
Mercanlu kama<br />
‘aded 3<br />
Çifte demirli Karahisar kârî piştov<br />
‘aded 2<br />
Simli başlık ve sinebend<br />
‘aded 12<br />
Sim mısır zurnası<br />
‘aded 2<br />
Sim buhurdân ma’a kılebdân<br />
‘aded 1<br />
Sim kılebdân<br />
Sim müşebbek çekmece<br />
‘aded 1<br />
İshak yazılı sim mühür<br />
‘aded 1<br />
Sim sa’at kösteği<br />
‘aded 1<br />
Sim kutu<br />
‘aded 12<br />
Yaldızlı sim tarak<br />
‘aded 12<br />
Sim kaşık<br />
‘aded 10<br />
Bakır minâ zarf ma’a filcân<br />
‘aded 1<br />
Tepesi elmâslı sim savrânî<br />
‘aded 1<br />
Tepesi zümrüd la’l gibi taşlı sim savrânî<br />
‘aded 1<br />
Yeşil kabzalı savrânî<br />
‘aded 1<br />
Sim arnavud şişe<br />
‘aded 1<br />
Sim hatemî<br />
‘aded 1<br />
Sim rişme<br />
‘aded 3<br />
Sim boncuklu kuşak<br />
‘aded 1<br />
Sim ceviz nargile<br />
‘aded 3<br />
Sim kahve ibriği
‘aded 4 ‘aded 6<br />
Sim tas<br />
‘aded 14<br />
Sim sağîr tatlı tabağı<br />
‘aded 5<br />
Sim cüzdan<br />
‘aded 7<br />
Sim leb göbeği<br />
‘aded 1<br />
Sim şam’idân<br />
‘aded 1<br />
Sim müşebbek âyine<br />
‘aded 1<br />
Mercanlı mikdâz<br />
‘aded 1<br />
Ucu sırmalı berber kayışı<br />
‘aded 1<br />
Sim nargile serî<br />
‘aded 6<br />
Sırmalı mısır kalavisi<br />
‘aded 1<br />
Sim leğen<br />
‘aded 2<br />
Pullu işleme kahve örtüsü<br />
‘aded 4<br />
Şal ve sevâyî ve selimiye zenne entârisi<br />
‘aded 49<br />
Şal ve kadife zenne cebesi<br />
‘aded 7<br />
Sevayî müsta’mel erkek entârisi<br />
‘aded 14<br />
Kürk ‘aded<br />
2Kukum , 1 vaşak, 12 samur<br />
Ahmet AKSIN&Türkmen TÖRELİ 61<br />
Sim tatlı hokkası<br />
‘aded 1<br />
Simli saplı balta<br />
‘aded 1<br />
Sim filcân tepsi<br />
‘aded 2<br />
Kehribarlı ustura<br />
‘aded 5<br />
Öd ağacı<br />
Dirhem 1600<br />
Mercanlı çemşîre<br />
‘aded 1<br />
Fildişi sakal tarağı<br />
‘aded 1<br />
Sırmalı berber silahlığı<br />
‘aded 1<br />
Eski ma’den nargile ma’a simli<br />
‘aded 1<br />
Sim sa’at muhafazası<br />
‘aded 1<br />
Sim ibrik<br />
‘aded 2<br />
Fermayiş şal ve sevâyî zenne şalvarı<br />
‘aded 4<br />
Şal ve sevâyi kablı samur ve kukum zenne<br />
kürkü<br />
‘aded 14<br />
Telli ve pullu iğleme kavuk örtüsü<br />
‘aded 3<br />
Yakası işlemeli hamam gömleği<br />
‘aded 10<br />
Samur yaka<br />
‘aded 1
62 Bir Osmanlı Valisinin Görevinden Alınma Serüveni<br />
Rağza<br />
‘aded 3<br />
Sırma işlemeli kaplı elma gocuk kürk<br />
‘aded 1<br />
Sırma harçlı gözaltu şalvaru<br />
‘aded 1<br />
Kısa zenne hırkası<br />
‘aded 1<br />
Sırma şemşeli al kaput<br />
‘aded 1<br />
Sim kabaralı kesme gayîşe<br />
‘aded 5<br />
Nermâyîş ve çarşaf<br />
‘aded 39<br />
Meşin kablı azak tefesi<br />
‘aded 1<br />
Çuka üzerine sırma işleme gayîşe<br />
‘aded 1<br />
Onluk hayriye<br />
‘aded 43<br />
Tam Rûmî<br />
‘aded 119<br />
Yaldız ve Macar<br />
‘aded 371<br />
İstânbûlî ma’a nısfiyesi<br />
‘aded 576.5<br />
Fındık rub’iyesi<br />
‘aded 982<br />
Ma’i marpinoz usta sırma işlemeli berber<br />
kutusu<br />
‘aded 2<br />
Ma’i kablı kısa kukum<br />
‘aded 1<br />
Sırmalı göz mısır cebkeni<br />
‘aded 1<br />
Bağdad kârî siyâh meşlâh<br />
‘aded 2<br />
Cedîd Selânîk kârî ma’i oda takımı<br />
‘aded 1<br />
Muş kârî gömlek<br />
‘aded 1<br />
Meşin kaplı vaşak<br />
‘aded 1<br />
Sırma kaput şemsesi<br />
Çift 11<br />
Sırmalı yeşil kadife Mısır silahlığı<br />
‘aded 1<br />
Hayriye nısfiyesi<br />
‘aded 295<br />
Rûmî nısfiyesi<br />
‘aded 308<br />
Fındık altunu<br />
‘aded 18<br />
Adlîye ma’a nısfiyesi<br />
‘aded 511.5<br />
Adlîye rub’iyesi<br />
‘aded 736
Üçlük rub’iye<br />
‘aded 139<br />
Dobril<br />
‘aded 7<br />
İstânbûl rub’iyesi<br />
‘aded 27<br />
Ahmet AKSIN&Türkmen TÖRELİ 63<br />
Memdûhiye<br />
‘aded 183<br />
Ayineli<br />
‘aded 1<br />
Ecnâs ahâr akça<br />
Guruş 426
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
Ali SARIKOYUNCU *<br />
Giriş<br />
Milli Şairimiz Mehmed Akif’in “Kim bu Cennet vatanın uğruna olmaz ki feda”<br />
dediği Anadolu’nun Müslüman Türk yurdu haline gelmesinde; Alparslan, Ertuğrul ve<br />
Osman Gaziler, Orhan, Murat ve Yıldırım hanlar, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan<br />
Selim ve Kanuni Sultan <strong>Süleyman</strong> gibi hükümdarlar mücadele vermişlerdir. Bu arada<br />
Selçuklu sultanları da...<br />
Ceddimiz olan bu büyüklerimize-Oğuzlara Anadolu’nun kapılarını açan Sarı<br />
Hoca’lar, Saçlı Hafızlar; Kayı boyunun Beğlek, Sultanlık en sonunda da imparatorluk<br />
yapan Şeyh Edebâliler, Dursun Fakılar; “ Diyar-ı Rum’u ebediyen Diyar-ı Türk ve<br />
Diyar-ı İslâm yapan Mevlânâlar, Yunuslar, Emir Sultanlar, Hacı Bayram ve Hacı<br />
Bektâş veliler Mehdi ve İbn-i Kemal Paşalar, Akşemsettin, Merkez Sünbül, Aziz<br />
Mahmut Hüdâyi, Şeyh Halil Efendiler manevi rehberlik yapmışlar, onlara yol<br />
göstermişlerdir. Bahaüddin Veled oğlu Mevlânâ Celâleddin Konya’ya, Hacı Bayram<br />
Veli Ankara’ya otağ kurmuş, Anadolu’nun her yanına saldıkları erenleriyle, bu<br />
toprakları Türkleştirmişler, Müslümanlaştırmışlardır.<br />
Ancak Avrupa, Bizans topraklarının alınarak, Türkleştirilmesini ve<br />
Müslümanlaştırılmasını bir türlü içine sindirememiştir. Bunun için Batılılar, Anadolu’yu<br />
geri almak, tekrar Hristiyan yapmak için yıllarca plan ve projeler yapmış 1 mücadeleler<br />
vermiştir. Nihayet 9 asır süren bir mücadelenin sonunda Anadolu’ya girmeyi<br />
başarabilmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’na son veren Mondros Ateşkesi (30 Ekim<br />
1918) sonrasında Anadolu’muz İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların<br />
işgaline uğramıştır. Aynı zamanda Hıristiyanlık dünyası yüzyıllardan beri çözmeye<br />
çalıştıkları “Şark Meselesi”ni 2 de nihayete erdirmiş görünüyordu. Zira bu emperyalistler<br />
* Prof.Dr.,Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Rektör Yardımcısı<br />
1 Bu plan ve projelerden bilinenin sonuncusu, 10 Ağustos 1920 tarihli Sévres’dir. Sévres paylaşımından<br />
önce yapılanların hepsinden burada söz etmemiz olanaksız olduğundan, bu konuyu irdeleyen yapıta<br />
referans vermekle yetineceğiz: T.G Djuvara, Cent projets de partage de la Turquie(1281-1913),<br />
Paris,1914. Romen devlet adamlarından T.G Djuvara tarafından kaleme alınan bu eser, Fransa-Paris’te<br />
hazırlanmış 600 sayfalık bir doktora tez çalışmasıdır. Türkiye için son derece önemli olan bu çalışma,<br />
Yakup Üstün tarafından “Türkiye’yi Parçalama Planları: 100 Plan-Haçlı Taassubu-Türkiye<br />
Düşmanlığı (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları no; 107, Ankara, 1993)” adıyla özet tercümesi<br />
yayınlanmıştır.<br />
2 Avrupa Devletleri Türklerin Anadolu’ya ayak basışlarından itibaren, Türkleri Anadolu’dan almak ve yok<br />
etmek için her fırsatı değerlendirmişlerdir. Batı’nın Türklere karşı süregelen bu tutum ve davranışları daha
Ali SARIKOYUNCU 65<br />
inanıyorlardı ki, uzun yıllar devam eden savaşlar sonunda yorgun ve fakir düşen Türk<br />
Milleti, bu istilaya karşı duramaz ve Türk toprakları da kolaylıkla paylaşılırdı. Fakat<br />
bunun böyle olmadığı kısa zamanda anlaşılacaktı. Başka bir ifadeyle, Mustafa Kemal<br />
Atatürk’ün “Milli İntibah” diye tanımladığı Türk Milleti’ndeki uyanış, işgalci güçleri<br />
hayal kırıklığına uğratacaktı.<br />
Böyle bir anda milletin ruhunda ve benliğinde mevcut olan direnme gücünü<br />
ateşleyen hocalar, müftüler, din adamları Milli Mücadele fikrinin doğuşunda önemli bir<br />
faktör olmuşlardır. Ölüm-kalım mücadelesinin ilk günlerinde halk, Mustafa Kemal<br />
Atatürk’ün de belirttiği gibi “Hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı.<br />
Dimağlar âdeta durgun bir haldeydi...” Pek çok din adamı yine Mustafa Kemal Atatürk’ün<br />
ifadesiyle; “Hakikatı halka izah ettiler... doğru yolu gösteren vaaz ve nasihatlerden sonra herkes<br />
çalışmaya başladı.” 3<br />
Bu cümleden olarak, İzmir’in işgalinden sadece dört saat gibi kısa bir süre sonra<br />
düzenlediği mitingte; “işgal edilen memleket halkının silaha sarılması dinî bir görevdir” diyen<br />
Müftü Ahmet Hulusi Efendi’nin etrafında Denizli’liler hemen birleşmişlerdir. 4<br />
sonra Şark Meselesi olarak adlandırılacak ve aynı zamanda da yeni bir şekil ve mana kazanacaktır.<br />
Örneğin, Osmanlı Devleti’nde baş gösteren çöküş belirtilerinin başlamasıyla Şark Meselesi, Avrupalılar<br />
nazarında Osmanlı’nın mirasının paylaşılması halini alacaktır. Yüzyıllara göre değişik hedefler gösteren bu<br />
politika, XIX. Yüzyılın İlk yarısında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması ikinci yarısında<br />
Türklerin Avrupa’daki topraklarınınm bölüşülmesi anlamında kullanılmıştır. (Enver Ziya Karal, Osmanlı<br />
Tarihi, C.V, Anakara,1947,s.207-208)<br />
Viyana Kongresi(1815) esnasında Çar Alexandre tarafından ilk olarak kullanılan Şark Meselesi,<br />
günümüzde Türkleri Anadolu’dan sürmekten başka, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bölüp parçalamak<br />
anlamında kullanılmaktadır. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Albert Sorel, La Question d’ Orient,<br />
Paris, 1889; Enver Ziya Karal, “Namık Kemal ve Şark Meselesi” Namık Kemal Hakkında, Ankara<br />
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayını, İstanbul, 1942; Cevdet Küçük,”Şark Meselesi<br />
Hakkında Önemli Bir Vesika” Tarih Dergisi, Sayı:32 (Mart 1979), Bayram Kodaman, Şark Meselesi<br />
Işığı Altında II. Abdülhamid’in Doğu Anadolu Politikası, İstanbul,1983; Abdülhaluk M.Çay, “Şark<br />
Meselesi veya Emperyalistlerin Türk Politikası” Türk Kültürü, Sayı: 350(Haziran 1992); Ali Sarıkoyuncu,<br />
“Şark Meselesi ve Tarihsel Gelişimi” Askeri Tarih Bülteni, Sayı: 36 (Şubat 1994)<br />
3 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri,Atatürk Araştırma Merkezi Yyaını Ankara. 1989,C.I-II,s.208.<br />
4 Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, İzmir’in İşgalinden (15 Mayıs 1919) dört saat sonra, başka bir<br />
ifadeyle Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Samsun’a çıkışından dört gün önce düzenlediği mitingte düşmana<br />
karşı savaşmanın dini bir görev olduğunu ilan etmiştir. O, bu tarihi konuşmasında şöyle diyordu:<br />
“Muhterem Denizlililer!.. Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze<br />
karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir, vatana karşı irtikâb edilecek cürümlerin Allah ve Tarih önünde affı<br />
imkansız günahtır. Cihad, tam manasıyla teşekkül etmiş dini farize olarak karşımızdadır. Hemşehrilerim, karşımıza<br />
çıkarılan dünkü tebeamız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar, öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk<br />
beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini, İzmir’de şu birkaç saat içinde irtikâb edilen cinayetler gösteriyor.<br />
Silahımız olmayabilir, topsuz-tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi,<br />
haysiyet şuurumuz ve kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit,<br />
kalanlar gazidir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir. Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğunu<br />
söyleyenler, düşman esâreti altında olanlardır. Onlar irâde ve kararlarına sahip değildirler. Bu vaziyette olanların emri ve<br />
fetvası aklen ve şer’an caiz, makbul ve muteber değildir. Meşru olan münhasıran vatan müdafaası ve İstiklal uğruna<br />
cihaddır. Korkmayınız... Meyus olmayınız... Bu livay-ı hamd’in altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz<br />
olarak CİHAD-I MUKADDES FETVASINI ilan ve tebliğ ediyorum. ... Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer<br />
taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz...” (Cemal Kutay, Kurtuluşun ve<br />
Cumhuriyetin Manevi Mimarları, Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong> Yayın, Anakara, 1973, s.51-52; Ali<br />
Sarıkoyuncu, “ Milli Mücadele’de Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi” Diyanet İlmi Dergi C.II,27,<br />
Sayı: 4.s.248) Sadi Borak, “Sarıklı Bir Mücahit” Hayat Tarih Mecmuası, Sayı:9,s.13.
66 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
Din adamları Milli Mücadele kıvılcımını ateşlemekle kalmadılar. Kimileri<br />
ellerinde silah, beldelerini de korumuşlardır. Örneğin, Isparta’da Hafız İbrahim Efendi,<br />
DEMİRALAY; Afyonkarahisar’da da Hoca İsmail Şükrü, ÇELİKALAY adlarında<br />
gönüllülerden alaylar teşkil etmişlerdir 5.<br />
Öte yandan hiçbir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yoktur ki, onun içinde veya<br />
başında bir din adamı bulunmasın. Bilindiği üzere TBMM, bu kuruluşların üzerine bina<br />
edilmiştir 6.Yine Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Anadolu topraklarına ayak<br />
bastığında, O’nu karşılayanların başında din adamları ön saflarda yer almışlardır 7.<br />
Kısaca ilk direniş fetvasını veren ve örgütünü kuran Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi<br />
Efendi’den 8, İzmir Valisi İzzet Bey’in Yunan işgaline karşı çıkılmaması emri üzerine;<br />
“Vali Bey... bu sakalım al kanımla kızarabilir, ama bu alına Yunan alçağını sükûnetle<br />
selâmlamış olmanın karasını sürerek huzur-u İlahiye çıkamam” diye haykıran İzmir Müftüsü<br />
Rahmetullah Efendi 9, Mustafa Kemal Atatürk’e “Paşam! Bütün Amasya emrinizdedir” diyen<br />
Müftü Hacı Tevfik Efendi’den 10 Milli Mücadele’nin meşru olduğuna dair fetva veren<br />
Ankara Müftüsü M.Rifat Efendi 11 ve daha niceleri 12 Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Ya<br />
İstiklâl, ya ölüm” parolası etrafında birleşmişlerdir. 13<br />
Bununla birlikte Milli Mücadele’de din adamları konusu yeterince<br />
incelenmemiştir. Bu konuda ki kitap ve araştırmalar da yok denecek kadar azdır.<br />
Hâlbuki Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt <strong>Başkanlığı</strong>, Cumhurbaşkanlığı ve<br />
Osmanlı Arşivleri, onların kahramanlıklarını dile getiren belgelerle doludur. Anılan<br />
arşivlerdeki belgeler incelendiğinde, onların Hulleci piyesinde ortaya konan, yüzlerce<br />
tiyatro eserinde ve karikatürde hafife alınan uydurma kıyafetli, ürkek şahsiyetli ve<br />
kurnaz karakterli tipler olmadıkları görülecektir. Ayrıca Halide Edip Adıvar’ın Vurun<br />
Kahpeye isimli eserinde tahkir ve tezyif ettiği, karaladığı bir camianın büyük bir<br />
çoğunluğunun Anadolu harekâtı yanında yer aldığı anlaşılacaktır. Tarafsız bir tarihçi<br />
gözüyle Milli Mücadele tarihini yazanlar, bu gerçeği göreceklerdir.<br />
Öte yandan merhum Dr. Fethi Tevetoğlu’nun da belirttiği gibi “Türk Milli<br />
Mücadelesi’nin noksansız tarihini yazanların, eserin asıl sahibi büyük Türk Milletinden<br />
5 “Demiralay” ve “Çelikkalay” hakkında bkz., C. Kutay age,s. 207-219; Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında<br />
Sarıklı Mücahitler, 2. baskı İstanbul 1969, s.239-253; Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Din Adamları,<br />
Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong> Yayını, Ankara, 1995,s.45-49.<br />
6 Bkz., C.Kutay, age,s.119-120, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19 ( Eylül 1986);<br />
A.Sarıkoyuncu,age,s.49-57.<br />
7 Bkz., A.Sarıkoyuncu, age,s.29-35.<br />
8 Ahmet Hulusi Efendi’nin Milli Mücadele’deki hizmetleri için bkz., A.Sarıkoyuncu, “Milli Mücadele’de<br />
Denizli Müftüsü” Diyanet İlmi Dergi. Cilt: 27, Sayı: 4, s.245-288.<br />
9 Ali Sarıkoyuncu, “Milli Mücadele’de Afyon Müftüsü Hüseyin (Bayık) Efendi” 3. Afyonkarahisar<br />
Araştırmaları Sempozyumu. Afyon 1994, s.74.<br />
10 C.Kutay, age.s.253. Ayrıca Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin Milli Mücadele’deki Hizmetleri için bkz..”<br />
Milli Mücadele’de Amasra Müftüleri” Diyanet İlmi Dergi Cilt: 31. Sayı: 2, s.62-81.<br />
11 Milli Mücadele’nin Meşru olduğuna dair Ankara Müftüsü Mehmet Rifat Efendi tarafından hazırlanan<br />
fetva için bkz.: “Öğüt (19 Nisan 1336/1920): İrade-i Milliye (22 Nisan 1336/1920). Ayrıca, Mehmet Rifat<br />
Efendi’nin Milli Mücadele’deki hizmetleri için bkz., Ali Sarıkyuncu, “Mehmet Rifat Efendi (Börekçi)’nin<br />
Milli Mücadele’deki Hizmetleri” Diyanet İlmi Dergi, Cilt:31, Sayı: 1 (Ocak-Şubat-Mart 1995) s.79-102.<br />
12 Din adamlarının hizmetleri için bkz., K.Mısıroğlu,age,s. 18 vd.; C.Kutay, age, s. 5 vd.; A.Sarıkoyuncu,<br />
age, s.19 vd.<br />
13 Sayıları çok az olmakla birlikte kimi din adamı Kuva-yı Milliye’ye karşı çıkmıştır. Bu konuda bkz., Ali<br />
Sarıkoyuncu, Atatürk, Din ve Din Adamları, Ankara,2002,s.122-124.
Ali SARIKOYUNCU 67<br />
bu mücadeleye ufak-büyük hizmeti geçmiş her Türk evlâdına, gördüğü milli hizmet<br />
ölçüsünde yer ve değer vermeleri, hem ilmî bir zarûret, hem de kadirbilirlik borcudur.”<br />
Kısacası Türk Milleti askeri-siviliyle, yöneticiyle, öğretmeniyle, öğrencisiyle,din<br />
adamlarıyla,tüm diğer meslek erbabıyla kadını-erkeğiyle, köylüsü-kentlisiyle üç yıl<br />
boyunca savaşarak saldırganları denize dökmüştür.<br />
Bu düşünceden hareketle çalışmamızda Kütahyalı din adamlarının Türk<br />
bağımsızlık savaşındaki hizmetlerinden söz etmeyi uygun bulduk. Amacımız, yeni<br />
nesillere, şimdiye değin kendilerinden pek söz edilmeyen millet kahramanlarını<br />
tanımaktadır. Böylece gençlerimiz, üzerinde yaşadıkları vatanın, sevinçlerini ve<br />
kaderlerini paylaştıkları toplumun teneffüs ettikleri hürriyet havasının, kısaca sahip<br />
oldukları bütün değerlerin kimler tarafından nasıl ve hangi mücadelelerle elde edildiğini<br />
anlayacaklardır. Aynı zamanda Milli Mücadele’yi ve Türk İstiklal Savaşını bir millet<br />
hareketli olmaktan çıkararak belirli sınıf ve zümrenin davranışları şeklinde yorumlayan,<br />
yazan ve yayınlayanlara karşı da yakın geçmişlerini daha iyi öğrenmiş olacaklardır.<br />
A. Kütahya ve Çevresinde Mücadele Fikrinin Doğuşunda Din Adamları<br />
Milli Mücadele başlarında İttihat ve Terakki Fırkası kendisini fesh etmişti. Onun yerini<br />
almak için kurulan Teceddüt Fırkası aktif bir rol oynayamıyordu. Bununla birlikte<br />
memleketin en güzide gücünü İttihatçılar oluşturuyordu. Ancak ittihatçıların<br />
baskısından kurtulan muhalefet, 1919 yılı Ocak ayında Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı<br />
yeniden kurmuşlardı 14 Memleketin ileri gelen asker ve sivil yöneticileri ile eşraf bu iki<br />
parti arasında bölünmüştü. Ülkenin bir köşesi olan Kütahya ve çevresinde de durum<br />
aynıydı. Çünkü o tarihlerde yöre, Bursa Valiliğinin yönetimi altındaydı. Valiliğin<br />
başında ise, Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubu Gümülcineli İsmail Bey bulunuyordu.<br />
13 Mart 1919 tarihinde Valilik makamına oturan İsmail Bey’in ilk icraatı, Milli<br />
Mücadele’ye ve bu amaçla yapılan hazırlıklara karşı çıkmak oldu. O gizlice yaptırdığı<br />
soruşturmalarla ulusal hareket yanlılarını, bu arada örgütlenmeye çalışan genç subay ve<br />
aydınları tespit ediyor, bunları çeşitli bahanelerle kent dışına sürüyordu. 15<br />
Bursa halkının tepkisi yüzünden İsmail Bey, 29 Temmuz 1919 tarihinde<br />
Valilikten çekilmek zorunda kaldı. Fakat Bursa halkı yağmurdan kaçalım derken doluya<br />
tutuldu. Zira, İsmail Bey’in yerine Nemrut takma adıyla tanınan Mustafa Paşa atandı.<br />
Yeni Vali Bursa’ya gelir gelmez Kuva-yı Milliye karşıtı faaliyetlere geçti. Hatta İsmail<br />
Bey’den daha sert davranışlar sergiledi. 16<br />
Öte yandan Kütahya Mutasarrıfı Fevzi Bey de Damat Ferit taraftarı olup, İngiliz<br />
yanlısı bir tutum içindeydi. Hatta Mutasarrıf Fevzi Bey’in bu tutumu sebebiyle,<br />
Kütahya’ya Çanakkale’den nakledilen silah ve cephanenin büyük bir kısmı İngilizlerin<br />
eline geçmiştir. 17<br />
14 Tarık Z.Tuna’ya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul, 1952,s.447 vd.<br />
15 Bkz., Kamil Erdaha, Milli Mücadele’de Vilayetler ve Valiler, İstanbul,1975,s.333-337.<br />
16 “Mustafa Paşa, mütarekeden sonra İstanbul’da Mustafa Nazım Paşa başkanlığında kurulan Divan-ı<br />
Harbi Örfi’ de üye olarak görev aldı. Boğazlıyan Kaymakamı şehit Mehmet Kemal Bey’in idamına bu<br />
mahkeme karar vermiştir (8 Nisan 1919). Kamuoyunun baskısı sonucu bu mahkemenin üyeleri Ağustos<br />
1919 tarihinde değiştirilince, mahkemenin gayretli ve vicdansız üyesi... Mustafa paşa, ödüllendirilerek<br />
Hüdavendigâr Valiliğine atandı. (K. Erdeha, age, s.338). Ayrıca Mustafa Paşa’nın faaliyetleri için bkz,<br />
age, s.337-342.<br />
17 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, Devlet matbaası, İstanbul,1932,s-181.
68 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
Yöneticilerin menfi tutum ve davranışlarına rağmen, yörede mücadele fikrinin<br />
doğuşu gecikmemiştir. Başında Ali Fuat Paşa (Cebesoy)’ nın bulunduğu 20 Kolordu<br />
Komutanlığı öncülüğünde başlayan milli faaliyetlerin, din adamlarının katılım ve<br />
desteğiyle güç kazandığını görüyoruz. Bu cümleden olarak Şeyh Seyfi Efendi 18,<br />
Kütahya halkını milli harekat lehinde bilinçlendirmek için üstün gayret göstermiştir.<br />
Özellikle onun gayretiyle Birinci Dünya Savaşı sırasında Kütahya’da depo edilen silah<br />
ve malzemenin tamamının düşman eline geçmesi engellenmiş, elde edilen silahlarda<br />
milli kuvvetlere dağıtılmıştır 19.<br />
Ayrıca Milli Mücadele’nin hedef ve amaçları konusunda Kütahya halkının<br />
aydınlatılmasında Şeyh Seyfi ile birlikte Şeyh Yunus, Şeyh Hakkı Efendilerde görev<br />
almışlardır 20 Halkın aydınlatılması konusunda, Kütahya Müftüsü Fevzi, Mazlumzâde<br />
Hafız Hasan ve Hacı Musazâde Hafız Mehmet Efendilerin de önemli katkıları<br />
olmuştur. 21<br />
Diğer taraftan ilçe müftüleri de milli mücadele lehinde hizmet vermişlerdir.<br />
Aşağıda da değinileceği üzere Ankara ulemasınca hazırlanan fetvayı Gediz Müftüsü<br />
<strong>Süleyman</strong> ve Simav Müftüsü Mehmet Arif Efendilerinin imza koymaları milli<br />
hareketin Kütahya çevresinde de benimsenmesini sağlamıştır. Ayrıca halkın milli<br />
mücadele lehinde aydınlatılmasında Emet Müftüsü Mehmet, Gediz Sabık Müftüsü<br />
Kemal, Tavşanlı Müftüsü Halil Efendilerin üstün hizmetleri olmuştur. 9 Aralık 1930<br />
tarih ve1122/87 sayılı Emet Kaymakamlığı’nın Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong>’na hitaplı<br />
yazısında Müftü Mehmet Efendi’nin çalışmalarından şöyle söz edilmektedir.<br />
“… Mehmet Efendi kazamızın yegâne hocası olup ta meşrutiyetin teessüsünden<br />
beri daima hükümete zair olmuş ve daima lehte hareket ve ahaliyi vazu irşadiyle tenvir<br />
etmiştir… Son Mücadelei Milliyede bizzat Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin idare<br />
reisliğinde ve azalığında bulunmuş ve bir fiil çalışmış ve en buhranlı zamanlarda maruz<br />
kaldığı tehdit ve ihafelere rağmen yine vazu irşadiyle ahaliyi tenvir ve teşhir<br />
eylemiştir…” 22<br />
Gediz Sabık Müftüsü Kemal ÜNAL, Kuva-yi Milliye lehinde çalıştığından dolayı<br />
Yunanlılar tarafından esir alınıp Atina’ya götürülen ve orada uzun süre esir tutulan bir<br />
din görevlisidir. Bu konuda adı geçen hakkında Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong>nca alınan 1<br />
Ekim 1929 tarih ve 466 sayılı kararda, şu hususular dile getirilmektedir:<br />
18 1873’te Kütahya’da doğan Şeyh Seyfi Efendi, Ahmet Fazıl Efendi’nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini,<br />
Kütahya Medresesi’nde tamamladı. Daha sonra öğrenimi İstanbul’da sürdüren Şeyh Seyfi Efendi, Burada<br />
Kara Mustafa Paşa Medresi’ne devam ederek müderislik icazeti (diploması) aldı. Ayrıca bir süre de Hukuk<br />
Fakültesi’ne devam etti ise de bitiremeden Kütahya’ya döndü. Babası Şeyh Ahmet Fazıl Efendi’nin 1915<br />
yılında vefatı üzerine, Yakup Bey tekkesi Şeyhi oldu. Halk tarafından da sayılıp sevilen Şeyh Seyfi Efendi,<br />
Kütahya Belediye Başkanı iken, Türkiye Büyük Millet Meclis birinci dönemine milletvekili seçildi. 23<br />
Nisan 1920’de Meclis’in açılışında hazır bulundu ve Şer’iyye ve Evkaf, İrşâd, Dilekçe, Sağlık ve Sosyal<br />
Yardım komisyonlarında çalıştı.<br />
İkinci dönemde de Kütahya Milletvekili seçilen Şeyh Seyfi Efendi,9 Nisan 1925 tarihinde Kütahya’da<br />
vefat etti. Evli olup iki çocuk babasıydı. TBMM’nde Şeyh Seyfi Efendi olarak anılırdı (Fahri Çoker, Türk<br />
Parlemanto Tarihi,C.III, Türkiye Büyük Millet Meclis Yayınları No:6 s.706; İ.H.Uzunçarşılı, age, s.265).<br />
19 F.Çoker, age, s.706; İ.H. Uzunçarşılı, age,s.265.<br />
20 Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet (1920), Ankara, 1970,s.309; Mustafa Yeşil, Kütahya İlinin<br />
Kısa Tarihi, İstanbul,1937,s.21; Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953,s.23;<br />
21 A.Sarıkoyuncu,age, s.25.<br />
22 Bkz. Ek: I
Ali SARIKOYUNCU 69<br />
“…Gediz’in yedi mahallesi heyeti ihtiyariyesi ile yirmi sekiz karye (köy) heyeti<br />
ihitiyaresinin yazdığı 31 Mayıs 1927 tarihli mazbatada; “Müftü Kamil Efendi’nini<br />
Kuva-yi Milliye’nin bidayeti teşekkülünden nihayetine kadar cidali millinin tealisi ve<br />
misaki millinin elde edilmesi hususunda kavlen ve filen alıştığı hareketi milliye<br />
esnasında asker toplamak üzere çıkarak asker cem eylediği, camilerde vaazlar verdiği,<br />
askerlere nasihat verdiği, Yunan amâline hiç hizmet etmediği gibi bilhakis bu<br />
harekerini bilenen Yunanlılar, Uşak’a sevk ettikleri İlhak mazbatasını kabul<br />
etmediğinden tekrar Atina’ya kadar sürdükleri, dokuz ayı mütecaviz Yunanlıların<br />
pençesinde inlediği her hususça her ferdin vusuk ve itimatını kazanmış ve benliğini<br />
tanır bir zaat olduğu’ yazılmaktadır’’ 23<br />
B. Fetvalar ve Kütahyalı Din Adamları<br />
Bir davranışın, bir işin, İslam Dini hükümleri açısından, doğru veya yanlışlığı olur veya<br />
olmazlığı konusunda, din bilginlerinin verdikleri sözlü veya yazılı cevaplara Fetva<br />
denir.<br />
TBMM’nin açılışı arifesinde ülkenin işgalden kurtulabilmiş köşeleri, ayrı<br />
görüşlerin kavga sahnesi haline gelmişti. Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah’ın yıkıcı<br />
fetvaları ve Bab-ı Âli’nin beyannameleri ile aldatılan halk yer yer vatan kurtarıcılarının<br />
önüne dikilmişti. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ayaklanmalar baş göstermişti.<br />
İsyancılar, Ayaş belinden Ankara’yı seyreder hale geldiler. Türk Milli Mücadelesi için<br />
zor günler yaşanıyordu. İç ve dış ihanet odakları el ele vererek, Anadolu’da bir kardeş<br />
kavgası çıkartmak suretiyle Türk halkını birbirine kırdırmak istiyorlardı.<br />
Böyle bir anda başta Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi (BÖREKÇİ) olmak<br />
üzere pek çok din bilgini vazifeye koştu. Anadolu’da sağduyulu ve vatansever ulemayı<br />
harekete getirerek karşı fetvalar çıkardı. Bu yönüyle Milli Mücadele’de fetvalar savaşına<br />
da tanık olunmuştur. 24<br />
Tamamı beş fetvadan oluşan Şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi’nin Fetvayı<br />
Şerife’si bugünkü dille şöyledir:<br />
“Dünya düzeninin sebebi olan ve kıyamet gününe kadar Ulu Tanrı’nın daim eyleyeceği İslam<br />
Halifesi Hazretleri’nin veliliği altında bulunan İslam memleketlerinde bazı kötü kimseler anlaşarak<br />
ve birleşerek ve kendilerine elebaşılar seçerek Padişah'ın sadık uyruklarını hile ve yalanlarla<br />
aldatmakta, yoldan çıkartmaktadırlar. Padişahın yüksek buyrukları olmaksızın asker<br />
toplamaktadırlar. Görünüşte askeri beslemek ve donatmak bahaneleriyle, gerçekte ise mal toplamak<br />
sevdasıyla, şeriata uymayan ve yüksek emirlere aykırı bir takım haksız ödemeler ve vergiler<br />
koymakta ve çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mal ve eşyalarının zorla almakta ve<br />
yağmalamaktadırlar. Böylece insanlara zulmetmekte, suçlamakta ve Padişahın ülkesinin bazı köy<br />
ve şehirlerine saldırmak suretiyle tahrip ve yerle bir etmektedirler. Padişahın sadık tebaasından nice<br />
suçsuz insanları öldürmekte ve kan döktürmektedirler. Padişah tarafından atanmış bazı dini,<br />
askeri ve sivil memurları istedikleri gibi memuriyetten çıkarmakta ve kendi yardakçılarını<br />
23 Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong>’ndaki Dosyası’ndan. Ayrıca bkz EK: II, II/I<br />
24 Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Din Adamlar II, 3. baskı Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong> Yayını,<br />
Ankara, 2002, s.13 vd.
70 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
atamaktadırlar. Hilafet merkezi ile Padişah ülkesi arasındaki ulaştırmayı ve haberleşmeyi kesmekte<br />
ve devletin emirlerinin yapılmasına engel olmaktadırlar.<br />
Böylece, hükümet merkezini tek başına bırakmak, Halifenin yüceliğini zedelemek ve<br />
zayıflatmak suretiyle yüksek Hilafet katma ihanet etmektedirler. Ayrıca Padişah'a itaatsizlik<br />
suretiyle devletin düzenini ve asayişini bozmak için düzme yayımlar ve yalan söylentiler yayarak<br />
halkı azdırmaya çalıştıkları da açık bir gerçektir. Bu işleri yapan yukarıda söylenmiş elebaşılar ve<br />
yardımcıları ile bunların peşlerine takılanların dağılmaları için Çıkarılan yüksek emirlerden sonra<br />
bunlar, hala kötülüklerine inatla devam ettikleri takdirde işledikleri kötülüklerden memleketi<br />
temizlemek ve kulları fenalıklardan kurtarmak dince yapılması gerekli olup, Allah’ın “öldürünüz”<br />
emri gereğince öldürülmeleri şeriata uygun ve farz mıdır” Beyan buyrula...<br />
Cevap: Allah bilir ki olur.<br />
Dürrizade EI-Seyid Abdullah<br />
Böylece Padişahın ülkesinde savaşma kabiliyeti bulunan Müslümanların adil Halifemiz<br />
Sultan Mehmet Vahdettin Han Hazretlerinin etrafında toplanarak savaşmak için yapacağı davet<br />
ve vereceği emre uymak suretiyle adı geçen asilerle çarpışmaları dince gerekir mi? Beyan Buyrula.<br />
Cevap: Allah bilir ki gerekir.<br />
Dürrizade EI-Seyid Abdullah<br />
Bu takdirde, Halife Hazretleri tarafından sözü edilen asilerle savaşmak üzere görevlendirilen<br />
askerler, çarpışmazlar ve kaçarlarsa büyük kötülük yapmış ve suç işlemiş olacaklarından dünyada<br />
şiddetle cezayı, ahirette de çok acı azabı hakk ederler mi? Beyan Buyrula.<br />
Cevap: Allah bilir, ederler,<br />
Dürrizade EI-Seyid Abdullah<br />
Bu takdirde, Halife askerlerinden asileri öldürenler gazi, asillerin öldürdükleri şehit sayılırlar<br />
mı? Beyan buyrula.<br />
Cevap: Allah bilir ki, sayılırlar.<br />
Dürrizade EI-Seyid Abdullah<br />
Bu takdirde, Padişahın asilerle savaşmak için verdiği emre itaat etmeyen Müslümanlar,<br />
günahkar ve suçlu sayılıp şeriat yargılarına göre cezalandırılmayı hak ederler mi? Beyan buyrula.<br />
Cevap: Allah bilir ki, ederler.<br />
Dürrizade EI-Seyid Abdullah" 25<br />
İstanbul‘da basılan gazetelerde de yayınlanan bu fetvadan çok miktarda<br />
Anadolu’nun her tarafına çeşitli araçlarla (postayla, Anadolu’ya geçen kimselerin<br />
aracılığıyla vs.) hatta Yunan ve diğer itilaf güçlerinin uçaklarıyla dağıtılmıştır. 26 Fetvanın<br />
Anadolu’da yayılması ve zararlarını önlemek için sıkı önlemler alınmış ise de bunda<br />
pek başarılı olunduğu söylenemez. Zira TBMM, 23 Nisan 1920 Cuma günü toplandığı<br />
zaman, ülkenin işgalden kurtulabilmiş köşeleri ayrı görüşlerin kavga sahnesi halini<br />
almıştır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar baş göstermiştir. Bu tehlikeli isyan<br />
hareketleri Ankara’nın yakınlarına kadar rayet etmiştir. İç ve dış ihanet el ele vererek<br />
Anadolu’da bir kardeş kavgası çıkarmak suretiyle Türk’ü Türk’e, Müslüman’ı<br />
Müslüman’a kırdırtmak istiyorlardı. Durum her geçen gün daha da tehlikeli bir hal<br />
almıştır. 27 Ulusal harekatın başarısızlığı dahi söz konusu olabilirdi. Öyle ki, eldeki<br />
25 Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, İzmir, 1987, Ci, s. 369-370.<br />
26 Bkz, Yunus Nadi, Birinci BMM’an Açılışı ve İsyanlar, İstanbul, 1955, s. 44-46. Karabekir, K., age.,<br />
s. 635; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C.II, İstanbul, 1969, s. 295-302; Lord<br />
Kinross, Atatürk-Bir Milletin Doğuşu, Çev.:Necdet Sander, İstanbul, 1981, s. 335.<br />
27 Atatürk, K., Nutuk (19ı9-1927), s. 303-308.
Ali SARIKOYUNCU 71<br />
Kuva-yı Milliye ve Milli Mücadele taraftan askeri birliklerden de firarların başladığı<br />
görülmüştür. 56. Fırka Kumandanı Bekir Sami Beyin Ankara’ya ilettiği şu sözleri,<br />
meselenin vehametini göstermesi bakımından ilginçtir: “Eğer bu gece alelacele Ankara<br />
vesaire Baş Müftüleri ve mehşur İslam bilginlerinden mukabil fetvalar alınmazsa Bursa<br />
Vilayetinde pek ziyade kesb-i vehamet etmesi muhtemeldir.” 28<br />
Bu üzücü gelişmeler, İstanbul Fetvasına karşı en önemli tedbirin; mukabil<br />
fetvaların yayınlanmasıyla alınacağı gerçeğini ortaya koymuştur.<br />
Başta Mustafa Kemal olmak üzere ulusal hareketin ileri gelenleri, düşman elinde<br />
esir olan Halifeye zor ve baskı kullanılarak böyle bir fetvanın yayınlattırıldığı,<br />
dolayısıyla geçersiz olduğu düşüncesindedirler. Ayrıca “Padişah ve Halife dahi esirdir.<br />
Makam-ı Hilafet ve Saltanatın tahlisi (kurtarılması) lazımdır.” 29 Gerekçesiyle bir karşı<br />
fetva hazırlanması çalışmalarına başlanmıştır. Bunun üzerine Ankara Müftüsü ve aynı<br />
zamanda Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı olan M. Rıfat Efendi<br />
başkanlığında Ankara’da bulunan beş müftü, dokuz müderris ve medrese müdürü ile<br />
altı kişilik din bilginlerinden oluşan toplam yirmi bir kişilik bir grup böyle bir fetva<br />
hazırlamıştır. 30<br />
19 – 22 Nisan 1920 tarihlerinde Öğüt, İrade-i Milliye, Açıksöz gibi Milli Mücadele<br />
yanlısı gazetelerde yayınlanan ve Ankara Fetvası olarak bilinen fetva şöyledir:<br />
“1. Dünyanın nizamının sebebi olan İslam Halifesi Hazretlerinin halifelik makamı ve<br />
saltanat yeri olan İstanbul, müminlerin emrinin (Padişah) varlığının sebebine aykırı olarak,<br />
İslamların düşmanı olan düşman devletler tarafından fiilen işgal edilerek, İslam askerleri<br />
silahlarından uzaklaştırılmış, bazıları haksız olarak şehit edilmiş, Halifelik merkezini koruyan<br />
bütün istihkamlar, kaleler, savaş aletleri zaptedilmiş resmi işleri yürüten ve İslam ordusunu<br />
donatmakla görevli Bab-ı Âliye (Başbakanlık) ve Harbiye Nezaretine el konmuştur.<br />
Bu suretle Halife, milletin gerçek menfaatleri uğrunda tedbir aln men edilmiştir. Sıkıyönetim<br />
ilan edilip, harp divanları kurulmuş. İngiliz kanunları uygulanarak kararlar verilmek suretiyle<br />
Halifenin yargı hakkına müdahale edilmiştir.<br />
Yine Halifenin rızası olmadığı halde Osmanlı toprakları olan İzmir, Adana, Maraş, Antep<br />
ve Urfa taraflarına düşmanlar saldırıp, oradakileri Müslüman olmayan uyruklarımızla el ele<br />
vererek İslamları toptan yok etmeye, mallarını yağmalamaya ve kadınlarına tecavüze, Müslüman<br />
halkın bütün kutsal inançlarına hakarete kalkışmışlardır.<br />
Anlatılan şekilde harekete ve esirliğe uğrayan Halifelerini kurtarmak için ellerinden geleni<br />
yapmaları Müslümanlara farz olur mu?<br />
Cevap: Allah en iyi bilir ki, olur.<br />
2. Bu suretle, Halifeliği meşru hakkını elinden alanlardan kurtarmak ve fiilen saldırıya<br />
uğrayan vatan topraklarını düşmanlardan temizlemek için uğraşan ve çalışan İslam halkı şeriatça<br />
Allah yolundan ayrılmış olurlar mı ?<br />
Cevap: Allah en iyi bilir ki, olmazlar.<br />
3. Halifeliğin gaspedilen haklarını geri almak için düşmanlara karşı açılan mücadelede<br />
ölenler “şehit”, kalanlar “gazi” olurlar mı ?<br />
Cevap: Allah en iyi bilir ki, olurlar.<br />
28 Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı: 35, Vesika No: 35<br />
29 Nadi, Y., a.g.e., s. 39.<br />
30 Sakallı, B., age., s. 102-103
72 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
4. Bu suretle, din uğrunda savaşan ve görevini yapan halka karşı düşman tarafına iltizam<br />
ederek İslamlar arasında silah kullananlar ve adam öldürenler şeriat bakımından en büyük günahı<br />
işlemiş ve fesatçılık işlemiş olurlar mı?<br />
Cevap: Allah en iyi bilir ki, olurlar.<br />
5. Bu suretle, aslında istemediği halde düşman devletlerinin zoru ve kandırması ile onlara ve<br />
gerçeğe uymayarak çıkarılan fetvalar, Müslümanlar için şeriatça dinlenir mi ve ona uyulur mu?<br />
Cevap: Allah en iyi bilir ki, uyulmaz.” 31<br />
Bu fetva 16 Nisan 1920’de Heyet-i Temsiliye <strong>Başkanlığı</strong>nca Anadolu’ya<br />
gönderilerek, bütün müftülüklere tebliğ edilmiş ve bunu her müftünün onaması talep<br />
edilmiştir. Ayrıca bu konudaki mülki askeri yetkililerden de yardımcı olması<br />
istenmiştir 32.<br />
Müftü Fevzi Efendi’nin 33 Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah’ın yıkıcı fetvâlarına<br />
karşı Ankara Müftüsü M. Rıfat Börekçi önderliğinde hazırlanan Ankara Fetvâsı’nı<br />
Kütahya Müftüsü olarak Nisan 1920’de imzalayıp tasdik etmesi yöre insanı üzerinde<br />
çok etkili olmuştur. Ayrıca Milli Mücadele’nin meşru olduğuna dair Ankara ulemasınca<br />
hazırlanan fetvâyı Gediz Müftüsü <strong>Süleyman</strong> 34 ve Simav Müftüsü Mehmet Arif<br />
Efendilerin 35 de imza koymaları milli harekatın Kütahya ve çevresinde benimsenmesini<br />
sağlamıştır 36<br />
C. Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Din Adamları<br />
Müdafaa-i Hukuk, Türk Milletinin yaşama hakkının mücadelesini simgeler. Müdafaa-i<br />
Hukuk, “Ben varım, binlerce yıllık bir tarihin ve Anadolu topraklarının sahibiyim”<br />
diyen sesin bütün dünyaya haykırılmasıdır. Müdafaa-i Hukuk, hakları, bağımsızlıkları,<br />
namusları ve tarihleri ellerinden alınmak istenen bir toplumun mücadele azmi ve<br />
31 Sebahattin Selek, Milli Mücadele, C.II, İstanbul, 1982, s. 768-769<br />
32 Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, C: IV, Hzl: N. Arslan, Ankara, 1964, s. 289.<br />
33 “Sarı Hacı Efendizade” diye tanınan Fevzi Efendi, 1910 yılında Kütahya Müftüsü oldu. Fevzi<br />
Efendi, Milli Mücadele’nin başlamasıyla, milli harekatın yanında yer almış ve Müdaafa-i Hukuk<br />
çalışmalarında bulunmuştur. Bu arada Ankara Fetvası’nı Kütahya Müftüsü olarak tasdik etmiştir. Hayatı<br />
hakkında bilgi edinemediğimiz Fevzi Efendi, Kütahya Müftüsü iken, 1922 yılında vefat etmiştir. Bkz., Ali<br />
Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Din Adamlar II, 3. baskı Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong> Yayını,<br />
Ankara,2002,s.123).<br />
34 1863 (1279)’te Gediz Sofular Mahallesinden doğdu. Kara Müftüzâde Mehmet Salih Efendi’nin oğludur.<br />
Moralıoğlu Hüseyin Efendi Mektebi’nde ilköğrenimini tamamlayarak Rüştiye’ye girdi, üç yıl devam etti.<br />
Ancak babasının derslerine devam etmesi üzerine mezun olmadan ayrıldı. Manisa’ya gidip Hacı Hüseyin<br />
Efendi Tekkesi Medresesi’nde Hacı Davut Efendi’nin derslerine katıldı. Gediz’e dönerek Bodurzâde Hacı<br />
Ahmet Efendi’den icazet aldı.(1903) Babasının medresesinde müderris olarak göreve başladı. Bu görevde<br />
iken Gediz Müftülüğü’ne atandı. Müftülük görevini yürütürken, 1922’de vefat etti. (Sadık Albayrak, Son<br />
Devir Osmanlı Uleması, İstanbul, 181, C. 4-5, s. 462.)<br />
35 1855( 1271)’te Simav Cuma Mahallesinde doğdu. Simav Müftüsü ve Kadısı Müftü Hacı İbrahim<br />
Efendi’nin oğludur. İlköğrenimini tamamladıktan sonra Camii Kebir (Ulu Camii) Medresesi’ne devam etti.<br />
Bu medresede dokuz yıl öğrenim gördükten sonra Bursa’ya gitti. Burada Ivaz Paşa Medresesi’ne kaydoldu.<br />
Tanınmış bilginlerden İmamzâde Mehmet Sabit Efendi’nin derslerine devam ederek müderrislik icazeti<br />
aldı.<br />
Öğrenimi sonrasında Simav’a dönerek Cami-i Kebir Medresesi’nde hocalığa başladı. Müftü Ahmet<br />
Efendi’nin vefatı üzerine, Simav Müftülüğü’ne tayin edildi.(4 Ekim 1885) Ekim 1902’de Bursa’dan<br />
İbtidây-i Hariç Müderrisliği unvanını aldı. 65 yaşını doldurduğundan 2 Aralık 1936’da emekliye sevk<br />
edilmiştir.( a.g.e. C.II s. 227-228)<br />
36 Bkz, A.Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Din Adamlar II, s.123,227-228,231-232.
Ali SARIKOYUNCU 73<br />
kararlığıdır. Müdafaa-i Hukuk, hak ve özgürlükleri için bir araya gelenlerin, sırasında<br />
canlarını ortaya koydukları mücadele şuurudur. Nihayet Müdafaa-i Hukuk, yeni bir<br />
Türk devletinin doğuşunun kaynağıdır, güçtür, imandır.<br />
Müdafaa-i Hukuk teşkilatları başlangıçta sadece Yunan işgaline, Ermeni<br />
saldırılarına, Fransız, İngiliz ve İtalyanlara karşı çıkmak olduğundan yereldir. Sivas<br />
Kongresi’nde (07 – 11 Eylül 1919) bu kuruluşların “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i<br />
Hukuk Cemiyeti” adı altında toplanmalarıyla bütün Anadolu’nun kurtuluşu ve milli<br />
bir devletin kuruluşu amaçlanmıştır.<br />
Bilindiği üzere Milli Mücadele’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin önemli rolü<br />
olmuştur. Ayrıca “Türkiye Büyük Millet Meclisi de, bu teşkilatların üzerine bina<br />
edilmiştir” 37. Bu cemiyetlerden birisi de Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir.<br />
Daha önce de ifade edildiği üzere Kütahya’da Milli Mücadele doğrultusundaki<br />
çalışmalar, 20. kolordu Komutanlığının Haziran 1919 ortalarında Kütahya<br />
Mutasarrıflığı’na gönderdiği bir yazı ile başlamıştır. Söz konusu yazıda; derhal bir milli<br />
teşkilat kurulması istenmesi hatta böyle bir teşkilatın oluşturulmasına engel olacak<br />
kimselerin şiddetle cezalandırılacaklarının belirtilmesine rağmen, Mutasarrıf Fevzi Bey,<br />
İstanbul Hükümeti Dahiliye Nezareti’nin ikazıyla Cemiyetle ilgili çalışmalarını<br />
durdurmuştur. Mutasarrıf Fevzi Bey, Ege bölgesinde 16-25 Ağustos 1919 tarihleri<br />
arasında yapılan Alaşehir Kongresi’ne 38 ilgisiz kalmıştır 39. Bu arada Sivas Kongresi’ne<br />
(4 – 11 Eylül 1919) de Kütahya’dan delege gönderilmemiştir.<br />
Ayrıca Mutasarrıfın tutumu sebebiyle Kütahya halkı İzmir’in 15 Mayıs 1919’da<br />
Yunanlılar tarafından işgal edilmesine ilgisiz kalmıştır. Bu konuda Anadolu’nun pek<br />
çok yerinde protesto mitingleri yapılmasına karşın, Kütahya’da işgali protesto eden<br />
mitingler düzenlenmemiştir 40.<br />
Sivas Kongresi’nde 9 Eylül 1919’da alınan kararla, “Garbi Anadolu Umum<br />
Kuva-yı Milliye Kumandalığı” na atanan Ali Fuat Paşa (Cebesoy)’nın 13 Eylül 1919’da<br />
önce Sivrihisar’a, daha sonra da Mahmudiye’ye gelerek karargâhını bölgede kurması 41<br />
ve Kütahya’ya yönelerek 21 Eylül 1919’da şehri İngilizlerden kurtarması 42 üzerine<br />
Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gecikmeli olarak kurulabilmiştir. Cemiyetin<br />
kurucu üyelerinden bazıları şunlardır:<br />
Başkan Nüzhet Bey, Belediye Başkanı Hasan, üyelerden Uşşakîzâde Hasan,<br />
eşraftan Dülgerzâde <strong>Süleyman</strong>, Tuzcu Mehmet, Hacı Salih, Karağazâde Mehmet, Şeyh<br />
Bedreddinzâde Seyfi, Şeyh Yunus, Şeyh Hakkı, Hacı İsmail, Sırrızâde Rifat,<br />
37 Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19 (Eylül 1986),s.8.<br />
38 Bkz, A.Sarıkoyuncu, age, c.I,s.40-42; Hacim Muhittin Çarıklı, Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri ve<br />
Hacim Muhittin Çarıklı’nın Kuva-yi Milliye Hatıraları, Ankara,1967,35 vd.<br />
39 Recep Çelik, Milli Mücadele’de Din Adamlar I, Emre Yayınları, İstanbul,1999,s.171. Ayrıca 20.<br />
Kolordu Komutanlığı’nın ve Dahiliye Nezareti’nin Kütahya Mutasarrıflığına gönderdiği yazılar için bkz.,<br />
Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, sayı: 2(Ankara,1952), Vesika No: 31-34.<br />
40 Bkz., Mehmet Şahingöz, İzmir, Maraş ve İstanbul’un İşgali Üzerine Protesto ve Mitingler,<br />
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü. Doktora Tezi, Ankara,1986,s.35-271.<br />
41 Ali Fuat Paşa’nın Eskişehir ve çevresindeki faaliyetleri için bkz., Ali Sarıkoyuncu-Selahattin Önder ve<br />
Mesut Erşan, Milli Mücadele’de Eskişehir, Osmangazi Üniversitesi yayını, Eskişehir-2002, s.15-27.<br />
42 21 Eylül 1919 günü 350 kişilik milli müfrezenin Kütahya’ya girişi ile birlikte burada bulunan İngiliz<br />
Taburu Eskişehir’e çekilmiştir.
74 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
Yamalızâde Hüsnü, Kuyumcuzâde Fevzi, Germiyanzâde Yakup, Hocazâde Ümran,<br />
Safizâde Ahmet, Ispartalızâde Gıyas, Belediye azası Salih Efendiler 43.<br />
Ali Fuat Paşa’nın başlattığı hareketle kurulan Kütahya Müdafaa-i Hukuk<br />
Cemiyeti ilk faaliyetlerine İsmail Hakkı Bey, Şeyh Bedreddin zâde Seyfi Efendi,<br />
Tahrirat Müdürü Hasan Sami Bey ve Komiser Fevzi Bey’in yardımıyla cephaneliği<br />
boşaltarak köylere nakletmekle başlamıştır. Ayrıca Uşak Heyet-i Merkeziyesi’nce 29<br />
Eylül 1919’da Alaşehir’de alınan karar gereği altı aylık bir bütçe yapılmıştı. Bu bütçede<br />
Kütahya’nın payına düşen % 12 ‘lik kısım Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin öncülüğünde<br />
karşılandığı gibi, askerlere iaşe, giyecek ve para yardımlarında da bulunulmuştur 44.<br />
Öte yandan İstanbul’un İtilaf güçlerince işgal edileceğinin duyulması üzerine<br />
Kütahya 11 Ocak 1920 tarihli telgrafıyla protesto eden Kütahya Müdafaa-i Hukuk<br />
Cemiyeti 45, Maraş’ın Fransızlar tarafından işgaline de 6 Şubat 1920’de Kütahya’da<br />
“Camii Kebir(Ulu Cami)” önünde binlerce halkın katılımıyla düzenlediği mitingle tel’in<br />
etmiştir. Ayrıca mitingte alınan kararın 46 bir sureti de; İstanbul’daki Amerika, İngiltere,<br />
Fransa ve İtalya temsilcileriyle, Heyet-i Temsiliye’ye ve İstanbul Hükümeti’ne<br />
gönderilmiştir. 10 Şubat 1920 tarihli ve Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı<br />
Nusret Bey imzasıyla gönderilen protesto telgrafında şöyle denilmektedir:<br />
“Wilson prensiplerinin Türkler hakkında da tatbik edileceği vaadi ile silah terk ederek<br />
aylardan beri mukadderatımızın tayinini şiddetle intizar ettiğimiz bir sırada mütarekenin hükümleri<br />
ve şartları hilafına olarak öz yurdumuz olmakla beraber ahalisinin yüzde doksan dokuzu Türk ve<br />
Müslüman Adana, Ayıntab ve Maraş havalisi Fransız askerleri tarafından işgal olunmakla iktifa<br />
edilmeyerek şu günlerde yine Fransa askerleri ile Ermeni çetelerinin Orta Çağlarda bile emsâline<br />
tesadüf olunmayan bir surette Maraş İslâm ahalisi hakkında reva görülen katliam, hakaret ve<br />
mezalim tahammülsüz bir dereceyi bulmuştur.<br />
Türk ve Müslüman olmaktan başka bir günahı olmayan Maraş’da süngüden geçirilen<br />
masumların, silâhsız, müdafaasız öldürülen zavallıların göklere çıkan ah ü figânı karşısında hak ve<br />
adalet namına feryat etmemek ve isyan etmemek için kalpten, vicdandan mahrum olmak icap eder.<br />
Yirminci asr-ı medeniyeye ve bahusu Fransız terbiye ve milliyetine asla yakıştıramadığımız şu<br />
fecaîyi biz Kütahya Müslümanları Samadaniyet-i İlâhiyeye sığınarak olanca mevcudiyetimizle<br />
protesto eder bu ve buna mümasil katliâmlara artık nihayet verilmesi zât-ı asilâne ve<br />
fehimânelerinden katî bir lisân ile istirham eyleriz”. 47<br />
Kütahya’nın Yunanlılarca işgaline (17 Temmuz 1921) kadar, çalışmalarını<br />
sürdüren Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kuva-yı Milliye’nin ikmalinde önemli<br />
hizmetleri olmuştur. Cemiyet mensuplarından bir kısmı, İsmail Hakkı Bey<br />
komutasında kurulan Kütahya Milli Alayı’nda görev almışlardır 48.<br />
43 R.Çelik, age,s.171-172.<br />
44 İlhan Tekeli-Selim İlkin, Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşına Geçerken Uşak Heyet-i<br />
Merkeziyesi ve İbrahim (Tahtakılıç) Bey, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1989,s.263,276-<br />
277,389,392-393,421-422; R.Çelik, age, s.172.<br />
45 M.Şahingöz, age,s.413.<br />
46 Miting kararlarının şu kişiler imzalamıştır. Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Nushet,<br />
Belediye Başkanı Hafız Hasan, Mehmet, Ömer Lütfi, Cemal Gültekin.<br />
47 Genel Kurmay <strong>Başkanlığı</strong> Askeri Tarih ve Stratejik Etüt <strong>Başkanlığı</strong> Arşivi, Klasör:24,Dosya:1336/13-4<br />
Fhirist: 3-81,3-82.<br />
48 Bkz., İ.H.Uzunçarşılı,age, s.180-207.
Ali SARIKOYUNCU 75<br />
T.B.M.M. Başkanı Mustafa Kemal Atatürk 6 Ağustos 1920 Cumartesi günü<br />
Afyon’dan Kütahya’ya gelerek yeni teşkil edilen bu Alayı denetlemiş ve Kütahya’dan<br />
ayrılırken Mutasarrıf Sait Bey’e kendi el yazısıyla bir takdirname vererek duyduğu<br />
memnuniyeti şöyle belirtmiştir 49:<br />
Kütahya Mutasarrıfı Sait Beyefendiye,<br />
Büyük Millet Meclisi’nin selam ve saygılarını muhterem halkımıza, kahraman<br />
orduya ve hamiyerkar memurlarına tebliğ etmek üzere Kütahya’yı ziyaret eden<br />
heyetimiz, gördüğü övünülecek güven verici büyük tezahüratlarından dolayı sevinçlidir.<br />
Vatanperver Kütahya ahalisinin, maddi ve manevi gayretleri ile kısa zamanda<br />
hazırlanarak teçhizatla donatılan askerlerimizin dini, milli, vatani, mücahedede<br />
başarımızı temin edeceklerinden eminiz.<br />
Zatıâliniz, Müdafaa-ı Hukuk Heyeti ve Kütahya halkının övünç vesilesi<br />
himmetlerinden dolayı hissettiğimiz şükranı, Büyük Millet Meclisi adına beyanla arz-ı<br />
veda eder, bu duygularımızın aynen bütün ahaliye tebliğ buyrulmasını rica ederiz.<br />
6 Ağustos 1920<br />
Büyük Millet Meclisi Reisi M. Kemal<br />
Belirtilen hizmetleri başarıyla sürdüren Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin<br />
başkanlığını uzun süre Mazlumzâde Hafız Hasan Efendi yürütmüştür. Bir din görevlisi<br />
olan adı geçen, ayrıca Kütahya Belediye <strong>Başkanlığı</strong> görevini de üstlenmiştir. 50<br />
Kütahya’nın ilçelerinde de din görevlileri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin<br />
kurucuları arasında yer almıştır. Örneğin Emet Müftüsü Mehmet Efendi, Emet<br />
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığını yürüttüğü gibi Gediz Müftüsü Kemal, Simav<br />
Müftüsü Mehmet Arif, Tavşanlı Müftüsü Halil Efendiler de anılan kuruluşta görev<br />
almışlardır. 51<br />
D. Cephelerde Din Adamları<br />
Kütahyalı din adamlarının Milli Mücadele’deki bir diğer hizmetleri cephelere<br />
koşmalarıdır. Onların pek çoğu Batı cephesinde İnönü’de Sakarya’da vuruşmalara<br />
katılmışlardır. İşte bunlardan tespit edilebilenler:<br />
Kütahyalıların Mehmet Şükrü (Uygun) Hocası 52. On yedi yaşında yurt<br />
savunmasına koşan Mehmet Şükrü, Birinci Dünya Savaşı’nda çeşitli cephelerde<br />
vuruşmalara katılmış, Mütareke sonrasında Kütahya’ya dönebilmiştir. Ancak O bu kez<br />
de Yunan işgaliyle karşılaşmış, Kütahya Askerlik Şubesi yandığından kayıtların<br />
yenilenmesinde görev almıştır. Bu arada Çerkes Ethem kuvvetleriyle isyanları bastırma<br />
49 Kütahya, Kütahya Valiliği İl Özel İdaresi Yayınları-2002, s.55<br />
50 Bkz. Kütahya Belediyesi Mustafa Yeşil Kütüphanesi, 26487 nolu defter.<br />
51 Adı geçenlerin Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong>’nda bulunan dosyalarında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde<br />
görev aldıkları belirtilmektedir.<br />
52 1899’da Kütahya’da doğan Mehmet Şükrü, Abdullah Nuri Efendi’nin oğludur. Darülhilafet’ü-l aliye’nin<br />
2. sınıfında öğrenim görmekte iken 17 yaşında Birinci Dünya Savaşına katılmıştır. Milli Mücadele’de de<br />
düşmanın yurttan kovulmasında vuruşmalara katılan Mehmet Şükrü, 1926 yılında Kütahya-Merkez Deve<br />
Yatağı Camiinde göreve başladı. Daha sonra İmam Hatiplik görevlerini Karagöz Paşa ve Ergün Çelebi<br />
Camilerinde devam ettirerek 1972 yılında emekli oldu (Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong>ndaki özlük dosyasındaki<br />
bilgilerden).
76 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
çalışmalarında da görev yapan Mehmet Şükrü, düzenli ordunun kurulmasıyla birlikte<br />
Şehit Nazım Bey Tümeni içinde yer alarak zafere kadar vuruşmalara katılmıştır 53.<br />
Kütahya’nın Milli Mücadele’de görev almış bir başka din adamı Hafız Hacı<br />
Mustafa Nuri Can’dır. O, Kütahya’nın soydan ilmiyye sınıfına mensup birisidir. Dedesi<br />
Kütahya’nın ünlü din bilginlerinden Şeyh Haydar Efendi, babası Şeyh Hasan<br />
Efendi’dir.<br />
Birinci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak bir çok cephede çarpışmalara<br />
katılan Mustafa Nuri Efendi, Milli Mücadele’nin ilk gününden zafere kadar hizmet<br />
eden bir din adamıdır. Yurt savunmasındaki üstün hizmetlerinden dolayı “İstiklâl<br />
Madalyası” ile taltif edilen bu din adamı, 1971 yılında vefat etmiştir 54.<br />
Kütahya Merkez Özbekler Camii İmam-Hatipliği’nden emekli İbrahim Beyazıt<br />
(1892-1973) Hocanın da Milli Mücadele’de önemli hizmetleri olmuştur. Birinci Dünya<br />
Savaşı’na katılmış, Milli Mücadele’de, daha henüz MİLİS kuvvetleri içinde Parti<br />
Pehlivan, Çerkez Ethem kuvvetleri arasında Yunan’a karşı ilk çarpışmalarda bulunmuş,<br />
iç ayaklanmaların bastırılmasında da görev alan İbrahim Beyazıt Hoca o günleri şöyle<br />
anlatır 55:<br />
“Bir an belirli bir cephede duramıyorduk. Birinci fırka, üçüncü alay, ikinci tabura<br />
verilmiştim. Tabur kumandanımız Memduh Bey isminde cesur, iman sahibi bir binbaşı idi. Bilecik<br />
cephesinde idik. Kömür satıcısı kıyafetine girerek düşman içine sızdım ve kuvvetini tespit ettim.<br />
Ahıdağı Gündüzbey istikametindeki cepheye yerleştik. Düşman bizden çok kuvvetli idi. Biz de ise<br />
3-5 kişiye bir silah düşüyordu. Derhal düşmana saldırdık. Sekiz gün kıyasıya çarpıştık.<br />
Solumuzdaki ikinci fırkamız geri çekileceğini bildirdi. Bizim tabur kumandanı bu karara<br />
katılmadı, savaşmaya devam edeceğim cevabını verdi. O gece düşmanı bozduk, Kazancı dağlarına<br />
kadar kovaladık.<br />
Uzun bir hazırlıktan sonra Büyük Taarruz başladı. Bizim asıl vazifemiz, askerimizin<br />
maneviyatını yükseltmekti. İşte bu zafare inanma ve güvenme havası içinde altı ayda aşılmaz denilen<br />
tahkimâtı altı saatte açtık, düşmanı kovalıya kovalıya denize döktük.”<br />
Kütahya’nın soydan ilmiyye sülalesine mensup bir başka din adamı Abdullah<br />
Ağarlı’dır. Dedesi Kütahya’nın ünlü din bilginlerinden Abdullah Hakkı Efendi’dir 56.<br />
Bazı kaynaklarda Abdullah Hakkı Efendi’nin babası olduğu belirtilmekte ise de bu bilgi<br />
yanlıştır 57.<br />
1889-1967 yılları arsında yaşıyan Abdullah Efendi, Birinci Dünya ve İstiklâl<br />
Savaşlarına katılmış, üstün hizmetlerinden dolayı “Harp ve İstiklâl” madalyalarıyla taltif<br />
edilmiştir. 58<br />
53 Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong> Yayını,<br />
Ankara, 1973, s.359-360.<br />
54 C.Kutay, age,s.371.<br />
55 C.Kutay, age, s.370.<br />
56 Bkz., İ.H.Uzunçarşılı, , age,s.208<br />
57 Bkz., C.Kutay, age, s.373; R.Çelik, age,s.175.<br />
58 Özlük dosyasındaki (Ek:III) Madalya Suretleri Şöyledir:<br />
2 Kolordu, 2 fırka,2. Sıhhıye K..<br />
Kütahya’nın Böreçiler Mahallesinden Mehmet Şerif oğlu Abdullah 306(1889)<br />
1332-1333 seneleri harbinde gerek Çanakkale ve gerek Kafkas cephesinde hizmet ve fedakârlık göstermiş olduğundan<br />
dolayı namı akdes humayun humayun Hazreti Padişahiye olarak sana harp madalyası verildi. Bundan böyle dahi herhalde<br />
kanun dairesinde ifayı hizmetle iktisap feyz ve memduhiyete say gayret eylesin.<br />
Harbiye Nazırı Enver
Ali SARIKOYUNCU 77<br />
Vahit Paşa Kütüphanesinde memuriyet hayatına başlayan ve daha sonra da<br />
uzun yıllar Kütahya Müftü yardımcılığında bulunan Abdullah Ağarlı Milli Mücadele<br />
anılarını şöyle anlatır:<br />
“Kuva-yi Milliye ve Teşkilat Kumandanı İsmail Hakkı Bey’in Milli Alayını teşkili<br />
sırasında askere çağrıldım. Bende nakdi yerine bir silah yatıranın bu ictimadan afvı ilan edilmesi<br />
üzerine... silah yatırmak suretiyle Milli Mücadele’ye iştirak ettim.<br />
“Bilahere Kütahya Askerlik Şubesince 3 Mayıs 1337(1921)’de silah altına çağrıldım ve<br />
aynı gün şubeye celbedilerek Garp Cephesi’ne ve oradan da Boyra Köyünde bulunan Birinci Grup<br />
Muhabere Bölüğüne 3-15 Mayıs 1337 (1921) tarihleri arasında dahil edildim.<br />
Bölüğümle İnönü, Eskişehir, Mutalip harplerinden sonra Polatlı ve Basrı köyünde ikamet<br />
ederek 20 gün Haymana harbinden sonra Bolvadin - Çay istikametinden Akharım Köyüne geçtik.<br />
Ordularımızın taaruza geçtiği 26 Ağustos 1338 (1922) sabahı Şuhut’tan Kocatepe-Kömür<br />
Tepe harpleri zaferinde Kerca Arslan köyünü terk ederek 30 Ağustos Başkumandanlık<br />
Dumlupınar-Çalköy Meydan Muharebesi ve Kaplangı Tekke Tepe zaferinden sonra Oturak-İslâm<br />
Köy, Sinan Paşa istikametinden Uşak kazasını istirdat ederek Alaşehir-Salihli- Menemen<br />
üzerinden düşmanı takip ederek 9 Eylül 1338 (1922)’de güzel İzmirimize girdik 59.”<br />
Bunlardan başka Kütahya’nın merkezinden Hafız İbrahim Akgün 60 Hakkı<br />
Özmumcu 61 , Ömer Lütfi Dumlu 62 ve Mevlevi Akif Dede’nin 63 de Milli Mücadele’ye<br />
İstiklâl Madalyası Vesikası Numero 1446<br />
Bilfiil kıta başında asarı hamasat ve fedakari gösterdiğinizden dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin<br />
16.08.1339(1923) tarihinde vuku bulan birinci ictima senesi beşinci ictimanın birinci celsesinde zirde hüviyte muharrer<br />
nefer Abdullah Mehmet Şerif’e bit kıta kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası verilmiştir.<br />
Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyaseti<br />
İstiklâl Madalyasını alan zatın hüviyeti K.1 Muhabere Bölüğünden Abdullah Mehmet Şerif-1306<br />
59 Diyanet İşleri <strong>Başkanlığı</strong>ndaki Dosyasında bulunan 27.10.1955 tarihli dilekçesinden.<br />
60 Hafız İbrahim Akgün, 1885’te Kütahya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kütahya’da medresede<br />
tamamladı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Fatih dersiamlarından Kütahyalı Osman Efendi’nin derslerine<br />
devam etti. 1913’te Medresetü’l Kuzât’a (Hukuk Fakültesi) girdi. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine<br />
asker olup Harp Okulu’na girdi. 1916’da ihtiyat zabiti oldu. 19 Şubat 1919 tarihine kadar muhtelif kıtalar<br />
da hizmet etti. Milli Mücadele’nin başlamasıyla birlikte 20 Temmuz 1920’de Kütahya Milli Alayı’na katıldı.<br />
Bu alayın Lağvı üzerine 1. Ordu Dinar Menzil Komutanlığı’nda görev aldı. Zafere kadar cephede çarpıştı.<br />
İstiklâl Madalyası ile taltif edildi. Kütahya Darü’l-Hilafe Medresesi Müdürlüğü (1923-1924), İmam Hatip<br />
Mektebi Öğretmenliği (1924-1930), Kütahya Merkez Vaizliği (1942-1944) yaptı. 1944’te Kütahya Müftüsü<br />
olarak atandı. 1956’da emekliye ayrıldı ve 1966’da vefat etti (C.Kutay, age, s.369-370, R.Çelik, age, s.176).<br />
61 Hafız Hakkı Özmumcu, Birinci Dünya ve İstiklâl Madalyası almış ve 1949’da vefat etmiş bir din<br />
adamıdır (C.Kutay, age, s.373).<br />
62 Ömer Lütfi Dumlu, Hafız Mehmet Dumlu Hoca’nın babasıdır. O İstiklâl Savaşı’na üsteğmen rütbesiyle<br />
katılmış, I-II. İnönü, Kocatepe ve Sakarya vuruşmalarında bulunmuştur. İki kurşun yarası ile yaralanan<br />
Ömer Lütfi, İstiklâl madalyası sahibidir. Soyadı Kanunu ile Ömer Lütfi Bey, Dumlu soyadını almıştır.<br />
Hoca Hafız Mehmet Efendi ailesinin “Dumlu” soyadını almalarının sebebini şöyle açıklamaktadır:<br />
“Kurtuluş Savaşı’nda sık sık adını duyduğumuz tarihi Dumlupınar, babamın çiftliğine çok yakındı.<br />
Yunan askeri, cephede Türkler’e mağlup olduğu ve Türk’ün gücü îmânı karşısında yüreklerinin ve ellerinin<br />
bağlı olduğunun farkına vardığı için artık kaçıyordu. Kaçmakla yetinmeyen bu işgalci kuvvetler, Türkler’e<br />
zarar vermek için de geçtikleri yerleri yıkıp yakıyorlardı.<br />
İşte bu yanan ve yıkılan yerlerden biri de babamın çiftliğiydi. Babam, bu günlerin hatırasını yaşatmak için<br />
“Dumlu” soyadını aldı. Yine babam, Dumlupınar ve Kocatepe’deki savaşlara katıldığı için bu tarihi<br />
hâdiseyi, daima hatırlamak ve gelecek kuşağa hatırlatmak düşüncesiyle de bu soyadını almanın yerinde<br />
olacağına inandı.(Hoca Hafız Mehmet Dumlu-Batmayan Güneş Devam Eden Gölgeler, Hazırlayan:<br />
Ayşe Nur Sır, Alpler Matbaacılık, İstanbul,2001, s.47-58).<br />
63 Bkz., age, s.132-135.
78 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
önemli katkıları olmuştur. Ayırca Mazlumzâde Hafız Efendi de Kütahya Milli Alayı’nın<br />
II. Tabur Komutanı yardımcılığını başarıyla yürütmüştür. 64 Aynı şekilde Emet Müftüsü<br />
Mehmet Efendi de düşmanla çarpışmalara katılmıştır. 65<br />
E. Kütahya ve Çevresinde Zafer Coşkusu ve Din Adamları<br />
Öncelikle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı yörede büyük bir sevinçle<br />
karşılanmıştır. Bu husus Kütahya halkının ileri gelenleri tarafından Ankara’ya<br />
gönderilen telgraflarla da dile getirilmiştir. TBMM’nin 27 Nisan 1920 tarihli<br />
oturumunda okunan bu telgraflarda şu kişilerin isimleri bulunuyordu: “Kütahya<br />
Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Reisi Namına Nüshet, Belediye Reisi Vekili Hafız Hasan,<br />
Kütahya Mutasarrıfı Naci ve Uşak Müdafaa-i Hukuk Reisi Mustafa” 66 Birinci (10 Ocak<br />
1921) ve ikinci (1 Nisan 1921) İnönü Zaferleri ile 7 Nisan 1921 tarihinde<br />
Afyonkarahisar’ın Yunanlılardan geri alınması da Kütahya’da sevinçle karşılanmıştır.<br />
Zaferleri kutlamak üzere öğrenciler ve halkın katılımı ile Fener Alayları düzenlenmiştir.<br />
Bu coşkulu kutlamalar yapılırken, bir taraftan da ilgili makamlara kutlama telgraflarının<br />
çekildiğini görüyoruz. Birinci İnönü Zaferi dolayısıyla Kütahya halkı adına Kütahya<br />
Milletvekili Şeyh Seyfi Efendi, TBMM’ne bir telgraf göndermiştir. Seyfi Efendi’nin bu<br />
telgrafı meclisin 29 Ocak 1921 günü yapılan oturumunda ele alınmıştır 67.<br />
Diğer taraftan Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, daha önce gönderdiği ve<br />
TBMM’nin 21 Eylül 1920 tarihinde okunan telgrafı ile de meclise moral vermişti.<br />
Kütahya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, söz edilen telgrafında düşmana karşı<br />
direnilmesinde, topraklarımızın savunulmasında ısrar edilmesini istiyordu 68.<br />
Yöre topraklarında en büyük sevinç ve coşkuyu; 26 Ağustos 1922 günü şafakla<br />
Kocatepe’de başlayan ve Dumlupınar’da zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz sonrası<br />
kazanılan “30 Ağustos Zaferi” sağlamıştır. Bu zaferle tüm Anadolu gibi, Kütahya da 17<br />
Temmuz 1921 tarihinden beri sürmekte olan Yunan işgalinden kurtulmuştur. Bu günü<br />
bayram şenlikleri içerisinde kutlayan Kütahya halkı, bu zaferi gerçekleştiren TBMM’ne,<br />
bu yüce meclisin başkanı Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya teşekkür ve<br />
şükran telgrafları göndermeyi de ihmal etmemiştir. Kütahya Müdafaa-i Hukuk<br />
Cemiyeti’nin ve Mutasarrıflığın kutlama telgraflarını, Kütahya Müftülüğünün ve<br />
Kütahya Hilal-i Ahmer (Kızılay)Cemiyeti’nin telgrafları izlemiştir 69. Ayrıca<br />
Ispartalızade Gıyas, Tavşanlı Kaymakamlığı, Belediye <strong>Başkanlığı</strong> ve müftülüğünden<br />
TBMM’ne çekilen telgraflarla 30 Ağustos Zaferi ve yörenin düşman işgalinden<br />
kurtuluşu sevinç ve coşku ile kutlanmıştır 70.<br />
Sonuç<br />
Vatanın işgallerden kurtarılması ve milletin bağımsızlığı için, pek çok Kütahyalı din<br />
adamı önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Merhum Orgeneral Kazım Özalp’in<br />
64 İ. H. Uzunçarşılı, age., 187.<br />
65 Ek:IV<br />
66 TBMM Zabıt Ceridesi, C. I, 2. Baskı, 1940, s.94.<br />
67 TBMM Zabıt Ceridesi, C. 7, 2. Baskı, Ankara, 1944, s.407.<br />
68 TBMM Zabıt Ceridesi, C. 4, 2. Baskı, Ankara, 1942, s.213; Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü,<br />
C. III, s. 218.<br />
69 TBMM Zabıt Ceridesi, C. 23, Ankara, 1960, s.100.<br />
70 TBMM Zabıt Ceridesi, C. 24, Ankara, 1960, s.473–474.
Ali SARIKOYUNCU 79<br />
ifadesiyle “... gayr-i müsait ahval ve şerâit içinde muhterem ulemamız, öne geçmişler, münhasıran<br />
telkin ve irşâd ile iktifa etmemişler, millî kuvvetlerin başında çarpışmışlardır” 71<br />
1071’de Anadolu’nun kapısının milletimize açılmasından, son Kurtuluş<br />
Savaşımıza kadar, millet hayatımızın her safhasında manevi mimarların alınteri, gönül<br />
harcı, emeği vardır. Anadolu bu harç, bu emek, bu dua ile, Türk ve Müslüman yurdu<br />
olmuştur. Öyle de kalacaktır. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın.<br />
Dün Sarıca Hocalar, Şeyh Edebâliler Dursun Fakılar, Mevlanalar, Yunuslar.<br />
Hacı Bektaş ve Hacı Bayram Veliler, Akşemsettinler, Müftü Ahmet Hulusiler, Şeyh<br />
Seyfi, Şeyh Yunus, Şeyh Hakkı ve Müftü Fevzi Efendiler ve daha nice mânâ er ve<br />
erenlerin bu toprakların Türk ve Müslüman yurdu yapılması ve öyle kalması için<br />
verdikleri mücadeleyi bu gün de onların oğulları, torunları olan din görevlileri<br />
sürdürmektedir. Onlar, kimilerinin iddialarının aksine, yine vatanın bölünmezliği,<br />
milletin birlik ve beraberlik içersinde olması için çalışmaktadırlar.<br />
Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Amasya Vaizi Abdurrahman Kamil Efendi’nin<br />
kendisine sağladığı desteği Mustafa Kemal Atatürk şöyle açıklar:<br />
“Efendiler; bundan beş sene evvel buraya geldiğim zaman bu şehir halkı da bütün millet gibi<br />
hakiki vaziyeti anlamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar adeta durgun bir haldeydi.<br />
Ben burada bir çok zevatla beraber Abdurrahman Kamil Efendi Hazretleriyle de görüştüm. Bir<br />
camii şerifte hakikat halka izah ettiler.Efendi Hazretleri halka dedi ki:<br />
-Milletin şerefi, haysiyeti, hürriyeti, istiklâli hakikaten tehlikeye düşmüştür. Bu felaketten<br />
kurtulmak icap ederse vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır. Hiçbir şahıs ve<br />
makamın mevcudiyeti kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi, halkın doğrudan doğruya hakimiyeti ele<br />
alması ve iradesini kullanmasıdır.<br />
İşte Efendi hazretlerinin bu yolu gösteren vaaz ve nasihatinden sonra herkes çalışmaya<br />
başladı. Bu münasebetle Müftü Abdurrahman Kamil Efendi hazretlerini takdirle yadediyorum. Ve<br />
genç Cumhuriyetimiz bu gibi bilginlerle iftihar eder. 72<br />
Konumuzu Milli Mücadele’nin önde gelen isimlerden Albay Hüsamettin<br />
Ertürk’ün 73 şu özlü ifadeleriyle bitirelim:<br />
“...Milli Mücadeleye katılmış herkes, kendi gücü nispetinde bu savaşta yer almıştır. Bu çetin<br />
yılların hikâyeleri, hatıraları ne anlatmakla ve ne de yazmakla öğrenilir. Bilâkis onu her gün bir<br />
cepheden tetkik etmek,bir sahifesini çevirmek, burada gizli kalmış kahranaları tanınmak, her<br />
Türk’e düşen bir vazifedir...<br />
Mütareke yıllarının isimsiz kahramanları içine başı sarıklı din adamlarını ve müezzinlerini,<br />
kürsü vaizlerini, tekke mensuplarını, medrese hocalarını da ithal (dahil) etmek mecburiyetindeyiz.<br />
Bunlar dini mefküreler sevkiyle Milli Mücadele’nin muavaffakiyetine canü gönülden çalışmışlar,<br />
kavlen ve fiilen bu uğurda ellerinden geleni yapmışlardır...” 74.<br />
Bizde aynı duygulara içtenlikle katılıyoruz. Bu arada Anadolu’yu Türk ve<br />
Müslüman yurdu yapan ve öyle kalması için mücadele verenlerin tümünü saygı ve<br />
rahmetle anıyoruz. Tabii Kütahyalı Din Adamlarını da...<br />
71 Cemal Kutay. age eser.s.383.<br />
72 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.208-209 (Kısmi sadeleştirilmiştir).<br />
73 Albay Hüsamettin Ertürk,Osmanlı Devleti’nin son günlerde Teşkilatı Mahsusa’da bulunmuş ve Milli<br />
Mücadele’de ise, Milli Müdafaa grubunun başkanlığını üstlenmiştir.<br />
74 Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul,1957,s.520-521.
80 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
EK:I
EK:II<br />
Ali SARIKOYUNCU 81
82 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
EK:II/I
EK:III<br />
Ali SARIKOYUNCU 83
84 Milli Mücadele’de Kütahyalı Din Adamları<br />
EK:IV
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof.Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
1570–1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Behset KARACA *<br />
Giriş<br />
Hamid Sancağı ve buranın kazalarından biri olan Yalvaç ile ilgili birçok vakıf defteri<br />
bulunmaktadır 1. Bu defterlerin en önemli olanlarından birisi Tapu Kadastro Genel<br />
Müdürlü Arşivinde bulunan 566 numaralı evkaf defteridir. Zikredilen defter tamirat<br />
geçirmiş olup bu esnada sayfaları karıştırılmış ve farklı yerlere yapıştırılmıştır. Özellikle<br />
Yalvaç ile Uluborlu kazalarına ait sayfaların karıştığı görülmektedir. Yalvaç kazasına ait<br />
bazı sayfalar Uluborlu kazasının geçtiği yere yapıştırılmıştır. Vakıfların geliri, isimleri ve<br />
bağlı oldukları köy veya yer isminden bunu çıkarmak mümkündür. Uluborlu<br />
vakıflarının geçtiği 104-b, 105-ab, 106-a, 108-b, 109-ab, 110-a sayfaları Yalvaç kazasına<br />
aittir. Biz bu çalışmamızda meydana gelen bu karışıklığı gidermeye ve ona göre<br />
değerlendirme yapmaya gayret ettik. Yalvaç vakıfları bu defterde yukarıda<br />
bahsettiğimiz sayfalar haricinde 89-a ile 95-b sayfaları arasında kesintisiz olarak yer<br />
almaktadır.<br />
Bu vakıf defteri 1570-71 tarihli olup vakıflarla ilgili mufassal bilgiler ihtiva<br />
etmektedir. Defter kataloglarda tarihsiz olarak belirtilmiştir. Kapaktaki “II. Selim devri”<br />
kaydı sonradan düşülmüştür. Defterde Kanuni Sultan <strong>Süleyman</strong>’ın vefat etmiş<br />
olduğunu gösteren kayıtlar bulunmaktadır. Defterin iç kapağında bulunan tuğra II.<br />
Selim’e aittir 2. Defterin Uluborlu kazası vakıflarının geçtiği yerde “Mezra-i Etekli Burnu<br />
(?) 200 dönüm yerdir. Şeyh Ahmed oğullarına vakfdır. 2 zaviyedir. Yeri şehirdedir. Birisi Karye-i<br />
Senirkent’tedir. Hüdavendigar zamanında dahi vakf tasarruf oluna gelmiş onda Hamidoğlu ve<br />
Gazi Hüdavendigar Bayezid padişahı… hümayunu vardır. Şimdi Şeyh Bayezid ve Şeyh…<br />
mutasarrıflardır. Biz dahi eyleyüb deftere sebt ettik defter-i köhnede mukayyed bulunduğu ecilden<br />
defter-i cedide kayd olundu. Haliya padişahımız dahi vakfiyet kemaken mukarrer konub İbrahim’e<br />
sadaka edüb ellerine hükm-i hümayun virilüb işbu sene 978 tarihinde kayd edilmiş deyu kadı…<br />
nişanıyla suret-i defter varid olmağın ber-muceb-i suret-i deftere kayd olundu haliya padişahımız<br />
beratıyla Ahmed oğlu Hasan Koçuna (?) ve Bayad oğlu Bayezid’e sadaka olub tasarruf ederler ve<br />
* Yrd.Doç.Dr., S.D.Ü., Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, karaca@fef.sdu.edu.tr<br />
1 Hamid Sancağı ve buranın bir kazası olan Yalvaç vakıfları ile ilgili olarak TKGMA, TT 566 numaralı bu<br />
defterin haricinde BOA’de MAD 3331, MAD 22417, MAD 617 ve TD 438 numaralı defterler<br />
bulunmaktadır. Tarafımızdan bu defterler temin edilmiş olup Hamid Sancağı’nın vakıfları ile ilgili toplu bir<br />
çalışma yapılmaya başlanmıştır. Biz burada hocamız olan Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın Yalvaçlı olması<br />
münasebetiyle onunla ilgili Armağan sayısına sadece 1570-71 tarihli defterden Yalvaç vakıflarını bu bölge<br />
ile ilgili çalışmalarımıza bir başlangıç olarak aldık ve burada incelemeye çalıştık.<br />
2 TKGMA, TT 566; Zeki Arıkan, XV-XVI. Yüzyıllarda Hamit Sancağı, İzmir, 1988, s.13.
86 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
mezkurlar hükm-i hümayunla teftiş olunub raiyyet değildir ellerine hüccet-i şeriyye verilmişdir”<br />
denilmektedir. Burada görüldüğü üzere H. 978/M. 1570-71 tarihi geçmekte ve defterin<br />
tarihi konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Hatta bu vakıfta<br />
Hamidoğulları’ndan ve Gazi Hüdavendigar Bayezid’den bahsedilmek suretiyle çok<br />
eskilere gidilmektedir. Bu da bize çok eski tarihten beri bunun vakıf olduğunu, başka<br />
defterlerin de bulunduğunu göstermektedir 3. Hamidoğulları Beyliğinden kalma han,<br />
çeşme, zaviye, cami, medrese gibi birçok eser beyliğin faaliyet alanlarında yer almakta<br />
ve bir kısmı günümüze kadar ulaşmış bulunmaktadır 4. Tabloda zikrettiğimiz vakıfların<br />
muhtemelen bir kısmı bu beylikten Osmanlıya intikal etmiş ve 1570-71 tarihine kadar<br />
gelmiştir. Hatta Anadolu Selçuklularına kadar giden vakıflar bölgede bulunmaktadır.<br />
Fakat bunların hepsini tespit etmek mümkün değildir. Çünkü bu vakıfların çok önemli<br />
bir kısmı günümüze kadar gelmemiş ve bunlara ait vakfiye kalmamıştır. Onun için<br />
bunları belirlemek mümkün değildir. Ancak bir kısmının bu beylikten geldiğini<br />
söylememize engel değildir.<br />
566 numaralı defterde verilen bilgiler 1530 ve daha önceki tarihlerde tutulmuş<br />
olan defterlerden çok ayrıntılıdır 5. Vakıfların isimleri, vakıfta görevli ve sorumlu olan<br />
kişiler, hangi şartlarda vakıfların verildiği, gelir kalemlerinin ne olduğu ve bu gelirlerin<br />
nerelere harcanacağı gibi birçok konu detaylı olarak verilmiştir. Bu defterde vakıflar<br />
üzerinde daha sonraki yıllarda yapılan işlemlerle ilgili kenar notları da yer almaktadır.<br />
Bu defterin daha önce tutulmuş defterler esas alınarak düzenlendiği buradaki birçok<br />
kayıttan anlaşılmaktadır. Fakat yeni vakıflar ve gelir kalemleri ile hâsılları günün<br />
şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir. Yine bu defterden tartışmalı konularda halkın<br />
tanıklığına müracaat edildiği, sipahilerin görüşlerinin alındığı veya vakfiyelere göre<br />
işlem yapıldığını görmekteyiz. Biz bu defterden Yalvaç kazasıyla ilgili kısmından<br />
istifade ederek bu kazanın 1570-71 tarihindeki vakıflarını ortaya koymaya çalıştık.<br />
Vermiş olduğumuz tabloyla kazanın tüm vakıflarını burada gösterdik. Hatta tablo<br />
üzerinde kazanın vakıfları ile ilgili bilgilerin bir nevi transkribesini verdik. Tablodan<br />
mezkûr tarihteki Yalvaç kazasının vakıflarının dökümünü ve ayrıntısını görmek<br />
mümkündür 6.<br />
1. 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Sözlük anlamı“hapsetmek ve alıkoymak” olan vakıf kavramı hukuki manada ise, bir şeyin<br />
mülkiyetinin kamu yararına tahsis edilerek, devamlı olarak başkalarının mülkiyeti ve<br />
3 TKGMA, TT 566, s.103.<br />
4 Hamidoğulları Beyliği, bu beyliğin siyasi tarihi, <strong>sosyal</strong> ve ekonomik faaliyetleri konusunda daha geniş<br />
bilgi için bkz. Sait Kofoğlu, Hamidoğulları Beyliği, Ankara, 2006. Ayrıca Isparta’da Selçuklu ve Beylikler<br />
dönemi mimarisi ve eserleriyle ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz. Nermin Şaman Doğan, Isparta’da<br />
Selçuklu Ve Beylikler Dönemi Mimarisi, Isparta, 2008; Yalvaç kazasının XIX. asırdaki siyasi, <strong>sosyal</strong> ve kültürel<br />
durumu ile ilgili bkz. Kamile Gül Faydalı, 10597 Numaralı Temettuat defterine Göre Yalvaç Kazası’nın Sosyal ve<br />
Ekonomik Yapısı, <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Isparta,<br />
2008.<br />
5 1530 tarihinde Yalvaç kazasının icmal olarak vakıflarından bahsedilmiştir. Burada zikredilen tarihte 28<br />
adet vakıf yer almaktadır. Bu vakıflarda 3 karye, 1 mezra, 3 çiftlik, 3 cami, 4 hamam, 49 adet dükkân, 8<br />
adet değirmen, 1000 akçe nakit para, zemin, harım ve eşcar-ı ceviz 15 kıta olup 606 dönümdür. Bağ ve<br />
bağçe 7 kıta olup 25 dönümdür. Bu vakıflarda 54 nefer yer almaktadır. Yine 1530 tarihinde Yalvaç<br />
vakıflarının hâsılı 13765 akçedir.<br />
6 Bkz. Tablo 1.
Behset KARACA 87<br />
temellükünü engellemek ve durdurmak gibi anlama gelmektedir 7. Başka bir deyişle, bir<br />
kimsenin dinî ve hayrî mülâhazalarla bazen daha farklı gaye ve düşüncelerle menkul bir<br />
veya daha fazla mal veya mülkünü ya da, mülkiyete dönüştürülmüş mîrî araziyi, dini,<br />
hayrî ve içtimaî bir gaye uğruna tahsis etmesidir. Vakıf müessesesi, Türk ve İslâm<br />
dünyasının etkisini gösterdiği geniş coğrafyada asırlarca tatbik edilmiş ve bunun<br />
sonucunda günümüze kadar gelen maddi ve manevi eserler bırakılmıştır 8. Vakıf, Türk<br />
tarihinin <strong>sosyal</strong>, kültürel ve ekonomik hayatında önemli bir rol oynamış olan, dini,<br />
hukuki ve <strong>sosyal</strong> bir müessesedir. Bir kişi mülkiyetine sahip olduğu menkul ve<br />
gayrimenkul mallardan bir kısmını veya onların tamamını, Allah rızasını kazanma niyeti<br />
ve düşüncesiyle halkın herhangi bir ihtiyacını gidermek üzere dini ve hayrı ve içtimai<br />
bir gaye ile hareket ederse malını vakfetmiş yani bir vakıf müessesesi kurmuş<br />
olmaktadır 9. Vakıf müessesesi, Osmanlı toplum hayatında, iskân, istikrar, şehircilik,<br />
eğitim, kültür, <strong>sosyal</strong> hizmet ve ekonomik açılardan derin izler bırakmıştır 10. Vakıfların<br />
<strong>sosyal</strong> boyuttaki katkıları; dini hizmetler, eğitim hizmetleri, belediye hizmetleri ve diğer<br />
<strong>sosyal</strong> hizmetler (sadaka, nafaka parası sağlama, karşılıksız yemek ve konaklama, yeni<br />
fethedilen yerlerde halkın devlete ısınmasını sağlama, şenlendirmede hizmet etme gibi)<br />
alanlarında olmaktadır. Ayrıca vakıfların ekonomik boyutta katkıları da olmaktadır<br />
(birçok vakfın maddi kaynakları yer almakta ve bunların işlenmesi ve faaliyetinde<br />
bulunmaktadır) 11. Türk tarihinde en yaygın ve en fonksiyonel olarak uygulandığı<br />
dönem ise, hiç şüphesiz Osmanlılar zamanıdır. Osmanlı Devleti, diğer birçok<br />
müessesede olduğu gibi, burada da Selçukluları örnek almıştır. Sultan Orhan’ın İznik’in<br />
fethinden hemen sonra, ilk Osmanlı medresesini kurarak, idaresi için yetecek miktarda<br />
gayrimenkuller vakfettiği bilinmektedir 12. Osmanlı şehir ve kasabaları fizikî, içtimaî ve<br />
iktisadî bakımdan şehre merkezlik eden vakıf kuruluşları etrafında gelişmişlerdir 13.<br />
Yalvaç kazasında yer alan vakıfların da bu doğrultuda kurulduklarını ve bölgenin<br />
<strong>sosyal</strong>, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarına hizmet verdiklerini görmekteyiz. Yalvaç şehri<br />
özellikle XV. ve XVI. asrın ilk yarısında küçük bir yerleşim yeri olarak yer almasına<br />
rağmen buranın ve çevrenin her türlü ihtiyacını karşılayacak vakıf müesseselerine<br />
sahiptir 14. Bilhassa 1570-71’lerde çok zengin bir vakıf yapısı bulunmaktadır. Yalvaç<br />
7 Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda Ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara, 1988, s.29.<br />
8 Bahattin Yediyıldız, “Müessese Toplum Münasebetleri Çerçevesinde XVIII. Asır Türk Toplumu ve<br />
Vakıf Müessesesi”, VD, XV (1982), s.26; Ahmet Akgündüz, Aynı eser, s.29-45.<br />
9 Bahattin Yediyıldız, “Osmanlılar Döneminde Türk Vakıfları Ya da Türk Hayrat Sistemi”, Osmanlı, V,<br />
Ankara, 1999, s.17.<br />
10 Osmanlı döneminde vakıfların, iskân, şehircilik, toplum hayatındaki rolü, iktisadi, siyasi ve ticari açıdan<br />
önemi ile eğitim ve kültür açısından faydaları konusunda daha geniş bilgi için bkz. Nazif Öztürk,<br />
“Osmanlı Döneminde Vakıflar”, Türkler, X, Ankara, 2002, s.433-446.<br />
11 Vakıfların sosyo-ekonomik boyutları konusunda daha geniş bilgi için bkz. Alpay Bizbirlik, “Osmanlı<br />
Toplumunda Vakıfların Sosyo-Ekonomik Boyutları ve Buna Dair Örnekler”, Osmanlı, V, Ankara, 1999,<br />
s.56-62.<br />
12 A. Hikmet Berki, “Vakıf Kuran İlk Osmanlı Padişahı”, VD, V, (1962), s.127-129.<br />
13 Vakfın şehir hayatındaki rolü ve Türk şehirciliği hakkında daha geniş bilgi için bkz. Osman Ergin, Türk<br />
Şehirciliğinde İmâret Sistemi, İstanbul, 1939; Aynı Müellif, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul,<br />
1936 ve H. Ziya Ülken, “Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği”, VD, IX (1971), s.30-31.<br />
14 Yalvaç 1478’de Eskiköy ve Pazar mahallelerinden meydana gelmekte olup kasabanın yetişkin erkek<br />
nüfusunun 71’i geçmediği görülmektedir. 1501’de yine 2 mahalleye sahip olup kaydedilen insan sayısı 73<br />
olduğuna göre fazla bir değişiklik meydana gelmemiştir. 1530’da ise 4 mahallesi olup 70 hane ve 109<br />
nefer, 15 mücerred, 3 pir-i fani, 5 imam, 8 muhassıl, 2 müezzin ve kayyum, 4 dai, 2 seyyidden meydana
88 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
kazasının şehir, kasaba ve köyleri vakıf eserlerinin etrafında gelişmiştir. Buradaki<br />
vakıflar şehirlerden daha çok kırsal alanlarda kurulmuşlardır. Özellikle bazı köylerin<br />
vakıflar yönünden çok zengin oldukları ortaya çıkmıştır. Bu köyler, Gemen, Örkenez,<br />
Sücüllü, Üyüklü, Kuyucak, Hisarardı, Köstük, Sofular, Salur, Akhisar, Altıkapu, Büğdüz,<br />
Gelegermi, Kaş, Körkü, Şamluca, Yuvalu, Eski, Bahtiyar, Bağlutaş gibi yerlerdir. Bu köy ve<br />
yerleşim yerlerinin haricinde başka köy ve yerlerde de vakıfların bulunduğunu<br />
görmekteyiz. Osmanlı Devleti’nde mahalle ve köyler vakıfların etrafında teşekkül<br />
etmiştir. Buradaki cami, mescid, medrese, çeşme, zaviye gibi <strong>sosyal</strong> yapılar yerleşim<br />
yerlerinin oluşmasında ve bölgenin <strong>sosyal</strong> ve kültürel yönden gelişmesinde önemli rol<br />
oynamışlardır 15.<br />
Yalvaç kazasında 1570-71 tarihlerinde 97 adet vakıf bulunmaktadır. Görüldüğü<br />
üzere Yalvaç vakıflar yönünden çok zengin yerlerden birisidir. Kazada hemen hemen<br />
her türlü vakfın yer aldığını görmekteyiz. Kazada, 14 adet cami, 1 adet hem cami hem<br />
de zaviye, 2 çeşme, 1 mahalle, 2 karye, 1 bağta (?), 1 medrese, 2 mektebhane, 1 mescid<br />
ve zaviye, 2 mescid ve cami, 46 mescid, 3 mescid ve muallimhane, 1 mescid ve zaviye,<br />
4 muallimhane, 1 tekye, 8 zaviye (bu vakfın üçü aynı zaviyeye), 1 cami ve zaviye ile 6<br />
kişi vakfı bulunmaktadır. Bu verilerden yaklaşık olarak Yalvaç kazasında 17 cami ve 53<br />
mescid 16, 2 çeşme, 1 bağta 17, 1 medrese 18, 2 mektebhane 19, 9 zaviye 20, 7 muallimhane<br />
gelmektedir. 1568’de 276 nefer, 115 hane 86 mücerred kaydedilmiştir. Bu verilerden anlaşıldığı üzere<br />
özellikle XVI. asrın ikinci yarısına kadar küçük bir kasaba görünümündedir. Bu konuda daha geniş bilgi<br />
için bkz. BOA, TT 438, s.318; Zeki Arıkan, Aynı eser, s.59-60.<br />
15 Bkz. Tablo 1.<br />
16 Cami ve mescidlerin en önemli özelliği, namaz kılınan yani ibadet görevinin yerine getirildiği yer<br />
oluşlarıdır. Mescidler daha çok mahalle cemaatinin veya çarşıdaki esnafın müdavimi olduğu ibadethaneler<br />
olup çoğu kez bir mescid bir mahalleyi belirlemektedir. Camiler ise, genellikle şehrin en önemli yerlerinde,<br />
bütün şehirliyi ve hatta pazara gelen köylüyü de kapsayan cemaatleri ile daha büyük dinî yapılardır.<br />
Camiler, ibadet yeri olmanın yanı sıra, bir takım başka fonksiyonlar da yüklenmişlerdir. Burada cuma günü<br />
hutbe okunması, dinî ve <strong>sosyal</strong> konularda vaazlar verilmesi, cemaat arasında bazı konuların tartışılması ile<br />
çeşitli haberlerin duyulma ve yayılma merkezleri olması, ayrıca kitle eğitimi ve öğretimini de yerine<br />
getirmesi onların önemini arttırmaktadır. Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı XVI.<br />
Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara, 1995, s.23, 151.<br />
17 Bağta (?) kelimesini doğru okuyup okumadığımız konusunda şüphemiz vardır. Fakat bu kelime belgede<br />
geçen durumuyla eğitim ve öğretim yapmak için oluşturulan bir bina veya yapıyı tarif etmektedir. Çünkü<br />
defterde “Karye-i Bodur’da karye-i mezbure halkı ulum-ı edebiye talimi içün bir bağta (?) bina edüb öşrün sahib-i arza<br />
eda ettikten sonra…” şeklinde geçmektedir. TKGMA, TT 566, s.95-a; Ayrıca bkz. Tablo 1.<br />
18 Medrese; Dar-ül-fünun, üniversite yerinde kullanılır bir tabirdir. Medrese, Arapça ders okunacak yerle<br />
beraber talebenin içinde oturup ders okuduğu bina manasına da gelir. Burada bu anlamda kullanılmış<br />
olmalıdır. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri<br />
Sözlüğü, II, İstanbul, 1983, s.436-439; Ayrıca Osmanlı’da Medreseler, elemanları, ilmiye teşkilatı<br />
içerisindeki rolü gibi konularda bkz. Cahid Baltacı, XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, I-II, İstanbul,<br />
2005.<br />
19 Mektebhane eğitim ve öğretim yapılan yerlerdendir. Burada medrese yerine kullanılmıştır.<br />
20 Her hangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir şeyhin idaresinde topluca yaşadıkları ve gelip geçen<br />
yolculara bedava yiyecek, içecek ve yatacak yer sağladıkları, yerleşme merkezlerinde veya yol üzerindeki<br />
bina yahut bina topluluğu olarak ifade edilen zaviyelerin Osmanlı toplum hayatındaki yeri ve önemi çok<br />
büyüktür. Anadolu ve Rumeli'nin Türkleşmesinde, ıssız yerlerin şenlendirilmesinde ve yol üzerinde<br />
bulunan yerlerde gelen geçene hizmet etmek suretiyle iskân ve ulaşım konusunda oynadıkları rol bilinen<br />
bir gerçektir. Yalvaç kazasında da aynı doğrultuda hizmet vermişlerdir. Zaviye kelimesi, Zaviyelerin<br />
tarihçesi, gelir kaynakları, yapı tarzı, zaviyelerde kültür, siyasi rolleri vb. konularda bkz. A.Y. Ocak-S.<br />
Faruki, “Zaviye”, İA, XIII, s.468-476; Zaviyelerin ve Dervişlerin iskân ve kolonizasyon konusunda<br />
oynadıkları önemli roller konusunda bkz. A. Yaşar Ocak, “Zaviyeler”, VD, XII, Ankara, 1978, s.247-269;
Behset KARACA 89<br />
ve 1 tekkenin 21 yer aldığını görmekteyiz. Buradan çıkan sonuca göre Yalvaç şehri ve<br />
köyleri vakıflar yönünden Hamid Sancağı’ndaki diğer kaza ve nahiyelerle mukayese<br />
ettiğimizde en zengin yerleşim yeridir. Sancakta Uluborlu da vakıflar yönünden zengin<br />
yerlerden olmasına rağmen Yalvaç’ta daha fazla vakıf bulunmaktadır 22. Yalvaç’ın şehir<br />
merkezi ve köylerinde birçok hamam yer almaktadır. Bu hamamların gelirleri çeşitli<br />
vakıflara tahsis edilmiştir. Yalvaç şehrinde geçen hamamlar; Hatunlar Hamamı, Küçük<br />
Hamam ve Devlethan Bey Hamamıdır. Devlethan Bey Hamamı Meydan Hamamı diye<br />
de zikredilmiştir. Köylerde tespit edebildiğimiz hamamlar ise Örkenez, Hisarardı, Kaş,<br />
Gemen ve Kuyucak’ta bulunmaktadır. Bunlar da çeşitli vakıfların geliri arasında<br />
kaydedilmiştir 23. Ayrıca kazada birçok dükkân yer almaktadır. Cami-i Karaağaç vakfı<br />
gelirleri arasında 26 dükkân, Cami-i Yalvaç gelirleri arasında 29 dükkân, Yalvaç<br />
şehrindeki Mektebhane gelirleri arasında dükkân icaresi, Mescid-i Mahalle-i Cüllah<br />
Sinan vakfı gelirleri arasında 3 dükkân icaresi veya geliri yer almaktadır. Bu verilerden<br />
çıkan sonuca göre Yalvaç şehrinde 1570-71’de en az 59 civarında dükkân<br />
bulunmaktadır. Bu sayı 1530’da 49 civarındadır. 1530’daki sayıya bakarsak 1570-71’de<br />
59’dan fazla olması gerekmektedir. Karye-i Sücüllü ve mahalle-i Balcı’da çeşme<br />
vakıfları bulunmaktadır. Bunun haricinde birçok vakfın harcama kalemleri arasında<br />
çeşme geçmekte ve bu çeşmelerin meremmeti (tamiri) için vakıfların gelirlerinin bir<br />
kısmı harcanmaktadır. Bu doğrultuda çeşmelerin geçtiği yerler ise Altıkapu, Kaş (3<br />
adet) ve Akmescid köyleridir. Yalvaç’ta vakıfların gelirleri arasında birçok değirmen de<br />
bulunmaktadır. Akçaşehir’de Baş Değirmen, Örkenez’de Saru Danişmend Değirmeni,<br />
Hisarardı’nda İkiz Değirmen ve Âşık Değirmeni, Akhisar’da üç adet değirmen,<br />
Eymir’de Kazakçı Değirmeni, Yuvalı’da üç adet değirmen, Üyüklü’de bir adet<br />
değirmen, Yalvaç şehrinde Balaban Değirmeni, Şerenhane’de bir adet değirmen,<br />
Eğirler’de iki adet değirmen ve Meydan mahallesinde iki adet değirmen kaydedilmiştir.<br />
Bu değirmenler vakıfların gelir kalemleri arasında geçmektedir. Bölgede tımar sistemi<br />
içerisinde geçen değirmenler de vardır. Bunların da ilave olunmasıyla kazanın değirmen<br />
yönünden potansiyeli ortaya çıkacaktır 24.<br />
Toplam kazadaki vakıfların hâsılı 63342 akçedir. Fakat buradaki vakıfların<br />
gelirlerinin daha fazla olması gerektiğini düşünmekteyiz. Çünkü birçok vakfın gelir<br />
kalemleri ve harcanacak yerler belirtildiği halde hâsılları yazılmamıştır. Bunları da<br />
dikkate alırsak vakıfların toplam hâsılı artacaktır. Vakıfların hâsılının önemli bir kısmı<br />
verilen nakit paradan ve bunun gelirinden yani işletilmesinden oluşmaktadır 25. Bunun<br />
haricinde bazı köylerin hâsılı, dükkân gelirleri, bazı meyva ağaçları özellikle de ceviz<br />
ağacı, bağ, harım, zemin, çiftlik, bazı hububattan alınan vergi, değirmen, hamam<br />
Ö. L. Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, VD, II, Ankara, 1942, s.279-386.<br />
21 Tekke, tarikat mensuplarının oturup kalkmalarına, ayin icra etmelerine mahsus yere verilen isimdir.<br />
Farsça tekyeden bozmadır. Mehmet Zeki Pakalın, Aynı Sözlük, III, s.445.<br />
22 Bkz. Tablo 1.<br />
23 Bkz. Tablo 1; Yalvaç şehrinde günümüzde Eski Hamam veya Selçuklu Hamamı diye adlandırılan tarihi<br />
bir hamam bulunmaktadır. Kaşyukarı mahallesinde bulunan bu hamamın banisi ve yapılış tarihi<br />
bilinmemektedir. Çünkü vakfiyesi yoktur. Muhtemelen bu hamam yukarıda ismini saydığımız ve 1570-71<br />
tarihinde belirtilen hamamlardan birisi olmalıdır. Bu hamamın özellikleri konusunda daha geniş bilgi için<br />
bkz. Nermin Şaman Doğan, Aynı eser, s.143-151.<br />
24 Bkz. Tablo 1 ve TT 438, s.323-325.<br />
25 Osmanlı’da para vakıflarının kuruluşu ve işleyişi konusunda daha geniş bilgi için bkz. Tahsin Özcan,<br />
Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Ankara, 2003.
90 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
hissesi, hamam ve dükkân icareleri, ev yeri, resm-i çift, nim çift, bennak ve mücerred<br />
resimleri, bostanlık, bazı mukataalar, bahçe (ne bahçesi olduğu belirtilmemiş), elma<br />
bahçesi, öşr-i hınta, öşr-i şair, öşr-i afyon gibi kalemlerden meydana gelmektedir.<br />
Vakıfların gelir kalemlerinden çıkan sonuca göre Yalvaç’ta bağcılığın önemli<br />
olduğu görülmektedir. Çünkü birçok vakfın geliri arasında bağdan elde edilen hâsıl yer<br />
almaktadır. Yine birçok vakfın geliri arasında bahçe gelirleri yer almaktadır. Çoğu yerde<br />
bahçelerin ne bahçesi olduğu belirtilmemiştir. Bir yerde “elma bahçesi” şeklinde<br />
geçmektedir. Ayrıca önemli oranda zemin ve çiftlik vakfedilen yerler arasında<br />
görülmektedir. Yoğun olarak geçen gelir kalemlerinden birisi de koz ağacı yani<br />
cevizdir.<br />
Vakıf defterinde nüfus kaydedilen yerlere baktığımız zaman Selerdere, Kuyucak,<br />
Bağlutaş karyeleri, Meydan mahallesi ile Ağıllı mezrasında olduğunu görmekteyiz.<br />
Toplam bu yerlerde 28 nim çift, 65 mücerred,101 bennak, 1 hatip, 8 herhangi bir<br />
özelliği olmayan ve 1 kâtip vardır 26. Tabii bu verilerden kazanın nüfusunu ve nüfus<br />
yapısını ortaya koymak mümkün değildir. Burada sadece vakıflarda kaydedilen nüfus<br />
yer almaktadır. Kazanın nüfusunu hesaplamak için köyler, şehirler, Yörükler vb. yerler<br />
ile grupların toplam nüfusunun ve bu zikredilen yerlerin vakıf haricinde kalan<br />
nüfusunun olması gerekmektedir. Bu ise ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir.<br />
Vakıfların gelirlerinin harcandığı yerlere baktığımız zaman ise cihet-i hatib, ciheti<br />
hüffaz, müezzine, kayyuma, aşr ve hatim okumaya, bir cüz ü şerif tilavet etmeye,<br />
muarrife, çerağa, hızıra, rakabe-i mescide, muallime, muallimhanede talim-i kelam eden<br />
kimesneye, çeşme meremmetine, Salur ahalisinin tekâlif-i örfiyyesine 27, tevliyete,<br />
muallimhane meremmetine, ser-amede, hasıra vb. şahıs ve vazifelere verildiğini<br />
görmekteyiz. Görüldüğü üzere harcama alanları hem vakıf görevlileri hem de vakfın<br />
tamiri, bakımı ve ihtiyaçları gibi konulardır. Burada bazı şahısların hangi sureyi ne<br />
zaman ve nerede okuyup dua edecekleri gibi konular dahi yer almakta ve açık bir<br />
şekilde belirtilmektedir. Kayıtların önemli bir kısmı vakfın gelirlerinin harcanacağı yerle<br />
ilgilidir.<br />
Yine birçok vakfı kimlerin tasarruf ettikleri belirtilmiştir. Burada, imamları,<br />
tevliyeti, muallimi, şeyhi ve hatiplerinin kimler olduğu gibi konular açıkça belirtilmiştir.<br />
Bazı yerlerde eski sahipleri veya görevlisi belirtildikten sonra kayıtın tutulduğu andaki<br />
vazifeli de belirtilmiştir. Bunlar “imamet ve hitabet ..., tevliyeteş der tasarruf-ı …, imamet der<br />
tasarruf-ı …, mütevelli … ba-berat, muallim … ba-berat-ı şerif, el-an meşihat evlattan …, meşihat<br />
der tasarruf-ı …” gibi kelimelerle ifade edilmiştir. Ayrıca bazı vakıfların ve gelirinin<br />
hangi şartlarda kimlere verildikleri belirtilmiştir. Bütün bu konuları tablodan görmek ve<br />
takip etmek mümkündür.<br />
26 Bkz. Tablo 1.<br />
27 Bkz. Tablo 1. Burada zikredilmesi gereken hususlardan birisi de Salur ahalisinin tekâlif-i örfiyyesi için<br />
vakıf kurulduğu veya gelirin bir kısmının harcanmasıdır. Bu kurum, aslında köy ahalisinin ortaklaşa<br />
karşılaması gereken masrafların görülmesi için tesis edilmiş bir fon niteliğindedir. Tekâlif-i örfiyye ve<br />
avarız-ı divaniyye diye adlandırılan bu vergi başlangıçta olağanüstü ihtiyaçlar için alınırken sonradan<br />
devamlı hale gelmiştir. Muhtemelen bu tarihte Salur köyünün avarız hanelerinin ödemesi gereken bu<br />
vergiyi vakıf ödemektedir. Avarız Akçası vakfı ve Avarız vergisiyle ilgili olarak bkz. Özer Ergenç, Aynı eser,<br />
s.149-150; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul, 2005, s.207.
Behset KARACA 91<br />
Sonuç<br />
Yalvaç kazası 1570-71 tarihinde vakıflar yönünden en önemli yerlerden birisidir.<br />
Burada cami ve mescid vakıfları başta olmak üzere hemen hemen birçok <strong>sosyal</strong><br />
konuda vakıf yer almaktadır. Vakıfların mühim bir kısmı köylerde bulunmaktadır.<br />
Ayrıca şehir merkezi de vakıflar yönünden zengin durumdadır. Hem köyler hem de<br />
Yalvaç şehri vakıflar etrafında teşekkül etmiştir. Burada 566 numaralı defterden<br />
istifade ederek Yalvaç’ın vakıflarını işlemeye çalıştık. Verdiğimiz tablo ile de vakıfların<br />
yeri, gelirleri, hâsılı ve harcandığı yerleri değerlendirdik. Tablodaki veriler bir nevi<br />
Yalvaç’a ait olan kısmın transkiribesinden meydana gelmektedir. Yalvaç kazasını<br />
<strong>sosyal</strong>, kültürel ve ekonomik yönden anlamak ve değerlendirmek için vakıflarının<br />
bilinmesi gerekmektedir. Biz de bu düşünceyle hareket ederek Yalvaç tarihine katkıda<br />
bulunmaya çalıştık.<br />
Tablo 1: TKGMA, TT 566’ya Göre 1570-71 Tarihinde Yalvaç Kazası<br />
Vakıfları<br />
Vakfın İsmi ve tasarruf edeni Bulunduğu Vakıfların gelir nevileri ve Toplam<br />
yer harcandığı yerler<br />
hâsıl<br />
Cami-i Devlethan Bey der karye-i K. Gemen An kıst-ı hamam-ı Devlethan 640 (1)<br />
Gemen tabi-i Yalvaç köhne defterde<br />
Bey der karye-i Gemen fi sene<br />
mukayyed<br />
600 (cihet-i hatib nısf 300,<br />
cihet-i hüffaz nısf 300), icare-i<br />
bağ der karye-i Gemen der<br />
yed-i Veled Sinan 1 dönüm 10,<br />
icare-i bağ ve harım der karye-i<br />
Gemen der yed-i Hoşkadem 2<br />
dönüm bağ ve 1 harım 20,<br />
karye-i Gemen Alacahisar yeri<br />
demekle maruf yerde 1 dönüm<br />
bağ fi sene 10, zikr olan bağlar<br />
müstakil hatib<br />
mutasarrıfındadır deyu defter-i<br />
köhnede mukayyed (cihet-i<br />
Cami-i Karaağaç mezkûr caminin Yalvaç<br />
hitabet 350, cihet-i hüffaz 300)<br />
İcare-i dekakin kıta 26 fi sene 935 (2)<br />
evkafından dükkândan ve gayriden fi<br />
500, an çiftlik an Avlan<br />
el-cümle ne varsa hatib ve imam ber-<br />
sınırında 150, eşcar-ı ceviz 5<br />
vechi menasıfa tasarruf edeler deyu<br />
hâsıl 15, Hamam yeri harab bir<br />
ellerindeki hükm-i hümayunda<br />
oğlu, zemin der karye-i Sulad fi<br />
mestur deyu defter-i köhnede<br />
sene 20, Avşar’da Agur’da ve<br />
mukayyed<br />
Çavundur’da ve Dikilü’de ve<br />
Bena Ağur’da ve Çöküler’de<br />
130 dönüm vakf varmış an<br />
galle ve gayri 200, Çavundur’da<br />
50 dönüm yer dahi vakf imiş<br />
50, harab bağ<br />
Cami-i karye-i Gemen hitabet ve K. Gemen Nakdiye asıl mal 1150 hâsıl 173<br />
imamet der tasarruf-ı Ahmed Fakih<br />
ba-berat-ı şerif<br />
173
92 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Cami-i karye-i Örkenez hitabet ve K. Örkenez Nakdiye asıl mal 1100 hâsıl 195<br />
imamet Hayreddin Fakih elindedir<br />
165 (vakf-ı müezzin-i cami-i<br />
mezbur der tasarruf-ı kayyum),<br />
nakdiye asıl mal 200 hâsıl 30<br />
Cami-i karye-i Sekü (?) hitabet K. Sekü (?) Nakdiye asıl mal 2600 hâsıl 390<br />
Nureddin Fakih<br />
390<br />
Cami-i karye-i Sücüdelü (Sücüllü) K.Sücüdelü Nakdiye asıl mal 2200 hâsıl 840<br />
hala hitabet Ahmed Fakih ve imamet (Sücüllü) 330 (cami-i mezburda her<br />
İdris Fakih<br />
Cuma günü bir aşr ve yılda bir<br />
hatim okuna hitabet<br />
Cami-i karye-i Üyüklü hitabet ve K. Üyüklü<br />
meşruttur), nakdiye defa asıl<br />
mal 1600 hâsıl 240, nakdiye<br />
defa asıl mal 1800 hâsıl 270<br />
(cami-i mezburda her gün 3 aşr<br />
ve yılda 2 hatim okuna imam<br />
meşruttur)<br />
Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 495<br />
imamet der tasarruf-ı Hacı Fakih<br />
150 (hitabet her Cuma günü iki<br />
aşr-ı kelam eda okuyub<br />
sevabını bağışlaya), vakf-ı<br />
çerağ-ı mescid-i mezbur<br />
Cami-i Köstük hitabeş der tasarruf-ı K. Köstük<br />
nakdiye asıl mal 200 hâsıl 30,<br />
vakf-ı müezzin-i cami-i mezbur<br />
der tasarruf-ı Nebi Dede baberat-ı<br />
şerif nakdiye asıl mal<br />
1000 hâsıl 150, vakf-ı Fatıma<br />
Hatun der karye-i mezbur<br />
nakdiye asıl mal 500 hâsıl 75,<br />
vakf-ı Durasan der karye-i<br />
mezbur nakdiye asıl mal 600<br />
hâsıl 90<br />
Nakdiye asıl mal 3000 hâsıl 450<br />
Şemi ve İmam Musa Fakih<br />
450<br />
Cami-i Lütfullah Ağa der karye-i K. Kuyucak Karye-i Akçeşehir’de Baş 2225<br />
Kuyucak hitabet ve imamet Alâeddin<br />
Değirmen demekle maruf bir<br />
Fakih<br />
değirmen hâsılı 500, Kasaba-i<br />
Yalvaç’ta vaki hatunlar<br />
hamamının 12 hisseden 8 hisse<br />
icaresinden hâsıl 300, karye-i<br />
mezburede Ayşe Hatun cami-i<br />
mezbur hatibi her Cuma günü<br />
bir cüz ü şerif tilavet edib<br />
sevabını bağışlaya, icare asıl<br />
mal 1000 hâsıl 150, Hamza<br />
Bali nam kimesne her Cuma<br />
günü hatib cumada bir aşr<br />
okumak içün vakf etmiştir.<br />
Nakdiye asıl mal 500 hâsıl 75,<br />
karye-i Örkenez’de iki buçuk<br />
vukiyye hamamdan hâsıl 200,
Behset KARACA 93<br />
karye-i Örkenez’de Saru<br />
Danişmend Değirmen’i<br />
Cami-i mahalle-i Balcı (Yaycı) tabi-i K. Hisarardı<br />
demekle maruf bir değirmenin<br />
icaresinden hâsıl 1000<br />
Nakdiye asıl mal 6000 hâsıl 950<br />
karye-i Hisarardı hitabet der tasarruf-<br />
900, Hisarardı’nda İkiz<br />
ı Hacı Halife ve imamet Hızır Fakih<br />
Değirmen demekle eyle maruf<br />
ba-berat<br />
değirmenin rub’ hissesinden<br />
hâsıl 50<br />
Vakf-ı Müezzin-i cami-i mezbur K. Hisarardı Nakdiye asıl mal 150, mahalle-i 330<br />
(Balcı) der tasarruf-ı Mustafa ba-<br />
mezburede vaki hamam<br />
berat-ı şerif<br />
mahsulâtından fi yevm nısf<br />
akçe fi sene 180<br />
Cami-i Yalvaç defter-i köhnede Yalvaç Mukata’a-i dekakin der nefs-i 4613<br />
mukayyed hitabeteş der tasarruf-ı<br />
Yalvaç kıt’a 16 fi sene 270,<br />
Muhammed Fakih ba-berat-ı şerif<br />
icare-i zemin der nefs-i Yalvaç<br />
harım ki cümle 20 dönüm<br />
miktarı yerdir fi sene 140,<br />
Üyüklü ve Yalvaç sınırında<br />
Kaş köyden 50 dönüm miktarı<br />
yerden hâsıl 60, mevazi-i<br />
müteferrikada 20 koz<br />
ağacından hâsıl fi sene 100,<br />
Hisarardı’nda İkiz Değirmen’i<br />
demekle maruf<br />
değirmenden… hisseden icare<br />
fi sene 40, icare-i hamam-ı<br />
meydan fi sene 120,<br />
Hisarardı’nda Âşık Değirmen’i<br />
demekle maruf değirmenden<br />
16 günde 3 gün hisse fi sene<br />
50, Nefs-i Yalvaç’ta 4 ev<br />
yerinden mukata’a fi sene 60,<br />
icare-i zemin harab der nefs-i<br />
Yalvaç fi sene 60, Yalvaç<br />
subaşısı Kundan oğlu Mustafa<br />
Bey nefs-i Yalvaç’ta olan<br />
Küçük hamamdan ki 4<br />
vukiyyesi kendünün mülküdür<br />
müferret-i riyalet penahın<br />
sallallahü aleyh vesellim ref’-i<br />
müstahi içün vakf eyledüğü<br />
hüffazdan 7 neferi kimesne<br />
cem’ olub Cuma günü bir<br />
hatm-ı kelamullah okuyup<br />
salâvat-ı Cuma okuncak duaaş<br />
ideler deyu defter-i köhnede<br />
mukayyed fi sene 650, nakdiye<br />
asıl mal 1800 (vakf-ı müezzin-i<br />
cami-i mezbur), icare-i dekakin
94 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
der nefs-i Yalvaç kıt’a 13 resm<br />
123, nakdiye asıl mal 3000 hâsıl<br />
450, ber-vech-i mukata’a hâsıl<br />
270 (hitabet yılda 3 hatim<br />
okuya), nakdiye asıl mal 2800<br />
hâsıl 420 (hüffaz yılda 2 hatim<br />
okuya Ramazan ayında ve aş<br />
ayında (?))<br />
Evkaf-ı Hüffaz-ı Cam-i Yalvaç Yalvaç Mezkûr mütevelli evkafının *<br />
tevliyeş der tasarruf-ı Mehmed be-<br />
öşrüne ve karye-i Üyüklü’de 60<br />
hükm-i hümayun<br />
dönüm yere mutasarrıf ola<br />
deyu defter-i köhnede<br />
Cami-i Yuva’da hitabet ve imamet Yalvaç<br />
mukayyed yine mukarrer<br />
Karye-i Akhisar’da 3 değirmen 1245<br />
der tasarruf-ı Seydi Fakih ba-berat<br />
8 vukiyye değirmen hâsılı 800,<br />
nakdiye asıl mal 2500 hâsıl 275,<br />
vakf-ı çerağ-ı mescid-i mezbur<br />
nakdiye asıl mal 500 hâsıl 70,<br />
… 6 vukiyye değirmenden<br />
harab hâsıl 100<br />
Cami-i zaviye-i mezbure (Şeyh<br />
Nakdiye asıl mal 2500 hâsıl 555<br />
Nureddin) haliya hitabeş der<br />
375, nakdiye asıl mal 1000 hâsıl<br />
tasarruf-ı Hıdır Fakih ba-berat<br />
150 (bera-yı müezzin), vakf-ı<br />
muarrif cami-i mezbur nakdiye<br />
asıl mal 200 hâsıl 30<br />
Çeşme-i karye-i Sücüdelü (Sücüllü) K.Sücüdelü Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 200<br />
(Sücüllü) 200<br />
Çeşme-i Mustafa Çelebi der mahalle- Mahalle-i Balcı Nakdiye asıl mal 10000 hâsıl 1500<br />
i Balcı mütevelli Hacı ba-berat<br />
1500<br />
Karye-i Selerdere’de... (silinmiş) K. Selerdere Resm-i çift, nim çift, bennak 5450 (3)<br />
ve mücerred 920 (be-cihet-i<br />
tevliyet ber-muceb-i hükm-i<br />
hümayun 307, be-cihet-i<br />
rakabe 225, hüffaz 3296,<br />
hüffaz Cuma gün ale’s-sabah<br />
Cuma’da cem’ olub bir hatim-i<br />
kelam eda edib halk cem’<br />
olduğu vakit duasın ideler<br />
Cuma gün…), ö. hınta 15 müd<br />
1200, ö. şair 10 müd 600, ö.<br />
kovan 50, ö. bağ 500, ö. afyon<br />
300, r. ganem 150, b. heva 200,<br />
an mukata’a-i hamam-ı mülk-i<br />
Devlethan Bey caminin<br />
rakebesine ve hüffaza fi sene<br />
900, hisse-i Bayram rakabe<br />
225, hisse-i hüffaz 675, Nefs-i<br />
Yalvaç’tan Meydan<br />
Hamamı’ndan Devlethan 3<br />
gün rakebesi hüffaza vakf
Behset KARACA 95<br />
Karye-i Sofular imamet der tasarruf-ı K. Sofular<br />
eylemiş an vukiyyesi fi 180 fi<br />
sene 630<br />
Nakdiye asıl mal 2500 hâsıl 570<br />
İlyas Fakih<br />
375, nakdiye asıl mal 300 hâsıl<br />
195 (kayyumuna ve çerağına ve<br />
hızırına sarf oluna)<br />
Mahalle-i Yenice tabi-i kaza-i Yalvaç Mahalle-i Nakdiye asıl mal 2500 hâsıl 375<br />
imamet der tasarruf-ı Bali Fakih Yenice 375<br />
Karye-i Bodur’da karye-i mezbure K. Bodur (?)<br />
halkı ulum-ı edebiye talimi içün bir<br />
bağta (?) bina edüb öşrün sahib-i<br />
*<br />
arza eda ettikten sonra baki<br />
mahsulâtın ve 1000 nakd akça vakf<br />
eylemişler hala fahrü’l-müsellema-i<br />
ve’s-saliha-i Mevlana Bali Halife’ye<br />
padişahımız beratıyla verilüb tasarruf<br />
eder deyu defter-i köhnede<br />
mukayyed<br />
Medrese-i Kasum El-Hac Pir Mezid K. Kuyucak Nakdiye asıl mal 30500 hâsıl 6605 (**)<br />
el-kadı der karye-i Kuyucak<br />
4575, asiyab der karye-i<br />
Eğirler… hâsıl 2000, asiyab-ı<br />
diğer hâsıl 30, hamamı harabtır<br />
der karye-i Akçeşehir, masraf<br />
cihet-i müderris fi yevm 15 fi<br />
sene 5400, cihet-i tevliyet fi<br />
yevm 3 fi sene 1080 rakabe fi<br />
sene 145, zikr olan sadakanın<br />
vakıfname ile sabit olub<br />
vakıfnamesinde evkafın…<br />
oldukta müderrise 20 akçe<br />
olub ve Müderris Mevlana<br />
Kasım’a ba’de aslaha evladına<br />
ve aslaha evlad-ı evladına<br />
meşrut olub tevliyeti<br />
akrabasından Mevlana<br />
Nurullah ba’de aslah evladına<br />
ve evlad-ı evladına meşrut olub<br />
akçenin… 11 akçe üzere<br />
muamele olunub masarıfından<br />
ziyade olan asıl evkafa ilhak<br />
oluna deyu meşrut olub haliya<br />
Mevlana Kasım’ın evladından<br />
Mevlana Derviş Mehmed<br />
berat-ı Padişahî ile müderris ve<br />
Mevlana… beratı ile mütevelli<br />
olub deftere kayd olundu<br />
Mektebhane der nefs-i Yalvaç nefs-i Nefs-i Yalvaç Ve mahkemeye muttasıl bir 140<br />
Yalvaç’ta eski medrese kazan<br />
harım ve karye-i Salur’da 2<br />
mütekaddiminin mahkemesi ola<br />
dönüm yer ve karye-i Eymir<br />
gelmiş bi’l-fiil dahi mahkemededir<br />
kurbunda 2 dönüm yer ve
96 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Kazakçı değirmeni ki rub’u<br />
mülktür ve selase erbaa<br />
mezkûr kadarına vakf ola<br />
gelmiş ve mahkemeye muttasıl<br />
harab 3 ev yeri varmış mezkûr<br />
medrese hayli zamandan harab<br />
olub yerleri ve değirmeni harab<br />
olub muattal kalmış sonra<br />
Yalvaç subaşısı Mustafa Bey<br />
mezbur medrese yerinde<br />
hasbeten kendü arka cebeleynü<br />
ile bir muallimhane bina edib<br />
ciheti olmadığı ecilden mezkûr<br />
medreseye müteallik olan vakf<br />
yerler harab olub kimesnenin<br />
taht-ı tasarrufunda olmayub<br />
mahlûl olduğu sebepten<br />
mezbur muallimhaneye<br />
vakfiyet üzere cihet tayin<br />
olundu ve mezkûr Kundan<br />
oğlu Mustafa Bey nefs-i<br />
Yalvaç’ta olan emlakinden 7<br />
pare dükkânın mezbur<br />
mektebhaneye vakf eyledi deyu<br />
defter-i köhnede mestur<br />
şimdiki halde mevzi-i mezbur<br />
mahkemelikten bozulub<br />
muallimhane olub ve Hacı<br />
Sinan nam kimesne dahi<br />
muallimhane an mezbureye 6<br />
mülk dükkân vakf edib yılda<br />
25 akçe hâsıl olur imiş deyu<br />
köhnede mukayyed, İcare-i<br />
Lütfullah Ağa mülkü olub<br />
dekakin fi sene 140<br />
Örkenez’de hamam hissesi 1, 400 (**)<br />
mektebhanesine vakf eylemiştir ber-<br />
Örkenez’de Saru Danişmend<br />
muceb-i hüccet-i şeriyye<br />
değirmeni demekle maruf<br />
değirmen, Örkenez’de olan<br />
hamam kurbunda bağçe,<br />
karye-i Kuyucak’ta<br />
Mescid ve cami-i Ağabi<br />
müşarünileyh Lütfullah Ağa<br />
cemi mülkünün evlerini vakf-ı<br />
ebna eyledi karye-i Köprülü’de<br />
İbrahim Fakih babası bina<br />
ettiği mescide bir dönüm bagat<br />
vakf etmiştir öşrün sahib-i arza<br />
verdikten sonra karındaşı Halil<br />
mütevelli ola denilmiş hâsıl 400<br />
Cihet-i hitabet nakdiye asıl mal 413<br />
1480 hâsıl 213, cihet-i imamet
Behset KARACA 97<br />
Mescid-i Âşık der karye-i Salur K. Salur<br />
nakdiye asıl mal 1330 hâsıl 200<br />
Mescid-i mezburun 40 dönüm *<br />
yeri kadimden vakf olub<br />
vakfiyet üzere tasarruf olunu<br />
geldiğine el-an imam olan<br />
kasaba mevacihesinde sipahi-i<br />
vakt olan itiraf edib elinde<br />
hüccet-i şeriyye olmağın vech<br />
yazıldı deyu ve mezbur<br />
mescide Nazar Bey bir dönüm<br />
bağçesin vakf edib vakfiyeti<br />
kayd olundu deyu ve Halil b.<br />
Ömer nazır-ı evlad deyu<br />
Mescid-i Atik der karye-i Körkü K. Körkü<br />
defter-i köhnede mukaayyed<br />
Nakdiye asıl mal 2100 hâsıl 315<br />
315<br />
Mescid-i der mahalle-i Orta Oba Mahalle-i Nakdiye asıl mal 9476 hâsıl 1420<br />
mütevelli Mehmed<br />
Orta Oba 1420<br />
Mescid-i Eğirler haliya imamet<br />
Nakdiye asıl mal 1500 hâsıl 581<br />
Ahmed Fakih ba-berat<br />
325, Nakdiye asıl mal 650 hâsıl<br />
97, vakf-ı mescid-i müezzin<br />
asıl mal 1000 hâsıl 150, vakf-ı<br />
çerağ-ı mescid-i mezbur<br />
Mescid-i Hamza der karye-i Akhisar K. Akhisar<br />
nakdiye asıl mal 70 hâsıl 9<br />
Nakdiye asıl mal 2000 hâsıl 300<br />
300<br />
Mescid-i İmam karye-i İlseki (?) K. İlseki (?) Karye-i mezburede tasarruf *<br />
hüccet-i şeriyye ile kadimden<br />
ede geldiği yerler vakf-ı mescid<br />
vakfiyet üzere<br />
kayd olundu ber-muceb-i<br />
Mescid-i Kadim ve cami-i karye-i K. Akhisar<br />
hüccet-i şeriyye deyu defter-i<br />
köhnede mukayyed<br />
Nakdiye asıl mal 2000 hâsıl 375<br />
Akhisar hitabet ve imamet der<br />
300, nakdiye asıl mal 500 hâsıl<br />
tasarruf-ı Himmet Fakih ba-berat-ı<br />
şerif<br />
75<br />
Mescid-i karye-i Altıkapu imamet der K. Altıkapu Nakdiye asıl mal 700 hâsıl 105, 210<br />
tasarruf-ı Nebi Fakih ba-berat<br />
vakf-ı çerağ-ı mescid nakdiye<br />
500 hâsıl 75, vakf-ı müezzin<br />
mescid-i mezbur nakdiye asıl<br />
mal 100 hâsıl 15, vakf-ı çeşmei<br />
karye-i mezbur nakdiye asıl<br />
mal 100 hâsıl 15<br />
Mescid-i karye-i Büğdüz imamet der K. Büğdüz Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 150<br />
tasarruf-ı Alâeddin ba-berat-ı şerif<br />
150<br />
Mescid-i karye-i Derziler K. Derziler 3 pare yer ve 2 pare harım *<br />
vakf-ı mescid idüğüne hüccet-i<br />
şeriye olmağın vakfa yazıldı<br />
deyu defter-i köhnede<br />
mukayyed
98 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Mescid-i karye-i Gelegermi imamet K. Gelegermi Nakdiye asıl mal 500 hâsıl 75<br />
der tasarruf-ı Nebi Fakih ba-berat-ı<br />
şerif<br />
75<br />
Mescid-i karye-i Güğü imam ve K. Güğü Nakdiye asıl mal 2000 hâsıl 300<br />
hitabet İsa Fakih<br />
300<br />
Mescid-i karye-i Kaş imamet Pir K. Kaş Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 300<br />
Ahmed Fakih<br />
150, vakf-ı müezzin-i mescid-i<br />
mezbur nakdiye asıl mal 1000<br />
hâsıl 150<br />
Mescid-i karye-i Köçekler (?) imam K. Köçekler Nakdiye çerağ-ı mescid-i 15<br />
Yunus Fakih<br />
mezbur asıl mal 100 hâsıl 15<br />
Mescid-i karye-i Köprülü imamet der K. Köprülü Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 240<br />
tasarruf-ı Ahmed Fakih ba-berat<br />
150, vakf-ı çerağ-ı mescid-i<br />
mezbur asıl mal 100 hâsıl 15,<br />
vakf-ı Karmet (?) mescid-i<br />
mezbur asıl mal 500 hâsıl 75<br />
Mescid-i karye-i Körkü, imam K. Körkü Nakdiye asıl mal 5000 hâsıl 750<br />
Mustafa Fakih ba-berat-ı hümayun<br />
750<br />
Mescid-i karye-i Körküler imameş K. Körküler Nakdiye asıl mal 1746 hâsıl 260<br />
der tasarruf-ı Satılmış Fakih baberat-ı<br />
şerif<br />
260<br />
Mescid-i karye-i Köstük imameş der K. Köstük Bir çiftlik vakf yeri var *<br />
tasarruf-ı Veli Fakih be-hükmü<br />
kadimden vakfiyet üzere<br />
padişahi<br />
tasarruf oluna gelmiş zikr<br />
olunan çiftlik 34 paredir deyu<br />
hüccet olub ve sipahilere dahi<br />
itiraf eyledüğü defter-i<br />
köhnede mukayyed<br />
Mescid-i karye-i Köstükler K. Köstükler Karye-i mezbure ayağında *<br />
tahminen 60 dönüm yer ve<br />
karye-i Yuvalı’da 2 kıt’a yer ve<br />
karye-i Yuvalı’da 3 değirmen<br />
vakf olub vakfiyet üzere<br />
tasarruf olunu geldiğine<br />
Mescid-i karye-i Manzaa (?)<br />
hüccet-i şeriyye olmağın kayd<br />
olundu deyu defter-i atikde<br />
mukayyed<br />
K. Manzaa (?) 100 dönüm miktarı yer ve 25 *<br />
dönüm bağ kadimden karye-i<br />
mezbure imamı tasarruf edib<br />
sipahi öşr almazmış ve mescidi<br />
mezbureye 1700 akça dahi<br />
vakf eylemişler<br />
Mescid-i karye-i Salur mahalle-i K. Salur Nakdiye asıl mal 2400 hâsıl 579<br />
Aşağı haliya imamet der tasarruf-ı<br />
360, vakf-ı çerağ-ı mezbur<br />
Ümran ba-berat<br />
nakdiye asıl mal 360 hâsıl 54,<br />
vakf-ı Hızır-ı mescid-i mezbur<br />
nakdiye asıl mal 100 hâsıl 15,<br />
vakf-ı müezzin cami-i mezbur
Behset KARACA 99<br />
Mescid-i karye-i Sofular K. Sofular<br />
nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 150<br />
Karye-i mezbure içinden 100 *<br />
dönüm yer vakfiyet üzere<br />
tasarruf olunu geldiğine el-an<br />
imam olan Davud Fakih elinde<br />
hüccet-i şeriyye olmağın vakfa<br />
yazıldı ve bir dönüm bağı dahi<br />
vakfdır deyu hüccetinde<br />
Mescid-i karye-i Sur K. Sur<br />
mestur idüğü defter-i köhnede<br />
mukayyed<br />
Mescid-i mezburun 70 dönüm *<br />
yeri ve 3 dönüm bağı ve 3 koz<br />
ağacı öşürleri mescid-i<br />
Mescid-i karye-i Şamluca imamet K. Şamluca<br />
mezbureye vakf olub imam<br />
olanlar vakfiyet üzere tasarruf<br />
ide gelmeğin vakf yazıldı deyu<br />
defter-i köhnede mukayyed<br />
Nakdiye asıl mal 1250 hâsıl 233<br />
Bali Fakih ba-berat-ı şerif<br />
188, vakf-ı rakabe-i mescid asıl<br />
mal 300 hâsıl 45<br />
Mescid-i karye-i Yarda Kaya (?) K. Yarda Karye-i mezburede imam *<br />
hüccet-i şeriyye ile vakfiyet üzere Kaya (?) tasarruf ede geldiği yerler<br />
Mescid-i karye-i Yenicekale<br />
mescid-i mezbureye vakf kayd<br />
olundu deyu defter-i köhnede<br />
mukayyed<br />
K. Yenicekale Nakdiye asıl mal 1500 hâsıl 240<br />
225, nakdiye asıl mal 100 hâsıl<br />
15<br />
Mescid-i karye-i Yuvalu K. Yuvalu Karye-i mezburede tahminen *<br />
20 dönüm yer ve 3 koz ağacı<br />
imama vakfdır tasarruf eder ve<br />
karye-i mezbure sipahileri itiraf<br />
etmeğin vakf yazıldı deyu<br />
defter-i köhnede mukayyed<br />
Mescid-i Kaş der karye-i Bacılar (?) K. Bacılar (?) Karye-i mezburede 20 dönüm *<br />
Kundan oğlu Devlethan Bey<br />
yerin mescid-i mezbureye vakf<br />
etdüğüne Osman ve Hüseyin<br />
ve saat (?) tarihiyle müverrih-i<br />
hüccet olub eimme tasarruf ide<br />
gelmeğin cihet-i imamet kayd<br />
olundu deyu defter-i köhnede<br />
mukayyed<br />
Mescid-i Mahalle-i Akar Koyuğun K. Eski Nakdiye asıl mal 2000 hâsıl 300<br />
karye-i Eski, imam Muslihiddin<br />
300<br />
Mescid-i Mahalle-i Aşağı an karye-i K. Köstük Nakdiye asıl mal 2830 hâsıl 500<br />
Köstük, imam Hüseyin Fakih ba-<br />
425, vakf-ı çerağ-ı mescid<br />
berat<br />
nakdiye asıl mal 300 hâsıl 45,<br />
vakf-ı rakabe-i mescid asıl mal<br />
130 hâsıl 30
100 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Mescid-i mahalle-i Bayadlar der Mahalle-i Nakdiye asıl mal 2450 hâsıl 442<br />
kaza-i Yalvaç imamet Muhammed Bayadlar 367, cami-i şerif kurbunda 5<br />
Fakih ba-berat<br />
adet dükkân icaresinden hâsıl fi<br />
sene 30, vakf-ı rakabe-i mescid<br />
nakdiye asıl mal 300 hâsıl 45<br />
Mescid-i mahalle-i Cüllah Sinan tabi- K. Eski İcare-i dekakin kıt’a 3 hâsıl 36, 445<br />
i karye-i Eski, imamet Seyyid<br />
nakdiye asıl mal 2200 hâsıl 330,<br />
Ümetullah ba-berat<br />
vakf-ı çerağ-ı mescid-i mezbur<br />
nakdiye asıl mal 200 hâsıl 30,<br />
vakf-ı Hızır-ı mescid-i mezbur<br />
nakdiye asıl mal 60 hâsıl 9,<br />
vakf-ı rakabe-i mescid nakdiye<br />
asıl mal 200 hâsıl 40<br />
Mescid-i mahalle-i Debbağlar Mahalle-i Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 174<br />
imamet der tasarruf-ı Hayreddin ba- Debbağlar 150, vakf-ı çerağ-ı mescid-i<br />
berat-ı şerif<br />
mezbur nakdiye asıl mal 110<br />
hâsıl 16, icare-i dükkân kıt’a 1<br />
fi sene hâsıl 8<br />
Mescid-i mahalle-i Gelevas tabi-i K. Hisarardı Nakdiye asıl mal 4000 hâsıl fi 600<br />
karye-i Hisarardı imamet Hasan<br />
Fakih ba-berat<br />
sene 600<br />
Mescid-i mahalle-i Hacı Halife der K. Eski<br />
karye-i Eski haliya imam Hacı Halife<br />
Nakdiye asıl mal 250 hâsıl 307 307<br />
Mescid-i Mahalle-i Hacı Timur Mahalle-i Nakdiye asıl mal 5500 hâsıl an 825<br />
imamet haliya Yakub<br />
Hacı Timur rıbh 825<br />
Mescid-i mahalle-i Mansur tabi-i K. Hisarardı Nakdiye asıl mal 3000 hâsıl 450<br />
karye-i Hisarardı<br />
450<br />
Mescid-i Mahalle-i Müderris tabi-i Mahalle-i Nakdiye asıl mal 2850 hâsıl 524<br />
kasaba-i Yalvaç haliya imamet Müderris 427, nakdiye asıl mal 650 hâsıl<br />
Derviş Ali<br />
97, muallim-i mezbur mescid-i<br />
mezburede aşr okumak içün<br />
imam şüruttur<br />
Mescid-i Mahalle-i Tekye imam Mahalle-i Nakdiye asıl mal 3000 hâsıl 465<br />
Şeyhi Fakih<br />
Tekye 450, vakf-ı çerağ-ı mescid-i<br />
mezbur nakdiye asıl mal 100<br />
hâsıl 15<br />
Mescid-i mahalle-i Yeni n.d. Küçük Mahalle-i Yeni Nakdiye asıl mal 1500 hâsıl 225<br />
Karye imam Abdi Fakih<br />
n.d.<br />
Karye<br />
Küçük 225<br />
Mescid-i Mahalle-i Yukaru tabi-i K. Sücüllü Nakdiye asıl mal 1600 hâsıl 240<br />
karye-i mezbur (Sücüdelü) imamet<br />
Cafer Fakih der ba-berat-ı şerif<br />
240<br />
Mescid-i Meydan der karye-i Kaş K. Kaş *<br />
imameş hükm-i hümayun der<br />
tasarruf-ı Mevlana Muhyiddin<br />
mezkûr mescidin imamı olanlar<br />
evvelden tasarruf ettiklerine<br />
mutasarrıf olalar deyu defter-i<br />
köhnede mukayyed yine kemakân
Behset KARACA 101<br />
mukarrer<br />
Mescid-i Muallimhane-i El-Hac-ı K. Sücüllü Nakdiye asıl mal 4000 hâsıl 851<br />
Mansur der karye-i Sücüdelü<br />
600 (imama ve muallime<br />
(Sücüllü) imam Cemal Fakih<br />
şuruttur), vakf-ı rakabe-i<br />
mescid ve muallimhane<br />
nakdiye asıl mal 200 hâsıl 30,<br />
vakf-ı çerağ-ı mescid nakdiye<br />
asıl mal 220 hâsıl 33, nakdiye<br />
asıl mal 800 hâsıl 120, nakdiye<br />
asıl mal 260 hâsıl 38, nakdiye<br />
asıl mal 200 hâsıl 30 (imam<br />
mescid-i mezburda her Cuma<br />
günü sure-i Yasin okuya)<br />
Mescid-i Muallimhane-i Hacı Hamza Mahalle-i Kaş Mahalle-i mezburede vaki 1800<br />
der mahalle-i Kaş hala muallim<br />
hamam icaresinden hâsıl fi<br />
Muhyiddin ba-berat-ı şerif<br />
yevm 5 fi sene 1800 (vakf-ı<br />
mezbur zikr olunan akçenin 3<br />
akçesini muallimhanede talim-i<br />
kelam eden kimesneye ve bir<br />
akçesine muallimhaneye<br />
mütevelli olana ve bir akçesini<br />
Kaş’dan akan 3 adet çeşme<br />
meremmetine tayin idüb<br />
ellerinde şeri hüccetleri<br />
olmağın vech-i meşruh üzere<br />
deftere kayd olundu. Vakıf …<br />
tevliyet-i mezburu hal-i<br />
sukutunda kendi nefsine ve<br />
bade ber-vech-i iştirak atasına<br />
ve ebna-i ebnasına neslen<br />
ba’de neslin ve karnen ba’de<br />
karnen ve ba’de evladına ve<br />
evlad-ı evladına ber-vech-i<br />
Mescid-i Ramazan der karye-i K. Kuyucak<br />
iştirak şart eyledüğü ikrarı<br />
hem… mahzarında (?) defter-i<br />
cedide kayd olundu)<br />
Nakdiye asıl mal 2000 hâsıl 300<br />
Kuyucak imamet Abdullah Fakih<br />
300<br />
Mescid-i Salur mahalle-i Yukaru Mahalle-i Nakdiye asıl mal 5000 hâsıl 1200<br />
imamet der tasarruf-ı Ali Fakih ba- Yukaru 750 (meblağ-ı mezburu Abdi<br />
berat<br />
nam kimesne karye-i Salur<br />
ahalisinin tekâlif-i örfiyesi içün<br />
vakf etmeğin deftere kayd<br />
olundu), nakdiye asıl mal 3000<br />
hâsıl 450 (tilavet-i cüz ve…<br />
yılda beş hatim okuna)<br />
Mescid-i Veli der karye-i Bahtiyar K. Bahtiyar Vakf-ı Hızır ve çerağ-ı mescid-i 405<br />
imam Mahmud Fakih<br />
mezbur nakdiye asıl mal 400<br />
hâsıl 60, nakdiye asıl mal 2000<br />
hâsıl 300, vakf-ı müezzin-i
102 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
mescid-i mezbur der tasarruf-ı<br />
Mahmud Fakih, nakdiye asıl<br />
mal 300 hâsıl 45<br />
Mescid-i Yukaru der karye-i Salur K. Salur Karye-i mezbure içinde *<br />
Mescid-i Zaviye-i mezbure (Şeyh Mahalle-i<br />
mescid-i mezkûrun 90 dönüm<br />
yerin kadimden vakfiyet üzere<br />
tasarruf olunu geldiğine el-an<br />
imam olan Hasan Fakih elinde<br />
hüccet-i şeriyyesi olub sipahi-i<br />
vakt olan dahi müvacehesinde<br />
iğtiraf etmeğin vakf yazıldı ve<br />
mescid-i mezbure Nazar Bey<br />
kendü mülkünden bir dönüm<br />
bağçe vakf edib kadimden vakf<br />
olmağın vakf yazıldı Mürüvvet<br />
(?) b. Celil nazır-ı evlad deyu<br />
defter-i köhnede mukayyed<br />
Nakdiye asıl mal 3400 hâsıl 840<br />
Nureddin) der mahalle-i mezbure Hankah 510, nakdiye asıl mal 3200 hâsıl<br />
(Hankah)<br />
330<br />
Muallimhane ve Mescid-i Hacı K. Örkenez Nakdiye asıl mal 6000 hâsıl 1860<br />
Mahmud der karye-i Örkenez imam<br />
900, nakdiye asıl mal 6000 hâsıl<br />
Sefer Fakih’dir.<br />
hisse-i rub’ 900, nakdiye asıl<br />
mal 400 hâsıl 60<br />
Muallimhane-i Bektaş b. İlyas der K. Üyüklü Karye-i mezburede vaki nısf 200<br />
karye-i Üyüklü muallim Hacı Fakih<br />
değirmen hâsılı 200 (mezbur<br />
değirmenin nısfı kendi nefsine<br />
ve nısfı ahirine muallim şart<br />
edib kendü fevt oldukta<br />
Muallimhane-i Emrullah Çelebi der K. Hisarardı<br />
cümlesini muallime şart eyledü<br />
deyu şehadet olmağın kayd<br />
oldu)<br />
Nakdiye asıl mal 7500 hâsıl 1125<br />
mahalle-i Bala der karye-i Hisarardı<br />
1125 (meblağ-ı mezburun bir<br />
akçesi tevliyete ve 2 akçesi<br />
muallime ve bakisi meremmeti<br />
muallimhaneye meşruttur)<br />
Muallimhane-i Hace Kasım der K. Hisarardı Nakdiye asıl mal 5000 hâsıl 750<br />
karye-i Hisarardı hala muallim ba-<br />
750 (vakf-ı mezbur meblağ-ı<br />
berat-ı Mehmed Halife<br />
mezburu zikr olan<br />
muallimhanede talim-i kelam<br />
eda etmek içün vakf etmeğin<br />
deftere kayd olundu)<br />
Muallimhane-i Hızır der mahalle-i Mahalle-i Balcı Nakdiye asıl mal 4500 hâsıl 675<br />
Balcı<br />
675<br />
Tekye an Şeyh Emir Ahmed der Nefs-i Yalvaç Şehir içinde 2 köyde Balaban 345 (**)<br />
nefs-i Yalvaç defter-i köhnede<br />
Değirmen’i demekle maruf ki<br />
mukayyed<br />
nısfı meremmetiyle yılda<br />
mukata’asından 40,
Behset KARACA 103<br />
Eskiköy’den Ak Harım<br />
demekle maruf harım ki 6<br />
dönüm miktarı yer imiş<br />
mukata’asından fi sene 80,<br />
Bazar içinde 2 dönüm miktarı<br />
harım mukata’asından fi sene<br />
20, Yalvaç’ta Külhan harımı<br />
hâsılından fi sene 20, Yalvaç’ta<br />
İşçi mahallesinde ev yeri ve<br />
bostanlık 3 evlek yer<br />
mukata’asından fi sene 20,<br />
Sofular’da bir harımdan 2<br />
dönüm miktarı yer<br />
mukata’asından fi sene 10,<br />
Vakf zikr olunan Sofular’da<br />
harımdan 11 koz ağacı ve Çay<br />
içinde 3 koz ağacı ve<br />
Hisarardın’da 3 koz ağacı fi<br />
sene 50, Tekye önünde bir<br />
evlek yer var, Subaşı elinde<br />
olan Ahur yeri mukata’asından<br />
fi sene 45, Bazar yerinden bir<br />
harım mukata’asından fi sene<br />
10, üç dükkân yeri varmış<br />
harab, Sofular’da… 40 dönüm<br />
miktarı yer harımı 50<br />
Karye-i Bağlutaş tabi-i Karaağaç K. Bağlutaş<br />
vakf-ı zaviye-i Ahi Yakub defter-i<br />
köhnede bulunmadı ama kadim vakf<br />
olub vakfiyet üzere tasarruf oluna<br />
geldiğine vilayet-i mezbure kadısı<br />
mektup verip ve hem cem’ gayfer (?)<br />
şehadet etmeğin kayd olundu deyu<br />
defter-i köhnede mukayyed<br />
Hâsıl an el-galle ve gayri 220 220<br />
Karye-i Köstük mezkur karyede K. Köstük<br />
Şehir Er Seydi zaviyesinin bir çiftlik<br />
yeri vardır Ahmed ve Aşık Paşa<br />
tasarruf ederlermiş beratlarında evlad<br />
Hâsıl 350 350<br />
kayd olunmuşdur deyu defter-i<br />
atikde mestur<br />
Hüsrev Lala der karye-i Şerenhane K. Şerenhane Bir çiftlik yer Şerenhane’de ve 4175<br />
(Lala Hüsrev Zaviyesi)<br />
bazı dere ağzında ve bir<br />
değirmen ocağı karye-i<br />
Elkun’da Şeyh İbrahim ziyareti<br />
vakfı demekle maruf 30<br />
dönüm miktarı yer ve 2 dönüm<br />
bağı varmış zaviye-i mezbureye<br />
zam olundu deyu defter-i<br />
köhnede mukayyed, ve<br />
Müşarünileyh Lütfullah Ağa
104 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
Cemaat-i zaviye-i mezkûr (Lala<br />
Hüsrev) der karye-i Kuyucak sakin K. Kuyucak<br />
şud bud meşayiş tevliyet der yed-i<br />
Pir Ali Çavuş 2 akçe vazife ile<br />
Mahalle-i Meydan oğlu Humar Paşa Mahalle-i<br />
namı Hatun mülkü olub Lütfü Ağa Meydan<br />
mezkure hatunun varislerinden satın<br />
alıp cem’i mahsulâtın zaviye-i<br />
mezbureye (Lala Hüsrev) ve cami-i<br />
mezkure (cami-i Yalvaç) vakf etti<br />
deyu defter-i köhnede mestur<br />
hüccet-i şeriyye ile elinde olan<br />
mülklerin zaviye ve cami-i<br />
mezbureye vakf etmeğin<br />
deftere kayd olundu deyu<br />
defter-i atikde mukayyed,<br />
Yalvaç’ta olan hamamın 12<br />
sehminden 8 sehim cihet-i<br />
hitabet fi sene 1080, karye-i<br />
Kuyucak’ta Köpek oğlu<br />
Çelebi’den satın aldığı bağ<br />
cihet-i hitabet fi sene 20, karyei<br />
Kuyucak’ta olan Kışlacık<br />
bağlarından fi sene 100, karye-i<br />
Altıkapu sınırında bir kıta yer<br />
ber-muceb-i cihet-i ser-amed,<br />
ve Hisarcık Deresi’nde olan<br />
koz ağaçları ve gayri 30, karye-i<br />
Gemen’de hamam kurbunda<br />
bir elma bağçesi vakf eyledi<br />
cami-i mezbure, ve karye-i<br />
Akçaşehir’de olan Ark bahçesi<br />
Molla oğlundan almış cami-i<br />
mezbure vakfdır, bir kıta<br />
Sekem (?) oğlundan almıştır,<br />
Yalvaç’a tabi karye-i<br />
Akmescid’de olan çeşmeye<br />
karye-i mezburede tamiri için<br />
bir çiftlik yer vakf olub ahir<br />
kimesneler hâsılın tasarruf edib<br />
çeşmeyi tamir etmezlermiş hala<br />
bu dahi zikr olunan zaviye<br />
vakfına ilhak olundu ki zikr<br />
olan çeşme-i vakfiye dahi<br />
zaviye-i mezbure şeyhi<br />
mutasarrıf olub daima çeşmeyi<br />
tamir ede. Zaidi zaviye-i<br />
mezburede sarf oluna.<br />
Ö. hınta 5 müd 350, ö. şair 5 1062<br />
müd 200, ö. bağ 20, resm-i çift,<br />
nim çift ve bennak 492<br />
Ö. hınta 3 müd 240, ö. şair 2 760 (4)<br />
müd 120, ö. bağ 50, r. bennak<br />
ve mücerred 300, asiyab der<br />
tasarruf-ı Hace Osman resm<br />
30, asiyab der tasarruf-ı Bağcı<br />
Ali resm 20, ilhak ile mülk<br />
müşarünileyhe Lütfü Ağa<br />
Eğirdir tevabi’inde Seki Bağı<br />
demekle maruf mevzi içindeki
Behset KARACA 105<br />
evleri ve hududu içinde olan<br />
meraziin ve bağlarının ve<br />
bağçelerinin ve bostanlarının<br />
ve bi’l-cümle ceddi ve neburı<br />
içinde yüz yatır yerden ki<br />
Balıklagu Köprüsüne ve andan<br />
Arslan oğlu Köşküne ve bahre<br />
ve bahreden dağa varınca<br />
edna-i mezkurenin ve<br />
mukayyeddir deyu defter-i<br />
köhnede mukayyed<br />
Mezra-i Ağıllı (?) tabi-i Yalvaç vakf-ı Mezra-i Ağıllı Ö. hınta 6 müd 480, ö. şair 6 1640 (5)<br />
zaviye-i mezbure (Lala Hüsrev) (?)<br />
müd 360, ö. gallat 3 müd 180,<br />
defter-i köhnede mestur<br />
ö. afyon 120, ö. bağ 200, r.<br />
zemin 200, ö. kovan 100<br />
Vakf-ı Evlad-ı Zaviye ve Mescid-i K. Kuyucak Karye-i Örkenez’de Bozyüzü 135 (**)<br />
Mevlana Saru Danişmend<br />
mukabelesinden 4 dönüm<br />
rahmetullah alellah der karye-i<br />
yerden bağ olmuştur fi sene<br />
Kuyucak el-an meşihat evlattan<br />
40, karye-i Akçahisar’da ve<br />
Seydi Abdullah tasarrufundadır deyu<br />
Demirci oğlu yeri yanında<br />
defter-i köhnede mestur şimdiki<br />
tahminen 10 dönüm ve Yusuf<br />
halde padişahımız beratıyla<br />
oğlu Lütfü elinde 2 dönüm,<br />
evladından Lütfullah Ağaya verilip<br />
karye-i Altıkapu’da Taşpınar<br />
tasarruf eder<br />
demekle maruf yer yanında 12<br />
dönüm yer 60, karye-i<br />
Akçahisar’da sudan bil (bel)<br />
araya giden yol arasında bir<br />
kâfir değirmen ocağı<br />
mülkünden harab hala<br />
Lütfullah Ağa mamur edib<br />
cihet-i hitabet olmuş, karye-i<br />
Kuyucak’ta arazi-i müteferrika<br />
tahminen 130 dönüm yer ki 30<br />
dönümüne imam-ı mescid<br />
mutasarrıf ola, Balbay<br />
Deresi’nde İshak kayyümesi (?)<br />
demekle maruf bir evlek bağ…<br />
bir evlek bağ icaresinden fi<br />
sene 10, karye-i Kemese Bayad<br />
(?) mukabelesinde bir evlek<br />
bağ 3 ceviz ağacı icaresinden fi<br />
sene 15, karye-i Kuyucak’ta<br />
olan hamamdan Şeyh Abdullah<br />
vakf eylemiş hamam işlediği<br />
ayda 10 akça 5 akçesi rakabeye<br />
ve 5 akçesi Hızır ve çerağ<br />
yağına<br />
Zaviye-i Saru Danişmend der karye-i K. Kuyucak Karye-i Kuyucak’ta hamam 200<br />
Kuyucak<br />
icaresinin hâsılı 200 (hamam-ı<br />
mezbur cami-i mezburun
106 1570-1571 Tarihinde Yalvaç Kazası Vakıfları<br />
rakabesine ve çerağına ve<br />
Zaviye-i Şeyh Nureddin der mahalle- K. Hisarardı<br />
hasırına meşruttur)<br />
Nakdiye asıl mal 3600 hâsıl 540<br />
i Hankah tabi-i karye-i Hisarardı<br />
540<br />
Zaviye-i Şeyh Sağır bir çiftlik yer<br />
vakfiyet üzere tasarruf olunur deyu<br />
defter-i köhnede mukayyed olan<br />
meşihat der tasarruf-ı Ali Hacı baberat-ı<br />
şahi<br />
Hâsıl 400 400<br />
Karye-i Şamluca’da 30 dönüm karye- K. Şamluca *<br />
i Örkenez’de olan Hızır İlyas<br />
zaviyesine kadimden vakf imiş bermuceb-i<br />
mektub-ı kadı<br />
Mehmed v. Emin …. hal-i<br />
Karye-i Yörükler’de olan *<br />
huyutunda iken batnen ba’de batnin<br />
evlerini ve Yenicebağ ve<br />
neslen ba’de neslin<br />
Kızılcabağ nam bağlarını ve<br />
mahallesinde olan harımını ve<br />
karye-i Yörükler’de olan<br />
bağçesini ve diğer harımını<br />
vakf-ı evlad eylemiş bermuceb-i<br />
vakfiye el-an oğulları<br />
Ramazan ve Umur elindedir<br />
amma öşürlerin sahib-i arza<br />
eda edeler deyu defter-i<br />
Derviş Sefer der mahalle-i Müderris Mahalle-i<br />
köhnede mukayyed<br />
Dükkân-ı kasaba-i Yalvaç kıt’at 900<br />
tabi-i Yalvaç<br />
Müderris 30 hâsıl 500, karye-i<br />
Akçeşehir’de vaki<br />
değirmeninden hisseden 5<br />
hisse değirmeninden hâsıl 400<br />
(vakıf … zikr olan vakıfları<br />
ebnaya ve ebna-i ebnaya<br />
sümme ala tefahhus-ı evlad ve<br />
evlad ve evlada neslen ba’de<br />
neslin ve kurba (?) ba’de kura<br />
şart edüb vakf-ı mezburun…<br />
olan Muhyiddin elinde<br />
mühürlü vakfnameleri olub<br />
Hace Kasım der karye-i Hisarardı K. Hisarardı<br />
kayd olundu)<br />
Nakdiye asıl mal 20000 hâsıl 300<br />
tevliyet der yed-i Yusuf Fakih<br />
300<br />
Piri b. Mustafa Nakdiye asıl mal 1000 hâsıl 585<br />
150 (yılda hatib bir hatim<br />
okuya), vakf-ı Baba b. İbrahim<br />
nakdiye asıl mal 500 hâsıl 75<br />
(imam bir hatim okuya), vakf-ı<br />
çerağ-ı cami-i mezbur nakdiye<br />
asıl mal 2000 hâsıl 300, vakf-ı<br />
Hızır-ı cami-i mezbur nakdiye<br />
400 hâsıl 60
Behset KARACA 107<br />
Vakf-ı Evlad-ı Mevlana Cemal el-an K. Kaş Karye-i Bayır’da 4 dönüm *<br />
kadi-i Afşar<br />
harımın vakf-ı evlad edib şart<br />
eylemiş ki neslen ba’de neslin<br />
vakf-ı evlad ama öşrün sahib-i<br />
arza eda ideler<br />
Veli Emin ve Fatma Hatun an karye-<br />
Nakdiye asıl mal 1300 hâsıl 195<br />
i mezbur (Kaş)<br />
195<br />
Toplam 63342<br />
Tablo İle ilgili Notlar:<br />
* Bazı gelir kalemlerinden ve harcamalardan bahsedilmesine<br />
rağmen vakfın hâsılı verilmemiştir.<br />
** Vakfın geliri daha fazla olması gerekmektedir. Çünkü bazı<br />
gelir kalemlerinin hâsılı yazılmamıştır.<br />
Toplam vakıflarda geçen nüfus: Karye-i Seler Dere’de: Nim= 22,<br />
M= 20, B= 25, Habib= 1, öz olmayan= 1; Mezra-i Ağıllı: N= 6, M=<br />
8, B= 19; Karye-i Kuyucak: B= 44, M= 19, kâtip=1; Mahalle-i<br />
Meydan: B= 13, M= 18, özelliği olmayan= 1; Karye-i Bağlutaş:<br />
Özelliği olmayan =6. Toplam 28 nim çift, 65 mücerred,101 bennak, 1<br />
hatip, 8 herhangi bir özelliği olmayan ve 1 kâtip yer almaktadır.<br />
(1) Defterde yekûn hâsıl 650 olarak kaydedilmiştir.<br />
(2) Defterde yekûn hâsıl 885 olarak kaydedilmiştir.<br />
(3) Defterde yekûn hâsıl 5895 olarak kaydedilmiştir.<br />
(4) Defterde yekûn hâsıl 920 olarak kaydedilmiştir.<br />
(5) Defterde yekûn hâsıl 1600 olarak kaydedilmiştir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof.Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Kurtuluş Yolu Dergisinde Sağlık Yazıları<br />
Bekir KOÇLAR *<br />
Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>, 1 Nisan 1926 tarihinden itibaren Çorum’un İskilip ilçesinde<br />
Türk Muallimler Birliği’nin yayın organı olarak yayınlanmaya başlamış ve 1 Haziran<br />
1928 tarihine kadar yayın faaliyetini devam ettirmiştir. Bu tarihten sonra derginin<br />
yayınlanıp yayınlanmadığı hakkında bir malumatımız bulunmamaktadır. Bizim bu<br />
çalışmada kullandığımız koleksiyonda en son sayı olarak 01.06.1928 tarihinde<br />
yayılanmış olan 42. sayı görülmektedir. Ancak, derginin bu sayısında yayınlanmış olan<br />
yazılarda kullanılan devamı var 1 ibaresinden dolayı derginin bu sayıdan sonra da yayına<br />
devam etmiş olabileceğini düşünmekteyiz.<br />
Bu süre içerisinde dergi, 1 Nisan 1926 tarihinden itibaren ayın ortasında ve<br />
sonunda olmak kaydıyla ayda iki kere yayınlanmıştır. Ancak 31 Haziran 1926’da<br />
yayınlaması gereken 7. sayı 15 Temmuz 1926’da, 15 Nisan 1927’de çıkması gereken<br />
sayı, 15 Mayıs 1927’de, 31 Ağustos 1927’de çıkması gereken 32. sayı 15 Eylül 1927’de,<br />
15 Kasım’da çıkması gereken 36. sayı 30 Kasım’da 37. sayı ile birlikte çıkmıştır. Dergi<br />
1928 yılının Aralık, Ocak ve Şubat aylarında yayınlanmamış, 38. sayı 3 ay aradan sonra<br />
1 Mart 1928’de yayınlanmıştır. Daha sonra 31 Mart 1928’de yayınlanması gereken<br />
40.sayı 15 Nisan 1925’de, 41. ve 42. sayılar 1 Mayıs ve 1 Haziran1928 tarihlerinde<br />
yayınlanmıştır.<br />
Derginin, ilk 24 sayısı, Çankırı valisinin desteğiyle Çankırı matbaasında 25.<br />
sayıdan itibaren elimizdeki koleksiyonun son sayısı olan 42. sayıya kadar olan sayıları<br />
Çorum matbaasında basılmıştır. Dergide bir dış kapak ve onu tamamlayan bir iç kapak<br />
vardır. İç kapakta ayrıca münderecat bölümü bulunmaktadır. Her sayısı 16 sayfa ve<br />
yaklaşık 8 makaleden oluşmaktadır. Yayın hayatı boyunca dergiye seneliği 100, altı<br />
aylığı 60 kuruşa abone yapılmıştır. Yaklaşık 600 aboneye sahiptir 2.<br />
Bu dergi, her ne kadar İskilip gibi küçük bir kasabada yayınlanmışsa da, düşünsel<br />
olarak merkezden farklı, merkezin değerlerinden kopuk değildi. İlk sayıda yayınlanan<br />
Yolumuz ve Yerimiz adlı makalede de belirtildiği gibi amaç, merkezin değerlerini ve<br />
ideolojisini taşrada yaygınlaştırmaktır 3.<br />
İnkılâpçılar, çağdaşlaşma ile ilgili hedeflerine ulaşabilmek için siyaset dahil, bir<br />
çok aygıttan yararlanmışlardır. Bu aygıtlardan en önemlileri bu hedefe göre<br />
* Yrd.Doç.Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü<br />
1 Baytar Mustafa, “Kuduz”, Kurtuluş Yolu, S.42, 01.06.1928, s. 435<br />
2 Mehmet Bülent Acıköse, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Kaynak Olarak Kurtuluş Yolu Dergisi, YYÜ. Sos. Bil.<br />
Ens. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Van 2006, s. 1, 2<br />
3 “Yolumuz ve Yerimiz”, Kurtuluş Yolu, 1, Çankırı Matbaası 1 Nisan 1926, s.1-2
Bekir KOÇLAR 109<br />
yapılandırılmış Halkevleri, Türk Muallimler Birliği gibi örgütler ve bu örgütlerle ya<br />
doğrudan ya da dolaylı bağıntılı yayın organlardır.<br />
Bu dernek ve yayın organlarının gayeleri arasında; inkılâpları geniş kitlelere<br />
benimsetmek, halkı eğitmek, yeni bir medeniyet anlayışını halka benimsetmek, ulus<br />
şuuru ve sağlıklı ve nitelikli bir nüfus oluşturma vardı 4.<br />
Türk Muallimler Birliği İskilip şubesi yayın organı olan Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>nin<br />
bu çerçevede bir yayın politikası benimsediğini görüyoruz. İçerik olarak da aynı iddiaya<br />
sahip olan dergilerle benzeşmektedir. Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>nde yayınlanan yazıları şu<br />
başlıklar altında toplamak mümkündür.<br />
1. Sağlık ve kötü alışkanlıklar<br />
2. Modern üretim<br />
3. İnkılâpçı bir kimlik oluşturma<br />
4. Kadın meselesi ve muaşeret kuralları<br />
5. İnkılâbın tarih anlayışı 5<br />
Dergide sağlık ve bedensel gelişim ile ilgili olarak aşağıda künyeleri ve kısa<br />
özetleri verilen 17 makale yayınlanmıştır.<br />
1. Dr. Faik, “İçki ve Fenalıkları” Kurtuluş Yolu, S.1, 01.04.1926, s.13-14<br />
2. Dr. Faik, “İçki ve Fenalıkları” Kurtuluş Yolu, S.2, 10.04.1926, s.27-29 (1.<br />
sayıdan devam); birbirinin devamı olan bu iki yazı aslında Muallimler Birliği’nde<br />
verilmiş konferansın yayınlanmış halidir. Yazıda içkinin, kişinin biyolojik olarak<br />
bünyesine, toplumsal ve ahlâki olarak ailesine ve çevresine verdiği zarar üzerinde<br />
durulmuştur.<br />
3. Dr. Faik, “Frengi Hastalığı ve Fenalığı”, Kurtuluş Yolu, S. 4, 10.05.1926, s. 52-<br />
54<br />
4. Dr. Faik, “Frengi Hastalığı ve Fenalığı”, Kurtuluş Yolu, S. 6, 15.06.1926, s.83-84<br />
( 4. sayıdan devam); birbirinin devamı olan bu iki yazıda, hem nesillerin sağlığı hem de<br />
<strong>sosyal</strong> yapı açından büyük bir felaket olarak nitelendirilen frengi hastalığının sebepleri,<br />
belirtileri, aşamaları, hasta ebeveynden çocuklara nasıl bulaştığı ve tedavisi ile ilgili<br />
hususlar üzerinde duruluyor.<br />
5. Dr. Faik, “ Sıhhî Ev “Mesken””, Kurtuluş Yolu, S. 7, 10.07.1926, s.105-108;<br />
yazıda, evlerin yapımında sağlıkla ilgili hususların dikkat edilmesi ve dikkat edilmediği<br />
taktirde karşılaşılacak sağlık meseleleri üzerinde duruluyor.<br />
6. Dr. Faik, “Bel Soğukluğu”, Kurtuluş Yolu, S. 8, 13.07.1926. s. 115-117; yazıda,<br />
bel soğukluğu hastalığının sebepleri, belirtileri, hastalıktan korunma yolları ve tedavisi<br />
üzerinde duruluyor.<br />
7. Dr. Rıfat, “Teehhül ve Hıfz-ı Sıhhat-ı İzdivaç”, Kurtuluş Yolu, S. 9, 10.08.1926,<br />
s.135-137; yazıda evliliğin toplumsal ve cinsel sağlık açısından önemi üzerinde<br />
durulmaktadır.<br />
8. Dr. Ali Orhan, “Sıtma”, Kurtuluş Yolu, S. 11, 10.09.1926, s.167-168<br />
9. Dr. Ali Orhan, “Sıtma”, Kurtuluş Yolu, S. 12, 30.09.1926, s.181-182 ( 11.<br />
sayıdan devam); birbirinin devamı olan bu iki yazıda, sıtma hastalığının sebepleri,<br />
4Dergilerin bu özellikleri için bakınız; Bekir KOÇLAR, Türk İnkılâbını Şuura Dönüştürme ve Tanımlama<br />
Faaliyetleri Çerçevesinde Yeşil Tire Mecmuası ,Türk Kültüründe Tire II Sempozyum Bildirileri, İzmir 2008,<br />
s.157-162.<br />
5 Bu içerikle ilgili kanaatin oluşabilmesi için Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>nin daha ilk sayısındaki mündericat<br />
bölümüne bakmak yeterli olacaktır.
