Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
© 2012, Siyah Bant.<br />
Edıtör Asena Günal<br />
ArAştirmA tAsArimi Banu Karaca<br />
YAYin KoordınAtörü Pelin Başaran<br />
tAsArim vE UYgUlAmA Fevkalade<br />
BAsKi Mas Matbaacılık A.Ş.<br />
KAğit Enzo Lux Cream 70 gr<br />
yAziyüzlerı Oranda BT, PF Agora Sans Pro,<br />
PF Din Text Comp Pro, Nexus Typewriter TF<br />
www.<strong>siyahbant</strong>.org
4<br />
6<br />
9<br />
19<br />
20<br />
21<br />
23<br />
26<br />
35<br />
37<br />
38<br />
44<br />
50<br />
52<br />
54<br />
55<br />
64<br />
70<br />
72<br />
81<br />
87<br />
89<br />
91<br />
92<br />
94<br />
İçindekiler<br />
Önsöz | Pelin Başaran<br />
Değişen ve değişmeyen boyutlarıyla sansür | Erden Kosova<br />
Devlet sansürü ve devletin anonim vekilleri | Banu Karaca<br />
“Böyle Tanıdıklarım Var II”: Bir dava düşmesi, bir beraat<br />
“Ekümenopolis” belgeselinin Enez’deki gösteriminin iptali üzerine<br />
“Yala ama Yutma” oyununun hedef gösterilmesi<br />
Bahar Kültür Merkezi’nden tiyatro sanatçısı Çiçek Tekdemir’in anlatımı<br />
Bir oto-sansür vakası: “Muhafız” | Burak Delier<br />
“Ellinci Yılında 6–7 Eylül Olayları” sergisine düzenlenen saldırı üzerine | Balca Ergener<br />
Şükran Moral’ın “Amemus” sergisinin iptali üzerine<br />
Medya, sanat ve sansür üzerine... | Yasemin İnceoğlu<br />
“Geçimli’de havan mermisi, İstanbul’da <strong>kitap</strong>” | Pelin Başaran<br />
Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!<br />
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahramanmaraş Mitingi konuşması<br />
Grup Yorum’a yönelik baskılar bitmiyor<br />
Kıskaç daralırken: Film festivalleri ve eser işletme belgesi | Elif Ergezen<br />
Yasaklanan “Bêrîvan” filminin yönetmeni Aydın Orak ile söyleşi<br />
Dersim katliamının yasaklanan belgeseli: “38”<br />
İnce sınırlar: Güncel sanatta sermaye, sanat kurumu ve devlet üçgeninde sansür | Arzu Yayıntaş<br />
“İnsanlık Anıtı”ndan “ucube”ye | Pelin Başaran<br />
Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />
Index on Censorship üzerine | Julia Farrington<br />
Sanatsal ifade özgürlüğünü savunmak | Ole Reitov<br />
Basın bildirisi Kopenhag 22 Aralık 2011: “Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü<br />
korumak için duyulan acil ihtiyaç”<br />
Düşünce Suçları Müzesi’ne doğru | Şanar Yurdatapan<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı
4<br />
Önsöz<br />
Siyah Bant fikri, 2011’de “İfade Özgürlüğü”<br />
başlıklı Hrant Dink Anısına Atölye<br />
Çalışması’na paralel kurgulanan, Sabancı<br />
Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi Banu<br />
Karaca’nın öncülüğünde tasarlanan “Çağdaş<br />
Sanatta Sansür” adlı yuvarlak masa<br />
toplantısının hazırlık sürecinde ortaya<br />
çıktı. Bu konuda yaptığı akademik araştırma<br />
ile toplantıya önayak olan Banu ile<br />
toplantının kapsam ve içeriğini çalışmaya<br />
başladığımızda, sanatta sansür vakalarının<br />
sanatçılar arasında bile çok fazla bilinmediğini,<br />
tartışılmadığını, belgelenmediğini<br />
ve en önemlisi sanatta sansüre karşı ortak<br />
bir dayanışma ağının yokluğunu bir kez<br />
daha gördük.<br />
Siyah Bant, sansürün, sadece devlet<br />
sansüründen bahsedilemeyeceği gerçeğinden<br />
hareketle, farklı yöntem ve aktörlerini<br />
araştırmak, sansür vakalarını belgelemek,<br />
analiz etmek ve sansürle mücadele etmek<br />
amacıyla Ağustos 2011’de <strong>web</strong> sitesinin<br />
açılmasıyla başladı. Web sitesinde 2000<br />
yılı sonrasında güzel sanatlar, görsel<br />
sanatlar, sinema, müzik, dans ve tiyatro<br />
alanlarında gerçekleşen sansür vakaları<br />
yer alıyor ve bu vakalarda kullanılan<br />
cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme,<br />
tehdit etme, korkutma, aşağılama, engelleme,<br />
saldırı, gayrimeşrulaştırma, ötekileştirme<br />
gibi farklı sansür yöntemlerine<br />
dikkat çekiliyor.<br />
Sansür vakalarını araştırmak için ulusal<br />
ve yerel gazeteler, dergiler, televizyonlar,<br />
internet ve yazılı kaynaklarda kapsamlı<br />
bir araştırma yapıldı ve bu mecralarda<br />
duyurulan vakalar arşivlendi. Kamuoyuna<br />
duyurulmamış sansür vakalarına ulaşabilmek<br />
için seçilen 9 farklı kentte, sanatçılar,<br />
kurumlar, yerel basın, sivil toplum kuruluşları<br />
ve aktivistlerle 80 birebir görüşme<br />
yapıldı.<br />
Pelin Başaran<br />
Siyah Bant<br />
Siyah Bant girişimini başlattığımız<br />
dönemden bugüne, siyasi gerilim gittikçe<br />
tırmandı, Kürt bölgesindeki görece<br />
rahatlama yerini sistematik gözaltılara<br />
ve tutuklamalara bıraktı. Banu Karaca’nın<br />
bu <strong>kitap</strong>taki yazısında adlandırdığı gibi,<br />
“devlet ve devletin anonim vekilleri”<br />
tarafından uygulanan kültürel ve sanatsal<br />
üretimin üzerindeki baskı arttı veya daha<br />
açık yaşanmaya başlandı. İktidarın her<br />
türlü muhalefeti kırma ve sindirme amaçlı<br />
sürekli uyarı veren hali, sadece kültür ve<br />
sanat üreticilerinde değil, her alanda içselleştirilmiş<br />
bir endişe duygusuna dönüştü<br />
ve üst kademeden alta, bürokratları ve<br />
devletin çıkarını gözeten birey ve kurumları<br />
ifade özgürlüğüne keyfî müdahalelerde<br />
bulunma konusunda cesaretlendirdi.<br />
Buradan kastımız, sansürün AKP hükümeti<br />
ile başladığı değil. Elbette ki, bu hükümetten<br />
önce de sansür farklı biçimlerde, çeşitli<br />
aktörler tarafından uygulanıyordu. Bizim<br />
için önemli olan, Erden Kosova’nın <strong>kitap</strong>taki<br />
yazısında belirttiği gibi, “sansürün<br />
değişen ve değişmeyen boyutlarını” tespit<br />
etmek ve tarihsel bağlamına yerleştirmek.<br />
Araştırma sürecinde içerik ve yöntemle<br />
ilgili çeşitli zorluklarla karşılaştık. İlki,<br />
sansürün tanımının, aktörlerinin ve yöntemlerinin<br />
genişlemesi ve çoğu sansürün<br />
örtülü biçimde gerçekleşmesinin, sansür<br />
vakalarının ulaşılabilirliğini ve doğrulanmasını<br />
zorlaştırması. Üstelik bazı sanatçıların<br />
sansürle beraber anılmak istememeleri,<br />
ilişkilerini korumaya yönelik çabaları<br />
ve sansürün duyurulmasının kendilerini<br />
daha belirgin hedefler haline getirme<br />
olasılığı, bu zorluğu pekiştirdi. Bu durum,<br />
özellikle de, çağdaş sanat kurumları arasında<br />
rekabetin iyice kızıştığı ve sanatçılar<br />
üzerindeki piyasa baskısının arttığı bir<br />
ortamda kendini hissettirdi. Sanatçıların
kurumlarla ilişkisinde risk alamayacak<br />
pozisyona itilmeleri ve sanatçıların bu<br />
pozisyondan dışarı çık(a)mamaları, sohbet<br />
ortamında dile getirilen birçok sansür vakasının<br />
açıkça konuşulmasına engel oldu.<br />
Başka bir nokta ise, sansürle mücadele<br />
için bir dayanışma ağı ve baskı grubu<br />
yaratmanın güçlüğüydü. Sansüre maruz<br />
kalan sanatçılarla yaptığımız görüşmelerden<br />
çıkardığımız sonuç, sanatçıların bu<br />
konuda yalnız bırakıldıklarını hissetmiş<br />
olmalarıydı. Bunda, sansür vakalarının<br />
sistematik bir şekilde duyurulmamasının,<br />
sansürü ve aktörlerini teşhir eden,<br />
sanatçıya destek veren, sanatçıların ifade<br />
özgürlüğü ve mesleki haklarını gözeten<br />
kurumların eksikliği kadar, çeşitli nedenlerle<br />
–sanat eserinin yeterince “iyi”<br />
olmaması, sanatçının saygı uyandırmaması,<br />
sanatçının kurumlarla ilişkisinin şüphe<br />
uyandırması vb.– kasıtlı olarak destek<br />
verilmemesinin de payı var. Bu durum,<br />
sanatta ifade özgürlüğünün, bizler –kültür<br />
sanat üreticileri ve savunucuları– için de<br />
bazı sınırları olabileceğini düşündürüyor.<br />
Yalnızca devletin ve toplumun “hassasiyetleri”<br />
değil, bizim de içselleştirdiğimiz<br />
sınırların ne olduğu ve nasıl zorlanabileceği<br />
üzerine düşünmek gerekiyor.<br />
Bir dayanışma ağı yaratmak amacıyla<br />
oluşturulan sanattasansür elektronik<br />
posta grubu, ilk dönemde yoğun bir ilgiyle<br />
karşılansa da, devamında büyük bir hareketliliğe<br />
yol açmadı. Bu, sorunun sadece<br />
vakaların duyurulmasıyla çözülmeyeceği,<br />
haber almanın –medyadaki sansüre rağmen–<br />
farklı mecralarla mümkün olabildiği<br />
bugünkü ortamda, istikrarlı bir aktivizme<br />
ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Buradan<br />
hareketle, Siyah Bant, sonraki adımlarında<br />
bir ağ ve baskı grubu oluşturmak,<br />
bu grubu bir eylem programı etrafında<br />
örgütlemek ve ifade özgürlüğünün güvenceye<br />
alınması için aktif çalışan organizasyonlarla<br />
stratejik ortaklıklar geliştirmek<br />
için çalışacak. Sanatta ifade özgürlüğü ve<br />
sansürün farklı boyutlarını ve kesitlerini<br />
derinlemesine inceleyecek araştırmalar<br />
tasarlayacak, çeşitli grup ve kurumlarla<br />
ortaklıklar geliştirmek amacıyla diyalog<br />
toplantıları düzenleyecek. Siyah Bant’ın<br />
araştırmaları uluslararası ortakları vasıtasıyla<br />
uluslararası alanda duyurulacak. Ek<br />
olarak, sanatta ifade özgürlüğü ve sansür<br />
meselesini hukuki açıdan değerlendirmek,<br />
mevzuatı incelemek, sorunları tespit<br />
etmek ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla<br />
Prof. Dr. Turgut Tarhanlı danışmanlığında<br />
tüm yıla yayılan çalıştaylar organize<br />
edilecek. Bu çalıştaylarda aynı zamanda,<br />
sansürle mücadelede nasıl bir aktivizm<br />
önerilebileceği ve aktivizmde insan hakları<br />
hukukunun rolü ve koruma mekanizmalarından<br />
yararlanma imkânının ne olduğu<br />
araştırılacak.<br />
Siyah Bant kitabı, farklı sansür mekanizmalarına<br />
ve aktörlerine dikkat çekmek,<br />
araştırma süresince edindiğimiz ilk bulguları<br />
değerlendirmek ve konuyla ilgili bir<br />
tartışma başlatmak amacıyla hazırlandı.<br />
Kitapta, sanatta ifade özgürlüğü konusunda<br />
araştırma yapan yazarların yazıları,<br />
sansürle mücadelede yerel ve uluslararası<br />
deneyimler ve sansür vakaları yer alıyor.<br />
Belirtmek isterim ki, <strong>web</strong> sitesinde<br />
belgelenen vakalar arasından oluşturulan<br />
bu seçki, diğer sansür deneyimlerinden<br />
daha önemli olduğundan değil, yazıların<br />
referansları gözönünde bulundurularak<br />
oluşturulmuştur.<br />
Siyah Bant’ın ve bu kitabın gerçekleşmesi<br />
için deneyimlerini ve arşivlerini<br />
paylaşan tüm kurum ve kişilere, <strong>web</strong><br />
sitesinin güncellenmesindeki gönüllü<br />
desteği için Seval Yılmaz’a, araştırma<br />
sürecine katkıları için Roza Erdem, Çiğdem<br />
Armağan ve Duygu Ula’ya, Anadolu Kültür<br />
ve Tütün Deposu’na, Siyah Bant Danışma<br />
Kurulu üyeleri; Eylem Ertürk, Asena Günal,<br />
Yasemin İnceoğlu, Banu Karaca, Erden Kosova,<br />
Elif Yarsuvat ve Fırat Yücel’e sonsuz<br />
teşekkürlerimi sunuyorum.<br />
5
6<br />
Değişen ve<br />
değişmeyen<br />
boyutlarıyla sansür<br />
Erden Kosova<br />
Sanat eleştirmeni<br />
Son birkaç yıl içinde sayıları ciddi biçimde artan özel<br />
girişimlere ait sanat kurumlarının da bir tür uyumsallık<br />
atmosferi yaratmaya çalıştığı, bağlı oldukları sermaye yapıları,<br />
yatırımları ve buna eşlik eden kültürel tercihler hakkında<br />
ortaya çıkan çatışmaları perdelemeye ve görünürlükten<br />
uzaklaştırmaya çabaladıkları görülmekte.<br />
Devletin toplum üzerindeki denetiminin<br />
zor kullanımına dayandığı ve meşru görüldüğü,<br />
bunun neredeyse geleneğe (diğer bir<br />
eğretilemeyle, genetik yapıya) dönüşmüş<br />
bir süreklilik haline geldiği bir coğrafyada<br />
yaşıyoruz. Osmanlı’nın emperyal ölçekte<br />
geliştirmiş olduğu denetim yapısı çok<br />
büyük değişiklere uğramaksızın, toplum<br />
üzerine tepeden empoze edilmiş şekilsel<br />
modernlik deneyimine de aktarılmış görülüyor;<br />
militarizm, milliyetçilik ve devletçiliğin<br />
temel dinamikler olarak işlediği<br />
siyasal ortamın üzerinden bir de Soğuk<br />
Savaş’ın paranoya, kumpas ve dış dünyadan<br />
yalıtım üzerine kurulu kara bulutu<br />
geçmiş durumda. İfade özgürlüğü üzerindeki<br />
kısıtlamalar, sansür vakaları, <strong>kitap</strong><br />
yasaklamalar, gazete kapatmalar, yazar ve<br />
sanatçıların kovuşturmalara uğramaları,<br />
hapis ya da sürgün edilmeleri, gazetecilere<br />
yönelik suikastler… hem rakam hem de<br />
çeşitlilik anlamında konuyla ilgili oldukça<br />
‘zengin’ bir birikim mevcut.<br />
Bu yöndeki geniş tecrübeye rağmen,<br />
özellikle yakın geçmişte yaşanmış olan<br />
sansür pratiklerini toplu biçimde ele alan,<br />
çözümlemeye tabi tutmuş olan araştırma<br />
sayısı oldukça az. Belki de artık devlet<br />
işleyişine dair sabit bir veri olarak algılandığı<br />
için, ifade özgürlüğünü kısıtlamaya<br />
yönelik müdahaleleri bir bütün olarak not<br />
etmeye yönelik fazla çaba gösterilmemiş<br />
gibi görünüyor. Bunun yanında, son yirmi<br />
yıllık dönemde siyasal zeminde yaşanan<br />
kayışlar sansür konusunu farklı bir gözle,<br />
analitik bir perspektifle değerlendirme<br />
gerekliliğini daha da fazla hissettiriyor.<br />
Sert kutuplaşmalar sonucunda sadece<br />
devletin güvenlik ve idareden sorumlu<br />
birimleri değil siyasal alanı oluşturan sivil<br />
aktörlerin de karşıt görüşün ifade alanını<br />
daraltmaya, onu tümden susturmaya<br />
yönelik hamlelerde bulunabildiğine tanık<br />
olduk son yıllarda. Baskı kavramı üzerine<br />
geliştirilmiş düşünce kalıplarını sarsacak<br />
bir biçimde sadece devletin değil, devletdışı<br />
oluşumların da farklı olana tahammül<br />
göstermediği, sınırlandırmaları, kısıtlamaları<br />
bizzat kendisinin talep ettiği pek çok<br />
vaka yaşadık bu dönemde.<br />
Bunun da ötesine geçilip, siyasal alanda<br />
örgütlü ya da örgütsüz biçimde gelişen<br />
linç ve vandallık gibi şiddet eylemlerinin<br />
belirli bir özerkliğe sahip olduğu düşünülen<br />
kültür mekânlarına da uzandığı yeni<br />
bir dönemin içine girdik. Daha önce de
çeşitli şiddet eylemleriyle karşılaşılmıştı<br />
ama 6-7 Eylül olayları sırasında çekilen<br />
fotoğraflarla oluşturulmuş bir serginin açılışında<br />
Karşı Sanat’ın bir grup milliyetçi/<br />
ulusalcı tarafından basılması ve sergilenen<br />
fotoğrafların tahrip edilmesi (bkz. sayfa<br />
35) (2005) kazanılmış alan, özerklik sahası<br />
olarak kavranan şeylerin ne kadar kırılgan<br />
olduğunu, oluşturulmuş yapıların nasıl da<br />
çözülebileceğini gözler önüne sermiş oldu.<br />
Tophane Olayları olarak adlandırılan ve<br />
2010 Eylül’ünde bir dizi sanat galerisine<br />
karşı örgütlü biçimde düzenlenen saldırı,<br />
beraberinde getirdiği pek çok sorunsalla<br />
birlikte bu kırılganlığın uç noktaya taşındığının<br />
göstergesi oldu.<br />
Son on yıllık dilime daha yakından<br />
baktığımızda devlet yapısını kendine göre<br />
yeniden ‘format’layan AKP hükümetinin<br />
icraatlerinin devreye girdiğini; ve sansürün<br />
daha yakından ele alınması aciliyetli<br />
bir ihtiyaç olarak bir kez daha önümüzde<br />
durduğunu görüyoruz. Bir yandan<br />
geçmişten devralınan ve KCK operasyonları<br />
ile birlikte en kristalleşmiş örneğine<br />
tanık olduğumuz, ceberrut, saldırgan<br />
ve azarlayan üslubuyla karşıt görüşleri<br />
sindirmeye, silmeye çalışan gelenek; diğer<br />
yandan siyasal müzakere ortamına ‘ince<br />
ayar’ vermeye çalışan, basın-yayın organlarını<br />
uyumsallığa mahkûm eden dolaylı/<br />
dolaysız manipülasyon çabaları; bir diğer<br />
yandan ‘çoğunluğun hassasiyetleri’ne<br />
sahip çıkma argümanı üzerinden geliştirilen<br />
toplum mühendisliği örnekleri…<br />
Farklı damarlardan beslenen bu denetim<br />
ve şekillendirme inadı kültür ve sanat alanına<br />
da çeşitli ve sayılarının arttığı hissini<br />
veren sansür pratikleriyle yansımakta.<br />
Yine de sansür sadece Türkiye’nin<br />
siyasal gündemindeki gerginlikler üzerinden<br />
ele alınabilecek bir kavram değil.<br />
Devlet yapısının doğası haline gelmiş<br />
denetim ve sınırlandırma uygulamaları<br />
ve toplumun muhafazakâr/reaksiyoner<br />
kesimlerinin kendinlerine vazife edinip<br />
müdâhil oldukları vakalar kadar patırtı<br />
çıkarmayan ama belki de bunlardan daha<br />
etkin bir sessizleştirme mekanizması<br />
olarak işleyen üçüncü bir faktör belirginlik<br />
kazanmakta. Son birkaç yıl içinde sayıları<br />
ciddi biçimde artan özel girişimlere ait<br />
sanat kurumlarının da bir tür uyumsallık<br />
atmosferi yaratmaya çalıştığı, bağlı oldukları<br />
sermaye yapıları, yatırımları ve buna<br />
eşlik eden kültürel tercihler hakkında<br />
ortaya çıkan çatışmaları perdelemeye ve<br />
görünürlükten uzaklaştırmaya çabaladıkları<br />
görülmekte. Öyle ki, net olarak sansür<br />
kavramıyla tanımlanamayacak olsa bile<br />
sanatçıların çalışmaları üzerinde manipülatif<br />
etkiler yaratan yeni mekanizmalar<br />
ortaya çıkmakta.<br />
Finansal yapılarını ve alışverişlerini<br />
şeffaflıktan uzak yöntemlerle var eden bu<br />
tür girişimler sanat ve sermaye arasındaki<br />
bağların kurcalanmasını istemeyen bir<br />
görüntü sergilemekte. Sunum koşullarının<br />
giderek daha belirgin biçimde sterilleştirildiği,<br />
elit katmanlara hitap ettiği, çeşitli<br />
sosyal filtrelerle donatıldığı, pazarlama<br />
stratejilerine terk edildiği ve panel,<br />
tartışma ve yayın gibi düşünsel-eleştirel<br />
dolayımlardan uzak tutulduğu bir ortamda<br />
çatlak seslerin, pürüzlerin belirmesi<br />
istenmemekte. Farklı ortamlarıyla çalışanlarıyla<br />
sorunlar yaşayan büyük sermaye<br />
kuruluşları bu çatışmaların sanat ve kültür<br />
alanındaki faaliyetlerine yansımasından<br />
ciddi biçimde rahatsızlık duymakta.<br />
Yaratılan sınıfsal ve ekolojik tahribatı<br />
perdelemek ve pozitif bir şirket kimliği,<br />
algısı yaratmak üzere kültürel ve sanatsal<br />
etkinliklerin araçsallaştığı bir ortamda<br />
eleştirelliğin çerçevesi de giderek daralmakta.<br />
Bu tür bir tavır sosyal çatışmalardan<br />
temizlenmiş, kurumları ve izleyiciyi<br />
hırpalamayan, var olan sosyal ve politik<br />
gerginliklerin üzerine gitmeyen, uzlaşımsal<br />
bir sanat anlayışını öne çıkarmakta.<br />
Bu koşullar altında profesyonel sözleşmeler,<br />
medya ile kurulan ilişkiler, göste-<br />
7
8<br />
rilecek olan sanat çalışmalarının içeriği<br />
ve hatta kimi hallerde biçimsel özellikleri<br />
konusunda sanatçının tercihleri üzerinde<br />
manipülatif etkilerde bulunabilecek müdahalelerle<br />
de karşılaşılabilmekte. Kurum<br />
prestiji, kişisel bağlar ve benzer vakalardan<br />
haberdar olmama nedeniyle sanatçılar<br />
bu tür müdahalelere karşı sessiz kalabilmekte,<br />
ya da ne tür bir tepki vereceği<br />
konusunda kafa karışıklığı yaşabilmekte.<br />
Berrak tanımlamalarla yaklaşılması kolay<br />
olmayan bu gri ve flu görünümdeki denetim<br />
alanı kurumlarla çatışmalar yaşayanların<br />
yalnızlaştırılması ve sessizleştirilmesine,<br />
daha da kötüsü genel bir oto-sansür<br />
atmosferinin oluşmasına neden olmakta.<br />
Bütün bu gelişmeleri dikkate alan<br />
Siyah Bant projesi bir yandan son yirmi<br />
yıl içinde yaşanan sansür pratiklerine dair<br />
bir bellek haznesi oluşturmaya çabalıyor,<br />
diğer yandan konu etrafında gelişen yeni<br />
sorunsalları ortaya koymayı ve bir tartışma<br />
alanı oluşturmayı amaçlıyor. Kültürel<br />
üretim alanının bütününü kavramak ve<br />
çözümlemek, bunun da ötesine geçerek<br />
denetim mekanizmalarına karşı direnç<br />
ittifakları kurmak zor iş elbet. Bugüne kadar<br />
oluşturulmuş eleştirel alanın giderek<br />
daha fazla eridiğinin farkında olan Siyah<br />
Bant ekibi akıntının tersine doğru atılacak<br />
adımların çoğalacağı ve sıklaşacağı umudunu<br />
taşıyor güçlü bir biçimde.
Devlet sansürü ve<br />
devletin anonim<br />
vekilleri *<br />
Banu Karaca<br />
Sabancı Üniversitesi,<br />
Sanat ve Sosyal Bilimler<br />
Fakültesi<br />
İncelenen sansür vakaları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına<br />
ilişkin olarak Türkiye’de kayda değer olumsallıklar bulunduğunu<br />
gözler önüne sermektedir: söylenemez olanın alanı net<br />
olmayan bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne yapılan<br />
müdahaleleri bilhassa başarılı kılan da esasen bu keyfiyettir.<br />
Türkiye’deki sansür tartışmaları genelde<br />
ifade özgürlüğünü engelleyen, baskıcı ve<br />
yekpare bir devlet yapısı üzerinden yapılıyor.<br />
Ancak yakından bakıldığında durumun<br />
daha karmaşık olduğu görülmektedir.<br />
1980 darbesine ve sonrasındaki döneme<br />
damgasını vuran yasaklayıcı girişimlerden<br />
farklı olarak, sanattaki mevcut sansür mekanizmaları,<br />
sanatsal ifadelere ve onların<br />
yayılmasına ilişkin olarak gayrimeşrulaştırma<br />
ve yıldırma amacı gütmektedir. Bu<br />
durum bilhassa “Türkiye devletinin ülkesi<br />
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” ve<br />
egemenliğine tehdit şeklinde yorumlanabilen<br />
ifadeler için geçerlidir. Sanatçıları<br />
hedef almak, kendilerini yalnız hissetmelerine<br />
yol açmak ve bir korku ve kaygı<br />
atmosferi yaratmak, söz konusu gayrimeşrulaştırma<br />
stratejisinin önemli bir kısmını<br />
teşkil etmektedir.<br />
Aşağıda incelenen sansür vakaları,<br />
ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ilişkin<br />
olarak Türkiye’de kayda değer olumsallıklar<br />
bulunduğunu gözler önüne sermektedir:<br />
söylenemez olanın alanı net olmayan<br />
* Bu yazı, Toplum ve Bilim dergisinin 125.<br />
sayısında yayınlanacak makalemin kısaltılmış<br />
bir versiyonudur.<br />
bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne<br />
yapılan müdahaleleri bilhassa başarılı<br />
kılan da esasen bu keyfiyettir. Bu şekilde,<br />
oto-sansür teşvik edilmekte ve sanatın<br />
özerkliğini vurgulayarak sanat ile politika<br />
arasında kavramsal bir ayrımı pekiştiren<br />
sanatsal özgürlük savunularına kapı açılmaktadır.<br />
Bu durum, Kürt hak mücadelesiyle<br />
açıkça ilişkili bulunan ve bölgede etkin<br />
olan Kürt sanatçılar söz konusu olduğunda<br />
daha da geçerlidir. Kendilerinin tüm<br />
sanatsal ifadeleri, yasadışı politik aktivizme<br />
ya da daha açıkça söyleyecek olursak,<br />
ayrılıkçı politikaya ve terörizme kışkırtmaya<br />
denk tutulmaktadır.<br />
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yönetimindeki<br />
devlet ve belediye kurumları<br />
1980 sonrası dönemdeki kültür ve sanat<br />
politikalarına yeni destekler getirdikleri<br />
için takdir ediliyor olsalar da, 1 söz konusu<br />
desteğe ilişkin politik ve estetik parametreler<br />
başta genel ahlâk tartışmalarına<br />
ilişkin olarak gitgide daha çok eleştirilir<br />
hale gelmiştir. Bu konuyu şimdilik paranteze<br />
almak istesem de, belirtmem gerekir<br />
ki, bilhassa pornografi meselesi söz<br />
konusu olduğunda, genel ahlâka ilişkin<br />
olarak diğer ülkelerde geçerli olan hayli<br />
9
10<br />
standartlaşmış düzenlemeler Türkiye’de<br />
de yürürlüktedir. Bu tür düzenlemeler şüphesiz<br />
önemlidir. Yine de, Marjorie Heins’ın<br />
gösterdiği üzere, 2 tartışılan tasvirlerin en<br />
hassas olanlara, yani çocuklara ve reşit<br />
olmayan kişilere zarar verebileceği öne<br />
sürüldüğünde, sansür çok daha yaygın<br />
bir şekilde kabul edilebilir hale gelmektedir.<br />
Heins bu şekilde belirlenen sansür<br />
önlemlerinin çoğu zaman, ifade özgürlüğü<br />
açısından başta görünenden çok daha<br />
geniş çapta ihlallere yol açan bir başlangıç<br />
noktası teşkil ettiğini de öne sürmektedir.<br />
Cinsel açıdan istismar teşkil edici imge<br />
nedir tartışmasını önemsiz kılmadan,<br />
Gauguin’in “Kıskandın mı?” (1892) adlı<br />
eserine ilişkin bir vaka, sanatta çıplaklığın<br />
nasıl kolayca toplumsal açıdan uygunsuz<br />
addedilebileceğine dair yakın tarihli bir<br />
örnek oldu. İki çıplak kadının yer aldığı<br />
tablo, Star TV’de yayınlanan bir programda<br />
flulaştırılarak sansürlendi. 3 Bu tür medya<br />
müdahaleleri öylesine normalleşmiş<br />
durumda ki, süregiden kamusal tepkilere<br />
ya da Kültür ve Turizm Bakanlığı ve hatta<br />
genel siyaset aygıtının müdahalesine bağlı<br />
olmaksızın cereyan etmekteler.<br />
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de<br />
de kültür politikalarından sorumlu devlet<br />
görevlileri, hoşgörüyle yaklaşılması bir<br />
yana, toplumsal düşünüm süreçlerini<br />
beslediğinden ve toplumun ve politik sistemin<br />
olgunlaşmasına ayna tuttuğundan<br />
ötürü sanatın eleştirel gücünün arzu edilir<br />
olduğunu sıkça öne sürerler. Türkiye’de<br />
güncel sanata yönelik yapısal destekler<br />
bulunmasa da, sanatın özgürlüğüne ilişkin<br />
anayasal güvence verilmesi de aynı tavrın<br />
yansımasıdır. Ancak geçtiğimiz on yılda<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı da AKP yönetimindeki<br />
belediyeler de (birkaç istisna dışında)<br />
sanatta ifade özgürlüğünü korumak<br />
için ne yetkilerini kullanmış ne de sanatın<br />
veya sanatçıların yanında durmuşlardır.<br />
Onun yerine, göreceleştiren konumlara<br />
çekilmeyi tercih etmişlerdir: İfade özgürlü-<br />
ğünden yana olduklarını sıkça dile getiren<br />
yetkililer, aynı zamanda “toplumsal hassasiyetlerin”<br />
hesaba katılması gerektiğini<br />
de vurgulamaktadırlar. Toplumsal hassasiyetler<br />
nosyonu, belirlenme şekline bağlı<br />
olarak, sanatta ifade özgürlüğüne yönelik<br />
saldırıları meşrulaştırmak için gitgide<br />
daha fazla kullanılmaktadır.<br />
Devletin anonim vekilleri: “Serbest<br />
Vuruş”un adli deneyimi<br />
2005 İstanbul Bienali’nde Vasıf Kortun ve<br />
Charles Esche, sanatçı Halil Altındere’yi<br />
9. İstanbul Bienali bünyesindeki “misafirperverlik<br />
alanı”nda bir sergi hazırlamak<br />
üzere davet etmişlerdi. Sergideki işlerin<br />
çoğu militarizm, milliyetçilik ve Kürt<br />
hak mücadelesi gibi doğrudan politik<br />
temalarla ilgiliydi. Misafirperverlik<br />
alanı Bienal’le birlikte 16 Eylül 2005’te,<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde<br />
Ermeniler üzerine bir konferansın<br />
ertelenmesi, Karşı Sanat Çalışmaları’nda<br />
6-7 Eylül 1955 olaylarına ilişkin bir sergiye<br />
saldırıda bulunulması 4 (bkz. sayfa 35) ve<br />
“Kürt Sorunu”na yeniden dikkat çekilmesi<br />
gibi milliyetçi tepkilerin hararetli olduğu<br />
bir dönemde açıldı. Dolayısıyla “Serbest<br />
Vuruş”un önce sanat dünyasından sonra<br />
da toplumdan büyük bir ilgi görmüş olması<br />
şaşırtıcı olmamıştı.<br />
Açılıştan bir ay sonra “kimliği belirsiz<br />
bir ziyaretçi” savcılığa sergi hakkında suç<br />
duyurusunda bulundu ve 13 Ekim 2005’te<br />
Beyoğlu 2. Sulh Ceza Mahkemesi sergi<br />
kataloğu için toplatma kararı çıkardı.<br />
Mahkeme kararı üç görsele dayanıyordu:<br />
Demet Yoruç’a ait “Hulk”, Murat Tosyalı’ya<br />
ait “İtaat” ve Burak Delier’e ait “Muhafız”. 5<br />
Rütbe işaretleri ve üniformalar gibi askerî<br />
göndermeler içeren resimlerin Türk Silahlı<br />
Kuvvetleri’ni alenen aşağıladığına karar<br />
verildi. Mahkemenin kataloğu toplatma<br />
kararında şöyle deniliyordu: “ [...]Türk<br />
askerine hangi şart ve vaziyette olursa<br />
olsun saldırılması lazım bir hedefmiş gibi
kötü niyetlerini göstererek TSK’yı alenen<br />
aşağılar mahiyette resim yayımladıkları<br />
anlaşılmaktadır”. 6 Ertesi gün polis memurları<br />
Altındere’nin ofisine baskın yapmış,<br />
ancak tümü sergi açılışında dağıtılmış<br />
olduğundan ötürü herhangi bir kataloğa<br />
rastlayamamışlardır.<br />
On iki gün sonra, Halil Altındere’nin<br />
avukatı Murat Altındere’nin yaptığı temyiz<br />
başvurusunun ardından, 3. Asliye Ceza<br />
Mahkemesi toplatma kararını iptal etti.<br />
Mahkeme bu defa kararını şöyle açıkladı:<br />
“geçerli yerel hukuki düzenlemelere göre,<br />
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. ve<br />
10. maddeleri emsal teşkil etmektedir ve<br />
toplatma kararı söz konusu maddeler uyarınca<br />
iptal edilmiştir.” Karar şöyle devam<br />
ediyordu:<br />
Toplatma kararına neden olarak gösterilen<br />
fotoğraflardan hiçbiri bu maddelerde<br />
belirtilen kısıtlama nedenlerini<br />
ihlal etmemiştir. Kitabın toplatılmasına<br />
neden olan fotoğrafların sanatsal değeri<br />
tartışılsa da, kuvvet kullanımını çağrıştırsa<br />
da ve toplumun büyük çoğunluğunca<br />
hoş karşılanmayacak nitelikte olsa<br />
da, içeriği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi<br />
normlarına uygun olduğu sürece,<br />
demokrasinin bütün bu duygulanımlara<br />
katlanmak olduğu da unutulmamalıdır.<br />
Kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşide Altındere,<br />
Türkiye’de ilk kez bir sergi kataloğunun<br />
toplatıldığını belirtmiştir. İfadesine<br />
göre, savunması aşağıdaki görüşün ısrarla<br />
belirtilmesine dayanıyordu:<br />
Resimler sanat eseridirler ve sanat, doğası<br />
gereği özgürce eleştiride bulunur.<br />
Ayrıca 301. maddenin 4. paragrafına<br />
başvurduk; burada eleştiri maksadıyla<br />
kullanılan ifadelerin suç teşkil etmediğini<br />
ve sanatın bizim tabirimizle (yoruma<br />
açık olması anlamında) “açık yapıt” meydana<br />
getirdiğini belirttik. Sanat tarihin-<br />
den örnekler içeren bir dosya hazırladık<br />
ve meseleden bu şekilde kurtulduk. 7<br />
11<br />
Bu olayda dikkat çekici bazı tutarsızlıklar<br />
bulunmaktadır. Öncelikle, sözde aşağılayıcı<br />
malzemeye karşı yapılmış bir suç<br />
duyurusu söz konusudur. Kanuni gerekliliğe<br />
rağmen ilk davacının kimliği savcılık 8<br />
tarafından asla açıklanmamıştır, ancak suç<br />
duyurusunun bir şehit eşi veya oğlunu<br />
askerde kaybeden bir anne tarafından<br />
yapıldığına dair söylentiler dolaşmıştır. Bu<br />
senaryolardan biri hakikaten doğru olsaydı,<br />
resimlerden haberdar edildikten sonra<br />
savcı, davanın kişilik haklarına saldırı yerine<br />
bir devlet kurumunu aşağılama iddiası<br />
gerekçesiyle açılabileceğinin en doğrusu<br />
olduğu hükmünü verirdi. 9 Fakat bu şekilde<br />
bile, davanın baştan neden, örneğin<br />
serginin kapatılmasına değil de yalnızca<br />
bir kataloğun toplatılmasına odaklandığı<br />
sorusu yanıtsız kalıyor. Mesele olan, çoğaltılabilen<br />
ve kolayca yayılabilen resimler<br />
miydi? Yoksa güçlü ve büyük ölçüde devlet<br />
yanlısı İKSV bünyesinde gerçekleştirilen ve<br />
övgüler toplamış hayli popüler bir bienal<br />
kapsamındaki sergiyi kapatmanın büyük<br />
bir uluslararası skandala yol açacağına<br />
dair bir hesaplamadan dolayı mı böyle yapılmıştı?<br />
Üstelik katalog toplatma işlemi<br />
titizlikle uygulanmamıştı. Altındere’nin<br />
ofisine yakın bir kitabevi toplatma emrinin<br />
yürürlükte olduğu sırada bile satışa<br />
devam ediyordu. Yalnızca kısa süre geçerli<br />
olan, tutarsızca uygulanan ve hızla iptal<br />
edilen bu karar ne gerçekleştirme niyetindeydi<br />
ve esasen ne elde etti?<br />
Akla dört olası ve birbiriyle bağlantılı<br />
açıklama geliyor. İlk olarak; toplatma<br />
emri serginin meşruiyetini zedelemede<br />
bir ölçüde başarılı olmuştu. Mahkemeye,<br />
sanatsal bir eleştiriyi aşağılayıcı bir<br />
“tasvir”den ayıran hayli bulanık sınırları<br />
irdelemenin yanısıra, (estetik teori alanında<br />
bir uzmanlık bulunmamasına rağmen)<br />
işlerin sanatsal niteliğini de yorumlayarak
12<br />
gerçekten de bir aşağılama cereyan edip<br />
etmediğini araştırma fırsatı verdi. Mahkemenin<br />
belirli bir şekilde yorum yapmayı<br />
seçmiş olması belirtilmesi gereken önemli<br />
bir husus. Mahkeme, kararın yasalara<br />
uygun olmanın yanısıra demokratik devlet<br />
formunun gerektirdiği ölçüde hoşgörülü<br />
de olduğunu vurguladı. Wendy Brown’ın<br />
analizine dayanarak, mahkeme kararının<br />
aynı anda hem söz konusu imajları, hem<br />
de “hoşgörü gösterileni hoşgörü gösterene<br />
kıyasla aşağı, sapkın veya marjinal olarak<br />
belirleyerek” imajları üretenleri gayrimeşrulaştırdığını<br />
söyleyebiliriz. 10 İkinci<br />
olarak; geçici yasak, gazeteleri ve diğer<br />
medya kanallarını söz konusu resimleri<br />
yayınlamama konusunda sindirdiği ve<br />
böylece olası çok daha geniş bir yayılmayı<br />
baskıladığı ölçüde de başarılıydı. Üçüncü<br />
olarak; söz konusu tasvirlerin altında yatan<br />
devlet uygulamaları yerine, militarizm<br />
tasvirlerini problematik olarak sınıflandırarak,<br />
eleştiriyi “şeyin kendisinden”<br />
onun tasvirine başarıyla kaydırmaktadır;<br />
böylece politik meselelerin kendileri değil<br />
temsilleri problematik addedilmektedir.<br />
Brown’dan hareketle okunduğunda,<br />
hiç de hoşgörü yoluyla olmayan bu yer<br />
değiştirme, yarattıkları etkinin veya ifade<br />
ettikleri duruşların liberal bir demokraside<br />
(istenmeden de olsa) hoşgörüyle karşılanmaya<br />
ihtiyaç duyduğuna işaret ederek,<br />
sanat eserlerinin depolitizasyonuna neden<br />
olur. Son olarak da, bu gayrimeşrulaştırma<br />
hareketi Altındere’nin şahsının bir hedef<br />
olarak belirlenmesine yol açmıştır.<br />
Kargaşa burada da sona ermemiştir.<br />
Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı bu<br />
defa Altındere’nin şahsına yönelik adli<br />
soruşturma başlattı. Belirtilen gerekçe<br />
yine, o zaman geçerli ifadesiyle “Türklüğe<br />
hakaret”i suç kabul eden Türk Ceza<br />
Kanunu’nun 301. maddesi uyarınca, Türk<br />
Silahlı Kuvvetleri’nin alenen aşağılanması<br />
idi. 11 301. maddeye ilişkin eleştirilere<br />
karşılık Türkiye’deki yetkililer, devleti ve<br />
kurumlarını (bayrak dâhil olmak üzere)<br />
aşağılamaya karşı Avrupa’da yürürlükte<br />
bulunan benzer bir dizi yasaya dikkat çektiler<br />
ve sorunun kanundan değil uygulanmasından<br />
kaynaklandığını belirttiler. Geçmişte,<br />
Ermeni Soykırımı’na ve Türkiye’nin<br />
çok-etnili ve çok-dilli yapısına ilişkin<br />
olarak, devletin çokkültürlülük anlayışının<br />
onayladığı “evcilleştirilmiş çeşitlilik” için<br />
belirlenen sınırların dışına çıkan ifadelerin<br />
tümü (1982 Anayasası’nın 3. maddesinde<br />
belirtildiği üzere) Türkiye’nin bütünlüğüne<br />
tehdit olarak yorumlanabiliyor ve “bölücülük<br />
propagandası” olarak görülebilecek<br />
ifadeler de dâhil olmak üzere terörizm<br />
sayılıyordu. Bu şekilde, tüm bu suç<br />
isnatları, anayasa güvencesindeki ifade<br />
özgürlüğüne (Anayasa’nın 26. maddesi)<br />
ve (27. maddede düzenlenen) bilim ve<br />
sanat özgürlüğüne getirilen kısıtlamaları<br />
yansıtmaktadır. Gerçekten cezalandırma<br />
veya yasaklama araçları olmaktan ziyade,<br />
bu tür suç isnatları, belirli tür imajların<br />
gayrimeşrulaşmasına ve bu sırada da<br />
fikir sahiplerinin (politik) hedefler haline<br />
gelmesine neden oluyor.<br />
Altındere 13 Nisan 2006’da suçlamalardan<br />
beraat etmiş olsa da, söz konusu<br />
vaka doğrudan yasaklama girişimleri dışındaki<br />
hukuki suçlamaların nasıl işlediğini<br />
ve ne tür tutarsız örüntülere yol açtığını<br />
gözler önüne sermektedir. Altındere’nin<br />
savunmasının tek dayanağı ifade özgürlüğü<br />
değildi; aynı zamanda onun işlerinin<br />
ve sergilerinin, eleştirel saiki aşağılamaya<br />
denk tutulamayacak bir güç olan sanatın<br />
örnekleri olduğunda ısrar ediliyordu.<br />
Politik atıfları olsa bile sanatsal imgelerin<br />
politik söylemlerden veya diğer tür eleştirel<br />
ifadelerden farklı muamele görmesi<br />
gerektiği anlayışı bu vakada görsel sanat<br />
ve politikanın hem birliğini hem de farklılığını<br />
vurgulamaktadır. Ayrıca sanatın<br />
etkisini hem koruyan hem de zayıflatan<br />
iki uçlu sanatta özerklik kavramının bir<br />
tezahürünü sunmaktadır. 12
Valiliğin takdiri, polis müdahaleleri<br />
ve yıldırma<br />
Yukarıda tartışılan örnek, adli kanallar<br />
yoluyla gerçekleşen bir müdahale sunarken,<br />
susturma girişimleri, baskı, yıldırma<br />
ve gayrimeşrulaştırmayı içeren “estetiğin<br />
idaresi”, 13 başka yollardan da işlemektedir.<br />
Örneğin Türkiye’de, bir sanat etkinliğinin<br />
kamu düzenini bozabileceği kanısında<br />
oldukları takdirde yerel idareciler, kendi<br />
bölgelerindeki sinema, müzik ve tiyatro<br />
gösterilerini engelleme inisiyatifine sahiptirler.<br />
14 Söz konusu düzenleme, sansür gücünün<br />
valilik düzeyinde genişletildiği ve<br />
valilere, askerî cunta tarafından kurulmuş<br />
ulusal film ve müzik sansür kurulları tarafından<br />
onaylanmış olsa bile eserlere yasak<br />
getirme yetkisinin verildiği 1986 yılına dayanır.<br />
Milli güvenlik ve devletin ülkesi ve<br />
milletiyle bölünmez bütünlüğüne ilişkin<br />
daha önce bahsi geçen tehditler dışında<br />
ahlâk, sağlık, gelenek ve görenekler açısından<br />
kamu düzenini bozma gerekçesiyle de<br />
“özgür ifade” engellenebilir. Bununla birlikte,<br />
hukuki araçlara dayanmak zorunda<br />
olmaksızın sanat etkinliklerine müdahale<br />
etme konusunda polisin de takdire bağlı<br />
yetkileri bulunmaktadır.<br />
Türkiye’ye ilişkin 1989 tarihli Helsinki<br />
Watch Raporu’nda yer almış iki önemli<br />
gözlem; hukuki, hukuk dışı veya keyfî<br />
güce bağlı susturma girişimlerine ilişkin<br />
olarak bugün de geçerlidir: (a) hukuki<br />
süreç, yasağı kaldırmak isteyen davacılar<br />
için çok pahalıdır, bu da sansüre uğrayanların<br />
(buna kişisel tehditler gibi diğer tür<br />
susturma girişimlerini de eklemek isterim)<br />
hukuki çareler aramak konusunda tutuk<br />
davranmalarına neden olabilir; ve (b)<br />
sansür deneyiminin gelecekteki yaratıcı<br />
girişimleri doğrudan etkilediğini ve bu tür<br />
yıldırmanın, sıkça felç hali diye nitelenen<br />
oto-sansürü doğurduğunu ve süreklileştirdiğini<br />
düşündürmektedir.<br />
1980’lerin sonlarında görülmüş<br />
susturma stratejilerinin o günden bu yana<br />
13<br />
gerçekleşmiş hukuki reformlara rağmen<br />
hâlâ kullanılıyor olması, Ahmet Öğüt’ün<br />
“Hafif zırhlı” adlı video animasyonuna<br />
ilişkin vakada belirgin hale gelmektedir.<br />
Yapıt, İstanbul’daki Tepebaşı mahallesinde<br />
yer alan The Marmara Pera Hotel’in<br />
tepesine konulmuş büyük bir LCD reklam<br />
panosunda yer alan bir sergi projesi olan<br />
Yama kapsamında gösterildi. Öğüt’ün<br />
animasyonunda bulunan standart zırhlı<br />
askerî araca neredeyse komik bir biçimde<br />
sürekli küçük taşlar isabet ediyordu; taşlar<br />
epey küçüktü ve heybetli araca herhangi<br />
bir zarar vermek için fazlasıyla kuvvetsizdiler.<br />
Enstalasyon, 4 Eylül 2006’da Türk<br />
askerî birliklerinin Lübnan’a gönderilmesini<br />
protesto edenleri engellemek için<br />
Taksim Meydanı’nda toplanan bir polis<br />
birliği videoyu fark edinceye dek, 20 gün<br />
boyunca orada kaldı. Gazetelerin bildirdiğine<br />
göre, görevli memurlar animasyonu<br />
“kamu düzenine tehdit”, “terörist eylemlere”<br />
çağrı ya da başka bir ifadede belirtildiği<br />
üzere “terörizm propagandası” olarak<br />
görmüşlerdi. 15<br />
Söz konusu teröristlerin kimler olabileceği<br />
asla belirtilmemişti; fakat görünüşe<br />
bakılırsa, bu şekilde sınıflandırılmış bir<br />
tehlike iması bile, otele bir polis gönderilerek<br />
gösterimin derhal durdurulmasını<br />
talep etmek için yeterli bir gerekçe<br />
sağlamıştı.<br />
Öğüt aleyhine herhangi bir suçlama<br />
yapılmadı ve dava açılmadı. Sanatçı polis<br />
müdahalesinin iptaline ilişkin hukuki<br />
herhangi bir girişimde de bulunmadı.<br />
Dolayısıyla, bu vaka hukuki yöntemlere<br />
başvurulmadan gerçekleştirilen başarılı<br />
bir bastırma ve yıldırma olarak sınıflandırılabilir.<br />
Polis bir yıl sonra Hafriyat Karaköy’de<br />
gerçekleşen “Allah Korkusu” başlıklı bir<br />
afiş sergisinin açılışına da müdahale etti.<br />
Sergi hakkında İslâmcı gazete Vakit’te yazı<br />
çıkmıştı ve gazete sergiyi yalnızca başlığından<br />
ötürü “rezalet” olarak duyurmuş-
14<br />
tu. 5 Kasım 2007’de “Küstah Sergi” başlığı<br />
atan Vakit makalenin sonunda sergi<br />
mekânının açık adresini vermeyi de ihmal<br />
etmemişti. 16 Kendilerini tehdit altında hisseden<br />
Hafriyat kolektifi açılışta polis koruması<br />
istedi. Gelen polis memurları, mekânı<br />
incelerken sergilenen afişlerden bazılarını<br />
“sakıncalı” buldular ve daha ayrıntılı bir<br />
araştırma yapmak üzere, terörle mücadele<br />
ekibiyle birlikte yeniden geldiler. 17<br />
Polis müdahalesi, özellikle de polisin<br />
açılışta esasen bir miktar koruma sağlamak<br />
için bulunuyor olmasından ötürü<br />
yıldırıcı bir etki yaptı. Neriman Polat’ın<br />
katıldığı bir panelde belirttiği üzere, sonuç<br />
olarak, anlaşmazlığı engellemeye yönelik<br />
bir girişimle (aynı zamanda posterlerin<br />
bazılarının estetik niteliklerinden ziyade<br />
ihtilaf üzerinden değerlendirilebileceği<br />
düşüncesiyle) bazı eserler, yoğun tartışmaların<br />
ardından buruk bir şekilde sergiden<br />
çekildi. 18<br />
Türkiye devletinin geniş menzili<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çelişkili bir<br />
biçimde müdahale ettiği bir örnek, Hüseyin<br />
Karabey’in filmi “Gitmek” olmuştur.<br />
Bakanlığın fon verdiği film tamamlanmasının<br />
ardından bazı prestijli uluslararası film<br />
festivallerine kabul edilmişti. 2008 yılının<br />
Aralık ayında eleştirmenlerin övgüleriyle<br />
Türkiye’de gösterime girdi. Aynı tarihlerde<br />
“Gitmek” İsviçre’de düzenlenen ve Türkiye<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da sponsorları<br />
arasında bulunduğu Culturescapes<br />
Turkey adlı festivalde de gösterilecekti. İlk<br />
gösterim gerçekleşmeden önce film aniden<br />
programdan çıkarıldı; zira Bakanlığın<br />
Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı İbrahim<br />
Yazar, “Gitmek” filminin gösterimi durdurulmadığı<br />
takdirde 400.000 Avroluk ciddi<br />
miktarın festivale verilmeyeceğine dair<br />
bir tehditte bulunmuştu. Sonraki günlerde<br />
Yazar’ın, üstlerinin onayı ve bilgisi<br />
olmaksızın hareket etmiş olduğu ortaya<br />
çıktı. Kendisiyle yapılan bir görüşmede Ya-<br />
zar, “böyle hassas zamanlarda” “bir Türk<br />
kızının bir Kürt’e âşık” olması hikâyesinin<br />
“Türk duyarlığının[a]” aykırı olduğunu<br />
ifade etmişti. 19<br />
Bir basın toplantısında Kültür ve<br />
Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, birimiyle<br />
ilişkili sansür girişimlerinin maksatlı olmadığını<br />
belirtip, filmin ulusal gösteriminin<br />
aksi yönde bir kanıt teşkil ettiğine işaret<br />
ederek konuyu kapatmaya çalıştı. Ancak<br />
ısrarlı sorular karşısında, Türkiye’nin imajını<br />
etkilediği takdirde, festivalin ana sponsoru<br />
olarak Türkiye devletinin programda<br />
değişiklik talep etmesinin gayet doğal<br />
olduğunu söyledi. Yerel organizatörlerin<br />
Güneydoğu Anadolu’dan Kürdistan diye<br />
bahsettiklerine dikkat çekerek şu soruyu<br />
sordu: “Türkiye’nin bir bölümünün bir<br />
başka isimle isimlendirilmesi karşısında<br />
sessiz mi kalmalıyız?” 20<br />
Film sonunda sinema yönetmenlerinin<br />
girişimiyle festivalden bağımsız<br />
olarak sinemalarda gösterildi. Bu vakada<br />
da görülen çok sayıda tutarsızlık, sponsor<br />
olan devlet kurumunun filmin dolaşıma<br />
girmesini (ya da daha ziyade gösterileceği<br />
çerçeveyi) sınırlamaya çalışması ve<br />
mali tehdit yoluyla Türkiye dışında baskı<br />
uygulamasıyla sınırlı değildir. 21 Olaydan<br />
birkaç ay sonra Karabey, Bakan Günay’ın<br />
olayın bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını<br />
belirterek kendisinden şahsen özür<br />
dilediğini bildirdi. Yazar ise, Siyah Bant<br />
araştırması çerçevesinde, 21 Mart 2012’de<br />
kendisiyle yaptığımız bir görüşmede,<br />
söylediklerinin basın tarafından kasten<br />
çarpıtıldığını öne sürerek, herhangi bir<br />
pişmanlık ifade etmedi. Kendi müdahalelerinin<br />
“yalnızca, festivalde sponsorluk<br />
anlaşmasında taahhüt edilenden farklı bir<br />
grup film gösterilmesinden kaynaklandığını”<br />
söyledi.
Sanatçılar ve Kürt hak mücadelesi:<br />
Nezaret, taciz ve yargı<br />
Kürt kökenli sanatçılar yaratıcı faaliyetlerinin<br />
“Kürt sanatı” olarak sınıflandırılmasından<br />
duydukları rahatsızlığı uzun zamandır<br />
belirtiyorlar, Kürt hak mücadelesiyle organizasyonel<br />
olarak bağlantılı sanatçılar ise<br />
tek tek güncel sanatçılardan (hatta sanatçı<br />
kolektiflerinden) farklı birtakım güçlüklerle<br />
karşı karşıya kalıyorlar. Muhtemelen bunun<br />
en belirgin olduğu yer (büyük hareket<br />
ve genişleme kapasitelerinden ötürü) Mezopotamya<br />
Kültür Merkezleri (MKM). Fakat<br />
görünüşe bakılırsa, belirli sanat ve kültür<br />
etkinliklerinin nerede gerçekleştiği de Kürt<br />
sanatçıların karşılaştığı baskılarda etkili<br />
olmaktadır. Örneğin MKM İstanbul’un,<br />
İstanbul’da düzenlediği etkinliklere ilişkin<br />
olarak 2000’lerin başından bu yana<br />
kontrol mekanizmalarında bir gevşeme<br />
görülmekle birlikte, bölgedeki etkinlikleri<br />
hâlâ sıkı gözetim altındadır. Etkinliklerden<br />
önce kendilerinden kimlik bilgileri, temiz<br />
kâğıdı ve program ayrıntıları düzenli<br />
olarak istenmektedir. Kürt bölgesinde<br />
kültür ve sanat etkinlikleri hâlâ alışıldığı<br />
üzere filme alınmaktadır. 2002’den beri<br />
İstanbul’da yaşayan ve “örgüt propagandası”<br />
ile suçlanan MKM sanatçıları her iki<br />
mekânda da aynı programları sundukları<br />
zaman bile, bu tür vakaların İstanbul<br />
yerine bölgede yaşanması da dikkate değerdir.<br />
Sıkça belirtilen bir diğer tutarsızlık,<br />
sanatçıların devletin TRT Şeş kanalında da<br />
çalınıyor olan bazı şarkıları politik gösterilerde<br />
söylemekle suçlanmaları.<br />
Bölgedeki tüm belediye merkezlerinde<br />
olduğu gibi Diyarbakır’da da bölgeye ait<br />
emniyet güçleri kültür ve sanat etkinliklerini<br />
düzenli olarak takip ve kayıt etmektedir.<br />
Bu uygulama yalnızca MKM’ler<br />
için değil, örneğin Anadolu Kültür’ün,<br />
Diyarbakır Sanat Merkezi kapsamındaki<br />
etkinlikleri gibi bağımsız sanat organizasyonları<br />
için de geçerlidir. Söz konusu<br />
kayıtları kimin izliyor olduğu ve hangi<br />
15<br />
kriterlere göre değerlendirme yapıldığı<br />
halen bilinmemektedir. Ancak MKM’nin<br />
arşivlerinde sık sık baskın ve toplatma<br />
yapılmaktadır ve sanatçılar bölgedeki,<br />
hatta belki ülkedeki en iyi sanat arşivinin<br />
emniyette olduğunu sıkça belirtmektedir.<br />
Dahası, yerel güvenlik güçleri tarafından<br />
PKK ile yakın algılanan sanat organizasyonları<br />
sürekli polis gözetimi altındadır.<br />
Yine de bir dizi mekân açmış ve şehirlerde<br />
sanatı etkin şekilde desteklemekte olan<br />
BDP yönetimindeki belediyeler ile bölgedeki<br />
valilikler arasında önemli bir ayrım<br />
söz konusudur. Sanatta ifade özgürlüğüne<br />
getirilen kısıtlamalar iki yönetim düzeyi<br />
arasındaki gerilim alanında tesis edilmektedir.<br />
Valiliğe veya Belediye’ye bağlı olan<br />
ve bağımsız olan kurumların deneyimleri<br />
çok farklı olmaktadır. Örneğin Belediye’ye<br />
bağlı olan Diyarbakır Şehir Tiyatrosu,<br />
önemli bir kısmı Kürtçe olan repertuvarını<br />
ciddi engellerle karşılaşmadan sergileyebilirken,<br />
bağımsız olan Dicle Fırat Kültür<br />
Sanat Merkezi’nin üyeleri (ve ziyaretçileri)<br />
kültür merkezine girip çıkarlarken düzenli<br />
olarak rahatsız edilmektedirler.<br />
Taciz ve gözdağı yoluyla sistematik<br />
baskı uygulanmasının, bölgedeki susturma<br />
repertuarının önemli bir kısmını teşkil<br />
etmesi, Adana MKM vakasında belirgin<br />
bir hal almaktadır. Merkez üyelerinin,<br />
yerel güvenlik güçleri tarafından sistemli<br />
bir şekilde rahatsız edilmesinden cesaret<br />
bulan, Kürt olmayan MKM komşuları<br />
organizasyona itirazlarını benzer şekilde<br />
ifade etmeye başladılar ve son birkaç yılda<br />
merkezi tekrar tekrar yer değiştirmek<br />
zorunda bıraktılar.<br />
Bölgede vuku bulan en dikkat çekici<br />
sansür vakalarından biri, Batman’daki<br />
Bahar Kültür Merkezi’ne bağlı (Naven-<br />
Da Canda Baharé) 13 sanatçıyla ilgilidir.<br />
Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin<br />
dava açtığı sanatçıların “suçları” iddianameye<br />
göre, “2006 Batman Kültür Sanat<br />
Festivali’ne katılmak, yerel Nevruz kutla-
16<br />
malarında yer almak, basın toplantılarına<br />
katılmak ve politik toplantı ve gösterilerde<br />
vurmalı çalgılar çalarak destekleyici<br />
sloganlar atmak” gibi faaliyetlerdir.<br />
“Bölücülük propagandası”yla suçlanmanın<br />
yanısıra bazı sanatçılar Gösteri ve Yürüyüş<br />
Kanunu’nun 2911 sayılı maddesine aykırı<br />
davranışlarla da suçlanmışlardır. Temyiz<br />
sürecindeki davada sanatçıların bazıları<br />
için 20 yıla varan hapis cezaları istenmektedir.<br />
Suçlanan sanatçıların çoğu geçtiğimiz<br />
dört yıl zarfında aleyhlerine açılmış<br />
başka davalarla da mücadele etmekteler. 22<br />
Vaka, Kürt sanatçılardan gelen tüm ifadelerin<br />
(mevcut politik konjonktürde) politik<br />
ifade olarak yorumlandığını göstermesi<br />
bakımından çarpıcıdır. Altındere vakasının<br />
aksine Diyarbakır Mahkemesi, ifadeleri<br />
sanata ilişkin bir soru olarak değerlendirmemiş,<br />
doğrudan yasadışı siyasi ifadeler<br />
olarak tanımlamıştır.<br />
Dikkat çekmek istediğim (ve bölgedeki<br />
görüşmelerle desteklenmiş) ikinci husus,<br />
bölgedeki Kürt sanatçılara karşı açılmış ve<br />
devam etmekte olan davaların birçoğunun<br />
mevcut hükümetin sözde “Kürt açılımı”<br />
sırasında veya sonrasında toplanmış kanıtlara<br />
dayanıyor olması. AKP’nin “açılım”<br />
dizisinin “samimiyeti”ne (şayet böyle bir<br />
samimiyet bulunduğu farz edilebilirse)<br />
ilişkin sorular doğurmaktan öte, Bahar<br />
Kültür Merkezi’ne bağlı sanatçılara karşı<br />
açılan davalar, Türkiye’nin 2004 yılından<br />
bu yana geçirdiği hukuki reformlar<br />
ve sözde demokratikleşme önlemlerine<br />
rağmen, potansiyel olarak “suçlayıcı”<br />
bilgiler toplanmasının asla bırakılmadığını<br />
göstermektedir. Bu bilgiler daha sonra,<br />
politik açıdan müsait anlarda keyfî bir şekilde<br />
iddianamelere dönüştürülebilir (veya<br />
böyle müsait bir an gelene dek bir ‘çekmecede’<br />
bekletilebilir), fakat örgütlenen Kürt<br />
sanatçılara yönelik genel şüphe, görünüşe<br />
bakılırsa asla dinmemektedir.<br />
Bahar Kültür Merkezi vakası üçüncü<br />
bir açıdan da dikkate değerdir: bireysel<br />
hükümler dışında mahkeme, bir denetimli<br />
serbestlik önlemi olarak soruşturma kapsamındaki<br />
13 sanatçının beş yıl boyunca<br />
herhangi bir sanatsal veya kültürel etkinliğe<br />
katılmaktan men edilmesi yönünde de<br />
karar vermiştir. Bu tür bir kararın hukuki<br />
parametrelerine (yani neyin kültürel<br />
etkinlik sayıldığı neyin sayılmadığı, kültür<br />
merkezine gitmenin de bir suç olup olmadığı)<br />
ilişkin araştırma hâlâ süregiderken,<br />
cezaları, özellikle Kürt hak mücadelesinde<br />
etkin sanatçıları tecrit etmeye ve kendileri<br />
tarafından üretilen her tür ifadeyi engellemeye<br />
yönelik bir önlem olarak okumak<br />
mümkündür. Adli makamların bu denetimli<br />
serbestlikteki “ihlalleri” değerlendirip<br />
değerlendirmeyecekleri ve ne zaman böyle<br />
yapacakları zaman içinde görülecek.<br />
Bu tür kısıtlamalar Kürt sanatçıların<br />
üretimlerini ve günümüzdeki politik<br />
seferberliği etkilemekle kalmamaktadır;<br />
bölgedeki sanatçıların sıkça işaret ettiği<br />
üzere, Kürt sanat repertuarının sürdürülebilir<br />
şekilde geleceğe aktarılması açısından<br />
da sonuçları olacaktır. Adana’da yaşayan<br />
bir Kürt müzisyen ve besteci bu hususu<br />
etkileyici bir şekilde dile getirmiş ve kendisine<br />
ait tüm müzik eserlerinin Telif Hakları<br />
Genel Müdürlüğü’ne kayıtlı olduğunu<br />
belirtmiştir. Telif bedellerini ödemiş olan<br />
sanatçı şu an “anayasaya aykırı” bulunan<br />
bazı parçalarını icra edememektedir. Bu<br />
vakada “kültürel düzenleme” 23 biçiminde<br />
görülen sansür, hangi ifadelerin tolere<br />
edileceğinin ve hangileri için kısıtlama<br />
olmaksızın dolaşım izni verileceğinin<br />
sınırlarını belirlemekle kalmıyor, aynı<br />
zamanda, Türkiye devletinin bu şekilde<br />
engellenen sanatsal ifadeleri ve üreticilerini<br />
görünmez kılarken, onlardan kâr etmeyi<br />
sürdürdüğünü de gösteriyor.<br />
İngilizce’den çeviren: Gülin Ekinci
Notlar<br />
1. Bkz. Aksoy, Asu (2009) “Zihinsel Değişim?<br />
AKP İktidarı ve Kültür Politikası”,<br />
Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş içinde,<br />
der. H. Ayça İnce ve Serhan Ada, İstanbul:<br />
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.<br />
179-198.<br />
2. Heins, Majorie (2001) Not in Front of the<br />
Children: “Indecency”, Censorship, and the<br />
Innocence of Youth, New York: Hill and<br />
Wang.<br />
3. http://bianet.org/bianet/sanat/139831gauguine-televizyonda-sansur<br />
4. Saldırıya ilişkin bir tartışma için bkz.<br />
Ergener, Balca (2009) “ ‘Ellinci Yılında 6-7<br />
Eylül Olayları’ Sergisi ve Sergiye Yapılan<br />
Saldırı Üzerine”, Red Thread, 2009. http://<br />
www.red-thread.org/en/article.asp?a=25.<br />
5. Demet Yoruç ve Murat Tosyalı’nın işleri<br />
sergide gösterilmekle birlikte Delier’in<br />
işi açılıştan kısa bir süre sonra kaldırıldı.<br />
Ayrıntılı bir analiz için Burak Delier’in bu<br />
<strong>kitap</strong>taki yazısına başvurunuz.<br />
6. Akt. Ergün, Demet Bilge (2005) “Katalog<br />
toplatıldı: Bienale ‘301’ gölgesi”, Radikal,<br />
27 Ekim 2005; http://www.radikal.com.tr/<br />
haber.php?haberno=168190.<br />
7. Halil Altındere ile söyleşi, İstanbul, 17<br />
Ağustos 2007.<br />
8. Hale Tenger’in “Böyle Tanıdıklarım Var<br />
II” işi için de, kimliği açıklanmayan biri<br />
şikâyetçi olmuştur, bkz. sayfa 19.<br />
9. Karikatüristlere karşı davaları nam<br />
salan Başbakan bizzat söz konusu<br />
stratejinin başlıca öncüsü olmuştur;<br />
örneğin bkz.: http://bianet.org/bianet/<br />
bianet/44041-basbakan-devlet-vekarikatur,<br />
http://bianet.org/bianet/<br />
bianet/83115-basbakandan-bir-karikaturdavasi-daha,<br />
http://bianet.org/bianet/<br />
ifade-ozgurlugu/105021-basbakanindava-actigi-leman-dergisine-kufur-vetehdit.<br />
10. Brown, Wendy (2006) Regulating Aversion.<br />
Tolerance in the Age of Identity and Empire,<br />
Princeton: Princeton University Press.<br />
17<br />
11. “Türklüğü” aşağılama olarak algılanan tavırlar<br />
için referans teşkil etmiş olan maddedeki<br />
ifade, iddialara göre, netleştirme<br />
amacıyla değiştirilmiştir. Söz konusu<br />
değişiklikler: “Türklük” yerine “Türk halkı”<br />
ifadesinin kullanılması, en yüksek cezanın<br />
üç yıldan iki yıla indirilmesi ve 30 Nisan<br />
2008 itibariyle dava açılması için Adalet<br />
Bakanlığı’nın (dolayısıyla politik yetkililerin)<br />
izninin aranmasıdır (5759 numaralı<br />
kanun). Hükümet ifade özgürlüğünün<br />
bir ihlali olarak görülen 301. maddeye<br />
getirilen ulusal ve uluslararası eleştirilere<br />
karşılık bu yasa değişikliklerini sunmuş,<br />
ancak eleştiriler sürmüştür; zira “içerikte<br />
değil ifade tarzında değişiklik yapılmıştır,<br />
dolayısıyla ifade özgürlüğünün genişletilmesine<br />
katkıda bulunmamaktadır” [Algan,<br />
Bülent (2008) “The Brand New Version of<br />
Article 301 of Turkish Penal Code and the<br />
Future of Freedom of Expression Cases<br />
in Turkey”, German Law Journal 09/12:<br />
2237-2252, s. 2241]. Yakın geçmişte bu<br />
bağlamdaki tartışmanın büyük kısmı ceza<br />
kanunundaki, “Türklüğe” (ve güncellenmiş<br />
versiyonunda “Türk halkına”) ve “kurumlarına”<br />
“hakareti” suç addeden ihtilaflı<br />
301. maddeye odaklanmıştı. 301. madde<br />
işlevini sürdürmüyor gibi gözükse de bir<br />
yıldırma yöntemi oluşturmuştur.<br />
12. Devereaux, Mary (1995) Protected Space.<br />
Politics, Censorship, and the Arts. In Ethics<br />
and the Arts. An Anthology, D.E.W. Fenner,<br />
der. (s. 41-58), New York Garland Publishing,<br />
Inc. s 52-55.<br />
13. Burt, Richard (1994) The Administration of<br />
Aesthetics: Censorship, Political Criticism,<br />
and the Public Sphere, Minneapolis: University<br />
of Minnesota Press, s.xi.<br />
14. Söz konusu yetkinin uygulandığı yakın<br />
tarihli bir vaka Ekümenopolis örneğidir,<br />
ayrıntıları için bkz. sayfa 20.<br />
15. Sönmez, Ayşegül (2006) “Masa ve<br />
ekrandan sanat gösterimi”, Sabah, 29<br />
Eylül 2006, http://arsiv.sabah.com.
18<br />
tr/2006/09/29/cm/aja101-20060908-<br />
103.html. Ayrıca bkz. Yıldız, Adnan (2006)<br />
“12 Eylül’ün karşısına!”, Radikal, 12 Eylül<br />
2006, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6257.<br />
16. Gazetenin günümüzdeki versiyonu olan<br />
Akit aynı hedef gösterme ve nefret söylemi<br />
stratejisini Özen Yula’nın “Yala ama<br />
Yutma” oyunu için de kullanmıştır; bkz.<br />
sayfa 21.<br />
17. Tartışmalı bulunan görsellerin tümü<br />
Mustafa Kemal’in yüceltilmesi temasıyla<br />
ilgiliydi. Detaylı bilgi için bkz. Saymaz,<br />
İsmail (2007) “Yağmurdan kaçarken”,<br />
Radikal, 14 Kasım 2007; radikal.com.tr/<br />
haber.php?haberno=238788; Serin, Ayten<br />
(2007) “Allah Korkusu sergisi açılmadan<br />
korkuttu”, Hürriyet, 7 Kasım 2007; http://<br />
www.hurriyet.com.tr/gundem/7639192.<br />
asp?m=1 ve Şahin, Özden (2009) “Censorship<br />
on visual arts and its political<br />
implications in contemporary Turkey: Four<br />
case studies from 2002- 2009”, Sabancı<br />
Üniversitesi, yayınlanmamış master tezi,<br />
s. 72-83.<br />
18. Neriman Polat, “Güncel Sanatta Sansür”<br />
başlıklı panel tartışması, 4. Hrant Dink<br />
Anısına Atölye, İstanbul, 28 Mayıs 2011.<br />
19. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />
ype=RadikalDetayV3&ArticleID=906900&<br />
Date=05.11.2008&CategoryID=82<br />
20. Önderoğlu, Erol (2008) “Kültür Bakanlığı<br />
‘Gitmek’i Festival Programından Çıkarttı”,<br />
bianet, 3 Kasım 2008. http://bianet.org/<br />
biamag/bianet/110616-kultur-bakanligigitmeki-festival-programindan-cikartti.<br />
21. Bu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın önce<br />
fon verip sonrasında gayrimeşrulaştırdığı<br />
tek proje değildir. Benzer bir diğer örnek<br />
Handan İpekçi imzalı "Hejar"dır.<br />
22. Vakaya ilişkin mevcut çevrimiçi haberleri<br />
birarada görmek için bkz. http://www.<br />
<strong>siyahbant</strong>.org/?p=63.<br />
23. Butler, Judith (1998) “Ruled Out: Vocabularies<br />
of the Censor”, Censorship and<br />
Silencing: Practices of Cultural Regulation<br />
içinde, der. R.C. Post, Los Angeles: Getty<br />
Research Institute for the History of Art<br />
and the Humanities, s. 247-259.
“Böyle Tanıdıklarım Var II”: Bir dava düşmesi, bir beraat<br />
1992 yılında Hale Tenger’e 3. Uluslararası İstanbul Bienali’nde sergilenen<br />
“Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı eseri nedeniyle iki dava açıldı. İlkinde açılan<br />
dava düştü, ikincisinde de beraat kararı çıktı.<br />
Bir duvar yerleştirmesi olan “Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı çalışma<br />
Kapalıçarşı işi turistik iki hazır objenin tekrarlanarak kullanımından oluşuyor.<br />
Bunlardan ilki, kilden orijinali Selçuk Müzesi’nde olan bereket tanrısı (Priapos)<br />
diğeri ise -görmedim-duymadım-konuşmadım üç maymuncuk heykelciği. Üç<br />
maymuncuk heykelcikleri fonu oluştururken Priapos heykelcikleri yıldızlar ve<br />
ayı oluşturuyorlar.<br />
Dava süreci, Beşir Ayvazoğlu’nun Türkiye gazetesinde yazdığı yazıda<br />
Tenger’i hedef göstermesiyle başladı. Ayvazoğlu, bu eserden bahsedip<br />
sanatçının böyle bir iş yaparken bir şekilde “karşılığını” beklemesi gerektiğini<br />
söylüyordu. Bu haberi okuyan, Çanakkale’den kimliği belirtilmeyen bir kadının<br />
incindiği gerekçesiyle savcılığa telefonla şikâyette bulunduğu iddia edildi ve<br />
Tenger hakkında önce Türk Bayrağı’na hakaretten dava açıldı. Eserin gerçek<br />
bir bayrak olmaması nedeniyle dava düştü. Akabinde Türk ulusunun sembollerine<br />
hakaretten dava açıldı. Tenger savunmasında başka ülkelerin bayrağında<br />
da ay yıldız olduğunu ve bunun, kadınların erkekler tarafından ezilmesini<br />
anlatan evrensel değerler taşıyan bir eser olduğunu belirtti. Bu davadan ise<br />
beraat etti.<br />
Eser 1992’de beraat etti ama “göstermek” üzerinden aynı dava yeniden<br />
açılabileceği için Tenger, 2007’de İstanbul Modern’de bir seçkide ve<br />
santralistanbul’un açılış sergisi olan “Modern ve Ötesi”nde sergilenmesi taleplerini<br />
geri çevirdi. 1+1 dergisine (no. 5, Ağustos 2010) verdiği bir röportajda<br />
talepleri geri çevirmesini, bu tip durumlarla tek başına uğraşmak zorunda<br />
kalması ve ortalığın gerginliğiyle açıklıyordu.<br />
"Böyle Tanıdıklarım Var II", Hale Tenger, 1992, pirinç döküm<br />
Priapos ve üç-maymun heykelcikleri, 700 × 9 × 140 cm<br />
19
20<br />
“Ekümenopolis” belgeselinin Enez’deki gösteriminin iptali üzerine<br />
İmre Azem’in yönetmenliğini yaptığı İstanbul’un yaşadığı kentsel dönüşüm<br />
sürecini ve temelindeki dinamikleri sorgulayan “Ekümenopolis-Ucu Olmayan<br />
Şehir” belgesel filminin 4 Temmuz 2012 günü Enez’de yapılması planlanan<br />
gösterimi, Kaymakam tarafından trafiği aksatacağı gerekçesiyle son anda<br />
iptal edildi.<br />
Kentsel dönüşümün getirdiği mağduriyetlere dikkat çekmek ve mahalleleri<br />
bilgilendirmek için belgeselin ücretsiz gösterimlerini düzenleyen<br />
Kent Hareketleri adlı yerel inisiyatif, gösterimden önce filmin bir kopyasını<br />
Kaymakamlık’a, Belediye’ye ve Emniyet’e dağıtarak, ilgili tüm kurumların izin<br />
ve onaylarını almıştı.<br />
Enez Kaymakamı Fatih Baysal, basın bürosu yoluyla yaptığı açıklamada<br />
Enez’in yaz aylarında çok kalabalık olduğunu ve bu yüzden yer sorunu nedeniyle<br />
izin vermediklerini belirterek yeniden müracaat edilirse değerlendirebileceklerini<br />
söyledi.<br />
Kent Hareketleri, Bilgi Edinme Yasası Kanunu çerçevesinde, Enez<br />
Kaymakamlığı’na iptal gerekçesiyle ilgili bilgilendirme talep eden bir başvuru<br />
yaptı. Gelen yanıtta, trafik sıkışıklığının sebep olarak gösterilmesi üzerine,<br />
filmin yönetmeni İmre Azem, Enez Kaymakamlığı’na bir dilekçe yazarak trafik<br />
düzenlemesinden Enez Belediyesi’nin sorumlu olduğunu ve gösterimin gerçekleşeceği<br />
yolun rutin olarak saat 21:00’den itibaren trafiğe kapandığını hatırlattı.<br />
Üstelik belediye gösterime izin vermekle kalmamış, gün boyu anonslarla<br />
halka duyurmuştu.<br />
Azem’in, yurtiçi ve yurtdışındaki festivallerde ve özel programlarda<br />
defalarca gösterilmiş olan ve hatta vizyona giren filminin, Enez’deki gösteriminin,<br />
Kaymakamlık dâhil tüm mecralardan gerekli yasal izinler alındığı halde,<br />
keyfî ve sözlü bir şekilde iptal edilmesinin gerekçesini sorduğu bu dilekçeye<br />
henüz yanıt gelmedi. Kaymakamın, kentsel dönüşüm sürecini ve aktörlerini<br />
deşifre eden ve eleştiren bu belgeselin gösterimini keyfî bir şekilde, ikna edici<br />
olmayan sebepler öne sürerek iptal etmesi, Kaymakamlığın ve ilgili mecraların<br />
filmin içeriğinden rahatsız olduklarına dair bir düşünce uyandırıyor.<br />
Film, bugüne kadar İstanbul ve Ankara’da sinemalarda 7 hafta vizyonda<br />
gösterildi. Yurtiçi ve yurtdışında birçok festivale katıldı ve 2011 Documentarist<br />
İstanbul Belgesel Günleri’nde “Documentarist Yeni Yetenek Ödülü”, 2011<br />
Saraybosna Film Festivali’nde “İnsan Hakları Ödülü”, 44. SİYAD Ödülleri’nde<br />
“En İyi Belgesel Ödülü” ve İstanbul Mimarlar Odası Mimarlık ve Kent Filmleri<br />
Festivali’nde “En İyi Belgesel Ödülü”nü aldı. Filmin Taksim Gezi Parkı gibi<br />
kamusal mekânlarda gösterimi gerçekleşti. Azem, filmin yasaklanmasından<br />
sonra ilginin arttığını, Enez’de küçük grupların evlerde toplanarak filmi seyrettiğini<br />
belirtti.