110 Kurtuluş Yolu Dergisinde Sağlık Yazıları<br />
salgın hale gelme nedenleri, hastalıkla ilgili alınması gereken tedbirler ve tedavisi<br />
üzerinde duruluyor.<br />
10. Dr. Faik, “Kadın Cehlinin Fenalığı”, Kurtuluş Yolu, S. 12, 30.09.1926, s. 175-<br />
176; yazıda, annelerin çocuk yetiştirmede bilhassa çocuk beslenmesi hususundaki<br />
cehaletlerinin sebep olduğu çocuk ölümlerinden ve çocukların beslenmesinde dikkat<br />
edilecek durumlardan söz ediliyor.<br />
11. Dr. Faik, “Çocuk Nasıl Beslenir”, Kurtuluş Yolu, S. 14, 15.10.1926, s. 207-<br />
209<br />
12. Dr. Faik, “Çocuk Nasıl Beslenir”, Kurtuluş Yolu, S. 15, 15.11.1926, s. 212-<br />
213 ( 14. sayıdan devam); birbirinin devamı olan bu iki yazıda sağlıklı bir toplum için<br />
çocuk beslenmesinin öneminden ve nasıl yapılması gerektiği hususu üzerine duruluyor.<br />
13. Dr. Muceddin, “Sıtma”, Kurtuluş Yolu, S. 28, 30.06.1927, s. 333-334; yazıda<br />
sıtmanın ne kadar tehlikeli bir hastalık olduğu, sebepleri ve tedavisi konu ediliyor.<br />
14. Dr. Muceddin, “Frengi”, Kurtuluş Yolu, S.28, 20.08.1927, s. 341-342;yazıda,<br />
frengi ile mücadele etmenin yolları, hastalığın sebepleri, bulaşma yolları, zararları ve<br />
tedavisi konu ediliyor.<br />
15. Şeyda, “Sözde Eğlence”, Kurtuluş Yolu, S. 30, 31.07.1927, s. 350-351; yazıda<br />
geleneksel eğlence şekilleri eleştiriliyor ve bu eğlence şekillerinin toplumda yarattığı<br />
sıhhî ve toplumsal sorun konu ediliyor.<br />
16. İsmet, “Bir Hastalık Münasebetiyle” Kurtuluş Yolu, S.39, 15.03.1928, s. 413-<br />
414;yazıda, doktorsuzluğun yarattığı problemler ve hastalıklarda doktora gitmenin<br />
önemi konu ediliyor.<br />
17. İsmet, “Spor İhtiyacı”, Kurtuluş Yolu, S. 40, 15.03.1928, s. 421-422;yazıda,<br />
sporun güçlü ve sağlıklı nesiller için önemi konu ediliyor.<br />
18. Baytar Mustafa, “Kuduz”, Kurtuluş Yolu, S.42, 01.06.1928, s. 435;yazıda,<br />
kuduz hastalığının sebepleri, belirtileri ve evreleri konu ediliyor.<br />
Görüldüğü gibi derginin ilk 15 sayısının neredeyse hemen hepsinde sağlıkla ilgili<br />
makale yayınlanırken bu sayıdan sonra konu ile ilgili yazılarda seyrelme görülmektedir.<br />
Yine görülmektedir ki, sağlıkla ilgili yazıların çoğunluğu zührevî hastalıklar, sıtma, aile<br />
sağlığı ve bedensel gelişimle ilgilidir. Bu sadece Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>ne özgün bir<br />
durum olsa önemli bir husus gibi görülmeyebilir. Ancak gerek 14.08.1925 tarihinde<br />
kurulan Ali Fethi Bey hükümetinin programında yer alan; Memleketimizde en tahribat<br />
yapan hastalıkların verem ve frengi olduğu zannı yanlış olarak taammüm etmiştir. Halbuki bizde<br />
en mühim sıhhî tahribatı yapan malarya(sıtma)dır. Bu hastalık yurdumuzun, milletimizin kara<br />
belasıdır, en vahim derd-i içtimaimizdir 6. Yine 22 Kasım 1924 tarihinde kurulan Ali Fethi<br />
Bey hükümetinin programında yer alan; Halkımızın bünye-i içtimaisini yıpratan sıtma ile<br />
ciddi bir mücadeleye girişmek Sıhhiye Vekaletinin en esaslı umdesidir. Bundan maada frengi ve<br />
verem tahribatına, nüfus itibarıyla pek şayan-ı teamül çocuk hastalıklarına ve vefiyatına karşı<br />
koymak için bir taraftan teşkilat-ı sıhhiyemizin taazzuv ve tevessülüne azami sarf-ı gayret edilecek,<br />
diğer taraftan da teşkilat-ı hususiyeye bu gayeleri teminen muavenet ifa olunacaktır. İklim ve<br />
meskenlerini tebdil sebebiyle ve bittabi sıhhî meskenlerden mahrumiyet itibarıyla hastalıklara daha<br />
ziyade maruz bulunan muhacirlerin ve harikzedelerin ahval-i sıhhiyesine itina etmek ve bu<br />
mıntıkalarda sıhhî tedabiri teksif eylemek cümleyi mesaimizden olacaktır. 7 ifadelerinde<br />
6 Hükümetler ve Programları 1920-1960, I, Ankara 1988, s. 21<br />
7 Hükümetler ve Programları, s. 30
Bekir KOÇLAR 111<br />
görüldüğü gibi bu konuların hükümet programlarında önemli bir hususiyet olarak<br />
belirgin bir şekilde ortaya konulması, gerek halkevlerinin çıkardığı dergilerde 8 gerekse<br />
merkezle ilişkili diğer özel yayınların sağlıkla ilgili bu sorunlar üzerinde yoğunlaşmış<br />
olması 9, Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>nde yayınlanan sağlık yazılarını önemli kılmaktadır.<br />
Dergideki sağlık ile ilgili bu yazılardan sorunun sağlık sorunsalından daha geniş<br />
kapsamlı bir inkılâp sorunu olarak algılandığını söylemek mümkündür. Meseleye böyle<br />
yaklaşılmasının iki temel sebebi vardır.<br />
Bunlardan ilki, Cumhuriyet Türkiye’sinin üzerinde durduğu en önemli<br />
konulardan birisinin, nitelikli güçlü bir nüfus oluşturma hedefidir 10. Diğeri ise frengi,<br />
bel soğukluğu, sıtma, gibi hastalıkların salgın ve toplumsal bir sorun haline gelmesidir.<br />
Nitelikli güçlü bir nüfus oluşturma hedefi bir inkılâp meselesidir. Himaye-i Etfal<br />
Cemiyeti tarafından yayınlanan Davamız adlı broşürde konu ile ilgili olarak şunlar<br />
söylenmektedir: Türk kadını dünyanın en velud kadınıdır. Fakat medenî dünyada çocuk en çok<br />
Türkiye’de israf edilir. Şu halde Türk nüfusunu çoğaltmak için, Türk çocuğunu korumak lâzımdır.<br />
Fakat Türk çocuğunun korunuşu ve bu suretle Türk milletinin zinde, şen ve kalabalık bir hale<br />
gelişi, öyle bir davadır ki, bu dava ancak, bütün millet işlerinin, milli bir devlet ve siyaset sisteminin<br />
içinde ve onlarla beraber kül halinde alınabilir. Binaenaleyh, Türkiye’de çocuğun korunuşu ve<br />
çoğaltılışı meselesi, Türkiye’nin iktisadî terakkisi, geniş nüfus temerküzlerine imkan veren<br />
müterakki bir iktisat tekniğinin Türk bünyesine tatbiki, milli terbiyenin, milli hukuk<br />
telakkilerinin, Türk çocuğunu ve Türk nüfusunu koruma endişesi ile telif ve tanzimi suretinde<br />
ancak hallolunabilir… 11 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere bu dönemde sağlık meselesi,<br />
daha özel olarak aile, kadın, çocuk sağlığı millî bir davadır. Bu anlayış dairesinde<br />
Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk dönemlerinde inkılâplar çerçevesinde kurulan kurumlar<br />
ve bu kurumlar aracılığıyla yapılan bütün faaliyetlerde sağlıkla ilgili meseleler millet<br />
davası haline gelmiştir.<br />
İnkılâpçılar, çağdaşlaşma sorununu sadece bir fikri dönüşme sorunu olarak değil,<br />
aynı zamanda hissî ve bedensel toplumsal dönüşüm ve bu dönüşümü şuura<br />
dönüştürme sorunu olarak görmüşler ve sağlık meselesini de, inkılâpçı bir kimlik<br />
oluşturma ve yeni bir nesil yetiştirme olgusu içerisinde ele almışlardır. Onlar için<br />
mesele, boyun eğici olmayan, talep eden, güçlü olmayı arzulayan bireylerden oluşmuş,<br />
çağdaş değerlerle donanmış, çok ve tok nüfusa sahip bir toplum yaratmaktır 12. Bunun<br />
8 Dr. Emin Derman, “Tire’de Sıtma”, Küçük Menderes, S. 1 (25.04.1940), s. 16-18; Dr. Emin Derman,<br />
“Tire’de Karasinekler ve Bunlarla Mücadele”, Küçük Menderes, S.2 (25. 06. 1940), s. 30-31; Cilt ve Zührevi<br />
Hastalıklar Uzmanı Tacettin İz, “Söze Başlarken”, Karacadağ, 8-9/I (20.10.1938), s. 11-13<br />
9 1931 yılında Tire’de yayınlanan Yeşil Tire <strong>dergisi</strong>nin sağlıkla ilgili yazılarını da Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong>ndekine<br />
benzer şekilde; 1. Gençleri spora teşvik edici yazılar, 2. Zührevi hastalıklarla ilgili yazılar, 3. Anne ve çocuk<br />
sağlığı ile ilgili yazılar, 4. Uyuşturucu ve kumarın zararları ile ilgili yazılar şeklinde yapmak mümkündür,<br />
bilgi için bakınız; Yaşar, “Memleketimizde Spor ve Faydaları”, Yeşil Tire, S. 10 (15. 1. Kanun. 1931), s. 10;<br />
Yaşar, “Memleketimizde Spor ve Faydaları”, Yeşil Tire, S. 11 (01. 2. Kanun. 1931), s. 8; Y.Ş.,<br />
“Memleketimizde Spor ve Gaye; A. Nazmi, “Gençliğe Öğütlerim”, Yeşil Tire, S.3 ( 30. 08.1931), s. 4; Ali<br />
Nazmi, “İlkah Yani Aşılama”, Yeşil Tire, S. 19 ( 01.07. 1932 ), s. 15; Durakoğlu Asım, “Kumar Oynamak<br />
Cinayettir”, Yeşil Tire, S. 21 (01.09.1932), s. 8; Ali Nazmi, “Çocuklarımıza Neler Yedirelim”, Yeşil Tire, S. 8<br />
( 15. 2. Teşrin 1931 ), s. 2-3<br />
10 Kemal Arı, “Cumhuriyet Dönemi Nüfus Politikasını Belirleyen Temel Unsurlar”, 23/VIII ( Mart 1992<br />
), s. 1<br />
11 Şevket Süreyya Aydemir, “Çok Nüfuslu Anadolu”, Kadro, S. 5 ( Mayıs 1932 ), s. 31<br />
12 Şevket Süreyya Aydemir, agm, s. 31-36; Kemal Arı, agm, s. 9; “Yolumuz ve Yerimiz”, Kurtuluş Yolu, S.1<br />
(01. Nisan 1926), s. 1-3; B.H., “Köy Yatı Mektepleri”, S.1 ( 01. Nisan 1926), s. 3-5; Halit Ziya, “Avrupa
112 Kurtuluş Yolu Dergisinde Sağlık Yazıları<br />
için de sadece zihnen çağdaş, batılı değerleri benimsemek yeterli değildir. Bu değerleri<br />
hayata geçirecek beden ve ruh sağlığına sahip bir nesle ihtiyaç duyulmaktadır.<br />
Bu hedefe ulaşabilmek için, sağlıklı, diri, güçlü, üretken dinamik bir toplum<br />
oluşturmanın önünde bir engel teşkil eden ve salgın hale gelen, frengi, bel soğukluğu<br />
gibi hastalıklarla mücadele etmek ve onları sorun olmaktan çıkarmak gerekmektedir.<br />
Aslında zührevi hastalıklarla mücadele I. Dünya savaşı yıllarında başlamıştır.<br />
18.10.1915 tarihinde bu hastalıkların yayılmasını önlemek için özel bir teşkilat<br />
kurulmuş ve Emraz-ı Zühreviyyenin Men-i Sirayeti Hakkında başlıklı bir nizamname<br />
çıkarılmıştır 13.<br />
I. Dünya savaşında Türkiye bilhassa İstanbul servet ve sefaleti birlikte yaşar. Bu<br />
dönemde geleneksel Osmanlı gelir bölüşümü bozulmuştur 14. Bu bozuluş, Ahmet<br />
Rasim’in; Eski fuhuş çöktü. Fakat, güya çirkefe atılmış bir taş gibi bütün pislikler etrafa serpildi.<br />
Eskiden birkaç mahalleye sıkışıp kalmış olan içtimai rezillik yılan gibi kovuktan kovuğa<br />
sokularak evden eve tünel açtı; yeni fuhuş başladı. Yeni rezalet yerleri açıldı. Muhtelif semtlere<br />
saldırarak dallı budaklı bir şekil aldı. Bilhassa İslam içtimai terbiyesini yaraladı. Ondan sonra<br />
türlü şenaatleriyle ne mal olduğu anlaşıldı. Umumî Harp, onu seferber hale koydu. Bu büyük<br />
hercümerç esnasında idi ki aile rabıtaları, hürmetleri tekayyütleri gevşedi. Zaruret, sefalet açlık,<br />
kimsesizlik dertleri şiddet peyda ettikçe bu dert dört tarafa saldırdı. Birkaç sene içinde böyle bir<br />
görenek olup kaldı 15 şeklindeki sözlerinden de anlaşılacağı üzere cihan harbi ile birlikte<br />
fuhuş son derece yaygınlaşmış ve toplum ahlakî bir çöküntüye uğramıştır.<br />
İşte bu ortamda Türk İnkılâpçıları Osmanlı’dan devraldıkları bu toplumsal<br />
bunalımdan kurtulmak için çare üretmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu<br />
doğrultuda 12.11.1933 tarihinde ve 27.08.1934 tarihinde kabul olunan kararnameler 16<br />
örneklerinde görüldüğü şeklde yasal tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Toplumun kanayan<br />
yarası olan bu konu ile ilgili olarak genelevlerin açılması yolu ile fahişelerin kontrol<br />
altına alınabilmesi dahil birçok görüş tartışılmış ve ortaya atılan teklifler uygulamaya<br />
yansıtılmıştır 17.<br />
Cumhuriyet Türkiye’sinde zührevî hastalıklarla mücadelede ön görülen tedbirler<br />
şunlardır;<br />
1. Ceza kanununa şiddetli hükümler koyma<br />
2. Kendilerine bir iş bulunduğu halde gitmeyerek fuhşa devam edenlerin<br />
tecziyesi<br />
3. Hasta olduğu halde başkaları ile münasebette bulunanların ağır surette<br />
cezalandırılması<br />
4. Mecburî tedavi usulü<br />
5. Dispanserler<br />
6. Halkı teyakkuz ve intibaha davet edecek neşriyat 18<br />
Mektupları”. Yeşil Tire, S. 15 (01. 04. 1932), s.2-4<br />
13 Zafer Toprak, “İstanbul’da Fuhuş ve Zührevi Hastalıklar 1914-1933”, Tarih ve Toplum, S. 39 ( Mart<br />
1987), s.32<br />
14 Toprak, agm, s. 31<br />
15 Toprak, agm, s.31<br />
16 BCA(Belgede Dos. No yok) Yer No: 40/80/2; BCA Dos. No:198/25<br />
17 BCA Dos. No: 198/28<br />
18 BCA Dos. No: 198/28
Bekir KOÇLAR 113<br />
Görüldüğü gibi devletin konu ile ilgili ön gördüğü tedbirlerden biri de halkı<br />
yayın yolu ile bilgilendirmek ve şuurlandırmaktır. İşte bu noktada Kurtuluş Yolu<br />
<strong>dergisi</strong>nde yayınlanan sağlık yazılarının önemi ortaya çıkmaktadır.<br />
Sonuç olarak, inkılâp şuuru içinde yapılan ve kazanılan bu mücadele, tek başına,<br />
Türk inkılâpçısının eylem gücünü gösteren önemli bir başarı olarak değerlendirilebilir.<br />
Bir seferberlik şuuruyla hareket edilerek, hem sıhhî, hem de <strong>sosyal</strong> yaralar açan bir<br />
sorunun üstesinden gelinmeye çalışılmıştır. Böyle bir mücadelenin, sadece merkezin<br />
inanmışlığı ve kararlılığıyla kazanılmasının imkansız olduğu, bu konuda taşranın<br />
bilinçlendirilmesi gerekliliği inkılâpçılar tarafından görülmüştür. İşte bu amaçla<br />
taşradaki derneklere ve yayın organlarına eylem içinde son derece etkin bir rol<br />
verilmiştir. Bu makalede konu edindiğimiz Kurtuluş Yolu <strong>dergisi</strong> de, yaptığı yayınlarla bu<br />
misyonun gereğini yerine getirmiştir. Böylece Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı<br />
Devleti’nden devraldığı, sadece sağlık yönünden değil, toplumsal açıdan da bir açmaz<br />
oluşturan bir sorunun çözümünde önemli katkılarda bulunmuştur.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta Kazasının İdari<br />
Durumu ve Avarız Hane Kayıtlarının Isparta’nın Nüfus<br />
Tahminlerinde Kullanılamayacağına<br />
Dair Bir Deneme<br />
Fahrettin TIZLAK ∗<br />
Giriş<br />
Bilindiği üzere masraf defterleri, Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyıldan sonra terk edilen<br />
tahrir uygulamasından sonra vilayetlerin masraf ve gelirlerinin tespit ve tahsili için<br />
oluşturulan defterlere verilen isimdir. Bu defterler tutulurken yöre halkının nüfus<br />
potansiyeli, ekonomik gücü vb. özellikleri dikkate alınmıştır. Dolayısıyla Isparta’da da<br />
bu türden defterler oluşturularak sancak idaresinin masraflarının yöre halkından<br />
karşılanması yoluna gidilmiştir. Bu uygulamalara dair kayıtlar da kadılar tarafından<br />
şer’iyye sicillerine kaydedilmiştir.<br />
Bu çalışmamızda söz konusu kayıtları esas almak suretiyle ilk önce XIX. yüzyılın<br />
ilk çeyreğinde Isparta’nın idari durumu hakkında, sonra da Osmanlı tarih<br />
araştırmalarında bir yerin nüfusunun tespitinde zaman zaman başvuru kaynağı<br />
durumundaki avarız defterlerinin Isparta kazasında bu maksatla kullanımının mümkün<br />
olup olmadığı hakkında birtakım tespitlerde bulunulmaya çalışılacaktır.<br />
1- XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta’nın İdari Yapısı<br />
Isparta, XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde, Anadolu Eyaleti’ne bağlı 1 ve bünyesinde aşağıda<br />
zikredilecek olan kazalar yanında, Burdur ve çevresini ilgilendiren bir birim olan<br />
Tirkemiş Hassı’nı da 2 barındıran Hamid-İli Sancağı’nın 3 merkezi olan bir kazadır.<br />
a- Isparta’nın Mahalleleri<br />
Belirtilen dönemde Isparta kazası dâhilinde yer alan mahallelerin isimleri, şer’iyye<br />
sicillerinde yer alan masraf defterlerinden istifade edilmek suretiyle aşağıdaki tabloda<br />
alfabetik sırayla verilmiştir.(Bkz., Tablo 1) Bu yapılırken çeşitli tarihlerde mahallelerden<br />
alınan vergiler de kuruş olarak verilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, tabloda bazı<br />
mahallelerin değişik tarihlerde ödedikleri vergi miktarlarına yer verilmemiştir. Bunun<br />
∗ Prof.Dr.,SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü<br />
1 Isparta Şer’iyye Sicili(Bundan sonra IŞS), 178–180, s. 6.<br />
2 Tirkemiş Hassı hakkında bilgi için tarafımızdan yapılan "Osmanlı Döneminde Burdur İçin Kullanılan<br />
İsimler", (Burdur Araştırmaları, S. 3, (Haziran 2002), Ankara, 2002, s. 75–84) isimli çalışmaya bakılabilir.<br />
3 IŞS, 179, 4.
Fahrettin TIZLAK 115<br />
da nedeni, tabloda vergi miktarının belirtilmediği yıllara ait masraf defterlerinde o<br />
mahalleden vergi alınmamış olmasıdır. Kanaatimize göre bunun da nedeni, söz konusu<br />
mahallelerin o tarihlerde başka yükümlülüklerinin olmasıdır. Fakat şimdilik bu<br />
yükümlülüklerin neler olduğu tespit edilememiştir. Çünkü bu husus daha kapsamlı bir<br />
araştırmayı gerektirmektedir.<br />
Tablodan da anlaşılacağı üzere incelediğimiz dönemde Isparta’nın 32 tane<br />
mahallesi vardır. Bu rakam bize tarihsel süreç içersinde Isparta şehrinin en azından<br />
mahalle sayıları açısından gelişime tabi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü XVIII.<br />
yüzyılın ilk yarısında Isparta’da mevcut 28 mahalle sayısına 4 göre, XIX. yüzyılın ilk<br />
çeyreğine doğru mahalle sayısı artmıştır. Bu da Akar, İncir, Ermeniyye ve Saçmacı<br />
isminde yeni mahallelerin kurulmasından kaynaklanmıştır. Zikredilen bu mahalleler<br />
XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki kayıtlarda yer almamaktadır. Nitekim bunlardan Ermeni<br />
Mahallesi’nin XVIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulduğu bilinmektedir 5. Tablodaki<br />
bilgilere bakılırsa ele aldığımız dönemde bu mahallenin nüfus ve ekonomik güç<br />
yönünden İli Sücü ile Germiyan mahalleleri arasında yer aldığı görülmektedir.<br />
Aşağıda yer alan veriler dikkate alındığında masraf defterlerinin<br />
oluşturulmasındaki temel esprilerden olan ekonomik güç ve nüfus itibariyle büyüklük<br />
açısından Çavuş Mahallesi’nin birinci sırada, Temel Mahallesi’nin ikinci sırada ve<br />
Karaağaç Mahallesi’nin de üçüncü sırada yer aldığı dikkat çekmektedir. Tablodaki<br />
verilere bakıldığında aynı hassasiyetler itibariyle Saçmacı Mahallesi’nin Isparta’nın en<br />
küçük mahallesi olduğu görülmektedir. Bu sıralamada İli Sücü Mahallesi’nin ikinci<br />
sırayı, Germiyan Mahallesi’nin de üçüncü sırayı aldığı görülmektedir. Şer’iyye<br />
sicillerinde yer alan bilgilerden hareketle Isparta’nın mahalleleri konusunda böyle bir<br />
değerlendirme yapmamızda az önce de belirtildiği üzere Osmanlı Devleti’nde bu tür<br />
vergilerin, yerleşim yerlerinde yaşayan insanların gerek sayısı ve gerekse ödeme<br />
güçlerinin dikkate alınması suretiyle tahsil edilir olmasının etkisi vardır.<br />
Mahalle Adı<br />
Tablo 1: XIX. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Isparta Merkez Kazanın Mahalleleri<br />
1794-1795’de<br />
kuruş olarak<br />
alınan vergi<br />
miktarı 6<br />
21 Aralık<br />
1801’de kuruş<br />
olarak alınan<br />
vergi miktarı 7<br />
15 Ağustos<br />
1816’de kuruş<br />
olarak alınan<br />
vergi miktarı 8<br />
10 Aralık<br />
1821’de kuruş<br />
olarak alınan<br />
vergi miktarı 9<br />
1826–1827’de<br />
kuruş olarak<br />
alınan vergi<br />
miktarı 10<br />
4 M. Sadık Akdemir, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında(Sosyal- Ekonomik ve Kültürel Hayat), Isparta, Isparta,<br />
2008, s. 65-84.<br />
5 Böcüzade <strong>Süleyman</strong> Sami, Kuruluşundan Bugüne Kadar Isparta Tarihi, Bugünkü Dile çeviren: Dr. <strong>Süleyman</strong><br />
Eren, İstanbul, 1983, s. 30.<br />
6 IŞS, 178–180, s. 4. Yukarıda kuruş cinsinden verilen rakamların alım gücü hakkında bir fikir vermesi<br />
açısından şu açıklamanın yapılmasında fayda vardır diye düşünüyoruz. Osmanlı para düzeninde 1 kuruş 40<br />
paraya tekabül etmektedir. Isparta halkının çok rağbet ettiği erkeç etinin(Bkz, Böcüzade, a.g.e., s.<br />
34)1789’larda Isparta’daki satış fiyatı 1 kıyyesi(1.282 kg.) 6 para, sadeyağın kıyyesi de 32 paradır(Bkz., IŞS,<br />
177, s. 153). Bu durumda belirtilen tarihlerde 1 kuruş ile yaklaşık 9 kg. erkeç eti veya yine yaklaşık 1.5 kg.<br />
sadeyağ alınabilmektedir.<br />
7 IŞS, 179, s. 9.<br />
8 IŞS, 179, s. 11.<br />
9IŞS, 182, s. 5. (Bu defter İç-il mutasarrıfı Selim Paşa’nın sürücülük görevi vesilesi ile iki gece Isparta<br />
kalmasına ait masrafların kaza halkından karşılanması amacıyla oluşturulmuştur.)<br />
10 IŞS, 181, s. 106.
116 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta Kazasının İdari Durumu ve Avarız Hane…<br />
Akar 111.5 356 173.5<br />
Cami-i Atik 189 68.5 225 436.5 153<br />
Cedid 26.5 20 60 26.5 36<br />
Çavuş 514 193 610 302.5 434<br />
Çelebiler 189 68.5 225 109.5 153<br />
Debbağhâne 160.5 56.5 195 95 132<br />
Dere 189.5 35 131.5 64.5 90<br />
Doğancı 147.5 51.5 176.5 86.5 122<br />
Emre 173.5 244<br />
Ermeniyye 26.5 36<br />
Evran 63 22.5 77 29 41<br />
Fazlullah 228 84.5 274 109.5 153<br />
Germiyan 35 17.5 171 31.5 44<br />
Hacı Elfi 189 68.5 225 153<br />
Hacı İvaz 233 86.5 260 90 126<br />
Hisar Efendi 160.5 56.5 195 95 133<br />
Hoca-zâde 188 68.5 225 109.5 153<br />
İğneci 11 61 30 101 83<br />
İli Sücü 9 4.5 10 7 9<br />
İncir 101 59<br />
İskender 97.5 27.5 112 49 69<br />
Karaağaç 443 167.5 534 260 35<br />
Keçeci 189.5 68.5 225 109.5 153<br />
Kemer 396 146.5 480.5 236.5 331<br />
Saçmacı 2.5 9<br />
Sülü Bey 160.5 56.5 195 95 133<br />
Şeyh 147.5 56.5 134.5 83.5 116<br />
Tekke 119 44.5 140 71.5 102<br />
Temel 514 193 610 302.5 424<br />
Yayla-zâde 278.5 104.5 340 168 235<br />
Yenice 189 68.5 226 109.5 153<br />
Zımmıyan -<br />
b- Isparta’nın Köyleri<br />
Aynı şekilde, ele alınan dönem içersinde Isparta merkez kazaya ait köylerin isimlerini<br />
de şer’iyye sicillerinde yer alan masraf ve avarız defterlerinden çeşitli tarihlerde tahsil<br />
edilen vergi miktarları ile birlikte tespit edebilmekteyiz.(Bkz., Tablo 2). Buna göre XIX.<br />
yüzyılın ilk yarısında Isparta merkez kazaya bağlı 19 adet köy bulunmaktadır. Aşağıdaki<br />
köy isimleri XVIII. yüzyılın ilk yarısında Isparta’ya ait köylerle karşılaştırıldığında, o<br />
dönemde olmayan iki yeni köyün Isparta köyleri arasına sonradan katıldığı<br />
anlaşılmaktadır 12. Yani, aradan geçen zaman içersinde merkez kazaya bağlı olarak<br />
Çavuş ve Tarla Yeri isimli iki yeni köy kurulmuştur.<br />
Alfabetik sırayla verilen köylerden değişik tarihlerde tahsil edilen vergilere dikkat<br />
edilecek olursa gerek nüfus potansiyeli açısından en büyük ve gerekse ekonomik güç<br />
11 Bu mahallelerden İğneci’nin adı Köstüklü tarafından İneci, Şeyh’in adı da Şıh olarak okunmuştur. Bkz.,<br />
a.g.e., s. 14.<br />
12 XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki köyler için bkz., Akdemir, a.g.e., s. 87-96.
Fahrettin TIZLAK 117<br />
açısından en kuvvetli olan köyün Lağos olduğu, ondan sonra ise Sav ve Ali köylerinin<br />
sıralamada yer aldıkları görülmektedir.<br />
Tablo 2: XIX. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Isparta Merkez Kazaya Bağlı Köyler<br />
Köyler<br />
1794<br />
1795’de<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 13<br />
Haziran<br />
1797’de<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 14<br />
21 Aralık<br />
1801’de<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 15<br />
1807<br />
1808’de<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 16<br />
15 Ağustos<br />
1816’da<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 17<br />
10 Aralık<br />
1821’de<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 18<br />
1826<br />
1827’de<br />
kuruş<br />
cinsinden<br />
alınan<br />
vergi 19<br />
Akmescit 15 avarız 15 avarız<br />
hanesi hanesi<br />
Ali 367 131 451.5 202 272<br />
Çavuş 61.5<br />
Çünür 29.5 17.5 104.5 44<br />
Dâr-ı<br />
viran<br />
177 63.5 90 114<br />
Deregömü 230 92 300 118.5 166<br />
Diyadin 86 37 109 36 85<br />
Hacılar-ı<br />
Sağir<br />
367 87.5 288 143 200<br />
Hacılar-ı<br />
Kebir<br />
253 114.5 397 191.5 261<br />
Evlenkene 8.5 avarız<br />
hanesi<br />
Geyran 156 49 192.5 93.5 129<br />
Kışla 105 33.5 122.5 63 89<br />
Kayı 74 - 22.5 32<br />
Lağos 444 158.5 539.5 253 355<br />
Manasun 22 avarız 22 avarız<br />
hanesi hanesi<br />
Örencik 8 avarız 8 avarız<br />
hanesi hanesi<br />
Sav 416 160.5 524 25 346<br />
Savcı 11 avarız 11 avarız<br />
hanesi hanesi<br />
Tarla Yeri 211.5<br />
13 IŞŞ, s. 178–180, s.4.<br />
14 IŞS, 178–180, s. 4.<br />
15 IŞS, 179, s. 9.<br />
16 IŞS, 179, s. 103.<br />
17 IŞS, 179, s. 11.<br />
18 IŞS, 182, s. 5.<br />
19 IŞS, 181, s. 106.
118 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta Kazasının İdari Durumu ve Avarız Hane…<br />
Yukarıdaki tablo incelendiğinde Akmescit, Örencik, Savcı, Ülengüme ve<br />
Evlenkene köylerinin isimlerinin masraf defterlerinde geçmediği ve dolayısıyla bu<br />
köylerden genellikle avarız vergisinin alınmış olduğu görülecektir.<br />
Öte yandan burada üzerinde durulması gereken önemli bir başka konu da,<br />
Davraz dağının eteklerinde bulunan ve günümüzde Darıören veya Darıviran 20 diye<br />
telaffuz edilen ve hatta bazı akademik çalışmalarda da bu şekilde zikredilen 21 köyün<br />
ismi konusundaki bir yanlışın düzeltilmesidir. Çünkü ele aldığımız dönemle ilgili olan<br />
Isparta şer’iyye sicillerinde yapmış olduğumuz taramalarda bu köyün isminin sadece<br />
H.1209(M. 1794–1795) ve H. 1210(M. 1795–1796) tarihli iki kayıt hariç olmak üzere 22<br />
Dâr-ı virân şeklinde yazılmış olduğu görülmüştür 23. Az önce belirtine 22 numaralı<br />
dipnotta yer alan iki kayıtta bu köyün adı yazılırken “darı” kelimesindeki “r” harfinden<br />
sonra “ı sesini veren “y” harfi kullanılmıştır. Dolayısıyla sadece bunlarda “darı”<br />
şeklinde bir yazım söz konusudur. Bunun dışındaki bütün kayıtlarda bu köyün adı,<br />
yıkık yer, viran yurt veya viran yer anlamına gelecek şekilde “ı” sesini veren “y” harfi<br />
olmaksızın Dâr-ı virân şeklinde yazılmıştır. Bu durumda, Böcüzade’nin bu köyün<br />
adının nereden geldiği konusunda, söz konusu yerde genellikle akdarı ve kumdarı ekilir<br />
bundan dolayı Darıveren şeklinde anılır 24 manasındaki açıklamasının bir geçerliliği<br />
kalmamaktadır.<br />
c- XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta’nın Kazaları<br />
Ele alınan dönemde Hamit sancağına bağlı kazaların tespitinde bize yardımcı olan yine<br />
şer’iyye sicillerinde bulunan masraf defterleridir. Söz konusu defterlere göre değişik<br />
tarihlerde tahsil edilen vergi miktarları birlikte Hamit sancağının kazaları aşağıda bir<br />
tablo halinde verilmiştir.(Bkz., Tablo 3).<br />
Ancak burada dikkatimizi çeken bir husus vardır. O da tabloda belirtilen masraf<br />
defterleriyle Köstüklü’nün çalışmasında Isparta kazaları arasında zikredilmeyen 25 bir<br />
kaza olan İncirpazarı’nın da Hamit sancağına bağlı bir kaza olmasıdır. Çünkü H.<br />
1215(M. 1800–1801) tarihinde Hamit sancağından istenen 200 adet kalyoncu askeri<br />
bedelinin tahsiline ait bir defterde bu yerleşim biriminin de adı geçen sancağa bağlı bir<br />
kaza olduğu ve buradan 314 kuruş tahsil edildiği görülmektedir 26. 1825–1826 yıllarında<br />
Hamit sancağından 150 adet asker istenmesine ait bir kayıtta da burasının hissesine<br />
düşen 3 askerle yine bu sancağa bağlı bir kaza olduğu zikredilmektedir 27. Aynı şekilde<br />
burası 1826 tarihli bir avarız defterinde de 24,5 hanelik bir avarız hanesi ile Hamit<br />
sancağı kazaları arasında yer almaktadır 28.<br />
20 Böcüzade, a.g.e., s. 36; Isparta İl Yıllığı 1973, s. 40. Diğer yıllıklarda da benzer isimlendirme söz<br />
konusudur. Mesela Isparta İl Yıllığı1967, s. 17.<br />
21 Bkz., Köstüklü, a.g.e., s. 16; Akdemir, a.g.e., s. 92-93.<br />
22 IŞS, 178–180, s. 14, 19.<br />
23 Dâr-ı virân şeklindeki yazım için IŞS 177(s. 75); 178–180(s.4, 30.31.34, 35, 88, 105, 106); 179(s. 5, 18,<br />
30, 35, 90); 181 ve 182 numaralı Isparta şer’iyye sicillerindeki kayıtlara bakılabilir.<br />
24 Böcüzade, a.g.e., s. 36. Böcüzade’nin kaynak gösterilmesi ile yapılan benzer bir değerlendirme için bkz.,<br />
Akdemir, a.g.e, s. 92-93.<br />
25 Köstüklü a.g.e., s. 13.<br />
26 IŞS, 179, s. 4.<br />
27 IŞS, 181, s. 121.<br />
28 IŞS, 181, s. 45.
Kaza adı<br />
Fahrettin TIZLAK 119<br />
Tablo 3: XIX. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Hamit Sancağı Kazaları<br />
1800–1801’de<br />
alınan kuruş<br />
cinsinden vergi 29<br />
1809’da alınan<br />
kuruş cinsinden<br />
vergi 30<br />
1821–1822’de<br />
alınan kuruş<br />
cinsinden vergi 31<br />
Isparta 1461 2915 1096 6443.5<br />
Afşar 1012 2162.5 775.5 4515<br />
Ağlasun 967 2127.5 239 4395.5<br />
Ağros 946 2061 721.5 4204.5<br />
Barla 516 1117.5 392.5 2299<br />
Eğirdir 1514 3394 1160.5 6799.5<br />
Gönen 296 551 231.5 1254<br />
Hoyran 313 1175 240 1402.5<br />
İncir 314 629.5 237 1406<br />
Karaağaç 1733 3680.5 1342.5 7723.5<br />
Keçiborlu 705 1575.5 544<br />
Pavlı 1271 2859 225.5 1894<br />
Uluborlu 1578 3527.5 1212.5 7851.5<br />
1826–1827’de<br />
alınan kuruş<br />
cinsinden vergi 32<br />
Yalvaç 2318 6440 1786.5 10416.5<br />
Nahiye-i<br />
Kartoz33 ve<br />
Kesme<br />
İncirpazarı<br />
11 1894<br />
Yukarıdaki veriler masraf defterlerinin oluşturulmasındaki ana hareket noktaları<br />
açısından incelendiği takdirde ele alınan dönemde Hamit Sancağı’nın gerek nüfus<br />
potansiyeli ve gerekse ekonomik güç yönünden en kuvvetli kazasının Yalvaç olduğu<br />
görülecektir. Çünkü bu kazadan sırasıyla 1800–1801 tarihinde 2318 kuruş, 1809<br />
tarihinde 6440 kuruş, 1821–1822 tarihinde 1786,5 kuruş ve 1826–1827 tarihinde<br />
10416,5 kuruş vergi alınmıştır. Bu değerlendirmemiz 1831 nüfus sayımındaki verilerle<br />
de uyuşmaktadır. Çünkü belirtilen tarihte burasının 7.930 nüfusla Hamit Sancağı<br />
kazaları içinde en büyük yerleşim birimi olduğu görülmektedir 34. Tablodaki verilere<br />
göre ekonomik güç ve nüfus potansiyeli açısından Hamit Sancağı kazaları içinde<br />
Yalvaç’ı sırasıyla Karaağaç ve Uluborlu izlemektedir ki, Isparta merkez kaza bunlardan<br />
sonra dördüncü sırada gelmektedir.<br />
29 IŞS, 179, s. 4. 1800–1801 tarihli masraf defterinden.<br />
30 IŞS, 178–180, s. 6. 1809 tarihli masraf defterinden.<br />
31 IŞS, 182, s. 4. 1821–1822 tarihli masraf defterinden.<br />
32 IŞS, 181, s. 106. 1826-1827’de donanma için istenen bedel defterinin taksimi.<br />
33 Günümüzde Sütçüler ilçesine bağlı Yaylabeli beldesi.<br />
34 Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830–1914), İstanbul, 2003, s. 152
120 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta Kazasının İdari Durumu ve Avarız Hane…<br />
2- Isparta Şer’iyye Sicillerinin Nüfus Tahminlerinde Kullanılamayacağı<br />
Hususu<br />
Malum olduğu üzere Osmanlı tarihi araştırmalarında bir yerin nüfusunun tespitinde<br />
özellikle 1830’lu yıllara kadar kullanılan kaynaklar arasında, her ne kadar güvenilir<br />
olmasa da o yerin şer’iyye sicillerinde bulunan avarız defterleri yer almaktadır. Nitekim<br />
bu alanda bazı araştırmacılar tarafından hususi çalışmalar da yapılmıştır 35. Bu defterler,<br />
Tanzimat’a kadar Osmanlı’da olağanüstü durumlarda ve özellikle savaş zamanlarında<br />
savaş masraflarını karşılamak üzere halkın doğrudan merkezi yönetime vermek<br />
zorunda olduğu her türlü hizmet ve para şeklindeki verginin adı olan avarız veya<br />
avarız-ı divaniye diye de bilinen vergilerin 36 tahsili için tutulan defterlerdir.<br />
Osmanlı söz konusu vergiyi tahsil ederken yerleşim yerlerini avarız hanesi<br />
denilen itibari hanelere taksim etmiştir. Bu taksim işlemi yapılırken de vergi alınacak<br />
olan ünitenin iktisadi ve beşeri durumları dikkate alınmıştır 37. Dolayısıyla bir avarız<br />
hanesi, tek bir ailenin oturduğu ev anlamına gelmemekte, malı mülkü olan, bir miktar<br />
araziyi tasarruf eden kişilerden belli bir nispete göre tespit edilmiş olan ve evli-bekâr<br />
erkeklerden oluşturulan itibari bir hanedir. Bu hanenin içersinde beldeden beldeye<br />
değişen gerçek haneler yer almaktadır. Bu gerçek hanelerin sayısı ise, 3 ile 15 arasında<br />
olabildiği gibi, daha da fazla olabilmekteydi 38. Bazı tarih araştırmacıları işte bu hareket<br />
noktalarından hareketle bir avarız hanesinin ihtiva ettiği gerçek hane sayısını, bir<br />
gerçek hanenin ifade ettiği öngörülen 4 veya 5 sayısı ile çarparak bir beldenin nüfus<br />
tahmini yoluna gitmeye çalışmışlardır. Biz de bu yöntemi Isparta mahalle ve köylerinin<br />
nüfuslarının tespitinde kullanılabilirliğine bakmaya çalıştık. Fakat bunda başarılı<br />
olamadık. Çünkü her yerdeki sicil kayıtlarında bir avarız hanesinin kaç gerçek haneye<br />
tekabül ettiğine dair kayıtlar bulunmayabiliyordu. Nitekim Isparta şer’iyye sicilleri için<br />
de durum böyledir. Bundan dolayıdır ki aslında az önce de belirtildiği üzere avarız<br />
hanesi, itibari bir rakam olduğu için nüfus tahminlerinde kullanılması yanlış sonuçların<br />
da elde edilmesine sebep olabilmektedir. Çünkü defterlerde bir avarız hanesinin ne<br />
kadar gerçek haneye denk geldiği konusunda açıklama yoktur 39. Bu durum Isparta için<br />
de aynısıyla vaki olmuştur. Yani yapmış olduğumuz araştırmalarda Isparta şer’iyye<br />
sicillerinde bulunan avarız defterlerine dayalı olarak bir nüfus tahmininde<br />
bulunulamayacağı bizatihi görülmüştür. Bu hususla ilgili olarak şer’iyye sicillerde belirli<br />
bir dönemi esas alarak yapmış olduğumuz taramalar sonucunda Isparta’nın mahalle ve<br />
köyleri bazında iki ayrı tablo hazırlanmış ve bunlar aşağıda verilmiştir.(Mahalleler için<br />
bkz., Tablo 4; Köyler için bkz., Tablo 5).<br />
35 Bu konuda bkz., Ömer Lütfi Barkan, “Avarız”, İA, c. 2, İstanbul, 1979, s. 13-19; Nejat Göyünç,<br />
“Hane”deyimi hakkında”, İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Ord. Prof. Dr. İ. Hakkı Uzunçarşılı Hatıra sayısı,<br />
S. 32, İstanbul, 1979, s. 331–348.<br />
36 Barkan; a.g.m., s. 13.<br />
37 Mustafa Öztürk, “1616 Tarihli Halep Avarız-Hane Defteri”, OTAM, S. 8, Ankara, 1999, s. 252.<br />
38 Ömer Lütfi, a.g.m., s. 15; Mustafa Akdağ; Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi 2, Ankara, 1979, s. 283;<br />
Rifat Özdemir, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Ankara, 1986, s. 100-101; Öztürk, a.g.m., s. 253.<br />
39 Öztürk, a.g.m., s. 253.
Fahrettin TIZLAK 121<br />
Tablo 4: Isparta Kazasına Bağlı Mahallelerin XIX. Yüzyıl Başlarındaki Avarız Hane<br />
Sayıları<br />
5 Haziran 1791<br />
Mahalle Adı<br />
40 Haziran 179741 1807–180842 Akar<br />
Cami-i Atik 3 3 3<br />
Cedid<br />
Çavuş<br />
6.5 kuruş(hane<br />
sayısı verilmemiş)<br />
1 1<br />
Çelebiler 2 2 2<br />
Debbağhâne 2 2 2<br />
Dere 2 2 2<br />
Doğancı<br />
Emre<br />
2 3 2<br />
Ermeniyye 1<br />
Evran 1 1 1<br />
Fazlullah 1 1 1<br />
Germiyan 1 1 1<br />
Hacı Elfi 2 2 2<br />
Hacı İvaz 2 2 2<br />
Hisar Efendi 2 2 2<br />
Hoca-zâde 1 1<br />
İğneci 1 1 1<br />
İli Sücü<br />
İncir<br />
10 kuruş(hane<br />
sayısı verilmemiş)<br />
1 1<br />
İskender 2 2 2<br />
Karaağaç 2 1 2<br />
Keçeci<br />
Kemer<br />
Saçmacı<br />
2 2 2<br />
Sülü Bey 2 2 2<br />
Şeyh<br />
Tekke<br />
Temel<br />
0.5 1 2<br />
Yayla-zâde 2 2 2<br />
Yenice 3 3 2<br />
Zımmıyan 4 4 4<br />
40 IŞS, 177, s. 75. 5 Haziran 1791 tarihli avarız defterinden.<br />
41 IŞS, 178–180, s. 54. 1797 yılına ait Mal-ı avarız ve bedel-i nüzul mallarının tahsili ile ilgili defterden.<br />
42 IŞS, s. 179, s. 103. H. 1222(M. 1807–1808) yılına ait Mal-ı avarız ve bedel-i nüzul mallarının tahsili ile<br />
ilgili defterden.
122 XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta Kazasının İdari Durumu ve Avarız Hane…<br />
Tablo 5: Isparta Kazasına Bağlı Köylerin XIX. Yüzyılın İlk Başlarındaki Avarız Hane<br />
Sayıları<br />
Köyler 5 Haziran 1791 43 Haziran 1797 44 1807–1808 45<br />
Akmescit 1 1 1<br />
Ali<br />
Çavuş<br />
Çünür 7 7 7<br />
Dâr-ı viran 2 2 2<br />
Deregömü 2 2 2<br />
Diyadin 1 1 1<br />
Örencik 0.5 0.5 0.5<br />
Geyran 0.5 0.5 0.5<br />
Hacılar-ı Sağir 8 8 8<br />
Hacılar-ı Kebir 6 6 6<br />
Kayı 6 6 2<br />
Kışla 7 7 7<br />
Lağos 0.5 0.5 0.5<br />
Manasun 1 1 0.5<br />
Sav 4 4 4<br />
Savcı 2 2 2<br />
Tarla yeri<br />
Evlenkene 0.5 0.5<br />
Ula Tekke 0.5<br />
Tablolar incelendiğinde dikkatimizi çeken başlıca hususlar şunlar olmuştur. Bir<br />
kere, araştırmamız için esas aldığımız üç ayrı tarihte de gerek mahalle olsun ve gerekse<br />
köy olsun yerleşim birimlerinin avarız hanesi sayılarının aynı kalmıştır. Bu ise söz<br />
konusu yerleşim birimlerinin tamamının nüfuslarının 1791’den 1808 yılına kadar hiç<br />
artmadığı anlamına gelmektedir. Bu ise tarihsel ve <strong>sosyal</strong> gerçeklere aykırı bir<br />
durumdur. Çünkü uzun yıllar bir yerleşim yerinin nüfusunun hiç artmaması veya hiç<br />
eksilmemesi mümkün değildir. Sicillerdeki avarız kayıtları bize bu konuda hiç fikir<br />
vermemektedir. İkinci olarak, mesela mahallelerle ilgili tablo izlendiğinde görülecektir<br />
ki, Akar, Çavuş, Emre, İncir, Kemer, Saçmacı, Tekke ve Temel mahallelerine ait hiçbir<br />
avarız hanesi kaydı sicillerde yer almamıştır. Aynı şekilde şer’iyye sicillerinde Ali, Çavuş<br />
ve Tarla Yeri köylerine de ait avarız kayıtlarına yer verilmemiştir. Buralarla ilgili<br />
kayıtların neden yer almadığını burada tartışacak değiliz. Ama bizi burada asıl<br />
ilgilendiren husus, avarız vergisi ile ilgili verilere göre söz konusu yerleşim yerlerinin<br />
nüfusları hakkında hiçbir yorum yapılamayacağıdır. Üçüncü olarak dikkatimizi çeken<br />
43 IŞS, 177, s. 75. 5 Haziran 1791 tarihli avarız defterinden.<br />
44 IŞS, 178–180, s. 54. 1797 yılına ait mal-ı avarız ve bedel-i nüzul mallarının tahsili ile ilgili defterden.<br />
45 IŞS, s. 179, s. 103. H. 1222(M. 1807–1808) yılına ait Mal-ı avarız ve bedel-i nüzul mallarının tahsili ile<br />
ilgili defterden.
Fahrettin TIZLAK 123<br />
husus ise, 1791 tarihli avarız hane kayıtlarında bütün mahallelere ait avarız hane sayıları<br />
belirtilmişken Cedid ve İli Sücü mahallelerine ait sadece buralardan alınan verginin<br />
miktarının yazılmış olmasıdır. Dolayısıyla avarız hane kayıtlarına göre 1791 yılında<br />
Isparta mahallelerinin nüfusu hakkında diyelim ki elimizde bir avarız hanesinin kaç<br />
gerçek haneye tekabül ettiği ile ilgili bir veri olsa bile, zikredilen iki mahallenin nüfusu<br />
ile ilgili bir yorum yapmak mümkün görünmemektedir.<br />
Sonuç<br />
XIX. yüzyılın ilk başlarında Anadolu Eyaleti’ne bağlı Hamid Sancağı’nın merkez kazası<br />
olan Isparta, bağlı olduğu sancağın kazaları içersinde ekonomik güç ve nüfus itibariyle<br />
dördüncü sırada yer almaktadır. Çünkü bu konuda birinci sırada yer alan kaza<br />
Yalvaç’tır. Sıralamada Karaağaç ikinci, Uluborlu ise üçüncü sırada yer almaktadır.<br />
İncelediğimiz dönemde Isparta merkez kazanın 32 tane mahallesi mevcuttur ve<br />
bunlardan Akar, İncir, Ermeniyye ile Saçmacı XVIII. yüzyılın ilk yarısında olmayan,<br />
dolayısıyla yeni kurulan mahallelerdir. Sicillerdeki verilere göre Isparta kazasının<br />
mahalleleri arasında en büyük olanı Çavuş’tur. Bu mahalleyi sırasıyla Temel ve<br />
Karaağaç mahalleleri izlemektedir.<br />
Aynı dönemde Isparta merkez kazaya bağlı 19 adet köy bulunmaktadır ve<br />
kaynaklardan Çavuş ile Tarla Yeri köylerinin yeni kurulduğu anlaşılmaktadır. Köyler<br />
içerisinde gerek nüfus potansiyeli ve gerekse nüfus potansiyeli açısından Lağos’un en<br />
büyüğü olduğu Sav ile Ali köylerinin ise onu takip ettiği de aynı kaynaklardan<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Yukarıdaki çalışmamızda temel başvuru kaynağı durumundaki Isparta şer’iyye<br />
sicilleri kayıtlarından ortaya çıkan bir diğer gerçek de, bu defterlerde yer alan avarız<br />
hanesi kayıtlarının diğer bazı Osmanlı kazalarında olduğu gibi adı geçen kazanın nüfus<br />
tahminlerinde kullanılmasının mümkün olmadığı hususudur.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof.Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
XVIII. Yüzyıl Sonu ile XIX. Yüzyılın İlk Başlarında<br />
Isparta’da Fiyatlar<br />
(1789–1807)<br />
Fahrettin TIZLAK •<br />
Giriş<br />
Yapmış olduğumuz gözlemlerin neticesinde Isparta’nın Osmanlı dönemi şehir<br />
tarihçiliği ile ilgili olarak ve özellikle bu şehrin XIX. yüzyıldaki durumu hakkında<br />
bugüne kadar yapılmış olan çalışmaların gerek sayısal ve gerekse nitelik açısından<br />
yetersiz olduğu görülmüştür. Şu ana kadar bu alanda sadece Nuri Köstüklü 1 ve M.<br />
Sadık Akdemir’in 2 kalem oynattıklarını söyleyebiliriz. Malum olduğu üzere şehir tarihi<br />
çalışmalarında esas başvuru kaynağı ise şer’iyye sicilleridir. Ama ne yazık ki Isparta’ya<br />
ait şer’iyye sicillerinin de bu alanda yeteri kadar kullanıldığını söyleyebilecek durumda<br />
değiliz. Çünkü az önce belirtilen çalışmaların birinde bir adet, diğerinde de iki adet<br />
Isparta şer’iyye sicili kullanılmıştır. Az sayıdaki bu defterler ile Isparta’nın en azından<br />
Osmanlı dönemine ait geçmişinin tam olarak aydınlatılamayacağı pek tabiidir. Hâlbuki<br />
bugün elimizde Isparta’ya ait otuz civarında şer’iyye sicili mevcuttur. Dolayısıyla bu<br />
kaynaklar araştırmacıları beklemektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı, belirtilen<br />
alanlardaki eksikliklere dikkat çekmek ve bir nebze de olsa bu alandaki çalışmalara<br />
öncülük etmek adına böyle bir araştırmaya tarafımızdan teşebbüs edilmiştir. Çünkü<br />
şer’iyye sicilleri özellikle şehir tarihçiliği açısından zengin bilgiler içermektedir. Umarız<br />
ki bundan sonra konuyla ilgili daha detaylı araştırmalar yapılsın.<br />
Az önce de belirtildiği üzere biz bu çalışmamızda Isparta şer’iyye sicillerini ve<br />
dolayısıyla bu sicillerde yer alan kayıtları esas aldık. Çünkü söz konusu sicillerde<br />
Osmanlıdaki ekonomik düzenin bir gereği olarak Isparta’da görev yapan kadıların çarşı<br />
ve pazarlardaki fiyatları belirleme yetkilerini kullanmaları çerçevesinde zaman zaman<br />
verdikleri narh kayıtları yer almaktadır. Zaman zaman diyoruz çünkü bu kayıtlar,<br />
Osmanlı narh sistemi ile ilgili olarak yapılan bazı araştırmalarda belirtildiğinin aksine<br />
yılda iki defa olarak değil de onar günlük sürelerle verilmiştir 3. Ancak, şer’iyye<br />
• Prof.Dr.,SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü<br />
1 Nuri Köstüklü, 1820–1836 Yıllarında Hamid Sancağı ve Türkiye(182 Numaralı Isparta Şer’iyye Siciline Göre),<br />
Konya, 1993. Adından da anlaşılacağı üzere bu çalışmada bir adet şer’iyye sicili kullanılmıştır.<br />
2 M. Sadık Akdemir, XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Isparta(Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Hayat), Isparta, 2009.<br />
Sadık Akdemir’in çalışmasında ise iki adet Isparta şer’iyye sicili kullanılmıştır.<br />
3 Isparta Şer’iyye Sicili (Bundan sonra IŞS), defter numarası 179, sayfa 133.
Fahrettin TIZLAK 125<br />
sicillerinin günümüze tam olarak ulaşamamasında etkili olan ve araştırmacılarca malum<br />
olan sebeplerden dolayı olmalıdır ki bunların birçoğu günümüze kadar ulaşamamıştır.<br />
Bu nedenle Isparta şer’iyye sicillerindeki kayıtlar kronolojik olarak birbirini takip<br />
etmemektedir. Biz de ele aldığımız döneme ait bulabildiğimiz kayıtlardan istifade ile<br />
Isparta halkının XVIII. yüzyıl sonu ile XIX. yüzyılın başlarında tükettiği gıda maddeleri<br />
ile diğer bazı tüketim maddelerinin neler olduğunu ve bunlardan bazılarının fiyatlarının<br />
zaman içerisinde nasıl bir seyir izlediğini tespit etmeye çalıştık.<br />
Söz konusu kayıtlardan istifade edilerek XIX. yüzyılın ilk başlarında değişik<br />
tarihlerde Isparta pazarında narha tabi olan gıda ve bazı tüketim maddeleri aşağıda bir<br />
tablo halinde verilmiştir. Tabloda da görüleceği üzere Isparta kadıları herhangi bir<br />
tarihte pazarda satılan gıda maddelerinin fiyatlarını belirlerken ihtiyaç maddelerinin<br />
tamamını değil de bir kısmını dikkate alarak kısım kısım fiyat tayini yoluna gitmişlerdir.<br />
Hâlbuki Osmanlı düzeninde bazı yerlerde gerektiğinde birçok maddeyi içeren geniş<br />
hacimli narh defterleri oluşturulabildiği gibi 4, bazı yerlerde de birçok maddenin fiyatı<br />
tek bir seferde belirlenebilmiştir 5. Bu nedenle şer’iyye sicillerinde Isparta halkının<br />
tükettiği ihtiyaç maddelerinin tamamının bir defada fiyatlandırıldığına dair bir kayda<br />
şimdilik rastlanmamıştır. Dolayısıyla bu bilgilerin genelde Osmanlı narh düzeninin<br />
işleyişi açısından olmasa bile Isparta özelinde sistemin nasıl işlediğinin anlaşılması<br />
bakımından önemli olduğunu düşünüyoruz.<br />
Tablo: XIX. Yüzyıl Başlarında Isparta Pazarında Satılan Gıda ve İhtiyaç<br />
Maddeleri ve Fiyatları<br />
İhtiyaç<br />
maddeleri<br />
17<br />
Temmuz<br />
1789 6<br />
Nisan<br />
1790 7<br />
29 Eylül<br />
1790 8<br />
Temmuz<br />
1805 9<br />
Ekim<br />
1805 10<br />
20 Mart<br />
1807 11<br />
29<br />
Haziran<br />
1807 12<br />
Eylül<br />
1807 13<br />
Erkeç eti 1 kıyyesi14 1 kıyyesi<br />
6 para<br />
6 para<br />
Koyun eti 1 kıyyesi<br />
3 para15 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
7 para 11 para 12 para 14 para 12 para 12 para<br />
Sığır eti 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
11 para 10 para 12 para 10 para 10 para<br />
4 Böyle bir defter için bkz., Mübahat Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri,<br />
İstanbul, 1983.<br />
5 XVI. Yüzyıl başlarında İstanbul’da 175 çeşit eşyaya narh verilmesi ile ilgili olarak bkz., Hamdi<br />
Döndüren, Narh,<br />
http://www.itibarhaber.com/kutuphane/DownloadKitaplar/SamilIslamAnsiklopedi/15-1.htm<br />
18.10.2009<br />
6 IŞS, 177, s. 153.<br />
7 IŞS, 177, s. 153<br />
8 IŞS, 177, s. 153<br />
9 IŞS, 179, s. 133.<br />
10 IŞS, 179, s. 132.<br />
11 IŞS, 179, s. 130.<br />
12 IŞS, 179, s. 37.<br />
13 IŞS, 179, s. 132.<br />
14 Kıyye, 1.282 kg.lık bir ağırlığı ifade etmektedir.<br />
15 Osmanlı para rejiminde kuruşun 1/40’ine para denilmektedir.
126 XVIII. Yüzyıl Sonu ile XIX. Yüzyılın İlk Başlarında Isparta’da…<br />
Sadeyağ 1 kıyyesi<br />
1kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
32 para<br />
48 para 50 para 72 para 52 para<br />
Şîr-i 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi<br />
revgan(susam 24 para<br />
yağı)<br />
42 para<br />
Peynir 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
(peyanir) 8 para<br />
16 para 10 para<br />
Çarşı ekmeği 140<br />
dirhem16 165 165 70<br />
165<br />
dirhem dirhem dirhem/ dirhemi<br />
1 para 1 para 1 para 1 para<br />
1 para<br />
Ev ekmeği 155 175 165 78<br />
180<br />
dirhem 1 dirhem 1 dirhem 1 dirhem/ dirhemi<br />
para para para 1 para<br />
1 para<br />
Semt ekmeği 55<br />
dirhem/<br />
1 para<br />
Âlâ(iyi) 1 ölçeği<br />
buğday<br />
17 1 ölçeği 1 ölçeği 1 ölçeği<br />
40 para 35 para 80 para 30 para<br />
Un 1 kıyyesi<br />
3 para<br />
Mısır pirinci 1 kıyyesi<br />
26 para<br />
Çeltik pirinci 1 kıyyesi<br />
24 para<br />
Pirinç 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi<br />
16 para 14 para<br />
28 para<br />
Girit sabunu 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
62 para 60 para<br />
İzmir sabunu 1 kıyyesi<br />
28 para<br />
Aydın sabunu 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
52 para 50 para<br />
Siyah Çal<br />
1 kıyyesi<br />
üzümü<br />
8 para<br />
Kızıl üzüm 1 kıyyesi<br />
13 para<br />
Kuru üzüm 1 kıyyesi<br />
5 para<br />
Pekmez 1 kıyyesi<br />
10 para<br />
İncir 1 kıyyesi<br />
13 para<br />
Susam 1 ölçeği<br />
165 para<br />
Tahin 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi<br />
40 para 16 para<br />
24 para<br />
16 1 dirhem= 3.207 gr.<br />
17 Ölçek, Isparta ve çevresinde buğdayda 16 kg.lık bir ölçü birimi.<br />
1 kıyyesi<br />
50 para<br />
1 kıyyesi<br />
40 akçe
Tahin helvası 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi<br />
14 para 18 para<br />
24 para<br />
Kadayıf 1 kıyyesi 1 kıyyesi<br />
6 para 5 para<br />
Tuz 1 kıyyesi<br />
4 para<br />
Pamuk 1 kıyyesi<br />
16 para<br />
Mum 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi<br />
22 para<br />
38 para<br />
Leblebi 1 kıyyesi<br />
1 kıyyesi<br />
12 para<br />
9 para<br />
Fahrettin TIZLAK 127<br />
Yukarıdaki tabloda yer alan bilgileri sırasıyla değerlendirecek olursak şunları<br />
söylemiz mümkündür:<br />
Bir kere incelediğimiz dönemde Isparta pazarında et olarak iki yaşını geçmiş<br />
erkek keçi(erkeç) eti, koyun eti ve sığır eti satılmaktadır. Et fiyatları irdelendiğinde ele<br />
alınan dönem içersinde Isparta’da koyun eti fiyatlarında çok keskin fiyat artışlarının söz<br />
konusu olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü 1789 tarihinde kıyyesi 3 para olan koyun eti<br />
fiyatı bir yıl sonra 7 para olmuştur. Bu da fiyatlarda çok aşırı bir artış anlamına<br />
gelmektedir ki, burada fiyat artış oranı % 133’dür. Koyun eti fiyatlarındaki artış,<br />
sonraki yıllarda da devam etmiş ve 1805’de % 266’lık bir artışla 11 para, 1807’de ise %<br />
366’lık bir artışla 14 para olmuştur. Ancak aynı yılın yaz aylarında fiyatlarda kısmi bir<br />
düşüş sürecine girilmiştir. Erkeç eti ve sığır etine ait elimizde yeterli veri bulunmadığı<br />
için bunlar hakkında şimdilik bir yorumda bulunmamız mümkün olamamıştır.<br />
XIX yüzyılın ilk başlarında Isparta’da et fiyatlarında meydana gelen ani fiyat<br />
artışının sadeyağ için de söz konusu olduğu görülmektedir. Çünkü 1789 yılında kıyyesi<br />
32 para olan sadeyağ, 1807 yılına gelindiğinde % 125’lik artışla 72 para olmuştur. Fakat<br />
yukarıda et fiyatlarında bahsedilen 1807 sonrasındaki düşüş, sadeyağda yüksek oranda<br />
olmamış ve fiyatlar 1789’a göre % 60’lık bir artış seyrinde devam ederek 50 kuruş<br />
civarında kalmıştır.<br />
Şer’iyye sicillerindeki kayıtlarda yer alan gıda maddelerinden bir diğeri de susam<br />
yağıdır. İncelediğimiz dönemde bu üründe de bir fiyat artışının söz konusu olduğu<br />
görülmektedir. Çünkü 17 Temmuz 1789’da susam yağının 1 kıyyesi 24 para iken, 20<br />
Mart 1807’de % 75’lik bir artışla 42 para olmuştur. Dolayısıyla Isparta pazarındaki fiyat<br />
artış sürecinden susam yağı da payını almıştır.<br />
1789’dan itibaren Isparta’da gıda maddeleri fiyatlarının ani yükselişini kayıtlarda<br />
peyanir olarak zikredilen ve dolayısıyla halkın bu şekilde telaffuz ettiği peynir fiyatlarına<br />
baktığımızda da görebilmekteyiz. Nitekim 1789’da kıyyesi 8 para olan peynirin fiyatı,<br />
1807 yılında % 100’lük bir artışla 16 kuruş olmuştur. Ama aynı yılın yaz aylarına doğru<br />
peynir fiyatları da düşüşe geçmiştir.<br />
Tabloda dikkatimizi çeken bir diğer husus da ekmek isimleri olmuştur. Çünkü<br />
söz konusu dönemde Isparta halkının tükettiği ekmek, kayıtlarda çarşı ekmeği, semt<br />
ekmeği ve ev ekmeği olarak üç ana başlıkta ele alınmıştır. Bu bilgilere dayanarak<br />
günümüzde de hala Isparta’da ev ekmeği diye ayrıca bir ekmeğin satılıyor olmasının<br />
kökenlerini daha da eskilerde aramak gerekmektedir diye düşündüğümüzü belirtelim.
128 XVIII. Yüzyıl Sonu ile XIX. Yüzyılın İlk Başlarında Isparta’da…<br />
Ekmek fiyatlarını inceleyecek olursak da şunları söyleyebiliriz: Bir kere ele<br />
aldığımız dönemde çarşı ekmeği fiyatlarında da 1805 yılında 1789 yılına göre % 100<br />
oranında bir artış söz konusudur. Çünkü 1789 yılında 140 dirhem(448,98 gram) olan<br />
çarşı ekmeğinin ağırlığı, 1805 yılında 70 dirheme(224,49 gram) düşürülmüş ama fiyat<br />
aynı kalmıştır. Bu ise az önce belirtildiği üzere yüzde yüzlük bir fiyat artışı demektir.<br />
Ama bundan iki yıl sonra çarşı ekmeği fiyatlarında kısmen bir ucuzlama gerçekleşmiş<br />
ve 1789 yılındaki fiyatlara yakın bir geri dönüş olmuştur. Tabloda da görüldüğü üzere<br />
1807 yılı Mart ayına gelindiğinde çarşı ekmeğinin ağırlığı % 17.8 oranında artırılarak<br />
165 dirheme(529.155 gram) çıkartılmıştır. Fiyatı ise aynı kalmıştır. Bu ise fiyatlarda<br />
kısmi de olsa bir ucuzlama anlamına gelmektedir.<br />
Benzer bir durum ev ekmeği için de söz konusu olmuştur. Çünkü 1789 yılında<br />
155 dirhemlik(497.095 gram) ev ekmeği 1 para iken, 1805 yılında ekmeğin ağırlığı<br />
azaltılarak 78 dirhem(250.146 gram) olmuş ve aynı fiyattan satılmıştır ki bu da<br />
fiyatlarda yaklaşık % 100’e varan bir artış demektir. Ama 1807 yılı Mart ayına<br />
gelindiğinde fiyatlar normale dönmüş hatta biraz ucuzlamış görünmektedir. Çünkü söz<br />
konusu tarihte ev ekmeğinin gramajı 180 dirheme(577,26 gram) yükseltilmiştir. Bu ise<br />
1789 tarihindeki fiyata göre yaklaşık % 16‘lık bir ucuzlama anlamına gelmektedir.<br />
Semt ekmeğine ait yeterli kayıt bulamadığımız için bundaki fiyat hareketlerini<br />
takip etmemiz mümkün olmamıştır. Bu konuda sadece semt ekmeğinin gramajının<br />
Temmuz 1805’de 176.385 gr. olduğunu belirtebiliriz.<br />
Buğday fiyatlarında da benzeri bir durum gözlenmektedir. Çünkü 1789’da bir<br />
ölçeği 40 para(1 kuruş) olan iyi buğdayın fiyatı, 1805 yılına gelindiğinde % 100’lük bir<br />
artışla 80 para yani 2 kuruş olmuştur. 1807 yılına gelindiğinde ise diğer gıda<br />
maddelerinde olduğu gibi buğday fiyatlarında da ani bir düşüş olmuştur. Öyle ki iyi<br />
kalite buğdayın fiyatı 1789’dakinin de altına inerek % 25’lik bir düşüşle 30 para<br />
olmuştur.<br />
Aynı şekilde unun fiyatına ilişkin de şer’iyye sicillerinde yeterli bilgi yer<br />
almamaktadır. Bu nedenle söz konusu maddenin fiyatı hakkında da bir yorum<br />
yapabilecek durumda değiliz.<br />
Sicillerdeki kayıtlara göre Isparta pazarında o dönemde üç çeşit pirincin<br />
satılmakta olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, Mısır pirinci, çeltik pirinci ve hakkında<br />
herhangi bir nitelemede bulunulmayan normal pirinçtir. Tablodaki verileri<br />
incelediğimizde ele alınan dönemde Isparta’da gıda maddelerinde vaki olan fiyat<br />
artışının pirinç için de geçerli olduğu görülmektedir. Nitekim aynı tarihler arasında<br />
normal pirinçteki fiyat artışı da % 75 olmuştur. Ama Mısır pirinci ve çeltik pirincinin<br />
fiyat seyrini de sicillerden izlememiz mümkün olamamıştır. Ama en azından Isparta<br />
pazarında Mısır kökenli pirincin satılıyor olması bilgisi de bizim açımızdan önemlidir.<br />
Ele aldığımız dönemde başka yerlerde üretilip de Isparta’da satılan ihtiyaç<br />
maddelerinden biri de sabundur. Çünkü o dönemde Isparta pazarında Girit, İzmir ve<br />
Aydın menşeli sabunlar kullanılmaktadır. Fakat bunların fiyat seyri hakkında 1807 yılı<br />
öncesindeki kayıtlarına ulaşamadığımız için şimdilik bir yorum yapma durumunda<br />
değiliz. Ama sadece İzmir sabunun 1789’da 1 kıyyesinin 28 paraya satılmakta<br />
olduğunu, Girit sabununun 1 kıyyesinin 1807 yılı Mart ayında 62 paraya satılırken,<br />
Haziran ayında yaklaşık % 3’lük bir düşüşle 60 paraya satılmaya başlandığını, Aydın<br />
sabunun da Mart 1807’de 1 kıyyesinin 52 paraya satılırken, Haziran ayına gelindiğinde<br />
yaklaşık % 3‘lük bir düşüşle 50 paraya satılmaya başladığını söylemek durumundayız.
Fahrettin TIZLAK 129<br />
Tablodaki verileri izlemeye devam ettiğimizde incelediğimiz dönemde Isparta<br />
pazarında üzüm çeşitleri dışında sebze ve meyvelerle ilgili olarak herhangi bir<br />
fiyatlandırmaya gidilmemiş olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. Hâlbuki Osmanlı narh<br />
sisteminde sebze ve meyve fiyatları mevsimlere göre, hatta turfanda mevsiminde<br />
gerektiğinde günlük olarak bile belirlenebilirdi 18.<br />
Ama aynı şekilde şer’iyye sicillerinden Isparta pazarında satılan üzümlerin<br />
fiyatları konusunda da ayrıntılı bilgi edinmemiz mümkün olamamaktadır. Çünkü<br />
elimizde şimdilik kuru üzümün 1 kıyyesinin 1789 yılında 5 paraya, siyah Çal üzümünün<br />
1 kıyyesinin Mart 1807’de 8 paraya ve kızıl üzümün 1 kıyyesinin de Mart 1807’de 13<br />
paraya satıldığına ilişkin veriler bulunmaktadır. Ama bu verileri de<br />
değerlendirdiğimizde, ele aldığımız dönemde Isparta’da kızıl üzümün diğerlerine göre<br />
pahalı olduğu ve kuru üzüm fiyatının da diğer üzüm çeşitlerine göre neredeyse yarı<br />
fiyata satılmakta olduğu şeklinde bir durumla karşılaştığımızı belirtebiliriz.<br />
Isparta pazarında satılan gıda maddelerinden bir diğeri de susamdır. Ancak<br />
elimizde susamın 1 ölçeğinin 1790 yılında 165 paraya satıldığından başka bir kayıt<br />
yoktur.<br />
Hammaddesi susam olan tahin ile tahin helvası da narh verilen gıda maddeleri<br />
arasında yer almaktadır. Tahin helvasındaki artış da pirinç fiyatına yakın gerçekleşerek<br />
% 71’lik bir artışla 1789’da 14 para iken 1807’de 24 para olmuştur.<br />
Yüzyılın ilk başlarında gıda maddelerinin fiyatlarındaki artıştan diğerleri kadar<br />
etkilenmeyen ürünlerin de olduğu görülmektedir. Şimdilik sebebini bilemediğimiz bu<br />
durum tahin ve leblebi için geçerlidir. Çünkü tahinin kıyyesi 1789’da 40 para iken,<br />
Eylül 1790’a gelindiğinde % 60’lık bir düşüşle 16 para olmuştur. Ancak bu ucuzlama<br />
durumu uzun süreli olmamış ve Mart 1807’ye gelindiğinde % 25’lik bir artışla fiyatlar<br />
24 paraya yükselmiştir. Fakat yine de 1789 seviyesine ulaşmamıştır. Tahin fiyatlarındaki<br />
bu durumun bir benzeri aynı oranda olmasa da az önce de belirtildiği üzere leblebi<br />
fiyatlarında yaşanmıştır. Bunu da 1789’da kıyye başına 12 para olan leblebi fiyatlarının<br />
1807’de % 25’lik bir düşüşle 9 kuruşa düşmesine dayanarak söylüyoruz.<br />
Ama bu arada incelediğimiz dönemde Isparta’da tahin helvası fiyatlarının tahine<br />
göre ucuz olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır. Üstelik de tahin helvasının fiyatları<br />
diğer gıda maddeleri gibi sert ve fahiş şekilde artmamıştır. Çünkü 1789’da kıyyesi 14<br />
para olan tahin helvası fiyatı, ilk önce %28’lik bir artışla Eylül 1790’da 18 para olmuş,<br />
sonra % 33’lük bir artışla Mart 1807’de 24 para olmuştur.<br />
Isparta pazarında fiyatlarında kıpırdanmalar olan ihtiyaç maddeleri şeriyye<br />
sicillerinden izleyebildiğimiz kadarıyla bunlardan ibarettir. Ama tabloda yer alan bazı<br />
gıda maddelerinin fiyatları ile ilgili kayıtları değişik yıllara göre takip etme imkânına<br />
sahip değiliz. Bundan dolayı da pekmez, incir, tuz, kadayıf ve pamuk gibi bazı gıda ve<br />
ihtiyaç maddelerinin sadece belirli yıllara ait fiyatını verebildik. Bu nedenle de söz<br />
konusu ürünlerdeki fiyat hareketlerini takip edemedik.<br />
Yukarıdaki veriler bize Osmanlı ekonomisinde 1760’lardan itibaren görülmeye<br />
başlanan daralma ve buhran belirtileri 19 doğrultusunda 1800’lere doğru % 200’ü<br />
geçen fiyat artışlarının 20 XIX. yüzyılın ilk başlarında Isparta pazarını da etkilemiş<br />
18 Kütükoğlu, a.g.e., s. 9.<br />
19 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul, 2007, s. 211.<br />
20 Genç, a.g.m., s. 215.
130 XVIII. Yüzyıl Sonu ile XIX. Yüzyılın İlk Başlarında Isparta’da…<br />
olduğunu göstermektedir. Bu etki kendisini % 366’lık bir oranla en bariz şekilde et<br />
konusunda göstermiştir. Bu nedenle ülke genelinde belirtilen az önceki fiyat artış<br />
oranlarının Isparta özelinde et konusunda daha da yukarı çekilmesi gerekliliği ortaya<br />
çıkmıştır diye düşünüyoruz. Ama Isparta’da satılan diğer ihtiyaç maddelerinde ise ülke<br />
genelindeki fiyat artış oranına yetişilmediği ve fiyat artışlarının % 100’ler civarında<br />
gerçekleşmiş olduğu gözlenmiştir.<br />
Ama 1807 yılı yaz aylarında Isparta’da fiyatların kısmî bir düşüş seyrine girmiş<br />
olduğunu da tablodaki verilere bakarak söyleyebiliriz. Dolayısıyla bir önceki yüzyıl<br />
sonlarına doğru varlığından söz edilen şiddetli enflasyonist baskının etkisi, XIX.<br />
yüzyılın başlarından itibaren yavaş yavaş da olsa zayıflamaya başlamıştır.<br />
Bu dönemdeki fiyat artışlarında belirtilen dönemde Osmanlının savaşlarla<br />
uğraşıyor olmasının etkili olduğunu düşünüyoruz. Savaşlar nasıl biterse bitsin bir kısım<br />
kaynakları tüketerek ekonomi üzerine belirli bir maliyet yükleyerek bazı değişmeler<br />
meydana getirmesi kaçınılmaz 21 olmuştur. Çünkü sefer sırasında ordu için gerekli olan<br />
maddeler parası ödenmesi suretiyle veya vergi olarak toplanması suretiyle üreticiden<br />
alınırdı. Böyle olunca da fiyatlarda artış yapılması mecburiyeti ortaya çıkardı. Aynı<br />
şekilde paranın ayarının düşmesi de fiyat artışlarına neden olurdu 22. İşte bu gerçekleri<br />
biz Isparta’da da görüyoruz. Çünkü ele aldığımız dönemin başlarında Osmanlı Devleti,<br />
bir yanda Avusturya ile bir yandan da Rusya ile savaşırken 1798’den itibaren ise<br />
Fransa’nın Mısır’ı işgali ile başlayan bir dizi siyasi ve askeri problemlerle uğraşmak<br />
zorunda kalmıştır. Bunlara bir de 1804’de başlayan Sırp isyanı eklenecek olursa<br />
Osmanlı’nın ne kadar büyük ve çeşitli problemlerle uğraştığı anlaşılacaktır. Dolayısıyla<br />
bu problemlerin taşraya da bir şekilde yansıması olacaktır. Mesela Fransa’nın Mısır’ı<br />
işgali ile ilgili olarak Isparta’dan sık sık keçi, koyun, arpa ve buğday gibi ihtiyaç<br />
maddelerinin istenmesine dair Isparta şeriyye sicillerinde bulunan kayıtları bu bağlamda<br />
bir örnek olarak gösterebiliriz. Bu istekler ise otomatik olarak söz konusu maddelerin<br />
fiyatlarındaki artışı tetiklemiştir.<br />
Sonuç<br />
Bu açıklamalardan sonra XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı ülkesinde<br />
görülen aşırı fiyat artışlarının XIX. yüzyılın ilk başlarında da devam etmiş olduğunu<br />
Isparta’daki verilere bakarak söylemek durumundayız. Çünkü ele aldığımız yıllar<br />
Osmanlı açısından savaş yılları olmuştur. Dolayısıyla devlet bu yıllar arasında savaş<br />
giderlerini ve savaşa katılan askerin gıda ihtiyacını karşılayabilmek için sık sık halka<br />
başvurmak durumunda kalmıştır. Bu ise fiyatların artmasına neden olmuştur. Bu artışı<br />
tabloda görüldüğü üzere Isparta’da da gözlemek mümkün olabilmektedir. Ama az<br />
önce de belirtildiği üzere fiyatlarda 1807 yılı yaz aylarında bir düşüş seyri başlamıştır.<br />
Yapılacak yeni araştırmalarla bu düşüş eğiliminin sonraki yıllarda da devam edip<br />
etmediğinin izlenmesi gerekmektedir diye düşünüyoruz.<br />
Aynı şekilde yapmış olduğumuz bu küçük çaplı mütevazı araştırmamızın<br />
Isparta’nın şehir tarihi ile ilgili çalışmalara öncülük etmesini temenni ediyoruz.<br />
21 Genç, a.g.m., s. 216.<br />
22 Kütükoğlu, a.g.e., s. 11.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre<br />
Cumhuriyetin İlk Üç Yılının Türkiye’sinden Bazı Notlar<br />
Fahri SAKAL<br />
Türkiye’nin “Düvel-i Muazzama” arasında güç dengeleri güderek varlığını<br />
sürdürmeye çalıştığı 19.yy. ve 20. yy.ın başlarında tercihini Almanya’dan yana<br />
kullanmak durumunda kaldığını biliyoruz. Bu ittifak sonunda iki ülke I. Birinci Dünya<br />
Harbi’nde mağlup olmuş ve büyük yara almıştır. Harbin enkazı üzerinde bir İstiklal<br />
Harbi vererek zaferle çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkler, Cumhuriyet<br />
döneminde diğer Batılılarla mesafeli bir politikayı sürdürürken Almanya ile diğerlerine<br />
oranla çok yakın ilişkiler kurulabilmiştir. 1 Bu çerçevede bazı Alman uzmanların<br />
Türkiye’de bulunduğunu biliyoruz. Kimi davetle gelmiş, kimi de zamanla türlü<br />
nedenlerden yurdumuza sığınmıştı.<br />
Bunlardan birisi olan Baron von Wangenheim, vaktiyle Almanya’nın İstanbul<br />
Büyükelçisi 2 olan ve aynı adı ve unvanı taşıyan kişinin çok yakını olmalıdır. Kendi<br />
ifadesinden Türkiye’de otuz yıl kaldığı anlaşılmaktadır. Ancak buna rağmen hakkında<br />
daha fazla bilgiye ulaşamadık. Elimizdeki rapordan anlaşıldığına göre biri daha önce,<br />
diğeri 1926 da olmak üzere en az iki kere hükümete türlü konuları içeren bir kalkınma<br />
raporu sunmuştur. 1926 raporunu yıllık iznini kullanırken bir ay müddetle Anadolu’da<br />
yaptığı bir inceleme gezisi sonunda hazırlamış ve 5 Eylül 1926 da raporunu Erkan-ı<br />
Harbiye Riyaseti’ne teslim etmiş ve riyaset de bu çalışmayı başvekalete arz etmiştir.<br />
1926 ve 1927 yıllarında bu konu üzerinde ilgili bakanlıklar ve kurumlar arasında<br />
değerlendirmeler yapılmıştır.<br />
1 Cumhuriyet döneminde Türk Alman ilişkileri için bkz. Cemil Koçak, Türk-Alman İlişkileri(1923-<br />
1939), TTK Basımevi, Ankara, 1991. O dönemde Türkiye’de bulunan alman uzmanların birçok konuda<br />
böyle raporlar hazırladığını biliyoruz. Örnek olarak bak. “Alman Dışişleri Bakanlığı’nda Müsteşar Dr.<br />
Ziemke’nin Raporu”, (“Türkiye’de Alman Uzmanlar”), Berlin11.6.1930, Auswaertiges Amt, Abteilung III,<br />
Türkei Junge Verwaltung 10, Bd. I. (Koçak, s. 253. den).<br />
2 Hans Freiher von Wangenheim, Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi idi. 1912 - 1915 arasında İstanbul’da<br />
görevde bulunan Wangenheim, Kayzer’in “drang nach Osten” (doğuya nüfuz) politikasının ve<br />
sömürgeciliğinin İstanbul’daki temsilcisi sayılıyordu. Nitekim müttefikimiz olduğu halde Kapitülasyonların<br />
tek taraflı olarak kaldırılmasına en sert tepkiyi o göstermişti. Osmanlı’nın hangi ülkelere saldıracağı ve<br />
hangi cepheleri açacağı da bu dönemde Wangenheim’in karargahında tasarlanıyordu. Türkiye’ye çağrılan<br />
alman uzmanlar da ilk defa 1913 de bu şahsın politikasının sonucu olarak gelmişlerdi. Bu dönemde ve<br />
Cumhuriyet devrinde Türkiye’de görevli Alman uzmanlar için bkz. İlber Ortaylı, II. Abdülhamid<br />
Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, İst., 1981; Cemil Koçak, Türk-Alman<br />
İlişkileri, s. 38-42 ve 45-47, Özellikle Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Rudolf Nadolny’nin çalışmaları da<br />
dikkatle incelenmelidir.
132 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
Wangenheim’in Levazım Mektebi mütehassıslarından ve muallimlerinden<br />
olduğu bilgisine sahibiz; bunun dışında kendisine dair çok az bilgiye sahibiz. Şu<br />
ifadeleri onun raporu hazırlama sürecine girişini aydınlatıyor: 3<br />
“Başvekalet-i Celileye,<br />
Levazım mektebi derslerinin tatil bulunduğu esnada bir ay mezuniyetle Türkiye<br />
dahilinde seyahat yapmak isteyen ve bu seyahatte bir mahzur görülmeyerek mezuniyet<br />
verilmiş olan yüksek levazım ve levazım mektebi muallimlerinden mütehassıs<br />
Wangenheim Bey’in bu seyahatlerine ait muhtelif hususlara temas eden layihasından<br />
bir suretinin leffen takdim kılındığı maruzdur efendim.<br />
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye<br />
Reisi<br />
Müşir (imza)”<br />
Baron’un yıllık izni esnasında baştan başa gezdiği Türkiye’nin yollarına, şehir<br />
plancılığına, polis ve askerle halkın ilişkilerine, sağlık ve beslenme durumuna,<br />
ağaçlandırma ve orman politikasına v.b. hususlara müteallik raporu ilgili bakanlara<br />
sunulmuş ve raporu okuyan her bir bakan kendi ilgi alanındaki fikirleri dikkatle not<br />
etmiştir. Bunlar sıra ile<br />
Adliye, Hariciye, Maarif, Nafia, Sıhhiye, Dahiliye, Maliye, Bahriye, Ticaret, Ziraat ve<br />
Müdafaa-i Milliye vekaletleridir. Raporun incelenmesinden sonra “bilumum<br />
vekaletlerin mütalaasından sonra başvekalete iadesi” Başvekil İsmet imzası ile<br />
istenmiştir. 4 Ayrıca bakanlıkların kendi iç bürokratik sistemi içinde farklı birimlerin de<br />
görüşlerini bildirdiklerini görüyoruz. Bunlardan Ziraat Vekaleti yazışmalarını ilk örnek<br />
olarak aşağıya alıyoruz: 5<br />
“Ziraat Vekalet-i Celilesine,<br />
Baron von Wangenheim’in raporunda yol ve su meselelerinden kemal-i<br />
ehemmiyetle bahsedilmiştir. Hususat-ı mezkure ise ziraat ve dolayısıyla memleketin<br />
iktisadiyatına en yakından temas eden mühim iki nokta ve inkişafı temin edecek iki<br />
mühim amildir.<br />
1-Yollar ne kadar iyi ve metin olarak inşa edilse daimi tamirata tabi<br />
tutulmadıkları takdirde az bir müddet zarfında harap olmağa mahkumdur. Binaenaleyh<br />
teklif olunduğu ve her yerde de adet olduğu gibi muayyen bir mesafede bir yol<br />
bekçisinin bulundurulması elzemdir. Yolların metanet, emniyet ve letafetine ait ikinci<br />
ve pek mühim bir amil daha vardır: Yol kenarlarına dikilen ağaçlar. Bunlar kökleri<br />
vasıtasıyla şosenin zeminini takviye, gövdeleri vasıtasıyla birçok kaza zuhuruna mani<br />
olurlar ve ayrıca da o havaliyi tezyin ederler. Bekçisiz ve ağaçsız şose natamamdır,<br />
harabiyete mahkumdur.<br />
2- Kışın (ormanların fıkdanından) dereleri taşırarak denizlere dökülen veyahut<br />
arzu edilmeyen mahallere birikip bataklık husule getiren sulardan vadilerin seddi<br />
suretiyle istifade memleketin inkişafını temin edecek en mühim çarelerden biridir. Bu<br />
3 BCA, 030.10/ 201. 375.1, sayfa 9. Elimizdeki dosya 40 sayfa olduğundan sayfa numarasını yazmamız<br />
gerekti.<br />
Bu belge Wangenheim’in raporu ve rapor hakkında bakanların ve bürokratların görüşlerinden ibarettir.<br />
4 Aynı yerde.<br />
5 Aynı belge, s. 2-3. Tarih: 27.12.926
Fahri SAKAL 133<br />
usul en iptidai zamanlarda dahi idrak edilip tatbik edilmiş olan bir usuldür.<br />
Memleketlerin ekser mahallerinde ziraat doğrudan doğruya suyun mevcudiyetine<br />
vabeste bulunmaktadır. Asgariyet kanunu nazar-ı itibara alınacak olursa memleketlerde<br />
nebatatın neşv ü neması için ekseriya asgariyette bulunan amilin su olduğu tebarüz<br />
eder. Binaenaleyh bu hayati mesailin halli hakkında ne kadar mesai sarf edilse ve istical<br />
gösterilse muhik olduğu aşikardır efendim.<br />
“Kalem-i Mahsus Müdürü”<br />
Raporun idare anlayışımıza ve sosyoekonomik yapımıza yönelik eleştirileri de<br />
ilgili makamların dikkatini çekmiş görünmektedir. Bu konuda Nafia Vekilinin yazdığı<br />
şu hükümler manidardır: 6 “Raporu mütalaa ettim. Nafia Vekaleti’ne ait kısımlarını<br />
nazar-ı dikkate almak üzere not ettim. Polis muamelatı hakkındaki şikayet pek<br />
doğrudur. Yalnız ecnebilere değil dahil-i memleketlere vapurla seyahat eden Türklere<br />
bile çok müşkülat yapılmaktadır. Mesela: Haydar paşa-Karaköy tarikiyle Bursa’ya giden<br />
bir yolcu pek basit şerait altında gittiği halde Mudanya tarikiyle giden bir yolcu gümrük<br />
ve polisçe birçok merasime tabi tutulmaktadır. Bu cihetlerin Dahiliye ve Maliye<br />
Vekalet-i celilelerince nazar-ı dikkate alınması ricasıyla; Ber mucib-i emr:<br />
Sıhhiye Vekalet-i Celilesine takdim olunur.<br />
Nafia vekili<br />
Adliye Vekili”<br />
Aynı şekilde hariciyenin görüşü de kayda geçmiştir. 7<br />
“Ecnebi sefaretlerin müteaddid vesilelerle şikayet etmekte oldukları polis<br />
muamelatının ıslah ve tensiki hakkındaki mütalaatın şayan-ı nazar ve musip görülmüş<br />
olduğu maruzdur efendim.<br />
Hariciye Müsteşarı”<br />
Bahriye Vekili’nin değerlendirmesi biraz alınganlık koksa da, “biz aslında bunları<br />
biliyorduk” mantığı ile ele alınıp eleştirinin “pek haklı” olduğu da kabul edilmiştir. 8<br />
“Levazım Mektebi muallimlerinden Mütehassıs Wangenheim Bey’in Raporu<br />
Mütalaa olunmuştur. Tekmil muhteviyatı devair-i müteallikasının ve hatta tahsil<br />
görmüş her Türk evladının malumu olan mevadd ve mütalaat ise de ecnebilerce pek<br />
haklı olarak bilinen bir şeyin yapılamamış bir türlü kabul ve tasavvur edilemediğinden<br />
bilmiyorlar diye en ufak teferruata kadar bu türlü mütalaat dermeyanı mutad<br />
bulunmuştur efendim.<br />
Bahriye Vekili”<br />
Ticaret Vekaleti raporu en ciddi inceleyen kurumlardan biri olmuş gibi<br />
görünmektedir. 9 20 Ocak 1927 tarihinde Ticaret Vekaletine sunulan raporda birçok<br />
hususa temas edilmiştir:<br />
6 Aynı belge, s. 5. Tarih: 4.12.926<br />
7 Aynı belge, s. 8. Tarih: 13.11.926<br />
8 Aynı belge, s. 27.<br />
9 Aynı belge, s. 26.
134 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
“Muhteviyatı meçhul olmamakla beraber memleketin muhtelif sahalarda temin-i<br />
inkişafı noktasından ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınacak hususat ve mevaddan<br />
ma’duddur. Memleketin bilhassa iktisadiyatıyla alakadar olan yollara, servet-i milliye<br />
noktasından muhafazası iktiza eden abidat ve asar-ı atikaya, memleketin ticareti<br />
itibariyle de ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden istihlak pazarlarıyla erbab-ı ticarete ve<br />
gemi münakalatına müteallik bahisler not edilmiş ve gemi nakliyatında görülen<br />
noksanlar hakkında alakadar müessesat-ı bahriyenin nazar-ı dikkati celb edilmek üzere,<br />
keyfiyet İstanbul Ticaret ve Bahriye Müdüriyeti’ne yazılmıştır.<br />
Rapor ve merbutat leffen ve iadeten arz ve takdim kılınmıştır efendim.<br />
Ticaret Müdir-i Umumi Vekili<br />
Ticaret Vekili”<br />
Baron’un raporuna yazdığı girişte iki konuya dikkati çekmiştir: 1) Levazım<br />
subaylarının sivil bürokrasinin denetim ve kontrolü altında olmasını uygun<br />
bulmamaktadır. 2) Bütçede sarfiyatın kanunla belirtilen kurumların dışında başka<br />
yerlere yapılmasını da eleştirmektedir. Ancak burada TBMM için “Meclis-i Mebusan”<br />
ifadesi dikkatten kaçmıyor. 1926 yılında bu ifadenin Türkiye Cumhuriyeti resmi<br />
belgelerine girmesi bizim açıklamakta zorlandığımız bir şeydir. Belli ki raporun<br />
aslındaki –muhtemelen- Almanca bu anlama gelen bir kelime Türkçe’ye eski<br />
alışkanlığın etkisiyle Meclis-i Mebusan olarak çevrilmiştir. Ancak buna kimsenin<br />
müdahale etmemiş olması dikkatimizi celb etmiştir.<br />
“Şişli, Büyükdere Cad.,no: 7,<br />
5 Eylül 1926<br />
Seyahatim esnasında müteaddit kolordu kumandanları ile aynı zamanda erkan-ı<br />
harbiye reislerini ziyaret ederek bunların lavazıma müteallik mesail hakkındaki nokta-i<br />
nazarlarını öğrendim. Levazım umurunu işgal eden hassaten iki nokta bunlar<br />
tarafından dermeyan edildi ki bu nıkattan birisi levazım heyet-i zabıtanının sivil<br />
memurin tarafından daimi bir kontrol altında bulunması ve ikincisi de bütçenin gayri<br />
mütebeddil olması keyfiyetidir.<br />
Levazım umuruna elden geldiği kadar feyizli bir şekil ve mahiyet vermeklik<br />
hususunda bera-yı muavenet celb edildiğimden bu her iki noktaya da iştirake<br />
mücaseret ediyorum.<br />
1-Levazım zabıtanının sivil memurin tarafından daimi bir surette kontrol<br />
keyfiyeti bence lüzumlu gibi görünmemektedir. Bu cihetten askeri mafevkler 10<br />
tarafından yapılacak bir kontrol, diğer cihetten ise levazım zabıtanının hiss-i şeref ve<br />
vakarları üzerine yapılacak daimi hiss-i tesir ile bu hususta vukua gelecek<br />
intizamsızlıklara mani olunur itikadındayım. Bilcümle defatir-i hesabiyenin teftiş ve<br />
muayenesi ile sivil memurlar tarafından sene-i maliyenin hitamında gözden geçirilmesi<br />
meselesi ve lüzumsuz yere sarf olunan bir paranın bile bunlar canibinden sorulması<br />
hususları yine bittabi baki kalabilir. Ancak her gün mesainin cereyanına mani olan<br />
mesuliyete muhabbeti haleldar, izzet-i nefsi cerihadar eden bu kontrolden sarf-ı nazar<br />
10 Üstler, komutanlar.
Fahri SAKAL 135<br />
edilmesi mümkündür. Alelhusus kolordu ve fırka kumandanlarının da nüfuzunu kesr<br />
edecek bir mahiyettedir.<br />
2-Bütçenin gayr-i mütebeddil oluşu hususundaki nokta-i nazarım bundan hiçbir<br />
tebeddül yapılamayacağı merkezindedir. Bu keyfiyet meclis-i mebusanı olan<br />
memleketlerin cümlesinde aynı tarzdadır. Herhangi bir madde içün sarfına müsaade<br />
olunan akçe ancak o maddeye sarf olunabilir ki bu meyanda zuhur edecek diğer bir<br />
ihtiyaca sarf olunamaz. Yoksa bir bütçenin meclis-i mebusan tarafından kabul ve<br />
tensibindeki hikmet kalmaz.<br />
Binaenaleyh bu suretle tahaddüs edecek müşkülatın suver-i aharla 11 ref’ ve izalesi<br />
imkanı vardır. Bilfarz âtiyen tanzim olunacak bütçede muhtelif fasıllara ait olan akçe<br />
bolca hesap edilerek bu suretle müsaade-i resmiyesi alınır. Bu müsaade-i resmiyesi<br />
alınıp bolca hesap edilmiş bulunan akçeden küçük miktarlar tenfiz 12 olunabilir ki işte bu<br />
iktisat olunan mebaliğ kolordu kumandanlıkları emrine, bir nispet-i muayyene<br />
dahilinde, mesela, tamirat, edevat ve malzeme-i fenniye, endaht 13 mükafatı, spor ve saire<br />
akçesi olmak üzere amade kılınabilir. Yani bu iktisat olunarak kolordular emrine<br />
verilen para için bütçede bir fasl-ı mahsus olmayıp bu müsaade-i resmiyesi alınan esas<br />
akçeden sarf maru’l-arz şeklindeki ihtiyaca karşılık olmak üzere amade kılınmaktadır.<br />
Bittabi gerek bütçede faslı olan mebaliğden ve gerekse bu tarz iktisad olunacak<br />
mebaliğden yapılacak sarfiyat içün sahih bir surette icab eden hesabat tutulup gerek<br />
kumandanlar ve gerekse levazım heyetleri paranın gayr-ı kanunî sarfı halinde hesap<br />
vermeğe mecbur tutulurlar.<br />
Maruzatımın nazar-ı dikkate alınarak ordudan kopup gelen bu şikayatın ref’ ve<br />
izale olunacağını ve levazım zabıtanının daha serbest bir vaziyette bulunarak ifa-yı<br />
vazife edebilmeleri ve mesuliyete karşı muhabbetlerinin tezyid olunacağını ümid eder<br />
ve arz-ı ihtiram eylerim efendim.<br />
Von Wangenheim”<br />
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre bürokratlar ve siyasiler bu raporu pek ciddiye<br />
almış görünmektedirler. Aynı ciddiyetle içeriğin uygulamaya konup takibinin yapılıp<br />
yapılmadığını ise bilemiyoruz. Ancak Türkiye’nin kalkınma macerasını bilenler ve<br />
devletin hantallığını bir türlü üzerinden atamadığını kabul edenler raporun uygulamaya<br />
konma ve izlenme açısından ciddi değerlendirilmediğini söyleyebilirler.<br />
Rapor metnini şimdiki yazıya aktarırken yeri geldikçe bazı kısa değerlendirmelere<br />
yönelik dip notlar koymanın dışında ilaveler yapmadık. Olduğu gibi aktarıyoruz.<br />
***<br />
11 Diğer bir suretle.<br />
12 Hükmünü yürütme, geçerli sayma.<br />
13 Atma, atış, silah veya top atışı.
136 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
SURET<br />
1- Askerî nıkât-ı nazar<br />
Caddelerin inşası:<br />
(Yolların sevkülceyş kapasitesi ve perişanlığı ve yolların yapımında askeri makamların da<br />
yetkili kılınması talebi) •<br />
A) Seyahatimde Mersin-Tarsus-Ulukışla-Kayseri-Sivas-Samsun caddesini<br />
takiben seyahat ettim. Bu cadde sevkülceyş nokta-i nazarından tamamı bir ehemmiyet-i<br />
mahsusayı haiz olup sevkülceyşe haiz-i ehemmiyet olan diğerlerinden hemen geri<br />
kalmayacak bir vaziyettedir. Bu cadde halen öyle bir vaziyettedir ki yağışlı mevsimin<br />
hulûlüyle beraber küçük bir orduya ait ikmal işleri hemen birkaç gün içinde tamamen<br />
akamete mahkûm kalacaktır. Bu gördüğüm hususu mühimsedim ki Erkan-ı Harbiye-i<br />
Umumiye Riyaset-i Celilesine bilâ teemmül 14 arz-ı keyfiyet etmeklik mecburiyetini<br />
duydum. Caddenin arz ettiği bu fena vaziyetin esbabı bittabi aşikardır: 12 Sene devam<br />
eden harp müddetince caddelerin yeniden tamir ve inşası için elde ne zaman ve ne de<br />
imkan mevcut idi. Son geçen iki sene zarfında caddelerin tamir ve inşası hususuna<br />
namütenahi bir surette germî 15 verildiği görülüyor. Fakat bu iktiham 16 olunan mezahim<br />
iyi bir muvaffakiyet şeklinde tecelli etmemektedir. Bu hususta esbab-ı muhtelife varid<br />
olabilir. Olabilir ki beynelahali caddelerin haiz olduğu ehemmiyet hakkındaki<br />
malumatın adem-i kifayesi, bu hususta icab eden malumat-ı fenniyenin adem-i kifayesi<br />
sonrada -yolda caddeler hakkında görüştüğüm birkaç Türk efendinin verdikleri<br />
malumata nazaran- vilayet mühendislerinin cadde işlerini ihalede tamamı bir bitarafî ile<br />
hareket etmedikleri hususudur. İşte bu esbaba binaen caddelere müteallik mesuliyeti<br />
vilayetler uhdesinde doğrudan doğruya bırakmayarak bu gibi büyük sevkülceyşi<br />
caddelerin nezaret ve tamirat işlerini kolordu kumandanlıkları uhdesine vermekliğin<br />
maksada muvafık olacağını zan ediyorum. 17 Kolordular maiyetlerinde istihkam kıtaatı<br />
gibi bu işe has olan bir vasıta-i icrâiyeye malikdirler. (Sevkülceyş caddeleri)nin bu<br />
suretle Erkan-ı Harbiye-i Umumiye canibinden ayrılarak askeri idare altında<br />
bulundurulmaları lazımdır. Diğer caddeler kemakan hükümet-i mülkiye idaresinde<br />
kalabilirler.<br />
(Muharebe kabiliyeti zayıf erlerden bir yol inşaat bölüğü oluşturulsun.)<br />
B) Yol inşaat işleri için her kolorduda müstaidd 18 ve yol inşasında ayrıca yetişmiş<br />
bir istihkam yüzbaşısı kumandasında olmak ve harbe tamamen elverişli olmayan<br />
efraddan müteşekkil bulunmak üzere bir yol inşaat bölüğü teşkil ve tesis olunabilir. Bu<br />
bölüğe alınacak efrad en ziyade her sınıfa ait olan ihtiyat efraddan terekküp eder. Şöyle<br />
ki: Bunları intihabda en ziyade mesleği iktizası az çalışan ve günün ekseri zamanını<br />
• Parantez içindeki bu italik tali başlıkları biz koyduk, F.S.)<br />
14 Düşünmeden, düşünmeksizin.<br />
15 Sıcaklık, kızgınlık, hararet.<br />
16 Katlanılan, çekilen, göğüs gerilen.<br />
17 Görüldüğü gibi Baron von Wangenheim, memleketin, sivil insanların ve ekonominin ulaşım ve taşıma<br />
ihtiyacından ziyade meseleye askerlik noktasından yaklaşmakta, “sevkülceyş” amaçlı yaklaşımı ve yolların<br />
tamiratını bile kolordulara bırakmayı teklif eden tutumu ile Almanların vaktiyle Goltz Paşa vasıtasıyla<br />
Türkiye’ye empoze ettikleri militarist toplumu (“millet-i müsellaha”) inşaya devletlileri iknaya<br />
çalışmaktadır.<br />
18 İstidadlı, kabiliyetli.
Fahri SAKAL 137<br />
kahvelerde geçirenlerden intihab edilecek olursa bu suretle hükümete ucuzca bir amele<br />
menbaı temin olunacağı gibi binnetice ahalide de yol inşasına ait malumat ve bu işe<br />
kesb-i vukuf keyfiyetleri tenmiye 19 ve takviye edilmiş olur. Bu yol inşa bölükleri (her<br />
türlü vesait-i fenniye, motorlu merdaneler, motorla müteharrik arozözler, artezyen<br />
kuyu malzemesi ve saire ile mücehhez olan) seri ve fakat esaslı bir surette olmak üzere<br />
büyük mikyasta yol tamiratını ifa ile tavzif kılınırlar ki bu meyanda buraya icap eden taş<br />
veya sair malzemenin nakli keyfiyeti kemakan vilayetlere ait vezaif cümlesinden olmak<br />
üzere ifa edilir.<br />
(Yollarda arızalar büyümeden sıkça tamir edilirse masraf daha az olur.)<br />
C) Yollarda yevmiye yapılması lazım gelen ufak tefek tamirat işlerine gelince,<br />
bunun için ayrıca bir teşkil ihdas olunmak zarureti vardır.<br />
Harbde nezaretim altında bulunan caddelerde edindiğim tecrübeye nazaran<br />
bunların en iyisi dahi hassaten yeni tamiri müteakip şayet mütemadi bir surette nezaret<br />
altında bulundurulmaz ve buna ihtimam edici bir el tarafından her gün caddenin keyfe<br />
mettefak 20 bir yerinde husule gelecek ufak tefek hasarat derhal bertaraf edilmezse uzun<br />
müddet dayanmadığını göstermiştir. Binaenaleyh bir cadde daimi bir surette ufak tefek<br />
tamirata maruz bulundurulursa bu suretle tahassül edecek masarif de az olur. Fakat<br />
cadde tamamen harabiyete yüz tuttuktan sonra tamire kalkışılırsa bittabi bunun ihyası<br />
büyük paraya tevakkuf eder.<br />
(Yaşlı Jandarma veya Polisleri Yol Bekçisi olarak istihdam edelim)<br />
Binaenaleyh ber vech-i maruz 21 esbab dolayısıyla bilumum sevkülceyşi caddelerin<br />
küçük aksama taksimini- ki bu aksam ne kadar küçük olursa o derce muvafık olur,<br />
azami 10 km olmak üzere- ve bu aksamın beherini bir yol bekçisine vermeklik<br />
hususunu arz eylerim.- Bu bekçiler kendi uhde-i mesuliyetlerine verilen bu aksam<br />
dahilinde husule gelecek ufak tefek hasaratı daimi surette tamir ve termimden mesul<br />
tutulurlar. Bekçi, kendi mesuliyeti altında bulunan yol kısmının mümkün mertebe<br />
ortasında ve yolun doğrudan doğruya kenarında bulunmak üzere ikamet ettirilirler.<br />
Bekçinin ikamete mecbur tutulduğu yerde tesadüfi olarak bir mahal-i meskûn<br />
bulunursa ne alâ, yoksa, yol boyunda su mevcud olan veya artezyen kuyusu şeklinde su<br />
istihsal edilebilecek bir yerde kendisine bir bine inşa edilmek zarureti vardır. Bu bekçi<br />
binaları, tenha yollar üzerinde aynı zamanda yolun emniyeti nokta-i nazarından da<br />
mucib-i istifadedir. Şayan-ı itimat bekçi elde etmek içün, kendi hizmetlerinde artık<br />
istihdama elverişli olamayan ihtiyar jandarma veya polis efradı alınabilir ki bunlar da bu<br />
suretle daha iyi kayırılmış olurlar. Bundan başka hizmetten çekilmiş istihkam küçük<br />
zabitleri de pek münasip olarak bu işte istihdam olunabilirler. Şayet bu bekçilere kendi<br />
ailelerince ekilip biçilmek üzere bir tarla gösterilir ve imkan olur da gelip geçen<br />
yolculara mevadd-ı iaşe satmak ve bunları misafir etmek ruhsatı da verilecek olursa bu<br />
bekçilik işi marul arz vaziyette olanların en muvafık bir surette bakılıp kayrılmasını<br />
temin eden yegane mucib-i rağbet bir hizmet olacaktır. Bütün caddenin nezaretinden<br />
mesul olacak istihkam zabiti veya bu iş ile tavzif edilecek memur, daimi surette yol<br />
19 Nemalanma, nemalandırma.<br />
20 Nasıl olursa, hangisi rast gelirse.<br />
21 Arz edildiği üzere.
138 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
bekçilerinin faal bir tarzda ve işten anlarcasına çalışıp çalışmadıklarını teftiş edeceği gibi<br />
bunlar arasında tenperverlik 22 gösterenler olursa bunları işten el çektirmekten mesul<br />
tutulurlar.<br />
Nokta-i nazarıma göre sevkülceyş caddelerin ancak ber vech-i maruz surette<br />
süratle tamirine ve daimi olarak hüsn-i halde bulundurulmasına imkan hasıl<br />
olabilecektir. Zira her hangi bir şeyi hüsn-i halde bulundurmak onu tamir etmek kadar<br />
haiz-i ehemmiyettir. Elde 100 km imtidadında en mükemmel bir cadde mevcud olur<br />
ve bunun 10 km.lik bir kısmı gayr-i kabil-i istifade bir halde bulunursa bu caddenin<br />
kamilinden hiçbir istifade mutasavver olamaz. Çünkü bu küçük gayr-i kabil-i istifade<br />
kısım caddenin heyet-i kamilinden istifade olunmasına mani teşkil eder.<br />
(Yol kenarlarına korkuluklar yapılması ve yolun asfaltlanması)<br />
D) Yeni inşa olunan caddelerde hassaten göze çarpan bazı yanlışlıkları ber vechi<br />
ati arz etmek isterim:<br />
Alt kısma ayrı taş tabakası döşenmeksizin çakıl ferş 23 edildiği, cadde<br />
hendeklerinin her hangi bir tazyika maruz kalması halinde yıkılacak derecede dar<br />
kazıldığı, askerlik nokta-i nazarından haiz-i ehemmiyet olan kilometro taşlarının<br />
mefkudiyeti, geceleyin otomobillerin hareketini teshil için uçurum mahallerde ağaçların<br />
yerini tutacak olan taştan korkulukların mefkudiyeti, bunların beyaz boya ile tıla 24<br />
edilmesi halinde gece karanlığında şoförün gözüne çarpar ve yolun kenarındaki<br />
korkuluk görünerek doğru istikamette hareket olunmak imkanı hasıl olur. 25 Aksi<br />
takdirde bu gibi uçurum mahallerde kenarın görülememesi yüzünden otomobilin<br />
uçması keyfiyeti pek sehil 26 olarak vukua gelir ki binnetice gerek malen ve gerek<br />
insanca zayiat husule gelmiş olur. Türkiye dahilinde en iyi taş menabii mebzul olduğu<br />
halde yumuşak taş tabakasından çakıl kullanıldığı cadde sathındaki muhaddebiyetin 27<br />
azlığı, cadde kenarında (yaz yollarının) toprak yol kısmının mefkudiyeti kurak<br />
mevsimde bu toprak yollardan azami istifade olunur. Bunların mevcudiyeti esas cadde<br />
sathının bozulmaması, bilumum tekerlekleri, deve, bargir ve sığır hayvanatının<br />
ayaklarını zarardan vikaye edeceği gibi karşılaşmalarda en mükemmel yol vermek<br />
(yoldan çekilmek) keyfiyetini teshil ederler. Bunların tesisi pek cüzi mütevakkıf olup<br />
bittabi her yerde tesis edilemeyerek ancak cadde tarafeyninde müsait yer varsa oralarda<br />
yapılabilirler(merbut krokiye müracaat).<br />
(Caddeler ziftlenmelidir.)<br />
E) Caddenin has halde bulunmasına ehemmiyetli surette tesir eden bir husus<br />
varsa o da caddenin usul-i mahsusasına tevfikan ziftlenmesindedir. Caddelerin<br />
ziftlenmesi, fazlaca bir müddet caddenin dayanmasından başka tozun da kalkmasına<br />
mani olan yegana bu usulün tatbiki tavsiyeye şayandır. Binaen aleyh bu tarzda da<br />
teşebbüsatta bulunulması lüzumunu arz ve teklif eylerim. Halen Almanya’nın üzerinde<br />
22 Rahatına düşkünlük.<br />
23 Döşeme, serme, yayma.<br />
24 Yaldızlama, parlatma.<br />
25 Görüldüğü gibi Baron, orta mektepli çocuklara ders verir gibi bir üslupla yazmış. Bu hem onun bize<br />
bakışını, hem de bizim gelişmişlik seviyemizin bir göstergesi sayılmalıdır.<br />
26 Kolay.<br />
27 Tümseklik, engebelilik.
Fahri SAKAL 139<br />
fazla miktarda otomobilin münakalatı mevcut olan caddeleri marularz surette<br />
ziftlenmektedir.<br />
2-Tayyare Setresi: ( Uçakları gizlemek için çevreye ağaç dikmeli)<br />
A) Evvelce makam-ı celileye takdim eylediğim bir layiha ile bu hususa nazar-ı<br />
dikkati celb ederek Anadolu dahilindeki şoselere ağaç garsı 28 ile ayrıca da ormanlar<br />
tesisinin askerlik nokta-i nazarından pek büyük ehemmiyeti haiz olacağını arz<br />
etmiştim. 29 Bu defa seyahatte evvelce ihdasını arz ve teklif eylediğim Teyyare<br />
setrelerinin 30 dağlık aksam dahilinde yani Anadolu’nun yüksek yayla kısmında vücuda<br />
getirilmesinin pek azim müşkülatla karşılaşacağına kani oldum. Zira bu aksamda<br />
nebatatın neşv ü nema devrinde ağacın kendi kendine büyümesine hadim olan yağmur<br />
ile havada mevcudiyeti elzem olan rutubet miktarı azdır. Fakat bu ağaçların kökleri<br />
tahtüzzemin ratip kısmı buluncaya kadar geçecek bir müddet için bunları sulamak<br />
suretiyle büyütmek imkanı vardır. Binaenaleyh nebatatın yeşermesini temin edecek<br />
olan suyu elde etmek için bazı mahall-i meskunlarda mevcud olan su menabiini cüz’î<br />
masrafı dâî olan artezyen kuyularıyla teksir etmek maksada vefa edebilir. Birinci<br />
maddenin C faslında dermeyan olunan bekçiler bu ağaçların garsı ve bunlara lüzumu<br />
olan ihtimamın yapılmasıyla tavzif kılınabilirler.<br />
(Mezarlıklar perişan, oralara ağaç dikme zevki halka aşılanmalıdır, hem bu ağaçlar<br />
tayyarelere karşı setre vazifesi görürler.)<br />
B) Eyüp ve Üsküdar’da mevcud mezarlıkların latif ve muhteşem manzaralarını<br />
hayretle temaşa için tâ uzaklardan birçok ecnebi ve gerekse buraya şitab ederken<br />
herhalde Anadolu’da mezarlığın latif bir manzara irae etmesine veya bu halde bulunanı<br />
varsa bunların hüsn-i halde bulundurulmalarına ehemmiyet verilmediğini gördüm. Bu<br />
mezarlıkların ekserisi yalnız yontulmamış bir taş yığınından ibaret olup rüzgar ve<br />
tesirat-ı havaiye neticesi yekdiğerine karışmış bir şekilde tecelli etmektedirler ki insanda<br />
ihtimamdan beri asayiş içinde olmayan bir belde intibaını uyandırıyor. Binaenaleyh<br />
gerek askeri mülahazat (tayyare setreleri) ve gerekse bediiyât nokta-i nazarından<br />
mezarlıklara halkın ağaç garsı hususunda icab eden teşvikatta bulunulması lüzumunu<br />
arz etmek isterim. Bu hususta ihtimal ki manevi yardımlarla, bilfarz Eyüp kabristanına<br />
celb-i dikkat ile halka kabirlere ağaç garsı ile buna ihtimam etmek adetinin zerkine<br />
imkan hasıl olabilir. Bu tarzda hareket olunarak her köy ve kasabada tayyareye karşı 31<br />
lüzumu olan setreler mümkün mertebe temin olunacağı gibi ağaç garsı hususunda da<br />
bir arzu uyandırılmış olur.<br />
28 Dikme.<br />
29 Bahsedilen bu raporu arşivde bulamadık. Bu ve benzeri yabancı uzman raporları bir araya getirilip<br />
değerlendirilirse, Türkiye’nin çağdaşlaşması ve kalkınması tarihinde yabancıların rolü bir bütün olarak<br />
ortaya konulmuş olur. Kanaatimize göre de iyi bir doktora tezi konusudur. Gençlerin dikkatine!<br />
30 Bu ifadelerden anlaşıldığına göre uçakların saklanması için ağaçlık alanlar oluşturulmasından<br />
bahsediliyor. Türkiye, Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarında uçakları kamufle etmek için ağaç<br />
dikmeyi hiç düşünmemiş olmalı. Burada da ağacı ve tabiatı düşündüğü için değil, uçakları setr etmek için<br />
ağaçlandırma teklif ediliyor. Gerçekten burada da askerileşme politikası görülmektedir.<br />
31 Buradan anlaşıldığı kadarıyla mezarlıkların da ağaçlandırılmasının tabii güzellik sağlaması yanında,<br />
“Teyyare setresi” olarak kullanılabileceğini ileri sürüyor. Ayrıca setr ifadesinin burada anlamı daha açık<br />
olarak görülüyor. Hava bombardımanı esnasında insanların saklanacağı ağaçlık ve ormanlık alanlar<br />
kastediliyor. “Tayyareye karşı” ifadesinden bunu anladık.
140 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
(Ormanlar tayyare setresidir ve askeri malzeme deposudur, Ormanlarda keçi otlatma şiddetle<br />
yasaklanmalıdır)<br />
C) Esna-yı seyahatimde birkaç muhteşem ormanın mevcudiyetini kemal-i<br />
memnuniyetle gördüm ki bunlar civarını mükemmelen tezyin ettiği gibi çıplak dağlara<br />
da bir servet menbaı bahşediyorlardı. Yalnız bunların hüsn-i muhafazası hususunda<br />
Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’nin pek büyük bir alaka göstereceğinden eminim. Zira<br />
makam-ı celile bu ormanlara bir cihetten tayyare setresi olarak arz-ı ihtiyaç edeceği gibi<br />
diğer cihetten de seferde malzeme-i harbiye için lüzumu olan mevadd-ı haşebiyye 32<br />
ihtiyacını temin edebilecektir. Binaenaleyh seyahatimde maatteessüf müteaddit defalar<br />
şahit olduğum üzere Erkan-ı Harbiye-i Umumiye makam-ı celilesi buralarda mevaşi 33 ve<br />
alelhusus keçi sürülerinin ra’yına 34 mani olmak üzere teşebbüsatta bulunacak olursa bu<br />
keyfiyet tamamen mahalline masruf bir tedbir olacaktır. Keçiler her ormanın<br />
ölümüdür. Hususi ormanlarla miri ormanların suret-i kat’iyede tefriki elzemdir. Miri<br />
ormanlarda hayvanat ra’yı doğrudan doğruya bir fiil-i sirkat addolunarak mütecasirinin<br />
elinden hayvanının alınması ve azim ceza-yı nakdi ile tecziyesi elzemdir. Aksi takdirde<br />
bu güzel ormanlar pek az seneler içinde keçilerin me’keli 35 olarak feda edilmiş olurlar.<br />
1- İktisadiyata Müteallik Mevadd:<br />
(Yük ve yolcu taşımacılığında da kullanılan posta hatları)<br />
Posta otomobil hatları: Ulukışla’dan Samsun’a kadar imtidad eden cadde<br />
üzerinde yaya, yaylı arabası, kamyon ve Ford otomobili ile olmak üzere büyük mikyasta<br />
insan münakalesi cereyan etmektedir. Ancak şimendiferlerin her tarafta harekete<br />
başladığı anda bu tarz münakale hitama erecektir ki bunun için de daha seneler ister.<br />
Bu şimdiki münakalat tamamıyla gayri muntazam bir şekilde ve şahsi bir kazanç temin<br />
edecek mahiyettedir. Bunun intaç edeceği akıbet şüphesiz ki bu işle mütevaggıl 36 olanlar<br />
arasında fazlaca bir hiss-i rekabet ile husumet vücut bulması, bundan başka yolcuların<br />
fazlaca mutazarrır olmaları ve hey’et-i umumiyesi ile de zaman zıyaı, masraf ve<br />
me’yusiyet gibi ahali için mucib-i memnuniyet olamayacak ahvalin hudûsıdır.<br />
Binaenaleyh bu hususî bir mahiyette olan gayr-i muntazam münakale yerine hükümet<br />
canibinden muntazam bir vasıta-i münakale vaz’ı ve bu suretle hükümete bir varidat<br />
menbaı temini ihtiyacı kendini göstermektedir. Sahih bir surette tanzim olunmak<br />
şimendifer hatlarına uygun bir hareket planı ile belli başlı hatlar üzerinde yolcu<br />
münakalesini deruhte eden bir posta otomobili hattı tesis olunmak lazımdır. Yolcu<br />
münakalesini deruhte eden posta otomobilleri aynı zamanda posta paketi ve<br />
mektupları da seri ve muntazam bir surette nakl edebilirler. Almanya’da bu tarzda<br />
layuad 37 posta otomobili hal-i fiiliyatta olup bunlardan azim istifadeler temin<br />
olunmaktadır. Bu sebeple bu posta otomobillerinin hususi mahiyette olan otomobil<br />
nakliyatını deruhte edenlerden icabı halinde nakliyat vergisi tarh olunarak resmilerle<br />
rekabete mani olunabilir. Bununla beraber halk kendilerini hangisi daha ucuz ve daha<br />
32 Odun ve odunluk malzeme.<br />
33 Davar,koyun ve keçi türü hayvanlar.<br />
34 Otlama, otlatma.<br />
35 Otlak<br />
36 Meşgul.<br />
37 Sayılamaz, sayısız.
Fahri SAKAL 141<br />
rahat naklederse oraya müracaat ederler. Hükümet canibinden işletilecek olan bu<br />
tarzdaki posta otomobil hattının tesisi için evvel emirde caddelerin tamir edilmesi ve<br />
daimi surette hüsn-i halde bulundurulması keyfiyeti zaruridir. Aksi takdirde hükümet<br />
için lastik sarfiyatı ve dingil şikesti gibi masarifatı daimi zarar ve ziyan husule gelir.<br />
Mamafih posta idarelerinin de caddelerin hüsn-i halde tutulması keyfiyetiyle alakadar<br />
olması ve bu hususta icab eden masarifata yardım etmeleri pek muvafık olabilir.<br />
Harbde kıtaatın seri bir surette nakli işlerinde posta otomobilleri pek ziyade işe<br />
yarayacaklarından bunlarda münasip bir miktar teşkili Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’nin<br />
cümle-i menafindendir. Bundan başka seferi ihtiyaca karşı elde mümkün mertebe<br />
fazlaca mücerreb 38 şoför menbaı bulundurmak keyfiyeti de şayan-ı arzu bulunduğundan<br />
işte bu şoförlerin marularz posta otomobil hatlarında yetiştirilmeleri keyfiyeti de bu<br />
suretle temin edilmiş olur.<br />
(Elektrik üretimi ve sulama için)<br />
2- Vadilerin Seddi: Kışın memlekette suyun mebzuliyeti, yazın ise bunun<br />
mefkudiyeti, vadilerin seddi suretiyle büyük ihtiyat su depoları tesisi ihtiyacını his<br />
ettiriyor. Bilfarz Sivas civarında arazinin teşkilatı doğrudan doğruya bu tesisatın<br />
yapılmasını amir bulunmaktadır. Burada cüz’i masarif ile su bentleri inşa ettirilerek<br />
terakim ettirilecek sudan elektrik müessesatında ve yazın ise arazinin iskasında 39<br />
istifade olunması imkanı vardır. Müşahedatıma göre Anadolu’da cüz’i bir masarif<br />
ihtiyarı ile bu hususta yükseltilecek layuad kuvvet ve bereket hazaini mevcuttur.<br />
Tabiidir ki bu su bentleri tesisatı ancak kömür veya gaz ve benzin gibi yağlarla<br />
müteharrik fabrikaların tesisinden daha ucuza mal olan yerlerde yapılır.<br />
(Tamirle kullanılacak malzeme yolara atılmış çürüyor)<br />
3- Tamire Ait Mevadd: Şimendifer hattı ve gerekse caddeler boyunda halen<br />
dahi milyonlarca lira kıymeti haiz malzemenin yerlerde süründüğünü gördüm.<br />
Lokomotiften ta pantolon dökmesine kadar bir insan için lüzumu olan bütün mevadd<br />
bu yerlerde sürünenler arasında bulunabilir. Bunlar yalnız bu gün için istimale şayan<br />
olmadıklarından bila takayyüt yerlere atılmış ve bu suretle servet-i memleket zıya’a<br />
mahkum bir vaziyete konulmuştur. Biraz çalışma ve işte vukuf ile bütün bir eşya tekrar<br />
tamir olunarak memleket iktisadiyatı nokta-i nazarından tekrar eyadi-i istifadeye vaz’<br />
olunabilir. Şayet memurin, asker ve halk yed-i tasarrufunda bulunanla alakadar olur ve<br />
hükümet canibinden kendinin idaresine tevdi olunan eşyayı hüsn-i halde tutar ve bir<br />
hasar vukuunda tamir ederse senede hükümet milyonlar iktisat eder. Makine ve her<br />
nevi alat-ı fenniyeden haddinden fazla ve maksatsız bir surette iş talebi hassaten<br />
bunların vaktinden evvel duçar-ı hasar olmasına sebebiyet verdiğinden bu iş iktisadi<br />
mülahazat ile hiç kabil-i telif değildir. Bilfarz fenni bir surette yapılan hesap ile azami<br />
kuvve-i tahmiliyesi altı kişi olan bir otomobile sırtı sıra 13 kişi bindirilirse bittabi bu<br />
otomobil altı sene yerine altı ay dayanır.<br />
(Halk onbaşı sopasıyla eğitilmelidir.)<br />
Kanaatime göre Almanya’da halk ancak Prusya bölük kumandanı ve Büyük<br />
Frederik onbaşı sopasıyla bu cihetlerde dikkat ve intizama alıştırılmıştır. Bu tarz<br />
38 Tecrübe edilmiş, denenmiş.<br />
39 Sulanmasında.
142 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
terbiyenin yine Türkiye Erkan-ı Harbiye-i Umumiyesi’ne teveccüh edecek en şayan-ı<br />
şükran bir vazife olacağı kanaatindeyim. 40 Makam-ı Celile halkın bu tarzda terbiyesini<br />
orduya zerk emeliyle neferin ceketinden eksik bir düğme veya sökük lekeli bir elbise<br />
ile karargâhını terk etmesine tahammül edemeyecektir. Her memur, zabit ve nefer<br />
kendine tevdi olunan otomobil, beygir, tüfenk ve her ne olursa olsun miri eşyayı azami<br />
bir ihtimamla bakmayı kendi şerefi telakki etmek lazımdır.<br />
Hükümeti daha ziyada zayiata maruz kalmaktan vikaye için kolordu<br />
mıntıkalarında mevcut olan sahipsiz malzemenin cem ve iddiharını 41 ve bunların<br />
lüzumu olan hükümet tamirhanelerine sevklerinin kolordu levazımlarınca temini için<br />
bunlara lüzumu olan emrin verilmesi maksada muvafık olabilir. Ta inşa olundukları<br />
zamandan beri bugüne kadar yollarda sürünen dekovil malzemesi şimendiferlerce<br />
istifade olunmak üzere cem ve iddihar olunabilir. Şayet bu malzemeye şimendiferlerce<br />
lüzum görülmezse bunları cihet-i askeriyeye verir ki cihet-i askeriye bunlardan pek âlâ<br />
istifade edebilir.<br />
(Tarih ve sanat değeri olan eserleri yok olmaya terk etmeyin, kapalı camiler müze olsun bu<br />
eserler orada muhafazaya alınsın.)<br />
4- Sanayi-i Nefiseden Olan Âbidât: Hemen bütün şehirlerde üçüncü<br />
maddede dermeyan olunan malzemeden gayri eski zamandan kalma sanayi-i nefiseye<br />
ait eşya gördüm ki bunlardan bir kısmı kadim bir kıymet-i tarihiyeyi haiz idi. Bu<br />
hazain-i sanatın dikkatsizlik yüzünden kıymetten düşmesi veya harap olması tehlikesi<br />
mevcuttur. Binaenaleyh bu hazain-i sanat tarihin hangi devrine ait olursa olsun her<br />
kasaba ve vilayette bunları sanayi-i nefise mütehassıslarının nezareti altında toplayarak<br />
emin bir surette muhafaza etmekliği arz etmek isterim. Kapalı bulunan layuad cami ve<br />
kilise 42 bu toplanan asar-ı sanayi-i güzelce alır ve bu suretle şehir ve kasabalarda<br />
masrafsız bir surette vücuda gelmiş kıymettar müze vazifesini görürler. Maruzatımın<br />
tatbiki halinde baha biçilmez asar-ı sanayi muhafaza edilecek ve bu suretle gerek<br />
servet-i millî ve gerekse halkın terbiye-i umumiyeleri nokta-i nazarından bir kâr-ı azim<br />
temin olunacaktır ki, bütün bu iş için de hiçbir masraf ihtiyarına lüzum olmayacaktır.<br />
5- Hıfzısıhhaya Müteallik Mevadd<br />
(Sokaklar çok pis ve tozlu halka ve belediyelere sokağı temiz tutması için yaptırımlar<br />
uygulanmalıdır.)<br />
Muhtelif şehirler arasında temizlik nokta-i nazarından mevcut olan fark-ı azim<br />
hayretle görülmeye şayandır. Sokaklarını daimi surette sulayan Tokat, Amasya ve<br />
Samsun müstesna olmak şartıyla diğerlerinin sokakları kamilen toz içindedir. Ahalinin<br />
sıhhati nokta-i nazarından bunun büyük bir mahzur teşkil ettiği hususu şüphesizdir.<br />
Hassaten bu mahzur, mevcut toza her türlü mülevvesat karışırsa (Sivas’ta olduğu gibi)<br />
sokaklarda süprüntü yığını halini alırsa bittabi daha ziyade artar. Bu hususa çaresaz<br />
40 Prusya terbiye anlayışı ve militarist politika burada açığa çıkıyor, “onbaşı sopası” ile terbiye edilen millet!<br />
41 Biriktirme, stoklama, toplayıp saklama.<br />
42 “Kapalı bulunan sayısız cami ve kilise” ifadesi üzerinde durulmaya değer. Mübadele ve Ermeni<br />
tehcirinden dolayı gayri Müslimlerin boşalttıkları semtlerde bulunan kiliselerin kapalı olması anlaşılıyor.<br />
Ancak camilerin neden kapalı oldukları araştırılmalıdır. Öyle ki bunlar “tarihi eserler deposu veya müze<br />
olarak kullanılabilirler” diye Wangenheim Baronu tarafından fikir teklif ediliyor. Birçok cami Tek Parti<br />
döneminde depo ve müze olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet Arşivinde bu konuda belgeler vardır.
Fahri SAKAL 143<br />
olacak ancak belediye reisleri veya zabıta-i mahalliyenin göstereceği şiddet ve kudrettir.<br />
Tokat şehri bir mücevher çekmecesi kadar temiz idi. Diğerlerinin de temizlik itibarıyla<br />
Tokat şehri derecesine isal edilmesi lazımdır. Ancak bu hususta icab eden tazyikin<br />
diriğ 43 edilmemesi meşruttur. Sokakların temizliği işi en muvafıkı her ev halkı kendi<br />
mıntıkasını temizlemek ve sulamak suretiyle yaptırılacak olursa çok makul hareket<br />
edilmiş olur. Bu tarz ile gerek şehre ve gerek hükümete hiçbir masraf çıkarılmamış<br />
olur. Bu temizlikte ihmal gösteren herkes, binnetice halkın sıhhatini ve dolayısıyla<br />
hükümeti zarardide edeceğinden ceza-yı nakdi veya bilfiil çalıştırmak suretiyle tecziye<br />
olunur.<br />
Bu işi yapabilmek için ahali-i mahalliyenin boş vakti olduğu pek tabiidir. Çünkü<br />
işsiz layuad insanın evleri önünde veya kahvehanelerde oturdukları görülmektedir.<br />
Sonra da sokakların süpürülmesi veya sulanması işini çocuklar da yapabilirler.<br />
Sokakların temizliği ile ahaliyi alakadar etmek aynı zamanda bunların terbiye ve<br />
yetiştirilmesi hususunda da fevkalade haiz-i tesir olan bir sebep olabilir. Birinci madde<br />
(H) faslında dermeyan edilen sokakların ziftlenmesi 44 keyfiyeti, şehirlerin tozdan<br />
masuniyetini de temin eder.<br />
(Anneler çocuk büyütmeyi bilmiyor, bunlara eğitilmiş kızlar danışman olsun)<br />
Birçok küçük çocukların zayıf ve nahif bir halde görünmeleri ve valideleri<br />
tarafından sıhhate muzır bir surette ve eski usul dahilinde kundaklandıkları ve bu usul<br />
ile bakılarak büyütüldüklerini gördüm. Bu tarzdaki çocuk bakımının intaç edeceği<br />
vefeyata 45 karşı mücadele için validelerin tenvir edilmeleri iktiza eder. Bu maksatla<br />
Almanya’da gerek hasta hanelerde ve gerekse meme çocuklarının bakım hanelerinde<br />
şefkat hemşireleri yetiştirilir. Bu şefkat hemşireleri her kasaba ve köyü dolaşarak genç<br />
validelerle temas ederler ve bunlara asri çocuk bakımını ameli surette talim ederek<br />
muavenet ederler. Bu suretle Almanya’da büyük istifadeler temin olunmaktadır.<br />
Binaenaleyh Türkiye’de dahi münevver kısma mensup genç kızların, hassaten ve hüllei<br />
evlada varid-i hatır olan zabit kızlarının çocuk bakımında yetiştirilmelerini ve bütün<br />
memlekette sevaplı bir saha-i mesaî iraesini 46 teklif ederim. Bu sayede Türkiye’nin en<br />
kıymettar mameleki 47 olan yavrular hıfz ve vikaye edilmiş olacaktır ki bu çocuklar<br />
müstakbelin askeri olacaklarından 48 bu mesele ile de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye<br />
fazlasıyla alakadardır.<br />
(Tüketici az, tacir çok, bunlar ihracata yönelik sektörlere kaydırılmalıdır.)<br />
Bütün şehirlerde aynı tarzdaki müşahedatıma göre fazla miktarda tacir ve az<br />
miktarda müstehlik vardır. Bir küçük kasabada aynı iş üzerine 25 tacir muamele<br />
yaparsa bunlardan hiç biri nail-i mesuliyet olamaz. Bilakis hepsi de ancak kuvvet-i<br />
lâyemut 49 derecede idame-i hayat edebilirler. Bu şekil aynı zamanda hükümetin de<br />
43 Esirgeme, önleme, men etme.<br />
44 Orijinal metinde “zift” in “f”si yerine kef yazılmış.(fs).<br />
45 Ölümler.<br />
46 Gösterme.<br />
47 Varı yoğu, her şeyi.<br />
48 Geleceğin askeri olacaklarından bu mesele ile Genelkurmay ilgilenmeliymiş! Halbuki bunlar insandır ve<br />
memleketin insan varlığıdır. O cihetten bakılmalı ve bütün devlet ve sivil kurumların o çocukları yaşatmak<br />
için çalışmaları teklif edilmeliydi. Burada da militarizmin mahiyeti gayet net olarak görülmektedir.<br />
49 Ölmez.