“Yala ama Yutma” oyununun hedef gösterilmesi<br />
“biriken” grubunun yönettiği “Yala ama Yutma” oyunu, Vakit gazetesinin hedef<br />
göstermesiyle başlayan baskı ve tehditler neticesinde 15 Şubat 2010 tarihinde<br />
Kumbaracı50’de yapacağı prömiyeri ve gösterileri iptal etti.<br />
Özen Yula’nın metnini yazdığı oyun bir meleğin kendini Türkiye’de porno<br />
film setinde oyuncu Leyla’nın bedeninde bulmasını anlatıyor; bir porno setinde<br />
ekonomik eşitsizlik, küresel ısınma, kadın hakları, militarizm gibi konuları<br />
masaya yatırıyor.<br />
Vakit gazetesi oyun henüz gösterilmeden, “Ahlaksız oyundan tahrik dolu<br />
mesajlar” başlığı ve “Sağduyulu müslümanlar, ahlaksız tiyatronun oynanmadan<br />
kaldırılmasını istiyor” spotuyla ilk haberini yaptı. Sonraki günlerde oyunun<br />
gösteriminin yasaklanmasını isteyen çeşitli görüşleri derleyerek “Ahlaksız<br />
oyun çileden çıkarttı”, “Pornografik oyuna tepkiler büyüyor. Birçok internet<br />
sitesine yorum yazan müslümanlar iptal edilmediği takdirde protesto edeceklerini<br />
söylediler” gibi yorumları haberleştirdi.<br />
Gazetenin art arda yaptığı haberlerin etkisiyle tiyatro bir dilekçe ile İstanbul<br />
Valiliği’ne başvurdu. Dilekçede Vakit gazetesinde provokasyon haberleri<br />
çıktığı, bu sebeple Emniyet’ten oyunun oynanacağı tarihler için güvenlik<br />
önlemi alınması talep ediliyordu. “Yala ama Yutma” ekibi de yaptığı başvuruda<br />
sanatçılar için Emniyet’ten koruma talep etti. Oyunun yönetmenlerinden Okan<br />
Urun sonradan katıldığı bir toplantıda, bürokratik işlemler sırasında görevlilerin<br />
yardımcı olmadıklarını, kendilerini Emniyet’e yönlendirdiklerini ve bu sürecin<br />
gerginliklerini daha da artırdığını söyledi. Emniyet’e gittikleri gün, Beyoğlu<br />
Belediyesi’ne bağlı zabıta ekipleri özel bir emirle Kumbaracı50’ye gelip yangın<br />
merdiveni olmadığı gerekçesiyle tiyatroyu mühürledi. Sanatçılara ve tiyatroya<br />
elektronik posta ve telefon yoluyla yapılan tehditler artınca, kendilerini ve<br />
misafir oldukları tiyatroyu tehlikeye sokmamak için oyunu oynamamaya karar<br />
verdiler ve yaptıkları basın açıklamasında “(…) ‘Yala ama Yutma’ oyununun bu<br />
şartlarda, bu dönemde ve Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’da oynanamayacak<br />
olduğunun, oynanmasının istenmediğinin göstergesidir. Biz de bu durum<br />
doğrultusunda kendimizin, yakınlarımızın, seyircilerimizin güvenliği açısından<br />
oyunumuzu zorunlu ve zamanı ve mekânı belirsiz olarak ertelediğimizi açıklıyoruz.”<br />
dediler.<br />
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay 12 Şubat günü CNN Türk’te<br />
katıldığı “Afiş” programında konuyla ilgili kendisine yöneltilen soruya. “(…) sanatçı<br />
arkadaşlarımız zaten toplumla ilgili bazı değerleri gözetmek konusunda<br />
bazı basın organları kadar dikkat göstereceklerdir. Sansürcü bir yaklaşımdan<br />
yana değilim fakat benim de bazı kriterlerim var. Bazı filmlerde işin ucunun<br />
kaçtığı olmuştur, bunlara müdahale ettiğim oluyor” şeklinde yanıt verdi. Urun<br />
bir kültür bakanı olayları değerlendirirken “Ben sansüre karşıyım, ama...” diye<br />
21
22<br />
cümlesine başlarsa, Tophane’deki halkın da Kumbaracı50’ye “Ayağınızı denk<br />
alın. Biz oraya sopalarla geliriz.” demesinin normal karşılanacağını söyledi.<br />
Urun, süreci anlatırken tüm bu yaşananlardan sonra korkmanın ve korktuğunu<br />
söylemenin en doğal hakları olduğunu, aslen korkutanların bunu nasıl başarabildiklerine<br />
bakmak gerektiğini belirtti.<br />
Kumbaracı50’ye mekânda gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra ruhsat<br />
verildi ve tiyatro yeniden açıldı. Oyun İDANS 04 Festivali kapsamında “yeni<br />
eser” başlığıyla, farklı bir görsel ve gözden geçirilmiş tanıtıcı metin ile, yurtdışında,<br />
New York ve Almanya’da festivallerde gösterildi.<br />
“Yala ama Yutma” oyununu hedef gösteren Vakit gazetesi, 02.02.2010
Mazlum-Der’in hazırladığı, İfade ve Toplu Eylem Özgürlüklerinin<br />
İhlali Araştırma ve İnceleme Raporu’nda yer alan (Ekim 2011),<br />
Bahar Kültür Merkezi’nden tiyatro sanatçısı Çiçek Tekdemir’in<br />
anlatımı<br />
Bahar Kültür Merkezi’nin tiyatro grubunda sanatçıyım. Ayrıca müzikle de<br />
uğraşıyorum. Bahar Kültür Merkezi şirket olarak kurulmuş profesyonel bir<br />
sanat merkezidir. Burada birçok sanat dalları alanında çalışmalarımız var.<br />
Mesela Tiyatro grubumuz var, birkaç müzik grubumuz var. Müzik gruplarımız<br />
her yerde tanınıyor. Birçok arkadaşımızın albümü var ayrıca arkadaşlarımızın<br />
müzik klipleri televizyonlarda yayınlanıyor. Yurtiçi yurtdışı birçok etkinliğe<br />
davet ediliyoruz. Ücret karşılığında sahne alıyoruz. Bunların dışında resim<br />
kurslarımız ve folklor çalışmalarımız da var. Çocuklara sanat eğitimi veriyoruz.<br />
Çocuk koromuz var. Tiyatro dışında sinema filmlerinde de oynadığımız olmuştur.<br />
Genel olarak demek istediğim hepimiz profesyonel sanatçıyız. Sanatımızı<br />
ayırımsız icra ediyor; Türkçe, Kürtçe her dilde sanat yapmaya çalışıyoruz.<br />
Tabii bu coğrafyada sanat yapmak kolay değil. Hele de çok kültürlü bir<br />
sanat anlayışına sahipseniz işiniz daha da zor. Arkadaşlarımızla sanatımızı<br />
icra ederken birçok tuhaf davaya maruz kaldık. Bunlardan örnekler vermek<br />
isterim.<br />
Tiyatro grubu olarak kadınların haksızca ve fazlaca tutuklanmasına ilişkin<br />
eleştirel bir oyunumuz vardı. Sanat sokağında sahne almıştık. BDP’nin talebi<br />
karşılığı ücret mukabilinde sanat sokağında bulunan kitleye oyunumuzu sergiledik.<br />
Bizim etkinliğimiz sona erdikten sonra oyun sergilemek dışında bizim<br />
hiçbir ilgimizin olmadığı bu kitle sanat sokağından belediyeye yürüyüş yapmış.<br />
Biz o yürüyüşe hiç katılmamamıza rağmen sonradan bizlere de yürüdüğümüz<br />
gerekçesiyle dava açıldığını öğrendik. Tiyatro oyununu sergileyen biz beş<br />
arkadaşa ve bizi izleyip de yürüyüşe katılmayan bir arkadaşımıza dava açıldı.<br />
Bizi izleyen arkadaşımız hem tiyatro oyunu oynamaktan hem de yürüyüşe<br />
katılmaktan davalık oldu. Onun her iki etkinlikle de ilgisi yoktu. Bize açılan<br />
dava Toplantı ve Gösteri Yasasından dolayı mı açıldı yoksa örgüt propagandasından<br />
mı açıldı hatırlamıyorum. Ben bu hukuki işlerden de pek anlamam. O<br />
kadar dava açıldı ki hakkımızda inanın hatırlamıyorum artık.<br />
Yine sanat etkinliğe gittiğimiz günün birinde içinde bulunduğum minibüs<br />
durduruldu ve kimlik kontrolü yapıldı. Ardından bana bir ifade vermem<br />
gerektiğini söyleyerek Emniyete götürdüler. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben<br />
sanat sokağındaki etkinlik olabilir mi diye düşünürken baktım ki başka bir<br />
soruşturmaymış. Terörle mücadele şubesinde işte neymiş sen “Oramar” adlı<br />
şarkıyı söylemişsin, bu şarkıyı söylediğin için terör örgütünün propagandasını<br />
yapmışsın, o yüzden buradasın dediler. Bunun üzerine avukatım gelinceye<br />
kadar ifade vermeyeceğim dedim. Bana önceden uzattıkları kâğıdı da imzalamadım.<br />
Ayrıca öyle bir şarkıyı okumadığımı çok iyi bildiğimden avukatım<br />
geldikten sonra ifademde de belirttim. Ben müzik etkinliklerinde sadece<br />
erbane çalarım, erbane grubundayım, şarkı söylemem dedim. Ben gerçekten<br />
de şarkı söylemiyorum. Tiyatrocuyum ve bazı konserlerde erbane (tef) çalmayı<br />
seviyorum o kadar. İfademden sonra savcılık beni tutuklamaya sevk etti ancak<br />
23
24<br />
mahkeme serbest bıraktı. Savcı da çok anlayışlıydı. Ben kendisine sadece<br />
sanatımı icra ettiğimi ve başka bir amacımın olmadığını söyleyince saygı<br />
duyduğunu söylemişti. Ben serbest bırakıldıktan dört gün sonra polisler yine<br />
geldi ve itiraz üzerine tutuklandığımı söylediler. Direkt cezaevine gönderildim.<br />
İlk mahkemede neyle suçlandığımı sordum. Bir baktım ki her biri farklı tarihte<br />
olan sanat etkinliklerim beş altı soruşturmaya konu olmuş ve birleştirilmiş.<br />
Bu arada soruşturmalardan sadece biri etkinlik dışıydı. Mesele de şu; günün<br />
birinde evden çıkıp işyerinde giderken sanat sokağında bir kalabalık gördüm.<br />
Kalabalık doğal olarak insanın dikkatini çeker ve sonuçta ben de bir insanım.<br />
Ben de herkes gibi kalabalığa yanaştım ve baktım ki basın açıklaması okunuyor.<br />
Ben sadece açıklamayı biraz dinleyip ardından işe gittim. Meğerse o basın<br />
açıklamasından sonra kitle ile polis arasında çatışma çıkmış ve sonradan<br />
öğrendim ki o çatışmadan ben de sorumlu tutuluyorum. Hâlbuki ben hiçbir<br />
şeyi görmeden hatta basın açıklaması sona ermeden işe gitmiştim. Ardından<br />
yaşanan çatışmada kırılan bütün camlardan dahi beni de sorumlu tutan bir<br />
dava açmışlar. Bu konuda yine tuhaf sorularla karşılaştım. Pankartları sen mi<br />
hazırladın? Camları sen mi kırdın? gibi tuhaf sorulardı.<br />
Yine birleştirilen bir soruşturmamda saçma bir suçlama daha oldu. Üç<br />
sanatçı arkadaşımla gittiğimiz bir etkinlikte üçümüz de erbane çalıp aynı şeyleri<br />
yapmamıza rağmen o arkadaşlarıma dava açılmayıp sadece bana dava<br />
açıldı. Açılan dava yine terör örgütünün propagandasını yapma suçundanmış.<br />
Ben yine mahkemede suçumu sordum, bana slogan atmışsın dediler. Bunun<br />
üzerine CD getirin dedim, ben slogan atmadım. Slogan attığıma ya da yasaklı<br />
bir şarkı söylediğime dair bir delil varsa kabul ederim dedim. En son baktılar<br />
ki CD görüntülerinde hiçbir şey yok, dediler ki sen sloganlara erbane ile ritim<br />
tutmuşsun! Dolayısıyla suça karışmışsın dediler. İşin ilginç tarafı katıldığım<br />
etkinliklerin hepsinde sadece sanatımı yaptım ve hiçbir zaman ne bir taş ne<br />
bir slogan ya da şiddet eylemine bulaşmadım.<br />
Toplam dört ay cezaevinde kaldım. Cezaevindeyken yine komik bir durum<br />
oldu. Ben dediğim gibi pek hukuk işlerinden de anlamam. Öyle şiddet eylemleri<br />
ile de bir ilişkim olmadığı için rahattım. Çünkü sadece konser ve tiyatro<br />
etkinliklerimden dolayı cezaevindeydim. Cezaevinde olduğum bir gün kahvaltıya<br />
çıktığımda tesadüfen bir baktım ki Taraf gazetesinin manşetindeyim. İddianamemde<br />
hakkımda 54 yıl hapis cezası isteniyormuş ve Taraf gazetesi bunu<br />
manşetine taşımıştı. İnanın hakkımda o kadar ceza istendiğini ilk defa oradan<br />
öğrendim. Kendi kendime vay be dedim! İnsan adam öldürse bu kadar ceza<br />
almaz dedim. Haberi okuduktan sonra şoka girmiştim. Allah Allah dedim bir<br />
ritim tutmanın karşılığı 54 yıl olur mu? Yasak şarkı bile okusaydım bu kadar<br />
ceza istenmezdi. Sonuçta yasaklı şarkılar bütün düğünlerde açıkça söyleniyor.<br />
Bana neden bu kadar ceza istediler diye kendi kendime düşündüm.<br />
Mesela birleştirilen bu davada bir başka suçlamayı daha söyleyeyim.<br />
Belediye Başkanımız Nejdet Atalay’ın adaylık tanıtım programı vardı. Bizim<br />
erbane grubuna ücret karşılığı bu tanıtım programına çıkmamız teklifi yapıldı.<br />
Biz de kabul ettik ve gittik. Kitle önünde erbane çaldık ve programımızı bitir-
dik. Ardından yine soruşturma açıldı ve dediler ki terör örgütü propagandası<br />
yaptın. Orada yine ben şarkı okumamıştım sadece erbane çalmıştım. Gruptan<br />
bazı arkadaşlar folklorik bir iki şarkı söylemiştiler o kadar.<br />
Bütün birleştirilen bu soruşturmalarım neticesinde ikinci celsede mahkeme<br />
karar verdi ve 11 yıl 8 ay ceza aldım. Ayrıca beş yıl süreyle denetimli<br />
serbestlik tedbirine tabi tutulmama karar veren mahkeme, bir yıl süreyle<br />
kahvehane, oyun salonu, bar gibi yerlerle gösteri ve mitinglere katılmamı da<br />
yasakladı. Daha çok mitinglerde sahne aldığım için bu sayede fiilen sanatımı<br />
da icra edemeyecek bir yasağa kavuştum. Hükümle birlikte tahliyeme de karar<br />
verdiler. Tahmin edersiniz ki bu ceza onaylanırsa hayatım alt üst olacak.<br />
Ben bu cezaları hak etmediğimi düşünüyorum. Bütün bu sürecin Kürt<br />
sorunu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu halkın sanatını kendi dili ile icra<br />
etmesi yargılanıyor. Mesela ben DTP değil de AKP aday tanıtımında erbane<br />
çalmış olsaydım adım gibi eminim bana bu davalar açılmazdı. Aksine beni kutlarlardı.<br />
Mesela TRT 6 var örneğin. Orda siz ne yaparsanız yapın serbestsiniz.<br />
Ancak otoriteden bağımsız kendi özgür iradenizle sanat yaptığınızda sesinizi<br />
kısarlar.<br />
Bahar Kültür Merkezi’ndeki sanatçılar olarak bizler, katıldığımız etkinliklerde<br />
hiçbir zaman şiddeti teşvik edecek veya özendirecek bir davranışta bulunmadık.<br />
Etkinliklere sanatçı kimliğimizle katılıyoruz ve bu ülkenin gerçekten<br />
barışı ve insan haklarını tesis etmesini, şiddetin ortadan kalkması gerektiğini<br />
savunuyoruz. Biz şiddetten hep zarar gördük ve şiddeti tasvip etmemiz beklenemez.<br />
Hepimiz bu sorundan yeterince çektik. Biz hiçbir etkinliğimizde kavga<br />
etmedik, polisle didişmedik, slogan atmadık. Bu davalarla karşılaşmamız<br />
gerçekten çok ayıptır ve bu davalar toplumun ve Türkiye’nin hayrına olmayan<br />
davalardır. Korkumuzdan yolda yürürken kendimizi kaşıyamayacak hale geldik.<br />
Ya kaşıdıktan sonra hakkımızda dava açılırsa diye korkuyoruz. Biz bunu hak<br />
etmiyoruz. Bu bir zulümdür. Buna hukuk da denmez. Hukuk böyle ise vay bu<br />
hukukun haline! Gerçekten hiç kimseye faydası olmayan bir süreç yaşıyoruz.<br />
Biz barışa dair inancımızı hiçbir zaman yitirmiyoruz. İnşallah bu süreç biter ve<br />
barış olur.<br />
25
26<br />
Bir oto-sansür<br />
vakası: “Muhafız”<br />
Burak Delier<br />
Sanatçı<br />
Oto-sansürün çıkmazı burada: Sansürcü, baskıcı, saldırgan<br />
harekete geçmeden; muhtemel saldırının muhtemel nesnesi<br />
saldırıyı öngörerek kendi kendini iptal ediyor. Geçmiş ya da<br />
yakın zamanlarda gerçekleşmiş saldırıların hafızalarımızdaki<br />
izi bu iptali kışkırtıyor.<br />
“Serbest Vuruş” sergisi, Charles Esche ve<br />
Vasıf Kortun’un küratörlüğünde gerçekleşen<br />
9. İstanbul Bienali (2005) dâhilinde<br />
“misafirperverlik alanı” adını koydukları,<br />
Roll ve Express dergisinin düzenlediği bir<br />
sergi ve konuşma dizisinin ve Hafriyat’ın<br />
düzenlediği “İmalat Hatası” sergisinin<br />
bulunduğu bölümde yer alıyordu. 1 Halil<br />
Altındere’nin küratörlüğünü yaptığı sergiye<br />
ben de iki işimle katkıda bulunmuştum.<br />
Biri gerçekte isim koymadığım ama<br />
sıkça “AB bayraklı kız” olarak adlandırılan<br />
fotoğraf, diğeri de Dolmabahçe Sarayı<br />
önündeki muhafızın karşısına elinde bir<br />
satır tutarak onun taklidini yapan arkası<br />
dönük bir figürün bulunduğu “Muhafız”<br />
ismini verdiğim bir fotoğraftı. Bilindiği<br />
gibi “Muhafız” adlı işim sergilenemedi<br />
ve daha sonra Bienal süresince çıkartılan<br />
“2Yılda1” adlı gazetede Vasıf Kortun, Halil<br />
Altındere’ye kaygılarını iletmesinin ardından<br />
fotoğrafı kendi kendime indirdiğimi<br />
söyledi ve bunun da işin tartışılmasının<br />
önünü açtığına işaret etti. 2 Gerçekten<br />
de bugün iş, sergilenebilseydi mahrum<br />
kalacağı anlamlara sahip. Fakat ben indirilmesinin<br />
benim kararım olduğunu açık<br />
yüreklilikle söyleyemem. 3 Eğer buna karar<br />
almak denebilirse, bu karar bana ve benim<br />
çabalarıma rağmen kolektif bir biçimde<br />
alındı. Yani faili açık olmayan (sanatçı mı,<br />
sanatçılar mı, küratörler mi, kurum mu,<br />
hepsi mi, belirli bir “sağduyu” mu?) kolektif<br />
bir oto-sansür eylemi idi. Dedikodularla,<br />
bölük pörçük, kulaktan kulağa aktarımlarla<br />
büyüyen, sergi alanına avukat getirip<br />
görüşünün alınması gibi hukuki bir sanat<br />
ve tavır peyda etmeye çalışan baskı ortamının<br />
etkisiyle; benim, mücadeleyle geçen<br />
ve hayli yıpratıcı olan tartışmalar neticesinde<br />
haftanın son günü “indirebilirsiniz”<br />
demem ile göz açıp kapayıncaya kadar<br />
fotoğrafın alaşağı edilmesiyle sonuçlanan<br />
bir süreç idi.<br />
Vasıf Kortun’un yazısı ise bütün bu süreç<br />
yaşandıktan sonra kaleme alındı. Yazı<br />
fotoğrafın sebep olduğu kaygı ve korkuları<br />
net bir biçimde ifade ediyor: “Delier’in işi<br />
ise tartışmanın oluşamadığı, bayrakların<br />
açıldığı, silahların çekildiği, körleşmiş bir<br />
alana çarpmaktaydı.(…) tek bir işin hem<br />
kendi sergisini hem de tüm Bienal’i esir<br />
alacağını öncelikli olmak üzere, meselenin<br />
bu dar kalıplar içerisinde ele alınmasının<br />
yaratacağı tüm komplikasyonlar” (…) “bu<br />
eseri, bir sanat eserinin statüsünü, demokrasiyi<br />
tartışabilmek için bu geri çekilmenin<br />
çok önemli olduğuna inanıyorum.” 4<br />
Ben burada “Muhafız” vakasının<br />
bir analizini sunmak ve “Muhafız”ı aynı<br />
dönemde üretilmiş iki önemli iş ile (Şener<br />
Özmen ve Erkan Özgen’in “Tate Modern
Yolu” ve Serkan Özkaya’nın “Davut”u)<br />
karşılaştırarak -bizi “mâdun” olarak<br />
konumlandıran adı konmamış ama yaygın<br />
ve geçerli olduğunu düşündüğüm “kültür<br />
siyaseti”nin ötesinde- “Muhafız”ın kaygı<br />
uyandıran “kültür siyaseti”ni tartışmak<br />
istiyorum. Bu, aslında güncel kültür dünyasının<br />
zihinsel sacayaklarını oluşturan<br />
(sitüasyonizm, post-yapısalcılık, postkolonyal<br />
teori gibi) yönelimlerin hesaba<br />
katıldığı çok daha kapsamlı bir çalışmayı<br />
gerektiriyor. Burada ancak kendi deneyimim<br />
üzerinden bu girişimin ipuçlarını<br />
ortaya koymaya çalışacağım.<br />
Başlamak için serginin açılışından<br />
önceki haftaya dönmek istiyorum.<br />
O sırada Vasıf Kortun’un yazısı kaleme<br />
alınmamıştı, yazı fotoğraf indirildikten ve<br />
sergi açıldıktan sonra yazıldı. İş indirilmeden<br />
önce, sergideki bazı sanatçılar<br />
da işi indirmemi telkin ediyorlardı. Dile<br />
getirdikleri nedenler Kortun’un kaygıları<br />
ile örtüşüyordu: işin boyutunun büyümesi<br />
ile etkisinin değişmesi, diğer işlerle<br />
yan yana geldiğinde anlamının kayması,<br />
şiddet propagandası yapması gibi…<br />
Bunun yanında işi kaldırmamın benim<br />
lehime olacağını, beni korumak için bu tür<br />
telkinlerde bulunduklarını söyleyenler de<br />
vardı. Örneğin, bu baskı ortamını savuşturmak<br />
için bir gazetede çalışan arkadaşıma<br />
haber yapması için danıştığımda,<br />
gazete editörlerinin “beni korumak için<br />
haber yapmamayı daha doğru bulduklarını”<br />
söyledi. Kısacası beni işi indirerek<br />
sağduyulu olmaya çağıran yumuşak ama<br />
kuvvetli bir baskı ortamıyla kuşatılmıştım.<br />
Şimdiden geriye bakınca bu oto-sansürün<br />
öznesinin teker teker bireyler olmaktan<br />
ziyade içinde bulunduğumuz korku atmosferi<br />
olduğunu görüyorum. Teker teker<br />
bireyleri ve onların nedenlerini aşan, daha<br />
büyük, baskı yaratan bir duygu atmosferi<br />
ve bu atmosferin tetiklemesi ile ortaya<br />
çıkan beceriksizce kotarılmış kolektif bir<br />
oto-sansür söz konusuydu.<br />
27<br />
Burak Delier’in “İsimsiz” (2004) adlı işinin afişi,<br />
İstiklal caddesinden çekilmiş fotoğraf, 2005<br />
Oysa ben tam da, kolektifliğe inancım<br />
doğrultusunda, serginin kuruluşuna<br />
yardım ettiğim için sürekli sergi<br />
mekânındaydım. Bu, bütün süreci son<br />
derece canlı bir biçimde yaşamama sebep<br />
oldu. Belki de serginin kurulmasına<br />
yardım etmeseydim gün be gün sanatçı<br />
arkadaşlarımın bana işi indirmemi telkin<br />
etmelerine maruz kalmayacaktım. Ama<br />
öyle olmadı, sergi açılışından önceki<br />
yaklaşık bir haftalık süre boyunca her<br />
gün bizzat sergiye katılan sanatçıları işin<br />
kalması gerektiği konusunda ikna etmeye<br />
çalıştım ve her seferinde başardığımı sanarak<br />
yanıldım. Gerilimin hüküm sürdüğü,<br />
korku ve kaygı duygusunun hâkim olduğu
28<br />
bir atmosfere karşı benim savunmalarım<br />
sadece geçici başarılar elde edebiliyordu.<br />
Ertesi gün ya da yarım saat sonra tekrar<br />
aynı talep, tavsiye ve telkinlerle karşı<br />
karşıya kalıyordum.<br />
Elbette o gün için kültür dünyasında<br />
kaygı ve korku duymak son derece<br />
doğaldı. Bienal’in açılışından üç hafta<br />
önce, Karşı Sanat’ta, 50. yılında 6-7 Eylül<br />
Olayları’nın fotoğraflarını gösteren sergi<br />
Kemal Kerinçsiz’in başını çektiği milliyetçi<br />
bir grup tarafından basılmış, sergi görevlisi<br />
tartaklanmıştı (bkz. sayfa 35). Aynı<br />
dönemde, Bilgi Üniversitesi’nde “Ermeni<br />
Konferansı”na (24 Eylül 2005) katılanlara<br />
saldırılmış ve Orhan Pamuk, Das Magazine<br />
dergisine (05 Şubat 2005) verdiği bir mülakatta<br />
sarf ettiği ‘’30 bin Kürt’ü ve 1 milyon<br />
Ermeni’yi öldürdük” sözleri yüzünden<br />
301’den yargılanmakta, dava çıkışlarında<br />
milliyetçilerin saldırısına uğramaktaydı. 5<br />
Bu korku, 2007 yılında Agos gazetesi genel<br />
yayın yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi<br />
ile doruğa ulaşacaktı. Türkiye’nin tarihinden<br />
çok iyi bildiğimiz suikast ve linç<br />
kültürü kuşatması altındaydık. O günden<br />
bugüne Türkiye’de bu linç kültürü zayıflamamış,<br />
daha da palazlanmış durumda.<br />
Kültür sanat üreticileri için sorun ortada:<br />
Böyle bir baskıcı atmosfere nasıl direnmeli<br />
ve bu ortam içinde nasıl konuşmalı? Karşı<br />
Sanat’ı 6-7 Eylül gibi “hassas” meselelerde<br />
sergi yapmaması için, Orhan Pamuk’u,<br />
Taner Akçam’ı, Hrant Dink’i, poşu takan<br />
ya da parasız eğitim talep eden öğrenciyi, 6<br />
Türkiye toplumunu göz önünde bulundurmaları<br />
ve sözlerini biraz olsun yumuşatmaları,<br />
araştırmalarının, tavırlarının,<br />
taleplerinin yönünü revize etmeleri için<br />
uyarmalı mıyız? Sanmıyorum. Eğer biraz<br />
olsun nefes alabileceğimiz bir aralık yaratmak,<br />
korku ve kaygılarımızı dağıtmak<br />
istiyorsak, bunu ancak, herhangi bir kültür<br />
üreticisinin tavrını veya işini tasvip etmesek<br />
dahi onunla dayanışarak başarabiliriz.<br />
“Muhafız”, Burak Delier, 2005, fotoğraf<br />
Kendi kendini besleyen özne olarak<br />
korku atmosferi<br />
“Muhafız”ın indirilmesinin içinde bulunduğumuz<br />
bu gerilimli, korku ve kaygı<br />
atmosferinin baskısını azalttığını savunamayacağımızı<br />
düşünüyorum. Hatta bizzat<br />
bu kolektif oto-sansür eyleminin ve genel<br />
olarak oto-sansürün korkularımızı tasdik<br />
eden ve büyüten bir etkisi var. Oto-sansürün<br />
çıkmazı burada: Sansürcü, baskıcı,<br />
saldırgan harekete geçmeden; muhtemel<br />
saldırının muhtemel nesnesi saldırıyı öngörerek<br />
kendi kendini iptal ediyor. Geçmiş<br />
ya da yakın zamanlarda gerçekleşmiş saldırıların<br />
hafızalarımızdaki izi bu iptali kışkırtıyor.<br />
Korku ve hafızası kendini üretiyor<br />
ve kendini silme eylemini gerçekleştirerek<br />
kendi bilgisini tasdik ediyor. Biz de, korku<br />
duygusunun içine daha da çekilerek tekrar<br />
ve tekrar korkuyu üretiyor ve büyütüyoruz.<br />
Bu anlamda korku duygusu perfor-
matif. Hem belirli eylemleri tetiklemesi ve<br />
belirli eylemleri engellemesi anlamında,<br />
hem de kendi kendini üretmesi, doğrulaması<br />
anlamında. Oto-sansürün sarmalı bu<br />
şekilde çalışıyor ve bizi kuşatarak neredeyse<br />
doğal bir atmosfer haline geliyor.<br />
Yaptığımız için korkmuyoruz; korkuyoruz<br />
çünkü yapmıyoruz. Korku oto-sansürü,<br />
oto-sansür korkuyu besliyor.<br />
Oto-sansür eylemi genelde kültür<br />
üreticisinin iktidarı tamamen karşısına<br />
almadan varlığını sürdürmek amacıyla<br />
başvurduğu bir yöntem. Birçok sanatçı,<br />
araştırmacı, gazeteci hayatını kurumsallaşmış,<br />
içselleştirilmiş oto-sansür<br />
yöntemleriyle sürdürüyor. Türkiye kültür<br />
dünyasında sansürün de, oto-sansürün<br />
de yaygın olduğunu biliyoruz. Genelde<br />
bilinçli ya da bilinçsiz oto-sansür mekanizmaları<br />
sonrası geriye sunulması başarı<br />
olan bir hakikat parçası değil, kibarlaştırılmış,<br />
kırpılmış ve sevimlileşmiş bir sunum<br />
kalıyor. Üstüne üstlük oto-sansür eyleminde<br />
başarılı olamadık. Bizim oto-sansür<br />
eylemimizde böyle bir süreç işlemedi ve<br />
iktidar ile karşı karşıya gelmek zorunda<br />
kaldık. Daha doğrusu “biz” değil, hatta sanat<br />
yapıtını üreten sanatçı bile değil, onu<br />
katalog yoluyla basan ve yayan kişi karşı<br />
karşıya kaldı. “Muhafız” indirildikten sonra<br />
sergi ve “Muhafız” değil ama sergi kataloğu<br />
yayıncısı olarak Halil Altındere 301.<br />
madde uyarınca “TSK’yı aşağılamaktan”<br />
dava edildi. Katalog sergiden önce basılmıştı;<br />
işi sergiden indirmek sadece gerilim<br />
ortamının geçici bir şekilde rahatlamasına<br />
yaradı. Bunun yanında dava konusu olan<br />
sadece “Muhafız” değildi, orduya dair<br />
görsellerin bulunduğu iki iş daha, anlam,<br />
tarz, tavır farkları gözetilmeksizin eklenmişti.<br />
Kataloğun dava konusu olmasının<br />
nedeni ise eylemin basın yayın yoluyla bir<br />
suç haline gelmesiydi. 7 Tek bir kanaldan<br />
yani sergi mekânından gerçekleşen bir<br />
eylem, doğrudan 301. maddenin konusu<br />
olmuyor ve sanatsal ifade özgürlüğü kap-<br />
29<br />
samına sokularak savunulması çok daha<br />
kolay.<br />
Buradan bakınca bütün olay, bilinçli<br />
olarak düşünülmüş, kurulmuş, belirli<br />
nedenleri olan bir oto-sansür eylemindense;<br />
tamamen korku duygusunun girdabında<br />
gelişmiş, anlık ve saçma bir refleks<br />
gibi duruyor. Tabii bütün bunlar eylemin<br />
amacının, sergiyi sürdürmek, kazasız belasız,<br />
feda edilecek en minimumla mutlu<br />
sona, yani açılış ve sonrasında kapanış<br />
gününe ulaşmak olduğuna işaret ediyor.<br />
Dolayısıyla bu eylemdeki gizli mantık bir<br />
işin, bütünü sürdürmek için feda edilebilir<br />
olduğunu söylüyor. Kaygılı bakışların dile<br />
getirdiği işin şiddet propagandası yapıyor<br />
olduğu tezi; işin açmaya yeltendiği meşru<br />
şiddet tartışmasını, işe karşı fiilî şiddet uygulayarak<br />
sonlandırıyor. Eğer oto-sansürü<br />
tetikleyen korku atmosferidir dersek, aracı<br />
fiilî bir şiddet, amacı sergiyi sürdürmektir<br />
diyebiliriz. Korku atmosferinin ruhlarımızdaki<br />
hâkimiyeti, bizi, sürdürmek pahasına<br />
hoşnutsuzluk yaratan unsurun feda edildiği<br />
bir hayatta kalma siyasetine götürüyor.<br />
Bu siyasetin, az olanın, önemsiz<br />
addedilenin, bir unsur, parça olanın feda<br />
edildiği iktidar mantığı ile ilişkisi aşikâr.<br />
Oysa nefes alacağımız alanı genişletebilecek<br />
başka siyasetler, tavırlar seçilebilirdi.<br />
Sanatçıların tıpkı -İstanbul Modern’in<br />
Bubi’nin işini müzayedeye almaması sonrası<br />
gelişen boykot eylemi gibi 8 - baskıyı<br />
boykot etmeleri ya da basitçe sanatçının,<br />
bir bütün olarak serginin sözünün veya<br />
küratörün yanında yer almaları gibi.<br />
Bir sanatçı etiği ihtiyacı<br />
Kuşkusuz “Muhafız”ın indirilmesi bağlamında<br />
bahsetmemiz gereken genel bir<br />
“kültür siyaseti” ile yankılanan başka bir<br />
boyut da var. Bu boyut, işlerin, tavırların<br />
estetik politikaları, içerik-biçim tartışmaları<br />
ile ilgili olmaktan ziyade -sansür söz<br />
konusu olduğunda bu tartışmalar inandırıcılıklarını<br />
yitirerek ikincilleşirler- daha çok
30<br />
etik ile ilgilidir. Diyelim bir sanatçı “özgürleşmeden”,<br />
“direnmekten”, “alan açmaktan”,<br />
“içeriden saptırmaktan” bahsediyor<br />
ama bu sanatçı aynı zamanda başka bir<br />
sanatçının işinin indirilmesini savunuyor.<br />
Hangi durumda bir sanatçı başka bir sanatçıya<br />
işini kaldırması yönünde telkinde<br />
bulunabilir? Bu durumda kültür üreticileri<br />
olarak nasıl bir taktik izlememiz gerekir?<br />
Hiçbir şekilde böyle bir telkinde bulunamaz<br />
demeli ve bunu bir ilke, prensip<br />
haline getirerek yerleştirmeye mi çaba<br />
harcamalıyız? Korku atmosferine karşı verilecek<br />
kolektif veya bireysel cevap hangisi<br />
olmalıdır: Aynı fikirde, aynı estetik politik<br />
görüşü savunmasak bile işin kalması için<br />
dayanışmak mı; yoksa bu estetik politik<br />
tavrı savunmadığımız için ya da taktik<br />
uğruna kaldırılmasını mı talep etmek? Bu<br />
soruların cevapları ancak kültür dünyası<br />
kendi içinde bazı tavırları, davranış<br />
biçimlerini, basit etik değerleri tartışarak<br />
içselleştirebildiğinde ve bu tartışmayı bir<br />
birikim haline getirebildiği ölçüde verilebilecektir.<br />
Bunun yanında, son zamanlarda<br />
ortaya çıkan sansür olaylarına verilen tepkileri<br />
ve bizzat Siyah Bant girişimini göz<br />
önüne aldığımızda, “Muhafız”ın indirilmesi<br />
olayından çok daha sağlıklı bir tartışma<br />
ve dayanışma ortamı içinde olduğumuzu<br />
söylemek mümkün.<br />
Bir kültür siyaseti tartışması<br />
Şimdi meselenin başka bir boyutunu, her<br />
sanat yapıtının bir konuşma edimi olduğunu<br />
öne sürerek, güncel sanat dünyasında<br />
yaygın olan ve “Muhafız”ın indirilmesinde<br />
etkili olan bir kültür siyasetini tartışmak<br />
istiyorum. Bir kültür siyaseti neyin, nasıl<br />
söylenebileceğine karar vermekten başka<br />
bir şeydir. Buna karar vermek iktidarın<br />
işidir. Bir kültür siyaseti daha çok söylenebilenler<br />
ve söylenemeyenler içinde ve<br />
bunların arasındaki ilişkide temellenir.<br />
Kültür siyaseti tarihin ve toplumun belirli<br />
bir ânında bağlamsallaşarak kendi ânına,<br />
içinde bulunduğu ortama, atmosfere bir<br />
cevap üretir. Direngen bir kültür siyasetinin<br />
gözeteceği tam da bu söylenenlerin<br />
ve söylenmeyenlerin/sessizliklerin<br />
ilişkisinin canlandığı bağlam ile kurduğu<br />
etkileşimdedir. Her yapma bir yapmama,<br />
her konuşma bir sessizlik olduğu ölçüde<br />
her sanat tavrı, her konuşma kendi içinde<br />
dile getirmediğinin suskunlaştırılmasıdır.<br />
Bu anlamda tartışılacak şey, genel olarak<br />
doğru, iyi, güzel sanatın/konuşmanın ne<br />
olması gerektiği değil; sanat yapıtlarının<br />
içinden çıktıkları bağlam ile kurdukları<br />
ilişkidedir.<br />
Bana işimi indirmemi telkin eden dil<br />
korkunun etkisi ile mi bu telkinde bulunuyor<br />
yoksa başka bir sanatsal, estetik tavrı<br />
savunduğu için mi? Spivak’ın bahsettiği<br />
mâdunun dili 9 gibi, iktidarın dilini kendilerine<br />
mal ederek dolambaçlı, dolaylı, alttan<br />
alta gelişen bir özneleşmeyi mi savunuyorlar<br />
yoksa düpedüz uzlaşmacı bir tavra<br />
savrularak iktidarın yeniden üretilmesine<br />
mi sebep oluyorlar? Uzlaşmaya göz<br />
kırptığımız için mi dolaylı, kurnaz, ince<br />
bir estetiği savunuyoruz; yoksa bu “ince”<br />
kültür siyasetinin bugün burada direnmek,<br />
özgürleşmek vs. anlamına geleceğine<br />
inandığımız için mi? Bu sorular kaygan,<br />
konumların geçişli olduğu bir tartışma<br />
zeminine işaret ediyor. Türkiye güncel<br />
sanat ortamında geçerli kültür siyasetinin,<br />
taktikler ile işleyen, kendini açık etmek<br />
istemeyen bir tür “mâdun konuşması”<br />
olduğunu düşünüyorum. Elbette bu kendi<br />
başına eleştirilecek bir şey değil, her konuşma<br />
belirli bir taktik içerir. Direkt olarak<br />
“doğruyu söylemek” de bir taktiktir. 10 Her<br />
daim geçerli olan ve bizi başarıya götürecek<br />
ebedi formüllerden ziyade; ancak<br />
kısmi olarak geçerli, uzlaşmacı, direngen,<br />
çıkar güden, uzlaşmaz, şiddetli, yumuşak,<br />
gözüpek, çekingen taktikler vardır. Güncel<br />
sanat dünyasında geçerli olanın giderek<br />
uzlaşmaya meyilli bir dil haline geldiğine,<br />
bunun da mâdunun taktiklerinin kurum-
sallaşması nedeniyle gerçekleştiğine inanıyorum.<br />
“Muhafız”ın indirilmesi vakası bizi<br />
belirli bir kültürel siyasete işaret eden bu<br />
konuşma taktiklerini tartışmaya çağırıyor.<br />
Mâdunun dilinin<br />
kurumsallaşması sorunu<br />
Mâdunun, zayıf olanın dolambaçlı, kurnaz,<br />
yan, alt ve öte anlamlarla dolu parçalanmış<br />
dili ve bunun “Muhafız”ın indirilmesi<br />
ile ilişkisi üzerinde duralım. Türkiye<br />
sanatının ve kültür üreticilerinin halet-i<br />
ruhiyesinin “mâdun” kavramı üzerinden<br />
okunup okunamayacağı tartışmalı olabilir.<br />
Fakat Vasıf Kortun’un vurguladığı geri<br />
çekilmenin fazileti ve bunun da ötesinde<br />
kültür dünyasında çeşitli “alt-kimlikleri”,<br />
“ötekileri”, “minör varoluşları” gündeme<br />
taşımaya çalışan yönelim, kültür üreticilerini<br />
asıl özne olmadıkları bir ortama<br />
konumluyor ve konuşurken izlenecek<br />
dolambaçlı, dolaylı, “güzel”, ince bir konuşma<br />
tarzına işaret ediyor. Çoğu zaman<br />
bu dolaylı konuşma taktikleri sanatsal konuşma<br />
ile de örtüştürülüyor. Sanatsal konuşma<br />
bir dolayım, katmanlılık, kurnazlık<br />
içermek zorundadır, asıl, iyi, doğru, güzel<br />
sanat budur diye söyleniyor. 11 “Muhafız”<br />
tam da fazla meydan okuyucu, direkt,<br />
kaba, dolambaçsız bulunduğu için bir<br />
gerilim yarattı ve kolektif bir oto-sansüre<br />
uğradı. Bu durumda korku atmosferinin<br />
bizi dolambaçlı bir mâdun diline doğru<br />
itmesinin ötesinde; belirli bir mutluluk<br />
ve özgürlük vaadi – iyi sanat, uluslararası<br />
Bienal, demokratikleşme, farklı kimlik ve<br />
konumların tanınması- ile motive olan bir<br />
ortamda, belirli bir uzlaşmayı da içeren<br />
bu dilin dört bir yandan sanat üretimi için<br />
zorunlu kılınması ile karşılaşıyoruz.<br />
Kanımca bu meseleleri tartışabileceğimiz<br />
iki örnek Şener Özmen ve Erkan<br />
Özgen’in “Tate Modern Yolu” (2003) ile<br />
Serkan Özkaya’nın “Davut”udur. (“Davut”,<br />
“Muhafız”ın indirildiği Bienal’in ana sergisinde<br />
bulunuyordu.)<br />
31<br />
“Tate Modern Yolu”, mâdunun dili<br />
kavramı ile rahatlıkla okunabilir. Bu<br />
dilin altında, modernleşmiş ve kendinde<br />
Kürtleri sömürgeleştirme hakkını gören<br />
Türk kibrini boşa çıkartan bir özgüven ve<br />
meydan okuma vardır. Video her ne kadar<br />
Türk bakış açısına dayanarak, Kürtleri<br />
“geri” olduğu varsayılan bir kırsal arka<br />
plana oturtsa ve Batı’ya giden yolu, kendi<br />
girişiminin altını oyan bir Don Kişot’luk<br />
olarak kodlayıp kendini sözde düşük bir<br />
konuma yerleştirse de, hedefi (İstanbul<br />
değil), dünya güncel sanatının merkezi<br />
Tate Modern’dir. Video uzun süre İstanbul<br />
Modern’de ve dünyanın birçok sanat<br />
kurumunda gösterildi. Belki Türkiye’den<br />
çıkmış en çok sergilenen iş konumundadır.<br />
“Tate Modern Yolu”nun bu başarısı hiç<br />
kuşkusuz Türklüğün kibrini kırmaya ve<br />
boyun eğdirmeye adaydır. Elbette İstanbul<br />
Modern gibi Türk burjuvazisinin güncel<br />
sanatı kendine mal ettiği bir mekânda<br />
sergilenmesi kartları yeniden dağıtmıştır.<br />
Fakat video tam da Türk gözünü içselleştirerek<br />
kendini “Kürtleştirdiği” ve bunun<br />
yanında Türkiye’yi değil, dünyayı hedefleyerek<br />
meydan okuduğu ölçüde bir mâdun<br />
konuşması örneğidir. Burada dünyanın<br />
merkezinin yani Tate Modern’in hedeflenmesi<br />
Kürdistan’dan başlayan iddialı bir<br />
yolculuğun –Türk gözü için de- meşrulaştırılmasını<br />
sağlamaktadır. Muktedirin<br />
kodları “kırsal Kürt”, “meşru hedef: Tate<br />
Modern”, kendi girişimini mütevazı bir<br />
kılıfa oturtan ve zayıflığını baştan kabul<br />
eden “Don Kişotluk”, özneleşmeye işaret<br />
eden cüretli bir eylemin meşrulaştırılması<br />
için işe koşulmuştur. “Tate Modern Yolu”<br />
muktedirin meşru kodlarını kendine mal<br />
eden dolambaçlı bir özneleşme ve bir<br />
mâdun konuşmasıdır. Bir nevi “geri çekilerek”<br />
içeriden fetheden bir konuşmadır.<br />
Serkan Özkaya’nın Batı modern<br />
sanatının en temel eserlerinden birinin<br />
büyütülmüş ve altın renkli bir kopyasını<br />
yapma girişimi “Davut”, Türk modernleş-
32<br />
mesinin iyi, doğru, güzel, “Batılı” sanat<br />
üretme arzusunu ve bizatihi büyük Batı’yı<br />
ti’ye alan bir çalışma idi. Ulaşamadığı<br />
Batı’yla ve kendi kopyacılığıyla dalga geçerek<br />
Batılılaşmaya uğraşan Türk imgesini<br />
canlandırıyordu. “Davut”un mâdunun<br />
dilinden az ya da fazla olduğu da söylenebilir.<br />
Bu, kanımca Türk modernleşmesinin<br />
sömürgeleştirilmiş değil, kendini-sömürgeleştirmiş<br />
(kendinde “geri” olduğu varsayılan<br />
Doğu’yu hatırlatan ne varsa silerek ve<br />
yerine “modern” diye düşünülen ne varsa<br />
koyarak) olmasından kaynaklanmaktadır.<br />
“Davut” görünürde zorlayıcı, dayatıcı, sömürgeci<br />
bir güç olmadan kendini-sömürgeleştiren<br />
Türk modernleşmesinin abartılı<br />
bir parodisi biçiminde bir mâdun konuşması<br />
olarak düşünülebilir. “Tate Modern<br />
Yolu” da, “Davut” da sanatın kabul görmüş<br />
merkezini hedefleyen ve bu şekilde<br />
kendi yaptıkları şeyi meşrulaştırırken aynı<br />
zamanda, kendi kendilerine işin ciddiyetinin<br />
altını boşaltan parodik girişimlerdir.<br />
İkisi de gizli dirençler barındıran, kaleyi<br />
içten ele geçirmeye çalışan, bizzat kalenin<br />
statüsünü de tartışmaya açan işlerdir. Bu<br />
iki iş açısından dikkat çekici olan, “Tate<br />
Modern Yolu”nun bariz üstünlüğü ve<br />
başarısıdır. 12<br />
“Tate Modern Yolu” bir mâdun konuşması<br />
olarak birçok yerde sergilendi, fakat<br />
“Muhafız” ilk görücüye çıktığı anda aşağı<br />
indirildi. Neden? Çünkü “Muhafız” kendini<br />
meşrulaştıracak Tate Modern ya da Davut<br />
gibi sanatsal merkezleri hedeflemek yerine,<br />
tam da girişimini itibarsızlaştıracak<br />
Dolmabahçe Sarayı’ndaki muhafızı hedeflemişti.<br />
Üstelik “Tate Modern Yolu”nda ya<br />
da “Davut”ta olduğu gibi hedefi kutsamak,<br />
onun önünde boyun eğerek ele geçirmeye<br />
çalışmak için değil, bizzat hedefin parodisi<br />
aracılığıyla onun bir eleştirisini kotarmak<br />
için. “Tate Modern Yolu” ve “Davut” burada<br />
olmayan, ötedeki ve kimsenin itiraz<br />
etmeyeceği bir merkezi kutsamak aracılığıyla<br />
burası (Türkiye) için bir seçenek<br />
sunarken, “Muhafız” bu olumlu seçeneği<br />
sunmuyordu. “Muhafız”da bu olumlayıcı,<br />
ötedeki, kabul görmüş, arzu nesnesi<br />
olarak merkez imgesi (Davut, Tate = Batı)<br />
bulunmamaktaydı. İkisi de yerel, biri sivil<br />
biri kurumsal iki silahlı figürün gerilimli<br />
ve uzatılmış karşılaşma ânını gösteriyordu.<br />
Amacı bugün burada, bizim yakınımızda<br />
olan bir şeyi, şiddetin tekelini ve bu<br />
tekelin meşruluğunu sorunsallaştırmaktı.<br />
Direkt olarak bugün buradaki şiddeti, şiddetin<br />
kaynağını ve meşruiyetini tartışmak<br />
istediği ve bir eleştiri kotarmak istediği<br />
için yeterince dolambaçlı, kurnaz, “sanatsal”<br />
bulunmadı ve bu haliyle olumlamaktan<br />
ziyade olumsuzlayan bir işti. Rahatsız<br />
edici olmasının kaynağında -direkt olarak<br />
doğruyu söyleyip söylememesi sorunsalının<br />
ötesinde- bu olumsuzluk, önerisizlik<br />
ve güncel felakete işaret etmesi bulunuyordu.<br />
Geriye sorulması gereken şu soru<br />
kalıyor: Eğer sanat alanında mâdun konuşması<br />
taktikleri ile konuşmak, geri çekilerek<br />
uzlaşmanın yolunu bulmak ve olumlamak<br />
zorunluluksa, bu zorunluluğu tartışmadan<br />
nasıl “alan açabilir”, “içeriden saptırabilir”,<br />
bir özgürleşme, demokratikleşme<br />
pratiği kotarabiliriz? Sanat ve kültür alanında<br />
toplumsal gerilimin yarattığı baskı<br />
ve korku sarmalına işaret ederek veya salt<br />
sanatsal saikler ile mâdunun dilinin estetiğini<br />
kurumsallaştıran bir konuşma dayatması<br />
varsa bununla nasıl baş etmelidir?<br />
Mâdun dili ve taktikleri yoluyla konuşmak<br />
ve olumlamak kültür dünyasının gizli<br />
bir zorunluluğu mudur? Bu soruların da<br />
ötesinde asıl olarak sanat dünyasında tartışılması<br />
gereken: Bu taktiklerin sınırları<br />
var mıdır? Varsa bu sınırları ortaya çıkarmanın<br />
yolu nedir ve nasıl daha direngen<br />
taktikler ortaya koyabiliriz?<br />
Elbette “Muhafız”ın “direngen/<br />
eleştirel”, “Tate Modern Yolu”nun ya da<br />
“Davut”un “uzlaşmacı” işler olduğunu<br />
söylemiyorum. Belirli formüllere dayanan
ve şematik bir haritayı varsayan bu tür<br />
yargılar, tartışmak ve üzerinde düşünmek<br />
istediğim soruları erteleyen ve geciktiren<br />
bir etki yaparlar. Bu iki işi seçmemin<br />
nedeni “Muhafız” ile hem dönemsel hem<br />
de zihinsel kaynak ve niyet olarak yakınlıkları.<br />
Amacım bu işlerin kullandıkları<br />
taktikleri, bu taktiklerin işleme tarzlarını,<br />
sınırlarını ve kültür siyaseti ile ilişkilerini<br />
ortaya koymaktı. Özellikle Kürt/Türk sorusu<br />
açısından bakıldığında “Tate Modern<br />
Yolu” ile “Muhafız”ı yan yana düşünmek<br />
hâlâ oldukça cezbeci. Eğer “Muhafız”ın<br />
indirilmesinin bir değeri varsa, bu değeri<br />
ancak çeşitli yakınlıkları bulunan ve yan<br />
yana duran işlerle karşılaştırarak ortaya<br />
koyabiliriz diye düşünüyorum.<br />
Bitirirken: Taktiklerin sınırlılıkları<br />
Son olarak sansüre uğramanın ya da<br />
kolektif ve anonim oto-sansür eyleminin<br />
mağduru dilinden uzaklaşmama yarayacak<br />
bir duygumu dile getirmek istiyorum.<br />
Böyle bir mağduriyeti hiç hissetmedim.<br />
Aksine -ne kadar naif olsa da- işim böyle<br />
bir kargaşaya ve tartışmaya yol açtığı<br />
için bir tür haz duymaktayım. İlk sergilerimden<br />
beri en büyük dertlerimden biri,<br />
işlerimin açılışların ve kültür ortamının<br />
genel kutlama, eğlence ve mutluluk havası<br />
içinde eriyip gitmesiydi. Bu kendinden<br />
memnun, olumlayıcı, başarı ve kariyer<br />
dilinin hâkim olduğu ortama yeterince iyi<br />
cevaplar üretemediğimi hissediyordum. Bu<br />
sefer işlerim eriyip gitmediler ve başarılı<br />
olmanın, gösterilebilmenin, sergilenebilir<br />
olmanın tuzağına düşmediler –evet, benim<br />
“sergilenebilen” diğer işlerim gibi her<br />
sergilenebilen işin bir ayağı bu uzlaşma<br />
tuzağındadır. Haz duygusu, işimin eriyip<br />
gitmesine engel olan sergi alanındaki<br />
garip gerilime sebep olmaktan kaynaklanıyor.<br />
Bu basit ve birçok açıdan “esprili” bulunabilecek<br />
fotoğraf üzerinden yaşadığım<br />
deneyim, hem kendi meselelerimi hem de<br />
geçerliliğinden kuşku duyulabilecek “red-<br />
33<br />
dedilmenin hazzı” diyebileceğim duygu<br />
üzerinde düşünmemi ve oyunu daha açık<br />
görebilmemi sağlıyor. Reddedilmek ya da<br />
kabul edilip onaylanmak, iki uç ve mutlak<br />
konum olarak oyunun bittiği ve gerçekte<br />
var olmayan konumlardır. Ne “Muhafız”ın<br />
“reddedilmesini”, ne “Davut”, “Tate Modern<br />
Yolu” veya herhangi bir konuşmanın<br />
“kabulünü”, bu iki konuma denk gelecek<br />
şekilde ortaya koyabilmek ve düşünebilmek<br />
mümkün değildir. Bu üç işin karşılaştırılmasının,<br />
oyun alanının ortasına ve bu<br />
orta alandaki güncel bazı sorunlara işaret<br />
ettiği kanaatindeyim.<br />
Dolayısıyla, “Muhafız”ın kullandığı<br />
konuşma/eleştiri tarzı büyütülmemeli. Her<br />
türlü konuşma tarzının bir sınırı, yapabildikleri<br />
ve yapamadıkları var. Bahsettiğim<br />
gibi “Muhafız”, sanat dünyasında geçerli<br />
olan genel hassasiyetlerden, baskın<br />
“güzel” konuşma tarzlarından ayrılan;<br />
parçalanmış toplumu yumuşak bir biçimde<br />
buluşturmayı hedefleyen herhangi bir<br />
meşrulaştırıcı idealden yoksun bir işti.<br />
İçine sıkışmış olduğumuz güncel durumun<br />
absürdlüğünü karanlık bir biçimde ortaya<br />
koyuyor ve eleştiriyordu. Bir an için, bu<br />
niteliği onu, hem kültür dünyası hem de<br />
toplum için katlanılmaz hâle getirdi. Bu<br />
katlanılmazlık ise bulunduğu toplumsal<br />
bölünmüşlüğe, gerilim ortamına, tahammülsüzlüğe<br />
ve bu ortama cevap veren<br />
hâkim kültür siyasetlerine bağlı olarak<br />
geçici bir durum…<br />
Notlar<br />
1. http://9b.iksv.org/turkce.asp?Page=Positio<br />
nings&Sub=HZone&Content=FreeKick<br />
2. Kortun, Vasıf, “Burak Delier’in Kaldırılan<br />
İşi Üzerine”, 2 yılda1, Radikal Gazetesi<br />
Bienal Eki, 2005 http://www.anibellek.<br />
org/?p=87; 20.08.2012 tarihinde girildi.<br />
3. Açıkçası bir tarafıyla söylemek isterdim.<br />
Çünkü bugünden geriye doğru baktığımda<br />
“geri çekilme”nin aynı zamanda bir protesto<br />
eylemi olabileceğini görebiliyorum.
34<br />
Fakat protesto anlamına gelebilecek ve<br />
düşünce için alan açan bir “geri çekilme”<br />
nasıl olmalıdır? O sıralarda fotoğrafın<br />
indirilmesine böyle bir anlam atfedebileceğim<br />
ortam oluşmamıştı; bizzat sanatçıların,<br />
beni işimi indirmeye çağırmaları<br />
ve kullandıkları argümanlar olan biten<br />
her şeyi yadırgamama sebep olmuştu.<br />
Fotoğraf dolayısıyla üzerimde oluşan<br />
baskı, direnmem gerektiğini söylüyordu.<br />
Ancak ve ancak bu yadırgama ve kopma<br />
tamamen belirginleştikten sonra kızgınlık<br />
ve protesto da içeren bir şekilde indirilmesine<br />
onay verebildim. Sanırım bu yazı<br />
ile, fotoğrafın indirilmesinden sonra sergi<br />
alanında indirilmiş fotoğrafın boşluğunun<br />
yarattığı düşünceli sessizliğin çağrısına<br />
cevap verebileceğim.<br />
4. Agy.<br />
5. Bkz. Banu Karaca’nın bu <strong>kitap</strong>taki yazısı.<br />
6. Bkz. Cihan Kırmızıgül Davası için: “Poşu<br />
Davası’nda mahkemenin gerekçeli kararı”<br />
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />
ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1087673<br />
&CategoryID=77&Rdkref=6. 20/08/2012<br />
tarihinde girildi. Parasız Eğitim pankartı<br />
soruşturması için: “Poşu’dan Sonra Yelek<br />
Delili” http://www.radikal.com.tr/Radikal.<br />
aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID<br />
=1091739&CategoryID=77&Rdkref=6.<br />
20.08.2012 tarihinde girildi.<br />
7. Bkz. “Katalog Toplatıldı.. Bienal’e 301 Gölgesi”,<br />
Radikal, 27.10.2005, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=168190;<br />
21.08.2012 tarihinde girildi.<br />
8. Bkz. Kiger, Rümeysa, “Panel Dicussion<br />
becomes artistic town-hall meeting<br />
at Istanbul Modern”, Today’s Zaman,<br />
29.12.2011. http://www.todayszaman.<br />
com/news-267121-panel-discussionbecomes-artistic-town-hall-meetingat-istanbul-modern.html;<br />
21/08/2012<br />
tarihinde girildi.<br />
9. Spivak, Gayatri Chakravorty, “Can the Subaltern<br />
Speak?” (Mâdun Konuşabilir mi?),<br />
der. Cary Nelson ve Lawrence Grossberg,<br />
Marxism and the Interpretation of Culture<br />
içinde, Urbana: Illinois University Press, s.<br />
271–313.<br />
10. Bu konuda Süreyya Evren’in “risk alarak<br />
iktidara doğruyu söylemek” anlamına<br />
gelen parrhesia edimi ile sanat ilişkisini<br />
tartıştığı yazılara bakılabilir: “Art, Poverty,<br />
Parrhesia”, Springerin, no. 3/06, 2006.<br />
http://www.springerin.at/dyn/heft_text.<br />
php?textid=1810&lang=en. “Sanat ve<br />
Parrhesia” BirGün, 02.04.2006, http://<br />
www.birgun.net/writer_2006_index.<br />
php?category_code=1187091385&news_<br />
code=1143982095&year=2006&month=<br />
04&day=02#.UDHzvqCj7Mo; 20.09.2012<br />
tarihinde girildi.<br />
11. Ayrıca parrhesia kavramı üzerinden<br />
“Muhafız” ve “Serbest Vuruş” sergisinin<br />
bir tartışması için “Parrhesia Edimi ve<br />
Sanatta Siyasal Olan”, Söyleşi, Erden<br />
Kosova ve Süreyyya Evren, Art-ist Güncel<br />
Sanat Seçkisi, no. 05, 2006.<br />
12. Bkz. Antmen, Ahu “Golsüz Bir Serbest<br />
Vuruş”, Radikal, 21.09.2005. www.radikal.<br />
com.tr/haber.php?haberno=164661,<br />
Madra, Beral “Gayet Yalın Bir Bienal”,<br />
Radikal, 25.11.2005. www.radikal.com.tr/<br />
haber.php?haberno=170999; 20.08.2012<br />
tarihinde girildi.<br />
13. “Davut” ise son derece manidar bir<br />
biçimde serginin açılış gününden önce<br />
devrildi. Devrilme nedeni olarak birçok<br />
mantıklı neden sayılabilir: Rüzgâr, kötü<br />
mühendislik, kötü yer seçimi vs. Sayılabilecek<br />
bu mantıklı nedenlerin ötesinde, bu<br />
dev, altın renkli kopya “Davut”un devrilişi,<br />
bazı anlamlar içeriyor elbette. Bunları<br />
başka bir yerde tartışmak üzere şimdilik<br />
bırakıyorum. “Davut” heykelinin devrilmesi<br />
haberi için bkz.: “Davut heykeli paramparça”<br />
Hamsici, Mahmut 12.09.2005,<br />
Radikal, http://www.radikal.com.tr/haber.<br />
php?haberno=163893 27.08.2012 tarihinde<br />
girildi.
“Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” sergisine düzenlenen saldırı<br />
üzerine *<br />
Balca Ergener<br />
İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı 6 ve 7 Eylül 1955’te<br />
büyük çaplı bir saldırı gerçekleşti. 2 20-30 kişilik gruplar halinde ve birbirleriyle<br />
bağlantı içinde hareket eden yaklaşık 100.000 kişi, İstanbul’da gayrimüslimlerin<br />
yoğunlukla yaşadığı ve çalıştığı birçok mahalle ve semtte şiddet eylemleri<br />
gerçekleştirdi. Önceden tedarik edilen çeşitli araç-gereç kullanılarak, benzer<br />
yöntemlerle evler ve işyerleri yıkıp döküldü, yağmalandı; içlerindeki eşyalar<br />
parçalandı, sokaklara atıldı, taşıtların arkasında sürüklendi; kiliseler, cemaat<br />
okulları ve mezarlıklar tahrip edildi. Bu saldırı, gayrimüslimlerin, özellikle de<br />
Rum Ortodoks cemaatinin İstanbul’dan yurt dışına göç etmesinin en önemli<br />
nedenlerinden birini oluşturdu.<br />
Bu olayların 50. yıldönümüne denk gelen 6 Eylül 2005 tarihinde,<br />
İstanbul’da, Karşı Sanat Çalışmaları’nda “Tümamiral Fahri Çoker’in Arşivinden:<br />
Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” adlı bir sergi açıldı. Sergide, 6-7 Eylül<br />
Olayları’ndan hemen sonra İstanbul’da kurulan üç askerî mahkemeden biri<br />
olan Beyoğlu Bölgesi Sıkıyönetim Mahkemesi’nde başhâkimlik yapan merhum<br />
Emekli Tümamiral Fahri Çoker’in Tarih Vakfı’na bağışladığı, ancak kendi ölümünden<br />
sonra yayımlanmasını vasiyet ettiği özel arşivinde bulunan ve daha<br />
önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan fotoğraflardan derlenmiş bir seçki yer<br />
alıyordu. Orijinalleri siyah-beyaz baskı olan fotoğraflar, Karşı Sanat Çalışmaları<br />
tarafından büyütülerek tekrar basılmıştı. Ayrıca, tarihçi Dilek Güven’in o<br />
sırada yayımlanan ve konuyu daha önce yapılan araştırmalardan çok daha geniş<br />
bir kapsamda, homojen ulus-devletin inşası ve dönemin sosyo-ekonomik<br />
politikaları çerçevesinde incelediği ve olayların devlet yöneticileri ve destekledikleri<br />
kurumlar tarafından planlandığını gösteren çeşitli belgeler içeren<br />
Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları başlıklı<br />
akademik çalışmasından alıntılanan bilgilere ve tanıklıklara yer veriliyordu.<br />
Sergi, açılış gününde 20-30 kişilik bir grubun saldırısına uğradı. Galeriye<br />
giren saldırganlar böyle bir serginin yapılmasını protesto ederek kimi<br />
fotoğraflara yumurta attılar, kimi fotoğrafları yırtıp galeri penceresinden<br />
aşağı fırlattılar. 3 Serginin açılış tarihinden önce Valilik izni alınmış, o zaman<br />
Elhamra Pasajı’nın üçüncü katında bulunan galerinin karşısındaki St. Antuan<br />
Kilisesi’nin önüne iki yüz kadar polis yerleştirilmiş ve mekânın içerisinde sivil<br />
polisler görevlendirilmişti. Açılıştan iki saat önce Kemal Kerinçsiz, 4 yanında<br />
ellerinde kalın ahşap sopalı küçük Türk bayrakları taşıyan iki genç ile birlikte<br />
sergi mekânına geldi, “teftiş etti” ve çıktı. Açılış sırasında gerginlik, iki kişinin,<br />
sergide olayların yanlış aktarıldığını, Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da ve Girit’te Türk-<br />
* Bu yazı, Red Thread dergisinde çıkan makaleden bölümler alınarak hazırlanmıştır.<br />
Makale için bkz. “‘Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları’ Sergisi ve Sergiye Yapılan Saldırı<br />
Üzerine”, Red Thread, 2009. http://www.red-thread.org/en/article.asp?a=25.<br />
35
36<br />
lere yapılanların anlatılmadığını bağıra bağıra orada bulunanlara ve gazetecilere<br />
söylemesi ve şiirler okumasıyla başladı. Daha sonra, aralarında Ramazan<br />
Kırkık ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz’in de bulunduğu<br />
yaklaşık 20-30 kişilik bir grup ana salona girdi, “Türkiye Türktür, Türk<br />
kalacak”, “hainlere ölüm”, “ya sev ya terk et”, “neden Kıbrıs’taki fotoğrafları<br />
değil de, bu fotoğrafları asıyorsunuz”, “Atatürk’ün evini yakanları savunmayın”<br />
gibi sloganlar atmaya, bildiri dağıtmaya ve fotoğraflara yumurta atmaya<br />
başladı. 5 Sergi düzenleyicileri, iki kişi içeride bağırarak konuşma yapmaya<br />
başladığı andan itibaren sivil polisleri uyarmış ancak bir önlem alınmamış;<br />
saldırganlar fotoğrafları yırtmaya ve pencerelerden atmaya başladığında<br />
balkonda bulunan ziyaretçiler aşağıdaki polis ekiplerine haber verdiyse de<br />
polis ancak yaklaşık on beş dakika sonra yukarı çıkmış ve saldırganları dağıtabilmiştir.<br />
Karşı Sanat Çalışmaları Yöneticisi Feyyaz Yaman, o akşam ve daha<br />
sonra, dört kez karakol ve adliyelerde ifade vermiş, gözaltına alınan üç kişiyi<br />
teşhis etmiştir. Buna rağmen, sadece mülke saldırmak suçuyla açılmış olan<br />
dava, saldırıya katılmayan bir sanıkla sonuçsuz bir şekilde devam etmektedir.<br />
Bu dava sonuçlanmadan yeni bir dava açılmasının da hukuken imkânı yoktur.<br />
Notlar<br />
1. Olaylarla ilgili aktardığım tüm bilgiler için Dilek Güven’in konuyla ilgili<br />
araştırmasına başvurdum: Güven, Dilek (2005) Cumhuriyet Dönemi Azınlık<br />
Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı<br />
Yurt Yayınları.<br />
2. Saldırı konusunda aktardıklarım Karşı Sanat Çalışmaları yöneticisi Feyyaz<br />
Yaman’ın anlatısına dayanmaktadır.<br />
3. Aralarında Hrant Dink, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın da bulunduğu 40’tan<br />
fazla gazeteci ve yazar için “Türklüğe hakaret”ten dava açan Büyük<br />
Hukukçular Birliği Başkanı Kerinçsiz, halen Ergenekon davasında tutuklu<br />
yargılanmaktadır.<br />
4. Özmen, Kemal “6-7 Eylül Sergisine Saldırdılar”, Bianet, 6 Eylül 2005, http://<br />
www.bianet.org/bianet/insan-haklari/66620-6-7-eylul-sergisine-saldirdilar<br />
[13 Ağustos 2009].
Şükran Moral’ın “Amemus” sergisinin iptali üzerine<br />
Şükran Moral, 2 Aralık 2010’da Casa Dell’Arte Galeri’de bir kadınla seviştiği<br />
“Amemus” adlı performanstan sonra gelen tehditler ve medyanın sanatçıyı ve<br />
galeriyi hedef göstermesi sonucunda, performansın fotoğraflarından ve video<br />
çalışmasından oluşan sergiyi iptal etti.<br />
Moral, elektronik posta ve telefon aracılığıyla kendisine ve ailesine yönelik<br />
-ölüme kadar varan- tehditlerin her geçen gün arttığını belirtti. Moral’ın tedirginliğinin<br />
nedenlerinden biri, tehditle korku ve baskı yaratan kişilerin kimliklerinin<br />
belirsiz olması, bu sebeple kendini korumanın zorluğu. Suç duyurusunda<br />
bulunmak istedi, fakat başvurduğu avukatlar çeşitli nedenlerle bu teklifi kabul<br />
etmediler. Galerinin yaptığı suç duyurusundan ise bir sonuç alınamadı. Sonuç<br />
olarak Moral, bu tehditlerden korkup ülkeyi geçici bir süre terk etmek zorunda<br />
kaldı.<br />
Kitapta yer alan vakalardan farklı olarak, Vakit ya da Akit gazetesi tarafından<br />
yürütülen hedef gösterme, korkutma, tehdit etme yöntemleri, bu sefer<br />
medyada daha geniş bir ölçekte uygulandı. Haber kaynakları performansı<br />
skandalize eden bir dille haberleştirirken, bazı yayın organları performansın<br />
basit ve sansasyon yaratma amaçlı olduğunu, sanatsal bir değer taşımadığını<br />
iddia ettiler. Sanatçıyı yalnızlaştıran ve işin meşruiyetini zedeleyen medyanın<br />
yürüttüğü negatif mobilizasyonun bu vakada bu kadar genişlemesinin kadın<br />
düşmanlığı ve homofobi ile bağı açık.<br />
Sanatçı performansın ertesi günü yaptığı basın açıklamasında şunları<br />
söyledi: “20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar gelen süreç, insan<br />
bedeni ile ilgili politikaların ele alındığı performans sanatı ve türevlerinin örnekleri<br />
ile dolu. Bu, Marina Abramovic, Tracey Emin gibi isimlerin de yer aldığı<br />
bir süreç ve temelinde 1960’ların hippi hareketi, cinsel özgürlük mücadeleleri<br />
ve feminist hareketlerin başkaldırıları yer alıyor. Bu bile başlı başına politik<br />
bir gösterge ve bu gösterge, iktidarların bedenler üzerinde kurduğu hegemonyanın<br />
varlığının belirtisidir: Bedeni kontrol altına almak ve arzu ettiği şekli<br />
vermek. Bugüne kadarki tüm performanslarımda hep “tabularla” bir derdim<br />
oldu. Düşünceleri, saf aklın yerine eylemdeki bedenin özgürleştireceğine inanıyorum.<br />
Bu noktada önemli tabulardan birisi “cinsellik”. Cinsellik, iktidarların<br />
“yasakladığı” alanların başında yer alıyor. Örtük olarak masa altına süpürülen<br />
“heteroseksüel” ilişkilerin varlığının yanında, yüz çevrilen “gay/lezbiyen” ilişkilerin<br />
normal dışı olarak kodlanması da dikkat çekmek istediğim önemli bir konu.<br />
Bu performanstaki “sevişme”, sanatsal bir eylemdir. İzleyiciler (bakanlar) ise<br />
bu sanat etkinliğinin pasif konumdaki okuyucularıdır; ve bu bağlamda etkinlik<br />
bir “cinsel gösteri” değil, bir “ahlak” sorununun ele alınmasıdır. Yoksa, seks<br />
asli olarak yaşamsal bir gerçeklik. Belki de çalışmada sorgulanabilecek olan,<br />
galerideki “sanatın” yeryüzüne inmesi ya da bir gündelik olgu olarak cinselliğin<br />
“sanatın fildişi kulesine” çıkması çizgisindeki “sınır ihlali”nin olup olmadığıdır”.<br />
Casa Dell’Arte Galeri iptal haberini duyurduğu ve basın bildirisini paylaştığı<br />
<strong>web</strong> sitesinde, sanatçının ifade özgürlüğüne her zaman öncelik verdiklerini<br />
ve bunun yanı sıra, içinde yaşadığımız toplumun belli hassasiyetlerini saygıyla<br />
karşıladıklarını belirtti.<br />
37
38<br />
Medya, sanat ve<br />
sansür üzerine…<br />
Yasemin İnceoğlu<br />
Galatasaray Üniversitesi,<br />
İletişim Fakültesi<br />
Medya, olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama,<br />
abartı taktiklerine başvurarak “ötekileştirdiği” ve “hedef” haline<br />
getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel<br />
risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki”<br />
gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu grupların<br />
kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar.<br />
“Bekçi köpeği” [watch dog] işlevi taşıyan<br />
medya, yasama-yürütme-yargının yani üç<br />
kuvvetin kamu adına eleştirilmesi hatta<br />
denetlenmesi amacıyla dördüncü kuvvet<br />
olarak ortaya çıkmıştır. Fakat özellikle<br />
1980’lerin neo-liberal politikalarıyla birlikte<br />
medya patronlarının kişisel çıkarlarının<br />
yön vermeye başladığı bir ortamda medya<br />
bu işlevini kaybetmeye başladı.<br />
Tabii bundan medya patronlarının tek<br />
bir aktör olduğu sonucuna varmak yanlış<br />
olur. Devletin ideolojik aygıtı olarak medya,<br />
egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve<br />
meşrulaşması ve rızanın üretimi için çalışır.<br />
Günümüz demokrasilerinde, artık<br />
yurttaşların hak ve taleplerini dikkate almayan,<br />
tüm siyasal, ekonomik ve kültürel<br />
taleplerin kamusal alanda temsil edilmesini<br />
sağlamayan bir medya sistemi kabul<br />
edilebilir değil. Gazetecilerin kamuya karşı<br />
olan sosyal sorumlulukları, her türlü başka<br />
sorumluluktan, özellikle de işverenleri<br />
ve kamu yetkililerine karşı sorumluluklarından<br />
önce gelir. Bu bağlamda medyanın<br />
sivil toplum dinamiklerinin gelişimine ve<br />
toplumda yatay iletişimi gerçekleştirmeye<br />
yönelik olarak üstleneceği en önemli<br />
rol, “iktidarların resmî ideolojisine” alet<br />
olmamaktır.<br />
Medya iktidar mekanizmaları ile<br />
uzlaşı içinde olduğu, çıkar birliği sağlamayı<br />
amaçladığı, toplumsal gerilimi<br />
önlemeye çalıştığı durumlarda, bilinçli ya<br />
da bilinçsiz, doğrudan ya da dolaylı olarak<br />
iktidarın amaçlarına hizmet ediyor. Bu konuda<br />
iktidarın temel amaçlarından birisi,<br />
uygulanan politikaların yol açtığı mevcut<br />
duruma, ortama ve müsebbiplerine karşı<br />
toplumsal rıza gösterilmesini sağlamakla<br />
sınırlı kalıyor. Medya, iktidarların söylemi<br />
doğrultusunda gündemi yönlendirme, bunalım<br />
konularını yaygınlaştırma, toplumu<br />
siyasal konulardan uzaklaştırma yani siyasetsizleştirerek<br />
kayıtsızlaştırma, konuyla<br />
ilgili bilgilerden yoksun bırakma, mevcut<br />
durumu normal kaçınılmaz şartlar olarak<br />
sunma, toplumsal umudu söndürme,<br />
iktidar ve politikalarının alternatifsizliğini<br />
vurgulama, muhtemel sivil itaatsizlik<br />
girişimlerini engelleme amacına uygun bir<br />
basın yayın politikası benimseyebiliyor.<br />
İktidar, kitle iletişim araçları üzerinden,<br />
kamusal tartışmaların çerçevesini ve<br />
gündemini belirleyerek, bu konuları kamu<br />
gündemine taşıma veya ondan uzaklaştırma<br />
yeteneğine sahiptir. Yurttaşlar<br />
arasındaki bunalım duygusunu kolektifleştirerek<br />
ve bunalımın tedavisi için sıkı
önlemler alınması gerektiği yolundaki<br />
resmî iddiaları yayarak, örtük bunalımın<br />
açık bunalım haline dönüştürülmesinde<br />
de etkilidir. Siyasal iktidar, kitle iletişim<br />
araçları üzerinden statükoya alternatif<br />
olabilecek her türlü yapılanmanın önünü<br />
keser. Bu nedenle de kitle iletişim araçları<br />
siyasal kayıtsızlığın en önemli besleyicileri<br />
olarak karşımıza çıkar. Yani, kamusal<br />
senaryonun siyasetsizleştirme / kayıtsızlaştırma<br />
etkisiyle, Baudrillard’ın vurguladığı<br />
gibi, politik tutkular yerini siyasi<br />
tiksinmeye bıraktı. Böylece, birey giderek<br />
inisiyatifini kaybetti, siyasi ve ekonomik<br />
konulara ilişkin kamusal alanın arkasındaki<br />
gerçeklerden de uzak kalmaya başladı.<br />
Enformasyon üretilerek değil, yok edilerek<br />
sisteme rıza yaratılıp meşruiyet sağlanır.<br />
Kitle iletişim araçları, haber görüntüsü<br />
altında bilgisizleştirici haberler sunmaktadır.<br />
Bunun için, kitle iletişim araçlarında<br />
siyasal konulara ilişkin bilgiler her geçen<br />
gün daha azalmakta, iktidar otoritesini<br />
zedelemeyecek bilgileri vermekte ise<br />
cömert davranılmaktadır. Diğer yandan,<br />
siyasal sistemin “bekçilik” rolü haberlere<br />
verildiğinden sivil itiraz, protesto girişimleri<br />
ve benzeri sivil itaatsizlik girişimleri<br />
iletişim araçlarının süzgecinden geçirilir<br />
ve olaya karışanlar kızgın kalabalıklar şeklinde<br />
gösterilerek toplum vicdanına havale<br />
edilir. İktidarın ekonomik uygulamalarına<br />
yapılan protestolar kitle iletişim araçlarında<br />
çoğunlukla haksız bir eylem olarak<br />
gösterilip hükümetin haklılığı vurgulanır.<br />
Louis Althusser tarafından devletin<br />
ideolojik aygıtlarından biri olarak tanımlanan,<br />
Gramsci’nin ise hegemonyanın<br />
kurulması için sürekli rıza üretiminde en<br />
önemli araçlardan biri olarak değerlendirdiği<br />
medya, “egemen ideoloji”yi yeniden<br />
kurma görevini yerine getirir. Egemen<br />
söylemler haberin söyleminde doğallaştırılarak<br />
sunulurken, statükoyu tehdit<br />
edebilecek açıklamalar dışlanır. Medyadaki<br />
söylem, iktidarların söylemini yeniden<br />
39<br />
üretirken hangi kaynakların kullanılacağına,<br />
hangi aktörlerin kamuya sunulacağına,<br />
haber başlıklarının seçimine, ne söyleneceğine<br />
ve özellikle de nasıl söyleneceğine<br />
karar verilerek oluşturulur. Kaynaklarla<br />
bağlantılar, haberin üslubu, nasıl sunulduğu,<br />
hangi alıntıların yapıldığı, egemen<br />
başlıkların neler olduğu, metinde ne gibi<br />
çağrışımların üretildiği, haberdeki anlamı<br />
ve ideolojiyi oluşturan söylemin unsurları<br />
olarak işlev görür.<br />
Türkiye’de medyanın durumuna<br />
bakıldığında aslında sansürün çok da<br />
yeni bir şey olmadığını, Osmanlı’dan beri<br />
sansür uygulamalarının mevcut olduğunu<br />
görüyoruz. Türkiye’deki esas sorun;<br />
sendikasızlaştırılmış örgütsüz medyanın<br />
öz-denetim (oto-kontrol) mekanizmasını<br />
da iyi çalıştıramaması ve sansürün yanı<br />
sıra içselleştirilmiş, neredeyse gönüllü bir<br />
oto-sansürün varlığıdır. Medyanın belli bir<br />
ideolojik çerçeve ve/veya kişisel çıkarlar<br />
doğrultusunda bazı haberleri yayımlamama,<br />
eksik ya da çarpıtarak yayımlama<br />
yoluna başvurarak kamunun bilgi edinme<br />
hakkını ihlal ettiğini görüyoruz. Devletin<br />
ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini<br />
yaratırken, toplumsal bağlamdan<br />
kopuk şekilde hem örtük hem açık biçimde<br />
ırkçılık, etnik önyargı, zenofobi (yabancı<br />
korkusu-nefreti), antisemitizm gibi kavramlar<br />
üzerinden nefreti yeniden ürettiğini<br />
ya da pompaladığını biliyoruz. Medya,<br />
olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret,<br />
aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak<br />
“ötekileştirdiği” ve “hedef” haline getirdiği<br />
grupları kamu güvenliğini tehdit edici<br />
“potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler”<br />
gibi sunarak, toplumdaki “öteki” gruplara<br />
karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu<br />
grupların kendilerini korumasız ve savunmasız<br />
hissetmelerine yol açar. Bu durum,<br />
bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti<br />
yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması,<br />
hedef gösterilmesi, diğer yandan,<br />
nefret söylemi üreten gruba güç ve önem
40<br />
atfetmesi açısından oldukça zararlıdır.<br />
Söylenenlerden çok söylenmeyenler,<br />
normal, rasyonel ve mantıklı görünenler,<br />
nefret söyleminin teşhisini zorlaştırırlar.<br />
Medyada biz-onlar, güçlü-güçsüz ayrımı ve<br />
ötekileştirme ziyadesiyle mevcut. Medya<br />
ötekileştirdiği grubun insani değerini<br />
inkâr ederek onlara uygulanan şiddet ve<br />
aşağılayıcı davranışları meşrulaştırabiliyor.<br />
Birtakım tanımlamalar, ölçüler, öngörüler<br />
üzerinden hareket ediyor. Halbuki<br />
TGC’nin “Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları<br />
Bildirgesi”nde şöyle deniyor;<br />
Gazeteci başta barış, demokrasi, insan<br />
hakları olmak üzere insanlığın evrensel<br />
değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara<br />
saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite,<br />
cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç<br />
ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm<br />
halkların ve tüm bireylerin haklarını ve<br />
saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar<br />
ve uluslar arası nefreti, düşmanlığı<br />
körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun,<br />
bir topluluğun ve bireylerin kültürel<br />
değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını<br />
doğrudan saldırı konusu yapamaz.<br />
Gazeteci her türlü şiddeti haklı gösterici,<br />
özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.<br />
1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar<br />
Komitesi nefret söylemiyle ilgili bir tavsiye<br />
kararı aldı. Bu kararda nefret söylemi şöyle<br />
tanımlanmıştır: “Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı,<br />
antisemitizm veya hoşgörüsüzlük<br />
ifade eden saldırgan milliyetçilik de dâhil<br />
olmak üzere, hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer<br />
nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan<br />
ya da haklı gösteren her türlü ifade<br />
biçimidir.”<br />
Kendini her zaman kin ve öfke dolu<br />
ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta<br />
zaman zaman gayet normal ve mantıklı<br />
göründüğü için nefret söylemini teşhis<br />
etmek kolay olmayabilir. Nefret suçuna<br />
giden sürecin çıkış noktası olan, nefret<br />
suçunun önünü açan, onu teşvik eden,<br />
tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün<br />
dışa vurumu olan nefret söyleminde,<br />
hedef alınan gruplara “toplumda size yer<br />
yok” mesajı yinelenerek verilir; grup üyeleri<br />
pasifleştirilir. Bu durum doğal olarak<br />
demokratik düzeni yıpratır; zira insanın<br />
en temel hakkı olan “yaşama ve katılım<br />
hakkı” elinden alınmış olur.<br />
Bu bölümde; ayrımcı bir dil kullanan<br />
dolayısıyla doğal olarak ötekileştirme<br />
içeren, var olan bir durumu genelleştirerek<br />
toplumun genel kabulü, değiştirilemez<br />
doğrusuymuş gibi sunan veya nefret<br />
söylemi içeren haber örneklerine bir göz<br />
atalım. Özel olarak haberler üzerinden<br />
gidecek olursak:<br />
Edirne’deki kadın heykelini “başörtüsünü<br />
başından atan kadın heykeli” olarak<br />
yorumlayan Milli Gazete’de yayımlanan<br />
haberde 1 bir miktar nefret söylemi olduğu<br />
ifade edilebilir; heykeli yapan ve savunan<br />
insanlar “yobazlıkla” suçlanmaktadır. Yine<br />
haberde kullanılan “milli manevi değerlerimiz”<br />
söylemi son derece dışlayıcıdır.<br />
Edirne denilince akla Osmanlı ve Selimiye<br />
başta olmak üzere önemli mimari<br />
özelliklere sahip manevi mekânlar gelirken<br />
yapılan bu sapkın ve ahlaksız erotik<br />
heykel insanları derinden yaralıyor.<br />
Yapılan bu ahlaksız faaliyetler ‘Cumhuriyeti<br />
böyle mi kurduk?’ sorusunu akla<br />
getiriyor. Sözde çağdaşlık kisvesi altında<br />
yapılan bu bağnaz ve ahlaksız heykele<br />
inançlı yaşayan insanlar, ‘Edirne’yi düşmanlardan<br />
kurtaranlar, çağdaş ve çıplak<br />
kadınlar değildi, Edirne’yi müdafaa<br />
edenler imanlı, inançlı ve ahlaklı kadınlardı’<br />
diyerek tepki gösterdiler.<br />
ifadesi ciddi hakaretler içermekle birlikte<br />
“çıplak kadınlar” adı altında çok muğlak<br />
ama aynı zamanda ciddi bir hedef gösterme<br />
işine girişilmektedir. “Bir toplumu<br />
dininden uzaklaştırırsan o toplumu yok
edebilirsin” sözü referans kabul edilerek<br />
üstü yarı kapalı biçimde dine inanmayanlar<br />
ya da daha geniş yorumla başka bir<br />
dine inananların toplumu yok edeceği mesajı<br />
veriliyor. Zaten haberden anlaşılacağı<br />
üzere heykel bu tür gerekçelerle bir kez<br />
yıkılmış ve yeniden yapılmış; gazetenin<br />
bu haberle hedefi, heykelin kaldırılması<br />
için kamuoyu oluşturmak ya da daha açık<br />
bir şekilde yeniden yıkılması için birtakım<br />
insanları özendirmek veya tahrik etmek.<br />
Bir başka örnek, “CHP’li Oktay Ekşi’ye<br />
Heykel Tepkisi” başlıklı haber, 2 konusu<br />
Dumlupınar Üniversitesi’nden Ermenistan<br />
bayrağındaki armayı andırdığı için kaldırılan<br />
Aslan ve Kartal heykeli mevzuunu<br />
meclis gündemine taşıyan Oktay Ekşi’ye<br />
tepki. Ancak haberde Kütahya İmam<br />
Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları<br />
Derneği’nin (KİHMED) tepkisi aynen aktarılmış<br />
ve deniyor ki: “Dernekten yapılan<br />
yazılı açıklamada, heykellerin Hristiyan<br />
Dumlupınar Üniversitesi’nden kaldırılan aslan ve kartal heykeli<br />
41<br />
asıllı Türk heykeltıraş Atanas Karaçoban<br />
tarafından yapıldığı ifade edilerek şöyle<br />
denildi: ‘Heykellerin yapıldığı zamanlarda<br />
Kütahya halkı, üniversitenin kapısından<br />
pek giremezdi. Neyse ki o günler geride<br />
kaldı. Şimdilerde üniversitenin halkıyla<br />
kucaklaşmasının sevincini yaşıyoruz.’”<br />
Burada simgeleştirme adını verdiğimiz<br />
yani doğal bir özelliğin olumsuz maksatla<br />
kullanılması örneği çok açık. Hiç gerek<br />
olmadığı halde heykeltıraşın dinine bir<br />
gönderme var. Üstü kapalı bir art niyet ve<br />
kumpasa işaret ediliyor. Yine metinde kullanılan<br />
“Kütahya halkı” ifadesinden yalnızca<br />
Kütahya’da yaşayan Sünni, Müslüman<br />
ve Türk halka referans verildiği anlaşılıyor;<br />
bunun dışında kalanlar halktan ve makbul<br />
değil izlenimi yaratılıyor. Gazetenin sorunlu<br />
olan basın açıklaması metnini olduğu<br />
gibi yayınlamayı tercih etmiş olması, tüm<br />
bu ifadeleri onaylamış olduğu algısını<br />
yaratıyor.
42<br />
Üçüncü örnek olan “Sanat, nereye<br />
kadar?” başlıklı haberde 3 İzmir’de açılan<br />
serginin eleştirisi var; nefret söylemi var<br />
mı yok mu tartışılır ancak bir ötekileştirme<br />
olduğu kesin. “‘Aykırı’ isimli, İzmir<br />
Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) üyeleri<br />
tarafından düzenlenen sergide rahatsız<br />
edici fotoğraflar sergilendi. Fotoğraflar<br />
arasında, sanat adı altında dinlerin ortak<br />
değerlerine ve ahlâka hakaret içeren<br />
kareler de yer alıyor.” “Sezer, ‘Erkek erkeğe<br />
öpüşenler, başörtülü iki kadının öpüşmesi<br />
ve başında örtü olan bir kadını iç çamaşırlarıyla<br />
gösteren fotoğraflara inanamadım.<br />
Aileler gelip dolaşıyor bu sergileri,<br />
çocuklar da görüyor. Eşcinselliği özendirici<br />
ve başörtülü dindar hanımları aşağılayan<br />
bu sergi hemen kapatılmalı’ dedi.”<br />
gibi ifadeler kimin ahlâkı kimi rahatsız<br />
ediyor ve bu nasıl ölçülüyor sorularını<br />
akla getirirken, bunları normal ve ahlâka<br />
aykırı bulmayanlar, örneğin yukarıdaki<br />
ifadeye göre eşcinseller ötekileştirilmiş<br />
hatta ahlâksızlıkla yaftalanmış oluyor. Çok<br />
açık olmasa bile burada biraz abartma/<br />
yükleme/ çarpıtma örneğini görebiliyoruz;<br />
daha geniş yorumla bu haberin üstü kapalı<br />
ötekileştirme içerdiğini söyleyebiliriz.<br />
Ancak bu ve benzer haberler için asıl ve<br />
en önemli sorun medyanın toplumun bir<br />
kesiminde (çoğunlukla muhafazakâr bir<br />
kesiminde) varolduğuna inandığı, gördüğü<br />
bir değer yargısını abartıp toplumun tüm<br />
kesimine yükleyerek ve bunun dışında<br />
kalanları dışlayarak sunması ve daha<br />
da ötesinde hedef göstermesi, kamuoyu<br />
tepkisi yaratmaya çalışması ve sonuçta<br />
da bazı durumlarda (ki bence çoğunlukla)<br />
başarıya ulaşması. Bu durumda medya,<br />
sanatta sansürün baş tetikleyicilerinden<br />
biri haline dönüşüyor. Haberde “Hristiyan<br />
ve Müslüman kadınlar” ifadesinin de<br />
yanıltmaca olduğunu düşünüyorum zira<br />
herhangi bir Hıristiyan derneğinin ya da<br />
kadının tepkisine yer verilmiş değil. Aynı<br />
haber yine benzer üslupla Yeni Şafak’ta<br />
“Bu fotoğraflar değerlere ‘aykırı’” şeklinde<br />
verilmiş: 4 Hatta haber içinde bir<br />
başlık da “İZMİR İÇİN AYKIRI DEĞİL”; bu<br />
da “gâvur İzmir”e bir başka gönderme ve<br />
yaftalama, aslında ifade IFOD Başkanı’na<br />
ait ama haberde kullanılma şekli İzmir’in<br />
ahlâksızlığını ya da daha yumuşak ifadeyle<br />
aykırılığını vurgular nitelikte ama hangi<br />
ya da kimin değerlerine aykırı. Haberin<br />
bir başka versiyonu olan “Ahlaksız Sergi’yi<br />
Savundular” başlıklı haberde, 5 yukarıda<br />
saydığım üstü kapalı unsurlar daha açık<br />
şekilde ifade edilmiş ve daha doğrudan<br />
hakaret var:<br />
Ahlaksız fotoğraf sergisinde tepki gören<br />
fotoğraflar kaldırılınca sanatçı(!)lar tepki<br />
gösterip sergiyi kaldırdılar. Bunun adını<br />
sansür olarak nitelendiren sözde sanatçılar<br />
bu ahlaksız fotoğrafların kaldırılmasına<br />
anlam veremediler. Fotoğrafları<br />
site ilkelerimize ters düştüğü için yayınlayamıyoruz.<br />
Fotoğrafların savunmasını<br />
yapan sanatçıların(!) bazı noktalarını da<br />
müstehcenliği sebebiyle yayınlayamadık.<br />
Sanata yönelik haberlerin doğurduğu<br />
sakıncalara örnek olarak, İskender<br />
Pala’nın Zaman gazetesinde yer alan,<br />
Şehir Tiyatroları’nda bir oyuna ilişkin,<br />
oyunun sınırlarını aşan sansür talep eden<br />
eleştirisini verebiliriz: 6 Pala, seyretmediği<br />
anlaşılan “Günlük Müstehcen Sırlar” adlı<br />
oyun ile ilgili şunları yazabiliyor : “Elbette<br />
müstehcenlik diz boyu, ama içinde seyirciyi<br />
ilgilendirecek ne bir hayat dersi, ne bir<br />
erdem, ne de tiyatronun genel amacına<br />
yönelik bir toplum eleştirisi var. Eğer bu<br />
oyunun amacı seyirciye teşhircilik hakkında<br />
hayat dersi vermek ise buna devlet<br />
parasıyla bayağılıktan başka ne denir? Seyirciye<br />
hakaret de cabası. Peki repertuarın<br />
diğer oyunlarındaki % 80 cinsel sululuk ve<br />
müstehcenliklere ne demeli?” Bu yazıda<br />
nefret söylemi veya hakaretin varlığından<br />
söz etmek doğru olmayabilir ancak Pala,
kendi değerlerini tüm toplumun değeriymiş<br />
gibi sunarak, buna aykırı bir durumu<br />
hedef gösteriyor ve en nihayetinde bu sanat<br />
yapıtını ortadan kaldırmaya çağırıyor.<br />
Sonuç<br />
İnsan haklarının ayrılmaz bir parçasını<br />
oluşturan ifade özgürlüğü siyasi, sanatsal,<br />
ticari vs. her türlü ifadeyi kapsamına<br />
aldığı gibi, görüş sahibi olma özgürlüğü,<br />
bilgi ve düşünce edinme özgürlüğü ile<br />
bilgi ve düşünceyi yayma özgürlüğünü de<br />
içermektedir.<br />
İfade özgürlüğü söz konusu olduğunda<br />
devletin kişinin bu özgürlüğüne müdahale<br />
etmemesi, bir kişinin ifade özgürlüğüne<br />
müdahale edildiği zaman bu kişinin<br />
ifade özgürlüğünü koruması, bireylerin<br />
ifade özgürlüklerini kullanabilmesi için<br />
gerekli önlemleri alması gerekmektedir.<br />
İfade özgürlüğü yalnız genel ahlâk,<br />
devlet güvenliği, çocuk pornografisi gibi<br />
gerekçelerle değil, nefret söylemi söz<br />
konusu olduğunda da sınırlandırılmalıdır.<br />
Aksi takdirde nefret söylemine maruz<br />
kalan grupların korunmaya değer görülmediğine<br />
ve hatta bu gruplara yöneltilen<br />
nefret söyleminin onaylandığına dair bir<br />
algı oluşabilir.<br />
Medyanın haberleştirdiği nefret söylemi<br />
kadar bizzat medyanın ürettiği nefret<br />
söylemi de izlenmeli ve rapor edilmelidir,<br />
zira demokrasilerde en etkin yol teşhir<br />
etmektir. Bu konuda sivil toplum kuruluşları,<br />
kamu otoriteleri ve bizzat medyanın<br />
koordineli çalışması gerekmektedir.<br />
43<br />
Kaynakça<br />
Damlapınar, Zülfikar (2002) “İktidar ve Kitle<br />
İletişim Araçları Üzerinden Rıza Üretimi,<br />
Teorik ve Ampirik Açıdan Kamusal Senaryo<br />
Süreci”, İletişim, no.14.<br />
Damlapınar, Zülfikar (2008) “Medya ve<br />
Siyasete Güvenirlilik”, Medya ve Siyaset,<br />
Eğitim Kitabevi, Konya.<br />
van Dijk, T.A. (2005) “Söylemin Yapıları ve<br />
İktidar Yapıları”, Medya, İktidar, İdeoloji,<br />
Mehmet Küçük (der. ve çev.), ikinci baskı,<br />
Ark Yayınları, Ankara.<br />
İnceoğlu, Yasemin (der.) (2012) Nefret Söylemi<br />
ve/veya Nefret Suçları, Ayrıntı Yayınları,<br />
İstanbul.<br />
Notlar<br />
1. http://www.milligazete.com.tr/haber/yobazligin-heykeli-228735.htm<br />
2. http://www.haberyurdum.com/chplioktay-eksiye-heykel-tepkisi-20230n/<br />
3. http://medyasofa.com/421-sanat-nereyekadar.html<br />
4. http://yenisafak.com.tr/<br />
Gundem/?i=361302<br />
5. http://www.habereditor.com/news_print.<br />
php?id=82149<br />
6. http://www.zaman.com.tr/yazar.<br />
do?yazino=1244776
44<br />
“Geçimli’de<br />
havan mermisi,<br />
İstanbul’da <strong>kitap</strong>”<br />
Pelin Başaran<br />
Şahin’in bu tehditkâr ve ısrarlı üslubu, bir yandan devletin<br />
milliyetçi kodlarına dair ipuçları sunarken, bir yandan da<br />
temsil ettiği AKP’nin demokratik hak ve talepleri daraltan<br />
politikalarını besleyen sistemi katıksız görmemizi sağlıyor.<br />
Üstelik görevi sebebiyle dolaysız ve hazmedilmesi güç bir<br />
şekilde dile getirilen bu politikaları bile meşrulaştırabiliyor.<br />
Bir siyasetçinin ifadeleri üzerinden devletin<br />
kültürel üretimi denetim ve baskı<br />
altına alan politikalarına dair tespitlerde<br />
bulunmak kendi başına sorunlu bir yaklaşım.<br />
Bu yaklaşım, siyasetçinin mensubu<br />
olduğu siyasi hareketin uygulayıcısı değil<br />
de, “şahsına münhasır” biri gibi algılanmasına<br />
sebep olabilir. İdris Naim Şahin’in 1<br />
göreve başladığından itibaren partisini<br />
aşan karikatürleşmiş imgesi dolaşımda<br />
olsa da, İçişleri Bakanı gibi önemli bir<br />
pozisyonda olduğundan, bu ifadeleri kendi<br />
başlarına siyasi bir etkiye sahiptir. Bunun<br />
en açık örneği olarak, akademisyenler, sanatçılar<br />
ve sivil toplum kuruluşlarını hedef<br />
alan, adeta gelecekte olacakların habercisi<br />
“Arka Bahçe” konuşması, idrak edilmesi<br />
zaman alan ağır, korkutucu bir tehdit<br />
olarak tarihe geçti. Şahin’in bu tehditkâr<br />
ve ısrarlı üslubu, bir yandan devletin milliyetçi<br />
kodlarına dair ipuçları sunarken, bir<br />
yandan da temsil ettiği AKP’nin demokratik<br />
hak ve talepleri daraltan politikalarını<br />
besleyen sistemi katıksız görmemizi sağlıyor.<br />
Üstelik görevi sebebiyle dolaysız ve<br />
hazmedilmesi güç bir şekilde dile getirilen<br />
bu politikaları bile meşrulaştırabiliyor. Biz<br />
bu yazıda, Şahin’in bize gösterdiklerine<br />
bakmak istiyoruz.<br />
Şahin’in en belirgin stratejilerinden<br />
biri, 7200 Kürt siyasetçinin, 2 2824 öğrencinin<br />
3 cezaevinde olduğu ve 83 gazetecinin<br />
tutuklu 4 olduğu Türkiye’de demokratik<br />
hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğine dair<br />
iddiayı reddeden ve hak ve özgürlük<br />
taleplerini gayrimeşrulaştıran tavrı. Bunu,<br />
PKK’nin Silvan baskını sonrasında yaptığı<br />
Türkiye’deki sınırsız özgürlüğe işaret ettiği<br />
konuşmasında açıkça görebiliriz:<br />
Herkesin aklını başına alması gerekiyor.<br />
Bu ülke özgürlüklerin alabildiğince var<br />
olduğu ve doya doya yaşandığı bir ülke.<br />
O kadar ki özgürlükleri sonuna kadar<br />
yaşayıp bu ülkede hâlâ özgürlük yok<br />
diyecek kadar özgürlüklerin yaşandığı<br />
bir ülke. Galiba bir eksiklik var. Var olan<br />
özgürlüklerin varlığını itiraf edecek kadar<br />
beyni, aklı özgürlükten yoksun olan<br />
birtakım insanlar var. Bu gerçekle karşı<br />
karşıyayız. 5<br />
Böyle bir kurgu içinden, Şahin’in Kürt<br />
sorununa yaklaşımı da, Kürtlerin hak<br />
mücadelesini itibarsızlaştırmak ve yok<br />
saymak yönünde gerçekleşiyor. “Kürtlerin<br />
ülkeyi bölmeye çalışacak kadar özgür”
olduklarını vurgulayan Şahin, Kürt sorunu<br />
ile ilgili “Sorun sorun diyorlar. Sorun ne?<br />
Ben arıyorum sorunu bulamıyorum... Sorun<br />
yol mu? Sorun şarkı mı? Sorun kıyafet<br />
mi? Sorun ibadet mi? Sorun hastane mi?” 6<br />
açıklamalarından anlaşılacağı üzere Kürt<br />
sorununun bahsini açmamakta direniyor.<br />
Bunun yerine, sonraki konuşmalarında da<br />
sıkça belirteceği gibi, “uzaklardan, sınır<br />
ötesinden sınır içerisine, dağlara, tenha<br />
yerlerden son zamanlarda şehir merkezlerine<br />
kadar toplumun farklı kesimlerine<br />
kadar, üniversitelerine, bir kısım basın<br />
kurumlarının içerisine, ekonomik yapıya,<br />
sokağa kadar inmek suretiyle, gündüz<br />
külahlı gece silahlılardan oluşan bir büyük<br />
yapıyı adeta ahtapotun kolları gibi bu<br />
devletin varlığına kastetmek için oluşturmuş”<br />
7 bir şebekeden bahsediyor. Bu şebekenin<br />
başı, PKK ve KCK (kendi deyimiyle<br />
Kürtleri Cebren Köleleştirme Hareketi) olmakla<br />
birlikte, BDP hiyerarşinin ortalarında<br />
yer alıyor. Örgüt, farklı ırklardan kişileri<br />
dinsizlik ve inançsızlık ortak paydasında<br />
biraraya getirmiş ve bölge halkını etkisi<br />
altına almıştır. 8<br />
Şahin’in şemalandırdığı bu ana yapı,<br />
kendi deyimiyle şebeke, Şahin’in nefret<br />
söyleminin ve saldırılarının referans noktasını<br />
oluşturuyor. Bu referans noktasından<br />
hareketle, kültürel ve sanatsal üretimi<br />
bu “şebeke”ye hizmet eden unsurlar<br />
olarak işaret ediyor ve hedef gösteriyor.<br />
Milli Gazete’nin Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe<br />
yönelik nefret söylemi ve ayrımcı bir dil<br />
kullandığı “Dağda Zerdüşt, Şehirde Pagan”<br />
başlıklı haber ve Şahin’in Nusaybin’de yer<br />
alan Mitanni Kültür Merkezi’ni hedef göstermesi<br />
buna örnek gösterilebilir:<br />
Son zamanlarda başta terör örgütü<br />
PKK ve KCK olmak üzere Kürtlere karşı<br />
sistematik bir inanç sömürüsü politikası<br />
yürüttükleri bilinen bir gerçek. Terör<br />
örgütünün yanı sıra bu sömürüye siyasi<br />
partilerin de katıldığı görüldü. Mardin’in<br />
45<br />
Nusaybin ilçesinde BDP’li Belediyenin<br />
açtığı Mitanni Kültür Merkezi’nin<br />
duvarlarına işlenmiş Zerdüştlere ve<br />
Yezidilere ait ilginç figürlere rastlandı.<br />
Mitanni Kültür Merkezi’nin duvarlarında<br />
yer alan figürlerin Zerdüştlerin Tanrısı<br />
‘Ahura Mazda’ya ve Yezidi inancına ait<br />
Melek Tavus’a ait olduğu ortaya çıktı.<br />
İslâm inancına bağlılığı ile bilinen bölge<br />
halkının yavaş yavaş asimile edilerek,<br />
cahiliye dönemindeki pagan dinlerine<br />
yönlendirilmek istenmesi tepkilere<br />
neden oluyor. Bu asimile projesinin terör<br />
örgütünün yanı sıra bazı siyasi partilerin<br />
de desteğiyle sistematik bir biçimde<br />
yapıldığı kaydediliyor. (...) Halkı İslâm’dan<br />
uzaklaştırmak ve Pagan inancına doğru<br />
kaydırmak için, bu sapkın inançların<br />
“İslâmiyet’ten pek farkının olmadığı”<br />
söylemlerini kullanarak bu sapkınlığı halka<br />
yavaş yavaş enjekte etmeye çalışıyorlar.<br />
Bölge halkı bu sapkın söylemlere<br />
itibar etmeyince şehrin çeşitli yerlerinde<br />
Pagan inancının figürlerini ön plana<br />
çıkararak halkı bu sapkın inançlara<br />
sürüklemeye çalıştıkları görüldü. 9<br />
Bu haberin yayınlanmasından sonra,<br />
İdris Naim Şahin, BDP’li milletvekillerinin<br />
kendisi hakkında verdiği gensoru önergesi<br />
görüşmeleri sırasında haberi göstererek,<br />
BDP’nin KCK’nin bir parçası olduğunu,<br />
PKK ve KCK’nin halkı kandırarak İslâm<br />
dininden uzaklaştırdığını, Zerdüştlüğe ve<br />
Yezidiliğe yönlendirdiğini iddia etti. Kanıt<br />
olarak iki fotoğraf sundu: Biri Mitanni Kültür<br />
Merkezi’nin Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe<br />
ait figürlerin yer aldığı duvarlarının, diğeri<br />
ise “domuz eti yiyen PKK’liler”in fotoğraflarıydı.<br />
10<br />
Bu söylem, içerdiği ötekileştirmeyle<br />
beraber, Kürtleri “şebeke” tarafından manipüle<br />
edilen figüranlar olarak addederek<br />
Kürt hareketinin etkisini ve temsil gücünü<br />
kırmaya çalışmakta. Kürtlere dair bu algıyı<br />
pekiştirmeye yönelik acımasız ve sindiril-
46<br />
Nusaybin Mitanni Kültür Merkezi duvar detayı<br />
mesi zor açıklamalardan biri, 34 kişinin<br />
hayatını kaybettiği Uludere katliamından<br />
sonra yaptığıydı. Olaydan sonra Şahin,<br />
…yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu<br />
hayatını kaybeden vatandaşlarımız<br />
kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler.<br />
Sağ yakalansalar kaçakçılıktan<br />
yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç<br />
olunca yargılanamaz duruma gelip<br />
hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı<br />
gölgede kaldı. O bölge Kandil’e doğru<br />
bölücü terör örgütü KCK’nın kontrolünde<br />
olan bir bölgedir. Bölücü terör örgütünün<br />
sıktığı kurşun, attığı bomba yediği<br />
ekmek, giydiği ayakkabı parayla alınıyor.<br />
Baronların da parada payı var. Para<br />
hareketinin bir bölümü kaçakçılıktır. 34<br />
insanımız, çoğu yaşı küçük gençlerimiz<br />
bu olayın sadece figüranlardır. Filmin<br />
büyüğüne bakmak lazım. Filmin senaristi,<br />
baş oyuncusu vardır. Figüranlara<br />
takılıp kalıyoruz. 11<br />
açıklamasını yaptı ve devletin özür<br />
dileyeceği bir olay olmadığını belirtti.<br />
Her ne kadar AKP Genel Başkan Yardımcısı<br />
Hüseyin Çelik bu açıklamayı “insani”<br />
bulmadığını 12 söylese de, Başbakan Tayyip<br />
Erdoğan, Şahin’in yaptığı açıklamayı kendi<br />
beyanlarıyla pekiştirdi ve devletten özür<br />
beklentisinin yersiz olduğunu söyledi.<br />
Şahin’in, sadece Kürt bölgesiyle sınırlı<br />
olmayan baskı ve engellemelerin arka<br />
planı, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı<br />
tarafından düzenlenen “Terörle Mücadele<br />
Değerlendirme ve Koordinasyon<br />
45. Toplantısı”nda “terörü besleyen arka<br />
bahçedeki otların iyi teşhis edilmesi gerektiğini”<br />
ifade ettiği “Arka Bahçe” konuşmasında<br />
kendini açık eder:<br />
(…) Onlarda kural yok. Hukukta kural,<br />
düzen, hak, iyiyi kötüden ayırt etmek,<br />
suçluyu suçsuzdan ayırt etmek var. Hatta<br />
kandırılmış, korkutulmuş, kaçırılmış<br />
ve terör örgütüne yerleştirilmiş olanlara<br />
yönelik insani bir yaklaşımla mücadele<br />
var. Bir tarafta hukuksuzluk, bir tarafta<br />
hukuk çerçevesinde yapılan bir mücadele<br />
var, terör örgütünün yürüttüğü<br />
çalışma sadece dağda, bayırda, şehirde,
sokakta, gece arka sokaklarda haince<br />
pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret<br />
değil, sadece silahlı terör değil. Bunun<br />
bir başka ayağı daha var. Psikolojik<br />
terör var, bilimsel terör var. Terörü besleyen<br />
arka bahçe var. Bir başka ifadeyle<br />
propaganda var, terör propagandası var.<br />
(…) Neyiyle veriyor, belki resim<br />
yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak<br />
şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra<br />
yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor.<br />
Hızını alamıyor terörle mücadelede görev<br />
almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına,<br />
sanatına konu yaparak demoralize<br />
etmeye çalışıyor. Terörle mücadele<br />
edenle bir şekilde mücadele ediliyor,<br />
uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak<br />
arka bahçede yürüttüğü faaliyetler<br />
ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir,<br />
Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır,<br />
Londra’dır, her neyse, üniversitede kürsüdür,<br />
dernektir, sivil toplum kuruluşudur.<br />
Çağın gereği ne kadar sivil toplum<br />
kuruluşumuz varsa o kadar demokratik<br />
bir ülkeyiz ama oraya da sızmak<br />
lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız,<br />
sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız<br />
kültür derneği, bakarsınız eğitim<br />
derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle<br />
mücadeleniz kolay bana göre ama<br />
bu arka bahçede ayrık otu ile tereler<br />
birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte<br />
görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi<br />
zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı,<br />
hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince<br />
anlıyorsunuz.<br />
(...) Ve bir tarafta terör yapısı, gayrihukuki,<br />
illegal yapı. Bir tarafta onunla<br />
mücadele eden sizler, hukuki yapı hukuk<br />
çerçevesinde öyle de olmaya devam<br />
edecek, şikâyetimiz yok. Bir tarafta da<br />
terörün silahsız yapısı. Silahlıya destek<br />
veren yapı. Yani yardımcı kuvvetler.<br />
Yerine göre sadece şarkı söylüyor<br />
ama üç şarkının arasında bir tane de<br />
seyirciye bir şeyler söylerken arada bir<br />
47<br />
güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan<br />
al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor<br />
sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı<br />
değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle<br />
ayırt etmek durumundayız,<br />
bunları hepimiz bilmek durumundayız.<br />
Terör, terörle mücadele, bir de mücadele<br />
edenle mücadele eden bir yapı var. O<br />
psikolojik harekâtın farkındayız.<br />
(…) O kadar hınç var ki devlete<br />
karşı, kendi paçavra ara sözleşmelerinde,<br />
devlet olmayan bir organizasyon.<br />
Yani Türk devletine düşmanlar, bunu<br />
anladık da kendilerinin kurmak istedikleri<br />
organizasyonda bile devleti kullanmayacak<br />
kadar devlet düşmanlığı var. Ben<br />
söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor.<br />
Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar,<br />
bilmem hangi ulustan, kardeşlikten,<br />
çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her<br />
türlü namussuzluğun, ahlâksızlığın, gayri<br />
insani durumun olduğu bir ortam. 13<br />
İçişleri Bakanı’nın bu konuşması, ifade özgürlüğü<br />
hakkını koruyan yasaların uygulanmasıyla<br />
ilgili devletin taşıdığı sorumluluktan<br />
vazgeçtiği şeklinde yorumlanabilir.<br />
İktidar, muhalefet potansiyeli taşıyan her<br />
türlü eğilimi marjinalleştirerek ve kriminalize<br />
ederek “şüpheli” konumuna itiyor<br />
ve alanı günden güne daraltarak sansürün<br />
ve oto-sansürün doğallaşmasına neden<br />
oluyor. Böylece, kültürel üretimi yasalar<br />
yoluyla değil, yarattığı korku atmosferiyle<br />
kontrol altına almayı başarıyor. Bir yandan<br />
da, demokratik kurumları, eğitim kurumlarını<br />
ve sanatçıları hedef göstererek gerek<br />
bizzat devlet kurumları gerekse devletin<br />
çıkarlarını gözeten kurumlar ve bireyler<br />
tarafından sansürün yaygınlaştırılmasını<br />
teşvik ediyor. Bu durum bürokrasinin alt<br />
kademelerine, kurumlara ve toplumun<br />
geneline yayılıyor. İcat edilen çeşitli<br />
toplumsal hassasiyetler ortaya atılarak<br />
sanatsal ifadenin sınırları keyfî bir şekilde<br />
sorgulanıyor.