144 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
mazarratını 50 daidir. Çünkü hükümetin menfaati mümkün mertebe zengin vergi<br />
ashabının ve müreffeh halkın mevcudiyetiyle kaimdir. Bazı satıcılara saatlerce müddet<br />
hiçbir müşterinin gelmediğini gördüm. Bu zevat 51 tamamen işsiz bir halde ve başları<br />
önünde düşünüp duruyorlar. Binaenaleyh durgun vaziyette olan halkı bilfarz ihraca<br />
elverişli bir işe teşvik ederek bu suretle memlekette ihracatı ve binnetice hükümetin<br />
menafini tezyid etmek, hükümetin ittihaz edeceği şaheser bir tedbir-i siyasi olabilir.<br />
6- Fenni Münakalata ait Hususat:<br />
(Trenler haşerelerden temizlenmek için ilaçlanmalıdır.)<br />
A-Tahta Kehlesi Rahatsızlığı: Anadolu Demiryolları dakikası dakikasına hareketi<br />
ve işletme hususundaki intizamı ile numuneye şayan bir mertebede olup harpten<br />
evvelki görgüme nazaran Fransız şimendiferlerine müthiş bir surette tefevvuk edecek<br />
derecededir. Yalnız yolcuları iz’âc 52 eden iki ehemmiyetsiz nokta vardır. Birincisi<br />
herkesi muzdarip eden tahta kurularının izacıdır. Kanaatime göre şimendifer<br />
kumpanyası için her hareket hitamını müteakip kompartımanları gaz sıkan tulumba<br />
altlarıyla esaslı bir surette gazlayarak temizlemek veya haşaratın izalesine yarayan (flit)<br />
ile dezenfekte etmek ehemmiyetsiz bir iştir. Arz edilen bu her iki vasıta da pek cüzi bir<br />
masraf ve işçiye vabeste olup şimendiferin şeref ve haysiyetini esaslı bir surette<br />
arttıracağından tatbiki pek muvafıktır.<br />
(Tren gişeleri kalabalık, gişeye yaklaşacaklar sağdan, ayrılacaklar soldan yürüsün.)<br />
B- İstasyonlardaki gişeler hal-i intizamda olmayıp fazla izdiham dolayısıyla her<br />
türlü uygunsuzluğa sebebiyet vermekte ve bu suretle sırf teferrüç 53 maksadıyla seyahate<br />
çıkanların mucib-i yeis ve kederi olmaktadır. Burada intizamın tesisi yapılacak küçük<br />
bir tertibat sayesinde temin olunabilmektedir. Bu işi bir talimat ile tanzim ederek gişeye<br />
yanaşacakların sağdan ve çıkacakların soldan olmak üzere veya aksine olarak hareket<br />
etmeleriyle bu intizamsızlık bertaraf edilmiş olur. 54 İstanbul veya sair istasyonlarda<br />
tatbik olunduğu üzere gişenin önüne konulan iskemle şeklinde yüksekçe bir kutu<br />
yolcuyu bu intizama tabiiyete icbar edebilir.<br />
7-Gemi Münakalatı:<br />
(Askerler gemilerde sivillere örnek olsun, yaka bağır açık ve sarhoş dolaşmasınlar.)<br />
A) Gemi halkı beynelmilel bir şekilde arz-ı vücut edeceğinden, gemi kapudanı<br />
gemisinde en mükemmel bir intizamın tesisine ihtimam ederek birinci mevki<br />
kamaralarının hiçbir zaman yolcuda gemi ambarı intibaını uyandırmamasına dikkat ve<br />
50 Zarar ve ziyan<br />
51 Asıl metinde “zat” yazılıdır, ancak cümle ve fiil çoğul olduğundan biz de özneyi çoğullaştırdık.<br />
52 Rahatsız eden, tedirgin eden, bunaltan.<br />
53 Ferahlama, gezinti.<br />
54 Gişe önündeki intizamın nasıl sağlanacağı ve izdihamın nasıl ortadan kalkacağı gibi konularda bile<br />
birileri sağdan diğerleri soldan yanaşsın şeklindeki çözüm önerileri çok manidardır. Bahriye Vekili’nin<br />
notlarında(bkz. Belge s.26) bunları her tahsil görmüş Türk biliyor” ifadesi varsa da bu özrün kabahatten<br />
daha büyük olduğu bir örneği teşkil etmektedir. Bizce doğrusu o zamanki idare vatandaşın hali ile hiç<br />
ilgilenmemiştir. Vatandaş devlete ve rejime isyan etmesin, asker ve vergi görevlerini yerine getirsin yeter.<br />
Seçim döneminde bile vatandaşın ayağına oy istemek için bile olsa gitmiyorlardı. İlk defa 1950<br />
seçimlerinde köy ve kasabalara gitmeye ve vatandaşa halini sormaya başladılar. Bkz Fahri Sakal, Çok<br />
Partili Döneme Geçişte Tek Partinin Muhalefet Anlayışı, Ebabil Yay. Samsun, 2008, s. 106-107
Fahri SAKAL 145<br />
ihtimam etmekte mecburidir. Umur-dide ümera-yı askeriye müteyakkızane bir tavır ve<br />
hareketle diğerlerine numune-i misal olmak mecburiyetinde olup vuku bulduğu üzere<br />
çizme pantolonu ve terlik ayağında olduğu halde göğüs açık, yakasız ve hatta sekr 55<br />
halinde güvertede dolaşmağa hiçbir zaman mezun olmamalıdırlar. Bu tarzda bir<br />
hareket Türk ordusunun ve Türk gemileriyle seyahatteki kadr 56 ve haysiyeti haleldar<br />
eder.<br />
(Gemilerde temizlik ve intizam yok, banyo mahalli hırdavat odası olmuş, Türk gemiciliğinin<br />
şerefi haleldar oluyor.)<br />
B) Gemide malzemenin hüsn-i halde bulundurulması keyfiyeti mefkud olup bu<br />
işe pek az ihtimam olunmaktadır. Kapı ve pencereler ya pek sıkı kapanıyorlar veya hiç<br />
kapanmıyorlardı. Banyo mahalli hırdavat odası olarak kullanılmakta idi ki boyası da<br />
matluba muvafık değildi. Yolcular, deniz emniyetine müteallık talimat ahkamına tevfik<br />
hareket etmeyerek mevcut dört kazandan ikisini teshin ettiğini ve tahlisiye edevatının<br />
talimatı ahkamına mugayir bir halde bulunduğunu hikaye ettiler. Bu verilen malumatı<br />
kontrol edemediğim için bittabi bu söylenenlerin derece-i sıhhatini tayin edemedim.<br />
Mamafih bu şikayet edilen hususat Türk gemisiyle seyahatteki kadr ve şerefi haleldar<br />
edebilecek bir mahiyette olduklarından makam-ı aidisince tetkike şayandırlar.<br />
8- Polis Heyeti:<br />
(Polis keyfi ve sorumsuz davranıyor her ilçede farklı uygulamalar var, amirler makamında<br />
bulunmuyor, bir yolcu bir imzayı üç günde attırabiliyor)<br />
Bütün seyahatim esnasında bilumum polis memurini ile jandarma heyeti<br />
tarafından daima nazik ve mültefitane muamele gördüm. Öyle ki şahsım itibarıyla<br />
mucib-i şikayet hiçbir sebep mevcut olmayıp bilakis bunların gösterdikleri muavenet-i<br />
insaniyetkâraneden dolayı teşekküre mecburum. Buna rağmen polise dair dermeyan<br />
eyleyeceğim bazı hususat varsa, onu da hükümetin menfaatini gözeterek idare-i kelam<br />
eden bitaraf bir lisandan ağızları ancak polisin mukabil bir tedbirde bulunacağı<br />
korkusuyla kapanan diğer yolculara ait şikayatın Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’ce<br />
dinlenmesinin muvafık olacağını mütalaa ederek arz ediyorum. Hareket ve muvasalat<br />
için polise müracaatlarımda ben de bunların muntazam bir usul dahilinde hareket<br />
etmediklerini gördüm. Kasabanın birisinde muvasalat ve hareketimi otelcinin polise<br />
bildirmesi maksada kafi gelirken diğerlerinde bizzat muvasalat ve hareket için polise<br />
müracaata mecbur tutuldum. İki şehirde fotoğraf taleb ettikleri halde diğerlerinde<br />
istemediler. Sivas’ta ise bizzat polis dairesine çağrılarak vesikamdan maada pasaportum<br />
ile İstanbul ikamet vesikamı da ibraz etmekliğim taleb edildi. Şahsıma ait bulunan<br />
fotoğraflı vesikam ile başkaca vesaiki musaddakan hamil bulunurken artık bunlardan<br />
gayrisinin neden lüzumlu olacağı keyfiyetini bittabi anlayamamıştım. Bir yolcu polisten<br />
vesikasını alabilmek için üç gün intizara mecbur olmuş ve bu suretle seyahati dört<br />
günlük bir tehire uğramıştır ki, bu vesikanın geç verilmesinde hiçbir sebep yok idi.<br />
Polis uygunsuzluğu hakkında diğer yolculardan başkaca işittiklerimi arz etmekliğimi<br />
zait görürüm. Müteaddit defalar şahit olduğuma göre mesai zamanı polis şefi<br />
makamında bulunmuyor veya henüz gelmiş ve gitmiş bir zamana rast geliyordu ki,<br />
55 Sarhoş.<br />
56 Değer, şeref, haysiyet.
146 Baron Von Wangenheim’ın Seyahat Raporuna Göre Cumhuriyetin İlk Üç Yılının…<br />
dairede bulunan diğer mevcut imza hakkını haiz olmadığı için ertesi günü müracaat<br />
etmekliğimi tembih ediyordu. 57<br />
(Yolculara kötü davranılıyor, yabancı düşmanı polislerle turizm gelişmez.)<br />
Kanaatime göre yolcunun hamil olduğu vesikasını otelciye ibraz etmesi ve otelci<br />
tarafından yolcunun muvasalat ve hareketinin polise tahriren bildirilmesi maksada vefa<br />
edebilir. İstanbul’da kendilerine seyahat vesikası verilen eşhas münhasıran hükümetçe<br />
daimi şüphe olmayanlarken bütün seyahat edilen şehirlerde zaman zıyaı ve masarifi dai<br />
olan bu müşkülat-ı azime neden ika 58 edilsin.<br />
Hükümet, Avrupa’daki bilumum sefaret ve konsolosluklarıyla ilan-ı keyfiyet<br />
ederek (teferrüç seyahati şirin Türkiye’yi ziyaret edebilirler.) tarzında seyahatin celb ve<br />
cezbini cidden arzu ederse evvel emirde seyyahinin polis nezdinde vuku bulacak<br />
müracaatı işini esaslı bir surette basitleştirmeli ve bu işin bütün teferruatıyla bir<br />
yeknesaklık dahilinde cereyanını temin etmelidir. Ecnebiye hasmane muamele eden<br />
küçük rütbedeki polis memurininin keyfi harekatının veya entrikalarının mukabelesiz<br />
kaldığı hakkında yolcuda husul bulan imana nihayet vermek zarureti variddir.<br />
(Polis ve jandarma fazlası var)<br />
Hasıl ettiğim intibaıma göre mevcut jandarma ve polis miktarı fazladır. Madem<br />
ki bütün memleket hal-i sükun içindedir, şu halde daha az bir mevcutla daha<br />
semeredar bir mesai temini imkanı vardır. Memleketin her tarafındaki kıtaat<br />
garnizonlarının mevcudiyeti ve polise icabında bunların muavenet edeceği<br />
mülahazasıyla kanaatime nazaran polis miktarı bir derece tenkis olunabilir. Belki de<br />
jandarma ve polislerden bu suretle çıkarılacaklar kıtaatta küçük zabıtan heyeti<br />
meyanına ithal olunarak bunlardan bu işlerde istifade olunabilir.<br />
Otuz seneden beri Anadolu’da emrar-ı vakt 59 eden bir ecnebinin Türkiye’nin<br />
inkişaf ve terakkisine müteallik söylediklerini Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’ye arz etmek<br />
makam-ı celile için şayan-ı istifade olabilecektir. Bu zat Türkiye’nin bu son iki sene<br />
zarfında bütün sahalarda gösterdiği terakki ve inkişafın gayet azim olduğunu dermeyan<br />
ediyor ve bundan yirmi sene evvel bu zat Türkiye’nin daha yarım asırlık bir zaman<br />
içinde bu derece bir inkişaf gösteremeyeceğine kani bulunduğunu itiraf ediyor.<br />
Hassaten kadınların fabrika işlerinde gösterdikleri zeka ve mahareti suret-i mahsusada<br />
medh ü sena ediyor. Hülasa olarak bütün seyahatin benim için fevkalade şayan-ı<br />
istifade olduğunu tekrar etmekliğimi vecibe bilir ve Türkiye’deki tedrisatım esnasında<br />
bundan büyük istifadeler edeceğimi ümit ederim.<br />
Müsaade-i devletleriyle bu şayan-ı istifade seyahati yapmaklığımı her suretle<br />
temin ve teshil eden Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’ye bu vesile ile arz-ı teşekkürat eyler<br />
ve maruzatıma hatime veririm.<br />
***<br />
57 Burada bahsedilen memur hantallığı ve “bugün git, yarın gel” zihniyeti için bkz. BCA, CHP K.<br />
490.01/163.649.4; BCA, CHP. K. 490.01/475.1919.1; Ağaoğlu Ahmed, Gönülsüz Olmaz, Büven<br />
Basımevi, Ankara, 1943. Tek parti devrinde memurların genellikle çalışmadığı ve “ceberut devlet”<br />
anlayışının temsilcileri oldukları hakkında ayrıca bak. Fahri Sakal, Tek Partinin Muhalefet Anlayışı, s.<br />
102-111. ve 196-197. Ayrıca bkz. Ercan Çelebi, Mübadele İmar ve İskan Vekaleti, Yayımlanmamış<br />
Doktora Tezi, Samsun, 2005, s.76.<br />
58 Yapma, yaptırma, düşünme.<br />
59 Vakit geçiren.
Fahri SAKAL 147<br />
Rapor burada bitiyor. Biz özünü bozmamak ve yararlanacak diğer araştırıcıların<br />
aslını görmesini sağlamak için sadece bugünkü dilde kullanılmayan kelimeleri<br />
dipnotlarla açıkladık ve bölümler ihdas etmeden her paragrafta nelerin anlatıldığını<br />
belirtmek için parantez içinde italik tali başlıklar koyduk. Rapor bu haliyle<br />
incelendiğinde çok basit uygulamaların bile o zamanki idare tarafından<br />
düşünülemediğini veya ihmal edildiğini gösterir gibidir. Diğer bir ifade ile neredeyse<br />
yolda nasıl yürüneceğini, gemide ve trenlerde nasıl hareket edileceğini, buralarda sarhoş<br />
bulunmanın ordunun ve Türk gemiciliğinin itibarını düşüreceğini, polisin keyfi<br />
tutumlarını ve bir yolcunun evrakını üç gün imzalatmak için beklediğini,<br />
ağaçlandırmanın faydalarını, trenlere kalabalık istasyonlarda nasıl binileceğini, trenlerin<br />
ve sokakların nasıl temizlenmesi gerektiğini, annelerin kundaklama ve diğer adetlerinin<br />
çocukların sağlıklı büyümesine engel olduğunu, ekonomik sorunları vs. anlatan bir<br />
raporla karşı karşıyayız.<br />
Wangenheim, yıllık izni esnasında İstanbul’dan gemi ile Mersin’e gitmiş, oradan<br />
karayolu ile Tarsus, Ulukışla, Kayseri, Sivas, Tokat, Amasya ve Samsun’a gelmiştir.<br />
Anlaşıldığına göre Samsun’dan gemi ile İstanbul’a dönmüş olmalıdır. Çünkü raporunda<br />
başka şehirlerden bahsetmiyor. Bu şehirlerden özellikle Tokat, Amasya ve Samsun’un<br />
temizlik durumunu överken diğer şehirleri gayet pis, bakımsız ve tozlu bulmuştur.<br />
Tokat için yaptığı benzetme ise bu şehir halkını gururlandıracak kadar güzeldir:<br />
Sokakları yıkanan bir şehir ve bir “mücevher kutusu.”<br />
Burada bir batılı gözüyle, yeni Türkiye devlet ve toplumunun kısa bir<br />
panoramasını görüyoruz. Otuz yıldır Türkiye’de olduğunu belirttiğine göre, batıyı<br />
bildiği kadar, bizi de iyi tanıdığını söyleyebiliriz. Zaten yazdığı şeylerin tamamı<br />
doğrudur. O devrin Türkleri bunları yazmamış, belki yazamamıştır. Bazıları da burada<br />
bahsedilenlerin bir kader olduğunu kabul etmiştir veya harp yıllarını hatırlayarak,<br />
“buna da şükür” kabilinden eksikleri belki görmezden gelmektedirler. Burada<br />
yazılanlar toplumuna ve devletine karşı sorumlu olan her yönetici ve aydının görmesi,<br />
rapor etmesi ve tartışması gerekli hususlardır.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Amerikan Board Misyonerlerinin<br />
Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler<br />
Çerçevesinde Eğitim Alanındaki Çalışmalar<br />
Gülbadi ALAN *<br />
Giriş<br />
Amerikan Board cemiyetine bağlı misyonerlerin Trabzon’da 1835 yılında başlatmış<br />
olduğu çalışmalar, Board’ın Anadolu’daki teşkilatlanmasında 1860 yılına kadar<br />
meydana gelen değişikliklerden dolayı, sürekli değişken bir zeminde yürütülmüştür.<br />
Son olarak, 1885 yılında Trabzon Batı Türkiye Misyonu sınırları içine alınarak istasyon<br />
haline getirilmiş ve çevresinde bulunan bazı yerleşim yerleri birer dış istasyon olarak<br />
Trabzon’a bağlanmıştır 1. Buranın merkez haline getirilmesinden dolayı, yürütülen<br />
çalışmalar önceki yıllara göre daha bir önem kazanmıştır. Ancak Trabzon istasyonunda<br />
yürütülen eğitim çalışmalarının, Batı Türkiye Misyonu’nda yer alan diğer istasyonlara<br />
oranla daha düşük boyutta olduğu görülmektedir. Burada kolej, ruhban okulu veya -kız<br />
yada erkeklerin eğitim gördüğü- yatılı yüksek okullar seviyesinde bir eğitim çalışması<br />
sürdürülememiştir. Okullaşma, genelde Trabzon ve buraya bağlı dış istasyonlarda<br />
açılan karma ilkokullarda yürütülen eğitim faaliyeti seviyesinde kalmıştır.<br />
Trabzon’da yürütülen faaliyetlerin bu özelliklerinden dolayı, çalışmamızda<br />
öncelikle Amerikan Board misyonerlerinin buradaki teşkilatlanması ve bu teşkilatlanma<br />
içerisinde Trabzon ve buraya bağlı dış istasyonlarda yürüttüğü eğitim çalışmaları ve bu<br />
çalışmaların diğer istasyonlarda yürütülen eğitim çalışmalarından farkı ele alınacaktır.<br />
Ayrıca, Amerikan Board’ın Trabzon’daki eğitim faaliyetleri, Başbakanlık Osmanlı<br />
Arşivi’nden elde edilen belgeler ışığında da değerlendirilmeye çalışılacaktır 2.<br />
1. İlk Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon’a Gelişi ve Teşkilatlanma<br />
Çalışmaları<br />
Amerikan Board misyonerlerinin, İstanbul’un doğusunda, Karadeniz sahillerinde ilk<br />
girdikleri ve yerleştikleri yer Trabzon olmuştur. Thomas P. Johnson, ilk Amerikan<br />
misyoneri olarak 1835 yılında burada ikamet etmeye başlamıştır 3. Ancak Board<br />
* Yrd.Doç.Dr.,Erciyes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi.<br />
1 Amerikan Board cemiyetinin Osmanlı ülkesindeki teşkilatlanması hakkında ayrıntılı bilgi edinmek için<br />
bkz. U, Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika (19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki<br />
Amerikan Misyoner Okulları), (İstanbul, 1989).<br />
2 Bu değerlendirmede, Trabzon ve çevresi Osmanlı idarî teşkilatlanması çerçevesinde ele alınacaktır.<br />
3 J. L. Barton, Daybreak In Turkey, (Boston, 1908), s.127; W.E. Strong, The Story of The American Board (An
Gülbadi ALAN 149<br />
misyonerlerinin Trabzon’a ilk ayak basmaları 1831 tarihinde gerçekleşmiştir. Amerikan<br />
Board yetkilileri, 1830 yılında Anadolu’da iyi bir araştırma yapmak için Eli Smith ve<br />
Harrison Gray Otis Dwight adlı iki misyoneri görevlendirmiştir. Bu iki misyoner, 16 ay<br />
sürecek araştırma gezilerine, yapılan tavsiyeler üzerine, Anadolu’nun iklim yapısını göz<br />
önünde bulundurarak 26 Mayıs 1830 tarihinde İzmir’den başlamışlardır. Bu iki gezgin<br />
misyonerin ifadesiyle, gezilerinin amacı, kendi ülkelerinde Ermenilerin durumunu tahkik<br />
etmek 4 şeklinde açıklanmıştır.<br />
İzmir’den başlayan yolculuğun güzergahı Anadolu içlerine doğru devam etmiştir.<br />
Bu yolculuk esnasında Trabzon’a yakın yerleşim yerlerinden ilk uğradıkları<br />
merkezlerden biri Merzifon olmuştur. Smith, gezileri güzergahında devam ederken bir<br />
Mayıs günü Merzifon ovasına geldiklerini, Anadolu’nun eski taksimatının sınırlarını<br />
tam bilmediklerini, ancak Paphlagonya’yı terk edip Galatia sınırından geçip Pontus’a<br />
girdiklerini, on iki saatlik bir yolculuk ve çok az uykuyla geçen bir geceden sonra da<br />
Merzifon’a, sabırları tükenmiş bir halde ulaştıklarını yazmıştır. Şehir hakkında kısa da<br />
olsa bilgi veren Smith, bir şehirden ziyade kasaba görüntüsünde olan Merzifon’un<br />
antik Phazemon şehri olduğunu, edindiği bilgilere göre kasabada 5000 hanenin mevcut<br />
olduğunu, bu hanelerden 1000 kadarının Ermenilere, geri kalanın da Türklere ait<br />
olduğunu ifade etmiştir 5.<br />
Daha sonra buradan Tokat’a uğrayarak Erzurum’a, oradan da doğuya doğru<br />
devam eden yolculukları Kafkasya içlerinde Karabağ’a kadar uzanmıştır. Trabzon’a,<br />
Karabağ’dan başlayan dönüş yolculukları esnasında uğramışlardır. Ziyaretleri esnasında<br />
150 öğrencisi bulunan bir Ermeni erkek okulunu ziyaret etmişlerdir. İki misyoner,<br />
Trabzon’da bir de Rum gramer okulunun bulunduğundan, ancak okulun iki<br />
öğretmeninin ölümünden dolayı o anda kapalı olduğundan bahsetmektedirler 6.<br />
Trabzon ve civarı hakkındaki izlenimlerini Dwight, notlarında uzun uzadıya anlatmış<br />
ve bölge halkını ilerlemeye açık olmaları ve uyanıklıkları ile gerçek Yunan soyundan gelme<br />
olarak tanımlamaktadır 7.<br />
Bu gezilerin sonucunda misyonerlerin hazırladıkları raporlarda bölge hakkındaki<br />
olumlu görüşler nedeniyle, Amerikan Board tarafından Sinop’tan Trabzon’a uzanan<br />
Karadeniz sahillerine ve iç kesimlerinde Erzurum’a misyoner çalışmaları için umutla<br />
bakılmaya başlanmıştır. Bu raporlarda, Rumlar ve Ermeniler arasında çalışmayı<br />
sağlayacak bir misyon merkezi olarak Trabzon’un uygunluğuna ve potansiyeline de<br />
dikkat çekilmiştir 8.<br />
Yine Trabzon’da bir istasyon kurulmadan önce buraya uğrayan bir başka<br />
Amerikan Board misyoneri, Justin Perkins’tir. Smith ve Dwight’ın yaptıkları yolculuk<br />
sonucunda Nasturiler üzerinde çalışılması gerektiği yönündeki tavsiyeleri dikkate alan<br />
Account of the First Hundred Years of the American Board of Commissioners for Missions), (Boston, New York,<br />
Chicago, 1910), s.93; W. E. Curtis, Around the Black Sea, Hodder and Stoughton, (New York, 1911), s.33.<br />
4 E. Smith, Researches of the Rev. E. Smith and Rev. H. G. O. Dwight in Armenia: Including a Journey Through Asia<br />
Minor and into Georgia and Persia with a Visit to the Nestorian and Chaldean Christians of Oormiah and Salmas,<br />
Vol.I, (New York, 1833), s.43-44.<br />
5 Smith, a.g.e., s.89-90.<br />
6 F. A. Stone, Academias For Anatolia, (New York 1984), s.32.<br />
7 G. Augustinos, Küçük Asya Rumları, (Ankara, 1997), s.197.<br />
8 Augustinos, a.g.e., s.197.
150 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Amerikan Board, bu işle Perkins’i görevlendirmiş ve Perkins yolculuğunu, 1833 yılında<br />
Trabzon üzerinden Urmiye’ye yapmıştır 9.<br />
Board misyonerleriyle ilk tanışması bu şekilde olan Trabzon şehrinin Amerikan<br />
Board teşkilatlanması içerisindeki durumu da yıllara göre oldukça farklı bir gelişme<br />
göstermiştir. Amerikan Board’ın, Trabzon’da çalışmaların başlatıldığı 1835 yılında,<br />
Osmanlı Devleti topraklarında Suriye Misyonu dışında iki misyonu vardır.<br />
Bunlardan birincisi İstanbul Misyonu’dur. 1831 yılında kurulan ve ilk başlarda<br />
faaliyetlerin dört misyoner, üç bayan misyoner yardımcısı ve bir yerli yardımcı ile<br />
yürütülmeye çalışıldığı bu misyonun en büyük özelliği tek istasyonlu bir misyon<br />
olmasıdır. 1829 yılında Osmanlı ülkesine gelen Amerikan Board sekreterinin amacı<br />
daha geniş ve iç açıcı çalışma sahaları oluşturmaktır. Bunun için Anadolu en uygun<br />
alan olarak seçilmiştir. Isaac Bird, Beyrut’a daha önce açılmış olan Suriye Misyonu’nu<br />
yeniden başlatmak üzere gönderilirken, misyoner Goodell de İstanbul’da bir istasyon<br />
açmakla görevlendirilmiş 10 ve neticede bu misyon kurulmuştur. Bu arada Eli Smith,<br />
Harrison Gray Otis Dwight ile birlikte Doğu Anadolu’yu keşif turuna çıkmıştır.<br />
İstanbul Misyonu’nun kuruluşuyla başlayan bu genişleme, Osmanlı ülkesinde yürütülen<br />
Board çalışmaları için yeni bir sayfanın açıldığı anlamına gelmektedir. İkincisi de Küçük<br />
Asya Misyonu’dur. İlk kuruluş döneminde İzmir, Bursa, Trabzon, Sakız adasından<br />
oluşan dört istasyona sahiptir; Gemlik ve Demirtaş ise iki dış istasyonudur. Buradaki<br />
çalışmalar, yedi misyoner, bir matbaacı, üç bayan misyoner yardımcısı ve bir yerli<br />
yardımcı ile yürütülmeye çalışılmıştır.<br />
Ancak 1839 yılında Amerikan Board Osmanlı ülkesindeki teşkilatlanması adına<br />
iki önemli karar almıştır. Board’ın Osmanlı ülkesindeki çalışmaları açısından önemli<br />
olduğu kadar, Trabzon’daki çalışmalar açısından da önemli olan bu kararlardan<br />
birincisi, İstanbul Misyonu ve Küçük Asya Misyonu’nun birleştirilerek, isminin Türkiye<br />
Misyonu olarak değiştirilmesidir. Bu değişiklik fazla uzun süreli olmamış ve 1849 yılında<br />
yeni bir değişiklik kararı ile misyonun ismi Ermeni Misyonu olarak değiştirilmiştir. 1850<br />
yılında İstanbul, İzmir, Bursa, Trabzon, Erzurum ve Antep’in merkez istasyonlarını<br />
teşkil ettiği Ermeni Misyonu, ilerleyen tarihlerde oldukça önemli merkez istasyonlar<br />
haline getirilecek olan Kayseri, Sivas, İzmit, Urfa gibi şehirleri dış istasyon olarak<br />
bünyesine almıştır. 1856 yılında Anadolu’daki Amerikan Board teşkilatlanması tekrar<br />
değiştirilmiş ve Ermeni Misyonu; Kuzey Ermeni Misyonu ve Güney Ermeni Misyonu olmak<br />
üzere yeniden ikiye ayrılmıştır. Kuzey Ermeni Misyonu sınırları içerisinde İstanbul, İzmir,<br />
Trabzon, Erzurum, Tokat, Sivas, Kayseri, Arapkir, Harput ve Bahçecik merkez<br />
istasyonları ve bu istasyonlara ait 30 kadar dış istasyon yer almıştır. Yine bu dönemde<br />
Kuzey Ermeni Misyonu’nda 25’i bayan 49 Amerikan Board mensubu misyoner görev<br />
yapmıştır 11. 1856 yılında oluşturulan diğer misyon da Güney Ermeni Misyonu’dur. Bu<br />
misyon bölgesine ait dış istasyonlar Antep, Maraş, Urfa, Antakya ve Halep’tir. 1857 yılı<br />
rakamlarına göre bu merkez istasyonlarına bağlı 12 dış istasyon bulunmakta ve<br />
Amerikan Board mensubu 14 Amerikalı misyoner, belirtilen merkez istasyonlarda<br />
görev yapmaktadır 12.<br />
9 J. L. Grabil, Protestant Diplomacy and the Near East Missionary Influence on American Policy (1810-1927),<br />
(Minneapolis, 1971), s.135-136.<br />
10 Grabill, a.g.e., s. 9.<br />
11 Papers of the American Board of Commissioners for Foreign Missions (PABCFM), Reel 522, No:27.<br />
12 PABCFM, Reel 522, No:46.
Gülbadi ALAN 151<br />
1839 yılında Amerikan Board’un Anadolu’daki çalışmaları açısından aldığı<br />
kararlardan ikincisi de, aynı yılın Eylül ayında misyoner Jackson’un istasyon kurma<br />
çalışmaları için Erzurum’a gönderilmesi olacaktır. Böylece bütün hareketlerin üssü olan<br />
İstanbul’un ardından Bursa, İzmir, Trabzon’la başlatılan teşkilatlanma çalışmaları<br />
Erzurum istasyonu ile devam etmiştir. Ancak yeni istasyonlar kurma çalışmaları<br />
bununla sınırlı kalmamış ve 1848 yılında Antep de istasyon merkezi haline getirilmiştir.<br />
Misyonun 1850 yılındaki toplantısında, artık Protestan Hıristiyanlığını Osmanlı<br />
ülkesinin her köşesine yayma zamanının geldiğinin vurgulanması üzerine, harekete<br />
geçilerek, o ana kadar bütün hareketlerin üssü olan İstanbul’un yanında Tokat, Sivas,<br />
Amasya ve Merzifon’un daha önceden kurulan Trabzon istasyonunca; Harput, Muş,<br />
Bitlis ve Van’ın Erzurum istasyonunca yakından izlenmesi kararı alınmış, ayrıca<br />
Kayseri ve Tarsus’a da önem verilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu kararla<br />
birlikte Musul’da 1850; Arapkir’de 1853; Tokat ve Kayseri’de 1854; Maraş, Halep,<br />
Sivas ve Harput’ta 1855; Urfa, Antakya ve İzmit’te 1856; Diyarbakır’da 1857; Mardin,<br />
Bitlis ve Edirne’de 1858 ve Adana’da 1863 yıllarında birer misyon istasyonu<br />
kurulmuştur 13.<br />
Amerikan Board, bu şekilde Osmanlı ülkesinde bir yandan teşkilatlanma<br />
çalışmalarına devam ederken, diğer yandan da dinî ve eğitim alanındaki faaliyetlerini<br />
sürdürmüştür. Trabzon istasyonu, bu tarihten sonra Board’ın başlattığı her türlü<br />
çalışmaların ilk başlatıldığı merkezlerden biri haline gelmiştir.<br />
Amerikan Board’ın bu ilk dönem faaliyetlerinde dinî alanda başlatılan çalışmalar,<br />
Board misyonerlerinin kendilerini, dolaylı da olsa, Osmanlı hükümetine kabul<br />
ettirmeleri noktasında oldukça büyük önem arz etmektedir. Bu alandaki faaliyetler ve<br />
neticeleri dikkatle incelendiğinde bunu açık bir şekilde görmek mümkündür. Dinî<br />
alanda başlatılan çalışmalarda Ermeniler arasında en kısa zamanda verim almak isteyen<br />
Board misyonerleri, Gregorian Kilisesi’nde yapmayı düşündükleri değişikliklerle<br />
amaçlarına ulaşmak istemişlerdir. Gregorian ve Katolik ruhban sınıflarının Amerikan<br />
Board karşıtı kampanyalar başlatmasına, baskı ve engellemelerini artırmalarına rağmen<br />
Ermeniler arasında Protestanlığın yayılışı engellenememiştir.<br />
En sonunda dönemin Ermeni Gregorian Patriği olan Çamurciyan (1802-1865),<br />
1846 yılında, birçok Ermeni Gregorianın Protestan mezhebini kabul ettiklerini işitir<br />
işitmez derhal resmî bir aforozname ile hepsini top yekun aforoz etmiş, diğer<br />
Ermenilerin onlarla ticaret ve münasebette bulunmalarını kesin bir dille menetmiştir.<br />
Buna rağmen 40 kadar Ermeni ailesi Protestan olarak Ermeni Gregorian Kilisesi’nden<br />
ayrılmış ve resmen Der Haçaduryan reisliğinde bir Protestan cemaati kurmuşlardır. İşe<br />
henüz başında bir darbe vurmak isteyen Patrik, Osmanlı hükümetine müracaat ederek,<br />
bu yeni cemaatin, kendi mukaddes haklarına bir tecavüz teşkil edeceğini bildirmiştir.<br />
Ancak bütün bu çalışmalara rağmen, aynı yıl (1846) Sadrazamın işe karışmasıyla<br />
Protestan ismi resmiyet kazanmış ve kilise onlara ayrı bir statü vermek durumunda<br />
kalmıştır. Aforoz edilmiş Hıristiyanların misyonerlerden yardım talebi neticesinde de,<br />
İngiltere işe müdahale ederek, İstanbul’daki elçisi Mr. Cunnaing’in tavassutu ile<br />
Babıâli’ye müracaatla, 15 Kasım 1847 tarihinde, Protestan Ermeni Kilisesi’nin kurulmasını<br />
sağlamıştır 14. Daha sonraki yıllarda yapılan yeni müracaatlarla, 1850’de Ermeni<br />
13 Kocabaşoğlu, a.g.e., s.93.<br />
14 Stone, a.g.e., s. 69.
152 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Protestan cemaati fermanla tasdik edilmiş ve bunun bir örneği Ermeni Gregorian<br />
Kumkapı Patrikhanesi’ne gönderilmiştir. Rum ve Ermeni Patriklerinin itirazlarına<br />
rağmen karar bozulmamıştır. Bu gelişmeler yaşanırken Amerikan Board misyonerleri<br />
de çalışmalarına devam etmişler; İzmir, İzmit, Adapazarı ve Trabzon’da ek kiliseler<br />
faaliyete geçirilmiştir. Kurulmuş olan bu yeni kiliseler üzerindeki söz hakkı ise ilk<br />
olarak Protestan Ermenilere verilmiştir 15. Yürütülen çalışmalarla Türkiye Misyonu<br />
bünyesinde açılan kiliselerin sayısı 1846’da 4, 1848’de 6, bir yıl sonra da 7’ye<br />
ulaşmıştır 16.<br />
Dinî alanda yaşadıkları bu önemli gelişmeyle birlikte 1850 sonrasında<br />
faaliyetlerini hızlandıran Amerikan Board, 1860 yılında Harput’ta yapılan yıllık<br />
toplantısında Anadolu’da Ermeni (Türkiye) Misyonu olarak faaliyet gösteren çalışma<br />
bölgesini, üç misyon bölgesine bölmeye karar vermiş ve bu tarih sonrasında Ermeni<br />
Misyonu faaliyetlerini bu şekilde devam ettirmiştir 17.<br />
Yeni teşkilatlanma çerçevesinde; Trabzon’dan Mersin’e doğru çekilecek bir<br />
hattın batısında kalan bölge Batı Türkiye Misyonu 18 olarak adlandırılmıştır. Batı Türkiye<br />
Misyonu’na ait istasyonlar İstanbul, İzmir, Bursa, İzmit, Merzifon, Kayseri, Sivas ve<br />
1885 yılından sonra Trabzon olarak belirlenmiştir. Sivas’ın güneyinden Mersin ve<br />
Halep’e çekilen doğrular içerisinde kalan bölge ise Merkezî Türkiye Misyonu şeklinde<br />
teşkilatlandırılmış ve buraya ait istasyonlar ise Maraş, Adana, Antep ve Haçin olarak<br />
belirlenmiştir. Bahsi geçen iki bölgenin doğusunda kalan ve Harput, Erzurum, Van,<br />
Bitlis ve Mardin istasyonlarını kapsayan bölge ise Doğu Türkiye Misyonu olarak<br />
isimlendirilmiştir.<br />
Bu temel yapılanma şeması bir daha değişmemesine rağmen, zaman zaman<br />
istasyon ve dış istasyonların bağlı bulundukları bölge veya durumlarında değişmeler<br />
olmuştur. Mesela merkeze bağlı bazı dış istasyonlar zamanla yakın çevredeki merkez<br />
istasyonların kontrolü altına geçmiş veya mevcut dış istasyonlardan birisi merkez<br />
haline getirilip çevresindeki dış istasyonlar buraya bağlanmıştır. Trabzon, teşkilat<br />
yapısında bu şekildeki değişmelerin en fazla gözlendiği istasyon merkezlerinin başında<br />
gelmektedir.<br />
Bütün bu bilgiler çerçevesinde, Amerikan Board’ın teşkilatlanma çalışmalarında<br />
Trabzon’un durumundaki değişiklikler şöyle özetlenebilir: 1835 yılında Küçük Asya<br />
Misyonu içerisinde bir istasyon olarak çalışmaların başlatıldığı şehir, 1849 yılına kadar<br />
Türkiye Misyonu’nun, bu yıldan sonra isim değişikliği nedeniyle Ermeni Misyonu’nun bir<br />
istasyonu haline getirilmiştir. 1856 yılında Ermeni Misyonu’nun ikiye ayrılmasıyla birlikte<br />
Trabzon’daki çalışmalar, Kuzey Ermeni Misyonu içerisinde bir istasyon olarak devam<br />
ettirilmiştir. Ancak Amerikan Board belgelerinde Trabzon hakkında verilen istatistik<br />
15 Strong, a.g.e., s. 105.<br />
16 PABCFM, Reel 516, No:6, 9, 10; Reel 517, No:3, 8, 10, 13, 15; Reel 519, No:37, 100; Reel 520, No:3, 5, 8;<br />
Reel 522, No:6, 7, 10.<br />
17 Aslında bu tarihlere kadar geçen süre Amerikan Board’ın Osmanlı ülkesinde henüz altyapı oluşturmaya<br />
çalıştığı dönemdir ve bundan dolayı misyonlar sürekli değişim ve yenilenme içerisindedir. Aynı şekilde bu<br />
yıllarda, Board’ın hedeflerinde de zaman zaman değişiklikler olmuştur. 1860 yılından sonra ise<br />
teşkilatlanmanın ana iskeletinde büyük değişiklik olmamıştır, ancak hedeflerdeki değişmeler devam<br />
etmiştir.<br />
18 Batı Türkiye Misyonu, gerek yüzölçümü, gerekse nüfusu bakımından açılan misyon bölgelerinin en<br />
büyüğüdür.
Gülbadi ALAN 153<br />
bilgilerinin takibi sırasında Trabzon’un, 1857’de İstanbul’a, 1859’da da Erzurum’a bağlı<br />
bir dış istasyon haline getirildiği görülmektedir. 1860 yılından itibaren, misyon<br />
bölgelerinde yapılan düzenleme neticesinde bu şekliyle Doğu Türkiye Misyonu sınırları<br />
içerisinde kalmıştır 19. Erzurum’a bağlı bir dış istasyon olarak 1859 yılından 1885 yılına<br />
kadar devam eden Trabzon örgütlenmesi, bu yıldan sonra Batı Türkiye Misyonu’na bağlı<br />
bir istasyon olarak devam ettirilmiştir 20.<br />
2. Amerikan Board Belgelerine Göre Trabzon ve Çevresinde Yürütülen<br />
Faaliyetler Çerçevesinde Eğitim Çalışmalarının Yeri<br />
Trabzon ve çevresinde Amerikan Board’ın yürüttüğü eğitim çalışmaları, Amerikan<br />
Board’ın Osmanlı ülkesindeki teşkilatlanma yapısının geçirdiği evreler çerçevesinde<br />
değerlendirilmiştir. Trabzon’un -istasyon veya dış istasyon olarak- teşkilat yapısındaki<br />
değişmeler ışığında, Trabzon’da yada Trabzon’un bağlı olduğu istasyonlarda yürütülen<br />
eğitim çalışmaları üç aşamalı olarak ele alınmıştır. İlk olarak buradaki çalışmalar,<br />
Türkiye ve Ermeni Misyonları’nda yürütülen eğitim çalışmaları içerisinde incelenmiştir.<br />
Daha sonra Trabzon’da, Erzurum’a bağlı dış istasyon iken sürdürülen faaliyetler -<br />
burada Erzurum merkez istasyon olduğu için temelde Erzurum üzerinde<br />
yoğunlaşılmıştır- ve ardından Trabzon’un Batı Türkiye Misyonu sınırları içerisinde bir<br />
istasyon haline getirilmesinden sonraki eğitim çalışmaları irdelenmiştir. Batı Türkiye<br />
Misyonu içerisinde bir istasyon olarak çalışmaların yürütülmeye başlandığı 1885 yılından<br />
itibaren, Trabzon istasyonunda sadece eğitim çalışmaları değil diğer alanlardaki<br />
çalışmalar hakkında da ayrıntılı bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Ancak hangi durumda<br />
olursa olsun, Board belgelerinde, Trabzon ile ilgili ilk verilere 1840 yılından itibaren<br />
rastlanmaktadır.<br />
a. Türkiye Misyonu, Ermeni Misyonları ve Trabzon<br />
1860 yılına kadar gelinen dönemde Amerikan Board belgelerinden eğitim alanında elde<br />
edilen bilgiler sadece sayısal değerler niteliğindedir. Müstakil olarak hangi merkezde<br />
kaç okul açıldığı, buradaki öğrenci sayıları hakkında ayrıntılı bilgi verilmemiştir.<br />
Bundan dolayı Trabzon ile ilgili müstakil rakamlar elimizde olmadığı için Trabzon’un<br />
bağlı olduğu misyon bölgelerinin eğitim alanındaki verileri bu noktada<br />
değerlendirilmiştir.<br />
Daha önceden bahsedildiği gibi, 1849 yılına kadar Anadolu’daki bütün<br />
çalışmalar -her ne kadar 1839’a kadar iki misyon bölgesi olsa da- Türkiye Misyonu<br />
çerçevesinde yürütülmüştür. Bu tarihe kadar eğitim alanındaki gelişmelerin istatistiği<br />
Amerikan Board belgelerine göre şu şekilde tespit edilmiştir 21:<br />
19 PABCFM, Reel 676, No:11, 17, 62, 79, 93, 113, 115; Reel 680, No:7, 8, 73; Reel 685, No:100; Reel 694,<br />
No:60, 205, 264.<br />
20 PABCFM, Reel 596, No:341, 343, 352, 388; Reel 607, No:183; Reel 617, No:190.<br />
21 PABCFM, Reel 517, No:8, 13, 15, 37; Reel 519, No:100; Reel 522, No:6, 8, 10, 12, 14, 17, 19, 21, 23, 24,<br />
26; Reel 520, No:10.
154 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Yıllar<br />
Ruhban okulu/kolej<br />
Öğrenci sayısı<br />
Kız ortaokulu/lisesi<br />
Öğrenci sayısı<br />
Erkek ortaokulu/lisesi<br />
1836 - - - - - - 1 50 - 50<br />
1837 - - - - - - 1 80 - 80<br />
1838 - - - - - - 3 - - 225<br />
1840 - - - - - - 5 - - 60<br />
1841 - - 1 3 1 7 4 6 62 78<br />
1842 - - 1 3 1 20 6 20 160 243<br />
1843 1 20 - 3 - - 9 - 150 223<br />
1844 1 34 - 2 - - 8 - 70 271<br />
1845 1 30 1 8 - - 6 - - 48<br />
1846 1 35 1 13 - - 7 12 - 164<br />
1847 1 47 1 23 - - 7 35 18 146<br />
1848 1 28 1 23 - - 5 11 26 132<br />
1849 1 24 1 23 - - 9 64 48 214<br />
Tablodan takip edilebildiği kadarıyla, Amerikan Board’ın yüksek dereceli -<br />
ruhban, lise veya kolej gibi- okullarının sayısı oldukça azdır. Eğitim, ağırlıklı olarak kız<br />
ve erkek çocukların birlikte eğitim gördüğü ilkokullar seviyesinde devam ettirilmiştir.<br />
1849 yılına kadar bir tane ruhban okulu veya kolej seviyesinde, bir de kızlar için orta<br />
veya lise seviyesinde okulun eğitime devam ettiği görülmektedir. Bu okulların da<br />
İstanbul’da faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Neticede Trabzon’da yürütülen Board<br />
eğitim çalışmalarının ilkokullar seviyesinde kaldığı anlaşılmaktadır.<br />
Amerikan Board’ın teşkilatlanması incelenirken bahsedildiği üzere 1850-1855<br />
yılları arasında Anadolu’da yürütülen çalışmalara yeni bir düzen getirilmeye çalışılmış<br />
ve bütün çalışmalar Ermeni Misyonu adı altında yürütülmüş, Trabzon da bu misyon<br />
sınırları içerisinde yer almıştır. Bu misyon bölgesi içerisinde eğitim çalışmaları hakkında<br />
elde edilen sayısal değerler ise şu şekildedir 22:<br />
22 PABCFM, Reel 517, No:8, 13, 15, 37; Reel 519, No:100; Reel 522, No:6, 8, 10, 12, 14, 17, 19, 21, 23, 24,<br />
26; Reel 520, No:10.<br />
Öğrenci sayısı<br />
İlkokullar<br />
Erkek öğrenci sayısı<br />
Kız öğrenci sayısı<br />
Toplam öğrenci sayısı
Yıllar<br />
Ruhban okulu/kolej<br />
Öğrenci sayısı<br />
Kız ortaokulu/lisesi<br />
Öğrenci sayısı<br />
Erkek ortaokulu/lisesi<br />
Öğrenci sayısı<br />
İlkokullar<br />
Erkek öğrenci sayısı<br />
Gülbadi ALAN 155<br />
1850 1 25 1 22 - - 5 22 19 225<br />
1851 1 27 1 20 - - 12 21 39 477<br />
1852 2 67 1 32 - - 17 - - 478<br />
1853 2 67 1 25 - - 25 - - 741<br />
1854 3 66 1 35 - - 36 - - 966<br />
1855 1 40 1 25 3 21 44 582 287 1229<br />
Yine tablodan takip edilebildiği kadarıyla 1850-1855 yılları arasında ilkokulların<br />
sayısında bir artış olduğu gözlenmesine rağmen, yüksek okullar seviyesinde eğitim<br />
veren okulların sayısının -zaman zaman iki hatta üçe çıktığı görülse bile- yine fazla<br />
değişmediği ve sınırlı kaldığı görülmektedir. Ancak eğitim alanına fazla yansımasa da<br />
teşkilatlanma ve diğer alanlarda yürütülen çalışmalarda, Ermeni Misyonu’nun hızlı bir<br />
şekilde gelişme göstermesi ve kısa süre içerisinde merkez istasyonlara bağlı dış<br />
istasyonların sayılarının artması Amerikan Board’ı misyon bölgelerinde yeni bir<br />
düzenleme yapmaya zorlamıştır. Bu düzenleme 1855 yılında gerçekleşmiş ve 1856<br />
yılından itibaren Ermeni Misyonu, Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölünmüştür. Bu<br />
bölünme içerisinde Trabzon, Kuzey Ermeni Misyonu içerisinde yer almıştır.<br />
Kuzey Ermeni Misyonu sınırları içerisinde yürütülmüş olan eğitim çalışmaları<br />
neticesinde oluşturulmuş olan okullar ve buralarda öğrenim görmüş olan öğrenci<br />
sayıları, Amerikan Board belgelerinden şu şekilde tespit edilebilmiştir 23:<br />
Yıllar<br />
Ruhban okulu/kolej<br />
Öğrenci sayısı<br />
Kız ortaokulu/lisesi<br />
Öğrenci sayısı<br />
Erkek ortaokulu/lisesi<br />
Öğrenci sayısı<br />
İlkokullar<br />
Erkek öğrenci sayısı<br />
Kız öğrenci sayısı<br />
Kız öğrenci sayısı<br />
Toplam öğrenci sayısı<br />
Toplam öğrenci sayısı<br />
1856 2 60 1 25 - - 37 593 316 1004<br />
1857 1 16 1 23 1 48 40 238 129 1080<br />
1858 3 46 1 22 - - 42 521 190 1040<br />
1859 1 44 1 22 1 19 47 234 120 1381<br />
23 PABCFM, Reel 522, No:27, 31, 32, 35, 36, 40, 41.
156 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Burada da Amerikan Board’ın eğitim çalışmalarının yüksek okullardan ziyade,<br />
ilkokullar seviyesinde gelişme gösterdiği görülmektedir. 1860 yılına gelindiğinde<br />
Amerikan Board’ın Anadolu’daki teşkilatlanması yeniden şekillendirilmiş ve Trabzon<br />
bu sefer Doğu Türkiye Misyonu sınırları içerisinde ve Erzurum istasyonuna bağlı bir dış<br />
istasyon olarak kalmıştır. Bu yüzden 1885 yılına kadar olan dönemde Trabzon’da<br />
yürütülen eğitim çalışmaları, Erzurum istasyonu çerçevesinde değerlendirilmiştir.<br />
b. Doğu Türkiye Misyonu, Erzurum İstasyonu ve Trabzon<br />
Erzurum istasyonu, Doğu Türkiye Misyonu sınırları içerisindeki kuruluş tarihi -<br />
Trabzon’un istasyon olarak kuruluşu dikkate alınmazsa- en eski olan istasyondur.<br />
Amerikan Board’a ait raporlarda ilk olarak 1840 yılında söz edilmeye başlanan<br />
Erzurum istasyonundaki çalışmalar, aynı yıl iki Amerikalı eleman ve bir yerli yardımcı<br />
ile başlatılmıştır. Amerikalı çalışan sayısının 1842 yılında dörde çıkmasının ardından,<br />
şehirde ilk ibadet yerinin açılmasıyla dinî çalışmalar başlatılmıştır. Bu çalışmalar 1847<br />
yılında beş üyeli Protestan kilisenin faaliyete başlamasıyla bir adım daha ileri<br />
götürülmüştür.<br />
Erzurum istasyonunda, kuruluş tarihinden itibaren Amerikalı misyonerler,<br />
çalışmalarda bizzat yer almalarına rağmen, ilk dönemlerdeki faaliyetler pek de hareketli<br />
olmamıştır. Merkezde ve merkeze bağlı dış istasyonlarda yerli elemanlar, ancak 1850<br />
yılı sonrasında çalıştırılmaya başlanmıştır. Kuruluşunda toplam 2 Amerikalı ile<br />
faaliyetlerin başlatıldığı Erzurum istasyonunda, 1914 yılına gelindiğinde 8 Amerikalı<br />
çalışan görev yapmaktadır. 1914 yılındaki yerli eleman sayısı ise 27’ye ulaşmıştır 24.<br />
Erzurum istasyonuna ait eleman kadrosuna son dönemlerde sağlık çalışanları da<br />
katılmıştır. İlk sağlık elemanı 1889 yılında çalıştırılmaya başlanmıştır. Fakat düzenli<br />
olarak her yıl sağlık elemanı bulundurulamamıştır. Erzurum’da 1910 ve 1914<br />
senelerinde ikişer adet sağlık elemanının görev yaptığı görülmektedir. Bu istasyonda<br />
bulunan hastane, 1914 yılında toplam 787 hastaya hizmet vermiştir.<br />
Erzurum’da dinî faaliyetler ilk olarak 1840 yılında başlatılmış ve aynı yıl<br />
Amerikan Board buradaki ilk ibadet yerini açmıştır. Burası ertesi yıl ortalama 13 Pazar<br />
cemaati ile faaliyet göstermiştir. Erzurum istasyonunda açılmış olan ibadet yerleri ve<br />
buralarda hizmet görmüş olan cemaatin sayıları uzun yıllar boyunca pek fazla<br />
değişmemiş ve aynı seviyede kalmıştır. Özellikle 1860 yılı sonrasında istasyonun Doğu<br />
Türkiye Misyonu sınırları içerisine dahil edilmesiyle birlikte teşkilatlanma 25 daha da hız<br />
kazanmış, buna bağlı olarak Erzurum çevresinde dış istasyonlar oluşturulmaya<br />
başlanmıştır ve bu çalışmalar doğrultusunda Erzurum istasyonu ve çevresindeki<br />
Protestan sayısında önemli bir artış olmuştur.<br />
Erzurum istasyonundaki ilk Protestan kilisesi, İstanbul’da ilk kilisenin açılışının<br />
bir yıl sonrasında 1847 yılında faaliyete geçmiştir. Kilise bu yıl 5 üye ile çalışmalarına<br />
başlamıştır. İbadet yeri sayısında olduğu gibi, kiliseler ve bu kiliselere bağlı üyelerin<br />
sayılarındaki artış da 1860 yılı sonrasında hızlanmıştır. 1914 yılına gelindiğinde<br />
24 Yıllara göre Erzurum istasyonunda çalışanlarla ilgili istatistiki bilgiler için bkz. PABCFM, Reel 517,<br />
No:8; Reel 520, No:10; Reel 522, No:14, 26; Reel 676, No: 4, 36, 37, 100; Reel 680, No:56; Reel 685, No:118,<br />
251; Reel 694, No:72, 157; Reel 703, No:327, 341; Reel 712, No:612, 655;<br />
25 Erzurum istasyonu bünyesinde oluşturulmuş olan dış istasyonlar ve teşkilatlanması hakkında ayrıntılı<br />
bilgi için bkz. P.A.B.C.F.M., Reel 676, No: 11, 17, 62, 79, 93, 113, 115; Reel 680, No: 7, 8, 73; Reel<br />
685, No: 100; Reel 694, No: 60, 205, 264.
Gülbadi ALAN 157<br />
Erzurum istasyonuna bağlı olarak çalışan 9 adet Protestan kilisesini görmek<br />
mümkündür 26.<br />
Bir yandan dinî çalışmalar devam ettirilirken, diğer yandan da teşkilatlanmadaki<br />
eksiklikler giderilmeye çalışılmıştır. Bu yoğun çalışma temposu içerisinde Board<br />
misyonerleri istasyondaki eğitim faaliyetlerini bir süre askıya almak zorunda<br />
kalmışlardır. Board raporlarında, istasyonun kuruluş tarihi olan 1839’dan tam 14 yıl<br />
sonra Erzurum istasyonunda sürdürülen eğitim faaliyetleri ile ilgili verilere<br />
rastlanmaktadır. Buna göre Erzurum’da Amerikan Board tarafından 1853 yılında<br />
ilkokul seviyesinde iki karma okul açılmış ve yıl boyunca 20 öğrenci ile eğitim faaliyeti<br />
sürdürülmüştür. Aynı yıl Erzurum’a bağlı olarak oluşturulan Hupus dış istasyonunda<br />
ise eğitim faaliyetleri, 15 öğrencisi olan bir ilkokul ile başlatılmıştır.<br />
Amerikan Board misyonerleri, Erzurum istasyonunda eğitim alanındaki<br />
çalışmalarını, dinî çalışmalardan çok sonra, 1853 yılında başlatmışlardır. Aynı yıl iki<br />
ilkokul ve 20 öğrenci ile başlatılan çalışmaların yıllara göre merkez istasyon Erzurum<br />
ve buraya bağlı dış istasyonlardaki gelişimi aşağıdaki şekilde olmuştur 27:<br />
Yıllar<br />
Ruhban okulu/kolej<br />
Öğrenci sayısı<br />
Kız ortaokulu/lisesi<br />
Öğrenci sayısı<br />
Erkek ortaokulu/lisesi<br />
1855 - 2 - - - - 1 - - 22<br />
1860 - - - - - - 1 28 - 28<br />
1865 - - - - - - 6 75 58 133<br />
1870 - - 1 8 - - 11 148 77 258<br />
1875 - - 1 18 - - 17 237 76 324<br />
1880 - - 1 19 - - 18 331 125 480<br />
1885 3 93 1 40 - - 19 339 209 704<br />
1890 - - 1 20 2 22 17 293 179 514<br />
1895 28 - - 1 38 2 53 16 476 288 858<br />
1900 - - 1 32 1 18 12 194 199 443<br />
1905 - - 1 30 1 27 14 208 232 497<br />
1910 - - 1 200 1 85 17 326 247 858<br />
1914 - - 1 14 1 23 11 229 240 506<br />
26 Erzurum istasyonunda yürütülen dini çalışmalarla ilgili istatistiki bilgiler için bkz. P.A.B.C.F.M., Reel<br />
517, No: 10, 13, 15; Reel 519, No: 37; Reel 522, No: 6, 8, 10, 12, 14, 17, 19, 21, 24, 25, 27, 35,<br />
36, 40; Reel 676, No: 4, 11, 13, 17, 25, 31, 36, 53, 68, 73, 93, 100, 114; Reel 680, No: 7, 25, 26,<br />
38, 56, 73, 99, 109, 143; Reel 685, No: 97, 125, 146, 180, 214, 217, 251, 275, 279; Reel 694, No:<br />
28, 60, 102, 121, 140, 157, 189, 205, 228, 233, 265; Reel 703, No: 325.<br />
27 PABCFM, Reel 676, No:4, 39, 40, 168, 109; Reel 680, No:67; Reel 685, No:100, 258; Reel 694, No:72,<br />
157; Reel 703, No:327, 341; Reel 712, No:612, 655; Reel 522, No:26.<br />
28 Bu yıl 1894 yılına ait rakamlar kullanılmıştır.<br />
Öğrenci sayısı<br />
İlkokullar<br />
Erkek öğrenci sayısı<br />
Kız öğrenci sayısı<br />
Toplam öğrenci sayısı
158 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
c. Batı Türkiye Misyonu ve Trabzon İstasyonu<br />
1859’dan 1885’e kadar Erzurum’a bağlı bir dış istasyon olarak çalışmaların yürütüldüğü<br />
Trabzon, 1885 yılında merkez istasyon konumuna getirilmiş ve yine bu yıldan itibaren<br />
Batı Türkiye Misyonu kapsamına dahil edilmiştir. Bu değişikliğin hemen ardından<br />
Trabzon, kendisine bağlı dış istasyonları ile teşkilatlı bir Board istasyonu haline<br />
getirilmeye çalışılmış ve bu çerçevede dış istasyonlar açısından Trabzon’un durumu şu<br />
şekilde gelişme göstermiştir 29:<br />
1835: Trabzon<br />
1868: Ordu<br />
1875: Semen<br />
1876: Giresun<br />
1885: Beyalan<br />
1887: Sinanlı<br />
1890: Yenipazar<br />
1900: Gülköy<br />
Trabzon istasyonunun kuruluşundan, 1859 yılında Erzurum’a bağlanışına kadar<br />
geçen süre içerisinde Amerikan Board kayıtlarında buraya bağlı herhangi bir dış<br />
istasyon görülmemektedir. Trabzon henüz Erzurum’a ait bir dış istasyon iken buraya<br />
bağlı olarak oluşturulan fakat Trabzon’un faaliyet alanı içerisinde kalan Ordu, Giresun<br />
ve Semen, Trabzon’un tekrar merkez istasyon olmasıyla birlikte dış istasyon olarak<br />
buraya bağlanmıştır. Trabzon’un merkez istasyon oluşundan sonra ise Beyalan, Sinanlı,<br />
Yenipazar ve Gülköy dış istasyonları oluşturulmuştur. Amerikan Board misyonerleri<br />
yukarıda bahsi geçen çalışma alanlarının haricinde, Trabzon istasyonu bünyesinde<br />
Giresun’a ait köyler, Gümüşhane ile Rize ve Lazistan olarak tabir ettikleri bölgelerde de<br />
çalışmalar yürütmüşlerdir. Çalışmalardan verimli sonuçlar almak için de Trabzon ve<br />
buraya bağlı dış istasyonlarda Amerikalıların çalışan sayısı yıllara göre aşağıdaki şekilde<br />
bir sayısal gelişme göstermiştir 30:<br />
Misyonerler ve Yardımcıları<br />
Amerikalılar Yerli Çalışanlar<br />
Yıllar<br />
Misyonerler<br />
Bayan yardımcılar<br />
Toplam<br />
Papazlar<br />
Diğer vaizler<br />
Öğretmenler<br />
Diğer yardımcılar<br />
Toplam<br />
Toplam çalışan<br />
1840 1 1 2 - - - - - 2<br />
1845 2 2 4 - - - 1 1 5<br />
1850 2 2 4 1 - - 1 2 6<br />
29 PABCFM, Reel 596, No: 341, 343, 352, 388; Reel 607, No:183; Reel 617, No:190.<br />
30 PABCFM, Reel 676, No: 11, 36, 100; Reel 596, No: 335; Reel 607, No: 185, 338; Reel 617, No:<br />
190, 300; Reel 680, No: 56; Reel 685, No: 97; Reel 517, No: 8; Reel 519, No: 100; Reel 522, No: 14,<br />
26; Reel 520, No:10.
1855 1 1 2 - - - 2 2 4<br />
1860 - - - - 1 1 2 2<br />
1865 - - - 1 - 1 2 4 4<br />
1870 - - - 1 - - - 1 1<br />
1875 - - - 1 - - - 1 1<br />
1880 - - - - - - 1 1 1<br />
1885 1 1 2 2 6 3 11 13<br />
1890 1 1 2 3 - 11 - 18 20<br />
1895 1 2 3 2 3 11 2 18 21<br />
1900 1 1 2 3 3 16 1 23 25<br />
1905 1 2 3 4 1 17 4 26 29<br />
1910 31 1 1 2 4 1 19 4 28 30<br />
Gülbadi ALAN 159<br />
Trabzon istasyonunun 1859-1885 yılları arasında Erzurum’a bağlı olması<br />
nedeniyle bu yıllar arasında burada Amerikalı çalışan bulunmamaktadır. Tablo<br />
incelendiğinde, bölgedeki çalışan sayısının, 1885 ve sonrasında Trabzon’un tekrar bir<br />
merkez istasyon haline getirilmesiyle birlikte artmaya başladığı görülmektedir.<br />
Amerikan Board’ın, bütün Osmanlı ülkesinde olduğu gibi, Trabzon ve<br />
çevresindeki çalışmalarının merkezine de dinî alandaki çalışmalar oturmuş ve diğer<br />
alanlardaki faaliyetler buna paralel olarak gelişme göstermiştir. Board misyonerlerinin<br />
ilk olarak 1835 yılında geldikleri Trabzon’da dinî çalışmalar ancak 1840 yılında<br />
başlayabilmiştir. Bu tarihten sonra da her geçen yıl çalışmaların niteliği ve niceliği<br />
misyonerler açısından olumlu yönde gelişme göstermiştir. Bu çerçevede Trabzon<br />
merkez istasyonunda ve buraya bağlı dış istasyonlarda yürütülen dinî faaliyetler ve<br />
Protestan cemaatinin sayısal durumu aşağıdaki şekilde bir gelişme göstermiştir 32:<br />
Yıllar<br />
İbadet<br />
yeri sayısı<br />
Ortalama<br />
Pazar<br />
cemaati<br />
Kilise<br />
sayısı<br />
Kilise<br />
üyesi<br />
sayısı<br />
1840 1 4 - -<br />
1841 1 12 - -<br />
1842 1 10 - -<br />
1843 1 10 - -<br />
1844 1 30 - -<br />
1845 1 11 - -<br />
1846 1 21 1 14<br />
1847 1 28 1 16<br />
1848 1 27 1 14<br />
1849 1 28 1 14<br />
1850 2 30 1 13<br />
31 Bu yıl 1909 yılına ait rakamlar kullanılmıştır.<br />
32 PABCFM, Reel 520, No: 10; Reel 517, No: 8, 13, 15; Reel 519, No: 37, 100; Reel 522, No: 6, 8, 10,<br />
12, 14, 17, 19, 21, 24, 25, 27, 35, 41; Reel 676, No: 11, 18, 25, 31, 36, 54, 69, 73, 92, 100,<br />
114; Reel 680, No: 7, 25, 38, 56, 73, 109, 143; Reel 685, No:97, 180, 214; Reel 596, No: 352, 378,<br />
398, 418; Reel 607, No: 183, 222, 270, 305, 336, 379, 430, 480, 531; Reel 617, No: 190, 202, 252,<br />
253, 271, 297, 298, 325, 326, 354, 355, 382, 383, 434, 435.
160 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
1851 1 37 1 13<br />
1852 1 36 1 12<br />
1853 1 43 1 15<br />
1854 1 36 1 15<br />
1855 3 45 1 18<br />
1856 3 50 1 20<br />
1858 - - 1 15<br />
1859 - - 1 18<br />
1860 2 85 1 19<br />
1862 1 97 1 20<br />
1863 1 50 1 22<br />
1864 2 50 1 24<br />
1865 1 50 1 29<br />
1866 1 40 1 29<br />
1867 1 40 1 29<br />
1868 1 48 1 24<br />
1869 1 50 1 20<br />
1870 1 45 1 20<br />
1871 1 40 1 22<br />
1872 1 20 1 20<br />
1873 1 20 1 20<br />
1874 1 20 1 20<br />
1875 1 20 1 20<br />
1876 1 20 1 20<br />
1877 1 25 1 20<br />
1878 1 25 1 20<br />
1879 1 35 1 20<br />
1880 1 35 1 20<br />
1881 1 30 1 20<br />
1882 1 20 1 12<br />
1883 1 50 1 12<br />
1885 3 310 1 29<br />
1886 4 400 1 28<br />
1887 6 450 1 31<br />
1888 4 515 3 84<br />
1889 4 560 3 58<br />
1890 6 657 3 140<br />
1891 5 685 3 180<br />
1892 5 675 3<br />
1893 5 698 3 205<br />
1894 5 715 3 223<br />
1895 5 810 3 222<br />
1896 5 755 3 236<br />
1897 6 630 3 285<br />
1898 6 715 3 314<br />
1900 6 828 3 344
1901 6 740 3 355<br />
1902 - - 3 -<br />
1903 5 685 6 375<br />
1904 5 755 3 373<br />
1905 6 780 3 420<br />
1906 6 925 3 444<br />
1907 6 875 3 456<br />
1908 6 826 3 456<br />
1909 5 740 3 468<br />
Gülbadi ALAN 161<br />
Tablodan takip edilebildiği kadarıyla dört kişi ile başlatılan ilk dinî çalışmalar,<br />
ancak ilk çalışmaların başlamasından 11 yıl sonra, şehirde bir kilisenin kurulmasına<br />
imkan sağlayacak kadar gelişmiştir. 1846’da açılan kilise, yürütülen misyoner çalışmaları<br />
sonucunda aynı yıl içinde 14 üye kazanmıştır.<br />
Trabzon istasyonunda 1885 yılından sonra yürütülen çalışmalarda en önemli<br />
nokta, Ordu dış istasyonunda sürdürülen faaliyetlerin Ermeniler ve Rumlar arasında<br />
olmak üzere iki kısımda yürütülmesidir. Bu çerçevede Ordu dış istasyonunda<br />
Ermeniler üzerine başlatılan misyonerlik faaliyetlerinin başlangıç yılı 1867, Rumlar<br />
arasındaki örgütlü çalışmaların başlangıç tarihi ise 1882’dir. Bu çalışmalara Amerikan<br />
Board misyonerleri özel bir önem verdikleri için dinî açıdan, Ordu Rum ve Ordu Ermeni<br />
çalışma alanları sürekli bir papazın bulunduğu birinci dereceli faaliyet alanları<br />
durumundadır. Giresun, Sinanlı, Beyalan, Gülköy ve Semen gibi dış istasyonlar ise bir<br />
vaiz tarafından dinî çalışmaların idare edildiği ikinci gurup yerler olarak belirlenmiştir.<br />
1870’li yılların ortalarından itibaren dinî alanda yürütülen faaliyetlerde Rumlara<br />
verilen önem biraz daha artırılmıştır 33. Bunun da sebebi 1870’lerin ortalarından itibaren<br />
Rusya’nın Osmanlı ülkesinde yaşayan Ortodoksları korumacılık politikasına hız<br />
vermesidir. Osmanlı nüfusu içerisinde de Ortodoksların çoğunluğunu Rumların<br />
oluşturmasından dolayı Amerikan Board misyonerleri, Rumlar üzerinde gizliden gizliye<br />
Ruslar ile nüfuz mücadelesine girmişler ve Rumlar arasında İncil çalışmalarına oldukça<br />
önem verilmiştir.<br />
1875’te şehirdeki Protestan kilisesi bünyesinde faaliyet gösteren okulda altı Rum<br />
öğrencinin eğitim görmeye başlaması; Pazar cemaatlerine katılan Rumlara hizmet<br />
verebilmek için Samsun’dan Türkçe bilen bir Rum vaiz istenmesi gibi gelişmeler,<br />
Trabzon istasyonunda Rum Ortodokslara verilen önemin artırıldığının birer delili<br />
olarak sayılabilir. Ayrıca Board misyonerleri, Rum halkı arasında dağıtılan dinî<br />
kitapların Rumca karakterli Türkçe (Karamanlıca 34) olarak yazılı olmasına önem<br />
vermişlerdir. Bütün bu çalışmalar bölge Rumları üzerinde olumlu yönde bir etki<br />
göstermiş; Ünye, Bafra, Trabzon, Fatsa ve Vezirköprü’ye yakın bir Rum kasabası halkı<br />
Amerikan Board misyonerlerinden, birer Rum Protestan öğretmen talep etmişlerdir.<br />
Bu çalışmalar Rusya ile Amerikan Board misyonerlerinin Rumlar üzerinde gizliden<br />
gizliye giriştikleri bir nüfuz etme mücadelesinin neticesi olarak ilerleyen yıllarda<br />
istasyonun ilgi alanını Rumlar üzerine kaydırmıştır.<br />
33 PABCFM, Reel 589, No:343.<br />
34 Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ekincikli, Türk Ortodoksları, (Ankara, 1998); Y. Anzerlioğlu,<br />
Karamanlı Ortodoks Türkler, (Ankara 2003).
162 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Amerikan Board’ın, dinî çalışmalar noktasında Trabzon ve çevresinde gösterdiği<br />
hassasiyeti eğitim alanındaki çalışmalarda görmemiz pek mümkün değildir. Diğer<br />
bölgelerle karşılaştırıldığında ileri seviyede sayılmazsa da, Board misyonerleri Trabzon<br />
ve çevresinde eğitim alanında da çalışmaları ihmal etmemişler ve neticede Board<br />
belgelerine göre, Trabzon istasyonundaki eğitim çalışmalarının beşer yıllık dönemler<br />
halindeki verileri aşağıdaki şekilde tespit edilebilmiştir35: Yıllar İlkokul sayısı Erkek Kız Toplam<br />
öğrenci öğrenci öğrenci<br />
1840 1 -- -- --<br />
1850 1 5 13 18<br />
1855 1 14 16 30<br />
1860 1 -- -- 34<br />
1865 1 -- 20 20<br />
1880 1 -- 16 16<br />
1885 5 100 40 140<br />
1890 9 194 159 408<br />
1895 8 189 159 423<br />
1900 11 285 203 561<br />
1905 10 272 243 515<br />
191036 11 259 336 595<br />
Tablo incelendiğinde, Trabzon istasyonunda sürdürülen eğitim faaliyetlerinin,<br />
Batı Türkiye Misyonu’nda yer alan diğer istasyonlara oranla daha düşük boyutta kaldığı<br />
görülmektedir. Sadece kız ve erkek çocukların eğitim gördüğü ilkokullar seviyesinde<br />
kalan eğitim çalışmaları; kolej, ruhban okulu veya kız yada erkek çocuklara eğitim<br />
verecek ortaokul, lise gibi yatılı yüksek okullar açılamamıştır. Bu noktada Trabzon<br />
istasyonunda yürütülen çalışmaların, Batı Türkiye Misyonu içerisindeki önem sırasını<br />
görebilmemiz için bazı yıllara göre Batı Türkiye Misyonu’nun istasyonlarına yapılan<br />
harcamaların istasyon merkezlerine göre dağılımını vermek uygun olacaktır. Elde<br />
edilen verilere göre tablo aşağıdaki şekildedir37: 1865 1874 1882 1896 1906<br />
Bursa 2.140 5.940 6.903 5.033 4.272<br />
Kayseri 2.498 8.896 17.362 10.485 13.142<br />
İstanbul 16.160 9.292 12.720 16.469 12.430<br />
İzmit 2.714 5.821 6.309 3.388 3.537<br />
Manisa ------- 4.303 11.044 ------- -------<br />
Merzifon 4.990 7.937 10.203 8.826 9.301<br />
İzmir 3.299 ------- ------- 12.192 12.694<br />
Sivas 3.589 4.255 5.553 4.488 6.688<br />
Trabzon ------- ------- ------- 2.948 2.842<br />
Trabzon, Batı Türkiye Misyonu sınırları içerisine 1885 yılında katıldığı için, burayla<br />
35 PABCFM, Reel 517, No:8; Reel 520, No:10; Reel 522, No:14, 26; Reel 596, No:343; Reel 607, No:185,<br />
338; Reel 617, No:192, 301; Reel 676, No:11, 39; Reel 685, No:100.<br />
36 Bu yıl 1909 yılına ait rakamlar kullanılmıştır.<br />
37 Trabzon istasyonu ve buraya bağlı dış istasyonlarda Ruhban Okulu, Kolej veya kız ve erkek çocuklara<br />
eğitim veren orta ve lise seviyesinde yüksek dereceli okullardan bahsetmemiz mümkün değildir.<br />
PABCFM, Reel 582, No:104-105; Reel 588, No:260; Reel 596, No:192; Reel 607, No:367; Reel 617, No:95.
Gülbadi ALAN 163<br />
ilgili 1865, 1874 ve 1882 verileri yoktur. Ancak 1896 ve 1906 yılı verileri vardır. Bu<br />
verilerden takip edilebildiği kadarıyla Karadeniz bölgesinin en önemli istasyonu<br />
Merzifon’dur. Harcamalar bakımından İstanbul’un hemen ardından ikinci sırayı<br />
almıştır. 1870’li yıllarda Kayseri istasyonuna verilen önemin artırılmasından dolayı<br />
Merzifon, üçüncü sıraya gerilemiş, 1880’li yıllarda Rumlara yönelik faaliyetler açısından<br />
İzmir’e verilen önemin artırılmasıyla da bir sıra daha gerilemiş ve dördüncü sıraya<br />
düşmüştür. Trabzon ise verilerinin kayda geçtiği bütün yıllarda, önem sıralamasında<br />
daima son sırada yer almıştır.<br />
Trabzon’daki çalışmaların, diğer istasyonlara göre daha düşük seviyede<br />
kalmasının belki de en önemli sebeplerinden biri, bölge üzerine eğitim alanındaki<br />
çalışmaların ağırlık noktasının Merzifon istasyonu ve çevresindeki faaliyetlere verilmesi<br />
olarak gösterilebilir. Merzifon ve çevresindeki faaliyetlerin Board açısından önemli<br />
olduğunu Trabzon’un yerli Hıristiyan halkı da anlamış olmalı ki bazı dönemlerde<br />
Merzifon Anadolu Koleji’ne malî yardımlarda dahi bulunmuşlardır. Hatta Amerikan<br />
Board; Kayseri ve Sivas ile birlikte Trabzon istasyonu sınırları içindeki yerli Hıristiyan<br />
cemaatin bir araya gelerek Merzifon Anadolu Koleji’ne 1896 yılından önce 300 liradan<br />
az olmayan bir katkı sağlamaları durumunda, okulun yönetim kurulunun bir üyesini<br />
seçme hakkının onlara verilmesini kararlaştırmıştır. Yukarıda belirtilen zamana kadar<br />
yine aynı topluluk tarafından ikinci bir 300 liralık katkı sağlanması halinde, yerli<br />
Hıristiyan cemaatine, okul yönetim kurulunun bir üyesini daha seçme hakkı verilmesi<br />
karara bağlanmıştır 38.<br />
d. Trabzon İstasyonunda Yürütülen Amerikan Board Çalışmaları Açısından<br />
Trabzon Limanının Önemi<br />
Trabzon’un, Amerikan Board’ın bölgede yürüttüğü çalışmalar itibariyle bir başka<br />
önemi de, bu cemiyet adına bölgeye gönderilen eşyaların ülkeye Trabzon limanından<br />
girmesidir 39. Ancak Amerikan Board misyonerleri, kurumlarına getirilen eşyalar<br />
konusunda, gümrüklerde bazı zorluklar yaşamışlardır. Bu zorlukların temel sebebini<br />
gelen eşyalar için yatırılması gereken depozito bedeli oluşturmuştur. Amerikan<br />
misyonerleri ve onların kurumları için getirtilen eşyalar, diğer yabancı kurumların yurt<br />
dışından getirttiği eşyalar gibi, gümrük resminden muaftır. Fakat bu kurumlar adına<br />
gelen eşyaların gümrükten çıkarılabilmesi için nakit olarak belli bir depozito<br />
alınmaktadır. Bu depozito eşyalar ile beraber gelen belgenin, ancak malzemelerin adına<br />
gönderildiği kişiler tarafından alındıklarına dair imzalanarak tekrar gümrük<br />
memurlarına iade edilmesi halinde geriye ödenmektedir.<br />
Uygulamanın misyonerleri zor durumda bırakan yönü; malzemelerin alınması<br />
sırasında bazen ödenmesi gereken depozito miktarının çok fazla olması, bazen de<br />
38 PABCFM, Reel 597, No:200-203; Reel 628, No:343; Reel 629, No:599-602.<br />
39 Karadeniz’in az sayıdaki doğal limanları arasında fiziksel anlamda en iyi şartlara sahip olan liman,<br />
Sinop’tu. Ancak Samsun ve Trabzon gibi tarımsal olarak verimli bir iç bölgesi yoktu. 1840’lardan 1870’lere<br />
uzanan süreçte Trabzon’un Pontus döneminden kalma limanının ticarî değeri arttıkça bu merkez ve<br />
çevresindeki Rum nüfus da aynı oranda çoğalmıştır. Gerasimos Augustinos, Küçük Asya Rumları,<br />
Çeviren Devrim Evci, Ayraç Yayınları, Ankara 1997, s.44. Deniz taşımacılığındaki teknolojik ilerlemeler<br />
kıyılarda daha elverişli demirleme ve liman olanakları gerektiriyordu. Karadeniz sahilinde bu anlamda<br />
birkaç liman vardı. Ancak Samsun ve Trabzon fiziksel potansiyel ve coğrafî konum itibariyle en<br />
elverişlileri idi. Augustinos, a.g.e., s.143.
164 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
ödenen depozitoların kaybolabilmesidir. Bu zorlukların aşılması için Trabzon<br />
Amerikan konsolosu vekili Mr. Ojalvo, gümrük yetkililerine peşin para yerine kişisel<br />
teminatın kabul edilmesi için ricada bulunmuştur. Fakat uygulamanın genel bir kural<br />
olduğu, eskiden beri uygulandığı ve herhangi bir değişiklik yapmaya yetkili olmadıkları<br />
gerekçesiyle bu rica kabul edilmemiştir. Bunun üzerine konsolos vekili, konu üzerinde<br />
tekrar düşünmelerini, eğer bunu yapmaya yetkileri yoksa İstanbul’a konuyu<br />
iletmelerini, ricanın mantıklı bir şekilde izah edilmesi durumunda onlar tarafından<br />
kabul edileceğini beyan etmiştir. Gümrük müdürü ricasını kabul etmiş ve 12 Şubat<br />
1906 tarihinde İstanbul’a durumu bildirmiştir. Bunun üzerine İstanbul gümrük<br />
yetkilileri bu başvuruyu değerlendirerek kabul etmişlerdir. Amerikan Board<br />
misyonerleri, bu başarıdan çok memnun olmuşlardır. Hemen ardından Mr. Ojalvo,<br />
Samsun’daki konsolosluk yetkililerine, aynı imtiyazın Harput, Sivas ve Merzifon’daki<br />
misyonerler adına da alınması için Osmanlı hükümetine başvurmaları yönünde bilgi<br />
vermiştir. Amerikan hükümetinin bu konuda elde ettiği başarının ardından, İngiliz<br />
konsolosu da kendi misyonerleri adına aynı başvuruda bulunmuştur 40.<br />
Trabzon limanının Amerikan Board misyonerlerinin bölgede yürüttüğü<br />
çalışmalarda bir başka önemi ve ilgisi de; Osmanlı hükümetinin, Trabzon<br />
gümrüğünden misyonerlerin açtıkları eğitim ve dinî müesseseler adına dışarıdan gelen<br />
eşyaları denetlemek için bir komisyon teşkil etme kararı alması olmuştur. Osmanlı<br />
hükümetinin aldığı bu karar üzerine, Trabzon’daki Amerikan konsolosu vekili Mr.<br />
Ojalvo, kendi Dışişleri Bakanlığına yazdığı 16 Şubat 1906 tarihli bir yazı ile Amerikan<br />
misyonerlerinin, dışarıdan getirecekleri eşyalar konusunda daha dikkatli olmaları<br />
gerektiği hususunda uyarılmalarını istemiştir.<br />
Zaptiye birinci şube müdürü, gümrük çıkış kontrolörü ve belediye başkanından<br />
teşkil edilen bu komisyon; yabancıların açtıkları dinî kurumlar, okullar, hastaneler ile<br />
Trabzon ve iç bölgelerdeki yabancı misyonerler için dışarıdan gelen eşyaların dikkatlice<br />
kontrol edilmesi amacıyla kurulmuştur. Komisyona gümrükte sürekli olarak bir mekan<br />
verilmemiş, sadece mallar gümrüğe girdiği zaman çağrılarak incelemelerini yapması<br />
yoluna gidilmiştir. Ancak misyonerler böyle bir komisyonun kurulmasına pek sıcak<br />
bakmamışlardır. Hemen Amerika’nın Trabzon konsolosluğu aracılığıyla hükümetleri<br />
nezdinde iletişime geçerek konu ile ilgili tereddütlerini dile getirmişlerdir. Halihazırda<br />
misyonerlerin gümrükten kendi adlarına gelen malları alabilmelerinin en az üç yada dört gün aldığını<br />
belirten misyonerler, böyle bir komisyonun işe başlamasıyla bu sürenin daha da<br />
uzayacağını ve karşılarına başka zorlukların da çıkarılacağını beyan etmişler ve bu<br />
komisyonun kurulmasını, Osmanlı Devleti tarafından alınmış, oldukça sert bir tedbir<br />
olarak değerlendirmişlerdir. Amerika’nın Trabzon konsolosu, hükümetine konu<br />
hakkında bilgi verirken, Osmanlı hükümetinin bu sert tedbirleri alması noktasında<br />
mutlaka haklı olduğunu; Anadolu’nun iç bölgelerindeki Amerikan Board misyoner ve<br />
kurumlarına dışarıdan getirtecekleri eşyalar konusunda daha dikkatli olunması<br />
gerektiğini; gümrükte şüpheye meydan verecek yada yasaklayıcı önlemler almaya sevk<br />
edecek şekilde sorular sorulmaması konusunda daha dikkatli olunması hususunda<br />
Amerikan misyonerlerinin uyarılmasını istemiştir 41.<br />
40 NAMP, Mc T-700, Roll 1, No.55.<br />
41 NAMP, Mc T-700, Roll 1, No.56.
Gülbadi ALAN 165<br />
Trabzon istasyonunun -bölgede Amerikan Board adına yürütülen çalışmaların<br />
en önemli merkezi olan- Merzifon ile bağlantısı sadece limanından Merzifon’da çalışan<br />
Board misyoner ve kurumlarına getirilen eşyalar ile sınırlı kalmamış, burada görev<br />
yapan misyonerler Trabzon ve çevresinde yürütülen çalışmalara zaman zaman destek<br />
de vermişlerdir. Amerikan Board misyonerlerinin, yıllardır civar bölgelerde yaptıkları<br />
incelemelerle buraları <strong>sosyal</strong>, kültürel, ekonomik vb. yönleriyle çok iyi tanımaları,<br />
Amerikan Board’ın bölge üzerinde kültürel açıdan yürütmeyi düşündükleri faaliyetler<br />
için verecekleri kararlarda da etkili olmuştur. Misyonerler yaptıkları gezilerle edindikleri<br />
bilgi ve deneyimlerini Amerikan Board’a aktarmışlardır. Bunun en güzel örneği 1910<br />
yılında yaşanmıştır. Aynı yıl Bardizag (Bağçecik)’da düzenlenen Batı Türkiye<br />
Misyonu’nun yıllık toplantısında Karadeniz sahillerinde bir yüksek okul kurulması<br />
düşüncesi gündeme getirilmiş ve tartışılmıştır. Bir sonraki toplantıdan önce,<br />
Merzifon’da görev yapan George E. White bölgeyi iyi tanıdığı için Ordu ve<br />
Trabzon’da incelemeler yapmakla görevlendirilmiştir. Yapılan öneriler üzerine, Mr.<br />
Crawford ve eşi, Mr. Fulyan ve Miss Willard ile birlikte Mr. White gezisine başlamış ve<br />
birkaç gün Trabzon ve Ordu’da inceleme yapmışlardır.<br />
Bu araştırma gezisi sırasında, Merzifon istasyonunda yürütülen eğitim<br />
çalışmalarının kendilerinin arzuları yönündeki etkisini açık bir şekilde tespit etmeleri de<br />
mümkün olmuştur. Trabzon’da ziyaret ettikleri bir lisenin, öğretmenlerinden birinin<br />
Anadolu Koleji öğrencisi olduğunu, iyi bir ücret karşılığında okulda İngilizce derslerine<br />
girdiğini ve ilerde iyi bir yüksek okul açmayı hedeflediğini öğrenmişlerdir. Yine bu gezi<br />
sırasında Ordu’daki incelemelerde, iyi bir Ermeni Protestan cemiyeti okulunun ve<br />
şehirdeki Rum Protestan okulunun baş öğretmenlerinin de Anadolu Koleji mezunu<br />
olması beş kişilik inceleme ekibini, Amerikan Board çalışmalarının bölgedeki geleceği<br />
açısından oldukça mutlu etmiştir.<br />
Bütün bu inceleme ve değerlendirmelerin sonucunda White 1911 yılında<br />
Amerikan Board’a bir rapor hazırlamış ve açılması düşünülen yüksek okul için<br />
Trabzon’un uygun olabileceğini belirtmiştir. Amerikan Board da nihai kararı alırken bu<br />
tavsiyeyi göz önünde bulundurmuştur 42. Ancak ilerleyen yıllarda Anadolu’daki siyasî<br />
gelişmeler Amerikan Board’ın Trabzon’da açmayı düşündüğü bu okulun faaliyete<br />
geçirilmesine izin vermemiştir.<br />
3. Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Trabzon ve Çevresinde Faaliyet Gösteren<br />
Yabancı Ülkeler ve Eğitim Kurumları<br />
Amerikan Board’ın Trabzon ve çevresinde yürüttüğü faaliyetleri, sadece kendi<br />
belgelerinden değil, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan belgelerden de tespit<br />
etmek mümkündür. Ancak bu belgelerde, Trabzon ve çevresinde yürütülen<br />
faaliyetlerde, Amerikan Board’ın Osmanlı ülkesindeki teşkilatlanma yapısı değil,<br />
Osmanlı Devleti’nin idarî teşkilatlanması esas alınmıştır.<br />
Bilindiği üzere 1461 yılında Osmanlılar tarafından fethedilen Trabzon, fethin<br />
hemen ardından bir sancak haline getirilmiştir 43. Bu tarihten sonra dönem dönem<br />
Erzincan-Bayburt, Rum ve Anadolu Beylerbeyiliklerine bağlanan şehir, 1535 yılında<br />
42 PABCFM, Reel 628, No:355-364.<br />
43 O. Kılıç, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Eyaleti’nin İdari Taksimatı ve Tevcihatı”, Trabzon’un<br />
Tarihi Sempozyumu – Bildiriler, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, (Trabzon 1999), s.179.
166 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Erzurum Beylerbeyiliğinin teşkili ile buraya bağlanmıştır. 17. yüzyılın ilk başlarında ise<br />
bir eyalet haline getirilmiş ve Eyalet-i Batum veya Trabzon Eyaleti olarak anılmaya<br />
başlanmıştır 44. Ancak Amerikan Board’ın 1820 yılından itibaren Osmanlı ülkesinde<br />
faaliyete başladığı dikkate alındığında, Trabzon’un 19. yüzyılın ortalarından itibaren<br />
içinde bulunduğu idarî yapı konumuz açısından daha önemlidir. Bu noktada Trabzon<br />
vilayeti, 19. yüzyılın son yarısında dört sancağa, her sancağın da kaza ve nahiyelere<br />
ayrıldığını görmekteyiz. Bu sancaklar; Canik, Trabzon, Lazistan ve Gümüşhane’dir 45.<br />
Dolayısıyla da Osmanlı arşiv belgelerinde bu bölgede yer alan okullar tespit edilmeye<br />
çalışılmıştır.<br />
Osmanlı idarî teşkilatlanmasına göre bir vilayet olan Trabzon’da Amerikan<br />
Board’a ait üç okul gözükmektedir. Bunlardan birincisi Trabzon merkezde İskender<br />
Paşa mahallesinde 46 kiralanmış bir binada iptidai ve rüştî derecesinde, 3 ile 12 yaş arası<br />
kız ve erkek öğrencilerin devam ettiği, eğitim süresi 7 yıl olan karma bir ilkokuldur.<br />
Burada verilen hizmetler ağırlıklı olarak bölgedeki Ermeni ve Rumlara yöneliktir. Okul,<br />
fermanla 1281 yılında kurulmuştur. 1322 (1904-1905) yılında bu okulda eğitim gören<br />
öğrencilerin sayısı 50’dir ve 29’u Ermeni Gregorian, 18’i Protestan ve 3’ü Amerikalı<br />
çocuklardır. Zaten okulun açıldığı mahalle de İslam, Rum ve Ermenilerin karma olarak<br />
yaşadığı bir yerdir. Amerikalı bir müdürün idaresinde bulunan okulda, Osmanlı<br />
vatandaşı olarak 1 erkek ve 3 bayan, Amerika vatandaşı olarak da 1 müdür ve 2 bayan<br />
öğretmen hizmet vermektedir.<br />
Okulda Osmanlı vatandaşı Hıristiyanlar, Amerikan vatandaşı çocuklar ve bazen<br />
de Fransız çocuklarının eğitim gördüğü belgelerden tespit edilebilmiştir. Ancak bu<br />
okullara Osmanlı Devleti, Müslüman çocukların devam etmesini yasaklamıştır. Fakat<br />
okul idaresinden Müslüman çocukların okula kabul edilmeyeceğine dair bir senet<br />
alınmamıştır. Buna rağmen okulun öğrencileri arasında Müslüman çocukları yer<br />
almamıştır. Okul idarecileri, 1869 tarihli Maarif Nizamnamesi’nin yabancı okullarla<br />
ilgili 129. maddesi kurallarına ve Osmanlı hükümetinin emirlerine uymaktadırlar.<br />
Osmanlı memurlarının okulu teftişi sırasında herhangi bir şekilde zorlukla<br />
karşılaşılmamıştır. Nizamname maddesi uyarınca okul, Müslümanların da yaşadığı bir<br />
mahallede faaliyet gösteriyor olmasına rağmen, yakınlarında Cami veya mescit<br />
bulunmamaktadır. Okul idarecilerinin kurallara uymasından dolayı, 5 Kânunusani 1314<br />
tarihinde kurucusu ve müdürü olan Amerikalı Mr. Palmer adına ruhsata bağlanmıştır 47.<br />
Bütün bunlara rağmen buradan mezun olanların aldıkları diplomaların, Osmanlı<br />
yetkililerince onaylanması için bir müracaat yapılmamıştır.<br />
Aslında Karadeniz bölgesinin bu kısmında en etkili Amerikan Board okulu<br />
Merzifon Amerikan Koleji’dir. Ancak bu dönemde Merzifon, Osmanlı idarî<br />
teşkilatlanmasında, Sivas vilayetine bağlı, kendisine 32 km. mesafede bulunan, Amasya<br />
sancağının bir kazası durumundadır 48. Ancak Merzifon’daki Anadolu Koleji’ne bağlı<br />
olarak buradaki Amerikan okulunun ruhsatsız bir şubesi, Trabzon vilayeti sınırları<br />
44 Ayrıntılı bilgi için bkz. Kılıç, a.g.m.<br />
45 Ayrıntılı bilgi için bkz. C. Akın, “19. Yüzyılın Son Yarısında Trabzon Vilayeti”, Trabzon’un Tarihi<br />
Sempozyumu – Bildiriler, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, (Trabzon 1999), s.193-199.<br />
46 Burada İslam, Rum ve Ermeni halkı birlikte yaşamaktadır.<br />
47 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), MF.MGM., Belge No: 7/24, 8/56, 6/104; Y.PRK.MF., Belge No:<br />
4/66, 5/20.<br />
48 BOA, Hususî İradeler, Belge No:92/24 L.1314; Y. A. Hus., Belge No:370/59.
Gülbadi ALAN 167<br />
içerisinde bulunan Çarşamba kazasına 6 saat mesafede bulunan Kapıkaya karyesinde<br />
faaliyet göstermektedir. Osmanlı kaynaklarında yine aynı karyede, ibtidai ve rüşti<br />
derecesinde, 3 yıllık eğitim süresi olan ve sadece erkek çocukların devam edebildiği,<br />
1302 tarihinde kurulan ikinci bir Amerikan okulundan daha bahsedilmektedir. Elde<br />
edilen bilgilere göre okulda, Osmanlı vatandaşı bir öğretmenin idaresinde 20 öğrenci<br />
eğitim görmektedir. Müslüman öğrencisi bulunmayan okul, hükümete müracaat<br />
edilmeden, doğrudan Amerikan misyonerleri tarafından kurulmuş ve ruhsatsız bir<br />
şekilde faaliyete geçirilmiştir. Okulun ilk faaliyet yıllarında müdürünün Kevorkyan<br />
isminde bir şahıs olduğu belirtilmektedir 49.<br />
Trabzon ve çevresinde eğitim faaliyetlerinde bulunan tek ülke Amerika Birleşik<br />
Devletleri, tek misyoner cemiyeti de Amerikan Board değildir. Fransa ve İran’ın da bu<br />
vilayet sınırları içerisinde eğitim faaliyetlerinde bulundukları ve okullar açtıkları<br />
bilinmektedir.<br />
Osmanlı arşiv belgelerinden takip edilebildiği kadarıyla, vilayet sınırları içerisinde<br />
faaliyeti en fazla olan ülke Fransa’dır 50. Belgelerde Fransa’nın Trabzon vilayeti<br />
sınırlarında 6 okulundan bahsedilmektedir. Bu okulların üçü Trabzon vilayeti merkezi,<br />
üçü de Samsun sancağı merkezinde faaliyet göstermektedir. 4 Mart 1318 tarihinde<br />
Trabzon Maarif müdüriyetinden gönderilen tahrirata göre bu okullar sırasıyla<br />
şunlardır 51;<br />
Fransız okullarından birincisi, Trabzon’un Uzun Sokak caddesinde ve Hıristiyan<br />
mahallesinde, Fererlerin mülkü olan bir binada faaliyet gösteren Péres de la Doctrine<br />
Cherétiennes Koleji’dir. 1891 yılında erkek öğrencilerin rüşdi ve ibtidai derecesinde 5 yıl<br />
eğitim görmeleri için kurulmuştur. 6’sı Osmanlı, 8’i Fransa vatandaşı olan 14<br />
öğretmenle yürütülen çalışmalarla, 22’si yatılı olmak üzere toplam 112 öğrenciye eğitim<br />
verilmektedir. Öğrencileri arasında Müslüman yoktur. Okul kuruluşundan sonra, 24<br />
Nisan 1314 tarihinde ruhsata bağlanmıştır.<br />
İkinci okul yine Trabzon’un Frenk Hisar mahallesinde Kapuçin (Kapusen)<br />
rahiplerinin mülkü olan bir binada faaliyet gösteren Soeurs de St. Joseph de l’Apparition<br />
adlı okuldur. 1268 yılında Kapuçin rahipleri tarafından rüşdi derecesinde kız<br />
öğrencilere 5 yıllık bir eğitim vermek için yatılı ve gündüzlü olarak faaliyete<br />
geçirilmiştir. Eğitim Fransız vatandaşı 8 bayan öğretmenin çalışmalarıyla devam<br />
ettirilmekte ve 58’i Osmanlı, 8’i İtalya, 10’u Yunan vatandaşı olan 82 öğrenciye hizmet<br />
verilmeye çalışılmaktadır. Öğrencileri arasında Müslüman yoktur. Merkezi Marsilya’da<br />
bulunan Saint Joseph cemiyeti tarafından kurulmuştur. 52.<br />
Üçüncüsü, Trabzon’un Frenk Hisar mahallesinde Kapuçin rahiplerinin mülkü<br />
olan bir binada 1267 yılında iptidai derecesinde, erkek öğrencilere 1 yıllık eğitim<br />
vermek için açılmıştır. Fransız vatandaşı 2 öğretmenin denetiminde 7’si Osmanlı, 2’si<br />
İtalya, 3’ü Rus 12 öğrenciye eğitim verilmektedir. Okulda Müslüman öğrenci<br />
bulunmamaktadır.<br />
Fransa’nın dördüncü okulu Samsun sancağının Said Bey (Rum mahallesi)<br />
mahallesinin kısmen İslam olan cihetinde Fererlerin idaresinde açılan Féreres Maristes de<br />
49 BOA, MF.MGM., Belge No:7/24; Y.PRK.MF., Belge No:5/20. BOA, MF.MGM., Belge No:7/24.<br />
50 BOA, MF. MGM. Belge No:8/77.<br />
51 BOA, MF.MGM., Belge No:7/24, 6/29.<br />
52 BOA, MF.MGM., Belge No:7/24, 6/29.
168 Amerikan Board Misyonerlerinin Trabzon ve Çevresinde Yürüttükleri Faaliyetler…<br />
Lyon Koleji’dir. 1305 yılında idadi ve rüşti derecesinde, kız öğrencilere 5 yıllık eğitim<br />
vermek için açılan okulda 9 rahibe öğretmenlik yapmaktadır ve 110 öğrencisi vardır.<br />
Okulun öğrencileri arasında Müslüman yoktur 53.<br />
Samsun’daki bir diğer okul, yine Said Bey mahallesinde birbirine bitişik ve<br />
Fransız misyonerlerine ait 2 binada, kızların eğitimi için 1298 yılında idadi ve rüşdi<br />
derecesinde, eğitim süresi 5 yıl olan ve 1298 yılında faaliyete geçirilen Soeurs de<br />
l’İmmaculee Conception okuludur. 11 öğretmenle Fransız ve Osmanlı vatandaşı<br />
Ermenilerden oluşan 130 öğrenciye eğitim verilmektedir. Okulun öğrencileri arasında<br />
Müslüman öğrenci yoktur. Samsun’daki bir diğer Fransız okulu da Soeur de St. Joseph de<br />
l’Apparasion okuludur. Fransa’nın Trabzon vilayeti sınırları içerisinde bu eğitim<br />
kurumları haricinde, biri Trabzon’da ve diğeri Samsun’da iki Latin kilisesi<br />
bulunmaktadır 54.<br />
Yine Osmanlı arşiv belgelerine göre Trabzon’da üç tane İtalyan okulunun<br />
faaliyet gösterdiği, ancak bu okulların Osmanlı hükümetinin girişimleri sonucunda<br />
kapatıldığı belirtilmektedir. Ancak okulların neden dolayı kapatıldığı konusunda<br />
herhangi bir açıklama yapılmamıştır 55.<br />
Trabzon’da eğitim alanında faaliyet gösteren bir başka ülke de İran’dır. İran’a ait<br />
olan okul Trabzon’un merkezinde, çeşitli cemaatlerin oturduğu İskender Paşa<br />
mahallesinde ve İran cemaatinin tasarrufundaki bir binada, 1300 yılında faaliyete<br />
geçirilmiş ve 1 Kânunuevvel 1313 tarihinde ruhsata bağlanmıştır. Rüşdi ve ibtidai<br />
derecesinde erkeklere 5 yıllık eğitim vermek için açılan okulda eğitim, 4’ü Osmanlı, 3’ü<br />
İran vatandaşı olan 7 öğretmen tarafından yürütülmektedir. Belgelerde, okulda eğitim<br />
gören 42 öğrencinin tamamının İranlı olduğu, Osmanlı vatandaşı öğrencisinin<br />
bulunmadığı belirtilmektedir. Maarif Nizamnamesi kurallarına tamamen uygun bir<br />
eğitim yürütülen okulun kurucusu Mirza Muhammed Ağa’dır 56.<br />
Sonuç<br />
Bütün bu bilgiler ışığında şunları söyleyebiliriz ki; Trabzon, gerek Amerikan<br />
misyonerleri, gerekse diğer ülke misyonerleri tarafından yürütülen çalışmalarda dikkate<br />
alınan bir merkez olmuştur. Ancak Amerikan Board’ın yürüttüğü çalışmalar<br />
incelendiğinde, diğer bölgelerle veya vilayetlerle kıyaslama yapıldığında, Trabzon önem<br />
sıralamasında biraz gerilerde kalmaktadır. Bu sıralamada, özellikle eğitim alanında<br />
yürütülen çalışmalarda, Amerikan Board’ın bölgeye fazla önem vermemesinin en<br />
dikkat çekici göstergesi de Trabzon vilayeti içerisinde faaliyet gösteren yüksek dereceli<br />
bir eğitim kurumunun bulunmamasıdır.<br />
Amerikan Board’ın Trabzon’daki eğitim çalışmalarını fazla dikkate<br />
almamasının altında yatan sebep, aynı bölgede başka bir istasyon merkezinde<br />
(Merzifon istasyonu) eğitim alanında yürütülen çalışmaların oldukça ileri seviyelerde<br />
olması ve bölgenin bu alandaki ihtiyaçlarını karşılayabilecek derecede yeterli olmasıdır.<br />
Bütün bunlara rağmen Amerikan Board’ın Trabzon’da var olması, misyonerlerin bu<br />
vilayeti önemsediklerini ve göz ardı etmediklerini açık bir şekilde göstermektedir.<br />
53 BOA, MF.MGM., Belge No:7/24.<br />
54 BOA, MF.MGM., Belge No:6/29.<br />
55 BOA, MF.MGM., Belge No:1/56.<br />
56 BOA, MF.MGM., Belge No:7/24.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Osmanlı’dan Cumhuriyete<br />
Değişme, Farklılaşma ve Yeniden Yapılanma<br />
Hayri ÇAPRAZ ∗<br />
Bilindiği üzere Lozan antlaşmasıyla kendi varlığını Batı dünyasına kabul ettiren<br />
yeni Türk Devleti 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyeti ilan etmiş ve 1920’li yıllarda da<br />
yeniden yapılanma sürecini başlatmıştı. Bu süreçte, bir yandan Osmanlı<br />
İmparatorluğundan kendisine kalan “mirası” yeniden şekillendirirken, diğer yandan<br />
zamanın ihtiyaçlarına göre ekonomik, kültürel, siyasi anlamda çağdaş bir toplum<br />
oluşturmaya çalışmıştır.<br />
Türkiye Cumhuriyeti, bireysel hürriyet, cumhuriyet anlayışı, ulus devlet, akıl-ilim<br />
gibi temel hedefleri gerçekleştirmeye çalışmıştır. Tüm bunlar tarihi sürecin ve onun<br />
koşullarının zorladığı bir gerçektir. Bu durumun gözden kaçırılmaması gerekir.<br />
Bilindiği gibi 19. yüzyıl, klasik imparatorluk modelinin devrini tamamladığı, yerini ulus<br />
devlet modelinin aldığı en belirgin zaman dilimidir. Avrupa’da Fransızlar, Viyana-<br />
Roma merkezli imparatorluğun parçası oldukları zihniyetinden sıyrılarak, 15. yüzyıldan<br />
beri her geçen gün Fransız oldukları şuuruyla güçlenmekteydiler. Hollandalılar, 1648<br />
yılından beri bağımsız bir devlete sahiptiler. Milli şuuru gelişen Belçikalılar, ancak 1830<br />
yılında bağımsız devletlerine kavuşabildiler. 19. yüzyılın ortalarında Polonyalılar kendi<br />
devletlerini kurabilmek için Rusya’ya ve Avusturya’ya karşı başarısız da olsa bağımsız<br />
devletlerini kurabilmek için ayaklandılar. 1870 yılında İtalyanlar, 1871 yılında da<br />
Almanlar, Viyana imparatorluğundan koparak kendi milli devletlerini kurdular. Tarihi<br />
seyre bakıldığında 19. yüzyılda “her millete bir devlet ilkesi” hızla uygulama alanı<br />
bulmuştu. Bu bağlamda, ulus devlet modeliyle 20. yüzyılın başında kurulan Türkiye<br />
Cumhuriyeti, kurucusunun tarihi akışı doğru tespiti sayesinde, doğal tarihi seyrin bir<br />
sonucu olarak da görünmektedir.<br />
19. yüzyılda Avrupa’da milletler kendilerine devletler kurarken, Osmanlı<br />
İmparatorluğu da kendi içinde ayrılıkçı milli hareketler ile mücadele etmekteydi.<br />
Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar ve hatta Arnavut ve Araplar gibi Müslüman toplumlar<br />
bile İstanbul merkezli imparatorluktan ayrılıp, kendi devletlerini kurmaya<br />
çalışmaktaydılar. Gayrimüslimlere tanınan özel ayrıcalıklara rağmen (Islahat Fermanı)<br />
yine de imparatorluğun bütünlüğü korunamamıştır. Çünkü, Batı ve Orta Avrupa’da 17.<br />
yüzyıldan beri hızla güçlenen burjuva ve entelektüeller işbirliğindeki milliyetçilik<br />
∗ Yrd. Doç. Dr., <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
170 Osmanlı’dan Cumhuriyete Değişme, Farklılaşma ve Yeniden Yapılanma<br />
rüzgarıyla ortaya çıkan devlet modeli, klasik imparatorluk zihniyetini, feodal anlayışları,<br />
klasik ekonomi sistemini ve kültürünü yıkıp geçmektedir. Güneydoğu Avrupa’da ise<br />
Hıristiyanlar, yönetiminde bulundukları Müslüman Padişaha karşı dini farklılıklarını<br />
vurgulayarak ulusal devlet olmayı talep etmeye başlamışlardır. Din ulus oluşumlarının<br />
temelini teşkil ederek ulusal kimliklerini belirlemede büyük rol oynamaya başlamıştır 1”.<br />
Bu süreçte, Osmanlı yönetimi ve entelektüelleri de, imparatorluğun bütünlüğünü<br />
korumak için Osmanlılık şuuru geliştirmeye çalışmışlar (Tanzimat, Meşrutiyet), bunu<br />
başaramayınca İslam inancının etrafında bir arada tutmayı denemişler, ancak<br />
Avrupa’daki ve kendi içindeki siyasal, kültürel ve ekonomik gelişmeler onların tüm<br />
çabalarını boşa çıkarmıştır. İşte bu tarihi koşullar içinde Osmanlı imparatorluğunun<br />
bütünlüğünü koruması çok zor olmuştur.<br />
Osmanlı aydınlarından Mustafa Reşit Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi<br />
Avrupa ve Fransız kültürünü iyi anlamış, idrak etmiş devlet adamları ve düşünürler,<br />
imparatorluğun bütünlüğüne yönelik tehdidi etkisiz hale getirmek için bir çok alanda<br />
reformlar yapmışlardır. Ancak ayrılıkçıların hedefleri, kişilerin hak ve hürriyetlerini<br />
kazanmaları, kendisinden olanların daha rahat yaşamasını gerçekleştirmek değil, kendi<br />
devletlerini kurmaktır. Çünkü bu dönemde, dil, din, etnik kimlik, güçlü tarih şuuru gibi<br />
dinamiklere sahip her toplum devletini kurmayı hedefler hale gelmiştir.<br />
İşte tüm bunların ışığında Mustafa Kemal, tarihin akış yönünü doğru anlamış,<br />
zamanın koşullarını iyi okumuş bir devlet adamı olarak Türk devletini ulus devlet<br />
anlayışında inşa etmiştir. Başka bir ifade ile esen rüzgarın tersine bir hareket<br />
sergilememiştir ve sonucu başarılı olmuştur. Ancak bu ulus devletin kuruluşu hem<br />
Türk Milleti, hem de Mustafa Kemal için kolay olmamıştır:<br />
Ulus devlet için öncelikli olan vatan toprağının belirlenmesi, belirlenen toprağın<br />
vatan olduğu fikrinin şuurunun yerleştirilmesi ve savunulmasıdır. Bunun için Mustafa<br />
Kemal, Türk tarihinde eşine rastlanmayan bir karar almıştır. İlk kez bir Türk devletine<br />
sınır çizmiştir. Bilindiği gibi, 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli (Ulusal<br />
Yemin) ile sınırlar belirlenmiştir. Misak-ı Milli basit bir sınır çiziminin ötesinde büyük<br />
anlamlara sahiptir: 1- Vatan belirlenmiştir. 2- Bu sınır çizimi ile Avrupa’ya iyi niyet<br />
mesajı verilmiştir ki, bu oldukça anlamlı bir mesajdır. Çünkü Türk Cihan hâkimiyeti<br />
mefkûresine sahip bir topluma sınır çizilmişti. Hem de yeminli bir sınır. Bu hareket,<br />
dolaylı da olsa Batı’ya, artık bizi rahat bırakın (şark meselesini unutun) mesajıdır.<br />
Misak-ı Milli ile değişen sınır anlayışını, Türk tarihinden birkaç örnekle ortaya<br />
koymak mümkündür. Göktürk yazıtlarında: Gök, yer ve onun arasında insanın<br />
yöneticisi Türk kağanıdır; Oğuz Kağan destanında, “Gök, çadırımız, güneş de,<br />
bayrağımız olsun” denmektedir; Kutagu Bilig’de ise, “Gök gürledi, nevbet davulunu<br />
vurdu! Şimşek çaktı, hakanın bayrağını çekti” diye yazmaktadır 2.<br />
Mustafa Kemal’in sınır belirlenmesi konusundaki tavrı nasıl açıklanabilir? 19.<br />
yüzyıl ve 20. yüzyılın başında dünyadaki gelişmelere ve Osmanlı İmparatorluğu’nun<br />
içinde bulunduğu duruma bakıldığında, bir milletin kimliğinin korunması ve<br />
geliştirilmesi için sınır çizilmesi kaçınılmaz olarak görünmektedir. Tarihe gömülmek<br />
1 Kemal Karpat, Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma, Çeviren Dilek Özdemir, İmge Kitabevi, 1.<br />
baskı, İstanbul 2006, s. 280.<br />
2 Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Genişletilmiş üçüncü baskı, Türk Dünyası Araştırmaları<br />
Vakfı yay., İstanbul 1988, s. 459,460.
Hayri ÇAPRAZ 171<br />
istenen bir milletin toplumsal birlikteliğini sağlamak, onu şuurlandırmak ve kimliğini<br />
canlandırmak için sınır anlayışı zorunludur. Tüm bunların yanında, sınır, artık çağın<br />
gereğidir. Her millet kendisine sınır çizip devlet kurmaktadır. Bilindiği üzere, Türkiye<br />
Cumhuriyeti kurulmadan önce uluslararası diplomatik gelişmelerde de millet ve<br />
sınırları konusu ön plana çıkmaktadır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, söylemlerdeki<br />
samimilikleri tartışmalı ya da niyetleri farklı da olsa, Wilson ilkelerinde (8 Ocak 1918)<br />
“her millete bir devlet”, 1917’de Rusya’da iktidara gelen Bolşeviklerin sloganında da<br />
halklara özgürlük vardı. Bu nedenle milli şuura sahip her topluluk, dünyada kendisine<br />
destek bulabilecek koşullara sahipti. Bu itibarla, emperyalist anlayışla karşı karşıya<br />
kalmış Türk milleti kendisi için bir sınır çizip, diplomatik faaliyetlere, gerekirse askeri<br />
harekâtlara başlamalıydı.<br />
Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu’da Türk milleti için çizdiği Misak-ı Milli’yi<br />
emperyalist güçlere karşı kabul ettirebilmek için önce askeri adımlar atmak zorunda<br />
kaldı. 1919 yılından itibaren Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Yunanlılar, Ermeniler…<br />
gibi toplumlarla savaşılarak “vatan savunması”na geçildi. 19 Mayıs 1919’da Mustafa<br />
Kemal önderliğinde başlayan Milli Mücadele, 1922’yılı sonlarına kadar vatanın düşman<br />
askerlerinden arındırılmasını sağladı. Bu sonuç, vatan savunmasının fiilen kazanıldığı<br />
anlamına geliyordu. Ancak bunun resmileşmesi gerekmekteydi. İşte bunun resmi<br />
belgesi Lozan Antlaşması’dır (24 Temmuz 1923).<br />
Lozan, Anadolu’daki Türk varlığını, kültürünü, devletini karşı tarafa kabul<br />
ettiren bir antlaşmadır. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak, Anadolu’daki Türk<br />
varlığını etkisiz hale getirmek isteyen Batı’lı devletlerin Sevr Antlaşması ile hedeflerine<br />
yaklaşmalarından 3 yıl sonra Lozan’a imza atmalarının anlamı büyüktür. Bu bağlamda<br />
Lozan, diplomatik başarı olduğu gibi, tarihi öneme sahip bir antlaşmadır.<br />
Artık, Lozan antlaşmasıyla sınırları çizilmiş ve dünyaca varlığı kabul edilmiş yeni<br />
devletin yönetimi ve toplumsal yapılanması konusu bundan sonra çözülmesi gereken<br />
temel mesele olacaktır.<br />
29 Ekim 1923 yılında yeni devletin yönetim şekli Cumhuriyet olarak ilan<br />
edilmiştir. Monarşi anlayışında, monark ve ona bağlı kurumların birbirleri ile işbirliği<br />
halinde tüm milletin sorumluluğunu üstlendiği bir sistemden Cumhuriyete geçiş, köklü<br />
bir zihniyet anlayışını değiştirme teşebbüsüdür. Bu sistemle, devletin idaresinin<br />
sorumluluğu doğrudan halkın tümüne verilmiştir. Artık siyasi, ekonomik, kültürel<br />
anlamda devletin başarılarından ve başarısızlıklarından herkes sorumludur.<br />
Cumhuriyette birey, gelişmelerde artık doğrudan sorumludur. İşte Cumhuriyet bu<br />
sorumluluğun doğru bir şekilde yerine getirilmesi için, fikri hür, vicdanı hür, eğitim<br />
seviyesi yüksek, ekonomik kaygısı olmayan, hukuk koruması altında bulunan bireyler<br />
istemektedir.<br />
Bireylerin kendilerini yetiştirmelerinde temel ilke aklın ve ilmin önder olmasıdır.<br />
(Bu yaklaşımda laikliğin fonksiyonu önemlidir). Aklı ve ilmi önder kabul eden bireye<br />
liberal-demokrat bir ortam hazırlanmalıdır 3. İşte tüm bunları Mustafa Kemal’in<br />
önderliğinde yeni Türkiye Cumhuriyeti, 1922 yılında başladığı reformlarla sağlamaya<br />
çalışmıştır. Bu bağlamda, 17 Şubat - 4 Mart 1923 İzmir İktisat kongresi, 3 Mart 1924<br />
3 Liberalizm, milli devlet, cumhuriyet gibi konuların birbirleri ile ilişkileri hakkında bkz. Bayram Kodaman,<br />
Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, Isparta 2006.
172 Osmanlı’dan Cumhuriyete Değişme, Farklılaşma ve Yeniden Yapılanma<br />
Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 17 Şubat 1926 Medeni Kanun, 1930–1934 kadınlara seçme<br />
ve seçilme hakları birçok örnekten bazılarıdır.<br />
Reformlar, bireysel ve toplumsal anlamda kendi ayakları üzerinde durabilen<br />
kişiler ve onların oluşturacağı çağdaş medeniyet seviyesinin toplumunu hazırlama<br />
gayretidir. Bu bağlamda, ilerlemeciliği savunan, eğitimde bireyin önemini vurgulayan<br />
John Dewey’in 1924 yılında Türkiye’ye davet edilmesi de tesadüfü değildir 4.<br />
20. yüzyılda bireylerin kendi devletlerini geliştirebilmeleri, uluslar arası alanda<br />
etkin kılabilmeleri için millet şuuruna sahip olması temel gerekliliklerden biri olmuştur.<br />
Millet anlayışı içinde birlikteliği sağlayan ve sağlayacak olan harç “milliyetçilik”tir.<br />
Milliyetçilik, Milli devletin özgür bireylerini bir araya getiren ideolojidir. Bu bağlamda<br />
Atatürk’ün kurduğu yapı, hem bireysel, hem de kollektivistik özelliklere sahiptir 5.<br />
Sağlıklı ve bilinçli bir milliyetçiliğin ve dolayısıyla kimliğin oluşması için atılan<br />
adımlardan bazıları olarak, 1925 yılında Türk Ocaklarının faaliyetleri (sonrasında<br />
halkevleri), 1926’da başlayan Musiki alanında inkılâplar 6, 1931 yılında Türk Tarih<br />
Kurumu ve 1932 yılında Türk Dil Kurumu kurulması ve sayılabilir. Tüm bu adımlar,<br />
devlete Liberal-demokrat ulus kimliği kazandırma gayretlerinden bazılarıdır. Akıl ve<br />
bilim ile hareket eden ve modern gelişmeleri takip etme imkânlarına sahip olan bireye<br />
tarih şuuru, milli şuur verilmeye çalışılmıştır.<br />
Kültürel kaynaşma ve iktisadi gelişme için önemli adımlar atılmaya çalışılmıştır.<br />
1923 tarihli Umuru Nafıa programıyla karayolu, demiryolu, liman yapımı, ovaların<br />
verimli kullanılması hedeflenmiştir. Bu programla ülkenin doğu-batı yönünde geçen ve<br />
şube hatlarıyla merkez limanlara bağlanan demiryolu ağı planlanmıştır 7. 16 Şubat 1925<br />
tarihinde Türk Tayyare Cemiyeti kurulmuştur. 1924’te Türkiye İş Bankası, 1925 yılında<br />
Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuş, 1927 yılında Teşvik-i Sanayi Kanunu ile sanayi<br />
yatırımları özendirilmeye çalışılmıştır 8. Toplumun birbirleriyle iletişiminin<br />
hızlandırılmaya çalışılması ve sanayi yatırımları, beraberinde kültürel zenginliği,<br />
birlikteliği, yeni şehir düzenlerini ve daha birçok alanda olmak üzere topluma yeni<br />
anlayışları getireceği şüphesizdir.<br />
Cumhuriyet döneminin reformları, iktisadi alanla sınırlı kalmayıp, siyasi, hukuki,<br />
eğitim, kültür gibi bireyin-toplumun hayatını ilgilendiren tüm kısımlarda yapılmıştır.<br />
Yeniliklerle, safdil bir modernleşmeden öte, köklerini tanıyan çağdaş dünyaya uyum<br />
sağlayan kimlikli bireylerin devleti hedeflenmiştir. Bu nedenle, Atatürk’ün yaptıkları,<br />
sadece taklit anlamında Batılılaşma davası değildir.<br />
Türk inkılâplarının hedefinde Avrupa medeniyetini yalnız tekniğiyle değil, bütün<br />
düşünme metoduyla kabullenip, Rönesans dönemi ve sonrasında geçirdiği evreleri<br />
anlayarak, (idrak ederek) ona hızla uyum sağlama gayreti vardır. Rönesans kültürü<br />
4 Bahri Ata, “Eğitimin Tarihsel Temelleri”, Eğitim Bilimlerine Giriş, Editör: Emin Karip, Ankara 2007, s.<br />
76.<br />
5 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 119.<br />
6 Ulus devlet inşasında müziğin yeri hakkında geniş bilgi için bkz. Ayhan Erol, “Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />
Kültürel Modernleşme Projesinin Önemli Bir Parçası Olarak 1930’larda Müzik Politikası”, Uluslararası<br />
Türkiye Cumhuriyeti Sempozyumu Bildirileri, Isparta 2008, s. 707–712.<br />
7 İsmail Yıldırım, Cumhuriyet Dönemi Demiryolları (1923–1950), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,<br />
Ankara 2001, s. 38.<br />
8 Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Yazarlar: Durmuş Yalçın, Yaşar Akbıyık, vd., Atatürk Araştırma Merkezi<br />
Yay., Ankara 2004, s. 323.
Hayri ÇAPRAZ 173<br />
gerçeğe ulaşmak için seziş ve faraziyeden daha çok, deney, tecrübe ve akıl yöntemini<br />
kullanmaktır. Bu da mistik görüşten ilmi görüşe doğru bir değişim sürecidir 9. Bu<br />
düşüncenin Cumhuriyetin ilk yılında eğitim alanında yapılan reformlarla ilgisini 1924<br />
yılında Yakup Kadri şöyle yazmaktadır: Türk zekâsı “skolâstik” tezhzipten ve Türk Ruhu<br />
“rasyonel” terbiyeden kurtulmak için mütemadi hamleler yapıyor. Medreselerin ilgası, tedrisatın<br />
tevhidi ve “ilk” den “son”a kadar bütün tahsil safahatında garp usullerinin tatbiki gibi vakıalar bu<br />
hükmümüzü sarih ve kat’i bir tarzda ispat etmektedir. Bu vaziyete göre kendimizi adeta bir<br />
“rönesans” devrini girmiş telakki edebiliriz” 10. Peyami Safa ise, Avrupa’nın rönesans<br />
zihniyetinin anlayışına ulaşmayı veya ona uyum sağlamayı kolaylaştıracak düşünme ve<br />
yaşama prensipleri olarak riyazîleşme (matematik düşüncesi) ve siteleşmeyi (şehir<br />
kültürü) öne çıkmaktadır. 20. yüzyılın ilk yarısında Türkiye, kendisinde yetersiz olan<br />
riyazî ve ilmi anlayışı hızla geliştirme amaçlı inkılâplar yapmıştır. Avrupa’da ise makine<br />
medeniyetinin çok hızlı ve aşırı bir şekilde sezgi (ve sonrasında gelen mistisizm)<br />
aleyhine gelişmesi, Bergson gibi düşünürlerin tepkisine yol açmıştır 11. Bu itibarla, Türk<br />
düşünce yapısının gelişmesini, Avrupa’nın ilmi görüşünde olduğu gibi dogmatizme<br />
kadar vardırmamak için, bir yandan riyazîleşmek, siteleşmek ve endüstrileşmek için<br />
yenilikler yapılırken, diğer yandan kendi kimliğinin varlığını güçlendirecek kültürel<br />
dinamiklerin kaybolmasını önleyecek tedbirler alınmıştır.<br />
Cumhuriyet dönemi reformlarıyla öne çıkarılan akıl-bilim anlayışıyla, doğu ve<br />
batı dünyasının çaprazlama gelişiminde (çaprazlama tekâmül), yeni Türkiye’nin,<br />
Avrupa medeniyetine girme gayreti vardır. “Çaprazlama Tekâmül” Peyami Safa’nın,<br />
doğu ve batının inandığı dinlerin kutsal kitaplarının içeriğine ve toplumlarının<br />
gelişimine bakarak ortaya koyduğu bir isimlendirmedir 12. Bilindiği üzere İslam<br />
dünyasında Farabi (870–950) ve İbn-i Sina (980–1037) ile akılcı görüş gelişmiştir. 11.<br />
yüzyıldan itibaren, İslam kültürü ve Türkler Avrupa medeniyetinin kaynağı<br />
Akdeniz’den yavaş yavaş uzaklaşarak zamanla uzak Şark tesirleri altına girmiştir. Bu<br />
dönemde Avrupa ise, kültüründe Yunanistan’ın hendese kafası ve medeniyetinde<br />
Roma’nın site ahlakı ve disiplini ile gelişme sürecine girmiştir 13. Rönesans Avrupası akıl<br />
ve kıyas yolunda gelişirken, Doğu sezgi ve duygu yoluyla kendisine bir dünya<br />
kurmuştur. Yani doğu ve batı gelişimlerinde çaprazlama bir durum söz konusudur. Bu<br />
itibarla Cumhuriyet dönemi reformları çaprazlama tekâmülde akıl-bilim anlayışının<br />
güçlü olduğu bir dünyaya girme teşebbüsüdür.<br />
Avrupa ile Türk toplumunun teması çok eskilere kadar gitmektedir. 19.yüzyıla<br />
gelindiğinde ise, neredeyse iki farklı zihniyetin dünyasını temsil etmekteydiler. Modern<br />
Avrupa’nın gelişmelerine uyum amacıyla Osmanlı Devleti aydınları birçok alanda<br />
yenilik yapılması gerektiğini savundular, ama bunlar hep ifadede, teoride kaldı.<br />
1839 yılında Tanzimat Fermanının ilanı, 18. yüzyılın ortalarından beri teknik<br />
üstünlüğü net olarak hissedilmekte olan Batı medeniyetinin yalnız teknik değil,<br />
düşünüş olarak da benimsenmesi için atılan önemli bir adımdı. Tanzimat’ın getirdiği<br />
fikir ortamında Şinasi (1826–1871), Namık Kemal (1840–1888) kanun devletinin<br />
9 Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, İstanbul 1995, s. 185.<br />
10 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Avrupakâri, Avrupai”, Atatürk Devri Fikir Hayatı II, Hazırlayanlar:<br />
Mehmet Kaplan vd., Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1992, s. 535.<br />
11 Peyami Safa, a.g.e., s. 185, 187.<br />
12 Peyami Safa, a.g.e., s. 172.<br />
13 Peyami Safa, a.g.e., s. 214, 215.
174 Osmanlı’dan Cumhuriyete Değişme, Farklılaşma ve Yeniden Yapılanma<br />
şekilde kalmayıp, fikre ve öze nüfuz etmesini savunanlardandı 14. Şinasi devletin<br />
yönetimde ulusu temsil ettiğini, devletin sorunlara getirdiği çözümler konusunda,<br />
halkın, sözlü ve yazılı düşüncelerini özgürce belirteme hakkına sahip olduğunun altını<br />
çizmekteydi 15. Yine ulus, vatan, özgürlük kavramlarını kamuoyuna açıkça ifade etmeye<br />
çalışanlardan biri Namık Kemal’di 16. Nitekim Tanzimat’ın getirdiği fikir yapısı ve<br />
imparatorluğun içinde bulunduğu koşullar, devlet yönetim şeklinde de değişiklikleri<br />
zorlamış ve 1876 yılında Meşrutiyet ilan edilmiştir. Tüm bunlar imparatorluğun<br />
bütünlüğünü koruma amacıyla yapılmış olsa da, aksine çözülmeyi hızlandırdı. Ancak,<br />
Tanzimat Fermanı, kısa sürelide olsa 1876 Meşrutiyet dönemi ve sonrasında özellikle<br />
eğitim alanında yapılan reformlar devletin, bireysel haklar, yönetim şekli konusunda<br />
değişime zorlandığının belirtileridir. Hatta bu dönemde, Ali Suavi (1839–1878),<br />
dünyanın dini kanunlarla idare edilmesine karşı yazıyor ve laikliği savunuyordu.<br />
Devletin idaresinin de Cumhuriyet olması gerektiğini söylüyordu 17.<br />
Osmanlı imparatorluğunun son yüzyılında ortaya atılıp, ifadede kalan veya<br />
uygulamalarında hedefe ulaşmayan, ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen ve<br />
ortak bir hedef içeren reformlardan bazıları şunlardır:<br />
“Fuat Raif, arınmış Türkçe fikrini savundu. Ama bu fikir Atatürk’ün teşebbüsü<br />
ile gerçekleşti. Ahmet Mithat (1844–1912) ve Musa Akyiğit (1865–1923), ekonomide<br />
himayecilik ve tekel sisteminin savundular, ama kabul ettiremediler. Bu politika da yine<br />
Atatürk’ün zamanında 1930’lu yıllarda uygulandı. Münif Paşa (1828–1894) ve<br />
Abdullah Cevdet (1869–1931), Latin harflerini kabulü tartıştılar, ama kabul edilmesi,<br />
Cumhuriyet devrinde (1928) oldu. Mithat Paşa (1822–1884)) Medeni Kanunun<br />
alınmasını savundu ve ondan 60 yıl sonra medeni kanun alındı. Celal Nuri (1870–<br />
1939), kadınların iş hayatına girmesini, medeni kanunun, vakıfların düzenlenmesi<br />
gerektiğini uzun yıllar yazdı, ancak kabul ettiremedi. Onun yazdıkları da Cumhuriyet<br />
devrinde yavaş yavaş gerçekleşme sürecine girdi” 18.<br />
Ancak Cumhuriyet dönemi reformlarını Osmanlı imparatorluğunun son<br />
döneminde ortaya atılan fikirlerin sonucu bir zaruret olarak görmek doğru olmayabilir.<br />
Cumhuriyet döneminin fikri zenginliğinde, Osmanlı imparatorluğunun son döneminde<br />
oluşan bilgi birikiminin, batılı fikirlerden edinilen tecrübenin ve hatta Rusya’dan gelen<br />
aydınların katkısı inkâr edilemez. Ancak Cumhuriyet reformlarının gerçekleşmesini<br />
sağlayan en önemli faktörlerden biri Türk yurdunu ve Türk varlığını koruma için<br />
verilen Milli Mücadeledir. Bir diğeri de kazanılan Milli Mücadele’den sonra hayatta<br />
kalma ve başarılı bir şekilde medeni dünya milletleri arasında yer alma hedefidir 19.<br />
Cumhuriyet dönemi reformları teoride veya ifadede kalmamış, uygulama alanına<br />
koyulmuştur. Devrim olarak nitelendirilen yenilikler, toplumun tüm alanına nüfuz<br />
etmiştir. Hedefe ulaşmak için, belli kurumlarda veya belli alanlarda reformlar yapılması<br />
ile yetinilmemiştir. Toplumda her parçanın birbirini tamamladığı yaklaşımıyla, köklü ve<br />
kapsamlı olacak şekilde tüm alanlara nüfuz eden yenilikler yapılmış veya mevcutlar<br />
kökten değiştirilmiştir. Milli Mücadele dâhil olmak üzere, Atatürk liderliğinde<br />
14 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Beşinci Baskı, Ülken yay., İstanbul 1998, s. 41.<br />
15 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839–1950), 3. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara 2004, s. 30.<br />
16 Tevfik Çavdar, a.g.e., s. 31.<br />
17 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., s. 79, 80.<br />
18 Hilmi Ziya Ülken, a.g.e., s. 347.<br />
19 Peyami Safa, a.g.e., s. 191.
Hayri ÇAPRAZ 175<br />
yapılanlar gerçeklerden, imkânlardan hareket edilerek çizilen hedeflerdir. Dünyanın<br />
kültürel, siyasal, askeri ve özellikle de ekonomik gelişim koşulları içinde Türk milleti<br />
kendini koruyacak ve geliştirecek bu yenilikleri yapma ve hedefe ulaşma zorunluluğunu<br />
hissetmiştir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti, emperyalizme karşı mücadele ve<br />
değişen dünyaya uyum için teşkilatçı ve dahi bir liderin önderliğinde milli bir refleks<br />
ürünüdür.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivinde XVIII. Yüzyıl<br />
İskenderiyesi Hakkında Bazı Kaynaklar ∗<br />
İbrahim GÜLER ∗∗<br />
İskenderiye, XVIII. Yüzyılda, Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika'daki önemli<br />
şehir ve limanlarından biriydi. 1 Onun önemi, birkaç özelliğinden kaynaklanıyordu.<br />
Birincisi, Anadolu, Rumeli, Karadeniz ve Kuzey Afrika'daki Müslümanlar için<br />
kutsal olan Mekke ve Medine'ye deniz yoluyla açılan tek uygun kapı idi. Osmanlı<br />
memleketlerindeki Müslümanlardan önemli bir kısmı, dinî görevlerinden biri olan hac<br />
yolculuğunu, deniz yoluyla ekseriyetle bu liman vasıtasıyla gerçekleştiriyordu.<br />
İkinci önemli özelliği ise, burada konuşlandırılmış Osmanlı donanma ve askerî<br />
kuvvetleri ile Akdeniz tarafından gelebilecek her türlü tehlike ve saldırılara karşı,<br />
Anadolu'nun, Akdeniz'deki adaların, Kuzey Afrika kıyılarının, özellikle de Mekke ve<br />
Medine'nin güvenlik ağının oluşturulmuş olmasıydı. Dolayısıyla, burası bir güvenlik<br />
yeriydi.<br />
Üçüncüsüne gelince, Osmanlı Devleti ve Akdeniz ülkeleri için önemli bir<br />
geçiş (transit) ve ticaret merkezi görevini üstlenmesiydi. 2 Bu özelliği sayesinde burada,<br />
∗ Bu çalışma, Aix-Marseille Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayın Michel Tuchsherer'in yürüttüğü "Osmanlı<br />
Devrinde İskenderiye Şehri" adlı projeye (2001-.........) araştırmacı olarak katılmam dolayısıyla, İskenderiye’de<br />
2003’te gerçekleştirilen bir bilimsel yuvarlak masa (table-ronde) toplantısında sunduğum, tanıtım ve özet<br />
yayını « le site internet du projet ottoman.cealex.org. » ve « le site cealex.org.».’da yayınlanmış bulunan Fransızca<br />
bildirinin [Bk. İbrahim Güler, « Sources dans les archives ottomanes d’İstanbul sur Alexandrie au XVIIIe<br />
siecle », Alexandrie, cité portuaire méditerranéenne à l’époque ottoman (XVIe-XIXe siècle)”- Table ronde sur les sources<br />
de l’histoire d’Alexandrie à l’époque ottomane, avec la soutien de la Région Provence-Alpes-Côte d’Azur, La<br />
Bibliotheca Alexandrina et l’Université de Provence, Bibliotheca Alexandrina, 30 0ctobre-1 er novembre<br />
2003, Alexandrie.] gözden geçirilmiş Türkçe metnidir.<br />
2001’de çalışmalarına başlanmış İskenderiye hakkındaki bu Proje konusunda ayrıntılı bilgiler için bk. le<br />
site internet du projet ottoman.cealex.org. ve le site cealex.org.<br />
∗∗ Prof. Dr., Tarih, İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Sosyal <strong>Bilgi</strong>ler Eğitimi<br />
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.<br />
1 Bir değerlendirmede İskenderiye, «bir uğrak kenti ya da sadece bir liman kenti değildir; öyle olsaydı<br />
özellikleri ticarete, değiş tokuşa indirgenmiş olurdu. Aynı zamanda bir Osmanlı şehri, uluslar arası bir<br />
sığınak, Avrupalı ekonomik bir merkez ve Akdenizli kültürel bir ilgi merkezidir. Orada yaşayan<br />
toplulukların ortak bir tarihleri ve hayat tarzları vardır.» şeklinde tavsif edilmektedir. [Bk. Robert Ilbert,<br />
“Dünyaya Açık Bir Akdeniz’in Simgesi”, İskenderiye (1860-1960), Geçici Bir Hoşgörü Modeli:<br />
Cemaatler ve Kozmopolit Kimlik, Yayına Hazırlayanlar: Robert Ilbert-IliosYannakakis-Jacques<br />
Hassoun, Çeviren: Barış Kılıçbay, İletişim-Dünya şehirleri dizisi 9, I. Baskı, İstanbul 2006, s.<br />
14.(Makalenin tamamı s.9-15 arasındadır].<br />
İskenderiye’nin, “ne tam anlamıyla Osmanlı kenti ne de yabancı bir kent”, “hem Osmanlı hem Avrupalı”
İbrahim GÜLER 177<br />
birçok farklı kültür ve medeniyetten tüccarlar ve diğer insanlar karşı karşıya geliyor ve<br />
onlar arasında bir kaynaşma oluşuyordu. Onların aralarında bir etkileşim meydana<br />
geliyordu.<br />
İskenderiye'nin dördüncü özelliği de, Osmanlı Devleti ve Akdeniz ülkeleri<br />
için Mısıra açılan bir kapı olmasıydı. Burası, dönemdeki Mısır eyaleti için de, Akdeniz'e<br />
açılan bir ana liman vazifesi görmekteydi. Bu liman sayesinde, söz konusu ülkelerin<br />
insanlarının Mısır içlerine yolculuklar yapması, Mısır halkının da Akdeniz limanlarına<br />
yolculuklar gerçekleştirmesi mümkün olabiliyordu.<br />
İskenderiye'nin çevresinde, Mısır'ın Akdeniz'e açılmasına olanaklar sağlayan<br />
başka limanlar da vardı. Bunlar, İskenderiye'nin etkinliklerini dolaylı olarak<br />
desteklemekteydiler. Bunlar arasında Reşîd, Dimyad, Bulak, Sûveyş 3 ile yazılışını<br />
doğru okuyabildi isek Yenbu‘ (?) 4 gibi yerleri saymak mümkündür. Bu yerlerin de<br />
bölge için, Osmanlı Devleti için ve Akdeniz ülkeleri için bir takım görevleri<br />
üstlendikleri dikkat çekmektedir. Ancak, onların işlevleri, İskenderiye'ninki derecesinde<br />
kapsamlı değildi. İskenderiye daha ön plânda ve daha hareketli idi. Gerek Osmanlı<br />
Devleti, gerek Mısır ülkesi, gerekse Akdeniz ülkeleri ve diğer memleketler için<br />
İskenderiye görüldüğü üzere birçok işlevi üstlenmişti.<br />
Belirttiğimiz özelliklerinden dolayı olmalıdır ki, yabancı ülkeler, İskenderiye'de<br />
konsolosluklar ve ajanslıklar açmış, tercümanlar, gemiciler ve tüccarlar gönderme<br />
gereğini duymuşlardı. Örneğin 5 arşiv belgelerinden anlaşıldığına göre Fransa, burada<br />
çok önceden atamalar gerçekleştirmişti. İngiltere dahi Fransa gibi yapmıştı. Bu ülkeler,<br />
İskenderiye ve çevresindeki söz konusu kurumları ve temsilcileri vasıtasıyla, bölgedeki<br />
siyasetlerini düzenliyor, onları geliştirmeye çalışıyor ve ortaya çıkan meselelerini<br />
çözümleme yeteneğini arttırıyordu.<br />
İskenderiye hakkında, bütün özelliklerini ortaya koyacak yeni kaynak ve<br />
bilgilere ulaşmak, onları inceleyerek değerlendirmek ve bir sonuca gitmek uluslar arası<br />
olduğu [Bk. Aynı yazar, “Bir Kentlilik Biçimi”, İskenderiye (1860-1960), Geçici Bir Hoşgörü Modeli:<br />
Cemaatler ve Kozmopolit Kimlik, Yayına Hazırlayanlar: Robert Ilbert-IliosYannakakis-Jacques<br />
Hassoun, Çeviren: Barış Kılıçbay, İletişim-Dünya şehirleri dizisi 9, I. Baskı, İstanbul 2006, s. 24.<br />
(Makalenin tamamı s. 19-43 arasındadır) ], aynı zamanda “bir iltica yeri, mülteci kabul eden bir liman,<br />
Ermenilerin sürgün mahalli, Osmanlı toplumunun karmaşıklığını kanıtlayan bir şehir” [Aynı yazar, Aynı<br />
makale, s. 25], bunlardan başka insanlarının kendilerine Yunanlı ya da İtalyan demelerine rağmen<br />
çoğunlukla Osmanlı oldukları [Bk. Aynı yazar, Aynı makale, aynı yer.] bir yer şeklinde değerlendirmeler de<br />
bulunmaktadır.<br />
2Bk. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Hatt-ı Hümayun (HH), Dossier: 19, Document 920, belge tarihi: 1195<br />
H. (1781).<br />
3Bk. BOA, Mühimme Defteri (MD), N° 116, sene ....[1121 H. (1709)], s. 53, hüküm: 216; Aynı defter, s. 95,<br />
hüküm: 404; MD, N° 233, sene 1226-1227 H. (1811-1812), s. 20, hüküm: 39; Aynı defter, s. 48, hüküm: 102<br />
ve s. 84, hüküm: 198 ile s. 194, hüküm: 540; MD, N° 234, sene 1227-1228 H. (1812-1814), s. 26, hüküm:<br />
54; Aynı defter, s. 319, hüküm: 656 ve s. 350, hüküm: 728 ile s. 370, hüküm: 795; MD, N° 238, sene 1234-<br />
1236 H. (1818-1821), s. 204, hüküm: 872 ; Aynı defter, s. 207, hüküm: 885.<br />
4Bk. BOA, MD, N° 234, sene 1227-1228 H. ( 1812-1814), s. 26, hüküm: 54, belge tarihi: Receb başı<br />
227 (10 Temmuz 1812).<br />
5 Bu konuda dönemin Desfontaines ve Hanry Dunant gibi meşhur seyyahları bazı çarpıcı bilgi ve notlara<br />
sahipti.[Voir Peyssonnel et Desfontaines, Voyages dans la Régence de Tunis et d'Alger: Fragmens d'un voyages dans<br />
les régences de Tunis et d'Alger, fait de 1783 à 1786, par Louiche René Desfontaines, Tome II, publiés par M.<br />
Dureau de la Malle, Paris 1838, s.32; Henry Dunant, Notice sur la Régence de Tunis, Impression C.I.L STD,<br />
Tunis 1975, s.102.]
178 İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivinde XVIII. Yüzyıl İskenderiyesi…<br />
ilişkiler bakımından önem taşımaktadır. Zira elde edilecek sonuçlar, günümüzde<br />
Akdeniz ülkeleri arasındaki kurulmuş veya kurulacak olan yeni ilişkilere yön vermeyi<br />
sağlayacak bir içerik sunmaktadır.<br />
Bu amaca yönelik olarak, bir katkı sağlamak maksadıyla, tarafımdan da<br />
İskenderiye hakkında, 2000’den 2003’e kadar kaynak tespiti çalışmaları yapılmış, bu<br />
çalışmanın sonuçları, yani kaynakların tanıtımı araştırmacılarla paylaşılmak istenmiştir.<br />
Konu, "Osmanlılar Devrinde İskenderiye Şehrinin XVIII. yüzyıl Osmanlı Arşiv<br />
Kaynakları" olarak seçilmiştir. Görüldüğü üzere kaynaklar, İstanbul'daki "Başbakanlık<br />
Osmanlı Arşivi"nde bulunanlar ile sınırlı tutulmuştur.<br />
Kuşkusuz, araştırmacılar veya tarihçiler, eğer Osmanlılar devrindeki<br />
İskenderiye’nin tarihini tam anlamıyla aydınlatmak istiyorlarsa, bu arşivdeki kayıtları<br />
incelemek zorundadırlar. Ayrıca, Mısır eyaletinin yerli arşiv kaynaklarını da bu anlamda<br />
incelemelidirler. 6 Onlar, İskenderiye ile ilişkileri bulunan yabancı ülkelerin arşivlerini de<br />
göz önünde bulundurmalıdırlar. 7 Örneğin Fransa ve İngiltere arşivleri, bu çerçevede<br />
sayılmalıdır. Şu bir gerçektir ki, yabancı ülkelerin hükümetlerinin İskenderiye’ye<br />
gönderdiği konsolos, memur, tercüman, kumandan vs. görevlileri, buradaki ikametleri<br />
sırasında, “İskenderiye hakkında çeşitli gözlemlerde bulunmuşlardır ve bu gözlemlerini<br />
kayıtlara geçirmişlerdir.<br />
İskenderiye'nin Osmanlılar devrindeki XVIII. yüzyıl ana kaynaklarını esasen beş<br />
bölüme ayırmak mümkündür. Bunlar, "arşiv kayıtları" ile devrin kaynaklarından olan<br />
"kronikler, mecmualar", "seyahatnameler", "coğrafya kitapları" ve “mimarî, etnografik vs.<br />
kalıntılar” olarak belirlenebilir.<br />
İskenderiye hakkında Osmanlı arşivleri, çok derin ve zengin bilgileri içeren<br />
belgeleri bünyesinde bulundurmaktadır. Zira İskenderiye, Osmanlı Devleti’nin Kuzey<br />
Afrika eyaletlerinden Mısır eyaletine bağlı önemli bir kadılık, muhafızlık ve iskele olarak<br />
İstanbul’daki hükümet merkezi ile birçok yazışma yapmış, Osmanlı Hükümeti<br />
tarafından da bu liman hakkında birçok karar alınmıştır. Böylece İstanbul’da<br />
İskenderiye hakkında zengin bir arşiv oluşmuştur.<br />
XVIII. yüzyıl sonlarında ve XIX. yüzyılda Mısır'da belli bir süre bulunmaları ve<br />
gözlemlerini hükümetlerine yazmaları nedeniyle Fransız ve İngiliz görevlilerinin<br />
kayıtlarını içeren arşivler de önemlidir ve bunlar İskenderiye tarihine yönelik olarak<br />
yapılacak incelemelerde gözden ırak tutulmamalıdır. 8 Bu ülkeler dışında, İskenderiye ile<br />
ilişkide bulunan diğer ülkelerin arşivleri de önemsenmelidir. Mısır eyaleti yerli<br />
kaynaklarının da İskenderiye hakkında zengin bilgiler içerdiği unutulmamalıdır.<br />
Araştırmacıların İskenderiye tarihini incelemeye tabi tutarken, çeşitli ülkelerde<br />
muhafaza edilen arşiv kaynaklarındaki bilgileri karşılaştırarak bir değerlendirmeye<br />
6 Mısır eyaletinin yerli arşiv kaynakları hakkında bir giriş ve değerlendirme için bk. J. Deny, Sommaire des<br />
Archives Turques du Caire, Imprimé par l’imprimerie de l’Institut Français d’Archéologie Oriental du Caire<br />
pour la Société Royale de Géographie d’Egypte, 1930, 574 pages.<br />
7 Bir örnek olarak incelemek gerekirse Sofya ve Vidin’e ait kadı sicillerini bu anlamda belirtmek<br />
mümkündür.[Bk. Joseph Kabrda, Quelques Firmans concernant les relations fanco-turques lors de l’expédition de<br />
Bonaparte en Egypte (1798-1799), Imprimerie Nationale, Paris 1947, s.1-90. ]<br />
8Dış ülkelerin arşivlerinin Türk Tarih incelemelerindeki değeri hakkında bir görüş için bk. İbrahim Güler,<br />
«Türkiye Dışındaki Bazı Arşivlerin Türk Tarih İncelemelerine Kazandırılması (Tunus ve Fransa Arşivleri<br />
Örneği) », T.C. Başbakanlık I. Milli” Arşiv Şurası (2O-21 Nisan 1998, Ankara), Ankara 1998, s. 295-318.
İbrahim GÜLER 179<br />
gitmeleri çok önemlidir. Bu durum, onların vardıkları sonuçların çok daha sağlıklı,<br />
güçlü ve aydınlatıcı olmasına imkân sağlamaktadır.<br />
XVIII. yüzyılda İskenderiye şehri ve limanı hakkında, İstanbul'daki<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, değişik bilgi ve belgeleri içermesi yönünden, zengin bir<br />
kaynak birikimine sahiptir. Proje başlangıcından beri (2000), muhtelif tarihler arasında<br />
Arşiv'de belli aralıklarla yapılan çalışmalar sonucunda, çeşitli tasnifler incelenmiş,<br />
İskenderiye ve ilişkileri hakkında birçok belge belirlenmiştir.<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde konuyla ilgili olarak bugüne kadar üzerinde<br />
çalışılan başlıca tasnifler şunlardır: Osmanlı Devleti’nin hükümet merkezinin (Divan-ı<br />
Hümayun) kararlarını içeren kayıtların bulunduğu Mühimme Defterleri 9 başta<br />
sayılmalıdır. Bunlardan başka Düvel-i Ecnebiye Defterleri de bu kapsamda belirtilmelidir.<br />
Bu dizi altında Fransa Ahkâm Defterleri, özellikle üzerinde çalışılmış olanlardır. 10<br />
Ayrıca Cevdet Tasnifleri (Bunlar arasında Cevdet-Askeriye, Cevdet-Timar v.s. hariç,<br />
Cevdet-Hariciye, Cevdet-Saray, Cevdet-Maliye, Cevdet-Dahiliye, Cevdet İktisat, Cevdet-Bahriye 11<br />
katalogları taranmış ve bir kısım İskenderiye ile ilgili belgeler tespit edilebilmiştir) ile<br />
Hatt-ı Hümayun Katalogları (Bunlardan bir kısmı bizzat taranmıştır. Arşivin internet<br />
adresinden de, 1-21 ve 22/8 ciltlerinden oluşan "Hattı Hümayun Katalogu"nun<br />
“Genel Dizini” içinde İskenderiye-Mısır’la ilgili toplam 366 belge belirlenmiş, ancak<br />
belirlenen belgelerden herhangi birinin fotokopisi alınamamıştır. Bu belgelerden<br />
önemli bir kısmının da XIX. yüzyıla ait olduğu görülmüştür. Belgelerin 1195-1255 H. /<br />
1780-1839 M. seneleri arasındaki çeşitli hadiseleri içerdiği anlaşılmaktadır) 12 ve<br />
İbnülemin Tasnifleri 13 taranmıştır.<br />
9 Taranan başlıca "Mühimme Defterleri" şunlardır: MD, N° 115, 116, 117, - , 119, 120, 124, 125, 126,<br />
127, 128, 147, 148, 149, 150, 151, 175 (1777-1779), 176, 177, 178, 179, 180, 181, 182 (1783-1784), 184,<br />
[185] , 199, [207], 233, 234, 235, 236, 237, 238, 239, - , 242, 243 (1827-1828).<br />
Bu defterlerden bir kısmındaki İskenderiye ile ilgili belgelerin fotokopileri alınmış bir<br />
kısmınınkiler alınmamıştır. Fotokopi alınan bazı Mühimme Defterleri şunlar: MD, N° 116, sene ....[1121],<br />
N° 117, sene ....[1123], N° 176, sene 1191-1194, N° 150, sene ...1156, N° 233, sene 1226-1227, N° 234,<br />
sene 1227-1228, N° 238, sene 1234-1236, N° 280, sene 1195-1196, N° 176, sene 1191-1194, N° 178,<br />
sene 1193-1202.<br />
10Düvel-i Ecnebiye Defterleri dizisi altında tasnif edilen "Fransa Ahkâm Defterleri", İskenderiye tarihi hakkında<br />
önemli belgeleri içermekte, ayrıca Fransa'nın İskenderiye ve Osmanlı Hükümeti ile ilişkilerine dair çeşitli<br />
bilgiler vermektedir. Bunlardan inceleyebildiklerimiz arasında üçü, "Düvel-i Ecnebiye Defterleri,<br />
Fransa Ahkâm Defteri, N° 26 / 1 ve N° 34 -2 / 11 ile N° 30/5", burada sayılabilir.<br />
11Cevdet-Bahriye katalogundan tesbit edilen İskenderiye ile ilgili belgelerin numaraları alınmış fakat bu<br />
belgelerin konuları belirlenmemiştir. [Bk. Cevdet-Bahriye, Katalog, Cilt:1, Nu: 267, 512, 554, 722, 866, 918,<br />
1176, 1183, 1398, 1514, 1612, 1617, 2064, 2129, 2241, 2261, 2271, 2337, 2344, 2464, 2466, 2941, 3038,<br />
3115, 3228, 3256, 3320, 4237, 4406, 4450, 4775, 5096.]<br />
12 "Hattı Hümayun Katalogları"nın tesbit edilen belgelerinden bazılarının içerdiği konular, ayrıca ele<br />
alınmıştır.<br />
13 Bu tasnifler üzerinde ayrıntılı inceleme yapılamamıştır. Buna rağmen kısa bir tarama sonucunda elde<br />
edilen verilere göre, İskenderiye ile ilgili İbnülemin tasniflerinde birçok belgeye rastlanacağı kanaati<br />
oluşmuştur. Bu nedenle çalışmanın ileriki aşamalarında bu tasniflerin tamamının taranması<br />
düşünülmektedir. İbnülemin Maliye, Katalog, Cilt:1 ve 2 ile İbnülemin Askeriye, Katalog, Cilt:1 (56)<br />
ve 3 nisbeten taranmıştır. Daha İbnülemin Askeriye (Cilt: 2), Adliye (1 Cilt), Dahiliye (1 Cilt), Bahriye (1<br />
Cilt), Muhaberat-ı Umumiye (1 Cilt), Hariciye (1 Cilt), Saray (2 Cilt), Me‘adin (1 Cilt), Darphane (1 Cilt), Hatt-ı<br />
Hümayun (1 Cilt), Hil‘at (1 Cilt), Muafiyet ve imtiyazat (1 Cilt), Muhallefat (1 Cilt), Ensab (1 Cilt), Tevcihat (2<br />
Cilt), Sıhhıye (1 Cilt) gibi geri kalan diğer tasniflerin de taranması gerekmektedir.
180 İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivinde XVIII. Yüzyıl İskenderiyesi…<br />
Söz konusu tasnifler içinde bazı diziler henüz incelenmemiştir. Bu dizilerin de<br />
görülmesi ve incelenmesi, İskenderiye tarihinin aydınlatılması bakımından ve bu<br />
amaçla geliştirilen projenin sağlıklı gelişimi ve sonuçlandırılması açısından önemlidir.<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde ayrıca, İskenderiye hakkında daha bakılması<br />
gereken başka tasnifler de bulunmaktadır. Örneğin "Maliyeden Müdevver", "Ali Emiri",<br />
"Kâmil Kepeci" bunlar arasındadır. 14<br />
Kaynaklarda İşlenen Konular Üzerine Düşünceler:<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi tasniflerinde tespit edilen İskenderiye ile ilgili belgelerin<br />
incelenebilenlerinin içerdiği konular, bu şehir ve onun idari bakımdan bağlı olduğu<br />
Mısır eyaletinin söz konusu dönemde çok zengin ve hareketli bir yapıya sahip<br />
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlamda İskenderiye ve çevresindeki limanların,<br />
diğer Osmanlı şehir veya limanlarıyla ve Avrupa ülkelerinin bazı iskele şehirleriyle<br />
yoğun ilişkileri bulunmaktadır. Örneğin İskenderiye'nin, Anadolu'nun başlıca önemli<br />
merkezleri olan İskenderun, Antalya ve Anamur ile Menteşe (Muğla, Bodrum,<br />
Marmaris ve Meğri), İzmir ve İstanbul gibi şehirleriyle ilişkileri vardı. Ayrıca<br />
Müslümanlar için kutsal sayılan Mekke, Medine ve Cidde şehirleriyle, Osmanlı<br />
Devleti'nin Afrika kıtasının kuzeyinde yer alan ve Akdeniz’in güney kıyı kesimlerini<br />
oluşturan askerî üs vazifesi görmüş Ğarb ocakları Trablusğarb, Tunus ve Cezayir'le<br />
de ilişkileri bulunuyordu. Öyle ki, ilişkiler kuzey Afrika’da bu topraklarla sınırlı<br />
kalmıyor Mağrib olarak bilinen Fas ülkesine kadar uzanıyordu.<br />
İskenderiye'nin ilişkide bulunduğu Avrupa ülkeleri arasında özellikle İngiltere<br />
ve Fransa dikkat çekmektedir. Fransa ve İngiltere'nin Mısır ve İskenderiye üzerindeki<br />
ilgileri, siyasetleri ve faaliyetleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde tespit edilen<br />
belgelerde işlenen başlıca önemli konulardır.<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde XVIII. yüzyılda İskenderiye hakkında bulunan<br />
kaynak veya belgelerin içerdiği konular, Akdeniz dünyasının dönemdeki birçok idarî,<br />
<strong>sosyal</strong>, kültürel, iktisadî, siyasî ve askerî sorunlarına ve bununla ilgili olarak geliştirilen<br />
siyasetlere ışık tutmaktadır. Bu açıdan söz konusu arşivdeki kaynak tespit<br />
çalışmalarının devam ettirilmesi gereklidir.<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde İskenderiye hakkında tespit edilmiş bulunan<br />
kaynak veya belgelerin içerdiği konuları birkaç ana başlık altında toplamak<br />
mümkündür.<br />
a) İdarî konular:<br />
İdarî konular, "kurumlar", "memurlar veya görevliler" şeklinde iki grupta incelenebilir.<br />
Valilik, kadılık, muhafızlık, emînlik, en dikkat çeken İskenderiye'deki kurumlardır. Bu<br />
kurumlar sayesinde bölge insanları, Osmanlı Hükümeti ve bölge yöneticileri ile ilişki<br />
kurmakta ve aralarındaki işleri görebilmekteydiler. Bu kurumlar ve görevleri, tespit<br />
edilen kaynaklarda sıkça belirtilmektedir. Ancak, incelenmemiş kaynaklardan,<br />
İskenderiye'de daha başka kurumların bulunduğunu da tespit etmek imkân<br />
dâhilindedir.<br />
14 Zamanla bu tasnifleri incelemek için fırsatlar yaratılmaya çalışılacaktır.
İbrahim GÜLER 181<br />
İskenderiye'deki memurlar veya görevliler arasında, başta, İskenderiye'nin idarî<br />
ve askerî yönden bağlı olduğu "Vali"yi belirtmek gerekir. Mısır valisi, İskenderiye'de<br />
olup bitenlerin baş sorumlusudur. 15 İskenderiye, Mısır eyaletine bağlı bir birimdir.<br />
Yeğen Mehmet Paşa, 16 Hüsrev Paşa, 17 Mehmet Ali Paşa 18 devrin dikkat çeken<br />
önemli Mısır valilerindendir. 19 Vali olarak atanması düşünülen adaylar da belgelerde<br />
işlenen konulardandır. 20<br />
İskenderiye'deki önemli memurlardan biri de İskenderiye "Muhafız"ı veya<br />
"Zabiti"dir. Bölgede, validen sonra, güvenlik ve askerî yönden en önemli işlevi<br />
"muhafız" yerine getirmektedir. Hurşit Paşa ile Osman Ağa devrin önemli<br />
muhafızlarındandır.<br />
Memurlardan bir diğeri de, ticarî hayatın bölgedeki işleyişinden ve düzeninden,<br />
ticaret üzerinden devletin belirlediği vergilerin tahsilinden sorumlu, "Gümrük<br />
Emîni"dir. O, tüccarların mallarını geçirdikleri gümrükte görevini yapmaktadır.<br />
İskenderiye'deki birçok ticarî problemin ortaya çıkış ve çözümünde onun etkin bir<br />
işlevi vardır. Vergi tahsilinden başka, buradan gelip geçen malların nitelik ve<br />
özelliklerini denetlemektedir. Bir sorun çıktığında onu çözümlemekte veya durumu<br />
merkez hükümete intikal ettirmektedir. Onlardan bazılarının, bazen gümrükten gelip<br />
geçen tüccarlara zorluklar ve sorunlar çıkaranlarına da tesadüf edilmektedir. Tüccarlar,<br />
böyle bir durumla karşılaştıklarında, emîni merkez hükümete şikâyet edip sorunlarının<br />
çözümünü istemektedirler.<br />
Örneğin "Gümrük Emîni", Osmanlı tüccarları gibi, Fransız tüccarlarına da<br />
sorunlar yaşatmıştır. Emîn, Osmanlı Hükümeti’nin belirlemiş olduğu vergi<br />
miktarından daha fazlasını, kanuna aykırı olduğu halde tüccarlardan isteyebilmiştir.<br />
"Kadı" ise, İskenderiye'deki hukukî ve beledî işlerin en önemli<br />
sorumlularındandır. Bölgede cereyan eden her türlü hadisede onun malumat ve<br />
talimatı önem taşımaktadır. Osmanlı Padişahı tarafından kendisine hitap edilen en<br />
önemli memurlardan biridir. Hukukî ve beledî işlerden başka, idarî, askerî, iktisadî vs.<br />
alanlarda da önemli görevlere sahiptirler. 21<br />
15 Bk. BOA, HH, N° 1256, belge tarihi: 1200 H. (1785-1786).<br />
16 Bk. BOA, Cevdet-Dahiliye, N° 7914, belge tarihi: Şevval ortası 199 H. (21 Ağustos 1785); HH, N°<br />
750, belge tarihi: 1200 H. (1785-1786); HH, N° 1256, belge tarihi: 1200 H. (1785-1786) ve sairleri...<br />
17 Bk. BOA, HH, N° 3450 et 3450-A, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804); Aynı tasnif, N° 3457, belge tarihi:<br />
1216 H. (1801-1802); Aynı tasnif, N° 3474-O, R, T, U, V, Y, Z et 3474-A.1, B.1, C.1 et 3476, belge tarihi:<br />
1217 H. (1802-1803); Aynı tasnif, N° 3476, 3483, 3503, 3519-3522, 3525, 3538, 3540, 3542, 3550,<br />
belgelerin tarihi: 1217 H. (1802-1803); Aynı tasnif, N° 3516-B, belge tarihi: 1219 H. (1804-1805); Aynı<br />
tasnif, N° 3546, belge tarihi: 1216 H. (1801-1802; Aynı tasnif, N° 3548 (eski vali), 3553,3555,3555-A,<br />
belgelerin tarihi: 1218 H. (1801-1802).<br />
18 Bk. BOA, HH, N° 3474-E, L ve 3478-A, E, F, N, R, belgelerin tarihi: 1220 H. (1805-1806); Aynı tasnif,<br />
N° 3524, belge tarihi: 1222 H. (1807-1808).<br />
19 Mısır’da dönemin valileri arasında, Ali Paşa [Bk. BOA, HH, N° 3502, 3523, 3536, 3548, 3554,<br />
belgelerin tarihi: 1218 H. (1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 3535, belge tarihi: 1222 H. (1807-1808)] ve Hurşit<br />
Paşa [ Bk. BOA, HH, N° 1961, 3487, 3514, 3531-3532, 3566, belgelerin tarihi: 1219 H. (1804-1805) ve<br />
N° 3474-G, İ, N, 3478-F ve J (eski vali), belgelerin tarihi: 1220 H. (1805-1806) ; Aynı tasnif, N° 3566,<br />
belge tarihi: 1219 H. (1804-1805)] gibi başka valileri de belirtmek mümkündür.<br />
20 Bk. BOA, HH, N° 3457, belge tarihi: 1216 H. (1801-1802).<br />
21 Bk. MD,176, sene 1191-1194 H. (1777-1780), s.135, hüküm: [1], belge tarihi: başı Ramazan 193 (11<br />
Eylül 1779) ; Aynı defter, s. 142, hüküm: [2], belge tarihi: Şevval başı 193 (11 Ekim 1779).
182 İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivinde XVIII. Yüzyıl İskenderiyesi…<br />
"Defterdar", her ne kadar Mısır Eyaleti Defterdarı sıfatına sahip olup eyaletin<br />
malî işlerinden sorumlu kişi olarak eyalet görevlisi şeklinde dikkat çekmekte ise de, bu<br />
görevi bir ara İskenderiye Gümrük Emîni'nin de vekâleten yürüttüğü görülmektedir.<br />
Hatta bu göreve, İskenderiye Gümrük Emîni"nin asaleten de atandığına şahit<br />
olunmaktadır.<br />
İskenderiye'deki memurlar arasında "kale" ve "sed" inşası ile bu eserlerin<br />
"tamiri" işiyle görevli olanlar da vardır. 22 Mehmed Salih Efendi'nin İskenderiye'deki<br />
seddin inşası ve tamiri ile görevlendirildiği, uzun bir müddet yoğun bir şekilde bu işle<br />
meşgul olmak için İskenderiye'de kaldığına şahit olunmaktadır. 23<br />
b) Sosyal konular:<br />
Bunlar arasında "eşkıyalık", "korsanlık" ve diğer "iç karışıklıklar: asilik veya isyanlar<br />
v.s." dikkat çekmektedir. Bunlardan başka "kıtlık" ve "yolculukları" da bu bağlamda<br />
saymak gerekir. XVIII. yüzyılda İskenderiye'de ve Yanya'daki eşkıyalıklar devrin<br />
hükümetlerini meşgul eden önemli hadiselerdir. 24 İskenderiye'den yola çıkan ortak<br />
kalyon sahibi gemicilerin gemilerinin Mağrib taraflarına gider iken Malta<br />
korsanlarınca 25 tutulması v.b. korsanlık faaliyetleri belgelerde işlenen diğer<br />
konulardandır. Mısır asileri (1201 H. / 1786-1787 M.) ile isyanları ve bunların<br />
bastırılması, burada nizamın yeniden adaletle sağlanması çalışmaları 26 da arşiv<br />
kaynaklarında işlenmektedir. Bunlardan başka, bazı suçluların Dimyat'a gönderilmesi<br />
(1218 H. / 1803-1804 M.); 27 Mısır'da 1217 H. (1802)'de görülen açlık; 28 İskenderiye ve<br />
çevresindeki Reşîd, Dimyad, Bulak v.s. çevredeki limanlar ile Mekke ve Medine, ayrıca<br />
İskenderiye-Anadolu, İskenderiye-Garb ocakları arasındaki yolculuklar 29 dikkat çeken<br />
diğer konulardır.<br />
c) Kültürel konular:<br />
22 Bk. BOA, HH, N° 1256-B, belge tarihi: 1200 H. (1785-1786) ; Aynı tasnif, N° 1364, belge tarihi: 1198<br />
H. (1783-1784) ; Aynı tasnif, N° 3474-V et 3478, belgelerin tarihi: 1217 ve 1220 H. (1802-1803 ve 1805-<br />
1806) ; ayrıca bk. dipnot: 36.<br />
23 Bk. BOA, HH, N° 3509-B, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 3601, belge tarihi: 1218<br />
H. (1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 3804, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 14478-A, belge<br />
tarihi: 1218 H. (1803-1804) ; ayrıca bk. dipnot: 36.<br />
24 Bk. BOA, MD, N° 117, s. ....[1123], s. 101, hüküm: 443, belge tarihi: 1123; Düvel-i Ecnebiye Defterleri-<br />
Fransa Ahkâm Defteri, N° 34-2 / 11, s. 319, hüküm: 3227.<br />
25 Bk. BOA, MD, N° 116, s. ....[1121], s. 95, hüküm: 404. Akdeniz'deki korsanlık faaliyetlerinde Kuzey<br />
Afrika'daki Osmanlı eyaletlerinin işlevi ve durumu hakkında bazı gözlemler için Daniel Panzac'ın bir<br />
çalışması dikkat çekicidir. [Bk. Daniel Panzac, Les corsaire barbaresques la fin d'une épopée 1800-1820, CNRS<br />
Editions, Paris 1999.]<br />
26 Bk. BOA, HH, N° 1297, belge tarihi: 1201 H. (1786-1787); Aynı tasnif, N° 1320, belge tarihi: 1201 H.<br />
(1786-1787); Aynı tasnif, N° 1364, belge tarihi: 1198 H. (1783-1784).<br />
27 Bk. BOA, HH, N° 2605, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804).<br />
28 Bk. BOA, HH, N° 3447-R, belge tarihi: 1217 H. (1802-1803).<br />
29 Bk. BOA, MD, N° 176, 1191-1194 H. (1777-1780), s. 156, hüküm: [1] ve [2]; Aynı defter, s. 171, hüküm:<br />
[1]; MD, N° 233, 1226-1227 H. (1811-1812), s. 20, hüküm: 39; Aynı defter, s. 48, hüküm: 102 ve s. 84,<br />
hüküm: 198 ve s. 194, hüküm: 540; MD, N° 234, 1227-1228 H. (1812-1814), s. 26, hüküm: 54; Aynı defter, s.<br />
319, hüküm: 656 ve s. 350, hüküm: 728 ve s. 370, hüküm: 795; MD, N° 238, 1234-1236 H. (1818-1821), s.<br />
204, hüküm: 872; Aynı defter, s. 207, hüküm: 885; Cevdet-Maliye, N° 5813, belge tarihi: Receb başı 196<br />
(11 Haziran 1782).
İbrahim GÜLER 183<br />
Müslümanların dinî mükellefiyetleri için "hac"ca gitmeleri, onların Mekke ve Medine’yi<br />
ziyaretleri 30 ; Değişik uluslara ait tüccarların, gemicilerin, 31 konsolos ve tercümanların<br />
İskenderiye ve çevresindeki limanlarda ilişkileri ve bunların birbirlerinden<br />
etkilenmeleri 32 bu çerçevede belirtilebilir.<br />
d) İktisadî konular:<br />
"Kurumlar" ve "etkinlikler" olarak iki grupta sınıflandırılabilir. Kurumlar arasında<br />
İskenderiye Gümrüğü başta belirtilebilir. Gemi inşa edilen tersaneleri 33 de aynı<br />
anlamda anmak mümkündür.<br />
Mısır eyaletinin ve bu eyalet içindeki İskenderiye’nin iktisadî etkinliklerine<br />
gelince, bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nin çok zengin bilgiler içerdiği<br />
görülmektedir. Bunlar arasında "ticaret: gemiciler (kaptanlar), tüccarlar, ticaret malları,<br />
İskenderiye Gümrüğü’ne giren ve çıkan mallar, önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda<br />
ayrıntılı bilgiler İskenderiye Gümrüğü kayıtlarında yer almaktadır. 34<br />
e) Siyasî konular:<br />
Fransa'nın ve İngiltere'nin Kuzey Afrika'daki siyasetleri, bu anlamda dikkat<br />
çekmektedir. Fransa'nın Kuzey Afrika limanlarına konsoloslar ve tercümanlar ile<br />
komutanlar göndermesi ve bu kişilerin bulundukları yerlerdeki etkinlikleri, işlenen<br />
siyasî konular arasında önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin Napolyon Bonapart, 1217<br />
H.(1802-1803)'de Osmanlı sahillerine konsoloslar tayin etmek istemiş ve Fransız<br />
komutanı Sebastiyan’ı Mısır'a ve İskenderiye'ye göndermiştir. 35 Kuzey Afrika siyaseti<br />
doğrultusunda Fransa'nın, Nemçe (Avusturya), Rusya ve Anapolitan (İskoçya) ile<br />
ittifak etmesi (1215 H. / 1800-1801 M.) de işlenen diğer siyasî konulardandır. 36<br />
İngiltere'nin Mısır'da Arap kabilelerini Osmanlı yönetimine karşı kışkırtması<br />
ile İskenderiye'deki kaleye yerleşerek bir süre burada kalmaları da bu bağlamda<br />
belirtilebilir. 37<br />
f) Askerî konular:<br />
Osmanlı Arşiv kaynaklarında şahit olduğumuz konulardan biri de, Osmanlı Devleti'nin<br />
İskenderiye üzerinden gerçekleştirdiği asker sevkıyatlarıdır. Bu anlamda, Mısır<br />
askerlerinin 1156 H.(1743)'li yıllarda İran seferi için İskenderiye üzerinden sevk<br />
edilmesi 38 söz konusu olmuştur. Arşiv kaynaklarındaki askeri konular arasında,<br />
30 Bk. BOA, Cevdet-Hariciye, N° 1240.<br />
31Bk. BOA, Cevdet-Hariciye, N° 4413; Cevdet-İktisat, N° 2031.<br />
32Bk. BOA, "Düvel-i Ecnebiye Defterleri, Fransa Ahkâm Defteri, N° 34 -2 / 11, s.283, hüküm: 1876.<br />
33Bk. BOA, Hatt-ı Hümayun, Dosya: 19, Belge: 920, belge tarihi: 1195 H. (1781).<br />
34Bk. BOA, MD, N° 116, [sene 1121 H.], s. 95, hüküm: 404; MD, N° 176, sene 1191-1194 H. (1777 -<br />
1780), s. 135, hüküm: [1]; Aynı defter, s. 142, hüküm: [2]; Cevdet-Hariciye, N° 4413 ; Cevdet-İktisat, N° 1276,<br />
1402, 1517, 1902, 2031; Cevdet-Maliye, N° 25095; Cevdet-Dahiliye, N° 7914.<br />
35Bk. BOA, MD, N° 234, sene 1227-1228 H. (1812-1814), s. 26, hüküm: 54, belge tarihi: Receb başı<br />
227 (10 Temmuz 1812) ve HH, N° 3449-A, belge tarihi: 1217 H. (1802-1803).<br />
36 Bk. BOA, HH, N° 3446-C, belge tarihi: 1215 H. (1800-1801).<br />
37 Bk. BOA, HH, N° 3449-J,N, belge tarihi: 1217 H. (1802-1803).<br />
38 Bk. BOA, MD, N° 150, sene [1156], s. 178, hüküm : [1 ve 2] ; Aynı defter, s. 215, hüküm : [3].
184 İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivinde XVIII. Yüzyıl İskenderiyesi…<br />
İskenderiye’deki kale ve burçlar da önemli bir yer tutmaktadır. 1217 H.(1802-<br />
1803)'lerde İskenderiye'nin Kefre limanındaki "kale" ve "burclar"ın tahkim edilmesi,<br />
İnceburun'a "tabye"lerin yapılması dikkatleri çeken askerî konulardır. 39<br />
Sonuç<br />
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, İstanbul'daki Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mısır<br />
Eyaleti'ndeki İskenderiye şehri ve limanı ile çevresindeki diğer şehir ve limanlar<br />
hakkında zengin bilgiler veren ana kaynakları içermektedir. Limanların özellikleri ve<br />
buralarda meydana gelen idarî, askerî, <strong>sosyal</strong>, kültürel, iktisadî olay ve etkinlikler, hep<br />
bu arşiv kaynaklarından öğrenilebilmektedir. Bu nedenle, İskenderiye tarihi yazılırken,<br />
mutlaka Başbakanlık Osmanlı Arşivi kaynakları görülmeli, incelenmeli ve<br />
değerlendirilmelidir. Bunun için belli bir zaman dilimi, ilgi, maddi kaynak, manevî<br />
destek gerekmektedir. Araştırmacıların bu hususlara ihtiyaç duymaları pek tabiîdir.<br />
Söz konusu tarihî kaynakların içerdiği bilgilerin değerlendirilmesi, günümüzde<br />
Akdeniz ülkelerinin ilişkilerinin geliştirilmesine imkân verecek olanaklar sağlamaktadır.<br />
Zira bu kaynaklar, incelenip değerlendirilmekle, ilişkilerin geliştirilmesi yolunda, bir<br />
fikrî alt yapı ve temel oluşturulabilmektedir.<br />
39 Bk. BOA, HH, N° 1256-B, belge tarihi: 1200 H. (1785-1786) ; Aynı tasnif, N° 1364, belge tarihi: 1198<br />
H. (1783-1784) ; Aynı tasnif, N° 3474-V et 3478, belgelerin tarihi: 1217 ve 1220 H. (1802-1803 ve 1805-<br />
1806) ve HH, N° 3509-B, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 3601, belge tarihi: 1218 H.<br />
(1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 3804, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804) ; Aynı tasnif, N° 14478-A, belge tarihi:<br />
1218 H. (1803-1804).<br />
Ayrıca aynı içerikli diğer belgeler için bk. BOA, HH, N° 1360, belge tarihi: 1198 H. (1783-<br />
1784); Aynı tasnif, N° 1364, belge tarihi: 1198 H. (1783-1784); Aynı tasnif, N° 1961, belge tarihi: 1219 H.<br />
(11804-1805); Aynı tasnif, N° 3461, belge tarihi: 1218 H. (1803-1804).
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
K. Tuncer ÇAĞLAYAN *<br />
Emperyal varlığını korumak ve geliştirmek için İngiltere, dünyadaki fikri ve fiili<br />
hareketleri yakından takip etmiştir. İngiliz emperyal menfaatlerini tehdit etme<br />
potansiyeli taşıyan fikri hareketlerin fiile dönüşmesini engellemek için tedbirler<br />
düşünmüş ve uygulamaya sokmuştur. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak istihbaratın bütün<br />
birimlerinin devrede olmasını gerektirmiştir. Tehdit algılanan ülkede eylem<br />
elemanlarından, bilgi toplama ve Londra’ya aktarma aşamalarına ama bilhassa gelen<br />
malumatın sistematik olarak değerlendirilmesi ve karşı propagandanın oluşturulması<br />
için bilim adamlarına ihtiyaç duyulmuştur.<br />
Bu çalışmada Türk tarihinin önemli bir kesitine ışık tutacak makale formatında<br />
hazırlanmış bir raporu Türk tarihçilerin hizmetine sunacağız. Günümüz Türk<br />
siyasetinde ve dış politikasında güçlü bir etkisi olan Turan Birliği düşüncesinin bundan<br />
yaklaşık bir asır önce İngiliz idaresini nasıl ve ne derecede rahatsız ettiği bu raporda<br />
görülmektedir.<br />
Arnold Joseph Toynbee I. Dünya Savaşı ve sonrasında İngiltere’nin Orta<br />
Doğu stratejisini belirleyen birkaç isimden biri olduğu söylenebilir. Özellikle Dışişleri<br />
Bakanlığı Enformasyon <strong>Daire</strong>si İstihbarat Bürosu adına kaleme aldığı raporlar ve<br />
politika teklifleri dönemin Dışişleri Bakanları A. James Balfour ve Lord Curzon<br />
üzerinde etkili olmuştur.<br />
Pan-Turanist Hareket başlığını taşıyan rapor, Bolşevik İhtilali sonrasında<br />
İngiltere açısından doğudaki menfaatlerinin Türk ordusu tarafından ciddi derecede<br />
tehdit edildiğini düşündükleri bir dönemde kaleme alınmıştır. Akademik makale<br />
tarzında kaleme alınmış olan rapor, hem bilgi ve hem de sunduğu önerilerle baştan<br />
sona dikkat çekmektedir. Bu münasebetle raporun tamamını tercüme ederek<br />
yayınlamayı kısmi değerlendirme yapmaya tercih ettik. Turancı hareketin menşei,<br />
Macarların harekete yaklaşımı, Türklerin milliyetçiliğe siyasi değer atfetmesi ve iktidara<br />
gelişi aktarıldıktan sonra Turan birliği olarak bütün Türklerin Osmanlı Bayrağı altında<br />
birleşmesi hedefinin gerçekleşme ihtimali, gerçekleşmesi durumunda İngiliz<br />
menfaatlerine vereceği zarar Toynbee tarafından büyük bir titizlikle incelenmiştir.<br />
Raporda yer alan bazı yanlış ifadeler söz konusudur. Mesela Orta Asya<br />
Türklerinin İran’ı sürekli istila eden göçebeler olarak tanımlanması ve Rusya’nın yarım<br />
asır öncesi Orta Asya’ya düzen getirmesi gibi ifadeler Avrupa merkezli bakışın<br />
yansımalarıdır. Osmanlı Devletinin en iyi vergi ödeyenlerinin Hıristiyan tebaası,<br />
* Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
186 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
ordusunu ayakta tutanların Hıristiyan dönmeler ve en sadık destekleyicilerinin dinlerini<br />
değiştirmiş olan Arnavut ve Slavların olduğu gibi iddialar Hıristiyan merkezli bakışın<br />
yansımalarıdır. Fakat Toynbee bu raporuyla, Türklerin Kafkaslar ve Orta Asya’daki<br />
varlığına ve birleşmeleri halinde uluslararası siyasetin dengelerini alt üst edeceği<br />
gerçeğine vurgu yapmıştır.<br />
İttihat ve Terakki Cemiyeti için Toynbee’nin tespitleri dikkat çekicidir:<br />
Toynbee, Türk Milliyetçiliği ile İttihatçıların milliyetçilik anlayışı arasında fark<br />
olduğunu, İttihatçılar için Osmanlı Devletinin bekasının her zaman Türk<br />
Milliyetçiliğinden önde geldiğini ifade etmektedir. Bu doğrultuda devletin bekası için<br />
gerekli olması durumunda İslam Birliği düşüncesini Türk Milliyetçiliğine kurban<br />
etmeyeceğini not etmiştir.<br />
Toynbee, Orta Doğunun geleceğinde İngiltere açısından Kürtlere büyük önem<br />
atfetmektedir. İngiltere’nin hayati menfaatleri kapsamında Türklerin Orta Doğu ve<br />
Kafkaslarla irtibatını kesme misyonu Kürtlere ve Ermenilere verilmiştir. Dolayısıyla<br />
Türk Birliğini hedefleyen Turancı siyaset imkânı ve İslam Birliğini hedefleyen İslamcı<br />
siyaset kartı Türklerin elinden alınmak istenmiştir. Şu ifadeleri de ilginçtir. “1915<br />
Nisanından sonra, sınır dışı etme esnasında Ermeni konvoylarındaki kıyım genelde serbest<br />
bırakılan suçluların desteğini de alan ve Osmanlı jandarması tarafından göz yumulan Kürt çeteleri<br />
tarafından gerçekleştirilmişti. Ama bütün Kürtler hükümet tarafında yer almadılar. Örneğin<br />
Kilikya’daki Kürtler, Ermenilere karşı sürdürülen tutumu, diğer Müslüman nüfusun yaptığı gibi<br />
reddettiler ve Dersim dağlık bölgesindeki Kürtler veya sözde Kürt aşiretleri Harput ve diğer yerlerden<br />
gelen Ermeni mültecilere sığınma sağladılar. Kürtlerin bağımsızlık hissiyatları Osmanlının zorunlu<br />
askerlik yasası ile hayal kırıklığına uğradı .Osmanlı ordusundaki Kürt firarilerin oranı<br />
Ermenilerden çok daha fazladır. Çok sayıda Dersimli aşiret hep birlikte asker vermeyi reddettiler ve<br />
Osmanlı askeri otoriteleri bunların üzerine cezalandırıcı askeri birlikler göndermede başarısız<br />
oldular.” 1<br />
1917’de kaleme alınmış olmasına rağmen rapor günümüzdeki Orta Doğu ve<br />
Orta Asya’nın muhtemel geleceği ile ilgili ipuçları taşımaktadır. Dünya jeopolitiğinin<br />
önemli merkezleri olan bu iki coğrafyada Türkiye, potansiyeli çok büyük bir tesir<br />
alanına sahiptir. Bu yönüyle baktığımızda raporun ayrı bir anlam taşıdığı söylenebilir.<br />
Pan- Turanist Harekete Dair Rapor 2<br />
İçindekiler<br />
Türkçe Konuşan Nüfusa Ait İstatistiki Tablo<br />
1. Pan-Turanizm İsminin Menşei<br />
2. Pan-Türkizm Olarak Pan- Turanizm<br />
3. Osmanlı İmparatorluğunda Türk Milleti<br />
4. Türk Milliyetçiliğinin Ortaya Çıkması<br />
5. Balkan Savaşı’nın Etkileri<br />
1 Ek 1 de yer alan Kürtler bölümüne bakınız.<br />
2 FO 371/3060/ 226241, 28 Kasım 1917. İngiliz Dışişleri Bakanlığı Enformasyon <strong>Daire</strong>si İstihbarat<br />
Bürosunca hazırlanmıştır. Raporun Dışişleri Bakanlığınca tescil tarihi 28 Kasım 1917 olmakla birlikte<br />
Toynbee’nin raporun altına düştüğü tarih 17 Kasım 1917’dir.
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 187<br />
6. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Politikaları<br />
7. Avrupa Savaşı’nda Türklerin Amaçları<br />
8. Pan-Turanizm ve Pan- İslamizm<br />
9. Dışarıda Türk İrredantizminin Muhtemel Sonuçları<br />
a) Kazan Tatarları<br />
b) Kırım Tatarları<br />
c) Batı Sibirya Tatarları<br />
d) Kafkas Tatarları<br />
e) İran’da Türkçe Konuşan Nüfus<br />
f) Afganistan’da Türkçe Konuşan Nüfus<br />
g) Orta Asya Türkleri<br />
h) Yakutlar<br />
10. Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkleştirmenin Muhtemel Sonuçları<br />
a) Türkleştirme ve Araplar<br />
b) Anadolu’da Türkleştirme<br />
11. Sonuçlar<br />
Ek 1. Kürtler<br />
Ek 2. Pan-Turanist Harekette Anti-İslami Eğilimler<br />
Ek. 3.Bütün Rusya Müslümanları Konseyi Tarafından Rus Hükümetine<br />
Gönderilen<br />
İtalyan Hükümetinin Arnavutluk’u Protektora İlan Etmesini Protesto<br />
Eden Belge<br />
Türkçe Konuşan Nüfusa Dair İstatistik ∗<br />
Yakutlar 250,000<br />
Kazan ve Astragan Tatarları 1,500,000<br />
Batı Sibirya Tatarları + 50,000 +<br />
Kırım Tatarları 200,000<br />
Batı Rusya ve Sibirya’daki Toplam 2,000,000<br />
Kafkasya’daki Tatarlar 2,000,000 +<br />
Başkurtlar ve Çuvaşlar 2,400,000<br />
Kırgız 4,692,000<br />
Türkmenler 290,000<br />
Merkez Asya Rusya vilayetlerindeki diğer kabileler (genelde 2,772,000<br />
∗ İstatistiklerdeki rakamlar yuvarlanarak verilmiştir. Rusya Türklerin bulunduğu ve resmi bir sayımın<br />
yapıldığı tek ülkedir ve Rusya’da bile ilk ve tek sayım 1897’de yapılmıştır. Burada Rusya için verilen<br />
rakamlar 1897’de yapılan seçime dayanarak 1911’de yapılan tahminlerden oluşmaktadır. Diğer rakamlar<br />
ise daha varsayımsaldır.<br />
+ Yabancı uyruklu yaklaşık 100,000 yarı- Tatar’ı içermemektedir (geneli Fin-Ugor’dur.)<br />
Ek: 1909’da Orenburg Şer’i mahkemesi, ki bu resmî bir organdır ve eski rejim idaresindeki Rusya<br />
Müslümanları üzerinde otoritesini geliştirmiştir, Kafkasya, Kırım ve Orta Asya eyaletlerini ihtiva eden<br />
alanda doğum ve ölüm oranlarını içeren tahmini kayıtlar tutmuştur. Buna göre kendi yargı alanı<br />
dahilindeki Müslümanların sayısı 5,283,618’dir. Bu rakam yukarıdaki tabloda Kazan, Astragan ve Batı<br />
Sibirya Tatarları, Çuvaş ve Başkurtlar ile ilgili olarak verilen rakamlardan bir milyondan daha fazladır.<br />
Aradaki bu fark muhtemelen Kırgızlara ait kesin toprakların da dahil edilmesinden kaynaklanmaktadır ki,<br />
buraya ait topraklar Avrupa Rusyası’nın idaresi altında olarak hesaplanmıştır.
188 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
yerleşik)<br />
Altay Tatarları ?<br />
Hiva ve Buhara’daki yerleşik Türk nüfusu 1,000,000<br />
Hiva ve Buhara’daki göçmen Türk nüfusu 500,000<br />
Çin Türkistan’ındaki Türk Nüfusu 1,000,000 +<br />
Merkez Asya Bölgesindeki Toplam 13,000,000 +<br />
Osmanlı İmparatorluğu (İstanbul ve Anadolu) 8,000,000<br />
İran, Afganistan ve Avrupa’da kaybedilen Osmanlı toprakları 2,000,000<br />
Dünyadaki toplam Türk 27,000,000 +<br />
Rusya İmparatorluğunda 16,000,000 +<br />
Osmanlı İmparatorluğunda 8,000,000<br />
Diğer yönetimler altında 3,000,000 +<br />
Dünyadaki toplam Türk 27,000,000 +<br />
Pan - Turanist Hareket<br />
1. “Pan -Turanizm” İsminin Menşei<br />
“Turan”, Farsça bir sözcüktür. İran veya Pers adıyla kurulan yerleşik medeniyete karşı,<br />
Ortaçağ Fars şiirinde bu sözcük, Orta Asya stepleri ve çölleri için kullanılır. “Turan<br />
insanları”, kuzeydoğudan gelerek İran’ı sürekli olarak istila eden göçebelerdir (farklı<br />
dillerden ve ırklardan), Rusya’nın yarım asır öncesine kadar Orta Asya’ya düzen<br />
getirmesine kadar devam etmiştir.<br />
19.yüzyıl Avrupa filozofları, Hint Avrupa ailesinden farklı olarak “bitişken-ekli”<br />
yapılı bu sözcüğün Kuzeydoğu Avrupa ve Asya’ya ait olduğunu savunmuşlardır. Bu<br />
gerçekten olumsuz bir dönemdi- henüz keşfedilmemiş bir kitle için belirsiz bir statü.<br />
“Turanizm ”ile ilgili ilk ciddi araştırma, ekli dillerden (Ugor-Fin ailesinden) birini<br />
konuşan Macarlar tarafından yapılmıştır ve bunlar kendilerini Latin, Slav ve<br />
Germen’den her zaman izole hissetmişlerdir. Ortaçağ Macar keşişlerinden biri, kayıp<br />
soydaşlarını keşfetmek ve Başkurtları araştırmak için doğuya gitmiştir. Mevcut savaş (I.<br />
Dünya Savaşı) esnasında Macar profesörlerin Rusya’daki tutuklular arasında doğu Fin<br />
kabilelerinden olanlara kendilerinin kardeşleri olduğu ve Buda-Peşte’nin onların<br />
kültürel vatanları olduğu yönünde propaganda yürüttüğü söylenir.<br />
Macar Pan-Turanizm’i, Rus Pan Slavizm’inin doğuşunu takip etti. Ruslar,<br />
Balkan Slavlarıyla akrabalıklarını hatırladıklarında ve bu hareket politik bir forma<br />
bürününce, Macarlar “Turanist” anti-Slav müttefikler aramaya koyuldular ve doğal<br />
olarak Türkleri düşündüler. Ünlü Macar alimi Vambery bu Turanist düşüncenin<br />
etkisiyle Orta Asya’da Türkçe konuşan insanlar arasında araştırmalar yaptı ama<br />
Macarlar, dikkatlerini daha çok Osmanlı Devleti’ne yöneltti. 1848’de Macar<br />
Bağımsızlık Mücadelesi, Avusturya- Rus birleşik orduları tarafından ezilince, çok sayıda<br />
lider Macar ilticacısı, kendisine İstanbul’da bir sığınma yeri bulabilmiştir.1867’de bu<br />
mülteciler Macaristan’a döndüler ve yeni kurulmuş ikili monarşi devletinde bir güç
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 189<br />
haline geldiler. 1875–78 Balkan ayaklanmaları esnasında, Macarlar şiddetli Osmanlı<br />
taraftarıydılar ve Macar öğrenci temsilci heyeti, Sırp-Türk Savaşı esnasında Sultan’a<br />
şeref emaresi olarak bir kılıç hediye ettiler.<br />
Macar-Osmanlı yakınlaşması ırkî değil ama politikti. Bu, ortak bir “Turanizm”<br />
bilincine bağlı değildi ama Slav devletlere karşı ortak bir düşmanlığa bağlıydı. Aynı<br />
politik güdü, Bulgaristan’daki insanların, Avrupa Savaşında Sırp ve Ruslara karşı Bulgar<br />
hükümetinin savaşa girmesi neticesinde Turanist statüyü benimsemelerinde görülür.<br />
Yine de Bulgarlar, Slavca konuşan diğer insanlar kadar Slav’dırlar. Bulgar Devletini 13<br />
yüzyıl önce kuranlar kesinlikle steplerden gelen göçebe “turani” topluluklardır. Bunlar,<br />
Normanların İngiltere’deki insanlar üzerinde yaratmış oldukları etkiyle<br />
karşılaştırıldığında Slavlar üzerinde daha az bir etki yaratmışlardır. Şu anki Bulgaristan,<br />
elini Pan-Slavist duygular aleyhine kullanarak kurulmuş bir Slav devletidir ve reel<br />
politiği ile uyum sağlayacak yeni hissi sloganlar bulabilme isteğindedir.<br />
Böylece, Pan-Turanizm’in kökeninde a) suni ve b) Avrupalı iki etki vardır.<br />
Osmanlılar, bunu İran literatüründen kendileri için almamışlardır (her ne kadar onlar<br />
da İran’ı, bizim Yunan ve Latin klasiklerini incelediğimiz gibi inceleseler de) Pan-<br />
Turanizm onlara Avrupa’dan arz edilmiştir ve Osmanlılar flört eden değil, flört edilen<br />
olmuştur. Osmanlı’da, Sırp ve Yunanlılar gibi eski tebaası olan ne Bulgarlara karşı ne<br />
de Macarlara karşı gerçek bir duygu yoktu. Eğer çıkarları Bulgar ve Macarları Osmanlı<br />
için savaşmaya, borç vermeye Osmanlı gençlerine teknik eğitim vermeye ve<br />
makineleştirmeye sevk etse Osmanlı bu hizmetleri sonuna kadar kullanır. Fakat<br />
Osmanlı, bunlarla Avrupa’nın diğer Hıristiyan unsurlarıyla olmadığı gibi herhangi bir<br />
soydaşlık hissetmiyor ve Osmanlı’nın bu savaşta esas konusu, Osmanlı<br />
İmparatorluğunu Avrupa’nın dış müdahalesinden kurtarmaktır, bunlar “merkezci”,<br />
“anlaşmacı”, “Turancı” veya “Germen” olsa da.<br />
2. Pan-Türkizm Olarak Pan-Turanizm<br />
Eğitimli bir filolog, Hint-Avrupa dil ailesine karşı, bütün Turanist dillerin yapısında bir<br />
bütünlük olduğunun bilincindedir ama inisiyatifini kaybetmiş Osmanlı’ya bakıldığında<br />
Türklerin kullandığı kendi dili ile Ugor- Fin Macar dili arasında gözle görülür herhangi<br />
benzerlik mevcut değildir. Diğer taraftan Türkçenin birçok lehçesi arasındaki ilişkiler<br />
herkesçe malumdur. Bu durum harita üzerindeki akarsu, dağ ve köy isimlerinden<br />
anlaşılabilir. Türkçe konuşan insanlar Avrupa’daki Türk topraklarından, Anadolu’dan,<br />
Trans Kafkasya’dan, Kuzey İran ve Afganistan’dan Rusya Orta Asya’sına ve Çin<br />
Türkistan’ına kadar uzanır ve daha fazla kırılmış bir zincir halinde Karadeniz’in kuzey<br />
sahilinde Bulgaristan, Dobruca, Kırım, Volga eyaleti ve Sibirya’dan Buz Denizine<br />
kadar uzanırlar. Slavlar kadar yoğun olmamakla beraber onlardan daha geniş bir alana<br />
yayılmışlardır ve farklı Türkçe lehçeleri bütün Türkler tarafından anlaşıldığı halde,<br />
farklı Slav dilleri diğerleri tarafından anlaşılmaz. Böylelikle doğaldır ki Osmanlı<br />
Türkleri milliyetlerinin dil bilincine vardıklarında diğer Türkçe konuşan insanlarla<br />
aralarındaki benzerliklerin bilincine varacaklardır, tıpkı ayrı Slav nüfusunun ortak Pan-<br />
Slavist fikri etrafında milli uyanışlarını yaşadıkları gibi. Böylelikle Pan-Turanizm,<br />
Osmanlı Türkleri orijininde bir Pan-Türk hareketidir, bu, Osmanlı Türk<br />
milliyetçiliğinin bir parçasıdır ve ancak bununla ilişkisi dahilinde anlaşılabilir.
190 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
3. Osmanlı İmparatorluğunda Türk Milliyetçiliği<br />
“Pan-Turanizm” sözcüğü gibi milliyetçilik bilinci de Osmanlılara Avrupa’dan gelmiştir.<br />
Osmanlı İmparatorluğu, ulus devlete karşı tutumla başladı, içinde yaşayanın adıyla<br />
değil onu kuran Bey’in –Osman’ın adıyla anılmıştır. Osman ve O’nun soyundan<br />
gelenlerin Türk olduğu doğru ama onlar Anadolu’da kurulan bir düzine Türk<br />
devletinden biriydiler ve Türk komşuları onların en kötü rakipleri ve düşmanlarıydılar.<br />
Güçlerini, Avrupa’daki fetihleri ile inşa etiler. En iyi vergi ödeyenleri Hıristiyan<br />
tebaalarıydı, ordularını ayakta tutan Hıristiyan dönmelerdi, en sadık destekleyicileri<br />
dinlerini değiştirmiş olan Arnavutlar ve Slavlardı ki, bunlar dinlerini değiştirmişler fakat<br />
dillerini korumuşlardır. Bir yüzyıl öncesine kadar, Türk milliyetinin Osmanlı Devletine<br />
edebiyat ve resmi yazışma dili olması haricinde hiçbir katkı sağlamadı ve bu dil de<br />
Farsça ve Arapça ile o kadar sulandırılmıştı ki Anadolu köylüsünün kullandığı kaba<br />
dille aralarında çok küçük bir ortaklık bulunuyordu. Anadolu’nun büyük kısmı görece<br />
olarak geç ele geçirilmişti. Burası önemsenmeyen bir bölgeydi, büyük bir uzantısı yerel<br />
feodal beylerinin yönetiminde bağımsız bölgelerdi. Son yüzyıl boyunca her ne kadar<br />
Anadolu, Balkanlar’ın yerine Osmanlı’nın “anavatanı” olmuşsa da Balkan eyaletleri<br />
İmparatorluktan ayrıldıktan sonra, Asya eyaletleri giderek artan bir merkezi otorite<br />
altına alınmışlardır. Yunanistan’ı kaybeden Sultan, Anadolu ve Kürdistan’daki feodal<br />
aristokrasinin gücünü kırdı. Avrupa’ya uyum sağlayamama 1912–3 Balkan Savaşıyla<br />
doruk noktasına ulaştı. Anadolu’daki merkezileşme Bükreş anlaşmasından ve özellikle<br />
Türkiye’nin Avrupa Savaşına katılmasından itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti ile<br />
tamamlanmıştır.<br />
En belirgin değişiklik Osmanlı ordusunun yapısında oldu. Yeniçeriler –bütün<br />
Hıristiyan dönme unsurlardan kalıtsal olarak geçen profesyonel bir ordu- 1826’da<br />
ortadan kaldırıldı. Modern Türk ordusu 19.yüzyıl Avrupa’sının sivil toplumdan askere<br />
alma ilkesine göre düzenlendi. 1908’e kadar mecburi askerliğe alınanlar teoride<br />
İmparatorluktaki Müslüman unsurlar arasından seçiliyordu, II. Meşrutiyet’in ilanıyla<br />
Hıristiyan ve Yahudiler için de askerlik zorunlu olmuştur. Fakat hükümet hiçbir zaman<br />
göçmenleri veya dağlıları kontrol edemedi, yerleşik Arap nüfusu askeri potansiyel<br />
olarak iyi değildi, en tehlikeli sınırlarda seferber edilmeye de uygun değillerdi. Osmanlı<br />
Ordusu’nun ana iskeletini Müslüman Türk köylüsü oluşturuyordu, bunların çoğunu<br />
itaatkar ve güçlü erler oluşturuyordu, Anadolu’nun daha yüksek sınıfları merkezi<br />
imparatorluğu memurları ve yetkilileri ile artan ölçüde destekledi. Bu sebeple, Türk<br />
milli hareketi başladığında Osmanlı Devleti zaten pratikte Türk milliyetine dayalı idi.<br />
4. Türk Milliyetçiliğinin Başlangıcı<br />
Osmanlı Türkleri arasındaki milliyetçi bilinç kültürü kısmen Avrupa’daki daha eski<br />
milliyetçi hareketlerin bir taklidi, kısmen de benzer koşulların yaratmış olduğu<br />
kendiliğinden bir durumdu. Pek çok Avrupa milliyetçiliği gibi (örneğin Çek<br />
milliyetçiliği gibi) başlangıçta politik olmaktan çok kültürel bir hareket olarak ortaya<br />
çıkmıştır. İlk milliyetçi toplum 1909’da, Genç Türk inkılabından sonraki üç yıl içinde<br />
nispeten daha özgür bir atmosferin olduğu Selanik’te görüldü. Bu topluluğun<br />
kurucularından biri Diyarbakır’dan tanınmış bir taşralı olan Ziya Bey, bir İ.T.C.<br />
Kongresine katılmak için gelmişti. Diyarbakır, Kürt ve Ermeni bölgelerinde bir Türk
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 191<br />
yerleşkesidir ve milliyetçi hareketin karakteristiği şudur ki, en fanatik liderlerin<br />
tartışmalı sınır bölgelerinden gelmeleridir.<br />
Ziya Bey’in Grubu Osmanlıcadan Arapça ve Farsçadan gelen yabancı kelimeleri<br />
tasfiye etmek için bir kampanya başlattı ve bu sözcüklerin yerine Osmanlıcada hiç<br />
kullanılmamış olan eski Türkçe kelimeleri koymayı amaçlıyorlardı; bu, yabancı<br />
sözcüklerin, deyimlerin ve vezinin adaptasyonu şeklinde düşünüldüğünde, Türkçeye<br />
hiç edebi bir form verilmemiş olduğu için fantastik bir hedef gibi görünebilir, ancak<br />
Avrupa’daki ölü diller de aynı güç koşullar altında tekrar kullanılmaya başlandılar ve bu<br />
“saf Türkçe” hareketi, başarıya ulaşma iddiasındadır. Geleneksel okullardan çıkan Türk<br />
yazarların etkisi kırıldı ve Arapça’nın kullanımı dinî alanlarda dahi sınırlandırıldı.<br />
Milliyetçiler Kuran, Cuma vaazı ve hutbeyi (halife için dua) Türkçe’ye çevirmek ve<br />
camilerinden Arapça yazıları kaldırmayı istediler fakat programlarının bu kısmından,<br />
geleneksel Türk düşüncesinden çok uzak olduğu için vazgeçmek zorunda kaldılar.<br />
Türk milliyetçiliğinin bu evresi 1909’dan 1912–3 Balkan Savaşı’na kadar sürdü.<br />
Bu, Avrupa dil milliyetçiliğinin imkansız ve siyasi olmayan yapay bir taklidiydi. Bu<br />
temel bilgileri Tekin Alp tarafından yazılan “Türk ve Türk Birliği İdeali” isimli kitaptan<br />
sağlıyoruz. Tekin Alp, Selanikli bir Yahudi olan Albert Cohen’in kimliğini saklamak<br />
için kullandığı takma ismidir. Bu durum a) hareketin temelinin suniliğini b) başarı<br />
ihtimalinin derecesini açıklar. Selanik Yahudileri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden<br />
ayrılamaz ve bunların bir kısmı İ.T.C.liderlerinin bu fikre iştiyakla yaklaştığına<br />
inanmasa Pan-Turanizm’e çok güçlü bir şekilde sahiplenmezlerdi. Cohen, açık bir<br />
şekilde, Macaristan’daki Yahudilerin kendilerini Macarlıkla tanımladıkları gibi,<br />
Türkiye’deki egemen ırkın milliyetçiliğiyle kendini tanımlamayı akıllıca bulmaktadır.<br />
Fakat kitabı dikkatle okunmalıdır, İ.T.C.nin Pan-Turanizmi üstlendiği dönemde<br />
yazılması sebebiyle, içeriğinin ne kadar (o da içeriyorsa) İ.T.C.nin politikasını<br />
yansıttığını söylemek imkansızdır. Sonuçta Ziya Bey ekolünün doktrinini anlamak ve<br />
İ.T.C.nin Balkan Savaşı boyunca Pan-Turanizmini yargılayabilmek için “Tekin Alp”i<br />
kullanmak daha güvenlidir.<br />
5. Balkan Savaşındaki Etkileri<br />
Balkan Savaşı, Pan-Turanizmi pratikte uygulanabilir hale getirmiştir. Bu felaketin şok<br />
etkisi, önceki yıllardaki akademik hareketlerden daha geniş bir eksende etkileyici<br />
olmuştur ve bütün eğitimli Türkler arasında milli uyanış için daha samimi bir arzuyu<br />
ateşlemişe benzer. Bazı cemiyetler Anadolu, Kafkaslar ve Türkistan’da şubeleri<br />
aracılıyla Türklerin eğitimi, fiziki kültürü, kadınların kölelikten kurtulması ve başka bazı<br />
gerçek yapıcı amaçları desteklemek için kuruldu ve hükümet de bu cemiyetlere izin<br />
verdi. Evkaf Nezareti veya Dini Vakıflar, kaynaklarının büyük kısmını milli okulları<br />
artırmak için bahşetti. Medreselerin reformu için bir proje var ve süregitmekte olan<br />
savaş esnasında hükümet, reformlarını yaygınlaştırarak dini düzenin varlığına meydan<br />
okumuş ve yargının şeriatın yerine daha çok beşeri hukukun alanına sokacaktır.<br />
Şeyhülislam, reform girişimi üzerine istifa etti. Ancak sadık bir İttihatçıydı ve halefi<br />
tarafından yargıda şeriatın yerini daraltan yeni düzenleme kabul edildi. Her ikisinin de<br />
hükümetle bir anlaşma içinde olması muhtemeldir. Bu göstermelik tepkiyle dindar<br />
çevrelerce ifade edilecek eleştirilere karşı bir emniyet supabı görevi göreceğini hesap<br />
etmişlerdir.
192 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
Bu hareketlerin hepsi “sade Türkçe” kampanyasında olduğu gibi Avrupa’dan<br />
esinlenmiştir ama bunlar bir miktar daha güçlüdürler. Osmanlılar, Balkan Devletleri<br />
örneğinden etkilenmiş gibi görünüyorlar- ki; bunlar güçlerini savaşta Türkiye’ye galip<br />
gelinceye kadar iç reformları ile sağlamışlardır. Maalesef, onlardan bir düşünceyi daha<br />
ödünç aldılar; irredantizm.<br />
“Gözlemci” Tekin Alp yazıyor, “bana benzeyen Makedonlar ve benim gibi olan<br />
Bulgar, Yunan, Sırp ve Ulahların irredantist politikalarıyla ilgili geniş bilgi edinebilme<br />
şansına sahip olan Makedonlar, bu fikrin ne denli etkileyici olduğunun muhakemesini<br />
yapabilirler ve bunun bir ülkü gibi büyük tehlikelere karşı ne kadar tatlı ve ilham verici<br />
olduğunu anlarlar” ve çok sayıda genç Hıristiyan Makedon’un hayat hikayesini kısaca<br />
tasvirle devam eder –ki; bunlar Balkan Savaşından önce varlığını yokluğunu milli birlik<br />
mücadelesine adamış kişilerdir. Bu, elbette basitçe Tekin Alp’in kişisel felsefini temsil<br />
eder, fakat, Balkan Savaşı’nın Türkiye’de kamu oyunda böyle bir etki yarattığı<br />
muhtemelen doğru.1912–3 ile biten yüzyıl boyunca Türkiye’nin hareketliliği<br />
Avrupa’dan Anadolu’ya yön değiştirdi. 1913’den sonra benzer bir değişiklik milli<br />
bilinçte görüldü. Türk milleti, Avrupa’da baskın ırk olma geleneğinden vazgeçmiş ve<br />
Anadolu’daki kendi potansiyel imkanlarını geliştirmeye ve idaresinden çıkan yabancı<br />
ırkların yerine Osmanlı sınırları dışındaki dağılmış Türk ırkı dallarını bir araya getirme<br />
fikrine karar verdi.<br />
6. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Politikası<br />
İrredantizm, Osmanlı edebi dili için Ziya Bey Grubu’na önemli bir dil reformu sunar;<br />
Arapça ve Farsçadan ödünç alınan eklerden kurtulmak ve bunu eklektik, sade Türkçe<br />
kelimelerle desteklemek, böylece Türkçenin yaşayan değişik lehçelerini kullananlar için<br />
bir “lingua franca” (ortak dil) oluşturulabilir. Pan-Turanizm hareketi açıkça politik bir<br />
sahada ilerliyordu ve bu İ.T.C. tarafından üstlenilmişti.<br />
İ.T.C. esasen milliyetçilikle işe başlamamıştı çünkü bunlar Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun ulus problemlerini görmezlikten gelmişlerdi. Onların esas hedefi<br />
özellikle Avrupa’da İmparatorluğu devam ettirmekti ve bu anlamda Abdülhamid ile<br />
önceki bütün Türk hükümdarlar ile hemfikirdiler. Ayrıştıkları tek nokta, Abdülhamid<br />
içeride despotizme ve Avrupa Güçleri arasındaki rekabetten doğan dengeye<br />
dayanırken, İ.T.C. Türkiye’nin en iyi koruyucusunun içerdeki gücü ve bu gücün<br />
dayanağının siyasi hürriyetler olduğuna inanıyordu. Onların özgürlük fikri Fransız<br />
İhtilalinden alınmıştır.”Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” ilan edilebilir, İmparatorluğun<br />
bütün yaşayanları devletin özgür vatandaşları olarak bir araya getirilebilir –Picards,<br />
Marseillais ve Alsations’ların birleştikleri gibi- ve milliyetçilik meselesi böylece<br />
kendiliğinden çözülmüş olur.<br />
Bu, esasında 1908’de Anayasanın ilanından sonra ilk altı hafta için gerçekleşti.<br />
Fakat sonra yeniden bir ayrılık çıkararak yeni “rejimi” nasıl kendi avantajlarına<br />
çevirebileceklerini düşünmeye başladılar. Balkan ulusları topluca özgür bir Türkiye<br />
önerisini reddettiler ve Türkiye’nin aleyhinde birlik ve bağımsızlıklarını tamamlamak<br />
için ilk şanslarını kullanmaya karar verdiler. Diğerleri, Araplar. Ermeniler, İstanbul ve<br />
Anadolu Rumları ayrılmanın imkansız olduğunu tanıdılar ama Osmanlı Devletinde<br />
kendi kimliklerini savunmak için önlemler aldılar. Araplar, yeni mecliste esas<br />
muhalefete şekil verdiler, ayrıca Ermeniler her ne kadar parlamentoda İ.T.C. ile<br />
işbirliğinde idiyseler de, adem-i merkeziyetçiliği istediler. İ.T.C. merkeziyetçiliğe karşı
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 193<br />
olmayan Türklerin tek unsur olduğunu ve Osmanlı Devleti fikrine karşı herhangi bir<br />
politik düşünceleri olmadığını anladılar. Bu sebeple Türk milliyetçiliğine geçmelerine<br />
ve amaçlarını başarmak için kelimenin tam anlamıyla Türkleştirmeyi düşünme<br />
noktasına geldiler. Balkan Savaşından sonra Türkleştirmeyi programlarına dahil ettiler,<br />
ama buna ne kadar yer verdiklerini incelemek gerekir.<br />
7. Avrupa Savaşında Türk Amaçları<br />
Yukarıda Pan-Turanizmin Türk versiyonunun iki genel fikir ihtiva ettiği<br />
görüldü: a) Osmanlı İmparatorluğunda Türk kimliğini özgünleştirmek ve güçlendirmek<br />
ve b) Osmanlı Türklerini dünyadaki diğer Türklerle irtibatını sağlamak, birleştirmek.<br />
Bu konular öncelikle kültürel sahada özel bir “entelektüel” grup tarafından takip edildi<br />
ve barışçıl propagandayla geliştirildi. 1913’ten sonra siyasi bir mahiyet kazandı ve<br />
İ.T.C.nin programına dahil edildi. Ama Ziya Bey’in takipçileri için Pan-Turanizm kendi<br />
başına bir amaç iken, İ.T.C. için sadece bir araçtı. Pan-Turanizme karşı tezat oluşturabilecek<br />
Pan-İslamizm gibi hareketlere tamamen sırt dönmüyorlar, bu hareketlerin kendilerine<br />
hizmet etme olasılığı varsa Suriye, Mezopotamya, Arabistan gibi Arap Yarımadasında<br />
amaçlarına hizmet etmeyeceklerini anladıklarında Pan-Turanizmde ısrarcı<br />
olmuyorlardı.<br />
Akademik Pan-Turanizm ile İ:T:C:nin Pan-Turanizmi arasındaki farklar şöyle<br />
özetlenebilir:<br />
a) Ziya Bey Grubunun esas amacı Türkçeyi ve Türk kültürünü yabancı<br />
etkisinden ( özellikle Arapçadan) temizlemektir. Bu amacı mantıki sonucuna<br />
ulaştırabilmek hatırına bazı güçlü İslami önyargıları kırmaya hazırdılar. İ.T.C.nin<br />
öncelikli amacı Türk Devletini yabancı etkisinden (özellikle Avrupalılardan)<br />
temizlemekti; yabancı unsurların dışarıdan, Osmanlı maliyesindeki kontrolü,<br />
demiryolları, hammadde ve eğitim. Doktrinistler, İslam’a meydan okuyabildi, İ.T.C.<br />
üyeleri ise bunu yapmaya yetecek cesarete sahip değiller, ama Avrupa’ya meydan<br />
okudular. Avrupa uyumu bozulduğu zaman, savaşa karıştılar ve kapitülasyonları<br />
reddettiler. 1916’da Türkçe kullanımı zorunlu kılan bir “dil yasası”na geçtiler; bankalar,<br />
gazeteler, tramvay, demiryolları, buharlı gemi şirketleri, özel şirketlerin muhasebecileri<br />
ve yarı kamusal veya hukuki karakterli bütün işler için bir yıl ertelemeyle bu yasaya<br />
geçtiler.<br />
b) Doktrinistler, Anadolu’daki Türk milli kimliğini eğitim ve <strong>sosyal</strong> reformlarla<br />
güçlendirmeyi hedefledi. İ.T.C.nin metodu, ülkede dağılmış durumdaki Türk olmayan<br />
unsurları yok etmekti- önce Ermeniler, sonra Rumlar ve bunların topraklarını ve<br />
evlerini “muhacirlere” (1912-13’de kaybedilen eyaletlerden gelen müslüman ilticacılar,<br />
kısmen Türk ama kısmen Slav, Balkan Yarımadasından ve Girit’ten Rumca konuşan<br />
müslümanlar) tahsis etmekti. Katliamlar için bir diğer motive aracı, savaşı Türk nüfus<br />
arasında Ermeni yağmacılığını kullanarak popüler hale getirmekti - kesinlikle geçici ve<br />
fırsatçı bir hedef - bunlar ayrıca doktrinistler tarafından hedef alınan tepkici Müslüman<br />
fanatizmi ruhuna da bir çekicilik yaratıyordu.<br />
c) “Tekin Alp” Osmanlı Türklerinin politik ideallerini emperyalizmden<br />
irredantizme değiştirmeyi amaçlıyor: Avrupa’daki yabancı Hıristiyan milletleri idare<br />
etmekten, Rusya ve Orta Asya’daki akraba Türk topluluklarını istiklale kavuşturmak.<br />
Balkan Savaşı’nda, Avrupa sınırlarında toprak, nüfus ve askeri prestij kaybına uğradılar.<br />
Avrupa Savaşı’nda bu kaybettiklerini tazmin etmek veya bu kayıplarını Asya ve<br />
Afrika’daki kazanımlarıyla tazmin etmeyi umdular. Burada, Anadolu’nun Osmanlı
194 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
Türklerini, İran ve Rus Trans-Kafkasyası Tatarlarından ayıran yabancı bir blok<br />
olduklarından Ermenilerin katli için dördüncü bir neden karşımıza çıkıyor.<br />
8. Pan - Turanizm ve Pan - İslamizm:<br />
İ.T.C.nin fırsatçılığı en açık haliyle Pan-Turanizmi ve Pan- İslamizmi eş zamanlı olarak<br />
kullanmasında görülür, aslında bu ikisinin amentüsü taban tabana birbirine zıttır. İ.T.C.<br />
bunlardan hiçbirine kendisini adamamıştı, fakat her ikisini de istismar ediyordu.<br />
Pan-İslamizm, gerçek anlamda bir dini öğreti değildir; olsaydı, Pan-Turanizm ile<br />
şu anda olduğu gibi bu kadar uyumsuz olmazdı. Pan-İslamizm ve Pan-Turanizm,<br />
dışarıda Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü artırmak için birbirleriyle rakip iki politik<br />
programdır. 19. yüzyılda ortaya çıkan pek çok İslami uyanış, kesinlikle anti-<br />
Osmanlıcıydı. Nejd’in Vahhabileri ile Mısır Sudan Mehdi taraftarları, Türkleri<br />
Franklardan ve kafirlerden biraz daha iyi biliyorlardı. Senusi, İstanbul’un kirliliğinden<br />
kaçmak için Libya çöllerine çekildi. Şu dikkate değerdi ki; bütün bu hareketlerin<br />
taraftarları a) Arap b) Bedevi ya da medeniyetsiz ve c) Osmanlı veya Avrupa<br />
kontrolünde de facto bağımsızdılar. Halbuki Osmanlı Pan-İslamizm öğretisi, İngiliz,<br />
Fransız ve Rus gibi Avrupa Güçleri hükümetinin altında yaşayan yerleşik, medeni bir<br />
müslüman nüfusa hitap ediyordu. Bu nüfus ise Avrupa kurumlarını yeteri derecede<br />
tecrübe etmişti. Avrupa Güçlerinin denetimindeki Müslümanlar, uluslar arası<br />
politikada bağımsız işleyebilen, kendi ulus hükümetlerine ulaşmayı istiyorlardı ve bu<br />
anlamda Türkiye’ye hayrandılar çünkü onlara göre Türkiye onların bu ideallerini daha<br />
önceden gerçekleştirebilmiş Müslüman devletti. Bunlar, Türkiye’nin Avrupa’ya karşı<br />
zayıflığını ve yozlaşmasını sakladığı maskesini görebilecek kadar iyi<br />
bilgilendirilmemişlerdi. Türkiye’yi sadece Müslümanların geleceğini garantiye alacak<br />
bağımsız devletleri için bir model olarak gördüler. İslamiyet teoride de olsa hem dini<br />
hem de siyasi boyutları olan bir cemiyeti tasvir eder. Halife bütün iyi Müslümanların<br />
dünyevi yöneticisi ve onların dini başkanıdır. Şu doğrudur ki, bu siyasi topluluk<br />
Muhammed’in ölümünü takip eden yüzyılda bozulmuştur ve hiçbir zaman tam<br />
anlamıyla onarılamadı. Fakat halife bu umumi gücü kullanamazsa, en iyi alternatifi,<br />
bağımsız devlet başkanı olarak, dünyanın diğer devletlerine taleplerini dikkate alma<br />
mecburiyetini hissettirmelidir. Bu şart, Abbasilerin yıkılmasından sonra en güçlü ve<br />
uzun süreli Müslüman devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul’daki Sultan-<br />
Halife tarafından yerine getirilmiştir.<br />
Bu çizgideki politik propaganda ihtimalinin yüksekliğini gören Abdülhamit<br />
bunu zekice işledi. Osmanlı stratejik demir yolu Şam’dan Medine’ye, büyük kısmı diğer<br />
ülkelerdeki müminlerin katkılarıyla inşa edilmesi onun diplomasisine iyi bir örnektir ve<br />
bu politika İ.T.C. tarafından sürdürülmüştür. Tripoli’de, bir örnek olarak, İtalyan<br />
zaptından önce Osmanlı hükümeti yerel halk tarafından usandırıcı yabancı bir otorite<br />
olarak görülüyordu ama Enver yerel halkın sempatisini kazanmayı başardı. Libya<br />
Arapları şimdi Türkleri Avrupa istilasına karşı doğal müttefik olarak görüyorlar ve<br />
hatta Senusi, Avrupa savaşı sırasında Osmanlı ile ortak cephede buluştu. İ.T.C. kendini<br />
Asya’da, İngiliz veya Rus pençeleri altında düşmüş olan Müslüman devletlerin<br />
kurtarıcıları olarak sunuyordu. Afganistan Emiri’ne bir heyet gönderdiler ki, onun<br />
tarafsızlığını ciddi anlamda sıkıntıya sokmuştur. İstila ettikleri Batı İran’da, kendilerine<br />
askeri destek vermeleri için İran milliyetçilerini ikna ettiler. Türkiye, İran ve<br />
Afganistan’dan oluşan Müslüman devletlerinin siyasal bağımsızlığı temel alan üçlü bir
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 195<br />
ittifak önerisinde bulundular. Ekim 1914 de şeyhülislamın Halife adına cihat çağrısı<br />
bir fiyaskoya dönüştü ama bu fiyasko Türkiye’nin savaşı genelde kaybetmesinin bir<br />
sonucudur. Pan- İslamizmin önceden hesap edilen politikası Osmanlı askerî prestijiydi.<br />
Eğer Türk orduları, Tiflis, Kahire ve Tahran’a muzaffer bir şekilde yaklaşabilselerdi ve<br />
Müttefikler İstanbul’u tehdit etmeseler veya Bağdat’ı ele geçirmeseler, Pan- İslamizm<br />
çok geniş askeri ve siyasi alanda cereyan edebilirdi ve hatta şimdi bile iflas etmiş<br />
denilemez.<br />
Ama bu Pan-İslamist propaganda ancak Pan-Turanist düşüncenin mantıki<br />
sonucu olarak yıkılabilirdi. Eğer Osmanlı İmparatorluğu İslamî büyük bir güç değil de<br />
Türk millî devleti olsa ve eğer Türk milliyetçiliği ile İslam eninde sonunda<br />
bağdaştırılamaz olsalar, bu durum Türkiye ve diğer ülkelerin Müslüman nüfusu<br />
arasında ortak bağlarını bir çırpıda kıracaktır. Artık onlar için Türkiye’de, İngiltere’den,<br />
Rusya’dan veya Fransa’dan daha fazla kurtuluş yoktur ve İ. T. C. nin bunların üzerinde<br />
kurulmuş olan hükümetlerinden daha fazla iddiası yoktur. İ.T.C bunun çok iyi<br />
farkındadır ve Pan-Turanizm ile Pan- İslamizm çatıştığı yerlerde alenen Pan- Turanizm<br />
ülküsü doğrultusunda politika gütmemişlerdir. Müttefikler, Pan- Turanist yazarların<br />
anti- İslami ve anti –Arap deklarasyonlarını ve despot faaliyetlerini ve İ.T.C. eliyle<br />
Arap eyaletlerindeki devlet dairelerindeki baskıyı Arap dünyasında bir anti-Türk<br />
propagandası olarak iyi değerlendirdi. Fakat İ.T.C.nin bir hükümet veya parti olarak,<br />
Pan-İslamist anlayışla tezat oluşturan Pan-Turanist programları olduğuna dair<br />
suçlamak zordur.<br />
İ.T.C.nin politikası ilk etapta her iki hareketi de suiistimal etmektir ve dışarıda<br />
Pan- İslamizm onlar için daha faydalıdır, fakat şu da açıktır ki, içeride Pan-Turanizm<br />
ile daha fazla kazanım elde etmişlerdir. Onların amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu<br />
Alman örneğinde olduğu gibi büyük bir askeri güç haline getirmekti. Doğal olarak<br />
ortak dilde ortak dinden daha fazla kendilerine ait temel buldular. Aşağıdaki pasajda<br />
Ekim 1911’de İ.T.C. Kongresinde kabul edilen karar gösterilmiştir:<br />
“İmparatorluğun yapısı Müslüman olmalı ve İslamî kurumlar ve gelenekler için<br />
saygı korunmalıdır. Adem-i merkeziyetçilik ve otonomi Türk İmparatorluğuna ihanet<br />
olduğundan diğer uluslar teşkilatlanma hakkından mahrum bırakılmalıdır. Uluslar<br />
önemsiz bir miktardır, dinlerini muhafaza edebilirler ama dillerini değil. Türk dilinin<br />
yaygılaştırılması İslamî egemenliği ve diğer unsurları asimile etmeyi teyit eden etkin bir<br />
araçtır.”<br />
Bu durum, İ.T.C.nin iki fikri iç politikalarında nasıl bağladıklarını ve bu senteze<br />
daha çok vurgu yaptıklarını resmeder. Teb’a ulusların “dinlerini koruması fakat ana<br />
dillerini unutturulması politikası” erken dönem Osmanlı fatihlerinin geleneksel<br />
politikasına tamamen aykırıdır. Müslümanlık dinini kabul etmeleri üzerine Arnavut ve<br />
Bosnalı soyluların sadece dillerini korumalarına değil, mülkiyetlerini de korumalarına<br />
izin verilmişti.<br />
9) Türk İrredantizminin Dışarıda Başarı Şansı<br />
Diğer taraftan Pan- Turanist propagandanın Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışındaki<br />
Türkler için olasılığı tahmin edildiğinde, hiçbir Osmanlı hükümetinin Pan- İslamizm<br />
düşüncesine karşı zararlı bir politika sürdürdüğü varsayılabilir. Ayrıca şimdi<br />
varsayılabilecek diğer bir nokta, dağılmış Türkleri yeniden birleştirme politikası<br />
uygulanırsa, ırk pratik bir ihtimal haline gelir (şu anda mümkün olmayan), bu Osmanlı
196 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
askeri gücünden değil, Rusya’nın “yıkılması”ndan meydana gelir. Bu Rusya “yıkılması”<br />
“Tekin Alp” tarafından içtenlikle umulmakta - gerçekte bu, onun irredantist<br />
programının bir ön varsayımıdır - ama Rus İhtilalinden önce yazıldığı için bunun<br />
dışarıdan Türk orduları ile ya da Merkezi Güçler tarafından başarılabileceğini<br />
ummaktadır.<br />
Aşağıdakiler, Türkiye dışında Türkçe konuşan esas gruplardır ki, bunlar dikkate<br />
alınmalıdır:<br />
(a) Kazan Tatarları (Yaklaşık 1,5 milyon)<br />
Bunlar Volga’nın orta cihetinde Nizhni Novgorod ve Samara arasında yaşarlar. Batıda<br />
Ruslar ve kuzey ve güneydeki Fin kabileleri 3 tarafından kuşatılmışlardır. Ayrıca, üç yüz<br />
yıldan fazla bir zamandan beri Rus hükümetinin yönetimi altındadır ve Müslümanlık<br />
ile Hıristiyanlık arasındaki bariyer, dünyanın hiçbir yerinde burada olduğu kadar<br />
kırılmamıştır. Kazan Tatarları başarılı ve eğitimlidirler. Yakın zamanda Rusya’da<br />
yaşayan Türkçe konuşan gruplar, bunların liderliğini takip edeceklerini beyan ettiler ve<br />
son birkaç yılda basılı yayınları Tatarların etkisini Müslüman dünyası arasında geniş<br />
ölçüde yaydı. Bir Osmanlı- Türk irredantist politikası olarak Pan- Turanizmin başarı ya da<br />
başarısızlığı büyük ölçüde Kazan Tatarlarının bunu benimseme tavırlarına bağlıdır ve bu da Rus<br />
politik evrimine bağımlı olarak dönüşür.<br />
Kazan Tatarları, Balkan Savaşı sırasında Kızıl Ay çalışanlarını gönderdiler ve<br />
yardım fonlarını Türkiye’ye kaydırdılar, ama bu sempatileri pek politik bir forma<br />
dönüşecek gibi görünmüyor. Coğrafya ve fiziki ilgiler bunları Ruslara bağlar ve onların<br />
tutucu mizaçları üç yüz yıldan beri idaresinde yaşadıkları yönetimden şiddet yoluyla<br />
ayrılmalarını imkansızlaştırır. Doğal olarak Çarlık rejimine ve özellikle Rus olmayan<br />
unsurlara karşı politikasına karşı çıktılar. İhtilalden önce görüşlerinin temel noktasını<br />
aşağı yukarı Kadetlerin oluşturuyordu 4. Fakat şu anda ne Kadetlerin olduğu gibi antimilliyetçi<br />
politikayı ne de Finlerin ve Ukraynalıların aşırı ayrılıkçılığı onları bağımsızlık<br />
ve muhtemelen şövanist devlet olarak Kırım ve Kafkas Tatarlarından izole edecekti.<br />
Onların federal Rus Cumhuriyetinde milli otonomiyi öngören Kerensky programını<br />
kabul etmeleri hemen hemen kesindir, eğer Rusya gerçekten federal bir cumhuriyet<br />
haline gelebilirse, Tatarların Türkçe konuşan toplulukların muhtemel lideri olmak için<br />
önlerinde parlak bir gelecekleri olacak- ki bu Türklerin sayısı bütün Türkçe konuşan<br />
toplulukların büyük kısmını içermektedir ( toplam 27 milyonun 16 milyonunu<br />
içermektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türklerin sayısı aşağı yukarı 8 milyon<br />
civarındadır).<br />
Bu durumda Osmanlı irredantizmi başarısız olacaktır. Pan- Turanizm’in toplanma noktası<br />
diğer bir ifadeyle cazibe merkezi İstanbul değil ama Kazan olacaktır ve Anadolu Türklerinden<br />
uzak Tatarlar Osmanlı İmparatorluğuna yöneleceğine, Rus Tatarlar Anadolu Türklerini<br />
çekeceklerdir.<br />
Bu çok arzu edilen çözüm, esasen Rus tepkisi olasılıklarıyla tehlike altındadır. Şu<br />
anda Rusya’da merkezi askeri bir hükümet oluşturma ve muhtemel bir sivil savaşa<br />
3 İsmen Hıristiyan olmakla birlikte pagan inançları kuvvetlidir. Kendilerine ait ciddi kültürleri<br />
olmadığından etkilerinin büyüklüğüne bağlı olarak ya Rusların ya da Tatarların asimilasyonuna açıktırlar.<br />
4 Kadetlerin iç politikalarına paralellik olmakla beraber İstanbul’a Rusya’nın yerleşmesi gibi dış politika<br />
amaçlarına şiddetle muhalif oldular.
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 197<br />
önderlik edebilecek ulusları baskı altına alma hareketi uluslar arası politikada Tatarlar<br />
tarafından yürütülecek bir panik havası yaratabilir.<br />
(b) Kırım Tatarları ( 200.000 altında); Kazan liderliğini takip edeceklerdir.<br />
(c) Batı Sibirya Tatarları ( Yaklaşık 50.000); Kazan liderliğini takip edeceklerdir.<br />
(d) Kafkas Tatarları (200.000 üzerinde); Bunlar ayrıca Kazan’ın etkisi altındalar.<br />
Diğer taraftan bir yüzyıldan daha az zamandır Rus yönetimi altındadırlar. Osmanlı<br />
sınırına yakın yaşıyorlar, Osmanlı Türkçesine kendi edebi dilleri gibi adapte olmuşlardır<br />
(gazetelerinin dili) ve Ermeni korkusu ve nefreti konusunda Anadolu Türkleri ile güçlü<br />
bir ortak çıkara sahiptirler. 1905’de Kafkaslarda Ermeni ve Tatarlar arasında ırkî bir<br />
savaş vardı ve sonuçta genel olarak Ermeniler bu durumdan kazançlı çıkmışlardır.<br />
Enver 1914–5 kışında Kafkaslarda istilasını başlattığında İ.T.C. orduyu<br />
desteklemek için propagandacılar yolladı. Kafkasları bölme amaçlı bir projeyle Türk<br />
Ermeni bölgesini Osmanlı hükümranlığı altında Tatar, Gürcü ve Ermeni milli<br />
devletleri olarak bölmeyi tasarladı. Osmanlı Ermenilerini, başarısız olmakla birlikte, bu<br />
projede işbirliğine iknaya çalıştılar.<br />
Bilindiği gibi Osmanlı orduları hiçbir zaman Kafkaslardaki Tatar bölgesine<br />
ulaşamadılar ve sadece Batum bölgesinde yaşayan Rus vatandaşı Müslüman bir Laz-<br />
Gürcü kabilesi olan Acaralar yanlarında oldular.<br />
Rus Devriminden itibaren bu sefer Kafkas ve işgal altındaki Osmanlı Ermeni<br />
bölgesinin milli otonomi ile Türkiye yerine Rusya Federalizmi yönetimi altında<br />
olmaları fikri yeniden canlandı. Tatarlar, Gürcüler ve Ermeniler zaten milli sınırlarının<br />
tartışılmasını istiyorlardı ve şu dikkate değerdir ki geçmişte kuvvetli ve ayrıcalıklı<br />
Ermenilere karşı Tatarların ve Gürcülerin birleşme girişimleri mevzubahis olmuşsa da<br />
şu anda bir Gürcü- Ermeni yakınlaşması söz konusudur. Bu arada Gürcüler ve<br />
Tatarlar arasındaki ilişkiler Batum bölgesindeki Acaralar ile Osmanlı vilayeti<br />
Trabzon’daki Lazların Gürcüler tarafından ırkî alanları, Tatarlar tarafından ise dinsel<br />
alanları olduğu iddiası ile gerilmiştir. Bu durum her ne kadar geçici bir evre olsa da<br />
Kafkaslarda yeni milli sınırların belirlenmesi kadar önemlidir, eski Gürcü Tatar<br />
gruplaşması Ermenilere karşı tekrar gündeme gelmektedir.<br />
Kafkas Tatarları geri planda kalmışlar ve Şii- Sünni ekseninde bölünmüşlerdir.<br />
Eğer milli otonomiyi destekleyecek kadar özgür bir Rusya olursa ve çeşitli milli iddialar<br />
karşısında yeteri kadar adaletli olabilirse Rusya’ya tabi kalacaklardır ve bu durumda<br />
Rusya’da Türkçe konuşan nüfus için Bakü Kazanın yerine politik bir merkez haline<br />
gelecektir. Kazan şu anda eski kültürün faziletine bütün Türkler için liderlik ediyor ama<br />
Baku petrol rezervleriyle daha büyük bir endüstriyel geleceğe sahip ve Kazan Türk<br />
dünyasının kenarında yer alırken Baku tam da merkezde yer almaktadır. Kazan ve<br />
Kırım, Anadolu ve Azerbeycan ve Orta Asya bloğu (Trans-Hazar demiryolu) Baku<br />
etrafında daire biçiminde sıralanmışlardır ve iletişim ağının ortasındadır. Şu anda da<br />
Baku Tatarları Kazan Tatarlarından daha fazla liderleri etrafında güçlü bir şahsiyet<br />
oluşturabilmişlerdir.<br />
Fakat Baku olasılığı Rusya Fedaralizminin başarısına bağlıdır. Eğer Rusya’da bir<br />
kaos veya baskı durumu yaşanırsa Kafkas Tatarları kesinlikle Osmanlı<br />
İmparatorluğu’na dönerler ki bununla kolaylıkla işbirliğine girebilirler. Anadolu
198 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
Türkleri ile coğrafik olarak temas halinde olmalarından, onların edebi dillerini<br />
benimsemelerinden ötürü ve kültürel olarak dışlanmadıkları için onlarla yapacakları<br />
işbirliği kolaylaşacaktır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğun’dan uzak bir eyalet<br />
olarak kalacak ve Baku’nün kültürel gelişimi kısa süreli olacaktır.<br />
(e) İran’da Türkçe Konuşan Nüfus<br />
M.S. 11–13. yüzyıllar arasında Orta Asya’dan yaşanan göç ki, bu göç Türkçe konuşan<br />
kabileleri Kazan, Kafkaslar, Anadolu’ya sürüklemiştir, aynı zamanda bunları Kuzey<br />
İran eyaletlerine ve en çok da kuzeydoğu eyaleti Azerbaycan’da yoğunlaştırmıştır.<br />
İran’da Türkçe konuşan insanlar şu anda Türklük millî bilincine sahip değiller.<br />
Bunlar İranlılar gibi Şiidirler, Anadolu Türkleri gibi Sünni değillerdir. Tekin Alp<br />
bunların halen Farsça yazdığını ve Farsça gazeteleri okuduklarını itiraf eder. Ve gerçek<br />
bir sıkıntı şu ki Azerbaycan’ın başkenti Tebriz, İran milli hareketinin bir merkezi haline<br />
gelmiştir.<br />
Tekin Alp, Azerbaycanlılara “Türk ruhu” aşılamayı umut ediyor, ve bunun<br />
İran’ın iç yapısını güçlendireceğini kanıtlamaya çalışıyor. Bu durum gerçekten İran<br />
milliyetçiliğini kırabilirdi ve gerçek İranlıları Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir<br />
düşmanlığa itebilirdi ancak İ.T.C. böyle bir gaf yapacak gibi görünmüyor. Savaş<br />
esnasında İ.T.C.’nin politikası İran milliyetçiliğini desteklemek ve bunu Anglo-Rus<br />
rejime karşı ateşlemekti. İ.T.C. Anglo-Rus kontrolünden uzak güçlü bir İran için<br />
oynuyor ki, sonrasında İran, Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yapacak ve sonuçta<br />
Osmanlı hegemonyası altına girecektir.<br />
Eğer Anglo-Rus rejimin yıkılamayacağı netlik kazanırsa İ.T.C. daha küçük bir<br />
ödül için oynar ve İran’dan kendi Türkçe konuşan nüfusunu ayırır. Osmanlılar her<br />
zaman Azerbaycan’a ilgi duydular; 16–17 yüzyıl esnasında bir kereden daha fazla<br />
burayı işgal ettiler. 1914–5 kışında Azerbaycan’ı Kafkas savunmalarıyla ilgili bir olay<br />
gibi birkaç hafta istila ettiler.<br />
Ayrıca şu da mümkün ki; eğer İran milliyetçiliği güçlenirse bu şovenist bir iç<br />
politakaya dönüşebilir ve Türkçe konuşan azınlıklar İranlılaştırılmaya çalışılabilir. Bu<br />
durumda Azerbaycanlılar arasında Türk olma bilinci canlanabilir ve İran’dan gevşek bir<br />
politika ile ayrı kalmayı isteyebilirler. Öncelikle Kafkas Tatarlarına yönelirler ki bunlar<br />
Rus ilhakından önce İran’a aittirler ve Azerbaycan’dan sadece suni bir sınır ile<br />
ayrılmışlardır. Azerbaycanlılar ve Kafkas Tatarları sonuçta aynı doğrultuda bir çekimle<br />
birbirlerine bağlıdırlar; ya Osmanlı İmparatorluğu’na ya da Rusya’ya doğru.<br />
(f) Afganistan’da Türkçe Konuşan Nüfus<br />
Hindu-Kuş ve Oxus arasındaki Afganistan vilayetlerine ağırlıklı olarak Türk nüfusu<br />
yerleşmiştir. Önceden bağımsız bir Türk (Özbek) hanlığı idiler, Hive ve Buhara gibi.<br />
Afganistan tarafından yakın dönemde, 1850–9 arasında ilhak edilmişlerdir. Durum<br />
İran’daki gibidir. Pan- Turanizm doktrini Özbeklerde Türk milliyeti ruhunu<br />
canlandıracağa benzer. İ.T.C. Afgan devletini, Osmanlı politikaları yörüngesine<br />
çekmeyi tercih edecektir.<br />
(g) Orta Asya Türkleri (Yaklaşık 13 milyon, 12 milyonu Rusya’nı yönetimi<br />
altındadır)
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 199<br />
Orta Asya Türkçe konuşan bölgesi, dünyanın en büyük yaşayan dil bölgesidir-<br />
Büyük Rusya bölgesinden daha büyük ve Amerika kıtasının İngilizce veya İspanyolca<br />
konuşan bölgesi kadar büyüktür. Kabaca, batıda Volga ve Hazar, kuzeyde Trans-<br />
Sibirya demiryolu, doğuda Altay Dağları, güneyde Kwen- Lun ve Pamirlerle çevrilidir.<br />
Tarım ( “Çin” veya “Doğu Türkistan”) hariç, hepsi şu anda Rusya’ya aittir. Türkçe<br />
konuşan bölüm sadece kuzeyde Rus-Kazak yerleşimcileri ve Farsça konuşan Tacik<br />
köylüleri ve Oxus boyunca ve Sirderya üzerinde yaşayan köylülerce bölünür.<br />
Bu bölgede ekonomik ve kültürel büyük zıtlıklar mevcuttur. Ural bölgesindeki<br />
Başkurtlar, göçebe hayattan yerleşik hayata geçme aşamasındadır. Onların güneyindeki<br />
Kırgızlar, geniş steplere dağılmış durumda halen göçebe yaşıyorlar. Trans- Hazar<br />
Türkmenleri eyaleti, ( Rus zaptından ayakta kalabilmişlerdir) sadece göçebe değil, ama<br />
yapabilseler yağmacılığa devam edecekler. Diğer taraftan, güneydoğuda akarsular<br />
boyunca kesif yerleşik nüfus vardır. Fergana, Semerkant ve Taşkent’te, Ruslar son 50<br />
yıldır büyük bir sulama işi başardılar ve başarıyla pamuk ekimini büyüttüler. Diğer<br />
taftan Çin Türkistanı’nda Avrupa düzeni henüz kurtarmaya/ yardıma gelmediğinden,<br />
tarım rüzgar ve kuma karşı bir savaşım içindedir.<br />
Bu farklılıkları ortaya koymak için tek ve ortak bir dil, ortak bir din (bu nüfusun<br />
hepsi Sünnidir) ve ortak bir hükümet yaratmak için güçlü faktörler vardır ve Rus<br />
fethinin getirdiği daha iyi bir iletişim vardır aralarında. Örneğin, Oxus ve Siri Derya<br />
boyunca uzanan eyaletler, Türkistan’ın kalbi durumundadır, şimdi Orenburg’dan<br />
Taşkent’e Kırgız steplerine ve Baku’ye Trans- Hazar demiryoluyla ve Hazar denizi<br />
üzerinden buharlı gemilerle bağlanmışlardır.<br />
Orta Asya’da Türk milliyetçiliği meselesi, Rus İhtilalinden önce uzak bir ihtimalken,<br />
İhtilalden sonra aciliyet kazanmıştır.<br />
İhtilalin burada yaratmış olduğu etkilerle ilgili doğrudan bilgiye az sayıda sahibiz.<br />
Hive’de Buhara’nın muhtar hanlıklardan bir anayasa koparabilmek için otonominin<br />
yükselişte olduğu söyleniyor. Dini patlama daha ciddi bir ihtimal. Rusya, Orta Asya’yı<br />
ele geçirmeden önce burası Sünni fanatizminin sıcak olduğu bir bölgeydi. Hive ve<br />
Buhara –ki bunlar hiçbir zaman doğrudan Rusya’nın yönetimi altında olmamışlardır,<br />
burada fanatizm hala devam ediyor gibi görünüyor ve burada küçük bir kıvılcım büyük<br />
bir dini patlamayı beraberinde getirebilir. Eğer Rusya parçalanacak olursa Orta Asya<br />
buradan ayrılacak ilk parça olur. Taşkent ve Trans- Hazar demiryolu kesilirse, burası<br />
Rusya’daki sert steplerle ve çöllerle izole edilmiş bir hale gelecektir. 19. yüzyılda bu<br />
kuşağın üzerinden geçmek ve ötesindeki eyaletleri fethetmek, Çar’ın 20 yılını almıştır.<br />
Avrupa Savaşıyla parçalanmış bir Rusya ve İhtilal, bunu yeniden ele geçirilmesi belli<br />
olmayan bir zamana kadar erteleyecektir, aksi takdirde hiçbir zaman bu gerçekleşmez.<br />
Rusya’nın “parçalanması” böylelikle Orta Asya’da Osmanlı irredantizmi için<br />
başka hiçbir Türkçe konuşulan bölgede olmadığı kadar büyük bir fırsat yaratır. Orta<br />
Asya’da Pan-Turanizm ve Pan- İslamizm’in herhangi biri diğeri ile anlaşmazlık içinde<br />
değildir.<br />
Bütün nüfus Türk, bütün nüfus Sünni ve mevcut yönetim bir Müslüman<br />
devletin devamı değil, ancak Hıristiyan bir istilacıdır. Eğer, Rusya, İran veya Orta<br />
Asya’dan gelecek bir güçle yok olacak olursa, Alman- Osmanlı diplomasisi, Orta<br />
Asya’da bir Türk- İslam devleti kurmak için gayret edeceklerdir –ki bu devlet daha<br />
sonra Türk- İran ve Afganistan İslam ittifakına dördüncü bir üye olarak<br />
katılabilecektir.
200 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
Böyle bir ittifak içindeki bir devlet Hindistan’ı ölümcül bir tehlike altına<br />
sokabilir. Bu kuzeybatı sınırında İngiltere karşıtı kabileler arasında, anti- İngiliz bir<br />
hinterland yaratır. Ama eğer ki, Rusya dağılırsa, İngiliz İmparatorluğu bu tehlikeyi tek<br />
elden defetmek zorunda kalacaktır.<br />
Orta Asya’daki Pan- Turanizm meselesi, İngiltere’ye Rusya’nın geleceğine yönelik hayatî bir<br />
önem vermesine sebep olur- Savaştan ayrı, sürekli bir ilgi. Orta Asya’da Türkçe konuşanlar,<br />
Rusya’nın bir parçası olarak kalıp, Baku ve Kazan’a yönelebilirler veya Rusya’dan<br />
kopup İstanbul’un çekim alanına girerler ki bu hal doğrudan bizim güvenliğimizi zarara<br />
uğratır.<br />
(h) Yakutlar ( yaklaşık 250.000)<br />
Yakutlar, Türkçe konuşan bir kabile olarak Lena Nehri havzasından, Buz Denizi<br />
sahillerine uzanan geniş bir alana seyrekçe dağılmışlardır. Bunlar, Pan-Türk hareketin<br />
menzilinden oldukça uzaktırlar; birincisi ya pagandırlar ya da teoride Hıristiyan’dırlar,<br />
Müslüman değil, ikincisi Türk ırkının diğer kollarından Türk olmayan geniş bir nüfus<br />
kuşağıyla ayrılmışlardır- pagan Tungus ve Budist Moğollarla.<br />
10. Türkleştirmenin Osmanlı İmparatorluğundaki Görünüşü<br />
Türkiye’nin dışında, Türkçe konuşan insanlar dünyasında yapılan bir çalışma gösteriyor<br />
ki, Osmanlı irredantizmi Rusya’da bir “dağılma” söz konusu olduğunda ciddi bir<br />
olasılık haline gelebilir. Geriye Pan-Turanizmin diğer hedefi olarak Osmanlı sınırları<br />
içinde Türk olmayan ulusların Türkleştirilmesi incelenmek üzere kalır. Bu öncelikle<br />
Türkiye’nin Avrupa Savaşı’ndan sonra ortaya çıkacak sınırlarına bağlıdır.<br />
a. Türkleştirme ve Araplar<br />
İ.T.C.nin Arap politikası, Savaş’ta en büyük başarısızlıkları oldu. Bunun boyutu, Büyük<br />
Britanya tarafından desteklenen Arap hareketinin başarısıyla ölçülebilir/<br />
değerlendirilebilir. Ancak, İ.T.C. nin bu kartımızı oynamaya izi vereceklerini sanmak<br />
yanılgı olur, Pan- Turanizm hareketinin sonunda bu kadar geç bir vakitte dahi olsa,<br />
Arapların bize yöneleceğini sanmak güvenli olmaz. Biz ve Şerif, propagandamızda,<br />
İ.T.C.nin Arap milliyetçiliğine karşı planlarına yönelik büyük önem verdik. Ancak<br />
İ.T.C. ne ölçüde gerçekten Arap eyaletlerini Türkleştirmek istedi? Pan- Turanist<br />
feminist Halide Edip Hanım’ı Beyrut’ta yeni bir devlet üniversitesinin başına atadıkları<br />
doğru ama burada amaçları, Beyrut’taki Fransız ve Amerikan enstitülerinin yine<br />
Osmanlı hükümeti idaresi altında yeni enstitüler kurmaktır. Bu sebeple, İ.T.C.nin<br />
öncelikli hedefi milliyetçilik değil ama siyasidir- İmparatorluktaki yabancı etkileri yok<br />
etmek amacını taşıyordu, yoksa Arapların etkisini kırarak Türk etkisini yaymak değildi.<br />
Cemal Paşa’nın bazı tanınmış Suriyeli Arap’ı infaz ettiği ya da tutukladığı doğru-<br />
ama bu, Osmanlı hükümetine karşı vatan hainliği yapanlar içindi ( gerçekten bunu<br />
yapmış ya da potansiyel olarak yapmaya hazır kişiler için).<br />
Türk muhalefetinin üyeleri de aynı gerekçeyle ya infaz edildi ya da sürgüne<br />
gönderildiler ve İ.T.C. açıkça, Suriye’de uyguladıkları bu katılıkların ırkî bir zulüm<br />
olarak algılanabileceğini düşünmediler, bu sebeple Ermeni katliamlarına karşı<br />
savunmalarında yabancı bir ırkı ortadan kaldırmaya yönelik bir girişimleri olmadığını,<br />
sadece siyasi hainleri cezalandırdıklarını, gerçekten Suriyeli tanınmış kişilere gönderme
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 201<br />
yaparak ispatlamaya çalıştılar. Bu noktada kendi haklılıklarını ispatlamak için,<br />
muhtemelen Suriye’de hiçbir ırkî yok etme hareketiyle suçlanamazlar.<br />
Türklerin Suriye nüfusunu kasten, açıktan öldürdükleri de söyleniyor, ama bu<br />
sadece Lübnan vilayeti için doğrudur. Türkler, Lübnan’a giden yardımları kestiler ve<br />
azalttılar, kıtlıkla itaat etmelerini sağlamaya çalıştılar. Ama bu Lübnan’ın Arap<br />
olmasından değil, özerk olmasından kaynaklanıyordu. İdari merkezileştirme, İ.T.C.nin<br />
başlıca hedeflerinden biridir ve burada yapmış olduğu faaliyetleri, milliyetçilik<br />
güdüsünün dışında olduğunu açıklamaya kafidir. Suriye’nin geri kalan kısmında büyük<br />
bir endişe hakimdir ama bu, ablukadan ve savaşın yol açtığı organizasyonsuzluktan<br />
kaynaklanır. Bu endişeli durum İ.T.C.nin anti- Arap hareketinin yaratmış olduğu kasti<br />
bir durum olarak açıklanamaz ve Suriye Araplarına, Ermeni katliamları ya da<br />
Yahudilerin Yafa’dan sınır dışı edilmeleri gibi bir şey yapılmadı.<br />
Diğer taraftan İ.T.C.nin gerekirse Araplara imtiyaz vereceklerine dair kesin delil<br />
vardır. Savaşa karışmalarında büyük sebep olan Yemen’deki İmam Yahya’ya bir<br />
müddet sonra bağımsızlık verecektir. İmam bunun için yıllardır mücadele vermektedir.<br />
Benzer bir süreyi Şerif’e de verdiler ve bu durum, onu silah gücüyle ezebilecekleri<br />
umudunu kaybetmelerinden öncedir. 5 Son zamanlarda İ.T.C. nin Suriye,<br />
Mezopotamya ve Ermenistan için barış müzakerelere başlamadan önce cömert bir<br />
proje yapacaklarına dair söylentiler var.<br />
Bu söylentiler doğru gibi görünüyor. “otonomi” Türkiye’nin bütünlüğü<br />
tehlikeye girdiğinde her zaman kullandığı karttır, ama bununla beraber Osmanlı<br />
Avrupa’sında otonomi kartı bağımsızlığa dönüşmüştür, çünkü Türk askeri varlığı<br />
otonomi ile uzaklaştırılmıştır. 6 Asya’da ise Türk egemenliğinin devamı ile<br />
sonuçlanmıştır. Altı Ermeni vilayetine, Rus işgali altındayken, bir kere, 1878’de<br />
otonomi vaadi verilmişti. Bu söz Büyük Güçler tarafından onaylandı ama o günden<br />
bugüne Ermeniler, Osmanlı idaresinden kıyım ve baskı dışında hiçbir şey görmediler.<br />
Zeytin (Kilikya yaylaları) ve Lübnan vilayeti (Suriye’de), Türkiye savaşa girdiğinde<br />
gerçekte otonomiye sahiptiler, ama İ.T.C.nin bunların özerkliğini tekrar ellerinden aldı<br />
ve her iki bölge garnizonluklarına Türk birliklerini yerleştirdi.<br />
Her ne kadar böyle teklifleri iyi niyetle yapmasalar da bu örnekler, İ.T.C.nin<br />
müttefiklerin (İngiltere, Fransa ve Rusya) “ilhakçı” niyetlerini engellemek gerekçesiyle,<br />
Asya’daki tabi uluslarına gözü kara otonomi teklifi yapmalarını cesaretlendirecekti.<br />
Ama samimiyetsiz olduklarını varsaymak doğru mu? İ.T.C.nin en önemli hedefi<br />
Osmanlı İmparatorluğunu bağımsız bir askeri güç haline getirmekti. Müslüman<br />
dünyasını politik harekete geçirecek güce sahip olmak ve bu yolda Türk milliyetçiliği<br />
doktrininin yollarında dikilmesine izin vermeyeceklerdir. Türkleştirme, onların<br />
hedefinin sadece bir aracıdır, ters bir etki yarattığında bunda ısrar etmeyeceklerdir.<br />
Türklerin Araplara yönelik Türkleştirme politikasını terk etmeleri sonucunda ortaya<br />
çıkacak şartların Türklerin nihai amacına ne kadar hizmet edeceği tahmin edilebilir.<br />
Örneğin, Mezopotamya ve Ermenistan’ı yeniden ele geçiremeyeceklerini ama mevcut<br />
savaş haritasının temelleri üzerine barış sağladıklarını varsayalım. Bu durum, Suriye ve<br />
5 İttihatçılar Hicaz’da Şerif Hüseyin’in otoritesini Osmanlı himayesi altında kabule hazır olmakla birlikte<br />
Halifelik iddiasını gündeme getirmesine bile tahammül göstermeyeceklerini vurgulamıştır. Bu tutumları<br />
Pan-İslamist politikaya hâlâ büyük önem atfettiklerinin bir göstergesidir.<br />
6 Bulgaristan, Rumeli ve Girit örneklerinde olduğu gibi.
202 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
kuzeydoğu Mezopotamya’daki beş milyonun üzerindeki Arap ile Anadolu’daki sekiz<br />
milyon Türk’ü birleştirir. Eğer, potansiyel askeri, politik ve ekonomik kaynaklarını<br />
geliştirirlerse ki bunların hepsi Arap bölgesinde bulunmaktadır, Büyük Güç olarak<br />
kalmaya devam ederler. Anadolu değil ama Suriye ve kuzeydoğu Mezopotamya, artan<br />
nüfusun imkanları ve ekonomik üretim ile Osmanlıyı büyük güç olmaya yeterli kılacak<br />
askeri hareketlilik buraya çekilecektir.<br />
Mevcut savaşa kadar, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya her zaman askeri<br />
anlayış ile yönelmiş ve Anadolu’nun Türkçe konuşan kısmını Avrupa sınırına karşı<br />
doğal cephe olarak şekillendirmiştir. Fakat şimdi İ.T.C. 1913’teki Balkan Savaşından,<br />
1866’da Avusturya’nın Prusya Savaşından çıkarmış olduğu kıssadan hisseyi çıkardı.<br />
Batı sınırlarının nihai dengeye kavuştuğuna kara verdiler; bu noktada ne umacakları ne<br />
de korkacakları daha fazla bir şeyleri yoktu, burada eski rakipleri ile dost olmaya karar<br />
verdiler ve yüzlerini kararlılıkla güneydoğuya çevirdiler. 1915 sonbaharında Bulgaristan<br />
lehine Trakya sınırındaki değişim, 1878 müttefik Avusturya’nın yaptığına ahlaken denk<br />
düşer. Avusturya, Balkanlardaki hegomanyası ile bu durumun tazmin edileceğini<br />
umdu; şimdi de Türkiye kendi tazminini İslam dünyasındaki liderliği ile karşılamayı<br />
ummaktadır. Avusturya, dış politikasındaki yeni yönlendirmeyi kendi iç temellerini<br />
genişleterek hazırladı; Türkiye bu tarz bir yeni yönlendirmenin içindedir, bunu benzer<br />
bir yeniden yapılanmayla takip edebilir. Avusturya- Macaristan Drang’ı Osten’e doğru<br />
Macar- Alman ikiliğinin arta kalan kısmıdır; Osten’’a doğru Osmanlı Drang’ı yakın bir<br />
zamanda İ.T.C. tarafından Almanya- Türkiye arasında bir birlikteliğe dönüşebilir.<br />
Böyle bir politika sadece ortamın gerektirdiği bir zorunluluk olamaz, bu İ.T.C. nin<br />
liderlerinin fırsatçı doğasından da kaynaklanır, çünkü bu Pan- Turanizm ile Pan- İslamizm<br />
arasındaki zıtlığı ortadan kaldıracak ve her ikisinin de hedeflerini açıkça takip edebilmelerini<br />
sağlayabilecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu eyaletleri Türk milliyetçiliği için<br />
ayrılabilirdi/ tahsis edilebilirdi ve bütün Türkler için potansiyel odak noktası haline<br />
gelebilirdi. Arap eyaletleri, Arap nüfusları üzerinde diğer Araplar için bir odak noktası<br />
oluşturabilirdi ve İmparatorluğun iki yarısı Toros ve Amanos demiryolu tünelleriyle<br />
birbirine stratejik ve ekonomik yönden bağlanarak devlete Müslüman “büyük güç”<br />
formu kazandırılabilir, İslam dünyasının politik sempatisini arkasına alabilir.<br />
Yeniden düzenlenmiş ve güçlendirilmiş bir Osmanlı İmparatorluğu’nun Rusya,<br />
Fransa ve Büyük Britanya’yı nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bırakacağını belirtmek<br />
gereksizdir. Osmanlı’nın en büyük endişesi, kalan Arap topraklarının Avrupalı güçlerce<br />
elinden alınmasıdır. En büyük hedefi ise, Avrupa hükümetlerinin yönetimi altına giren<br />
Arap eyaletleri ile yeniden birleşebilmektir. Bu eyaletler, yeni Osmanlı devletinin<br />
yarısını oluşturacak otonom Araplarla doğrudan karasal bir bağlantı içinde olacaklar,<br />
büyük kısmı Avrupa savaşına kadar Mezopotamya ve Hicaz gibi Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun eski bölgeleri olacaktı. Bu şartlar altında Osmanlı İmparatorluğu,<br />
kaçınılmaz olarak İngiliz İmparatorluğu’na kuvvetli bir düşmanlık hissedecek ve<br />
muhtemelen İngiliz nüfuzundaki Arap nüfusun bağlılığını kendine çekecekti.<br />
İngiliz çıkarları çerçevesinden bakıldığında otaya çıkan sonuç Arap hareketinin<br />
iki kenarlı keskin bir silah gibi olduğudur. Eğer bunun elimizde kalmasını sağlarsak, bu<br />
bize olağanüstü avantajlar sağlar. Fakat Türkiye kayda değer bir Arap toprağını elinde<br />
bulundurmaya devam ederse, bu onun hala İslami bir güç olarak kalmasını sağlar. İ. T.<br />
C., Arap silahını elimizden zorla almak için hiçbir şey yapmak zorunda kalmayacaktır.
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 203<br />
Bu Pan- İslamik politikadır ve biz eğer Pan- Turanizmin bunu dizginleyebileceğine<br />
güvenirsek kendi propagandamızın safdilliğinin tehlikesi altında kalırız.<br />
b. Anadolu’da Türkleştirme<br />
Türkçe büyük bir güce ve canlılığa sahiptir. Türkçe konuşan insanlar her nereye<br />
gitseler kendilerine panoramik anlamda bir baskınlık yaratırlar. Türkçe dağ, nehir ve<br />
köy isimleri (tekdüze ve özgün olmamakla birlikte) bunlar eski terminolojiyi yoketme<br />
eğilimindedirler ve fethedilmiş yerlerdeki nüfus, her ne kadar Türklerle akraba dışı<br />
evlilik yapmamışlarsa da ve atalarından kalan kültüre ve dine titizlikle bağlı olsalar da<br />
kendi dilleriymişçesine Türkçe konuşmaya başlarlar. Bu süreç Anadolu’da savaştan<br />
önce barış içinde devam ediyordu. Kilikya dağlık bölgedeki Ermeniler arasında bu<br />
süreç tamamlanmıştı- ana dilleri Ermenice yerine Türkçeye dönüşmüştü- ve Kayseri<br />
bölgesindeki kuşatılmış Rum topluluklarının Rumcadan Türkçeye dönüşümleri şaşırtıcı<br />
bir sahneydi. İlk çeviri İncil –ki bunun yapılması Amerikan misyonerlerce faydalı<br />
görülmüştür, Rumca ve Ermenice karakterlerle yazılmış Türkçedir ve 19. yüzyılın<br />
başlarında olmuştur. 1915 baharından beri İ.T.C.nin Anadolu ve Ermenistan’da<br />
gerçekleştirdiği sürgünler- önce Ermenilere şimdi de Rumlara karşı- olmasaydı bile<br />
Türkçe, Anadolu yarımadası dışında dahi Ege’den Fırat’a kadar konuşulan evrensel<br />
ana dil olabilirdi.<br />
Ama mevcut katliam ve sınır dışı etmeler, sadece Türkçe olmayan dilleri değil,<br />
Türk olmayan kültürleri de ortadan kaldırdı. Anadolu’nun Türkçe konuşan ya da yarı<br />
Türkçe konuşan Rumların ve Ermenilerin din, dil, eğitim, endüstriyel ve ekonomik<br />
verimlilikleriyle birlikte yerleri değiştirildi ve onların yerini Osmanlının Avrupa’da<br />
kaybedilen eyaletlerinden gelen göçmenler, muhacirler aldı. Bunlar muhtemelen<br />
Anadolu’daki yerli Türklerden daha yüksek bir kültür seviyesine sahiptirler. Ancak<br />
güçlüklerle gaddarlaştırılmış ve gönüllü sürgünleriyle fanatikleştirilmişlerdir.<br />
Muhacirler, bir medenileştirme aracı olarak Rumların ve Ermenilerin kaybından<br />
kaynaklanan eksikliği tazmin etmekte oldukça yetersizdirler. (Anadolu’da ve Fırat’ın<br />
doğusundaki Ermenistan’da her ne oranda olursa olsun) Mezopotamya’daki sürgün<br />
kamplarında hala hayatta olan Ermenilerin geri dönmesi için ihtimal çok küçüktür.<br />
Düşük seviyeli Türk barbarlığından sonra Ermenistan’ın savaşı takiben yeniden<br />
inşasına ihtiyaç olacaktır.<br />
Rumeli muhacirleri ile karışmış yerli Anadolu Türk halkı, Türk milliyetçi<br />
hareketinin üzerinde çalışacağı malzeme olacaktır. Bunun beklentileri nelerdir? Eğer<br />
Osmanlı yeterli miktarda ona büyük güç olma imkanı veren Türk dışı bölgeyi elinde<br />
bulundurmaya devam ederse, yaşanacaklar kötü olur. Bu durumda İ.T.C. militarist<br />
emperyalizm talebi için Anadolu’daki Türk halkını kurban edecektir, daha önceden<br />
kurban edildiği gibi. Ama Osmanlı Devleti Anadolu ile sınırlı kalırsa, bu tutkularının<br />
kırılması mümkündür ve milliyetçiliğin yapıcı tarafı –Pan-Turanist harekette Halide<br />
Edip Hanım gibi figürlerle temsil edilen- daha ön plana çıkabilir.<br />
Bu durumda, Balkan milletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp<br />
bağımsızlıklarını kazanmalarına benzer bir yükselişin Anadolu’da bir Türk milli<br />
devletinin kurulması için gerçekleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok.<br />
Anadolu Türklerinin, Balkan insanlarından daha az medenileşme yetisine sahip<br />
olduğuyla ilgili bir şüphe duymak için hiçbir sebep yoktur. Osmanlı Türkü’nün çok az<br />
bir kısmı Orta Asya Türk kanını taşımaktadır; Anadolu Türk’ünün ırkındaki en güçlü
204 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
halka 11. yüzyılda ülkeyi kontrol altına alan Selçuklular zamanında kitlesel olarak<br />
Türkleşen Anadolu köylüsüdür. Eski Anadolulular Grek ve Roma Medeniyetlerini<br />
asimile edebilmişlerdir; neden Osmanlı’nın ataları modern Avrupa’yı asimile<br />
etmesinler? Bu durumda sadece süreç daha yavaş olacaktır. Şu anda Türkler, Greklerin<br />
ve Sırpların bir asır önce olduğundan daha geri durumdalar ve İslamiyet gelişmiş bir<br />
milliyetçilik karşısında Ortodoks kilisesinden daha büyük bir handikaptır. Türk milli<br />
uyanış hareketinin ilk adımı mutaassıp İslamcı geleneğine karşı bir mücadele başlatmak<br />
olacaktır. Bu mücadele “Tekin Alp”in ifade ettiği gibi Avrupa’daki ruhban karşıtı alaycı<br />
hafif bir mücadele değil gerçek bir kavga olacaktır. Eğer bu tarz yapıcı bir hareket<br />
gerçekten ayarlanabilirse, bu Kazan, Baku Tatarları ve Rusya’nın diğer Türkçe konuşan<br />
nüfusu tarafından desteklenir ve gerçekte eğer Rus İmparatorluğu’nun federasyonu ve<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması savaşın bir sonucu olarak başarılabilirse, Rus<br />
Tatarları muhtemelen, Rusların Balkan Slavlarının tarihinde üstlendiği rol gibi Anadolu<br />
Türklerinin milli uyanışında katkı sağlayan bir rol oynayacaktır. Bu, Pan- Turanist<br />
fikrin hem muhtemel hem de arzu edilen gerçekleştirilmesinin tek yoludur.<br />
Sonuç<br />
(a) Osmanlı Türkleri Avrupa’daki hiçbir ulusla “Pan- Turanist” akrabalık<br />
hissiyatına sahiptir. İ.T.C. nin Avrupa politikası oldukça hissiyatsız, en az Avrupa<br />
kontrolü ile en fazla Avrupa yardımını amaçlayan bir politikadır.<br />
(b) Osmanlı İmparatorluğunun gücü de facto olarak Anadolu Türkleri üzerinde<br />
devam etmektedir ve dünyanın bütün Türkçe konuşan nüfusları arasında bariz bir dil<br />
akrabalığı vardır. Bu sebeple, doğal olarak Osmanlılar arasında Türk milli şuuru<br />
meydana gelebilecek ve bu “Pan- Türk” bilinciyle beraber yol alacaktır.<br />
(c) Milliyetçilik, Osmanlılar arasında Balkan Savaşı şokuyla desteklenmiştir, ama<br />
doktrine milliyetçilik ile İ.T.C. nin milliyetçiliğinin ayrımı önemlidir. İ.T.C. Osmanlı<br />
Devletinin bekasını her zaman Türk milliyetçiliğinden daha fazla önemsemiştir.<br />
(d) Yukarıdakilerin hepsi gösterir ki, İ.T.C. asla Pan-İslami politikasını ne<br />
içeride Türk milliyetçiliğine ne de dışarıda Türk irredantizmine kurban eder.<br />
(e) İ.T.C. için Türk irredantizmi pratik bir politika olabilmek için Pan- İslamizm<br />
ile çarpışır, ama, olası olmamakla beraber, Rusya’nın bölünmesi durumunda bunu<br />
kullanabilirler.<br />
(f) Rusya’nın dağılması, Asya’daki İngiliz çıkarlarını zarara uğratacaktır,<br />
“dağılma” ihtimali büyük oranda Rusya’da Türkçe konuşanların tutumuna bağlıdır ve<br />
bunlar iki merkeze sahiptirler- eski merkez Kazan ve yeni merkez Baku. Bu sebeple<br />
Kazan ve Baku Tatarlarının Rusya’daki gelişmelere karşı alacakları tavır doğrudan<br />
İngiliz çıkarlarını etkileyecektir.<br />
(g) Bizim Arap hareketi ve politikamız için Pan- Turanizm iyi bir propaganda<br />
ama bundan daha fazlası değil. İttihatçılar, Arapları Türkleştirme politikasından, bunun<br />
Osmanlı Devletini zayıflattığını düşündükleri zaman vazgeçeceklerdir. Hatta Araplara,<br />
Osmanlı Devletini Pan- İslami ve anti- İngiliz karaktere sahip bir Türk- Arap devletine<br />
dönüştürmeyi teklif edebilirler.<br />
(h) Eğer Osmanlı İmparatorluğu büyük güç özelliğini kaybederse, Anadolu’da<br />
gerçek bir Türk millî uyanışı yaşanabilir. Bu durumda Rusya’da Türkçe konuşan nüfus,<br />
onun Balkan Slavlarına karşı üstlendiği rolü üstlenerek, Türkler tarafında yer alırlar.
Pan-Turanist fikrin gerçekleştirilebilmesinin tek yolu budur.<br />
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 205<br />
Ek I- Kürtler<br />
Pan- Turanist bakış açısından, Kürtler kayda değer olumsuz bir faktörü<br />
oluşturmaktadırlar. Bunlar, Farsçanın bir lehçesini kullanan İran asıllı insanlardır. Ana<br />
vatanları İran platosunu Mezopotamya havzasından ayıran dağ meralarıdır.<br />
Güneydoğuya doğru akraba dağ nüfusuyla olan Lurlar ve Bahtiyarlar birleşirler. Ancak<br />
yayılmaları ters istikamete, diğer bir ifade ile kuzeybatı yönüne doğru olagelmiştir.<br />
Bu yayılma, Türk göçleri ile yakından ilgilidir. Türkler yönlerini Orta Asya’dan<br />
Kuzeydoğu İran’a çevirdiklerinde, 11. yüzyılda hemen hemen 3.000 yıldır İran<br />
platosunun kalesini ele geçirmiş olan Kürtlere dokunmadılar, onları yerlerinden<br />
etmediler. Kürt dağlarını atlayıp kuzeye doğru Azerbaycan içlerine yöneldiler, Aras<br />
vadisinin yukarısına ve böylelikle Ermenistan ve Anadolu’nun Kürdistan’la teması<br />
olmayan bölgelerine yöneldiler. Anadolu onların hedefi ve Ermenistan onlar için en<br />
kestirme yoldu. Beş asır boyunca aralıklarla devam eden göçler sonucunda, Anadolu<br />
Türk milletinin yeni bir yerleşim yeri haline gelirken, Ermenistan nüfussuz ve yarı izole<br />
bir hale gelmiştir. Bu Kürtler için bir fırsattı. Kürt aşiretleri, Türklerin yaratmış olduğu<br />
boş alana sürüklendiler ve Urmiye ve Van Gölünün etrafındaki alana ve Dicle ile Fırat<br />
vadilerinin üzerine, hemen hemen Karadeniz ve Akdeniz’e kadar yayıldılar.<br />
“Pan- Turanist” coğrafya açısından bu sebeple kendilerine stratejik bir durum<br />
mal ettiler. Kuzey Halep’ten Doğu Bağdat’a stratejik bir kuşak düşünüldüğünde<br />
Anadolu’nun Türkçe konuşan nüfusu ile bir taraftan Kafkas ve Azerbaycan, diğer<br />
taraftan Arap dünyası arasında daimi bir tampon bölge oluşturmaktadırlar. Daha da<br />
önemlisi, Ermeniler ve şimdi Kürt 7 olarak tasniflenen dağlı yerli aşiretler, doğudaki<br />
Türklerle Anadolu (Osmanlı) Türklerini ayırmak için birleşmiş bulunmaktalar. 1915’de<br />
Ermeni katliamı esnasında bir Türk jandarması, bir Danimarkalı Kızıl Haç üyesi<br />
hemşireye 8 “Önce Ermenileri, sonra Rumları, sonra da Kürtleri öldüreceğiz” derken<br />
İ.T.C. nin Ermenilere tutumlarında Pan-Turanist düşünce bir motivasyon aracı olduğu<br />
kadar, jandarma, üstlerinin uyguladığı politikanın mantıki sonucunu da söylemiş<br />
oluyordu.<br />
Diğer taraftan eski rejim altında, Osmanlı İmparatorluğu merkezileşmeye veya<br />
ulus devlet olmaya soyunmadan önce, Kürtler, Osmanlı Devleti’nin en sadakatli ve iyi<br />
destekleyicileriydiler ve onların kuzeye ve batıya yayılmaları, Osmanlının<br />
cesaretlendirmesinin bir sonucudur.<br />
16.yüzyılın başında Osmanlılar Ermenistan’ı istila ettiklerinde onların öncelikli<br />
hedefi İran’a karşı bir siper oluşturmak ve Kürt aşiretlerini bu amaçla<br />
konuşlandırmaktı. Farsça lehçelerine karşın Kürtler hiçbir zaman bir İran milliyeti<br />
hissinin işaretini göstermediler. Kürtlerin <strong>sosyal</strong> bilinçleri aşiret ile sınırlıydı, ve yegane<br />
aşiret hedefi dış kontrolden uzak kalabilmekti. Aşiret bağımsızlığı için uzakta bulunan<br />
Osmanlı hükümetine göre yakınlarındaki İran hükümetini daha zararlı ve büyük bir<br />
tehlike olarak görmüşlerdir. Osmanlı idaresi, Kürt aşiretleri üzerindeki asgari<br />
egemenliğinden memnundu ve bunun karşılığında aşiretler Osmanlı<br />
7 Temelde Dersim dağlık bölgesinde Fırat’ın iki kolu arasında.<br />
8 Türk göç yolu boyunca Erzurum’dan Sivas’a bir seyahatteydiler. ( Bkz. Mavi Kitap, misc. 31 (1916), s.<br />
253.)
206 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
İmparatorluğu’nun İran sınırını koruyorlardı. Boşnakların ve Arnavutların Balkanlarda<br />
üslendikleri rolle aynıdır.<br />
Kürtler ile Osmanlı idaresi arasındaki ayrım, 19. yüzyılın başında Sultan<br />
Mahmut, Kürdistan ve Ermenistan’daki yarı bağımsız Kürt aşiret reislerini azaltmaya<br />
başlayınca ve onların yerine resmi Osmanlı idari yapısının başlangıcını oluşturacak<br />
düzenlemelere başlayınca ortaya çıktı. 9 Merkezileştirme politikası 1890’larda<br />
Abdülhamit tarafından tersine çevrilmiştir. Abdülhamit farklı uyruklara sahip tebaasını<br />
birbirine karşı kullanarak hükümdarlığı altına almayı ve böylelikle bunların bütününü<br />
zayıflatmayı umuyordu. Abdülhamit Kürtlere tüfekleri verdi ve aşiret reislerini<br />
Hamidiye Alaylarının başına getirerek Ermeniler konusunda onları serbest bıraktı.<br />
Ancak klasik Osmanlı politikası İ.T.C. tarafından 1908’de tekrar yürürlüğe sokuldu.<br />
Cemiyet, İmparatorluğu birlik ve içerde güçlenme ile yeniden diriltmeyi umuyordu.<br />
İ.T.C. bir ara Kürtleri hükümetin kontrolü altına girmeye çağırdı. İbrahim Paşa<br />
tarafından kurulan bağımsız milli konfederasyonun pratikte boyunduruk altına alınması<br />
dikkate değer bir başarıdır. Ama Abdülhamit tarafından kurulan ordulara aynı şeyi<br />
yapamadılar, her ne kadar Hıristiyan nüfusa bu ordulara karşı direnmeleri için müsaade<br />
etmişlerse de.<br />
Avrupa Savaşına katılır katılmaz İttihatçılar bilinçli olarak Abdülhamit’in<br />
politikasına geri dönmüştür. Kürt aşiretlerine daha fazla silah dağıttı, Azerbaycan<br />
işgalinde yer almaları için onları cesaretlendirdi ve Hıristiyanlara karşı onları kışkırttılar.<br />
1915 Nisanından sonra, sınır dışı etme esnasında Ermeni konvoylarındaki kıyım<br />
genelde serbest bırakılan suçluların desteğini de alan ve Osmanlı jandarması tarafından<br />
göz yumulan Kürt çeteleri tarafından gerçekleştirilmişti. Ama bütün Kürtler hükümet<br />
tarafında yer almadılar. Örneğin 10 Kilikya’daki Kürtler, Ermenilere karşı sürdürülen<br />
tutumu, diğer Müslüman nüfusun yaptığı gibi reddettiler ve Dersim dağlık<br />
bölgesindeki Kürtler veya sözde Kürt aşiretleri Harput ve diğer yerlerden gelen<br />
Ermeni mültecilere sığınma verdiler.<br />
Kürtlerin bağımsızlık hissiyatları Osmanlının zorunlu askerlik yasası ile hayal<br />
kırıklığına uğradı.Osmanlı ordusundaki Kürt firarilerin oranı Ermenilerden çok daha<br />
fazladır. Çok sayıda Dersimli aşiret hep birlikte asker vermeyi reddettiler ve Osmanlı<br />
askeri otoriteleri bunların üzerine cezalandırıcı askeri birlikler göndermede başarısız<br />
oldular. Şu anda Dersim, Türkler ile Ruslar arasındaki çizgide hiç kimsenin toprağı<br />
konumunda ve Kürt aşiret reislerinin çoğu Rus etkisi altındadır.<br />
Rus etkisi, Rusya’nın Azerbaycan’ı işgalinden itibaren sürmektedir. Erivan hariç<br />
diğer Kafkas eyaletlerinde doğrudan Rus hakimiyeti altında olan hiçbir Kürt yoktur.<br />
Rusya’nın Azerbaycan’ı işgali, Rus siyasî nüfuzunun Kürtler arasında artmasına<br />
sebebiyet vermiştir. Bu durum aşağı yukarı Abdülhamit’in düşüşüyle ve Türkiye’de<br />
Kürtlere karşı düşmanlık yürüten rejimin başlamasıyla aynı zamana denk düşer. Rusya,<br />
dışarıdan karışıklığa sebep olan bir hükümet olarak Kürtlere İ.T.C.den daha yakın<br />
gelmiştir.<br />
9 Bu Sultan, Yanya’daki Ali Paşa’yı bertaraf eden ve Yunanistan’ı kaybeden kişidir ve burada belirtilmelidir<br />
ki; İ.T.C. aynı politikayı 1908- 1913 arasında Kürtlere uygulayarak başarılı olmuştur. İbrahim Paşa’nın<br />
gücünü kırmıştır. Ama bunu Arnavutluk’ta yapabilmeyi başaramadılar ve Makedonya’yı kaybettiler.<br />
10 Misc. No.31 (1916), s.499.
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 207<br />
Mevcut Savaş esnasında Kürt partizanlığı askerî duruma göre değişiklik<br />
gösterdi. Türkler, Azerbaycan ve Kafkasya’da taarruzda iken Kürtler Türk taraftarıydı.<br />
Sonrasında Rusya Osmanlı topraklarını işgal edince Rus taraftarlığına döndüler. Rus<br />
askeri otoriteleri, Osmanlı Kürtlerine olağanüstü bir destek verdiler, onlara silahlarını<br />
bıraktılar, askeri baskınlarına göz yumdular, sadece geri dönen Ermeni mülteciler<br />
üzerine değil, Rus iletişim hattı üzerine dahi yaptıkları baskınlara göz yumdular.<br />
Kürtler, doğal olarak Çarlık hükümetine Ermenilerden daha yakındılar. Ermeniler,<br />
İhtilalden sonra da Bolşevik askeri otoritelerin Kürt taraftarı tutumlarından<br />
yakınmışlardır.<br />
Rus ordusundaki gönüllü Ermeni askerler misilleme şansını hiç kaçırmadılar.<br />
Gelen bilgiye göre, Ermeni gönüllü askerleri tarafından Van Gölü’nün<br />
kuzeydoğusundaki Kürtlere karşı cezalandırıcı saldırıları kadın ve çocukların katliamı<br />
ile neticelenmiştir. Şu belirtilmelidir ki, bu kötü muameleye Baku Tatarlarının<br />
basınında yer verilmiştir. Şimdiye kadar Tatarlar ile Kürtler arasında ortak payda azdır<br />
fakat eğer Osmanlı Ermenileri federal bir Rus Cumhuriyeti yönetimi altındaki Rus<br />
Kafkas eyaletleriyle işbirliğine girişirse, Kürtlerin ve Tatarların birlikte İslami bir siyasî<br />
blok olarak hareket etmeleri muhtemeldir.<br />
Fakat Kürtlerin geleceği Ermenistan’dan (Ermeniler hangi rejim altına girerlerse<br />
girsinler) çok kuzeydoğu Mezopotamya’da yatar. Burası ekonomik bir kalkınmanın<br />
arifesindedir. Halep ile Musul arsındaki bozkır bölge daha çok Arap toprağıdır.<br />
Bununla beraber Kürtler kışlamak için bu bölgeyi kullanır. Kürtlerin son büyük<br />
reislerinden İbrahim Paşa Viranşehir’i 11 idare merkezi yapmıştır. Fakat tarım şu anda<br />
Halep’ten doğuya doğru giden Bağdat demiryolunu takip etmektedir. Toprakla<br />
uğraşılarında Kürt Bedeviden daha iyi yeteneklere sahip olduğunu göstermiştir. Eğer<br />
bu yüzden ülkenin gelişmesi kademeli olarak devam ederse ve mahalli halk dışarıdan<br />
gelecek insan kaynaklarınca kuşatılmazsa kuzey Mezopotamya Kürt ülkesi olarak tayin<br />
edilmiş görünmektedir. Burada aşiret geleneklerinden ve göçebe alışkanlıklarından<br />
kurtulmuş olarak Kürtler medeniyetin etkilerine daha açık olacaklardır.<br />
Osmanlı Devleti’nin, barış görüşmelerinde buranın kendi ellerinde kalacağını<br />
düşünerek Kürtlerin kuzey Mezopotamya’da ilerleyişlerine karşı politikaları ne<br />
olacaktır? Jandarmanın Danimarkalı hemşireye savurduğu tehdidi uygulamaları<br />
mümkün ama Kürtlerle eski aşiret bağımsızlığı yerine milli otonomi temelli bir uzlaşma<br />
arayışı içine girmeleri daha mümkün görünüyor. Şu ya da bu şekilde bir Türk- Kürt<br />
yakınlaşması Osmanlı geleneğinde vardır, fakat gelecekte Osmanlı Devleti’nin Kürt<br />
politikası Arap politikası sonucunun eklerinden biri olacaktır. Eğer Arap eyaletlerine<br />
otonomi tanırlarsa, bundan artan Kürt tarımsal nüfusu da faydalanacaktır; eğer baskı<br />
altında tutmaya ve Türkleştirmeye karar verirlerse Kürtler ve Araplar benzer şekilde<br />
muzdarip olacaklardır.<br />
Ek – 2 Pan-Turanist Hareketin Anti- İslami Eğilimleri.<br />
Pan- Turanist harekette farklı derecelerde İslam karşıtlığı mevcutur.<br />
(a) Ziya Bey’in grubu, dil meselesi üzerinde İslam ile çatışmada ilk sırada gelir.<br />
Muhtemelen Kuran’ı Türkçeye tercüme etmeyi düşündüler, çünkü İncil ve Hıristiyan<br />
ayin dilinin Protestan Reformasyonu sırasında İngilizce ve Almancaya çevrilmesinin,<br />
11 Cebel Sancar Yezidileri muhtemelen ırkî olarak Kürt olmadıkları halde Kürt diline adapte oldular.
208 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
modern İngiliz ve Alman milli literatürünün temellerini oluşturduğunu biliyorlar. Bu<br />
düşünce esasında İslam dinine, Luther’in faaliyetinden daha fazla karşı değildir ve<br />
Onaylanmış Versiyon’u tercüme edenler anti-Hıristiyancılardı. Fakat tercüme kesinlikle<br />
İslami kanaatlere aykırıdır ve bu sebeple İ.T.C. tarafından kabul edilmemiştir.<br />
(b) Müslüman alimlerin Kuran’ın Türkçeye çevirimine muhalefeti, Türk<br />
milliyetçilerini İslam üzerine skolastik bir kurum olduğu şeklinde eleştirilerine<br />
yönlendirmiştir. “Tekin Alp” in kullandığı “klerikal” sözcüğünün de gösterdiği gibi, bu<br />
sekülarist hareket de bir Avrupa taklitçiliğidir. Eğitim ve hukukun sekülerleştirilmesi<br />
gibi zorunlu reformları da dile getirir ve bu yolda adımlar İ.T.C. tarafından atılmıştır.<br />
İ.T.C. ile doktrinistler arasındaki temel fark, doktrinistler ruhban sınıfı karşıtlığını<br />
ayyuka çıkarırken, İ.T.C. sekülerleşmeyi mümkün olduğunca bölünmeye sebep<br />
olmadan ve hatta İslam karşıtı bir düzenleme olduğunu reddederek uygulamaya<br />
çalışmasıdır.<br />
(c) Milliyetçiler “İslam öncesi” bir hareket başlattılar ki, bu sadece Avrupa’daki<br />
Hinderburg’un tahta idollerinden “Ur-Deutshtum” a paraleldir. Bunlar, Cengiz Han ve<br />
Hülagü gibi pagan Turan fatihlerinin hissi kültlerini yaratıyorlar ( aklıma gelmişken<br />
bunların ikisi de Moğoldur, Türk değil). “Türk Kuji” (Türk Gücü) Topluluğu üyeleri-<br />
fiziki kültürün desteklenmesi için kurulmuş bir topluluk, muhtemelen Slav “Sokol”ları<br />
model alınmıştır- Müslüman isimleri yerine “Turanist” kulüp isimleri almak zorundadır<br />
( örneğin “Muhammed” yerine “Oğuz”). Türk izci grupları kurulmuştur, gruplara<br />
Turani izci (yavru kurtlar) ismi verilmiş, padişah yerine Türklerin hakanını<br />
yüceltmişlerdir. Nihayet Müslümanlar açısından yaratıkların sanatta yer alması tabu<br />
olarak değerlendirilmesine rağmen bayraklarında kurt resmi taşımaktadırlar. Enver,<br />
yavru kurt teşkilatının lideri kabul edilir. İngiliz Savaş Bakanlığınca elde edilen Türk<br />
Genel Kurmayının emrini içeren bir belge, askerlerin dualarına bozkurtu dahil etmeleri<br />
emrini taşımaktadır. Fantastik bir biçimde de olsa Turanist düşünce, ferdî olarak bazı<br />
Türkler arasında derin etki yapmıştır. Örnek olarak Kral Hüseyin’in birlikleri,<br />
Medine’deki Türk komutanın kardeşinin cesedi üzerinden, Türkiye’deki önde gelen<br />
Pan-Turanist Cemiyet olan “Türk Ocağı” tarafından kaleme alınmış aşağıdaki pasajı<br />
içeren bir bildiri çıktı:<br />
“ İslam Ümmeti olarak bilinen büyük hayal ürünü olan, ilerlemenin ve Turan<br />
Birliğinin gerçekleşmesinin önünde engel teşkil eden topluluk şu anda bir düşüşün ve<br />
iflasın eşiğindedir. Bizim umutlarımız ve ilkelerimizin gerçekleşmesini engelleyecek bir<br />
tehlike artık ondan gelemez ve böyle bir şeyi algılamamıza gerek yoktur.<br />
Hindistan’daki Müslümanlar, yapmış olduklarıyla bunu ziyadesiyle kanıtlanmıştır.”<br />
Bu genelge önemini kaynağından ve sahibinden almaktadır, fakat “Paganizme<br />
Dönüş” hareketinin İ.T.C. nin politikalarına etkisi olup olmadığına dair hiçbir ipucu<br />
mevcut değildir.<br />
Ek- 3: İtalya’nın Arnavutluk üzerinde himayesini beyan eden açıklamasına<br />
karşılık, Tüm Rusya Müslümanları Konseyi Başkanı tarafından Rus Dışişleri<br />
Bakanı M. Tereschenko’ya gönderilen açık mektup.<br />
“İtalya”, himayesi altında Arnavutluk’ un bağımsızlığını bildirdi. Eğer basındaki bilgiye<br />
güvenilirse İtalya’nın bu adımı, müttefik güçlerin diplomatik temsilcileri için tam bir<br />
sürpriz olacaktır. Rus, İngiliz ve Fransız diplomatik temsilcileri şunu açıkça İtalyan<br />
hükümetine bildirdiler ki, Arnavutluk meselesi onlara göre savaşın bitiminde uluslar
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 209<br />
arası bir konferansla çözümlenmeliydi. İtalya’nın bu atılımıyla Arnavutluk krizi yükseldi<br />
ve siz -Halk Sekreteri- Demokratik Rusya’nın dış politikası lideri olarak benimsediğiniz<br />
tavır, Tüm Rusya Müslümanları Konseyi’nin İdare Heyetinin bu açık mektubun size<br />
yazmasına sebep oldu.<br />
Arnavutluk’ un Avrupa Güçleri koruması altına düşen kaderi, bu bakımdan<br />
Cezayir, Tunus, Mısır, Fas, Afganistan ve diğer Müslüman devletleri hatırlatmaktadır.<br />
Müslüman insanların bu hikayeleri, Rusya’daki milyonlarca özgür Müslüman’ın<br />
kalbinde güçlü bir duygudaşlık yaratmaktadır. Yukarıda bahsedilen insanların<br />
trajedisine şimdi bir de İtalyan iktidar sınıflarının emperyalist tasarımlarına kurban<br />
giden Arnavut insanları da katılmıştır. Tüm Rus Müslümanları Konferansı, Moskova’<br />
da bir karar aldı, burada konferansın savaşa karşı tutumu belirtilmiştir, “Konferans, bu<br />
dünya katliamının sebebinin Avrupa’nın iktidar sınıfları arasındaki emperyalist<br />
eğilimlerinin bir sonucu olarak görmektedir ve bu politikayı her nerede uygulanırsa<br />
protesto eder, çünkü dünyadaki bütün Müslümanlar, Avrupa emperyalizminin<br />
kurbanıdır.”<br />
Arnavutluk’ un yazgısı, emperyalizm tarihinde, Avrupa’nın yeni soygun<br />
kurgulamalarından biridir ve kurbanlar yine çoğunluk Müslüman insanlardır. Rus<br />
İhtilal Demokrasisi ve ilhak olmaksızın barış ve ulusların kendi kaderlerini tayin<br />
hakkını bir program olarak yürüten partiyle elele vererek Tüm Rusya Müslümanları<br />
Konseyi İdare Heyeti, sizden kesin ve katı bir Arnavutluk problemi politikası<br />
bekliyoruz.<br />
Ama eyvah! Bu umut gerçekleşmedi. Komisyon sizden Rus İhtilali’nin temel<br />
organlarının güçlü sesini tüm dünyaya duyurmanızı bekliyor. Fakat bu beklenti yerine<br />
getirilmemiştir.<br />
Bu sebeple Rusya’daki milyonlarca Demokrat Müslümanlar namına bu<br />
protestoyu yayınlıyoruz.<br />
Bizim İdare Heyetimiz, Geçici Hükümetin Dışişleri Bakanı olarak sizin bu<br />
konuda açık ve kesin bir tavır alabileceğinizi düşünüyor.<br />
Her ne kadar siz Arnavutluk meselesini Uluslar arası Barış Konferansı’nda<br />
çözmekten yana olsanız da herkes plebisit ile kendi kaderini tayin edebilmelidir. Ancak<br />
bu yolla Arnavutluk insanlarının kaderi belirlenebilir.<br />
Rus Demokrasisi, bizim sizden Arnavutluk insanlarının siyasi selfdeterminasyon<br />
hakkını hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde deklere etmenizi<br />
bekleme yetkisini vermiştir.<br />
Yukarıda biraz bahsedildiği kadarıyla ancak böyle bir politika, değerli Rus<br />
Demokrasisi, Tüm Rusya Müslümanları Konseyi’ne, Rus İhtilali’nin yüksek<br />
otoritesinin insan sorumluluğunun içerideki politikası gibi dışarıda da büyük bir<br />
çözümle uyuşması inancı ilham verir. Tüm Rusya Müslümanları Konseyi İdare Heyeti,<br />
bu protestoyu yayınlıyor ve size şunu bildirmenin zorunluluğuna inanıyor; Rusya<br />
Müslümanları Demokrasi anlayışına göre kültürel özgürlüğün esasları ve siyasi kendi<br />
kaderini tayin hakkı, sadece Avrupa insanlarının değil, aynı zamanda Asya ve Afrika<br />
halklarının da hakkıdır. İdarî Heyet, sizin bu noktayı Müttefiklere bildirdiğinizi ve<br />
bunun onların yönetim dairelerince tamamen kavrandığını varsayıyor/umuyor.”
210 Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu<br />
Panturanist Hareket Raporuna Ek<br />
Rapor baskıdayken Pan-Turanist Hareket ile ilgili yeni bir beyanat Enformasyon<br />
<strong>Daire</strong>sine ulaştı. Bu beyanat tarafgir bir belgedir. Bunun yazarı, Pan- Turanist<br />
Hareketin varlığının Büyük Britanya’nın Arap taraftarı politikasının sadece boş bir iş<br />
olduğunu değil aynı zamanda İngiliz çıkarları için büyük bir tehlike arz ettiğini<br />
kanıtlamaya çalışmakta ve Türk Ermenilerini Osmanlı hükümetine karşı ihanetle<br />
suçlamaktadır. Ayrıca kesin gerçekleri içerdiğini iddia etmekte ki, bu doğruysa bizim<br />
raporumuza eklenmelidir.<br />
Belgedeki gerçek öğeler şöyle özetlenebilir:<br />
(i) Hareketle ilgili kişilerin isimleri.<br />
(a) Türkler.—Mareşal Fuat Paşa, Dr. Rıza Tevfik 12, Necip Efendi, Dr.<br />
Abdullah Cevdet<br />
(b) Rusya Müslümanları.—Profesör Yusuf Akçura, Abedullah Tashkendi,<br />
Kniaz Aziz Bey, Prens Kaplan Zade, Şeyh Şamil (19. yüzyılda Dağıstan’ da Rus<br />
ilhakına karşı direnişin lideri)’in oğlu.<br />
(c) Almanlar.—Dr. Martin Hartman; Profesör von Luschan (Avusturyalı),<br />
Rudolf Rotheit; Freiherr von Mackay; Profesör (C.H.?) Becker.<br />
N.B.—Yazar Profesör Hartmann’ın yazılarının M. Leon Cahun’ un yazıları<br />
kadar etkileyici olduğunu ve söylenene göre son zamanlarda bunların Türkiye’ de geniş<br />
bir okuyucu kitlesi bulunuyor. (Hartmann’ın temel eseri iki cilt çalışmadan ve<br />
monografiden oluşuyor, ismi “Der İslamische Orient” )<br />
(ii) Yahudilerin Etkisi<br />
Yazara göre, Hartmann’ın yazıları Pan-Turanist dairede popülerler. Çünkü<br />
bunlar anti-İslamcı ve hareketin içindeki bu anti-İslami eğilimi Selanik Yahudilerine<br />
(16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin sığınma imkanı tanıdığı İspanya Yahudileri soyundan<br />
geliyorlar) ve Dönmelere (bir grup gizli Yahudi Selanik Müslümanı, 17. yüzyıldaki<br />
zaruri Dönmelerin soyundan geliyorlar) bağlar. Hartmann, Türk milliyetçiliği ile<br />
duygudaşlık içindeki Avrupalı Yahudi unsurunu, Asya Türkiye’sindeki Yahudilerden<br />
ayırt ediyor ki bunlar Amerikan Yahudiliği etkisi altındadır ve gözü Filistin’ dedir.<br />
(iii) Bağdat Projesi’nin Terk Edilmesi.<br />
İngilizler’in Mezopotamya’daki başarıları Almanları “Berlin-Bağdat” konusunda<br />
ümitsizliğe düşürdü. Bu konuşma Dr. Helfferich’in kafilesinden ayrılan bir Alman<br />
ekonomistin bağımsız açıklamalarından elde edilmiştir.<br />
(iv) Rusya’daki Tazminat<br />
Diğer taraftan Rusya’nın siyasi ve askeri çöküşü Türklere ve Almanlara her<br />
nerede olursa olsun Rusya aleyhine kayıplarının karşılanması için tazminat aramalarına<br />
sebep oldu. 13 :<br />
“Rus İhtilalinden itibaren, Pan-Turanist Hareket İstanbul ve Berlin’deki<br />
liderlerinin beklemediği büyük hayallerindeki bir kıvılcımı aldılar.<br />
12 Bu kişinin katılımı, onun kişiliğini bilen bir kişinin bildirimine göre şüphelidir.<br />
13 Almanlar şimdi Rusya’ daki Türkçe konuşan ya da Müslüman nüfus üzerinde büyük bir özen<br />
gösteriyorlar yeni Alman iki haftada bir yayınlanan yayını “Der Neo Orient” (Nisan 1917’ de başladı.) özel<br />
ilgilerini bu yayınla duyurmakta ve bu konuda çok sayıda yazıya yer vermektedir. .
K. Tuncer ÇAĞLAYAN 211<br />
Rus İhtilaline kadar Hareket, Rusya’nın İran sınırında bunu engelleyeceğini<br />
düşündükleri için planlarını açığa vurmak gibi niyeti olmayan adamların elindeydi.<br />
Fakat Rus İhtilali, Hareketin çehresini büyük ölçüde değiştirdi.<br />
(v) Berlin-Buhara.<br />
Pan-Turanist politika Arap eyaletlerinin bir kısmının veya tamamının kaybını<br />
hesap etmektedir. Fakat Rusya’nın aleyhine ve Büyük Britanya’nın ulaşamayacağı bir<br />
yerde Turanist temellere dayalı yeni bir Türk İmparatorluğu inşa etme tazminine<br />
yönelik umutların ilk hedefi Rus Kafkasya’sıdır: İlk etapta Kafkaslar üzerinden Rusya<br />
ve Çin idaresindeki geniş Türkçe konuşan Orta Asya nüfusu hedefleniyordu. Son<br />
tahlilde güneydoğu İran’ı Belucıstan ve Afganistan’ı hedeflemektedir. Bu sebeple,<br />
Hareketin emelleri Hindistan güvenliği ile doğrudan çatışmaktadır.<br />
Berlin-Bağdat demiryolu hattı ölebilir ama Küçük Asya ve Kuzey İran’dan<br />
geçecek Berlin-Buhara hattı yaşayacaktır ki bu yeni Alman isteği ve stratejisidir. Bu<br />
yeni stratejik demiryolu eğer gerçekten çare düşünülüyorsa İstanbul’dan Ankara’ ya<br />
olan hattı takip edecektir; ikinci etapta Ankara’dan Sivas’a, bunun daha önceden<br />
yapımına başlandığı söyleniyor, Sivas’ tan Erzincan ve Erzurum’u takip edecektir,<br />
Sarıkamış’ta Kafkas demiryolu sistemine katılmak için. Bu öncelikle İstanbul’un Baku<br />
ve Tebriz ile irtibatını sağlayacaktır ve bunun haricinde iki ayrı rota da mümkündür:<br />
(a) Deniz taşımacılığı Hazar’ın üzerinden, Baku’den Krasnavodskü ve<br />
Krasnovadsk’ tan Trans-Hazar demiryolunun varlığıyla Buhara’ya ve ötesine veya<br />
(b) Yeni bir demiryolu, Tebriz’ den başlayıp kuzeydoğu İran’ a geçen (burada<br />
büyük mühendislik sıkıntıları yaşanmayacaktır.) ve Merv’ de Trans-Hazar demiryoluna<br />
katılacak.<br />
Bu rotaların hepsi İngilizlerin İran Körfezindeki durumları için doğrudan<br />
tehlike arz edecektir ve Hindistan’ı ciddi biçimde batıdan ve kuzeybatıdan tehdit<br />
edecektir.<br />
17.11.17<br />
A. J. Toynbee
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof.Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum<br />
Kalesi ve Hapishanesi *<br />
Kemal DAŞCIOĞLU **<br />
Giriş<br />
Bodrum, eski adlarıyla Halikarnassos, Alikarna, Bedro, Peterium’un M.Ö. 1200<br />
yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahiptir. Heredot Bodrum’un ilk yerli halkı<br />
olarak Lelegler ve Pelasgları göstermektedir. Bodrum tarih boyunca Perslerin,<br />
Makedon'ların, Roma İmparatorluğu’nun ve Bizans'ın egemenliği altında bulunmuştur.<br />
XI. yüzyıl sonlarında Türk egemenliğine giren Bodrum, XIV. yüzyıla kadar birkaç kez<br />
Bizans egemenliğinde kalmıştır. 1414 yılına kadar Menteşe Beyliği’nin elinde kalan<br />
kent, bu tarihten sonra Osmanlı padişahının izniyle Rodos şövalyelerine geçmiştir.<br />
Şövalyeler bodrumu savunmak maksadıyla deniz kenarında bir kale inşa etmişlerdir.<br />
Akdeniz'i bir “Türk gölü” haline getiren Kanuni Sultan <strong>Süleyman</strong> 1522 yılında<br />
düzenlediği Rodos Seferinde Rodos ile birlikte Bodrum'u da Osmanlı topraklarına<br />
dâhil etmiştir. 1<br />
Osmanlı döneminde Bodrum Kalesi toplarla tahkim edilerek muhafızlar<br />
yerleştirilmiş ve askeri mahiyette kullanılmaya devam edilmiştir. 1770’de Rus<br />
donanmasının saldırısına uğrayan Bodrum, 1824 yılında Yunan ayaklanmasını<br />
bastırmak için Osmanlı Donanması için karargâh vazifesi görmüştür. II. Abdülhamit<br />
döneminde Bodrum Kalesi siyasi suçlularla ağır ceza alan tutukluların gönderildiği bir<br />
hapishane olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız savaş gemilerince topa<br />
tutulmuş ve kale dâhil şehirde büyük hasar meydana gelmiştir. 2 İdari olarak<br />
günümüzde Muğla iline bağlı olan Bodrum, XIX. yüzyıl sonlarında Aydın vilayeti<br />
Menteşe Sancağına bağlı bir kaza hüviyetindedir.<br />
Eski çağlardan beri birçok uygarlığa beşiklik etmiş olan Bodrum, tarih boyunca<br />
sürgün yeri, kalebentlik yeri, kürek merkezi ve nihayetinde bir hapishane olarak görev<br />
yapmıştır. Kale günümüzde müze olarak kullanılmaktadır.<br />
Hapishane Kavramı ve Osmanlı Devleti’nde Hapis Cezası<br />
Hapis Arapça bir kelime olup sözlük anlamı; men etmek, engellemek, alıkoymak, bir<br />
yere kapamak, tutmak, tevkif etmek, bir şahsı bir yerde nezaret altında bulundurmaktır.<br />
Istılah olarak; bir kişinin cebren bir yerde tutulması; cezalandırılmak maksadıyla hukuki<br />
** Yrd. Doç. Dr., Pamukkale Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, (kemdas@yahoo.com)<br />
1 Pars Tuğlacı, “Muğla İlinde Osmanlı Şehirleri: Bodrum, Marmaris, Milas, Muğla”, Muğlaname, (Haz. Ali<br />
Abbas Çınar), Muğla/İzmir 2006, s. 45.<br />
2 Tuğlacı, a.g.m., s.45.
Kemal DAŞCIOĞLU 213<br />
tasarruflarının engellenmesi, davası görülünceye kadar kaçmasına engel olmak için<br />
güvenli bir mekânda alıkonulması anlamlarına gelmektedir. Hapis hürriyeti bağlayıcı<br />
cezaların en başında gelir. Bu cezanın infaz edildiği yere Habs, mahbes, hapsedilen<br />
kişiye de mahbus denilmektedir. 3<br />
Osmanlı Devleti’nde hapis cezası ve uygulaması ilk İslâm devletlerininkine<br />
benzer bir seyir takip etmiş, başlangıçta asli ve yaygın bir ceza olarak görülmemiş,<br />
giderek yaygınlık kazanmış ve çeşitli infaz yöntemleri ortaya çıkmıştır. 4 Bilindiği üzere<br />
Osmanlı ceza hukuku şer’i ve örfi hukuk kurallarını içermektedir. Hapis cezası da örfi<br />
hukuk içerisinde yer almakta, kanunname ve adaletnâmelerle düzenlenmektedir. Ta’zir<br />
cezaları arasında görülen hapis cezasının verilmesinde hâkimin, uygulanmasında ise<br />
ehl-i örfün geniş yetkileri vardır. Yetkililerin zaman zaman hapis cezasıyla ilgili<br />
düzenlemelere gittiği görülmektedir. 5 Osmanlı ceza hukukunda hafif ve orta<br />
derecedeki suçlar için para cezasının yanı sıra hapis cezasının da çokça uygulandığı, ağır<br />
suçlar için ise XVI. yüzyıldan itibaren kürek, XVIII. Yüzyıldan itibaren de kalebentlik<br />
cezasının uygulamaya konulduğu görülmektedir. 6<br />
1. Bodrum Hapishanesinin Yeri ve Fiziki Durumu<br />
Bodrum Kalesi: Uzun bir tarihi geçmişe sahip olan Bodrum Kalesi iki liman arasında, üç<br />
tarafı denizlerle çevrili kayalık bir yarımada üzerine kurulmuştur. Kuzey yönünden<br />
karaya bağlıdır. Kare şeklinde bir plana sahip olan kale 180 x 185 metre<br />
ölçülerindedir. 7<br />
Bodrum Kalesi, Rodos şövalyeleri tarafından bir Türk ve Bizans kalesi üzerine<br />
1406–1522 yılları arasında inşa edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde tamir edilmiş ve<br />
ek yapılarla güçlendirilmiştir. Halikarnassos Mausoleumu’nun taşları kullanılarak<br />
yapılan kale, 1522’de Kanuni Sultan <strong>Süleyman</strong>’ın Rodos seferi sırasında İstanköy ile<br />
birlikte Osmanlı topraklarına katılmıştır. Kaleyi XVI. yüzyıl başlarında gören Piri Reis,<br />
Bodrumu küçük bir kale olarak tarif eder. Yine 1671’de bölgeyi dolaşan Evliya Çelebi,<br />
Bodrum’dan henüz çevresinin yerleşime açılmadığı bir kale olarak bahsetmektedir. 8<br />
İki girişi olan kale iç içe üç surdan oluşmaktadır. Kuleler ile güçlendirilen<br />
yapının duvarlarında azize kabartmaları, haçlar ve şövalye armaları bulunmaktadır.<br />
Kalede bulunan kilise Osmanlı egemenliği döneminde camiye çevrilmiştir. 9<br />
3 Ali Bardakoğlu, “Hapis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt:16, s. 54; Metin Hülagu; Hapis<br />
Cezası, Rey Yayıncılık, Kayseri 1996, s. 5–6; Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 11.<br />
Baskı, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara 1993, s. 304.<br />
4 Bardakoğlu, a.g.m., s. 63.<br />
5 M. Akif Aydın, “Osmanlı Ceza Hukuku”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt.7, s. 478–480;<br />
6 Uriel Heyd, Studies in Old Otoman Criminal Law, Oxford, London, 1973, s. 303–304.<br />
7http://www.kulturturizm.gov.tr/TR/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF1AD8E71A9A9C292566D<br />
0D09E4A9A74F3 (01.08.2007); T. Oğuz- Uğur Yenseni-M. Oğuz Hamza, Bodrum, Rehber Basım<br />
Dağıtım, İstanbul 2002, s. 23.<br />
8 Tuncer Baykara, “Bodrum”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt:6, s. 248.<br />
9 Yurt Ansiklopedisi, “Muğla”, c. 8, Anadolu Yayıncılık, İstanbul 1982–83, s. 5952.
214 Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi<br />
En yüksek kule deniz seviyesinden 47.50 m. yükseklikte Fransız Kulesi'dir. Bu<br />
kuleden başka İngiliz, İtalyan, Alman kuleleri ile Yılanlı kule olmak üzere dört kule<br />
daha vardır. 10<br />
Bodrum Kalesi XIX. yüzyıl başlarında tamir edilerek güçlendirilmiştir. Kısa bir<br />
süre sonra kalenin askeri özelliği değiştirilmiş ve burada sadece topçular bırakılmıştır.<br />
1878 yılında topçu birliği de kaldırılan Bodrum Kalesi, 1895’te hapishaneye<br />
dönüştürülmüştür. I. Dünya savaşı sırasında Fransızlarca bombalanan Bodrum, savaş<br />
sonrasında İtalyan işgaline uğramış ve kale İtalyanlarca karargâh olarak kullanılmıştır.<br />
Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasından sonra İtalyanlar Bodrum’dan çekilmek<br />
zorunda kalmışlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Bodrum bir sürgün yeri, kale ise bir<br />
hapishane olarak kullanılmıştır. II. Dünya Savaşında 1939–1945 yılları arasında askeri<br />
birlikler kaleyi yeniden kullanmışlar ve savaşın bitiminde de burayı terk etmişlerdir. 11<br />
Uzun süre atıl vaziyette kalan kale, 1960 yılında George F. Bass'in Antalya-<br />
Finike-Gelidonya Batığı eserlerini kaleye getirmesiyle, burada bir müze deposu<br />
oluşturulmuştur. 1962 yılında emekli öğretmen Haluk Elbe, Bodrum kalesini müzeye<br />
dönüştürmek üzere buraya atanmıştır. Bodrum Müzesi 6 Kasım 1964'te ziyarete<br />
açılmıştır. Bu tarihte kalenin sonradan Camiye çevrilen Şapeli, Miken Salonu olarak<br />
düzenlenmiştir. Kalenin hapishane döneminde, Osmanlı Türklerince revir olarak inşa<br />
edilen üç odalı bina, Sualtı eserleri bölümü olarak 1966 Ekim'inde açılmıştır. İtalyan<br />
kulesinin altındaki dendaneli yapı da, 1970 yılı Eylülünde Kayra Salonu adı ile<br />
açılmıştır. Günümüzde Bodrum kalesi içinde, ülkemizin tek, dünyanın sayılı<br />
müzelerinden biri olan Sualtı Arkeolojisi Müzesi yer almaktadır. 12<br />
10 Fransız kulesinin alt katı, ibadet yeri olarak yapılan şimdiki Cam Salonu, Liman kulesi ve doğu duvarlar<br />
bu döneme aittir. Temelleri Bizans döneminde atılan Yılanlı kule sağlık ocağı olarak kullanılmıştır. Batı<br />
hendeği ve kale beden duvarları Türkler dönemindendir. 1421–1480 orta dönemdir. İtalyan kulesi 1436'da<br />
bitirilmiştir. Kalenin adı bilinen ilk komutanı Angela Muscetola'nın arması bu kulenin kapısı üzerindedir.<br />
Alman kulesi 1440 yıllarında yapılmıştır. İngiliz kulesinin yapımına IV. Henry zamanında başlanmıştır<br />
(1399–1413). 1482–1494 ara dönemdir. Kalede önemli bir ekleme olmamıştır. Şövalyeler 1495 yılından<br />
sonra, top menzillerinin artmasına paralel olarak, sur önü siper duvarları inşa etmeye başlamışlardır. Bu<br />
eklemeler 1522 yılına kadar sürmüştür. http://www.bodrumonline.com/tarih/kale01.php (03.08.2007)<br />
11 Baykara, a.g.m., s. 248-249.<br />
12 http://www.bodrumonline.com/tarih/kale01.php (03.08.2007)
Kemal DAŞCIOĞLU 215<br />
Bodrum Kalesi 13<br />
23 Mayıs 1844 tarihli belgeye göre, Bodrum Kalesi üzerinde bazı resimli taşlar<br />
bulunduğu ve bu taşlarla ilgili İngiliz elçisi Mösyö Alison’nun bir rapor hazırladığı<br />
anlaşılmaktadır. Söz konusu raporda kalede bulunan mevcut taşlar üzerinde insan ve<br />
hayvan figürleri olduğu belirtilerek beş adet taştan bahsedilmektedir. Bu taşlardan üç<br />
tanesi deniz seviyesinden iki kulaç yükseklikte, biri kalenin ikinci kapısı üstünde, diğeri<br />
ise kalenin ikinci burcunda bulunmaktadır. Alison bu taşların buradan alınarak başka<br />
bir yere taşınmasının bir mahzurunun olup olmadığını sormaktadır. 14 31 Aralık 1845<br />
tarihli belgede ise Bodrum kalesinde bulunan taşların ne durumda oldukları bir tablo<br />
ile belirtilmiştir. Buna göre taşlara birden başlayarak numara verilmiş ve taşların ne<br />
halde oldukları belirtilmiştir.<br />
Bodrumda Bulunmuş Olan Taşların Tarifi<br />
Numara<br />
1 Zeminden on sekiz kadem irtifâğındadır<br />
2 Bu dahi<br />
3 On Kadem irtifâğındadır<br />
4 On kadem irti´fâğındadır<br />
5 Yirmi kadem irtifâğındadır<br />
6 Sandıkda bulunarak zeminden on kadem irtifâğındadır.<br />
7 Dâhili kalede bir merdiven üzerinde bulunarak zeminden altı kadem<br />
irtifâğındadır<br />
8 Bu dahi<br />
9 İç sandığın bir metresi üzerindedir<br />
10 Bu dahi<br />
11 İç metresinde zemine yakın mahallededir<br />
13 www.bodrum.bel.tr/ - 77k – ( 01.09.2007)<br />
14 BOA. A. MKT. nr. 12/65 (5.Ca.1260/ 23 Mayıs 1844)
216 Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi<br />
Uzamanlar ilk üç taşı yerinden çıkarılamaz bulmuşlar ise de deniz suyundan<br />
yıprandığı için taşların çıkarılması elzem bulunmuştur. 4 ve 5. taşların çıkarılmasında<br />
bir problem yoktur. İngiliz elçisi Mösyö Alison’nun raporu doğrultusunda taşların<br />
çıkarılması ve yerlerine benzer şekilde yeni taşlar konulması ve tamir yapılması için<br />
Osmanlı Devleti’nden izin istenmektedir. Neticede kayıt altına alınan bu taşların<br />
çıkarılmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. 15 Bu eserler günümüzde British<br />
Museum'da özel bir salonda bulunmaktadır. 16 1857 yılında çıkarılan mermer taşlardan<br />
bir kısmı İstanbul’a gönderilmiştir. 17 3 Ekim 1918 tarihli belgeden anlaşıldığına göre,<br />
Bodrum kalesine yabancıların ilgisinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Aydın,<br />
Milas ve Bodrum havalisine ilmi araştırmalar yapmak için gelen, Alman Arkeoloji<br />
Müessesesi müdürü Karo ile ikinci müdür Huderet ve arkadaşlarının Bodrum<br />
kalesinde izinsiz olarak hafriyat yapma teşebbüslerine engel olunmuştur. 18<br />
Osmanlı Devleti’ndeki hapishanelerin fiziki yapıları ile ilgili sorunların başında<br />
tamirat, tadilat ve bakım tahsisatları gelmektedir. Ülkedeki her hapishanede olduğu gibi<br />
Bodrum Hapishanesi’nde de bu tür problemlerle karşılaşılmıştır.<br />
Bodrum Hapishanesi: Bodrum Kalesi hapishaneye dönüştürülmeden önce de<br />
kalebentlik, sürgün ve kürek merkezi olarak kullanılmaktaydı. Dolayısıyla o<br />
dönemlerde de bir kısım tamirat ve bakım işleri yapılmıştır. Bodrum Kale<br />
hapishanesinin Osmanlı döneminde geçirdiği tamir ve tadilatlara ilişkin elde ettiğimiz<br />
belgeler pek açıklayıcı olmasa da genel bir fikir vermesi açısından önemlidir. Örneğin<br />
kalesinin harap olan iki adet ahşap köprüsüyle kapı kilitlerinin tamir ve bakımı<br />
gerekmektedir. Gerekli olan para 1385 kuruştur. Ancak merkezden yeterli ödenek<br />
gönderilemeyeceği için paranın mahalli emvalinden ödenmesine karar verilmiştir. 19<br />
İlk hapishane inşaatına başlanacağı dönemlerde bazı sıkıntıların da yaşandığı<br />
belgelerden anlaşılmaktadır. Aydın Valiliğince Dâhiliye Nezaretine gönderilen bir<br />
yazıda, kalenin hapishane haline dönüştürülmesi konusundaki gecikmenin sebebi<br />
olarak inşaat için gerekli olan kereste ve emsali malzeme ile ustaların bulunamaması<br />
gösterilmektedir. Ayrıca inşaata nezaret etmek için Andon adında bir kalfa<br />
gönderilecek ise de projeden (plan) anlayan bir fen memuru veya inşaat mühendisinin<br />
gönderilmesi de talep edilmiştir. 20 Akabinde inşaata nezaret etmek için İzmir’de<br />
bulunan torpido Kolağası Fikri Efendi aylık beş yüz kuruş maaşla tayin olmuştur. 21<br />
14 Haziran 1893 tarihli belgeye göre, Bodrum Kalesi’nin yeniden<br />
düzenlenerek hapishane haline getirilmesi için İzmir Redif Fırkası Erkan-ı Harp<br />
kaymakamlarından Hüsnü Bey görevlendirilmiş ve gerekli keşifleri yaparak sadarete bir<br />
tezkere göndermesi istenmiştir. Hüsnü Bey iki adet harita ile bir keşif defterini tanzim<br />
15 BOA. İ. HR. nr. 32/1478 (2.M.1262/ 31 Aralık 1845)<br />
161844'de yılında İngiliz Elçisi Stradford Canning'in özel isteği üzerine Bodrum'a Charles Alison gelir.<br />
Alison'un görevi Bodrum kalesinde bulunan bütün değerli kabartmaların, sanat eserlerinin bir dökümünü<br />
çıkartıp Canning'e bildirmektir. 1846'da Alison’un raporu okuyan, İngiliz elçisi Lord Stradford Canning,<br />
Padişah Abdulmecid’den Kaledeki eserleri İngiltere’ye götürmek için izin istemiş, Abdülmecid bir ferman<br />
çıkararak eserlerin taşınmasına izin vermiştir. Kabartmalar bir İngiliz savaş gemisine yüklenip İngiltere’ye<br />
götürülmüştür. http://www.bodrum-interact.org/modules.php?name=bodrumtarihi (01.09.2007)<br />
17 Tuğlacı, a.g.m., s.146.<br />
18 BOA. DH. EUM. SSM. nr. 33/23 (3 Teşrinievvel 1334/3 Ekim 1918)<br />
19 BOA. A. MKT. MHM. nr. 388/12 (4. R. 1284/ 5 Ağustos 1867)<br />
20 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (28 Haziran 1309/10 Temmuz 1893)<br />
21 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (24 Mart 1310/5 Nisan 1894)
Kemal DAŞCIOĞLU 217<br />
ederek merkeze göndermiştir. Kalenin 257440 kuruşluk bir masrafla hapishane haline<br />
geleceği ve 700 kişiyi barındırabileceği hazırlanan raporda belirtilmiştir. Ayrıca<br />
tezkerede hapishane yapımına hemen başlanması halinde birkaç ay içinde<br />
bitirilebileceği ve böylece diğer kürek merkezi hapishanelerindeki izdihamın da<br />
hafifletilmiş olacağı ifade edilmektedir. Hapishane tamamlandıktan sonra ise 1500<br />
kuruş maaşla bir müdür, 750 kuruş aylıkla bir kâtip, 200’er kuruş maaşla 10 gardiyana<br />
ve hapishanenin daimi surette muhafazası için bir bölük jandarma temin edilmesi<br />
gerekmektedir. Daha sonra Dâhiliye Nezareti’yle yapılan yazışmalardan kalenin<br />
askeriyeye lazım olup olmadığının da sorulduğu anlaşılmaktadır. Tophane-i Amire<br />
tarafından verilen cevapta kalede bulunan bazı topların buradan alınacağı, burayı<br />
korumakla görevli bir çavuş ile askerin birliklerine geri gönderilecekleri beyanıyla<br />
herhangi bir sakıncanın olmadığı bildirilmiştir. Hapishanenin müdürlüğüne Ada kalesi<br />
müdürü Selim Efendi atanmış, 22 hapishane kâtipliğine de Yusuf Ziya Efendi tayin<br />
edilmiştir. 23<br />
Osmanlı Devleti değişik sebeplere bağlı olarak artan hapishane ihtiyacını<br />
karşılamak için uygun yerlerdeki mevcut kaleleri hapishaneye dönüştürme yoluna<br />
gitmiştir. Bodrum Kalesi de bunlardan biridir. Bu bağlamda, Bodrum kalesinin gerekli<br />
tamirat ve tadilatının yapılarak bir an önce hapishaneye dönüştürülmesi için Adliye<br />
Nezaretinden Aydın valiliğine emir verildiği görülmektedir. Belgeden anlaşıldığına<br />
göre, hapishane tamamlanırsa Draç hapishanesindeki 9 kürek mahkûmu Bodruma<br />
gönderilecektir. Böylece diğer kürek merkezlerinin (Rodos, Akka, Trablusşam, Selanik,<br />
Sinop gibi) yoğunluğu azaltılmış olacaktır. 24<br />
Sadarete ve Adliye Nezaretine gönderilen belgeden, Bodrum Kalesi’nin 31<br />
Temmuz 1894 tarihinde hapishaneye dönüştürülmesi çalışmalarının bittiği<br />
anlaşılmaktadır. Ayrıca gerekli olan memur ve jandarmanın da gönderilmesi talep<br />
edilmektedir. 25 Nihayetinde 1895'te Bodrum kalesi hapishane olarak kullanılmaya<br />
başlanmıştır. Bu dönemde ayrıca Kale içindeki Türk hamamı da inşa edilmiştir. 26<br />
Bodrum hapishanesinin ihtiyacı olan su için de bir çalışma başlatılmış ve gerekli<br />
olan su yollarının inşası için ödenek istenmiştir. Sonraki yazışmalardan anlaşıldığına<br />
göre, su yolları için 11252 kuruş harcanmıştır 27 Yine ilerde mahkûm yoğunluğu olması<br />
durumunda izdihamı önlemek için ilaveten bir koğuşun daha yapıldığı<br />
anlaşılmaktadır. 28<br />
2 Aralık 1914 tarihli belgeye göre, Bodrum kalesi düşman tarafından tahrip<br />
edilmiştir. Bu yüzden hapishanede fiziki şartları son derece bozulmuş ve mahkûmlar<br />
için hapishane olabilme özelliğini kaybetmiştir. 29 Hapishanedeki mahkûmların fiziki<br />
yetersizlikten dolayı Aydın, Denizli, Isparta gibi yakın çevredeki hapishanelere<br />
nakledilmeleri zorunluluk haline gelmiştir. 30<br />
22 BOA. DH. MKT. nr. 40/20 (29 Za.1310/14 Haziran 1893)<br />
23 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (22 Za. 1311/27 Mayıs 1894)<br />
24 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (18. S. 1311/31 Ağustos 1893)<br />
25 BOA. Y..A. HUS. nr. 304/63 (27.M. 1312/31 Temmuz 1894)<br />
26 http://www.bodrum-interact.org/modules.php?name=bodrumtarihi (01.09.2007)<br />
27 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (25 Teşrinievvel 1310/6 Kasım 1894)<br />
28 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (10 Kânunusani 1310/22 Ocak 1895)<br />
29 BOA. DH. MB. HPS. nr.105/41 (14. M.1333/2 Aralık 1914)<br />
30 BOA. DH. MB. HPS. nr.105/30 (24.M.1333/12 Aralık 1914); Bu dağıtımdan önce hapishanede 480
218 Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi<br />
2. Bodrum Hapishanesindeki Mahkûmlar ve Suç Türleri<br />
Osmanlı Devleti’nde XX. yüzyıl başlarına kadar vilayetlerde bulunan hapishane ve<br />
tevkifhanelerin tutuklu ve mahkûmların durumlarını gösteren yoklama defterleri,<br />
Zaptiye Nezaretine gönderilmekteydi. 31 Mebani-i Emiriye ve Hapishaneler İdaresi<br />
kurulduktan sonra ise bu defterler Dâhiliye Nezaretine gönderilmeye başlanmıştır.<br />
Yoklama cetvellerinin Mart, Temmuz ve Kasım aylarının ilk günü yapılması ve<br />
ardından da en seri şekilde merkeze ulaştırılması gerekiyordu. Mevcut hapishane ve<br />
tevkifhanelerden gelen bu bilgiler sayesinde hapishanelerde bulunan mahkûm ve<br />
tutukluların sayıları, suç türleri vb. bilgiler tespit edilip kayıt altına alınarak merkezi<br />
idareye bildirilmiştir. 32<br />
Bodrum hapishanesindeki erkek ve kadın hükümlü ve tutukluların sayısı ile<br />
işlemiş oldukları suçların türlerini gösteren cetveller de dörder aylık dönemler halinde<br />
hazırlanmış ve Dâhiliye Nezaretine gönderilmiştir. 33 Yoklama cetvellerinde geçen<br />
suçlar cinayet, 34 cünha, 35 kabahat36 ve borç şeklinde tasnif edilmiştir. Ancak Bodrum<br />
hapishanesinde daha ziyade cinayet ve cünha suçlarına rastlanılmaktadır. Mahkûm ve<br />
tutuklular zükur (erkek) ve inas (kadın) olmak üzere iki sütun halinde cetvelde yer<br />
almıştır. Bodrum hapishanesindeki tutuklu ve mahkûmları gösteren cetvellerle ilgili<br />
birkaç örnek aşağıda gösterilmiştir.<br />
Menteşe Sancağı Bodrum Kazası Umumi Hapishanesinin<br />
I.Dört aylık Yoklama Cetveli<br />
MEVKUFİN MİKTARI<br />
(TUTUKLULAR)<br />
Yekün<br />
İnas<br />
(Kadın)<br />
Zükur<br />
(Erkek)<br />
MAHKUMİN MİKTARI<br />
(MAHKÛMLAR)<br />
Yekün İnas<br />
(Kadın)<br />
Zükur<br />
(Erkek)<br />
NEV’İ<br />
CERÂİM<br />
- - - 12 - 12 Cinayet<br />
- - - - - - Cünha<br />
- - - - - - Kabahat<br />
- - - 12 - 12 Yekün<br />
1916 senesi Mart ayından Temmuz başına kadar ilk dört aylık yoklama cetveline<br />
göre, Bodrum hapishanesinde cinayet suçundan 12 erkek mahkûm bulunmaktadır.<br />
Görüldüğü üzere hapishanede o tarihlerde kadın mahkûm ve tutuklu yoktur. 14<br />
mahkûm bulunduğu belirtilmektedir.<br />
31Ali Rıza Gönüllü, “20. Yüzyılın Başında Alanya Hapishanesi”, Zindanlar ve Mahkûmlar, (Haz. Emine<br />
Gürsoy-Naskali; Hilal Oytun Altun ), Babil Yayınları İstanbul 2006, s. 61.<br />
32 Ömer Şen, Osmanlı’da Mahkûm Olmak, Kapı Yayınları İstanbul 2007, s. 143–144.<br />
33 Hazırlanan bu cetvellerin altında “ İşbu cedvel senenin her dört mah hitamında mahallince imla<br />
edilecek ve en seri’ vasıtayla Dâhiliye Nezaretine irsal olunacaktır. Yoklama tarihleri Mart, Temmuz ve<br />
Teşrinisani aylarının birinci günüdür. Zikr olunan günlerde bil’icra aynı günün tarihi cedvele vaz’<br />
olunacaktır.” şeklinde açıklama yer almaktadır.<br />
34Cinayet: İdam, kalebentlik, sürgün, ömür boyu medeni haklardan mahrumiyet gibi büyük cezaları<br />
gerektiren suçları kapsamaktadır.<br />
35Cünha: Suç, kabahat, te’dib cezasına müstahak olanın suçu anlamındadır.<br />
36 Kabahat: Kusurlar, çirkin hareketler, çirkin işler, suçlar anlamındadır.
Kemal DAŞCIOĞLU 219<br />
Temmuz 1916’da düzenlenen bu cetvelin altında hükümet tabibi, hapishane umumi<br />
vekili ve bidayet mahkemesi reisinin imzaları vardır. 37<br />
Menteşe Sancağı Bodrum Kazası Merkez Hapishanesinin<br />
I.Dört aylık Yoklama Cetveli<br />
MEVKUFİN MİKTARI MAHKUMİN MİKTARI NEV’İ<br />
(TUTUKLULAR)<br />
(MAHKÛMLAR) CERÂİM<br />
Yekün İnas Zükur Yekün İnas Zükur<br />
(Kadın) (Erkek)<br />
(Kadın) (Erkek)<br />
- - - - - - Cinayet<br />
- - - 5 2 3 Cünha<br />
- - - - - - Kabahat<br />
- - - 5 2 3 Yekün<br />
14 Temmuz1916 tarihli cetvele göre, hapishanede 3’ü erkek 2’si kadın toplam 5<br />
kişi cünha suçundan mahkûm bulunmaktadır. Hapishanede tutuklu bulunmamaktadır.<br />
Mahkûm sayılarının toplamı 5’dir. 38 Bu bilgilerin Dâhiliye Nezaretine ne zaman<br />
gönderildiği belirtilmemiştir.<br />
Menteşe Sancağı Bodrum Kazası Merkez Hapishanesinin<br />
2.Dört aylık Yoklama Cetveli<br />
MEVKUFİN MİKTARI MAHKUMİN MİKTARI NEV’İ<br />
(TUTUKLULAR)<br />
(MAHKÛMLAR) CERÂİM<br />
Yekün İnas Zükur Yekün İnas Zükur<br />
(Kadın) (Erkek)<br />
(Kadın) (Erkek)<br />
- - - - - 10 Cinayet<br />
- - 1 14 4 10 Cünha<br />
- - - - - - Kabahat<br />
1 - 1 24 4 20 Yekün<br />
Bodrum hapishanesinin ikinci yoklama cetvelinde hem mahkûm hem de<br />
tutuklu sayısında bir artışın olduğu gözlenmektedir. Buna göre, cinayet suçundan 10<br />
erkek mahkûm, cünha suçundan 10 erkek 4 kadın olmak üzere toplam 14 mahkûm ile<br />
1 erkek tutuklu bulunmaktadır. Hapishanedeki toplam mahkûm sayısı 24, tutuklu sayısı<br />
ise 1’dir. 39<br />
Menteşe Sancağı Bodrum Kazası Merkez Hapishanesinin<br />
3.Dört aylık Yoklama Cetveli<br />
37 BOA. DH. MB. HPS. nr. 29/4 (1 Mart1332/14 Mart 1916)<br />
38 BOA. DH. MB. HPS. nr. 29/4 (1 Temmuz 1332/14 Temmuz 1916)<br />
39 BOA. DH. MB. HPS. nr. 29/4 (1 Teşrinisani 1332/14 Kasım 1916)
220 Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi<br />
MEVKUFİN MİKTARI<br />
(TUTUKLULAR)<br />
Yekün<br />
İnas<br />
(Kadın)<br />
Zükur<br />
(Erkek)<br />
MAHKUMİN MİKTARI<br />
(MAHKÛMLAR)<br />
Yekün İnas<br />
(Kadın)<br />
Zükur<br />
(Erkek)<br />
NEV’İ<br />
CERÂİM<br />
- - 2 - - 10 Cinayet<br />
- - 1 14 4 10 Cünha<br />
- - - - - - Kabahat<br />
3 - 3 24 4 20 Yekün<br />
Hapishanenin üçüncü dört aylık yoklama cetveline bakıldığında önemli bir<br />
değişikliğin olmadığı görülecektir. Erkek ve kadın mahkûmların sayıları ve suç türleri<br />
aynı kalırken sadece tutuklu sayısı iki kişi artmıştır. 40<br />
Menteşe Sancağı Bodrum Kazası Merkez Hapishanesinin<br />
Dört aylık Yoklama Cetveli<br />
MEVKUFİN MİKTARI<br />
(TUTUKLULAR)<br />
Yekün<br />
İnas<br />
(Kadın)<br />
Zükur<br />
(Erkek)<br />
MAHKUMİN MİKTARI<br />
(MAHKÛMLAR)<br />
Yekün İnas<br />
(Kadın)<br />
Zükur<br />
(Erkek)<br />
NEV’İ<br />
CERÂİM<br />
- - - 7 - 7 Cinayet<br />
- - - - - - Cünha<br />
- - - - - - Kabahat<br />
- - - 7 - 7 Yekün<br />
1332 Teşrinisani’den 1333 Mart ayına kadar dört aylık hapishane yoklamasında<br />
7 şahsın cinayetten mahkûm olduğu görülmektedir. Hapishanede tutuklu kimse<br />
bulunmamaktadır. Ayrıca kadın mahkûm ve tutuklu da yoktur. 41<br />
Hapishanenin genel durumuna bakıldığında ilk dönemlerinde dört yüz<br />
civarında mahkûm bulunurken sonraki zamanlarda özellikle de I. Dünya Savaşı<br />
yıllarında hapishanede çok az sayıda mahkûmun kaldığı görülmektedir. Muhtemelen<br />
diğer ülke hapishanelerinde olduğu gibi hem fiziki yetersizlik nedeniyle hem de savaş<br />
zamanlarında güvenlik sebebiyle mahkûmlar iç bölgelere sevk edilmiştir.<br />
3. Bodrum Hapishanesinde Gündelik Yaşam<br />
Osmanlı hapishanelerinde asayiş ve güvenlikten birinci derecede müdür ve gardiyanlar<br />
sorumludur. Arşiv vesikalarında geçen ve Bodrum hapishanesindeki mahkûmların<br />
asayiş, güvenlik ve gündelik yaşamlarıyla ilgili bazı bilgi ve belgelere aşağıda yer<br />
verilecektir. Ayrıntılı şekilde olmasa da hapishanede geçen bazı olaylardan genel<br />
anlamda hapishane hakkında fikir sahibi olunabilmektedir.<br />
40 BOA. DH. MB. HPS. nr. 29/4 (1 Teşrinisani 1332/14 Kasım 1916)<br />
41 BOA. DH. MB. HPS. nr. 29/4 (1 Mart1333/1 Mart 1917)
Kemal DAŞCIOĞLU 221<br />
Asayiş: Öncelikle asayiş konusunda diğer bütün Osmanlı hapishanelerinde<br />
olduğu gibi Bodrum hapishanesinde de bir kısım zaafların olduğu görülmektedir. Bu<br />
hem hapishanenin fiziki şartlarının yetersizliğinden hem de bazı görevlilerin<br />
vazifelerini gereği gibi yerine getirmemelerinden kaynaklanmaktadır.<br />
Hapishanenin huzur ve düzenini bozmak isteyen fesatlık çıkaran bazı<br />
mahkûmlarla ilgili olarak Aydın vilayetiyle yazışmalar yapıldığı ve bu tür hareketlerin<br />
önlenmesinin istendiği anlaşılmaktadır. 42<br />
Bazen hapishaneden firar olaylarına da rastlanmaktadır. Örneğin 3 Mayıs 1920<br />
tarihli belgeden anlaşıldığına göre, Kel Ali ve arkadaşı Hidayet Bodrum<br />
hapishanesinden firar etmişler ancak kısa sürede yakalanmışlardır. 43<br />
Nakiller: Bazı olağanüstü durumlarda hapishanelerin yoğunluğu artmakta zaten<br />
kısıtlı imkânlara sahip olan hapishanelerin durumu bir kat daha zorlaşmaktadır. İşte bu<br />
yoğunluk dönemlerinde, çoğunlukla hapishaneler arasında nakillerin olduğu<br />
gözlenmektedir. 2 Ekim 1894 tarihli belge Edirne Hapishanesindeki mahkûmlardan<br />
bir kısmının yoğunluktan dolayı Bodruma sevk edildikleri anlaşılmaktadır. 44 Cüluş-ı<br />
hümayun dolayısıyla affedilenlerin yerine Selanik hapishanesinden mahkûmların<br />
Bodruma sevk edilmeleri talep edilmektedir. 45 Yine Selanik hapishanesinin<br />
yoğunluğundan bahisle Bodrum hapishanesinin ne kadar mahkûm alabileceği<br />
konusunda bilgi istenmektedir. 46 Kosova Vilayeti Gilan Kazasının Şükre Karyesi<br />
ahalisinden olan bir kişi katl maddesinden dolayı Bodrum hapishanesinde mahkûm<br />
iken isteği üzerine kalan cezasını Üsküp hapishanesinde tamamlamasına müsaade<br />
edilmiştir. 47<br />
Bodrum Hapishanesinde gayrimüslimlerin de olduğu anlaşılmaktadır. Üsküp<br />
Divan-ı Harbi tarafından yargılanıp suçlu bulunan Meyhaneci Ribono oğlu David ile<br />
Bob Estoviçe Bodrum hapishanesine gönderilmiştir. 48<br />
Dâhiliye Nezaretine yazılan 13 Eylül 1911 tarihli bir belge, Bodrum<br />
hapishanesinin yoğunluktan dolayı koğuşlarının birleştirildiği, üstelik Suriye’den 40<br />
mahkûm daha gönderildiğinden bahisle artık başka mahkûm kabul edilemeyeceği<br />
bildirilmektedir. Ayrıca yoğunluktan dolayı hapishanede bir takım hastalıklar da zuhur<br />
etmiştir. 49 Yine Divan-ı Harp Mahkemesince Bodrum Kalesi’nde kalebentlik cezası<br />
verilen bir tıp öğrencisi Sinop’a nakli konusunda müracaat etmiş ve şartları daha iyi<br />
olan Sinop Kalesi’ne sevk edilmiştir. 50<br />
Olağanüstü durumlarda hapishanelerdeki mahkûmların yerlerinin<br />
değiştirilebildiği bilinmektedir. I. Dünya Savaşı sırasında da bazı hapishanelerdeki<br />
mahkûmlar daha güvenli yerlere nakledilmişlerdir. Bu bağlamda, Bodrum<br />
42 BOA. DH. MKT: nr. 581/15 (17.C.1320/21 Eylül 1902)<br />
43 BOA. DH. EUM. AYŞ. nr. 39/78 (14 Ş. 1338/3 Mayıs 1920)<br />
44 BOA. Y. PRK. ASK. nr. 101/9 (18.R.1312/2 Ekim 1894)<br />
45 BOA. Y. EE. KP. nr. 20/1936 (28.B.1321/20 Ekim 1903)<br />
46 BOA. Y. EE. KP. nr. 31/3036 (18.N.1324/5 Kasım 1906)<br />
47 BOA. İ. HUS. nr. 163/1326 ( 29 Kânunusani 1326/11 Şubat 1911)<br />
48 BOA. DH. EUM. THR. nr. 30/61 (21 Mart 1326/3 Nisan 1910)<br />
49 BOA. . DH. MB. HPS. nr. 103/34 (19 Ramazan 1329/13 Eylül 1911)<br />
50 BOA. DH. EUM. THR. Nr. 35/2 (21.Ca.1328/30 Haziran 1910)
222 Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi<br />
Hapishanesinden nakledilecek mahkûmların Konya uzak olduğu ve masraflı olacağı<br />
için daha yakın olan Aydın ve Denizli’ye sevkleri uygun görülmüştür. 51<br />
Af: Osmanlı Devleti’nde belli dönemlerde aflar çıkarılarak cezasının üçte ikisini<br />
çekenlerin salıverildikleri ve bu şekilde hapishanelerin yoğunluğunun azaltılmaya<br />
çalışıldığı bilinmektedir. Bunun yanında hapishanelerde sağlığı bozulan mahkûmların<br />
yerlerinin değiştirildiği veya affedildikleri de görülmektedir. 1895 tarihli yazışmadan<br />
anlaşıldığına göre, Bodrum hapishanesinde katl meselesinden dolayı on beş sene ceza<br />
alan bir kişi felç geçirdiği ve sakat kaldığı doktor raporuyla da tasdik edildikten sonra<br />
affedilmiştir. 52 Değişik sebeplerle özellikle XX. yüzyıl başlarında Bodrum<br />
Hapishanesi’nde mahkûmların af edilmeleri ile ilgili pek çok kayda rastlanmaktadır.<br />
Hapishanede Üretim: Hapishanelerdeki mahkûmların üretim faaliyetlerine<br />
katılarak bir işle meşgul olmaları nizamnamelerde belirtilmiştir. Bu anlamda Bodrum<br />
hapishanesindeki bazı mahkûmların sanatlarını icra edemedikleri, kendilerine ihtiyaç<br />
halinde verilmek için hapishane idaresince saklanan paraların kendilerine verilmediği<br />
gibi gerekçelerle Aydın Vilayetine şikâyet dilekçesi yazdıkları görülmektedir. 53<br />
Mahkûmlara Yardım: 1880 tarihli hapishaneler Nizamnamesine göre, Devletin<br />
hapishanede kalanlara belli ölçülerde elbise, yatak, yorgan, yemek vs. yardımı yapması<br />
öngörülmüştür. Hapishanelerde kalan mahkûmların ihtiyaçları için devlet tarafından<br />
belli zamanlarda para gönderilmektedir. Bazen de gönderilen bu paralar yeterli<br />
olmamakta ve idareler tarafından devletten tekrar tahsisat talep edilmektedir. Mesela,<br />
21 Eylül 1898 tarihli belgeden anlaşıldığı kadarıyla ödenek eksikliği yüzünden bazı<br />
mahkûmların ekmeksiz kaldıkları beyan edilmiş ve gereğinin yapılarak mahkûmlara<br />
yiyecek temin edilmesi istenmiştir. Bu sadece Bodrum Hapishanesi için değil diğer<br />
hapishaneler için de geçerli bir durumdur. 54<br />
4. Hapishanenin Sağlık Şartları<br />
Osmanlı hapishanelerinin sağlık şartları ile ilgili düzenleme 1880 tarihli Hapishaneler<br />
Nizamnamesinde ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Buna göre, her hapishanede bir hastane<br />
bulunacak, hapishanelerin sıhhi durumları Adliye Nezareti tarafından tayin olunacak<br />
doktorlar tarafından sağlanacaktır. Doktorlar her gün hasta mahkûmları muayene<br />
edeceklerdir. Diğer yandan hapishane doktoru en az haftada bir defa hapishaneyi,<br />
dükkân odalarını, koğuşları, ceza yerlerini ve diğer alanları kontrol edip gerekli sıhhi<br />
tedbirleri almak ile mükelleftir. Kadınlar için ayrı odalar bulunacaktır. Ayrıca her sene<br />
sonunda hapishanede ortaya çıkan hastalık ve diğer sağlık problemlerine dair bir rapor<br />
Adliye Nezaretine gönderilecektir. 55 Ancak Osmanlı Devleti gerek savaşlar gerekse<br />
sosyo ekonomik buhranlar sebebiyle hapishanelerin sıhhi durumlarını gerektiği gibi<br />
51 BOA. DH. MB. HPS. nr.105/30 (27 Teşrinievvel 1130/9 Kasım 1914)<br />
52BOA. Y. PRK. A. nr. 11/2 (11 Haziran 1311/23 Haziran 1895); Doktorun raporu, “Bodrum<br />
hapishanesi tabibinin rapor sureti: Katil maddesiyle mahkûm olub Bodrum hapishanesinde mevkûf<br />
Manastir vilâyet-i celîlesinin Görice sancağına muzâf Kesire kazâsının Uşak karyesinden Süleymân bin<br />
Ali’in mübtelâ olduğı felc-i nısf-ı tûlânimen ise illet-i merkûme külliyen amelden iskâtını isbât itmekde<br />
olduğı inde'l- mu´ayyene anlaşılmağla işbu rapor bi't-tanzîm takdîm kılındı. ol bâbda fermân. fî 11 Haziran<br />
sene 1311” şeklindedir.<br />
53 BOA. DH. MKT. nr. 363/70 (4 Nisan 1311/16 Nisan 1895)<br />
54 BOA. DH. TMIK. S. nr.22/1 (9 Eylül 1314/21 Eylül 1898)<br />
55 Gültekin Yıldız, Osmanlı Devleti’nde Hapishane Islahatı (1839–1908), Yayımlanmamış Yüksek Lisans<br />
Tezi, M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2002. s. 300–302.