48<br />
Sanatsal ifade özgürlüğünün bu şekilde<br />
tehdit edilmesi sanatçılar tarafından<br />
büyük ve örgütlü bir tepkiyle karşılandı.<br />
Bir grup sanatçı “Sevgili Bakanımız, ne<br />
diyorsak tersinden anlayınız!” başlıklı bir<br />
bildiri yayınlayarak Şahin’i istifaya davet<br />
etti (bkz. sayfa 50). Fakat Şahin, tepkilere<br />
rağmen, görevinde kalmayı sürdürdü<br />
ve bu minvalde açıklamalarına devam<br />
etti. Katıldığı bir toplantıda kendisine<br />
yöneltilen Şemdinli’deki çatışmalara dair<br />
sorulara “ülkenin olağanüstü gündemi<br />
sadece çatışma alanı ile ilgili değildir,<br />
bu çatışma İstanbul’da kalemle devam<br />
ediyor, İstanbul’da <strong>kitap</strong>la devam ediyor.<br />
Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada,<br />
Ankara’da yazılan yazıların bir farkı<br />
yoktur” diye yanıt verdi. 14 Bu açıklama<br />
basında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2011<br />
yılında gazetecilerin Ahmet Şık’ın yazdığı<br />
kitabın toplatılması üzerine sordukları<br />
“Kitap yazmak nasıl terör olur?” sorusuna<br />
verdiği “Öyle <strong>kitap</strong>lar vardır ki bombadan<br />
daha tesirlidir” yanıtıyla beraber yer aldı.<br />
Bir kitabın kitleler üzerinde, bir bomba<br />
etkisi yaratacak kadar etkili ve tehlikeli<br />
görülmesinin altında başka bir boyut daha<br />
var: Devletin entelektüalizm karşıtlığı. Bu<br />
çatışma, devlet tarafından güdülen baskıcı<br />
politikaları meşrulaştırmak için kullanılıyor.<br />
Özellikle son dönemde muhafazakâr<br />
sanat ve devlet/şehir tiyatrolarının yeniden<br />
yapılandırılması tartışmaları çerçevesinde,<br />
15 Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından<br />
da sıkça takınılan bu tavır (bkz. sayfa<br />
52), kültür üretimlerini sadece kriminalize<br />
ederek değil, muhafazakâr kültürel kodlar<br />
oluşturarak ve halktan kopuk, elitist olduğunu<br />
iddia ettikleri üretimleri bu kodların<br />
dışında bırakarak ötekileştiriyor. Böylece,<br />
doğrudan sansür yerine, toplumdaki<br />
beğenileri ve referans sistemini yeniden<br />
düzenleyerek, bazı kültürel üretimlerinin<br />
cesaretini kırıyor ve meşruiyetini zedeliyor.<br />
Sözleri, devletin farklı baskı politikalarını<br />
belgelemesi açısında önem teşkil eden<br />
İdris Naim Şahin’in etkisi yalnızca söylemsel<br />
düzeyde değil. Bilançosu ağır. BDP<br />
Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün<br />
durumu çok iyi özetleyen alıntısı ile bu<br />
yazıyı sonlandırmak yerinde olur:<br />
İç güvenlik aygıtının başındaki bu<br />
ağzı bozuk kişinin bir yıl içinde mizah<br />
dünyasının en çok eğlenilen şahsiyetlerinden<br />
biri haline gelmiş olması, kimseyi<br />
aldatmamalı. Eğlence dünyasının bu<br />
favori figürü bir yıllık görevi sırasında<br />
son on yılın en ağır devlet terörünü<br />
sahneleyen gücün başında duruyor.<br />
İnsan Hakları Derneği (İHD) verilerine<br />
göre onun emri altındaki güçler sadece<br />
2011’de 3 bin 252 kişiye işkence ve kötü<br />
muamelede bulundu, “dur ihtarına uymadıkları<br />
gerekçesiyle” 57 kişiyi öldürdü,<br />
130 kişiyi yaraladı. Grevlerde, ekolojik<br />
direnişlerde, öğrenci protestolarında,<br />
sokaktaki çocukların gösterilerinde,<br />
kadın eylemlerinde, kimlik kontrollerinde<br />
binlerce insanın uğradığı aşağılayıcı,<br />
onur kırıcı ve zorbaca muamelelerde<br />
onun damgası var. Ama onu orada tutan<br />
da işte o “tarihin en güçlü hükümeti”nin<br />
başındaki kişi: Tayyip Erdoğan! Ne yazık<br />
ki, İdris Naim Şahin mizah dergilerinin<br />
kapağındaki bir karikatür değil, elinde<br />
ölümcül bir güç tutan bir gerçek şahsiyet,<br />
o Tayyip Erdoğan’ın alter-egosudur,<br />
ya da öyle olduğu için bir karikatürdür:<br />
Daha kurulmadan çökmeye başlayan<br />
bir post-modern sultanlık hevesinin iş<br />
başında tuttuğu altı kaval üstü şişhane<br />
zaptiye amiri! 16
Notlar<br />
1. AKP’nin kurucu ekibinde yer alan İdris<br />
Naim Şahin, 2002 Genel Seçimleri’nde<br />
İstanbul Milletvekili olarak Meclis’e girdi.<br />
Milletvekilliğine 24. Dönem Ordu Milletvekili<br />
olarak devam ediyor. 2011’den beri<br />
ise hükümette İçişleri Bakanlığı görevini<br />
sürdürüyor.<br />
2. İnsan Hakları Derneği İstanbul<br />
Şubesi’nden bilgi alınmıştır.<br />
3. “2824 öğrenci cezaevinde” http://www.<br />
cnnturk.com/2012/turkiye/08/07/2824.<br />
ogrenci.cezaevinde/671910.0/index.html<br />
4. http://tutuklugazeteciler.blogspot.co.uk/<br />
5. “İçişleri Bakanı: Herkesin aklını başına<br />
alması gerekiyor”, 15.07.2011, http://<br />
www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=<br />
RadikalDetayV3&ArticleID=1056383&Ca<br />
tegoryID=78<br />
6. “Kürt sorunu nedir? Arıyorum, bulamıyorum”,<br />
07.11.2011, http://www.radikal.com.<br />
tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&<br />
ArticleID=1068841&CategoryID=78<br />
7. Agy.<br />
8. http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem24/yil2/ham/b09501h.htm<br />
9. “Dağda Zerdüşt, şehirde Pagan”,<br />
16.01.2012, http://www.milligazete.com.<br />
tr/haber/dagda-zerdust-sehirde-pagan-227149.htm<br />
10. İdris Naim Şahin’in bu konuşması üzerine<br />
Mitanni Kültür Merkezi, Milli Gazete ve<br />
Şahin’in saldırılarını kınayan ve bu iddiaları<br />
reddeden bir basın açıklaması yaptı.<br />
“Milli Gazete’ye tepki”, 19.01.2012, http://<br />
www.etha.com.tr/Haber/2012/01/19/<br />
guncel/mitanni-kultur-merkezinden-milligazeteye-tepki/<br />
11. “Şahin: Emir Kara Kuvvetleri’nden”,<br />
23.05.2012, http://bianet.org/bianet/<br />
bianet/138555-sahin-emir-havakuvvetlerinden<br />
12. “Ak Parti Uludere’de faturayı Şahin’e<br />
kesti!”, 24.05.2012, http://www.cnnturk.<br />
com/2012/turkiye/05/24/ak.parti.uluderede.faturayi.sahine.kesti/662265.0/index.<br />
html<br />
49<br />
13. “İçişleri Bakanı’ndan yeni terör tarifleri”,<br />
26.12.2011, http://www.radikal.com.tr/<br />
Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Art<br />
icleID=107362<br />
14. “Şahin: Savaş İstanbul’da kalemle devam<br />
ediyor”, 08.08.2012, http://www.radikal.<br />
com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay<br />
V3&ArticleID=1096473&CategoryID=78<br />
&Rdkref=7<br />
15. Konuyla ilgili haberler için Siyah Bant<br />
sitesine bakınız: http://www.<strong>siyahbant</strong>.<br />
org/?p=1444<br />
16. “Diyarbakır’da aslında neler oldu?”,<br />
22.07.2012, http://m.radikal.com.tr/iphone/NewsDetail.aspx?ArticleID=122731&C<br />
ategoryIDs=21
50<br />
Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!*<br />
26 Aralık 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı İdris Naim<br />
Şahin, asla unutulmaması gereken bir hukuk, siyaset ve insanlık dersine imza<br />
atmıştır. Aşağıda imzası bulunan biz sanatçılar, kendisinin başımızdan eksik<br />
olmaması için duacıyız. Kendisi, devlet adamlığı ciddiyetiyle konuyu biraz üstü<br />
kapalı ele almış, bizlere daha açık konuşma cesaretini vermiştir.<br />
“Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka<br />
bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra’dır, her<br />
neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.” diyor Sayın<br />
Şahin. Bu arka bahçelerden üniversite, dernek ve sivil toplum kuruluşlarının<br />
derhal kapatılması, bahsi geçen İstanbul, İzmir ve Bursa gibi kentlerde<br />
sıkıyönetim ilan edilmesi ve Avusturya, Almanya, İngiltere ile ilişkilerin en alt<br />
seviyeye indirilmesi şarttır. Siyasi irade bunları yaptığında bizlerin koşulsuz<br />
desteğini yanında bulacaktır.<br />
Yine aynı beyanatında Sayın Bakan “Devlet namustur, devlet özgürlüktür,<br />
eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir.” derken de çekingen davranmıştır.<br />
Devlet bunların hepsi ama şüphesiz ki çok daha fazlasıdır. Bizler<br />
devletimiz için varız. Her şey, devlet için vardır. Meclisin duvarındaki yazının<br />
da ivedilikle “Hâkimiyet kayıtsız şartsız devletindir” ibaresiyle değiştirilmesini<br />
istemek hakkımızdır. Hayatta en önemli şey devlettir. Devlet, her şeydir.<br />
Yaşasın devlet.<br />
Yalnız bakanımızın “Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan,<br />
kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun,<br />
ahlâksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam” diyerek bizleri hayal<br />
kırıklığına uğrattığının altını çizmek isteriz. Şüphesiz ki ahlâksızlık, namussuzluk<br />
çok geniş alanlardır ve müzikten sinemaya, edebiyattan plastik sanatlara,<br />
eşek etinden ateizme kadar uzanan yelpazedeki tüm farklılıklar, aykırı fikirler,<br />
sözümona “yaratıcı” faaliyetler de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Örneğin<br />
rock şeytanın müziği, resim haram, dans ve heykel müstehcendir, hepsi külliyen<br />
yasaklanmalıdır. Karikatür çizmeninse cezası müebbetten az olmamalıdır.<br />
Son olarak Sayın Şahin, terörün arka planına dair unutulmaz söylevinde,<br />
şarkı kisvesi altındaki terör ve şarkıcı kisvesi altındaki teröristten de dem vurarak,<br />
“Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de<br />
seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan<br />
al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı<br />
değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız.”<br />
diyerek hainlere, düşmanlara ve kötülere büyük bir koz vermiştir. Sayın Bakan<br />
belli ki bir mahalle baskısı mağduru olarak sanata karşı olmadığını ifade etmek<br />
zorunda bırakılmıştır. Kendisinden sanatçılar olarak beklentimiz, bir ifade<br />
ve temsil biçimi olarak sanata karşı olduğunu açıklamasıdır. Çünkü büyük<br />
bir üzüntüyle ifade etmek isteriz ki şu anda bu ülkede yaşayan sanatçıların<br />
önemli bölümü Sayın Şahin’in değerini teslim etmek erdeminden yoksun kayıp<br />
* http://sevgilibakanimiz.tumblr.com/ sitesinden alınmıştır.
uhlardır ve bunlara karşı olmak gerekir, maazallah siyasi rakiplerin yapamadığını<br />
bunlar bir gün yapıverirler. İnsanı tefe koyup oynatır ve bunlar, şeytana<br />
pabucunu ters giydirirler.<br />
Sayın Şahin,<br />
Sözlerinizin arkasında durun ve sanatı topyekün terör kapsamına alarak<br />
yasaklayın, ya da şunu yapın: Bu cümle hariç bütün metni tersten okuyun ve<br />
derhal özür dileyerek o koltuğu bırakın, çünkü bu toplumun tüm iç güvenlik<br />
mekanizmasının tepesinde oturan şahsınızın ilgili beyanları; demokratik, laik,<br />
sosyal hukuk devleti tanımını dolayısıyla Anayasa’yı hiçe saymasının yanında,<br />
sizin aksinize dünyanın her yerinde geçerli işler üretme kapasitesine sahip sanatçılara,<br />
ülkede din özgürlüğü olduğunu düşünmeleri doğal olan Zerdüştlere<br />
ve zaten gündelik faşizm tarafından sürekli taciz edilen eşcinsellere hakaret<br />
niteliği taşımakta, sizden farklı düşünen herkese korku salmakta ve onları<br />
terörize etmektedir.<br />
Saygılarımızla..<br />
51
52<br />
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın<br />
Kahramanmaraş Mitingi konuşması<br />
8 Mayıs 2012<br />
Sevgili kardeşlerim; bunlar sanatı sanat için yaparlar. Bunlar sanatı toplum<br />
için yapmazlar. Sanat toplum için yapılır. Sanat toplum için yapılırsa değer<br />
ifade eder. Bunlar elitisttir. Bunlar Jakobendir. Bunlar kendi kast sistemlerine<br />
başkalarının girmesine asla müsaade etmezler. Hem Devlet Tiyatrosu’ndan<br />
maaş alacak, hem Şehir Tiyatrosu’ndan maaş alacak; ondan sonra çıkacak<br />
istediği zaman dizi-filmlerde oynayacak, istediği zaman başka yerlerde rol<br />
alacak, her yerden de bu şekilde nemalanacak. He! Mesele bu. Şu son birkaç<br />
gündür zihinlerinin ardındakini ortaya dökmeye, niyetlerini açık etmeye<br />
başladılar. Daha önce çıktılar, bu kesim millete bidon kafalı dedi. Çıktılar,<br />
bu aziz millete göbeğini kaşıyan adam dediler. Şimdi de kasaba bürokratı<br />
diyerek, belediyedeki temizlik işçisi tiyatrocu oluyor diyerek, kendilerince yine<br />
milleti aşağılıyor, milleti küçümsüyorlar. Rahmetli Cem Karaca bunlara o güzel<br />
şarkısıyla gereken cevabı aslında zamanında verdi. Ne dedi biliyor musunuz?<br />
“Bunlar aydın değil, bunlar yarım porsiyon aydın.” dedi. Rahmetli Cem<br />
Karaca’nın deyimiyle bunlar barlarda, barların önlerinde viski, bir elleri çenelerinde,<br />
kaşları hafif yukarıda, bilgiç bakışlarla, hiçbir şey üretmeden sadece<br />
hakaret ederler. Tiyatrodan sadece bunlar anlar. Sinemadan, müzikten, heykel,<br />
resim edebiyattan sadece bunlar anlar. Bunlar milleti beğenmez; milletin alın<br />
terini beğenmez; milletin kültürünü, tercihini beğenmezler. Yıllarca karikatürlerle<br />
aşağıladılar bu milleti. Yıllarca köşelerinden, ekranlarından aşağıladılar.<br />
Yıllarca oyunlarında, filmlerinde, yazılarında bu ülkenin gerçek hizmetkarlarını<br />
– din adamlarını – aşağıladılar. Finansmanı devletten aldılar ama finansmanın<br />
gerçek sahibi milleti aşağıladılar. Bakınız; geçen yıl Devlet Tiyatrosu’na harcanan<br />
para ne biliyor musunuz? Değerli kardeşlerim, ne biliyor musunuz? Bakın<br />
söyleyeyim sizlere, 140 milyon Türk Lirası... Peki gelen ne, gelir ne? Geliri de<br />
söyleyeyim sizlere, 4 milyon Türk Lirası... 140 milyon Türk lirası nere, 4 milyon<br />
Türk lirası nere? Sevgili kardeşlerim, on yıllar boyunca sırtlarını statükoya<br />
dayadılar; oradan nemalandılar, şimdi de statükonun değişmesinden ciddi<br />
rahatsızlık duyuyorlar. Burada tekrar söylüyorum, kusura bakmasınlar. Çok<br />
bilmiş despot tavırları ile millete de milletin hükümetlerine de parmak sallayarak<br />
azarlama dönemi artık geride kaldı. Milletin en masum taleplerini irtica<br />
diyerek, gericilik diyerek, yobazlık diyerek bir kaşık suda boğma dönemleri<br />
artık geride kaldı. Sanatın, sanatçının kimliğinin, aydın yazar kimliğinin arkasına<br />
sığınıp milleti küçümseme, milleti azarlama, milleti hizaya sokma dönemi<br />
artık geride kaldı; ve artık tarihe kavuştu. Milletin parasını, milletin vergisini,<br />
tüyü bitmedik yetimin hakkını alıp ondan sonra da milletin tercihlerini, milletin<br />
seçtiği hükümetleri aşağılama, tahkir etme dönemi artık kapandı. Bundan<br />
sonra buyursunlar sırtlarını devlete değil; o aşağıladıkları, o kasaba bürokratı<br />
dedikleri, o temizlik işçisi tiyatrocu dedikleri millete gitsin oraya başvursunlar.<br />
Şunu herkes bilsin; bu ülkede siyasette, bürokraside, hukukta kast sistemi,<br />
hanedanlık sistemi AK Parti ile birlikte sona ermiştir. Bizzat gerçek aydınların,
izzat bilim adamlarının çabaları ile gayretleri ile sanatta, bilimde, fikir hayatında<br />
da kast ve hanedanlık sistemi artık son bulmak zorundadır. Bu millet<br />
artık aşağılamalara, tahkire boyun eğmeyecek. Bu millet kendi tercihlerinin,<br />
kendi talep ve arzularının yok sayılmasına artık göz yummayacak. Bu millet<br />
kendi öz vatanında, kendi öz yurdunda artık parya muamelesi görmeyecek. Ak<br />
Parti ile birlikte millet bürokrasinin ve bürokratik elitlerin hizmetkârı olmaktan<br />
çıkmıştır. Bürokrasi artık milletin hizmetine girmiştir. Allah’ın izniyle bu<br />
değişmeyecek. Ne diyoruz biz? Şimdi biz diyoruz ki, kardeşim sen tiyatro mu<br />
oynayacaksın; özgürce hareket et, kurun kendi aranızda tiyatronuzu buyrun<br />
serbest olarak, özel sektör olarak bu alana girin. Ne kadar Türkiye’de sahnemiz<br />
var; ki bizim dönemimizde, kardeşlerim, tiyatro sahneleri hiçbir dönemle<br />
mukayese edilmeyecek şekilde artmıştır. Ha biz sizlere sahneleri tahsis ederiz;<br />
ve bu sahnelerde sizleri destekleriz, yeri gelir senaryoyu beğenirsek bizim<br />
de inceleme kurullarımız buralara da sponsor olur, buralarda da destekleri<br />
veririz. Ama artık o bugüne kadar geldiğiniz anlayış olmayacak. Çıkın, serbest<br />
istediğiniz gibi hareket edin, özgür olun, özerk olun, özel olun; ama artık devlet<br />
tiyatro sahnesinden çekiliyor, buyrun siz tiyatro sahnesinde kalın.<br />
53
54<br />
Grup Yorum’a yönelik baskılar bitmiyor<br />
1985 yılında kurulan politik müzik grubu Grup Yorum’un üyeleri, bugüne kadar<br />
defalarca gözaltına alındı, tutuklandı, konserleri yasaklandı ve albümleri<br />
toplatıldı. Sadece grup üyeleri değil, Grup Yorum dinleyicileri de benzer bir<br />
baskıyla karşı karşıya kaldılar.<br />
En son görülen davalarından birinde, 8 Ağustos 2012’de, yargılanan Grup<br />
Yorum üyeleri Seçkin Aydoğan, Melis Ciddioğlu ve Cemre Baş tahliye olamadı.<br />
Aydoğan, Ciddioğlu ve Baş 13 Aralık 2011’de Nurtepe’deki bir yürüyüşe<br />
katıldıkları gerekçesiyle gözaltına alınmış ve 16 Aralık’ta tutuklanmışlardı.<br />
“Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ithamıyla Türk Ceza<br />
Kanunu’nun (TCK) 314/2. maddesi uyarınca yargılanıyorlar.<br />
Ayrıca Aydoğan, Taksim meydanında yapılan “‘Yürüyüş’ çalışanları serbest<br />
bırakılsın” protestosuyla basın açıklamasına katıldığı ve “örgüt sloganı attığı”<br />
gerekçesiyle, 2911 Sayılı Toplantı ve Yürüyüş Kanunu’na Muhalefet ile Terörle<br />
Mücadele Kanunu (TMK) 7/2. maddesindeki “örgüt propagandası” suçlamalarıyla<br />
yargılanıyor.<br />
Baskı ve tutuklamaların yanında, Grup Yorum üyelerinin geçtiğimiz<br />
günlerde maruz kaldıkları ağır işkence de basına yansıdı. Grup üyeleri Selma<br />
Altın, Dilan Balcı, Grup Yorum korosu elemanı Damla Sandal, Kültür Sanat<br />
Yaşamında Tavır dergisi sahibi Bahar Kurt ve İdil Tiyatro Atölyesi oyuncusu<br />
Bahar Ertürk basın açıklaması yapmak isteyen TAYAD’lı ailelere destek için<br />
Adli Tıp Kurumu önüne gitmişlerdi. Grup Yorum’un <strong>web</strong> sitesinde bildirildiği<br />
üzere, Selma Altın’ın polis tarafından kasıtlı bir şekilde her iki kulağına aldığı<br />
darbeler sonucunda kulak zarı yırtılmış, burnu kanamış ve kaburgalarında<br />
hasar meydana gelmişti. Grup Yorum, işkenceleri protesto etmek için 17 Eylül<br />
2012 tarihinde “İşkenceye karşı yürüyoruz” çağrısıyla bir yürüyüş düzenledi.<br />
Grup Yorum’un karşılaştığı başka bir engelleme ise, bilet satış portalı Biletix<br />
ile kendi konserlerini düzenleyen organizasyon şirketi arasında gerçekleşti.<br />
Yıllardır Yorum’un konser biletlerini satan Biletix, biletlerini “terör örgütüne<br />
yardım ettiği iddialarını” gerekçe göstererek “inceleme bitene kadar” satmayacağını<br />
açıkladı. Gelen tepkiler üzerine kurum, rutin incelemenin gerçekleştiğini<br />
ve herhangi bir suç unsuru ile karşılaşılmadığını bildirdi. Sonrasında<br />
Biletix, bir basın açıklaması yaparak, tüm etkinliklerde bilet satışına hukuki<br />
bir engel olup olmadığını değerlendirme süreci ve kriterlerinin uygulandığını,<br />
kamuoyunda bu durumun Grup Yorum’a yönelik bir karar gibi gösterilip, kendilerinin<br />
mağdur edildiğini söyledi. Yorum, bilet satışlarını Mybilet’e devretti.
Kıskaç daralırken:<br />
Film festivalleri ve<br />
eser işletme belgesi<br />
Elif Ergezen<br />
Belgesel sinemacı<br />
Her aşaması düşünülerek ve adım adım planlanarak<br />
“sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”. Öte yandan devlet<br />
ne kadar çabalarsa çabalasın, değişen ve gelişen yeni<br />
teknolojilerin ulaşılabilirliğiyle başa çıkması mümkün<br />
değil. Biz filmler yapmaya nasılsa devam edeceğiz ve onları<br />
göstermenin yollarını elbet buluruz!<br />
Son zamanlarda eser işletme belgesi olmadığı<br />
için festivallerde gösterilemeyen film<br />
vakalarıyla sık karşılaşır olduk. Bu durum,<br />
birkaç sene öncesinden işaretlerini veren<br />
ve nihayet, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema<br />
Genel Müdürü Mesut Cem Erkul’un<br />
“sinemamızın yeni tarihi yazılıyor” 1 diye<br />
ilan ettiği yeni döneme dair fikir veriyor.<br />
Bu yazıda, süreci özetleyerek, eser işletme<br />
belgesi zorunluluğunun, festivaller ve biz<br />
bağımsız sinemacılar açısından ifade özgürlüğü<br />
kısıtlamalarına ve hatta sansüre<br />
varan sonuçlarını ele alacağız.<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından<br />
kararlı bir şekilde sürdürülen<br />
Türkiye sinema sektörünü şekillendirme<br />
çalışmaları 2004’te çıkarılan 5224 sayılı<br />
kanunla hızlandı. Zira hemen ertesinde<br />
Bakanlık, yeni meslek örgütlerinin<br />
kurulmasını ve bu örgütlerin Türkiye’de<br />
özerk bir sinema kurumu kurulmasına<br />
dair çalışma yürütmek amacıyla biraraya<br />
gelmesini teşvik etti. Bunun sonucunda,<br />
2006’da sinema sektörü içindeki hemen<br />
hemen bütün örgütler toplanarak, özerk<br />
bir sinema kurumu için taslak çalışmalar<br />
yapmaya başladı. Bu platform, festivallerden,<br />
sinema yazarlarına, film merkezle-<br />
55<br />
rinden meslek birliklerine, derneklerden,<br />
vakıflardan sendikaya kadar, toplam 33<br />
örgüt 2 temsilcisinin katılabildiği bir tartışma<br />
alanına dönüştü. Platform amacını,<br />
Türkiye Sinema Kurumu yasasını yazmak<br />
olarak belirlemişti ve kurum kurulduktan<br />
sonra kendini feshedecekti. Fakat sinemacıların,<br />
kurulacağı umulan “özerk” sinema<br />
kurumunda görev alma hırsları ve elbette<br />
telif gelirlerinin göz kamaştıran miktarları<br />
belirmeye başlayınca, erkeklerin dilinin<br />
egemen olduğu sığ bir tartışma ve çıkar<br />
çatışmasıyla platform işlevini yitirdi.<br />
15 Ocak 2010’da sektördeki sekiz<br />
meslek birliği 3 (platform kadar geniş bir<br />
temsiliyeti olmayan) Meslek Birlikleri Güç<br />
Birliği adlı verilen yeni bir örgütlenme için<br />
biraraya geldi.<br />
Pangaltı’daki binanın kirası ve giderleri<br />
Bakanlık tarafından karşılandığı için Güç<br />
Birliği’ndeki meslek birliklerinin bağımsızlık<br />
iddiası zayıf kalıyor. Birliği tanımlamaya<br />
bu şekilde başlayarak onlara haksızlık<br />
yapmıyorum. Bu yazıda değineceğimiz<br />
sorunların özünde, Bakanlıkla kurulan bu<br />
maddi bağımlılık ilişkileri yatıyor. Bu bir<br />
geçiş dönemi ve şüphesiz sonunda, bu<br />
birliğin telif gelirlerini toplayan ve dağıtan
56<br />
bir kuruma dönüşmesi hedefleniyor. Zira,<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 5846 sayılı<br />
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda (FSEK)<br />
yapılması önerilen değişiklikleri içeren<br />
taslağında, “Meslek Birlikleri” yerine “Telif<br />
Birlikleri” ifadesini kullanmayı öneriyor. 4<br />
Başka bir deyişle, Bakanlık, telif gelirlerinin<br />
toplanması ve dağıtılması üzerinden<br />
sektörü yeniden yapılandırmaya çalışıyor.<br />
İlk bakışta manevi hakların korunması açısından<br />
anlaşılır görünse de, bu uygulama<br />
başka sonuçlara gebe.<br />
Güç Birliği’nin ilk icraatı, Sanatsal<br />
Etkinlikler Komisyonu’na (SEK) işlerlik<br />
kazandırmak oldu. SEK, aslında 5224 sayılı<br />
kanuna bağlı olarak 2005’te düzenlenen<br />
25731 sayılı yönetmeliğin 15. maddesinde<br />
de yer alıyor. 5 Buna göre, ülkede yapılan<br />
tüm sanatsal etkinliklerin, Bakanlıktan<br />
destek alabilmek için, bu komisyondan<br />
geçmesi gerekiyor. Bu komisyon; görevi,<br />
zamanla belli bir ödeme karşılığında bir<br />
“olur belgesi” vermekten ibaret olan bir<br />
uygulayıcıya dönüşmüş, şimdiye kadar<br />
üzerinde durulmamış ve takibi yapılmamış<br />
bir yapı. 2010’da SEK’in yönetiminin<br />
Güç Birliği’ne geçmesinden sonra da hâlâ<br />
tam olarak etkin bir kurum olduğu söylenemez.<br />
Burada önemli olan ayrıntı ise şu:<br />
Komisyonun <strong>web</strong> sitesinde SEK Hakkında<br />
6 bölümünde 2005 senesinde çıkarılan<br />
Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve<br />
Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar<br />
Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesi’ne 7<br />
atıfta bulunularak, sanatsal etkinlikler<br />
kapsamında gösterilecek filmler için, “ülke<br />
içinde üretilen filmler de kayıt ve tescil<br />
edilmiş olmak kaydıyla bu etkinliklere<br />
katılabilir” deniyor. Bu yönetmelik, tüm<br />
ticari dolaşım ve gösterimler için eser<br />
işletme belgesi alınması gereğini vurguluyor.<br />
Böylece Bakanlık, destek verdiği<br />
festivalleri SEK’e yönlendirerek, bizzat<br />
meslek örgütleri eliyle, eser sahiplerinin<br />
manevi haklarının ihlâl edilmemesi ve<br />
hak sahipliğinin düzenlenmesi amacıyla<br />
filmlerin kayıt ve tescil belgesi almasının<br />
yaygınlaşmasını sağlamaya çalışıyor.<br />
Bakanlık, sanatsal etkinliklerde<br />
gösterilecek filmlerin eser işletme belgesi<br />
olması gereğini, destek sözleşmelerine<br />
2011’den itibaren bir madde olarak da<br />
koydu. Kontrol mekanizmasının üzerinde<br />
yükseldiği temel, aslında filmlerin ve festivallerin<br />
devlete olan bu maddi bağımlılıkları.<br />
Dayanağı ise yukarıda belirttiğimiz,<br />
SEK’ten çok önce yazılmış ve SEK’in de<br />
atıfta bulunduğu yasa ve yönetmelikler.<br />
Yönetmelikte, ticari dolaşım ve gösterim<br />
için birbirinden ayrı hükümler yer almadığı<br />
için, ticari olmayan gösterimler için de<br />
eser işletme belgesi alma, dolayısıyla kayıt<br />
ve tescil yaptırma zorunluluğu olduğu<br />
söylenebilir. Siyah Bant’ın yaptığı bir<br />
görüşmede, Sinema Genel Müdürü Cem<br />
Erkul, yönetmelik kapsamında, filmlerin,<br />
ticari dolaşıma çıksın ya da çıkmasın, festivaller<br />
dâhil tüm gösterimleri için kayıt<br />
ve tescil ettirilmeleri gerektiğinin altını<br />
çiziyor. Yıllardır festivallerin bunu uygulamadıklarından<br />
yakınarak, 2011 Aralık<br />
ayından itibaren artık bütün festivallerde<br />
bu uygulamanın yerine getirileceğini<br />
söylüyor. 8<br />
Biz sinemacılar açısından bu belgede<br />
ısrar edilmesi, fiilî bir sansür uygulamasına<br />
ve dayatmaya dönüşebiliyor. 2006<br />
yılında çıkarılan Fikir ve Sanat Eserleri<br />
Kayıt Tescili Hakkındaki Yönetmenliğin 2.<br />
Bölümü 5. madde C bendinde, 9 “kayıt ve<br />
tescile ilişkin gereken belgeler” bölümünde<br />
belirtildiği üzere, kayıt ve tescil ettirilecek<br />
filmlerden, Eser İşletme Belgesi almak<br />
için “değerlendirme ve sınıflandırmanın<br />
sonucunu gösterir belge” isteniyor. Değerlendirme<br />
ve Sınıflandırma Kurulu, bugün<br />
sansürün örtülü bir şekilde uygulandığı<br />
kurul. Kurul üyeleri, filmlerin hangi yaş<br />
gruplarında ve hangi saat aralıklarında<br />
gösterilmesinin uygun olduğuna ve ticari<br />
gösterime sokulup sokulmayacağına karar
veriyor. Yüksek yaş sınırı getirerek aslında<br />
gizli bir sansür yaparken; filmin, ticari<br />
dolaşıma ve gösterime sokulmasını uygun<br />
bulmayarak açık sansür de uygulayabiliyor.<br />
Filmler öncelikle alt kurullarda değerlendiriliyor<br />
ve kurul üyelerinin anlaşmazlığı<br />
ya da filmin yapımcısı ya da dağıtımcısının<br />
itirazı üzerine Üst Kurul toplantıya<br />
çağrılıyor. Alt kurullar, bir Bakanlık temsilcisi<br />
ile, biri psikolog diğeri sinemacı,<br />
iki meslek örgütü temsilcisi olmak üzere,<br />
toplam üç kişiden oluşuyor. Üst kurul yine<br />
meslek örgütlerinden ve bakanlık temsilcisi<br />
kişilerden oluyor. FSEK’teki 4. madde,<br />
Yeni Kanun taslağında korunmuş. 10 Fakat<br />
tek bir farkla: Bu defa meslek birliklerinin<br />
temsili, üç üye yerine iki üyeye düşmüş,<br />
buna karşılık Aile ve Sosyal Politikalar<br />
Bakanlığı’ndan bir temsilci de Üst Kurul’a<br />
eklenmiş. 4. madde’nin “Değerlendirme<br />
ve Sınıflandırma Kurulları ve Üst Kurulu”<br />
başlığında şöyle deniyor: “Üst kurul en<br />
az altı üyenin katılımıyla toplanır ve en<br />
az beş üyenin aynı yöndeki oyuyla karar<br />
alınır”. Sadece Bakanlıkların temsili dört<br />
iken beş oyla karar alınabiliyor olması ve<br />
kalan üyelerin Bakanlıkça seçilmesi, yeni<br />
dönemde de -eğer bu taslak olduğu gibi<br />
kabul edilirse- bu kurulun bir sansür kurulu<br />
gibi çalışmaya devam edeceği tezini<br />
güçlendiriyor.<br />
Bu noktada, Alt Kurul toplantılarına<br />
Belgesel Sinemacılar Birliği temsilcisi<br />
olarak katılmış biri olarak söyleyebilirim<br />
ki sorun sadece kanunun kendisinden de<br />
kaynaklanmıyor. Kanunun oldukça muğlak<br />
maddeler içermesinden dolayı, uygulanması<br />
ve yorumlanması kurul üyelerinin<br />
öznel değerlendirmelerine bağlı olduğundan,<br />
tartışmalar filmlerin yasaklanmasına<br />
kadar varabiliyor. Kurulda yer alan psikoloğun<br />
sanat alanındaki özgürlüğü kısıtlayıcı<br />
tutumu, bazen Bakanlık temsilcisinden<br />
de katı olabiliyor. Örneğin “bir erkeğin<br />
bir başka erkeğin kulağını, aralarındaki<br />
57<br />
eşcinsel ilişkiyi sezdirecek şekilde biraz<br />
fazlaca öpmesi” çocukların ruh sağlığına<br />
zarar verebilir sonucuna varabiliyor. 11<br />
Meslek örgütlerinden gelenlerin dünya<br />
görüşleri ve ahlâk anlayışları ile şekillenen<br />
ve devletin yönlendirmelerinin de olduğu<br />
bir keyfî alan, özetle.<br />
Meslekten kişilerin yasaklamaya dönük<br />
yaklaşımı, içselleştirilmiş bir sansürcü<br />
tutumun da sonucu. Bu uygulamalarda<br />
devletin sığındığı en kuvvetli argümansa,<br />
tüm bu kurul üyelerinin meslek örgütlerinden<br />
kişilerden oluştuğu gerçeği.<br />
Bu sahiden de en can alıcı nokta. Fakat<br />
oto-sansür mekanizmasının işleyişine dair<br />
akıl yürütürken, devletin son zamanlarda<br />
sanatçılar üzerinde artan baskı ve tehdidini<br />
de göz ardı etmemeli. Mesut Cem Erkul,<br />
Ocak ayının başında verdiği ilk demeçte,<br />
destekleme konusunda yeni bir mekanizma<br />
oluşturularak, Bakanlık tarafından<br />
gişe yapan, genel izleyiciye hitap eden,<br />
yani tüm aile bireylerinin birlikte izleyebileceği<br />
film projelerinin teşvik edileceğini<br />
belirtti. 12 Erkul’un bu açıklamasıyla, yüklü<br />
miktarda desteğin ne tür projelere aktarılacağı<br />
konusunda kurul üyelerinin kanaatini<br />
şekillendirmek, yaş sınırı kriterlerine<br />
müdahale etmek ve hatta proje başvurusu<br />
yapacakları yönlendirmek istediği anlaşılıyor.<br />
“Seyirci üzerinden destek verilebilir”<br />
denilerek Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />
Kuruluna göre genel izleyiciye hitap eden<br />
filmlere verilecek desteğin yüksek tutulması<br />
şeklinde özetlenebilecek bu yönelim,<br />
“Türk aile yapısına ve ahlâk anlayışına<br />
uygun” ve genel -çoğunluk- izleyicinin<br />
zevkine hitap eden eserlere verilecek<br />
desteğin çok yüksek tutulmasıyla, bunun<br />
dışında kalan filmlerin neredeyse destek<br />
alabilme ve yaygın gösterim umudunu yok<br />
ediyor. Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />
Üst Kurulu’na Aile ve Sosyal Politikalar<br />
Bakanlığı’ndan bir temsilcinin eklenmiş<br />
olması bu yaklaşımın sonucu şüphesiz.<br />
Sinema sektöründeki yapım ve dağıtım
58<br />
sorunları karşısında dayanışma gösteren,<br />
çoğu Yeni Sinema Hareketi 13 içindeki sinemacıların<br />
itirazı önemli:<br />
Kurgulanmaya çalışılan bu teorik zeminin<br />
hem sanatın tümünde ve doğal<br />
olarak sinemada tek bir karşılığı vardır;<br />
sansür ve adam kayırma. Sanatın<br />
doğasına, maddi koşullarla ve çerçevesi<br />
müphem Türk aile değerleriyle sınır<br />
çizmek kabul edilemez. Bu tanımlamalarda<br />
aslında filmlerin daha çekilmeden<br />
sansüre uğraması, belirli bir çizgideki<br />
sinemanın teşvik edilmesi, zaten kâr<br />
etme amacı taşıyan ticari yapımların<br />
bir daha ödüllendirilmesi gibi Kültür<br />
Bakanlığı’nın asli görevi olmayan birçok<br />
amaç güdüldüğü görülmektedir. 14<br />
Özetle, Bakanlık’ın çabasını, sadece<br />
telif hak sahiplerinin belirlenmesi, telif<br />
gelirlerinin toplanması ve dağıtılmasının<br />
düzenlenmesi olarak görmek naiflik olur.<br />
Festivallerde gösterilecek filmlerin eser<br />
işletme belgesi alması ve/veya kayıt ve<br />
tescil ettirilmesi şartı, Değerlendirme<br />
ve Sınıflandırma Kurulu’ndan geçmeyi<br />
eninde sonunda zorunlu kılarak; yapımcısı<br />
olmayan ve sistemin içinde olmayı<br />
reddeden bağımsız yapımların, -eğer<br />
hayata geçirilmeyi başarırlarsa- hiç değilse<br />
festivallerde gösterim imkânı bulmalarını<br />
engeller. Böylelikle aslında, Türkiye’de<br />
yapımı gerçekleştirilmiş tüm eserlerin<br />
denetim altına alınmasının hedeflendiği,<br />
yasaklanan filmlere bakıldığında görülür.<br />
Sinemamızın bu kritik dönemi, sansür ve<br />
denetlemeler üzerine yapılan itirazlar,<br />
imza kampanyaları, bildiriler ve davalarla<br />
sürüp gidiyor. Son birkaç yıllık gidişat, bizi<br />
nelerin beklediğinin ipuçlarını veriyor.<br />
Handan İpekçi’nin filmi “Büyük Adam<br />
Küçük Aşk” (2001, 120 dk), 2002 yılında<br />
Denetleme Üst Kurulu’nca uygun görülmediği<br />
için eser işletme belgesi alamamış<br />
ve 21. İstanbul Film Festivali’nde gösteri-<br />
“Büyük Adam Küçük Aşk”,<br />
yön: Handan İpekçi, 2001<br />
lememişti. Yakın zamanda, “Zenne” (Yön:<br />
Caner Alper, Mehmet Binay, 2012, 99 dk)<br />
ve “Unutma Beni İstanbul” (Yön: Aida Begic,<br />
Stergios Niziris, Omar Shargawi, Hany<br />
Abu-Assad, Stefan Arsenijevic, Eric Nazarian,<br />
2010) filmleri, eser işletme belgeleri<br />
olmadığı için Malatya Film Festivali’nde<br />
gösterilemediler. Bu son olayla birlikte,<br />
festivaller ve eser işletme belgesi sorunu<br />
yeniden gündeme geldi. Aslında yıllardır<br />
yönetmelikte olmasına rağmen hayata<br />
geçirilmemiş ve festivallerin inisiyatifine<br />
bırakılmış bu uygulama, SEK’in de altını<br />
çizmesiyle ve Bakanlık’ın takibiyle anlaşılan<br />
artık daha çok karşımıza çıkacak.<br />
Kurmaca filmler, belgesel filmlere göre<br />
ticari açıdan daha kuvvetli, o yüzden de<br />
sorun onlara dokunduğu zaman şüphesiz<br />
sektör içinde daha görünür oluyor. Oysa<br />
Bakanlık’tan destek alan festivallerde gösterilecek<br />
filmlerin kayıt-tescil ettirilmesi<br />
ve eser işletme belgesi alma zorunluluğu<br />
kanıksanırsa, bundan en çok belgesel filmler<br />
etkilenecektir. Bakanlık’ın, 14. Ulus-
lararası 1001 Belgesel Film Festivali’nde<br />
gösterilecek filmler için kayıt-tescil belgesi<br />
şartını destek sözleşmesine eklemek<br />
istemesi ile, sadece belgesel gösteren festivalin<br />
neredeyse iptali söz konusu oldu.<br />
Bakanlık, festivalin gerçekleştirilememesi<br />
gibi ağır bir sonucu göğüslemek istemediğinden<br />
festival komitesinin itirazı üzerine<br />
geri adım atmak zorunda kaldı. Zira<br />
gösterilecek filmlerin neredeyse tamamı<br />
kayıt-tescil ettirilmemiş ve eser işletme<br />
belgesi olmayan filmlerdi. Bu, Türkiye’deki<br />
belgesel sinemanın gerçeği.<br />
Eser işletme belgesi olmayan uzun<br />
metrajlı film çok azken, Türkiye’de<br />
belgeselcilerin ve kısa filmcilerin çoğu,<br />
filmlerinin vizyona girmesini hayal bile<br />
edemediklerinden ya da ticari bir gösterimi<br />
hedeflemediklerinden bu uygulamaya<br />
yabancı. Çoğu “amatör” filmlerin -öğrenci<br />
filmleri de düşünülmeli- festival gösterimlerinden<br />
başka bir mecrası mevcut değil.<br />
Özellikle belgesel yapımların televizyonda<br />
gösterimi Türkiye’de henüz yaygınlaşmadı.<br />
En çok film alan TRT, fakat o da<br />
çoğunlukla göstereceği belgeselleri kendi<br />
iç yapımıyla gerçekleştiriyor. Dışarıdan aldığı<br />
filmlere de sansür uyguladığına sıkça<br />
tanık oluyoruz. Dolayısıyla televizyonlarda<br />
gösterim imkânı bulamayan, kendi gösterim<br />
alanlarını yaratma mücadelesi veren<br />
belgesel filmler, festivaller dışında ancak<br />
küçük yerleşim yerlerinde yerel girişimler<br />
aracılığıyla izleyicisine ulaşabiliyor. Durum<br />
böyle olunca, yerel aktörlerin etkisi<br />
artıyor, devletten çok devletçi “muhbirler”<br />
türüyor ve belgesel sinemanın alanı iyice<br />
daralıyor.<br />
2008’de R. Arzu Köksal’ın belgesel<br />
filmi “Son Kumsal”ın (2008, 56 dk) İnebolu’daki<br />
gösterimi AKP’li Belediye Başkanı<br />
İdris Güleç tarafından yarıda kesilmişti.<br />
Gerekçe ise filmde başbakanın eleştirilmesiydi.<br />
15 Aynı sene 1001 Belgesel Film<br />
Festivali programındaki, Çalık Holding’in<br />
Türkmenistan’daki yatırımları için yaptık-<br />
59<br />
larını anlatan “Kutsal Kitabın Gölgesinde”<br />
(Shadow of The Holy Book, yön: Arto<br />
Halonen, 2007, 90 dk) adlı filmi, Bakanlık<br />
yetkilileri gösterimden önce görmek istedi.<br />
Film Bakanlık’a verildi, fakat Festival<br />
Komitesi, Bakanlık’ın görüş bildirmesini<br />
beklemeden, filmi, üstelik açılış filmi<br />
olarak, yine de gösterdi. Keyfî müdahaleler,<br />
siyasi gerilimlerin arttığı bir süreçte<br />
şiddetini de artırıyor şüphesiz. 2010’da<br />
“Bir Başkaldırı Destanı: Bêrîvan” (Yön: Aydın<br />
Orak, 2009, 48 dk) adlı belgesel filmin,<br />
“Anayasamızın temel ilkelerine aykırı,<br />
kamu düzenini olumsuz yönde etkileme<br />
amaçlı, tarihî olayları çarpıtan, toplumda<br />
kin ve nefret düşmanlığını körükleyen,<br />
Türk milletinin birlik ve beraberliğini<br />
bozucu, PKK propagandası yapan unsurlar<br />
içerdiği” gerekçesiyle ticari dolaşıma ve<br />
gösterime sunulması Sınıflandırma ve Değerlendirme<br />
Kurulu’nca oy birliğiyle uygun<br />
bulunmamış, dolayısıyla eser işletme belgesi<br />
alamamış ve bu da filmin festivallerde<br />
gösteriminde sorun yaşamasına sebep<br />
olmuştu. Filmin, Yılmaz Güney Film Festivali’ndeki<br />
gösterimi Batman Valiliği’nce<br />
gönderilen bir yazı sonucu yasaklandı 16<br />
(bkz. sayfa 64).<br />
Geçen sene hukuki süreci uzun<br />
sürdüğünden sıkça tartıştığımız vaka,<br />
Çayan Demirel’in “Dersim 38” (2006, 67<br />
dk) adlı belgeselinin “ticari dolaşıma ve<br />
gösterime sunulması uygun bulunmadığı”<br />
gerekçesiyle yasaklanmasıydı (bkz. sayfa<br />
70). Bunun üzerine yönetmen, yürütmenin<br />
iptaline ilişkin dava açtı ve dava<br />
konusu olan film bilirkişilere gönderildi.<br />
İlk bilirkişi raporu olumsuz sonuçlanınca,<br />
itiraz edildi ve yeni bilirkişiler tayin<br />
edildi. Bu sefer rapor olumlu geldi ve<br />
yürütme durduruldu. Bakanlık bu karara<br />
itiraz etse de, mahkeme kararı bozmadı<br />
ve böylelikle dava film lehine sonuçlanmış<br />
oldu. Fakat yasakta ısrarcı olan Bakanlık,<br />
(ben yazarken yoruluyorum!), kararın<br />
iptali için temyize başvurdu. Bu süreçte
60<br />
en şaşırtıcı olan, Bakanlık’ın filme olan<br />
tahammülsüzlüğünü alenen sergileyişidir.<br />
Mesele sadece sansür değildi artık.<br />
Bakanlık, hızını alamayarak belgeselin ne<br />
olduğunu tanımlamaya girişmişti. Filmin<br />
avukatı Fikret İlkiz, Dr. Ş. Abdurrahman<br />
Çelik’in Bakan adına Genel Müdür sıfatıyla<br />
gönderdiği mektubu bianet’te paylaştı.<br />
Çelik, davanın filmin lehine sonuçlanmasına<br />
rağmen yasakta ısrar edilmesini şöyle<br />
gerekçelendiriyordu:<br />
Bahse konu filmin incelenmesinde;<br />
anlatımın belgeye dayandırılmadığı,<br />
tamamının yorum ve önyargı ile hareket<br />
edildiği görülmektedir. Tarihi bilgi, belge,<br />
harita, fotoğraf ve benzeri belgeleyici<br />
ve görüntüyü destekleyici unsurlar<br />
kullanılmadan anlatım yoluna gidildiği<br />
için belgesel niteliği taşımamaktadır. (...)<br />
Her biri kendi alanında söz sahibi 9 üyeden<br />
oluşan Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />
Kurulunun verdiği kararlar dikkate<br />
alınmalı ve filmin başından sonuna<br />
kadar devam eden propaganda unsurları<br />
da göz ardı edilmemelidir. 17<br />
Yasaklanan filmlerin geneline baktığımızda,<br />
sansürün asıl gerekçesinin ne olduğunu<br />
daha iyi görüyoruz: “Türk aile yapısına<br />
aykırı” ve/veya resmî tarih söyleminin<br />
dışına çıkan, insanlara gerçeğin bambaşka<br />
yüzünü göstermeye yönelen filmler, devletin<br />
gazabına uğruyor. “KCK operasyonları”<br />
sırasında bu dil daha da saldırganlaştı.<br />
Müjde Mizgin Arslan ve Özay Şahin’in,<br />
belgesel çekimleri dolayısıyla Irak ve<br />
Suriye’ye gitmiş olmaları, Mizgin Arslan’ı<br />
“terör örgütünün kültür sorumlusu” olma<br />
suçlamasıyla karşı karşıya bıraktı. Belgeselin<br />
ilk gösterimi Arslan’ın gözaltına<br />
alındığı karakolda yapıldı. Bu gözaltıdan<br />
birkaç hafta önce İçişleri Bakanı İdris Naim<br />
Şahin’in sanatçılara yönelik tehdidinin<br />
gelmiş olması tesadüf değil. “Şiirle, makaleyle,<br />
resimle terörü haklı gösteriyorlar”<br />
diyen Şahin, başta Kürt hareketine destek<br />
veren sanatçılar olmak üzere, her türlü<br />
muhalif düşüncede eser ortaya koyan<br />
sanatçıları hedef göstermişti. 18 (İdris Naim<br />
Şahin’in “terörün arka bahçesi” konuşmasının<br />
hemen ertesinde Uludere/Roboski<br />
katliamının yapılmış olması ve gazetecilerin<br />
uzun süren sessizliği, bu tehditlerin<br />
etkisini görmek açısından manidardır).<br />
Gerçekleri gösterme iddasındaki bir<br />
sinema anlayışının, devleti tedirgin etmesi<br />
şaşırtıcı değil, hele kendi içinde ve dışında<br />
savaş çığırtkanlığında direten, askerî ve siyasi<br />
operasyonlarını durdurmayı reddeden<br />
bir devletse söz konusu olan! Böyle bir<br />
ortamda, Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />
Üst Kurulu’nda İçişleri Bakanlığı’ndan bir<br />
temsilci olması bizleri nasıl tedirgin etmesin?<br />
Son olarak, öğrenci Sevil Sevimli’nin,<br />
“DHKP-C örgütü üyeliği” gerekçesiyle<br />
gözaltına alınmasında “‘Damında Şahan-<br />
Güler Zere’ belgeselini göstermek ve izlemek”<br />
suç delili sayıldı. 19 Bu da gösteriyor<br />
ki, tüm bu tehditler, sadece sinemacılara<br />
yönelik değil, bu filmleri gösteren ve izleyenleri<br />
de kapsıyor.<br />
Birkaç senedir özellikle belgesele<br />
yönelik saldırıların ardında, belgesel sinemanın<br />
devletle henüz ciddi boyutlarda bir<br />
maddi bağımlılık ilişkisi kurmamış olması<br />
gerçeği yatıyor. Bunda, teknik olanaklara<br />
ulaşmanın nisbeten daha kolay, dolayısıyla<br />
bütçesinin düşük olmasının ve ticari<br />
çıkar arzuları doğuracak koşulların henüz<br />
sağlanmamış olmasının etkisi büyük. Özellikle<br />
2004’ten başlayan Bakanlık desteği 20<br />
ile devletin, bu alandaki üretim ilişkilerini<br />
dönüştürecek yeni bir ekonomik altyapıyı<br />
yerleştirmeye ve nihayetinde hukuki düzenlemelerle<br />
bunu desteklemeye çalıştığı<br />
anlaşılıyor. Böyle bir dönemde, bağımsız<br />
sinemayı, özellikle de belgesel filmleri<br />
kayıt altına alarak kontrolünü sağlamak<br />
ve maddi bağımlılıklarla sistemin içine<br />
çekmek çabasındalar.
“Gitmek”, yön: Hüseyin Karabey, 2008<br />
Baskıların arttığı toplumlarda sıkça<br />
görüleceği gibi yozlaşma ve egemenle<br />
uzlaşma kendini gösteriyor. Özellikle iktidara<br />
yakın olma hırsları ve bizzat İçişleri<br />
Bakanı ve başbakan ağzından savrulan aydınlara,<br />
gazetecilere ve sanatçılara yönelik<br />
tehditler; devletten daha saldırgan, ispiyoncu,<br />
oto-sansürcü bir anlayışı teşvik ediyor.<br />
!f İstanbul Film festivalinde gösterilen<br />
filmlere ilişkin Star gazetesi yazarı İhsan<br />
Kabil, “Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan<br />
da festival destek fonu alan festivale biraz<br />
daha yakından bakıldığında, bazı filmlerin<br />
içeriklerinin toplumun genel kabul<br />
görmüş değerlerinin dışında konulardan<br />
seçilmesine özel bir gayret gösterildiği<br />
dikkat çekiyor” diye yazabiliyor. 21 Özellikle<br />
festivalin LBGT kuşağı olan Gökkuşağı bölümündeki<br />
filmlere atıfla “bir bütün olarak<br />
ele alındığında, toplum yapısı ve ahlak<br />
değerleriyle çatışan bu tür yapımların varlığı<br />
festivalin değerinden kaybettiriyor ve<br />
devlet desteğinin varlığını sorgulatıyor”<br />
61<br />
diyor. Açıkça Bakanlık’a festivali ihbar ediyor<br />
ve ona akıl veriyor: Parayı veriyorsun,<br />
düdüğü sen çal! Bakanlık zaten, parayı<br />
verip düdüğü çalma uygulamasına yabancı<br />
değil. 2008’de İsviçre’de düzenlenen<br />
Culturescapes Turkey festivalinde Hüseyin<br />
Karabey’in “Gitmek” (2008, 93 dk) filminin<br />
gösterimi engellenmiş, 2010’da Polonya’da<br />
düzenlenen 10. Era Yeni Ufuklar Film<br />
Festivali’nde Kazım Öz’ün “Fotoğraf”<br />
(2001, 65 dk) adlı filmi, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı’nın müdahalesi ile programdan<br />
çıkarılmıştı. Bu iki etkinlik de Kültür ve<br />
Turizm Bakanlığı’nca destekleniyordu.<br />
Festivallere, “maddi katkıda bulunmayız”<br />
tehdidi savrulmuş oluyor ve onlar buna<br />
boyun eğdikçe bağımsız sinemacılar filmlerini<br />
paylaşacak alanlarını kaybediyor.<br />
Artık mevzu, sadece hukuki ve<br />
bürokratik düzenlemelere karşı meydanı<br />
boş bırakmamak değil. Bakanlık desteğine<br />
bağımlı bir sektörün yaratılmasına, bu<br />
alanda çalışanların kendi içindeki çıkar<br />
çatışmaları da tuz biber ekiyor. Her aşaması<br />
düşünülerek ve adım adım planlanarak<br />
“sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”. Öte<br />
yandan devlet ne kadar çabalarsa çabalasın,<br />
değişen ve gelişen yeni teknolojilerin<br />
ulaşılabilirliğiyle başa çıkması mümkün<br />
değil. Biz filmler yapmaya nasılsa devam<br />
edeceğiz ve onları göstermenin yollarını<br />
elbet buluruz! Zaten tanımlanmaya çalışılan<br />
alanın dışında kalan, özgürce eserlerini<br />
ortaya koyan yönetmenler için dün neyse<br />
durum, bugün de aynı. Tek farkla: Kıskaç<br />
daraldıkça, baskı ve sansürün etkilediği<br />
sinemacıların sayısı artıyor. Bağımsız<br />
sinemayı zorlayan koşullar şiddetlendikçe,<br />
bu alandaki dayanışmanın kuvvetlenmesi<br />
de bir o kadar kaçınılmaz olacak.
62<br />
Notlar<br />
1. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />
ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1076372<br />
&CategoryID=82<br />
2. Önce USP (Ulusal Sinema Platformu),<br />
sonra TSP (Türkiye Sinema Platformu) ve<br />
son olarak TSK (Türkiye Sinema Konseyi)<br />
olarak anılan Platformdaki örgütler:<br />
BSB, SİNEBİR, SETEM, SESAM, SEYAP,<br />
TESİYAP, FİYAB, BİROY, FİLMYON, SEN-<br />
DER, SİYAD, AKSAV, ASD (Ankara Sinema<br />
Derneği), İKSV , TÜRVAK (Türker İnanoğlu<br />
Vakfı), TÜRSAK (Türkiye Sinema ve<br />
Audiovisuel Vakfı), TÜRSAV (Türk Sinema<br />
Vakfı), FİYAP, ÇASOD, SODER, ADANA<br />
ALTIN KOZA FF, BURSA İPEKYOLU FF,<br />
ANKARA FİLM FESTİVALİ (DünyaKİV),<br />
FİLMMOR, UÇAN SÜPÜRGE FF, SİSİD<br />
(Sinema Salonu İşletmecileri Derneği),<br />
İstanbul Kısa Filmciler Derneği, İstanbul<br />
Kısa Filmci Festivali, SİNESEN, Filmsan,<br />
Çizgi Filmciler Derneği (Şu an kapandı),<br />
FİİD (Film Sanayi ve Tüm Sanatçıları<br />
Güçlendirme Vakfı). Boğaziçi Üniversitesi<br />
Mithat Alam Film Merkezi ise gözlemci<br />
olarak katıldı.<br />
3. Sinema Oyuncuları Meslek Birliği-BİROY,<br />
Belgesel Sinemacılar Birliği-BSB, Film<br />
Yapımcıları Meslek Birliği-FİYAP, Türkiye<br />
Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği-<br />
SESAM, Sinema ve Televizyon Eseri<br />
Sahipleri Birliği-SETEM, Sinema Eseri<br />
Yapımcıları Meslek Birliği-SE-YAP, Sinema<br />
Eseri Sahipleri Meslek Birliği-SİNEBİR,<br />
Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları<br />
Meslek Birliği-TESİYAP.<br />
4. MADDE 15- 5846 sayılı Kanunun 42 inci<br />
maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki<br />
şekilde değiştirilmiştir.<br />
“1. Telif birliklerinin kurulması<br />
MADDE 42 – Eser sahipleri, bağlantılı hak<br />
sahipleri ve yayımcılar bu Kanun ile<br />
tanınmış hakların idaresini ve takibini,<br />
ihlallerin idari, hukuki ve cezai usullerle<br />
önlenmesini, durdurulmasını, düzeltilmesini,<br />
alınacak ücretlerin tahsilini ve hak<br />
sahiplerine dağıtımını sağlamak üzere,<br />
ilim-edebiyat, müzik, görsel-işitsel, güzel<br />
sanatlar ve yayıncılık sektörlerinde, bu<br />
madde uyarınca belirlenecek alanlarda<br />
telif birliği kurabilirler.<br />
5. http://teftis.kulturturizm.gov.tr/TR,14493/<br />
sinema-filmlerinin-degerlendirilmesi-vesiniflandirilma-.html<br />
6. http://sek.org.tr/sek-hakkinda<br />
7. http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/<br />
html/23104.html<br />
8. Siyah Bant’ın 22 Mart 2012’de yaptığı<br />
görüşme.<br />
9. http://mevzuat.meb.gov.tr/html/26171_0.<br />
html<br />
10. 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin<br />
Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması<br />
ile Desteklenmesi Hakkında Kanun”da<br />
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı<br />
çalışması<br />
MADDE 4 - Aynı Kanunun 4 üncü maddesi<br />
başlıkla beraber aşağıdaki şekilde<br />
değiştirilmiştir.<br />
“Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulları ve<br />
Üst Kurulu”<br />
MADDE 4 - Sinema filmlerinin<br />
değerlendirilmesi ve sınıflandırılması,<br />
Bakanlık bünyesinde oluşturulan<br />
Değerlendirme ve Sınıflandırma kurulunca<br />
yapılır. Kurullar; Bakanlık temsilcisi,<br />
meslek birliklerince önerilenler arasından<br />
Bakanlıkça seçilecek sektörden bir temsilci<br />
ile bir psikolog olmak üzere üç kişiden<br />
oluşur. Kurullar; yapılan değerlendirme ve<br />
sınıflandırma sonucunda, önemli görülen<br />
hallerde veya filme ilişkin öngörülen<br />
kısıtlayıcı tedbire yapımcının muvafakat<br />
etmemesi halinde, filmi bir kez daha<br />
değerlendirilmek ve karara bağlanmak<br />
üzere Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst<br />
Kuruluna gönderir.<br />
Üst Kurul; Bakanlık, İçişleri, Aile ve Sosyal<br />
Politikalar ve Milli Eğitim Bakanlıklarından<br />
birer üye, ilgili alan meslek birliklerince<br />
önerilecek uzman kişiler arasından<br />
Bakanlıkça seçilecek iki üye ile Bakanlık<br />
tarafından belirlenecek, alanında doktora
derecesi bulunan bir sosyolog, bir psikolog<br />
ve bir çocuk gelişimi uzmanı olmak<br />
üzere toplam dokuz üyeden oluşur. Üst<br />
kurul, en az altı üyenin katılımıyla toplanır<br />
ve en az beş üyenin aynı yöndeki oyuyla<br />
karar alır.<br />
Bakanlık, insan onurunun, kamu düzeninin,<br />
genel ahlakın, çocukların ve gençlerin<br />
ruh sağlığının korunması amacıyla;<br />
şiddet, pornografi ve insan onuruyla<br />
bağdaşmayan görüntü ve etkiler içeren<br />
filmleri yeniden değerlendirilmek üzere<br />
Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kuruluna<br />
sevk edebilir.<br />
11. Alejandro González Iñárritu’nun son filmi<br />
“Biutiful”a bu gerekçeyle alt kurulca +20<br />
sınırı getirilmiş, dağıtımcı firmanın itirazı<br />
üzerine Üst Kurul yeniden değerlendirmiş<br />
ve dağıtımcının talebine göre yaş sınırı<br />
+15’e çekilmişti.<br />
12. http://www.haberturk.com/kultur-sanat/<br />
haber/702190-sinemaya-tesvik-geliyor<br />
13. Yapım ve dağıtım sorunları karşısında ortak<br />
bir refleks göstermek ve çözüm üretmek<br />
için 2010 senesinde biraraya gelen<br />
Yeni Sinema Hareketi, popüler sinemanın<br />
dışında kalmış, daha ziyade muhalif ve<br />
özgün filmler gerçekleştiren yönetmen ve<br />
yapımcılardan oluşuyor. http://bianet.org/<br />
biamag/bianet/121036-yonetmenler-veyapimcilardan-yeni-sinema-hareketi<br />
14. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />
ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1076372<br />
&CategoryID=82<br />
15. http://bianet.org/bianet/siyaset/108575belediye-baskani-basbakani-elestiriyor-diye-belgeseli-sansurledi<br />
16. http://bianet.org/bianet/sanat/134774batmanda-berivan-a-gecit-yok<br />
17. http://bianet.org/bianet/toplum/127352dersim-38-belgeseline-kultur-bakaniaciklamasi<br />
18. http://www.haberturk.com/gundem/<br />
haber/700370-siirle-makaleyle-resimleteroru-hakli-gosteriyorlar<br />
63<br />
19. http://cumhuriyet.com.tr/?hn=357396<br />
20. Kanun No: 5224, Kabul Tarihi: 14.7.2004,<br />
Resmi Gazete, 21.07.2004 / 25529. İlk<br />
kurumsal destekler 2005’ten itibaren<br />
verildi.<br />
21. http://www.stargazete.com/kultursanat/<br />
tartismaya-acik-filmler-haber-426919.<br />
htm
64<br />
Yasaklanan “Bêrîvan” filminin yönetmeni Aydın Orak ile söyleşi<br />
“Bêrîvan” filminin eser işletme belgesine başvuru sürecini anlatabilir<br />
misiniz? Film için ne zaman başvurdunuz? Başvurunuz ne şekilde<br />
sonuçlandı? Sonuçla ilgili herhangi bir yazılı veya sözlü gerekçe iletildi<br />
mi?<br />
“Bêrîvan” filmimizi 2011 yılının Nisan ayı gibi dijital olarak vizyona koymayı<br />
kararlaştırdık. Eser işletme belgesi için başvuru yaptık. Cevap bize çok geç<br />
geldi. Alt kurul karar verememiş. Başvuruyu üst kurula göndermişler. O sırada<br />
film 30. İstanbul Film Festivali’ne kabul olmuş ve programa alınmıştı. Filmin<br />
gösterimine yakın bir zamanda eser işletme belgesi başvurumuza cevaben<br />
bir mektup geldi. Filmi yasaklamışlar. Yani eser işletme belgesini vermediler.<br />
Mektupta şunlar yazıyordu: “Anayasamızın temel ilkelerine aykırı, kamu<br />
düzenini olumsuz yönde etkileme amaçlı, tarihî olayları çarpıtan, toplumda<br />
kin ve nefret düşmanlığını körükleyen, Türk milletinin birlik ve beraberliğini<br />
bozucu, PKK propagandası yapan unsurlar içermesi nedeniyle ticari dolaşıma<br />
ve gösterime sunulması oy birliği ile uygun bulunmamıştır.”<br />
“Bêrîvan” filminin işletme belgesi alamadığını sizler kamuoyunda<br />
paylaştıktan sonra Bakanlık ile bir iletişim oldu mu?<br />
Hayır. Bakanlıkla herhangi bir iletişimimiz olmadı. Fakat filmin yasaklanma<br />
haberi basında yayınlanınca, bakanlıkla görüşen gazetecilere açıklamasını<br />
yapmışlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü<br />
Hakan Taşçı yasaklama ile ilgili, diyaloglara iyi bakılması gerektiğini, PKK<br />
propagandası yapan unsurlar olduğunu, belgeseli destekleyenler arasında Roj<br />
TV’nin bulunduğunu söyledi. Tekrarlamakta fayda var. Tüm bu açıklamalardan<br />
yola çıkarak şunları söylüyorum. Türkiye’de bir film yapmak için anayasanın<br />
temel ilkelerini mi okumak lazım? Tarihî olayları çarpıtma denmiş. Filmde<br />
çektiğim tek kurmaca görüntü yok, yazdığım tek cümle yok. PKK propagandası<br />
denmiş. Kürtlerle ilgili doğru söylediğimiz herşey onlara göre propaganda.<br />
Onların işine gelmeyen herşeye “propaganda” damgası vuruyorlar. Milliyetçiulusalcı<br />
kafatasçı film ve dizileri değil yasaklamak, göklere çıkarıyorlar. Ayrıca<br />
müdür Taşçı, Roj TV destekli demiş. Eğer devlet de arşivinden yararlanmama<br />
izin verseydi, filmin jeneriğinde onlara da teşekkür ederdik. Filmde Roj TV<br />
arşiv konusunda destek verdiği için jenerikte teşekkür kısmında ismini geçtik.<br />
Bu, nasıl bir filmin yasaklanmasına neden olabilir anlamış değilim.<br />
Cannes Film Festivali’nde filmin standda yer almasına kim karar<br />
verdi? Bakanlık neden böyle bir açıklama yaptı? Sonra değişen birşey<br />
oldu mu?<br />
Bakanlık ve Ankara Sinema Derneği basına o kadar manipüle ve yalan demeçler<br />
verdiler ki, resmen yaptıklarını inkâr ettiler. Bu konuda tüm basını ve<br />
sinema eleştirmenlerini de kendilerine alet ettiler. O zaman da kataloğu ve<br />
raporları basınla paylaştım. Ama görmezden geldiler. Bakanlık her yıl Cannes<br />
Film Festivali gibi büyük festivallerde Türkiye’de o yıl yapılan film, belgesel<br />
ve kısa filmleri Türkiye standında sergiler ve bu filmlerin 25 DVD kopyasını
diğer ülke festival koordinatörlerine verir. Ve bunları rapor eder. Bakanlığın<br />
bu ihalesini de her yıl Ankara Sinema Derneği alır. Ankara Sinema Derneği,<br />
filmin 25 kopyasını kimlere verdiğini belirten listeyi ve Cannes için bastıkları<br />
İngilizce kataloğu bize gönderdi. Katalogda “Bêrîvan” filmimiz ilk sayfada yer<br />
alıyor. Bu katalog ve raporu basınla paylaştık. Ankara Sinema Derneği biz kataloğu<br />
paylaştıktan sonra iddiasından vazgeçip durumu kabul etmek zorunda<br />
kaldı. Fakat bu sefer Bakanlıkla bir olup “Bêrîvan”ın Türkiye’yi temsil etmesinin<br />
söz konusu olmadığını belirttiler. Defalarca açıklama yaptılar. Ama bir<br />
gerçek var ki, film hem Türkiye standında hem de stand kataloğunda yer aldı.<br />
Bunun üstünü örtmeye başladılar. Bazı gazeteler yanlış haber yaptı. Filmin<br />
“Bêrîvan”,<br />
yön: Aydın<br />
Orak,<br />
2011<br />
65
66<br />
Cannes’da gösterildiği gibi haberler çıktı. Bu doğru değildi. Film Cannes’da gösterilmedi.<br />
Cannes’ın Türkiye standı ve kataloğunda yer aldı. Bakanlık da bundan<br />
yola çıkarak filmin Türkiye’yi temsil etmesinin söz konusu olamayacağı gibi bir<br />
yazılı açıklama yaptı. Zaten biz hiçbir zaman filmin Cannes Film Festivali’nin<br />
gösterim programında olduğunu söylemedik. Bakanlık ve Ankara Sinema<br />
Derneği manipülasyonlarını bu yanlış haber üzerine kurdular. Ve buradan bize<br />
saldırdılar. Buradan bir kez daha soralım: Filmin Türkiye standında ve bu standı,<br />
yani Türkiye’yi temsilen basılan katalogda yer alması ne anlama geliyor? Film,<br />
Türkiye’de yasak. Ama dışarıda temsiliyet değil de, nedir? Bana göre iki tür temsiliyet<br />
var: Biri festivalin gösterim programındaki filmler. Bir de filmlerin Türkiye<br />
stand ve kataloğunda sergilenmesi. Tüm bu yasaklamaların resmî belgeleri ve<br />
katalog elimizde, isteyen kişi veya kurumlara gösterebiliriz. İşin ilginç tarafı tüm<br />
bu yasaklamalara rağmen, hiç kimse kılını kıpırdatmadı. Sinema eleştirmenleri,<br />
sinema dernekleri, kurumlar… Herkes susmayı tercih etti. Bundan dolayı bir<br />
gelişme sağlayamadık. Anlayacağınız bu yasak konusunda yalnız kaldık. Sadece<br />
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, öğrenci, öğretim görevlisi ve dekanıyla<br />
bir olup filmi sahiplenmeye karar vermişler. Üniversitede kalabalık bir kitleye<br />
filmi gösterdiler ve gösterimin ardından çok iyi bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu<br />
gösterimi yasağa karşı, inadına üniversitenin içinde gerçekleştirdiler.<br />
Filmin gösterimi ile ilgili sorun yaşıyor musunuz? Batman’daki<br />
gösterim iptal olduktan sonra herhangi başka bir vaka oldu mu?<br />
Filmi 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali dışında ne ulusal ne yerel, ne<br />
demokrat, ne devrimci hiçbir festival programa alma cesaretini gösteremedi.<br />
Film ilk Bursa Emniyet Müdürlüğü, sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ve ardından<br />
da Batman Valiliği tarafından yasaklandı. Fakat devletin olmadığı her gösterim<br />
çok iyi geçti ve geçiyor. Özel gösterimlerde bir sorun çıkmadı. Filmin ilk galasını<br />
olayın yaşandığı Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaptık. Büyük bir heyecan yaşandı. Geniş<br />
bir çadırda gösterim oldu ve yüzlerce insan izledi. Türkiye’de genellikle özel<br />
gösterimler yaptık. Avrupa’nın 10’dan fazla ülkesinde gösterimler yaptık.<br />
Filmi yasaklayan kurulda kimlerin olduğunu biliyor musunuz?<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Sinema Müdürü Hakan Taşçı bir gazeteciye,<br />
komisyonda 9 kişinin bulunduğunu söylemiş: “Bakanlık temsilcisi olarak<br />
bir kişi var. İçişleri, Milli Eğitim bakanlıklarından birer, sinemayla ilgili meslek<br />
kuruluşlarından üç, konusunda doktora derecesi olan sosyolog, psikolog ve<br />
çocuk psikoloğu da komisyonda yer alıyor.” Bu durumdan şunu anlıyoruz. Tüm<br />
komisyon hükümetin kendi adamlarından oluşuyor. İstediği gibi at koşturuyorlar.<br />
Bu karara itiraz ettiniz mi?<br />
Karara itiraz etmedik. O süreçlere giremedik. Fakat bu yasağı Avrupa İnsan<br />
Hakları Mahkemesi’ne taşımak istedik. Ama yoğunluktan o sürece de giremedik.<br />
Hukuki bir süreç izlemeyi düşündünüz mü?<br />
Düşündük. Fakat bir türlü bu süreci izlemeye ne takatimiz kaldı ne de zamanımız<br />
elverdi. Ama daha iş işten geçmiş değil. Bu süreci tekrar başlatabiliriz.