Kemal DAŞCIOĞLU 223<br />
düzeltememiştir. Bu bağlamda Bodrum Hapishanesinin de sağlık şartlarının yeterince<br />
uygun olmadığı söylenebilir.<br />
Belgelerden anlaşıldığına göre, Bodrum Hapishanesinde başlangıçta doktor<br />
bulunmamaktadır. Dolayısıyla hastalara Bodrum tabibi bakmaktadır. Ancak Vasiliyadi<br />
adındaki doktor istenilen düzeyde uzman (usta) olmadığından gereği gibi<br />
ilgilenmemektedir. Bu nedenle uygun bir maaşla hapishaneye İslâm bir tabibin tayin<br />
edilmesi istenmektedir. Tayin edilecek doktorun maaşı 800 kuruş olarak belirtilmiştir. 56<br />
Sadece doktor bulmak işleri düzeltmemektedir. Fiziki şartların uygunsuzluğu da pek<br />
çok mahkûmun hasta olmasına sebep olmaktadır.<br />
Hapishanelerin sağlık şartlarından dolayı bazen mahkûmlar başka yerlere<br />
nakillerini istemektedirler. Bunun için öncelikle doktor raporuna ihtiyaç vardır. Mesela,<br />
Bodrum hapishanesinde on sene kürek cezasına çarptırılmış olan Samval Zeplikyan<br />
adındaki gayrimüslim, Bodrum’un havasına uyum sağlayamadığını, romatizma<br />
hastalığına tutulduğunu ve uzun süredir tedavi olmasına rağmen hastalığının<br />
iyileşmediğini beyan ederek Bodrum’dan Rodos Kalesine geçmeyi talep etmiştir.<br />
Yapılan tahkikat neticesinde doktorun da oluru alınarak bu istek kabul edilmiştir. 57<br />
Benzer bir uygulama nikris (gut) hastalığına yakalanan tebea-i Yunandan Tanaş Potivas<br />
isimli bir kişiye de uygulanmış ve Rodos’a sevk edilmiştir. 58<br />
Yine Bodrum hapishanesinin sağlık şartlarının uygun olmadığı gerekçesiyle<br />
siyasi mahkûm Ragıp ve arkadaşları Sinop veya Dersaadet hapishanelerine<br />
nakledilmelerini talep etmektedirler. 59<br />
5. Hapishane Personeli<br />
Osmanlı Devleti’nde yeni tipte hapishaneler oluşturulurken buraları yönetecek,<br />
asayişini temin edecek, bir takım hizmetleri yapacak görevlilerin de belli kurallar<br />
çerçevesinde belirlenerek alınmaları benimsenmiştir. Osmanlı hapishanelerindeki ilk<br />
ciddi düzenleme diyebileceğimiz 1880 tarihli Hapishaneler Nizamnamesinde bir<br />
hapishanede bulunması gereken görevliler, bir müdür, bir başkâtip, yeteri kadar kâtip,<br />
bir başgardiyan, yeteri kadar gardiyan, bir doktor, bir çamaşırcı, gereği kadar hastane<br />
hademesi, aşçı, imam, rahip, kadınlara mahsus odalarda kadın gardiyan şeklinde<br />
belirtilmiştir. Ayrıca nizamnamede, hapishane müdürlerinin Adliye Nezareti tarafından<br />
atanacağı, yeniden atanacak gardiyan ve kapıcıların yirmi beş yaşından küçük, kırk<br />
yaşından büyük olamayacakları ifade edilmiştir. 60 Bu görevlilere ek olarak mahkûmlara<br />
eğitim vermek için belli zamanlarda dışardan muallimler temin edilmesi de karara<br />
bağlanmıştır. Zikredilen bu görevlilerin sayıları hapishanelerin büyük küçüklük<br />
durumlarına göre değişiklik göstermektedir.<br />
Bodrum hapishanesindeki görevlilerle ilgili belgeler daha ziyade maaş tahsisatı,<br />
ilave gardiyan isteği, görevlilerle ilgili şikâyetlerden oluşmaktadır.<br />
Vazifesini gereği gibi yerine getirmeyen memurlar görevlerinden<br />
alınabilmektedir. İşte bunlardan birisi de Bodrum Hapishane Müdürü Mehmet İzzet<br />
56 BOA. DH. MKT. nr. 2/12 (15. Ca.1312/14 Kasım 1894)<br />
57 BOA. DH. MB. HPS. nr. 103/22 (16.R.1329/16 Nisan 1911)<br />
58 BOA. DH. MB. HPS. nr. 103/15 (22.S.1329/22 Şubat 1911)<br />
59 BOA. DH. MB. HPS. nr. 105/15 (23 Kânunuevvel 1329/5 Ocak 1914)<br />
60 Yıldız, a.g.t. s. 296.
224 Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Bodrum Kalesi ve Hapishanesi<br />
Efendi’dir. Müdür itirazda bulunmuş tahkikat devam ederken hapishanenin önemine<br />
binaen yerine Polis komiseri Ahmet Efendi atanmıştır. 61 Hapishanedeki bir şikâyet de<br />
başgardiyan ile ilgilidir. Buna göre kendisine emanet olarak verilen senedi saklamakla<br />
suçlanan Bodrum Hapishanesi’nin başgardiyanı Mehmet Çavuşun davasının adliyeye<br />
sevk edilmesine karar verilmiştir. 62<br />
Hapishanelerle ilgili önemli konulardan biri de yeteri kadar personel ihtiyacının<br />
karşılanıp karşılanamadığıdır. Hapishanelerin fiziki eksikliklerinin yanında personel<br />
sıkıntısı çekilen zamanları da olmuştur. Özellikle mahkûm sayılarının arttığı<br />
dönemlerde gardiyanlara duyulan ihtiyaç artmıştır. 6 Temmuz 1900 tarihli belgeye<br />
göre, Bodrum hapishanesinde 20 koğuş bulunmakta ve koğuşları 9 gardiyan idare<br />
etmektedir. Ancak hapishane yoğunluğuna gardiyan sayısı yetersiz geldiği için beş<br />
gardiyan ek olarak talep edilmektedir. Bunun için gerekli olan tahsisatın ayrılması da<br />
istenmektedir. Fakat sonraki yazışmalardan gerekli paranın temin edilemediği<br />
anlaşılmaktadır. 63<br />
Hapishanelere gönderilen tahsisat eksikliğinin yanında bazen memur, gardiyan<br />
gibi görevlilerin maaşları da eksik gönderilebilmektedir. Bununla ilgili bir belge de,<br />
Bodrum Hapishanesi memur ve gardiyanlarının maaşlarının eksik gönderildiği<br />
belirtilerek, kalan kısmın bir an önce gönderilmesi talep edilmektedir. 64<br />
Dâhiliye Nezaretine gönderilen bir belgeye göre, Bodrum hapishanesi harp<br />
zamanında bombalanmış, tahrip olmuş ve tamirinin mümkün olmadığı belirtilerek<br />
buradaki mahkûmlar Muğla ve Aydın’a nakledilmişlerdir. Hapishane görevlilerinin<br />
başka yerlerde istihdam edilmelerinin mümkün olup olmadığı araştırılmaktadır. 65<br />
Ancak sonraki yazışmalardan anlaşıldığına göre, müdür ve gardiyanların açıkta<br />
kaldıkları görülmektedir. 66<br />
Bodrum Hapishanesi Personeli (27 Mat 1919)<br />
Memuriyet Türü Aylık Maaşı Kuruş Adet Toplam<br />
Müdür 1500 1 1500<br />
Kâtib 800 1 800<br />
Tabîb 800 1 800<br />
Ser Gardiyan 600 1 600<br />
Gardiyan 500 1 500<br />
“ 450 2 900<br />
“ 400 6 2400<br />
“ 300 3 900<br />
Kadın Gardiyan 300 1 300<br />
Yukarıdaki tabloda 1919 yılındaki Bodrum hapishanesindeki görevlilerin listesi<br />
ne vazife yaptıkları ve aldıkları maaşlar gösterilmiştir. Buna göre, toplam 17 görevli<br />
vardır. Aylık toplam maaşları 8700 kuruş, senelik maaşları toplamı ise 104400 kuruştur.<br />
61 BOA. DH. MB. HPS. nr. 85/12 (5.Z.1327/18 Aralık 1909)<br />
62 BOA. DH. İD. nr.146/-2/42 (11.L.1331/13 Eylül 1913)<br />
63 BOA. DH. TMIK. S. nr. 30/68 (8. Ra. 1318/6 Temmuz 1900)<br />
64 BOA. DH. MB. HPS. nr. 3/32 (1 R. 1330/19 Şubat 1912)<br />
65 BOA. DH. MB. HPS. nr. 163/34 (24 Mayıs 1335/24 Mayıs 1919)<br />
66 BOA. DH. MB. HPS. M. Nr. 40/81 (4. Ra 1338/27 Aralık 1919)
Kemal DAŞCIOĞLU 225<br />
Sonuç<br />
Osmanlı klasik döneminde hapis cezası ve uygulamaları yaygın olarak görülmezken,<br />
XIX. yüzyıl başlarından itibaren ülkenin hemen her yerinde gerek yenileşme hareketleri<br />
ve ceza kanunlarındaki değişikliklere bağlı olarak gerekse dış baskılardan kaynaklanan<br />
sebeplerle hapishaneler kurulmaya başlanmıştır. Özellikle 1880 tarihli Hapishaneler ve<br />
Tevkifhaneler Nizamnamesi göre bütün eyalet, vilayet ve kazalarda modern tarzda<br />
hapishaneler inşa edilmesi için çalışmalar başlamış ya da hapishane yapmaya müsait<br />
binalar tamir edilerek yeni sistem hapishanelere uygun hale getirilmeye çalışılmıştır.<br />
Hürriyeti kısıtlayıcı cezaların başında gelen hapishaneleri geliştirmek için öngörülen bu<br />
iyi niyetli çabalar ne yazık ki maddi olanaksızlıklar yüzünden tam anlamıyla<br />
gerçekleştirilememiştir.<br />
Ülkemizin pek çok yerinde Osmanlı döneminden kalan hapishaneleri görmek<br />
artık mümkün değildir. Varlığından haberdar olduğumuz Anadolu’nun değişik<br />
bölgelerindeki hapishanelerin yerlerinde şimdi başka binalar bulunmaktadır. Bu<br />
durumun istisnaları kale hapishanelerdir. Bu bağlamda Bodrum kale hapishanesi de<br />
şanslı olanlardandır. Kalenin yüzyıllardır tarihi bir değere sahip olması ve 1895’te<br />
hapishaneye dönüştürülmesi günümüze kadar varlığını koruması bakımından önem arz<br />
etmektedir.<br />
Osmanlının diğer hapishanelerinde olduğu gibi Bodrum Hapishanesinin de<br />
fiziki açıdan yeterli olmadığı görülmektedir. Bunun sebebi Osmanlı Devleti’nin içinde<br />
bulunduğu sosyo-ekonomik buhranlardır.<br />
Diğer bir mesele hapishanelerdeki personelin özellikle de gardiyanların<br />
yetersizliğidir. Yeterli ve kalifiye eleman bulunamaması yönetim mekanizmasında<br />
birtakım sorunlara sebep olmuş, hapishanede asayiş ve huzursuzluğun artmasına zemin<br />
hazırlamıştır.<br />
Bodrum Hapishanesi’nin mahkûm görüntüsü daha çok kürek, cinayet gibi ağır<br />
ceza mahkûmlarından oluşmaktadır.<br />
Bodrum Hapishanesinde mahkûm sayılarının fazla olduğu dönemlerde sağlık<br />
şartlarının tam sağlanamadığı ve bir takım hastalıkların oluştuğu görülmektedir.<br />
Bütün olumsuzluklara rağmen hapishanedeki mahkûmlara devlet tarafından<br />
günlük yiyecek, içecek, yatak, battaniye, elbise vs. yardımı yapıldığı anlaşılmaktadır.<br />
Bodrum Kale Hapishanesi, başlangıçtan itibaren kalebentlik, kürek ve sürgün<br />
cezalarının uygulandığı merkezlerden birisi olmuş, tarihin her döneminde önemini<br />
muhafaza etmiştir. Günümüzde ise Bodrum Kale hapishanesi yerini, ülkemizin tek,<br />
dünyanın sayılı müzelerinden biri olan Sualtı Arkeolojisi Müzesi’ne bırakmıştır. Bu<br />
sayede de ülkemiz turizmine önemli katkılar sağlamış ve sağlamaya da devam<br />
etmektedir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Modernleşme-Öncesinde Osmanlı Toplumunda<br />
Eşkıyalık Hareketlerinin Niteliği ve Özellikleri *<br />
Mehmet ÖZ **<br />
Bu incelemede özellikle XVI-XVII. Yüzyıllarda iç karışıklıklar ve eşkıyalık<br />
olgusu üzerinde durulacak, eşkıyalığın niteliği, isyan ve eşkıyalık, eşkıyalık<br />
hareketlerinin <strong>sosyal</strong> ve ekonomik sebepleri ve devletin bunlara karşı izlediği siyaset<br />
tahlil edilmeye çalışılacaktır.<br />
Eşkıyalar ve Devlet adlı kitabında Karen Barkey, “Osmanlı yönetimine karşı<br />
isyanlar olmayışı bilmecesi”nin Fransa’ya bakılarak çözülebileceğini, Fransa’da devlet<br />
karşıtı isyanların çoğunun merkezileşmeden büyük zarar gören köylüler tarafından<br />
çıkarıldığını ve köylülerin bu işte soylularla ittifak yaptıklarını; halbuki Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nda farklı şartlar çerçevesinde patrimonyal bir yönetim biçimi ile<br />
aracılık tarzı merkezileşmenin birlikte yürüdüğü bir sistemin kullanıldığını<br />
belirtmektedir. Devlet görevlilerinin dönüşümlü olarak atanmasının taşrada güçlü<br />
himaye ilişkilerinin kurulmasını engellediği, köylülerin örgütlü olmayışının da buna<br />
eklenmesiyle köylülerle elitlerin birleşme zemininin oluşmadığına işaret ediyor.<br />
Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunda XVI. Yüzyılın sonları ile XVII. Yüzyılda<br />
yaşanan isyanlar aslında farklı bir mana taşır ve bu asiler aslında bir anlamda devlet<br />
tarafından yaratılmış ve kışkırtılmıştır. Osmanlı Devletinin paralı orduları kurup<br />
dağıtması eşkıyalığın artmasına, bunların bastırılması da köylüler nezdinde devletin<br />
merkezi otoritesinin meşrulaştırılmasına hizmet etti. Neticede devlet eşkıyalarla<br />
pazarlık yaparak onları merkezle bütünleştirmenin ve dolayısıyla merkezileşmenin<br />
yollarını aradı. 1<br />
Gerçekten de Osmanlı Devletinin esnek ve pragmatik bir siyasetle eşkıyalık<br />
olaylarının isyanlara dönüşmesini önlemeye veya Celali İsyanları ile artık büyük çaplı<br />
hareketlere dönüşen otoriteye karşı başkaldırı hareketlerini şartlara göre pazarlık ve<br />
bastırma siyasetlerini kullanmak suretiyle etkisizleştirmeye çalıştığı bilinmektedir.<br />
Barkey bu olayların isyan olarak tanımlanmasını doğru bulmaz, Osmanlı Devletinin bu<br />
eşkıya gruplarını ve hareketlerini kullandığını, bunlar ancak tamamen yararsız hale<br />
geldiğinde yok etme siyaseti güttüğünü ileri sürer.<br />
* Bu makale değerli hocam Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın da katıldığı “Osmanlı’dan Günümüze Eşkıyalık, Terör ve<br />
Ayrılıkçı Hareketler” (16-18 Mayıs 2008, İlkadım Belediyesi Samsun) Sempozyumuna sunduğum bildirinin metnidir.<br />
** Prof.Dr., Hacettepe Üniversitesi, Tarih Bölümü<br />
1 K. Barkey, Eşkiyalar ve Devlet-Osmanlı Tarzı Devlet merkezileşmesi, çev. Z. Altok, İstanbul 1999, ss.12-14
Mehmet ÖZ 227<br />
Meseleye yaklaşırken Osmanlı Devletinin reel şartlarının yanında hukuk<br />
açısından da bir değerlendirme yapmak gerekir kanaatindeyim. Bilindiği üzere şak,<br />
bedbaht, talihsiz, günahkâr, asi anlamına gelir. Bunun çoğulu olan eşkıyadır; Türkçe’de<br />
ise kuttau’t-tarîk yol kesen) ve muharib (haydut, harami) kelimeleri eşkıya karşılığında<br />
kullanılmaktadır. Osmanlı kaynaklarında kuttau’t-tarîk tabiri de kullanılmakla birlikte<br />
daha çok şakî ve çoğulu eşkıya ile Celalî, eşirra, haramî, haramzâde, türedi, haydut ve<br />
uğru kelimeleri kullanılmıştır.<br />
Eşkıyalık (hırabe veya kat’u’t-tarîk) genelde silahla veya başka bir şekilde zor<br />
kullanmak suretiyle yol kesip baskın yaparak mala, cana tecavüz, kamu düzeni ve<br />
güvenliği ihlâl olarak tanımlanabilir. İslam hukukçuları arasında, ekol farklılığı<br />
yüzünden suçun tanımı, oluşması vb. konularda farklı yorumlar vardır. Eşkıyalığı<br />
bağydan ayıran fark mevcut siyasî iktidara karşı baş kaldırma niteliği taşımamasıdır.<br />
Suçu işleyenlerin akil baliğ, hür ve İslam ülkesi tebaasından olması şartı aranır. Genelde<br />
kadınların eşkıyalıkla suçlanamayacağı Hanefi hukukunda kabul edilmekle birlikte diğer<br />
ekollere mensup fakihlerin çoğu kadın-erkek ayırımı yapmazlar. En az üç kişinin, şehir,<br />
kasaba ve köy gibi meskun mahaller dışında işlediği saldırı ve soygunlar eşkıyalık<br />
sayılır, ancak bazı fakihler sayı şartı aramaz ve şehir eşkıyalığını da eşkıyalık<br />
kategorisinde değerlendirir. Eşkıyalık suçunun cezası dört türlüdür: öldürülme, asılma,<br />
el ve ayakların çaprazlama kesilmesi ve sürgün. İslam fıkhında had cezaları içinde yer<br />
alan bu cezaların uygulanması zorunlu olup devlet başkanları bunları başka cezalara<br />
çeviremez. 2<br />
Eşkıyalığı zor kullanarak mal gasp etmek ve soygun yapmak anlamında<br />
kullananlar varsa da daha geniş anlamda kullananlar da vardır. Mesela Marksist tarihçi<br />
Hobsbawm’a göre “Görevlilere ücret dağıtmak için para götüren mutemedi köşe<br />
başında basıp soyanlardan teşkilatlanmış asilere ve vur kaç taktiği uygulayan gerillalara<br />
kadar, saldıran ve zor kullanarak soygun yapan herkes kanunlar önünde eşkıyadır.” 3<br />
Ancak ona göre bu resmi tanımı yerine <strong>sosyal</strong> eşkıyalık terimi tercihe şayandır. Zira<br />
kamuoyu <strong>sosyal</strong> eşkıyalara basit suçlular gözüyle bakmaz; onlar adaleti sağlamak için<br />
hareket eden kahramanlar, önderler mesabesindedir. Dolayısıyla bu tür eşkıyalara karşı<br />
halkın hayranlığı ve desteği söz konusudur. Bizim tarihimizde Köroğlu böyle efsanevi<br />
bir kahramandır.<br />
Tekrar İslam ve Osmanlı hukuku bakımından konuya dönersek şekavet ile<br />
isyan, şaki ile asi arasında ayırım yapıldığı malumdur. İsyan veya bağy haddi aşmak,<br />
zulmetmek ve halktan ayrılmak anlamına gelir. Eşkıyalık siyaseten katl cezası ile<br />
cezalandırılan suçlar arasında gösterilir 4 ama yol kesme hakkında Kur’an hükümleri<br />
ışığında eşkıyalığın hadd cezası ile tecziyesi söz konusu olduğundan siyaseten katl ile<br />
cezalandırılmayacağı sonucu ortaya çıkar. Bununla birlikte Osmanlı uygulamasında,<br />
eşkıyalık hareketlerinin yoğunluk kazanması ve bunların yol kesme gerekçesiyle<br />
cezalandırılması halinde önünün alınamayack olması yüzünden devlet bu eşkıyaları asi<br />
saymış ve siyaseten katl ile cezalandırmıştır. Yol kesme ile ilgili olarak ceza<br />
verilebilmesi için “muhafaza altında olan malın gizlice alınması” ve suçun “gece<br />
2 A. Bardakoğlu, “Eşkıya”, TDV İA, c. 11, ss. 463-466.<br />
3 E. Hobsbawm, Eşkıyalar, çev. Orhan Akalın-Necdet Hasgül, İstanbul 1997, s. 11.<br />
4 A. Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Ankara 1963, s. 53. Siyaseten katl, İslam hükümdarının ülke<br />
idaresi ve politika zaruretleri ile verdiği ölüm cezasıdır. (a.g.e., s. 2)
228 Modernleşme-Öncesinde Osmanlı Toplumunda Eşkıyalık Hareketlerinin Niteliği ve Özellikleri<br />
işlenmemesi” gibi bir takım şartlar gerekmekteydi. Devlet eşkıyalık olaylarını bastırmak<br />
için bunlara isyancı muamelesi yapmıştır. Hatta Ahmet Mumcu, İslam hukukunun<br />
isyan ile ilgili hükümlerinin dahi ötesine gidildiği, mesela isyana kalkışanlar itaate davet<br />
edilmeden cezalandırılamayacağı, yine kalkışmadan sonra vaz geçenlerin katlinin caiz<br />
olmadığı gibi hükümlerin pek nazar-ı dikkate alınmadığını iddia eder. 5<br />
Eşkıyalar çoğunlukla reayadan olmakla birlikte askerî sınıf mensuplarının da<br />
yetkilerini kötüye kullanarak haksız uygulamalara giriştiği vakidir. Mamafih bir<br />
memurun eşkıya olabilmesi için silahlanarak “ülkenin iç güvenliğini bozmak, öç almak,<br />
mal zapt ve gasp etmek gibi saiklerle baskın, soygunculuk, yol kesme, adam öldürme<br />
gibi hareketler yapması gerekmektedir.” Ancak bu imkanlara sahip devlet adamlarının<br />
yaptığı bu türden işler eşkıyalıktan ziyade isyan olarak nitelenebilir. 6 Nitekim Celalilerin<br />
huruc ale’s-sultan ve sai bi’l-fesad suçlamalarıyla katilleri caiz olduğuna dair fetvalar<br />
verilmiştir.<br />
Eşkıyaların cezalandırılmasında yargılama yapılır, İstanbul tarafından<br />
onaylanınca siyaseten katl infaz edilirdi. İnfaz işleminde asma ve kafa kesme usulleri<br />
uygulanırdı ama mesela Amasya, Canik, Tokat taraflarında eşkıyalık yapan<br />
Kızılkocaoğullarını bastırmak üzere II. Murad’ın görevlendirdiği Yörgüç Paşa dörtyüz<br />
kadar eşkıyayı bir mağaraya hapsetmek ve içine duman salıp boğdurmak suretiyle idam<br />
ettirmiştir. Esasen eşkıyaya kafa kesme cezası da verilmez ama isyancı sayılıp siyaseten<br />
katl edilirse bu usul uygulanabilirdi. 7<br />
1648’de Sultan İbrahim’in katline karşı harekete geçen ve Yeni Cami’de<br />
toplanan sipahiler hakkında verilen şu fetva, isyancı askerlere eşkıya muamelesi<br />
yapıldığını gösterir:<br />
“Suret-i fetva: Eşkıyadan birkaç kimesneler bir mahalde tahayyüz edip (yer<br />
edinme; şöhret olma) mahkunu’d-dem (masum) olan sulehâ-i Müslimîn’den birkaç<br />
kimesne için şer’an katl olunmak îcâb eder hâlleri yok iken “Elbette katl olunsunlar”<br />
deyip kendilerin ba’zı cesâretine teşebbüs için tecemmu’ ettikleri padişah hazretlerinin<br />
mesmû’-ı hümâyûnları oldukta “İçtimâ’ memnû’dur, cem’iyyetten men’ olunsunlar”<br />
deyü hatt-ı hümâyûn-ı sa’âdet-makrun vârid olup bi’d-def’eât nasîhat olunduklarında<br />
nasîhat kabul etmeyip Hakk’a mutî’ olmayıp fesâd-ı kadîmleri üzre musırr olup “Şer’-i<br />
şerîf ve padişah hazretlerinin muvâfık-ı şer’ olan emrine ve hatt-ı hümâyûna itâ’at<br />
etmeyip ve lâzım olursa mukâtele ederiz” deyü hilâf-ı şer’ mukâtele üzerine musırr<br />
olsalar “Ve in tâ’ifetâni mine’l-mü’minîn e’ktetelû fe-aslihû beynehümâ” âyet-i kerîmesi<br />
(Eğer Müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa onların aralarını bulun. Kur’an<br />
49/9) ve dahi “Üd’u ilâ sebîli Rabbike bi’l-hikmeti ve’l-mev’izati’l- haseneti ve-câdilhüm<br />
bi’lleti hiye ahsen” (Sen insanları Allah yoluna hikmetle güzel ve makul öğütlerle<br />
davet et. Gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Kur’an, 16/25)<br />
fehvâsı üzere ısrar eyleseler “Fe-in bagat ihdâ-humâ ale’l-uhrâ fe-kâtkilü’lletî tebgî hattâ<br />
tefî’e ilâ emrillah” (Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa bu saldıran tarafla Allah’ın<br />
emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Kur’an 49/9) fehvâsı üzere def’-i bi’s-seyf<br />
5 Mumcu, a.g.e., s. 134.<br />
6 A.g.e., 135.<br />
7 A.g.e. 140.
Mehmet ÖZ 229<br />
olunmak müte’ayyin olsa tâ’ife-i merkûmeye mukâbele olunup müdâfa’a-i bi’s-seyf<br />
olunmak şer’ân câiz olur mu? El-cevab: Olur.” 8<br />
Bu metin eşkıyanın padişahın uyarısına rağmen nasihat kabul etmemesi halinde<br />
kılıçla mukabele edilerek bertaraf edilmesini Kur’an’da belirtilen ayet-i kerimelerle<br />
meşrulaştırmaktadır.<br />
XVI-XVII. Yüzyıllarda Eşkıyalık Hareketlerinin Sebepleri<br />
Genelde Akdeniz dünyasında XVI. Yüzyılda giderek tırmanan ve XVII. Yüzyılda<br />
büyük bir problem halini alan eşkıyalıkta nüfus artışı, halkın fakirleşmesi, ticarî<br />
faaliyetin yoğunlaşması ve siyasî iktidarların zaafa uğraması vb. faktörler etkili oldu<br />
.Anadolu’da küçük gruplar halinde bazı çeteler var idiyse de Kanunî’nin şehzadeleri<br />
arasındaki kavgalar bu bakımdan bir dönüm noktası oldu. Yüzyılın sonuna doğru da<br />
yukarıda zikredilen genel sebeplerin yanında Osmanlı ülkesinde yaşanan iç<br />
karışıklıkların etkisiyle gurbet taifesi veya levendât olarak anılan çeteler Celalî<br />
gruplarının oluşumuna zemin hazırladı. 9<br />
XVI. yüzyılın önemli gelişmelerinden birisi askeri alanda idi. Cermen piyadesiyle<br />
başa çıkabilmek için Osmanlı ordusunda tüfek vb. ateşli silahları kullanmayı bilen asker<br />
sayısının artması gerekiyordu. Tımarlı sipahilerin savaşlarda eskisi kadar etkili olmadığı<br />
görülmüştü. 10 Kanunî devrinden itibaren yeniçerilerin sayısı hızla arttırıldı; böylece bir<br />
yandan Yeniçeri Ocağı güçlenirken diğer taraftan da devşirme usûlüne aykırı ocağa<br />
Türk soyundan gelenler de alınmaya başlandı. 11 Bu sürece paralel olarak, özellikle<br />
nüfus artışının da tesiriyle çiftbozanlık hızla artmaya başlamış, köylerini terk eden<br />
gençlerin teşkil ettiği sekban-sarıca (levend) grupları <strong>sosyal</strong> ve idarî düzeni tehdit etmeğe<br />
başlamıştı. 12 Kapıkulu sipahilerini tüfek eğitimine tâbi tutma teşebbüsünde başarısız<br />
olan merkezî yönetime karşı, Kanunî’nin oğulları Bayezid ve Selim’in arasındaki<br />
mücadelede, her ikisi de, ateşli silahları kullanmayı bilen bu sekban ve sarıcaları<br />
kullanmıştı. Daha önce de şehzade kavgalarında ücretli asker (yevmlü) kullanılması söz<br />
konusu olmuş, bu askerler daha ziyade başıboş leventler arasından toplanmaktaydı.<br />
Esasen 16. asır sonlarına doğru reâyâ arasında ateşli silahların kullanımı ve yapımı<br />
yaygınlaşmıştı. Bu dönemden itibaren özellikle ümera kapılarında bu grupların sıkça<br />
kullanıldığını görmekteyiz. Hükümet, Anadolulu keskin nişancıları yüzer kişilik sekban<br />
ve sarıca birlikleri halinde teşkilâtlandırarak savaşlarda kullanmağa başladı ki, bu süreçte<br />
timarlı sipahilerin ihmal edilmesi hız kazandı. 13 Başlangıçtaki amacı, köy kökenli<br />
gençleri düşük seviyede meşrû bir askerleştirmeye tâbi tutmak olan devlet politikaları,<br />
Barkey’nin deyişiyle, ‘resmî taşra kanunsuzluğu’nun ‘gayriresmî taşra eşkıyalığı’na<br />
dönüşmesine yardım etti ve bu ikisi arasındaki fark da bulanıktı. Eyaletlerde denetim<br />
8 Târih-i Na’îmâ, Haz. M. İpşirli, Ankara 2007, c. III, 1187.<br />
9 M. İlgürel, “Eşkıya”, c. XI, TDVİA, 466-469.<br />
10M. Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul 1965, s. 151-155; H. İnalcık, The Ottoman Empire-The<br />
Classical Age, London 1973, s. 48<br />
11 İnalcık, a.g.e., s. 49, Kapıkullarının sayısında 15. yüzyıl ortalarından 16. asır sonlarına kadar üç kat bir<br />
artış vuku buldu. Bkz. H.İnalcık, “Military and Fiscal in the Ottoman Empire 1600-1800”, Archivum<br />
Ottomanicum, VI (1980), s. 289.<br />
12 Cezar, a.g.e., s.169; M. Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası-Celalî İsyanları, Ankara 1975, ss.<br />
119-152.<br />
13 İnalcık, The Ottoman Empire, s.48. Cezar, İki asır müddetle devletin resmî askerliğini yapan ve sayıları bir<br />
ara 100.000’e yaklaşan mirî levendler’e Osmanlı ordusu tasniflerinde yer verilmesini tenkid eder (s. VI-VII).
230 Modernleşme-Öncesinde Osmanlı Toplumunda Eşkıyalık Hareketlerinin Niteliği ve Özellikleri<br />
altında tutulması zor bir güç yaratılmış oldu ve bu güç devleti, pek çok bölgeyi<br />
merkezin denetiminden uzaklaştırmakla tehdit etmekteydi. 14<br />
Merkez ve taşra yönetimiyle askerî sistemdeki değişikliklerin malî sistemde de<br />
bazı tesirler icra etmesi kaçınılmazdı. Bir kere, ücretli askerlerin önem kazanması nakdî<br />
gelirlerin çoğaltılmasını gerektiriyordu. Merkezî hazinenin gelirlerinin arttırılması<br />
zarureti karşısında timar sisteminden iltizam sistemin doğru bir kayma meydana gelir.<br />
Esasen iltizam usûlü, geniş sınırlara yayılmış bölgelerden merkezî bir malî örgüt<br />
marifetiyle vergi toplamanın zorlukları yüzünden ziraî gelirlerin toplanmasında temel<br />
metot olan timar sisteminin dışında, devletin ihdas ve inkişaf ettirdiği ikinci bir metot<br />
olma yoluna çok önceden girmişti. 15 Ancak bu sistemin yaygınlıkla kullanılması ve<br />
gelirlerin yarıdan çoğunun bu usûlle toplanması 16. asrın ikinci yarısından itibaren<br />
gerçekleşecektir. Yine bu bağlamda asrın sonlarına doğru, o zaman kadar savaş<br />
zamanlarında ve ihtiyaç duyulduğunda toplanan avârız vergisinin arttırılarak yıllık hale<br />
getirilmesini zikredebiliriz. 16 Gerek iltizam yönteminin yaygınlaşması, gerekse avârızın<br />
olağan bir vergi hâlini alması reâyânın sıkıntılarını arttıran gelişmelerdi. Mültezimlerin<br />
açgözlülüğünün yol açtığı tahribat sonunda devleti, 17. asrın sonlarında mukataaları<br />
kayd-ı hayat şartıyla iltizama vermek mecburiyetinde bırakacaktı.<br />
Gerek askerî düzendeki değişiklikler, gerekse yeni veya ağırlaştırılmış vergiler<br />
reâyâyı zor durumda bıraktığı gibi, yeterli ücret alamayan veya savaş sonrasında terhis<br />
edilen sekban ve sarıca birliklerinin eşkıyalığa başvurmaları da Anadolu’da toplum<br />
yaşantısını olumsuz yönde etkilemiştir. 17 XVI. asrın sonlarıyla XVII. asrın başlarında<br />
özellikle Anadolu’yu kasıp kavuran ve pek çok köyün terk edilmesine sebebiyet veren<br />
Celalî isyanlarında bu sekban-sarıca topluluklarının faal rol oynadığı bilinmektedir. Yine<br />
bu süreçteki değişikliklerin fakirleştirdiği timarlı sipahiler de Celalî kadroları arasında<br />
yer almışlardı. Bunlara karşı köylerinde kalıp tarımla iştigal eden halka düşen görev ise,<br />
hem devlete vergisini ödemek, hem de bu grupları beslemekti. 18<br />
Levend ve Suhte Eşkıyalıkları<br />
Başlangıçta çiftbozan reaya topluluğu olarak beliren levendler zamanla eşkıyalığa<br />
başlamışlardı. Bunlar, Celalî hareketi başlayana dek genellikle 15-20, en fazla 30-40<br />
kişilik gruplar halinde eşkıyalık yapmaktaydı. Bunların faaliyetleri mühimme<br />
defterlerinde eşkıyadan bazı kimselerin mahkeme basması, suhte ve levendlerin tüfekle<br />
dolaşması, soygunculuk, adam öldürme, eşkıyalık ve nihayet hükümete karşı silah<br />
kullanıp Celalîlik etme şeklinde tanımlanmaktadır. 19 Yine bu faaliyetlere karışan<br />
gruplar ve bunların eylemleri şu şekillerde de tarif edilir: suhte ve levend eşkıyası;<br />
sipahi, subaşı ve çavuşların zulüm ve eşkıyalıkları, ehl-i fesad ve sair eşkıyanın reayaya<br />
zulmü ve ev basıp mal gaspetmesi, kul taifesinin reayaya zulmü ve eşkıya ile işbirliği<br />
yapması, eşkıyanın ve kul taifesinin reayanın karılarını zorla alma veya ırzına geçmesi,<br />
14 Barkey, s. 210.<br />
15 Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Mâlikãne Sistemi”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri, haz. O. Okyar-<br />
Ü. Nalbantoğlu, Ankara 1975, s. 232.<br />
16 Bu konuda bkz. İnalcık, “Military and Fiscal...”, s. 313 vd.<br />
17 Bkz. İnalcık, “Military and Fiscal...”, s.285-6. Öte yandan Akdağ, köylerdeki nüfusun üçte ikisinin evini<br />
terkettiğini yazmaktadır.: “Büyük Kaçgunluk”, s.46.<br />
18 Bu konuda bk. Akdağ, Celalî İsyanları, s.16.<br />
19 Cezar, s. 194.
Mehmet ÖZ 231<br />
oğlan çekip kız kaçırması; zulüm ve tecavüzlere dayanamayan reayanın cila-yı<br />
vatan/terk-i diyar etmesi. 20<br />
Nüfus artışı ve ekonomik zorlukların eşkıyalığa dönüşmesinde rol oynadığı<br />
suhteler de Kanunî’nin son döneminden başlayarak yaklaşık yarım asır problemlere yol<br />
açtı.Büyük şehirler başta olmak üzere medreselere biriken ve gelecek kaygısı taşıyan<br />
suhteler cer ve zekat akçesi toplamak bahanesiyle kırsal kesimde gruplar halinde<br />
dolaşıp eşkıyalık yapmaya başladılar. Rumeli’deki suhte hareketleri Anadolu’ya nispetle<br />
daha kısa sürmüştür. Bunlar da yol kesme, köy basmak, soygun yapmak gibi eylemlere<br />
karışmışlardır. Edirne çevresi, Bursa-Balıkesir-Afyonkarahisar, Manisa-Muğla-Isparta,<br />
Kastamonu-Çankırı-Bolu, Tokat-Amasya-Çorum, Tarsus-Silifke-Manavgat üçgenleri<br />
ve bunları çevreleyen yöreler suhte hareketlerine sahne oldu. Buralarda kervan ve hac<br />
yoları özellikle eşkıyaların en çok ilgilendiği alanlardı. Şehirlerde halk büyük eşkıya<br />
gruplarının saldırıları sırasında kalelere çekilme yoluna gidiyordu. Hükümet bunlara<br />
karşı sefer sırasında sancaklara muhafızlar atanması ve müfettişler gönderilmesi,<br />
gençlerin kefile bağlanması, silahların toplanması, işkence ile yıldırma vb. tedbirler<br />
almaktaydı. 21<br />
Celâlî İsyanları<br />
Avusturya ile savaş sürerken içeride önemli bir güvenlik sorunu biçiminde tezahür<br />
eden bir <strong>sosyal</strong> problem giderek ağırlaşıyordu. Nüfus artışı ve bunun sonucunda kır<br />
kesiminde işsiz ve topraksız kalan gençlerin bir kısmının sekban ve sarıca olarak bey<br />
kapılarına yığılması, fiyat artışları ve devalüasyonun yol açtığı zorluklar, ateşli silahların<br />
yaygınlaşması, taşra idarecilerinin baskıları, savaşlardan kaçan levent-sekban<br />
guruplarının 22 eşkıyalığa dönmesi vb. bir dizi sebeple meydana gelen bir kriz ortamında<br />
özellikle Haçova savaşından sonra eşkıyalık hareketleri geniş çaplı bir isyana dönüştü. 23<br />
Haçova zaferi üzerine veziriâzamlığa getirilen Cağalazade Sinan Paşanın savaş sonrası<br />
yaptırdığı yoklama sonucunda 30.000 kişinin dirliğini kestirmesi ve firarîlerin katli ve<br />
mallarının müsadere edilmesi yolunda emir çıkarttırması Celâlî hareketlerini<br />
şiddetlendirmiştir. 24<br />
20 Geniş bilgi için bkz. Akdağ, Celalî İsyanları, s. 115-152, 283-354.<br />
21 Akdağ, 153-282; Cezar, 196-202.<br />
22 Köy kökenli ve ateşli silah kullanmayı bilen sarıca, sekban ve genel olarak levend olarak anılan bu<br />
unsurlar 16. yüzyılın ikinci yarısından 17. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı ordusunun önemli bir unsurunu<br />
oluşturmuş ve özellikle 17. yüzyıl Anadolu isyanlarında etkili rol oynayarak kapıkulları-ve özellikle<br />
yeniçeriler-ile büyük bir rekabete girmiştir. Bkz. M. Cezar, Levendler . Yeniçeri-sekban çekişmesi ve bunun<br />
sistemdeki yansımaları için ayrıca bkz. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation”.<br />
23 Celâli İsyanları için bkz. Akdağ, -Celalî İsyanları; W. J. Griswold, The Great Anatolian Rebellion, 1000-<br />
1021/1591-1611, Berlin 1983 (Türkçesi: Anadolu’da Büyük İsyan, 1591-1611, çev. Ü. Tansel, İstanbul<br />
2000)..<br />
24 İ.H.Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/1, Ankara 1983, 3. bs., 79-80. Akdağ esasen Celalî isyanlarının daha<br />
önce başladığını, sipahi ve kapıkullarının seferden kaçınmalarının yeni bir şey olmadığını belirterek bir<br />
kısım kapıkulu ve tımarlının zaten fiilen askerlik dışı işlerle uğraştığını, devletin amacının bunları askerî<br />
zümreden çıkarmak olduğunu ileri sürüyor; dolayısıyla kadrolarının büyük kısmını köy kökenli gençler<br />
oluşturmakla birlikte Celâlî isyanları amaç bakımından köylü isyanı niteliği taşımaz: Türk Halkının, s. 369<br />
vd. Barkey de Celâlî isyanlarının köylü isyanı olmayışının üretimin örgütlenme biçimi (çift-hane sistemi),<br />
dirliklerin dönüşümlü tahsisi ve sipahilerin seferler yüzünden sık sık topraklarından ayrı kalışı ve bu<br />
yüzden de sipahilerle köylüler arasında güçlü bir ilişkinin gelişmemesi ve şikayet mekanizmalarının bu iki<br />
kesimin arasını açması gibi yapısal faktörlerle izah eder: a.g.e., s. 91 vd.
232 Modernleşme-Öncesinde Osmanlı Toplumunda Eşkıyalık Hareketlerinin Niteliği ve Özellikleri<br />
Celalî adı verilen ve işsiz güçsüz insanlarla gerek duyulduğunda savaş için orduya<br />
alınıp daha sonra terhis edilen veya şu ya da bu sebeple ordudan kaçan unsurlardan<br />
oluşan guruplar önce Avusturya ve 1603'’en sonra da İran ile yapılan savaşın iç<br />
güvenlik açısından yol açtığı zaaftan da yararlanarak Anadolu’yu büyük bir kaosa<br />
sürüklediler. Bu süreç Osmanlı belgelerine aynı zamanda pek çok köyün boşalması<br />
yüzünden ‘Büyük Kaçgunluk’ olarak yansıyacaktır.En başta gelen Celâlî önderlerinden<br />
Karayazıcı Abdülhalim’in hareketi Urfa’dan Samsun’a kadar uzanan geniş bir alanda<br />
cereyan etmişti. Karayazıcı, kardeşi Deli Hasan, Kalenderoğlu Mehmed, Tavil Halil<br />
gibi sekban bölükbaşılarının etrafında ordular oluşturan, köylülerden haraç alarak<br />
büyüyen Celalî guruplarına karşı bastırma siyaseti güdüldü. Bu siyaset tam bir başarıya<br />
ulaşamayınca Celalî önderlerine bir takım makamlar verme yoluna gitti. Karayazıcı<br />
sancakbeyliği elde etmişti; Rumeli cephesinde savaşmak üzere Bosna beylerbeyiliğine<br />
getirilen kardeşi Deli Hasan ise burada sekbanlarıyla birlikte büyük bir gayret gösterdi<br />
ama savaş sona ermek üzere iken idam edilmekten kurtulamadı. Hiç kuşkusuz Deli<br />
Hasan’ın devlet hizmetine girerek Rumeli’ye geçmesi Anadolu’daki Celalî hareketinin<br />
sona erdiği anlamına gelmiyordu. Bu hareket 1608’de veziriâzam Kuyucu Murad<br />
Paşa’nın yönetimindeki Osmanlı ordusunun (Maraş yakınlarında) kanlı bir bastırma<br />
harekatı ile öldürücü bir darbe aldı. Büyük Celâlî karışıklıkları sona ermekle birlikte,<br />
XVII. yüzyılın izleyen yıllarında, haksızlığa uğradığını düşünen ve/veya otoritesizlik<br />
ortamından yararlanan bazı vali vb. yönetici kesim mensuplarının isyankâr hareketleri<br />
eksik olmayacaktır.<br />
Anadolu’daki Celâlî hareketlerinin siyasî açıdan bir iddiası yoktu. Karayazıcı’nın<br />
böyle bir emel taşıdığı intibaını veren görüşlerin pek fazla bir geçerliliği yoktur. 25 Öte<br />
yandan Suriye ve Lübnan bölgelerindeki Canbuladoğlu ve Maanoğlu isyanları<br />
bağımsızlık amacı güdüyordu ama daha kolay bastırıldılar(1607). Bunlardan Halep<br />
Beylerbeyi Canbuladoğlu Ali Paşa siyasî çalkantıdan yararlanarak Anadolu ve<br />
Suriye’deki bazı sancakların kendi akraba ve adamlarına verilmesini istemiş ve hatta<br />
buralarda oluşturacağı bağımsız devlete yardım için Avrupa’da girişimlerde<br />
bulunmuştu. İşin bu yönünün Osmanlı merkezi açısından arz ettiği tehlikenin farkında<br />
olan veziriâzam Kuyucu Murad, Anadolu’daki Celalîlerden önce Canbuladoğlu<br />
meselesini halletmişti. 26 Osmanlı Devleti, bu isyanlar sırasında perişan olup köylerini<br />
terk eden, bir yandan eşkıyanın öte yandan da devlet otoritelerinin-ki bunlar zaman<br />
zaman birbirine karışıyordu-baskılarına maruz kalan reâyâyı korumak için il-erleri<br />
teşkilatının kurulmasını teşvik etti. Ayrıca, hükümdarların öteden beri çıkardıkları<br />
adâlet-nâmeler bu dönemde yöneticileri haksızlık ve zulme karşı uyarmada önemli bir<br />
araç olarak kullanıldı. 27<br />
25 Naîma tarihinde yer alan ve Karayazıcı’ya atfedilen bir hükme binaen Uzunçarşılı onun böyle bir gaye<br />
taşıdığını yazar (III/1, s.101). Akdağ Celalîlerin böyle bir amacı olmadığına ve Celalî önderlerinin<br />
amaçlarının mevki ve mansıp elde etmekle sınırlı olduğuna kanidir (Türk halkının.., ss. 437-446). Konu<br />
hakkında muasır Avrupa kaynaklarında hiçbir işaret bulunmayışı da bunu gösterir: Griswold, Anadolu’da...,<br />
s. 20-31. Keza, Barkey, s. 212-213.<br />
26 Akdağ, Griswold ve Barkey’nin yanısıra olayların gelişimi için bkz. Uzunçarşılı, III/1, 99-113.<br />
27 Adâlet-nâmeler hakkında bkz. H. İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler, II/3-4, Ankara, 1967 , ss. 49-142<br />
(yeni basımı: H. İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adâlet, İstanbul 2000, ss.75-190.
Mehmet ÖZ 233<br />
Sonuç olarak, Celâlî isyanları Anadolu’da büyük bir otorite ve güvenlik<br />
buhranına yol açarken özellikle kır kesiminde büyük tahribat ve talana sebebiyet<br />
vermiştir. Kır nüfusunun yerinden olması, kırsal ekonominin bunalıma itilmesi ve<br />
neticede tımar sisteminin vergi temelinin tahribata uğramasının yanında yerleşim<br />
düzeni bakımından da önemli sonuçlar hasıl olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda<br />
sıradan eşkıyalık ile devlete hizmet eden bazı görevlilerin zulüm ve isyanları arasında<br />
şüphesiz farklar vardır; ama devlet bunların hepsini zulüm, teaddi, şekavet gibi kavram<br />
ve kelimelerle nitelendirmektedir. Eşkıyalık hareketlerinin bastırılması veya<br />
etkisizleştirilmesinde pazarlık ve liderlere makam-mansıp verme yaklaşımının yaygın<br />
olarak kullanılması Osmanlı Devletinin pragmatizminin bir yansıması olarak<br />
okunabilir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Kühlmann, Rubarth ve Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
Mustafa ÇOLAK ∗<br />
Giriş<br />
Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi ve Sosyal Bilimler<br />
Enstitüsü’ndeki lisans ve lisansüstü öğrencilik yıllarımda (1985-1992) değerli hocam<br />
Prof. Dr. Bayram Kodaman’ın İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerine özel bir ilgi<br />
duyduğunu derslerinden çıkarabiliyordum. Özellikle yüksek lisans ve doktora<br />
derslerinde İttihat ve Terakki Dönemi konusunda bize her yerde, kolayca<br />
bulunmayacak derin bilgilerle yoğrulmuş düşüncelerini ifade etmesi, seminerler ve<br />
tezler yaptırtması hocamızın bu konuya olan yakın ilgisinin bir belirtisiydi. Hocamız,<br />
sadece İttihat ve Terakki dönemi ile değil ittihatçıların hayatlarıyla da yakından<br />
ilgilenirdi. Nitekim ittihatçıların önde gelen iki ismi olan Talat ve Cemal Paşaların<br />
biyografilerini, siyasi ve askeri faaliyetlerini içeren doktora tez çalışmalarına<br />
danışmanlık yapmıştır 1. Enver Paşa üzerine de doktora çalışması yaptırtmak istediğini,<br />
ancak bunu başarabilecek çapta bir öğrenciyi henüz bulamadığını kendisinden<br />
duyduğumu hatırlıyorum.<br />
Kanımca İttihatçılar içerisinde hocamızı en çok etkileyen Talat Paşa idi. Bir<br />
derste kendisinin “ittihatçılar içerisinde en akıllı kişinin Talat Paşa olduğu söylenir, bu<br />
doğrudur ve ben de bu görüşe katılıyorum” anlamına gelen cümleler sarf ettiğini<br />
anımsıyorum. Bu sebeple hocamıza armağan mahiyetinde hazırlanan bu eserde, onun<br />
özel ilgi alanına girdiğini düşündüğüm Talat Paşa konusunu ele alarak bir nebze olsun<br />
katkıda bulunmak istedim.<br />
Literatüre bakıldığında, Talat Paşa hakkında yazılmış -bilimsel olsun veya<br />
olmasın- birçok eserin bulunduğu görülür. Biz de konuyla ilgili olarak daha önce iki<br />
makale yayımlamıştık 2. Ancak bu çalışmamızda daha önce yazdığımız ve Talat Paşa<br />
cinayetini ele alan makalelerimizden farklı olarak, onun kişilik özellikleri üzerinde<br />
durmayı amaçlıyoruz. Aslında gerek Hasan Babacan’ın 3 ve Tevfik Çavdar’ın<br />
∗ Doç.Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi Fen – Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Hatay/Türkiye<br />
1 Bkz., Hasan Babacan, Mehmet Talat Paşa (1874 -1921) Siyasi Hayatı ve İcraatları, <strong>Süleyman</strong> Demirel<br />
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta 1999 ve Nevzat Artuç, Ahmet Cemal Paşa (1872 – 1922)<br />
Askeri ve Siyasi Hayatı, <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta.<br />
2 Bkz. Mustafa Çolak, “Tehcir Olayı’nın Propaganda Sürecindeki Doruk Noktası: Talat Paşa Davası”,<br />
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XX, Sayı 58 (Mart 2004), s. 1 – 47 ve Mustafa Çolak, “Talat Paşa<br />
Davası Kararına Berlin’de Yaşayan Müslüman Halkların Tepkisi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.<br />
XXI, Sayı 63 (Kasım 2005), s. 1019 - 1045.<br />
3 Hasan Babacan, Mehmed Talât Paşa 1874 – 1921, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2005.
Mustafa ÇOLAK 235<br />
çalışmalarında 4 gerekse Talat Paşa konusunda yazılmış diğer bazı eserlerde yer yer<br />
Talat Paşa’nın kişilik özelliklerine ait bilgilere yer verilmiştir. Ancak bu çalışmaların<br />
büyük bir kısmında yerli kaynaklar ve yerli kişiler esas alındığından, biz burada, Talat<br />
Paşa’yı tanıyan ve Birinci Dünya Savaşı esnasında onunla tanışıklık kurmuş olan<br />
Kühlmann, Rubarth ve Lersner’ e göre Talat Paşa’nın kişilik özelliklerini<br />
değerlendirmeyi uygun bulduk. Söz konusu olan kişilerin üçü de Talat Paşa, Berlin’de<br />
öldürüldükten sonra Alman gazetelerine göndermiş oldukları yazılarda Talat Paşa’nın<br />
fiziki ve psikolojik yapısını tahlil etmeye çalışmışlardır. Biz bu çalışmamızda, Talat<br />
Paşa’nın kişiliği hakkında bilgi veren bu üç yazar hakkında önce kısa bir bilgi vermeye,<br />
ardından yazılarının Türkçe çevirisini vermeye ve bu bağlamda değerlendirmeye<br />
çalışacağız. Yazıların Almanca yayınlanmış olan orijinalini ise ekler kısmında vereceğiz.<br />
Böylelikle “yabancılar gözüyle Talat Paşa” konusunda yapılacak geniş kapsamlı bir<br />
araştırmaya katkıda bulunabileceğimizi de düşünmekteyiz.<br />
Richard von Kühlmann’a Göre Talat Paşa<br />
“Bağdat Demiryolu Projesi Genel Müdürlüğü” yapmış olan Otto von Kühlmann’ın<br />
oğlu Richard von Kühlmann’ın, Talat Paşa hakkında yazmış olduğu gazete makalesi<br />
bizim burada ele alacağımız ilk makale olacaktır. Kühlmann, Leipzig, Berlin ve<br />
Münih’de hukuk tahsili görmüş, ardından Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde<br />
diplomat olarak çalışmaya başlamış ve çeşitli diplomatik görevlerden sonra 1916 ile<br />
1917 yılları arasında Almanya’nın İstanbul Büyükelçiliğine atanmıştır. Daha sonraları<br />
1917 ile 1918 yılları arasında Alman Dışişleri Bakanlığı görevine kadar yükselmiş,<br />
ayrıca bir süre de Almanya’nın Brest – Litovsk görüşmelerine katılan delegasyonunun<br />
başkanlığını yapmıştır 5. Richart von Kühlmann, bütün bu görevleri esnasında müttefik<br />
Osmanlı Devleti’nin Dâhiliye Nazırı ve sonraları Sadrazamı olan Talat Paşa’yı yakinen<br />
tanıma fırsatı bulmuştur.<br />
Aşağıda çevirisini, ekte ise aslının fotokopisini vereceğimiz Kühlmann’ın<br />
makalesinin başlığı “Talaat Pascha”dır 6. Makalenin Türkçe çevirisi şöyledir:<br />
“Sadrazam Talat Paşa, Birinci Dünya Savaşı esnasındaki Dışişleri Bakanlığı ve<br />
müsteşarlık görevlerim dolayısıyla tanıdığım insanlar içerisinde kişilik olarak üzerimde en fazla etki<br />
bırakmış bir isimdir (sadece bir kere gördüğüm ve iyi tanımadığım Stephan Tisza hariç). Orta boylu,<br />
güçlü ama zariflikten de nasibini almış bir vücut yapısı; kalın ensesi, geniş ve görkemli kafatasıyla<br />
Balkan dağlarında büyümüş bir Türk olduğunu hemen gösteriyordu. Kalın ve siyah saçlarını ortadan<br />
ayırırdı. Osmanlı Devleti’nde görevdeyken hafif bir sakalı vardı. Almanya’da yaşadığı yıllarda ise<br />
hep sinekkaydı tıraş olurdu.<br />
4 Tevfik Çavdar, Talât Paşa Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1984.<br />
5 Richard von Kühlmann’ın biyografisi için bkz.: Neue Deutsche Biographie, C. 13, Berlin 1982, s. 189 vd.<br />
6 Bkz., Bundesarchiv, R 8034 III, Nr. 458. s. 100. Bizim burada değerlendirmeye tabi tuttuğumuz bu gazete<br />
makalesi, Berlin Eyalet Arşivi’nden elde edilmiştir. Makale metni gazeteden kesilip deftere yapıştırılmış ve<br />
üst tarafına da yayınlandığı gazete ve tarihi yazılmıştır. Ancak defterin üst kısmı yırtılmış olduğundan<br />
makalenin hangi gazetede ve hangi tarihte yayınlandığını bulmamız mümkün olamamıştır. Ancak<br />
makalenin içeriğine dayanarak, özellikle Talat Paşa’nın bir Ermeni katili tarafından öldürüldüğünü belirten<br />
son paragrafı dikkate alındığında, makalenin Talat Paşa, 15 Mart 1921’de Berlin’de bir Ermeni teröristi<br />
tarafından vurulduktan sonra yayınlandığını söylemek mümkündür. Büyük ihtimalle bu makale Kühlmann<br />
tarafından, Talat Paşa’nın öldürülmesi üzerine, onun anısına kaleme alınmıştır.
236 Kühlmann, Rubarth ve Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
Bu adam Türk devrimi ile birlikte artık çekilmez hale gelmiş olan Abdülhamit’in<br />
diktatörlüğüne son verdi, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’nde etkisinin artmasını sağladı.<br />
Kendisi de Selanik’te küçük bir posta memuru iken ülkesinin en üst makamına çıkmayı başardı.<br />
Dünya tarihinin en büyük krizinin çıktığı bir dönemde Türkiye’yi insanüstü bir gayretle ve örnek<br />
alınacak bir sükûnetle yönetti. Hiçbir zaman itidalini ve neşesini kaybetmedi. Güçlü bir mizah<br />
anlayışı vardı. Bu mizah anlayışı onun kişiliğini daha da çekici hale getiriyordu. Büyük bir makam<br />
ve güç sahibi olmuştu. Ama o, her zaman mütevazı geçmişini hatırlıyor ve geçmişinden bahsetmekten<br />
zevk alıyordu. Bir keresinde bana, Selanik’teki posta memurluğu döneminde kullandığı telgrafa<br />
benzer bir telgrafı yatak odasına kurdurduğunu, devlet işlerinden dolayı uykusunun kaçtığı gecelerde<br />
bu telgrafın başına oturup telgraflar çektiğini ve bunun onu rahatlattığını anlatmıştı. Brest-Litovsk<br />
görüşmeleri esnasında yoğun görüşmelerden dolayı, Türkiye’deki gibi uzun ve sohbetli gecelere vakit<br />
bulunmadığı zaman, Talat Paşa İttifak devletleri temsilcilerine eski günlerini özlediğini söylerdi.<br />
Avrupai tarzda hemen hiç eğitim görmediği için Talat Paşa, politikadaki kariyerinin başında çok<br />
az Fransızca konuşabiliyordu. Ancak kariyerinin ilerleyen aşamalarında devlet işlerini yürütecek<br />
kadar Fransızca öğrenebilmişti. Berlin’de yaşadığı dönemlerde de iyi derecede Almanca öğrenmişti.<br />
İstanbul’daki görevim esnasında sadece birkaç cümle Almanca konuşabiliyordu. Bu bildiği cümleleri<br />
de önemli karşılaşmalarda severek kullanırdı. Almanya’yı seviyordu ve Almanya’ya güveniyordu.<br />
İnsanlar ve olaylar hakkın derin ve geniş bir bilgiye sahipti. Doğulu insanların psikolojik<br />
yapılarında mevcut olan karşıdaki insanın düşüncelerini sezgi yoluyla doğru tahmin etme özelliği<br />
onda da vardı. Sükûnet içinde geniş bir muhakeme yaptıktan sonra sonuca varırdı. Vardığı<br />
sonuçların doğruluğuna karşısındakini ikna etmek için özel ilişkileri de kullanarak ısrarcı olurdu.<br />
Karizmasını da kullanmayı bildiğinden insanlara güven verirdi. Onun büyük devlet adamı<br />
olmasının temel özellikleri bunlardı.<br />
Talat Paşa, sporla da uğraşırdı; tabii ki iş yoğunluğundan zaman buldukça. Onun<br />
yönetiminde Birinci Dünya Savaşı’nda “Türk Kros Kulübü” kurulmuştu. Bu kulübe sadece<br />
Osmanlı Devleti’nin üst düzey yöneticileri ile İttifak Devletleri’nin ileri gelenleri üye olabiliyorlardı.<br />
Kulüp üyeleri sık sık bir araya gelerek İstanbul’un o muhteşem çevresinde at gezisine çıkarlardı.<br />
Geziden sonra, önünde tatlı suların aktığı bir tepe veya vadideki eski sultanlara ait bir köşkte çay<br />
içmek adet haline gelmişti. Bu üst düzey insanlar çaydan sonra hızlı bir şekilde, yanındakinin bile<br />
göremeyeceği bir çabuklukta çantalarında değişik çaptaki Browning marka tabancalarını çıkartarak<br />
nişan alırlardı. Bu silahla ateş etmede Türklerin üstüne kimse yoktu. En iyi nişancılar Talat ve<br />
Enver Paşalardı. Bunların 20 adım uzaklıktaki hedefe konan bir yumurtayı veya karton parçasını<br />
her defasında vurduklarını gördüm. Talat Paşa gülerek “biz tehlikelerin içinde büyüdük.<br />
Abdülhamid’in hükümdarlığı döneminde ihtilalcı olmak en tehlikeli oyundu. Bizim kendimizi<br />
koruyabilmemiz için iyi nişancı olmamız gerekiyordu” derdi.<br />
Onun volkan gibi patlamaya hazır tutkusunun ve büyük hükmediciliğinin nedeni vatanına<br />
olan sevgisinden kaynaklanıyordu. O ülkesinin bağımsız bir şekilde yaşayabilmesini sağlamak için<br />
devletini savaşa sokmuştu. Osmanlı Devleti’nin savaşta yenilmesi son ümidini de söndürdüğünden,<br />
Alman dostlarının yanına kaçtı. Ülkesinin yeniden kurulması için çaba harcamadığı tek bir günü<br />
yoktu. Bu zor zamanlarda onun en büyük tesellisi ailesiydi ve Almanya’da ikinci baharını<br />
yaşıyordu. O güçlü, sert bir yapıya sahipti. Bazen de çocuksu tarafı vardı. Onun siyah gözlerine<br />
dikkatlice bakıldığında, karakterine tersmiş gibi görünen o çocuksu yönünü görmek mümkündü.<br />
Talat Paşa, Türkler ile Ermeniler arasında binlerce yıldır süren kan davasına, genç yaşta<br />
kurban gitti. Hâlbuki O, daha Türkiye’nin politik tarihinde tekrar önemli bir rol oynayacaktı.<br />
Bugün, hala Doğu ülkelerinde fantastik bir yeri bulunan bu büyük adam, Berlin’in işlek<br />
caddelerinden birinde bir Ermeni katilinin kurbanı oldu”.
Mustafa ÇOLAK 237<br />
Kühlmann’ın, Birinci Dünya Savaşı esnasında en çok etkilendiği iki kişiden<br />
birisinin Talat Paşa olması dikkat çekicidir. Kanaatimizce Birinci Dünya Savaşı<br />
sırasında Alman İmparatorluğu’nun Dışişleri Bakanlığı görevine kadar yükselmiş ve<br />
dünya ölçeğinde yüzlerce politikacı ve bürokrat tanımış birinin “(Talat Paşa) beni<br />
etkileyen en önemli iki kişiden biridir” demesi önemli bir tespittir. Kühlman’ın yazdıklarına<br />
göre Talat Paşa hem fiziksel hem de kişisel özellikleri itibariyle önemli bir devlet adamı<br />
görünümündeydi. Talat Paşa, bir taraftan “Balkan dağlarında büyümüş bir Türk” olarak<br />
diğer taraftan da küçük bir posta memurluğundan çıkıp “Abdülhamit’in diktatörlüğüne son<br />
vermiş” büyük bir devrimci olarak Kühlmann’ın hafızasında yer etmiştir. Ayrıca<br />
Kühlmann, dünyanın en buhranlı döneminde Talat Paşa’nın “Türkiye’yi insanüstü bir<br />
gayretle ve örnek alınacak bir sükûnetle yönettiğini” ileri sürerek, onun başarılı bir politikacı<br />
olduğunu da belirtmektedir. Kühlmann’ı büyüleyen Talat Paşa’daki bir diğer özellik ise<br />
Talat Paşa’nın küçük bir posta memurluğundan büyük bir güç sahibi olduğu<br />
sadrazamlık makamına kadar yükselmesidir. Zira o tarihlerde Alman<br />
İmparatorluğu’nda üst düzey makamlarının büyük bir kısmı asillerin elinde<br />
bulunuyordu. Sıradan bir vatandaş olarak Talat Paşa’nın Sadrazamlığa kadar<br />
yükselmesi Kühlmann’ın dikkatini celp etmiştir.<br />
Kühlmann’a göre, Talat Paşa’daki “patlamaya hazır tutkunun” nedeni ondaki<br />
vatan sevgisidir. Bir başka deyişle Talat Paşa’daki enerjinin kaynağı onun vatanına olan<br />
sevgisinde yatmaktadır. Buradan bir genelleme yaparak ittihatçı liderlerin bitmek<br />
tükenmek bilmeyen enerjilerinin kaynağının vatan sevgisi olduğunu söylemenin yanlış<br />
olmayacağı kanaatindeyiz 7.<br />
Kühlman, bu makalesinin son paragrafında Türkler ile Ermeniler arasındaki<br />
“binlerce yıldır süren kan davası”ndan bahsetmektedir ki, bu doğru değildir. Türk-Ermeni<br />
ilişkileri konusunda yapılan araştırmalar artık bize, Türkler ile Ermeniler arasındaki<br />
sorunların 1878 Berlin Kongresi sonunda imzalan antlaşma ile başladığını<br />
göstermektedir. Dolayısıyla Türkler ile Ermeniler arasındaki sorunların en önemli<br />
nedenlerinden biri “binlerce yıldır süren kan davası” değil, Berlin Antlaşması ile birlikte<br />
Osmanlı Devleti’ndeki gayri Müslimleri kışkırtan Büyük Devletler ile Fransız<br />
İhtilali’nin yaymış olduğu milliyetçilik akımıdır.<br />
Edgar Stern – Rubarth’a Göre Talat Paşa<br />
Frankfurtlu zengin bir sanayicinin oğlu olan Edgar Stern – Rubarth, Almanya ve<br />
Fransa’da romanistik, tarih ve işletme okudu. Kendi deyişiyle o, “1914 yılında İstanbul’a<br />
gönderilen ilk Almanlardan biriydi”. Rubath, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da<br />
önemli ve meşhur bir gazeteci olmuştur. Aşağıda Türkçe çevirisini ve eklerde Almanca<br />
aslının fotokopisini vereceğimiz makalesi “Talat’ın Hatırlattıkları” başlığı ile<br />
muhtemelen 16 Mayıs 1921’de yayınlanmıştır 8.<br />
7 Örneğin, Enver Paşa’daki enerjinin kaynağının da vatan sevgisi olduğuna dair bakınız Mustafa Çolak,<br />
Enver Paşa Osmanlı Alman İttifakı, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2008, s. 55 vd.<br />
8 Bu makalenin yayın tarihini ve nerede yayınlandığını kesin olarak bilemiyoruz. Zira makaleyi aldığımız<br />
Berlin’deki Alman Federal Arşivi (Bundesarchiv, R 8034 III, Nr. 458, s. 108)’de makalenin kaç tarihinde<br />
ve nerede yayınlandığının yazıldığı yerin silik olmasından dolayı, bu kısım okunamamaktadır. Ancak silik<br />
yazının izlerinden, makalenin bulunduğu arşiv defterinin tarihlendirme sıralamasından ve makalenin<br />
içeriğinden yola çıkarak bu makalenin Berliner Tageblatt adlı Berlin gazetesinin, 16 Mayıs 1921 tarihli<br />
öğlen baskısında yayınlandığını tahmin etmekteyiz. Zira 1921 yılının Mayıs ayı sonları, Talat Paşa
238 Kühlmann, Rubarth ve Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
“Eğer 1914 yılında İstanbul’a gönderilen ilk Almanlardan biriyseniz ve İstanbul’u birkaç<br />
gün peş peşe gezme fırsatı bulduysanız, kolayca gerçekle rüyayı birbirine karıştırabilirsiniz.<br />
İstanbul’un 1001 gece masallarını andıran görüntüsü, camileri gerçekle hayal arasındaki ayırımı<br />
kaldırmaktaydı. Hele hele özel, şık faytonları veya otomobilleriyle gösterişli bir şekilde giden ve<br />
bulundukları yerlerde kendilerini ihtişamlı bir şekilde gösteren büyük adamların sahte tavırları<br />
gerçeklikle hiç uyuşmuyordu. Kulislerde, gizlice konuşulanlar bile sıradan bir Batılı için sahteliğin<br />
alâmetifarikasıydı. Aynı şekilde iri cüsseli, esmer tenli, boğa enseli, fırıl fırıl siyah gözlü olan Talat<br />
Paşa da hiç gerçekçi görünmüyordu. Onun Enver’e rağmen Türkiye’nin en güçlü adamı olması, daha<br />
birkaç yıl öncesinde küçük bir posta memuru iken Dâhiliye Nazırı olması, keskin politik kararlara<br />
imza koyması, geniş alnının arkasında dehşet verici ve acımasız bir iradesinin bulunması, akıcı<br />
Fransızca konuşması, çabuk, kesin, doğru kararlar vermesi ve özgüveninin olması yine de onu<br />
inandırıcı kılmıyordu. Almancasını öğretmensiz öğrendiği ve yetersiz olduğu belli oluyordu. Ama<br />
Talat Paşa’nın da bütün Gençtürkler gibi Fransız kültürünün hakim olduğu bir ortamda yetiştiğini<br />
unutmamak lazım.<br />
Talat Paşa’nın halet-i ruhiyesini tam olarak anlayabilmek için bütün Batılı kavramlardan<br />
arınmış olmak gerekir.<br />
Talat ılımlı, kültürlenmiş bir Doğulu insan tipi değildi. Tam tersine sert yapılı, göçebe<br />
kültürden gelen Türkler, Tatarlar ve Turan kavimlerinin özelliklerini taşırdı. Sadrazam olduktan<br />
sonra, tam anlamıyla etkili olmaya başlayan dış politikası tamamen ırkçılık üzerine kuruluydu.<br />
Birinci Dünya Savaşı esnasında propagandası yapılan ve şair Tekin Alp tarafından da<br />
Almanya’da anlatılan Pantürkizm, yani Batı Çin’den Türkistan üzerine oradan da Balkanlara<br />
kadar uzanan bütün Türklerin bir arada yaşaması fikri büyük ölçüde onun düşüncesiydi. Onun bu<br />
düşüncesine İttihat ve Terakki içinde ne ölçüde destek bulduğu ise pek bilinmiyordu. Zira İttihat ve<br />
Terakki Cemiyeti’nin çekirdek kadrosunun yaptığı toplantılar gizliydi. Parlamenter sisteme rağmen<br />
Gençtürklerde ve doğu ülkelerinde bazı toplantıların gizli yapılması, politik tartışmaların çözümü<br />
için sihirli bir formül olarak görülüyordu. Talat’ın yanı sıra Enver, Cemal, Nazım ve “Hamidiye”<br />
zırhlısının meşhur komutanı Rauf gizli toplanan bu çekirdek kadronun içindeydi ve bunlar<br />
Türkiye’nin gelecekteki yönünü tayin ediyorlardı.<br />
Talat, Enver ve diğer yoldaşları ile kıyaslandığında daha köylü ve sonradan görme olduğu<br />
dikkat çekiyordu. En belirgin özelliği de o tuhaf, çocukça ve bütün ruhunu sarmış olan hırsı idi.<br />
Askerlikle hiç ilgisi olmamasına rağmen Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında padişahtan askeri<br />
rütbe aldı. Zaman zaman da muhteşem üniforması içinde poz verirdi. Alman askeri nişanlarını da<br />
sırasıyla almıştı; hem birinci sınıf hem de ikinci sınıf Alman “demir haç” nişanı ve hem de daha<br />
sonra ”siyah kartal” nişanı (bu nişanı Çanakkale savunmasının başarılı olmasındaki<br />
katkılarından dolayı almıştı) onun heybetli göğsünü süslüyordu. Bunun yanı sıra insanlara karşı<br />
açık ve lütufkârdı. İsteyen herkesle, istenilen kadar mülakat yapardı. Ama sadece söylemek<br />
istediklerini söylerdi. Her zaman demokratik değerlere uygun davranırdı. Beraber İstanbul’da Pera<br />
Otel’in yanındaki “Küçük Kulüp” te, severek ve neşeyle kâğıt oynadığı arkadaşları onun şanslı<br />
olduğu konusunda çok şey anlatırlardı. O sadece kumarda değil diğer konularda da şanslıydı...<br />
Onun savaş yıllarında, yaklaşık otuz milyonluk bir serveti zimmetine geçirdiği düşmanlarımız<br />
arasında söyleniyordu. Bunun doğru olup olmadığını doğu kültüründeki karmaşık, resmi ve özel<br />
ilişkilerden anlamak mümkün değildir. O topluma karşı katı bir dindar olarak görünmesine<br />
rağmen, yeni dönemin zevk ve sefasına da sırtını hiçbir zaman dönmemişti. Bazı günler, onun sigara<br />
duruşmasının hazırlıklarının hız kazandığı ve bu nedenle de Alman basının yoğun ilgi gösterdiği bir<br />
dönemdir.
Mustafa ÇOLAK 239<br />
eşliğinde “sütlü kahve”yi (sütlü demesinin nedeni kahve içindeki alkolü gizlemekti) dibine kadar<br />
zevkle içtiğini görüyordum.<br />
Savaşın kaybedilmesinin akabinde, İtilaf Devletleri’nin emriyle Talat Paşa, sözde Ermeni<br />
soykırımının faili olmak suçundan idama mahkûm edildi. O da Berlin’e kaçmak zorunda kaldı.<br />
Berlin’de onunla bir kere görüştüm. Ruhen ve bedenen çok zayıflamıştı. Ama eski şıklığını ve siyah<br />
gözlerdeki keskin bakışını kaybetmemişti. O gözlerden doğululara has otoriter olmak isteyen ve<br />
otoriter olan son bakışlar görülüyordu. Talat Paşa’nın gerçekten Ermenilerden nefret edip etmediği ve<br />
onları kendi hallerine bırakıp bırakmadığı sorusu yanlış sorulmuş bir sorudur. Aynı şekilde onun<br />
Hıristiyanları, Yahudileri, Fransızları ve Almanları sevip sevmediği veya nefret edip etmediği<br />
soruları da yanlıştır. O tam bir Türktü. Buram buram Türk kokuyordu. O, tartışmasız büyük<br />
kişiliğini, varlığını, kendisinin anladığı şekli ile vatanını kurtarmaya adamıştı. Onun hayatının<br />
dramatik bir şekilde, fanatik bir Ermeninin kurşunuyla son bulması tam da onun hayatı yaşadığı<br />
şekle uymuştu. Zira O, kariyerine Gençtürkler ihtilaline yaptığı katkı ile başlamıştı. Telgrafçı<br />
Talat’ın bu katkısı aşırdığı bir telgraf makinesi ve tahrif ettiği telgraf haberleri şeklinde, tiyatromsu,<br />
trajik, gerçek dışı ve efsanevi idi…”<br />
Görüldüğü gibi Rubarth, Talat Paşa’nın kişiliğini ve fiziksel özelliklerini<br />
değerlendirmeye çalışırken onu İstanbul’un büyüleyici ihtişamı ve doğunun gizemi<br />
çerçevesinde ele almaya çalışmaktadır. 1001 gece masallarını andıran, gerçekle hayal<br />
arasındaki ayırımı kaldıran İstanbul içine yerleştirilmiş, şık faytonlar; ihtişamlı, sahte<br />
tavırlı büyük adamlar ve iri cüsseli, esmer tenli, boğa enseli, fırıl fırıl siyah gözlü Talat<br />
Paşa, tam da oryantalistlerin çizmiş olduğu bir şark manzarasıdır. Dolayısıyla Rubarth,<br />
oryantalist bir bakış açısıyla bir taraftan Talat Paşa’yı “Doğulu bir devlet adamı” olarak ele<br />
alırken diğer taraftan da onun nevi şahsına münhasır bir kişilik olduğunu ve onu<br />
anlamak için bütün Batılı kavramlardan arınmış olmak gerektiğini belirtmektedir.<br />
Talat Paşa’nın iradesi, hırsı, Türkçülüğü ve Enver Paşa ile kıyaslandığında<br />
“köylülüğü” Rubarth’da dikkat çeken diğer hususlardı. Kanaatimizce Rubath’ın<br />
makalesindeki önemli noktalardan biri de Talat Paşa’nın vatan sevgisi konusunda<br />
yazdıklarıdır. Zira Rubath’a göre, Talat Paşa’nın Ermenileri, Hıristiyanları, Yahudileri,<br />
Fransızları ve Almanları sevip sevmediği veya nefret edip etmediği soruları yanlış<br />
sorulardı. O kendisinin anladığı şekli ile sadece vatanını seviyordu ve kendisini ona<br />
feda ediyordu. Aynı tesbiti yukarıda belirttiğimiz gibi Kühlmann’da da görmek<br />
mümküdür.<br />
Kurt von Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
Varlıklı bir aileden gelen, Bonn, Berlin, Heidelberg ve Paris’te hukuk tahsili gören Kurt<br />
von Lersner, Birinci Dünya Savaşı esnasında Alman İmparatorluğu adına önemli<br />
görevler üstlenmişti. Birinci Dünya Savaşı başladığında önce yedek subay olarak askere<br />
alınmış daha sonra ise 1916 yılından itibaren Alman Genel Kurmay Karargâhı ile<br />
Alman Dışişleri Bakanlığı ve Alman İmparatoru arasındaki koordinasyonu sağlamak<br />
üzere Alman Genel Kurmay Karargâhında görevlendirilmişti. Bu görevindeyken Talat<br />
Paşa’nın Alman Genel Kurmay Karargâhını ziyaretleri esnasında onunla ile tanışmıştı;<br />
fakat Talat Paşa’yı yakinen tanıması Brest – Litovsk görüşmeleri esnasında olmuştur.<br />
Zira Brest – Litovsk görüşmelerini yürüten Alman delegasyonunda Lersner de<br />
bulunuyordu. Talat Paşa ise Türk heyetine başkanlık ediyordu. Lersner daha sonra
240 Kühlmann, Rubarth ve Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
Alman İmparatorluğu adına Versay Antlaşması’nı imzalayacak olan delegasyonda da<br />
yer alacaktır 9.<br />
Lersner’in Talat Paşa’nın kişilik özellikleri üzerine kaleme aldığı ve Türkçe<br />
çevirisini aşağıda verdiğimiz yazısı 1943 yılında, Talat Paşa’nın naaşının Berlin Türk<br />
Şehitliği’nden alınıp İstanbul’da Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne nakledilmesi üzerine<br />
kaleme alınmıştır. Bir başka ifade ile Lersner, Talat Paşa hakkındaki düşüncelerini,<br />
Talat Paşa’nın yaşadığı dönemlerde ve onunla karşılaştığı zamanlarda değil, Talat Paşa<br />
Berlin’de 1921’de vurulduktan yaklaşık 22 yıl sonra kaleme almıştır. Dolayısıyla<br />
Lersner, 1943’te bu yazıyı kaleme aldığında Talat Paşa üzerine tekrar düşünmek ve<br />
onunla ilgili intibalarını tekrar hafızasında canlandırmak durumundaydı. Bu da yeniden<br />
hatırlanan anılardaki bazı öğelerin beyinden kaybolması sonucunu doğurmuş olabilir.<br />
Ayrıca yazı, Talat Paşa’nın cenazesinin Berlin’den İstanbul’a nakli gibi duyguların<br />
yoğun olduğu bir zamanda yazılmaktaydı. Dolayısıyla bu hususlar göz önünde<br />
bulundurulduğunda Lersner’in bu yazısının duygusal bir ortamda kaleme alındığını<br />
söylemek mümkündür.<br />
Yazının başlığı Türkçe karakterlerle “Talât Paşa” olarak yazılmış ve yazı<br />
Türkische Post’da yayınlanmıştır 10. Lersner’in yazısı:<br />
“Talat Paşa İttihat ve Terakki’nin en ateşli lideriydi. Enerji doluydu. Hem ruhen hem de<br />
bedenen güçlü bir kişilikti. Cesur ve neşeliydi. Onun içten gülmesi yanındakileri rahatlatıyordu.<br />
Zorluk tanımıyordu (lügatinde zor diye bir kelime yoktu). Her an sorun çözmeye hazırdı. Sorunun<br />
temelini hemen görür ve isabetli teşhis koyardı. İnsan onun yanında hiç sıkılmazdı. Her zaman<br />
hararetle anlattığı ilginç düşünceleri mevcuttu. Resmi toplantılarda heyecanla dinler, düşünür, birkaç<br />
soru sorar ve sonra açık bir şekilde kendi kararını söylerdi. Onunla konuşurken meseleyi iyi<br />
aktarmak ve ondan ne istendiğini iyi ortaya koymak gerekir, yoksa hemen sıkılırdı.<br />
Genel Karargâhta bizi ziyaret ettiğinde, her şey hemen yerine getirilmeliydi. Onun eveti evet<br />
hayırı hayırdı.<br />
Brest-Litovsk görüşmeleri esnasında devamlı şöyle derdi: “Biz Rusya ile barış imzalamak<br />
zorundayız. Onun için barış şartları konusunda esnek davranabiliriz. Eğer Rusya’yı savaş dışı<br />
bırakabilirsek bütün kuvvetlerimizle Batı cephesine yüklenir ve zafere ulaşabiliriz.” Troçki barış<br />
görüşmelerinden çekildiğinde Talat Paşa kadar hiç kimse üzülmemişti.<br />
Öldürülmeden kısa bir süre önce Berlin’de Talat Paşa ile konuşmuştum. Savaşı kaybetmiş<br />
olmamıza ve gelecek için kara bulutların üzerimizde dolaşmasına rağmen Talat Paşa başını dik<br />
tutarak “başaracağız ve güneş yeniden doğacak” diyordu.<br />
Bir katil, enerji dolu, önemli bir hayata kıydı. Gönülden isterdik ki o cesur arkadaşımız,<br />
çok sevdiği vatanının üzerinde Atatürk liderliğinde güneşin doğduğunu görebilsin. Şimdi o çok<br />
sevdiği, hayatını adadığı vatan topraklarına döndü.<br />
Vatan toprağına dönen dostu selamlıyoruz”.<br />
Görüldüğü gibi Lersner de, Talat Paşa’yı enerjik, güçlü, cesur ve neşeli bir<br />
ittihatçı olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Lersner’e göre, Talat Paşa sıkıcı olmayan, ilginç<br />
düşünceleri bulunan, engel tanımayan, karşısındakini iyi dinleyen, anlamaya çalışan ve<br />
çözüm üretmeye uğraşan bir yapıya sahipti. Lersner’in Talat Paşa’yı bu şekilde,<br />
9 Kurt von Lersner hakkında geniş bilgi için bkz. Horst Mühleisen, Kurt Freiherr v. Lersner. Diplomat im<br />
Umbruch der Zeiten, 1918 – 1920: eine Biographie, Muster – Schmidt Verlag, Göttingen 1988.<br />
10 Türkische Post, Nr. 48, 26.2.1943. Biz bu yazıyı Berlin Eyalet Arşivi’nde (Bundesrarchiv) Türk devlet<br />
adamları hakkında çıkan gazete haberlerinin toplandığı R 8034 III, Nr. 458 defterden elde ettik.
Mustafa ÇOLAK 241<br />
tamamen pozitif olarak tanımlamasında, Talat Paşa’nın naaşının İstanbul’a<br />
nakledilmesi üzerine bu yazıyı kaleme almış olmasının etkili olduğu muhakkaktır. Zira<br />
tanıdık ölülerin ardında, ölüye saygı açısından genellikle olumlu konuşulması ve<br />
yazılması gelenektendir.<br />
Lersner’in Talat Paşa’yı, özellikle Alman Genel Kurmay Karargâhı ve Brest –<br />
Litovsk’daki görevleri esnasında daha iyi tanıdığı ortaya çıkmaktadır. Talat Paşa’nın<br />
“evetinin evet” ve “hayırının hayır” olması ve “Rusya ile mutlaka barış imzalanmalı” görüşü<br />
Lersner’de kayda değer bulunmuştur. Ayrıca Talat Paşa’nın Berlin’de yaşamak zorunda<br />
kaldığı günlerde de geleceğe dair ümitlerini kaybetmediğini ve “güneşin yeniden<br />
doğacağına” inandığını da Lersner’den öğrenmekteyiz.<br />
Sonuç<br />
Bir tiyatro oyuncusunun sahne aldığı oyununu değerlendirmesi ile bir izleyicinin aynı<br />
oyunu değerlendirmesi genellikle farklı olmaktadır. Nitekim insanın müdahil olmadığı,<br />
içinde yer almadığı, dışarıdan bilgi edindiği olaylar hakkındaki değerlendirmesi ile<br />
olayın içinde yer alanların değerlendirmesi karşılaştırıldığında önemli farklılıkların<br />
ortaya çıktığı bilinmektedir. Aynı şekilde birbirini iyi tanıyan, aynı kültürden ve aynı<br />
coğrafyadan gelen insanların birbirilerini değerlendirmesi ile farklı bir kültür ve<br />
coğrafyadan gelenlerin bir başkasını değerlendirmesi de farklı olmaktadır. Bu bağlamda<br />
biz, farklı kültür ve coğrafyadan olarak Talat Paşa’yı tanımış ve onunla mesai<br />
arkadaşlığı yapmış yabancı üç önemli insanın Talat Paşa hakkındaki görüşlerini burada<br />
değerlendirmeye çalıştık.<br />
Talat Paşa’yı tanıyan bu üç Alman entelektüeline göre Talat Paşa, fiziksel ve<br />
kişisel özellikleri itibariyle tam da Batılıların oryantalistlerden öğrendikleri bir Doğulu<br />
tipini yansıtmaktaydı. Bu tip, oryantalistlerin genel anlamda tarif ettikleri gibi iri cüsseli,<br />
esmer tenli, boğa enseli, siyah gözlü, sert yapılı ama hoş görülü, sezgileri güçlü, Batılı<br />
kavramlarla anlaşılması güç, gizemli ve karışık bir ruh hali olan, sürekli karar değiştiren,<br />
güçlü görünmeye çalışan ve gücü kutsayan, mesleki eğitimi eksik ama buna rağmen<br />
kendine güvenen bir tiptir. Bu çalışma çerçevesinde ele aldığımız bu üç makalede Talat<br />
Paşa, oryantalistlerin Doğulular için sıraladığı bu özelliklerin dışında enerji dolu,<br />
çalışkan, nüktedan, çok iyi silah kullanan, efsanevi ve hayatını vatanına adamış Doğulu<br />
bir devlet adamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada ele aldığımız üç makalede<br />
Talat Paşa’nın Batılı kavramlarla, Batılının değer yargılarıyla ve Batılının insana bakış<br />
açısıyla ele alındığının unutulmaması gerektiğini düşünmekteyiz.<br />
Bütün bunların dışında, bu üç gazete makalesinden yola çıkarak Talat Paşa’nın,<br />
o dönemde Batı kamuoyunda II. Abdülhamid diktatörlüğüne son vermiş bir devrimci,<br />
küçük bir posta memurluğundan sadrazamlığa kadar çıkmayı başarabilmiş ve politik<br />
meselelerde radikal kararlar verebilen kabiliyetli bir politikacı, güçlü bir iradeye sahip,<br />
ilginç düşünceleri olan, cesur bir devlet adamı olduğunu söylemek mümkündür.
242 Kühlmann, Rubarth ve Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
Ekler:<br />
Richard von Kühlmann’ın makalesinin aslından fotokopisi
Mustafa ÇOLAK 243<br />
Edgar Stern – Rubarth’ın makalesinin aslından fotokopisi
244 Kühlmann, Rubarth ve Lersner’e Göre Talat Paşa<br />
Kurt von Lersner’in makalesinin aslından fotokopisi
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
İbni Haldun Bir Rönesans Aydını Mıdır?<br />
Mustafa ÖZTÜRK *<br />
Avrupa’daki büyük değişimin fikrî ve kültürel temeli olan Hümanizma<br />
Ortaçağın sonlarında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Zihinlerde sadece salt bir<br />
insanlık, insanseverlik olarak algılanan Hümanizma, gerçekte bu kadar dar<br />
manada ele alınmamalıdır. Boyutları, insan severliğin de ötesinde çok geniştir,<br />
tesirleri çok derindir. Bu öğreti, insan dehasının yüceliğini, bilim alanında<br />
yarattıklarının sanat alanında, manevî hayatta yarattıklarının gücünü över, insan<br />
gücünü, yasalarını kavramış olduğu maddenin kaba gücüne karşı çıkartır. Bu<br />
öğreti bir eylem ahlakına götürür, insanî ilişkilerde en yüksek kusursuzluğu<br />
gerçekleştirebilmek için sürekli çaba harcamasını buyurur. Böylece hümanizma,<br />
sonsuz bir kültür çalışmasına gerek gösterir; insan ve dünya hakkında<br />
durmadan genişletilen bir bilimi gerektirir, bir ahlakın ve bir hukukun<br />
temellerini atar, bir politikayla sonuçlanır 1 . İşte bu esaslara dayanan<br />
Hümanizmanın gelişmesinden sonra Avrupa’da ve dünyada oluşan bütün<br />
sistemler, kaynağını hümanizmadan almışlardır. Hümanizma Avrupa ve<br />
dünyada meydana gelen köklü değişimlerin fikrî ve kültürel temeli olmuştur.<br />
Kilise, hiçbir zaman eşi görülmemiş, korkunç bir zabıta kuvvetiyle 2<br />
cihazlanmış bir monarşi, bir hükümet olmuştur. Piskoposluğun zaafı üzerine<br />
kurulmuş olan Papalık gibi, timarların düşmesi üzerine kurulan monarşi, lâik<br />
meclisleri, ictihat yapan ruhani reisliği bulunan bir çeşit kilise halini almıştır.<br />
Böylece Allah’ın inayetiyle iki hükümet, yanılmazlığı ilahî karakteri ifade iki çeşit<br />
ölümlü tanrı vücut buldu. Onlara inananlar, Allah kudretinin kendilerinde<br />
temessül ettiğini duyarla 3 . Kilisenin din adına devlet ve cemiyet hayatına hakim<br />
olduğu Ortaçağlarda her türlü düşünce, ilim, fikrî ve sanatsal faaliyet, dinin<br />
(daha doğrusu din adına hareket eden kilisenin) kontrolündeydi, hiçbir düşünce<br />
kilisenin öğretilerinin dışında olamazdı. Böylece insan adeta köleleştirilmişti,<br />
* Prof.Dr., Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü<br />
1 Claude Delmas, Avrupa Uygarlık Tarihi, (çev. Nihal Önol), Varlık Yay., İstanbul 1973, s. 97<br />
2 Kilisenin kendine has askerî gücü yoktu ancak bütün imparator ve kralların askerî güçleri ve zabıta<br />
kuvvetleri, kilisenin askerleri sayılırdı. Kilisenin elindeki ikinci ve belki de en kuvvetli silahı, Aforoz ile<br />
Kilise Mahkemeleriydi ki, bu mahkemelerin üstünde Temyiz Mahkemeleri yoktu, kararları kesindi ve<br />
mutlaka icra edilirdi. Kilise Mahkemesinin verdiği bir karar, o şehrin zabıta güçleri tarafından mutlaka<br />
yerine getirilirdi.<br />
3 J. Michelet, Rönesans, (çev. Kâzım Berker), MEB. Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 1989, s. 11-12
246 İbni Haldun Bir Rönesans Aydını Mıdır?<br />
insanın ruhî, fikrî hiçbir kıymeti yoktu. İnsana bahşedilmiş olan cüz’î iradenin<br />
serbestce kullanılması mümkün değildi. Resim denince hepsi birbirinin kopyası<br />
niteliğinde olan Hz. İsa’nın ve havarilerinin muhtelif resimleri¸ musiki denince<br />
ilahiler akla geliyordu. İnsanın gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini, sevinç ve<br />
kederlerini tuvale dökmesine, bir musiki eseri olarak terennüm etmesine imkân<br />
yoktu.<br />
Katolik kilisesi adeta Tanrıyı da bu dünyevî hükümranlığına alet ediyor, Tanrıyı<br />
şedit, ceberrud, cezalandıran, cehennemde yakan bir Tanrı olarak vazediyordu. Papa ise<br />
yeryüzünde Tanrının halifesi olup, dünyevî ve uhrevî bütün yetkileri elinde tutan bir<br />
makamdı. Eğer papa isterse kilisenin şartlarına uyması kaydıyla dünyevî işleri imparatora<br />
devredebilirdi.<br />
İşte bu derece yoğun baskı altında bulunan insan, ifrat derecede tepki<br />
gösterdi. Antik çağın serbest düşüncesi, devasa sanat eserleri, İslam<br />
düşüncesinin insana verdiği değer, özellikle de İslam‘da cüz’î iradenin serbestçe<br />
kulanılması, Hümanizmanın doğmasına ve gelişmesine etki eden sebeplerdir.<br />
Demek ki, Hümanizma’nın kaynağını iki esasta toplayabiliriz: Bunlar; a. Antik<br />
felsefe, b. İslam düşüncesi.<br />
a. Antik Felsefe<br />
Hümanizmanın en önemli kaynağıdır. Antik Yunan-Roma felsefesi, sadece<br />
hümanizmanın değil, aynı zamanda Avrupa‘yı Avrupa yapan en önemli güç<br />
kaynağıdır. Avrupa‘yı Avrupa yapan kaynaklar, Antik felsefe, Latince ve<br />
Hıristiyanlıktır. Antik felsefe akıl ve idrake dayanır, mutlak yaratıcıyı (Tanrıyı),<br />
kâinatı ve bilginin kaynağını sorgular, buna cevap arar. Varlık aleminin<br />
oluşumunu, tekâmülünü, bunun muharrik güçlerini tespite çalışır. Cemiyet<br />
hayatının kurallarını, devletin yapısını, organlarını teklif eder. Hürriyet, adalet, iş<br />
bölümü gibi kavramlar beşerî hayatın en önemli unsurları olduğuna göre,<br />
bunların sağlanması aynı zamanda ahlakî bir mesele olduğundan, ahlak<br />
felsefesinin de temelleri yine bu dönemde atılmıştır.<br />
Öte yandan tabiat, antik felsefenin en önemli kaynağıdır. Bir yandan<br />
tabiatın sırları keşfedilmeye çalışılırken, bir yandan da tabiatın en güzel suretleri<br />
resim, heykel ve mozayiklere yansıtılmıştır. Böylece bugün dahi aşılamayan<br />
yüksek bir sanat meydana getirilmiştir. Dönemin yazılı eserleri, resim ve heykel<br />
ile devasa binalar, tiyatrolar, su kemerleri, yeni dönemin fikir ve sanatına en<br />
büyük ilham kaynağı olmuştur. Pyhsagor veya Aristo’ya mal edilen “herşeyin<br />
ölçüsü insandır“ sözü, antik Yunan felsefesinin esasıdır. Antik felsefede insan her<br />
şeydir, hatta tanrılar bile insanîleştirilmiştir. Ama Hıristiyanlıkla birlikte bu<br />
düşünce uzun yıllar unutuldu. Hıristiyanlığın ilahî tecelli karşısında insanı, insan<br />
iradesini hiçe sayan düşünce hakim oldu ve böylece Hıristiyanlık taassubu<br />
başladı. Dikkat edilirse Avrupa ifrat ile tefrit arasında gidip gelmektedir. İnsan-<br />
Tanrı, insan-kâinat ilişkisini iyi ve doğru okuyamamıştır. Yunan felsefesini icra<br />
makamına koyarak dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Roma da yeni
Mustafa ÖZTÜRK 247<br />
dönem Avrupa’sının siyaset alanında kendine dönüşün ve kendine güvenin<br />
ilham kaynağı olmuştur. Öyle ki, Roma hukuk sistemi bugün bile Avrupa’nın<br />
hukuk sisteminin esasını oluşturmaktadır.<br />
İşte 14-15. yüzyıl aydınları kendi antikitelerine dönmüşlerdir. Antik<br />
Yunan’ın insan merkezli düşünce sistemini yeniden canlandırmışlardır. Bu<br />
dönüş, kuru, şuursuz bir taklit değildir. Yeni dönem Avrupa aydınları, Yunan<br />
ve Roma’dan faydalandılar ama hiçbir zaman onlar gibi giyinip-kuşanıp eğlence<br />
dolu hayata dalmadılar. O dönemin büyüklüğünü, azametini, geniş ufuklu<br />
dünya görüşlerini, devlet, hukuk ve <strong>sosyal</strong> alandaki müesseseleri, hür<br />
düşüncelerini ve yüksek sanat zevkini aldılar. Başka bir deyişle, kendi<br />
kendilerini keşfettiler, kendi özlerine döndüler. Ama bunu yaparken şuursuz bir<br />
taklit değil, sentez yaptılar. O dönemin değer yargılarını, sanatını, düşüncesini<br />
14. yüzyıla taşıdılar. Bize göre Avrupa’nın esas başarısı budur.<br />
b. İslam Düşüncesinin Tesiri<br />
İslam dünyasının Avrupa’ya tesiri genel hatlarıyla bilinmekle beraber 4 , bugün bu<br />
alanda halâ erişilmeyen ve izah edilmeyen tesirleri vardır. Bunlardan birisi de<br />
İslamın Tanrı-Kul ilişkisindeki tavrın Avrupa düşüncesine olan tesiridir.<br />
Bilindiği gibi, İslam düşüncesinde Tanrı insanlara cüz’î irade vermiş ve bunu<br />
serbest bir şekilde kullanma yetkisini insanlara vermiştir. İnsan, akıl ve idraki<br />
sayesinde iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı bilebilecek durumdadır, dolayısıyla suç<br />
ve ceza, insanın fiillerinin, yapıp-ettiklerin bir sonucudur. Bunun için insan,<br />
fiillerinin faili ve aynı zamanda mes’ulüdür. Bu itibarla hangi ad veya gerekçeyle<br />
olursa olsun, Tanrı ile kul arasına hiçbir kişi veya müessese giremez. Oysa<br />
Hıristiyanlıkta Papa, kendisini Oğul, aynı zamanda Tanrı olan İsa Mesih’in<br />
yeryüzündeki mutlak vekili olarak kabul etmiş ve Tanrı ile Kul arasına Kilise’yi<br />
koymuştur. Bundan sonra kilise herşeye hakim olmuş, dünyevî ve uhrevî bütün<br />
işlerde kendisini yetkili kılmıştır. İşte Ortaçağa damgasını vuran Hıristiyanlık<br />
taassubu, skolastik düşünce bu şekilde ortaya çıkmıştır. Avrupa bin yıl din adına<br />
Papanın tahakkümü altında kaldı. Kendisini Tanrı ile kul arasına koyan kilise,<br />
cemiyet hayatının idarî, iktisadî, <strong>sosyal</strong> ve kültürel bütün alanlarında etkili oldu.<br />
İşte bu derece yoğun bir baskı altında tutulan insan düşüncesi,<br />
Hümanizma ile hürriyetine kavuşmak istiyordu. Dönemin Avrupalı aydınları<br />
tıpkı Müslümanlarda olduğu gibi, hiçbir aracı olmadan Tanrısı ile mülâki olmak,<br />
her hal ve şartta kendisini duyan, gören Tanrısına dua etmek istiyordu. Böylece<br />
bin yıl insanların herşeyine müdahale eden kiliseye karşı aşırı bir tepki olarak<br />
doğan Hümanizma, bundan sonra bir hayat tarzı, bir ideal haline gelecektir.<br />
14. yüzyılın ikinci yarısında gelişen Hümanizmaya göre, Tanrı, Katolik<br />
kilisenin vazettiğinin tam tersine sevecen şefkatli bir baba gibidir, affedicidir,<br />
hoş görülüdür, insana daima yakındır. Mutlak yaratan olması hasebiyle<br />
4 Müslümanların Batı bilim ve düşüncesine tesirleri hakkında bkz. J. Michelet, Rönesans, s. 9, 31, 32, 38, 43,<br />
44 vd.
248 İbni Haldun Bir Rönesans Aydını Mıdır?<br />
kalplerde geçen herşeyi bilir. O halde İncil’i sadece Latince okumak şart<br />
değildir. Herkes istediği dilden dua edebilir. Zira Tanrı onu her halükârda<br />
duyar, anlar. Öyleyse kul ile Tanrı arasına kimse girmemelidir. Görünüşte çok<br />
masumâne olan bu fikirler, aslında kilisenin varlık sebebini ortadan<br />
kaldırıyordu. Başlangıçta bu çerçevede gelişen Hümanizma insanı herşeyin<br />
başlangıç, sebep ve hedefi haline getirdi. Hümanistlere göre İnsan, kendi iradesini<br />
hür olarak kullanabilecek güçtedir, günah ve sevabını, kâr ve zararını bilir. O<br />
halde insan herşeyi yapmaya muktedir olduğu gibi, herşeyi yapmada da serbest<br />
olmalıdır. Ancak hümanizmanın zannedildiğinden de öte derin tesirleri<br />
bulunmaktadır ki, biz bunları aşağıdaki şekil ile gösterdik.<br />
Kısaca özetlediğimiz Hümanizma İnsan merkezli bir dünya görüşünün<br />
adıdır. Bundan sonra gelişen her şey Hümanizmadan kaynaklanmıştır. Asıl<br />
konudan uzaklaşmamak amacıyla Hümanizmanın tesirlerini aşağıdaki tabloda<br />
olduğu gibi özetlemek mümkündür.<br />
Eğer dikkat edilirse, yeni ve yakınçağlar yukarıda zikri geçen ve temelleri<br />
Hümanizmaya dayanan gelişmeler olduğu dönemlerdir. O halde Hümanizmayı<br />
sadece sanatta bilimde, insancıllık olarak görmek yanlıştır. Hümanizma, bir<br />
hayat tarzı, bir dünya görüşüdür. Bundan sonraki bütün gelişmeler, aşağıdaki<br />
şekilde görülen çerçevede olmuştur.<br />
İnsanı her şeyin temeli ve hedefi olarak kabul eden hümanizmanın<br />
tesirleri hayatın her alanına yansımıştır. İnsanın sanat anlayışı, arzu ve istekleri,<br />
Rönesansın esasını oluşturmuştur. Madem ki insan her şeyin esasıdır, o halde<br />
insanın içinden geldiği gibi, duyularıyla gördüğü hissettiği gibi sanatını icra<br />
etmeli, bunu mimariye, resme, heykel ve müziğe yansıtmalıydı. Aynı şekilde<br />
insan, günah ve sevabını bilebilecek kudrettedir, akıl ve irade sahibidir. Tanrı da<br />
kendisine çok yakındır, kalbinden geçen sırları dahi bilir. O halde insan,<br />
ruhunun derinliklerinden gelen bir şevkle inanmalı, Tanrı ile kul arasına hiç bir<br />
kişi veya makam girmemelidir. İşte bu da Reformun esasıdır.<br />
İnsan akıl ve irade sahibi olup, kendi kendisini idare edebilecek<br />
kabiliyettedir. Başkalarının kendisini idare etmesine ihtiyacı yoktur. Tek<br />
özellikleri, hanedandan gelen kimselerin, çocuk, deli, kabiliyetsiz de olsa, geniş<br />
halk kitlelerini idare etmesi kabul edilemez. O halde insanlar kendi kendilerini<br />
idare etmelidir. Ancak burada önemli bir mesele var, herkes kendi kendisini<br />
idare etmeye kalksa, cemiyet hayatı ortadan kalkar, yani ferdin kendi iradesini<br />
sonsuz bir hürriyetle kullanması ve kendi kendisini idare etmesi mümkün<br />
değildi. İşte bu noktada, insanlar kendilerini temsilcileri vasıtasıyla idare etme<br />
yolunu buldular ki, bu da Meşrutî Monarşidir.<br />
Keza insan, akıl ve idrak sahibi olduğu için kâr ve zararını bilir. İktisadî<br />
alanda da kendi kendisini idare edebilecek kabiliyettedir. Hiçbir akıllı insan<br />
Sibirya’da buz, çölde kürk ticareti yapmaz. O halde insanın iktisadî<br />
faaliyetlerinde de hür olması lazımdır ki bu da giderek ferdî teşebbüsün<br />
gelişmesini sağlamıştır.
Mustafa ÖZTÜRK 249<br />
Nihayet insan akıl ve idraki sayesinde kendisini ve tabiatı keşfedecek,<br />
hayatını kolaylaştıracak bilgiye ulaşabilecek kabiliyettedir. Oysa o zamana kadar<br />
her şeyi ilahi iradenin bir tecellisi olarak gören Papalığın öğretileri bütün<br />
<strong>bilimler</strong>in esasını teşkil ediyordu. İşte bu konuda da hümanizma insanı merkez<br />
haline getirdi. İnsanın akıl ve duyuları ile kavranan bilim, bilim olarak kabul<br />
edildi. İnsan, gördüğü, duyduğu, hissettiği, kısacası elle tutup gözle gördüğü,<br />
deneyip gözlediği şeylere inanmaya başladı. İşte bu da pozitivist bilim anlayışının<br />
doğmasına vesile oldu. Böylece akıl, idrak ve duyular, yeni dönemde bilimin<br />
kaynağı haline geldi.<br />
İnsanlık, 14-15. yüzyıllara gelinceye kadar her şeyi, bütün maddî ve<br />
manevî gelişmeyi ilahîlik dairesi dahilinde kabul etmiş ve her şey<br />
ilahîlik/kutsallıkla ilişkilendirilerek algılanmıştır. Oysa görüldüğü gibi<br />
Hümanizma, insanı bu ilahîlik dairesinden çıkarmış ve her şeyin mebdei ve<br />
mehazı (başlangıcı ve kaynağı), hedefi haline getirmiştir. Artık her şey insana<br />
göre, insan için ve insan temellidir. Böylece o zamana kadar kabul edilen ilahîlik<br />
nizamının dışında beşerî bir nizam kurulmuştur.<br />
Görülüyor ki, Hümanizma şimdiye kadar yanlış olarak algılandığı gibi, salt<br />
insan severlik, hoşgörü değil, başlı başına bir dünya görüşüdür. Ondan sonraki<br />
yaklaşık yedi yüz yıllık dönemde sanat, din, idare, bilim, felsefe, iktisat ve daha<br />
başka alanlarda meydana gelen bütün gelişmelerin temelidir. Başka bir ifade ile<br />
bütün –izm’lerin (hepsi insan merkezli olan pozitivizm, naturalizm, realizm,<br />
rasyonalizm, materyalizm, <strong>sosyal</strong>izm vd.) temeli hümanizmadır. O halde<br />
hümanizmayı hoşgörü ile karıştırmamak lazımdır 5 .<br />
İşte bu gelişmelerin neticesi olarak bilim, kilisenin dogmatik<br />
düşüncesinden kurtuldu, dünyevîleşti, insanîleşti. Yeni dönemin bilim anlayışı<br />
dünyevîdir, gözlem ve deneye dayanır. Akıl ve tabiat kanunlarına uyumluluk,<br />
dönemin bilim anlayışının en mümeyyiz vasfıdır. Dönemin bilim anlayışını da<br />
Rönesans bilim anlayışı temsil eder.<br />
İbni Haldun ve Rönesans Bilim Anlayışı<br />
İbni Haldun’un bilim tarihindeki yeri malum olup, burada O’nun hakkında<br />
uzun izahlara girmeyeceğiz. Esasen üzerinde duracağımız konu, İbni Haldun’un<br />
Rönesans döneminin bir aydını olup olamayacağını tartışmaktır. Yukarıda da<br />
zikredildiği gibi, Hümanizmanın kaynakları antik felsefe ve İslam düşüncesidir.<br />
Ancak bugüne kadar her nasılsa İslam düşünce ve kültürünün Hümanizmaya<br />
5 Geniş bir aydın hatta akademisyen tarafından Türk Hümanizmi adıyla eserler verilmekte, Mevlanâ, Hacı<br />
Bektaş-ı Velî, Yunus Emre hümanist olarak gösterilmektedir. Bunu söyleyenler ya hümanizmayı veya<br />
zikredilen zatların dünya görüşlerini bilmiyorlar. Zira her ikisi birbirinden çok farklıdır. Hümanizma, insan<br />
kaynaklı olup, kutsallık dairesinin dışında bir hayat tarzı teklif ederken, bu zatlar, hiçbir zaman kutsallık<br />
dairesinden çıkmamışlardır. Hümanizma, hoşgörü ile karıştırılmaktadır, oysa ikisi çok farklı kavramlardır.<br />
Onun için Türk hümanizmi yerine, Türk hoşgörüsü, Mevlanâ, Yunus ve Hacı Bektaş’ın hoş görüsü demek<br />
daha doğrudur. Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Sedat Temur, “Hz. Mevlana ve Hümanizma”,<br />
http//akademik.semazen.net
250 İbni Haldun Bir Rönesans Aydını Mıdır?<br />
olan tesirleri göz ardı edilmiştir. Zira yukarıda değinildiği gibi, Avrupa‘yı<br />
Avrupa yapan temel düşüncenin Hümanizmadır. Ondan bütün gelişmeler,<br />
Hümanizma temelinde gelişmiştir. Avrupa’ya zihniyet ve çağ atlatan gelişmeler<br />
Hümanizma ile başlamıştır. Kısaca Avrupa’yı Ortaçağ‘dan Yeniçağ‘a taşıyan<br />
değer yargıları, Hümanizmaya dayanır. Rönesans bilim anlayışının kaynağı da da<br />
Hümanizmadır.<br />
Yaygın olan kanaate göre, bu gelişmeler tamamiyle Avrupa kaynaklıdır,<br />
İslam düşüncesinin hiçbir tesiri yoktur. Batılı yazarlar, böyle bir gelişmenin<br />
kaynaklarına İslam düşüncesini ortak etmek istememektedirler. Öte yandan<br />
Türk bilim çevrelerinde de İslam düşüncesinin Avrupa’nın bu atılımı<br />
yapmasındaki rolü -sınırlı sayıdaki çalışmaların dışında- pek dile getirilmemiştir.<br />
Oysa tarafsız bir gözle incelendiğinde durumun hiç de böyle olmadığı<br />
görülecektir. Genel olarak Doğu düşüncesinin Avrupa kültürü üzerinde daha<br />
çok müessir olduğu görülecektir. İşte bu noktada İbni Haldun çok önemli bir<br />
mevkie sahiptir.<br />
İbni Haldun’u Rönesans dönemi aydını olarak kabul etmek için üç<br />
gerekçemiz bulunmaktadır. Bunlar şunlardır:<br />
a. Coğrafî Uyumluluk<br />
Bilindiği gibi Rönesans İtalya’da gelişmiştir. İtalya, Roma’nın merkezi olması<br />
hasebiyle, antik dönemin taşınır veya taşınmaz kültür varlıklarını<br />
barındırmaktadır. Roma döneminin caddeleri, takları, dev tiyatroları, heykel ve<br />
su yolları gibi binlerce mimarî eserin yanında, antik dönemin el yazması eserleri<br />
halâ kütüphanelerde veya özel koleksiyonlarda bulunmaktadır. Hümanistler bu<br />
antik eserleri tercüme ile işe başladılar. Öte yandan İtalya, Akdeniz’in ortasında<br />
bulunan bir yarım ada olup, Sicilya üzerinden Kuzey Afrika’ya 90 km.lik bir<br />
mesafededir. Üstelik Sicilya’da halâ canlı bir İslam kültürünün izleri vardır. Bu<br />
coğrafî yakınlık İtalya ile Kuzey Afrika’nın birbirlerinden etkilenmelerini<br />
kolaylaştırmıştır. Aynı zamanda halâ İspanya’da varlığını sürdüren<br />
Müslümanların etkisini de unutmamak gerekir. Mesela İspanyalı olan büyük<br />
filozof İbni Rüşt’ün Avrupa düşüncesi üzerindeki tesirini hatırlamak yerinde<br />
olur. İtalya, aynı şekilde deniz yoluyla Mısır ve Suriye limanlarına da<br />
bağlanmaktaydı. Bu deniz seferlerinde sadece ticaret yapılmıyor, aynı zamanda<br />
yoğun bir fikir ve kültür alışverişi de yapılıyordu.<br />
Bu itibarla aynı coğrafyada doğan ve eser veren İbni Haldun’un<br />
Avrupa’da tanınmamasının, Avrupalı düşünürlerin ondan habersiz olmalarının<br />
imkânı yoktur 6 . Öyleyse bu coğrafî bütünlük, İbni Haldun’un Rönesans<br />
dünyasının bir aydını olarak görmek için ilk sebeptir.<br />
6 Günümüz aydını, çoğunlukla geçmişi bugünkü bakış açısından görmektedir. Bugünkü doğruları ve<br />
kabulleri ya geçmişte aramakta veya bugünkü bakış açısına uymayan hususları reddetmektedir. Bu konuda<br />
da öyle bir tarz gözlenmektedir. İtalya ve Tunus’taki bilim adamlarının birbirlerinden haberdar<br />
olabilecekleri, birbirlerinden etkilenebilecekleri hiç düşünülmemektedir. Oysa böyle bir düşünce insanın
Mustafa ÖZTÜRK 251<br />
b. Kronolojik Uyum<br />
İbni Haldun 1334-1406 (hicrî 733-808) yılları arasında yani 14. yüzyılın ikinci<br />
yarısı ile 15. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Bu dönem Hümanizmanın geliştiği<br />
dönemdir ve İbni Haldun pekçok Hümanist aydınla çağdaştır. Mesela ilk<br />
hümanist yazarlardan kabul edilen Francesco Petrarca 1304-1374, keza<br />
Giovanni Bocaccio da 1313-1375 yaşamışlardır. Rönesans sanatı ve bilim<br />
anlayışı 15. yüzyılda gelişecektir. İşte İbni Haldun’un tebiri kendisinden sonraki<br />
Rönesans aydınlarını etkileyecektir. Nitekim, hükümdarlık vasıflarını Prens adlı<br />
eserinde inceleyen Makyavelli’de Doğu Siyasetnâmelerinin tesirini görmek<br />
mümkündür.<br />
c. Bilim Anlayışındaki Uyum<br />
Rönesans bilim anlayışı, temelde hümanist düşünceye dayanır. Rönesans bilim<br />
anlayışının en bariz vasıfları, bilimin insan temelli olması, tabiat kanunlarına ve<br />
akla uygun olmasıdır. Akla mantığa, tabiat kanunlarına uymayan hurafeler bilim<br />
olarak kabul edilmemektedir. Rönesans, bilime deney, gözlem ve en önemlisi<br />
tenkit metodunu getirmiştir.<br />
İbni Haldun’un bilim anlayışına bakıldığında da aynı vasıfları görmek<br />
mümkündür. Hatta İbni Haldun, bu bilim anlayışını Rönesans aydınlarından<br />
çok önce ortaya koymuş ve sistemleştirmiştir. Özellikle tarih felsefesinin ve<br />
sosyolojinin temellerini atmıştır. İbni Haldun; “Tarih, zâhirine bakıldığında<br />
geçmişteki olayların ve devletlerin hallerinin ve geçen çağdaki haberlerin öte<br />
tarafına geçmez. Tarihte sözler istinatla naklolunur ve tarihî olaylarla meseller<br />
darbolunur. Tarih insanların ve kavimlerin hal ve durumlarınının nasıl değişmiş<br />
olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kudret ve kuvvetlerinin nasıl<br />
artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar<br />
ettiklerini bize bildirir. Bu, tarihin zahirî (açık anlaşılan) manasıdır. Tarihin<br />
içinde saklanan mana ise, incelemek, düşünmek, araştırmak ve varlığın<br />
(kâinatın) sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve<br />
cereyanının sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı<br />
tarih şereflidir ve hikmet’in içine dalmıştır. Bundan ötürü tarih, hikmet=felsefe<br />
ilimlerinden sayılmağa layıktır“ 7 demek suretiyle tarihin manasının sadece<br />
geçmiş olayların nakledilmesi olmayıp, olayların sebeplerinin araştırılmasının,<br />
bu sebepler üzerinde düşünülmesinin gerekliliği tespit etmekle modern<br />
tarihçiliğin temellerini atmıştır.<br />
Eski İslam tarihçilerinin geçmişte olanları topladıklarını, ancak sonradan<br />
gelenlerin bu haberlerin doğruluğunu araştırmadan olduğu gibi eserlerine<br />
aldıklarını, bazan kendileri de uydurma haberleri eserlerine eklediklerini, zayıf<br />
tabiatına terstir. Şunu unutmamak gerekir ki, bizden öncekiler de en az bizim kadar akıllılardı ve bugün<br />
tahayyül edemeyeceğimiz kadar geniş ufukluydular.<br />
7 İbni Haldun, Mukaddime I, (çev. Zakir Kadirî Ugan), MEB. Yay., İstanbul, 1954, s. 5
252 İbni Haldun Bir Rönesans Aydını Mıdır?<br />
ve esası olmayan rivayetleri doğru olarak naklettiklerini zikreder. Onların,<br />
olayların ve hallerin sebeplerini düşünmediklerini dile getirir ve onların bu<br />
haberleri tenkit etmeden nakletmelerini tenkit eder 8 . Verilen haberlerin tabiat<br />
kanunlarına ve akla uygun olup olmadığı araştırır, akla ve mantığa uymayan<br />
haberlere itimat etmez, onları tenkit eder 9 .<br />
İbni Haldun, devletin unsurları, dayandığı temeller (ordu, iktisat-hazine,<br />
insan ve adalet), devletlerin seyri, bozuluş ve çöküş sebepleri, insan unsuru,<br />
iktisadî hayat şartları ve bunun <strong>sosyal</strong> hayata tesirleri, yerleşik hayat ile<br />
göçebeliğin vasıfları konularındaki tespitleriyle, Rönesans aydını da aşarak<br />
günümüz modern siyaset bilimine tesir etmiştir.<br />
Burada İbni Haldun’un bütün yönleriyle incelemek mümkün değildir.<br />
Kısaca özetlediğimiz İbni Haldun’un bilim anlayışı ile Rönesans bilim anlayışını<br />
mukayese etmeye çalıştık. Görüldü ki, İbni Haldun’un bilim anlayışı, Rönesans<br />
dönemi bilim anlayışının esasıdır. Kendisi Rönesans biliminden etkilenmemiş,<br />
tam tersine Rönesans bilim anlayışı etkilemiştir.<br />
O halde zikretiğimiz üç gerekçeden dolayı, yani coğrafî ve kronoljik uyum<br />
ve bilim anlayışı itibariyle İbni Haldun bir Rönesans aydınıdır. Ama Avrupalı<br />
mutaassıp yazarlar tarafından Rönesans sadece Avrupa’nın eseri olarak<br />
görüldüğünden ve İbni Haldun’un bir Afrikalı Müslüman Arap olmasından<br />
dolayı, Rönesans aydını olarak kabul edilmemiştir. Batı’nın doğruları ve<br />
kabulleri de bizim için mutlak doğru kabul edildiğinden, bu husus hiç<br />
sorgulanmamış, aksi düşünülmemiştir. İşte bu görüşün aksi düşünüldüğünde ve<br />
konu tarafsız olarak tahlil edildiğinde, İbni Haldun’un sadece Rönesans aydını<br />
değil, Rönesans aydınlarını etkileyen bir filozof olduğu gerçeği ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
8 Mukaddime I, s. 6<br />
9 Mukaddime I, s. 23, 24, 25, 27, 28
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Göç ve Türk Kimliği<br />
Nedim İPEK<br />
Giriş<br />
Canlı varlıklar ilk etapta susuzluk, açlık, barınma ve soyunu sürdürme gibi fiziki<br />
ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı eylemleri<br />
esnasında insan diğer canlılardan farklı olarak kültür üretir. Belirli bir refah seviyesine<br />
erişilince kültür normlarından hareketle kimliğini belirlemeye yönelik “Ben kimim,<br />
neredeyim, nereden geliyorum?” gibi sorulara cevap arar.<br />
Kimlik bireyin veya toplumun içinde bulunduğu konuma ve diğerine göre<br />
yapılan tanımlamadır. Başka bir ifadeyle kimlik bir kişinin, grubun ve topluluğun kendi<br />
niteliklerine, değerlerine, konumuna ve kökenine ilişkin bilinçli kavrayış olarak<br />
tanımlanabilir. Bireyin kişisel ve <strong>sosyal</strong> olmak üzere iki kimliği vardır. Biricik olma<br />
duygusuna dayanan bireysel kimlik bireyin psikolojik özellikleri, bedensel ve zihinsel<br />
kapasiteleri gibi özel vasıflarına işaret etmektedir. Sosyal kimlik ise kişinin ırkî, dinî,<br />
siyasî vb. gruplardaki üyelikleriyle alakalı olarak ortaya çıkar. Birey çocukluk, ergenlik,<br />
gençlik ve yetişkinlik dönemlerinde dinî, etnik ve meslekî açılardan aidiyetlerini<br />
gözlemleme ve araştırma yöntemiyle tespit eder ve benimser.<br />
Sosyal kimliğin tanımı bireyin kendisi veya farklı kişiler ve gruplar tarafından<br />
yapılır. Tecrübesi ve kültüründen hareketle karşılaştığı olayları anlamaya ve algılamaya<br />
çalışan birey toplumsal kimliğini bir veya birden fazla isimle tanımlayabilir. Emik bakış<br />
adı verilen bu görüşte geçerli olan husus birey veya grubun kendi kabulüdür. Dışarıdan<br />
bir kişi veya grup tarafından yapılan ve etik bakış adı verilen tanımlama bilimsel veriler<br />
kullanılmaksızın genelleme yöntemiyle yapılır. Kimlik tanımlamasını yapan taraflardan<br />
birisi de devlettir. Şüphesiz bu tanımlama ve tanıma ideolojiktir. Devletin ideolojisinin<br />
değişmesiyle birlikte tanımlama da değiştirilebilmiştir. Devletler ideolojilerine, toplumla<br />
olan etnik mesafelerine ve ilişkilerine göre toplumu isimlendirirler. Osmanlı için klâsik<br />
dönemde toplumun bir kesimi askerî, diğer kesimi reaya veya bir kesimi millet-i hâkime,<br />
diğeri millet-i mahkumedir. Tanzimat döneminde sistem değişikliğine gidildiğinde işe<br />
toplumun ismi ve kimliğini Osmanlı milletine dönüştürülmek istemiyle başlanacaktır.<br />
Dolayısıyla Kanun-i Esasi’de toplum Osmanlı olarak tanımlanmıştır. Cumhuriyet<br />
dönemi anayasalarında ise devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar ırk, din, dil vs.<br />
ayrımı yapılmaksızın Türk olarak tanımlanmıştır.<br />
Ulus devletler toplumsal kimlik tanımlarını çağın şartlarına ve tarihî geçmişe<br />
uygun olarak yapmak durumundadır 1. Tanımın tarihi geçmişle uyumlu olmaması<br />
halinde kimlik sorunu yaşanabilmektedir. Bu gibi durumlarda resmi ve gayri resmi<br />
tanımlar ortaya çıkabilmektedir. Bu çalışmada tarihî kaynakların ortaya koyduğu<br />
1 Selahattin Erhan, “Göç ve Kimlik”, II. Ulusal Sosyoloji Kongresi Toplum ve Göç, Ankara 1997, s. 241.
254 Göç ve Türk Kimliği<br />
verilerden hareketle göçlerin Anadolu toplumunun kimliğine etkisi deneme<br />
mahiyetinde değerlendirilmeye çalışılacaktır.<br />
Reayadan Osmanlı Ulusuna<br />
Toplumsal yaşam zorunluluğu devlet kavramını doğurmuştur. Toplumlar ilk önceleri,<br />
coğrafya ve kültürlerine göre değişik devlet modelleri üretmiştir. Teknolojik gelişim bu<br />
modellerin gittikçe birbirine benzemesini sağlamıştır. Batı, sırasıyla site, imparatorluk,<br />
millî monarşi ve ulus devlet duraklarından geçerek emperyalist devlet aşamasına<br />
ulaşmıştır. Bu süreçte Batı, köle ve feodal toplumdan burjuvanın egemen olduğu<br />
demokratik toplum seviyesine gelmiştir. Türkler ise kaba bir tasnifle bozkır<br />
imparatorluğu, beylik ve askerî imparatorluk aşamalarından geçerek, ulus devlet<br />
kavramına ulaşmıştır. Batı ve Türk toplumlarının hareket noktaları ve yaşadıkları tarihî<br />
süreç birbirlerinden farklıdır. Bu nedenle, lügat anlamları aynı olan sözcükler<br />
toplumlara farklı şeyler hatırlatır. Bu kelimenin terimsel ve sosyolojik anlamını<br />
oluşturur.<br />
Modernite siyasî alanda ulus devlet anlayışını geliştirmiş ve yaygınlaştırmaya<br />
çalışmıştır. Ulus devlet sınırları belirli toprak parçasında yasal güç kullanma hakkına<br />
sahip, halkı türdeşleştirecek ortak kültür, simge ve değerler oluşturmayı amaçlayan<br />
devlet tarzıdır. Ulus devletlerin oluşumu gerek şekli ve gerekse içerik ve işleyiş<br />
açısından birbirinden farklıdır. Oluşum ve gelişim açısından ulus devlet olarak<br />
isimlendirilen devletleri burjuva sınıfının liderliğinde kurulan liberal, sanayileşmiş veya<br />
emperyalist ulus devlet, toplumun elit kesiminin liderliğinde oluşturulan millî devlet ve<br />
diğer devlet veya devletler tarafından şekillendirilen yapay ulus devlet olmak üzere<br />
basit bir tarzda üç gruba ayırmak mümkündür. Bu devletlerin toplumlarının oluşumu<br />
da birbirinden farklıdır.<br />
Birinci gruptaki ulus devletlerde teritoryal millet anlayışı egemendir. Bu anlayışa<br />
göre, sınırları çizilmiş bir toprak parçası üzerinde aynı yasa ve kurumlara itaat eden<br />
nesiller boyu birbirini etkileyen, bilgesinin, azizinin, kahramanının yaşadığı, dua edip<br />
savaştığı yer olarak iddia edilen sınırları çizilmiş toprak parçası vatan ve içinde yasal<br />
açıdan birbirine eşit olarak yaşayanlar vatandaş olarak tanımlanmaktadır. Bu gibi<br />
toplumlarda önce devlet sonra toplum oluşturulduğu için yerel gruplar bir üst kimlikte<br />
birleştirilir. Örneğin Britanya İmparatorluğu’nda bir İskoç için alt kimlik İskoçluk, üst<br />
kimlik ise Britanyalı olmaktır. Oysa yabancılar bir İskoç’u pekâlâ İngiliz olarak<br />
tanımlayabilmektedir.<br />
Batı Avrupa’da ortaya çıkan ulus devletler kısa sürede emperyalist aşamaya<br />
gelerek askerî imparatorlukları parçalama ve ulus devletlere bölme şeklinde<br />
özetlenebilecek olan bir politika izlediler. Bu politika yapay ve millî olmak üzere<br />
birbirinden farklı ulus devlet anlayışlarının ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Batı bu<br />
politikayı Osmanlı Devleti’ne Şark politikası adı altında uyguladı. Bu ortamda Osmanlı<br />
Devleti çözümü geleneksel devlet anlayışından sınırları belirli toprak parçası (vatan)<br />
üzerinde teritoryal millet felsefesine uygun ulus devlete dönüşmekte bulacaktır. Bu<br />
amaçla 1869 Vatandaşlık Kanunu ile sınırları dâhilindeki Osmanlı tebaası din ve ırk<br />
ayrımı gözetmeksizin hukukî eşitlik ilkesine dayalı Osmanlıcılık fikriyatında Osmanlı<br />
milleti oluşturma çabası başlatıldı. İmparatorluk sınırları dahilinde yaşayan değişik dinî<br />
gruplara mensup cemaatlerin laik toplum çerçevesinde Osmanlı milletine dönüştürmek<br />
adına giyim kuşam, askerî, eğitim ve hukuk alanında reform hareketleri başlatıldı. Yerel
Nedim İPEK 255<br />
idareciler tedrici bir şekilde sivilleştirilmeye çalışıldı. Ancak Osmanlı milleti fikri ve söz<br />
konusu reformlar gayrimüslim cemaatler tarafından benimsenmedi. Aksine<br />
gayrimüslimlerin Osmanlı’dan uzaklaşması ve kendi isimleri ile anılan ulus devletleri<br />
kurmaları ile sonuçlandı. Bu durumda Osmanlı devlet adamları ve düşünürlerine de<br />
çağın şartlarına göre ulus toplumu oluşturmak veya savunmak kalmaktaydı. Önlerinde<br />
teritoryal ulus ve millet olmak üzere iki model vardı. İşte bu aşamada Osmanlı toprakları<br />
kitlesel boyutta göçlere sahne oldu.<br />
Göçlerin Toplumun Oluşumuna Etkisi<br />
Savaş, sürgün, din değiştirme ve göç nüfusun kompozisyonunda ve kimliğin kültürel<br />
içeriğinde derin değişikliklere sebep olabilmektedir. Anadolu’nun nüfus yapısının ve<br />
toplumsal kimliğinin oluşumu ve değişiminde en önemli faktör göç olgusudur.<br />
Anadolu tarihî süreç içerisinde sürekli denebilecek bir ölçüde kitlesel göçlerle karşı<br />
karşıya kaldı. Göçler Anadolu nüfusunun birkaç kez yeni baştan harmanlanmasına<br />
sebebiyet verdi.<br />
Türklerin 1453’e kadar gerçekleştirdikleri fetihler Anadolu’da kitlesel boyutta<br />
nüfus dalgalanmalarına sahne oldu. Türklerin eline geçen şehir, kasaba ve köylerde<br />
yaşayan Ortodokslar Bizans’ın gösterdiği yerlere çekildiler. Türk hâkimiyeti altında<br />
yaşamını sürdürmeye karar verenler de vardı. Zamanla bunların bir kısmı ihtida etti.<br />
Ancak ihtida olayı kitlesel bir boyuta varmadı. Hıristiyan nüfusun boşalttığı yerlere ise<br />
teşvik veya sürgün yöntemiyle Türkmen grupları yerleşti veya yerleştirildi.<br />
Celali hadiselerinin sebebiyet verdiği büyük kaçgunluk sonucu Anadolu’da birçok<br />
yerleşim birimi kuş konmaz, kervan geçmez hale geldi. Benzer sebepler ve göçler<br />
yaklaşık Tanzimat dönemine kadar sürdü. Devlet boşalan yerleşmeleri tekrar<br />
canlandırmak adına göç eden ahaliyi geri döndürmeye çalıştığı gibi bir taraftan da<br />
boşalan yerlere konargöçerleri yerleştirmeyi planladı.<br />
Söz konusu kitlesel boyutlu göçlerin yanı sıra Anadolu’da <strong>sosyal</strong> ve ekonomik<br />
gerekçelerden dolayı bireysel veya hane göçleri de gerçekleşmekteydi. Bu göçlerle ilgili<br />
nüfus kütüklerinin yanı sıra ahkâm, şikâyet, nüfus sayım ve yoklama defterlerinde kayıt<br />
ve bilgilere ulaşılabilmektedir. Kaynaklardan ve referans eserlerden anlaşıldığı kadarıyla<br />
kişiler evlilik, boşanma, kanunî takibattan veya kanlısından kurtulmak, iş bulup<br />
çalışmak amacıyla köyden köye, köyden kasabaya veya şehre göç edebilmiştir. Gurbete<br />
gidenler güvenlik kuvvetleri tarafından yakalanıp geri çevrilmekten kurtulmak için iş<br />
bulduğu yerde evlenebilmiştir. Evlilik olayları yerli, göçebe ve göçmen arasında da<br />
olabilmiştir. Reayalıktan askerî statüye geçmek de bireysel göçün başka bir çeşididir.<br />
Hareketliliğin bir diğer yolu, çok seyrek olmakla birlikte köyden şehre göç edip zanaat<br />
ve ticaretle meşgul olmaktı. Köylülerin birbirleriyle veya sipahiyle olan anlaşmazlıkları<br />
nüfusu hareketlendiren bir diğer etmendir. Bu tür hareketlenme özellikle Celalî<br />
döneminde büyük bir yoğunluk kazandı. Bu olayın da tetiklemesi ile birlikte 16.<br />
yüzyılda konar- göçerlerin iskân faaliyetleri nüfus hareketliliğinin başka bir sebebini<br />
oluşturdu. Teorik olarak Osmanlı köylüsünün çiftini çubuğunu bırakıp terk-i diyar<br />
etmesi yasaktı. Sipahi kadı hükmü olmak şartıyla on beş yıl içerisinde çiftbozanı geri<br />
getirme hakkına sahipti. Ancak pratikte sipahinin çiftbozanı bulup getirmesi en<br />
azından kolay değildi.
256 Göç ve Türk Kimliği<br />
Osmanlı köylüsü geçimini temin edecek işi bulma veya can ve mal endişesiyle<br />
18. yüzyılda da köyünü terk edebilmiştir. İş bulmak amacıyla gurbete çıkanlar daha<br />
ziyade İstanbul, Rumeli ve Kefe taraflarına veya Batı Anadolu’daki çiftliklere<br />
gitmişlerdir 2. Bunların bir kısmı kesin dönüş yapmamak üzere ailesini de beraberinde<br />
götürürken bir kısmı da mevsimlik işçi statüsünde kalmayı tercih etti. Bu gibiler kışı<br />
memleketindeki evinde geçirirken, iş mevsimi çalışmak üzere mevsimlik işçi statüsünde<br />
işin bulunduğu yere gidiyordu. Gurbetçi hareketi şehirlerdeki işsiz sayısını hızla arttırdı.<br />
Sadece İstanbul’daki bekâr işçi sayısı şehrin genel nüfusunun %21’ini bulmuştu. Şehir<br />
güvenliğini sağlamak adına Babıâli iç göçü yasakladı. Ancak, yasak şehirlere yönelik<br />
göçü önleyemedi.<br />
18. yüzyılda meydana gelen iç karışıklıklar ve uzun savaşların ortaya çıkardığı<br />
iktisadî buhran neticesi ocaklarını terk edenler daha güvenli gördükleri yerlere göç<br />
ettiler. Neticede pek çok mamur ve meskûn yer boşaldı ve harap oldu. Devlet bu<br />
gibileri on yıl içerisinde geri döndürmeye çalıştı. On yılı geçenlere ise dokunmadı.<br />
Devlet bunların yerine konar- göçerleri yerleştirdi.<br />
Tanzimat döneminde iç göç yeni bir boyut kazandı. Vergide eşitlik ilkesi gereği<br />
muafiyet kalkınca sınır boylarındaki ahali iç bölgelere göç etmeyi tercih etti. Öte<br />
yandan tımarın kalkması, tarımda klasik üretimin yerini ticari tarımın almaya başlaması<br />
ve göçün görece olarak serbestleşmesi nüfus hareketlerini hızlandırdı. Bazı yerleşme<br />
birimleri bu göçmenlere merkezlik yapabilmiş ve neticede küçük köy merkezleri<br />
Adapazarı örneğinden de anlaşılacağı üzere büyük kent konumuna dönüşebilmiştir.<br />
Anadolu, 19. yüzyılda iç göçlerin yanı sıra devleti bir hayli sarsan dıştan içe<br />
yönelik kitlesel boyutlu göç dalgalarına da sahne olmuştur. Gelenlerin bir kısmı boş<br />
alanlara yerleştirilerek yeni yerleşim birimleri oluşturulmuştur. Bir kısmı da mevcut köy<br />
ve mahallelere serpiştirilmiştir. Örneğin, 93 Savaşı sonrası Kars ve Ardahanlı<br />
göçmenlerden bazıları Gümüşhane ve Kelkit’in mevcut köylerine yerleştirilmişlerdi.<br />
Bunlar daha sonra Birinci Dünya Savaşı esnasında Samsun tarafına doğru göçmek<br />
zorunda kaldılar. Gümüşhane ve Kelkitliler barış döneminde de geçim sıkıntısı<br />
sebebiyle Trabzon ve sair yerlere geçici veya daimî statüde göç etmişlerdi. Anadolu<br />
toprakları 1774–2000 yılları arasında büyük kitlesel göçlere sahne oldu. Bu tarihler<br />
arasında Türk askerinin terk etmek zorunda kaldığı yerlerde ikamet eden ve kendini<br />
Osmanlı /Türk hissedenler çareyi Anadolu’ya sığınmakta buldular. Öte yandan Birinci<br />
Dünya Savaşı ve Millî Mücadele dönemlerinde Anadolu’nun doğusu ve batısında<br />
yaşayanlar Orta Anadolu’ya sığınmak durumunda kaldılar.<br />
Osmanlı, topraklarında yerleşme talebinde bulunanların kabulünde klasik<br />
dönemde ayrım yapmazken, Tanzimat döneminde siyasî mülteciler hariç sadece<br />
Müslümanları kabul etti. Cumhuriyet hükümetleri ise bu konuda Osmanlıdan daha<br />
kısıtlayıcı davrandı. Müslüman Türk veya belgenin ifadesiyle Türk kültürüne mensup<br />
Müslümanların dışında kalanların taleplerini reddetti. Türk idarelerinin anlayışına göre,<br />
Balkanlarda yaşayan ve millî devleti olmayan Boşnaklar Türk kabul edilirken<br />
2 1730’da İstanbul’daki gurbetçilerden sadece Arnavutların sayısı 12.000’i bulmuştu. Bk. Bruce Mc.<br />
Gowan, Ayanlar Çağı 1699–1912, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, II, İstanbul 2004, s.<br />
770; Reşat Kasaba, “Batı Anadolu’da Göçmen Emeği (1750–1850)”,Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Ticarî<br />
Tarım, İstanbul 1998, s. 119–127. 18. yüzyılda İstanbul’a yönelik göçlerle ilgili bk. Cengiz Şeker, “İstanbul<br />
Ahkam ve Atik Şikayet Defterlerine Göre 18. Yüzyılda İstanbul’a Yönelik Göçlerin Tasvir ve Tahlili”, (Basılmamış<br />
Doktora Tezi), İstanbul 2007.
Nedim İPEK 257<br />
Arnavutlar bu kavrama dahil edilmediler. Muhtemelen millî sınırlar dışında kalmış<br />
olup ulus devlet kuramamış olan Osmanlı vatandaşlarının oluşturduğu Müslüman<br />
toplulukların iltica talepleri kabul edilmiştir. Şunu da belirtelim ki; etnik menşei Türk<br />
olan ancak Müslüman olmayan topluluklar ya Türkiye’den çıkartılmış veya iltica<br />
talepleri kabul edilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti idarecilerinin bu tutum ve<br />
davranışlarını Osmanlı döneminde yaşanan tecrübelerden kaynaklanan doğal bir tepki<br />
olarak algılamak gerekmektedir. Öte yandan Bozkır İmparatorluklarından Cumhuriyet<br />
dönemine kadar oluşturulan hemen tüm Türk otoriteleri nüfusu zenginlik kaynağı<br />
olarak görmüş ve bu nedenle Batı kültüründen farklı olarak nüfusu koruyan politikalar<br />
üretmişlerdir. Batılılaşma ile birlikte bu politikada ve anlayışta değişiklik yapılarak ülke<br />
içerisinde bulunan gayrimüslim nüfus diğer ülkelerdeki Müslüman Türk nüfusla<br />
değiştirilmiştir. Mübadele sonucu Anadolu’daki gayrimüslim nüfus bir hayli azalmıştır.<br />
Göçmenlerin yerleştirilmesi süreci yerli ile göçmenin kaynaşmasını sağlamıştır.<br />
Göçmenler kasabalara sığındıklarında ilk etapta cami, medrese ve mektep gibi kamu<br />
binalarına geçici olarak yerleştirilmekteydiler. Orta vadede ise yerli halkın ihtiyaç fazlası<br />
meskenleri kiralanarak göçmenlere tahsis edilmekteydi. Bazen akraba durumundaki<br />
birkaç aile aynı evi paylaşabilmekteydiler. Öte yandan, bu önlemlerle sorun<br />
çözümlenmezse yerli halkın ikamet ettiği evlerin selamlık kısımları göçmenlere tahsis<br />
edilmekteydi. Bu tarz iskân durumu süre itibarıyla 6 ay ile iki yıl arasında<br />
değişmekteydi 3. Göçmenlere geçimlerini temin edinceye kadar zarurî ihtiyaçlarını<br />
karşılamak adına maddî ve aynî yardımlar yapılmıştır. Göç çalışmaları incelendiğinde<br />
rahatlıkla tespit edilebileceği gibi yerli halk göçmenlere din bazında yardım etmiştir.<br />
Yani Müslümanlar ve Hıristiyanlar genellikle dindaşlarına yardım elini uzatmışlardır.<br />
Öte yandan göçmenlerin zorunlu kalınmadıkça gayrimüslimlerin sakin olduğu mahalle<br />
ve meskenlere yerleştirilmesi tercih edilmemiştir.<br />
Yerli halk göçmen ilişkisine bakıldığında Anadolu’nun bazı noktalarında<br />
gayrimüslimler göçmenlerin kendi köylerine yerleşmesini arzu etmemişlerdir. Hatta bu<br />
sebeple güvenlik kuvvetleriyle de çatışmaktan çekinmemişlerdir. Müslüman yerli ahali<br />
ile göçmenler arasında ise gayrimenkul paylaşımı gibi maddî sebeplerden dolayı yer yer<br />
çatışmalar çıkabilmiştir. Veya iki grup birbirlerini ötekileştirebilmiştir. Örneğin,<br />
“macurlar adam yermiş”, “bitli macur”, “macur” ifadeleriyle yerli nüfus göçmenleri<br />
küçümseyebilmiştir. Buna karşılık göçmenler kendilerini yerlilere göre daha medeni<br />
olarak ilan edebilmişlerdir. Bu psikolojik ortamda ilk başlarda iki grup arasında kız alıp<br />
verilmemiştir. Ama bu çok uzun da sürmeyecektir. Zira bölgeye yeni bir göçmen kitlesi<br />
geldiğinde daha önceki göçmenlerin kimliği yerliye dönüşüyordu. Bu sefer kendileri<br />
yeni gelenleri aynı tarzda tanımlayabilmekteydiler. Her iki taraf birbirini tanıyıp<br />
benimsedikten sonra kız alıp vermeler gerçekleşmekteydi.<br />
Kişinin yaşamı içerisindeki değişikliğin en önemli nedeni göç ve evliliktir.<br />
Özellikle ülke sınırları dâhilinde gerçekleşen nüfus hareketleri toplumun birbiriyle<br />
kaynaşması ve kenetlenmesini sağlayan unsurlardan birisidir. Bir yerleşim biriminde<br />
yerli, yabancı ve göçmen arasındaki kaynaşmayı sağlayan temel unsur evlilik kurumudur.<br />
Yerlilerle göçmenler aralarında dinî boyutta bir kültürel farklılık olmaması halinde<br />
birbirleriyle evlenmekte herhangi bir beis görmemişlerdir. Buna karşılık çeşitli<br />
sebeplerle Anadolu’ya göç eden ve kimliğini muhafaza etmek isteyen gayrimüslim<br />
3 Nedim İpek, İmparatorluktan Ulus Devlete Göçler, Trabzon 2006, s. 100–102.
258 Göç ve Türk Kimliği<br />
unsurlar belirli bir süre sonra evlenecek kız veya erkek bulamama gibi sebeplerden<br />
dolayı tekrar ata yurtlarına veya kültürel yakınlık duydukları toplumun yaşadığı başka<br />
bir coğrafyaya gitmeyi tercih etmişlerdir. Örneğin, tarihî süreç içerisinde Türkiye’ye<br />
gelip yerleşen Rus Kazakları kitlesel boyutta yerli halkla bütünleşememişlerdir. Bu<br />
sebeple Cumhuriyet döneminde söz konusu topluluklar Rusya’ya veya Amerika’ya göç<br />
etmiştir 4. Kimliğini korumak ve tekrar üretmek için değişik yöntemlere başvuranlar da<br />
vardır. Örneğin, Polenezköylüler kimliklerini korumak adına ya gayrimüslim Türk<br />
vatandaşlarını ya da ecnebileri tercih etmişlerdir. Bu şekilde kimliklerini korumaya<br />
çalışmışlardır. Bununla birlikte Türklerle evlenenler de yok değildi. Netice itibarıyla göç<br />
ve evlilik toplumun yeni baştan harmanlanmasına vesile olmuştur. Söz konusu gruplar<br />
arasında kültürel açıdan büyük farklılıklar olmaması sebebiyle özellikle evlilik yoluyla<br />
kaynaşma ve karışma gerçekleşmiştir.<br />
Toplumun iç göç ve evlilik yoluyla karışıp kaynaştığını kaynaklardan tespit etmek<br />
mümkündür. Bu konuda Fatsa Nüfus Sicil Defterleri incelenebilir. Defterlerdeki<br />
kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla Fatsa, iç ve dış göçe sahne olmuştur. İç göçte asayiş ve<br />
daha ziyade evlilik dolayısıyla nüfus çekerken, aynı sebeplerden dolayı diğer yerlere ve<br />
dışarıya göç vermiştir. Örneğin genç kızlar bir köyden diğerine gelin olarak<br />
gidebilmişlerdir. Yani evlilik göçü söz konusudur. Fatsa’ya veya köylerine çevre köy ve<br />
kazalardan ailece gelip yerleşenler olduğu gibi Fatsa’nın nüfus kütüğüne kayıtlı olmakla<br />
birlikte diğer yerleşim birimlerine göç eden kişiler de mevcuttur. Kayıtlardan anlaşıldığı<br />
kadar, çok az olmakla birlikte bazı aileler birçok kez yer değiştirebilmiştir. Bu gibi<br />
aileler nüfus kayıtlarını ya bulundukları yerin nüfusuna nakletmişler veya eski nüfus<br />
kaydını korumuşlardır. Öte yandan Osmanlı idaresi kaza sınırları dâhilindeki yerleşim<br />
birimlerine Kafkas ve Rumeli göçmeni de iskân etmiştir. Söz konusu göçmenlerle yerli<br />
halk birbiriyle evlenerek yeni aileler oluşturabilmişlerdir. Öte yandan gerek çevre<br />
kasabalar ve gerekse köyler arasında kız alış verişi gerçekleşmiştir. Başka bir deyişle<br />
Osmanlı hâkimiyeti altında Müslüman nüfus yeniden harmanlanmış ve kaynaşmıştır.<br />
Örneğin, Antalyalı bir kişinin dedelerinden birisi Antalya Yörüklerinden, diğeri<br />
Afganistan göçmeni, babaannesi ise Batum göçmenidir. Bir saha araştırması yapılacak<br />
olursa bu tür örneklere oldukça sık rastlanır. Kısacası yerli ile göçmen, aralarında din<br />
farkı olmadığı takdirde belirli bir süre sonra evlenebilmişlerdir. Oysa Müslüman ve<br />
Hıristiyan arasında kitlesel boyutta bir evlilik olmamıştır.<br />
Evlilik cüzdanları incelendiğinde kolayca anlaşılabileceği üzere Türkiye<br />
Cumhuriyeti vatandaşı olup kendisini Müslüman olarak tanımlayan ve Türklük dışında<br />
farklı bir etnik unsura bağlayanlar kimliklerini gruplar arası evlenme ve kaynaşmaya<br />
engel olacak türden bir sorun olarak görmemişlerdir. Gayrimüslimler ise kimliklerini<br />
korumak endişesiyle dindaşlarıyla evlenmeyi tercih etmişlerdir.<br />
Sonuç<br />
Anadolu toprakları Türkler tarafından fethedilmeye başlayınca gayrimüslim topluluklar<br />
genelde Bizans hâkimiyetindeki yerlere çekildiler. Boşalttıkları yerlere Türkmen nüfus<br />
yerleşti veya yerleştirildi. Osmanlı İstanbul’u fethettikten sonra hâkimiyeti altındaki<br />
farklı din ve kültüre mensup olanları millet sistemi içerisinde yan yana yaşattı. Bu<br />
4 Türkiye’deki İslav Göçmenler için bk. Z. F. Fındıkoğlu, Türkiye’de İslav Muhacirleri (1961-1962’de<br />
Türkiye’deki Malakan ve Kazaklaıın Rusya’ya Dönmeleri, İstanbul 1966, s. 37.