Bu yasaklama aynı zamanda yurtdışı için geçerli mi? Yurtdışındaki<br />
festivallerde gösteriliyor mu?<br />
Filmin yurtdışı yasağı yok. Çıkan karar filmin Türkiye dağıtımını engellemek<br />
içindi. Film Türkiye’de yasaklanınca yurtdışı festivallerine de gönderemiyorsunuz.<br />
Çünkü yurtdışı festivallerinin çoğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na<br />
danışıyor. Böyle bir durumda bakanlığın yasakladığı filmimizi bu festivallere<br />
önermesi söz konusu olamazdı. Fakat film Avrupa’daki çeşitli alternatif ve<br />
muhalif film festivallerinde gösterildi. Ve hâlâ gösteriliyor.<br />
Filmin kitlelere ulaşması için neler yapıyorsunuz?<br />
Film yasak. Yani resmî olarak film yasaklandı. Bu yasağı delip filmin DVD’sini<br />
basacak bir yayıncıyla karşılaşmadık daha. Fakat filmin Türkçe, İngilizce,<br />
Almanca, Fransızca, İtalyanca, Arapça gibi dillerde altyazısı olduğu için<br />
yurtdışında DVD’sini basmak gibi bir düşüncemiz var. Filmin internet sitesini<br />
yaptık. Oraya yükledik. Fakat devam edemedik. Sonra filmi iPhone’a yükleme<br />
girişimleri oldu. O girişimler devam ediyor. Filmi kendimiz DVD yaptık. Birkaç<br />
yerde satışı oluyor. Film gösterimlerinde standa koyuyoruz. Bazı yerlerde<br />
korsancılara izin verdik.<br />
67
68<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Bêrîvan”<br />
filmini yasaklama gerekçesini belirten yazı
Batman Valiliği’nin “Bêrîvan” filminin<br />
gösterimini yasakladığını bildiren yazı<br />
69
70<br />
Dersim katliamının yasaklanan belgeseli: “38”<br />
Yönetmenliğini Çayan Demirel’in yaptığı, 1938 Dersim katliamının anlatıldığı<br />
“38” adlı belgeselin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />
Kurulu tarafından ticari dolaşımının ve gösteriminin yasaklandığı 2007<br />
yılından günümüze kadar yaşadığı sürecin irdelenmesi iki açıdan önem teşkil<br />
ediyor: İlk olarak, bu vaka, <strong>kitap</strong>ta Elif Ergezen’in detaylarıyla anlattığı eser<br />
işletme belgesi uygulamasının, devletin elinde film üretimini kontrol ve denetim<br />
altında tutmak ve uygun görmediği filmleri yasaklamasını meşrulaştırmak<br />
amacıyla bir araca dönüştürülebileceğini gösteriyor. İkincisi, geçmişle yüzleşme<br />
iddiasıyla Dersim katliamını gündeme getiren, Meclis’te olayların araştırılması<br />
için bir komisyon kuran, “devlet adına özür dilemek gerekiyorsa özür<br />
dileyen” hükümetin, aynı zamanda katliamı belgeler ve tanıklıklarla anlatan bir<br />
belgeseli yasaklamaya devam ve ısrar etmesi hükümetin bu konudaki ikiyüzlülüğünü<br />
kanıtlıyor. Bakanlık ve yapım şirketi arasında süren davanın gidişatı<br />
ve Bakanlığın filmin yasaklanması için öne sürdüğü gerekçeler bu ikiyüzlülüğü<br />
açıkça görmemizi sağlıyor.<br />
2007 yılında filmin yapımcısı VTR şirketi tarafından, filmin kayıt, tescil<br />
ve ticari dolaşıma sunulması için Bakanlığa başvuruda bulunuldu. 18.10.2007<br />
tarihinde Bakanlık tarafından gönderilen yazıda, başvuru, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı Değerlendirme ve Sınıflandırma kurulunca 5224 sayılı Sinema<br />
Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi hakkında<br />
kanun ve buna bağlı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına<br />
ilişkin Usul ve Esaslar hakkında yönetmeliğin 11. maddesine göre “38”<br />
filminin “ticari dolaşıma ve gösterime sunulması uygun bulunmadığı” ifadesi<br />
ile reddedildi ve film böylece sansürlenmiş oldu.<br />
Bunun üzerine, yapım şirketi alınan kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu<br />
belirterek kararın iptali ve yürütmenin durdurulması talebiyle Bakanlığa dava<br />
açtı. Dava dilekçesinde, Kurul kararının raporunun başvuru reddi dilekçesiyle<br />
beraber ekte sunulacağı belirtilmesine rağmen sunulmaması, bu sebeple adil<br />
yargılanma hakkının ihlal edildiği ve Anayasanın 38. maddesine göre ceza ve<br />
ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerinin yönetmelikle değil, ancak kanunla<br />
konulabileceği, yönetmelik kararını esas alan “38” filminin yasaklanmasının<br />
yasaya ve hukuka aykırı olduğu, usule ilişkin iptal gerekçeleri olarak belirtildi.<br />
Esasa yönelik iptal gerekçeleri olarak ise, filmin “38”in tarihe tanıklık eden<br />
geçmişle yüzleştirme, böylece travmayı rehabilite etme işlevi olan bir belgesel<br />
filmi olduğu, bir sanat eseri olması sebebiyle Anayasanın 27. maddesinde belirtilen<br />
bilim ve sanat özgürlüğü çerçevesinde korunulması gerektiği, yönetmelikte<br />
belirtilen sınırlandırma ölçütlerinin filme uymadığı, filmin kamu düzenini<br />
bozacak nitelikte somut bir tehlike yaratacak özelliklere sahip olmadığı ve bu<br />
kararı veren kurulun Anayasanın koruması dışına çıkarak yeni sınırlandırma<br />
ölçütleri yaratamayacağı, filmi yasaklayarak filmi üretenler kadar izleyenlerin<br />
de hak ve özgürlüklerinin engellendiği ileri sürüldü ve bilirkişi tayin edilmesi<br />
istendi.<br />
İlk bilirkişi raporunun filmin aleyhine karar vermesi üzerine, yapımcı<br />
şirket rapora itiraz etti ve yeni bilirkişiler tayin edilmesini istedi. İkinci bilirkişi
“38”, yön: Çayan Demirel, 2006<br />
raporunda ise filmin belgesel niteliği taşıdığını, “bazı incitici ve rahatsız edici<br />
bölümler içermekle beraber ‘kamu düzenini ve genel ahlakı’ bozar nitelikle<br />
olmadığı ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği” belirtildi.<br />
Bu rapor üzerine yürütmeyi durduran Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin<br />
kararına Kültür ve Turizm Bakanlığı itiraz etti. Filmin tek taraflı anlatımlara<br />
dayandırılmış olup, yapımda karşı anlatımlara yer verilmediği, objektif bir<br />
yöntem benimsenmediği gerekçesiyle belgesel film nitelikleri taşımadığı, “tek<br />
taraflılığı ve filmin başından sonuna kadar devam eden ve ülke birliğimiz ve<br />
barışı açısından tehlike yaratacak propaganda unsurlarının yürütmenin durdurulması<br />
kararına esas teşkil eden bilirkişi raporunda göz ardı edildiği” iddia<br />
edildi. Bakanlık, bilirkişi raporunda yer alan filmin kamu düzenini bozmayacağı<br />
kararıyla ilgili itirazını ise şu şekilde dillendirdi: “Ülkemizin son elli yıldır içinde<br />
bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullar dikkate alınacak olduğunda; sinema<br />
filmleri gibi toplumun büyük kesimine ulaşan paylaşımların; kamu düzeni<br />
üzerine etkisi yadsınamayacak olup; işledikleri konuların denetimlerinde daha<br />
hassas olunması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bilirkişi raporunda geçen ‘bir<br />
tek belgeselin gösterime girmesiyle bozulacak bir düzenden söz edilebilir mi<br />
soru konusudur’ savı doğru değildi. Film gösterime girdiğinde, ülke içinde<br />
kamu için zararlı olan, diğerlerini yabancılaştıran, düşmanlaştıran bir etki<br />
yaratabilecek, yurtdışında da tıpkı daha önce ülkemizi çok olumsuz yansıtan<br />
‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin etkisini oluşturacaktır”.<br />
Bakanlığın yaptığı bu itiraz, mahkeme tarafından reddedildi. Bunun üzerine<br />
Bakanlık, kararın iptali için üst makam olan Danıştay’a başvurdu. Filmin<br />
akıbeti Danıştay’dan gelecek karardan sonra belli olacak. Film, geçen yıllar<br />
boyunca hiçbir ulusal ve uluslararası festivalde gösterilmedi ve DVD basımı<br />
gerçekleştirilemedi.<br />
71
72<br />
İnce sınırlar:<br />
Küratör<br />
Güncel sanatta<br />
sermaye, sanat kurumu ve<br />
devlet üçgeninde sansür<br />
Güncel sanatın sermayeyle olan organik bağı ve göreceli olarak<br />
kapalı bir grup olmasının getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol<br />
baskısı, sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün epey<br />
kısıtlanmasına neden oluyor.<br />
Son beş yılda hem yurtdışında hem de<br />
Türkiye’de güncel sanat sergilerinde sansür<br />
vakalarının bir artış gösterdiğini söyleyebiliriz.<br />
Türkiye bazında ele aldığımızda<br />
bu artışı, güncel sanatın son dönemde<br />
popülerleşmesi ile daha da görünür<br />
olmasına bağlayabiliriz çünkü medyanın<br />
ilgisinin artması ile daha önce göreceli olarak<br />
özerk bir alan olarak algılanan güncel<br />
sanatın üretimi ve tüketimi üzerindeki<br />
denetim mekanizmaları arttı. Bununla eş<br />
zamanlı olarak hükümetin son dönemde<br />
yaptığı sanat ve terör bağlantısı vurgusu<br />
ve muhafazakâr sanat tanımlaması devlet<br />
bazında da baskının artarak ilerleyeceğinin<br />
bir işareti olarak algılandı. Her ne kadar<br />
güncel sanat bir özgürlük alanı olarak<br />
tanımlansa da ve bugüne kadar eleştirel<br />
birçok proje yapılmış olsa da aslında bu<br />
sadece tanımlanmış sınırlar içinde var olabilen<br />
bir özgürlük alanı. Güncel sanatın,<br />
piyasanın, medyanın ve devletin daha çok<br />
ilgisini çekmesi ile bu sınırların her gün<br />
biraz daha daralmaya başladığı ise aşikâr.<br />
Güncel sanatta yaşanan sansür olaylarında<br />
sanatçılar sadece baskı ve tehdide<br />
maruz kalmıyor, çoğu zaman da mücade-<br />
Arzu Yayıntaş<br />
lelerinde yalnız kalıyorlar. Buna hem güncel<br />
sanatın özerk bir alan olarak görülmesi<br />
nedeniyle yaşanan sansür olaylarının ifade<br />
özgürlüğü alanında çalışan aktivistler<br />
tarafından münferit olaylar olarak tanımlanması<br />
hem de güncel sanat aktörlerinin<br />
örgütsüzlüğü neden olmaktadır. Güncel<br />
sanatın sermayeyle olan organik bağı ve<br />
göreceli olarak kapalı bir grup olmasının<br />
getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol baskısı,<br />
sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün<br />
epey kısıtlanmasına neden oluyor.<br />
Kurumlar ve bugüne kadar yapılan uluslararası<br />
sergiler bazında incelediğimizde,<br />
aslında gerek sponsorlar gerekse küratörler<br />
bazında hep aynı isimlerin önemli<br />
kapıları tutmasıyla ortaya çıkan güç<br />
odakları bugüne kadar kayda geçen sansür<br />
vakalarının buzdağının görünmez kısmı<br />
olduğu izlenimini veriyor çünkü kimi<br />
zaman sanatçının bunu ifşa etmesi, kişisel<br />
ilişkileri ve gelecekteki sergilere davet<br />
edilmeme çekincesi nedeniyle zorlaşıyor.<br />
Bu durum aslında daha çok serginin ya da<br />
etkinliğin hazırlık aşamasında, yani daha<br />
sergi izleyiciyle buluşturulmadan gerçekleşen<br />
sansürlerde geçerli. 2011’in sonunda
İstanbul Modern’de yaşanan sansür vakası<br />
böyle bir duruma örnek gösterilebilir. 1 Bu<br />
vaka farklı kurumların da devreye girmesi<br />
nedeniyle, Türkiye’deki güncel sanat<br />
dengelerini ve de sansürü tanımlamada<br />
yaşanan zorlukları anlamada oldukça<br />
bilgilendirici.<br />
Sansür, İstanbul Modern’in eğitim<br />
programına destek için düzenlediği müzayede<br />
gecesine bağış istediği sanatçılardan<br />
Bubi Hayon’un, müzayede için ürettiği<br />
koltuğa, küratörlerin onayını almadan bir<br />
oturak eklemesi nedeniyle gerçekleşti.<br />
Küratörler bu müdahaleyi konsepte<br />
uygun bulmadıklarını belirterek, işi müzayedeye<br />
almamaya karar verdiler. Bubi’nin<br />
bu durumu deşifre etmesi üzerine sanatçılar<br />
ve küratörler sosyal medyada önce<br />
bunun bir sansür olup olmadığını, sonrasında<br />
da müzeye bir tepki verilmesinin<br />
gerekliliğini tartışmaya başladılar. AICA<br />
(Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği)<br />
ve UPSD’nin (Uluslararası Plastik Sanatlar<br />
Derneği) sanatçının özerkliğini yok sayan<br />
“Oturak”, Bubi, 2011<br />
73<br />
ve kurumu koruyan “bu bir sansür değildir”<br />
açıklaması üzerine sanatçılar, Hakan<br />
Akçura’nın “Sansürün ‘Koşullu’suna da<br />
‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da hayır!”<br />
başlıklı metnini, metnin dilinde eleştirdikleri<br />
bazı noktalar olsa da, sansüre ve taraf<br />
olan kurumlara ortak bir tepki göstermek<br />
adına imzaladılar. 2 Hemen ertesinde İstanbul<br />
Modern’de programda yer alan sanatçı<br />
konuşması, Mürüvvet Türkyılmaz’ın ve<br />
Seda Hepsev’in müdahalesiyle sansürün<br />
tartışılacağı bir platforma dönüştürüldü.<br />
Bu konuşmada, izleyicilere de söz verilerek<br />
kamusal–özel ayrımından, çağdaş sanat<br />
dünyasındaki güç ilişkilerine, sansürün<br />
tanımına, AICA ve UPSD’nin konumlarına<br />
ve sermaye güç ilişkilerine kadar birçok<br />
konunun tartışılmasında ilk adımlar atıldı.<br />
Bu konuşmaya AICA’dan katılan kimi<br />
isimler “bu sansür değildir” açıklamalarını<br />
şiddetle savunsalar da, diğer katılımcılar<br />
ile birlikte konuyu tartışarak kuruma göre<br />
daha yapıcı bir tutum sergilediler. Oturumun<br />
sonunda “Hayal ve Hakikat” sergisi<br />
sanatçılarından Selda Asal, Atılkunst, İnci<br />
Furni, Leyla Gediz, Gözde İlkin, Ceren Oykut,<br />
Neriman Polat, Ekin Saçlıoğlu, Güneş<br />
Terkol ve Mürüvvet Türkyılmaz her türlü<br />
sansüre karşı olduklarını belirterek sergiden<br />
çekildiklerini açıkladılar. Sanatçıların<br />
haklarını korumak için kurulmuş olan bir<br />
dernek olan UPSD’nin kurumu koruyan,<br />
imzacılara üstten bakan, eleştiriye bu<br />
kadar kapalı ve sermaye-küratör-müze<br />
ilişkilerinde kendini otorite ilan eden tutumu,<br />
güncel sanatın ne kadar güç odaklı<br />
olduğunun bir göstergesi. 3<br />
Öncesinde sessiz kalmayı tercih eden<br />
İstanbul Modern daha sonra tartışmaları<br />
“şaşkınlıkla” izlediğini belirterek ve “seçim<br />
hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da<br />
kuruma aittir” diyerek durumu tartışmayı<br />
tamamen reddettiğini açıkladı. 4 Bununla<br />
da kalmayarak Levent Çalıkoğlu ve imzacı<br />
sanatçılardan biri olan Leyla Gediz arasındaki<br />
özel yazışmalar basın ile paylaşılarak,
74<br />
sanatçıların üzerindeki baskının kişisel düzeyde<br />
de devam edeceğinin sinyali verildi.<br />
İstanbul Modern’de sansür protestosu<br />
Bu durum aslında var olan güncel sanat<br />
ortamında sanatçının uğradığı sansürü<br />
ifşa etmesi kadar sansüre uğrayana da<br />
destek vermesi durumunda ne tür baskılara<br />
maruz kaldığının önemli bir göstergesi.<br />
İstanbul Modern, kuruluşu bakımından<br />
kurumsal protokolleri takip etmemesi ve<br />
müze küratörlerinin seri istifaları nedeniyle<br />
bugüne kadar birçok tartışmaya konu<br />
olmuştu, ama daha önce dışarıya yansıyan<br />
bir sansür vakası yaşanmamıştı. Bu son<br />
olayda takındığı tutumla aslında İstanbul<br />
Modern, sanatçının özerkliğini tanımadığını<br />
ve sanatçı-küratör ilişkisinde yaptırımcı<br />
bir yaklaşımı benimsediğini ortaya koymuş<br />
oldu. Bu yaşananlar sanatçıların bir<br />
durum analizi yapmasına vesile oldu ve<br />
kendilerine alan açabilmek için örgütlülüğün<br />
yollarını araştırmaya başladılar.<br />
İstanbul Modern vakasında sansürü<br />
uygulayan aktör olarak kurumdan çok küratör<br />
ön plana çıkıyor ve kurum küratörün<br />
kararının arkasında duruyor gözüküyor.<br />
Bu durum, güncel sanatta küratörün<br />
rolünün bir analizini yapma gerekliliğini<br />
ortaya koyuyor. Küratör en basit tanımıyla<br />
serginin kavramsal çerçevesini oluşturan<br />
ve sergide yer alacak sanatçıları seçen kişi<br />
olarak özünde özerk ve de güçlü bir aktör.<br />
Bu anlamda küratör ifade özgürlüğünün<br />
ve eleştirel dilin bir kalesi olarak gözükse<br />
de aslında bu durum bir kuruma bağlı<br />
olup olmamasına, kişisel duruşuna, sermaye<br />
ve piyasa ile kurduğu ilişkilere bağlı. Bir<br />
kuruma bağlı olarak çalışan bir küratörün<br />
kurumun ideolojisinden, sermaye ilişkilerinden<br />
bağımsız olarak hareket ettiğini<br />
düşünmek aslında bir yanılsamadan<br />
ibaret. Kimi zaman küratörler kurum içi<br />
uğradıkları baskı ve sansür deneyimlerini<br />
dışa kapalı olarak verdikleri mücadeleler<br />
ile bertaraf ediyor (bunun için bazen istifa<br />
etmekle tehdit ediyorlar ve bazen istifa<br />
etmek zorunda kalıyorlar), kimi zaman<br />
buna maruz kalmamak için en baştan<br />
oto-sansür mekanizmalarını çalıştırıyor,<br />
kimi zaman da İstanbul Modern olayında<br />
olduğu gibi tamamen kurumun ya da bağlı<br />
olduğu sermayenin ideolojisi ve çıkarları<br />
ile özdeşleşmiş bir şekilde hareket ederek<br />
kendileri sansür uyguluyor. Bu durum<br />
aslında son dönemde kültür endüstrisinin<br />
içerisinde hareket etmek zorunda kalan<br />
küratörün farklı roller üstlenmesinden,<br />
güncel sanat ortamının gittikçe daha<br />
ticarileşmesinden ve sanat kurumlarının<br />
sermaye şirketleri gibi ziyaretçi sayısı<br />
üzerinden performans değerlendirmeleri<br />
yapmalarından kaynaklanıyor. Bu da<br />
küratörlerin kendilerine direniş alanları<br />
yaratabilmek için çok acil farklı stratejiler<br />
geliştirmek zorunda olduğunu gösteriyor.<br />
Sansür vakalarının çoğunluğu sanat<br />
eserlerine uygulanarak sanatçılar üzerinden<br />
ilerliyor ve küratör genelde sanatçının<br />
haklarını koruyan kişi olarak gündeme<br />
geliyor. Aslında sergiden bir eserin kaldırılması,<br />
küratörün de hatta o sergide yer<br />
alan diğer sanatçıların da sansüre uğradığı<br />
anlamına geliyor çünkü sansür, küratörün<br />
kurguladığı sergi bütünlüğüne dolayısı<br />
ile ifade özgürlüğüne bir müdahaledir<br />
aslında. Sansüre uğramış bir güncel sanat<br />
sergisi bir anlamda sansürü uygulayan
otorite tarafından evcilleştirilmiş demektir<br />
ve bu da sergide yer alan diğer sanatçıların<br />
alanına girmek anlamına gelir.<br />
Türkiye’de ve uluslararası sansür vakalarında<br />
genel olarak küratör ve sanatçı ortak<br />
hareket ederek durum ile mücadele ediyor.<br />
Çok nadir olarak sergi tümüyle geri çekiliyor.<br />
Sanırım bu durum genel olarak tüm<br />
sanatçılar ile konsensusa varılamamasından<br />
ve sergi yapım sürecinde imzalanan<br />
sözleşmelerin yaptırım gücünden kaynaklanıyor.<br />
Küratörlerin sansür deneyimi genel<br />
olarak sanat eserleri bazında gündeme<br />
geliyor çünkü onların uğradığı sansür<br />
deneyiminin görünürlük kazanması ve de<br />
sansür olarak tanımlanması çok daha zor<br />
oluyor. Kurum içinde çalışan küratörler<br />
genel olarak kurum politikasının ışığında<br />
fikirlerini oto-sansürleyerek herhangi<br />
bir çıkar çatışması yaratacak durumun<br />
çıkmasını engelliyor, bağımsız çalışan<br />
küratörler ise aykırı ya da çok politik<br />
bulunan sergi projelerini genelde kurumlara<br />
kabul ettiremiyor ya da sponsorlardan<br />
destek alamıyorlar. Reddediliş nedenleri<br />
olarak program yoğunluğu ya da kaynak<br />
eksikliğinin gösterilmesi, bu yaklaşımı bir<br />
ifade özgürlüğü sınırlaması olarak tanımlamakta<br />
zorluk çıkarıyor. Kurumların sergi<br />
projesini kabul edip sonradan ortaya çıkan<br />
sonuçtan rahatsız olduğu durumlarda ise<br />
farklı şekillerde sanatçının özerkliğine müdahalede<br />
bulunuluyor. Fırat Arapoğlu’nun<br />
Nisan 2012’de Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat<br />
Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığı “Müze<br />
İçinde Bir Müze” isimli sergide yaşananlar<br />
aslında bu duruma bir örnek. 5 Müze<br />
kavramını ve dolayısı ile sanat ve sermaye<br />
ilişkisini sorgulayan serginin, hazırlık aşamasındaki<br />
bütçe, sergi tasarımı ve <strong>kitap</strong><br />
tasarımı gerginlikleri sonrasında, sanatçıların<br />
eserlerinin üretiminde de sorunlar<br />
yaşanmış. Anti-pop’un müzeyi olimpik<br />
havuza dönüştürdüğü çalışması müzenin<br />
yerleştirme için geç onay vermesi üzerine<br />
sergi açılışına yetiştirilememiş ve açılış<br />
75<br />
sonrası tamamlanmasına izin verilmemiş.<br />
Elif Öner’in www.elgizmuseum.com alan<br />
adını alarak, buradan bir penis büyütücü<br />
reklamının sponsorluğunda sanat işini<br />
ürettiğini belirten “Histeri” isimli çalışma<br />
ise, müzenin sanatçının onaylanan projesinin<br />
bu olduğuna itiraz etmesi nedeniyle<br />
“Müzeye haber verilmeden, proje küratörü<br />
tarafından Histeri adlı farklı bir projesi<br />
sergiye dâhil edildi” ibaresiyle sergilendi.<br />
Sergi bitiminde ise Müze, Öner’e “marka<br />
hakkını ihlal ettiği” gerekçesiyle dava<br />
açıp siteye erişimin engellenmesini talep<br />
etti. Şu anda Öner’in hazırladığı sitede<br />
görsel algılanamayacak kadar küçük bir<br />
boyuta getirilmiş durumda ve sergi bilgisi<br />
Proje4L’nin <strong>web</strong> sitesinde önceki sergilerin<br />
yer aldığı kronoloji kısmına konulmayarak<br />
müzenin belleğinden çıkarılmaya çalışılıyor.<br />
Bu olay sanat kurumlarının ne kadar<br />
keyfî hareket edebildiklerinin bir örneği.<br />
Öner’in yaşadığı bu sevimsiz olayı aslında<br />
ilk olarak sanatçı-küratör-müze üçgeninde<br />
incelememiz gerekiyor. Sergi kurgulanırken<br />
küratör-sanatçı ilişkisinde iki yol<br />
izlenebiliyor. İlki sanatçıyı var olan bir<br />
eseri ile davet etmek, ikincisi ise sanatçıyı<br />
küratörün sunduğu konsept içerisinde<br />
yeni bir proje yapmak üzere çağırmak. İlki<br />
genellikle problemsiz ilerliyor, diğeri ise<br />
biraz daha çetrefilli olsa da her iki aktör<br />
için daha doyurucu ve yaratıcı bir süreç<br />
oluyor. Bazen yeni eser üretim sürecinde<br />
küratör fazla müdahaleci olabiliyor, hatta<br />
bu durum nadir de olsa sansür bakış<br />
açısından bile okunabilecek bir noktaya<br />
gelebiliyor ama genellikle bunlar kamu ile<br />
paylaşılan bilgiler olmak yerine dedikodu<br />
olarak dışarıyla paylaşılıyor. Sanatçı, küratör<br />
tarafından davet edildiği için genellikle<br />
kurum ile ilişkisi küratör üzerinden<br />
gerçekleşiyor. Bağımsız küratör – müze<br />
ilişkisinde ise durum çok daha karışık.<br />
Kurumun küratörü davet ettiği koşullarda<br />
onun sunduğu projeye çok doğrudan bir<br />
müdahalede bulunamıyorlar. Kurumlar
76<br />
bütçe sıkıntısı, program değişikliği gibi bahaneler<br />
ile dolaylı yoldan durumu kontrol<br />
etmeye çalışıyor. Küratörün geri çekilmesini<br />
engellemek için sanatçı ve eser<br />
seçimine müdahale etmeye çekiniyorlar.<br />
İlişkilerde karşılıklı bir mutabakat olduğu<br />
varsayılarak ilerleniyor. Küratörün kuruma<br />
başvurduğu projelerde ise, kurum kendisini<br />
güvenceye almak için onay vermeden<br />
önce küratörden tüm detayları önceden<br />
vermesini isteyebiliyor. “Müze İçinde<br />
Bir Müze” sergisinde bu iki durumun bir<br />
karışımı olduğu anlaşılıyor. Türkiye’de<br />
güncel sanat ortamında genel olarak yazılı<br />
bir sözleşme yapılmadan projeler gerçekleştiriliyor.<br />
Söz, esas kabul ediliyor. Bu<br />
durum sanatçı ve küratör açısından kimi<br />
zaman problemler çıkarsa da kimi zaman<br />
özgürleştirici olabiliyor. Sözleşme olmadığı<br />
durumda örneğin sanatçılar eserlerini<br />
çekmede özgür olabiliyorlar. Ama son dönemde<br />
sanatın gittikçe daha ticarileştiğini<br />
ve sanat kurumlarının güçlerini sanatçılardan<br />
aldıklarını unuttuklarını düşünürsek,<br />
kurumlarla ve sponsorlarla yapılan projelerde<br />
özellikle ifade özgürlüğü haklarını<br />
koruyan sözleşmelerin yapılması önem<br />
kazanıyor. Bir eserin “müzeye haber verilmeden<br />
projeye dâhil edilmiştir ibaresi ile<br />
sergilenmesi” kafa karıştırıcı olduğu kadar<br />
kafa açıcı da. Sergi konseptini düşününce<br />
bu tutum, müze, küratör, sanatçı ilişkilerini<br />
ve gerilimlerini deşifre etmesi açısından<br />
önemli. Müzenin bu işi sergiden çıkarmak<br />
istediği ama küratörün baskısı nedeniyle<br />
bunu yapamadığı anlaşılıyor. Müzenin<br />
sanatçı ile ilişkilerini küratör üzerinden<br />
sürdürmesine rağmen sergi sonrasında,<br />
Öner’i dava etmesi aslında trajikomik bir<br />
olay. Proje4L, işin bir sanat eseri olduğunu<br />
kabul ediyor ama marka hakkı ihlalinden<br />
dava açarak <strong>web</strong> sitesine erişimin engellenmesi<br />
istiyor. Müze açıklamasında,<br />
Öner’in kullandığı görsel için “ahlâksız<br />
imge” vurgusu da yapıyor. Elif Öner’in<br />
davası için her ne kadar bir grup sanatçı<br />
destek için biraraya gelse de süreçte desteğin<br />
oldukça kısıtlı kaldığını ve sanatçıyı<br />
yine yalnız bıraktığımızı düşünüyorum.<br />
Tüm bu olaylar sonucunda Arapoğlu’nun<br />
verdiği demeçlerde sorduğu bir soru var<br />
“Bir proje küratörü, projeye dair işlerini<br />
müzeye ‘onaylatmak’ zorunda mıdır?<br />
Her bir iş için bir ‘bilirkişi’ heyetine mi<br />
danışılacaktır?” Bunun cevabını vermek<br />
biraz zor çünkü bugünkü gelinen noktada<br />
küratörün özgürlüğünün de koşullara<br />
bağlı olduğu ortada.<br />
Küratörlerin göreceli olarak daha<br />
özgür hareket ettikleri alanın bienaller<br />
olduğu söylenebilir. Beral Madra,<br />
Azerbaycan Pavyonu’nda maruz kaldığı<br />
sansür üzerine yaptığı açıklamada,<br />
Venedik Bienali’ni bir sanatsal özgürlük<br />
platformu ve limitsiz eleştiri alanı olarak<br />
tanımlıyor. 6 Bu açıklamadan da anlaşıldığı<br />
gibi bienaller ifade özgürlüğü alanı vaat<br />
ediyor olsa da, bu da yine koşullara bağlı.<br />
Küratörler açısından ilk bakışta aslında<br />
oldukça özgür bir alan çünkü küratörler<br />
–ki genelde uluslararası alanda tanınmış<br />
güçlü figürler seçiliyor– bienali yapmak<br />
üzere davet ediliyor ve ilk aşamada kavramsal<br />
çerçeveyi kurgulamakta ve sanatçı<br />
seçiminde özgür bırakılıyorlar. Sonrasında<br />
kimi zaman özellikle bütçe ve toplumsal<br />
hassasiyetlerden kaynaklı belirli kısıtlamalar<br />
geliyor. Bienaller aslında sanatçıların<br />
kendi ülkelerinde baskıdan dolayı gösteremedikleri<br />
çalışmalarını, bağlamından<br />
uzak bir yer olmasının verdiği rahatlık ile<br />
gösterebilecekleri alanlar ama bu durum<br />
biraz da bienalin hangi ülkede gerçekleştiği<br />
ile ilişkili. Ülke pavyonu sistemi<br />
olan bienallerde ise temsiliyet problemi<br />
nedeniyle devletlerin kontrolü ve baskısı<br />
baki kalıyor. 2011’deki Venedik Bienali’nde<br />
Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı<br />
Azerbaycan Pavyonu’nda, Azerbaycan<br />
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in emriyle,<br />
ülkenin saygınlığını tartışılır hale getireceği<br />
düşüncesiyle, Aydan Salakhova’nın iki
eseri önce örtüldü daha sonra da sergiden<br />
kaldırıldı. Madra açıklamasında Venedik<br />
Bienali yönetiminden gerekli desteği<br />
alamadığını ve sansürü engelleyemediğini<br />
söylüyor. 2011’deki Sharjah Bienali’nde<br />
ise Cezayirli sanatçı Mustapha Benfodil’in<br />
“Önemi Yok” olarak isimlendirdiği ve “Miras<br />
Alanı” olarak adlandırılan kamusal alana<br />
yerleştirdiği çalışması, kamu tarafından<br />
rahatsız edici bulunduğu öne sürülerek ilk<br />
haftasonunda yani uluslararası ziyaretçiler<br />
evlerine döndükten sonra yerinden<br />
kaldırıldı. 7 Ayrıca bu çalışma yüzünden<br />
Bienal Direktörü Jack Persekian, tatildeyken<br />
hiçbir açıklama yapılmadan görevinden<br />
alındı. Persekian’ın “Benim hatam, o<br />
kadar çok eser ve üretilmesi gereken şey<br />
vardı ki dikkatle bakamamışım” şeklindeki<br />
talihsiz açıklaması, aslında Birleşik<br />
Arap Emirliği bünyesinde özgür bir sanat<br />
diyaloğunun çok da mümkün olmadığı<br />
gerçeğini izleyicilere hatırlatmış oldu. Bu<br />
olaya kadar Sharjah Bienali, uluslararası<br />
sanat platformunda önemli bir yer kazanmaya<br />
başlamıştı ve Ortadoğu’da öne çıkan<br />
bir sanat platformu olarak görülüyordu.<br />
Persekian’a destek için uluslararası sanat<br />
camiası hızlı bir şekilde harekete geçti.<br />
Bienalin küratörleri Rasha Salti ve Haig<br />
Aivazian, sanatçı ve eser seçiminde tüm<br />
sorumluluğun kendilerine ait olduğunu ve<br />
Persekian’ın kendilerini bu konuda özgür<br />
bıraktığını açıkladılar. Uluslararası çapta<br />
bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat<br />
Vakfı protesto edildi. Bu skandal Sharjah<br />
Bienali’nin sonu mu olacak tartışması<br />
sürerken, Yuko Hasegawa bir sonraki<br />
Bienalin küratörlüğünü kabul ederek,<br />
ifade özgürlüğünü bir yana bırakabileceği<br />
ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün<br />
bir gerçeklik olduğu mesajını verdi. 8<br />
Uluslararası sanat profesyonellerinin<br />
Şeyh’in otoritesinin gölgesinde gerçekleşecek<br />
Hasegawa’nın bienaline ne kadar<br />
ilgi göstereceği merak konusu olsa da,<br />
bienallerde sansür vakalarına rastlanmaya<br />
77<br />
başladığı için, yaşanan sansasyonun göz<br />
ardı edilebileceği öngörüsünde bulunabiliriz.<br />
9 Örneğin 2011 Singapur Bienali’nde<br />
Simon Fujiwara’nın yerleştirmesi sansüre<br />
uğrayarak sergiden kaldırılırken, 2012’de<br />
Şangay Bienali’nde Yuri Albert, Çin otoritesinin<br />
çalışmasına müdahale etmek istediğini<br />
açıklayarak Moskova Pavyonu’ndan<br />
çekildi. 10 İstanbul Bienali’nin geçmişinde<br />
de “halkın hassasiyeti” sonucu tartışmalara<br />
konu olmuş çalışmalar var. Örneğin<br />
3. Bienal’de Hale Tenger’in bir duvar yerleştirmesi<br />
olan “Böyle Tanıdıklarım Var II”<br />
adlı çalışma hakkında gazetede yayınlanan<br />
eleştirel bir yazıdan etkilenen bir kadının<br />
savcılığa telefon ile şikayette bulunması<br />
üzerine Tenger hakkında Türk bayrağına<br />
ve Türk ulusunun sembollerine hakaretten<br />
dava açılmış, neyse ki her iki dava<br />
da düşmüştü 11 (bkz. sayfa 19). 9. İstanbul<br />
Bienali’nin misafirperverlik alanında yer<br />
alan “Serbest Vuruş” sergisinde de benzer<br />
bir olay yaşandı ama burada Bienalin küratörlerinden<br />
Vasıf Kortun, “Serbest Vuruş”<br />
isimli bölümün küratörü Halil Altındere’ye<br />
var olan sıkıntılarını aktarıp, tek bir işin<br />
hem kendi sergisini hem de tüm bienali<br />
esir alacağı konusunda uyarınca, tartışma<br />
konusu olan eserin sanatçısı Burak Delier<br />
kendi kendine fotoğrafı indirme kararı<br />
aldı. Kortun bu durumu, “işin kendisinin<br />
sergilenmemesi, tartışılabilmesinin<br />
önünü açtı” şeklinde açıklıyor. 12 Bienaller<br />
uluslararası ortamda kendi izleyicisini<br />
ve sanatçılarını ve hatta kendi turizmini<br />
üretmiş durumda. Oldukça büyük bütçeli<br />
projeler olması nedeniyle sermayeyle ve<br />
devlet ile göbekten bağlılar. Bu nedenle<br />
toplumsal baskılardan ve otoritelerden<br />
etkileniyorlar ama yine de kimisi kurduğu<br />
yapılar ve uluslararası sanat dünyasından<br />
aldıkları güç ile ilişkilerini sınırlamayı başararak<br />
daha özgür bir iletişim platformu<br />
sunabiliyor.<br />
Sermaye ve iktidar ile ilişkilerinde<br />
sınırları koruma yöntemlerinden biri, her
78<br />
ne kadar tek başına işe yaramıyor olsa da<br />
(İstanbul Modern bu duruma bir örnek),<br />
uluslararası bir danışma kurulu sahibi<br />
olmak ya da tek adam yönetimindense kolektif<br />
bir karar mekanizması oluşturmak.<br />
Tek kişinin karar verici olduğu durumlarda,<br />
gerek kişisel görüşlerin yönlendirici<br />
olması gerekse daha cesaret isteyen kararlarda<br />
yalnız olmanın yarattığı güçsüzlük<br />
hissi nedeniyle oto-sansürün işlemesi<br />
çok daha olası oluyor. Türkiye’de sanat<br />
kurumları büyük sermaye şirketlerinin<br />
bünyesinde yer alıyor. Şirketin kimliğinin<br />
ön planda olduğu kurumlarda çoğu<br />
zaman bu durum, kurumun toplumsal<br />
hassasiyetlere ve kendi marka değerlerine<br />
karşı aşırı temkinli davranmasına sebep<br />
oluyor ve bu durum da eleştirel bir sergiye<br />
kurumun bünyesinde yer verilmesini<br />
imkânsızlaştırıyor. Ya da eleştirel dil kimseyi<br />
rahatsız etmeyecek bir seviyede ya da<br />
bir konuda kurgulanıyor. Örneğin Akbank<br />
Sanat, kurumun isminde bankanın isminin<br />
vurgulanması nedeniyle, gerçekleştirdiği<br />
etkinliklerde banka müşterilerinin hassasiyetine<br />
karşı duyarlılık göstermek zorunda<br />
kalıyor. Aslında ne tür işlerin halkın<br />
hassasiyeti bahanesi ile sansürlendiğine<br />
bakınca, bunun iktidarın hassasiyeti anlamına<br />
geldiğini anlıyoruz. Günün sonunda<br />
sermaye sahipleri de iktidar ile sorun<br />
yaşama noktasına gelmek istemiyor.<br />
Daha öncesinde belirli bir sanat politikası<br />
yaklaşımı ile öne çıkmayan devlet,<br />
son dönemde ortaya attığı “muhafazakâr<br />
sanat” kavramı ile hegemonyacı bir<br />
yaklaşımla önümüzdeki dönemde sansür<br />
vakalarının artacağının sinyalini<br />
verdi. Çeşitli sanat alanlarından insanlar<br />
muhafazakâr sanatın ne anlama geldiğini<br />
tartışırken, Salt’ın direktörü Vasıf Kortun<br />
“içiniz rahat olsun sanatımız mazbuttur”<br />
açıklaması ile oto-sansürün zaten yıllardır<br />
etkin bir şekilde işlediğine işaret etti. 13<br />
Aslında uzun süredir Türkiye’de gazetecilerin<br />
tutuklanması, politikacıların otoriter<br />
tavrı (Başbakan’ın “ucube” tanımlamasıyla,<br />
Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”<br />
isimli heykeli oldukça sembolik bir şekilde<br />
-heykelin kafası kesilerek -yıkıldı) ve<br />
sanatçılara verilen cezalar (Kürt sanatçılara<br />
verilen sanat yapmama yasakları)<br />
nedeniyle sanat ortamı daha temkinli<br />
adımlarla ilerlemekte. İçişleri Bakanı’nın<br />
sanatçıları terörün arka bahçesi olarak<br />
betimleyerek açıktan yaptığı bir uyarı da<br />
kontrol mekanizmalarının artacağının bir<br />
işareti. 14 Muhafazakârlık, devlet ideolojisi<br />
ve sermaye baskısı arasında sıkışmış olan<br />
sanatçılar ve küratörler ancak kurumlarının<br />
karar mekanizmalarında ve sermaye<br />
ile olan ilişkilerinde şeffaflaşma talebiyle,<br />
yani sanatın hangi koşullarda ve kimin<br />
için üretildiğinin sorgulanmasıyla bir ifade<br />
özgürlüğü alanı yaratma şansı yakalayabilirmiş<br />
gibi gözüküyor.<br />
Notlar<br />
1. Uncu, Erman Ata (2011) “Sansür nerede<br />
başlar?”, Radikal, 29.12.2011, http://www.<br />
radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=Radika<br />
lDetayV3&ArticleID=1073908&Date=08.<br />
01.2012&CategoryID=82<br />
2. UPSD’nin, “Sansürün ‘Koşullusu’na da<br />
‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da<br />
Hayır!” başlıklı bazı imzalar altında<br />
kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtı,<br />
28.12.2011, http://bedribaykam.blogspot.com/2011/12/upsdnin-sansurunkosullusuna-da-dogas.html<br />
3. İnce, Elif (2012) “Sanat üzerindeki baskılar<br />
arttı”, Radikal, 08.01.2012, http://<br />
www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=<br />
RadikalDetayV3&ArticleID=1074871&Ca<br />
tegoryID=82<br />
4. Yalçınkaya, Fisun (2011) “Sansür mü küratörün<br />
seçimi mi?”, Sabah, 29.12.2011,<br />
http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/<br />
sergi/2011/12/29/sansur-mu-kuratorunsecimi-mi<br />
5. Baloğlu, Hüseyin (2012) “Fırat Arapoğlu<br />
ve Elif Öner ile ‘Müze İçinde Bir Müze’
aşlıklı sergi ve yaşananlar üzerine<br />
konuştuk”, Lebriz.com, 25.06.2012, http://<br />
lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR§i<br />
onID=5&articleID=1041&bhcp<br />
6. Madra, Beral (2011) “Why the censorship<br />
of Azjerbaijan’s Pavilion shames the Venice<br />
Biennale”, artinfo.com, 12.07.2011,<br />
http://fr.artinfo.com/news/story/38090/<br />
why-the-censorship-of-azjerbaijanspavilion-shames-the-venice-biennale<br />
7. Millard, Coline (2011) “Censored Algerian<br />
artist Mustapha Benfodil on his part in<br />
the Sharjah Biennial Controversy”, Artinfo.<br />
com, 14.04.2011, http://www.artinfo.com/<br />
news/story/37461/censored-algerianartist-mustapha-benfodil-on-his-part-inthe-sharjah-biennial-controversy<br />
8. Wilson-Goldie, Kaelen (2011) “The end<br />
of Sharjah’s Biennial?”, The Daily Star Lebanon,<br />
14.04.2011, http://www.dailystar.<br />
com.lb/Apr/14/The-end-of-Sharjahs-<br />
Biennial.ashx#axzz2755w877B<br />
9. Yi-Sheng, Ng (2012) “Simon Fujiwara:<br />
Censored at the Singapore<br />
Biennale 2011”, Fridae, 25.03.2012,<br />
http://www.fridae.asia/newsfeatures/2011/03/25/10744.simonfujiwara-censored-at-the-singaporebiennale-2011<br />
10. Albert, Yuri (2012) “I am not going to<br />
Shanghai because of censorship”, Artleaks.org,<br />
5.09.2012, http://art-leaks.<br />
org/2012/09/05/yuri-albert-i-amnot-going-to-shanghai-because-ofcensorship/<br />
11. Başaran, Pelin (2011) “Çağdaş sanatta<br />
sansür - İktidarın hassasiyetleri”, Bir+Bir,<br />
no. 12, Haziran-Temmuz 2011, http://bianet.org/bianet/biamag/131342-iktidarinhassasiyetleri<br />
12. Kortun, Vasıf (2005) “Burak Delier’in<br />
Serbest Vuruş sergisindeki işi üzerine”,<br />
2yılda1, Radikal Gazetesi Bienal Eki, 2005,<br />
http://www.anibellek.org/?p=87<br />
13. Başaran, Ezgi (2012) “İçiniz rahat olsun<br />
sanatımız gereğinden fazla mazbuttur”,<br />
79<br />
Radikal, 02.04.2012, http://www.radikal.<br />
com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar<br />
&ArticleID=1083605&CategoryID=97<br />
14. “İçişleri Bakanı’ndan yeni terör tarifleri”,<br />
Radikal, 26.12.2011, http://www.radikal.<br />
com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay<br />
V3&ArticleID=1073629&Date=26.12.201<br />
1&CategoryID=78
80<br />
Siyah Bant’ın İstanbul Modern – Bubi vakasıyla ilgili<br />
Birgün gazetesi Pazar ekinde çıkan röportajı
“İnsanlık<br />
Anıtı”ndan<br />
“ucube”ye<br />
Pelin Başaran<br />
Başbakan’ın, küçük veya büyük hesaplar yaparak, yapımına<br />
başlanmış bir heykeli yıkacaklarını kentte yaptığı mitingde<br />
ilan etmesinden birkaç ay sonra heykelin yıkılmasını –<br />
yapılma sürecine, içeriğine ve estetiğine dair eleştirilere<br />
rağmen –sanatta ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarında<br />
nerede konumlandıracağız?<br />
Kars’ta, 2006 yılında, tüm soykırım<br />
anıtlarına karşı insanlığı ve barışı temsil<br />
etmesi amacıyla heykeltraş Mehmet Aksoy<br />
tarafından yapılmaya başlanan, bir süre<br />
sonra yapımı durdurulan ve geçtiğimiz yıl<br />
yıkılan İnsanlık Anıtı hafızalarımıza artık<br />
“Ucube Heykel” olarak kazındı. Başbakan<br />
Recep Tayyip Erdoğan, Kars ziyareti<br />
sırasında, yapımı durdurulduğundan beri<br />
dava konusu olan anıtı “Ucube” olarak<br />
nitelendirmiş, Hasan Harakani türbesine<br />
yakınlığı gerekçesiyle yıkılması gerektiğini<br />
söylemişti. Birkaç ay sonra, 26 Nisan 2011<br />
tarihinde heykelin yıkımına başlanmış ve<br />
genel seçimlerden önce Haziran ayında<br />
heykel tamamen yıkılmıştı.<br />
Türkiye’de heykellerin kaldırılması<br />
genelde devletin muhafazakâr kesiminin<br />
Osmanlı’dan miras heykel sanatına<br />
tahammülsüzlüğü ile ilişkilendirilir ve<br />
geri kalmış, tutucu ve bağnaz toplumlara<br />