Nedim İPEK 259<br />
sistemin 19. yüzyılda çökmesi üzerine devlet adamları çözümü halkı din ve kültür<br />
ayırımı gözetmeksizin toprağa dayalı vatandaşlık esasında bir araya getirecek olan<br />
Osmanlı milletini oluşturmakta gördüler. Ancak özellikle din ve kültür farklılığının<br />
olduğu topluluklarda bunu gerçekleştirmek en azından tarihî tecrübeye aykırıdır.<br />
Nitekim gayrimüslim unsurlar bu düşünceyi benimsemedi. Aksine, emperyalist<br />
devletlerin pazar ihtiyacını karşılamak endişesiyle geliştirdikleri ulus devlet projelerini<br />
benimsediler. Neticede Balkanlar ve Anadolu’daki gayrimüslim unsurlar isyan ve<br />
karışıklıklar çıkardılar. Böylece müslim gayrimüslim birbirine karşı ötekileşti ve<br />
Balkanlarda yapay ulus devletler ortaya çıktı. Bu devletler nüfuslarını homojenleştirmek<br />
isteyince Müslümanlar Anadolu’ya göç etti veya ettirildi.<br />
Anadolu’daki nüfusun iskân tarihçesine bakılırsa müslim ve gayrimüslimlerin<br />
ayrı mahalle veya köylerde yerleştikleri ve ancak pazarda bir araya geldikleri tespit<br />
edilir. Osmanlı sistemi bu farklı kültüre ait bireylerin birbiriyle kaynaşmasını<br />
plânlamamıştır. Dolayısıyla Rum, Türk ve Ermeni yüzyıllarca yan yana yaşamış ama<br />
kaynaşmamıştır. Anadolu deyimiyle farklı kültüre mensup aileler arasında istisnalar<br />
dışında kız alış verişi olmamıştır. Oysa gerek ekonomik sebeplerden kaynaklanan iç göç,<br />
gerek savaşlar neticesi elden çıkan yerlerden göçürülenler, müteferrik iskân politikası<br />
sonucu tamamen iç içe geçmiştir. Osmanlı belgelerinin Müslüman olarak tanımladığı<br />
bu topluluğa Batı kaynakları Türk adını vermekteydi.<br />
Bugün Türkiye sınırları içerisinde yaşayanlar bireysel olarak etnik kökenlerinin<br />
aynı veya farklı olduğunu savunabilirler. Tartışılamaz olan husus Orta Asya, Kafkaslar<br />
ve Balkanlardan gelerek Anadolu’yu vatan telakki eden ve aynı dine iman etmiş<br />
olanların kendilerini bir toplum, millet olarak algılamasıdır. Bu modern toplumun adı<br />
Türk’tür. O hâlde Türk kelimesi: Haçlı seferlerine direnen; Ermenilik ve Rumluk<br />
faaliyetlerine izin vermeyen; Çanakkale’de, Kafkaslarda ve Yemen’de savaşan; Bulgar,<br />
Sırp, Yunan, Ermeni, Rus, İngiliz ve Fransız baskı ve zulmüne uğrayan; Kafkaslar,<br />
Kırım ve Balkanlardan Anadolu’ya veya Erzurum, Trabzon, Van, Kars, Ardahan,<br />
Artvin ve İzmir’den Orta Anadolu’ya göçen; Adı Yemen’dir, Bitlis’te Beş Minare ve<br />
Çırpınırdı Karadeniz isimli türkülerle hüzünlenen; İzmir marşıyla coşan sanal olarak<br />
Trabzonlu, Erzurumlu, Vanlı, Diyarbakırlı, Aydınlı, Edirneli olarak ayrıştırılan<br />
Ayşelerin, Fadimelerin, Mehmetlerin, Ahmetlerin ortak adıdır.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof.Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
II. Meşrutiyet Dönemi Demokratikleşme Çabaları<br />
Nevzat ARTUÇ *<br />
Giriş<br />
Osmanlı Devleti’nde modernleşme çabaları Lale Devri ile başlamış Tanzimat, Islahat<br />
ve I. Meşrutiyet dönemleriyle büyük bir gelişme göstermiştir. Avrupa’nın büyük<br />
devletleri karşısındaki seri askerî mağlubiyetleri neticesinde ortaya çıkan modernleşme<br />
fikri, II. Mahmut döneminde büyük bir ivme kazanmıştır. Nitekim Tanzimat<br />
Fermanı’yla başlayan yeni dönemde, değişen Padişahların değişmez müesseselere tâbi oluşu<br />
anlayışı ön plana çıkmış, müessese fikri ağırlık kazanmıştır. Gelinen bu noktaya rağmen<br />
toplumda, anayasalı parlamenter sistem kurulmasına ilişkin düşünceler henüz<br />
tartışmaya açılamamıştı. Her şeye rağmen Tanzimat dönemi, müessese ve hukuk<br />
fikrinin ön plana çıkmış olması açısından, meşruti dönem için önemli bir hazırlık<br />
niteliğinde olmuştur 1. Meşruti yönetim önündeki son engeller, Sultan Abdülaziz’in<br />
tahttan indirilmesi ve Veliaht Abdülhamid’in ılımlı bir tavır sergilemesiyle tamamen<br />
ortadan kaldırılmıştır. Yeni Osmanlıların desteğiyle Padişah olan II. Abdülhamid, 23<br />
Aralık 1876’da I. Meşrutiyet’i ilân etmiştir. Böylece Osmanlı Devleti, tarihinde ilk kez<br />
anayasalı parlamenter sistemle tanışmış oldu. Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olma<br />
özelliğini taşıyan Kanun-ı Esâsi, çağdaş anayasadan ziyade tipik bir geçiş devri<br />
anayasası özelliğini taşımaktadır. Aceleyle ve belirli bir sistematikten uzak olarak<br />
hazırlanmış olan Kanun-ı Esâsi’nin en büyük zaafı, 113. maddesiyle Padişah’a oldukça<br />
geniş yetkiler veren hükümler içermesi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin modern<br />
anlamda ilk parlamentosu olma özelliğini taşıyan Meclis-i Mebusan 80’i Müslüman,<br />
50’si Gayr-i Müslim olmak üzere toplam 130 üyeden oluşuyordu. İlk toplantısını, 19<br />
Mart 1877’de gerçekleştiren Meclis-i Mebusan, 14 Mart 1878’de son kez toplanmış ve<br />
II. Abdülhamid tarafından olağanüstü şartlar bahanesiyle tatil edilmiştir. Tüm<br />
eksikliklerine rağmen I. Meşrutiyet modernleşme ve demokrasi tarihimizin en önemli<br />
dönüm noktası olarak algılanmalıdır 2. Takip eden yıllarda Meşrutiyet rejimini yeniden<br />
yürürlüğe koyabilmek amacıyla II. Abdülhamid’e karşı başlatılan mücadele fikri, Yeni<br />
Osmanlılar tarafından bırakılan tarihi ideale uygun olarak, Jön Türk hareketinin<br />
doğmasına ve bu harekete paralel olarak gelişen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin<br />
*<br />
Yrd.Doç.Dr., Adıyaman Üniversitesi Öğretim Üyesi.<br />
1<br />
T. Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, Yedigün Matbaası, İstanbul<br />
1960, s. 51-63.<br />
2<br />
Nevzat Artuç, “II. Meşrutiyet’in İlanı”, DoğuBatı, C. I, Sa.45, Yıl:2008, s. 64-67.
Nevzat ARTUÇ 261<br />
kurulmasına imkan sağlamıştır. Bu mücadele 23 Temuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı<br />
ile başarıya ulaşmıştır.<br />
a-Demokratikleşme Yolunda Atılan Adımlar<br />
II. Meşrutiyet, kısa süreli bir mücadelenin devamında değil, uzun soluklu modernleşme<br />
ve demokratikleşme çabalarının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca<br />
Tanzimat ve I. Meşrutiyet gibi demokratikleşme adımları yukarıdan aşağıya doğru bir<br />
gelişme gösterirken, II. Meşrutiyet’te aşağıdan yukarıya doğru bir gelişme söz<br />
konusudur. Bu nedenledir ki II. Meşrutiyet, “İmparatorluktaki Müslüman ve Gayr-i<br />
Müslim unsurların ortak bir zeminde buluştukları ilk ve son demokratikleşme çabası<br />
olmuştur. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinde başrolü oynayan İttihat ve Terakki<br />
Cemiyeti, 1789 Fransız İnkılabı’ndan esinlenerek adeta slogan haline getirdiği hürriyet,<br />
adalet, müsavat (eşitlik) ve uhuvvet (kardeşlik) ifadeleriyle demokrasinin en önemli<br />
unsuru olan halk kitlelerini etkilemeyi başarmıştır”. Yaklaşık on yıl sürecek olan II.<br />
Meşrutiyet Dönemi’nde; demokratik yönetimlerin vazgeçilmez unsurları olan anayasalı<br />
parlamenter sisteme geçilmiştir. Bu doğrultuda Kanun-ı Esâsi, I. Meşrutiyet<br />
deneyiminden ders alınarak değiştirilmiş ve genişletilmiştir 3.<br />
II. Meşrutiyet’in ilânının ardından ilk kez bir seçim kanunu (İntihab-ı Mebsuan<br />
Kanun-ı Muvakkat) kabul edilmiş, 1908-1918 yılları arasında biri ara seçim, üçü de<br />
genel seçim olmak üzere toplam dört kez seçimlere gidilmiştir. 1908 Kasım-Aralık<br />
aylarında yapılan birinci genel seçimleri İttihat ve Terakki listelerinde yer alan adaylar<br />
kazanmıştır 4. Seçimlerin ardından, 17 Aralık 1908’de 30 yılı aşkın bir süredir tatilde<br />
olan Meclis-ı Mebusan açılmıştır. Böylece demokratikleşme ve milli egemenlik yolunda<br />
en önemli bir dönemeç geçilmiş ve son olarak II. Abdülhamid’in otoriter yönetimi<br />
sayesine yeniden canlanmaya başlayan klasik monarşi anlayışı sona ermiştir. Yasama ve<br />
yürütme yetkileri resmen Padişah’tan alınıp Kânun-ı Esâsi, Meclis-i Mebusan,<br />
Hükümet ve İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında paylaştırılmıştır. Bu sayede Türk<br />
demokrasisi ilk kez parlamenter sistem ve kuvvetler ayrılığı ilkesi ile tanışmıştır.<br />
İttihatçılar, toplam 288 kişiden oluşan Meclis-i Mebusan’da çoğunluğu sağlamışlardır.<br />
Ancak ilerleyen haftalarda İttihatçıların söylem ve uygulamalarından rahtsız olan ve<br />
istedikleri menfaatleri elde edemeyenler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden ayrılmaya<br />
başlamışlardır. Böylece demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından olan anayasa ve<br />
parlemanto kavramlarına ek olarak muhalefet de oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda<br />
ilk olarak Osmanlı Ahrar Fırkası kurulmuştur. Takip eden yıllarda kurulan Osmanlı<br />
Demokrat Fırkası, Heyet-i Müttefika-i Osmaniye Fırkası, Mutedil Hürriyet Perveran<br />
Fırkası, Ahali Fırkası, Sosyalist Fırka ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi birbirinden farklı<br />
siyasi oluşumlarla çok partili siyasal yaşama geçilmiştir. Böylece demokratikleşme<br />
yolunda önemli bir adım daha atılmıştır.<br />
Öte yandan hukuk alanında geniş çaplı düzenlemeler yapılmıştır. Bu doğrultuda<br />
toplantı, basın ve grev kanunları hazırlanmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1917<br />
Kongresi’nde hukukta laikleşme yolunda önemli adımlar atılmış, aile hukuku<br />
komisyonu oluşturularak evlenme ve boşanma davaları şeriye mahkemelerinden<br />
3 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Afa Yay., İstanbul 1996, s. 134-138.<br />
4 T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. III, İletişim Yay., İstanbul 2000, s. 205-206.
262 II. Meşrutiyet Dönemi Demokratikleşme Çabaları<br />
alınarak adliye mahkemelerine bırakılmıştır 5. Ayrıca saray ve hanedan ödenekleri<br />
azaltılmış, Milli Kütüphane, Milli Arşiv, Milli Coğrafya ve Türk Ocağı gibi kuruluşların<br />
hayata geçirilişi ile kültürel alanlarda ilerleme sağlanmış, Müdafaa-ı Milliye Cemiyeti,<br />
Donanma Cemiyeti, Kızılay (Hilal-i Ahmer) ve Çocuk Esirgme Kurumu (Himaye-i<br />
Etfal) gibi yeni sivil toplum örgütleri, Türk Gücü, Altınordu İdmanyurdu gibi yeni<br />
spor kulüpleri tesis edilmiş, teba anlayışından vatandaşlık bilincine geçilmiş, kadın<br />
hakları konusunda önemli adımlar atılmıştır. Ekonomide Milli İktisat siyaseti<br />
çerçevesinde kooperatifçiliğe ağırlık verilmiş, İtibar-ı Milli Bankası adı altında bir Milli<br />
Banka kurulmuştur 6.<br />
b-Demokratikleşme Önündeki Engeller<br />
II. Meşrutiyet Dönemi’nde iktidar-muhalefet ilişkilerinin dialog ve uzlaşmadan uzak<br />
olması, demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olarak göze çarpmaktadır.<br />
Nitekim 1908 seçimlerinin ardından muhalefet tarafından tertiplenen 31 Mart Olayı,<br />
II. Meşrutiyet Dönemi demokratikleşme çabalarına büyük darbe indirmiştir. Bu<br />
tarihten itibaren iktidar-muhlafet ilişkileri demokratik ortamdan çıkartılıp adeta siyasi<br />
bir kan davası haline dönüştürülmüştür.<br />
1911 ara seçimleri, II. Meşrutiyet Dönemi’nin en büyük muhalefet partisi olma<br />
özelliğini taşıyan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın etkisiyle, İttihatçılar aleyhine<br />
neticelenmiştir. Bu durumu kabullenemeyen İttihatçılar çareyi Meclis-i Mebusan’ı<br />
feshetmekte bulmuşlardır. 1912’de yapılan ikinci genel seçimleri (Sopalı seçimler) bu<br />
defa İttihat ve Terakki Cemiyeti adayları kazanmış, Meclis-i Mebusan’da 270 İttihatçı<br />
milletvekiline karşı 15 Hürriyet ve İtilaf Fırkası milletvekili yer almıştır 7. Ancak seçim<br />
süreci sancılı ve sıkıntılı geçmiştir. Seçimlerin ardından kurulan Üçüncü Mehmet Sait<br />
Paşa Hükümeti döneminde etkinliklerini artırmak ve muhalefeti susturmak isteyen<br />
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Merkezi tarafından 20.000<br />
adet basılan Açıksöz Gazetesi’ni, halk arasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne olan kin ve<br />
düşmanlığı artıracağı endişesiyle toplattırmıştır 8. İlerleyen günlerde ortaya çıkan<br />
Halaskar Zabitan Grubu, misilleme olarak ordunun siyasetle uğraşmasına, dolayısıyla<br />
orduda büyük ölçüde egemenliğe sahip İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne son vermek<br />
amacıyla Mehmet Sait Paşa Hükümeti’ni darbe tehdidiyle düşürmüştür. Yeni kurulan<br />
Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti, İttihatçıların egemen olduğu Meclis-i<br />
Mebusan’dan güvenoyu almıştır. Bir başka ifadeyle İttihatçılar yeni Meclis’in<br />
dağılmaması için istemeyerek de olsa yeni Hükümet’e destek vermişlerdir. Bu durumun<br />
ileride kendilerine engel teşkil edebileceğini düşünen Gazi Ahmet Muhtar Paşa,<br />
yaklaşık iki buçuk ay sonra, 4 Temmuz 1912’de Kanun-ı Esâsi’deki bir boşluktan<br />
yararlanarak ve içteki siyasi gelişmeleri bahane ederek Meclis-i Mebusan’ın<br />
feshedilmesini sağlamıştır. Ardından da muhalefetin isteği doğrultusunda İttihatçı<br />
kadrolara karşı adeta bir kıyım başlatmıştır. Siyasi tutuklamalar meselesi olarak da<br />
bilinen söz konusu uygulamalar çerçevesinde önde gelen pek çok İttihatçı siyasi<br />
5<br />
T. Zafer Tunaya, a.g.e., C. I, s. 68, 155-156<br />
6<br />
T. Zafer Tunaya, a.g.e., C. I, s. 66-67; Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. I/1, TTK Basımevi,<br />
Ankara 1991, s. 345-351.<br />
7<br />
T. Zafer Tunaya, a.g.e., C. III, s. 208-209.<br />
8<br />
BOA, DH.HMŞ, 10/55, 21 Nisan 1328 (4 Mayıs 1912).
Nevzat ARTUÇ 263<br />
gerekçelerle tutuklanmış ve baskılara maruz kalmıştır. Ardı arkası kesilmeyen<br />
tutuklama olayları dönemin basınında oldukça geniş yankı uyandırmıştır. Nitekim<br />
Tasvir-i Efkar Gazetesi yazarı Yunus Nadi Bey, Hükümet’in söz konusu uygulamalarını<br />
eleştirmiş, vatanseverliğinden şüphe edilmeyecek İttihatçı kadroların tutuklanmalarının<br />
demokrasiyle bağdaşmadığını savunmuştur 9. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti<br />
kamuoyunda büyük tepki toplayan bu uygulamaların dışında 1912 seçimlerinde<br />
nüfuzunu İttihat ve Terakki Cemiyeti lehine kullandığı iddia edilen çok sayıdaki kamu<br />
görevlisiyle hesaplaşma yoluna gitmiştir. Bu çerçevede Ağustos ve Eylül ayı içerisinde<br />
İttihatçıların önde gelen isimlerinden Bağdat Valisi Cemal Bey hakkında seçimlerde<br />
İttihat ve Terakki Cemiyeti adaylarının kazanması için çalıştığı ve Hürriyet ve İtilaf<br />
Fırkası’na ait kulüpleri kapattığı şeklindeki şikayetleri dikkate alarak soruşturma<br />
başlatmıştır 10. Takip eden haftalarda Bandırma Kaymakamı Hasan Vasfi Bey,<br />
Bandırma Ermeni Kulübü’ne üye olduğu ve seçimlerde nüfuzunu İttihat ve Terakki<br />
Cemiyeti lehine kullandığı 11, Kilis Kaymakamı Ziya Bey Kilis ve Antakya’da yapılan<br />
seçimlerde develetin resmi kolluk kuvvetlerinin baskısı altında İttihat ve Terakki<br />
Cemiyeti lehine çalışmalar yaptırttığı 12 ve son olarak Cüneyn Kaymakamı Fevzi Bey<br />
seçimlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti lehine çalışmak ve halk arasında karışıklık<br />
çıkarttığı 13 suçlamalarıyla soruştrurmalara maruz kalmışlardır. Adı geçen mülki<br />
amirlerin beraberindeki memurlar hakkında da benzer gerekçelerle soruşturmalar<br />
açılmıştır. Bu durum ülkedeki siyasi atmosferin daha fazla gerilmesine hatta bu<br />
tarihten itibaren demokratikleşme çabalarının askıya alınmasına yol açmıştır. Iktidar ile<br />
muhalefet sorunun çözümünde dialog-uzlaşma yerine, demokrasi dışı yöntemlere<br />
başvurmaktan kaçınmamışlardır. İlk olarak kendilerine yönelik bu baskıdan kurtulmak<br />
isteyen İttihatçılar, çareyi darbe yapmakta bulmuşlardır. 1913’te Bâb-ı Âli Baskını adı<br />
verilen darbe ile Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüş, mevcut Kamil Paşa<br />
Hükümeti devrilerek yerine İttihatçıların egemen olduğu Mahmut Şevket Paşa<br />
Hükümeti kurulmuştur 14.<br />
Yaşanan bu gelişmeler dolayısıyla ülkenin en büyük muhalefet partisi<br />
konumundaki Hürriyet ve İtilaf Fırkası oldukça güç kaybetmiş bu nedenle de Bâb-ı Âli<br />
Baskını ve Nazım Paşa’nın öldürülmesi olaylarını adeta siyasi bir kan davası haline<br />
getirmiştir. Hürriyet ve İtilafçılar, tıpkı amansız rakipleri olan İttihatçılar gibi, Bâb-ı<br />
Âli’yi basarak Mahmut Şevket Paşa Hükümeti’ni devirmek, İstanbul Muhafızlığı’nı ele<br />
geçirmek ve Kamil Paşa ile Prens Sabahattin’in de dahil olduğu yeni bir Hükümet<br />
kurma planları yapmaya başlamışlardı. Muhalefetin önde gelen isimlerinden Prens<br />
9<br />
Nevzat Artuç, Cemal Paşa (Askeri ve Siyasi Hayatı), TTK Yay., Ankara 2008, s. 105.<br />
10<br />
Bağdat Hürriyet ve İtilaf Fırkası Temsilcisi Müftüzade Kamil Bey tarafından gönderilen şikâyet<br />
dilekçesi üzerine başlatılan soruşturma, Cemal Bey’in o tarihlerde görevinden istifa etmesi nedeniyle<br />
tamamlanamamıştır. BOA, DH.MTV, 18/47, lef. 2, 23 Temmuz 1328 (5 Ağustos 1912). Konuyla ilgili<br />
olarak ayrıca bkz. Nevzat Artuç, a.g.e., s. 98-99.<br />
11<br />
Bandırma Sabık Belediye Başkanı tarafından Dâhiliye Nezareti’ne gönderilen ilgili şikâyet<br />
dilekçesi ve Hükümet tarafından alınan soruşturma kararı için bkz. BOA, DH.MTV, 22-2/15, lef. 1, 2,<br />
17 Ağustos 1328 (30 Ağustos1912).<br />
12<br />
Kilis Hürriyet ve İtilaf Fırkası Temsilcisi İsmail Hakkı Bey tarafından gönderilen şikâyet dilekçesi<br />
için bkz. BOA, DH.MTV, 22-2/13, lef. 4, 21 Ağustos 1328 (3 Eylül 1912).<br />
13<br />
BOA, DH.MTV, 22-2/14, lef. 1-4, 21 Ağustos 1328 (3 Eylül 1912).<br />
14<br />
Ayrıntılı bilgi için bkz. Nevzat Artuç, “Bir Darbenin Gerçek Öyküsü: 1913 Bâb-ı Âli Baskını”,<br />
SDÜFEFD, Sa. 10, Yıl: 2004, s. 61-78.
264 II. Meşrutiyet Dönemi Demokratikleşme Çabaları<br />
Sabahattin ve ekibi tarafından İttihat ve Terakki Hükümeti’ni devirmeye yönelik<br />
hazırlanan karşı darbe girişimi, dönemin resmi kayıtlarında Taklib-i Hükümet Teşebbüsü<br />
(Hükümet Değişikliği) olarak anılmıştır. Taklib-i Hükümet Teşebbüsü’nün başarısızlığına<br />
rağmen muhalefet hala karşı darbe fikrinden vazgeçmemiştir. Nitekim, 11 Haziran<br />
1913 Çarşamba günü Sadrazam Mahmut Şevket Paşa öldürülerek kaos ortamı<br />
yaratılmaya çalışılmışsa da başarılı olunamamıştır 15.<br />
Üçüncü genel seçimler 1914’te yapılmıştır. Bu seçimleri, 1913 Bâb-ı Âli<br />
Baskını’ndan sonra iktidarı tamamen eline geçiren ve muhalefete yaşam hakkı<br />
tanımayan İttihatçılar kazanmıştır. Tek parti egemenliğinin söz konusu olduğu bu<br />
dönemde II. Meşrutiyet Dönemi’nin en uzun süreli yasama faaliyetleri<br />
gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık 4 yıl aralıksız görev yapan parlamento, 1918 Mondros<br />
Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra feshedilmiştir.<br />
II. Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan 1908, 1911, 1912 ve 1914 seçimlerinin ortak<br />
özelliği iki dereceli seçim sistemine göre yapılması, seçme ve seçilme hakkının yalnızca<br />
erkeklere verilmesi ve seçme hakkının yalnızca vergi verme şartına bağlanması<br />
olmuştur. Ayrıca 1912 seçimleriyle ordunun siyasettten uzak tutulması amacıyla<br />
askerlerin oy kullanması yasaklanmıştır 16.<br />
II. Meşrutiyet Dönemi’nde 1908 yılından 1913 Bâb-ı Âli Baskını’na kadar 11,<br />
1913 yılından 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar 4 olmak üzere toplam 15 Hükümet<br />
kurulmuştur. Öyleki 1913’e kadar kurulmuş olan bazı Hükümetlerin ömrü iki haftadan<br />
bile az olmuştur. Bu durum ülkede siyasi istikrarsızlığa neden olmuştur 17. İttihat ve<br />
Terakki Cemiyeti’nin Bâb-ı Âli Baskını’nın ardından iktidara tamamen hakim olmasıyla<br />
birlikte 1913 öncesinde yaşanan siyasi istikrarsızlık sorunu büyük ölçüde giderilmiştir.<br />
Sonuç<br />
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlı Devleti’nin yüzyıllardır devam eden geleneksel<br />
hâkimiyet anlayışı yıkılmış, yerine özgürlükçü ve demokratik bir devlet yapısı kurulması<br />
amaçlanmıştır. Bu dönemde ortaya atılan siyasi fikir akımları ve gerçekleştirilen<br />
demokratikleşme çabaları, kendisinden sonraki dönemde kurulan Türkiye Cumhuriyeti<br />
için paha biçilmez bir laboratuar tecrübesi olmuş, Mustafa Kemal Atatürk tarafından<br />
gerçekleştirilecek inkılâp hareketlerine zemin hazırlamıştır. Ayrıca siyaset yapan<br />
fertlerin sayısında artış olmuş ve siyaset daha geniş kitlelere ulaşmıştır. Böylece, Tebaayı<br />
Şahane’den Vatandaşlık bilincine ulaşma yolu açılmıştır. Özgürlüklerin alanı<br />
genişletilmiş, ekonomi, eğitim, kültür ve sporla ilgili çok sayıda dernek ve cemiyetlerin<br />
kurulmasına olanak sağlanmıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde ilk defa çok partili<br />
parlamenter rejime geçilmiştir. Bu sayede anayasa, parlamento, seçim, iktidar ve<br />
muhalefet gibi demokrasinin temel ilkeleri olarak kabul edilebilecek kurum ve<br />
kavramlarla tanışılmıştır. Ancak oldukça kısa süre içerisinde gerçekleştirilen<br />
demokratikleşme çabaları; iktidar-muhalefet arasındaki dialog ve uzlaşma eksikliği, çok<br />
partili siyasal yaşamın yeterince özümsenmemiş olmasından kaynaklanan gazeteci<br />
15<br />
Ayrıntılı bilgi için bkz. Nevzat Artuç, “Bir Siyasal Cinayet Örneği: Mahmut Şevket Paşa Suikasti”,<br />
SDÜFEFD, Sa. 12, Yıl: 2005, s. 73-102.<br />
16<br />
T. Zafer Tunaya, a.g.e., C. III, s. 210-212.<br />
17<br />
II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulmuş olan Hükümetler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. T. Zafer<br />
Tunaya, a.g.e., C. III, s. 61-190.
Nevzat ARTUÇ 265<br />
cinayetleri, 31 Mart Olayı, Halaskar Zâbitan Olayı, Bâb-ı Âli Baskını ve Mahmut<br />
Şevket Paşa Suikasti gibi demokrasi dışı müdahaleler nedeniyle kesintilere uğramıştır.<br />
Yaşanan olumsuzluklara ek olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1913’ten itibaren<br />
basına uyguladığı sansür ve muhalefete göz açtırmayan tek parti yönetimi anlayışı,<br />
demokratikleşme çabalarının büyük ölçüde askıya alınmmasına sebebiyet vermiştir.<br />
Nihayet II. Meşrutiyet Dönemi’nin yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız darbe,<br />
basına sansür ve çok partili siyasal yaşamı özümseyememe gibi demokrasi dışı<br />
yöntemleri kötü bir alışkanlık olarak uzun süre modern Türk demokrasisini olumsuz<br />
yönde etkilemiştir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
18.Yüzyılda Doğu Akdeniz’de Ticaret ve Güvenlik<br />
Osman KÖSE *<br />
Giriş<br />
Akdeniz, tarihin bilinen ilk zamanlarından itibaren insanların yerleştiği, yaşadığı, ticaret<br />
yaptığı ve medeniyetlerin oluştuğu bir yerdir. İlahi dinlerin tamamı dünyanın bu<br />
yöresinde filizlenmiş ve dünyaya nizam ve şekil veren medeniyetler de buradan<br />
yükselmeye ve kök salmaya başlamışlardır. Bugünkü modern dünyanın oluşumunun<br />
temel dinamiklerini oluşturan Mezopotamya, Roma ve Eski Yunan medeniyetlerini ve<br />
bilimini oluşturan bilim adamları Akdeniz dünyasında ortaya çıkmışlar ve buralardan<br />
dünyayı aydınlatmaya çalışmışlardır. Coğrafi keşiflere kadar dünyayı baştanbaşa kat<br />
eden en önemli ticaret yollarının ana güzergâhları da Akdeniz ve çevresinden<br />
geçmektedir.<br />
Akdeniz, sahip olduğu siyasi ve stratejik coğrafi bünyesi ve taşıdığı ticari ve<br />
ekonomik potansiyeli ile tarihin her döneminde önemini korumuş ve büyük siyasi<br />
güçlerin sahip olmak için çalıştığı bir alan olmuştur. Osmanlı devleti de daha önceki<br />
devletler ve medeniyetler gibi Akdeniz’de söz sahibi olmaya çalışmış ve Mısır’ın ve<br />
Kuzey Afrika’nın fethinden sonra 16. asırda tam anlamıyla Akdeniz’de çağın güçlü<br />
denizci devletleri Venedik ve İspanya’yı dizginleyerek bunu başarmıştır. Osmanlı<br />
devletinin Akdeniz’deki üstünlüğü, dünyadaki, siyasi ve askeri gelişmelere göre<br />
paralellik izlemiştir. Bu dönemde Karadeniz’in tamamen bir Türk gölü haline gelmesi<br />
ve Akdeniz’de de üstünlük sağlanması dolayısıyla Avrupa devletleri bir taraftan dünyayı<br />
sömürgeleştirmek üzere okyanuslara açılırken, diğer taraftan da buradan aldıkları güçle<br />
Akdeniz’de Osmanlı’nın karşısına askeri ve ekonomik üstünlük sağlayarak çıkmaya<br />
çalışmışlardır. Tarihin her döneminde olduğu gibi güçlü Osmanlılar zamanda ticari<br />
hayat olanca canlılığını korumuştur. Osmanlılar ticareti teşvik için tüm önlemleri<br />
almaktan da hiç bir zaman kaçınmamışlardır.<br />
Bu makalede Osmanlı devletinin siyasi ve ekonomik açıdan durgunluk<br />
dönemi olarak kabul edilen 18. asırda Doğu Akdeniz’deki ticari hayat, ticaretin şekli ve<br />
bu dönemde Akdeniz’deki güvenlik üzerinde durulacaktır.<br />
A – Akdeniz’de Ticaret<br />
Osmanlılar döneminde Akdeniz’de çok sayıda devlete bağlı tüccarlar ticaret<br />
yapmaktaydılar. 16. yüzyıldan sonraki kesin Osmanlı üstünlüğünden sonra buradaki<br />
ticari canlılık varlığını devam ettirdi. Osmanlı yönetimi ticareti canlı tutmak ve siyasi<br />
birtakım gerekçelerle bazı devletlere ayrıcalıklar tanıdı. Venedik, Fransa, İngiltere ve<br />
* Doç.Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Öğretim Üyesi. E-mail: osmank@omu.edu.tr
Osman KÖSE 267<br />
Hollanda 18. asra gelinceye kadar Osmanlıların ticari kolaylıklar sağladığı<br />
devletlerdendir 1. Atlantik yolunun faaliyete geçmesi bile Akdeniz ticaretine hemen<br />
olumsuzluklar yansıtmadı. Kısa bir durgunluktan sonra Akdeniz’de ticaret canlılığını<br />
korudu.<br />
Bilindiği gibi büyük ticari dolaşımın okyanuslara kayması ile Avrupa<br />
devletlerinde siyasi, <strong>sosyal</strong>, ekonomik ve sanayi alanlarında bir inkişaf dönemi meydana<br />
gelmişti. Avrupa devletlerinin deniz aşırı ticarete başlamaları ve dünya pazarlarını<br />
süsleyen zengin ticari metalara sahip olan Hint okyanusundaki ticarete hakim<br />
olmalarına rağmen, 17. yüzyıl Osmanlı ticareti Avrupa devletleriyle boy ölçüşebilecek<br />
düzeydeydi. Karadeniz bu dönemde Osmanlı iç deniziydi ve ticari açılardan dış<br />
dünyaya kapalıydı. Bu nedenle Avrupa tüccarlarının Osmanlı devleti ile ticareti karadan<br />
Balkanlar ve denizden de Akdeniz üzerinden gerçekleşiyordu. Bu yüzyılda Doğu<br />
Akdeniz’i çevreleyen İskenderiye, Kahire, Payas, İskenderun, Cezayir ve Tunus kıyıları<br />
ile Anadolu ve Ege kıyılarında İzmir ve Balkanlar yöresindeki Selanik gibi batılı<br />
tüccarların da sıkça uğradıkları liman şehirleri Osmanlı yönetimindeydi. Bu sebepten<br />
Avrupa tüccarları satın aldıkları ticari ürünler ve emtialar veya transit olarak Akdeniz’i<br />
kullanarak Avrupa’ya taşıdıkları mallar için Osmanlı makamlarına vergi vermekteydiler.<br />
Batı, Akdeniz’de ticareti yapılan ürünlere muhtaçtı. Bu malların şekli mamul, yarı<br />
mamul veya hammadde şeklindeydi. Ama daha henüz 17. asırda Osmanlı devletinden<br />
dış dünyaya ticari amaçlı götürülenler mamul veya yarı mamul ürünlerdi. Avrupa’dan<br />
bu dönemde Osmanlı devletine gelen ticaret malları genelde mamul maddelerden<br />
oluşmaktaydı. Fakat bu mamul maddeler bir asır sonra görüleceği şekliyle yerli<br />
Osmanlı üretimini sekteye uğratacak ve bitirecek düzeyde değildi. Çünkü henüz<br />
Osmanlı devleti ürettiği mallarla kendi kendine yeter haldeydi ve dış dünyaya muhtaç<br />
değildi. Batıdan Osmanlı coğrafyasına gelen ticari mallar yani Osmanlı ithalatı daha<br />
sonraki asrın sonlarına göre çok düşüktü.<br />
Osmanlı devletinde 17. asrın önemli ticaret şehirleri İstanbul, Selanik, Kahire ve<br />
Halep’ti. İstanbul, hem siyasi ve hem de ticari bakımlardan bir kavşak rolündeydi.<br />
Karadeniz’i Akdeniz’e ve Asya’yı Avrupa’ya bağlayan boğazlar üzerinde olması bu<br />
yüzyılda İstanbul’un konumunu vazgeçilmez kılıyordu. İç ticarette Karadeniz ve<br />
Akdeniz’den taşınan malların güzergahı genelde İstanbul’du. Selanik, Balkanlarda<br />
önemli bir liman şehriydi. Avrupa’dan gelen tüccarların yanında yerli Müslüman ve<br />
gayr-ı Müslim Rum ve Yahudilerden çokları buradaki ticarete canlılık kazandırıyorlardı.<br />
Bu dönemde Osmanlı kentlerinden, batıya yakın olması ve uluslararası ticaretteki rolü<br />
nedeniyle en fazla Selanik dış dünyayla daha içli dışlıydı. Kahire, ticari rolü ve stratejik<br />
konumu nedeniyle Osmanlı devletinin ikinci önemli merkezi konumundaydı. Halep ise<br />
Hint ve Kızıldeniz üzerinden, doğu Anadolu, İran, Suriye ve diğer Arap vilayetlerden<br />
1 Gerad R. Erdbrink, “ Onyedinci Asırda Osmanlı-Hollanda Münasebetlerine Bir Bakış” Güney-Doğu<br />
Avrupa Araştırmaları Dergisi, 2–3 ( İstanbul 1973 – 1974),s. 159 – 180; A.A Kampman, “ XVII. Ve XVIII.<br />
Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Hollandalılar”, Belleten, XXIII ( Ankara 1959, s. 513-523; İsmail<br />
Hakkı Kadı, “ Arşiv Belgelerine Göre 18. Yüzyılda Osmanlı- Hollanda Münasebetleri, ( Y Lisans Tezi, İstanbul<br />
1987; Abdullah Kadızade, “ 18. Yüzyılda Osmanlı – Hollanda Finansal Münasebetleri”, Akademi, s. 11;<br />
Mübahat Kütükoğlu, Osmanlı – İngiliz İktisadi Münasebetleri I ( 1580 – 1838), Ankara 1974; İsmail Hakkı<br />
Uzunçarşılı, “ Ondokuzuncu Asır Başlarına Kadar Türk- İngiliz Münasebetlerine Dair Vesikalar”, Belleten,<br />
XIII ( Ankara 1950), s. 573 – 648; Mahmut Şakiroğlu, “ 1503 Tarihli Türk Venedik Andlaşması”, VIII.<br />
Türk Tarih Kongresi ( Ankara 11-15 Ekim 1976), s. 1559 – 1571.
268 18.Yüzyılda Doğu Akdeniz’de Ticaret ve Güvenlik<br />
gelen malların toplandığı ve dış dünyaya dağıtıldığı bir depo ve kavşak işlevini<br />
görmekteydi 2.<br />
17. asırda İzmir, Osmanlı kentleri arasında ikinci derecede bir ticari konuma<br />
sahipti. Bu yüzyılın önemli ticari şehirleri Selanik, Halep ve Kahire ticari aktivitesi,<br />
potansiyeli ve limanlarının işlekliğiyle İzmir’den öncelikliydi. Asrın sonlarına doğru<br />
İzmir, Anadolu içlerinden gelen malların dünya pazarlarına ulaştırılması için sürekli<br />
gelişmekte olan Doğu Akdeniz’in kavşak noktasında işlek bir liman kenti<br />
konumundaydı.<br />
Osmanlı devleti 18. yüzyıla girerken bir önceki asra göre siyasi, <strong>sosyal</strong>, askeri<br />
ve ekonomik açılardan batı devletleri ile kıyaslandığında durağan bir güç ile giriyordu.<br />
Başarılı fakat uzun süren Girit kuşatmasından sonra yeni asra 16 yıl süren savaşın<br />
ekonomik ve siyasi yorgunluğu ile girmişti. Uzun süren savaşların ticari ve ekonomik<br />
hayatta birtakım olumlu veya olumsuz etkilerinin olması kaçınılmazdır. Osmanlı’daki<br />
bu askeri ve siyasi yıpranmışlığa karşı batı devletlerinde önceki asırlarda başlayan<br />
atılımlar bu yüzyıla gelindiğinde biraz daha ivme kazanmış, seri olarak batı kentlerinde<br />
yapılan üretimler Osmanlı pazarlarına gelmeye başlamıştı. Fakat bu yüzyılda Osmanlı<br />
üretimi ve imalatı olumsuzluklarına rağmen, ticari alanda Avrupa devletleri ile rekabet<br />
edebilecek haldeydi. Ancak 19. asırdan sonra Osmanlı üretimi ve sanayisi batıdaki<br />
muarızları ile rekabet edemeyecek hale gelecektir 3.<br />
Osmanlı devleti kuruluşundan itibaren ekonomik ve ticari hayatta kendi<br />
kendine yeterli bir yapı içinde gelişmiştir. Buna göre gerek tarımsal alanda ve gerekse<br />
imalat sektöründe dışarıya muhtaç olmamak ve geniş Osmanlı dünyası içinde oluşan<br />
bir dünyada ticaret yapmak esas olarak görünüyordu. 18. asra gelinceye kadar iç ve dış<br />
ticaret hacimlerine bakıldığında, Akdeniz ve diğer bölgeler üzerinden dış dünya ile<br />
yapılan ticari alışverişler iç ticaretin yanında düşük değerlerde kalmaktadır. 18. asırda da<br />
Osmanlı devletinin Avrupa ile ticareti iç ticaretin yanında çok sönüktür. Sınırları<br />
Kızıldeniz’den Avrupa içlerine kadar uzandığı için sayısız pazarları, geniş insan kitleleri<br />
ve şehirleri ile Osmanlı coğrafyası ayrı ve geniş bir dünya olarak duruyordu.<br />
18. asırda Doğu Akdeniz’de batılı devletlerden daha çok Fransızlar ticaret<br />
yapmaktaydılar. Fransızlardan sonra Hollandalılar, İngilizler ve diğerleri gelmekteydi.<br />
Osmanlı tüccarları bile limanlar arsındaki taşımacılıkta daha çok yabancı devletlerin<br />
gemilerini kiralıyorlardı 4. Doğu Akdeniz’de hem batı yönünde ve hem de Osmanlı<br />
limanları arasındaki ticari dolaşımda genelde Fransız gemileri ağırlıktaydı. 18. asırdaki<br />
Osmanlı devletinin dış ticaretinde ağırlık Fransa’dan yanaydı. 1740 yılında Fransa’yla<br />
imzalanan ticaret andlaşması elbette bu durumun oluşmasında etkiliydi 5.Fransa’dan<br />
ithal edilen kumaşlar ve diğer mamul maddeler Osmanlı devletinin bu ülkeden yaptığı<br />
ithalatı oluşturmaktaydı. Bu çerçevede Osmanlı ihracatında ipek ve pamuk önemli bir<br />
yer tutuyordu. Bunun yanında yarı mamul, kurutulmuş veya hammadde halindeki<br />
2 Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Değişim 1590 – 1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (<br />
1600-1914), Editör: Halil İnalcık – Donald Quataert, 2, İstanbul 2004, s. 601-650.<br />
3 Geniş bilgi için bakınız: Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul 2000, s. 211<br />
– 292.<br />
4 Daniel Panzac, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Deniz Ticareti”, (Ç. S. Yılmaz), Tarih<br />
İncelemeleri Dergisi, IV, ( 1989), s. 179 – 191.<br />
5 Robert Olson, “ The Otoman – French Treaty of 1740: AYear to be Remembered?” İmperial Meanderings<br />
and Republican by- Ways, İstabul 1996, s. 75 82.
Osman KÖSE 269<br />
ürünler yer almaktaydı 6. Osmanlı ticaretinde Fransa’nın ağırlığı Mısır’ın işgaline kadar<br />
devam etmiştir.<br />
Doğu Akdeniz’de ticari dolaşımı olan mallar çok çeşitliydi. Kızıldeniz yoluyla<br />
gelen Hint dokumaları, baharat ve Yemen kahvesi gibi ürünler Cidde ve Kahire<br />
pazarlarında el değiştirdikten sonra Osmanlı limanlarından iç ticaret ağı içinde<br />
dağıtılıyor veya Avrupa’ya ihraç ediliyordu. Kurulan çok sayıda panayırlarda Hintli<br />
tüccarların kendi bölgelerinden ve Arap tüccarların da yörelerinden topladıkları ürünler<br />
pazarlarda satılıyordu. Halep, daha ziyade İran ipeğinin satış yeri olarak biliniyordu.<br />
İran ipeği buradan karadan veya Akdeniz üzerinden dünya pazarlarına dağıtılıyordu.<br />
Mısır, gerek Afrika ve gerekse doğudan gelen malların toplandığı ve dağıtıldığı bir yer<br />
olarak Akdeniz ticaretinde çok önemli bir yere sahipti. Tüccarlar Mısır’dan genelde<br />
kahvenin yanı sıra, pirinç, şeker, fasulye, keten, hurma, hayvan derisi ve buğday<br />
alıyorlardı. Bu bakımdan Mısır, İstanbul’un gıda ihtiyaçlarını temin etme bakımından<br />
önemli bir yerdi. Anadolu içlerinden ve sahil kasabalarından kumaş, tütün, silah,<br />
kereste, sabun, odun ve kurutulmuş meyve gibi ürünler Mısır’a akmaktaydı 7.<br />
Anadolu içlerinde değişik kasabalardan hammadde veya mamul olarak çok<br />
değişik ürünler Doğu Akdeniz sahillerine ulaşmaktaydı. Kasaba ve yerleşim<br />
birimlerinden bu ürünler yerel tüccarlar tarafından pazarlardan toplanarak kervanlarla<br />
sahil kentlerine taşınmaktaydı. İskenderun, Sayda, Akka ve İzmir bu asırda en faal olan<br />
şehirler olarak biliniyordu. Ankara yöresinden tiftik, Konya’dan deri, Bursa ve Tokat<br />
gibi Anadolu şehirlerinden ipekli dokumalar, Kayseri’den deri ve kumaşlar, Ege<br />
yöresinden zeytin, zeytinyağı, tütün ve diğer iç yerleşim birimlerinden kurutulmuş<br />
meyve ve pamuklar Doğu Akdeniz liman kentlerine ulaştırılıyordu. Avrupa’dan da<br />
Osmanlı pazarlarına, yünlü kumaşlar, madeni eşya, cam eşya, porselen, barut, kağıt,<br />
lüks ve yarı lüks eşyalar, şeker ve boya maddeleri gelmekteydi. Yine Anadolu’da çeşitli<br />
yerlerde çıkarılan madenler işlenmemiş veya yarı mamul olarak Akdeniz ticaretinde<br />
kendine yer ediniyordu. Mesela 18. asrın ikinci yarısından sonra Tokat’ta ipekli<br />
dokuma sanayisi çökmeye başlayınca burada işlenen bakır ve bakır ürünleri genelde<br />
İzmir limanı üzerinden dış dünyaya ihraç ediliyordu 8.<br />
Akdeniz’de ticaret yapan batı devletleri asrın ikinci yarılarına kadar Osmanlı<br />
devletinden hammaddelerin yanı sıra mamul veya yarı mamul ürünler almaya devam<br />
ediyorlardı. Fakat bu durum asrın sonlarından itibaren değişecek, Osmanlı pazarları<br />
Avrupalı tüccarlar için tamamen hammadde temin yeri haline gelecektir 9.<br />
Köle ticareti daha önceki asırlarda görüldüğü gibi Akdeniz ticaretinde belli bir<br />
yere sahiptir. Bu, sadece Osmanlı’da olmayıp dünyada yapılan bir ticaret şekliydi. İtalya<br />
ve Portekiz sahil kentleri ve Amsterdam gibi asrın sonlarına doğru büyüyen liman<br />
6 Serap Yılmaz, “XVIII. Yüzyıl Tekstil Dünyasından: Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Pamuk-<br />
İpek Karışımı Kumaşları – Fransız Arşivlerinden II”, Belleten, LVI/ 217, s. 775 – 807.<br />
7 Bruce McGowan, “ Ayanlar Çağı 1699-1812, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi ( 1600-<br />
1914), Editör: Halil İnalcık – Donald Quataert, 2, İstanbul 2004, s. 855.<br />
8 Bruce McGowan, aynı makale, s. 858.<br />
9 18. asrın başlarında batılı tüccarların ülkelerindeki fabrikalar için hammadde satın almak üzere akın<br />
ettikleri diğer bir ülke Rusya’ydı. Rus İmparatoru I. Petro, fabrikalar kurulmaması halinde ülkesinin kısa<br />
zamanda hammadde toplamak amacıyla batılı tüccarların akınına uğrayacağını düşünmüş ve bu konuda<br />
harekete geçmişti. Kısa zamanda batıdan getirilen bilim ve teknik adamlar vasıtasıyla Rusya’da fabrikalar<br />
açılmış ve üretme geçirilmiştir. W. Bruce Lincoin, Vahşi Batı: Sibirya ve Ruslar, İstanbul 1996, s. 50 - 225.
270 18.Yüzyılda Doğu Akdeniz’de Ticaret ve Güvenlik<br />
şehirleri dünyanın en büyük köle ticaretinin yapıldığı yerlerdi. Ayrıca kıtalararası köle<br />
ticareti de yine bu bölgelerden yapılıyordu 10. Akdeniz’de yapılan köle ticareti genelde<br />
bu bölge içinde dolaşıma sahipti. Afrika içlerinden getirilen esirler Doğu Akdeniz’in<br />
Anadolu sahillerinde alıcı buluyordu. Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Tatarların<br />
öncülük ettiği Rus esirler de buradan getirilerek pazarlarda köle olarak satılıyordu.<br />
Köle ticaretinin dünyada ve Osmanlı devletinde yasaklandığı 19. asrın ilk yarılarına<br />
kadar bu ticaret karlı bir işti. Köleler genelde ev, bağ ve bahçe işlerinde<br />
çalıştırılmaktaydılar. Akdeniz ticaretinde daha çok Afrika ve Rus kökenli köleler<br />
ticaretin konusudurlar. Buna yönelik olarak değişik kentlerde ayrı olarak esir pazarları<br />
kurulmuştu 11.<br />
Doğu Akdeniz’de ticaret yapan yabancı ülkelere bağlı tüccarlar ya kendileri<br />
veya aracılar vasıtasıyla ticaret yapıyorlardı. Çoğu büyük tüccarlar İzmir, İskenderun ve<br />
Kahire gibi merkezlerde temsilcilikler bulunduruyorlardı. Fransa baştan beri Osmanlı<br />
devletinde ticari hayatta ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu için, Osmanlı devletinde çok<br />
sayıda Fransız tüccar ikamet ederek ticaretini yürütüyordu. Ama genelde Avrupalı<br />
tüccarlar Osmanlı tebaası gayr-ı Müslimlerden oluşan aracılarla ticaret yapmayı tercih<br />
etmekteydiler. Halep üzerinden İran ipeğinin Akdeniz pazarlarına ulaşmasında Ermeni<br />
tüccarlar başı çekmekteydiler. Bunun yanında Osmanlı tebaası Rumlar ve Yahudiler<br />
Akdeniz ticaretinde etkendiler. Yabancı devletlerin Osmanlı devletindeki ticaretinde<br />
aracı olarak yararlandıkları kişiler de gayr-ı Müslim tebaaydı.<br />
18. asırda Osmanlı devletinde Doğu Akdeniz yöresinde ticaretle gelişen ve<br />
parlayan bazı kentler vardı. Bu asırda İstanbul başkent olmasına rağmen, ticari<br />
canlılıkta İzmir ve Kahire gibi kentlerin gerisinde kalmıştır 12. Kahire daha önceki<br />
dönemlerde olduğu gibi ticari alanda stratejik konumunu korumuştur. İran ipeğinin<br />
asrın yarılarından sonra ticari hareketlilikte eski önemini muhafaza edememesi, Halep<br />
ve İskenderun’un ticari ve ekonomik hareketliliklerini yitirmesiyle Sayda ve Akka liman<br />
şehirleri gelişmeye başlamıştır. Fakat asıl önemlisi 18. asrın parlayan ve gelişen şehri<br />
10 Atlantik üzerinden yapılan köle ticareti için bakınız: Medeleine Burnside and Robotham Rosemaine, The<br />
Transatlantic Slave Trade in the Seventeeth Century, Newyork 1997; Smith Clarence, William Gervase, The<br />
Ecomomics of the İndian Ocean Slave in the Nineteeth Century, London 1989; avid Eltis, Routes the Slavery:<br />
Direction, Ethncity and Mortality in The Transatlantic Slave Trade, London 1987; Paul Edward Hedley Hair, The<br />
Atlantic Slave Trade and Black Africa, Lverpool 1989; Robin Law, The Slave Coast of West Africai 1550-1750:<br />
The Impact of the Atlantic Slave Trade on an African Society, Newyork 1991; Johannes Postma, The Dutch in the<br />
Atlantic Slave Trade, 1600-1815, Newyork 1990; Hugh Thomas, The Slave Trade: the Story of the Atlantic Slave<br />
Trade, 1440 – 1870, Newyork 1997.<br />
11 Köleliğin diğer bir kaynağı da savaşlar sonucunda alınan esirlerdir. Savaşlar sonunda imzalanan<br />
andlaşmalara rağmen halkın yanında köle olarak kalan ve hayatlarını devam ettirenler yine olmaktaydı. Bu<br />
konuda Osmanlı devleti ile Rusya arasında 18. asırdaki esir değişimi ve esirlerin bu süre zarfındaki<br />
yaşamları ve toplanması ile ilgili bakınız: Osman Köse, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı-Rus Esir Mübadelesi”,<br />
Uluslar arası XIII. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 4-8 Ekim 1999), s. 349 - 360; Osmanlı devletinde kölelik için<br />
bakınız: Halil Sahilioğlu, “ 15. Yüzyıl Sonu ile 16. Asrın Başında Bursa’da Kölelerin Sosyal ve Ekonomik<br />
Hayattaki Yeri”, Gelişme Dergisi (Özel Sayı – 1979-80), s. 67 – 138; Abdullah Mardat, “19. Yüzyılda Kölelik<br />
ve Köle Ticareti”, Tarih ve Toplum, 21/121, s. 13-22; Ehud R. Toledeno, Osmanlı Köle Ticareti 1840 – 1890,<br />
İstanbul 1990; Yılmaz Öztuna, “ Osmanlı Türk Toplumunda Köleler ve Cariyeler”, Hayat Tarihi Mecmuası,<br />
1/3, 8-12; ¼, 9-14; Bülent Tahiroğlu, “ Osmanlı İmparatorluğunda Kölelik”, İÜ Hukuk Fakültesi<br />
Mecmuası, 45-47/1-4, s. 649- 676.<br />
12 İzmir, İstanbul ve Halep’in ticari hareketliliğini için bakınız: Edhem Eldem-Daniesl Goffman, The<br />
Ottoman City between East and West: Aleppo, İzmir and İstanbul; Cambridge 1999.
Osman KÖSE 271<br />
İzmir olmuştur. İzmir’in gelişmesi Doğu Akdeniz’deki ticaretin seyrine göre olmuştur.<br />
Halep’in ticari anlamda yüzyılın başlarında gerilemesi ve Balkanların önemli şehri<br />
Selanik’teki durgunlukla asrın başlarından itibaren İzmir, tüccarların ve kalifiyeli<br />
nüfusun akın ettiği bir yer olmuştur. Girit’in alınması ve 1683’ten sonraki süreçte<br />
devam eden savaşlar sonucunda İzmir, tüccarların ikamet yeri olmaya başlamıştır.<br />
Balkanlar ve özellikle Selanik’ten çok sayıda gayr-ı Müslim de ticaret için İzmir’i tercih<br />
etmişlerdir. İzmir, Anadolu’nun içleri, Ege adaları, Balkan kıyıları ve Akdeniz’den gelen<br />
mallar için önemli bir liman olmuştur. 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması’ndan sonra<br />
Karadeniz’in uluslararası ticarete açılmasıyla Karadeniz’den de önemli çeşit ve değerde<br />
ticari mallar İzmir limanına gelmekteydi. Yukarıda saydığımız ticari malların yanında<br />
özellikle zeytin ve zeytin ürünleri, şarap, tütün, pamuk, buğday, hayvan, kuru meyve ve<br />
yemiş ticareti İzmir’den yapılan ticaretin başlıcalarını oluşturmaktadır. Yine İran,<br />
Anadolu, Suriye, Kıbrıs ve Adalar denizindeki ipek üretimi bölgelerinden gelen ham<br />
ipek İskenderun, Kıbrıs ve Adalar denizi yanında büyük oranda da İzmir üzerinden<br />
ihraç edilmekteydi. 13<br />
İzmir sahip olduğu ticari potansiyelle bu asırda imparatorluğun en önemli<br />
şehriydi. Etkin uluslararası ticareti, dış dünya ile bağlantısı, şehirde ikamet edenlerin<br />
etnik ve dini çeşitliliği ile kültürel zenginliğe sahipti. Osmanlı devleti ile ticaret yapan<br />
ülkelerin burada temsilcilikleri bulunuyordu. Rusya’nın da 1775 yılında ilk konsolosluk<br />
açtığı yerlerden birisi İzmir olmuştur 14. İzmir’in ticari ve ekonomik anlamda büyüyen<br />
bir liman şehri olmasında Balkanlar, Ege ve Akdeniz adalarından asrın başlarından<br />
itibaren buraya ticaret için yerleşen gayr-ı Müslimlerin etkisi büyük olmuştur. Gayr-ı<br />
Müslimlerin yanı sıra hatırı sayılır derecede Müslüman nüfus ticaretle uğraşıyordu. Batı<br />
devletlerinin ticarette iş yapmak ve ortaklıklar kurmak üzere tercihleri çoğunlukla gayrı<br />
Müslimlerdi. Asrın sonlarına doğru batıda oluşan sanayinin sonucu olarak Avrupa’da<br />
çok sayıda şehir ticaretle büyümeye başladı. Bu nedenle başta İzmir olmak üzere<br />
Osmanlı şehirlerinde ticaret yapan çok sayıda Yahudi ve Rum batı ülkelerine göç<br />
ederek buradaki ticaretten pay almaya çalıştılar. Batıya yönelik elit tüccar sınıfı<br />
kapsayan göç şüphesiz diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi İzmir için de kayıp<br />
olmuştur 15.<br />
Doğu Akdeniz ticaretinde dış dünyaya satışı yapılan mallar arasında yasak<br />
kapsamına girenler vardı. Devlet yeri geldiğinde yasak kapsamına giren malları ilan<br />
ediyordu. Sınırlarda ve limanlardaki gümrük görevlileri bu malların kontrolünü<br />
yapıyorlar ve ihracı yasak olan ürünler listede varsa onların gümrüklerden geçişine<br />
ruhsat vermiyorlardı. Bu konuda yasağa uymayanlar cezalandırılıyorlardı. Hububat,<br />
13 Nemci Ülker, “XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda İpek Ticaretinde İzmir’in Rolü ve Önemi”, Prof. Dr. Bekir<br />
Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 327 – 341.<br />
14 Osman Köse, ““Balkanlar’da Rus Konsolosluklarının Kuruluşu ve Faaliyetleri”,<br />
www.Turkishstudies.net, 1-2, Kasım-Aralık 2006, s. 153-171.<br />
15 Reşat Kasaba, “ İzmir”, Doğu Akdeniz’de Liman Kentleri ( 1800- 1914), Editörler: Ç. Keyder vd, İstanbul<br />
1994, s. 1 – 17; Nemci Ülker, The Rise of İzmir 1688-1740, Michigan 1974;“ The Emergence of the İzmir as<br />
Mediteeranean Commercial Center fort the French and the English İnterests, 1698- 1740”, İnternational<br />
Journal of Turkish Studies, 4/1, s. 1-37; Daniel Goffman, İzmir and the Levantine World ( 1550 – 1650),<br />
Washington pres1990; İzmir as a Commercial Center: the Impact of Western Trade on an Otoman Port ( 1570-<br />
1650), Chicago 1985; H Frangakis, The Commerce of İzmirin the Eighteenth Century ( 1695 – 1820), London<br />
1985; Elena Frangakis, “ Trade between Otoman Empire and Western Europe: the Cast of İzmir in the<br />
Eighteeth Century”, New Perspectives on Turkey, 2/1, s. 1-18.
272 18.Yüzyılda Doğu Akdeniz’de Ticaret ve Güvenlik<br />
pamuk, yün, deri, sebze, meyve, barut, gülle, silah, at, koyun, balmumu, zift ve<br />
madenler gibi devlet ve toplum için hayati öneme sahip stratejik ürünlerin yurtdışına<br />
satışı bazı dönemlerde yasak kapsamına giriyordu. Savaş dönemleri ve kıtlık gibi kritik<br />
zamanlarda bu tür stratejik ürünlerin yurtdışına çıkarılmaması için büyük ihtimam<br />
gösteriliyordu. Yasak kapsamına (memnu meta) giren ürünler sadece bunlar değildir.<br />
Bu ürünler duruma ve zamana göre artıyor veya eksiliyordu. Doğu Akdeniz ticaretinde<br />
tüccarların ve görevlilerin en çok karşı karşıya geldiği olaylar da bu türden vukuatlardı.<br />
Bazı kalem mallar yasak olmasına rağmen onlar üzerinden ticaret yapan tüccarlar vardı.<br />
Bunların ticaretini yapmak çok karlı bir işti. Bu nedenle her dönemde yasağın önünü<br />
almak mümkün olmamıştır. Asrın sonuna doğru Osmanlı devleti batı için hammadde<br />
kaynağı haline gelmeye başlayınca devlet yasak mallar konusunda daha sıkı tedbirler<br />
almış ve bazı zamanlar yasakların çeşitliliği artmıştır. Bu nedenle yasak ürünlerden<br />
büyük karlar sağlayan muhtekirler çoğalmıştır 16.<br />
1774 yılında Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca Andlaşması’dan sonra olan<br />
gelişmeler Akdeniz ticaretine de etki etmiştir. Artık Rus tüccarları da Osmanlı<br />
devletinde ticaret yapabileceklerdi. Bu durum 1783 yılında imzalanan Ticaret<br />
Andlaşmsı ile resmiyet kazanmıştır. Buna göre Karadeniz artık Osmanlı iç denizi<br />
olmaktan çıkıyor ve uluslararası ticarete açılıyordu 17. Karadeniz üzerinden gelen ticari<br />
ürünlerin epey bir kısmı da İzmir üzerinden dış dünyaya satılıyordu. Karadeniz’in<br />
kuzeyinden gelen kürk, bal ve balmumu, nehir ticareti ile Karadeniz ve oradan da<br />
Akdeniz’e ulaşan ticari ürünler ile Karadeniz çevresinden toplanan mallar Akdeniz<br />
ticaretine ayrı bir eşitlilik getirmiştir.<br />
B – Akdeniz’de Güvenlik<br />
Ticaret devamlılık ve gelişim için istikrarlı ve güvenli ortam ister. İstikrar ve güvenin<br />
olmadığı zamanlar ve ortamlarda ekonomi durağanlaşır ve ticari aktiviteler yavaşlar.<br />
Fiyatlarda istikrarsız bir ortam oluşur, mal istifçiliği başlar ve bu durumdan istifade<br />
etmek isteyen tefeciler ve muhtekirler çoğalır. Tarihin her döneminde olduğu gibi<br />
Osmanlı devri ticari hayatında ve dolayısıyla araştırma konumuz olan 18. yüzyıl Doğu<br />
Akdeniz’inde tedrici olarak devamlılık gösteren ve gelişen bir ticaretten bahsetmek<br />
zordur.<br />
Bu asırda Akdeniz’de güvenliği tehdit eden gelişmeleri genel olarak iki başlık<br />
altında toplamak mümkündür:<br />
1 – Korsanlık faaliyetleri<br />
2 – Savaşlar<br />
Denizlerde korsanlık tarihin her döneminde vardır. Korsanlar, bu tür<br />
faaliyetlerle gemilere el koyarak mal ve insan gasp etmektedirler. Denizlerdeki<br />
korsanlık faaliyetlerini iki kısma ayırmak gerekir: Birincisi, hiçbir siyasi otoriteye bağlı<br />
kalmadan kendileri veya oluşturdukları grup yararı için bu işi yapanlar. Söz konusu<br />
dönemde bunlara “haydut” adı verilmektedir. İkincisi ise bir devlete bağlı kalarak onun<br />
bilgisi ve yönlendirmesiyle korsanlık faaliyetinde bulunanlar.<br />
16 Zeki Arıkan, “Osmanlı İmparatorluğunda İhracı Yasak Mallar (Memnu Meta)”, Prof. Dr. Bekir<br />
Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 279 – 306.<br />
17 Osman Köse, 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması ( Oluşumu- Tahlili- Tatbiki), Ankara 2006, s. 181-189.
Osman KÖSE 273<br />
18. asırda Akdeniz’de her iki tür korsanlık faaliyeti de bulunmaktadır. Kendi<br />
başlarına hareket eden korsanlar önceden yaptıkları planlar dahilinde veya<br />
rastladıklarında ticari gemilerin önünü kesmekteydiler. Bu şekilde gemilerdeki ticari<br />
eşyalara el konulmakta ve ele geçirdikleri insanlar esir edilmekte veya serbest<br />
bırakılmaktaydılar. Bu tür korsanlıklar karada yapılan eşkıyalık faaliyetlerinin<br />
denizlerdeki yansıması olarak kabul edilebilir. Akdeniz’de diğer korsanlık faaliyetleriyle<br />
kıyaslandığında eşkıyalık benzeri korsanlık, diğer adıyla “haydutluk”, kendi başına<br />
Akdeniz ticaretini sekteye uğratacak düzeyde değildir. Arkalarında destekleyen<br />
devletler yoktur. Bu nedenle özellikle Doğu Akdeniz’de Osmanlı donanmasına ait<br />
gemiler haydutluk türü korsanlıkların sıkı takipçisi olmuşlardır. Bu tür deniz<br />
haydutlukları genelde savaş durumlarında, merkezi yönetimin ilgisinin farklı alanlara<br />
yoğunlaşmaya başladığı dönemlerde artış göstermiştir.<br />
Diğer şekli ise siyasi güçler veya devletlerin desteklediği korsanlıklardır. Bu tür<br />
korsanlıklarda korsanlar siyasi bir otoriteden emir alırlar, onların emirleriyle hareke<br />
ederler. 18. asırda Akdeniz’de yaygın olarak bulunan ve ticari aktivitelerin gelişim ve<br />
güvenliğini tehdit eden korsanlık hareketi budur. Bu guruptan olarak Garpocakları’na<br />
(Tunus–Cezayir–Trablusgarp) bağlı korsanlar, Akdeniz’de ticari amaçlı seyreden<br />
gemilerin, ocaklarla veya Osmanlı devleti ile ticaret andlaşması olmayan devletlere ait<br />
ticaret gemilerinin ve Osmanlı devleti ile savaş halinde olan devletlere ait deniz<br />
filolarının korkulu rüyalarıydı. Garpocakları, Osmanlı devletine bağlıydı. Bu yüzden<br />
Garpocakalarına bağlı korsanların Akdeniz’de ele geçirdikleri gemiler ve eşyalarla ilgili<br />
Osmanlı devleti ile batı devletleri arasında sürekli yazışmalar oluyordu. Korsanların<br />
ellerine geçen gemilerin mallarına el konuluyor, mürettebata da esir muamelesi<br />
yapılıyordu. Daha önceki asırlarda batı Akdeniz’e kadar faaliyetlerini yoğunlaştırıyorlar<br />
ve hatta Atlantik’e açılarak İspanya ve İzlanda kıyılarını vurarak geri dönüyorlardı.<br />
Garpocaklarına bağlı korsanlar genel anlamda Osmanlı devleti ile ticaret izni<br />
olmayan ve savaş halinde olan devletlerin gemilerine karşı faaliyetteydiler. Fakat bazen<br />
dost ülke gemilerine karşı da bunu yapıyorlardı. 18. asırda bunların Akdeniz’de<br />
faaliyetleri epey yoğundu. Osmanlı idari makamları ile batı devletleri, Amerika ve asrın<br />
sonlarına doğru Rus gemilerinin de Akdeniz’e gelmesiyle Rusya arasında bu anlamda<br />
sıkça görüşmeler oluyordu. Ocağa bağlı korsanlar Akdeniz’in tamamında<br />
faaliyetteydiler 18.<br />
Akdeniz’de faaliyet gösteren diğer tür korsanlık, yabancı devletlere bağlı korsan<br />
gemilerinin faaliyetidir. 18. asırda Akdeniz’de Müslüman korsanlardan daha çok<br />
Hıristiyan korsanlar vardır. Garpocakalarına bağlı korsanların yanında Hristiyan<br />
korsanlar sayıca çok fazlaydı. Bunlar bir batılı devlete bağlı olarak, onların emir ve<br />
yönlendirmesiyle hareket etmekteydiler. Batı devletleri özellikle savaş dönemlerinde<br />
denizlerde birbirlerini yıpratmak ve ekonomik zararlar vermek için korsanları<br />
kullanıyorlardı. Batıda çıkan her savaş, korsanların Akdeniz’de cirit atması anlamına<br />
geliyordu. Pfalz Veraset Savaşı ( 1689- 97), İspanya Veraset savaşı ( 1702 – 1713),<br />
Avusturya Veraset Savaşları ( 1739- 1748), Yedi Yıl Savaşları ( 1756 – 1763) ve<br />
Amerikan Bağımsızlık Savaşları ( 1775 – 1783) gibi batıda olan savaşlar döneminde<br />
korsanların saldırıyla Akdeniz’de ticari güvenlik bazı dönemlerde zaafa uğramıştır 19.<br />
18 Münir <strong>Süleyman</strong> Çapanoğlu, “ Akdeniz’de Cezayir Korsanları”, Resimli Tarih Mecmuası, II/21, 945-947.<br />
19 Batılı devletlere bağlı korsan faaliyetleri için bakınız: John S Bromley, Corsaiers and Navies, 1660 – 1760,
274 18.Yüzyılda Doğu Akdeniz’de Ticaret ve Güvenlik<br />
Birbirleriyle savaşan bu devletlere bağlı korsanlar Akdeniz’de bazen Osmanlı<br />
karasuları ve limanlarına kadar girerek birbirlerine saldırmışlar, gemiler batırmışlar ve<br />
yağmalar yapmışlardır. Korsan saldırılarıyla yüzyıl içerisinde binlerce ticaret gemisi<br />
içindeki eşyalarla Akdeniz’de batırılmıştır. Akdeniz’deki ticareti sekteye uğratan ve<br />
olumsuzluklar yaşatan korsanlık faaliyetleri karşısında, Osmanlı devleti tarafsızlığını<br />
koruyor ve korsanlar arasında yapılan çarpışmalara müdahale etmiyordu. Osmanlı<br />
devletine bağlı ticaret gemileri zarar gördüğünde tazminat için ilgili devlete müracaat<br />
ediliyordu. Akdeniz’de batılı devletlere bağlı olarak dolaşan korsan filolarında Osmanlı<br />
tebaasına bağlı Müslüman veya gayr-ı Müslimlerde görev alıyorlardı. Osmanlı<br />
tebaasının korsan gemilerinde çalışmalarını devlet yasaklama ve takip etmesine rağmen<br />
bunun önü tam anlamıyla hiçbir zaman alınamamıştır. İnsanlar geçimlerini temin<br />
etmek için bu tür gemi ve filolarda görevler almışlardır. Osmanlı makamlarınca bu<br />
şekilde yakalananlar hapis ve kürek cezalarıyla cezalandırılıyorlardı 20.<br />
Batılı devletlerarasında olan savaşlar ve bunun sonucu olarak oluşan denizlerde<br />
korsanlık faaliyetleri Akdeniz’de ticaretin istikrarını ve tedricen gelişimini şüphesiz<br />
engellemekteydi. Doğu Akdeniz kıyılarına ve buradaki ticarete hakim olan Osmanlı<br />
devletinin de bu durumdan etkilenmemsi imkansızdı 21. Akdeniz ticaretinde Osmanlı<br />
devletini en çok etkileyen faktör, devletin savaş durumunda olduğu dönemlerdi. 1683<br />
Viyana bozgunuyla başlayan uzun süreli savaşların bir yansıması da Akdeniz’de bu<br />
anlamda güvenliğin tehlikeye düşmesidir. Gerek bu dönemde ve gerekse Avusturya ve<br />
Venedik ile yapılan 1715-18 ve Avusturya ve Rusya ile yapılan 1736-39 savaşları<br />
dönemlerinde Osmanlı devleti askeri ve ekonomik bakımdan yeterince güçlü olduğu<br />
ve hatırı sayılır bir donanmaya sahip olduğu için Osmanlı gemileri ve ticaretini hedef<br />
alacak korsanlık faaliyetlerinin önüne geçilmiştir.<br />
18. asrın ikinci yarısından sonra Osmanlı devletinin yaptığı savaşlar Akdeniz<br />
ticaretine ölümcül etkiler yapmaya başlamıştır. 1768 yılı seferinden sonra Rusya, sahip<br />
olduğu ekonomik ve askeri gelişmenin sonucu olarak kısa zamanda Kafkasya,<br />
Karadeniz ve Bakanlardan ilerleyişe geçmiştir. Tarihte ilk kez İngiliz denizcilerin<br />
yardımıyla Rus filosu 1770 yılında Baltık’tan hareketle Akdeniz’e gelmiştir. Aynı yıl<br />
yapılan Çeşme deniz savaşı ile Osmanlı deniz gücü büyük oranda yok olunca Doğu<br />
Akdeniz’in tamamı Rusların müdahalesine ve denetimine açık hale gelmiştir. Savaşın<br />
sonuna kadar da Osmanlı sahilleri Rus ablukasında kalmıştır. Savaş döneminde<br />
Osmanlı sahillerine ticari mal taşıyan gemiler Rus denetim ve engeline tabi tutulmuş,<br />
fiyatlarda yükselmeler ve yer yer daralmalar oluşmuştur. 18. asrın parlayan Osmanlı<br />
şehri İzmir, Rus saldırılarına açık hale gelince şehrin tahrip olmaması için liman<br />
açıklarında batırılan ticari gemilerle setler oluşturulmuş ve Rusların olası çıkarma<br />
yapmalarının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Andlaşmanın imzalandığı 1774 yılı yaz<br />
Hambleton Pres, 1987; Howard Chapella, The History of the American Sailing Ship, Newyork 1935; John<br />
Leefe, The Atlantic Privateers: Their Story 1749-1815, Halifax: Petheric Pres 1978; David Starkey, British<br />
Privateering Enterprize in Eigteenth Century, Exeter Great Britain: Universty of Ezeter Pres 1990; E. P.<br />
Statham, Privateers and Privateering, London 1910; Peter Early, Corsairs of Malta, Barbary, London 1970;<br />
Edward F.L. Russel, The French Corsairs, London 1970.<br />
20 Şenay Özdemir, “Osmanlı Sularında Yabancı Devletlerin Korsanlığı Karşısında Osmanlı Devletinin<br />
Tarafsızlık Rolü”, AÜDTCF tarih Araştırmaları Dergisi, c. 23, S. 36 (Ankara 2004), s. 189 – 203.<br />
21 Mübahat Kütükoğlu, “XVIII. Yüzyılda İngiliz ve Fransız Korsanlık Hareketlerinin Akdeniz Ticareti<br />
Üzerindeki Etkileri”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 12, (1968), s. 57 – 71.
Osman KÖSE 275<br />
aylarına kadar Akdeniz’de kalan Rus donaması Ege adalarından Mısır ve Beyrut’a kadar<br />
her tarafı zaman zaman bombardıman ederek burada oluşan güven ve istikrarı<br />
bozmaya çalışmıştır. Osmanlı hakimiyeti döneminde ilk kez bu kadar Doğu<br />
Akdeniz’de emniyetsizlik ve istikrarsızlık ortamı oluşmuş ve bu durum ticari faaliyetleri<br />
büyük oranda sekteye uğratmıştır 22.<br />
Asrın sonlarına doğru 1787–1792 yıllarında Avusturya ve Rusya ile yapılan savaş<br />
ve Napolyon komutasında Fransa’nın 1792–1802 yılları arasında Mısır’ı işgali de bu<br />
cümledendir. Özellikle Fransa’nın Mısır’ı işgalinde Doğu Akdeniz’deki Osmanlı ticareti<br />
büyük darbeler almıştır 23. Her dönemde Mısır, başta buğday ve pirinç olmak üzere<br />
değişik gıda maddeleri ile Anadolu ve İstanbul’u takviye etmekteydi. Bu dönemde<br />
Mısırdan işgal ve oluşan kargaşa sebebiyle malların gelmesi sekteye uğradığı gibi,<br />
dışarıdan buraya da ticari ürünlerin getirilmesinde sıkıntılar oluşmuştur.<br />
Bu nedenle 18. asrın ikinci yarısına kadar Akdeniz’de oluşan korsanlıklar ve<br />
batıda yapılan savaşlar Doğu Akdeniz ve Osmanlı ticaretini doğrudan etkilememiştir.<br />
Fakat asrın ikinci yarısında arka arkaya gelen savaşlarla Akdeniz ticareti büyük darbeler<br />
almış ve Osmanlı ticareti ve ekonomisi büyük zararlar görmüştür. Asrın sonlarından<br />
itibaren batıdan seri olarak mamul maddeler doğu pazarlarını istila edince Osmanlı<br />
ticareti ve ekonomisi bir daha eski düzeyine geri dönememiştir. Bu gelişmelerin<br />
sonucu olarak asrın ikinci yarısından itibaren Osmanlı devletinde fiyatlar artmaya ve<br />
para değer kaybetmeye başlayarak uzun süredir devam eden ekonomik ve ticari istikrar<br />
bozulmuş ve sıkıntılı dönemlere girilmiştir.<br />
Sonuç<br />
18. asırda Akdeniz’de canlı ve karlı bir ticaret vardır. Atlantik yoluyla yapılan ticaret<br />
hariç, dünyada doğu ve batı arasında en yaygın ve çeşitte malı kapsayan ticari faaliyetler<br />
Akdeniz’de yapılmaktadır. Bu dönemde Doğu Akdeniz’deki ticarete hakim olan<br />
Osmanlı devleti bundan büyük gelirler sağlamaktadır. 18. asır itibariyle dünyada belli<br />
başlı büyük devletlerin ekserisi Osmanlı devleti ile andlaşmalar imzalayarak bu<br />
ticaretten paylar almaya ve katkılar sağlamaya çalışmışlardır. Akdeniz’de bu asrın<br />
parlayan ve gelişen şehri İzmir’dir. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi Akdeniz<br />
ticaretini tehdit eden bazı gelişmeler her zaman varlığını devam ettirmiştir. Korsanlık<br />
ve savaşlar Akdeniz ticaretini her zaman olumsuz olarak etkilemiştir. Özellikle<br />
Osmanlı devletinin zayıflamaya başlaması ile asrın sonlarına doğru Rusya ve Fransa’nın<br />
savaş kapsamında Doğu Akdeniz’de görünmeleri buradaki ticarete büyük darbeler<br />
vurmuştur. Şüphesiz bu darbelerden zarar gören, Osmanlı ticareti ve ekonomisi<br />
olmuştur.<br />
22 Osman Köse, Anı eser, s. 39 – 90; “Çanakkale Boğazının Rus Saldırılarına Karşı 1770 Yılındaki<br />
Tahkimatı”, Çanakkale Tarihi, II, Editör: Mustafa Demir, İstanbul 2008.<br />
23 Enver Ziya Karal, Fransa-Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu: 1797–1802, İstanbul 1939.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve<br />
Yayımladıkları Beyannameler (1895 – 1896)<br />
Rıza KARAGÖZ ∗<br />
Yöntem<br />
Bu yazının konusunu, başlarında Umum Müfettiş sıfatıyla Ahmet Şakir Paşa’nın<br />
bulunduğu Teftiş Heyetlerinden Samsun tarafı heyetinin yaptığı çalışmalar<br />
oluşturmaktadır. Ali Karaca, Anadolu Islahatı ve Ahmet Şakir Paşa’yı konu edindiği<br />
eserinde 1 gerek ıslahat gerekse teftiş heyetlerinin çalışmalarından söz etmektedir. Bu<br />
yazı ise Karaca’nın genel olarak ele aldığı teftiş heyetlerinin gezileri esnasında<br />
yayımladıkları beyannameleri 2 ele almak suretiyle dönemin olaylarına hükümetin<br />
bakışını ve yaklaşımını görebilmeyi amaçlamaktadır. Böylece Ermeni menşeli olayların<br />
gerek devlet gerekse Müslüman halk açısından nasıl yorumlandığı da okuyucuya<br />
aktarılabilecektir. Ermeni toplumuna verilen değer ve bu cemaatin Osmanlı adalet ve<br />
hoşgörüsü içindeki özel yeri bu beyannamelerde çok somut ifadelerle yer almaktadır.<br />
Bu maksatla önce kısa kısa heyetin gittiği yerler ve buralardaki faaliyetlerinden<br />
bahsedilecek, ardından heyetin raporunun son kısmında yer verilen ve beyannamelerin<br />
içeriğine uygun olarak kaleme alınan metnin aynen çevirisi yapılacaktır. Böylece esas<br />
değerlendirme okuyucuya bırakılmak şartıyla beyannamede yer verilen bazı ifade ve<br />
yaklaşımlara dikkat çekilecektir. Ancak başlangıçta Osmanlı Devleti’nde Ermeniler,<br />
Ermeni meselesinin ortaya çıkışı ve bunda rol oynayan iç ve dış amiller konusunda<br />
giriş mahiyetinde bazı hatırlatmalarda bulunulacaktır. Ermeni meselesinin ortaya<br />
çıkışına yönelik bu bilgi ve değerlendirmeler genel olarak Ermeni meselesiyle ilgili<br />
kaleme alınmış pek çok araştırma ve yazıda bulunabilir. Yine de bu yazının esasını<br />
oluşturan beyannamelerin ne maksatla, hangi metotla ve nasıl bir üslupla yayınlandığını<br />
anlamamız açısından bu hatırlatmanın faydalı olacağı düşünülmektedir.<br />
Giriş: Osmanlı Devleti’nde Ermeniler ve Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı<br />
Ermeni cemaati İstanbul’un Osmanlılara geçişinden itibaren Sultan II. Mehmet’in<br />
talimatı ve uygulamasıyla Ermeni (Gregoryen) Milleti olarak örgütlendi. Ortodoks<br />
Bizans İmparatorluğu idaresi altında yaşadıkları daha önceki yüzyıllarda hakir görülen<br />
ve farklı bir mezhebe tabi oldukları için ezilen Ermenilerin II. Mehmet tarafından<br />
İstanbul’da ayrı bir kilise ve cemaat olarak organize edilmesi, onlar açısından<br />
∗ Yrd.Doç.Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen – Edb. Fak. Tarih Böl.<br />
1 Ali Karaca, Anadolu Islahatı ve Ahmet Şakir Paşa (1838 – 1899), Eren Yay. İstanbul 1993<br />
2 Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Y. Hus 344/70 no ile kayıtlı sadaret tezkeresi ekinde teftiş heyetinin<br />
çalışmaları hakkındaki raporu ve beyannamelerin birer sureti yer almaktadır. Yazınında esas kaynağını bu<br />
evrak oluşturmaktadır.
Rıza KARAGÖZ 277<br />
memnuniyet verici bir olaydı. Bundan sonra asırlarca, Türk ve Müslüman unsurların<br />
arasında engin hoşgörü ortamının sağladığı barış içinde yaşayagelen Ermeniler,<br />
inançlarını, <strong>sosyal</strong> ve kültürel kimliklerini kaybetmediler. Ermeniler hakkında yazılmış<br />
eserlerde onların Osmanlı yöneticilerince “millet-i sadıka” olarak vasıflandırıldıkları<br />
bilgisi vardır. Bu ibareden anlaşılmaktadır ki, münferit olaylar dışında, ne Ermeniler bu<br />
uzun asırlar boyunca hâl ve yaşayışlarından şikâyetçiydiler ne de Osmanlı ülkesinin<br />
muhtelif yerlerinde gündelik hayatı birlikte paylaştıkları Müslüman halk ve Osmanlı<br />
yöneticileri onların tavır ve hareketlerinden rahatsızdılar.<br />
Biraz daha yakından bakıldığında Ermenilerin Osmanlı toplumunda diğer<br />
gayrimüslim cemaatlerin önünde bir ağırlığı olduğu görülmektedir. Tanzimat’tan<br />
önceki dönemde Ermeniler reel (tüccar, zanaatkâr) ve finans ( banker ve sarraf gibi)<br />
sektörleri başta olmak üzere çeşitli meslek gruplarında itibar sahibi olmuşlardı 3. 18.<br />
yüzyılın sonlarında ekonomik ve mali açıdan diğer cemaatlere göre ayrıcalıklı yer<br />
edinen Ermenilerin bu durumu, Tanzimat reformlarından sonra daha da<br />
belirginleşmiştir. Tanzimat’ın düzenlemelerinden iktisadi anlamda oldukça kazançlı<br />
çıkan Ermeni bankerler, bu sahada Yahudilerle rekabette onlara karşı üstünlük elde<br />
etmişlerdir 4.<br />
19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Balkanlarda başlayan ayrılıkçı isyanlar<br />
sürecinde Anadolu’nun pek çok yerinde dağınık olarak meskûn Ermeniler arasında<br />
yüzyılın sonlarına kadar bu anlamda bir hareketlilik görülmemektedir. Devlet de<br />
Ermenilerin bu “sadakatine” kayıtsız kalmamış ve bir anlamda onları onurlandıracak<br />
bazı adımlar atmaktan çekinmemiştir: Islahat Fermanı’nın etkisi ile de olsa, 1863<br />
yılında onaylanan Nizamname (Ermeni Anayasası da denebilir), Ermenilere Osmanlı<br />
hâkimiyeti altında kendi kendini yönetme hakkı verilen bir millet statüsü<br />
kazandırmıştır 5. Ayrıca Tanzimat’ın getirdiği yeni düzen içinde Ermeniler gerek taşrada<br />
gerekse merkezde devlet kurumları içinde de önemli mevkilere getirilmişlerdir 6.<br />
Bunlardan da anlaşılmaktadır ki Osmanlı Devleti daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi<br />
3 İrfan Kalaycı, “Bir ‘Batı Sorunu’ Olarak Ermeni Milliyetçiliğinin Doğuşu: İktisadi Bir Yorum”,<br />
Hoşgörüden Yol Ayrımına Ermeniler, (Erciyes Ünv. – Nevşehir Ünv. II. Uluslar arası Sosyal Araştırmalar<br />
Sempozyumu (EUSAS – II) 22 – 24 Mayıs 2008), Yay. Hazırlayanlar: M. Metin Hülagü – Şakir Batmaz –<br />
Gülbadi Alan, C. II, s. 363 - 377.<br />
4 Salâhi R. Sonyel, “Tanzimat ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Gayri-Müslim Uyrukları Üzerindeki<br />
Etkileri”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu Ankara 31 Ekim – 3 Kasım 1989, Ankara<br />
1994, s. 347. Kalaycı da bu dönemde Ermenilere “pozitif ayrımcılık” yapıldığını düşünmektedir. Bk. s.<br />
369.<br />
5 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Haz. Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2002, s. 228.<br />
Yukarıda Sonyel’in öne sürdüğü görüşler Berkes tarafından da paylaşılmaktadır. Berkes’e göre “yasal<br />
açıdan Tanzimat reformlarından en çok faydalanan Ermeni milleti olmuştur.” Bu ortam Ermeniler<br />
arasında milliyetçi duyguların gelişmesinde önemli etki yapmıştır.<br />
6 Söz gelimi Kirkor Odvan Efendi’nin 1876 Kanun-ı Esasisi’nin hazırlanışında faal rol oynaması<br />
(Ercüment Kuran, “Tarihte Türkler ve Ermeniler”, Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Yeni Türkiye<br />
Yayınları, Edt. Hasan Celal Güzel, Ankara 2001, s. 40; Berkes, s. 228.) ve Hazine-i Hassa dairesinde<br />
değişik tarihlerde üç Ermeni nazırın görev yapması dikkat çekici ve manidardır (Arzu T. Terzi, “Osmanlı<br />
Maliyesinde Söz Sahibi Üç Ermeni Nazır: Agop, Mikail ve Ohannes Paşalar”, Uluslararası Türk – Ermeni<br />
İlişkileri Sempozyumu (24 – 25 Mayıs 2001), İstanbul Ünv. Rektörlüğü Yay. İstanbul 2001, s. 22 vd.).<br />
Bunlardan bazılarının isimleri hakkında ayrıca bk. Turgay Uzun, “Osmanlı Devleti’nde Milliyetçilik<br />
Hareketleri İçerisinde Ermeniler”, Osmanlıdan Günümüze Ermeni Sorunu, Yeni Türkiye Yayınları, Edt.<br />
Hasan Celal Güzel, Ankara 2001, s. 164; Kalaycı, s. 365.
278 Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve Yayımladıkları…<br />
19. yüzyıldaki çöküntünün habercisi olayların ve ayrılıkçı siyasi isyanların arasında bile<br />
Ermeni cemaatine farklı ve imtiyazlı bir gözle bakmaktan son ana kadar<br />
vazgeçmemiştir. Ancak yine bu yüzyıl boyunca iç ve dış etkilerin tetiklediği bazı olaylar<br />
Ermeniler arasında, sonu ayrılıkçı isyanlara ve hatta ihanete kadar varacak bir sürece<br />
zemin hazırlamıştır.<br />
Ermeniler arasında milliyetçi düşüncenin yükselişinde bu cemaatin sahip olduğu<br />
finansal birikim ve ticari imtiyazlarla Tanzimat ve Islahat Fermanlarının getirdiği yeni<br />
açılım ve fırsatlar yanı sıra ayrılıkçı millî isyanlar 7 ve Batının “Şark Meselesi” ve<br />
“sömürgecilik” anlayışı çerçevesinde uyguladığı politikalar etkili olmuştur 8. Ayrıca<br />
sömürgeciliğin keşif kolu olan misyonerlik faaliyetleri 9 de sözü edilen bu sürecin<br />
olgunlaşmasında çok önemli yer tutmaktadır. Nitekim Ermeni Katolik cemaati daha II.<br />
Mahmut zamanında (1830) ayrı bir topluluk olarak kabul edilmiştir. Anadolu’da<br />
dağınık bir hâlde yaşamakta olan Ermeniler arasında 1830’lu yıllardan itibaren yoğun<br />
bir Protestanlık propagandası yapan The American Board of Commissioners For<br />
Foreign Missions (ABCFM) adlı cemiyet ise çalışmalarının meyvesini, çok geçmeden<br />
1840’ların sonunda aldı: Babıali Osmanlı ülkesindeki Protestanları da ayrı bir cemaat<br />
olarak tanıdı 10.<br />
Berlin Antlaşması’nın 61. ve 62. maddeleri misyonerlik faaliyetleri açısından yeni<br />
bazı fırsatlar doğurmuştur. Barış hükümlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrol<br />
bahanesiyle Anadolu’nun önemli kentlerinde kurulan konsoloslukların koruyucu<br />
şemsiyesi altında misyonerlik faaliyetleri yoğun bir şekilde yürütülmekteydi. 1886’da<br />
sadece Sivas bölgesinde 25 Amerikan misyoneri görev yapmaktaydı. Bunlar<br />
topladıkları bilgileri rapor hâlinde konsolosluk vasıtasıyla resmileştiriyorlardı 11.<br />
Sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetleri birlikte değerlendirildiğinde<br />
Ermenilerin 1878 öncesinde milliyetçi düşüncelerle donatıldıklarını, fakat bu tarihe<br />
kadar ciddi bir sorun teşkil etmediklerini söylemek mümkündür. Ayastefanos ve Berlin<br />
antlaşmalarına kendileri ile ilgili konulan maddelerden sonra Ermeniler, uluslararası bir<br />
sorun olarak gündeme getirilmiştir. Bu durumda Ermeni sorununun kendiliğinden ve<br />
tabii haklardan doğan bir mesele olmaktan ziyade, zamanın büyük devletlerinin<br />
yukarıda kısaca belirtilen politikalarına maruz kalan bir süreç sonunda belirginleştiği<br />
anlaşılmaktadır.<br />
7 1829’da Mora isyanı sonunda Yunanlılarla başlayan, Osmanlı tebaası gayri Müslimlerin istiklal elde etme<br />
süreci, daha sonraki tarihlerde Sırplar, Rumenler ve Bulgarların isyan – muhtariyet - istiklalleri ile<br />
sürmüştür. Kuran, s. 40.<br />
8 Kalaycı, s. 377 - 379.<br />
9 Fatih M. Dervişoğlu, “ABCFM Misyonerleri Albert ve Emma Hubbard’ın 1873 – 1899 Sivas<br />
İzlenimleri”, Hoşgörüden Yol Ayrımına Ermeniler, (Erciyes Ünv. – Nevşehir Ünv. II. Uluslar arası Sosyal<br />
Araştırmalar Sempozyumu (EUSAS – II) 22 – 24 Mayıs 2008), Yay. Hazırlayanlar: M. Metin Hülagü –<br />
Şakir Batmaz – Gülbadi Alan, C. II, s. 129 – 130. Amerikan misyonerleri ile Ermenilerin yakınlaşması<br />
öylesine artmıştır ki 1840’lardan sonra Anadolu’daki misyonun resmî adı bile “Ermeni Misyonu” (<br />
Mission to Armenians) olarak anılmaya başlamıştır. Bk. Şakir Batmaz, “Milliyetçilik, Bağımsızlık,<br />
Ermeniler, Osmanlı Devleti ve Amerikan Misyonerleri”, Hoşgörüden Yol Ayrımına Ermeniler, (Erciyes Ünv.<br />
– Nevşehir Ünv. II. Uluslar arası Sosyal Araştırmalar Sempozyumu (EUSAS – II) 22 – 24 Mayıs 2008),<br />
Yay. Hazırlayanlar: M. Metin Hülagü – Şakir Batmaz – Gülbadi Alan, C. IV,s. 174 – 175.<br />
10 Bk. Bilal Şimşir, “Ermeni Propagandasının Amerikan Boyutu”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu<br />
ile İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Erzurum Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü Yay, 1985.<br />
11 Dervişoğlu, s. 137 – 140.
Rıza KARAGÖZ 279<br />
Gerek dahilî süreç gerekse dış mihrakların kendi menfaatleri doğrultusunda<br />
yaptıkları çalışmalar neticesi olarak 1880’lerin başlarında teşkilatlanmalarını başlatan<br />
Ermeniler, birkaç yıl içinde komiteler kurmak suretiyle Anadolu’da isyanlara<br />
girişmişlerdir 12. Bu komitelerin “Ermenileri isyana teşvik ve tahrik amaçları”<br />
doğrultusunda ilk kayda değer olaylar 1890’da Muş ve Erzurum’da meydana gelmiştir.<br />
Böylece 1896 yılı sonlarına kadar aralıklarla özellikle Doğu Anadolu’yu kasıp kavuracak<br />
olaylar zincirinin ilk halkası oluşturulmuştur.<br />
A – Anadolu Islahatı ve Teftiş Heyetleri<br />
1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi ile Avrupa’nın büyük devletleri, Anadolu’da<br />
özellikle Ermenilerin meskun bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasını Osmanlı<br />
Devleti’ne kabul ettirmişlerdir. Böylece bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti’nin başını<br />
çok ağrıtacak yeni bir sorun, ‘Ermeni sorunu’ ortaya çıkmış oldu. Berlin<br />
Kongresi’nden sonra İngiltere ve Rusya’nın dışındaki devletler, Ermeni sorunu ve<br />
Anadolu ıslahatı üzerinde çok durmadıkları için Osmanlı idarecileri, Doğu Anadolu’da<br />
özerk bir idareyi amaçlayan ıslahat çalışmalarını mümkün oldukça ertelemiştir 13. Buna<br />
karşılık gerek bu iki devlet gerekse Ermeniler, Osmanlı Devleti’ne isteklerini zorla<br />
kabul ettirebilmek için harekete geçmişlerdir. Diğer büyük devletlerin bazılarının da<br />
desteklediği Ermeni komiteleri, bağımsız Ermenistan hayali ile Osmanlı Devleti’ndeki<br />
Ermenileri kışkırtmışlardır. 1894 yılında Ermenilerin Sason’da çıkarttıkları olayları<br />
bastırmak için hükümetin aldığı idari ve askeri tedbirler, Ermenilerce devlet aleyhinde<br />
propaganda malzemesi yapılmış ve amaçladıkları doğrultuda büyük devletlerin işe<br />
karışmasıyla mesele farklı bir boyut kazanmıştır. Başta İngiltere olmak üzere Rusya ve<br />
Fransa gibi devletlerin baskısı ile Osmanlı hükümeti Ağustos 1895’te Anadolu’da yeni<br />
bir ıslahat programının uygulanması kararı almıştır. Bu çerçevede özellikle Erzurum,<br />
Van, Bitlis, Diyarbakır, Mamüretilaziz ve Sivas vilayetlerinde ıslahat çalışmaları<br />
yapılacaktı.<br />
Genel hedefi memleketin her tarafının imarı ve kalkınması ile bütün halkın refah<br />
seviyesinin yükseltilmesi olan ıslahat programı çerçevesinde yapılan uygulamaları<br />
incelemek üzere teftiş heyetleri görevlendirilmiştir. Anadolu ıslahatının önemli bir<br />
ayağını oluşturan 14 teftiş heyetlerinin genel komiserliğine Müşir Ahmet Şakir Paşa<br />
getirilmiştir. Padişahın “… bu memuriyet pek büyük bir memuriyettir, Devletin ve İslâm’ın<br />
saadetini temin edeceği gibi harabiyetine dahi sebep olabilir” dediği bu görevlendirmede, atanan<br />
12 Ermeni komitelerinin kuruluşu, maksatları, Anadolu’daki ve dış ülkelerdeki faaliyetleri ve bağlantıları<br />
hakkında, daha o tarihlerde Sultan II. Abdülhamit tarafından hazırlatılan bir raporda ayrıntılı ele alınmıştır.<br />
1891 – 1895 yılları arasında ortaya çıkan Ermeni olaylarını kapsayan ve Ermeni sorunu ve terörünün<br />
gerçekte ne olduğunu, temelinde hangi unsurların bulunduğunu gözler önüne seren bu rapor, Devlet<br />
Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Necati Aktaş tarafından transkribe edilerek Ermeni Komiteleri 1891 –<br />
1895, (Ankara 2001) adıyla Osmanlı Arşivi <strong>Daire</strong> <strong>Başkanlığı</strong>’nca basımı yapılmıştır. Yukarıda Ermeni<br />
teşkilatlanması hakkındaki paragraf bu kitabın önsözünden (s. vı – x) derlenmiştir.<br />
13 Antlaşmadan sonraki yıllarda bazı konularda ıslahat çalışmaları yürütülmüş, bazı konularda ise gerekli<br />
olmadığı düşünülerek veya dış müdahalelere yol açacağı gerekçesiyle herhangi bir ıslah çalışmasına<br />
girişilmemişti. Karaca, s. 37 – 43.<br />
14 Daha 1879 tarihinde, Anadolu’da yapılacak ıslahatı teftiş maksadıyla bir Avrupalı müfettiş tayin edilmesi<br />
talebi ile gündeme gelen bu konu, 1895 ıslahat projesinin de ana maddelerinden birini oluşturmaktaydı.<br />
İngiltere’nin isteği üzerine 1880’de bir teftiş heyeti Anadolu’ya gönderilmişti. Bu heyetin başkanlığını<br />
İngiliz general Baker Paşa yapmaktaydı. Karaca, s. 55.
280 Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve Yayımladıkları…<br />
müfettişten, ıslahatın uygulanması esnasında mevcut kanun ve nizamların ihlâline engel<br />
olması, vilayetlerde yapılacak yeni teşkilat ve değişikliklerde devletin hukukunu<br />
gözetmesi 15 beklenmektedir.<br />
Anadolu Umum Müfettişi olarak atanan Şakir Paşa’nın görev kapsamına,<br />
Ermenilerin çıkarttıkları karışıklık ve düzensizliklerin önlenmesi ile ilgili çalışmalar da<br />
dahil edilmiştir. Çünkü gerek Babıali gerekse II. Abdülhamit, ıslahatın başarıya<br />
ulaşması için, özellikle Vilâyât-ı Sitte’de, Ermenilerce bozulan asayiş ve sükûnetin<br />
sağlanmasını ilk şart olarak görmekteydi. Bu sebeple söz konusu vilayetlerde bulunan<br />
Müslüman halkın günlük yaşantılarını, canlarını ve mallarını tehlikeye düşürecek bir<br />
durumun vukuu hâlinde, zor kullanmak da dahil, gerekli bütün tedbirleri alma<br />
hususunda Şakir Paşa yetkilendirilmiştir 16. Bu çerçevede teftiş heyetleri gittikleri<br />
yerlerde mahalli idarecilerle görüşmüşler ve incelemelerde bulunarak yapılması<br />
gerekenler hakkında onlara talimat vermişlerdir. Heyetler aynı zamanda halkı sözlü ve<br />
yazılı beyannamelerle uyarmak suretiyle hem isyan hareketlerini yatıştırmaya çalışmışlar<br />
hem de işin esası hakkında gayrimüslim ve Müslim halkı bilgilendirmişlerdir.<br />
Karaca’nın tespitlerine göre 17 Şakir Paşa’nın göreve başlamasından ve<br />
hareketinden önce Vilâyât-ı Sitte’de teftiş için görevlendirilmiş olan İlk Teftiş Heyeti<br />
ile yine bundan sonra görevlendirilen bazı ihtisas heyetleri de Anadolu Umum<br />
Müfettişliği’ne karşı sorumlu tutulmuşlardır. Ağustos 1894’te patlak veren Sason<br />
hadisesinden 18 sonra Anadolu’ya gönderilen ve esas görevi Vilâyât-ı Sitte’deki olayları<br />
araştırmak ve gerektiğinde askeri tedbirler almak olan İlk Teftiş Heyeti, iki gruptan<br />
oluşmaktaydı. Birinci grup 17 Mart 1895 tarihinde Trabzon’dan başlattığı teftiş<br />
yolculuğunu, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Van, Muş ve Bitlis güzergâhında<br />
sürdürerek, 21 Ocak 1896’da tamamlamıştır 19. Aşağıda beyannamelerinden<br />
bahsedeceğimiz ikinci grup ise 15 Kasım 1895 20 tarihinde Samsun’dan başladıkları<br />
inceleme ve teftiş görevini 16 Aralık 1895 tarihinde ulaştıkları Diyarbakır’da<br />
sonlandırmışlardır.<br />
B - Samsun Tarafı Teftiş Heyetinin Faaliyetleri ve Yayınladığı Beyannameler<br />
Arşiv belgelerinde “Samsun Ciheti Heyet-i Teftişiyesi” olarak kaydedilmiş olan bu<br />
grup üç kişiden oluşmaktaydı 21: Temyiz Mahkemesi azasından Hüseyin Rüşdü Bey,<br />
Erkân-ı Harbiye İkinci Feriki Abdullah Paşa ve Şura-yı Devlet azası Sami Bey.<br />
Samsun’dan sonra sırasıyla Amasya, Tokat, Sivas, Malatya, Mamüretülaziz (Elazığ),<br />
15 Karaca, s. 56.<br />
16 BOA, Y. Hus, 344/70, Bâbıâlî Sadaret <strong>Daire</strong>si’nin Arz Tezkiresi, 11 Kânûn-ı sânî 1312 / 23 Ocak 1896;<br />
Karaca, s. 59.<br />
17 Bk. Karaca, s. 61.<br />
18 Geniş bilgi bk. Kâmuran Gürün, Ermeni Dosyası, TTK, Ankara 1985, s. 146 – 149.<br />
19 <strong>Başkanlığı</strong>nı Ferik Saadettin Paşa’nın yaptığı bu grubun diğer üyeleri Sicill-i Ahvâl Komisyonu azası<br />
Cemal Bey ve Mahkeme-i Temyiz İstida <strong>Daire</strong>si azası İbrahim Bey’di. Karaca, s. 61.<br />
20 Ali Karaca eserinde bu heyetin Samsun’a varış tarihini 16 Mart 1895, Diyarbakır’da bulunuş tarihini ise<br />
19 Ekim 1895 olarak kaydetmektedir (Bk. s. 63’teki tablo). Ancak heyetin gönderdiği ve bu yazının esas<br />
kaynağını oluşturan raporda ise, heyet mensupları tarih ve gün düşürmek suretiyle ne zaman – nerede<br />
bulunduklarını belirtmektedirler. Aşağıdaki heyetin güzergâhı ve ulaşım tarihleri tablosu yapılırken bu<br />
rapor dikkate alınmıştır.<br />
21 Y. HUS, 344/70, Belge no: 2, Bâbıâlî Sadaret <strong>Daire</strong>si’nin Arz Tezkiresi, 11 Kânûn-ı sânî 1312 / 23<br />
Ocak 1896.
Rıza KARAGÖZ 281<br />
Maden (Ergani) ve Diyarbakır güzergâhını izleyen bu heyet, 16 Aralık 1895 tarihinde<br />
seyahatini tamamlamışlardır 22. Heyet aldığı emir ve talimatlara göre hareket etmiş ve<br />
faaliyetleriyle ilgili peyderpey hazırladığı raporları Ahmet Şakir Paşa’ya göndermiştir 23.<br />
Teftiş heyeti azaları, güzergâhları üzerinde uğradıkları yerlerde, mevcut durum<br />
hakkında inceleme yapıp yetkililerden bilgi aldılar. Teftiş talimatına uygun olarak<br />
buralarda asayiş ve emniyetin korunması ile ilgili yapılması gerekenleri tespit ettiler.<br />
Görev alanlarındaki yönetici ve toplum önderlerine nasihat ve tavsiyelerde bulundular.<br />
Ayrıca heyet seyahat sonunda izlenimleri ve icraatları hakkında hazırladığı teferruatlı<br />
bir raporu Sadaret makamına sundu 24. Raporla ilgili Sadaret makamı bir arz tezkiresi<br />
hazırlamış ve ekinde heyetin raporu ve neşredilen beyanname suretleri olduğu hâlde<br />
padişaha sunmuştur. Bu tezkirede özellikle beyannameler yayımlanmak suretiyle<br />
yapılmış olan uyarı ve tavsiyelerin Müslümanlar arasındaki heyecanı ve endişeyi<br />
yatıştırdığına, Ermeniler arasında ise pişmanlık duygularına vesile olduğuna vurgu<br />
yapılmıştır 25.<br />
Rapora göre Samsun heyeti, kendileri için tahsis olunan Girit vapuruyla, 12<br />
Kasım 1895 salı günü İstanbul’dan hareket etmiş ve hareketin dördüncü gününde<br />
(cuma günü) Samsun’a ulaşmıştır. Heyet ilk olarak Samsun ve çevresinin durumu<br />
hakkında inceleme yapmıştır. Canik Mutasarrıfı Hamdi Bey’in aldığı tedbirler ve<br />
gayretli çalışmalar sayesinde Samsun ve çevresinde asayiş boşluğu şeklinde<br />
nitelenebilecek bir durum olmadığı tespit edilmiştir. Bununla birlikte kendilerine<br />
verilen talimat hükümlerine uygun olarak ileride meydana gelmesi muhtemel olayların<br />
önünü kesmek maksadıyla Samsun’daki Müslüman eşraf ile Hıristiyanların ruhanî<br />
reisleri ayrı ayrı davet edilmiş ve kendilerine gerekli görülen uyarı ve açıklamalar<br />
yapılmıştır. Ayrıca muhtemel olayların önünü kesmek ve devlet otoritesinin kararlılığını<br />
göstermek maksadıyla redif askerinin mümkün olan en kısa zamanda toplanması için<br />
emirler verilmiştir 26.<br />
Samsun’daki incelemelerini tamamlayan heyet, 18 Kasım pazartesi günü buradan<br />
hareket ederek aynı gün Kavak’a, ertesi salı günü de Sivas vilayeti sınırları dahilindeki<br />
Havza’ya varmıştır. Rapordaki bilgilere göre o tarihte Havza 400 – 500 haneden ibaret<br />
bir kasaba görünümündeydi. Havza’nın yöneticilerinden bilgi alan heyet, kasaba<br />
merkezinde meskûn ve Merzifon’dan gelip burada çalışan 150 civarında Ermeni<br />
olduğunu, Merzifon olaylarının 27 buraya sirayet etmesiyle, bu Ermenilerden 5 – 10 kişi<br />
22 Y. HUS, 344/70; Heyetin Sadaret’e verdiği rapor sureti, 17 Kânûn-ı evvel 1311 / 29 Aralık 1895.<br />
23 Y. HUS, 344/70; Karaca, s. 62.<br />
24 Y. HUS, 344/70, Belge no: 2-b, Heyetin Sadaret’e verdiği rapor sureti, 17 Kânûn-ı evvel 1311 / 29<br />
Aralık 1895.<br />
25 Y. HUS 344/70, Belge no. 2, Bâbıâlî Sadaret <strong>Daire</strong>si’nin Arz Tezkiresi, 11 Kânûn-ı sânî 1312 / 23<br />
Ocak 1896.<br />
26 Y. HUS, 344/70, Belge no: 2-b, Heyetin Sadaret’e verdiği rapor sureti, 17 Kânûn-ı evvel 1311 / 29<br />
Aralık 1895.<br />
27 1893 yılında Kayseri, Yozgat, Çorum, Aziziye, Tokat ve diğer bazı yerlerde oturan Ermeniler silahlı<br />
isyana kalkışmışlardır. Nihayet aynı yıl Merzifon’da büyük bir isyan çıkmıştır (Bk. Ermeni Komiteleri 1891 –<br />
1895, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müd. Yay., Ankara 2001, s. vıı). Bu isyanların bastırılmasından<br />
sonra 1895 yılı Temmuz ayından itibaren yeniden ülkenin her tarafında Ermeni komitecileri “isyan<br />
hareketi hazırlığı amacıyla katliam tahrikine” başlamışlardır. 1 Temmuz 1895 tarihinde Hınçak komitesine<br />
katılmayı reddeden Ermeni zenginlerinden Karabet Kuyumcuyan’ın Merzifon’da öldürülmesiyle ateşlenen<br />
olaylar, 12 Temmuz’da Merzifon’daki Türk okulunun ateşe verilmesi ve 20 dükkânın yanmasıyla<br />
büyümüş, 1895 ve 1896 yılı boyunca da Anadolu’nun her köşesine yayılarak devam etmiştir. Gürün, s.
282 Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve Yayımladıkları…<br />
öldürüldüğünü tespit etmiştir. Heyet, Havza’nın ileri gelenlerine gerekli uyarı ve<br />
tembihlerde bulunmuş, asayiş ve emniyetin muhafazası için yeteri kadar redif askeri<br />
görevlendirmiş ve bunlara gerekli talimatı vermiştir.<br />
Tablo: Samsun Ciheti Teftiş Heyetinin Takip Ettiği Güzergâh ve Ulaşım<br />
Tarihleri 28<br />
YER<br />
TARİH<br />
MİLADİ RUMİ<br />
İstanbul’dan hareket 12 Kasım 1895 Salı 31 T.evvel 1311<br />
Samsun’a varış 15 Kasım 1895 Cuma 3 T.sânî 1311<br />
Samsun’dan ayrılış ve Kavak’a varış 18 Kasım 1895 Pazartesi 6 T.sânî 1311<br />
Havza’ya varış 19 Kasım 1895 Salı 7 T.sânî 1311<br />
Merzifon’a varış 20 Kasım 1895 Çarşamba 8 T.sânî 1311<br />
Amasya’ya varış 21 Kasım 1895 Perşembe 9 T.sânî 1311<br />
Tokat’a varış 24 Kasım 1895 Pazar 12 T.sânî 1311<br />
Sivas’a varış 27 Kasım 1895 Çarşamba 15 T.sânî 1311<br />
Sivas’tan ayrılış 30 Kasım 1895 Cumartesi 18 T.sânî 1311<br />
Malatya’ya varış 5 Aralık 1895 Perşembe 23 T.sânî 1311<br />
Mamüratilaziz’e varış 9 Aralık 1895 Pazartesi 27 T.sânî 1311<br />
Maden’e varış 14 Aralık 1895 Cumartesi 2 K.evvel 1311<br />
Diyarbakır’a varış 16 Aralık 1895 Pazartesi 4 K.evvel 1311<br />
Havza’dan ayrılan heyet mensupları, 20 Kasım 1895 çarşamba günü Merzifon’a<br />
ulaşırlar. Merzifon’da Ermenilerin, Protestanların, Cizvit papazlarının büyük ve<br />
muntazam okulları olduğundan bahseden heyet raporu, bunlardan özellikle Ermeni ve<br />
Protestan okullarının, “kötü düşüncelerin yayıldığı bir eğitim yeri” 29 olduğunu<br />
bildirmektedir. Ermeni komitelerine mensup bir çok kişinin bu okullarda barındıkları<br />
ve Ermeni halkı isyana sevk etmek için tahrik ve teşvikte bulundukları da verilen<br />
bilgiler arasındadır. Nitekim Merzifon’da meydana gelen son olayların, bu kişilerin<br />
yönlendirmesi sonucu geliştiği ifade edilmektedir. Fakat Merzifon kazasındaki bu<br />
tehlikeli isyan ateşi, kaymakam Necip Efendi’nin gerek önceden aldığı önleyici<br />
tedbirler gerekse olaylar esnasındaki kararlı tutumu sayesinde büyümeden söndürülmüş<br />
ve yayılmasına meydan verilmemiştir 30. Heyetin Merzifon’daki olaylar ve durum<br />
hakkında elde ettiği bilgi ve tespitlerden sonra, teftiş talimatnamesi doğrultusunda<br />
burada bir müfreze redif askeri görevlendirilmiştir.<br />
Merzifon’daki çalışmalarını tamamlayan heyet ertesi gün (21 Kasım 1895)<br />
Amasya’ya ulaşmıştır. O tarihte Amasya’da gayreti ve idari hakimiyetiyle bilinen Bekir<br />
Paşa mutasarrıf olarak bulunmaktaydı. Fakat Bekir Paşa çabuk hiddetlenen birisiydi.<br />
154 – 168.<br />
28 Y. HUS, 344/70, Belge no: 2/1, Heyetin Sadaret’e verdiği rapor sureti, 17 Kânûn-ı evvel 1311 / 29<br />
Aralık 1895. Rumi – Miladi tarih çevirimi için bk. Yücel Dağlı – Cumhure Üçer, Tarih Çevirme Kılavuzu,<br />
C. V, TTK, Ankara 1997, s. 298 – 299.<br />
29 “neşr-i efkâr-ı fesadiyeye bir ta’limgâh…”<br />
30 Y. HUS, 344/70, Belge no: 2, Heyetin Sadaret’e verdiği rapor sureti, 17 Kânûn-ı evvel 1311 / 29 Aralık<br />
1895.
Rıza KARAGÖZ 283<br />
Bu yüzden emri altındaki memurlarla ve özellikle askeri yetkililerle arasında bir<br />
soğukluk ve iletişim bozukluğu vardı. Bekir Paşa’nın bu tavrı Amasya ve mülhakatında<br />
karışıklıkların önlenmesi ve asayişin el birliğiyle sağlanması yolunda ciddi bir kusur<br />
olarak görülmektedir. Teftiş heyeti, ilk iş olarak mutasarrıf ve Amasya’daki mülkî ve<br />
askeri erkân arasındaki bu soğukluğun giderilmesi için onlara itidalli davranmaları<br />
tavsiyesinde bulunmuştur. İkinci olarak Amasya’nın gerek Müslüman gerekse<br />
gayrimüslim eşrafı ve itibar sahibi kişileri ayrı ayrı davet ederek, teftiş talimatnamesi<br />
gereğince kendilerine asayiş ve emniyetin temini için tavsiyelerde bulunulmuş ve<br />
emirler verilmiştir. 22 Kasım cuma günü halka hitaben bir de beyanname 31<br />
yayımlanmış ve böylece Amasya’daki görev tamamlanmıştır.<br />
Heyet 24 Kasım 1895 pazar günü Tokat’a ulaşmıştır. Buradaki tespitlere göre<br />
Tokat ve çevresinde bir kısım Ermeni komiteciler asayiş ve emniyeti bozmaya yönelik<br />
faaliyetlerde bulunmuşlar fakat bunda pek başarılı olamamışlardır. Çünkü burada<br />
görevli bulunan Divan-ı Harp reisi Ferik Mustafa Paşa’nın gösterdiği olağanüstü gayret<br />
ve aldığı önleyici tedbirler, komitecilerin niyetlerini gerçekleştirmelerine engel<br />
olmuştur. Esasen <strong>sosyal</strong> yapısı itibarıyla çeşitlilik arz eden Tokat bölgesi, Ermeni<br />
isyancıların yapmayı düşündükleri faaliyetler için elverişli bir yerdi. Bu sebeple heyet<br />
Mustafa Paşa ile yaptığı görüşmede bölgenin önemine ve hassasiyetine nazaran<br />
emniyetin temini ve korunması için alınması gereken diğer tedbirleri karara bağladı. Bu<br />
çerçevede Tokat sınırları içindeki lüzum görülen yerlere ilâve asker gönderildi. Tokat<br />
sancağının geneline hitaben telgrafla tebligat yapıldı. Ayrıca Müslümanların ileri gelir<br />
eşrafı ile gayri Müslim halkın dinî temsilcilerine, halk arasında uyanan karşılıklı nefreti<br />
önleyecek mahiyette uyarı ve nasihatlerde bulunuldu. Burada da Amasya’dakine benzer<br />
bir beyanname neşredilmiştir 32.<br />
Heyet Tokat’ta iki gün kaldıktan sonra, 27 Kasım çarşamba günü Sivas’a ulaştı.<br />
Yol üzerinde bulunan Yıldızeli kazasında kısa bir müddet kalan heyet, burada<br />
durumun sakin olduğunu gözlemlemiştir. Önemli miktarda Ermeni nüfusun yaşadığı<br />
bu kazanın kaymakamı Çerkez kökenli birisiydi. Heyetin ifadesine göre Yıldızeli<br />
civarında yaşamakta olan Çerkez kökenli halkın da yardımıyla kazada asayişin<br />
bozulmasına meydan verilmemiştir. Hâlbuki o günlerde Sivas’ta büyük olaylar vukua<br />
geldiğine dair iddialar vardı. İddiaların kaynağı Sivas’ta İngiliz ve Amerikan<br />
konsolosluğu görevinde bulunan John’un raporlarıydı. Heyete göre ise konsolos<br />
olayları büyütmekte ve gerek idareyi gerekse Müslüman halkı haksız olarak itham<br />
etmektedir. Çünkü Sivas’taki Hıristiyan ve Müslümanların önde gelenlerinin görüşleri<br />
olayların konsolosun büyüttüğü kadar vahim olmadığı yönündedir. Aksine, meydana<br />
gelen tatsız olaylar esnasında Müslüman eşrafın Hıristiyan ahali hakkındaki merhametli<br />
ve himaye edici tavrı dolayısıyla, Hıristiyan önderleri memnun ve müteşekkirdirler.<br />
Konsolosun onlara muhalif görüş ve düşünceleri ise, tercümanlığında bulunan bir<br />
Ermeni’nin gerçeğe aykırı bilgi vermesinden kaynaklanmaktadır. Yetki sınırlarını aştığı<br />
için konsolosun tavrı ve iddialarıyla ilgili olarak heyet tarafından daha fazla inceleme<br />
yapılmamıştır. Bununla birlikte daha önceki yerlerde olduğu gibi Sivas’ta da Müslüman<br />
31 Y. HUS, 344/70, Belge no: 3, Heyetin Amasya’da neşrettiği beyanname sureti, 10 Teşrin-i sânî 1311 /<br />
22 Kasım 1895.<br />
32 Y. HUS, 344/70, Belge no: 4, Heyetin Tokat’ta neşrettiği beyanname sureti, 14 Teşrin-i sânî 1311 / 26<br />
Kasım 1895.
284 Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve Yayımladıkları…<br />
önderlerinden sakin olmaları istenmiş, Hıristiyanların dinî liderlerine de yatıştırıcı telkin<br />
ve nasihatlerde bulunulmuştur.<br />
Heyetin Sivas’ta bulunduğu günlerde Zile ve Gürün civarında olayların çıktığı<br />
haberi gelmiştir. Olayların daha fazla büyümesini ve etrafa yayılmasını engellemek için<br />
derhal bazı tedbirler alınmıştır. Bu çerçevede bu gibi olaylarda gösterdiği isabet ve<br />
dirayetle tanınan Tokat’taki Divan-ı Harp azası Kaymakam Mahmut Bey hemen<br />
Zile’ye gönderilmiştir. Nitekim zamanında yapılan müdahale ve görevlendirilen ek<br />
askeri birlikler sayesinde buralarda asayiş kısa zamanda yeniden sağlandı 33.<br />
Sivas’ta üç gün kalan heyet 30 Kasım cumartesi günü buradan hareket etmiştir.<br />
Kangal, Deliklitaş, Alacahan, Hüseyin Çelebi, Hekimhan ve Has Patrik gibi yerleşim<br />
yerlerine uğranılarak 5 Aralık perşembe günü Malatya’ya ulaşılmıştır. Heyet yol<br />
boyunca asayişi ihlal maksatlı hareket eden Kürt aşiretlerine mensup kişilerin yer yer<br />
toplandığını görmüştür. Bunlar mevcut durum hakkında bilgilendirilerek, Padişahın<br />
razı olmadığı ve kanunlara aykırı hâl ve hareketlere girişmenin doğuracağı kötü<br />
sonuçlar kendilerine hatırlatılmıştır. Heyetin ifadesine göre bu gruplar dağıtılmış ve<br />
evlerine dönmeleri temin edilmek suretiyle asayişi bozucu hareketlere girişmeleri<br />
engellenmiştir. Malatya’da da icab edenlere uyarılar yapılmıştır. Ayrıca beyanname<br />
neşredilerek 34 Müslüman ve gayrimüslim bütün unsurlara hukuk ve kanun dışı<br />
davranmamaları konusunda tavsiyede bulunulmuştur.<br />
Heyet mensupları bazen ayrı ayrı yerlerde halka hitap etmekte ve beyannameler<br />
yayımlamaktaydı. Örneğin heyet üyelerinden Sami Bey ve Abdullah Paşa Malatya’da<br />
çalışmaları yürütürken aynı anda Hüseyin Rüşdü Bey, o tarihte Mamüretülaziz’e bağlı<br />
olan Arapgir’e gitmiş ve incelemeler yapmıştır. Rüştü Bey Arapgir’de bir de beyanname<br />
neşr ederek Müslim ve gayrimüslim halka nasihat ve uyarılarda bulunmuştur 35.<br />
Malatya ve civarındaki çalışmalarını dört günde tamamlayan heyet, buradan<br />
ayrılıp 9 Aralık pazartesi günü Mamüretülaziz’e varır. İncelemeleri neticesinde heyet,<br />
bu bölgede cereyan eden olayların diğer yerlere nispetle daha hafif nitelikte olduğu<br />
görüşündedir. Bununla birlikte Ermenilerin kötü maksatlı tavır ve hareketleri,<br />
Müslümanların vatanperverlik heyecanını ve taassubunu arttırmaktadır. Meydana<br />
gelebilecek muhtemel olayları önlemek için Müslümanların hatırı sayılır kişilerine<br />
gerekli açıklamalar yapılmak suretiyle halkı sükûnete davet etmeleri sağlanmıştır.<br />
Ermeni tarafının dinî liderlerine de asayişin sağlanması yolunda devletin kararlılığını<br />
gösteren uyarılar yapılmıştır. Bir de beyanname yayımlanmak suretiyle 36 bütün halk<br />
kanun ve sükûnet dairesinde iş güçleriyle meşgul olmaya davet edilmiştir.<br />
Mamüretülaziz’de dört gün kalan heyet buradan Maden kazasına geçmiştir.<br />
Orada da gerekli incelemeler yapılmış ve teftiş talimatı uyarınca bir beyanname<br />
neşredilmiştir 37. Maden’de iki gün kalınmış ve buradan Diyarbakır’a geçilmiştir.<br />
16 Aralık tarihinde Diyarbakır’a varan heyet buradaki durumun daha kötü<br />
olduğunu ifade etmektedir. Diyarbakır’daki Ermenilerin, özellikle Katolik Ermenilerin,<br />
uydurdukları fesat içerikli yalan haberler ve çıkardıkları olaylar korkunç bir tahribat<br />
33 Y. HUS, 344/70, Belge no: 2, Heyetin Sadaret’e verdiği rapor sureti, 17 Kânûn-ı evvel 1311 / 29 Aralık<br />
1895.<br />
34 Y. HUS, 344/70, Belge no: 5 Malatya ahalisine hitaben beyanname sureti, tarihsiz.<br />
35 Y. HUS, 344/70, Belge no: 9, Arapgir ahalisine hitaben neşr olunan beyanname sureti, tarihsiz.<br />
36 Y. HUS, 344/70, Belge no: 6, Mamüretülaziz vilayeti ahalisine hitaben beyanname sureti, tarihsiz.<br />
37 Y. HUS, 344/70, Belge no: 7, Maden sancağı umum ahalisine beyanname sureti, tarihsiz.
Rıza KARAGÖZ 285<br />
yapmıştır. Bu durum Müslüman halk arasında da büyük üzüntü ve endişeye sebep<br />
olmaktadır. Buradaki olayların önemine ve halk üzerindeki etkisine dikkat çeken heyet,<br />
daha ileriki safhalar için Diyarbakır’ın merkez olarak düşünüldüğü kanaatindedir.<br />
Çünkü o zamana kadar uğranılan ve Vilâyât-ı Sitte’deki diğer yerlerde meydana gelen<br />
olayların şiddet ve derecesi daha hafiftir. Bu da olayların Diyarbakır gibi büyük ve<br />
kalabalık bir merkezden başlamak üzere yayıldığı kanaatini uyandırmıştır. Bu<br />
değerlendirmeler doğrultusunda Diyarbakır’da da neşr edilmiştir 38. Daha önceki<br />
yerlerde neşr edilen beyannamelerde olduğu gibi burada da heyet mensupları<br />
kendilerinin Samsun’dan Diyarbakır’a kadar uğradıkları yerlerde asayiş ve emniyetin<br />
takviyesi için özel olarak görevlendirildiklerini, padişahın yegane maksadının Müslim<br />
ve gayrimüslim ayırımı yapmadan herkesin rahat ve huzur içinde yaşamalarını temin<br />
etmek olduğunu belirterek söze başlamaktadırlar. Ardından bütün Osmanlı<br />
vatandaşlarının kanun ve hukuk nazarında eşit olduğu, şimdiye kadar birbiriyle iyi<br />
ilişkiler içerisinde işiyle gücüyle uğraştığı ifade edilmektedir. Fakat son yıllarda bazı<br />
kötü niyetli kişilerin, zararı herkesten önce yine kendi milletdaşlarına olacak bazı<br />
hareketlere giriştiği, bunun sonucunda Müslümanlar ve gayrimüslim tebaa arasındaki<br />
dostane münasebetlerin bozulduğu, çıkan karışıklıklardan memleketin harap düştüğü<br />
anlatılmaktadır. Beyannamede Müslümanların eskiden olduğu gibi gayrimüslimlere<br />
muhabbetle yaklaşmaları, gayrimüslimlere de inandıkları din ve atalarından aldıkları<br />
terbiye gereğince davranmaları ve aralarındaki bozuk fikirli kişilerin gerçek niyetlerini<br />
bilip huzur ve rahat içinde yaşamanın nimetini takdir etmeleri tavsiyesinde<br />
bulunulmaktadır. Son olarak herkesin kurtuluşu ve selameti için asayişin bozulmasına<br />
sebep olacak şeylerden kaçınmaları, hangi din ve cemaatten olursa olsun buna karşı hâl<br />
ve harekete girişenlerin ise şiddetle cezalandırılacakları uyarısı yapılmaktadır.<br />
Heyetin Sadaret’e arz ettiği rapor, beyannamelerin birer suretleri ile son<br />
bulmaktadır. Rapor ve sözü edilen beyannameler birlikte genel olarak<br />
değerlendirildiğinde;<br />
1) Heyet uğradığı yerlerde fazla kalmadan mümkün olan en kısa zamanda<br />
güzergâhı tamamlamaya gayret etmiştir.<br />
2) Uğranılan yerlerde önce o bölgenin mevcut durumu hakkında yetkililerden<br />
bilgi alınmış ve genel tespitlerde bulunulmuştur. Bundan sonra gereken işlemler<br />
yapılmıştır.<br />
3) Meydana gelen olayların yatıştırılması için öncelikle sühûlet yöntemine<br />
başvurulmuştur. Bu doğrultuda nasihat ve iknaa öncelik verilmiş, yumuşak üslup tercih<br />
edilmiştir.<br />
4) Heyetin görüştüğü ve nasihatlerde bulunduğu kişiler sadece Ermeni<br />
cemaatinin liderleri değildir. Müslüman halkın muteberleri de davet edilmek suretiyle,<br />
Müslim ve gayrimüslim halk arasında daha büyük düşmanlıkların oluşmaması için<br />
onlardan halkı sükûnete çağırmaları talep edilmiştir.<br />
5) Beyannamelerde öncelikle devletin ve padişahların adalet anlayışına ve<br />
hoşgörüsüne değinilmektedir. Osmanlı Devleti’nde yüzyıllardır her inanç kesiminden<br />
insanların rahatça ve özgürce dinlerini ve dillerini yaşayageldikleri vurgulanmaktadır.<br />
6) Yayımlanan beyannamelerde son yıllardaki olayların gerçekte toplumlar<br />
arasında var olan bir düşmanlıktan ya da devletin Ermenilere karşı uyguladığı bir<br />
38 Y. HUS, 344/70, Belge no: 8, Diyarbekir vilayeti ahalisine beyanname sureti, tarihsiz.
286 Samsun Ciheti Teftiş Heyeti’nin Faaliyetleri ve Yayımladıkları…<br />
baskıdan kaynaklanmadığının altı çizilmektedir. Olayların çıkmasında dış mihrakların<br />
ve onların içerideki bazı işbirlikçilerinin tahrik, teşvik ve maksatlarına dikkat<br />
çekilmektedir.<br />
7) Fesat ve bozguncu niyetli insanların yalanlarına kanmamaları için, masum ve<br />
iyi niyetli kimseler uyarılmaktadır. Bununla beraber kanun ve hukuk dışı hâl ve<br />
hareketlere cesaret ve yönelme niyetinde olanlar veya şimdiye kadar bu gibi<br />
hareketlerin içinde yer alanlar hakkında ise daha sert tedbirlerin alınmasından geri<br />
durulmayacağı iletilmiştir. Hatta bu maksatla olayların nispeten tehlikeli ve yayılmaya<br />
meyilli olduğu yerlerde askeri önlemler arttırılmıştır.<br />
8) Yayımlanan beyannamelerde Müslim ve gayrimüslim halka ayrı ayrı hitap<br />
edilmektedir. Müslümanlara “dedeleri ve babaları yolundan giderek şimdiye kadar<br />
olduğu gibi bundan sonra da gayrimüslim komşularıyla iyi geçinmeleri, Ermenilerden<br />
birkaç müfsidin asayişi bozucu davranışının cezasının hükümete ait olduğu, dolayısıyla<br />
hükümetin bu alandaki hukukunu tecavüz edenler hakkında kanunun gereğinin<br />
yapılacağı” şeklinde nasihat ve ikazlarda bulunulmuştur. Ermenilere hitaben ise<br />
“içinizde bulunan kendini bilmez bazı müfsitlerin değiştirmek istedikleri durumun ilk<br />
zararı yine sizin kendi servet ve ticaretinize dokunacaktır, bu sebeple rahat ve huzur<br />
içinde hayatınızı sürdürmek için bu kötü niyetli kişileri aranızdan atınız, sizi kendi<br />
menfaatleri uğruna kullanmak isteyen yabancılara da aldanmayınız.” Denilmektedir.<br />
Samsun’dan yola çıkan Teftiş Heyeti Aralık 1895 sonlarında son durakları olan<br />
Diyarbakır’daki çalışmalarıyla görevlerini tamamlamışlardır. Heyetin Samsun –<br />
Diyarbakır yolculuğu esnasında Amasya, Tokat, Malatya, Arapgir, Mamüretülaziz,<br />
Maden, ve Diyarbakır’da yayımladığı beyannameler, Sadaret’e gönderilen rapora<br />
eklenmiştir. Raporun son kısmında, bu beyannamelerin özünü ihtiva edecek şekilde bir<br />
metin kaydedilmiş ve beyannamelerde belirtilen ve halka duyurulan hususlar burada<br />
ifade edilmiştir. Aşağıda bu kısmın aynen çevirisi yer almaktadır.<br />
Samsun’dan Diyarbekir’e Kadar Uğranılan Mahallerde Ulemâ ve Eşrâf-ı<br />
İslâmiyeye Hitaben İrad Olunan Makalelerin Mealleri<br />
Zât-ı akdes-i hazret-i Hilâfet-penâhînin efkâr ve makâsıd-ı seniyyeleri şe‘âyir ve<br />
mâser-i İslâmiyenin cihanın her tarafında i‘lâsı olup Hindistan’da, Afrika’da bu bâbdaki<br />
inâyât-ı Hümâyûnları ora ahâlî-i İslâmiyesinin züyûr-ı elsine-i şükrânî olduğu ve<br />
mehâsin-i âsâr-ı diyânet-perverîleri cümlesinden ve Amerika’nın ve Avrupa’nın bilâd-ı<br />
mühimmesinde dîn-i mübîn-i İslâm’ın takdîr mâhiyetiyle İslâm’la müşerref olan oranın<br />
ba‘zı ulemâsıyla ahâlî-i mu‘teberesi hakkında şâyân buyurulan iltifât ve teveccühât-ı<br />
Hılâfet-penâhîlerinin bereketi âsârından olarak Avrupa’da ve Amerika’da teşekkül eden<br />
cem‘iyyât-ı İslâmiye âmâl ve makâsıd-ı Hümâyûnlarına hüsn-i hizmete muvaffakıyetle<br />
şân-ı İslâmînin oralarda dahî kesb-i i‘tilâya bir mebde’-i mübârek bulunduğu hâlde<br />
memâlik-i mahrûse-i Şâhânelerinde ehl-i İslâm’ın ve ale’l-husûs Devlet-i Aliyye’nin<br />
kolu kanadı olan teb‘a-i İslâmiyenin nazar-ı akdes-i Hümâyûnlarında ne derecede mer‘î<br />
ve mu‘teber olması ednâ mülâhaza ile ma‘lûm olup Devlet-i Aliyye’yi bir çok<br />
müddetten beri ihâta eden müşkilât ve gavâilin İslâm’a münhasır olan mazarrâtın def‘i<br />
için gece ve gündüz bezl-i inâyet buyurmaktan hâlî olmadıkları ve bu maksad-ı<br />
mühimmin istihsâline hizmet etmek her bir Müslime farz olduğundan bu bâbda<br />
ledünniyât-ı ahvâle herkesten ziyâde vâkıf olan zât-ı Hilâfet-penâhîlerine arz-ı<br />
teslîmiyetle ahkâm ve evâmir-i seniyyelerine mutâva‘at ve inkıyâdda zerre kadar kusûr
Rıza KARAGÖZ 287<br />
edilmemesi ve hasbe’z-zamân Hıristiyanlar ile güzel geçinilerek anları himâye<br />
vesîlesiyle umûr-ı Devlet-i Aliyye’ye müdâhale etmek isteyenlere vesîle-i ta‘arruz olacak<br />
ahvâle meydan verilmemesi ve ıslâhât ve nizâmât-ı mukarrereden ehl-i İslâm’ın daha<br />
ziyâde müstefîd olduğu ve menhûbâtın buldurulup ashâbına reddi ve zu‘afâya i‘âne<br />
edilmesi istihsâl-i rızâ-yı âlîye başkaca sebep olacağından buna dahî sa‘yin levâzım-ı<br />
dîniyyeden bulunduğu ve Hıristiyanlara dahî “siz Devlet-i Aliyye’nin beş altı yüz senelik<br />
teb‘asısınız, sâye-i şâhânede şimdiye kadar imtiyâzât-ı mahsûsa ile dîniniz, mezhebiniz, milliyetiniz,<br />
lisânınız hıfz oluna gelmiştir. Başka devletlerin memâlikindeki Ermenilerin hâline bakacak olur<br />
iseniz ne derece bahtiyâr olduğunuzu ednâ mülâhaza ile anlarsınız. Eski zamânlarda Avrupalılar<br />
kendilerini düşünmekten başka işleri yok iken Devlet-i Aliye hakkınızda şer‘-i şerîf ve kânûn-ı<br />
münîf ahkâmınca himâyetten, ırzınızı, malınızı, canınızı sıyânetten başka bir şey yapmamış idi.<br />
Cennet-mekân Fâtih Sultan Mehmed Han hazretleri İstanbul’u feth buyurduklarında Burusa’dan<br />
Ermeni râhibi Yovakim’i getürüp Rumlar ile müsâvât içün İstanbul’a Ermeni patriki nasb etmiştir.<br />
Ahlâf-ı ızâmı hazerâtı dahî eserine ittibâ‘ etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk ömr ve şevket-i şâhânelerini<br />
mezdâd buyursun, şevket-me’âb efendimiz hazretleri dahî cümleden ziyâde bütün teb‘a hakkında<br />
müsâvât ve adâleti iltizâm buyurmuşlardır. Hâliniz, ticâretiniz, servetiniz buna delîldir. Bundan<br />
büyük adâlet ve merhamet olur mu? Kudüs-i Şerîf’de Ermenilerin bir karışlık yerleri olmadığı hâlde<br />
milel-i sâireden geri kalmamak içün orada dahî anlara ma‘bed ve emâkin-i rûhâniye tahsîs ve ihsân<br />
eden Devlet-i Aliyye’dir. Bu inâyetlerin bu ihsânların kadri bilinmelidir. Sizinle bu kadar yüz<br />
seneden beri vatandaşlık, komşuluk sûretiyle hüsn-i ülfet ve mu‘âşeret eden ehl-i İslâm ile güzel<br />
geçinmekten ve Devlet-i Aliyye’ye itâ‘at ve inkıyâddan başka size fâ‘ide verecek hâl yoktur.<br />
Avrupalıların merâmları Ermenileri himâye etmek değildir. Anların Devlet-i Aliyye sâyesinde<br />
ticâretten, servetten, sanâyi‘den istifâdelerini ellerinden alıp kendi teb‘alarına kaptırmaktır.<br />
Memleketleri hâricinde olan müstemlekâttaki mu‘âmeleleri bunu isbât eder. Pâdişâhımız efendimiz<br />
hazretlerinin merhamet ve inâyet-i Hümâyûnlarına hasr-ı emel ederek mes‘ûdiyetinizi muhâfaza<br />
ediniz. Komite nâmıyla içinizdeki uygunsuzlara uymayınız. Bu ahvâlin zararını fi‘ilen gördünüz.<br />
Memleketi tahrîb eden kanların dökülmesine sebep olan anlardır. Buna ne Allâh ne de pâdişâh râzı<br />
değildir.” Yolunda idi. İşbu tembîhât ve vesâyânın ehl-i İslâmda teskîn-i heyecân ve<br />
Ermenilerde nedâmet ve pişmânî gibi âsârı meşhûd olduğunun ve bu vesîle ile dahî<br />
ed‘ıye-i fuzûnî-i eyyâm-ı ömr ve şevket ve iclâl-ı hazret-i Hilâfet-penâhî cümle<br />
tarafından âverde-i elsine-i şükr ve mehmadet kılındığının arz ve beyânına cür’et<br />
olunmağın ol bâbda emir ve fermân hazret-i veliyyü’l-emrindir. Fî 13 Receb sene 1313<br />
ve fî 17 Kânûn-ı evvel sene 1311.<br />
Mühür: Mahkeme-i Temyîz a‘zâsından Hüseyin Rüşdü<br />
Mühür: Ma‘iyet-i Seniyye-i Mülûkâne Erkân-ı Harbiye İkinci Ferîki Abdullah<br />
Mühür: Şûrâ-yı Devlet a‘zâsından Sâmi
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU ∗<br />
Giriş<br />
Sanayi inkılabını gerçekleştirerek ekonomik alanda güçlenen Avrupalı devletler, hızlı<br />
bir şekilde egemenlik alanlarını genişletebilmek arzusuna kapılarak, kendi aralarında<br />
yarışa girmişlerdir. Uzun süre devam eden bu yarış, telafisi mümkün olmayan<br />
uçurumlar yaratarak devletlerarası rekabete dönüşmüştür.<br />
Bir başka konu da, geniş bir alana sahip olan Osmanlı Devleti’nin<br />
toprakları hem hammadde ve hem de Pazar açısından sömürgeci politika takip eden<br />
devletlerin dikkatini çekmiştir. Bu dikkat, büyük devletlerin zıt menfaatlerini de<br />
çatıştırmıştır. Çatışan bu menfaatler, Osmanlı Devleti’nin ömrünü bir müddet<br />
uzatmıştır ama, onu sonuçta yarı sömürge haline de getirmiştir 1.<br />
Sömürge politikası güden batılı büyük devletler, asırlardan beri Ortadoğu’da<br />
hakimiyet kurmuş Osmanlı Devleti’ni parçalamak için harekete geçmişlerdir. İşte “Şark<br />
Meselesi” adı altında, bu muazzam topraklara sahip Türk devletini ortadan kaldırmak<br />
amacıyla onu “Hasta Adam” ilan ederek, çeşitli defalar aralarında gizli anlaşmalarla<br />
paylaşmışlardı 2. Aralarında yaptıkları bu anlaşmalara dayanarak, yer yer Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun topraklarını fırsat buldukça işgal etmişlerdir. Böylece İngiltere,<br />
Fransa, Rusya, İtalya gibi devletler imparatorluğun ucundan kıyısından toprak<br />
koparmışlardır.<br />
XIX. yüzyılda birliğini kurup, sanayi inkılabını da gerçekleştiren Almanya,<br />
ekonomik açıdan yeni bir güç dengesi olarak Avrupa’da yerini almıştı. Almanya,<br />
Osmanlı Devleti’ne sınırı olmayan ve görünürde de toprak isteğinde bulunmayan bir<br />
devlet olarak ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı Osmanlı Devleti, toprak bütünlüğünü<br />
korumak amacıyla, Almanya’ya yaklaşmaya başlamıştı 3. Osmanlı Devleti’nin<br />
∗ Yrd.Doç.Dr., M.Kemal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak. Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Antakya/Hatay<br />
1 Bayram Kodaman, “Avrupa Emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğu’na Giriş Vasıtaları (1838-1914)”,<br />
Milli Kültür, c.2, S.1(Haziran, 1980), Ankara,1980, s.23.<br />
2 Kemal Öke, ll. Abdülhamid, Siyonistler ve Filistin Meselesi, İstanbul, 1981, s.44. Ayrıca bu<br />
konuda daha geniş bilgi için bkz., Y.Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, c.2, Kısım 3, Ankara, 1983,<br />
s.466 vd.; Seçil Akgün, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Raporu, İstanbul, 1981, s. 31.<br />
3 Rosa Luxemburg, “Alman Emperyalizminin Harekat alanı; Türkiye”, Berlin-Bağdat, Alman<br />
Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi, Haz. Ragıp Zarakolu, İstanbul, 1982, s.140; Murat Özyüksel,
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 289<br />
Almanya’ya yaklaşması özellikle İngiliz-Alman, Alman-Fransız rekabetini artırmıştır.<br />
Bu rekabetin sonucunda da Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması Osmanlı Devleti’nin<br />
sonunu getirmiştir<br />
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda mağlup olan Osmanlı İmparatorluğu,<br />
neticede 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalamış ve bu mütarekeye<br />
dayanarak, İtilaf Devletleri Türk yurdunun geri kalan topraklarını işgal etmeye<br />
başlamışlardı.<br />
İşte böyle bir ortamda Osmaniye’nin önemi bir kat daha artmakta idi. Fransa<br />
Osmaniye’deki demiryolu ve karayoluna hakim olmak istiyordu. Çünkü Fransa, Antep<br />
ve İslahiye ile irtibatını kesmeyerek buradaki birliklerini takviye etmek; ayrıca Katma-<br />
Kilis-Halep karayolunu elinde tutmak için Osmaniye’yi bir Fransız askeri üssü haline<br />
getirmek üzere işgal edecekti. Başka bir hususta, Fransa Osmaniye’nin Akdeniz’e<br />
açılan stratejik açıdan önemli bir yere sahip İskenderun Körfezi’nden de yararlanmak<br />
istiyordu.<br />
Diğer taraftan, Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın<br />
bütün çabalarına rağmen 4, Çukurova’da İngiliz-Fransız ortak işgal harekatı 1918 yılının<br />
Aralık ayında başlayarak, 19 Aralık günü Osmaniye ve 27 Aralık günü de Pozantı’nın<br />
işgal edilmesiyle tamamlanmıştı 5. Bir müddet sonra yani 15 Eylül 1919 tarihinde<br />
gerçekleşen “Suriye İtilafnamesi” ile tam bir Fransız işgaline dönüşmüştü 6. Birinci<br />
Dünya Savaşı’ndan diğer devletler gibi yorgun çıkan Fransa, bölgedeki varlığını uzun<br />
süre devam ettiremezdi. Ancak bölge üzerindeki Ermenilerin tarihi ve milli emelleri<br />
Fransa için bir vasıta olarak kendisini göstermiştir. Bu durum bir paradoks da meydana<br />
getirmişti. Zira Fransa’nın sömürge politikası, gelecekteki Ermeni isteklerinin yegâne<br />
dayanağını oluşturacaktır.<br />
Bu durum, Çukurova bölgesinde Ermeni-Fransız işbirliğini ortaya çıkarmış ve<br />
neticede bu birliktelik Ermeni zulmüne dönüşerek, Türkleri tehdit eder bir hal almıştır.<br />
Ermenileri böyle davranmaya sürükleyen en büyük sebep, Fransa’nın Çukurova’da<br />
müstakil bir devlet kurma sözü vermesidir 7. Fransa, Çukurova’da kurulacak tampon bir<br />
Ermeni Devleti ile Türkiye’nin Suriye’ye doğrudan müdahalesini önleyecek, bu ise<br />
Fransa’nın Suriye’deki hâkimiyetine güvence oluşturacaktı.<br />
Zaten Fransa’nın Çukurova politikası başlıca iki doğrultuda kendisini<br />
göstermekteydi: Ermenilere askeri harekâtta yer verilmesi ve Çukurova’nın idari<br />
yönden Ermenileştirilmesi 8. Bunun sonucu olarak da bölgede Ermeni mezaliminin<br />
şiddetlendiğini görmekteyiz. Böylece, bölgede hâkim bir millet iken bir anda sömürge<br />
halkı durumuna düşen ve hızla sahip olduğu toprakları elinden çıkarmaya mecbur<br />
edilen Türk insanının bu duruma müsaade etmesi düşünülemezdi. Nitekim kısa sürede<br />
Anadolu Bağdat Demiryolları, İstanbul, 1988, s.45-46.<br />
4 Bu konuda bkz., Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri-IV(1917-1938), Haz., Nimet Arsan,<br />
Ankara,1964,s.14 vd.<br />
5 ATASE, Arş.1-2,Kls.83,Dos.75-308,F.2-13; <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, Fransa’nın Çukurova’yı İşgali ve<br />
Pozantı Kongresi,Ankara, 1989, s.16<br />
6 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri-IV,s.119-120.<br />
7 Salahi R. Sonyel, “Yeni Belgelerin Işığı Altında Ermeni Tehcirleri”, Belleten, c.XXXVI, S.141, Ankara,<br />
1972.<br />
8 Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919-1922, Ankara, 1988, s.180-181.
290 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
ferdi teşebbüsler şeklinde ve daha çok intikam amacına dayalı mukavemet<br />
hareketlerinin ortaya çıkması engellenememiştir.<br />
Bölge halkının bu işgale başından beri karşı koyması, bu yöredeki milli<br />
mukavemetin temelini oluşturmuştur. Ayrıca bölge halkını harekete geçirecek başka<br />
sebepler de mevcuttu. Bunlardan birisi de, Fransızların silahlandırıp himaye ettiği<br />
Ermeniler yüzünden; Türklerde can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı 9.<br />
İşte bu durum karşısında bölge halkı devletten beklediğini bulamamış ve nefs-i<br />
müdafaa durumuna geçerek bölgede “Çete Harbi”ni başlatmıştı. Önce ferdi, sonra<br />
kitle hareketlerine dönüşen bu mücadele, güneyde milli mukavemeti ortaya çıkarmıştı.<br />
Böylelikle bütün Çukurova’da başlayan milli direnişler, Osmaniye mıntıkasında da<br />
kendisini göstermişti 10. Bu milli direnişlerin sonucunda Bahçe ve Haruniye’de (Düziçi)<br />
yapılan savaşlar; Osmaniye’de Kovanbaşı ve Kanlı Geçit Savaşları ve Mamure Baskını<br />
adıyla önemli muharebeler cereyan etmiştir 11. İşte bu savaşları tarihi gelişim itibariyle<br />
şöyle izah edebiliriz.<br />
1- Bahçe Ve Haruniye’de (Düziçi) Yapılan Savaşlar<br />
Osmaniye iline bağlı Bahçe ve Haruniye kazaları da 19 Aralık 1918 tarihinde düşman<br />
tarafından işgal edilmişti. Böylece Bahçe ve Haruniye’ye gelen Fransızlar ve Ermeniler<br />
diğer işgal mıntıkalarında yaptıklarını burada da tekrarladılar. 12 Şubat 1920’de<br />
Fransızların Maraş’ta yenilerek atılmaları hadisesi bu havalinin çabucak uyanmasına<br />
sebep olmuştu. Maraş’ta deneyim kazanan Fransız komutanları Haruniye’nin (Düziçi)<br />
ileri gelenlerini göz hapsine alarak onları yakinen izlemeye başlamışlardı. Bunun<br />
üzerine Haruniye Bucak Müdürü Hüseyin Hilmi Bey, Çetebaşı Mehmet Yeşil, Hacı<br />
Efendi, Çerçioğlu Hüseyin Efendi ve İlbeyli’den Habib Ağa bir araya gelerek<br />
memleketi düşmandan kurtarma çarelerini aradılar. Bugünlerde Tufan Bey’in<br />
Andırın’da Yaycıoğlu’nun evinde bulunduğu öğrenildi ve Tufan Bey ile görüşmek ve<br />
gerekli tedbirleri almak üzere yanına gittiler. Böylece Haruniyeliler bütün dertlerini<br />
anlattılar. Tufan Bey bunlara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Nizamnamesi’ne göre teşkilat<br />
kurmalarını ve derhal silahlanarak, Fransızlarla mücadeleye girişmelerini söyledi 12<br />
Bu görüşmeden hemen sonra Haruniye’ye dönen heyet, gizli bir toplantı<br />
yaparak, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti <strong>Başkanlığı</strong>na Hüseyin Hilmi Bey’i; üyeliklere ise<br />
Mehmet Yeşil, Hacı Efendi, İsmail Ökkeş ve Yazılmazoğlu <strong>Süleyman</strong> Ağa’yı seçtiler ve<br />
böylece Haruniye’de Milli Mücadele örgütlenmiş ve 4 Mart 1920 günü Kuva-yı Milliye<br />
kurulmuştu. Bundan sonrada, Kuva-yı Milliye bölgede derhal harekete geçerek teşkilatı<br />
kuvvetlendirmeğe ve lüzumlu silah ve cephaneyi tedarike başladılar 13.<br />
Bütün bu hazırlıkların sonunda 300 kadar mevcuda ulaşan Haruniye Kuva-yı<br />
Milliyesi ilçenin dışında bulunarak zaman zaman Fransızlara baskın yapmaya<br />
9 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali,İstanbul,1981, s.316.<br />
10 Osmaniye’de meydana gelen bu milli mukavemetler için bkz., Ahmet Kılıç , Osmaniye Çete Tarihi ,<br />
Osmaniye, 1976<br />
11 Bu muharebeler hakkında daha geniş bilgi için bkz., <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu,Türk-Fransız<br />
Mücadelesi,Ankara,2001,s.113 vd.; <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, “Doğu Meselesi ve Milli Mücadele’de<br />
Osmaniye”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. XV, S.43(Mart, 1999), Ankara,1999<br />
12 Recep Dalkır , Yiğitlik Günleri, Milli Mücadele’de Çukurova ,İstanbul,1961 ,s.190<br />
13 R. Dalkır, age.,s.190 ;ATASE ,Türk İstiklal Harbi,Güney Cephesi-IV,Ankara,1966,s.73
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 291<br />
başlamıştı. Bundan dolayı kayıplar vererek zor duruma düşen Fransız kuvvetleri<br />
Haruniye’nin güneyine demiryolu boyuna çekilmek zorunda kalmıştı 14.<br />
Diğer taraftan 7 Mart 1920 günü 150 kişilik bir Ermeni kuvveti, Haruniye’nin 4<br />
km. kuzeyinde Gökçayır bölgesine gelerek, Sabunsuyu kuzeyindeki Milli Kuvvetleri<br />
yok etmek istediyse de, onların bu gelişini daha önceden haber alan Kuva-yı Milliye<br />
taarruz ederek, iki saat süren çarpışmadan sonra Ermeniler 15 ölü bırakarak kaçtılar.<br />
Bu sırada Bahçe’den gönderilen 25 kişilik Ermeni takviye birliği de yolda pusuya<br />
düşürülerek imha edilmiş ve 15 Mart günü de Milli Kuvvetlerimiz; Fransızların<br />
Haruniye – Yarbaşı arasındaki irtibatı temin eden ve yiyecek sevkiyatını yapan, 11<br />
kişilik bir düşman kuvvetini de yok ederek, bir başarı daha elde etmişlerdi 15.<br />
Bu sıralarda Tufan Bey, Andırın Milis Kuvvetleri ile Gökçayır’a gelerek Kurtlar<br />
köyünün Kaya mevkiinde karargâhını kurmuştu. Haydar tepesi civarında da<br />
Fransızların karargâhı bulunmaktaydı. Beş kişilik keşif grubu gönderilerek düşman<br />
hakkında bilgi elde edinmek istendiyse de bir sonuç alınamamıştı. Yöredeki<br />
muhabereler de kısa aralıklarla da devam etmekteydi. Fakat bu yöredeki Milli<br />
Kuvvetlerimizin durumu pek parlak görünmüyordu 16. İşte tam bu sırada 27 Mart 1920<br />
tarihinde Binbaşı Yörük Selim Bey ve idaresinde birkaç yüz kişiyi bulan Maraş Kuva-yı<br />
Milliyesi ve iki ağır makineli tüfek ile Haruniye bölgesine gelerek emir ve komutayı ele<br />
aldı. Böylece Haruniyelilerin yüzü gülmüş ve Haruniye Kuva-yı Milliyesi oldukça<br />
kuvvetlenmişti. Yörük Selim Bey buradaki Fransızlara baskın yapmış ve bu<br />
çarpışmada düşmana çok kayıplar verdirmişti. Bu çarpışmada Yıldırım bölüğünün<br />
komutanı Yüzbaşı Abdullah en önde hücum ederken şehit düşmüştü. Bu olayın<br />
sonunda Milli Kuvvetlerimizin eline silah, malzeme ve cephane geçmiş ve sonuçta<br />
buradaki Kuva-yı Milliye güçlenmişti 17.<br />
Yöredeki Kuva-yı Milliye müfrezeleri devamlı olarak demiryolunu ve özellikle<br />
köprüleri tahrip ederek Antep ve Adana bölgeleri arasındaki bağlantıyı kesiyorlardı. 15<br />
Mayıs 1920 günü Yarbaşı ile Bahçe arasında ve Yarbaşı’na üç kilometre mesafede<br />
Kokarpınar köyünün güneyinde 8.ve 9. tümenler arasındaki köprü de tahrip<br />
edilmişti. Bu arada demiryolunu korumakla görevli ve içinde 150 kadar er olan bir<br />
Fransız zırhlı treni aynı anda bu bölgeden geçmekteyken, sökülen vidalar dolayısıyla<br />
yıkılan köprüde suyun üzerine devrildi. Esasen civarda pusuda bulunan milli<br />
kuvvetlerin baskın tarzında ateşiyle Fransızlar yok edilmişti. Ancak sekiz er kurtulmuş<br />
ve esir alınmıştı. Bu çarpışmayı haber alan Fransızlar Mamure’den 300 kişilik bir<br />
kuvvetle akşama doğru çarpışma bölgesine yetişmişti. Ertesi günü yapılan<br />
çarpışmalarda Fransızlar bir topçu bataryasının desteğine rağmen çok kayıp vererek<br />
Yarbaşı’na çekilmek zorunda kalmış ve buradan da trenle Mamure’ye dönmüştü. Milli<br />
Kuvvetlerimiz bu çatışmada 25 Fransız askerini esir almış ve çok sayıda ağır makineli<br />
tüfek, silah ve cephanede elde etmişti. Fransız ölüleri arasında bir binbaşının cesedine<br />
de rastlanmıştı. Bu muharebeler sonucunda Mamure ile Bahçe arasında hiçbir<br />
lokomotif kalmadığından Fransızların bu bölgede gidiş-gelişleri bir süre için<br />
durmuştu 18. Bu sıralarda 30 Mayıs 1920’den geçerli olmak üzere bölgede Fransa ile<br />
14 ATASE,TİH,Güney Cephesi-IV ,s.73.<br />
15ATASE, a.g.e.,s.73-74; Recep Dalkır, a.g.e., s.191.<br />
16 R.Dalkır,a.g.e., s.191.<br />
17 Dalkır, a.g.e.,s.74.<br />
18 ATASE, a.g.e., s.74; Dalkır, a.g.e., s.191-192.
292 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
Ankara Hükümeti arasında 20 günlük bir mütareke yapılmış ve bunun üzerine<br />
Haruniye ve Bahçe civarındaki çarpışmalara da ara verilmişti 19.<br />
20 günlük bu mütarekeden sonra Milli Kuvvetlerimiz tarafından Fransızların<br />
Kayabaşı’ndaki kuvvetleri tekrar kuşatılmıştı. Bu durum karşısında Fransızlar yöreye<br />
yeniden takviye kıtaları sevk etmişti. Bunlarla yapılan çarpışmalarda çok kayıp veren<br />
Fransızlardan, ayrıca birçok malzeme de ele geçirilmişti. Bu sırada 500 mevcutlu bir<br />
kuvvetle Yarbaşı’na gelen Yörük Selim Bey buradaki Türk kuşatmasını<br />
kuvvetlendirmesine rağmen, Fransızlar bir çıkış hareketi yaparak önce Mamure’ye<br />
burada da tutunamayacaklarını anlayınca Osmaniye’ye kadar çekildiler. Bu çarpışmalar<br />
üç gün sürmüş ve Fransızlar çok sayıda ölü ve yaralı vermişlerdi. Böylece Haruniye ve<br />
Bahçe düşman işgalinden kurtulmuştu 20. Bu muharebeden geri çekilen Fransız<br />
kuvvetleri demiryolunun iki tarafındaki yeni yetişmiş ve henüz biçilmemiş buğday ve<br />
arpa ürünlerini tamamen yakmışlardı 21. Bundan sonra da Bahçe ile Osmaniye arasında<br />
hiçbir Fransız askeri kalmamıştı.<br />
Haruniye bölgesindeki bütün Kuva-yı Milliye’yi emrine alan Yörük Selim Bey<br />
Osmaniye’ye gelerek 7 gün süren çarpışmalar yapmasına rağmen, Fransız kuvvetleri<br />
Osmaniye’den tamamen atılamadı. Birkaç gün sonra Selim Bey İslahiye cephesine<br />
gönderilmiş ve Haruniye’de ise yalnız yerli Milli Kuvvetler kalmıştı 22.<br />
2- Osmaniye Civarında Yapılan Savaşlar<br />
A-Rahime Hatun’un Savaşa Katılması<br />
Türk yurdunun bir parçası olan Osmaniye civarı da Fransızlar tarafından işgal edilmesi<br />
üzerine yurdumuzun her yerinde olduğu gibi vatanın düşmandan kurtarılması için<br />
Osmaniye civarında da Kuva-yı Milliye teşkil edilmiş ve gittikçe bu teşkilat<br />
kuvvetlenmişti. Yurdumuzun her tarafında olduğu gibi Osmaniye’deki Kuva-yı<br />
Milliye’ye kadınlar da katılmışlardır. Bu sırada Yanıkkışla ve Karayeğin köyleri<br />
halkından kurulu Kırmızı Müfreze, Kuva-yı Milliye bölüğüne, Rahime adında 25<br />
yaşlarında genç bir kadında savaşçı olarak katılmıştı. Osmaniye’nin Kaypak nahiyesi<br />
Raziyeler köyünden Köse’nin kızı diye çağrılan bu kadın tüfeği ile daima bölüğünün<br />
önünde yürür ve bütün muharebelere katılırdı. Bu cesur ve kahraman Türk kadını<br />
onbaşılık rütbesine de yükseltilmişti 23.<br />
1920 yılının Şubat ayında Hasanbeyli yakınlarındaki Fransız kuvvetleri ile yapılan<br />
savaşa 9.Tümene bağlı müfrezesiyle birlikte Rahime Hanım da katılmıştır. Bu<br />
çarpışmada Fransızlardan 80 tüfek ve 2 makinalı tüfek de ganimet alınmıştır. Bu sırada<br />
şehit düşen ve ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için gösterilen tereddüde<br />
aldırmaksızın ileri atıldığında kendisine Tayyar (uçan) Rahime lakabı verilmişti 24.<br />
19 Bu mütareke için bkz. , <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, Fransa’nın Çukurova’yı İşgali ve Pozantı Kongresi,<br />
Ankara, 1989, s. 49 vd.<br />
20 Dalkır, a.g.e., s. 191-192; ATASE, a.g.e., s. 74-75<br />
21 ATASE, a.g.e., s. 75, A. Cevdet Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu Kilikya Olayları, Adana, 1969,<br />
s. 99<br />
22 ATASE, a.g.e., s. 75<br />
23 Türk İstiklal Harbi c.IV,Güney Cephesi, Genelkurmay <strong>Başkanlığı</strong> Harp Tarihi <strong>Daire</strong>si Yay., Ankara,<br />
1966, s.73<br />
24 Fevziye Abdullah Tansel, İstiklal Harbi’nde Mücahit Kadınlarımız, Ankara, 1991,s.43; Miralay<br />
Mehmet Arif Bey,Anadolu İnkılabı Milli Mücadele Anıları (1919-1923), Haz.,Bülent Demirbaş,<br />
İstanbul, 1987, s.68
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 293<br />
a) Rahime Hatun Cepheye Katılıyor:<br />
İngiliz-Fransız ortak işgalinden sonra Osmaniye Fransa’ya bırakılmıştı. Fransızlar,<br />
Ermenilerle de işbirliği yaparak öldürme ve mal yağmalaması dâhil, halka olmadık<br />
eziyeti reva görmüşlerdi. Bağımsızlık ve Vatan aşkıyla yüreği dopdolu Osmaniye halkı<br />
bu duruma seyirci kalmadı ve 1919 yılı mayıs ayında mücadeleye başladılar. Yer yer<br />
kurulan çeteler, düşmanı tedirgin edip Osmaniye’den çekilmeye zorluyorlardı.<br />
İşte bu kara günlerde Raziyeler köyü Kanlıgeçit mahallesine çete toplamak için<br />
gelen çete reisi Hüseyin Ağa, Rahime Hatun’un evine de gelir ve burada şu konuşmalar<br />
geçer;<br />
Çete Reisi Hüseyin Ağa: Her evden birkaç çete topluyoruz. İşgalci<br />
düşmanları, teşkil edeceğimiz bu kuvvetle vatanımızdan kovacağız. Bu evden çete<br />
olarak kimi alalım?<br />
Rahime Hatun sert bir ifadeyle ileri atılır: Köse Abdullah ailesinden de beni<br />
çete yazın, diye haykırır.<br />
Hüseyin Ağa: Sen kadınsın, köyde kalıp geri hizmette çalışman uygun olur der.<br />
Rahime Hatun bu teklifi kabul etmez ve: Hayır, ben cephe gerisinde değil,<br />
cephede, erkeklerle birlikte savaşacağım der.<br />
Bunun üzerine çete reisi Hüseyin Ağa: Öyleyse sende Köseler ailesinden<br />
“Rahime onbaşı “ olarak çetelere katıl der.<br />
Böylece Türk kadınının eşsiz timsali Rahime Hatun onbaşı olarak Osmaniye’yi<br />
işgal eden Fransızlara karşı, çetelerle beraber mücadeleye başlar 25.<br />
b) Rahime Hatun’un Şahadeti:<br />
Cephedeki erkek çetelere yiyecek, giyecek ve cephane sağlamaktan tutun da erkek<br />
çetelerle omuz omuza cephede düşmanla savaşmaya kadar Osmaniye kurtuluş<br />
savaşında en büyük isim olan Rahime Hatun’u son olarak Fransız karargâhı baskınında<br />
eşsiz bir kahraman olarak görüyoruz. Günlerden 5 Ağustos 1920 Nur Dağları’nda<br />
şafak ağarmakta, düşman karargâhı olarak kullanılan Alibeyli mahallesindeki Hacı<br />
Ökkeş Ağa’nın evinde dalgalanan Fransız bayrağı Osmaniye çetelerini kahrediyordu.<br />
Fransız karargâhı çok iyi tahkim edilmiş bir durumdaydı. Fakat hiçbir vaziyet Türk’ün<br />
istiklaline kavuşma azmi önünde yıkılmaya mahkûm olmaktan kurtulamazdı. Fransız<br />
karargâhı basılmalı, düşman buradan atılmalı ve şanlı Türk bayrağı burada<br />
dalgalanmalıydı. İşte içlerinde Rahime onbaşının da bulunduğu bir müfrezeye bu görev<br />
verilmişti: Müfrezede Hayta Hüseyin çetesi, Yaveriye çetesi, Yastı Kelle, Ali Kılıç,<br />
Namık Hüseyin, Kadir Çavuş, Muhammed Hoca, Nacar Ökkeş, Borazan Mehmet,<br />
Hacı Ali Ağa oğlu Ali ve Ahmet, Alibekirlioğlu Ahmet ve diğer çeteler vardı. Çeteler<br />
toplam olarak 70–80 kişi kadardı 26.<br />
Rahime Hatun çetelere; Arkadaşlar, düşman karargâhını mutlaka alacağız.<br />
Allah bizimle beraberdir. Yalnız sizden bir isteğim var. Eğer ben şehit olursam, sakın<br />
25 Neşet Dinçer, “Osmaniye Kurtuluş Savaşında Rahime Hatun”, Tarih İçinde Bütün Yönleriyle<br />
Osmaniye ( I. Sempozyum) 15-18 Kasım 1993, Editör:KazımTülücü, Osmaniye, 1995, s. 46-47<br />
26 Neşet Dinçer, a.g.m., s. 49-50
294 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
cesedimi düşmana bırakmayın demişti. Nihayet “ Allah Allah “ sesleriyle taarruz başlar<br />
ve düşman neye uğradığına şaşırır. Çeteler süratle ileri doğru atılırlar. Bu sırada düşman<br />
cephesinden de ateş açılmış ve şiddetli bir savaş başlamıştır. Rahime onbaşı Kadir<br />
çavuşla yan yana her attığı kurşunla bir düşmanı yere düşürüyordu. Düşman ateşi bir<br />
ara çok yoğunlaşmış ve bizim çeteler bu durum karşısında biraz duraklamışlardı. Bu<br />
sırada Rahime Hatun, çeteleri harekete geçirmek için şöyle haykırdı: Ben kadın<br />
olduğum halde düşmana saldırmaktan geri durmuyorum; siz erkek olduğunuz halde<br />
düşmandan mı korkuyorsunuz! Haydi, Allah’ını, vatanını seven yürüsün!<br />
Çeteler bu haykırışla tekrar coştular ve Rahime onbaşı ile birlikte tekrar aslanlar<br />
gibi düşman üzerine saldırdılar. Kıyasıya bir savaş oluyordu. Çeteler düşman<br />
karargâhına iyice yaklaşmışlardı. Fakat ne yazık ki, bu sırada Rahime Hatun göğsünden<br />
vurulmuştu. Hayatı boyunca hiçbir kuvvete boyun eğmeyen Rahime onbaşı, birden<br />
yere yığılıverdi. “La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah” diyerek temiz ruhunu<br />
yaradana teslim etti. Böylelikle Osmaniye kurtuluş savaşına en küçük rütbe olan<br />
onbaşılıkla başlayan Rahime Hatun, dinimizce en büyük rütbe olan şehitlik<br />
mertebesine erişmişti 27.<br />
Rahime Hatun’un şehit olması üzerine çeteler daha fazla galeyana gelerek; Allah.<br />
Allah, Haydi aslanlarım ileri, Rahime’nin cesedini düşmanlara bırakmayalım...<br />
Nidalarıyla düşman karargâhı alındı ve Rahime Hatun’un naaşı cephe gerisinde toprağa<br />
verildi. Rahime Hatun’un naaşı şimdiki Endüstri Meslek Lisesi yerinde bulunan<br />
mezarlıkta toprağa verilmiş, daha sonra bu mezarlıktan alınan Rahime Hatun’un<br />
Enverül Hamit (Ulu Camii) önündeki şehitliğe nakledilmiştir. Şu da bir gerçek ki,<br />
Rahime Hatun’un mezarı orda veya burada olabilir. Onun asıl yeri, bütün<br />
Osmaniyelilerin ve Türk milletinin gönüllerindedir 28.<br />
c- Rahime Hatun’un Ağıdı<br />
Emekli Öğretmen ve Şair Mehmet Yavuz Şehit Rahime Hatun’a Şöyle Sesleniyor:<br />
Rahime’nin Ağıdı<br />
Temmuz’un sarı sıcağı<br />
Yaktı köşeyi bucağı<br />
Zalim düşman talan etti<br />
Söndürdü nice ocağı<br />
Rahime 30 yaşında<br />
Yan gider fesi başında<br />
Arkadaşı çetelerle<br />
Gezer düşmanın peşinde<br />
Çeteler düşmana hücum<br />
Anam, babam, kardeş, bacım<br />
Ben bu uğurda ölürsem<br />
Kalmasın düşmanda öcüm.<br />
27 Neşet Dinçer, a.g.m., s.50-51;Aynur Mısıroğlu, Kuva-yı Milliyenin Kadın Kahramanları, İstanbul,<br />
1976, s. 119,120; H.Edip Adıvar; Türkün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1985, s.159<br />
28 N. Dinçer, a.g.m. s.51
Öğle ikindi arası.<br />
Düşman üstüne varası.<br />
Rahime’yi şehit verdik.<br />
Alnında kurşun yarası.<br />
Çeteler içinde şanlı<br />
Yüzü nokta nokta benli<br />
Yurdu için şehit düştü<br />
Yerde yatar ala kanlı...<br />
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 295<br />
Şair Ahmet Vefa Aray Rahime Hatun’a şu şekilde hitap etmiştir:<br />
Rahime Onbaşı<br />
Al poşusu altında işlemeli terliği,<br />
Korurdu, gölgelerdi o gür saçlı tunç başı.<br />
Göğsünde çapraz çapraz beldeki fişekliği.<br />
Omuzdaki filinta en candan arkadaşı.<br />
O, bir kadındı, ama değişmezdi erkeğe,<br />
Bakışı hançer hançer saplanırdı yüreğe,<br />
Koşardı en ön safta Kurtuluşa ermeğe,<br />
Titretirdi narası en uzak dağı taşı...<br />
Kurşunu her hedefi yıkardı, sarsılmadan,<br />
Fransız işgalinde gözünü bürürdü kan.<br />
Siperlere sinince döğüş sabahı düşman.<br />
Atıldı üstlerine hiç sayıp savaşı!<br />
Mavzer, mitralyöz, bomba... Onun için ötüştü.<br />
O, yılmadı düşmanla ercesine döğüştü.<br />
“Ya hürriyet ya ölüm” diyerek şehit düştü!<br />
Ne mutlu akıtmadı, kan yerine gözyaşı...<br />
Kahraman Osmaniye: Büyük, küçük, oğul, kız<br />
Her yıl “Yedi Ocak” ta Onsuz bayram yaparız,<br />
Rahmet dileriz sana, sen öldünse biz varız,<br />
Mezarın gönlümüzde ey, Rahime Onbaşı!<br />
B-KOVANBAŞI SAVAŞI (Bkz. Kroki: 1)<br />
Bu savaş Osmaniye bölge komutanlığı emrindeki birliklerle yapıldı. Türk Kıtaları<br />
Osmaniye bölgesinde şu şekilde tertiplendiler. Osmaniye civarında bulunan bütün Milli<br />
Kuvvetler bir araya toplanarak savaş vaziyeti aldılar. Ayrıca Ceyhan’da bulunan Milli<br />
Kuvvetler de herhangi bir duruma karşı hazır vaziyete geldiler.
296 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
Fransızlar ise, 5 Ekim 1920’den itibaren İskenderun’dan karaya yeni kuvvetler<br />
çıkararak, mevcut kuvvetlerini takviye etmeye başlamışlardı. Böylece Fransızlar burada<br />
yaklaşık olarak bir tümene yakın kuvvet topladıktan sonra, 10 Ekim 1920 sabahı<br />
düzenli bir şekilde taarruza başlamışlardı 29. Buradaki bütün Fransız topçuları bir anda,<br />
Türk kuvvetlerine karşı ateşe başlamışlar ve topçu ateşinin desteği altında piyadelerini<br />
de ileri sürmüşlerdi. Fransız piyadesinin bu ilerleyişine; Türk piyadeleri şiddetli bir<br />
ateşle karşılık verince Fransızlar bu ateşe dayanamayarak geri çekilmek zorunda<br />
kalmışlardı.<br />
Burada başarısız olan Fransızlar, bu defa kuvvetlerini Haruniye’de bulunan Milli<br />
Kuvvetlerin bulunduğu, Kovanbaşı sırtına yönlendirerek, 300–400 metreye kadar<br />
yaklaşmışlar ve Milli Kuvvetlerin şiddetli ateşiyle karşılaşmışlardı. Buna rağmen,<br />
taarruzlarına büyük bir hız veren Fransızlar, bu saldırılarından da bir sonuç<br />
alamamışlardır. Fakat Haruniye kuvvetleri çok sıkışmış ve bunun üzerine 26.Alay<br />
tarafından takviye edilen Milli Kuvvetler, öğleden sonra birliklerimize 20–30 metre<br />
kadar yaklaşan Fransız kuvvetlerine karşı taarruza geçerek, geri püskürtmüşlerdi 30.<br />
Türk kuvvetlerinin elinde bulunan savaş malzemesinin yetersiz olduğunu<br />
farkeden Fransızlar, tekrar karşı bir taarruza geçmişlerdi. Bu taarruza, ellerinde az<br />
sayıda bulunan makineli tüfeklerle karşı koyan Milli Kuvvetler, düşmanın taarruzunu<br />
kırmışlar ve ayrıca cephe gerisinde bulunan toplar da kuvvetli bir şekilde ateşe<br />
başlayınca, Fransızlar büyük kayıplar vermişlerdi. Bundan sonra da yedekte bekleyen<br />
Ceyhan’daki Milli Kuvvetlere de taarruz emri verilince, Fransızlar daha fazla<br />
dayanamayıp Ceyhan’ın kuzeyine çekilmek mecburiyetinde kalmışlardı 31.<br />
Kovanbaşı adıyla anılan bu savaş, Türk Kuvvetlerinin 10 Ekim 1920 günü tam<br />
sekiz saat kahramanca savunmaları ve karşı taarruzlarıyla başarıya ulaşmıştır. Bu<br />
savaşta ağır kayıplar veren Fransızlar ölü ve yaralılarını beraberinde götürmüşlerdi 32.<br />
Böylece Milli Kuvvetler, Fransız taarruzlarına kahramanca karşı koymuş, yerinde karşı<br />
taarruzlarıyla, Kovanbaşı Savaşı’nı başarıyla sonuçlandırmıştır. Fransızlar, bu savaştaki<br />
başarısızlıklarını saklamaya çalışmış ve kayıplarını gizlemek için Adana ve Mersin’e<br />
taşımışlardı. Dörtyol Kaymakamlığı’nın verdiği bilgiye göre: Milli Kuvvetlerin elindeki<br />
birkaç ağır makineli tüfek önemli rol oynamıştı. Ayrıca arazinin özelliklerini iyi bilme,<br />
isabetli ateş ve düşman iyice yaklaştıktan sonra etkili piyade ateşi açmak, düşman<br />
topçusuna hedef göstermemek yönünde dikkatli davranmak gibi gayretleri de, Milli<br />
kuvvetlerin bu savaştaki başarısını arttıran faktörlerdir. Bu gayret ve kahramanlık,<br />
Fransızların bölgeye hakim olma ümidini bir hayli sarsmıştı. Bu cephede, bilhassa 26.<br />
Alayın 20. Tabur subay ve erleri ile Haruniye Milli Kuvvetler Komutanı<br />
Yeşiloğulları’ndan Mehmet ve İbrahim Hakkı, Düziçi Bölük Komutanı Kötüoğlu<br />
Mustafa Ağa ve Bahçe Bölük Komutanı Hacı bey, gerek ferdi cesaret ve<br />
kahramanlıkları ve gerekse birliklerini sevk ve idarede gösterdikleri yetenekle takdir<br />
kazanmışlardı. Kovanbaşı Savaşı’nı takiben, Milli Kuvvetler cephane ikmaline ağırlık<br />
verdiler. Maraş’dan gönderilen iki adet Şnayder topu Osmaniye Mıntıka Kumandanlığı<br />
29 A. C. Çamurdan, a.g.e., s.110; Fransızlar, 1920 yılının Ekim ayından itibaren Çukurova’da genel bir<br />
taarruza geçerek, buradaki bazı birliklerimizin geri çekilmesini sağlamışlardı, bkz.,Kasım Ener, Çukurova<br />
Kurtuluş Savaşında Adana Cephesi, Ankara, 1970, s.238-239<br />
30 Kemal Çelik, Milli Mücadele’de Adana Havalisi (1918–1922), Ankara, 1999, s.212-213.<br />
31 Kemal Çelik, a.g.e., s.213.<br />
32 Çamurdan, a.g.e., s.110-111
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 297<br />
emrine verilerek bu mıntıkada yeni düzenlemeler yapılarak Milli Kuvvetlere çeki düzen<br />
verilmişti 33.<br />
C-KANLIGEÇİT SAVAŞLARI (Bkz. Kroki:2)<br />
Kovanbaşı Savaşı’nda yenilen Fransızlar Adana ve İskenderun tarafına geri çektikleri<br />
kuvvetlerini, yeniden Toprakkale mıntıkasında toplamaya başlamışlardı. Diğer taraftan<br />
da propaganda faaliyetlerine ağırlık veren Fransızlar: “Medeni bir millet olduklarını,<br />
Türkleri sevdiklerini, halkın kendilerinden çekinmemesi gerektiğini” yerli işbirlikçileri<br />
vasıtasıyla yaymaya başlamışlardı. Bu propaganda da, bilhassa; “Koca bir Fransız<br />
Devleti’ne ve ordusuna birkaç baldırı çıplak çetenin ne etkisi olabilir? Elbette, bunlar<br />
en kısa zamanda ezilecek, yok edilecektir.” Deniliyor ve Türk halkının maneviyatını<br />
kırmak istiyorlardı. Edinilen istihbarat bilgilerinden ve Fransız uçaklarının keşif uçuşu<br />
yaptığı bölgelerden, Fransızların, Osmaniye ve Kadirli istikametinde taarruza<br />
geçecekleri anlaşılmaktaydı. Osmaniye Mıntıka Komutanlığı da, böyle bir saldırıya<br />
karşılık, Milli Kuvvetlere, şu şekilde hazırlık emri vermişti: “Düşmanın bir süvari alayı<br />
ve birkaç batarya ile takviyeli bir piyade alayının Ceyhan-Mercimek ve Anavarza Kalesi<br />
yönünden Kadirli üzerine harekete geçtiği ve iki tümene yakın bir kuvveti de<br />
Toprakkale ve civarına topladığı anlaşılmıştır. Çona’da bulunan 26.Alayın 2.Taburu,<br />
ağır makineli tüfek bölüğü ile kudretli dağ takımı ve Haruniye bölükleri hemen, deniz<br />
topunun bulunduğu Harami Beli’ne(Domuzdağı batısı) hareket edecektir. Ceyhan ve<br />
Osmaniye Grupları da, bulundukları mevziilerde, şimdiye kadar mağlup edilen düşman<br />
müfrezelerine karşı koyarak, savaşacaklar ve ağırlıklarını da, Haruniye’ye<br />
nakledeceklerdi” 34.<br />
Beklendiği şekilde Fransızlar, 1 Kasım 1920 tarihinde Toprakkale’de topladıkları<br />
kuvvetlerle iki koldan Osmaniye cephesine taarruza başlamışlardı. Öte yandan<br />
Osmaniye ovasında ve şehir içerisinde bulunan milli müfrezeler dağılmış<br />
olduklarından, Fransız kuvvetlerinin büyük bir kısmı hiçbir direnişe uğramadan sabah<br />
saat 10.00’da Mamure istasyonuna varmıştı. Çona istikametinde ilerleyen Fransız<br />
kuvvetleri burada direnme ile karşılaşmış ise de, Kanlıgeçit’e doğru ilerlemeye devam<br />
etmişlerdi. Bu şekilde Fransızların bütün kuvvetleri, öğleye doğru Kanlı Geçit-Mamure<br />
hattına varmıştı. Bu geniş çaplı saldırı karşısında Osmaniye’deki Türk kuvvetleri<br />
toparlanarak, Osmaniye-Yarpuz yoluyla Yarpuz’a çekilebilmişti. Ceyhan kuvvetleri de,<br />
Ceyhan nehrinin kuzey kıyısına çekilmişler ve bir kısmı da Kozan ve Kadirli’ye doğru<br />
harekete geçmişlerdi 35.<br />
Fransız kuvvetleri, Ceyhan nehrinin kuzeyinde ve doğusunda bulunan Türk<br />
kuvvetlerine karşı taarruza başlayarak, birliklerimizi şiddetli ateş altına almışlardı. Bu<br />
ateş altında nehrin doğusuna kuvvet nakletmeye çalışan Fransızlar, burada çok zayiat<br />
vermişler ve bundan sonra da Türk kuvvetleri, Fransız kuvvetlerini geri<br />
püskürtmüştü 36.<br />
33 Kemal Çelik, a.g.e.,s.214.<br />
34 K.Çelik, a.g.e., s.215; A.Hulki Saral; Tosun, Saral, Vatan Nasıl Kurtarıldı, Ankara, 1970, s.45.<br />
35 <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, Orta Toros Geçitlerinde Türk-Fransız Mücadelesi (1915-1921),<br />
Antakya,1999,s.134; Kemal Çelik, a.g.e., s.215.<br />
36 Bu muharebeler hakkında daha geniş bilgi için bkz., A. C. Çamurdan, Kurtuluş Savaşında Doğu<br />
Kilikya Olayları, Adana, 1969.
298 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
2 Kasım 1920 gününde ise, ciddi bir çatışma olmamıştı, ama Fransızlar<br />
kuvvetlerini Kanlıgeçit-Mamure hattında toplamaya devam etmişlerdi. Bu durum<br />
karşısında, buradaki Türk birlikleri süratli bir şekilde Kanlıgeçit mıntıkasında<br />
toplanmaya başlamış ve bunlar arasında bulunan Aydınoğlu Tufan Bey komutasında<br />
500 kişilik Kadirli müfrezesi de, Haruniye’ye gelmişti 37.<br />
Kanlıgeçit’te biriken bu kuvvetler kısa bir süre bekleme dönemine girmişlerdi.<br />
Ancak 8 Kasım 1920 sabahı Fransızlar, Türk kuvvetleri üzerine ateşe başlamışlar ve<br />
ayrıca bu ateşle beraber, Fransız uçakları da harekete geçmişlerdi. Bu taarruzla<br />
Fransızlar, Türk kuvvetlerinin ileri mevzilerini işgal etmişlerse de; bu mevziler akşama<br />
doğru Türkler tarafından geri alınmıştı. Fransızlar bu saldırıda ancak bir tepe işgal<br />
etmiş olup, geceyi bu tepede geçirmişlerdi 38.<br />
9 Kasım 1920 sabahı Kabatepe’de bulunan Milli Kuvvetlere karşı geniş ve<br />
şiddetli bir saldırıya geçen Fransızlar, akşama kadar bu saldırılarına, başarılı bir şekilde<br />
devam etmişlerdi. Bunun sonunda da Fransızlar saat 12.00’de Kabatepe’yi ele<br />
geçirmişlerdi 39. Böylece Kabatepe’ye yönelen Fransız taarruzu ve topçu ateşi karşısında<br />
Milli Kuvvetler, geri çekilmeye mecbur kalmışlardı. Fransız kuvvetlerini yandan ateş<br />
altına alan Karayeğin Müfrezesi de, sol kanattaki Milli Kuvvetlerin geriye çekilmesi<br />
üzerine, fazla tutunamayarak çekilmişti. Ayrıca Bahçe Milli Kuvvetleri de, Bahçe<br />
tarafına çekilmek zorunda kalmıştır. Yalnız 26.Alayın 1.Taburu ile ağır makineli tüfek<br />
bölüğü, Burkaçlı’da kalarak, Bahçe yolunu kapamaya çalışmıştı. Fransız Kuvvetleri<br />
öğleye doğru Kabatepe’yi işgal ederek, ilerlemeye devam ettiler. Akşama doğru Fransız<br />
keşif kolları Hasanbeyli’ye girmişti. Fransız Birlikleri 9/10 Kasım 1920 gecesini<br />
Hasanbeyli batısındaki düzlükte geçirdiler. Gerideki alayları ise, geceyi Kızıldere<br />
Köyü’nün kuzeyindeki şose üzerinde geçirdiler. Fransız Kuvvetleri, bu çarpışmalarda<br />
da çok kayıp vermişti. Ancak bu genel saldırıda; Gouraud’nun komutasındaki Fransız<br />
tümeni, Kanlıgeçit’i zaptetmişti. Bundan sonra Fransız tümeni, 10 Kasım 1920 sabahı<br />
saat 09.00’da Hasanbeyli’nin batısında kurdukları ordugahtan harekete geçerek, akşam<br />
İslahiye’ye varmış ve 10/11 Kasım gecesini bu ilçede geçirmişti. Fransız tümeni 11<br />
Kasım’da İslahiye’den yola çıkarak, 12 Kasım’da Meydan-ı Ekbez’e, 13 Kasım’da<br />
Katma’ya ulaşmış ve buradan da Katma-Kilis yoluyla Antep’e varmıştı. Dönemin en<br />
modern silahlarıyla donatılmış ve tam mevcutlu bir Fransız Tümeni’ne; sayıca az, silah<br />
ve cephaneleri yetersiz Milli Kuvvetlerimiz Kanlıgeçit ve Kabatepe’de vermiş olduğu<br />
bu mücadeleden hiçbir bozguna uğramadan ve düşmana fazla zayiat verdirerek<br />
çıkmışlardı. Görüldüğü gibi 1920 yılının son aylarında Fransızlar, Antep’e ulaşabilmek<br />
amacıyla Osmaniye’deki Milli Kuvvetleri zaman zaman zor durumlara sokmuştu 40.<br />
D-MAMURE BASKINI VE SAİM BEY’İN ŞEHADETİ<br />
37 <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, a.g.e., s.135; ATASE, a.g.e., s.199.<br />
38 <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, a.g.e., s.135; ATASE, a.g.e., s.200.<br />
39 A.C.Çamurdan, a.g.e., 164-166.<br />
40 A.C.Çamurdan, a.g.e., s.164 vd. ;ATASE, Arş.1/4282, Kls. 560, Dos.3-21, F.73. ATASE,Türk İstiklal<br />
Harbi, Güney Cephesi-IV, Ankara, 1966, s.200-201. K. Çelik, a.g.e., s.218; A.Fuat Cebesoy, Milli<br />
Mücadele Hatıraları, c.1, İstanbul, 1953, s.419.
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 299<br />
16 Ekim 1920 tarihinde Hacın’daki Ermeni direnişi kırıldıktan sonra, Hacın<br />
Kaymakamlığına Üsteğmen Saim Bey atanmıştı. Saim Bey’in emrindeki kuvvetlere<br />
Ceyhan Milli kuvvetleri de dâhil edilerek, Ceyhan-Osmaniye arasındaki demiryolu<br />
istasyonlarına baskınlar düzenlemek amacıyla, Osmaniye-Mamure kesimine alınmıştı. 41<br />
Saim Bey ile beraber harekete katılacak olan Recep Dalkır olayı şu şekilde<br />
nakletmektedir: “.... Öğle zamanı hep beraber doğuya doğru harekete geçtik.<br />
Mamure’yi kuzey ve doğu tarafından kucaklayan Gavur dağlarından, Domuz dağının<br />
eteğinden Ceyhan’ı (nehir) geçtik, dağa tırmandık, tamamen ormanlık olan zirveye<br />
yaklaştık. Müsait bir yerde karargâh kurarak istirahata geçtik. Tufan Bey emrindeki<br />
Andırın ve Çokak kuvvetleriyle oraya gelmişti”. Bu sırada Saim Bey, bir durum<br />
değerlendirmesi yapmış, milli müfreze kumandanlarından Topaloğlu Halil Efendi ve<br />
Recep(Dalkır) Bey; fikrinde ısrar etmişti 42.<br />
Saim Bey emrindeki kuvvetlere Mamure’ye doğru ilerlemelerini ve tesadüf<br />
edecekleri devriye ve çifte nöbetçilere ateş etmeden sessizce yok etmelerini, böylece<br />
düşmanı kışlasında silaha davranmadan gafil avlamaları emrini vermişti. Bu planı çabuk<br />
farkeden düşman birlikleri hemen silah başı yaparak ateşe başlamıştı. Bu ateş üzerine,<br />
düşman yalnız Mamure’den değil, Osmaniye’deki topları bile faaliyete geçirmişti. Bu<br />
olayın devamını Recep Dalkır’ın kitabından aktarmak istiyorum: “...Önümüzde hemen<br />
50–60 metre kadar uzağımızda ve trenin makasçı kulübesi olduğunu tahmin ettiğim bir<br />
yerde, düşmanın kuvvetli bir karakolu vardı. Sağımızdan solumuzdan makineli ve<br />
otomatik tüfekler durmadan işliyordu. Fakat bize hiç zarar vermiyordu. Saim bize ateş<br />
kestirdi. Düşmanla konuşmak ve anlaşmak istedi: ”Ülek ente müslim” diye bağırdı.<br />
Karşıdan “Elhamdülillah” cevabı verildi. Saim bey ise: “Ya ahi...ene müslim taal ya ahi<br />
“ dedi 43. Saim Bey bu konuşmadan; düşman karakolunda bulunan Cezayirli Arap<br />
Müslümanların saf değiştireceğini umut ediyordu. Bu konuşma anında Fransız<br />
karakolunda bir kargaşa yaşanmış ve bunu fırsat bilen Mevlüt Çavuş yanındaki<br />
bombayı düşmana savurmuş ve ikinci bombasını da atmıştı. Bundan sonra düşman<br />
bombaları milli kuvvetlerimizin üzerinde patlamıştı Bu bombalardan birisi Saim Bey’in<br />
kucağında patlamıştı. Bunun üzerine milli müfrezelerimiz arasında bir an panik<br />
yaşanmıştı. Durumu kavrayan Recep Bey birliklerimizi 40–50 metre geriye çekerek<br />
mevzii aldırmıştı. Bu arada Hurşit Onbaşı Saim Bey’in vurulduğunu ve baygın yattığını<br />
bildirmişti. Beklenmedik bir anda Saim Bey’in ağır yaralanması ve kısa bir süre sonra<br />
da şehit düşmesi üzerine Milli Kuvvetlerimiz bulunduğu mevziiden geri çekilmiştir 44.<br />
Bu muharebede Üsteğmen Saim Bey ile birlikte 15 Türk eri şehit düşmüştü.<br />
Komutanlarının şehit olduğunu gören milli müfrezelerimiz de kısmen dağılarak<br />
Ceyhan Nehri’nin kuzeyine çekilmişti. Saim Bey’in adı daha sonra Hacın’a verilerek<br />
Saimbeyli olmuştu. Saim Bey daha önce Hacın, Kadirli, Feke ve Kozan dolaylarında<br />
41 ATASE, Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, c.4, Ankara, 1966, s.201.<br />
42Saim Bey’in Mamure Baskını fikrine, Topaloğlu Halil Efendi katılmaz; “kendilerinin çete olduğunu,<br />
vurup kaçmaları gerektiğini” söyler. Buna rağmen Saim Bey düşüncesinde ısrar eder ve uygular. Bu<br />
konuda bkz., Cezmi Yurtsever, Metin Topaloğlu, Kozanlı Milli Mücahit Halil Topaloğlu’nun<br />
Hatıraları, Adana, 2002 s.153-154; Bu hususta ayrıca bkz., Recep Dalkır, a.g.e., s.171.<br />
43 Dalkır, a.g.e., s. 173-174; Cezmi Yurtsever, Metin Topaloğlu, a.g.e., s.153-154<br />
44 Dalkır,a.g.e., s. 174-175; Yurtsever Cezmi, Metin Topaloğlu, a.g.e., s. 154
300 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
Kuva-yı Milliye’nin ilk teşekkülünden beri büyük fedakârlıkları geçmiş bir<br />
kahramandı 45.<br />
Bu çarpışmadan sonra, 1921 yılının Şubat ayına kadar Osmaniye cephesinde<br />
önemli hareketler ve çarpışmalar olmadı. 4 Şubat 1921’de Fransızların Hasanbeyli<br />
istikametinde ilerlediği tespit edilmişti. Buna karşılık birliklerimiz şu düzene<br />
getirilmişti 46:<br />
Haruniye bölükleri Kanlıgeçit ile Kabatepe arasında, Bahçe bölükleri<br />
Kanlıgeçit’te ve Dörtyol müfrezesi ise, Kanlıgeçit Karakolu ile Osmaniye-Hasanbeyli<br />
şosesi arasında mevzilenmişti.<br />
Fransızlar Kanlıgeçit’e girdikten sonra baskın tarzında ateşe başlamış ve<br />
çarpışmalar şiddetli olarak saatlerce sürmüştü. Milli Kuvvetlerimiz küçük gruplar<br />
halinde hücum ediyorlardı. Bu durum karşısında, her taraftan sarılan Fransız kuvvetleri<br />
kuzeye Yarbaşı’na yani aksi istikamete kaçarak çekilmişlerdi. Milli Kuvvetlerimiz 4 ağır<br />
makineli tüfek ile diğer birçok silah ve cephane elde etmişlerdi. Yarbaşı mıntıkasına<br />
çekilen Fransız kuvvetleri takip edilerek, burada da kuşatılmıştı. Bir süre sonra<br />
Osmaniye’den takviye kıtaları alan Fransızlar Mamure-Osmaniye istikametinde<br />
çekilmişlerdi. Bu bölgede çok üstün Fransız kuvvetlerine karşı mevcutları az ve silah<br />
kuvveti çok eksik olan bir avuç Kuva-yı Milliyeci ile yapılan kahramanca muharebeler<br />
2. Kolordu Komutanlığı tarafından şu emirle takdir edilmişti (özet olarak): “Osmaniye<br />
bölgesinde Fransızların şimdiye kadar üstün kuvvetleriyle çarpışarak gösterdikleri<br />
kahramanlıklar için takdir teşekkürlerimin bütün subay ve erlere bildirilmesini rica<br />
ederim.” şeklindeydi 47.<br />
Diğer taraftan Milli Kuvvetlerimizin Osmaniye yöresinde yapmış olduğu bu<br />
savaşlar Fransızları düşünmeye sevk etmiş ve onları barışa zorlamıştır. Bunun üzerine<br />
Fransa, gerçekleri görerek Ankara hükümetiyle anlaşma yollarını aramaya başlamış ve<br />
nihayet, Ankara hükümetiyle 20 Ekim 1921 tarihinde de Ankara İtilafnamesi’ni<br />
imzalayarak bölgeyi terk etmiştir.<br />
Sonuç<br />
Fransızların bu saldırılardaki amaçları; Osmaniye’deki demiryolu ve karayoluna hakim<br />
olmaktı. Çünkü Fransa, Antep ve İslahiye ile irtibatı kesmeyerek buradaki birliklerini<br />
takviye etmek, ayrıca Katma-Kilis-Halep yolunu elde tutmak istiyordu.<br />
Diğer taraftan Fransa bütün Suriye’yi kontrol altında tutmak ve bunun<br />
devamlılığını sağlamak amacındaydı. Bundan dolayı Fransa önemli bir geçit bölgesi<br />
olan Osmaniye’yi daha uzun bir süre işgal altında tutma niyetindeydi.<br />
Önemli bir hususta Atatürk, Milli Mücadele döneminde takip ettiği dış politika<br />
gereği Fransa ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş ve sonuçta Fransa, Doğu siyasetinde<br />
İngiltere’den ayrı düşünerek Ankara’ya yaklaşmıştır 48. Bu durumda Türkiye, Fransa’yı<br />
yanına çekerek İngiltere’yi Şark Meselesi’nde yalnız bırakmıştı. Nihayet 1921 yılına<br />
girildiği günlerde, Kuva-yı Milliye’nin Çukurova’daki kahramanca direnişleri Fransa’nın<br />
buradaki bütün ümitlerini bitirmişti. Bunun sebeplerini şöyle özetleyebiliriz 49:<br />
45 ATASE, TİH Güney Cephesi, c.4, s.201.<br />
46 ATASE, a.g.e., s.201-202.<br />
47 ATASE, a.g.e., s.202.<br />
48 <strong>Süleyman</strong> Hatipoğlu, Türk-Fransız Mücadelesi (1915–1921) , Ankara, 2001, s.122<br />
49 Kamil Erdeha, Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler, İstanbul, 1975, s.327 vd.
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 301<br />
Fransızlar, verimli Çukurova topraklarından faydalanma ve Güney Anadolu’daki<br />
madenleri işletme imkanını bulamamışlardı. Ayrıca Türkler, Fransız yönetimini<br />
istemediklerini kesinlikle belli etmişler ve yaptıkları çete savaşlarıyla da Fransızları zor<br />
durumda bırakmışlardı. Başka bir konu da, Çukurova’daki Fransız askerlerini<br />
beslemek, Fransa bütçesine ağır yükler getirmişti. Böylece Fransızların, Çukurova’da<br />
kalması kendi bütçelerine pahalıya mal oluyordu. Hülasa Fransa Çukurova yöresinde<br />
kaldığı sürece hem askeri, hem de maddi açıdan büyük kayıplara uğrayacaktı.<br />
Bütün bunları göz önünde bulunduran Fransa, 20 Ekim 1921’de Türkiye ile<br />
Ankara İtilafnamesi’ni imzalayarak bölgeyi terk etmiştir. Bu itilafnameye göre; 5 Ocak<br />
1922’de Adana’dan ve 7 Ocak 1922’de de Osmaniye’den çekilerek, geldikleri gibi<br />
gitmişlerdi.
302 Türk Kurtuluş Savaşında Osmaniye<br />
EKLER<br />
Kroki-I: Kovanbaşı Çarpışması (10-13 Ekim 1920) ATASE, Türk İstiklal Harbi,<br />
Güney Cephesi-IV, Ankara 1966
<strong>Süleyman</strong> HATİPOĞLU 303<br />
Kroki-II: Kanlıgeçit Muharebeleri ATASE, Türk İstiklal Harbi, Güney<br />
Cephesi-IV, Ankara 1966
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Yakın ve Şimdiki Zamanı Yazmak: Türkiye’de<br />
Cumhuriyet Tarihçiliği<br />
<strong>Süleyman</strong> İNAN ∗<br />
“Ne içindeyim zamanın,<br />
Ne de büsbütün dışında;<br />
Yekpare, geniş bir anın<br />
Parçalanmaz akışında.”<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar<br />
Cumhuriyet tarihçiliğinde sorun, uzmanlaşmayı daha çok Atatürk dönemiyle<br />
sınırlı tutulması yönündeki anlayıştan kaynaklanıyor. Bu durum cumhuriyet tarihinin<br />
araştırma alanını daraltıyor ve dolayısıyla da akademik tarih çalışmaları ağırlıkla bu<br />
vadide dolaşıyor. Cumhuriyet devrine dair klişe sayabileceğimiz bazı konular var ki,<br />
bunlar şerh geleneği çerçevesinde sürekli tekrarlanmakta ve kendini âdeta kırılması<br />
zorlaşan kenar çizgileri giderek kalınlaşmış bir çember içine hapsetmektedir. Özelikle<br />
bilimsel kongrelerde bilinenlerin tekrarlanması veya bilgi zincirinin muhafaza<br />
edilmesiyle sıkıcı bir hâl alan bu durum rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Vurgulamak<br />
istediğim hususların gözden kaçacağı endişesiyle buna dair olumsuz örnek vermekten<br />
bilerek kaçınıyorum. Şu kadarını söylemek mümkündür ki, didik didik edilmiş onca<br />
konu üstüne bir kez daha eğilmek yeni bilgiler ortaya koymaktan çok, onunla ilgili bir<br />
yeni okuma sunma niyetinden ileri gelen çalışmalar gibi gözüküyor. Muhakkak bu<br />
çalışmaların hâlihazırdaki çözümlemeleri tamamlamak veya onlara bir kesinlik<br />
kazandırma yolunda kimi işaretlerde bulunma anlamında faydası vardır. Ama belirtmek<br />
veya belki itiraf etmek gerekir ki, bunların çoğu ne yazık ki orijinal ve özgün bilgiler<br />
çıkartamamaktadır. Gelinen bu noktada cumhuriyet tarihçiliğinin kendisini aşması –<br />
yukarıdaki metaforu kullanarak söylersek, çemberini kırması- için yakın ve şimdiki<br />
zamanı yazmayı tartışması gerekmektedir.<br />
Bu denememde tartıştığım konunun daha yakından bir incelemede önemsiz<br />
veya eksik addedilmesinden çekinmiyorum; sadece, böylesine çetrefilli bir konuya el<br />
attığım için fazlaca incelikten yoksun gözükmekten sakınıyorum. Ama bunu yazma<br />
cüretini göstermemde temel etken, yıllarını bu mesleğe vermiş emektar hocaların<br />
çoğunlukla yazıya geçmemiş ve daha çok özel sohbetlerde dile getirdikleri bu alanda<br />
kendimizi aşamamakla ilgili itirafı bilmemdir.<br />
∗ Doç,Dr,Pamukkale Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sosyal <strong>Bilgi</strong>ler Eğitimi Öğretim Üyesi.
<strong>Süleyman</strong> İNAN 305<br />
“Yakın” ve “Şimdiki” Zaman Kavramı Üzerine<br />
İtalyan tarihçi Benedetto Croce “gerçek tarih, çağdaş tarihtir” der. Bu sözü kitabına<br />
alan tarih felsefecisi Şahin Uçar da bu cümleye ekleme yapar: “Yani biz ölülere değil,<br />
dirilere hitap ediyoruz.” 1 Böyle bir anlayışta gerçek tarihin konusu, ortalama insan<br />
ömrü olan 70-90 yıllık bir dönemi kapsamalıdır. Alıntılanan bu sözde aslında<br />
kastedilen, çağdaş sorunları çözmek için tarihi perspektiften yararlanma yolunu seçiyor<br />
olmamızdır. Bir başka ifadeyle, etkilendiğimiz günün sorunlarını çözebilmek için tarihe<br />
başvurduğumuzdur. Öte yandan bu sözü, tarihi, sadece geçmiş olarak değil,<br />
günümüzle olan bağlantısını vulgarize etmesi anlamında bir seçki söz olarak<br />
önemsiyorum.<br />
Türkiye’de genel tarih algısı ne şimdiki zamanı içeriyor ne de yakın zaman olarak<br />
adlandırabileceğimiz 10 ila 30 yıllık geçmişi kısmen kapsamına alıyor. Yani bizde tarih<br />
yaygınlıkla uzak geçmiş –antik çağdan Osmanlı Devletinin son yıllarına kadar ki<br />
dönem- olarak değerlendiriliyor. Bugün dahi üniversite öğrencilerinin 1950<br />
sonrasından bihaber olmaları, kendilerinin belleğine yerleşmiş olan bir olayın tarih<br />
olabilmesi için üzerinden 50 yıl geçmesi gerekir yargısını henüz atamamış olmalarından<br />
kaynaklanıyor.<br />
“Tarih”in uzak geçmişle birlikte aynı zamanda şimdiki zamanı da içine aldığını<br />
anlatabilmek için, yorumu zorlar görünse de bu terimin etimolojisine yönelmek yararlı<br />
olur. “Tarih” terimi, kelime kökeninde “günün tarihi” anlamına gelir 2. Elbette bu hangi<br />
ayın kaçıncı günü anlamında bir zamanlamadır. İbranice “verrehe” kelimesinden gelen<br />
tarih “hilali görmek” demektir; ay (kamerî) takvimin kullanıldığı dönemlerde olaylarını<br />
oluş zamanlarını takvime göre belirleme anlamına gelir. Görmek istediğimizde bu<br />
terimin doğuşunda dahi “tarih”, bize yakın geçmişi ve hatta şimdiki zamanı anlatıyor.<br />
Hatta, belki sofistike ama, şimdiki zaman diye bir şeyin olmadığı bile ileri sürülebilir;<br />
çünkü an (lahza) gerçekleşirken geçmiş hâli de oluşuyor; yani anbean hâl ve mazi<br />
birleşik gidiyor. Belki bu yüzden sadece iki zaman olgusundan söz etmek mümkün:<br />
Şimdiyi de içine alan geçmiş ve gelecek zaman. Bu görüşü bir ölçüde destekleyen<br />
düşünüşü Fransız filozof Bergson’da bulmak mümkündür. Ona göre süre, hareket<br />
halindeki benliğin bilincidir; yani, geçmişin şimdide yaşamayı sürdürmesidir: “Derin, iç<br />
süre geçmişi şimdi de sürdüren, geçmişi şimdiye uzatan bir hafızanın süreğen hayatıdır.<br />
Çünkü şimdi içinde geçmişin biteviye gelişen tasavvurunu ya belirgin bir formda içerir,<br />
ya da daha kuvvetli bir ihtimalle, niteliğinin sürekli değişimiyle yaşlandıkça gitgide<br />
ağırlaşan, arkamızda sürüklediğimiz yük olarak hissedilir hale gelir. Geçmişin şimdide<br />
bu bekası olmaksızın süre olmayacak fakat yalnızca bir anlık bir şey olacaktır.” 3 Aslında<br />
Bergson’un bu düşünüşünü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şahane anlatımında –benim de<br />
yazının girişine epigraf olarak aldığım dörtlükte- bulmak mümkündür: “Ne içindeyim<br />
zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.<br />
Şu halde tarih kavramı, içinde bulunduğumuz zamanı kapsayan geçmişi dâhil ediyor.<br />
1 Tarih Felsefesi Meseleleri, Nehir Yayınları, İstanbul, 1997, s.17.<br />
2 Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü,<br />
www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=tarih (Ağustos 2009)<br />
3 “Metafiziğe Giriş”, (Çev: Ahmet Aydoğan), Metafizik Nedir, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2001, s.37 ve Rıza<br />
Tevfik, Bergson Hakkında, (Sad. ve yay. Haz. Erdoğan Erbay-Ali Utku), Konya, 2005, s.125.
306 Yakın ve Şimdiki Zamanı Yazmak: Türkiye’de Cumhuriyet Tarihçiliği<br />
Fayda-Zarar Cetvelinde Yeri<br />
Aslında bu yazının amacı, günü şimdiden yazmanın daha çok faydalarını gösterme<br />
iddiası taşımaktadır. Ancak bazı sakıncalar da ihtiva ettiğini gözden ırak tutmamak<br />
gerektiğinin bilincindeyim. Bu noktada, günü ve yakın dönemi yazmadaki durumu<br />
fayda ve zararlarını birlikte ele alabiliriz.<br />
Günü yazan tarihçi, olup bitenlerin çoğunun bilincindedir; yani tarihçiden ziyade<br />
dönemin çağdaşı veya tanığı olarak yaşadığı dönem hakkında fikir ve önyargılara<br />
sahiptir. Elbette böylesi bir tarih yazımında tartışmalı görüşler olacaktır. Bu noktada<br />
M. Asım Karaömerlioğlu’nun Voltaire’e atfettiği şu sözü hatırda tutmak gerekir:<br />
“Günümüzün tarihini yazacak kişi, hem söylediklerinden hem de söylemediklerinden<br />
dolayı eleştirilmeyi beklemelidir.” 4 Yazana yazdıklarından ötürü kendisine ve eserine<br />
yöneltilebilecek eleştiriler olacaktır ama önemli olan verilen bilgilerde vahim yanlışların<br />
sergilenmemesidir.<br />
Fransız tarihçi Léon-E. Halkın, sadece geçmişin tarihi vardır derken şimdiki<br />
zamanın dengeli bir yargıya imkân vermeyecek kadar bize fazla yakın olmasından söz<br />
eder 5. Günü yazmada öznel yanın ağır bastığı aşikârdır; çünkü kişinin yaşadığı dönemin<br />
birikmiş bilgisine, anılarına ve görüşlerine sahiptir. Açıkçası kişisel yargılar ortaya<br />
koyabilecek kadar çok şey bilmektedir. Fakat ne vakit ve hangi tarih yazımında kişisel<br />
yargıların yansımadığı söylenebilir? Belirtmek gerekir ki, tarihçi sayısı kadar tarihî<br />
yorum varsa ve bu gelecekte de değişmeyecekse eğer, bunun tarihçinin kendi<br />
yargılarını saklamadan ortaya koyacağı çalışmaların içeriğine çok fazla zenginlik<br />
katacağı da düşünülmelidir. Bu noktada Mete Tunçay’ın tarih yazıcı bireyin önemini<br />
belirtmek için başvurduğu işe yarar analojiyi kullanabiliriz: “Tarihçi kendi üstüne düşen<br />
ışıkları kafasında kırarak yansıtan bir prizmadan başka bir şey değildir.” 6 Yine de, ne<br />
tür kişisel yargı çıkarsa çıksın, cumhuriyet tarihçisinin yöntem olarak araştırıcı<br />
uzmanlığının ışığında makul olan görüşleri serdetmede ve olgulara metodik yaklaşmada<br />
daha itinalı davranması gerektiğini söyleyebiliriz. Eğer tarihçi böylesi bir yazımda hâlâ<br />
çekince taşıyorsa izlenebilecek en kolay yol, seçilen olguları yorumsuz (no-comment)<br />
aynen aktarmadır. Böylesi bir yazımın İngiliz tarihçi Edward H. Carr’ın değindiği<br />
“niçin”den (neden oldu) söz eden nedenle ilgili olan (illî) yaklaşım yerine açıklama ya<br />
da durumun iç mantığını veren ve nasıl oldu’dan söz eden fonksiyonel yaklaşım 7<br />
tarzını içerdiği söylenebilir. Bir başka ifadeyle bütün tarihçiler için aynı olan ve<br />
ispatlama gereği olmayan bir olgunun tarihini ya da yerinin bilinmesi gibi değişmez<br />
temel olgular ortaya konulmalıdır. Yani, bir çeşit açıklamalı kronografidir (kronoloji<br />
yazımı), kastettiğim bu tarih yazımı. Belki de yukarıda söylenenleri basitçe özetleyen<br />
ünlü Alman tarihçi Leopold von Ranke’nin dediği gibi tarihçinin görevi “yalnızca<br />
nasılsa öylece göstermek” olmalıdır 8.<br />
4 “Yaşanılanı Yazmak: Hobsbawm’ın Yüzyılı”, Birikim, No: 98 (Haziran 1997), s.92.<br />
5 Tarih Tenkidinin Unsurları, (Çev. Bahaeddin Yediyıldız), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1989, s.5.<br />
6 Eleştirel Tarih Yazıları, (yay.haz.H.Bahadır Türk-H.Emrah Beriş), Liberte Yayınları, Ankara, 2005, s.241-<br />
242.<br />
7 Tarih Nedir, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993, s.105. Buna dair iyi bir örnek, yüksek öğretim için ders<br />
kitabı mahiyetinde hazırlanan cumhuriyet tarihi çalışmalarında Atatürk Araştırma Merkezi’nin yayımladığı<br />
iki ciltlik “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” adlı komisyon çalışmasıdır. Kitabın yakın zamanı kaleme alan<br />
yazarları, seçtikleri olguları fazla yorum katmadan sıralamışlar ve cümleleri dikkatle seçmişlerdir.<br />
8 a.g.e., s.13
<strong>Süleyman</strong> İNAN 307<br />
Yakını ve şimdiyi yazma işinde, bunun faydasından çok sakıncalarını öne<br />
çıkarttığımızdan bu konuda ileri bir adım attığımız ne yazık ki söylenemez. Örneğin<br />
Birleşik Amerika’daki orta dereceli okullarda bile Vietnam ve Körfez savaşı gibi<br />
konularının tarih derslerinde işleniyor olmasına karşılık Türkiye’deki benzer konuların<br />
konuşulması dahi mümkün değildir. Çünkü Türkiye’de tarih, siyasî açıdan önemini<br />
uzun yıllardır koruduğu için yakına ilişkin yorumların yer alması pek benimsenmez<br />
veya onaylanmaz. Cumhuriyet tarihi derslerinde bugüne gelme denemesini ilk ve orta<br />
öğretim düzeyindeki ders kitaplarında yapmaya kalkıştığımızda tartışılan yorumları veya<br />
görece “rahatsız” edici ifadeleri düzeltmek yerine bu konuları tümüyle çıkarmak<br />
yeğlendi. Bu durumun 1950’lerden beri süregelen mebzul miktarda örneği<br />
gösterilebilir. Ama en son örneklerden biri, 2008’de okullar açılırken ilköğretim 8.<br />
sınıflarında okutulmak üzere hazırlanan “T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük” kitabı<br />
ile ilgilidir. Sözü edilen kitabın, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, Körfez Savaşı, 28 Şubat<br />
süreci gibi yakın tarih konuları üstüne yapılan yorumları bazı gazetelerin<br />
haberleştirmesi ve hatta birkaç yazarın köşesine taşıması ile bu, bizim, ders kitapları<br />
meselesi üzerine yeniden düşünmemize vesile oldu. Alevlenen tartışmalar neticesinde,<br />
kitabın yeni öğretim yılında değiştirilmesine karar verildi. Sabır isteyen böylesi<br />
girişimlerde cesur girişim gözden geçirmek olmalıydı, hepten çıkarmak değil. Eğer bu<br />
olabilseydi, gazeteci Can Dündar’a üniversitede Türk İnkılâp Tarihi okutan bir<br />
arkadaşının dediği gibi daha ilkokuldan bu birikimle yetişip gelen öğrenci karşısında<br />
cumhuriyet tarihçilerin de kendilerini yenilemesi gerekecekti 9.<br />
Cumhuriyet tarihçilerinin kendilerini yenileme işinde onların vazgeçemeyecekleri<br />
ve sürekli meşgul eden dinamik iş ise, anı kısa sürede kaydetme olacaktır. Bu noktada<br />
zor soru şu: Her şey kaydedilmeli mi ya da her şeyi kayda değer birer tarihî olgu olarak<br />
kabul edebilir miyiz? Aslında bunu belirleyecek olan (cumhuriyet) tarihçisinin<br />
akademik ilgi alanıdır. Sıradan bir vaka, tarihî bir olguya dönüşme süreci izleyebilir<br />
(bunu kim bilebilir) ya da bir görgü tanığının anlattığı küçük bir olay, tarihçi için sözü<br />
edilmeye değer hâle gelebilir, belki şimdi kaydettiklerimiz, sonra makale ve kitaplara<br />
konu olarak 20-30 yıl içinde gerçek anlamda tarihî olgu sıfatını kazanabilir. Çünkü,<br />
vakıalar tek başlarına saf değildir; her zaman kayıt tutanın anlama yeteneğine bağlı<br />
olarak yansırlar. Tarihçi önce olguları belirler, sonra kendi adına sorumluluğu üzerine<br />
alarak çıkardığı sonuçları veya vardığı yargıları paylaşır. Çünkü, tarihçi zorunlu olarak<br />
seçmecidir. Bu kayıtlama işleminin anı/not yazma ve bırakma anlayışının yaygın<br />
olmadığı ülkemiz özelinde muharrer kültürü genişletmesi bağlamında faydasının<br />
olacağı ortadadır. Öyleyse (cumhuriyet) tarihçisi içinde bulunduğu süreçteki ana<br />
malzeme olan belgeleri izlemeli ve incelemek için zaman harcamalıdır. Anı kaydettikçe<br />
neyi aradığımızı iyi bilir, bulduğumuzun anlamını ve konuyla ilişkisini daha iyi kavrarız.<br />
Bu noktada tasnif bile edilmemiş arşiv belgelerinden tabii ki söz edemeyeceğiz. Ayrıca<br />
belirtmek gerekir ki, tarih araştırmalarında temel kaynağını sırf arşiv vesikası kabul<br />
eden fetişist belgecilerin de bağlam kurmadan çevrimyazı ile yetindikleri çalışmaları,<br />
kaynakların kazandırılması anlamında önemsemekle birlikte, bunların tek başına yeni<br />
bir yorum getirmediği de bilinmektedir.<br />
Ancak, tarihçinin vaka yazımında gazetecilerinden belirgin bir farkı olmalıdır ki,<br />
bu da tarihçinin seçtiği olgulara metodik yaklaşmasıyla mümkün olabilir. Aksi takdirde<br />
9 “Darbeyi ilkokulda öğrenmek”, Milliyet, 13 Eylül 2008.
308 Yakın ve Şimdiki Zamanı Yazmak: Türkiye’de Cumhuriyet Tarihçiliği<br />
yapılan çalışmaları gazetecilikten ayrı görmeyecekler çıkacaktır. Söylediğimi daha iyi<br />
açımlamak için tarihçi Cemil Koçak’ın bize bir sohbette “matrak bir hikâye” diye<br />
anlattığını aktarayım: Yakınçağ tarihçisi İlber Ortaylı daha çok cumhuriyet tarihi<br />
çalışmaları yapan Mete Tunçay’a “sizin yaptığınız tarihçilik değil, gazetecilik” diye<br />
takılırmış. İkisi birlikte Rusya’ya bir kongreye gittiklerinde oradaki meslektaşları ile<br />
yaptıkları sohbette onlardan birinin sorusu üzerine İlber Ortaylı Osmanlı’nın son<br />
dönemini çalıştığını söyleyince, soruyu soran Rus bilim adamı “bizler, taş üzerindeki<br />
hatta bunun yarıklarındaki yazıyı inceliyoruz” diye karşılık vermiş. İlber Hoca da<br />
çalışma sahasının çok eskilere gitmediğini, kendisinin tarih dediğine onların demediğini<br />
anlayınca Mete Tunçay’a bu şaka yollu sözü sarfetmez olmuş. Peki öyleyse tarihçileri<br />
gazetecilerden ayıran ne olmalı? Burada önemli olan, belirli yöntemleri olan, eleştirel ve<br />
esneklik içeren bilimsel tarihçilik çalışmasının yapılıp yapılmadığıdır. Gazeteci bir<br />
olguyu nakledilecek haber nesnesi olarak görürken; tarihçi ise bunu yorumlanacak bir<br />
bilgi öznesi olarak alır. Kısacası tarihçi, güncel konuları da tarihsel arka planı ile<br />
inceleyerek ele alabilendir.<br />
Cumhuriyet Tarihinin Kaynakları<br />
Cumhuriyet tarihçisinin hâlihazırda büyük ölçüde kaynağı, arşiv belgeleri (Başbakanlık<br />
Cumhuriyet Arşivi, ATASE Arşivi, TBMM Arşivi, Bakanlık Arşivleri, Hilâl-ı Ahmer Arşivi,<br />
Osmanlı Bankası Arşivi), süreli yayınlar (gazeteler, dergiler, bültenler) ve resmî yayınlar (Resmi<br />
Gazete, Düsturlar, Meclis Tutanakları, Kanun, Tüzük ve Yönetmelik Külliyatı, Ayın<br />
Tarihi)dır 10. Cumhuriyet tarihçileri, şimdiyi ve yakın zamanı inceleme alanına almayı<br />
önemseyecekse, o vakit çalışmasının mevcut kaynaklarına yapacağı ilavelerin neler<br />
olduğu/olacağı önemli sorudur. Belki daha yakından bakmamız gereken soru işte<br />
budur. Bu noktada modern tarih anlayışına değinmemiz yararlı olur. Modern<br />
tarihçilikte askerî ve siyasî olmayan alanlara, bir sürü sıradanlıklara ilgi ve merak hayli<br />
artıyor ve artık her konuya el atılabiliyor. Son dönem tarih çalışmalarından birkaç uç<br />
örnek sıralayalım: Deliliğin tarihi, hapishanelerin tarihi, kahkaha-gülmenin tarihi,<br />
kahvenin tarihi, baharatın tarihi… 11 Geldiğimiz noktada, geleneksel tarihçilikteki tarih<br />
yazımı ve anlatılarının kimileri için artık yeterli olmadığına dair âdeta bir manifestoyu,<br />
“Ultra Modern Tarih” kitabının arka kapak yazısını, buraya alalım: “Hadi tarihi anladık,<br />
modern tarihi de anladık ama ‘ultra modern tarih’ de ne oluyor, diyebilirsiniz! Yani<br />
daha doğrusu böyle bir ‘tarih’ olabilir mi? İsterseniz, olur! Bırakın, o geleneksel, eski<br />
tarih kitaplarını dinozorlar okusun... Tamam, yüzlerce yıl önce ne olup bittiğini<br />
öğrenmenin de bir anlamı, bir keyfi olabilir tabii... Evet, yüzlerce yıl önce meydana<br />
gelmiş fetihleri, savaşları, ayaklanmaları, kralları falan öğrenmek tabii ki yaşamımıza<br />
yeni şeyler katar. Ama yine de özellikle gençler daha yakın zamanlarla, hatta içinde<br />
yaşadığımız günlerde de sürüp giden şeylerle daha çok ilgileniyorlar. Evet, buna ‘tarih’<br />
demek, bu kadar yakında, hatta hâlâ içinde olunan olaylara ‘tarih’ diye bakmak doğru<br />
olmayabilir. Zaten onun için ‘ultra modern’ dedik ya! Peki, öyleyse ne var bu kitapta?<br />
10 Derli toplu bilgiler için, bkz. Semih Yalçın, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-Kaynaklar, Siyasal Kitabevi,<br />
Ankara, 2004.<br />
11 Barry Sanders, Kahkahanın Zaferi, Yıkıcı Tarih Olarak Gülme, Aykırı Yayıncılık, 2000; Antony Wild,<br />
Kahve: Bir Acı Tarih, MB Yayınevi, 2007; Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar: Tarih Boyunca Baharat, Kitap<br />
Yayıncılık, 2004; Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, İmge, 2006; Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu,<br />
İmge, 2006.
<strong>Süleyman</strong> İNAN 309<br />
(…) Bugünkü yaşamımız içinde yer alan hemen her şeyle ilgili ilginç ve kolay<br />
bulunamayacak ne varsa bu kitapta toparlanmış. [internet, sitcom diziler, mikrodalga<br />
fırın, MP3, hava yastığı gibi] (…)” 12 Bu yazı, bir çeşit ıvır zıvır tarihi 13 olarak<br />
yorumlanabilecek ilginç ve eğlenceli ansiklopedik bilgilere işaret etse de bunlardan<br />
herhangi birinin akademik düzlemde çalışmaları da pekâlâ yapılabilir.<br />
Bugün bir sürü belge ve tanıklık bolluğu içinde olduğumuz kesin. Günlükler,<br />
raporlar, araştırma sonuçları, istatistikler, anılar, otobiyografiler, mektuplar, gözlem ve<br />
seyahat notları bu kapsamda hemen sayılabilecekler arasındadır. Bu kaynaklara, otobüs<br />
biletleri, çekiliş kuponları, tanıtım broşürleri, kartvizitler, lokanta menüleri, hisse<br />
senetleri, banka dekontları, posterler, pasaport cüzdanları, kartpostallar, düğün<br />
davetiyeleri, çiklet ambalajı, kutu çıkartması, cd etiketi gibi özel ve kütüphane/müze<br />
koleksiyonlarına girmeye başlayan efemera malzemelerini; siyah-beyaz ve renkli<br />
fotoğrafları; belgesel ve sinema filmleri, video, dvd, cd-rom, tv programlar gibi sesli<br />
kaynakları ilave etmemiz gerekir. Modern tarih, basitçe hemen her şeyi kaynak kabul<br />
ediyor. Bugün kim, 2008’de gösterime giren İstiklâl Harbinin son tanıkları üç gazinin<br />
(Ömer Küyük, Veysel Turan ve Yakup Satar’ın) günlük yaşamları ve savaş yıllarına dair<br />
anılarına yer veren gerçek sinema türündeki “Son Buluşma” adlı belgesel filmin tarihî<br />
değerini yadsıyabilir. Peki kaç kişi, Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın resmi internet<br />
sitesindeki “Atatürk Özel” bölümüne 2008 Ağustos’unda konan kısa videoda<br />
Atatürk’ün 1927-1932 yıllarında Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Joseph C. Grew’e<br />
vecize kabilinden sarf ettiği “Türk milleti tab’en demokrattır” sözünü tarihî açıdan<br />
önemsiz görebilir. Ya Can Dündar’ın Atatürk’ü insanî boyutuyla ele alma iddiası<br />
taşıyan “Mustafa” belgeseli sayesinde –her ne kadar eksik ve tartışılan bölümleri olsa<br />
da- özel izin ile açılan arşivlerden elde edilen onun daha önce görülmemiş<br />
fotoğraflarını, not defterlerini, çok özel mektuplarını kim yok sayabilir. Ya da<br />
İstanbul’daki Tarih Vakfı’nın başlattığı “Tarihe 1000 Canlı Tanık” projesi ile<br />
Cumhuriyet ile yaşıt, artık hayli ileri yaşlara ulaşmış kişilerle yapılan görüşme<br />
kayıtlarının ayrıntıları kitaplara, belki belgelere bile geçmemiş olan zengin bir tarih<br />
materyali sağlamadığını kim söyleyebilir. Eminim ihmal ettiğim daha bir sürü parlak<br />
örnek vardır. Artık tarihçi için malzeme çoğalmış ve daha da çoğaltabilir de…<br />
Üstelik, içinde bulunduğumuz iletişim çağında, haber ve bilgiye erişim daha<br />
kolaydır. Böyle bir zamanda teknoloji sayesinde pek çok bilginin atlanması ve gözden<br />
kaçırılması güçtür. Dolayısıyla şimdiyi yazmak için kaynakları devşirmek eskiye göre<br />
daha basittir. Devlete ait “çok gizli” belgeler hariç –dışarı sızdırmalar istisna- diğer<br />
resmi belgelerin hemen tamamına ulaşmak mümkün. Parlamentodan çıkan kanunları,<br />
antlaşma metinlerini anında bulmak işten bile değil. Eskiden kartlar ve fişlerle bilgileri<br />
kategorik tarzda toplayarak mesleğini icra eden tarihçiler, bugün bilgisayarların veri<br />
depolarına (ramlere) kaydetmeyi tercih ediyor.<br />
12 Frerdim Colting/Carl-Johan Gadd, Ultra Modern Tarih, (Çev: Aysu Oğuz), Hit Yayıncılık, İstanbul,<br />
2007.<br />
13 Türkiye’de bu konuda özellikle Gökhan Akçura ismi öne çıkar. Onun, “Ivır Zıvır Tarihi” kitap serisinin<br />
(Unutma Beni, Gramofon Çağı, Uzun Metin Sevenlerden misiniz?, Turizm Yılı Sıfır, Şen Gönüller Diyarı,<br />
Evvel Zaman Bisiklet, Aile Boyu Sinema, İnsanlar Alemi, Kedi Kitabı, Aşk Kitabı, Yılbaşı Kitabı, Aya<br />
Seyahat, Hamini Gırtlak, İstanbul Twist) popüler anlamda çok okunduğunu belirtelim.
310 Yakın ve Şimdiki Zamanı Yazmak: Türkiye’de Cumhuriyet Tarihçiliği<br />
Örnek Bir Çalışma: “Aşırılıklar Çağı (1914-1991)”<br />
Yakını ve şimdiyi yazmada örnek sayılabilecek bir çalışma İngiliz tarihçisi Eric<br />
Hobsbawm’ın “Aşırılıklar Çağı [The Age of Extremes] (1914-1991)” adlı kitabıdır.<br />
Eric Hobsbawm’ın kim olduğuna odaklandığımızda onun hakkında özetle şunlar<br />
söylenebilir: 1917’de Mısır İskenderiye’de doğan Eric Hobsbawm Viyana, Berlin,<br />
Londra ve Cambridge’de öğrenim gördü. İngiliz Akademisi ile Amerikan Sanat ve<br />
Bilim Akademisi üyesi ve diğer birçok ülkenin farklı üniversitelerinde fahri derece<br />
sahibi olan Eric Hobsbawm’ın uzmanlık alanı Avrupa tarihidir. Londra<br />
Üniversitesindeki öğretim üyeliğinden emekli olmasından sonra, New York New<br />
School for Research’te çalışmayı sürdürmüştür.<br />
Profesyonel tarihçi olarak 19. yüzyılı ele alan üç ciltlik (1-Devrim Çağı, 2-Sermaye<br />
Çağı, 3-İmparatorluk Çağı) esere sahip olan Eric Hobsbawm kendi hayatına denk gelen<br />
20. yüzyılı; bir başka ifadeyle kendisinin de içinde yaşadığı ve gözlediği dönemi<br />
yazmasını şöyle açıklar: “Meslek hayatında denildiği gibi ‘benim dönemim,’ 19.<br />
yüzyıldır. 1914’ten Sovyet çağının sonuna kadar yaşanan Kısa 20. Yüzyıl’ı bir tarihsel<br />
perspektif içinde ele almanın artık mümkün olduğunu düşünüyorum; ancak ona, çok<br />
sayıda 20. yüzyıl tarihçisinin biriktirdiği arşiv kaynaklarından küçük bir serpintiyi bir<br />
yana bırakırsak, bilimsel literatür bilgisi olmaksızın ulaşıyorum.” 14<br />
Yaşadığı dönemi anlamlandırmada öğrenme yolu olarak üç unsuru önemsiyor:<br />
1) okuma, 2) gözlem yapma ve 3) anlatılanları dinleme. İlk unsurda, yakın dönemi ele<br />
alırken tarih derslerinin gerektirdiği okumayla tamamlanan, seneler süren kapsamlı ve<br />
çok yönlü okumayı kasteder. İkincisinde, “katılımcı gözlemci” veya iskambil<br />
oynayanların arkasında durup ellerindeki oyun kâğıtlarını gören seyirci anlamına gelen<br />
“kibitzer” gibi dikkatli gezgin gözlem gücüne sahip olmayı anlatır. Üçüncüsünde,<br />
sadece tarih yapanları ya da önemli devlet adamlarıyla görüşmeyi değil, hatta belki<br />
aksine bu türden insanların halka hitap eder gibi konuşmalarındaki sahtecilikten ötürü,<br />
hayatın içinde olan serbestçe konuşabilen sıradan insanların aydınlatıcı bilgilerini<br />
almaktan söz eder. Bu üç unsura, meslektaşları, öğrencileri ve bu konuda çalışanların<br />
“yakasına yapıştığı” kişilerden öğrendiği bilgileri de ekler.<br />
Hep yazılagelen siyasî-askerî tarihin kişiler üzerindeki etkisinin sadece özel<br />
hayatlara kendi damgalarını vurmak olmadığını, aynı zamanda özel hayatları da<br />
şekillendirdiğini verdiği bir örnekle şöyle açıklar: “Bu kitabın yazarı için 30 Ocak 1933<br />
sadece Hitler’in Almanya’nın şansölyesi olduğu, aksi halde tamamen önemsiz olacak<br />
bir tarih değildir. Berlin’de bir kış günü öğleden sonra, o sırada on beş yaşında olan<br />
yazar ve kız kardeşi, Wimersdorf’taki okullarından Halensee’deki evlerine giderlerken<br />
gazete başlıklarını gördüler. O başlıkları hala bir rüya gibi görebiliyorum.” 15 Kendi<br />
döneminin tarihine katılan, parçası olan ve yaşadığı döneme ait görüşlerden etkilenen<br />
aktör olarak -ne kadar önemsiz olursa olsun- anlama ve açıklama çabasıdır, Eric<br />
Hobsbawm’ın yapmaya çalıştığı. Bu tarih çalışması kendi anılarını da kapsayan onun<br />
deyimiyle otobiyografik bir çabadır. Ama vurgulamak gerekir ki bu yaptığı tam<br />
anlamıyla otobiyografi de değildir; çünkü Hobsbawm’ın zaten “Tuhaf Zamanlar”<br />
adıyla kaleme aldığı ayrı bir otobiyografisi de vardır ve burada sadece kendisini<br />
14 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl/1914-1991 Aşırılıklar Çağı, (Çev: Yavuz Alogan), Everest Yayınları,<br />
İstanbul 2006, s.viii.<br />
15 a.g.e., s.5
<strong>Süleyman</strong> İNAN 311<br />
anlatır 16. Bu bakımdan Hobsbawm’ın yapmaya çalıştığını M.Asım Karaömerlioğlu’nun<br />
belirttiği gibi “bir Marksist tarihçinin hem içinde yaşadığı tarihi anlama ve anlatma<br />
denemesi, hem de kendi kişisel yaşamındaki duygularının, düşüncelerinin, inançlarının,<br />
gözlemlerinin ve özlemlerinin okuyucularıyla paylaşılması” olarak düşünebiliriz 17.<br />
Türkiye’de böylesi bir çalışmaya örnek ne yazık ki yok. Bugün, örneğin 1930-50<br />
aralığında doğan profesyonel tarihçilerin bizzat içinde oldukları dönemi, örneğin<br />
Türkiye’deki demokrasi sürecini, toplumsal dönüşümleri ve başkaca olguları<br />
yazdıklarının, sonraki kuşaktan tarihçilerin yazdıkları ile aynı olmayacağını kim ret<br />
edebilir. Bizde de “Hobwsbawm’lar” çoğalmalı.<br />
Sonuç Yerine<br />
Bu denememde, yazının girişinde ortaya koyduğum cumhuriyet tarihçilerinin<br />
kendilerini aşamaması sorununa dair neler yapılabileceğini tartışmaya çalıştım. Bu<br />
noktada yakını ve şimdiyi yazmanın cumhuriyet tarihi alanındaki araştırmalara yeni<br />
boyutlar getireceği inancımı belirttim. Peşinen kabul etmek gerekir ki günün ve yakın<br />
zamanın tarihini araştırmak ve yazmak son derece zor bir uğraştır. Ama çabalamak ve<br />
denemektir söylemek istediğim. En azından Hobsbawm tarzı günün ve yakının “kısa”<br />
bir tarihi –ayrıntılı ve etraflıca “uzun” tarih yazımını sonraya bırakmak üzere-<br />
yazılabilir. Sakıncalarını hep akılda tutarak yakın ve şimdiki zamanı yazma girişimi, her<br />
zaman için olup bitenlerin neden ve nasıl olduğuyla ilgili cumhuriyet tarihçilerinin<br />
ilgisini ve dikkatini uyanık tutacaktır. Çünkü biliyorum ki, yazmak eylemi tarihçiyi<br />
sürekli okuma yapmaya zorlayacak; yazarken düşünmeye sevk edecek ve bu da<br />
tarihçinin yeni şeyler öğrenmek için zihnini hep açık tutacaktır.<br />
Bu yazıda özellikle iki unsura dikkat çekmek istedim; ilki, tarih yazımının<br />
öznelliği ve ikincisi ise hemen her konunun irdelenebileceği. Elbette bunu yaparken<br />
profesyonel tarihçinin ihmal etmemesi gereken noktalar belki de hiç değişmeyecektir:<br />
Nesnellik çabası, verileri doğru aktarma, karşılaştırmalar yapma, zamanın evrensel<br />
fikirlerini yansıtma. Bunlara bir de siyaset bilimi, sosyoloji, halk bilimi gibi<br />
disiplinlerden daha fazla yararlanmayı bilme unsurunu eklemelidir.<br />
Diğer tarih araştırmacılarından (Ortaçağ, Yakınçağ tarihçileri gibi) farklı olarak,<br />
cumhuriyet tarihi incelemecilerinin çalışma konularını ideolojik veya bilimsel alan ikiliği<br />
içinde görme gibi kendine özgü bir sorunu vardır. Fakat bu durum daha çok eğreti bir<br />
tarihçiliği yerleştirdiğinden bu alandaki tarihçiliğinin gelişmesini yavaşlatmıştır.<br />
Yalnızca erken cumhuriyet yıllarını araştırmaya değer bulduğu, günümüze<br />
yaklaşamadığı ve karşılaştırmalar yapamadığı için verimsizdir. Hiç şüphesiz bu alanda<br />
çok değerli çalışmalar yapılıyor ama istendiği sayıda değil. Bu yüzden, cumhuriyet<br />
tarihçileri incelemelerini siyasî bir öğreti gibi değil, bilimsel bir uğraş alanı olarak<br />
görmeli; hiç değilse bunlardan ikincisini üstün tutmak gayretinde olmalıdır.<br />
Bize bu konuda umut veren gelişme, değişmeye başladığını gördüğümüz yeni<br />
tarih öğretimi anlayışıdır. Emekleme safhasında olduğu için henüz bazı sorunları<br />
atlatamamış görünse de, temel ilkeler düzeyinde öğrenci merkezciliğine, sorgulayıcı ve<br />
16 Tuhaf Zamanlar, (Çev: Saliha Nilüfer), İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, 549 s.<br />
17 “Yaşanılanı Yazmak: Hobsbawm’ın Yüzyılı”, Birikim, No: 98 (Haziran 1997), s.92. Yazara göre bu<br />
yazının amacı, Hobsbawm’ın sözü edilen kitabının genişçe değerlendirmesini yapmak; hem kitabı tanıtmak<br />
hem de bu esere bazı sorular ve eleştiriler yöneltmektir. (s.84)
312 Yakın ve Şimdiki Zamanı Yazmak: Türkiye’de Cumhuriyet Tarihçiliği<br />
eleştirel düşünceye ağırlık vermesi yakın ve şimdiyi yazmadaki eksikliklerin veya<br />
sakıncaların kendiliğinden giderilebileceğini düşündürüyor. İşte o vakit geriye sadece<br />
bu tür yazımın faydası kalıyor. O hâlde cumhuriyet tarihçileri kendilerini sınırlayan -<br />
yine baştaki metafora dönersek- çemberi kırarak yeni açılımlara yönelmelidir. Aslında<br />
bu çağrı, fiilen yazdıklarımı desteklemiş/destekleyen bazı yakın dönem<br />
araştırmacılarından ziyade günü yazmaya çabalayan/çabalayacak radikalleredir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları<br />
Yaşar KALAFAT<br />
Giriş:<br />
Yakın dönemin Golan/Kolan Türkmenleri günümüzün Şam Türkmenleri, Suriye<br />
Türkmenleri oldular. Suriye Türkmenlerini, halk inançları, göçleri, bayramları gibi konu<br />
başlıkları altında incelemek kültür adına bazı kazanımlar sağlayabilmektedir. Onların<br />
Bayır-Bucak Türkmenlerinde olduğu gibi, farklı yerleşim yerlerine rağmen<br />
birbirlerinden ayrı olmadıkları, farklı inanç yapısı içermedikleri gerçeğini göstermiş<br />
olmaktadır. Onların tarihî coğrafyalarına dair bilgi verirken, halk inançlarındaki<br />
ayrıntıyı yansıtmak tespitleri zenginleştirme adına da yararlı olabilmektedir.<br />
Bizim Suriye Türkmenleri hakkındaki ilk halk inançları çalışmamız<br />
hazırladığımız 100 çıvarındaki anket sorusuna Mehmet Şandır beyin yardımı ile<br />
aldığımız cevaplardan oluşmuştu. Sorularımıza verilen cevaplardan oluşan bilgiler bir<br />
defter oluşturmuş, derlenilen bilgiler karşılaştırılarak Bayır-Bucak Türkmen halk<br />
inançları çalışmamız ortaya çıkmıştı. 1 Bu çalışmamızı Ankara’da lisansüstü çalışma<br />
yapan Halep, Humus ve Şamlı Türkmen gençlerden derlediğimiz bilgilerden oluşan<br />
çalışmamız izlemişti. 2 Nihayet Bayram Kodaman hocamızla yaptığımız Suriye<br />
gezimizin gözlemleri, birlikte bir seyahat yazısına dönüştürmüştük ki, o çalışmada da<br />
halk inançları çalışmalarına yer vermiştik. 3<br />
Bu çalışmamızı ise Şubat 2008 tarihinde Aşkabat’ta Kolan Türkmen’i Yusuf Issa<br />
hocadan derledik. 4 Aldığımız bilgileri Türk kültür coğrafyasının diğer haklarındaki<br />
benzerleri ile karşılaştırdık. Ali Şamil’in bizzat bölgeye giderek yaptığı tespitler arasında<br />
halk kültürü ürünleri de vardır. 5<br />
1 Yaşar kalafat, Karşılaştırmalı Bayır — Bucak Türkmen Halk İnançları, Ankara, 1996<br />
2 Yaşar Kalafat “Suriye Türklerinde Bahar Bayramı” Türk Dünyası Nevruz Ansiklopedisi, Ankara<br />
2004 sh. 363–369<br />
3 Yaşar Kalafat-Bayram Kodaman, “Suriye Gezi Notları ve Bölgede Türk Halk Kültürü”, İzzet Gündağ<br />
Kayaoğlu Hatıra Kitabı Makaleler, İstanbul, 2005, s.314–326<br />
4 Kaynak Kişi; Yusuf Issa, Kolan’da dünyaya gelmiş, Kolandaki köyleri İsrail tarafından işgal edilince<br />
Şam’a göçmek zorunda Fransızca öğretmenliğinden emekli 1964 doğumlu bir Türkmen’dir. <strong>Bilgi</strong>ler<br />
kendisinden 25–27 Şubat 2009 tarihleri arasında Aşkabat’ta yapılan “Batı Türkmenistan’ın Meşhur Âlimi<br />
Muhammed Gaymaz Türkmen” isimli İlmi Maslahat’ta derlenilmiştir.<br />
5 Bu tespitler arasında, bölgenin İsrail tarafından İşgalinden sonra Kolan Türkmenlerinin Suriye<br />
genelindeki demografik dağılımları, kültürel kimliklerindeki şehirleşmeden gelen Araplaşma eğilimleri,<br />
Kasım Nurbatov, İbrahim Saleh ve Ayman Salih’in çalışmalarına dair derlemiş olduğu bilgiler vardır. ( Ali<br />
Şamil, “Golan Türkmenlerinin Kaderi”, Derleyenler; Prof. Dr. Ü.Özdağ, Dr. Yaşar Kalafat, M.S. Erol, 21.<br />
Yüzyılda Türk Dünyası Jeolpolitiği, Muzaffer Özdağ’a Armağan, Avrasya Stratejik Araştırmalar
314 Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları<br />
Metin:<br />
Kolan Tepeleri, 1967 yılında İsrail tarafından işgal edilmiştir. Bölgede halkı Arap<br />
Türkmen ve Çerkezlerden oluşan 80 köy vardı. Bu köylerden 17 si Türkmen, 7-8’i<br />
Çerkez ve diğerler Arap köyüydüler. Şu anda Kolan’ın % 70’i İsrail işgali altındadır.<br />
Türkmenlere ait olan köylerin ise tümü işgal edilmiş durumdadır. Bütün Türkmen<br />
köyleri bölgeden göçtükleri için Kolan’da halen Türkmen kalmamıştır. denilebilir.<br />
Türkmen köyleri tamamen yıktırılıp yerlerin modern Yahudi köyleri yaptırılmıştır. 6<br />
Yahudi köylerinin oluşturulmasında Alman, İngiliz ve İtalyan Yahudi sermayesi de<br />
katkıda bulunmuştur. 7<br />
Kolan Türkmenleri, Suriye Türkmenleri arasında kimliğine en sıkı bağlı olan<br />
kesimdi. Araplaşmamak için <strong>sosyal</strong> hayatları çok ilkeli idi. Mesela kolan Türkmen’i<br />
Kürt ve Arap aileler ile kırsal kesimde akrabalık bağı kurmaz kız alıp vermezlerdi. Şehir<br />
merkezlerinde % 1’e varan evlilikler olurdu. Kolan’dan göçen Türkmenlerin hepsi<br />
Şam’a yerleştiler. Türkmenlerle Çerkezler arasındaki akrabalık oluşturma Araplara<br />
nazaran biraz daha yoğundur. Türkmenler Çerkezlere pek kız vermezler, ancak<br />
onlardan aldıkları olur. Kolan Türkmenlerinin hepsi Suni-Hanefi inançlı<br />
Müslümanlardır. İçlerinde Alevî veya Şii-Caferi inançlı Müslüman kesim yoktur.<br />
Toplam nüfusları 350 kadardır. Çerkezlerden de Şii-Caferi ve Alevî inançlı Müslüman<br />
kesim yoktur. 8<br />
Arap yönetiminin nazarında Türkmenler “Müslüman halk” tırlar. Şehir<br />
merkezlerine gelenler anadillerini unutup Araplaşmaktadırlar. Herhangi bir özel eğitim,<br />
yayın, örgütlenme hakkı olmayan Türkmenlerin Suriye genelindeki gerçek miktarları 1–<br />
1,5 milyon kardır. 9<br />
Türkmen olmayan bir kesimden Türkmen aileye gelin olarak girmiş bir kimse, 2<br />
yıllık zaman sonunda Türkmen töresi itibariyle adeta teste tabi tutulur. Sosyal anlamda<br />
akrabalığa kabulü, almış olduğu bu eğitimden sonra belirlenir. Töreye uyum<br />
sağlayamamış ise kabul gördüğü söylenemez. Bu uygulamada anılan töre, kız<br />
çocuklarına ilkel davranılması, kan davası, çok eşlilik türünden kelimesinin gerçek<br />
anlamı ile anlatılandan farklı olan bir uygulama değildir. Töre ile kastedilen, edep, hayâ,<br />
saygı, sevgi, bağlılık, görgü, geleneklerin yaşatılmasıdır. Bu arada bir Türkmen’in evinde<br />
Arapça konuşulması ayıp sayılır, töreye aykırı bulunur. 10<br />
Merkezi yayınları, Ankara, 2003, s. 183–193)<br />
6Ali Şamil’in tespitlerine göre Göçe zorlanan Türkmenler Şam merkez olmak üzere Suriye’ye dağılmış<br />
olmakla beraber Kanetra bir miktar ve bir miktar da damaşk’ta Türkmen hala vardır. Kolan Türkmenleri<br />
Küfür Nafak, Ayn Sümsüm, Bobya, Gadiriyyə, Ahmədiyyə, Gaziniyyə, Gafar, Ayn Gurra, Muğayyur, Ayn<br />
Ayişe, Cevize. İdi. Bunlardan başka Türklərin və Çərkəzlərin karışık yaşadıkları köyler de vardı. (Ali Şamil,<br />
“Golan Türkmenlerinin Kaderi”, Derleyenler; Prof. Dr. Ü.Özdağ, Dr. Yaşar Kalafat, M.S. Erol, 21.<br />
Yüzyılda Türk Dünyası Jeolpolitiği, Muzaffer Özdağ’a Armağan, Avrasya Stratejik Araştırmalar<br />
Merkezi yayınları, Ankara, 2003, s. 183–193)<br />
7 Kaynak Kişi; Yusuf Issa<br />
8 Kaynak Kişi; Yusuf Issa<br />
9 Ali Şamil, “Golan Türkmenlerinin Kaderi”, Derleyenler; Prof. Dr. Ü.Özdağ, Dr. Yaşar Kalafat, M.S.<br />
Erol, 21. Yüzyılda Türk Dünyası Jeolpolitiği, Muzaffer Özdağ’a Armağan, Avrasya Stratejik<br />
Araştırmalar Merkezi yayınları, Ankara, 2003, s. 183–193<br />
10 Kaynak Kişi; Yusuf Issa
Yaşar KALAFAT 315<br />
Kolan Türkmenlerin çift eşlilik yoktur. Bu tür evlenme çok nadir görülür ve<br />
bunların miktarı genel nüfusun %1’ini geçmez. Türkmen bir eş alır ve hayatını onunla<br />
tamamlar. Kızların 18 yaşından evvel evlenmeleri pek mümkün değildir, onlar için<br />
evlenme yaşı daha ziyade 22–23 yaşlarıdır. Kolan Türkmen’i olarak Şam’a yerleşmiş<br />
olanlar Bayır-Bucak veya Halep Türkmenleri arasında akrabalık oluşabilirken, pek sıkı<br />
ilişki içerisinde oldukları söylenemez. 11<br />
Kolan Türkmenlerinde ere verilecek kıza evladına evlenme kararı konusunda<br />
kanaati sorulur ve muhakkak onayı alınır. Kızlar evlenmeği kimseyi veya damat adayını<br />
beğenmemeleri halinde evlenme gerçekleşmez. Gençleri evlenmeden evvel<br />
tanışmalarına fırsat verilir. 12<br />
Kolan Türkmenlerinde Başlık, “baş vergisi” olarak bilinir. Yaygın ve ağır<br />
şartları olan bir başlık uygulaması yoktur. En fazla 500 dolar başlık alınır. Bu miktara<br />
harçlık gözü ile bakılır. Başlığın miktarını daha ziyade evliliğin olmasını istemek veya<br />
istememek tayin eder. Aday Türkmen değilse veya melez ise, ondan istenilecek baş<br />
vergisinin miktar artar, 10 000 dolara kadar ulaştığı olur.<br />
Bu yörenin Türkmenlerinin evlenme yöntemleri arasında “beşik kertmesi”<br />
inanç ve uygulaması yoktur. Türkmenler arasında yakın evliliğe de pek rastlanılmaz<br />
ayrıca makbul de sayılmaz. İnanç itibariyle bir yasak yoktur ama istenilen bir uygulama<br />
biçimi değildir. 13<br />
Uygulamaya göre bir ailenin kızı dışardan bir kimse tarafından istenirse, ilkin<br />
kızın dayısının ve amcasının oğluna sorularak onların ağzı aranır. İsterler ise, kız ile<br />
onların öncelikli evlenme hakkı vardır. Onlar haklarından vazgeçerlerse dışardan gelen<br />
görücüye kızı isteme, alma hakkı, şansı doğar. Dışardan ki, gelin alınarak evlenebilmek<br />
fazla maddi olanak isteyen zor bir iş idi.<br />
Kolan Türkmenlerinde bir ailenin en fazla 3 çocuğu olur. Türkmenlerin hepsi<br />
şehir merkezlerinde meskûndurlar. Kolan Türkmenlerinin göçlerinden sonra köylere<br />
yerleşmemişlerdir Şam’da yaşamaktadırlar. 14<br />
Kolan Türkmenlerinde kız kaçırma yöntemi ile evlenme çok nadir olur. %0 de<br />
1’i geçmez. Kan davası da yoktur. Aşiret yapısı yok sayılır, ancak büyük aile ve aileye<br />
mensubiyet çok katıdır. İsmi Yusuf olan birisi birkaç göbek dedesinin ismi ile<br />
adlandırılır. Yusuf, Musa, İsa, Cuma, Ahmet, Şabanî denilirken, Şabanî aşiretinden<br />
11 A.g.e.<br />
12 A.g.e.<br />
13 A.g.e.<br />
14 Suriye Türkmenlerinin millî kimliklerini koruma konusunda ciddi sorunları vardır. Yeni nesiller<br />
anadillerini ancak ailelerinde öğrenebilmektedirler. Bu hal ailede Türkçe konuşma zaruretini getirmektedir.<br />
Ancak okul yaşana kadar eğitim dili Arapçayı ailede öğrenememiş çocukların, Arapçayı öğrenmek için<br />
uğraş verirken okul mezuniyet süreleri uzamakta sene kayıplarına yol açmaktadır. Türkmenler için<br />
anadillerini koruyabilme şansları daha ziyade kırsal kesimde mümkündür. Türklerin toplu halde ve yakın<br />
ilişki halinde bulundukları yerler köylerdir. Şehir merkezlerine gidildikte Türkmenler çoğunluğu oluşturan<br />
Arap toplumu içinde dağınık yaşamak zorunda kalmakta ve birbirleri ile sıkı ilişki şanslarını<br />
yitirmektedirler. Köylerine yakın kasabalarda küçük esnaflıkla hayatlarını idame ettirmek zorunda kalan<br />
Türkmenler, az gelirli topraklarını tamamen elden çıkarmamak için, köylerindeki bağ-bahçelerinde<br />
ailelerinin yaşlılarını bırakıp çiftliklerindeki ağır işler için bir dönem yardımcı tutmaktadırlar. Ancak bir iki<br />
nesil geçip kırsal kesimdeki yaşlılar vefat edince topraklar çoğunluktaki Arap toplumunun eline geçmekte<br />
Türkmenlerin kırsal kesimden bağları tamamen kopmaktadır. Türkmen geleneklerinin sürdürülebildiği<br />
yegâne yaşan alanları köylerdir.
316 Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları<br />
Yusuf tanıtılmış olur. 15 Şabanki, bir Türkmen tiresidir. Kolan’da 15 Türkmen köyü ve<br />
çok sayıda tire vardı. Kolan’dan göçmek zorunda kalan her Türkmen o yılları<br />
özlemekte ve geri dönüşü gözlemektedir. 16<br />
Büyük, asaletli aileler küçük ailelerden pek kız istemezler. İçkici aileler makbul<br />
sayılmaz. Bir aileden bir fert alkol alıyor ise, o ailenin kızının istenilmemesi için bu hal<br />
sebep teşkil edebilir. Buradan hareketle kız babası birçok aile reisi, kızlar büyümeye yüz<br />
utunca alkollü bırakırlar. Ona “çocuklar büyümeye başladı onları düşünmek<br />
zorundasın” denir kendisine çeki düzen vermesi istenir. 17<br />
Kolan Türkmenlerinde yeni bir ev yapılacağı zaman, temel atma safhasında bir<br />
koç kesilir fakat koçun kanının temele atılması uygulaması yoktur. İnşaat münasebeti<br />
ile mevlit okutulur. Eve hayırlı olsuna gelenler hediye getirirler. Binanın çatısı çatılırken<br />
eskiden dama Ağ bayrak dikilirdi. Düğün evine Düğün Bayrağı asılması geleneği<br />
hala sürmektedir. Böylece düğün duyurulmuş olunur. 18<br />
Ev yapılınca temeline, araba yapılınca tekerine, gelin gelince ayağına kurban<br />
kesin kan akıtmak inanç ve uygulaması Türk kültürlü halklarda çok yaygındır. Çatı<br />
çatılınca ev sahibi tarafından bayrak asılır ve ustası tarafından bir ip gerilir ve bu ipe<br />
havlu mendil, çorap türünden hediyeler asılır. Düğünlerde düğün bayrağı, bey<br />
bayrağı, gelin bayrağı inanç ve uygulamaları vardır.<br />
Ailede dünyaya yeni gelmiş çocuğa ismini babası koyar. İsim çok kere ailenin<br />
geçmiş büyüklerinden seçilir. Bir dedenin ismi Ahmet ise birkaç nesilde bir tekrarlanan<br />
veya süreklilik arz eden Ahmet ismine rastlanır. Türkmenlerde eskiden Arap isimlerine<br />
sık rastlanılırken, son yıllarda Türk isimler seçilmeğe başlanmıştır.<br />
1990 yılına kadar Suriye Türkmenleri yüzlerini Türkmenistan’a çevirmişlerken,<br />
1980–1990 yılları arasında Suriye’den her yıl Türkmenistan’a 10–15 öğrenci yüksek<br />
tahsil için gönderilirken, şimdi uygulama tamamen kalkmıştır. Bir dönem Cemiyet-<br />
Sadakat Türkmen-i Suriye/Türkmenistan-Suriye Dostluk Cemiyeti Suriye Türkmenleri<br />
ile yakından ilgilenirken, müteakip yıllarda desteğini kesince 19, Lâskîye Türkmenleri her<br />
yıl Türkiye’ye 50 öğrenci göndermeğe başladılar. Türkiye’de yüksek öğrenim görmüş<br />
Suriyeli Türkmenlerin mezuniyete müteakip Suriye’de iş bulma zorluğu yoktur. 20<br />
Türkmen halk kültüründe Yaş Günü değil, Ad Verme Günü uygulanır ve “Ad<br />
Vurma” olarak bilinir. Ad Vurma Toyunda konu-komşu ile yenilir içilir. Bu şenliklerin<br />
10–15 gün sürdüğü olur. Doğum günü anlayışı Türk kültür coğrafyasına son yıllarda<br />
girmeğe başlamıştır. Bu coğrafyanın kültüründe doğum değil, isim alma önem<br />
kazanmıştır.<br />
Şam Türkmenlerinde de çocuğun ilk süt dişi çıkınca Diş Toyu yapılır ve bu<br />
toyun ismi Diş Kutlaması’dır. Türk kültürlü halklarda hedik olarak bilinen özel ikram<br />
15 Kaynak Kişi; Yusus Issa<br />
16 Ali Şamil, a.g.e.<br />
17 Kaynak Kişi; Yusuf Issa<br />
18 A.g.e.<br />
19 Türkmenistan, kuruluş yıllarında Dünya Türkmen Humaniter Asamblesi merkezli çalışması ile dünya<br />
Türkmenleri ile bağlantı içerisinde idi. Millî sınırları dışındaki Türkmenlerden güvenliği için güç almak<br />
istiyordu. Tarafsız dış politika arayışı da aynı güven ihtiyacı nedeniyle lüzumlu idi. ancak hem tarafsız ve<br />
hem de dünya Türkmenliği ile ilgilenebilmek bir arada olamazdı. Bu nedenle Dünya Türkmenliğine destek<br />
politikası bir dönem için ertelendi, diye düşünüyoruz.<br />
20 A.g.e.
Yaşar KALAFAT 317<br />
Kolan Türkmenlerinde de bilinir yapılır. Bunun için nohut, buğday haşlanır, üzerine<br />
şekerleme türünden tatlandırıcılar konulur. Çürüyüp yerinden çıktığı için atılacak diş<br />
bacaya atılırken, “benim çürük dişimi al bana altın diş ver” denir. Bu uygulama<br />
Anadolu’da da yaşamaktadır.<br />
Kolan Türkmenlerinde de Saç Toyu yapılır ve bu toy bu coğrafyada da diğer<br />
Türk kültürlü halklarınkinden farklı değildir. Burada da kesilen saç altınla tartılır ve<br />
değerince zekât verilir. Çocuğun saç traşını daha ziyade amca ve dayı yapar.<br />
Türkmenistan Türkmenlerinde ise, çocuğun ilk saçını dayısı onun başının sağından<br />
başlayarak tranş eder, ona bir hediye alır. Bu münasebetle saç toyu yapılır. Makas artığı<br />
kesilen saçlar atılmaz saklanırlar. Saçların sahibi olan çocuk 6–7 yaşına gelince çocuğa<br />
gösterilir ve “bu senin saçın, senin saçın böyle idi” denir. 21<br />
Yetişkinlerin kesilen dökülen saçları ulu-orta atılmaz. Tarak döküntüsü saçlar da<br />
kültür coğrafyasının diğer halklarında olduğu gibi muhafaza edilip çiğnenmeyecekleri<br />
yerlere sokuşturulurlar.<br />
Kolan Türkmenlerinde erkek çocuklarının sünnet işlemi, çocuk 3–18 aylık<br />
dönemi arasında yapılır. Bu münasebetle Sünnet Toyu denilebilecek müzikli ikramlar<br />
yapılır. Sünnetin kesilen parçası bir çubuğa sarılır ve bacaya kaldırılır, evin yukarı<br />
kısmına alınır, orada kalır. Kolan Türkmenlerinde Kirvelik inanç ve uygulaması<br />
yoktur. 22<br />
Bu çevrede, ayağı yere basamayan çocuk için inanç içerikli bir uygulama<br />
bilinmemektedir. Bu maksat için yapılmış özel çocuk tandırına alınıp tutunarak ayakta<br />
durması ve duvarlara dayanarak sıralaması sağlanır.<br />
Kolan Türklerinde nazar değmesi çok önemsenir. Nazar olmaktan korkulur.<br />
Korunmak için nazar boncuğu takılır. Nazar boncuğu bu kültürde “nazar bozan”<br />
olarak bilinir. Eski Türk inançlarının bir tezahürü olarak bilinen, erkek çocuklarını<br />
nazardan korumak için onlara kız elbisesi giydirilmesi inanç ve uygulaması bu çevrede<br />
yoktur. 23<br />
Bu çevrenin Türklerinde “Ses Orucu”, “Ses Saklama”, “Ses Sakınma”<br />
olarak bilinen yeni gelinlerin kayınları ve kayınpederleri yanında uzun süre konuşmama<br />
uygulaması yoktur.<br />
Kolan Türkmenlerinde bir kimse ölmüş bir yakınını rüyasında görür ise, bu hale<br />
“rüyaya gelmek” denir. Böyle hallerde “ekmek zekâtı” yapılır, fakir fukaraya ekmek<br />
dağıtılır. Rüyada gelen yakın aç görülürse, bunun anlamı yakının aç olduğudur, yemek<br />
istiyor anlamına gelir. Böyle hallerde fukara komşulara yemek ikramında bulunulur. 24<br />
Ekmeğin kutsallığı inancı Kolan Türkmenlerinde de vardır. Ekmek yere<br />
düşmemeli, bel hizasının aşağısında tutulmamalı, siniye, sofraya konulurken ters<br />
konulmamasına dikkat edilmeli. Ekmek kesinlikle çöpe atılmaz.<br />
Yukarı, kutsal, itibarlı yer ve yöndür. “yukarıya tükürülmez” denir. Ayak yukarı<br />
kaldırılmaz, ayağın altı yukarıya tutulmaz. Ters dönüp alt kısmı yukarı gelen<br />
ayakkabının bu pozisyonu muhakkak düzeltilir. Ancak Kolan Türkmenlerinde yağmur<br />
duasında elbiseyi ters giyinme uygulaması yoktur. Bu arada kıble yönü de aynı<br />
21 A.g.e.<br />
22 A.g.e.<br />
23 A.g.e.<br />
24 A.g.e.
318 Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları<br />
coğrafyanın diğer halklarında olduğu gibi kutsaldır. Tuvaletin yönü kıbleye dönük<br />
olamamalıdır. Arapçada aymen kelimesi hem sağ tarafı ve hem de bereketi anlatır. 25<br />
Türk halk tefekküründe sağ itibarlı, uğurlu olandır. İlkin sağ adım alınır. Sağından<br />
kalkılır. Bereketli olması için iş yerleri sağ el ile açılır.<br />
Ters etrafında Türk kültürlü halklarda bir hayli inanç yumak oluşturmuş, adeta<br />
“ters” bir kült olmuştur. Dua ederken eller yukarı kaldırılırken, beddua edilirken<br />
aşağıya doğru, ters tutulur. Yağmur duasında elbiseler ters giyilir. Namazdan sonra<br />
seccadenin ucu ters çevrilir. 26<br />
Kolan Türkmenlerinde “Asker Çöreği” yapılır. Askere gidecek gencin ailesi<br />
küçük çaplı bir ikramla yakınlarını evine toplar. Asker adayına sembolik hediye ve<br />
harçlıklar verilir. Hazırlanan özel ekmekten askere gidecek olan kimseye bir lokma<br />
ikram edilir. Çöreğin kalan kısmı asker teskere alıncaya kadar bekletilir. Asker Ağa<br />
gelince çöreğin kalan kısmını yer. Kısmetinin kişioğlunu çekeceği inancı vardır.<br />
Teskere alınıp dönülünce de göz aydını vereler yakınlarla ufak bir şenlik yapılır. 27<br />
Bu uygulama Anadolu Türk kültür coğrafyasında da bilinmektedir. Çok kere<br />
çörek simit şeklinde yapılır. Asker adayı bir ısırık aldıktan sonra kalan kısmı duvarda<br />
asılarak bekletilir.<br />
Kolan Türkmenlerinde ilk mahsul olan meyveden, hayvan ürünlerinden, bazen<br />
de toplu pişirilen ekmekten ev sahibi tattıktan sonra yakın çevresine ikram eder, daha<br />
sonra ürün sahibi o mahsulden yiyip içer.<br />
17 Nisan günü bütün Türkmenler 20 bini bulan katılımlarla toplu piknik<br />
yaparlar, bunun için evlerden sabahleyin erken çıkılır, öyle ve akşam yemekleri yenir<br />
sonra evlere dönülürdü. İdarenin baskısı sonucu Türkmen halkın toplantı<br />
oluşturulmasının sakınca doğurabileceği görüşünden hareketle bu uygulama kaldırıldı.<br />
Bu günün seçilmesi 07 Nisan’ın BAAS Partisinin kuruluş günü olmasından hareketle<br />
havaların biraz ısınması beklenilmesindendi. Bu gün Kolan Türkmenlerinde Nevruz<br />
diye bilinir. Kolan Türkmenleri Hıdrellez yapmazlar bu gün burada Alevi inanlı<br />
Müslümanlarca kutlanır. 28<br />
Suriye Türkmenlerinin Nevruz, Hıdrellez ve Muharremlik inançlarına dair daha<br />
evvel yaptığımız tespitlerde, Alevî inançlı Müslüman Arap halkla kültürlerin<br />
karışmasının önlenip korunabilme adına, bu günlere dair adlandırmanın genelde<br />
bilinenden farklılık arz ettiğini gözlemiştik. Kültür coğrafyasının kutsallarının ortak<br />
paydalar etrafında toplanılması, antiemperyalist sosyo kültürel yapının güçlenmesi<br />
adına yararlı olur inancındayız.<br />
Kolan Türkmenleri Yağmur Duası için Kunteyra şehrinin batısındaki el İmam<br />
Ali, Ali Dağı olarak bilinen tepeye çıkarlar. Bu merasimde Türkmenler sarı bir inek<br />
kurban ederler. Yağmur duasından sonra toplu halde yenilir içilir ve dağdan inilince<br />
yağmurun yağacağına inanılır. 29<br />
25 A.g.e.<br />
26 Yaşar Kalafat “Türklerin Dini Tarihi Türk Halk İnançlarında (Ters Motifi)” Prof. Dr. Abdurrahman<br />
Çaycı’ya Armağan, Ankara 1995. sh. 297–307; Türk Dünyası Tarih Dergisi Mart 1997 S. 123, sh.<br />
15–19<br />
27 A.g.ş.<br />
28 A.g.ş.<br />
29 Kaynak Kişi; Yusuf Issa.
Yaşar KALAFAT 319<br />
Yağmur duası için yüksek tepelere çıkmak, yüksek tepelere ulu zatların isimlerini<br />
vermek, Türk kültür coğrafyasında çok görülen ve Eski Türk İnanç Sistemi’nden<br />
kalmış bir yadigârdır. Hz. Ali’nin bu coğrafyada dağlara, tepelere, kayalara isim<br />
verdiğini Zülfikar ve Düldülle adlandırılmış birçok ismin olduğu bilinmektedir.<br />
Kolan ve Anadolu Türkleri arasında sözlü kültür ürünleri de doğal olarak<br />
ortaktır. “Boş laf garın/karın doyurmaz”, “Yorganınca ayağın son” Ayağını yorganına<br />
göre uzat, “Aldığın abdest ürküttüğün kurbağaya deymez” Attığın taş ürküttüğün<br />
kurbağaya deymez, gibi örnekleri çoğaltmak ve Yunuz Emre’den ilahi okuyanı bulmak<br />
zor değildir. 30<br />
Bu çevrede, yaslı kadının ölmüş yakınının erkek cemaati ile birlikte mezarlığa<br />
gitmesi uygun bulunmaz. Kadın kişi cenaze evin eşiğinden dışarı çıktıktan sonra, onun<br />
ardı sıra kapıya dahi çıkamaz. Kadın mezarlığa yalnız başına gidemez yanında erkek<br />
kardeşi veya eşi olmalıdır. Cenaze defin edildikten sonra mezarına bir bitki ekilir. Her<br />
Cuma namazından mezar ziyaret edilince bu bitki veya bitkilere su verilir. 31<br />
Mezarın üstüne veya baş tarafına bir bitkinin daha ziyade ağacın ekilmesi,<br />
ziyaretlerde bu bitkinin üzerine su dökülmesi, “kabir ateşi” ni düşüreceği inancı ile<br />
mezarın sulanması inancı da çok yaygındır. Mezarlara suluk yapılması veya definden<br />
sonra testi gibi bir kapla su konulması uygulaması da bu inancın bir tezahürüdür.<br />
Dikilen ağaç “hayat ağacı” inancı ile bağlantılı olmalı.<br />
Ulu zatların mezarlarının ziyaret edilmelerinde onlardan bir yardım<br />
umulmasında ana dili faklılığı bir tercih sebebi değildir. Esasen bu çevrede mezarda<br />
yatandan bir medet umulmaz. Ziyaret edilen ve edenin ana dilleri ve mezhepleri farklı<br />
olabilir ve bu farklılık ziyerette engel teşkil etmez. İmameddin Zengi, Muhiddin bin<br />
Arabî, Hz. Hüseyin’in başının bulunduğu mekân bu tür kutsal yelerdir.<br />
Geçmişte Sünni inançlı Müslüman halk ihtiyaç duyunca, “Ya Muhammed” ve<br />
Şii inançlı Müslüman halk da daha ziyade, “Ya İmam Ali” veya “Ya İmam Hüseyin”<br />
derlerken, şimdilerde halk bu üç ulu zatın adeta aynı istikamete mensup olduğunu daha<br />
iyi anlamış olmalı, taraflar günümüzde daha ziyade “Ya Muhammed” söyleminde<br />
birleşmiştir.<br />
Bu yörenin halk inançlarında mezarın etrafında dönmek suretiyle tavaf yöntemli<br />
ziyaret etme uygulaması yoktur. Ulu zatların mezarlarının mezar taşına taş<br />
yapıştırılmaz. Bu mekânlarda ağaç ve türbe parmaklıklarına çaput bağlamak yoktur.<br />
Bu çevrede ulu zatların mezarların ziyareti şifa veya herhangi bir ihtiyacın karşılanması<br />
için değil, Allah rızası için yapılıp fatiha okunur.<br />
Türk kültürlü halkların bu kesiminde de gece aynaya bakılmaz. Aynaya gece<br />
bakan kimse aynada kendisini aynı ile görmeyebilir. Aynen görünmeyen kimse bir şeye<br />
uğrayabilir, başına bir hal gelebilir. Böyle bir görüntüyle karşılanmayı herkes<br />
kaldıramayabilir. Bu itibarla aynaya gece bakmak uygun bulunmaz. Aynalar bir örtü ile<br />
kapatılır veya ters çevrilirler.<br />
Bu çevrede matem 3 gündür. Ölü evinde ateş yakılmaz, ocak<br />
çatılmaz/kalanmaz. Bu durum “ateş hayattır ölüm olayı ile o hanede ateş, ocak<br />
sönmüştür.” Şeklinde izah edilir. Ocağın ateşi söndüğü için o eve 3 gün yemek<br />
dışardan komşudan gelir.<br />
30 Ali Şamil, a.g.e.<br />
31 Kaynak Kişi; Yusuf Issa
320 Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları<br />
Kolan Türkmenlerinin halk inançlarında da od/ateş önemli bir yer tutar. “ateşle<br />
oyun olmaz” diye özlü bir söz vardır. Ateşle oynayan çocuğun altını ıslatacağına<br />
inanılır.<br />
Kolan Türkmenlerinde ölümden sonra bir hafta geçip Cuma günü gelince hatim<br />
yapılır/Hatip okutulur. Yakın çevre ile birlikte yemek yenir. Ölümden sonra bir hafta<br />
geçmiş ise, taziye yapmak, taziyeye gitmek uygun bulunmaz. Yas süresi bir haftadır. Bu<br />
hal “gömülen derdi eşmek olmaz” şeklinde açıklanır. Acının tekrarlanması yerinde bir<br />
hareket olarak kabul edilmez. 32<br />
Türkmen halk kültüründe cenazeye çiçekle iştirak etme inanç ve uygulaması<br />
yoktur. Cenaze evine, fakir iseler ayni ve nakdi yardım yapılır. Yaslı fakir aileye<br />
yapılmış ilk toplu yardımdan sonra, o aileye mahalle halkı bir sıralama esas alınarak tek<br />
tek yardım ederler. Yardım usulünce yapılır yardım edilen mahcup edilmez. Şam’da<br />
Türkmenler yardımlaşmada başarılı, toplum içinde daha dik durabilen, sözüne sadık,<br />
dürüst kimseler olarak bilinirler. 33<br />
Aynaya gece bakılmayacağı, ölü evinden cenaze çıkmadan aynaya bakılmayacağı,<br />
daha doğrusu, bu dönemde ve Kur’an-ı kerim okunurken aynaların açık bırakılmayıp,<br />
üzerlerinin örtülecekleri inancı Türk kültür coğrafyasının ortak inançlarındandır. Bazı<br />
hallerde loğusa veya kırklı kadın da aynaya baktırılmaz, bakması uygun bulunmaz.<br />
Yasın ilk günlerinde aynaların açık bırakmaması, “mevtanın ruhunun henüz evinden<br />
ayrılmadığı, kendisini ölün kimse olarak görmesinin” veya “ölen kimsenin ruhunun<br />
aynaya yansımış aksinin başkaları tarafından görülmesinin uygun bulunmayacağı”<br />
şeklinde de bir izahlar vardır.<br />
“Kara kedinin gözü iyi değil” inancı vardır. Kara kediyi gören kimsenin bu<br />
kültür coğrafyasının diğer halklarında olduğu gibi Felak ve Nas surelerinin okuması<br />
gerektiğine inanılır. Onun cin olduğu inancı vardır. Kara Kedi’nin tekin olmadığı<br />
inancı Türk kültürlü halklarda çok yaygındır.. Tatar Türklerinde yeni alınan eve ilkin<br />
kara kedi sokularak var ise sakıncalı güçler, bu yöntemle evden temizlenmeleri<br />
arzulanır. Bazı yörelerde de bütün kara kedilerin değil de bazılarının ağızlarının<br />
mühürlü olduğuna inanılır ve bu inanç etrafında görüşler geliştirilmiştir Şam<br />
Türkmenlerinde karakuş’ta tekim sayılmaz. 34<br />
Ayrıca eşeğin anırma sesi de tekin sayılmaz. Bu sesi duyan kimse “suyu<br />
bulandıran eşeği tanıyorum” demesi gerektiği inancı vardır. Bazı hallerde bebekler<br />
bilhassa ayak parmakları beş değil altı olarak dünyaya gelirler. Bu hale de iyi gözle<br />
bakılmaz. Çok kere bebek dünyaya geldiği hastaneden çıkmadan bu fazla parmak<br />
ameliyatla alınır.<br />
Kolan Türkmenlerinde kurtla ilgili bir “kurtulma” diye bilinen bir söz vardır.<br />
Normal yollarla alınamayan, elde edilemeyen, söz anlatarak anlaşmaya varılamayan<br />
hallerde “Kurtalma” yöntemi uygulanır. Bu yöntemde, zor kullanma, baskı yapabilme,<br />
gerektiğinde tehdit unsuru vardır. 35<br />
Kolan Türkmenlerinde çocuk tuvalete bilhassa gece yalnız gönderilmezdi. “Bir<br />
şeye uğrayıp, bir şeye rast gelebilir.” İnancı vardı. Tuvalet türü yerler tekin olmayabilir.<br />
32 Kaynak Kişi; Yusuf Issa<br />
33 Kaynak Kişi; Yusuf Issa<br />
34 Kaynak Kişi; Yusuf Issa<br />
35 Kaynak Kişi; a.g.ş.
Yaşar KALAFAT 321<br />
Pislikler bazen kara İyeler için uygun vasat oluşturabilirler. Bir şeye uğrayan yalnız<br />
çocuk korkabilir ve bir hal olabilir inancı çok yaygındı.<br />
Tuvaletlerin, loş ve karanlık yerlerin, bunlardan pis kokulu olanların tekin<br />
olmadığı, buralarda cin türü yaratıkların bulunabilecekleri ve zararlı olabilecekleri<br />
inancı Türk kültürlü halklarda oldukça yaygındır.<br />
Şam-Kolan Türkmenleri de gece eşikten dışarı sıcak su dökmezler. Sapa<br />
yerlerde, çok kullanılmayan dip köşelerde cinlerin bulunabileceği inancı vardır. Sıcak su<br />
mutfağa, tuvalete veya banyoya da dökülecek olsa besmele çekilerek dökülür.<br />
Bu çevrede yemekten artan kemikler/sümükler ayrı bir kap veya torbada<br />
toplanırlar, bunların döküldükleri yer farklı olur. Bu kemikleri “Yiyenler” olduğuna<br />
inanılır. Bir takım kara iyelerin bu kemiklerle beslendikleri, onların besinlerine mani<br />
olunmaması gerektiği inancı çok yaygındır. 36<br />
Kars yöresinde bulaşık yemek tabakları ortada bırakılmaz, temizlenmeleri ertesi<br />
sabaha ertelenmez. Üzerlerinin açık bırakılmaları, onların cin türü varlıklar tarafından<br />
yenilebileceği inancından hareketle uygun bulunmaz. Esasen yemekler ve suyun ağzı da<br />
aynı gerekçe ile açık bırakılmaz. Çocuklar korkmasınlar diye “içine bir şey düşmesin”<br />
iye örtüldükleri söylenilir. Üstü gece açık bırakılmış suyun şeytanlar tarafından içilip<br />
artıklanabileceğine inanılır.<br />
Türk halk kültüründe kemik falı, eti yenilen hayvanın ilgili duası okunup<br />
kemiklere üflenmesi halinde hayvanın canlanabileceği gibi inançların olduğu<br />
bilinmektedir. Kara iyelerin daha ziyade soğan ve sarımsak kabukları ile beslendiği gibi<br />
hususlar da bilinmektedir. Ancak bir kısım kara iyelerin kemikle beslendiği ve bunlara<br />
yiyiciler denildiği tespiti bizim için yeni olmuştur.<br />
Yazımızı Golan Türkmenleri sözlü kültüründen alınmış bir örnekle tamamlamak<br />
istiyoruz.<br />
Domburu çala-çala,<br />
Çıkdım bir uca dala<br />
Ya yıkıllım, ya öllüm<br />
Sevdiklərim illər ala<br />
Gıza bakdım, gız beyaz<br />
Aya bakdım, ay beyaz.<br />
Cibimə bakdım para az<br />
Dedim, bu gız mene yaramaz<br />
Serindim mu içmeye<br />
Endim gaçaç biçmeye<br />
Gördüm yarım geliyər<br />
Ganad verdim uçmaya<br />
Etmek yapdım derledim.<br />
Güne çıkdım parladım.<br />
Gördüm Ahmedim geliyər<br />
Goçu gurvan fırladım<br />
36 Kaynak Kişi; Yusuf Issa
322 Karşılaştırmalı Golan/Kolan Türkmenleri Halk İnançları<br />
Bir tovukdan iki tovug<br />
Biri gana bulaşık<br />
Gaşqa deyil gaşmışdı<br />
On barmağı gümüşdü<br />
Men govurba govurdum.<br />
Aldım yola sovurdum<br />
Gördüm Mehemmedim gelir<br />
Goçu gurvan çevirdim<br />
Yeddi yüzük yapdırdım<br />
Bir gınalı barmağa<br />
Bir govağa daş atdım<br />
Az galdı gırılmağa<br />
Su gəlir herin gəlir<br />
Dəşdikcə derin gelir<br />
Ahmedin yengeleri<br />
Gopdugcu şirin gelir<br />
Dayım oğlu keç otur<br />
Sünbülü köçün seç otur<br />
Sevdiyim illər ala<br />
Örkeni özün yatır<br />
Ağaclar kölgelendi<br />
Gözeller sürmelendi<br />
Her gözelden bir öpüş<br />
Üreyim tezelendi<br />
Gidin buludlar, gidin<br />
Besseme salam edin<br />
Bessam tatlı ohudu<br />
Ohusun halal edin. 37<br />
Sonuç:<br />
Kolan Türkmenleri, Suriye Türk kültür coğrafyasının asli parçalarından biridir.<br />
Türkmen halk kültürü, genel Türk kültürünün yapı taşlarındandır. Bu gerçeği, tespiti<br />
yapılan halk inançlarından hareketle de gösterebiliyoruz. Bu özellik başlangıçta BAAS<br />
Partisi kültür politikaları ile az çok şeklenmiş, giderek Kolan bölgesinin İsrail<br />
37 Ali Şamil, a.g.e.
Yaşar KALAFAT 323<br />
tarafından işgalinden sonra yaşanılan göç, Türkmenlerin halk inançlarını da doğal<br />
olarak etkilemiştir. Bölge Müslüman halklarının halk inançları, anadili farklılığına<br />
rağmen Türkmen, Çerkez, Kürt ve Araplar arasında fazla farklılık yansıtmamakta olup<br />
“bölgesel karakterli” dir. Halklar arası kültür ortaklığı daha ziyade ulus devletlerin millî<br />
politikalarından etkilenmektedir. Millî politikalar adına atılan ‘yok sayma’ veya ‘yok<br />
etme’ adımları, halklara, kültürlerini korumaları adına gösterdikleri tepki şeklinde<br />
yansımaktadır. Bu durum da bölgesel kültür birliğinin aleyhinde şekillenme biçiminde<br />
gelişmektedir.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
Zafer GÖLEN ∗<br />
Giriş<br />
Osmanlılar Balkanlar’da ilerlemeye başladıklarında karşılarında devlet teşkilatına sahip<br />
birkaç devlet buldular. Her ne kadar XIX. yüzyıla gelindiğinde Balkanlar’da ortaya<br />
çıkan bütün küçük devletler, kendilerinin şanlı bir ortaçağ devletine sahip olduğunu<br />
iddia etmiş olsalar da hiç birinin Stefan Duşan’ın (1331–1335) Sırp Devleti çapında bir<br />
devlet sistemi yoktu. Bu güçlü devlet 1389 Kosova Savaşı’nda ciddi yara aldı ve<br />
ardından Sırbistan’ın Osmanlı hâkimiyetine girme süreci başladı 1. Sırplar, özellikle<br />
kilise 1389 yenilgisi ve yenilginin yarattığı kırılmayı hiçbir zaman unutmadılar. Ancak<br />
bu kırılma aynı zamanda Sırp millî kimliğinin kurulması ve yaşamasına önemli katkılar<br />
sağladı. Sırplar 1389 yenilgisini millî kimliklerini inşa ederken 2000’li yıllara kadar aktif<br />
biçimde kullanmaya devam ettiler 2. Buna karşı Osmanlı sistemi Sırplar’dan etkin<br />
biçimde istifade etmeyi başardı 3. Devşirme sistemi sayesinde Sokollu Mehmed Paşa<br />
gibi onlarca Sırp kökenli kimse devletin en üst kademelerine kadar yükselebildiler.<br />
Sırplar XIX. yüzyılda tarihlerini inşa ederken Türk hâkimiyetine hemen hemen her<br />
devir karşı çıktıklarını yazdılar 4. Fakat XVIII. yüzyıla gelene kadar iki toplum arasında<br />
kayda değer çok ciddi bir olay yaşanmadı. O tarihe kadar Türkler şehirlerde Türk<br />
askerî garnizonlarının çevresinde yaşarken, Sırplar kırsal alanlarda yaşıyor, tarım ve<br />
hayvancılıkla geçiniyorlardı. XVIII. yüzyılda devletin Orta Avrupa’dan geri<br />
çekilmesiyle Sırbistan veya eski adı ile Semendire Sancağı Avusturya ile sınır olan bir<br />
serhat eyaletine dönüştü. Sırbistan büyük ayanların çekişme sahası haline geldi. Sosyal<br />
yapı bozuldu. Devlete alternatif güç odakları türedi. Bölgede devletin gücü hissedilmez<br />
oldu. Zadruga denen klan türü aile çiftliklerinde yaşayan Sırplar, kendi güvenliklerini<br />
∗ Yrd. Doç. Dr., Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Tarih Öğretim Üyesi<br />
1 Barbara Jelavich, Balkan Tarihi 18. ve 19. Yüzyıllar, Çeviren: İhsan Durdu, C (Cilt). I, İstanbul: Küre<br />
Yayınları, 2006, s.20.<br />
2 Kosova Savaşı’nın Sırplar üzerindeki etkisi hakkında bakınız, Vjekoslav Perica, Balkan Idols: Religion and<br />
Nationalism in Yugoslav States, Oxford University Press, 2002, s.7-9; Christos Mylonas, Serbian Orthodox<br />
Fundamentals The Quest for an Eternal Identity, Budapest-New York: Central European University Press,<br />
2003, s.147-169.<br />
3 Halil İnalcık muhteşem makalesinde Osmanlı sisteminin Sırplar’dan nasıl istifade ettiğini ayrıntılarıyla<br />
ortaya koyar. Bakınız, Halil İnalcık, “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğuna XV. Asırda Rumeli’de<br />
Hıristiyan Sipahiler ve Menşeleri”, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, İstanbul: Eren Yayınları, 1996,<br />
s.67-108.<br />
4 Wendy Bracewell, “The Proud Name of Hajduks: Bandits as Ambiguous Heroes in Balkan Politics and<br />
Culture”, Yugoslavia and Its Historians. Understanding the Balkan Wars of the 1990s, Stanford, California:<br />
Stanford University Press, 2003, s.22-36.
Zafer GÖLEN 325<br />
kendileri sağlamaya başladılar. Bu onlara Türklerle savaşmada deneyim kazandırdı.<br />
Kendilerine olan güveni artırdı. Önce Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya’nın,<br />
ardından Fransız İhtilali ile Fransızlar’ın bölgeye el atmasıyla, Zadruga klanları kilisenin<br />
de yardımıyla milliyetçi güç odakları olarak yeniden biçimlendi. Sırp milliyetçiliği<br />
1804’de patlama noktasına geldi ve aslında domuz çobanı olan Aleksandr Karagorgi<br />
(Karayorgi) liderliğinde büyük bir isyan çıktı. İsyan Karayorgi’den beklenmeyecek<br />
biçimde profesyonelce örgütlenmişti. İsyanın örgütlenmesi, sevk ve idaresindeki<br />
zekâya bakıldığında ardında Rusya gibi bazı büyük güçlerin olduğu kendiliğinden<br />
ortaya çıkmaktadır. Sözde Yeniçeri dayılarının yaptığı baskılara karşı başlayan isyan,<br />
kısa sürede tüm Sırbistan’ı kapsayan milliyetçi bir isyana dönüştü. Osmanlılar isyanı<br />
bastırmaya muvaffak oldular, fakat bu tarihten sonra ciddi bir Sırbistan Meselesi ortaya<br />
çıktı. Sırp Meselesi 1878’e kadar devletin en önemli sorunu olarak hassasiyetini<br />
korudu.<br />
A-ÇATIŞMANIN NEDENLERİ<br />
1-Osmanlı Devleti Tarafından Daha Önce Sırplar’a Verilen İmtiyazlar<br />
Sırplar’ın imtiyazına ilişkin ilk uluslararası hukukî kayıt 28 Mayıs 1812’de Bükreş’te<br />
imzalanan Bükreş Antlaşması ile ortaya çıkar. Antlaşmanın 8. maddesi gereğince 5,<br />
1. Osmanlı Devleti’nin haraçgüzâr reayası olan Sırplar’ın bütün cürümleri<br />
affedilecek<br />
2. Sırplar’ın yaptıkları istihkâmlar tamamen yıkılacak<br />
3. Öteden beri mevcut olan ve elan Sırplar’ın elindeki bütün kale ve palangalar<br />
harp malzemeleriyle birlikte Osmanlı askerlerine teslim edilecek<br />
4. Osmanlı askerlerinin Sırplar’a zulüm yapmaması için gerekli tedbirler alınacak<br />
5. Cezayir-i Bahr-i Sefid ve benzer yerlerdeki reayanın sahip olduğu haklar Sırp<br />
milletine de tanınacak ve onlar gibi dâhili işlerini kendilerinin idare etmeleri<br />
sağlanacak<br />
6. Vergiler maktu usulle Sırplar tarafından toplanıp Osmanlı Devleti’ne teslim<br />
edilecek<br />
7. Sırp milletinin talepleri Sırplarla birlikte tanzim edilecekti<br />
Bükreş Antlaşması ile Sırplar ilk defa başka bir memleketin müdahalesiyle bir<br />
takım haklar kazandılar. Antlaşmada özellikle 4. husus muhtemel bir Rus müdahalesine<br />
zemin hazırlaması bakımından tehlike arzediyordu. Bunu takdir eden Osmanlı<br />
delegeleri 4. maddenin antlaşmaya girmemesi için çaba göstermişler ise de Ruslar’ın<br />
katı tutumu nedeniyle hedeflerine ulaşamamışlardır. Böylece Sırbistan’daki olaylara dış<br />
müdahale kapıları açılmış oluyordu 6. Bu tarihten sonra Sırbistan bağımsızlık elde edene<br />
5 Bükreş Antlaşması’nda Sırbistan hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Muâhedât Mecmûası, C. IV, İstanbul<br />
1298-Tıpkıbasım Türk Tarih Kurumu 2008, s.53-54; Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih<br />
Metinleri, C (Cilt).I, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1953, s.251-252, İsmail Hami Danişmend,<br />
İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV, İstanbul: Türkiye Yayınevi, 1961, s.100; Benoit Brunswik, Recueil De<br />
Documents Diplomatiques Relatifs A La Serbie Avec Une Introduction, Constantinople: Chez M. S.-H. Weiss,<br />
Libraire A Péra, 1876, s.1-2; Mehmet Çetin Börekçi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sırp Meselesi, İstanbul:<br />
Kutup Yıldızı Yayınları, 2001,108-117; Selim Aslantaş, Osmanlıda Sırp İsyanları 19. Yüzyılın Şafağında<br />
Balkanlar, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2007, s.138; Yusuf Hamzaoğlu, Sırbistan Türklüğü, Üsküp: LogosA,<br />
2004, s.224-225; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VI, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1995, s.64.<br />
6 Börekçi, a.g.e., s.115-117.
326 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
kadar gerek Sırplar, gerekse Ruslar ve diğer Batılı güçler dış müdahale zeminini sonuna<br />
kadar zorlayacaklardır.<br />
Sırplar Bükreş Antlaşması’na kendileri için konan maddelerden memnun<br />
olmamışlar, 1 Ocak 1813’de İstanbul’a 8 maddelik bir öneri sunarak imtiyaz haklarının<br />
genişletilmesini istediler. Fakat öneriler reddedildi. Bunun üzerine Sırbistan’da yeni bir<br />
ayaklanma baş gösterdi. Ayaklanma 1816’da Sırplar’ın isteklerinin bazılarının<br />
kendilerine verilmesi ile sonuçlandırılabildi. Belgrad Muhafızı Maraşlı Ali Paşa ve<br />
Sırplar’ın yeni lideri, son ayaklanmanın idarecisi Miloş arasında varılan mutabakat<br />
sonucunda 7:<br />
1. Gümrük yürürlükte olan tarifeye göre alınacaktır<br />
2. Sırplar Osmanlı Devleti içinde serbestçe dolaşabilecek ve ticaret<br />
yapabilecekler<br />
3. Sırplar sahip oldukları beratlara göre vergi verecekler<br />
4. Vergiler Hıdırellez (6 Mayıs) ve Mitrovdan (8 Kasım Yortusu) itibaren olma<br />
üzere yılda iki kez toplanacak<br />
5. Türk ordusu Sırbistan’ın sadece şehirlerinde konuşlandırılacak ve Sırplar’ı<br />
rahatsız etmeyecektir. Ordu birliklerinde geçmişte Sırplar’a kötülük eden<br />
Yeniçeriler, Arnavutlar ve Boşnaklar bulunmayacak, onların yerine Rumeli’den<br />
Türkler getirilecektir<br />
6. Şehir ve kasabalarda Sırplar’ın yargılanması sırasında Türk mütesellimler<br />
yanında birer knez bulunacak, mevcut olan 12 nahiye knezinden oluşacak ve<br />
merkezi Belgrad’da bulunacak Knezler Konseyi kurulacak<br />
7. Padişah geçmişte yaptığı hatalardan dolayı affettiği Sırplar’a kimse kötü<br />
muamelede bulunmayacak<br />
1816 ayrıcalıkların 5. maddesi ile Sırplar, Sırbistan’daki Türk hâkimiyetini sadece<br />
şehirlerle sınırlandırmakla kalmıyor, 6. maddesi ile kendi idare mekanizmalarını kurma<br />
hakkını kazanıyorlardı. Aynı zamanda yine 6. madde ile Osmanlı Devleti kendi tebaası<br />
olan Sırplar’ı istediği gibi yargılama hakkından mahrum kalıyordu. Böylece<br />
Sırbistan’daki Osmanlı hâkimiyeti yavaş yavaş zayıflıyordu. Bu tarihten sonra Miloş<br />
yabancı hükümetlere gönderdiği mektuplarda kendini Sırp Baş Knezi ve Sırbistan’ın<br />
hâkimi olarak takdim etmeye başlamıştı. Fakat Miloş kazançlarını asla yeterli görmedi.<br />
İmtiyazlarını genişletmek için, bir taraftan Osmanlı Devleti ile dostça geçinmeye<br />
devam ederken bir taraftan da başta Rusya olmak üzere diğer ülkelerle ilişkilerini<br />
güçlendirmek için elinden geleni yaptı. O defalarca Osmanlı Devleti’ne ayrıcalıkların<br />
genişletilmesi için başvurdu, fakat isteklerini bir türlü elde edemedi. Ancak 1821’de<br />
Yunan İsyanı ona istediği ortamı verdi. O karışık ortamdan istifade ederek kendi<br />
hanedanlığını ve Sırp Kenzliği idealini gerçekleştirmek istiyordu. Gelişen olaylar<br />
1826’da Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne ültimatom vermesine neden oldu.<br />
Ültimatom’da Bükreş Antlaşması’nın 8. maddesi gereği Sırbistan’a muhtariyet verilmesi<br />
de vardı. Türk ve Rus heyetleri iki taraf arasındaki gerginliği savaşa neden olmadan<br />
halledebilmek için Akkerman’da bir araya geldi. 13 Temmuz–7 Ekim 1826 tarihleri<br />
arasında gerçekleşen görüşmeler sonunda 7 Ekim’de Akkerman Konvansiyonu<br />
imzalandı. Konvansiyonun 5. maddesi Sırbistan ile ilgiliydi. Buna göre 8:<br />
7 Aslantaş, a.g.e., s.139-160; Hamzaoğlu, a.g.e., s.225-244; Karal, a.g.e., C.VI, s.65; Börekçi, a.g.e., s.141.<br />
8 Muâhedât Mecmûası, C. IV, s.60-61; Erim, a.g.e.,s.265-266; Brunswik, a.g.e., s.2-3; Danişmend, a.g.e., C.IV,
Zafer GÖLEN 327<br />
1. Bâb-ı Âli Bükreş Antlaşması’nın 8. maddesini yürürlüğe koyacak ve<br />
Sırbistan’a muhtariyet tanıyacak<br />
2. Sırplar’a tanınacak haklar İstanbul’da Sırp temsilcileri ile görüşülerek<br />
karara bağlanacak ve ilgili ferman 18 ay içinde yayınlayacak, aynı fermanın bir<br />
kopyası da Rusya’ya gönderecek<br />
Konvansiyonun ana hükümleri hariç, Sırbistan ile ilgili 9 maddelik özel bir bölüm daha<br />
vardı. Bu maddeler 9:<br />
1. Sırplar’a din hürriyeti tanınacak<br />
2. Kendi hükümdarlarını seçme hakkı tanınacak<br />
3. Sırbistan’da özerk bir yönetim kurulacak<br />
4. 1804–1813 yılları arasında süren isyan sırasında, isyan bölgesi dâhilinde<br />
bulunan ve 1813 yılında Sırbistan’dan koparılan 6 nahiye iade edilecek<br />
5. Müslüman gayrimenkullerinin Sırplar’a devredilmesi ve onlardan<br />
sağlanacak gelirin vergisiyle birlikte Bâb-ı Âlî’ye teslim edilecek<br />
6. Sırplar serbestçe ticaret yapabilecek<br />
7. Sırp tüccarlar Sırp pasaportuyla Osmanlı Devleti topraklarında<br />
dolaşabilecek<br />
8. Sırplar hastane, okul ve basım evi kurabilecekler<br />
9. Sırbistan’a Sırbistan garnizonlarında bulunan askerler ve şehirlerde<br />
yaşayan Müslümanlar’dan başka Müslümanlar’ın yerleşmemesi sağlanacak<br />
Akkerman Konvansiyonu ile Sırbistan muhtariyet kazanıyordu. Ancak daha da<br />
önemlisi bu haklar Rusya aracılığıyla elde edildiği için, Sırbistan hukuken olmasa dahi<br />
fiilen Rus himayesine giriyordu. Çünkü Ruslar açıkça kendilerine verilen sözlerin yerine<br />
getirilip getirilmeyeceğini takip edeceklerini açıklamışlardı.<br />
Akkerman Konvansiyonu’ndan tatmin olmayan Çar II. Aleksandr (1825–1855)<br />
26 Nisan 1828’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Savaş Osmanlı ordularının<br />
yenilgisi ile sonuçlandı. 14 Eylül 1829 savaşı durduran Edirne Antlaşması imzalandı.<br />
Antlaşmanın 6. maddesi Sırplarla ilgiliydi. Buna göre 10:<br />
1. Osmanlı Devleti, Akkerman Antlaşması’nın Sırbistan ile ilgili olan 5.<br />
maddesini ve ekte Sırbistan’la ilgili bölümü yürürlüğe geçirecek<br />
2. Sırbistan’a 6 nahiye hemen iade edilecek<br />
Edirne Antlaşması ile Osmanlı Devleti Balkan toprakları üzerindeki fiili<br />
hâkimiyetini kaybetti. Yunanistan bağımsızlığını elde etti. Yunan bağımsızlığı diğer<br />
Balkan milletlerinin bağımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırplar ise güçlü bir şekilde Rus<br />
koruması altına girdi. Ruslar Balkanlar’daki etki alanlarını geçmişle kıyaslanamaz<br />
derecede artırdılar. Balkan milletleri Rus korumasına dayanarak Osmanlı Devleti’nden<br />
kabul edemeyeceği cüretkâr taleplerde bulunmaya başladılar.<br />
Osmanlı Devleti Evâil-i Rebiülahir 1245/30 Eylül–10 Ekim 1829’da Semendire<br />
Sancağı’nda Sırp Knezliği adıyla bir özerk eyalet kurulması imtiyazını tanıdı 11.<br />
s.112; Börekçi, a.g.e., s.165-168; Hamzaoğlu, a.g.e., s.261-262; Aslantaş, a.g.e., s.163; Karal, a.g.e., C.VI, s.66.<br />
9 Muâhedât Mecmûası, C. IV, s.69-70; Erim, a.g.e.,s.273; Brunswik, a.g.e., s.3-4; Hamzaoğlu, a.g.e., s.262.<br />
10 Muâhedât Mecmûası, C. IV, s.74; Erim, a.g.e.,s.282; Brunswik, a.g.e., s.5; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.113-<br />
115; Hamzaoğlu, a.g.e., s.263; Börekçi, a.g.e., s.180-181; Aslantaş, a.g.e., s.163-164; Karal, a.g.e., C.VI, s.66;<br />
Belgradî Raşid, Tarih-i Vak‘a-i Hayretnümâ-i Belgrad ve Sırbistan, İstanbul: Tatyos Divitciyan Matbaası, 1291,<br />
s.79.<br />
11 Belgradî Raşid, a.g.e., s.80-82; 232-234.
328 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
Ardından 20 Ocak 1830’da Kâşif Bey Sırp Knezliği’nin sınırlarını belirlemek üzere<br />
Semendire’ye gönderildi. Ancak Sırp Emareti hem hukuken hem de fiilen 10<br />
Rebiülevvel 1246/29 Ağustos 1830 tarihli 12 fermanla kuruldu. Tamamen Rus<br />
baskısıyla hazırlanan bu fermanla Sırplar neredeyse bağımsızlığa yakın haklar elde<br />
ettiler. Bu fermanla 13:<br />
1. Sırplar içişlerinde bağımsızlık kazanmışlar<br />
2. Miloş ailesi Sırbistan’ı yönetme hakkı kazanmış<br />
3. Emaret dâhilinde kullanılmak üzere Sırplar’a asker toplama hakkı tanınmış<br />
4. Türkler’in Sırbistan’dan tahliye sürece başlamış<br />
5. Türk hâkimiyeti sadece belli başlı şehirlerdeki garnizonlarla sınırlanmıştır<br />
1830 Fermanı ile Osmanlı Devleti’nin Sırbistan dâhilindeki fiili hâkimiyeti sona<br />
ermiş, bölgenin Türkler’den arındırılma süreci başlamıştır. Kasım 1833’de Sırbistan’a<br />
gönderilen başka bir fermanla Sırp imtiyazları pekiştirildi ve Türk tahliyesi hızlandırıldı.<br />
Bu sürede Sırbistan konusundaki tüm inisiyatif Ruslar’ın eline geçmiş, İstanbul<br />
Rusya’dan izin almadan adeta karar vermez duruma gelmiştir. Ruslar’ın Balkanlar’daki<br />
etkisinden rahatsız olan Batılı devletler, Paris Barış Antlaşması ile Ruslar’ın<br />
Balkanlar’daki etkinliğine son vermek istediler. Haliyle Kırım Savaşı’na katılmamış<br />
olmasına ve hatta Ruslar’ı desteklemiş olmasına rağmen antlaşmanın 28 ve 29.<br />
maddeleri Sırplar’a ayrıldı. Durum daha da kritik hal aldı. Sırplar Batı koruması altına<br />
alındı. Osmanlı Devleti, Rus baskısından kurtulurken neredeyse tamamen Batı vesayeti<br />
altına girdi. Bu tarihten sonra Batı başkentlerinden izin alınmadan isyanlara dahi<br />
müdahale edilemez oldu 14. Paris Barış Antlaşması’nın Sırplar’ı ilgilendiren maddeleri<br />
şöyleydi 15:<br />
Madde 28: Sırp Beyliği bundan sonra antlaşmaya katılan devletlerin garantisi<br />
altında bulunacak, hak ve muafiyetlerini tayin eden fermanlara göre Osmanlı<br />
Devleti’ne tabi olacaktır. Bu beylik iç işlerinde ve mezhebî meselelerde, kendi<br />
kanunlarında, ticaret ve gemi işletmeciliğinde serbest olacaktır.<br />
Madde 29: Osmanlı Devleti bu memlekette asker bulundurmak hakkını<br />
muhafaza edecektir. Antlaşmaya dahil devletler bu beylik ile Bâb-ı Âlî arasında hiçbir<br />
meselede arabulucuğa kalkışmayacaklardır.<br />
2-Sırplar’ın Tutumu<br />
Sırplar’ın en büyük hedefi Sırbistan’da Türk askerî varlığına son vermekti. Bu maksatla<br />
büyük devletlerin himayesine mazhar olmak ve bu sayede kendilerinin<br />
gerçekleştirmediği şeyleri onlar vasıtasıyla elde etme politikası güdüyorlardı. Özellikle<br />
Müslüman-Hıristiyan çatışması her zaman çok geçerli bir müdahale vasıtası olmuştu.<br />
Sırbistan’da neredeyse hemen hemen her kasabada Müslümanlarla-Hıristiyanlar’ın yan<br />
yana yaşıyor olması her an bir gerginlik yaşanmasına zemin hazırlıyordu. Sırp idaresi ve<br />
12 Tarih muhteliftir. Hepsi de 1830 olmak kaydıyla Ağustos-Ekim ayları arasında muhtelif tarihler<br />
verilmektedir. Bakınız, Börekçi, a.g.e., s.187; Belgradî Raşid, a.g.e., s 235; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.116.<br />
13 Ferman ve sonuçları hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Brunswik, a.g.e., s.8-13; Belgradî Raşid, a.g.e., s<br />
235-238; Hamzaoğlu, a.g.e., s.280-299; Karal, a.g.e., C.VI, s.266; Börekçi, a.g.e., s.181-191.<br />
14 Hamzaoğlu, a.g.e., s.301-314.<br />
15 Muâhedât Mecmûası, C. IV, s.256; Erim, a.g.e.,s.351; Brunswik, a.g.e., s.34; Resimli-Haritalı Mufassal Osmanlı<br />
Tarihi, C.VI, İstanbul: Güven Yayınevi, 1972, s.3082; Karal, a.g.e., C.VI, s.67.
Zafer GÖLEN 329<br />
ajanları bu gerginliği çok iyi kullanarak 1867’de kalelerden Türkler’in çıkarılmasıyla<br />
sonuçlanacak süreci başarıyla idare etmişlerdir 16.<br />
1860’ların başında Sırbistan ve Karadağ, Osmanlı hâkimiyetinden kurtulmaya<br />
karar vermişlerdi. Karadağlılar Hersek isyanına doğrudan destek vererek ve Osmanlı<br />
ordusu ile savaşarak bunu kendileri yapmaya karar verdiler. Sırplar’ın durumu daha<br />
kritikti. Çünkü orada büyük kentlerde garnizonlar Türkler’in elindeydi. Bu yüzden<br />
1861 yılı diplomatik çabaları Türk askerlerini kalelerden çıkarmak ve yeni bir ordu<br />
kurmak üzerinde yoğunlaştı. Sırp yetkililer defalarca İstanbul’a gelerek Sırbistan’daki<br />
Türklerin tahliyesi ve garnizonlardaki askerlerin çekilmesi konularını görüştü fakat bir<br />
başarı elde edemediler. Bunun üzerine onlar da Karadağlılar’ın yolundan giderek<br />
Osmanlı Devletine kafa tutmak için 17 Ağustos 1861’de 66 maddelik “Halk Ordusu<br />
Kanunu” çıkardılar. Kanunla 20–50 yaşları arasındaki bütün Sırplar askerlik vazifesi ile<br />
yükümlü kılındı. Ordu 5 komutanlığa ayrıldı. İlk aşamada 50 bin kişinin silah altına<br />
alınması kararlaştırıldı. Böylece Osmanlı Devleti’nin Sırbistan içinde bulunan askerî<br />
kuvvetlerine denk bir kuvvet oluşturulmak isteniyordu 17. Osmanlı Devleti Halk<br />
Ordusu Kanunu’ndan çok rahatsız olmuştur. Daha sonra Kanlıca görüşmeleri<br />
sırasında Halk Ordusu Kanunu’nu Osmanlı delegeleri tarafından Sırbistan’ı savunun<br />
Rus ve Fransız elçilere karşı koz olarak kullanmıştır. Osmanlı delegeleri, 15.000 kişilik<br />
bir ordunun bile iç güvenliği sağlamak için yeterli olduğu Sırbistan’ın bu kadar çok<br />
kişiyi askere almadaki amacının ne olduğunu Rus ve Fransız elçilere sormuşlar, onların<br />
“Sırbistan’ın masumca barış içinde yaşamak isteği” üzerine kurdukları savunma stratejilerini<br />
çökertmişlerdir 18.<br />
1862 Ocak ayından itibaren Sırp Hükümeti Belgrad’daki jandarmaların sayısını<br />
artırdı. Jandarmaların arasında çoğu eşkıyalık yapmış, Sırbistan ve diğer eyaletlerde<br />
Türk idaresine karşı suç işlemiş kimseler bulunuyordu. Hemen ardından Hersek’teki<br />
olaylarla paralel olarak Sırbistan’da Türkler’e karşı saldırılar yoğunlaştı. Belgrad’da<br />
büyük devlet temsilcileri ülkelerine gönderdikleri raporlarda Sırbistan’da tehlikeli<br />
gelişmeler yaşandığını beyan etmeye başladılar 19.<br />
1862 yılı başından itibaren Sırplarla Türkler arasında sürtüşmeler yaşanmaya<br />
başladı. İlk olarak Şahinyuvası’nda Sırplar Türkler’e saldırdılar ve iki taraf arasında<br />
çatışmalar çıktı. Bu tarihte Sırplar’ın Türkler’i Sırbistan’dan arındırmak için tüm<br />
şehirlerde saldırıya geçtikleri görülmektedir. Zira aynı tarihlerde Uziçe ve<br />
Böğürdelen’de yaşayan Türkler ciddi tazyik altındaydılar. Ancak en kritik yer<br />
Belgrad’dı. Belgrad’da Türklerle Sırplar arasındaki ilişkiler neredeyse kesilmiş<br />
durumdaydı. İki taraf arasındaki gerginlik had safhadaydı. İki taraf arasında bir çatışma<br />
çıkması an meselesiydi. İlk çatışmalar Ocak ayında yaşandı. Bazı Sırplar Türkler’e<br />
saldırdı, buna makabil Türkler’de Sırplar’a saldırmaya başladı. 24 Şubat 1862’de<br />
Belgrad’ın Sırp Belediye Başkanı Sırp İçişleri Bakanı Nikola Hristiç’e gönderdiği<br />
raporunda durumun kontrolden çıkmak üzere olduğunu yazdı. Sırp idaresi çatışmaları<br />
önlemek üzere, daha sonra 1862 Çukurçeşme olayının büyümesine neden olan Simeon<br />
Nesiç adlı Türkçe tercümanı ve Milan Sretonoviç adında bir kâtibe jandarma ile Türk<br />
16Danişmend, a.g.e., C. IV, s.199.<br />
17 Hamzaoğlu, a.g.e., s.356-357.<br />
18 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:62, s.31-32.<br />
19 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VII, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1995, s.14.
330 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
mahallerinde devriye dolaşma görevi verdi. Sözde çatışmaları önlemekle görevli bu iki<br />
görevli aksine mahallelerde Sırplar adına casusluk yaptı. Bu durum Türkler’i daha da<br />
öfkelendirdi. Gerginliğin bir türlü yatışmaması üzerine Nisan ayında kaleye erzak ve<br />
cephane sevkiyatı yapıldı. 11 Mayıs 1862’de İstanbulkapı civarında Türk ve Sırp<br />
zaptiyeler arasında çatışma çıktı. Ancak olayların büyümesi engellendi. Çukurçeşme<br />
olayları patlak vermeden önce 8 Haziran 1862’de Knez Mihail Belgrad’ı terk ederek<br />
taşradaki diğer kalelerdeki hazırlıkları denetlemeye gitti. Bu gelişme Belgrad’da yeni<br />
olayların habercisiydi. Zira çatışmalardan sonra Mihail, olay patlak verdiği esnada<br />
Belgrad’da olmadığını ileri sürerek olaylarda hiçbir müdahalesi yokmuş gibi davranacak<br />
ve Batı desteğini alabilmek için “mağdur” rolüne bürünecektir 20.<br />
3-Batılı Devletler’in (Düvel-i Muazzama) Tutumu<br />
Büyük Devletler veya Osmanlı Devleti’nin Düvel-i Muazzama olarak nitelediği devletler,<br />
Paris Barış Antlaşması’na imza koymuş İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-<br />
Macaristan, İtalya ve Prusya’dır. Fakat 1870’lere kadar Düvel-i Muazzama denildiği<br />
zaman genellikle İngiltere, Fransa, Rusya kastedilmektedir. Balkanlar söz konusu<br />
olduğunda bu üçlüye Avusturya-Macaristan’da dâhil edilmiştir. Berlin Kongresi’nden<br />
sonra ise Prusya ve İtalya da hesaba katılmaya başlanmıştır.<br />
Sırbistan 1804’de ilk isyana başladığında Batı kamuoyunda ciddi bir sempati ile<br />
karşılandı. Fakat büyük devletlerin kendi aralarındaki güç mücadelesi onların isyana<br />
doğrudan müdahalesini engelledi. Sadece Ruslar doğrudan müdahalelerle isyanın<br />
seyrini tayine çalıştılar. Bundan sonra Paris Barış Antlaşması’na kadar neredeyse<br />
Sırplarla ilgili her konuda tek otorite olarak davrandılar. Ruslar’ın hami tavrı Paris’te<br />
ellerinden alındı. Fakat onlar hemen hemen her konuda kayıtsız ve şartsız Sırplar’ı<br />
desteklemeye devam ettiler. Özellikle 1830’lardan sonra etkisi Balkanlar’da iyice<br />
hissedilmeye başlanan Panslavizm ile Balkanlar’daki tüm Slavlar üzerindeki hem ciddi<br />
bir etki hem de sempati toplamışlardı. Bölge halkı yaklaşık 100 yıl boyunca gözleri<br />
kulakları Rusya’ya dönük yaşadılar. Oradaki her gelişme ya üzüntü ya sevinç yarattı.<br />
Mesela 1848 İhtilâlleri sırasında Rusya’nın Erdel’e müdahalesi Balkanlar’da “Çar’ın<br />
Balkan milletlerini kurtarmaya geldiği” şeklinde yorumlandı. Ruslar tüm Balkan milletleri<br />
Osmanlı hâkimiyetinden çıkıncaya kadar Osmanlı karşıtlığı politikalarını tavizsiz<br />
sürdürdüler. Kimi zaman açıkça kimi zaman gizlice Balkan milletlerini Osmanlı’ya<br />
karşı isyana teşvik ettiler.<br />
Düvel-i Muazzama arasında ne yaptığı veya neyi niçin yaptığı belli olmayan tek<br />
ülke Fransa idi. XIX. yüzyılda Osmanlı idarecilerinin Fransızlar’a dayanarak yaptıkları<br />
her diplomatik hareket başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Son derece güvenilmez ve<br />
istikrarsız bir politika izleyen Fransızlar işlerine geldiği gibi hareket etmişler, kimi<br />
zaman Osmanlı Devleti’ni desteklemiş kimi zamansa karşısında yer almışlardır. Mesela<br />
Paris Barış Antlaşması’nda Türk garnizonların Sırbistan’da kalmasını onlar teklif<br />
etmişlerdir. Buna karşı 1862 İstanbul görüşmeleri de dâhil Türk askerlerinin<br />
Sırbistan’dan çıkarılmaları için en fazla yine onlar gayret sarfetmişlerdir 21. Fransızlar<br />
1856’ya kadar Osmanlı Devleti içindeki ekonomik çıkarlarını koruma gayretiyle hareket<br />
ederken, İngilizler karşısında dünya siyasî alanında silinmişleri. Onlar dünyanın diğer<br />
20 Karal, a.g.e., C.VII, s.14; Hamzaoğlu, a.g.e., s.360-363.<br />
21 Paris Barış Antlaşması’nda Fransız tavrı için bakınız, Hamzaoğlu, a.g.e., s.314.
Zafer GÖLEN 331<br />
yerlerinde kaybettikleri itibarlarını Balkanlar ve Ortadoğu’da Osmanlılar’a karşı diğer<br />
milletleri destekleyerek kazanma yoluna gitmişlerdi. Özellikle 1856’dan sonra Ruslar’ın<br />
Balkanlar’daki etkisinin geçmişe oranla azalmasıyla birlikte orada Ruslar’ın yerini<br />
doldurmak için hareket geçmişler, III. Napolyon Balkan milletlerinin hamisi gibi<br />
davranmaya başlamıştı. Hatta Türkler’in Avrupa’dan kovulmasını isteyecek kadar Türk<br />
düşmanı olmuştu. Bu politikanın icabı olarak Çukurçeşme olaylarından sonra da<br />
Sırplar’ı kayıtsız şartsız destekleyen iki ülkeden biri Fransa olmuştur. Hâlbuki dönemin<br />
Osmanlı idarecileri Fransa’yı hâlâ eskinin kadim dostu olarak görüyor ve onların<br />
fikirlerine diğer devletlerden daha fazla önem veriyorlardı. Fakat Fransızlar’ın<br />
tutarsızlığı karşısında 1860’lara doğru onlar da politikalarını değiştirme yoluna<br />
gidecekler, daha İngiliz yanlısı bir politika izlemeye başlamak zorunda kalacaklardır. Bu<br />
politika değişikliği İngiltere’nin Türk yanlı bir politika izlemesinden değil, Fransızlar’a<br />
duyulan güven eksikliğinin bir sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkacaktır.<br />
XIX. yüzyılda dünya siyasetinde dikkate alınması gereken en önemli ülke<br />
İngiltere idi. İngilizler önce Amerika’da, ardından Uzakdoğu ve Afrika’da Fransız<br />
üstünlüğüne son vererek bir dünya devleti olmuşlardı. XIX. yüzyılda İngilizler’in<br />
Osmanlı politikası Ruslar’ı Tuna Nehri’nde durdurmak üzerine kuruluydu. Büyük<br />
insan gücü ve ordusu ile Rusya İngiltere’de tedirginlik yaratıyordu. İngilizler Rus<br />
yayılmacılığını sömürgeleri için tehdit olarak görüyorlardı. Özellikle Ruslar’ın<br />
Afganistan üzerinden Hindistan’a inme tehlikesi üzerinde duruyorlardı. Bu tedirginlik<br />
tüm İngiliz kabinesi, diplomatlar, stratejistler, ordu mensupları tarafından da<br />
benimsenmiş durumdaydı. Dahası XIX. yüzyıl boyunca kuşaktan kuşağa aktarılan bir<br />
miras oldu. Bu yüzden İngiliz hükümeti Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’ni korumaya<br />
çalışıyor, Ruslar’ın Akdeniz’e inmemesi için uğraşıyordu 22. Kamuoyu ise tam tersine<br />
Balkan milletlerinin her türlü isyan hareketine sıcak bakıyor, bu hareketleri bağımsızlık<br />
ve özgürlük mücadeleleri olarak algılıyordu. İngiliz devlet adamları izledikleri<br />
politikalar yüzünden çok sert eleştiriliyorlardı. Mesela 1862’de kaleme alınan bir<br />
makalede, 1862 Karadağ Harekâtı ve İngiliz Hükümeti’nin Osmanlı Devleti’ne destek<br />
vermesinin yanlış olduğu uzun uzadıya anlatılıyor ve İngiliz paraları ile (İngiltere’nin<br />
Osmanlı Devleti’ne verdiği borç kastediliyor) Balkanlar’da Hıristiyanlar’ın öldürüldüğü<br />
açık açık yazılıyordu 23. Kamuoyunun tersine 1862 olayları sırasında İngiliz Hükümeti<br />
Sırplar’ın Rus etkisi altında kaldığını düşündüklerinden Osmanlı Devleti’nin tarafında<br />
yer almışlardır. İngilizler Sırplar’ı ordu kurarak, Türkler’i Sırbistan’dan tahliye etmeye<br />
çalışarak Paris Barış Antlaşması ile Avrupa’da kurulan dengeyi bozmakla suçluyorlar ve<br />
olaylardan önceki statünün aynen devam etmesini istiyorlardı 24.<br />
Avusturya’da tıpkı İngiltere gibi Sırbistan’ın 1830 Fermanı’ndaki statüye uygun<br />
idaresinden yanaydı. Avusturyalılar Sırplar’ın ordu kurmasının Osmanlı devleti kadar<br />
kendileri için de tehdit olduğunu düşünüyor, er ya da geç kendileri için problem teşkil<br />
edeceğine inanıyorlardı. Bu yüzden Sırplar’ın bağımsızlık isteklerine karşı çıkıyorlardı.<br />
Avusturyalılar Sırbistan’da mevcut durumun korunmasına o kadar önem veriyorlardı<br />
ki, Fransa Konsolosu Çukurçeşme olayları patlak verdiği zaman Belgrad’ı<br />
22 Lawrence James, The Rise and Fall of the British Empire, London: Abacus, 1995, s.180-183.<br />
23 “Montenegro, The Herzegovine, and The Slavonic Populations of Turkey”, Macmillan’s Magazine,<br />
Volume:VI: August-1862, Cambridge: Macmillan And Co., 1862, s.345-352.<br />
24 Hamzaoğlu, a.g.e., s.357-358.
332 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
bombalaması için Avusturya Konsolosu Vasiç’in Aşir Paşa’ya cesaret verdiğini iddia<br />
etmiştir 25.<br />
4-1862 Osmanlı-Karadağ Savaşı<br />
Karadağ, Osmanlı Devleti için 1700’lerin başından beri problem olan bir bölgeydi. Bu<br />
tarihten sonra Karadağlılar zor coğrafyasına güvenerek Osmanlı hâkimiyetine tabi<br />
olmadıklarını dile getirmeye başlamışlardır. Bölgeye onlarca defa sefer yapılmasına<br />
rağmen istenilen başarı bir türlü elde edilememiş, Osmanlı orduları Karadağ’ın geçit<br />
vermez dağları arasında erimiş gitmişlerdir. Bazen iş ciddiye alınmış, Karadağ<br />
kuvvetleri ezilmiş, ancak Osmanlı ordusu Karadağ’dan çekilir çekilmez, Karadağlılar<br />
çevre eyaletlere saldırmaya devam etmişlerdir. XIX. yüzyılda Rusya’nın bölgedeki<br />
etkinliğini artırmasına paralel olarak, Karadağlılar da daha cüretkâr hareketlere<br />
girişmeye başlamışlardır. İlk olarak 1852’de eski merkez Jabliak Kalesi’nin ele<br />
geçirilmesiyle başlayan gerginlik, Ömer Lûtfî Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun<br />
1852-53’de Karadağ’a seferi ile sonuçlanmış, Osmanlı ordularının Çetine’ye girmesine<br />
Avusturyalılar engel olmuşlardı. Karadağ’ın Genç Ladikası 26 Danilo bu yenilgiden bir<br />
ders çıkarmamış, 1856’da Paris Konferansı’na katılan devletlere baş vurarak<br />
bağımsızlığının tanınmasını talep etmiştir. Talepleri reddedilen Danilo amacına kendisi<br />
ulaşmak için harekete geçmiş, 1857’de Hersek’te başlayan isyana aktif destek vermiştir.<br />
Hatta 1858’de Grahova’da Osmanlı ordularına karşı bir başarı kazanmış, bu sayede<br />
kendisine ait sınırları belirlenmiş bir alana dahi sahip olmuştur. Fakat bu başarı dahi<br />
onu durmamış, 1859 tesirini kaybeden Hersek isyanını alevlendirmek için elinden<br />
geleni yapmıştır. Ancak bu kez aralarındaki kan davasını bahane eden kendi vatandaşı<br />
bir Karadağlı’nın silahından çıkan kurşunlarla şaibeli bir biçimde hayatını kaybetmiştir.<br />
Yerine geçen yeğeni Nikola da onun politikalarına sahip çıkmış ve Hersek isyanı<br />
1861’de kaldığı yerden devam etmiştir.<br />
Osmanlı yetkilileri daha 1857’de Karadağ kontrol edilmeden Hersek’te isyanın<br />
sona ermeyeceğinin farkındaydılar 27. Fakat İstanbul, Paris Barış Antlaşması ile ortaya<br />
çıkan dengeyi sarsmak istemediğinden “Karadağ’a askerî harekât” lafzının<br />
kullanılmasından dahi rahatsız olmuştur. 1858’de bu düşünceyi dile getiren Rumeli<br />
Ordu Komutanı İsmail Hakkı Paşa sırf bu düşüncesini dile getirdiği için tenkide<br />
uğramış, bu düşünceyi kafasından çıkarması için sert biçimde uyarılmıştır 28. Sırf<br />
dengeleri korumak uğruna Osmanlı Devleti 1862’ye kadar yaklaşık 5 yıl boyunca<br />
Karadağ’a bir askerî harekâta sıcak bakmamıştır. Fakat Karadağ’ın özellikle 1862’de<br />
Hersek-Karadağ sınırında gerçekleşen çarpışmalarda asilere aktif desteğini artırarak<br />
sürdürmesi, Osmanlı Devleti’ni bölge üzerine bir askerî harekâta mecbur bırakmıştır.<br />
Yine Ömer Lûtfî Paşa komutasında gerçekleşen Karadağ harekâtı Haziran 1862<br />
25 Hamzaoğlu, a.g.e., s.357-358; Mufassal Osmanlı Tarihi, C.VI, s.3121.<br />
26 Ladika veya Vladika Karadağ’ı idare eden piskopos yöneticilere verilen addır. İdareciler piskopos<br />
olduklarından idare amcadan yeğene geçiyordu. Ancak Danilo Ladika olunca sistemi değiştirmiş.<br />
Evlenerek seküler bir idareci olmuş, kendi hanedanını kurmaya çalışmış, onun bu çabası sonunu<br />
hazırlamıştır.<br />
27 B.O.A., A.MKT.UM., nr:478/12; A.AMD., nr:94/80; Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, Osmanlı-<br />
Karadağ Muhârebâtı Tarihçesi, İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphanesi, nr:10071, varak:50b, 51b.<br />
28 B.O.A., İ.D., nr:26272, Lef:5,7-8, 24 Cemaziyelahir 1274/9 Şubat 1858 tarihli İsmail Hakkı Paşa’nın<br />
tahriratları; 7 Receb 1274/21 Şubat 1858 tarihli arz tezkiresi; 8 Receb 1274/22 Şubat 1858 tarihli irade.
Zafer GÖLEN 333<br />
Haziran 29 ayı başında başlamış ve Ağustos sonunda tamamlanmıştır. Osmanlı<br />
ordularının Karadağ’ı tamamen ezmesinin ve Çetine’ye girmesinin önündeki engel yine<br />
Batılı güçler (İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya, Prusya ve İtalya) olmuştur. İki taraf<br />
arasındaki çatışmalar 31 Ağustos 1862’de imzalanan İşkodra Antlaşması ile sona<br />
ermiştir.<br />
Karadağ’ı bu kadar ön plana çıkaran ise Sırp tahrikleriydi. Sırplar Osmanlı<br />
Devleti ile doğrudan bir mücadeleyi göze almadıklarından Karadağ’ı kullanarak<br />
Osmanlı askerî gücünü zayıflatmayı denemişler, bunda da başarılı olmuşlardır. Zira<br />
Çukurçeşme olayları sonrasında Osmanlı Hükümeti’nin Sırbistan’a asker sevketmesine<br />
engel olan husus, Karadağ’daki savaş olmuştur. Osmanlı idarecileri kendi aralarındaki<br />
müzakerelerinde bu konuyu açıkça dile getirmişlerdir 30. Karadağ’la ateşkesi sağlamak<br />
için gerçekleşen İşkodra görüşmeleri sırasında Ladika Nikola kendisinin Sırplar’ın<br />
oyununa geldiğini ifade etmiş, Sırp idarecilere olan tepkisini “Tecrübesizliğim hasebiyle<br />
Rusyalulara ve Sırplara aldandım ve Devlet-i Aliye ile askerinin bu kadar kuvvetini bilmezdim.<br />
Az müddet içinde Karadağ’ı bu hale koyan askere Sırbistan hiç dayanmaz. İnşallah anların üzerine<br />
dahi gider ve bende bakıp gülerim” sözleriyle dile getirmiştir 31. Tüm eleştiri ve kargaşaya<br />
rağmen Sırplar süreci iyi değerlendirmiş ve en azından Uziçe ve Sokol Kaleleri’nin<br />
yıkılmasını sağlamışlar, Belgrad dışındaki Türkler’in Sırbistan’dan tahliyesini<br />
başarmışlardır.<br />
B-Olayın Meydana Gelmesi<br />
Çukurçeşme olaylarının meydana gelmesi sadece bir an meselesiydi. Zira Miloş’un<br />
ikinci defa Sırp Baş Knezi olmasından beri Sırplar, açıkça Belgrad Varoş’unda yaşayan<br />
Türkler’in tahliyesini istemeye başlamışlardı 32. Osmanlı yetkilileri olay meydana gelir<br />
gelmez bölgedeki gelişmeleri yakından takip etmeye başlamıştır. Olay meydana<br />
geldiğinde Mühimmat-ı Harbiye Nazırı Mirliva Edhem Paşa Belgrad’daydı ve 25<br />
Zilhicce 1278/23 Haziran 1862’de Rumeli Ordu Komutanı Ömer Lûtfî Paşa’ya konu<br />
ile ilgili bir rapor göndermiştir. Rapora göre, Çukurçeşme Olayları 17 Zilhicce 1278/15<br />
Haziran 1862 Pazar günü saat 18:00’de 33 başlamıştır 34. Belgrad’da Varoş Karakolu’nda<br />
görevli neferlerden biri İç Varoş’un Müslüman mahallelerinden Bayram Bey<br />
Mahallesi’nde bulunan Çukurçeşme’de su doldurulurken bir Sırplı ile kavga etmiştir.<br />
Sırplar ise kavganın çeşmede su dolduran Sava adında bir Sırp çocuğun kafasına Türk<br />
29 Çukurçeşme olaylarının Karadağ askerî harekâtı başladıktan kısa süre sonra patlak vermesi tesadüf<br />
değildir ve iki olay arasındaki organik bağı göstermektedir.<br />
30 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:62, s.29.<br />
31 Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir 13–20, Yayınlayan: Cavid Baysun, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1991,<br />
s.253-254.<br />
32 B.O.A., İ.H., nr:333/21408.<br />
33 Saat bilgisi Fransız Konsolosu Tastu’ya aittir. Bakınız, Ludwig Karl Aegidi und Alfred Klauhold, Das<br />
Staatsarchiv: Sammlung der officiellen Actenstücke zur Geschichte der Gegenwart, Band: IV: 1863. Januar bis Juni,<br />
Hamburg: Otto Meissner, 1863, No: 569, s.154. 16 Haziran 1862 tarihli Fransa’nın Belgrad Konsolosu<br />
Tastu’nun Dışişleri Bakanı Thouvenel’e (Edouard Antoine de Thouvenel (1818-1866) 1855’den<br />
1860’a kadar Fransa’nın Osmanlı Devleti nezdindeki büyükelçisi ve 1861-62 Fransa Dışişleri Bakanı)<br />
Çukurçeşme olaylarının başlangıcıyla ilgili gönderdiği rapor.<br />
34 Karal olayların 10 Haziran’da, Hamzaoğlu ise 3 Haziran’da başladıklarını yazarlarsa da her ikisinin<br />
verdiği tarih de yanlıştır. Bakınız, Karal, a.g.e., C.VII, s.14; Hamzaoğlu, a.g.e., s.363; Mufassal Osmanlı Tarihi,<br />
C.VI, s.3120.
334 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
askerinin desti ile vurması ve çocuğun ölmesi nedeniyle çıktığını iddia ederler. Daha<br />
sonra Sırbistan içişleri bakanı olan Kosta Hristiç’in babası Nikola Hristiç ise anılarında<br />
çocuğun ölmediğini, hafif şekilde yaralndığını ileri sürmüştür. Kavga üzerine Sırp Polis<br />
Tercümanı Simeon Nesiç (Simo) ve birkaç jandarma Çukurçeşme’ye gitmişlerdir. Türk<br />
tarafından da olay yerine Zabıta Komutanı Kolağası Mustafa Efendi tarafından<br />
Yüzbaşı İbrahim Bey ile birkaç nefer gönderilmiştir. İki taraf olay yerinde<br />
karşılaşmışlar, Simo’nun Sırplı ile kavga eden Türk askerini tutuklamak istemesi<br />
üzerine yüzbaşı bu harekete karşı çıkmıştır. Bunun üzerine Simo yanında bulunan<br />
jandarmalara, Türk askerinin direnmesi halinde ateş açma izni vermiştir. Ateş emri<br />
üzerine Sırp jandarmalardan biri olaya karışan neferi yaralamış, ardından yüzbaşıya ateş<br />
açılmış, ancak yüzbaşı olaydan yara almadan kurtulmuştur. Hemen ardından iki taraf<br />
arasında karşılıklı ateş başlamış, Simo ve iki Sırp jandarması çıkan çatışmada hayatını<br />
kaybetmiştir. Olayın duyulması üzerine Sırplılar kalabalık bir şekilde Varoş<br />
Mahallesine, Türk karakollarına ve Müslüman mahallerine saldırmışlar, Türk<br />
garnizonunu yoğun ateş altına almışlardır. Müslümanların hayatının tehlikeye girmesi<br />
üzerine Belgrad Kalesi’nde üstlenmiş olan Türk kuvvetlerinden 3 bölük Dörtyol<br />
mevkiine gönderilerek, kale civarındaki Müslüman halk koruma altına alınmıştır.<br />
Ardından tüm gece boyunca kale dışındaki Müslümanlar’ın ve karakollardaki Türk<br />
askerlerinin kale içine taşınması işlemi sürmüştür. Bu arada çatışmalar artarak devam<br />
etmiştir. Çatışmalar esnasında Sırplar’ın oldukça organize oldukları görülmektedir. Zira<br />
Sırplar 1–2 saat gibi kısa bir sürede kale dışındaki tüm karakolları kuşatmışlar, ayrıca<br />
kale dışındaki asker ve sivillerin kaleye ulaşmasını engellemek için kale kapılarına giden<br />
meydan ve yolları kontrol etmişler, Tüm bu civardaki dükkân ve evleri karargâh olarak<br />
kullanmışlardır. Türk askerleri gece saat 1,5 civarlarında tahliye işlemini bitirmişlerdir.<br />
Çatışmalar esnasında Türk askerlerinin kaybı 1 kolağası, 1 çavuş, 4 nefer ölmüş; 12<br />
nefer yaralanmıştır. Sivil kayıplar ise 2’si kadın, 1’i kız çocuğu, 8’i erkek çocuk olmak<br />
üzere 17 kişi ölmüş; 24 kişi yaralanmıştır 35.<br />
Gece yarısına doğru Belgrad’da bulunan İngiliz Konsolosu kaleye gelerek<br />
Belgrad Muhafızı Aşir Paşa ile görüşmüş, çatışmanın bitmesi için arabulucuk yapmıştır.<br />
Görüşme sonunda Sırbistan Dahiliye Müdürü İliya Garaşanin kaleye davet edilmiştir.<br />
Garaşanin sabah namazı vakti diğer ülke konsolosları ile kaleye gelmiş, çatışmaları sona<br />
erdirmek için görüşmeler başlamıştır. Sırp tarafı kale dışında yer alan bütün karakol ve<br />
kışlaların boşaltılarak, Osmanlı askerlerinin kaleye çekilmesini istemiştir. Türk tarafı ise,<br />
“Bir şekilde dışarıda kalmış olan Müslüman halkın sağ olarak kaleye gelmelerine izin verilmesi,<br />
kaleye çekilmiş olan halkın mal ve mülklerindeki eşyaların sahiplerine teslimi, askerler tarafından<br />
boşaltılan karakollardaki eşyaların kaleye teslimi” istenmiştir. Bütün konsolosların imzasıyla<br />
kayıt altına alınan kararlar gereğince, “Türk askerlerinin karakollardan kaleye çekilmesinin<br />
daha sonra görüşülmesine, buna karşı kaleye çekilen halkın mal ve mülklerinin kendilerine eksiksiz<br />
iadesine” hususlarında anlaşmaya varılmıştır. Anlaşma sonucu kale dışında kalan<br />
Müslümanlar kaleye getirilmiştir 36.<br />
35 Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, a.g.e., varak:89b-91a; Staatsarchiv, Band: IV, No:569, s.155-156;<br />
Hamzaoğlu, a.g.e., s.363-364; Karal, a.g.e., C.VII, s.14; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.199; Mufassal Osmanlı<br />
Tarihi, C.VI, s.3120.<br />
36 Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, a.g.e., varak:91a-91b; Staatsarchiv, Band: IV, No:569, s.154-155;<br />
Hamzaoğlu, a.g.e., s.364-365; Karal, a.g.e., C.VII, s.14.
Zafer GÖLEN 335<br />
C-Belgrad Bombardımanı<br />
17 Haziran Salı günü çatışmalar yeniden başlamıştır. Sırplar gece yarısını müteakiben<br />
top desteği ile kaleyi ele geçirebilmek için saldırıya geçmişlerdir. Ateş karşısında sabahı<br />
bekleyen Osmanlı yetkilileri, çatışmanın durdurulması için sabah erken saatte Topçu<br />
Alay Kâtibi Mahmud Efendi Garaşanin’le görüşmeye gitmiş, görüşmeden bir sonuç<br />
alınamaması üzerine önce İngiliz Konsolosuyla görüşmüş, daha sonra da diğer<br />
devletlerin konsoloslarıyla görüşmüş ancak tüm bu diplomatik çabadan bir sonuç<br />
alınamamıştır. Mahmud Efendi’nin gidişinin üzerinden 1 saat 20 dakika geçmesi<br />
üzerine Sırp saldırılarında bir azalma yaşanmaması aksine saldırıların şiddeti artmış,<br />
Sırp askeri ve jandarması destekli Sırp saldırganlar İstanbul ve Vidin kapıları civarında<br />
saldırılarını yoğunlaştırmışlar ve kale ciddi tehdit altına girmiştir. Saldırıya 10 dakikaya<br />
yakın karşılık verilmemiş, fakat Sırp tarafının saldırılarını artırması ve kale içindeki<br />
tabyaların hırpalanmaya başlaması üzerine karşılık verilmek zorunda kalınmıştır. Bu<br />
son derece kritik karar kalede görevli herkesin oybirliği ile alınmış, saldırı kararının<br />
alınmasında kaleye sığınan siviller oldukça etkili olmuştur. Gerek kalenin Sırplar’ın<br />
eline geçme tehlikesi göstermesi gerekse saldırıda ölenlerin yakınlarının Sırp saldırıları<br />
karşısında cevap verilmemesi üzerine memnuniyetsizliklerini açıkça göstermeye<br />
başlamaları Belgrad’ın bombalanması sürecini hızlandırmıştır. Belgrad bombardıman<br />
edilmeden önce Sırplar’a gözdağı vermek ve kale üzerindeki tazyiki hafifletmek için<br />
evvela tüfek ateşi açılmıştır. Tüfek ateşi Sırplar üzerinde etkili olmamış, ardından<br />
saldırganları korkutmak için 2 boş top atılmıştır. Fakat bu hareket Sırplar’ı daha da<br />
kızdırmış, kale resmen kuşatılmış, kale karşısına metrisler kazılıp kuşatma vaziyeti<br />
alınmıştır. Çatışmalar tüm gün ve gece sürmüş 18 Haziran Çarşamba sabah 03.00’de<br />
Sırp saldırganlar kapıyı parçalayıp kaleye girebilmek için Vidin Kapısı’na ve Tuna<br />
sahilinde bulunan Mecidiye tabyasına saldırmışlardır. Saldırı karşısında tabyadan<br />
saldırganlar üzerine 2 top atılarak, saldırı savuşturulmuştur. Bu sırada Garaşanin ve<br />
konsoloslarla görüşmeye giden Mahmud Efendi ve 3 adamının asiler tarafından<br />
öldürüldüğü haberi kaleye ulaşmıştır. Mahmud Efendi’nin öldürülmesi, saldırıların<br />
aralıksız sürmesi ve saldırganların top kullanmaya başlaması üzerine kaleyi savunmak<br />
için top kullanma kararı alınmıştır. Alınan karar gereğince saat 08.00–13.30 saatleri<br />
arasında Belgrad’ın Sırp kesimini 56 topla 5,5 37 saat aralıksız bombardıman ettiler. Sırp<br />
kaynakları bombardıman sırasında Sırp mahallelerine 1.800–2.000 top mermisinin<br />
düştüğünü, 377 evin isabet aldığını, 20 evin yandığını ifade ederler. Bombardıman<br />
sırasında 15 Türk evi de isabet alarak yandı ve yine bir minare ateş sonucu yıkıldı. Top<br />
ateşi Sırplılar’ı püskürtmüş, bombardımanın ardından cılız tüfek ateşleri 20 saat daha<br />
sürmüş, ancak bunlar kale için tehdit oluşturmadığından cevap verilmemiştir. Sırp<br />
kaynakları çatışmalarda iki taraftan çok sayıda insanın öldüğünü yazarlar. Hatta bazı<br />
kaynaklar, şehit edilen Türkler’in sayısı hayli fazla olduğundan dolayı, imamlar gece<br />
gündüz çalışmalara rağmen aynı gün tüm ölüleri defnedemediklerini, bazı cesetlerin 2–<br />
3 gün sokakta kaldıklarını yazarlar 38.<br />
37 İngiliz arşiv kayıtlarında süre 4 saat olarak kayıtlıdır. Bakınız, Staatsarchiv, Band: IV, No:583, s.177, 23<br />
Temmuz 1862 tarihli İngiltere Dışişleri Bakanı Earl Russell’den Sırp Knezi Mihail Obrenoviç’e gönderilen<br />
cevabî mektup.<br />
38 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:62, s.32-33; Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, a.g.e., varak:91b-<br />
.93a; Hamzaoğlu, a.g.e., s.365; Karal, a.g.e., C.VII, s.14; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.199; Mufassal Osmanlı<br />
Tarihi, C.VI, s.3121.
336 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
Belgrad top ateşine tutulduğu sırada Böğürdelen’de bulunan Knez Mihail ertesi<br />
gün Belgrad’a dönmüş ve Sırp Meclisi’nden aldığı yetkiyle ülkede olağanüstü hal ilan<br />
etmiştir. Olayın İstanbul’da duyulması üzerine İstanbul konuyu araştırmak üzere<br />
Divân-ı Muhasebât Başkanı Ahmet Vefik Bey acilen Belgrad’a gönderilmiştir. Bu<br />
sırada Fransa, Rusya ve İngiltere konsolosları olası bir çatışmayı önlemek ve kale<br />
içindeki heyecanı yatıştırmak için kale meydanına gelip çadır kumuşlardır. Fakat<br />
onların teminatları ve kale içinde ikametleri dahi işe yaramamış, Sırplar kaleye yönelik<br />
taciz ateşlerine devam etmişlerdir. Olayların vahametinin farkında olan İstanbul,<br />
Belgrad’daki kuvvetlere ek olarak 2.200’e yakın ek kuvvet sevkedilmiştir. Olaylar patlak<br />
verdiğinde Belgrad’da 12.000 Osmanlı askeri ve 200 top vardı. Mihail Temmuz sonuna<br />
doğru genel seferberlik ilan etmiş, şehirlerde oturan Türkler Sırplar tarafından<br />
kuşatılmaya başlamıştır. Eşgüdüm olarak Osmanlı ordusu da Sırbistan’ı kuşatmıştır.<br />
Fethülislam, Böğürdelen, Semendire ve diğer kentlerde bulunan Türk garnizonlarına<br />
takviye yapıldı. Mihail Türk-Sırp savaşının Belgrad’dan ziyade sınırlarda yaşanacağını<br />
düşünmekteydi. Sırplar, muhtemel Türk-Sırp Savaşı ile Karadağlılarla gerçekleştirmiş<br />
oldukları ittifakın gereklerini de yerine getirmiş olacaklar, Karadağ üzerindeki baskı da<br />
hafiflemiş olacaktı. Ancak Vidin’de bulunan 100.000 kişilik Osmanlı ordusunun<br />
Sırbistan’a yürümesi üzerine Mihail gücün büyüklüğünden çekindi ve Garaşanin<br />
aracılığıyla Bâb-ı Âlî’den Osmanlı harekâtının durdurulmasını istedi. Bu sırada Belgrad<br />
bombardımanı ve Karadağ harekâtı nedeniyle Batı kamuoyu karşısında zor durumda<br />
olan İstanbul, askerî harekâtı durdurmak zorunda kaldı 39.<br />
D-Olayın Sonuçları<br />
1-Avrupa Kamuoyu’nun Tutumu<br />
Belgrad Bombardımanı Batı’da tam bir şok etkisi yaptı 40. Batı’da birbirini ardına Türk<br />
karşıtı yazılar yazılmaya başlandı. Sırplar adeta melek Türkler ise bu masum<br />
Hıristiyanlar’ı ezen insanlar olarak tanımlandı. Propaganda o kadar etkiliydi ki<br />
Sırplar’ın yüz yıldır yaptıkları çalışmalardan daha fazla ses getirdi. Batı âlemi bundan<br />
böyle Sırplarla Türkler’in bir arada yaşayamayacağına karar verdi. Aynı tarihte Osmanlı<br />
birlikleri Hersekli isyancılara ve Karadağ’a karşı başka bir operasyon yürüttüklerinden,<br />
olaylar “Osmanlılar Balkanlar’da Hıristiyan varlığına son vermek istiyor” şeklinde<br />
yorumlandı. XIX. yüzyılda sıkça gördüğümüz gibi hiçbir araştırma yapılmadan<br />
Osmanlı idaresi suçlu ilan edildi. Her olay sonrasında olduğu gibi Türk düşmanlığı ve<br />
Türkler’in kötülüklerini konu edinen yazılar ardı ardına yayınlandı. Ancak en hassas<br />
kamuoyu İngiltere’deydi. İngilizler’in konumu son derece önemliydi. Zira Fransa,<br />
Rusya, İtalya gibi devletler kayıtsız şartsız Sırplar’ı destekliyorlar, Prusya tarafsızlığını<br />
ilan etmişti. Özellikle Fransız yetkililer Sırplar’ın avukatı gibi davranıyor, Türkler’in<br />
mutlaka Sırbistan’ı tahliye etmesini istiyorlardı. Avusturya ve İngilizler ise kendi<br />
çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ni desteklemekteydiler. İngiltere’de Rusya’nın<br />
“Hasta adam” nitelemesine karşı, Osmanlı Devleti’nin yaşamasını isteyen ciddi sayıda<br />
yönetici vardı. Bu yüzden Türk karşıtı propaganda İngiliz kamuoyu üzerinde<br />
yoğunlaşmıştı. Mesela yazarı belli olmayan bir broşürde İngiltere Hükümeti’nin<br />
39 Ergirili Ahmed Hilmi İbni Resul, a.g.e., varak:93a; Hamzaoğlu, a.g.e., s.366; Karal, a.g.e., C.VII, s.15.<br />
40 Staatsarchiv, Band: IV, No:570, s.156, 21 Haziran 1862 tarihli Fransa’nın Belgrad Konsolosu Tastu’nun<br />
Dışişleri Bakanı Thouvenel’e Belgrad bombardımanı ile ilgili gönderdiği rapor.
Zafer GÖLEN 337<br />
politikası sert biçimde eleştiriliyor ve bir an evvel Türklerle tüm ilişkilerin kesilmesi<br />
isteniyordu. Çoğunlukla din kardeşliğinin vurgulandığı bu yayınlarda yukarıda ifade<br />
edildiği gibi tarihsel Türk düşmanlığına da ciddi ve sistemli atıflar yapılmaktaydı.<br />
Bunlardan biri aynen şöyledir 41:<br />
“Günümüzde, Avrupa’nın politik ilişkileriyle az da olsa ilgilenenler, İngiltere’nin uyguladığı<br />
politikaların, kasvetli Doğu sorununun çözümünün gecikmesinin - tek olmasa bile - temel sebebi<br />
olduğunu düşünür. Bu politika, Türklerin Avrupa’daki hâkimiyetinin tüm risk ve maliyetlere<br />
rağmen devamlılık arzetmektedir. Avrupa’yı sürekli tehdit eden bu galeyan ve kışkırtmanın temel<br />
sebebi İngiltere’nin tutumudur. Tanrı’nın ticari ve endüstriyel gelişim lütfettiği dünyanın bu<br />
kısmındaki en verimli ülkeler, fakirlik ve barbarlık içinde sürünmeye mahkûm edilmiştir. Bu<br />
ülkelerde yasayan 12 milyon insan da bu toprakların kaderini paylaşmaya mahkûm edilmiştir.<br />
İnsanlık tarihinde, bariz bir şekilde liberal ve Hıristiyan olan ve medeniyetin lideri olmakla hakli<br />
olarak övünen bir insanin, Hıristiyan’a karşı Hıristiyan olmayanı, ilerlemeye karşı barbarlığı<br />
desteklemesi, dolayısıyla 4,5 yüzyıl boyunca bilim veya sanatta ne bir buluş yapan, ne bir başarı<br />
gösteren, aksine fethettiği toprakları talan eden, Hıristiyan nüfusa zulmeden, vaktiyle refah içindeki<br />
toprakları çöle çeviren bir ırkı ebedileştirmesinden daha üzücü bir durum yoktur.<br />
Yüce ve kültürlü insanların hükümetinin, politik ve dini prensiplerinin tersine bir politika<br />
uygulaması, insanı, bu politikanın gözardı edilen prensiplerden daha büyük bir amaca hizmet etme<br />
nedeniyle gerçekleştiğine inanmaya itiyor. Fakat İngiltere’nin Doğu politikası için bu durum geçerli<br />
değildir. En tarafsız araştırma bile bu politikayı haklı çıkarabilecek maddi veya manevi çıkarı<br />
ortaya çıkaramaz. Tam tersine, ticari ve ekonomik olarak bu kadar önemli bir ülkenin çıkarları –<br />
hem Doğu’daki durumu hem de Hıristiyan ve medeni bir güç olmanın getirdiği görevler göz önüne<br />
alındığında- doğal olarak tamamen farklı bir politik davranışı gerektirir. Şu kesindir ki, hiç bir<br />
iktidar – dünyadaki hiçbir ülke - Türlerin Avrupa’daki hâkimiyetinin yok olmasından İngiltere<br />
kadar karlı çıkmayacaktır. Doğu’yu asırlardır bezginlik içinde tutan bağlar koptuğu gün, =<br />
Müslümanların batıl inançları yerine Hıristiyanların dini prensipleri, Asya’nın uyuşukluğu yerine<br />
Avrupa’nın hareketliliği geldiğinde, bu ülkelerin uzun zamandır boş bırakılan verimli toprakları<br />
bolca urun verdiğinde, limanları – doğanın onlara sunduğu kaderdeki gibi- birer ticari limana<br />
donustugunde, boyun eğdirilen ırklar özgürlüklerine kavuşup Batı Avrupa’daki kardeşleri gibi<br />
icatlar ve fikirler üretmeye başladıklarında, = İngiltere’nin zaferi ve öneminin haddi hesabı<br />
olmayacaktır. Bu görkemli pazarlar İngiltere’den fazla kim için açılabilir? Kimin imal ürünleri<br />
Doğu Akdeniz ülkelerinin doğal ürünleriyle takas edilecektir? Kim ayaklar altında ezilmiş bu<br />
bilinmeyen toprakların bankeri, kapitalisti, canlandırıcı gücü olacaktır? Kimin fikirleri ve etkisi<br />
hüküm sürecek, prensipleri kabul edilecek, kime dalkavukluk edilecek ve kim Hıristiyan<br />
bölgelerinin sefaletten aydınlığa kavuşmasına en fazla yardımcı olacaktır. Tüm bunların tek cevabı<br />
İngiltere’dir. Ve bu bir milletin arzu edebileceği en somut kazançtır.<br />
Bu gerçekler tabi ki İngiliz devlet adamlarının dikkatinden kaçmamıştır. İngiltere Levant<br />
ile alışverişini Osmanlı içindeki Hıristiyan azınlıklar vasıtasıyla gerçekleştirdiği için bilir ki bu<br />
ajanlar, Türkler’in ahlaksızlığı ve ahmaklığından muaf tutulan ülkelerde, özellikle Hıristiyan<br />
devletlerinin özgür birer üyesi olduklarında daha da faydalı olacaklardır. Bu nedenle,<br />
Hıristiyanlar’ın kurtuluşu ve bağımsızlığı İngiliz ticareti açısından olumludan farklı şekilde<br />
değerlendirilemez.<br />
41 A Serb, The Case of Servia, London: Bell and Daldy, 1863, s.3-16; Hamzaoğlu, a.g.e., s.366-367; Karal,<br />
a.g.e., C.VII, s.14; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.199.
338 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
Fakat farklı bir plan benimsendi, farklı bir dava daha öne geçti. Bu, Türkiye’nin<br />
korunmasının Avrupa’daki güç dengeleri açısından vazgeçilmez olması ve Türkiye’nin Doğu’daki<br />
hırslı Rusya’ya karşı bir kalkan olarak kullanılmasıydı. Bundan daha büyük bir hata olamazdı.<br />
Sürekli utanç yaratan, daimi olarak Avrupa devletleri arasında ihtilaf çıkaran bir güç, nasıl olabilir<br />
de barışı yayabilir, Avrupa’daki dengeleri koruyabilirdi? Sadece güçlüde bulunabilecek şeyi zayıfta<br />
aramak veya kendini bile savunmaktan aciz bir devlete güvenmek ne büyük aptallıktır. Türkiye<br />
düşmanlarını uzak tutacak bir kale olmaktan çok onları çeken bir savaş veya entrika alanıdır.<br />
İngiltere’nin isteği Rus sınırında, zayıf ve bölünmüş bir Türkiye’nin bulunması bu sayede<br />
Rus hırsını kontrol edebilmek veya Doğu’daki bencil amaçlarından vazgeçirmeye zorlamaktır.<br />
Türkiye’nin zayıflığı da suni ittifaklar yoluyla sağlanacak ve desteklenecektir. Tarih bizi böyle bir<br />
desteğin gücü ve güvenilirliği konusunda cahil bırakmamıştır. İttifakların ne kadar zorlukla<br />
sağlandığını ve ne kadar az güvenilir olduğunu biliyoruz. Ne kadar süre süreli olduklarını ve dünün<br />
dostlarının bugünün düşmanları olabileceğini gördük. Fazla geriye gitmeyelim, örneğin, son Türk<br />
savaşında ortaya çıkan ittifakı ele alalım, şimdi nerede, sonuçları ne oldu?<br />
Son kanıt, Türkiye’yi mantıksızca destekleyenlerin ileri sürdüğü Hıristiyanlar’ın<br />
özgürlüğü ve bu inanca sahip devletlerin oluşması aslında Rusya’nın lehine dönebilir. Avrupa’daki<br />
Türkiye halkının – Slav veya Ortodoks olsun- tek isteğinin Rusya ile birleşmek olduğu iddia<br />
edilmektedir. Bu nedenle onları kayırmak, Çar’ın askerlerine doğrudan destek vermektir. Bu,<br />
kuşkusuz ki, İngiltere’nin Levant politikasına yon veren en köklü ve temel hatadır. Dahası, Türk<br />
Slavları’na -özellikle de Sırplar’a- karşı atılan en büyük iftiradır. Bu iddiayı başlatanlar ve<br />
yayanlar, en değerli nimetleri milliyetleri olan bu insanların duygu ve arzuları konusunda büsbütün<br />
cahildir. Onlar için dünyadaki en değerli ödül bağımsız bir millet olmaktır. Bu durumda neden böyle<br />
bir intihara kalkışmalarını bekleyelim? Ayrıca, bunun saçmalığı eşyanın tabiatı gereği aşikârdır.<br />
Burada tarihsel bir varlığı olan ve her mensubunun gurur duyduğu görkemli bir geçmişi olan insanlar<br />
söz konusudur. Yüzyıllar süren uzun ve haşin zorba yönetim boyunca bu insanlar bağımsızlık<br />
isteğine bağlanıp bunu korumuşlardır. Tam cesaretlerinin meyvesini alacakları bir zamanda, bu<br />
insanların en değerli varlıklarını bir kenara bırakabileceklerine, son dakikada bir efendiyi başka bir<br />
efendiyle değişeceklerine – Türk yerine Rus olacaklarına ve evlatlarının Sibirya veya Kafkaslar’a<br />
asker olarak gönderilmesine sevineceklerine- kim inanır? Böyle bir suçlama yapabilmek için<br />
gerçekten cahil ve fesat olmak gerekir.<br />
Rusya bu konularda çok daha bilgilidir. Sırplar’ın milli hassasiyetinin ne kadar derin<br />
olduğunu, bu ırkın diline, tarihine ve varlığına ne kadar bağlı olduğunu gören Rusya, milli hisleri<br />
canlı tutarak ve destekleyerek sempati kazanabileceğini anlamıştır. Rusya bilir ki bencil, hırslı veya<br />
bu ülkelerin milliyetlerine karşı düşmanca bir tavır sergilediği anda etkisi kaybolacak, minnet<br />
duyguları nefrete dönüşecektir. Eğer Rusya Slavlar arasında arkadaş ve sempatizan bulduysa bunun<br />
sebebi bu insanların Rus olmak istemesi değil, Çar’ın kendilerine zulmedenlerin düşmanı olduğunu<br />
düşünmeleri, kendi milletlerini ve inançlarını koruyacağına inanmalarıdır. Tüm sır bundan ibarettir<br />
– Sırplar’ın Ruslar hakkında düşündüğü budur.<br />
Görülecektir ki Rusya’nın Hıristiyanlar üzerindeki etkisi kesinlikle ayrıcalıklı değildir.<br />
Diğer güçler tarafından gösterilecek aynı kibarlık ve koruma, tüm Slav ırkından aynı minnettarlığı<br />
görecektir. Ama eğer sadece Rusya yardım elini uzatıyorsa, Hıristiyanlar bu eli nasıl geri<br />
çevirebilirdi, nasıl olur da Türk tehdidine karşı kullanmazdı?<br />
Şu gerçeği gizlemeyeceğiz: Avrupa’nın liberal güçlerinin kötü politikası sonucunda<br />
Hıristiyan ırkların Ruslar’a karşı borçlu durumda bırakılması ve onun müşterileri olmaya<br />
zorlanması tehlikesi doğmuştur. Slav ırkları böyle bir koruyucuya bağlayan temel sebep İngiltere’nin<br />
kötü niyeti ve bu ülkenin uyguladığı politikanın Doğu’nun Hıristiyanları’na karşı beslediği kindir.
Zafer GÖLEN 339<br />
Bu hatasında ısrar eden ve Türk Slavları’nı Ruslar’ın öncü birlikleri olarak gören İngiltere,<br />
zamanla onları gerçekten böyle olmaya zorlamıştır. Bir millet umutsuzluğa düştüğünde ne yapmaz<br />
ki? İngilizler, varlıkları için savaşan kardeş Hıristiyanlar’a karşı uyguladıkları politikayı<br />
liberalleştirerek Slav Hıristiyanları’nın böyle bir delilik yapmasını engelleyebilirler.<br />
Günümüzde çok az insan Türkler’in önemi veya Avrupa’daki baskınlığının devam edeceği<br />
konusunda ısrarcı olabilir. Yine de, Türk yönetiminin geri kalmış acınası durumunu gözönünde<br />
bulundurmalı ve sürekli tekrarlanan olayları, bir yerde bastırılan diğer yerden patlak veren sonra<br />
yine – her zaman yabancı destek ve yardımlarla- bastırılan olayların bir imparatorluğun son<br />
çırpınışları olduğunu görmeliyiz. Türk devleti durulamaz, huzura kavuşamaz veya yenilenemez.<br />
Yokolan bir ırk, yıkılan bir imparatorluk söz konusudur.<br />
Türkiye’nin er ya da geç yok olmasıyla beraber, Büyük Doğu Sorunu’nu çözmenin iki<br />
çeşidi ortaya çıkacaktır. Birincisi, Türkiye’nin büyük güçler arasında paylaşılması, diğeri de ülkeyi<br />
nüfusun çoğunluğunu oluşturan doğal mirasçılarına bırakmaktır. Türkiye’nin Avrupa güçleri<br />
arasında paylaşılması neredeyse imkânsızdır. Karşıt görüşler nasıl buluşabilir veya hepsinin çıkarları<br />
nasıl korunabilir? Dolayısıyla ikinci görüş daha olası aynı zamanda onurlu, makul ve adildir.<br />
Türkiye’de üç ırk vardır; Slav (sayıca en fazladır), Yunan ve Romen. Bu üç ırk üç küçük<br />
eyaletle temsil edilir; Yunan krallığı, Sırp Prensliği ve Eflak Boğdan. Avrupa Yarımadası’ndaki<br />
Hırıstiyanlar’ın çoğu ilk iki eyaletin ileride krallık olabileceğini düşünmektedir. Doğu Avrupa’daki<br />
bu üç ırkın bağımsızlığı, Avrupa’nın geri kalan kısmındaki insanlarda memnuniyet yaratmalıdır.<br />
Öyle bir durumda, sürekli bir güvensizlik kaynağı olan son demlerini yasayan vahşi bir krallık olan<br />
Rusya ile sınır olmaktansa, Batılı güçler ittifakı Yunan, Sırp ve Romanya konfederasyonu ile<br />
gerçekleştirebilir – ki bu üç eyaletin nüfusu mevcut durumda bile 16 milyondan fazladır. Gençliğin<br />
enerjisiyle dolu, medeniyetin tüm sanatlarında hızla ilerleyen bu üç eyalet, Avrupa’nın bu kısmının<br />
tamamını kaplayacak ve Batılı güçlerin aklini meşgul eden korkuları silecektir. Batılı güçler,<br />
Avrupa’nın günün kendi gücünden çok Türkiye’nin zayıflığından kaynaklandığını<br />
düşünmektedirler. Bu zayıflık gittiğinde, Rus sınırına güçlü bir millet yerleştiğinde, Rusya’nın hırsını<br />
kontrol edecek ve engelleyecek bir barikat ortaya çıkacaktır.<br />
Bu işler tabi ki bir günde olmaz. Ama istenir ve koruma sağlanırsa işler doğal olarak bu<br />
şekilde yürüyecektir ve bu Hıristiyan eyaletlerin gelişmesi ve bağımsızlığı desteklenirse Avrupa<br />
Doğu’da barışçıl bir çözüme gitme yolunda doğru bir adım atacaktır. Diğer tüm çözümler kanlı<br />
savaşlara, hem Avrupa hem de Doğu’nun anarşiye boğulmasına sebep olacaktır.<br />
İngiltere bu gerçeği fark ettiğinde, tabi ki gücünü, zaferini engellemek için<br />
kullanmayacaktır. Bu amacı engelleyecek hiçbir bedel ve çıkar önerilemez. Tersine, göstermiş<br />
olduğum gibi, her şey İngiltere’nin Türkiye’deki Hıristiyanlar’ın bağımsızlığını desteklemesi<br />
gerektiğini göstermektedir. İngiltere, böyle bir devletin kurulması ve Doğu’da güvenin sağlanmasından<br />
tüm diğer güçlerden daha fazla olarak karlı çıkacaktır. Doğu Avrupa’nın verimli topraklarında<br />
kârını artıracak yatırım alanları bulacaktır. Bu ülkelerin piyasalarını İngiltere’nin endüstri ve<br />
imalat ürünleri besleyecektir, Doğu’nun insanları üzerinde diğer ülkelerden daha fazla iz<br />
bırakacaktır. Bunun yanısıra, milyonlarca kardeş Hıristiyan’ı ağır bir boyunduruktan kurtaracağı<br />
için insan ırkı İngiltere’ye teşekkürlerini sunacaktır. İngiltere’nin çıkarlarının en iyi derecede<br />
korunması Doğu’da barışın sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Ama İngiltere, bu bölge Türkler’in<br />
egemenliği altında olduğu surece burada barış bulamayacaktır. İngiltere aynı zamanda Rusya’nın<br />
Doğu’da ilerlemesine karşı dayanıklı bir barikat istemektedir, ama Türkler böyle zayıf kaldığı<br />
sürece bu da mümkün olmayacaktır. Kuzeyli gücün bu hırsı köhne Türkiye ve kudretli İngiltere’nin<br />
ittifakıyla engellenemez, ancak, kendi özgürlüğüne değer veren, ulusal bağımsızlığına düşkün, dış
340 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
kuvvetlerin boyunduruğu altına girmektense tüm tehlikelere göğüs germeye hazır bir toplulukla<br />
olabilir.<br />
Hıristiyan eyaletlerin kendilerini savunması, varlığını sürdürebilmesi ve organize<br />
olabilmelerindeki kapasiteyi anlamak için son 30 yılda yaptıklarına bakabiliriz. Dışarıdan çok az<br />
yardımla – ama çoğunlukla kendi enerjileriyle – kendi düşsel bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.<br />
İngiltere, barbar Türklerin Hıristiyan eyaletlerindeki gücünü koruyan mevcut politikasında<br />
ısrar etmesi felaketi ertelese bile engelleyemez. Ve bu son yaklaştıkça, İngiltere giderek daha fazla<br />
yalnız kalacak, Avrupa’nın geri kalan ülkeleri, İngiltere’nin aksine daha liberal ve duyarlı bir<br />
politika izledikleri için, İngiltere bunların gerisinde kalacaktır. İngiltere’nin dar görüşlü politikasını<br />
tek destekleyen Avusturya bile, daha da baskınlaşan diğer ülkelerin görüşlerini gözardı edemedi.<br />
Avusturya daha farklı davranıp Türk eyaletlerindeki Slavları zincirlemeye destek olmuş olsaydı,<br />
kendi bölgesindeki Slavlar’a kızıp bu saygısızlığı cezalandırırdı. Sırbistan’daki son acıklı olaylar<br />
esnasında, Avusturya İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinden gelen farklı yazılı istekler,<br />
İmparatorluğun Türkiye ve buradaki Hıristiyanlar’a karşı uyguladığı politikasını değiştirmesini<br />
talep etmiştir. Avusturya Devleti, bu isteklere karşı duyarsız kalmadı. İngiliz halkı henüz<br />
imparatorluğun levant politikası konusunda bu tarz talepler bulunacak kadar bilgilendirilmiş<br />
değildir. Böyle olmasaydı, özgür ve Hıristiyan İngiltere, kendisini her durumda tek güç olan bir<br />
durumdan yok olması kesin bir devletin destekçisi olmaya indirgemezdi. Yine de bu ülkenin<br />
insanları, Türkiye’nin Avrupa’daki eyaletlerinin İngiltere’yi gelişime engel olmakla ve bu eyaletlerin<br />
kaderindeki başarıya ulaşmasını engellemekle suçlamasına izin vermeyecektir. İngiltere’nin halkı,<br />
İngiltere’nin mevcut politikası ile ulusun içgüdüsü arasındaki büyük çelişkiye daha ne kadar<br />
katlanacaktır. Bir insan, diğerleri Türkiye’de yanlışın tarafını tutarken Polonya veya İtalya’nın<br />
özgürlüğüne sevinebilir mi? Evlatlarının özgürlüğü ile hayat bulan güçlü İngiltere’nin, Bosna,<br />
Bulgaristan veya Sırplar’a karşı bir baskı aracı haline gelmesi adil midir, katlanılır şey midir?”.<br />
Esasen yukarıda yer alan fikirleri İngiliz kamuoyu da paylaşıyordu. Yani<br />
Avrupa’da Osmanlı Devleti’nin haklılığını düşünen tek kimse yoktu. Bu durumda<br />
Osmanlı Devleti masaya oturmaya zorlandı. O dönemde Osmanlı Devleti’ne Avrupa<br />
diplomasisinin uyguladığı politika şu şekildeydi:<br />
1-Çatışmayı Osmanlı Devletine karşı savaşan güç kazanırsa o güç lehine<br />
iyileştirmeler yapma veya ilgili tarafın taleplerinin karşılanması<br />
2-Çatışmayı Osmanlı tarafı kazanırsa mevcut durumun korunması<br />
3-Çatışmayı Osmanlı tarafı kazanırsa, 1856 Paris Barış Antlaşması’yla kurulduğu<br />
iddia edilen uluslararası dengeyi bahane ederek varsa Osmanlı tarafının taleplerinden<br />
vazgeçmesinin sağlanması<br />
4-Osmanlı Devleti’nin büyük devlet olduğu iddiası ile Osmanlı tarafından karşı<br />
taraf lehine jest bekleme ve sağlama<br />
5-Her türlü görüşmede Paris Barış Antlaşması’nda imzası bulunan devlet<br />
temsilcilerinin bulunmasının sağlanması, onların görüşleri ile mutabık kalınarak<br />
görüşme ve anlaşma yapılması<br />
6-Anlaşmalarda Osmanlı lehine herhangi bir ilerleme sağlanırsa, anlaşma<br />
sonrasında teker teker müdahale ile bu maddelerin işlemesine engel olma<br />
Bu maddelerde de görüleceği gibi her durumda Osmanlı tarafının kaybettiği bir<br />
sistem kurulmuştu. Dolayısıyla bu anlayış Osmanlı Devleti’nden ayrılma arzusunda<br />
olan milletleri cesaretlendirmiş ve 1860’lardan sonra önce Balkanlar, ardından<br />
Ortadoğu en son da Anadolu’da birbiri ardına cüretkâr ayaklanmalar ortaya çıkmıştır.
Zafer GÖLEN 341<br />
Çünkü ayaklanan guruplar yukarıdaki ilkeler gereğince ya hiç cezalandırılamıyor ya da<br />
her durumda yaptıkları yanlarına kâr kalıyor veya yaptıklarından kazançlı çıkıyorlardı.<br />
2-İstanbul (Kanlıca) Konferansı ve Kararları<br />
Sırbistan’ın anlaşma talebi karşısında yoğun Batı baskına maruz kalan Osmanlı Devleti,<br />
imzalandıktan sonra kendisi için barışı koruyan değil, ülkenin parçalanma nedeni olan<br />
Paris Barış Antlaşması’nın 7–9 ve 28–29. maddeleri gereğince meseleyi Büyük<br />
Devletlerle görüşmek zorunda kalmıştır. Konferans yapılmasına ilişkin ilk teşebbüs<br />
Fransa’dan gelmiştir. Fransa Dışişleri Bakanı Thouvenel, Belgrad’daki elçisi Tastu’ya 1<br />
Temmuz’da gönderdiği bir telgrafda, Paris Barış Antlaşması’na imza koyan devletlerin<br />
İstanbul’da Belgrad olaylarını ele alacak bir konferans yapılacağı bilgisini vermiştir.<br />
Ardından 8 Temmuz’da Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Moistier’in Ali Paşa’ya<br />
konferansla ilgili yazısı ulaşmıştır. Böylece İstanbul Protokolü süreci başlamıştır 42.<br />
Protokol sürecinin başlaması üzerine Sırplar da Batılı devletler nezdindeki haklılıklarını<br />
ispata yönelik diplomatik ataklarını artırmışlardır. Bu sırada en dikkat çekici gelişme<br />
Mihail Obrenoviç’in İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Russell’e gönderdiği mektuptur.<br />
Obrenoviç “Efendim-My Lord” sözleriyle başladığı mektubunda mağdur rolünde bir<br />
üslupla İngiltere himayesini istemiştir. Obrenoviç’in bu teşebbüsü oldukça yerindedir.<br />
Zira o İngiltere Türkiye’yi desteklediği sürece Türkler’i Belgrad’dan çıkaramayacağının<br />
farkında olarak hareket etmiştir. Obrenoviç mektubunda, “Kraliçe ve onun hükümetinin<br />
son zamanlarda Sırplar’ın yaşadığı baskıların ve verdiği kurbanların farkında olduğunu, kendisi ve<br />
memurlarının ortamı yatıştırmak ve sakinleştirmek mümkün olduğunca çabaladıklarını, ancak<br />
vatandaşlarının hiçbir uyarı yapılmadan ne ilahi ne de insan kanunlarında yeri olmadığı biçimde<br />
bombalandıklarını, Belgrad’ın ülkesinin refah kaynağı olduğunu, bu bombalama ile Belgrad’ın<br />
yıkılarak çöle döndüğünü, en az 20 yıl geri gittiğini, binlerce ailenin yok olduğunu, ülkesindeki<br />
yıkımın nasıl telafi edileceğini ancak Tanrı’nın bileceğini, vatandaşlarının Avrupalı Güçler’in<br />
garantisine güvendiklerini ancak Bosna Hersek’teki kardeşleri için de endişe duyduklarını, bu olay<br />
ile devletle vasalları arasındaki dengenin bozulduğunu, İngiliz Hükümeti’nin kendi iddialarına da<br />
kulak vermesi gerektiğini, şikayetlerini Russell’in dostluğuna güvenerek yazdığını, ülkesinin<br />
güvenlik, barış ve mutluluğunun İngiliz Hükümeti’ne bağlı olduğunu, İngiltere’nin İstanbul’dan bir<br />
daha böyle olaylar yaşanmaması için sağlam garantiler alması gerektiğini İngiltere’den beklediğini ve<br />
bunun için duacı olduğunu” yazmıştır 43. Russell ise Obrenoviç’e gönderdiği 23 Temmuz<br />
tarihli cevabî mektubuna “Prens” hitabı ile başlar ve “Kraliçe’nin Hükümeti’nin Belgrad’da<br />
meydana gelen olaylar hakkında kendisinin duyduğu kaygıyı anladıklarını, ancak kent kapılarına<br />
Sırplar tarafından saldırıldığını, konsolosların Türkler’i bu kapılardan çekilmek için ikna<br />
ettiklerini, buna karşı Türkler’in geride bıraktıkları evlerin yağmaladığını, Sırp otoritelerin bu<br />
yağmadan ve ertesi sabah kale içindeki Türk garnizonuna saldırdıklarından bahsetmemeyi tercih<br />
ettiklerini, bu şartlar içinde Paşa’nın alarm verdiğini, İngiliz Hükümeti’nin tavsiyesinin tersine<br />
kasabayı 4 saat aralıksız bombaladığını, bu durumun kentte panik havası estirdiğinin doğru<br />
olduğu, ancak bu ağlanacak durum Sırplar’ın neden olduğu, olayların onun Hersek’teki isyana<br />
42 Staatsarchiv, Band: IV, No:571, s.157, 1 Temmuz 1862 tarihli Fransa Dışişleri Bakanı Thouvenel’in<br />
Belgrad Konsolosu Tastu’ya İstanbul Konferansı hakkında gönderdiği telgraf; Staatsarchiv, Band: IV,<br />
No:572, s.157, 8 Temmuz 1862 tarihli Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Moustier’in Âlî Paşa’ya gönderdiği<br />
yazı.<br />
43 Staatsarchiv, Band: IV, No:582, s.176-177, 9 Temmuz 1862 tarihli Sırp Knezi Mihail Obrenoviç’den<br />
İngiltere Dışişleri Bakanı Earl Russell’e gönderilen mektup.
342 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
müdahil olmasının getirdiği bir sonuç olduğu, milyonlarca Sırp’ın içinde bulunduğu şartlarla<br />
Kraliçe’nin yakından ilgilendiği, ama sorunların şiddet yoluyla halledilmemesi gerektiğini, İngiliz<br />
Hükümeti’nin Sultan’ın kendi toprakları içindeki bir güvenlik sorununa karışmasının onun<br />
düşmanlarının eline içişlerine karışması hakkını verebileceğini, bu yüzden kendilerinin Sultan’ın<br />
içişlerine karışmalarının imkânsız olduğunu” sözleriyle cümlelerini tamamlar. Aslında bu<br />
cevap tahmin edileceği gibi Mihail’in beklediği cevap değildi. Russell açık bir biçimde<br />
olayların sorumlusu olarak Sırplar’ı görmüş hatta mektubun bir yerinde de Sırplar’ı<br />
Avrupa’da Paris Barış Antlaşması ile oluşan dengeyi bozmakla suçlamıştır 44. Bu tarihte<br />
İngiliz Dışişleri’nin başında Lord Russell’in bulunması büyük şanstı. Çünkü Russell<br />
Rusiafobia’sı 45 olan bir devlet adamıydı. Türkofil denen bu gurup Rusya’ya karşı<br />
Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunuyorlardı.<br />
Görüşmeler 10 Temmuz’da İstanbul yakınlarındaki Kanlıca’da başlamıştır.<br />
Görüşmelere Paris Barış Antlaşması’nda taraf olmak hasebiyle Fransa, İngiltere, Rusya,<br />
Prusya, Avusturya ve İtalya’nın İstanbul’da bulunan konsolosları da katılmıştır.<br />
Konferansa hukuken kendi toprağı olması münasebetiyle Sırp temsilciler alınmamıştır.<br />
Konferans sırasında özellikle Fransa Sefiri Marquis de Moustier Belgrad Kalesi’nin<br />
Sırplar’a bırakılması için çok uğraşmış 46, fakat İngiliz ve Avusturya sefirlerinin<br />
muhalefeti nedeniyle isteğine ulaşamamıştır. Osmanlı Devleti daha toplantının<br />
başından beri Rus ve Fransız sefirlerin asıl niyetinin Belgrad’ın tahliyesinin sağlamak<br />
olduğunun farkındadır. Konferans boyunca Osmanlı Devleti’ni en fazla Fransızlar<br />
zorlamışlar ve hatta Rusya’nın desteğiyle 6 Ağustos 1862’de 12 maddeden oluşan kendi<br />
metinlerini konferansa katılan ülkelerin görüşüne sunmuşlardır 47. Ancak hükümet<br />
tartışmalarında; Sırbistan ile doğrudan savaşa girilmesi halinde, Rumeli ve<br />
Anadolu’daki tüm rediflerin silah altına alınması gerekeceği, bu durumda üretici<br />
pozisyonunda yer alan kimselerin askere çağrılmaktan dolayı toprağı ekip<br />
biçemeyecekleri, devletin ciddi vergi kaybına uğramakla kalmayıp aynı zamanda askere<br />
çağrılan binlerce kişiye maaş ve teçhizat sağlamak zorunda kalacağı, buna da hazinenin<br />
gücünün yetmeyeceği vurgulanmıştır 48. Bu şartlar altında en doğru çözüm Belgrad<br />
44 Staatsarchiv, Band: IV, No:583, s.177, 23 Temmuz 1862 tarihli İngiltere Dışişleri Bakanı Earl Russell’den<br />
Sırp Knezi Mihail Obrenoviç’e gönderilen cevabî mektup.<br />
45 O tarihlerde Ruslar’ın yayılmacı emellerinden çekinen İngiliz devlet adamları için XX. yüzyıl tarihçileri<br />
tarafından kullanılan Rus korkusu anlamına gelen tabir. Bakınız, James, a.g.e., s.180-183.<br />
46 Aslında Moustier kendi dışişleri bakanı Thouvenel’in direktifleri doğrultusunda hareket etmekteydi.<br />
Thouvenel’in konu hakkındaki düşünceleri için bakınız, Staatsarchiv, Band: IV, No:573, s.158-159, 21<br />
Temmuz 1862 tarihli Fransa Dışişleri Bakanı Thouvenel’in Londra, Petersburg, Viyana, Berlin ve<br />
Torino’daki elçiliklerine konuyla ilgili gönderdiği rapor.<br />
47 Staatsarchiv, Band: IV, No:575, s.160-162, 6 Ağustos 1862 tarihli Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi<br />
Moustier’in Dışişleri Bakanı Thouvenel’e Fransa teklifinin maddeleriyle ile ilgili gönderdiği rapor.<br />
Konferans sırasında Fransa’nın tutumu hakkında bakınız, Staatsarchiv, Band: IV, No:576, s.162-165, 12<br />
Ağustos 1862 tarihli Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Moustier’in Dışişleri Bakanı Thouvenel’e gönderdiği<br />
rapor. Bu tarihten kısa bir süre önce konu Osmanlı Kamuoyuna da yansımıştır. Konferans Ağustos<br />
başından itibaren haber değeri taşımaya başlamıştır. Bakınız, Necdet Hayta, Tarih Araştırmalarına Kaynak<br />
Olarak Tasvir-i Efkâr Gazetesi (1278/1862-1286/1869), Ankara: Kültür Bakanlığı, 2002, s.156.<br />
48 Hâlihazırda Hersek ve Karadağlı isyancılara karşı yürütülen savaş Banker George Zarifi’den alınan<br />
borçla sürdürülmekteydi. B.O.A., İ.MMS., nr:1024, Lef:1, 9 Cemaziyelevvel 1278/12 Kasım 1861 tarihli<br />
Maliye tezkiresi; Lef:2, Hesap pusulası; 13 Cemaziyelevvel 1278/16 Kasım 1861 tarihli arz tezkiresi.<br />
Devlet ilerleyen yıllarda da Zarifi’den borç almaya devam etmiştir. Bakınız, Ali İhsan Gencer, Ali Fuat<br />
Örenç, Metin Ünver, Türk-Amerikan Silah Ticareti Tarihi, İstanbul: Doğu Kütüphanesi, 2008, s.124, 154-
Zafer GÖLEN 343<br />
Kalesi ve Varoş’unda yaşayan Müslümanlar’ın eski statüsünün korunması konusunda<br />
ısrarcı olmak, diğer kalelerde yaşayan Müslümanlar’ı Niş, Vidin ve Bosna’ya tahliye<br />
etmek olarak görülmüştür. Zira Karadağ’da süren mevcut savaşta 40.000 civarında<br />
asker görev yapıyordu. Yine Bulgaristan, Girid, Tırhala ve Yanya’da da karışıklıklar baş<br />
göstermişti. Sırbistan’la yapılacak bir savaş bu bölgelerde de ciddi güvenlik zafiyeti<br />
ortaya çıkaracaktı. İstanbul’un büyük devletleri sakinleştirmek için Sırplar lehine<br />
düşündüğü ikinci taviz ise Uziçe ve Sokol Kaleleri’nin yıkılmasına göz yummak<br />
olmuştur. Bu kaleler Sırbistan’ın iç bölgelerinde ve nehir kıyısında yer almadıklarından<br />
stratejik açıdan değersiz olarak düşünülmüş ve devletçe yıkılmalarında bir sakınca<br />
görülmemiştir 49.<br />
Hararetli tartışmalarla geçen görüşmeler sonucu nihayet bütün elçilerin<br />
uzlaşabileceği bir metin ortaya çıkmıştır 50. Bu metin Osmanlı delegeleri tarafından da<br />
onaylanmış ve 8 Eylül 1862’de 51 12 maddelik bir protokol imzalanmıştır 52.<br />
1-Müslümanlar ve Sırplar’ın beraber yaşadıkları yerlerde çatışma çıkmaması için<br />
Devlet-i Âliye Müslümanların Belgrad Varoşu’nda mutasarrıf oldukları bütün arazi ve<br />
emlakin parası Sırp Emareti tarafından tazmin edilmek şartıyla Sırp Emaretine terkini<br />
sağlayacak. Ayrıca emarete eski çemberi oluşturan, eski şehir ile yeni şehirden ayıran<br />
surları, kanalları, Sava, Varoş, Vidin ve İstanbul kapılarını bırakacaktır. Sırplar sur ve<br />
kapıları yıkacak, yerlerine hiçbir suretle herhangi bir askerî istihkâm yapmayacaktır.<br />
Belgrad’ın sair yerleri ve Varoşu’nda Sırp zaptiyesi görev yapacaktır. Müslümanlar’ın<br />
çekildikleri yerlerde kalan cami, mescit ve mübarek bina ve yerlere kesinlikle<br />
dokunulmayacak ve Sırp idaresi tarafından korunacaktır.<br />
2-Sırplar’a hiçbir zarar verilmeden Belgrad Kalesi onarılacak, kale daha ziyade<br />
boş bölgeler ve Müslümanlar’ın yaşadığı mahallelerden oluşan Varoş, Tuna Irmağı,<br />
Şeyh Hasan Tekkesi ile Ali Paşa Camii tarafındaki araziye doğru genişletilecektir. Eğer<br />
bu hattın dışında başka ev yıkılması gerekirse protokolün 5. maddesi gereği tazminat<br />
ödenmesi kararını Karma Askerî Komisyon verecektir. Bu hat içerisinde Sırplar’a ait<br />
dinî bina varsa bunlara dokunulmayacaktır. Bu hat içinde her ne olursa olsun kimseye<br />
ait mülk kalmayacaktır.<br />
3-Sırp idaresi Müslümanlar’ın kaleye geldiklerinde bıraktıkları ev ve<br />
dükkânlarında bıraktıkları mal ve gayrimenkul için tazminat ödeyecektir. O esnada<br />
meydana gelen karışıklık esnasında Sırplar’ın uğradıkları zararı da Devlet-i Âliye<br />
ödeyecektir. Tazminat meselesi Devlet-i Âliye ve Sırp idaresi arasında görüşülerek<br />
halledilecektir.<br />
4- Devlet-i Âliye kaffe-i hukukunu bilâ tecavüz muhafaza etmek niyetinde<br />
olduğundan memleketin muhafazasına mahsûs olan kale hakkında Sırp Emareti’ne<br />
Selâtîn-i İzâm hazerâtı tarafından tasdik olunup anlaşmalarla teminat altına alınmış<br />
162, 188.<br />
49 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:62, s.27-33.<br />
50 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:62, s.34-38.<br />
51 Hamzaoğlu Protokolün imzalanma tarihi olarak 4 Eylül’ü verir. Bakınız, Hamzaoğlu, a.g.e., s.371.<br />
52 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:61, s.24-27, Evâhir-i Rebiülevvel 1269/16-25 Eylül 1862 tarihli<br />
hüküm; Brunswik, a.g.e., s.38-46; Staatsarchiv, Band: IV, No:577, s.165, 9 Eylül 1862 tarihli Fransa’nın<br />
İstanbul Büyükelçisi Moustier’in Dışişleri Bakanı Thouvenel’e Kanlıca Protokol metnini gönderdiği<br />
rapor; Hamzaoğlu, a.g.e., s.367, 368-371; Karal, a.g.e., C.VII, s.15; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.202-203;<br />
Mufassal Osmanlı Tarihi, C.VI, s.3121.
344 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
özerkliğe halel gelmesine hiçbir veçhle izin vermeyeceğini tasdik eder. Saltanat-ı<br />
Seniyye’nin Emaret hakkında derkâr olan iyi niyeti gereğince bundan böyle Belgrad<br />
Muhafızları kaleyi Sırplar’a karşı kullanmayacaktır. Buna karşı Sırplar da kaleye karşı<br />
düşmanca tavırda bulunmayacaklardır.<br />
5-<strong>Daire</strong>nin yeni sınırı (Kale sınırı) Düvel-i zâmine (Rusya, Avusturya, Prusya,<br />
İngiltere, Fransa, İtalya) ile Devlet-i Âliye tarafından tayin olunacak birer zabitten<br />
mürekkeb bir karma askerî komisyon marifetiyle belirlenecektir. İşbu komisyon<br />
meselenin hallini kolaylaştıracak her türlü bilgiyi mahallinden elde ederek araştırmasını<br />
Devlet-i Âliyeye sunacak. Saltanat-ı Seniyye bu babda Sırp idaresinin arz ve beyan<br />
edebileceği her konuyu iyi niyetle dikkate alacaktır. İki taraf arasındaki tazminat<br />
meselesi taraflarca atanacak memurlardan oluşacak bir komisyonun karşılıklı<br />
anlaşmaları ile halledilecektir. Komisyon görevini dört ay içinde tanımlayacaktır.<br />
6-Devlet-i Âliyye Sırbistan’da ancak devletin emniyeti için gerçekten lüzumlu<br />
olan müstahkem mevkileri elinde tutmak istediğinden bu meseleyi bit-tetkik kendisine<br />
müteallik olan faideye Devlet-i Âliye ile Sırb idaresinin muvaffakiyeti olmadıkça inşa<br />
olunmamak şartıyla Sokol (Sokod) ve Uziçe (Oujitza-Eskice) kalelerini yıkmak<br />
niyetinde olduğunu beyan eder. Fethülislam (Gladova), Böğürdelen (Schabatz) ve<br />
Semendire (Smederevo) Kaleleri’nin devlet tasarrufunda kalmasını lüzumlu görür.<br />
7-Saltanat-ı Seniyye Sırp Emareti üzerinde olan hukukunu kendi güvenliğinin<br />
muhtaç olduğu dereceden ziyade kullanmak arzusunda bulunmadığından, Belgrad,<br />
Fethülislam, Semendire ve diğer devlet kaleleri gibi yedinde bulunan müstahkem<br />
mevkilerdeki işbu kalelerin büyüklüğüne ve gerçek ihtiyaçlarına göre gerekenden fazla<br />
asker bulundurmayacaktır.<br />
8-Sırbistan’ın beş yerinde kalan Müslümanlar kendi gayrimenkullerini satarak en<br />
kısa sürede Sırbistan’dan çıkarılmaları için tedbir alınacaktır. Konuyla ilgili problemleri<br />
halletmek için Belgrad’da bulunan Osmanlı komiseri görevlendirilmiştir. Osmanlı<br />
komiseri söz konusu protokolün 5. maddesi gereğince sorunları çözecektir. Emlakini<br />
terk edenlerin Sırbistan dâhilinde seyr ü seyahatlerine mani hiçbir engel olmayacaktır.<br />
9-Belgrad Muhafızı verilen görevlerin dışında Varoş veya Sırp Knezliği’nin<br />
içişlerine karışmayacaktır. Muhafız Sırp beyine gerekli hürmet ve saygı göstermek<br />
hususunda dikkatli davranacaktır. Aynı durum Sırp beyi için de geçerlidir. Bu madde<br />
diğer üç şehirde bulunan Türk komutanları ve Sırp memurları için de geçerlidir.<br />
Devletin diğer memurlarına da rütbelerinin gerektirdiği saygı gösterilecektir.<br />
10-Sırbistan’da yabancılardan oluşan askeri birlikler dağıtılacak, Sırp idaresi<br />
Osmanlı düzenini bozacak şekilde mülteci kabul etmeyecek, bu konuda dikkatli<br />
davranacaktır.<br />
11-Sırbistan’da uygulamaya konulan asker toplama kanunu İstanbul’da endişeye<br />
neden olmuştur. Bu nedenle Sırp beyi emrindeki askerlerin sayısını bildirecek. Osmanlı<br />
Devleti’nin kalelerde sadece savunma amaçlı asker konuşlandırma jestine karşılık kendi<br />
iç idaresinde asayişi sağlayacak kadar asker tesis edecektir.<br />
12-Sırpların ileride olabilecek istekleri devlet tarafından daima iyi niyetle en kısa<br />
sürede cevaplandırılacaktır.<br />
Padişah, Evâhir-i Rebiülevvel 1279/16-25 Eylül 1862 tarihinde “Sırp Başknezi<br />
Mihail Beye ve Belgrad Kalesi Muhafızı Râşid Paşa’ya” bir emir göndererek İstanbul’da<br />
alınan kararlara işlerlik kazandırmıştır. İlgili emirde, “Sırp Milleti’nin kendisine olan<br />
bağlılığından büyük memnuniyet duyduğunu, ancak son zamanlarda Belgrad’da meydana gelen
Zafer GÖLEN 345<br />
olayların kendisini ziyadesiyle üzdüğünü, görevinin halkının dirlik ve düzen içinde yaşatmak<br />
olduğunu, bundan sonra iki millet arasında bu tür olayların yaşanmaması için tedbir aldığını, bu<br />
maksatla Paris Barış Antlaşması’nda imzası bulunan Düvel-i Muazzama’nın İstanbul’da bulunan<br />
elçileriyle konuyu görüştüklerini yukarıdaki kararları aldıklarını” açıklamış ve herkesin verdiği<br />
kararlara saygılı olmasını beklediğini ifade etmiştir 53. Aynı karar çevre eyaletlere de özel<br />
memurlar aracılığıyla iletilerek, protokolün nasıl uygulanacağı anlatılmıştır 54. İlave<br />
olarak, protokolde adı geçen komisyonların kurulması çalışmasına başlanmıştır.<br />
Osmanlı tarafı komisyonda yer alacak delegesi Mirlivâ Osman Paşa’nın atamasını 13<br />
Cemaziyelevvel 1279/6 Kasım 1862 tarihinde gerçekleştirmiştir 55. Fakat ne konsoloslar<br />
ne de kurulan komisyonlar Sırp tahriklerinin önüne geçememiştir. 1862 Aralık ayında<br />
Sırplar’ın Rusya’dan 60.000 tüfek ve yüklü miktarda cephane tedarik ettikleri haberi<br />
İstanbul’a ulaşmıştır. Gerginlik İngiltere’nin Sırbistan’ı sert biçimde uyarması ile<br />
aşılmaya çalışılmışsa da Sırplar hedeflerine ulaşmak için aralıksız çalışmaya devam<br />
etmişlerdir 56.<br />
3-Sırbistan’dan Türk Tahliyesi<br />
İstanbul Protokolü’nün hemen ardından uzun süredir bu anı bekleyen Sırplar Belgrad<br />
dışındaki Türk tahliyesini başlatmıştır. İlk olarak Uziçe’de 3 binden fazla Türk<br />
Bosna’ya göç ettirildi ve malları Sırplar’a satıldı. İstanbul’dan Sırbistan’a gönderilen Ali<br />
Bey tahliyeye nezaret etti. Türk tahliyesi 1862’de fazla bir sorun olmadan gerçekleşti.<br />
Fakat malların satışı o kadar kolay olmadı. Çünkü Sırplar malları ucuza, Türkler ise<br />
pahalıya satmak istiyordu. Nihayet uzun pazarlıklar sonucu malların satışı ancak<br />
1867’de tamamlandı. Protokol gereği Ali Bey 1863’de İngiliz ve Rus temsilcilerin<br />
nezaretinde Uziçe ve Sokol kalelerini yıktı. 1864’de Uziçe’deki son Türk izleri de<br />
silindi. Böylece 1463’de başlayan Türk hâkimiyeti 401 yıl sonra 1864’de sona erdi 57.<br />
Uziçe’nin hemen ardından tahliyesine başlanılan yer Sokol oldu. Sokol<br />
Türkler’inin son gurubu 28 Ekim 1862’de Drina Irmağı’nın batısında Bosna’ya geçtiler.<br />
Aynı süreç Semendire ve Böğürdelen’de de yaşandı. Semendire’de yaşayan 300’den<br />
fazla Türk 4 Kasım 1862’de bir Avusturya feribotu ile Vidin’e gittiler. Böğürdelen<br />
Türkler’i ise önce Belgrad’a daha sonra İzvornik’e götürüldüler. Aynı zamanda<br />
Belgrad’dan da mühim miktarda Türk kenti terk etti 58. Devletin resmî kayıtları ise<br />
Uziçe’den 2.966, Sokol’dan 1.623, Böğürdelen’den 696, Belgrat’tan 56 olmak üzere,<br />
toplam 5.341 kişinin evlerini terk ettikleri ve Bosna’ya yerleştirildikleri kayıtlıdır.<br />
Gelenler Saraybosna, İzvornik, Breçka, Gradçaniça, Gradacac, Biyelina, Srebrenika,<br />
Kladina ve Berçe’ye yerleştirilmişlerdir. İskân işlemi 1862 yılının son aylarına kadar<br />
devam etmiştir 59.<br />
53 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:61, s.24-27.<br />
54 B.O.A., A.MKT.UM., nr:509/98, 4 Rebiülahir 1279/29 Eylül 1862 tarihli Vidin Valisi <strong>Süleyman</strong><br />
Paşa’dan gelen tahrirat.<br />
55 B.O.A., İ.H., nr:333/21428, 13 Cemaziyelevvel 1279/6 Kasım 1862 tarihli arz tekiresi.<br />
56 B.O.A., A.MKT.UM., nr:252/73; Benzer bilgiler Osmanlı gazete köşelerinde de yer alıyordu. Bakınız,<br />
Hayta, a.g.e., s.157.<br />
57 Hamzaoğlu, a.g.e., s.372-374.<br />
58 Hamzaoğlu, a.g.e., s.375-377.<br />
59 B.O.A., İ.D., nr:34280, Lef:2, 21 Receb 1279/12 Ocak 1863 tarihli İzvornik Kaymakamı Mustafa<br />
Muhiddin Paşa tarafından Serdâr-ı Ekrem’e gönderilen tahrirat; Lef:3, iskân defteri.
346 1862 Belgrad Bombardımanı ve Sonuçları<br />
1868’e kadar Sırbistan’ı terk eden Türkler’in sayısı 82.659’a ulaşmıştı 60. Fakat<br />
Aleksandr Popoviç gibi bazı yazarlar bu tarihlerde Sırbistan’da bu kadar Türk veya<br />
Müslüman yaşamadığı kanaatindedirler. Popoviç’e göre bölgede 1834’e 15.000 Türk<br />
vardı. Bunların 6.000’i Belgrad’da, 4.000’i Uziçe’de, geri kalanlar ise bu iki şehrin<br />
dışında yaşıyorlardı. O, İstanbul Konferansı’ndan sonra bölgeyi terk eden<br />
Müslümanlar’ın sayısının 8.000 civarında olduğunu yazar 61.<br />
Sonuç<br />
Milyonlarca kilometre toprağa sahip Osmanlı Devleti için bir avuç şehrin kaybedilmesi<br />
ayrıca özel anlam taşır. Söz konusu şehirlerin önemli bir bölümünün Balkanlar’da<br />
olması ayrıca bir tartışma konusu olmakla birlikte, bahsi geçen şehirlerin başlıcaları<br />
Budin, Belgrad, Niş, Vidin, Saraybosna, Üsküp ve Mostar gibi şarkılara konu olmuş<br />
yerlerdi. Devlet adı geçen bölgeleri kaybetmemek için elinden geleni yapmış, fakat<br />
ülkedeki genel geri kalmışlık nedeniyle kayba engel olamamıştır. Adı geçen şehirler<br />
arasında devletin elinde tutmak için en fazla çırpındığı şehir Belgrad olmuştur.<br />
Belgrad’ın elden çıkma süreci yaklaşık 63 yıl 62 sürmüştür. Bu süre içinde Sırplar’ın<br />
Belgrad’ı Türkler’den koparmak için yaptıkları en önemli teşebbüslerden biri de<br />
Çukurçeşme olaylarıdır. Sırplar kaleye saldırmaları durumunda olacakları çok iyi<br />
tahmin etmişlerdi. Sırp planına göre uluslararası kamuoyu onlara yapılacak bir saldırıyı<br />
hoş görmeyecek ve Belgrad mutlaka kendilerine verilecekti. Fakat onların tahminleri<br />
iki konuda gerçekleşmeyince, Çukurçeşme olaylarından bekledikleri faydayı da elde<br />
edememişlerdir. İlki Halk Ordusu Kanunu ile olaylardan önce kendilerini açığa<br />
çıkardılar. Bu hatayı değerlendiren Osmanlı delegeleri Sırplar’ın mağdur olmadığını,<br />
aksine Paris Barış Antlaşması ile kurulan düzeni yıkmak niyetinde olduklarını Batılı<br />
diplomatlara zorla da olsa kabul ettirdiler. İkinci yanılgıları ise Sırplar Osmanlı<br />
ordusunun Karadağ’da mutlaka yenileceğini düşünmekteydiler. Aslında Batılı devlet<br />
delegeleri de aynı sonucu bekliyorlardı. Kanlıca konferansının uzun sürme nedeni de<br />
buydu. Ancak Karadağlılar, Batılı güçlerin ve Sırplar’ın beklediğinin tersine yenilince<br />
protokole imza koyan hiçbir tarafı memnun etmeyen İstanbul Protokolü imzalanmak<br />
zorunda kalınmıştır.<br />
İstanbul Protokolü Osmanlı Devleti lehine olmamasına rağmen Sırplar’ı da<br />
memnun etmemiştir. Çünkü Knez Mihail istediği bağımsızlığı, hiç olmazsa Belgrad’ın<br />
kendi kontrolüne devrini gerçekleştirememişti. Bu yüzden daha protokole atılan<br />
imzaların mürekkebi kurumdan Batılı devletlere başvurarak anlaşmanın gözden<br />
geçirilmesi talep etmiş ve bu ısrarını Sırbistan’daki tüm kalelerdeki Türk askerî varlığı<br />
sona erene kadar da sürdürmüştür. O 1867 yılında bu isteğine nail olmuştur. 5 Zilhicce<br />
1283/10 Nisan 1867 tarihli bir emir ile Belgrad dahil Sırbistan’daki tüm kalelerden<br />
Türk askeri çekilmiştir 63. Sırbistan’da zafer havası estiren bu gelişme, Osmanlı tebaası<br />
Müslümanlar’da hayal kırıklığı yaratmıştır. Kalelerin Sırplar’a terki hususunda tepkisini<br />
60 Hamzaoğlu, a.g.e., s.375-381.<br />
61 Aleksandre Popoviç, Balkanlarda İslâm, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s.190-191.<br />
62 1804’de ilk Sırp isyanı ile 1867 Belgrad Kalesi’nin Sırplar’a devri arasında geçen süre.<br />
63 B.O.A., Mühimme-i Mektûme, nr:10, hk:77, s.46, 5 Zilhicce 1283/10 Nisan 1867 tarihli hüküm. Süreç<br />
hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız, Karal, a.g.e., C.VII, s.15-17; Danişmend, a.g.e., C.IV, s.215-216.
Zafer GÖLEN 347<br />
dile getiren ünlü şair Ziya Paşa Sırbistan’daki gelişmeleri ünlü Zafernâmesi’nde şu<br />
beyitlerle yermiştir 64:<br />
“Terk-i emlâk edip islâmdan onbin hane,<br />
Hicret etmişti itaat ederek fermâne.<br />
Şart edip rekz-i alem etmeyi kahharâne<br />
Belgrat kal’asın ihsan ile Sırbistan’e<br />
Devletin kıldı tamamiyetini istikmal.”<br />
64 Ziya Paşa, Zafernâme, Baskıya Hazırlayan: Fikret Şahoğlu, İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser,<br />
Tarihsiz, s.92-95.
SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi<br />
Prof. Dr. Bayram KODAMAN’a Armağan Özel Sayısı<br />
Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak<br />
Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği *<br />
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI **<br />
Osmanlı Devleti’nin XVIII. yüzyılda Rusya karşısında aldığı yenilgiler ve bu<br />
yenilgilerden sonra uğradığı toprak kayıpları, Osmanlı devlet adamlarını karşılaştıkları<br />
durumlara bir çare olması düşüncesiyle çeşitli çözümler üretmeye yöneltti. Büyük<br />
Petro’dan itibaren Baltık ülkelerine ve Karadeniz’e doğru genişleme sürecine giren<br />
Rusya’nın en büyük hedeflerinden birisi dünyanın en etkin bölgesi olan Akdeniz’e yani<br />
sıcak denizlere ulaşmaktı. Bu sayede Rusya Doğu-Batı ticaretinde söz sahibi<br />
olabilecekti 1. Tabii ki Rusya’nın bu hedefi gerçekleştirebilmesinin coğrafi olarak birkaç<br />
yolu vardı. Balkanlar, Kafkasya gibi... Hangi yolu seçerse seçsin Osmanlı Devleti o yol<br />
üzerinde yer almakla Rusya’nın birinci hedefi konumunda idi. Bu durum kaçınılmaz<br />
sonu, yani uzun bir süreci kapsayacak Osmanlı-Rus mücadelesinin başlangıcını ve<br />
sebebini oluşturacaktır.<br />
İşte XVIII. yüzyılda başlayan ve XIX. yüzyıl boyunca devam eden, her bir<br />
aşamasında Avrupa devletlerinin de kendi politikaları gereği müdahil oldukları<br />
Osmanlı-Rus savaşları daima birincinin aleyhine ikincinin lehine sonuç vermiştir.<br />
Kafkasya ise bu ilişkiler ağında ayrı bir konuma ve yere sahiptir. Bir kere coğrafyası<br />
itibariyle tarihin ilk dönemlerinden itibaren tek başına bir gücün hâkimiyeti altına<br />
girmemiştir. Yine Asya ve Avrupa arasında yer alması nedeniyledir ki, Doğu-Batı<br />
göçlerinde çeşitli kavimlerin uğrak yeri olmuştur. Bu ve benzeri nedenlerle Kafkasya<br />
çok çeşitli milletleri, dilleri ve dinleri bünyesinde barındıran, geçmişte ve hala<br />
günümüzde çeşitliliğin alabildiğine yaşandığı bir coğrafya olarak karşımıza<br />
çıkmaktadır 2. Çeşitliliğin hâkim olduğu bölgelerde ise siyasi birliğin çok zor sağlandığı<br />
bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında Kafkasya dış etkenlere açık bir konumu ifade<br />
** Yrd.Doç.Dr., Balıkesir Üniversite, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, zyagci@balikesir.edu.tr<br />
1 Ali İhsan Bağış, “Rusların Karadeniz’de Yayılması Karşısında İngiltere’nin Ticari Endişeleri”, Birinci<br />
Türkiye’nin SosyoEkonomik Tarihi Kongresi Tarih (1-71-1920) Tebliğler (July 11-13 1977), Ed.: Osman Okyar,<br />
Halil İnalcık, Ankara 1980, s. 212.<br />
2 Kafkasya’nın tarihi coğrafyası hakkında geniş bilgi için bkz.: W.E. D. Allen-Paul Muratoff; Caucasian<br />
Battlefields, Cambridge 1953, s. 3-21; Ayrıca XVII. yüzyılda Kafkasya’da yaşayan milletler hakkında Katip<br />
Çelebi ayrıntılı bilgi vermiştir. Katip Çelebi, Cihậnnümậ, Müteferrika tab’ı, İstanbul 1145, s. 400-410; Ufuk<br />
Tavkul, Kafkasya Gerçeği, İstanbul 2007; Kafkasya Üzerine Beş Konferans, İstanbul 1977.
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 349<br />
etmektedir. Rusya, bütün bu olguları değerlendirerek genişleme hedeflerinden birisi<br />
olarak Kafkasya’yı belirlemiştir.<br />
Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’ya olan ilgisi XVI. yüzyılda başlamış ve yüzyılın<br />
sonlarına doğru Güney Kafkasya’ya hâkim olmak için Safevi Devleti ile uzun süren bir<br />
mücadele içerisine girmiştir 3. Rusya’nın bölgeye yönelik faaliyetlerinin başlaması<br />
nedeniyle mücadelenin tarafları değişmiştir. Osmanlı Devleti açısından Safevi Devleti<br />
ile mücadelede Güney Kafkasya’ya hâkim olma isteği birinci plandadır 4. Hâlbuki Rusya<br />
ile yaptığı mücadele, Rus ilerleyişini durdurma çabası şeklinde tezahür etmiştir.<br />
Osmanlı Devleti Kafkasya’daki Rus ilerleyişini durdurabilmek ve hatta<br />
Karadeniz’deki Rus baskısını hafifletebilmek için Kuzey Kafkasya’daki Müslüman<br />
Çerkeslerden, Abazalardan ve Dağıstan’daki Hanlardan istifade etmek istemiştir.<br />
Rusya’ya karşı oluşturmak istediği bu gücün bağlılığını sağlayabilmek amacıyla bölgenin<br />
ileri gelenlerine müteaddit defalar hediyeler göndermiştir. Bu çalışmada Osmanlı<br />
Devleti’nin, Rusya’nın Kafkasya’daki ilerleyişini durdurmak için hediyeleri nasıl<br />
kullandığı, bunun nedenleri, sonuçları ve bu amaçla bölge sakinlerinin ileri gelenlerine<br />
ne tür hediyeler gönderildiği üzerinde durulacaktır. Tabiî ki Osmanlı Devleti’nin ortaya<br />
koyduğu politikalara karşılık Rusya’nın geliştirdiği politikalar da çalışmanın çerçevesi<br />
içerisinde ele alınacaktır. Ayrıca bu anlamda hediye uygulamasının Devletin, başka<br />
nerelerde kullandığı üzerinde kısaca durularak nedenleri ve sonuçları açısından<br />
karşılaştırma yapılmaya çalışılacaktır.<br />
Hediye, devletler hukukunda önemli yeri olan bir olgudur 5. Devletlerarası<br />
ilişkilerde hediye alıp vermek, hediyelerin nevi ve kıymeti ilişkilerin seyrini etkilediği<br />
gibi yine devletlerarası ilişkilerin gücünü de ortaya koymaktadır. Bu durum bir devletin<br />
kendi içerisindeki ilişkilerin örüntüsünde de karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Osmanlı<br />
Devleti’nde hediye 6 gerek diğer devletlerle ilişkilerinde gerek devlet adamlarının kendi<br />
aralarındaki ilişkilerinde 7 ve gerekse hâkim olduğu veya hâkim olmaya çalıştığı<br />
3 Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında Güney Kafkasya’ya hâkimiyet mücadelesi 1578 yılında<br />
başlamış ve 1612 yılında bitmiştir. Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasi<br />
Münasebetleri (1578-1612), İstanbul 1993; Bahram Amr Ahmadian, “Ottoman State and The Caucasus”,<br />
XIII. Türk Tarih Kongresi (4-8 Ekim 1999) Kongreye Sunulan Bildiriler, III/1, Ankara 2002, s. 395-400.<br />
4 Kafkasya’nın güneyinin Osmanlı hakimiyetine girmesi ve bu sırada izlenen Osmanlı polikaları<br />
konusunda geniş bilgi için bkz.: Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlı Devleti’nin Kafkas Ellerini Fethi, Ankara 1993.<br />
5 İnsanlar arasında sevgi ve dostluk nişanesi olarak veya muaşeret kaidesi uyarınca karşılıksız verilen<br />
nesneye hediye denilmektedir. Ali Bardakoğlu, “Hediye“, TDVİA, XVII, İstanbul 1998, s. 151. Türk<br />
tarihinde hediye ile ilgili bkz.: Mehmet Ersan, “Türkiye Selçukluları’nda Hediye ve Hediyeleşme I”, Tarih<br />
İncelemeleri, XIV, İzmir 1999, s. 65-77; Ayrıca Türk Kültüründe Hediye Sempozyumu’nun bildirilerinden<br />
oluşan Hediye Kitabı ve Kültür Tarihimizde Çeyiz adlı eserler hediye çalışmaları için önemli bir yere<br />
sahiptir. Hediye Kitabı, Ed: Emine Naskali Gürsoy, Aylin Koç, İstanbul 2007; Kültür Tarihimizde Çeyiz, Ed.:<br />
Emine Gürsoy Naskali- Aylin Koç, İstanbul 2007; Ayrıca bu alanda yeni tezler yapılmaktadır. Aykut<br />
Mutsak, A Study on the Gift Log, MAD:1279: Making Sense of Gift Giving in the Eighteenth Century Otoman<br />
Society, Boğaziçi Üniversitesi, Yüksek Lisan Tezi, İstanbul 2007; Yine M. Akif Erdoğru’nun Osmanlı<br />
Devleti’ne gelen Kalmuk elçilerine verilen hediyeleri ve kaldıkları süre içinde giderlerini karşılamak<br />
amacıyla verilenleri ele makalesi de ayrı bir yere sahiptir. M. Akif Erdoğru, “ Kalmuk Elçileri Üzerine<br />
Osmanlı Arşiv Belgeleri”, Tarih İncelemeleri, XVIII, (Temmuz 2003), İzmir, 111-118.<br />
6 Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde hatırı sayılır derecede hediye defteri vardır. Rıfat Günalan ve Zeki<br />
Kavanoz bu defterlerin üzerine çalışma yapmışlardır. Rıfat Günalan- Zeki Kavanoz, “Başbakanlık<br />
Osmanlı Arşivinde Hediye Kayıtları”, Kültür Tarihimizde Çeyiz, Ed.: Emine Gürsoy Naskali- Aylin Koç,<br />
İstanbul 2007, s. 63-72.<br />
7 Osmanlı Devleti’nde devlet adamları arasındaki hediyeleşme ile ilgili olarak bkz.: Hedda Reindl-Kiel,
350 Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
bölgelerdeki güçlerle ilişkilerinde daha bir önem kazanmakta ve devletin politikasına ve<br />
uygulamalarına yön verebilmektedir 8. Hatta bölgedeki hâkimiyetinin sınırlarını ve<br />
sürekliliğini dahi etkileyebilmektedir. Bunun yanında bağlı beylikler hediye takdim<br />
ederlerdi. Hediye takdim edilirken dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardı.<br />
Dostane ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla gönderilen hediyeler ile metbuya gönderilen<br />
hediyeler arasında fark olması kaçınılmazdı 9.<br />
Fakat bazen hediye gönderilmesi bir bölgedeki problemin giderilmesi amacına<br />
yönelik olabiliyordu. 1517 tarihinden itibaren kutsal bölgelere yapılan hac kervanlarının<br />
güvenliğinin sağlanması amacıyla Arabistan çöllerinde yaşayan Bedevi kabilelere verilen<br />
hediyeleri bu kapsam içerisine dâhil etmek mümkündür 10. Osmanlı yönetimi hiçbir<br />
zaman hacca giden hacıların yollarda sıkıntı çekmelerini istememiştir. Bedevi kabileler<br />
ise hac mevsiminde hacılara saldırmak suretiyle bölgenin güvenliğini zaman zaman<br />
tehdit etmişlerdir 11. Yönetim hac kervanının güvenli bir şekilde kutsal topraklara<br />
ulaşması için bazen Bedevi kabilelere Surre adı verilen hediyeler vermek suretiyle<br />
onlarla anlaşmaya çalışmıştır 12. Bu anlamda hac yolunun güvenliğinin sağlanması<br />
Osmanlı padişahının gücünü tartışılmaz hale getirmenin bir aracı olarak görülmüştür 13.<br />
“Osmanlı’da Hediye (16-17. Yüzyıl)”, Hediye Kitabı, Ed.: Emine Naskali Gürsoy, Aylin Koç, İstanbul<br />
2007, s. 102-111; Murat Akgündüz, “Padişah ile Şeyhülislam Arasındaki Hediyeleşmeler”, Hediye Kitabı,<br />
Ed.: Emine Naskali Gürsoy, Aylin Koç, İstanbul 2007, s. 134-139.<br />
8 Elçilerin götürdükleri hediyeler oldukça değerli olurdu. Hediye çeşitleri için bkz.: Faik Reşit Unat,<br />
Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, Ankara 1992, s. 26-27. Mesela Ahmet Vasıf Efendi İspanya elçiliği<br />
sırasında İspanya kralına çeşitli neviden hediyeler götürmüştü. D. BŞM, 5486 İspanya Devletine<br />
gönderilmek üzere elçi olarak tayin olunan Ahmed Vasıf Efendi’ye teslim olunan hediyelerin ecnas, miktar<br />
ve tahmini bahalarını gösterir defter, 19 Ramazan 1201 (5 Temmuz 1787); Ayrıca Avusturya<br />
İmparatoruna gönderilen hediyeler için bkz.: Murat Uluskan, “Avusturya İmparatoruna Gönderilen<br />
Hediyeler (1665-1699)”, Hediye Kitabı, Ed.: Emine Naskali Gürsoy- Aylin Koç, İstanbul 2007, s. 72-82.<br />
9 Mehmet Ersan, “Türkiye Selçukluları’nda Hediye…”, s. 71, 73.<br />
10 Hac yolunun güvenliğinin sağlanması Osmanlı Devleti’nin İslam dünyası içerisindeki etkinliğinin ve en<br />
önemli güç olduğunun göstermesi bakımından her zaman önemli bir rol oynamıştır Andre Raymond,<br />
Osmanlı Döneminde Arap Kentleri, Çev.: Ali Berktay, İstanbul 1995, s. 21; 1569 yılında Don ve Volga<br />
nehirlerinin bir kanal ile birleştirerek Hazar Denizi’ne su yolu ile ulaşmanın bir amacı Orta Asya’dan gelen<br />
hac yolunun güvenlik altına alınması isteğidir. Böylece yine Orta Asya Müslümanlarının yolunu kesen<br />
İran’a baskı yapılması ve yeni bölgeye doğru genişlemeye başlayan Rusya’nın uzaklaştırılması sağlanacaktı.<br />
Halil İnalcık; “Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanalı Teşebbüsü (1569)”, Belleten,<br />
XII/46, (Nisan 1948), Ankara, s. 368.<br />
11 Melek Çolak, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Hac Yollarının Güvenliği için Aldığı Önlemler (XX. Yüzyıl<br />
Başları)”, <strong>Süleyman</strong> Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 9, Isparta 2003, s. 89<br />
12 Surre kelimesinin sözlük anlamı, para kesesi, para çıkını demektir. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe<br />
Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1993, s. 965; İ. Hakkı Uzunçarşılı’ya göre,mali terimlerden biri olup, elli bin<br />
akçeye (= yarım yük) verilen addır. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilatı,<br />
Ankara 1948, s. 385; Ancak kelime bu anlamlarının dışında hac mevsiminden önce Osmanlı padişahlarının<br />
Mekke ve Medine’ye gönderdikleri her türlü para ve hediye manasında kullanılmaktadır. M. Zeki Pakalın,<br />
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, Ankara 1993, s. 280; Osmanlı Devleti’nde Surre-i Hümayun<br />
ve Surre Alayları üzerine çalışma yapan Münir Atalar, Bedevi kabilelere hac kervanına saldırmamaları için<br />
verilen hediye ve paralar için Urban Surresi tabirinin kullanıldığını ifade etmektedir. Nitekim Taife-i Urban’ın<br />
Surre Defteri adıyla Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde defterler vardır. Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i<br />
Hümayun ve Surre Alayları, Ankara 1999, s. 207.<br />
13 Surre karşılığında Bedevilerden hac kervanına saldırmamaları istenirdi. Ayrıca çölde belirli durak<br />
noktalarına hacıların ihtiyacının karşılanması amacıyla yiyecek maddeleri getirmeleri talep edilirdi. Suraiya<br />
Faroqhi, Hacılar ve Sultanlar (1517-1638), Çev.: Gül Çağalı Güven, s. 77. MAD. Surre Defteri, 7396 Şevval<br />
1203 (Haziran-Temmuz 1789), Burada Bedevi kabilelerden alınan hizmet ve ayrıca onlara bağlılık,
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 351<br />
Bu ve benzeri uygulamalar Osmanlı Devleti sisteminin içerisinde yer almanın bir<br />
nişanesi olarak algılanıyordu. Gerek hediye veren ve karşılığında sadakat ve bağlılık<br />
bekleyen devlet açısından gerekse bağlılığının kabulünü isteyen metbu açısından böyle<br />
idi. Kuzey Kafkasya’da bulunan kabileler için de aynı kuralın geçerli olduğunu<br />
söylemek yanlış olmamalıdır. Artan Rus tehdidi karşısında manevi ve özellikle maddi<br />
destek sağlamak için İslam’ın lideri olan Osmanlı Devleti’nin yardımını sağlamanın<br />
gerekliliği tartışma götürmez bir gerçekti 14. Nitekim bu amaçla Müslüman olan<br />
Çerkesler müteaddit defalar Osmanlı Devleti’ne başvurarak kendilerinin<br />
desteklenmesini isterken, bu suretle kendi halkları önünde de taltif edilmelerini talep<br />
etmekteydiler 15. Bu durumu Çerkes ve Abaza ileri gelenleri ve Dağıstan Hanları ile<br />
Osmanlı Devleti arasında yapılan yazışmalarda görmek mümkündür 16.<br />
Esasen Osmanlı Devleti’nin Rusya’nın bölgede ilerleyişini durdurabilmek için<br />
bölgenin yerel güçlerine ihtiyacı vardı. Kafkasya’ya giden görevliler devamlı surette<br />
özellikle Çerkes ve Abazaların, cesur, savaştan çekinmeyen kimseler olduklarını ve<br />
Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaları halinde Rusya’ya karşı büyük bir güç ele<br />
edilebileceğinin altını çizmekte idiler. Bunun için Osmanlı yöneticileri gerekli olan<br />
karşılığı ödenen para miktarı ve kimlere verildiği ayrıntılı bir şekilde kaydedilmiştir. Yine aynı amaca<br />
yönelik Surre Defteri. MAD. Kabail-i Arab Rüesasına Tevzi Edilen Surre Defteri, 6087, 1202 (1787-1788),<br />
Surrenin miktarı konusunda kervan idarecisi, kabilelerle pazarlık eder ve anlaşma sağlardı. Kabilelere<br />
çeşitli hediyeler ve para yanında onların taltif edilmesi amacıyla hil’at ve diğer taltif nişanları da verilirdi.<br />
Anlaşmanın sağlanamadığı durumda ise Bedevi kabileler hac kervanına saldırabiliyorlardı. Buna dair en<br />
önemli olaylardan birisi 1670 yılında meydana gelmiştir. Bedeviler Mescid-i Haram’da ibadet etmekte olan<br />
silahsız ve ihramlı hacılara saldırmışlardı. Suraiya Faroqhi, Hacılar..., s. 70-80. 1698 yılında da yine böyle bir<br />
olay vuku bulmuş, Mekke’den dönen Şam kervanına saldırmışlar ve çok sayıda hacıyı öldürmüşlerdir.<br />
Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i Hümayun…,s. 138.<br />
14 Kuzey Kafkasya’ya İslamiyet erken tarihlerde VII. yüzyılda girmiştir. Kuzey Kafkasya’da İslamiyet’in<br />
girişi yayılma sürecinde doğusu ile batısı arasında farklılık vardır. Altınordu Devleti’nin İslamiyeti kabul<br />
etmesiyle bölgeye giren İslamiyet doğusu kadar yayılma alanı bulamamıştır. Mehmet Özsaray, Kafkas<br />
Halklarından Adiğelerin Eski Dinleri ve İslamiyet’in Kuzey Kafkasya’ya Girişi, Marmara Üniversitesi Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1998, s. 71-88;<br />
Fakat XIX. yüzyıla geldiğimizde Kuzeybatı Kafkasya’nın büyük bir kısmı artık Müslüman’dır. İrina<br />
Babich, “İslam ve Legal System in the Northwestern Caucasus”, Etno-Nationalism, İslam and the State in the<br />
Caucasus, London 2008, s. 19,20.<br />
15 Çerkesler bir toplantı düzenleyerek Rusya’ya karşı güçlü bir devletten yardım isteme konusunu<br />
görüşmüşlerdir. Toplantıda Zanikoların başını çektiği grup Osmanlı Devleti’nden yardım istenmesi<br />
kararının çıkmasını sağlamışlardır. İstanbul’a Zaniko Mehmet Giray’ın başkanlığında bir heyet gelmiş<br />
padişah I. Abdülhamid ile görüşmüşlerdir. İsmail Berkok, Tarihte Kafkasya, İstanbul 1958, s. 371;<br />
Görüşmeden kısa bir süre sonra Soğucak Muhafızlığı’nı kurarak Devlet, Kuzey Kafkasya’da daha etkin<br />
olmaya karar vermiştir. İlk Soğucak Muhafızı Ferah Ali Paşa’nın faaliyetleri için bkz.: Haşim Efendi,<br />
Ahval-i Anapa Ve Çerâkise, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Kataloğu, 1569;<br />
Zübeyde Güneş-Yağcı, Ferah Ali Paşa’nın Soğucak Muhafızlığı (1781-1785)’, Ondokuz Mayıs Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Doktora Tezi, Samsun 1998.<br />
16 Daha Ferah Ali Paşa Soğucak Muhafızı olarak göreve başladığında Abaza ve Çerkes ileri gelenleri<br />
Soğucak’a gelerek eskiden olduğu gibi kendilerine ataya ihsan edilmesini istemişlerdir. Soğucak kadısı<br />
Cemal bir ilam ile durumu İstanbul’a Sadarete bildirmiştir. HH. 1303, Soğucak kadısı Cemal’in ilamı, 11<br />
Ramazan 1197 (11 Ramazan 1783); Bicanzâde Ali Paşa, Soğucak muhafızlığına tayin edildikten ve göreve<br />
başladıktan sonra Çerkes ve Abaza ileri gelenlerini Anapa’ya davet ederek, çeşitli hediyeler vermiştir.<br />
Belgeye göre Çerkes ve Abazaların hepsi aynı zamanda değil peyderpey Anapa’ya davet edilmişlerdir.<br />
Hediye verilme ile ilgili tarih 22 Muharrem 1200 tarihinde başlamakta ve Cemaziyelevvel 1200’de sona<br />
ermektedir. Belgede bu sayede bölgenin itaat altına alındığı ifade edilmektedir. CD. 4528 Soğucak<br />
Muhafızı Bicanzâde Ali Paşa’nın Sadarete tahriratı, 28 Receb 1200 (27 Mayıs 1786);
352 Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
neyse onu yapmalıydılar. Yöneticilerin ifadelerine göre, kabile ileri gelenlerinin kalpleri<br />
kazanılmalı ve gönülleri hoş edilerek onlara karşı iyi muamelede bulunulmalıdır. Bu<br />
durum belgelerde Te’lîf-i kulûbleri 17 için li eclil tatyîb (gönüllerinin hoş edilmesi için iyi<br />
davranma) ya da celb-i kulûb (kalplerin kazanılması) sözleriyle ifade edilmektedir 18.<br />
Belgelerde atiyye ve hediye verilmesinin nedeni çok açık bir şekilde görülmektedir.<br />
Bunlardan birisi Soğucak Muhafızı Bicanzade Ali Paşa’nın Sadaret’e yazdığı tahriratın<br />
hülasasıdır. Bicanzade Ali Paşa, bu tahririnde Soğucak ve havalisinde olan Abaza ve<br />
Çerkes ve Tatar kabileleri kemâ fi-l evvel Devlet-i Âliyyeye sadâkat ve istikamet üzere<br />
kulluklarında karar ve devam eylemeleri içün Der Aliyyeden tel’if-i kulublerine irâde-i âliyye taalluk<br />
ider ise Abazanın sipahilerine ve Çerkes bey ve sipahilerine ve tatar kabilelerinin mirzalarına ve<br />
selâtîn-i Cengiziyyeden olub ol tarafda olan Selâtîne hediye verilmesini talep etmektedir 19.<br />
Belgede belirtilen Çerkes ve Abazalar yanında Tatar mirzaları ve Selâtîn-i<br />
Cengiziyye’den sultanlar da vardır.<br />
Yine bir başka belge Anapa ileri gelenlerinden Seyyid Halil‘den Trabzon valisi ve<br />
Anapa muhafızı Yusuf Paşa’ya yazılmıştır. Seyyid Halil, Anapa kalesinin takviyesinin<br />
lazım geldiği ve bununla ilgili gerekenleri anlattıktan sonra kabilelere verilecek<br />
hediyeler konusuna gelmektedir: Kabâil-i Abaza ve Çerakiseye verile gelen âtâya-yı Padişahın<br />
vürûduna muntazırız (Padişahın armağanlarının gelmesini bekliyoruz.) zira akvâm-ı mezkûre<br />
beher yevm matlub ediyorlar ve bunların âdet-i müsemmiresi şey ol mikdar verilmediği sûretde<br />
tarafımıza gelmezler ve istihdâmları dahi emr-i âli olur atiyyeniz bugün yarın gelecek deyü avk<br />
oluyorlar kerem buyurub akvâma bir mikdâr verilen atiyyeleri ne ise sâbıkından ziyade olarak serien<br />
ihsâna inâyet buyrulsun.. 20<br />
Bunun gibi birçok belgelerde Devlet-i Âliyyeye sadakat ve istikamet üzere<br />
kulluklarında karar ve devam eylemeleri içün yer alan ifadelerden kabilelerin Osmanlı<br />
Devleti’ne sadakatle hizmet ettikleri sonucunu çıkarmak mümkündür. Fakat yine bu<br />
ifadeden eğer Çerkes ve Abazalar taltif edilmezse ne olur sorusunu sormak gerekir.<br />
Sorunun cevabını ikinci belgedeki bir başka ifadede bulmak mümkün görünmektedir.<br />
Ol mikdâr verilmediği sûrette tarafımıza gelmezler ve istihdâmları dahi emr-i âli olur 21. Bu<br />
cümleden hareketle hediyelerin Osmanlı Devleti için ne denli önemli olduğu açıktır.<br />
Gerçekten kabileler hediye verilmeyip taltif edilmedikleri zaman Rusya’nın<br />
yanında yer alıyorlar mıydı? Bunu Osmanlı tarihi yazan Iorga; para ve hediye ile Osmanlı<br />
Devleti’nin yanında yer alan kabilelerin bir başka güç para verdiğinde onun yanında yer<br />
almayacakları kesin değil ifadesi ile ortaya koymaya çalışmıştır 22. Ayrıca 14 Ocak 1825<br />
tarihli raporunda Anapa muhafızı Seyyid Ahmed Paşa Abaza taraflarında oturan<br />
Nogay Bey’in kardeşi Elhas Bey’in Rusya tarafına geçtiğini rapor etmiştir. Hatta Elhas<br />
17 CD. 16424, Anapa Muhafızı Mustafa Paşa’ya ve Anapa kadısına hüküm, 10 Muharrem 1207 (28<br />
Ağustos 1792).<br />
18 CD. 4528, Soğucak Muhafızı Bicanzâde Ali Paşa’nın Sadaret’e tahriratı, 28 Receb 1200 (27 Mayıs 1786);<br />
CAs. 52040, Soğucak Canibi Başbuğu Mustafa Paşa’ya hüküm, 24 Ramazan 1201 (10 Temmuz 1787).<br />
19 CD. 16723 Sadaret’e tahrirat, 9 Receb 1201 (27 Nisan 1787).<br />
20 Jean-Louis Mattei, “Kırım ve Kafkasya’da Osmanlı Nüfuzunun Gerilemesi ve Ruslara Karşı Kafkas<br />
Kabilelerinin Direniş Girişimleri (1792)”, Toplumsal Tarih, II/7, (Temmuz 1994), İstanbul, s. 54.<br />
21 Jean-Louis Mattei, “Kırım ve Kafkasya’da Osmanlı Nüfuzunun....”, II/7, s. 54.<br />
22 “Sadrazam Abazalarla Çerkesleri de kazanmaya muvaffak oldu. Fakat bunlar, “bir para fazla” aldıkları<br />
takdirde Ruslara hizmet etmeye hazırdılar.”, N. Iorga, Osmanlı Tarihi (1774-1912), Çev.: Bekir Sıtkı Baykal,<br />
Ankara 1948, s. 72.
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 353<br />
Bey Rus askerlerine yataklık etmiştir 23. Hediye verilmeyen beylerin Rus tarafına geçip<br />
geçmediği hususu tam olarak kesinlik kazanmasa da bölgede Rus baskısının artması<br />
nedeniyle bir çok kabilenin savaşın bitmesi ümidiyle savaşmaktan kaçındıkları ve<br />
Ruslarla birlikte hareket etmeye başladıkları bir gerçektir 24. Ayrıca Rusya tarafına<br />
geçmeseler bile kabilelerin bağımsız hareket etmelerinin önlenmeye çalışılması hediye<br />
verilmesinin bir başka sebebini oluşturmaktadır. Osmanlı Devleti, Rusya’ya karşı<br />
onlardan istifade etmek amacıyla hareket etmiş olmasına rağmen barış zamanı sınır<br />
ihlalleri nedeniyle anlaşma şartlarını bozmalarını istememektedir. Özellikle uzun ve<br />
yıkıcı 1768-1774 savaşı sonrasında Rusya ile savaşı hazırlık yapmadan istemeyen<br />
Devlet, Çerkeslerin Kuban Nehri’nin kuzeyine saldırı düzenlemelerini engellemeye<br />
çalışmıştır. Bölgede görev yapan valilere bu yönde talimat verilmekte ve kabilelerin<br />
anlaşma şartlarına riayet etmelerini sağlamaları önemle vurgulanmaktadır 25. 1792<br />
yılında imzalanan Yaş Antlaşması Osmanlı Devleti’ne sınır ihlallerinde verilen zararın<br />
tazmin edilmesi yükümlülüğünü getirmiştir. Çerkeslerin sınırın öte tarafına geçerek<br />
verdikleri zararları Rus hükümeti devamlı surette Bab-ı ậliye bildirmiş ve zararın<br />
karşılanmasını talep etmiştir 26. Bölge valileri hediyelerin yanında onlardan Osmanlı<br />
Devleti’ne sadık kalacaklarına dair senetler aldıkları gibi rahat duracaklarına dair söz<br />
vermelerini talep etmiştir 27. Hatta bunu temin maksadıyla bazı beylerin çocukları<br />
Anapa’da rehin olarak tutulabilmekte idiler 28. Rusya ile savaş başladığında ise Padişah<br />
cihat ilan ediyor ve bütün Müslümanları savaşa davet ediyordu. 1787-1792 Osmanlı<br />
23 HH. 33888/A, Anapa’ya giden Seyyid Mehmed’in Sadaret’e takriri, 12 Cemaziyelevvel 1239 (14 Ocak<br />
1824).<br />
24 Ruslar Kafkasya’daki halkları birbirlerine düşürmeye çalışıyorlardı. Onların aralarındaki problemlerden<br />
istifade etmek istiyorlardı. Kumukları Çeçenlere, Çeçenleri Kabartaylara, Kabartayları Nogaylara karşı<br />
kullanarak aralarındaki iç çatışmalardan azami ölçüde yararlanmak amacındaydılar. John F. Baddeley, s.<br />
136; Bunun yanında Ruslar savaş sırasında çok acımasız bir tutum sergiliyorlardı. Rus Generali Feze’nin<br />
Aşilta saldırısı buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Köy ele geçirildikten sonra bile katliamlara devam<br />
edildi. Köyden kaçamayan evlerde kalanlar öldürüldüler. Direniş arttıkça Rusların öfkesi artıyor,<br />
dolayısıyla tutumları da sertleşiyordu. ‘Karşılaşılan inatçı direnme karşısında korkunç bir öfkeye kapılan<br />
askerlerimiz, hiçbir esir almadılar. Ellerine geçen herkesi öldürdüler’ diyor bir Rus belgesi. John F.<br />
Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil, Çev: Sedat Özden, İstanbul 1989, s. 288.<br />
25 HH. 324/J, Çıldır Valisi <strong>Süleyman</strong> Paşa’nın Sadarete tahriratı, 16 Safer 1198 (10 Ocak 1784); CD.<br />
11288, Kabile Beylerine hüküm, 9 Cemaziyel ahir 1201 ( 29 Mart 1787).<br />
26 Cemal Gökçe, Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyaseti, İstanbul 1979, s. 171, 185; Jean-<br />
Lois Mattei, “Kırım ve Kafkasya’da... “, I/6, s. 44; Bu türden bir belge çalışması için bkz.: Zübeyde G.<br />
Yağcı, “Kafkasya’da Osmanlı-Rus Sınırında Küçük Kaynarca Antlaşmasından Sonra Meydana Gelen Sınır<br />
İhlalleri”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, IV/6, Balıkesir 2001, s. 88-105.<br />
27 HH. 33888/F, Çerkes ve Abazaların ileri gelenlerinin Sadarete mahzarı, (Seyyid Ahmet Paşa dönemi);<br />
Daha önce de bu neviden senet alınmıştı. CD. 7314, Kabilelerden alınan senet, 25 Rebiülevvel 1209 (20<br />
Ekim 1794); Buna dair bir diğer olay da Hollandalı Şövalye Taitbout De Marigny’nin ticari amaçlarla<br />
Anapa ve civarına yaptığı ziyaret sırasında gerçekleşmiştir. Marigny Anapa’ya geldiği zaman Anapa<br />
muhafızı Seyyid Ahmet Paşa’dır. Paşa, Çerkes beyleri ile Anapa’da toplantı yaparak onların Padişah’a bağlı<br />
kalmaları hususunda bağlılık yemini etmelerini istemiştir. Sonuçta Çerkeslerin büyük bir çoğunluğu yemin<br />
etmişlerdir. Şövalye Taitbout De Marıgny, Şövalye Taitbout De Marigny’nin Çerkesya Seyahatnamesi, Çev.:<br />
Aydın Osman Erkan, İstanbul 1996, s. 156; Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bkz.: Zübeyde Güneş-Yağcı,<br />
“Osmanlı Devleti’nin Kuzey Kafkasya Siyaseti: Çerkeslerden Bağlılık Senedi Alınması, Karadeniz, Sayı: 2,<br />
Giresun 2009, s. 99-112.<br />
28 Ali Arslan; ‘Rusya’nın Kırım ve Gürcistan’ı İlhakından Sonra Osmanlı Devleti’nin Çerkes Kabileleri İle<br />
Münasebetleri (1784-1829)’, Kafkas Araştırmaları I, İstanbul 1992”, s. 49; Cemal Gökçe; Kafkasya ve Osmanlı<br />
İmparatorluğu..., s. 216.
354 Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
Rus savaşında da aynı durum söz konusu olmuş, savaş başladıktan sonra Kafkasya ileri<br />
gelenlerine Evâmir-i ậliyye ve çeşitli hediyeler gönderilerek Kabartay taraflarında<br />
Rusya’ya karşı yapılacak savaşta Osmanlı Devleti’nin yanında yer almaları istenmiştir 29.<br />
Hediyelerin verilme sebebi kadar çeşitleri yani hangi tür hediye verildiği de<br />
önemlidir. Çünkü Kafkasya’nın <strong>sosyal</strong> yapısı her kabileye ve aynı kabileden herkese<br />
aynı derecede hitap etmeyi imkansız kılıyordu 30. Verilen hediyelerin nevinden ziyade<br />
kime hangi hediye verildiği bu noktada büyük ehemmiyet kesp ediyordu. Çünkü kabile<br />
beylerine verilen hediye ile adamlarına verilenler arasında fark olmaması mümkün<br />
değildi. Beylere ve ileri gelenlere genellikle kaftan, kürk 31, sahtiyan ve meşin gibi deri<br />
çeşitleri 32, tüfek, yay, kaput, kirpas 33 ve diğerlerine ise çeşitli kumaşlar veriliyordu 34.<br />
Bütün bu hediyeler yanında asıl önemli olan ise bazı kabile ileri gelenlerine, bölgede<br />
etkin olan liderlere, Kırım Han sülalesinden olanlara maaş verilmesi ve çeşitli<br />
derecelerde rütbeler verilerek taltif edilmeleri idi 35.<br />
29 CAs. 30577, Çerkes ve Abaza beylerine Evâmir-i ậliyye, Evâhir-i Rebiülevvel 1205 (27-Kasım-7 Aralık<br />
1790); Kabartay beylerine diğer Çerkes ve Nogay beylerine gönderildiği gibi atiyye ve hediye gönderilmesi<br />
istenmiştir. HH. 16115, Sadaret’ten Padişah’a arz, (tarihsiz).<br />
30 Çerkeslerde halk çeşitli sınıflara ayılmıştır. Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Jabaghi Baj, Çerkezler, Ankara<br />
2000, s. 88-97; Walter Ricmond, The Northwest Caucasus: Past, Present, Future, New York 2008, 20-21.<br />
31 CD. 8628, Anapa’ya gönderilen eşya defteridir, 26 Muharrem 1211 (01 Ağustos 1796); CD. 12763,<br />
Çerkes ve Abaza ileri gelenlerine gönderilen hediyenin defteri, 7 Muharrem 1207 (25 Ağustos 1792);<br />
Kürkler arasında sincap, samur, kakum ve varsak olanları vardı Ayrıca kürkler alâ, ednâ ve evsât olarak da<br />
derecelendirilmiştir. Çerkes Beylerine Trabzon valisi ve Anapa muhafızı Hasan Paşa marifetiyle kabile<br />
ümerasına 130 adet Samur ve karsak kontoş, 50 adet bölbekli (?) kakum, sincap, karsak, 100 adet tüfek,<br />
300 yeşil biniş, 300 adet sarı, 300 adet kırmızı meşin gönderilmesine karar verilmiştir. Toplam bedeli<br />
26.920 kuruş CAs. 19110, Trabzon valisi ve Anapa muhafızı Hüseyin Paşa’nın sadarete tahriratı, 14<br />
Zilkade 1240 (30 Haziran 1825).<br />
32 CAs. 52046, Kabail ileri gelenlerine verilen hediyelerin defteri, 2 Şaban 1201 (20 Mayıs 1787); CAs.<br />
27920, Anapa Muhafızı Mustafa Paşa’ya gönderilen eşyanın defteri, 28 Şevval 1210 (06 Mayıs 1796); CD.<br />
1190, Anapa Muhafızı Mustafa Paşa’nın Sadarete takriri, 20 Muharrem 1208 (28 Ekim 1793); CAs. 12743,<br />
Anapa Muhafızı Seyyid Mustafa Paşa’nın Sadaret’e tahriratı, 25 Muharrem 1206 (24 Eylül 1791).<br />
33 Ala ve edna kirpas, bogasi, tüfek gibi eşyalar hediyelik eşyalar arasındaydı. CD. 2809, Anapa Muhafızı<br />
Vezir Mustafa Paşa tarafına gönderilen eşyanın defteridir, 25 Cemaziyelahir 1201 (14 Nisan 1787); CD.<br />
16424, Anapa Muhafızı Mustafa Paşa’ya ve Anapa kadısına hüküm, 10 Muharrem 1207 (28 Ağustos<br />
1792).<br />
34 HH. 44569/R, Kabaile gönderilen hediye defteridir, 13 Rebiülahir 1242 (14 Kasım 1826).<br />
35 Maaş verilenler arasında<br />
Kalgay Mehmed Giray Sultan: 15000 kuruş,<br />
Soğucak’ta bulunan Bahadır Giray Sultana 2500 kuruş,<br />
Kemürgey kabilesinde Hacı Giray Sultana 750,<br />
Kızıl Bey Beslemesi Salih Giray sultana 750,<br />
Nevruzoğlu kabilesinde Selim Giray Sultana: 750<br />
Besni kabilesinde Arslan Giray Sultana 750,<br />
Abzek kabilesinde Maksud Giray Sultana 750,<br />
Bjeduğ kabilesinde Murad Giray Sultana 750;<br />
Hatukay kabilesinde İslam Giray Sultana 750,<br />
Ayrıca kabilelere verilmek üzere 40 bin kuruş gönderilmiştir. Kalgay Mehmed Giray ve Bahadır<br />
Giray dışındakilere ayrıca samur ve kakum kürk de verilmiştir. Kabilelere verilen paranın ayrıntıları<br />
belgede verilmemiştir. Yine belgeye göre Kabile ileri gelenlerine:<br />
çeşitli cinslerde kumaş,<br />
yay (300 keman tatarı),<br />
sahtiyan (1000 adet),<br />
ecnas meşin (1000 adet),
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 355<br />
Bir başka belgede ise daha önceden bazı kabile beylerine rütbeler verildiğini<br />
biliyoruz. Bunlardan birisi Çerkes ümerasından Ömer Mirza’dır. Taman İskelesi<br />
gümrüğü gelirinden olmak üzere yıllık 25 kuruş verilmesi Kırım Hanı Mengli Giray’ın<br />
isteği doğrultusunda gerçekleşmiştir 36. Bir diğeri ise Kemürgey kabilesi beyi Arslan<br />
Beydir. Arslan Beye mîr-i mîrânlık rütbesiyle birlikte Anapa gümrüğü malından 1500<br />
kuruş tutarında maaş bağlanmıştır 37. Çerkes ve Abaza ileri gelenlerine maaş verilmesine<br />
uzun bir süre devam edilmiştir. Nitekim Yunan savaşı öncesi Kuzey Kafkasya’daki bir<br />
çok kişiye maaş verilmiştir. Kimlere ne kadar maaş verildiği defterlere ayrıntılı bir<br />
şekilde kaydedilmiştir 38.<br />
Osmanlı Devleti 1829 yılında bölge ile olan irtibatını kesmiş 39 olmasına rağmen<br />
1854-56 Kırım savaşı sırasında Özellikle Dağıstan ve Çeçenistan’da faaliyet gösteren<br />
Şeyh Şamil ile bağlantı kurmuştur. Esasen Şeyh Şamil Kırım savaşı öncesi birkaç defa<br />
destek aramak için İstanbul’a adamlar göndermiştir. Ancak Osmanlı Devleti özellikle<br />
Mısır meselesi nedeniyle Rusya ile ittifak yaptığından bu isteklere olumlu cevap<br />
verememiştir 40. Fakat artık Rusya ile savaş vardır ve cihat ilan edilmek suretiyle İslam<br />
dünyasının desteği aranmaktadır. Bu amaçla Devlet, Şeyh Şamil’e 41 ve yakınındakilere<br />
Evâmir-i ậliyye göndererek çeşitli derecelerde unvanlar vermiştir 42. Ayrıca savaş öncesi<br />
zencefli çuka ferace (50 adet),<br />
evsat kürk (30 adet),<br />
ala kürk (10 adet),<br />
altun kakmalı sim bilezikli şişhane tüfek (50)<br />
sim kakmalı tüfek (50) gönderilmişti. CD. 12615, Battal Paşa marifeti ile Kuban’da sakin kabail rüesasına<br />
verilecek eşyanın defteridir, 15 Şaban 1203 (11 Mayıs 1789); Daha Ferah Ali Paşa’nın muhafızlığı<br />
döneminde kabile ileri gelenlerine maaş ve hediye verilmiştir. CAs. 48506, Paşa’nın kapı kethüdasının<br />
takriri, 4 Rebiülevvel 1197 (7 Şubat 1783); HH. 1339, Soğucak Muhafızı Ferah Ali Paşa’nın Sadarete<br />
tahriratı, 29 Ramazan 1197 (28 Ağustos 1783).<br />
36 İbnülemin Dahiliye, 2729, 8 Zilkade 1141 (5 Haziran 1729).<br />
37 CD. 4538, Soğucak muhafızı Ferah Ali Paşa’ya hüküm, 13 Zilkade 1197 (10 Ekim 1783); Ferah Ali<br />
Paşa’nın Soğucak Muhafızlığı döneminde birkaç kişiye daha maaş tevcih edilmiştir. AE. 2863, Ferah Ali<br />
Paşa’nın Sadaret’e tahriratı, 18 Şaban 1199 (26 Haziran 1785); Anapa muhafızı Ahmed Paşa’nın isteği<br />
üzerine Çerkes ve Abaza ileri gelenlerinden Kızıl Bey’e yıllık 150 kuruş, Mehmed Giray’a 200 kuruş maaş<br />
verilmiştir. CD. 2296, Anapa muhafızı Vezir Ahmed Paşa’ya hüküm, 9 Recep 1236 (12 Nisan 1821).<br />
38 Bunlardan bir tanesi Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Maliyeden Müdevver Defterler kataloğunda yer<br />
almaktadır. MAD. 10366, Masrafların kayıt defteri, 8 Cemaziyelevvel 1242 (8 Aralık 1826), s. 212-214.<br />
39 Mirza Bala, ‘Çerkesler’, İA, III, İstanbul 1993, s. 383.<br />
40 Moshe Gammer, ‘Shamil and the Ottomans: A Prelimminary Overview’, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal<br />
ve İktisat Tarihi Kongresi, Tebliğler (İstanbul 21-25 Ağustos 1989), Ankara 1990, s. 388; Çerkes ümerasında olup<br />
Sohum kalesini alan İbrahim Bey, beşinci dereceden nişanla ödüllendirilmiştir. Abaza beylerinden Hamid<br />
Bey ve Şabsığ beylerinden Hasan Bey de İstanbul’da kapıcıbaşılık rütbesi ile taltif edilmişlerdir. İrade<br />
Dahiliye, 19311, İbrahim Beye İrâde-i aliyye, 27 Şaban 1270 (25 Mayıs 1854).<br />
41 İrade Dahiliye, 17605, Şeyh Şamil’e Evâmir-i ậliyye, 5 Muharrem 1270 ( 8 Ekim 1853).<br />
42 Şeyh Şamil’e rütbe-i vüzeratla birlikte Dağıstan Serdar-ı Ekremi,<br />
oğlu Gazi Mehmed’e mirlivalık,<br />
Ebu Müslim Şemhal Han’a Feriklik rütbesi,<br />
Camu (?) Han’a mîr-liva rütbesi,<br />
Hasay (?) Han’a mîr-liva rütbesi,<br />
Danyal Sultan’a mîr-liva rütbesi,<br />
İsmail Paşa’ya mîr-liva rütbesi verilmiştir. İrade Dahiliye, 19040, Şamil’e Evâmir-i ậliyye 20 Şaban 1270 (18<br />
Mayıs 1854); İrade Dahiliye, 1882, Şamil’in Çerkesistan’da bulunan naibi Muhammed Emin’e mîr-i mîrânlık<br />
tevcihi, 11 Şaban 1270 (9 Mayıs 1854).
356 Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
Rusya’nın baskısı ile Edirne’de mecburi ikamete tabi tutulan Çerkes ileri gelenlerinden<br />
Sefer Bey, Çerkesistan valisi olarak tayin edilmiştir 43. Bu aşamada verilen tevcihler Şeyh<br />
Şamil’e manevi destek sağlamış, Kafkasya’da itibarı artmıştır 44.<br />
Bütün bunların yanında kabilelere hediye verilirken Anapa muhafızları bazen<br />
hataya düşebiliyorlardı. Bazı kabilelere verilmediği, bazılarına verildiği durumlar dahi<br />
olabiliyordu. Anapa muhafızı Seyyid Ahmet Paşa İstanbul’dan gönderilen hediyelerin<br />
dağıtımında hata yapmış, kabileler arasında ayırım yapmıştır. Kabileler bu nedenle<br />
Seyyid Ahmet Paşa’ya tepki göstermişler ve kendisinden yüz çevirmişlerdir. Ancak<br />
Seyyid Ahmet Paşa, kabileleri devletin yanına çekmek için çok çalıştığını ve bunu<br />
başardığını 45; fakat onun anlaştığı beylerin çoğunun veba salgını sırasında öldüğünü,<br />
yerine gelen beyler ile irtibatının kesildiğini ve Rusya ile onların anlaştıklarını Sadaret’e<br />
yazdığı raporunda bildirmiştir. Bunlar arasında karısının akrabalarından bazı beyler de<br />
vardır. Bu olayı soruşturmak üzere Anapa’ya giden Seyyid Mehmed’e göre esas neden<br />
Seyyid Ahmed Paşa’nın hediye verirken kabileler arasında ayrım yapmasıdır 46. Devlet,<br />
soruşturma sonucunda Seyyid Ahmed Paşa’yı görevden almış ve yerine Çeçenzâde<br />
Hasan Bey’i tayin etmiştir. Hasan Bey, göreve başladıktan sonra köy köy dolaşarak<br />
Çerkes ve Abazaların Devlet’e bağlılıklarını sağlamaya çalışmıştır. Bunda da büyük<br />
oranda başarılı olmuştur 47.<br />
Kafkasya’nın batısında bu olaylar vuku bulurken doğusunda yani Dağıstan’da da<br />
Rusya ile mücadele devam etmektedir. Osmanlı Devleti’nin Rusya’nın ve İran’ın<br />
bölgedeki faaliyetlerini takip etmek, her iki devletin Kafkasya’daki varlığına son<br />
vermek için Dağıstan hanlarına ihtiyacı vardır. Bu açıdan bakıldığında Gürcistan’ın<br />
Rusya’ya yanaşması ve bir süre sonra Gürcü askeri yolunun Ruslar tarafından<br />
genişletilerek doğrudan bağlantının sağlanması Dağıstan Hanlarının ehemmiyetini<br />
artırmıştır. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti Dağıstan ve Azerbaycan Hanlarına<br />
teşrifat ve çeşitli hediyeler göndermiştir. Hanlara teşrifat ve hediye gönderilmesi Nadir<br />
Şah’ın faaliyetlerini önlemek amacıyla daha 1737 yıllından itibaren başlamıştı 48.<br />
Yüzyılın sonlarına doğru aynı araçları Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı savaşmaları ve<br />
yanında yer almalarını sağlamak için yeniden kullanmaya karar vermiştir. Ayrıca<br />
hanların aralarındaki ihtilafları ve husumetleri bir kenara bırakmaları, Rusya’ya karşı<br />
birlik halinde hareket etmeleri istenmiştir. Çünkü Azerbaycan Hanları arasındaki<br />
43 İrade Dahiliye, 19465, İrade, 21 Rebiülevvel 1270 (22 Aralık 1853); Baturay Özbek, Çerkes Tarihi<br />
Kronolojisi, Ankara 1992, s. 92.<br />
44Mustafa Budak, “1853-1856 Kırım Savaşında Osmanlı Devleti ile Şeyh Şamil Arasındaki İlişkiler”, Tarih<br />
Boyunca Balkanlardan Kafkaslara Türk Dünyası Semineri (29-31 Mayıs 1995), Bildiriler, İstanbul 1996, s. 84.<br />
45 Marigny bu durumu teyit eder. Temmuz (1824) ayında Paşa’nın yaptığı toplantı sonucunda Çerkes ve<br />
Abazaların Padişaha bağlılık yemini ettiğini törenle açıkladığını ifade eder. Ancak devamında Paşa’nın<br />
başarısına soru işareti koyar.. “Ne kadar başarılı olduğu tabii belli olmaz!! Der….” Şövalye Taitbout De<br />
Marigny,.. Çerkesya Seyahatnamesi...., s. 157. yıl 1824.<br />
46 HH. 33888/A, Anapa’ya giden Seyyid Mehmed’in Sadaret’e takriri, 12 Cemaziyelevvel 1239 (14 Ocak<br />
1824).<br />
47 Mustafa Aydın, XIX. Yüzyılda Kafkaslarda Nüfuz Mücadeleleri (1800-1830), İstanbul Üniversitesi Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Doktora Tezi, İstanbul 2001, s. 168; Şövalye Taitbout<br />
De Marigny, .. Çerkesya Seyahatnamesi...., s. 60.<br />
48 Tabasaran hakimi Masum Han’a, Gazi Sultan’a mîr-i mîrânlık rütbesi ile ellişer kese akçe, birer hil’at;<br />
Congatey Beyi Ahmet Han’a ve Giray Han’a mîr-i mîrânlık rütbesi ihsan edilmiştir. Cemal Gökçe,<br />
Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu...., s. 99-100.
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 357<br />
problemler mücadeleye yansımakta, Rusya bölünmüşlükten çok kolay bir şekilde<br />
istifade etmektedir 49.<br />
Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı bölgedeki güçlere ihtiyacı olduğu kadar<br />
bölgenin de Osmanlı Devleti’nin desteğine ihtiyacı vardır 50. Osmanlı Devleti’nin askeri<br />
desteği olmadan Rusya gibi bir güce karşı koymaları mümkün değildir. Bir taraftan<br />
Çerkes ve Abazaların cesaretleri ve savaş yetenekleri tartışma götürmeksizin<br />
övülürken, diğer taraftan düzenli Rus ordusu karşısında varlık gösteremedikleri<br />
üzerinde durulmaktadır 51. Nitekim Osmanlı Devleti’nden kendilerine silah imalini ve<br />
kale yapmasını öğretecek adamlar talep etmişlerdir 52. Soğucak ve Anapa muhafızları<br />
aracılığı ile silah ve mühimmat gönderilmiştir 53. Osmanlı Devleti, Rusya ile 1829 da<br />
imzaladığı Edirne Antlaşması ile bölgeden tamamen çekilmesinden sonra bile silah ve<br />
hatta zaman zaman asker sevkıyatına gayri resmi olarak devam etmiştir 54.<br />
Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’da uyguladığı politikalara karşılık Rusya boş<br />
durmamış, Kafkasya’yı ele geçirmek için hemen her yola başvurmaktan çekinmemiştir.<br />
Bunun için Rusya, Karadeniz’in kuzeyinin kontrol edilmesi güç olan sakinleri<br />
Kazaklar’dan 55 istifade etmişlerdir. Onları Kafkasya’ya zorunlu göçe tabi tutarak,<br />
49 Sema Işıktan; “1787-1792 Osmanlı-Rus Harbi Sırasında ve Sonrasında Osmanlı Devleti’nin Dağıstan<br />
Hanları ile Münasebetleri”, Kafkas Araştırmaları I, İstanbul 1992, 34-43.<br />
50 HH. 33888/F , Çerkes ve Abazaların ileri gelenlerinin Sadaret’e mahzarı, (Seyyid Ahmet Paşa dönemi);<br />
Jean-Louis Mattei, “Kırım ve Kafkasya’da Osmanlı Nüfuzunun Gerilemesi ve Ruslara Karşı Kafkas<br />
Kabilelerinin Direniş Girişimleri (1792)”, Toplumsal Tarih, II/9, (Eylül 1994), İstanbul, s. 22.<br />
51 HH. 33888/A, Anapa’ya giden Seyyid Mehmed’in Sadaret’e takriri, 12 Cemaziyel evvel 1239 (14 Ocak<br />
1824).<br />
52 HH. 1299, Ferah Ali Paşa’dan Sadaret’e tahrirat, 29 Şevval 1197 (27 Eylül 1783); CAs. 53309, Soğucak<br />
muhafızı Ferah Ali Paşa’ya hüküm, 20 Şevval 1197 (18 Eylül 1783), Zübeyde Güneş-Yağcı; Ferah Ali<br />
Paşa’nın Soğucak Muhafızlığı…, s. 135; Daha 1827 yılında Anapa muhafızı Çeçenzâde Hasan Paşa Çerkes<br />
ve Abazalara silah ve top talimi yaptırmaktadır. Bu durum Rusya tarafından takip edilerek bölge halkının<br />
Rusya’ya karşı akına teşvik edildiği Osmanlı Devleti’ne bildirilmiştir. Devlet, bu konunun Rusya’yı<br />
ilgilendirmeyeceği cevabını vermiştir. Cemal Gökçe, Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu...., s. 220.<br />
53 Natuhaç kabilesine 4 kıta çarha topu, 4 sandık fişek ve 28 varil barut; Şabsığ kabilesine 6 kıta çarha<br />
topu, 6 sandık fişek ve 42 varil barut; Abazek kabilesine 5 kıta çarha topu, 6 sandık fişek ve 35 varil barut.<br />
HH. 33888/A, Anapa’ya giden Seyyid Mehmed’in Sadaret’e takriri, 12 Cemaziyel evvel 1239 (14 Ocak<br />
1824).<br />
54 Rusya Anadolu’dan Kafkasya’ya asker ve mühimmat sevkıyatını durdurmak için diplomatik yollardan<br />
Osmanlı Devleti’ne müteaddit defalar başvurmuştur. Hatta Trabzon’daki Rus konsolosu, Çıldır’da Şamil’e<br />
asker gönderdiğini iddia ettiği Hasan ve arkadaşlarının yargılanmasını sağlamıştır. Abdullah Saydam,<br />
“Kuzey Kafkasya’daki Bağımsızlık Hareketleri”, Kıbrıs’tan Kafkasya’ya Osmanlı Dünyasında Siyaset, Adalet ve<br />
Raiyyet, Trabzon 1998, s. 314; Osmanlı Devleti’ne Rusya elçisi başvurarak Bergos’ta imal edilen<br />
mühimmatın Kafkasya’ya gönderildiğini ileri sürmüştür. Devlet, tahkikat yaptırmış ve sonucunda elçinin<br />
iddiasının gerçekle ilgisi olmadığı sonucuna varmıştır. Durum daha sonra Rus elçisine bildirilmiştir. HH.<br />
44574 Hatt-ı Hümayun, (tarihsiz); Tabii ki Kırım savaşından sonra Çerkesistan’a silah gönderdikleri<br />
iddiası ile uzun bir soruşturma geçiren İsmail Paşa ve Ferhat Paşa olayını unutmamak gerekir.<br />
Soruşturmanın ayrıntılı tutanakları için bkz.:: İrade Meclis-i Mahsus, 384, Bu olaya Kanguru olayı da<br />
denilmektedir. Olay, Mustafa Budak tarafından ayrıntısı ile ele alınmıştır. Mustafa Budak, “Kanguru Olayı<br />
Kırım Savaşı’ndan Sonra Çerkesistan’a Silah ve Mühimmat Gönderilmesi”, İÜEF Tarih Enstitüsü Dergisi,<br />
Sayı: 15, (1995-1997) İstanbul 1997, s. 477-516.<br />
55 John F. Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İstilası..., s. 36-47; Christoph Witzenrath, Cossack and Russian<br />
Empire, 1598-1725, London 2007; Chantal Lemercier-Quelquejay; “Coaptation of the Elites of Kabarda<br />
and Daghestan in the Sixteenth Century”, The North Caucasus Barrier: The Russian Advance Towards the<br />
Muslim World, New York 1992, s. 36; Kazakların Rusya ve Osmanlı Devleti ile münasebetleri hakkında<br />
geniş bilgi için bkz. Ali Arslan, “Don-Kuban-Terek Birleşik Kozak Devleti’nin Kuruluşu ve
358 Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
Kazak Stanitsaları adı verilen ileri karakollar oluşturmuşlardır 56. Daha XVIII. yüzyılın<br />
başlarında Terek boylarında yaşayan Grebentsi Kazakları’nı Rusya’ya hizmet etmek<br />
karşılığında ödüllendirmek ve imparator asası göndermek suretiyle onurlandırarak<br />
hizmete almışlardır 57. Bu arada Ruslar Kazaklar’a birer ruble para da dağıtmışlardır 58.<br />
Ayrıca ele geçirdiği bölgelerdeki halkı zorunlu göçe tabi tutarak bölgeyi iskâna açmıştır.<br />
Gerek Kırım’da ve gerekse Kafkasya’da Kazakların 59 yanı sıra Almanları iskân<br />
etmişlerdir 60.<br />
Bundan başka bir taraftan kabilelere mektup göndererek Osmanlı Devleti’ne<br />
tabi olmaktan vazgeçmelerini isterken 61, diğer taraftan da bu hususta cebri yollara<br />
başvurarak kabileleri yıldırmaktan geri kalmamışlardır 62. Bu suretle Ruslar, Osmanlı<br />
Devleti’nin onları koruyamayacağını ve Rusya’ya tabi olmaktan başka çarelerinin<br />
kalmadığı düşüncesini hakim kılmaya çalışmışlardır. Kabileler Ruslar’ın Kuban<br />
Nehri’ni geçerek sınırı ihlal etmelerini, mallarına ve canlarına zarar vermelerini<br />
önlemek için öncelikle bölgenin idarecilerine başvurmuşlardır. İdarecilerin olayları<br />
önleyemediği zamanlar ise doğrudan İstanbul’a müracaatta bulunmuşlar, Rusyalu’nun<br />
bed ve mazarrâtından halâs olmaları için yardım talep etmişlerdir. Hatta Rusların verdikleri<br />
zararların defterini tutarak zarar ziyanlarının karşılanmasını istemişlerdir 63.<br />
Rusya zecri tedbirlerin yanında adamlar göndererek Osmanlı Devleti’nin<br />
yanında yer almamaları için propaganda yapmıştır. Osmanlı Devleti’nin uyguladığı<br />
Bağımsızlığının Tanınması İçin Osmanlı Devleti’ne Müracaatı (1917-1921)”, Kafkas Araştırmaları IV,<br />
İstanbul, s. 129.<br />
56 Rusya Mozdok kalesinden başlayarak Taman Yarımadası’na kadar uzanan Kazak Stanitsalarından<br />
oluşan müstahkem hattı sayesinde ileri harekâtını sürdürmüştür. Hat 1832 yılında bütün Kuzey<br />
Kafkasya’yı kapsayacak şekilde tamamlanmıştır. Böylece Kazaklar Rusya’nın Kafkasya’daki politikalarının<br />
temel taşlarını oluşturmuşlardır. John F. Baddeley, Şeyh Şamil.., s. 45; Thomas M. Barret, “Lines of<br />
Uncertainty: The Frontiers of the North Caucasus”, Slavic Review, Vol: 54, Issue: 3 (Autumn 1995), 593-<br />
601.<br />
57Çar Petro zamanında gerçekleşen bu işbirliği ile Grebentsi Kazakları Terek ırmağının kuzey kıyıları<br />
boyunca kurulan beş stanitsaya yerleştirilmek suretiyle Rusya’nın hizmetine girmişlerdir. Walter Ricmond,<br />
The Northwest Caucasus…, s. 47.<br />
58 John F. Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İstilası...,ı s. 42.<br />
59 John F. Baddeley, Şeyh Şamil.., s. 45; Thomas M. Barret; “Lines of Uncertainty: The Frontiers of the<br />
North Caucasus”, Slavic Review, Vol: 54, Issue: 3 (Autumn 1995), 593-601.<br />
60 Alman kolonilerinden birisi Georgievsk yakınlarında kurulmuştur. Ömer Turan, “Misyonerlik<br />
Faaliyetler..”, s. 938; Almanlardan başka İsveçliler ve Bulgarların da bölgeye gelmeleri teşvik edilmiştir. Bir<br />
İsveç kolonisi Kefe yakınlarında ve bir Bulgar kolonisi de Alma nehri civarında kuruldu. Abdullah<br />
Saydam, “Rusya’nın Kırım ve Kafkasya’yı İstilasında Uyguladığı Demografik Yöntemler”, Tarih Boyunca<br />
Balkanlardan Kafkaslara Türk Dünyası Semineri (29-31 Mayıs 1995), Bildiriler, İstanbul 1996, s. 105.<br />
61 Moshe Gammer, “Russian Strategies in the Conquest of Checnia and Daghestan”, 1825-1859”, The<br />
North Caucasus Barrier: The Russian Advance Towards the Muslim World, New York 1992, s. 45-61.<br />
62 John F. Baddeley, Rusların Kafkasya’yı İstilası, s. 126 vd.; Kafkasya’da görev yapan Rus generallerinden<br />
birisi olan Yermolov, en zalim yöntemleri uygulayanlardan birisidir. Yermolov’un en çok uyguladığı<br />
metotlardan biri de Çeçen kadınlarını yakalamak ve bunların en güzel olanlarını askerlerle evlendirmekti.<br />
Geri kalanlarını ise bir rubleye satmaktı. s. 164, 3 numaralı dipnot, Rusların bölgede uyguladıkları bu<br />
politikaya bir başka örnek olarak 1822 yılında yapılan saldırıları gösterebiliriz. Kuban’ı geçen Rus birlikleri<br />
17 köy ve 119 mezrayı yakmışlardır. Birçok kişiyi de esir etmişlerdir. Mustafa Aydın, XIX. Yüzyılda<br />
Kafkaslarda...., s. 176.<br />
63Ali Arslan, “Rusya’nın Kırım ve Gürcistan’ı İlhakından Sonra ....”, s. 48-50; Bu defterler Başbakanlık<br />
Osmanlı Arşivi’nde yer almaktadır. Bir örnek: HH. 44592-A.
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 359<br />
hediye ya da para vermek gibi araçları 64 Ruslar da kullanmıştır 65. Daha Çar Petro<br />
döneminde Rusya, yanında yer alan Kabartay beylerine yüksek miktarda aylık<br />
vermiştir 66. 1739 yılında imzalanan Belgrat Antlaşması’ndan sonra dikkatini Çeçenler<br />
üzerine yoğunlaştıran Rusya, Çeçen beylerinden bazıları Rusya ile işbirliği yapmış,<br />
karşılığında ise beylere maaş ve hediye verilmiştir 67. Rusya, beylerin sadakatini garantiye<br />
almak için oğullarından birisini ya da aileden birisini rehin alma yolunu gitmişlerdir 68.<br />
Fakat bütün bunlara rağmen Kafkasya’da çok başarılı olduğunu söylememiz mümkün<br />
değildir. Çünkü birçok Çerkes kimi zaman Rus armağanlarını kabul ya da Osmanlı<br />
Devleti ile Rusya arasındaki herhangi bir savaşta tarafsız kalacaklarını beyan etseler bile<br />
savaş başladığında Rusya yanında yer almamışlardır 69.<br />
Rusya’nın izlediği politikalardan bir diğeri ise, zecrilik ve dostluk gibi iki farklı<br />
olguyu aynı anda uygulamasıdır. Yani bir kabileye karşı zor kullanma yolunu seçerken,<br />
diğer bir kabile ile olan ilişkilerini dostane sürdürmüştür. ‘Böl ve yönet’ prensibini burada<br />
alabildiğine uygulamıştır. Bjeduğ ve onun doğusundaki bölgelerde yaşayanları dostluk<br />
ve barış vaatleri ile kendi yanına çekmeye çalışırken, Natuhaç ve Şabsığ bölgesini yok<br />
etmeye çalışmıştır. Dostane ilişki kurduğu kabilelerin beylerine Rusya’ya bağlı<br />
kalacaklarına dair Soğucak ve Anapa muhafızlarının yaptıkları gibi yemin ettirmiştir 70.<br />
Hatta aynı türde uygulama ile anlaşmayı bozmamaları için beylerin ailelerinden birini<br />
rehin almakta idiler 71.<br />
Osmanlı Devleti, Kafkasya’dan tamamen çekilmeyi kabul etmek mecburiyetinde<br />
kaldıktan sonra Kafkasya, Rusya’ya karşı mücadelesinde hemen hemen tamamen yalnız<br />
kalmıştır. Bu arada Rusya Kafkasya’da üstünlüğünü ve hâkimiyetini kabul ettirebilmek<br />
için ticaret ablukası uygulamaktan geri kalmamıştır 72. Özellikle tuz gibi temel<br />
ihtiyaçların bölgeden karşılanamaması Kafkasları Rusya’ya mecbur bırakmıştır.<br />
64 Mesela yarı bağımsız hanlıklara karşı uyguladıkları kandırma ve taltif ile Rus yönetimini kabule ikna<br />
etmeye çalışmışlardır. Bunu Gürcistan’a başkomutan olarak atanan General Tsitsianof’un Çar I.<br />
Alexandr’a yazdığı raporda görmek mümkündür. General: ‘Buradaki insanların tek politikası kuvvettir.<br />
Liderlerinin başlıca dayanağı da cesaret ve Dağıstanlılara ödenen paralardır. Fakat bundan böyle buradaki<br />
uygulamaları tamamen değiştirecek ve Dağıstanlıları yatıştırmak için onlara, yardım ve hediye adı altında<br />
haraç vereceğime tam tersine, ben onların vergi ödemelerini isteyeceğim…. John F. Baddeley, Rusların<br />
Kafkasya’yı İstilası..., s. 87.<br />
65 Mesela 1827 yılında Çerkeslerden İndoriko ailesine Karadeniz’de Rus ticaretine yardımcı olduğu için<br />
15.000 ruble vermiştir. Yine aynı yılın kasım ayında I. Nikola Albay Perovski Yekaterinodar’a Çerkeslerle<br />
ilişki kurmak amacıyla göndermiştir. Şövalye Taitbout De Marigny, .. Çerkesya Seyahatnamesi...., s. 126-7,<br />
160.<br />
66 Yavus Ahmadov, XVIII. Yüzyılda Çeçen İnuşya Halkıyla Rusya Arasındaki İlişkiler, Çev.: Tarık Cemal<br />
Kutlu, İstanbul 2000, s. 47; Mustafa Aydın, XIX. Yüzyılda Kafkaslarda…, s. 170.<br />
67 Rusya tarafından Çeçen beylerinden Bardıhanov Aydemir’e toplam 72.5 ruble (50 rı-ublesi para), 20<br />
özdenine ise 190 ruble (100 rublesi para), verilmiştir. Yavus Ahmadov, Çeçen-İnguş …., s. 57.<br />
68 Çeçen Beyi Alistan Kazbekov’un kardeşi Bamat….. Bu emanet emanetlikten alınıp gönderilmelidir.<br />
Yerine kardeşi Alibek’in bir yaşındaki oğlu emanet alınmalıdır. Yıllık geliri 144 ruble. Badırhanov<br />
Aydemir’in oğlu Badırhan… Emanet olarak kalmalı.. yıllık geliri.. 158 ruble. Yavus Ahmadov, Çeçen-<br />
İnguşya …., s. 61, 65.<br />
69 Şövalye Taitbout De Marigny, Çerkesya Seyahatnamesi...., s. 160.<br />
70 J. S. Bell, Çerkesya’dan Savaş Mektupları, 1837-1839, Çev.: Sedat Özden, İstanbul 1998, s. 123.<br />
71 Yavus Ahmadov, Çeçen-İnguşya …., s. 60.<br />
72 Osmanlı Devleti Rusya’nın muhalefetine rağmen ticaret yapmayı devam ettirmiştir. Bunun üzerine<br />
Rusya Çerkes ve Abazalarla ticaret yapan kişileri Osmanlı Devleti’ne şikayet etmişlerdir. Sinop Ayanı<br />
bunlardan birisidir. Yapılan soruşturma sonunda Sinop Ayanı görevden alınmıştır. HH. 44574.
360 Osmanlı Devleti’nin Hediyeleri Siyasi Olarak Kullanımı: Kuzey Kafkasya Örneği<br />
Hollanda’nın Odessa konsolosu olan Taitbout De Marigny’e göre de Rusya’nın<br />
Kafkasya’da başarılı olabilmesi için ticareti silah olarak kullanmalı, askeri ve zecri<br />
tedbirlerle başarıyı aramamalıdır 73.<br />
Sonuç olarak Osmanlı Devleti için başlangıçta Safevi Devleti ile başlayan<br />
Kafkasya’ya hâkim olma mücadelesi XVIII. yüzyıldan itibaren Rusya ile mücadele<br />
şeklini almıştır. Bu mücadele her iki taraf için de Kafkasya’nın coğrafi, etnik ve<br />
demografik yapısı gereği oldukça zor olmuştur. Osmanlı Devleti artan ve daha ileride<br />
çok daha tehlikeli olabileceğini düşündüğü Rus tehlikesini Kafkasya’da durdurmak<br />
istemiştir. Bunun için askeri tedbirlerin yanında bölgenin <strong>sosyal</strong> yapısını göz önünde<br />
bulundurarak çeşitli politikalar gerçekleştirmeye çalışmıştır. Gerçi uyguladığı<br />
politikalardan birisi olan hediye verme değişik zaman ve şartlarda imparatorluğun<br />
başka bölgelerinde, başka amaçlar için de uygulanmıştır. Kafkas kabilelerinin ileri<br />
gelenleri ve onların adamlarına verilen hediyelerin temel nedeni Osmanlı Devleti’nin<br />
hemen hemen hepsi Müslüman olan kabileleri himaye etmek ve Rusya’ya karşı<br />
silahlandırmak istemesidir 74. Dini beraberliğin yanı sıra bu ve benzeri uygulamalarla<br />
Kafkasya’nın Müslüman halkları Rusya’ya karşı uzun süre Osmanlı Devleti’nin yanında<br />
yer almışlardır 75. Osmanlı Devleti fiili olarak Kafkasya ile olan irtibatını kesmesinden<br />
sonra bile Osmanlı Devleti’nin hizmetinde olduklarını beyan etmekten geri<br />
kalmamışlardır 76.<br />
Ancak bütün bunlar Rusya’nın Kafkasya’daki harekâtına son vermemiş ve XIX.<br />
yüzyılın ikinci yarısında bölgenin Rus hâkimiyetine girmesinin önüne geçememiştir.<br />
Çünkü Rusya’nın sıcak denizlere inme isteği ve ekonomik açıdan çok değerli bir bölge<br />
olması Kafkasya’nın Rusya için önemini artırmıştır. Bu sebeplerle Rusya, Kafkasya’yı<br />
ele geçirebilmek için savaş, göç ve iskan yöntemlerinin yanı sıra Osmanlı Devleti gibi<br />
hediye aracını kullanmaktan geri kalmamıştır. Hediye bu anlamı itibariyle sadece<br />
Osmanlı Devleti’ne has bir olgu değildir.<br />
EK: 1<br />
Anapa taraflarında olan Çerkes ve Abaza beylerine ve adamlarına verilen atıyye<br />
ve hediye listesidir:<br />
Bizeduğ (Bjeduğ) kabilesi beyi Elburak (?) Bey (Çerkes): Atıyye: 300 kuruş;<br />
hediye: Kaput: 1 adet<br />
Şabsığ kabilesi Beyi Turk (?) Mehmed Bey (Abaza): Atıyye: 300 kuruş; hediye:<br />
Kaput: 1 adet<br />
73 Şövalye Taitbout De Marigny, Çerkesya Seyahatnamesi...., s. 140, 167.<br />
74Jean-Louis Mattei, “Kırım ve Kafkasya’da Osmanlı Nüfuzunun Gerilemesi ve Ruslara Karşı Kafkas<br />
Kabilelerinin Direniş Girişimleri (1792)”, Toplumsal Tarih, I/6, (Haziran 1994), İstanbul, s. 40; Trabzon<br />
valisi ve Anapa muhafızı Çeçenzâde Hasan Paşa’ya göre Çerkes ve Abazalar eğer sözlerinde dururlarsa<br />
150.000 den fazla asker çıkaracaklardır. Böyle bir askeri gücün Rusya’nın karşısında yer alması tabii ki<br />
Osmanlı Devleti’nin yararınadır. Hasan Paşa, devamla beylere Devlet tarafından maaş verileceğini de<br />
özellikle belirtmektedir. Cemal Gökçe, Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu...., s. 219.<br />
75 CAs 9280, Soğucak Muhafızı ferah Ali Paşa’nın tahriratı, 4 Cemaziyelevvel 1197 (7 Nisan 1783).<br />
76 Osmanlı Devleti 93 harbinde bile Kafkasya’da Rusya’ya karşı bir hareket başlatmaya çalışmıştır. Bu<br />
amaçla Nusret Paşa’yı Sohum’a göndermiştir. YEE (Yıldız Esas Evrakı) Dosya Nr: 84, gömlek Nr. 110,<br />
Nusret Paşa’ya verilen talimat, 29 Zilkade 1294 (5 Aralık 1877).
Zübeyde GÜNEŞ-YAĞCI 361<br />
Şağıka (?) Kabilesi Beyi Andar Bey (Çerkes): Atıyye: 300 kuruş; hediye: Kaput:<br />
1 adet<br />
Cana kabilesi Beyi (ismini okuyamadım) (Çerkes): Atıyye: 300 kuruş; hediye:<br />
Kaput: 1 adet<br />
Abazanın kabilesi beyi Şomaf (?) bey ((Abaza): Atıyye: 300 kuruş; hediye:<br />
Kaput: 1 adet<br />
Murad Giray Sultan’ın adamı Devlet Giray: Atıyye: 300 kuruş; hediye: Kaput:<br />
1 adet<br />
Natuhac Kabilesi Beyi Arslan Giray Bey (Abaza): Atıyye: 300 kuruş; hediye:<br />
Kaput: 1 adet<br />
Natuhac söz erleri (Abaza): Atıyye: 300 kuruş; hediye: Kaput: 1 adet<br />
Şabsığ kabilesi söz erlerinden Nogay Ağa (Abaza): Atıyye: 300 kuruş; hediye:<br />
Kaput: 1 adet<br />
Abazek imamı Ali Efendi (Abaza): Atıyye: 300 kuruş; hediye: yeşil çuka,<br />
Şabsığ kabilesi söz erlerinden İslam Ağa (Abaza). Atıyye: 300 kuruş; hediye:<br />
Kaput: 1 adet<br />
İş bu beylerin ve söz sahiplerinin adamlarına: Atıyye herbirine 100 kuruş;<br />
(Neferen: 12): her birine Elvan çuka biniş: 1277 77 HH. 44585/B, Çerkes ve Abaza beyleri ve adamlarına verilen atıyyenin defteridir, (tarihsiz).