has modernleşme karşıtı bir pratik olarak<br />
yorumlanır. Oysa Türkiye’de kaldırılan<br />
heykellere ve kaldırıldıkları dönemlere<br />
bakıldığında, bu okumanın yetersiz<br />
olmasından ziyade, heykel tartışmalarının<br />
gelenek-modernite ekseninde yürütülmesi,<br />
Meltem Ahıska’nın “garbiyatçılık”<br />
İnsanlık Anıtı yıkılırken, 2011<br />
81<br />
olarak tanımladığı söylem ile örtüşüyor.<br />
Ahıska’ya göre garbiyatçılık söylemi,<br />
politik meseleleri bağlamından bağımsızlaştırarak<br />
ve toplumsal dönüşümleri eksik<br />
yaşayan bir modernleşme süreci olarak
82<br />
tanımlayarak, esas siyasi ve ekonomik<br />
nedenlerin üzerini kapatıyor. 1<br />
Heykellerin, belirleyici oldukları<br />
kamusal alanda değişmeyen öğe olarak taşıdıkları<br />
mesajı sabitlemeleri, işaretledikleri<br />
momentlerle kurdukları tarihsel anlatı,<br />
geçmişe ve geleceğe yönelik hafızayı inşa<br />
ederken üstlendikleri rol, iktidar tarafından<br />
tedirgin edici bulunabilir. Buradan<br />
hareketle, İnsanlık Anıtı’nın yıkılma sürecini,<br />
heykelin yapılma nedenleri, konumu,<br />
anlamı ve algılanışını ve Başbakan’ın ziyaretinden<br />
önceki dönemi analiz etmeden,<br />
yukarıda bahsedilen alışageldik refleksle<br />
çözümlemeye çalışmak naiflik olacaktır.<br />
“İnsanlık Anıtı”, sansür ve sanatçının<br />
ifade özgürlüğü açısından ilginç bir vaka.<br />
Yıkımı sözkonusu olduğundan itibaren<br />
sanatçılar, sivil toplum kuruluşları ve medyada<br />
farklı tepkiler oluştu. Kimileri peşinen<br />
Mehmet Aksoy’a destek verirken ve<br />
anıtın yıkılmasına karşı kampanya yürütürken,<br />
bazıları tarafından anıt projesinin<br />
gelişimi, heykelin amacı ve estetik değeri<br />
sorgulandı. Hatta Siyah Bant sitesinde<br />
sansürlenen sanat eserleri kapsamında yer<br />
alması birçok sanatçı tarafından eleştirildi.<br />
Bu sebeple, Anıtın hikâyesini tüm boyutlarıyla<br />
tahlil etmenin ve üzerine düşünmeye<br />
devam etmenin gerekli olduğu kanısındayım.<br />
2<br />
Anıt yapma fikri AKP’li Kars Belediye<br />
Başkanı Naif Alibeyoğlu tarafından ortaya<br />
atıldı. Alibeyoğlu, Ermenistan’a komşu<br />
fakat sınırlarının kapalı olduğu, dolayısıyla<br />
sınır ticaretinin getirisinden yoksun,<br />
sürekli iç göç veren, gittikçe yoksulluğun<br />
arttığı Kars’ı kalkındırmak, “Kafkasya’nın<br />
Davos’u” yapabilmek için kentin bir cazibe<br />
merkezi haline getirilmesi gerektiğini düşünüyordu.<br />
Bunun gerçekleşmesi için, kentin<br />
Türkiye’nin Marka Kültür Kentleri’nden<br />
biri ilan edilmesi için uğraştı. Alibeyoğlu,<br />
yıllardır düzenlediği film festivallerinin<br />
yanında, kentin sembolü olacak bir mekân<br />
yaratma arayışındaydı. Anadolu Kültür’ün<br />
kurucusu Osman Kavala’nın önerisiyle<br />
heykeltraş Mehmet Aksoy ile çalışmaya<br />
karar verdi. Alibeyoğlu, Aksoy ve Mimarlar<br />
Odası Başkanı Oktay Ekinci anıtın Kale’nin<br />
yanındaki tepede savaşlarda kullanılmış<br />
tabyanın üzerinde yapılmasına karar<br />
verdiler. Bu yerin seçilmesinde üç nokta<br />
önemliydi: Tepe şehre hâkimdi, karşısında<br />
savaş sembolü olan Kars Kalesi vardı ve<br />
savaş karşıtı bir heykel tasarlanacağından<br />
bir tabyanın üzerinde olması içeriğe<br />
çok uygundu. 3 Proje kapsamında, anıtın<br />
altındaki tabyanın temizlenerek müzeye<br />
dönüştürülmesi amaçlanıyordu. İnsanlık<br />
Anıtı için Kasım 2005’te Belediye Meclisi<br />
kararı alındı. Akabinde, Erzurum ve<br />
Diyarbakır Koruma Kurulu çevre düzeni de<br />
dâhil olmak üzere projenin yapılmasına<br />
onay verdi. Böylece, 35 metre yüksekliği<br />
ile Türkiye’nin en yüksek heykeli olması<br />
planlanan heykelin yapımına başlandı.<br />
Anıtın tasarımına bakıldığında, heykelin<br />
karşı karşıya bakan iki insan figüründen<br />
oluştuğu ve figürlerden birinin diğerine<br />
elini uzattığı, heykelin alt kısmında,<br />
sürekli su akıtılan bir göz figürü yer aldığı<br />
görülür. Buna ek olarak, heykele bir anıt<br />
özelliği kazandıracak çevresel düzenlemeler<br />
yapılması planlanıyordu. Kafe, restoran<br />
ve etkinliklerin düzenleneceği bir amfitiyatro<br />
inşa edilecek, heykelin tepesine<br />
Kafkaslar’dan görülmesi için lazer ışığı<br />
konulacaktı. Mehmet Aksoy heykeli ve<br />
heykelin anlamını şöyle tarif ediyor:<br />
İnsanlık Anıtı, her şeyi gören ve hafızasında<br />
saklayan, iç içe derinleşerek giden<br />
insanlık ve ilahi vicdanı sembolize eden<br />
kanayan bir göz ve bu gözün üstünden<br />
yükselen, ikiye bölünmüş bir insandan<br />
oluşuyor. 4<br />
Karşı karşıya konmuş, kendi kendine<br />
düşman edilmiş bir durum var burada.<br />
Bu iki figür orada uzanan elle tekrar bir<br />
insan oluyor. Yoksa bu kinler, kavgalar,<br />
savaşlar bizim insan olma yolunda
“İnsanlık Anıtı” maketi<br />
adım atmamızı engelliyor. Temel neden<br />
ve anıtın içeriği budur. Bu ‘vicdan’ göz<br />
ile temsil ediliyor. Bu göz onları hep<br />
görüyor ve hep acıyı içinde saklıyor. Bir<br />
de gözden akan gözyaşı damlası var. Bu<br />
dağlar taşlar, kale ve her yer bu savaşlara<br />
tanık olmuştur. Habil’den Kabil’den<br />
bu yana gelen savaşları kınayan bir<br />
heykeldir. İnsan savaşlar sonucunda<br />
kendi kendine ve kardeşine bile düşman<br />
olabilir. 5<br />
Üç sene sonra heykelin SİT bölgesinde<br />
yapıldığı gerekçesiyle Kurul tarafından<br />
yapımı durduruldu. Kurul’un bir önceki<br />
kararıyla çelişkili bir karar vermesinden<br />
dolayı süreç başka makamlara intikal etti.<br />
Kurul’un verdiği ilk kararı değiştirmesinde<br />
MHP’nin heykelin yapımının<br />
durdurulmasına ve yıkılmasına yönelik<br />
yürüttüğü çalışmanın etkisi olduğu iddia<br />
ediliyor. MHP, heykelin tarihî bir eser özelliği<br />
taşıyan tabya üzerinde yapılamayacağı<br />
ve belediyenin hazineye ait olan arazide<br />
kafe ve restoran yaparak usulsüzlük yaptığı<br />
iddiası ile dava açtı. MHP’nin derdi,<br />
tabyayı korumak değil elbette. MHP Kars<br />
İl Başkanı Oktay Aktaş, heykelin sadece bir<br />
sanat eseri olmadığını ve Ermenistan’ın<br />
Türkiye’ye doğru yayılma projesinde<br />
önemli bir adımı simgelediğini söylüyor.<br />
Aktaş, Ermenistan ve Türkiye arasında<br />
tarihte hiçbir zaman savaş yaşanmadığına<br />
göre, bu anıtın barışı temsil etmesinin<br />
anlamsız olduğu belirterek “Bununla<br />
Türklere mi ders vermek istiyorsunuz<br />
Ermenilere mi? Adını insanlık anıtı koymanızın<br />
anlamı nedir? İki insan kucaklaşırken<br />
ağlıyorlar. İnsan bir sevinçten bir<br />
de hüzünden ağlar. Niye ağlıyor? Ermeni<br />
ile Türk mü kucaklaşıyor? Ermeni hasret<br />
kaldığı toprağı mı kucaklıyor? Bu Doğu<br />
ve Batı Ermenistan’ın kucaklaşması mı?” 6<br />
diye soruyor. Aktaş’ın heykeli, Ermenilere<br />
verilmiş bir taviz olarak gördüğü açık.<br />
Alibeyoğlu ise, anıtın Iğdır, Erivan,<br />
hatta Paris, Berlin’deki tüm soykırım anıtlarının<br />
nefreti körükleyen söylemlerine<br />
karşı, barışı savunan, insanlığı yücelten<br />
bir mesajı olduğunu söylüyor:<br />
İnsansızlaşan, insanın insana yabancılaştığı,<br />
kimliklerini, değerlerini, inançlarını<br />
yitirdiği bu dünyamızda, insanlık<br />
83
84<br />
değerlerinin vücut bulması adına bir<br />
insanlık anıtı yapalım dedik... Özgürlük<br />
anıtları sömürücü dönemlerinde anlam<br />
taşıyordu ama şimdi artık küresel<br />
savaşlar oluyor, insanlar öldürülüyor,<br />
insanlar acı çekiyorlar. Böylesi bir<br />
ortamda, böylesi bir dünyada insanın<br />
layık olduğu yere gelmesini hedefleyen,<br />
insan temasını işleyen bir anıt yapalım<br />
dedik. Soykırım anıtları halklar arasında<br />
kan davası pompalıyor, Ermenistan’daki<br />
soykırım anıtı özellikle Türk düşmanlığını<br />
körüklüyor. Biz de buradan, Ermenistan<br />
sınırındaki bir kentin belediye başkanı<br />
olarak soykırım anıtlarının halklar arasında<br />
kan davasını pompaladığını, bizim<br />
soykırım da yapmadığımızın anıtı olsun<br />
dedik. Kars 40 yıllık kara günler çekerek<br />
işgal görmüş. 90 bin askerimiz Sarıkamış<br />
faciasında tek kurşun sıkmadan<br />
şehit olmuşlar. Böylesi bir coğrafyadan<br />
dünyaya insanlık mesajı verelim dedik.<br />
Bu coğrafyadan Nuh’un gemisinden<br />
insanlık dünyaya yayılmış. Biz Kafkasya<br />
gibi birçok dilin, birçok kültürün yoğun<br />
olduğu bu bölgede bir insanlık mesajı<br />
verelim dedik. Orta Asya barış adası<br />
olsun dedik, bir daha bu savaşların<br />
yaşanmaması adına bir insanlık anıtı<br />
yapalım dedik. 7<br />
Buradaki sorun, Alibeyoğlu ve Aksoy’un,<br />
geçmişle yüzleşme amacıyla konsepti<br />
ve tasarımı uzun tartışmalar sonucunda<br />
belirlenmiş dünyanın çeşitli yerlerindeki<br />
soykırım anıtlarını, bu anıtların barış inşa<br />
etme sürecinde taşıdıkları -her ne kadar<br />
tartışmalı da olsa- rolleri ve soykırıma<br />
uğramış halklar üzerindeki etkilerini gözardı<br />
ederek, savaş, barış ve insanlık gibi<br />
referansları belirgin olmayan “İnsanlık<br />
Anıtı”nın karşısına koymaları ve Ermeni<br />
meselesiyle –ilk başta teknik olarak<br />
imkânsız olsa da, heykelin Ermenistan’dan<br />
görüleceğini iddia etmeleri dışında- ancak<br />
bu şekilde diyaloğa girmeleri. Bu duruma<br />
ek olarak, anıt projesinin herhangi bir<br />
kamusal müzakere yaşanmadan geliştirilmiş<br />
olması, heykelin yıkılma tehlikesi<br />
karşısında destek bulunamamasına ve<br />
heykelin siyasi çekişmelerde bir araç<br />
haline gelmesine sebep oldu. Aksoy ve<br />
Alibeyoğlu’nun heykel ile ilgili mücadelesi<br />
2009 yılında yerel seçimlerden sonra daha<br />
da zorlaştı. Seçimlerde AKP’den CHP’ye<br />
transfer olan Alibeyoğlu seçilemedi. Yerine<br />
AKP’den Nevzat Bozkuş Belediye Başkanı<br />
oldu. Bozkuş ise çözüme dair aktif bir yol<br />
oynamak yerine, Erdoğan’ın ziyaretine<br />
kadar, meseleyi hukuki bir meseleye indirgeyerek,<br />
“tarafsızlık” iddiası ile anıtla ilgili<br />
herhangi bir açıklama yapmadı.<br />
8 Ocak 2011’de seçim hazırlığı kapsamında<br />
Recep Tayyip Erdoğan, Kars’ı<br />
ziyaret etti ve anıtın derhal kaldırılması<br />
gerektiğini söyledi:<br />
Hasan Harakani türbesinin yanına bir<br />
ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler.<br />
Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o<br />
sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle<br />
bir şey olması düşünülemez. Konuyla<br />
ilgili olarak belediye başkanımız görevini<br />
süratle yerine getirecektir. Bunu süratle<br />
bekliyoruz. İnşallah ilk gelişimizde bunu<br />
da göreceğiz. O bölgeyi de gayet güzel<br />
bir park haline belediye getirecektir. 8<br />
Mehmet Aksoy’un avukatı Turgut Kazan’ın<br />
verdiği dava dilekçesinde anlatıldığı üzere,<br />
Başbakan bu mitingde Koruma Yüksek<br />
Kurulu’nun usul yönünden yanlışlar<br />
yapılmaması için sorunun belediyece çözülmesini<br />
öneren kararını bir yıkım kararı<br />
sayarak, heykelin yıkılacağını duyurdu.<br />
Başka bir deyişle, Koruma Yüksek Kurulu,<br />
mülkiyet sorunu çözülerek yeniden başvuru<br />
yapılmasını önermişken, karar gereklerine<br />
uyulmadan yıkım süreci başlatıldı.<br />
Bunun üzerine Mehmet Aksoy 7 Şubat<br />
2011 tarihinde, anıtın anayasanın 2, 64 ve<br />
90/son maddeleri ile AİHS, Bern Sözleş-
mesi ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri<br />
Yasası’nın 16 ve 17. maddeleri ile sağlanan<br />
güvencelere dayanarak hukuksal zemininin<br />
sağlam olduğu, SİT alanında olmadığı,<br />
dolayısıyla Belediye Meclisi’nce yıkılamayacağı,<br />
bir sanat eseri niteliği taşıdığı ve<br />
devlet ve belediye tarafından korunması<br />
gerektiğini belirterek yürütmenin durdurulması<br />
için dava açtı. Erzurum 1. İdare<br />
Mahkemesi ise “kaldırma kararının Belediye<br />
Encümeni tarafından alınması gerekirken,<br />
söz konusu kaldırma işleminin bu<br />
konuda karar verme yetkisi bulunmayan<br />
Belediye Meclisi kararı ile tesis edildiği<br />
anlaşıldığından”, 7 Mart 2011’de yürütmeyi<br />
durdurma kararı verdi. 9<br />
Belediye karar eline ulaştığı aynı gün<br />
içinde 10 Mart 2011 günlü dilekçeyle,<br />
yürütmeyi durdurma kararına itiraz etti ve<br />
bunu takiben belediyenin itirazı kamuoyuna<br />
duyuruldu ve heykelin yıkılacağı<br />
söylendi. 15 Mart 2011 günü 1. İdare<br />
Mahkemesi’ne gelen itiraz, 16 Mart 2011<br />
günü Bölge İdare Mahkemesi’nce kabul<br />
edilerek, yürütmeyi durdurma kararı<br />
kaldırıldı. Bu kararı takiben, 26 Nisan’da<br />
heykelin yıkımına başlandı. Figürlerden<br />
birinin kafasının “Allahüekber” sesleriyle<br />
kesilmesiyle başlayan yıkım, Haziran<br />
ayında tamamlandı. Mehmet Aksoy, iç hukuk<br />
yolları tükendiğinden, Avrupa İnsan<br />
Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Ayrıca,<br />
Başbakan’a Kars mitinginde yaptığı konuşma<br />
ve “ucube” nitelendirmesi nedeniyle<br />
hakaret davası açtı ve manevi tazminat<br />
talep etti. Başbakan adına avukatı, verdiği<br />
savunmada, “ucube” tanımlamasının bir<br />
eleştiri olarak kabul edilmesi gerektiğini<br />
belirterek, Başbakan’ın sarfettiği sözlerin<br />
heykeltıraşa ve heykele yönelik olmadığı,<br />
heykelin bulunuş yeri ve konumuna dair<br />
olduğunu iddia etti. 10 Hakaret davası ve<br />
AİHM süreci halen sürmekte.<br />
Burada, başka vakalar için verdiği<br />
demeçlerde sanatçının ifade özgürlüğünü<br />
savunduğunu fakat sanatçının da toplum-<br />
85<br />
sal hassasiyetlere dikkat etmesi gerektiğini<br />
söyleyen 11 Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul<br />
Günay’ın tepkisine dikkat çekmeli.<br />
Günay, “ucube” nitelendirmesi karşısında,<br />
Başbakan’ın bu sözleri heykel için sarfetmediğini<br />
öne sürdü. 12 Fakat Başbakan’ın<br />
“ucube”yi heykel için sarfettiğini tekrarlamasından<br />
sonra 13 herhangi bir açıklama<br />
yapmadı ve sorunun yasalar çerçevesinde<br />
çözüleceğini duyurdu. İlginç olan bir diğer<br />
nokta ise, CHP’nin, Alibeyoğlu CHP’den<br />
aday olduğu halde, konunun Ermeni<br />
soykırımına gelmesinden çekindiklerinden<br />
herhangi bir açıklama yapmamış olması.<br />
Anıtın yıkımı sürecinde bir grup<br />
sanatçı Aksoy’a destek vermek amacıyla<br />
imza kampanyası düzenledi ve Kars’ta<br />
heykelin önünde basın açıklaması yaptı. 14<br />
Ayrıca, Başbakan’ın “ucube heykel” söylemini<br />
protesto etmek amacıyla sergiler 15 ve<br />
toplantılar düzenlendi. Aksoy bu süreçte<br />
sık sık kendilerine, özellikle sanatçılar<br />
tarafından verilen desteğin yetersiz<br />
olduğundan bahsetti. Öncelikle, en önemli<br />
sorun, yukarıda belirttiğim gibi, kamusal<br />
alanda gerçekleştirilen ve kentin karakterini<br />
oluşturacak böylesine bir projenin,<br />
kentin öne çıkarmak istediği değer ve<br />
geleceğe taşımak istediği mesajın, kenti<br />
tanımlayan tarihsel ve sosyal referanslar<br />
ile konumunun kent sakinleriyle müzakere<br />
edilmeden klasik bir belediyecilik anlayışı<br />
ile inşa edilmeye çalışılmasıdır. Bunun<br />
neticesinde Kars halkından bekledikleri<br />
desteği alamamaları doğal karşılanabilir.<br />
Kars halkının heykelin yıkımı ile ilgili tartışmalara<br />
pek müdâhil olmadığı ve temel<br />
şikâyetlerinin, heykelin yıkılması için<br />
boşuna harcanan para olduğu görülüyor.<br />
Belediyenin bununla uğraşmak yerine,<br />
o parayı altyapıya harcaması gerektiği<br />
söyleniyor. Bir diğer nokta, Aksoy ve<br />
Alibeyoğlu’nun soykırım anıtlarıya ilgili<br />
indirgemeci yaklaşımları, yıkım tartışmasıyla<br />
heykelin mesajıyla ilgili muğlaklıkları<br />
daha da belirginleştirmeleri ve konuyu
86<br />
Ermeni soykırımı üzerinden tartışma yönünde<br />
çekinceleri, anıtın geniş kesimlerce<br />
sahip çıkılmasını güçleştirdi. Son olarak,<br />
sorun Başbakan’ın bir heykeli “ucube”<br />
olarak nitelendirmesinden çok, bir<br />
heykelin Başbakan’ın emri ile kısa sürede<br />
yıkılmasıdır ve bunun sorunsallaştırılması<br />
gerekmektedir.<br />
Sanatçı ve devlet arasındaki bu<br />
problemli ilişkinin yanında, bir kesim<br />
heykele estetik açıdan sahip çıkmanın<br />
zorluğunu dile getirdi ve yıkım sürecinde<br />
sessiz kalmayı tercih etti. Bizim açımızdan<br />
sorulması gereken önemli soru şu:<br />
Başbakan’ın, küçük veya büyük hesaplar<br />
yaparak, yapımına başlanmış bir heykeli<br />
yıkacaklarını kentte yaptığı mitingde<br />
ilan etmesinden birkaç ay sonra heykelin<br />
yıkılmasını -yapılma sürecine, içeriğine ve<br />
estetiğine dair eleştirilere rağmen- sanatta<br />
ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarında<br />
nerede konumlandıracağız? Bu sorunun,<br />
birçok vakada karşımıza çıktığını düşünürsek,<br />
tartışılmaya değer bir soru olduğunu<br />
düşünüyorum.<br />
Notlar<br />
1. Ahıska, Meltem (2003) “Occidentalism:<br />
The Historical Fantasy of the Modern”,<br />
The South Atlantic Quarterly, 102:2/3,<br />
Spring/Summer.<br />
2. Bu yazı, daha önce yayınlanan bir makalemden<br />
[“‘İnsanlık Anıtı’ Üzerinden Kars’a<br />
Bakmak”, Kültür Politikaları ve Yönetimi<br />
(KPY) Yıllık 2010 içinde, İstanbul: İstanbul<br />
Bilgi Üniversitesi Yayınları] ve Bianet’te<br />
çıkan yazımdan [“Ucube Heykel’den Öncesi<br />
Var!”, Bianet, 15 Ocak 2011, http://<br />
bianet.org/bianet/bianet/127201-ucubeheykelden-oncesi-var]<br />
uyarlanarak ve<br />
güncellenerek kaleme alınmıştır.<br />
3. Mehmet Aksoy ile yapılan görüşme,<br />
02.04.2010.<br />
4. www.ntvmsbc.com, 18.01.2009.<br />
5. www.politikars.com<br />
6. Oktay Aktaş ile yapılan görüşme,<br />
29.08.2009.<br />
7. www.politikars.com<br />
8. “Kars Belediyesi: ‘Ucube’ yıkılacak”<br />
01.02.2011, http://www.ntvmsnbc.com/<br />
id/25177813/<br />
9. Dava dilekçeleri ve metinler Siyah Bant<br />
<strong>web</strong> sitesinden görülebilir: http://www.<br />
<strong>siyahbant</strong>.org/?p=670<br />
10. “Başbakan’dan ‘ucube’ savunması” 29.03.<br />
2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20228754.asp<br />
11. Günay, “Yala ama yutma” oyununun tepki<br />
çekmesi üzerine katıldığı bir TV programında<br />
bu sözleri dile getirdi. Vakanın<br />
detayları için bakınız: http://www.<strong>siyahbant</strong>.<br />
org/?p=670<br />
12. “Günay: Başbakan heykele ‘ucube’ demedi”<br />
10.01.2011, http://www.ntvmsnbc.com/<br />
id/25169574/<br />
13. “Erdoğan: “Heykele ucube dedim”<br />
13.01.2011, http://www.cnnturk.com/2011/<br />
turkiye/01/13/erdogan.heykele.ucube.<br />
dedim/603064.0/<br />
14. “Sanatçılar insanlık anıtı için Kars’ta buluştu”,<br />
23 Nisan 2011, http://www.dha.com.<br />
tr/sanatcilar-insanlik-aniti-icin-karsta-bulustu_157600.html.<br />
Bu günlerde, Aksoy’un<br />
destekçilerinden Uluslararası Plastik<br />
Sanatları Derneği Başkanı ve sanatçı Bedri<br />
Baykam ve Piramit Sanat Galerisi Genel<br />
Koordinatörü Tuba Kurtulmuş, İnsanlık Anıtı<br />
ile ilgili bir toplantı çıkışında bıçaklandılar.<br />
İnsanlık Anıtı tartışmalarıyla, bizim bildiğimiz<br />
kadarıyla, doğrudan bir ilişki tespit<br />
edilemese de burada belirtmekte fayda<br />
var: “Ressam Bedri Baykam bıçaklandı”,<br />
19.04.2011, http://www.cnnturk.com/2011/<br />
turkiye/04/18/ressam.bedri.baykam.bicaklandi/613710.0/index.html<br />
15. Eskişehir’de açılan “Ucube-Ebucu” sergisindeki<br />
iki ressam hakkında soruşturma<br />
başlatıldı ve ressamların “dine hakaretten”<br />
yargılanmasına karar verildi. Vakayla ilgili<br />
daha fazla bilgi için bakınız: http://www.<br />
<strong>siyahbant</strong>.org/?p=1654
Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />
Index on Censorship Üzerine<br />
Julia Farrington<br />
Index on Censorship, Sanat Bölümü<br />
İfade özgürlüğü sabit bir durum değildir.<br />
İfade özgürlüğü, kabul edilebilirlik<br />
sınırlarının siyasi, ahlâki ve toplumsal<br />
iklimlere göre değiştiği, sürekli dönüşen<br />
bir coğrafyada varolur. Index on Censorship<br />
dergisinin birinci sayısının editörü<br />
Michael Scammell’in 1972’de yazdığı gibi,<br />
“İfade özgürlüğü varlığını kendi kendine<br />
idame ettiremez; onu önemseyenlerin daimi<br />
uyanıklığıyla sürekliliğinin sağlanması<br />
gerekir”.<br />
Index on Censorship’in sanat programı,<br />
sanatsal ifade özgürlüğünü desteklemek<br />
amacıyla bir strateji planlar ve uygular.<br />
Burada amaç kültürel alana etki eden,<br />
gitgide yoğunlaşmakta olan baskıları ve<br />
birbiriyle rekabet halindeki talepleri önce<br />
belirlemek, sonra da bunların geriye çekilmesini<br />
sağlamak için yapılması gereken<br />
en doğru hareket şekline karar vermektir.<br />
Suç işleme korkusu, sponsorlardan gelen<br />
talepler, polisten kaynaklanan sorunlar,<br />
sağlık ve güvenlikle ilgili düzenlemeler,<br />
riskten kaçınma, meydan okuyan işlere<br />
basında çıkan hasmane tepkiler, piyasayı<br />
oluşturan dinamikler – bunların hepsi<br />
sektörün kilit oyuncuları tarafından varlığı<br />
kabul edilen sakınma ve oto-sansür iklimine<br />
katkıda bulunmaktadır.<br />
Index’in çalışmalarının bir kısmı, tüm<br />
kültürel alanlarda ifade özgürlüğünün<br />
korunması için bu uyanıklılık halinin sürdürülmesinin<br />
önemine dair bir farkındalık<br />
yaratmaya çalışır ve bunu, sürecin içinde<br />
olan herkesle görüşüp tartışarak yapar.<br />
87<br />
İngiltere’nin en büyük sanat merkezi olan<br />
Londra’daki Southbank Centre’ın sanat<br />
yönetmeni Jude Kelly geçtiğimiz seneki<br />
‘Tiyatro, İfade Özgürlüğü ve Kamu Düzeni’<br />
adlı konferansımızda konuşurken bu<br />
tartışmanın “yeterince gelişmemiş” olduğundan,<br />
ifade özgürlüğünün sıklıkla cepte<br />
görüldüğünden bahsetti. Toplum olarak<br />
sanata genel tavrımız hakkında konuşurken<br />
Kelly “fikirleri zorlu alanlara götüren<br />
sanatsal ifadeleri ‘savunulamaz’ etiketiyle<br />
yaftalamak için çok çabuk davrandığımızı”<br />
söyledi. Bu sebeple kamuya ait sanat alanlarına<br />
nezaret edenlerin toplumun sınırlarını<br />
zorlayan işlerin önemini anlamaları ve<br />
savunmaları için eğitimden geçirilmeleri<br />
ve bu eğitimin sürekli tutulması gerekiyor.<br />
Bu olmadan sanatsal haklar diğer talepler<br />
tarafından dışarı itilerek erozyona uğrama<br />
riskiyle karşı karşıya kalacaktır.<br />
Deneyimlerimize göre kültür alanında<br />
çalışanlar, ifade özgürlüğüne dair haklarını<br />
anlama ve bu hakları kullanmada<br />
medyanın ve siyasi tepkinin oldukça gerisinde<br />
kalmışlardır. Bir gazeteci medyayı<br />
ilgilendiren kanunlar hakkında eğitim<br />
alırken, bir sanat yönetmeni kültürel ifade<br />
alanında geçerli kanunlar hakkında eğitim<br />
almamaktadır. Genç çalışanlar resmî ya<br />
da resmî olmayan yollardan başladıkları<br />
kariyerlerinde hak ve sorumluluklarını<br />
öğrenmek için ya hiç ya da çok az fırsat<br />
bulabilmektedirler.<br />
Her ne kadar polis siyasi protestoları<br />
temel görevlerinin bir parçası olarak
88 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />
görüyorsa da, kültürü yönetmek için çok<br />
daha nitelikli bir yaklaşım gerekmektedir.<br />
Ortaya tartışmalı bir durum çıktığında<br />
sanatçıların haklarını olumsuz etkileyen,<br />
polise verilen yetersiz rehberlik hizmeti<br />
gibi yönetimle ilgili engeller de mevcuttur.<br />
Bu tür durumlar bu hakların ikinci<br />
sınıf olarak değerlendirilmesine zemin<br />
hazırlamakta, protesto etme hakkına veya<br />
medyadaki özgür ifade hakkına nazaran<br />
karşı çıkıldığında hükümsüz bırakılmalarını<br />
daha kolaylaştırmaktadır. Bu konuyu<br />
ele almak adına Index, sanat kurumlarının<br />
ifade özgürlüğüne olan taahhütlerini<br />
gözden geçirmelerine ve pekiştirmelerine<br />
yardımcı olacak bir eğitim sistemi geliştirmek<br />
amacıyla bu kurumlarla beraber çalışmaktadır.<br />
Karşımızdan duran sorulardan<br />
biri, ifade özgürlüğü kavramının açılarak,<br />
sanat ve kültür sektörüne somut ve pratik<br />
destek sağlayabilecek bir dizi temel haklar,<br />
işletimsel ilkeler ve yaklaşımlar haline<br />
getirilip getirilmemesi gerektiğidir.<br />
İfade özgürlüğünün getirdiği hak ve<br />
sorumlulukları ve buna şekil veren yasal<br />
çerçeveyi anlamak, bu işin olmazsa olmaz<br />
bir parçasıdır. Dolayısıyla Index, Birleşik<br />
Krallık’ta ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar<br />
üzerine, doğrudan sanat sektörüne<br />
yönelik bir ilk teşkil edecek şekilde bilgi<br />
paketi hazırlamaktadır. Bu paket Kamu<br />
Düzeni, Çocukları Koruma, Muzır Neşriyat,<br />
Milli Güvenlik ve ırkçılık karşıtı ve<br />
dinî nefret karşıtı mevzuatı içeren Eşitlik<br />
Kanunu konularını kapsamaktadır. Bu bilgi<br />
paketi, yetkili kamu kurumlarının, ifade<br />
özgürlüğünü korumak ve yeri geldiğinde<br />
sahip çıkmak yükümlülüğünü de içeren<br />
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde<br />
koruma altına alınmış ve öngörülen hak<br />
ve sorumlulukları açıkça ortaya koyacaktır.<br />
Bu kamu kurumları arasında ilköğretim ve<br />
yüksek öğrenim okullarıyla beraber polis<br />
ve yerel yönetimler vardır. Yine de biliyoruz<br />
ki, her zaman olmasa da çoğu zaman,<br />
bu son derece denetimli ortamlarda özgür<br />
ifade haklarına düzenli bir itibar ya hiç<br />
gösterilmemekte, ya da çok az gösterilmektedir.<br />
Korunmaya ihtiyacı olan sanat, ortalamadan<br />
daha fazla cesarete sahip, korkularımıza<br />
meydan okumaya, başka insanların<br />
ifade etmekten korktuğunu uluorta ifade<br />
etmeye gönüllü insanlar tarafından yapılmaktadır.<br />
Pussy Riot’ı oluşturan kadınlar,<br />
onlar gibi binlerce Rus vatandaşının doğru<br />
olduğunu bildiği şeyleri ifade ettikleri için<br />
cezalandırılıyorlar. Bu yüzden son derece<br />
ağır bir biçimde cezalandırılıyorlar. Ancak<br />
umut ediyoruz ki onların 60 saniyelik<br />
protestosu hepimizi biraz daha cesur,<br />
adaletsizliğe karşı fikrimizi dile getirmeye<br />
biraz daha gönüllü hale getirmiştir.<br />
Index on Censorship 1972’den beri<br />
özgür bir toplumun köşetaşı olarak ifade<br />
özgürlüğünü savunmakta ve desteklemektedir.<br />
Kampanyalarımız ve uluslararası<br />
programlarımız aracılığıyla özgür ifadeye<br />
karşı tehditlere meydan okuyor, fikrini dile<br />
getirmekten alıkonulmuş gazetecilere, yazarlara,<br />
sanatçılara ve eylemcilere bir ses<br />
veriyoruz. Dergimiz ve internet sitemiz<br />
ifade özgürlüğü konusundaki son gelişmeleri<br />
bildirmek, tahlil etmek ve tartışmak<br />
için bir forum işlevi görüyor.<br />
İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı
Sanatsal ifade özgürlüğünü<br />
savunmak<br />
Ole Reitov<br />
Freemuse<br />
“Müzikte sansür mü? Ne sansürü?”<br />
1998 yılında Müzik ve Sansür üzerine 1.<br />
Dünya Konferansı’nı organize ettiğimizde<br />
Freemuse’un kurucuları olarak sık sık<br />
karşılaştığımız tepki buydu.<br />
Müzik endüstrisinde, uluslararası<br />
medyada, ifade özgürlüğü örgütlerinde<br />
ve ifade özgürlüğüyle ilgilenen siyasetçilerde<br />
farkındalık sıfıra yakındı – adeta<br />
kör bir noktaydı – Taliban kontrolündeki<br />
Afganistan’da o zaman müziğin tamamen<br />
yasaklanmış olmasına ve kökten<br />
İslamcılığa ve Cezayir milli şovenizmine<br />
direniş gösteren Berberî sanatçı Lounes<br />
Matoub’un suikaste kurban gitmiş olmasına<br />
rağmen.<br />
Freemuse sadece müzikal ifade<br />
özgürlüğünü savunmak için değil, aynı<br />
zamanda sorunların ne olduğunu, müzik<br />
yaratıcılarının sansürlenmesi ve eziyet<br />
görmesinin sadece sanatçıları değil<br />
toplumların tamamını nasıl etkilediğini<br />
belgelemek ve tahlil etmek için kuruldu.<br />
“Hepimiz Pussy Riot’ı destekliyoruz”<br />
günlerinde kamuyu ve siyasetçileri hâlâ<br />
ortada bir sorun olduğuna dair bilgilendirmek<br />
artık gerekli değil gibi görülebilir.<br />
Ancak küresel farkındalık göreceli, zira<br />
çoğu vaka o kadar ‘havalı’ değil ve küresel<br />
ilginin daha az olduğu yerlerde gerçekleşiyor.<br />
Freemuse’un internet sitesi www.<br />
freemuse.org 100’den fazla ülkedeki müzik<br />
89<br />
sansürü üzerine makaleler içeriyor. Birçok<br />
festival artık “yasaklı sanatçılara” ve<br />
hatta müzikal ifade özgürlüğü hakkında<br />
konuşmalara yer veriyor. Ancak müzisyenler<br />
hâlâ eziyet görüyor ve hapse atılıyor<br />
– hatta öldürülüyorlar. Freemuse bu<br />
sanatçıları kampanyalarla, maddi destekte<br />
bulunarak, bölgeseler ağlarla, lobicilik yaparak<br />
ve hatta sığınma üzerine danışmanlık<br />
vererek desteklemeye devam ediyor.<br />
Peki ya görsel sanatçılar, filmciler, vb.<br />
– onları kim destekliyor? Bütün sanatsal<br />
ifadeler üzerindeki sansürü ve zulmü kim<br />
belgeliyor?<br />
artsfex – yeni bir küresel ağ<br />
Yeni bin yılın başlarında (yazarları koruyan)<br />
Pen International, Freemuse ve diğer<br />
birkaç örgüt, sanatsal ifadenin korunması<br />
ve savunulması amacıyla küresel bir<br />
ağ kurma girişiminde bulundu. Parasal<br />
desteği eksik olan bu girişim hayatını sürdüremedi.<br />
Ama örgütler iletişim ağlarını<br />
devam ettirdiler ve 2011 Aralık ayında<br />
Freemuse çekirdek bir grubu girişimi yeniden<br />
başlatmak amacıyla Kopenhag’a davet<br />
etmeyi başardı.<br />
1200’den fazla örgütü temsilen davet<br />
edilen örgütler ve ağlar artsfex adı altında<br />
(Sanatsal İfade Özgürlüğü) küresel bir<br />
ağ yaratmaya karar verdiler. Aynı anda<br />
Freemuse da, Norveçli Fritt Ord Vakfı<br />
işbirliğiyle,“Yasaklanan Her Şey Arzulanır”
90 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />
adında sanatsal ifade özgürlükleri üzerine<br />
uluslararası bir konferans yapacaklarını<br />
duyurdu.<br />
Bu konferansın parçası olarak yeni<br />
bir internet sitesi, www.artsfreedom.org<br />
kuruldu ve Freemuse diğer sanatsal ifade<br />
türlerine uygulanan sansürü sistematik<br />
olarak belgelemeye başladı. Bunun üzerinden<br />
birkaç ay geçmeden, pek çok ülkede<br />
sansür probleminin olduğu ve hatta pek<br />
çok sanatçının ülkelerindeki çatışmalar<br />
yüzünden yurtdışına kaçtıklarını ortaya<br />
koyan yüzden fazla makale yayınlandı.<br />
İçerdeki çatışmalar<br />
Sanatsal ifadelere dair tartışmalı konular<br />
sıklıkla toplumların içinde bulunduğu<br />
çatışmaları, medya, müzeler, kamu fonları,<br />
kamusal alanlar, din vb. üzerindeki kontrolcü<br />
tutumları yansıtır.<br />
İktidardakiler – pek çok demokratik<br />
toplumda bile – sanatçıları kontrol etmeyi<br />
dilerler. Saikleri dinî, siyasi, kültürel ya da<br />
ekonomik olabilir. Sanatsal ifadelere saldırmak<br />
vatandaşlara ve diğer sanatçılara<br />
belirgin güç sinyalleri gönderir; dolayısıyla,<br />
“güç oyunları” dünyasında iktidardakiler<br />
ya da iktidar arayanlar için sanatçılara<br />
saldırmak etkin bir eylemdir.<br />
On yıllar boyu gazeteciler ve yazarlar<br />
için dünya çapında muhtelif acil kampanya<br />
ve destek mekanizmaları kurulmuştur.<br />
Artık bu tür yapılanmaların toplumsal<br />
dönüşümün çoğunlukla ön saflarında yer<br />
alan ve “sessizlerin sesi” olmayı sürdüren<br />
sanatçılar için de kurulmasının vakti<br />
gelmiştir.<br />
İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı
Basın bildirisi Kopenhag 22 Aralık 2011:<br />
“Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü<br />
korumak için duyulan acil ihtiyaç”*<br />
Yaratıcı ifade pek çok ülkede saldırı altındadır.<br />
Sadece sanatçılar ve işleri sansürlenmemekte,<br />
pek çok ülkede sanatçılar<br />
ve yaratıcı iş sektöründe çalışanlar eziyet<br />
görmekte, hapse atılmakta ve hatta öldürülmektedir.<br />
Geçtiğimiz günlerde düzenlenen<br />
Sanatsal İfade Özgürlüğü İçin Kopenhag<br />
Zirvesi’nde 1400’den fazla organizasyon<br />
ve uluslarası ağ şu sonuçlara vardı:<br />
“Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü<br />
korumak ve desteklemek için acilen<br />
uluslararası bir girişimin temellerinin<br />
atılması gerekmektedir.<br />
Bu girişim bir bilgi alışveriş platformu<br />
olmasının yanında, dünya çapında sanata<br />
uygulanan sansürü takip ve tahlil edecek,<br />
sanatçıların uğradığı eziyet ve sansürü<br />
teşhir edecek ve ilgili uluslararası konvansiyonlar<br />
ve ulusal kanunlar nezdinde<br />
hükümetleri yükümlülükleri bakımından<br />
sorumlu tutacaktır.<br />
Bu girişim dünya çapında sanatsal ve<br />
yaratıcı özgürlüğe desteğin savunuculuğunu<br />
yapacak ve acil ve sürekli destek sağlamak<br />
amacıyla zor durumdaki sanatçıları<br />
elindeki bilgiye, fonlara ve diğer kaynaklara<br />
yönlendirecektir.”<br />
Bu zirve, Danimarka Kültür<br />
Bakanlığı’nın maddi katkılarıyla Freemuse<br />
ve Pen Danimarka evsahipliğinde gerçekleştirilmiştir.<br />
* www.artsfex.org sitesinden alınmıştır.<br />
Bu girişimi başlatan kurumlar:<br />
Arterial Network<br />
» ECA – Avrupa Sanatçılar Birliği<br />
» ECSA – Avrupa Besteci ve Şarkısözü<br />
Yazarları Birliği<br />
» FERA – Avrupa Film Yönetmenleri<br />
Federasyonu<br />
» FIA – Uluslararası Oyuncular Federasyonu<br />
» freeDimensional<br />
» Freemuse – Müzik ve Sansür Dünya<br />
Forumu<br />
» ICAF – Sanatçıların Özgürlüğü için<br />
Uluslararası Komite<br />
» IETM – Çağdaş Performans Sanatçıları<br />
Uluslararası Ağı<br />
» IFCCD – Kültürel Çoğulculuk için Uluslararası<br />
Koalisyon Federasyonu<br />
» Index on Censorship<br />
» Pen International – Uluslararası Yazarlar<br />
Birliği<br />
» NCAC – Sansüre Karşı Ulusal Koalisyon,<br />
ABD<br />
İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı<br />
91
92 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />
Düşünce Suçları Müzesi’ne<br />
doğru<br />
Şanar Yurdatapan<br />
Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim<br />
1997 yılıydı. İki yıl önce başlatılan<br />
-Türkiye’de pek alışılmadık bir yöntem olduğu<br />
için medya ilgisini de çekebilen- sivil<br />
itaatsizlikler zinciri devam ediyordu. 1995<br />
Ocak ayında Yaşar Kemal’in Der Spiegel’e<br />
yazdığı bir yazı nedeniyle DGM’de yargılanmasıyla<br />
başlayan imza kampanyası,<br />
Düşünceye Özgürlük adlı bir <strong>kitap</strong>ta -Yaşar<br />
Kemal’in yazısı dâhil- 10 suçlu yazının<br />
1040 yayıncı tarafından yayınlanması ve<br />
184 sanıklı dev bir davanın açılmasına<br />
yol açmış, ama iş bununla da bitmemişti.<br />
Artık her kimin başı benzer nedenlerle<br />
belaya girse, onun suç sayılan yazısını<br />
yayınlayarak yeni bir dava açılmasını<br />
sağlıyorduk. Ömrümüzün yarısı DGM’de<br />
geçiyordu. Savcılarla hâkimlerin baş belası<br />
olmuştuk; memurlar, mübaşirler hatta<br />
kapıda görevli polislerle dost olmuştuk. 1<br />
Bu yaşananlar, daha öncekiler gibi<br />
yaşlıların anılarında kalmasın, geleceğe<br />
ibret olsun diye bir “müze oluşturmak”<br />
fikri böyle ortaya çıktı. Gazeteciler Cemiyeti,<br />
Cağaloğlu’ndaki Basın Müzesi’nin<br />
bir bölümünü düşünce suçlarına ayırmayı<br />
kabul etti. Kolları sıvadık, yasak <strong>kitap</strong> ve<br />
dergileri bulmaya, avukatlar yardımıyla<br />
eski davaların tutanaklarını toplamaya<br />
başladık. Başta Nazım Hikmet, Yılmaz<br />
Güney ve Aziz Nesin Vakfı’nın yardımlarıyla<br />
çok sayıda belge biraraya geldi ama<br />
cemiyet bu işten yan çizdi, ortada kalakaldık.<br />
Topladıklarımızı özenle saklamayı<br />
sürdürdük, iyi ki de öyle yapmışız.<br />
İzmirli genç bir avukat Murat Alpaslan,<br />
aileden kalma eski İzmir evini bu işe<br />
tahsis etti. Bir grup avukatın yardımı ve<br />
ortak girişimiyle eski ev tamir edildi, boyandı,<br />
ortaya pırıl pırıl bir yapı çıktı. Arka<br />
bahçesinin bir işletmeciye lokanta olarak<br />
kiralanması, bunun geliriyle de müzenin<br />
açık tutulması hedefleniyordu. Ne var<br />
ki “Müze” açılması bir yığın formaliteye<br />
ve devletin iznine bağlı olduğundan bu<br />
hevesten hemen vazgeçildi, adının müze<br />
değil sergi olmasına karar verildi. Açılsın<br />
da adı önemli değildi tabii.<br />
Sonra sanatçılar devreye girdi. Eldeki<br />
malzemeyi büyük bir titizlikle odalara<br />
yerleştirdiler. Bu arada nerden çıktı ise<br />
bir de gerçek darağacı bulununca, evin<br />
bodrumu işkence aletlerinin sergilendiği<br />
bir yere dönüştü. Yasaklanmış düşünceler<br />
nedeniyle çekilmiş acıların tanığı manyetolu<br />
telefonlar, coplar, filistin askıları…<br />
Görmek bile insanın tüylerini ürpertiyor<br />
ama gerçek, o halde ibret için müzede<br />
yerlerini almalılar.<br />
Serginin açılışına olabilecek engellemelerin<br />
önünü kesmek için önemli bir<br />
konuğu davet ettik. O dönemde Avrupa<br />
Birliği – Türkiye Ortak Parlamentolar<br />
Grubu başkanı Hollandalı milletvekili Piet<br />
Dankert, açılış için İzmir’e gelince olası<br />
provokasyonlar da önlendi, çok güzel bir<br />
açılış yapıldı.<br />
Sonra ne oldu?<br />
İki şey oldu. Birincisi Cumhuriyet gazetesi<br />
yoğun bir kampanya başlattı müze aleyhine.<br />
Neden? Çünkü müzede yasaklanmış <strong>kitap</strong>lar<br />
arasında ayrım yapılmamıştı. Nazım
Hikmet’in <strong>kitap</strong>larıyla Necip Fazıl’inkiler<br />
ve Mızraklı İlmihal yanyana sergileniyordu.<br />
Bir başka köşede yasak kıyafetler, sarık ve<br />
cübbe de vardı ve şapka giymeyi reddettiği<br />
için İstiklal Mahkemesi’nde idama<br />
mahkûm edilenlerin öyküsü, Sabahattin<br />
Ali’nin öyküsüyle yanyana yer alıyordu.<br />
Bu, İzmir’deki grubu da ikiye böldü.<br />
Müze (Sergi) açılmıştı, ama açık tutmak<br />
için sürekli insan çalışması gerekiyordu.<br />
Bu bölünme sonucu lokanta ve buradan<br />
sağlanacak gelir de suya düşünce bina açık<br />
tutulamadı. Ancak onu görmek için yurtdışından<br />
birileri geldikçe açılıp sonra tekrar<br />
kapanıyordu. O kış feci yağmurlarda dam<br />
akmaya başlayınca, bina da kullanılamaz<br />
hale geldi. İçerideki belgeleri başka bir<br />
yere taşıyarak kurtaran Murat Alpaslan’ı<br />
tekrar kutlamak gerek.<br />
Bütün bunları neden anlattım?<br />
Çünkü müzeyi ne yapıp edip tekrar<br />
açacağız. Ama ömrümün geri kalan kısmını<br />
neden devlet bürokrasisi ile uğraşmakla<br />
heba edeyim? Yaşasın teknoloji.<br />
Bu müzeyi internet ortamında açmak için<br />
hazırlanıyoruz.<br />
Açılış için gerekli finansman büyük bir<br />
sorun değil, asıl önemli olan bu müzenin<br />
sürekli geliştirilmesi. İfade özgürlüğünü<br />
hiçe sayan herkes, kim olursa olsun,<br />
ünvanı ne olursa olsun anında “müzelik”<br />
olmalı. Bu mümkün mü? Tabii mümkün,<br />
neden olmasın? Bunu isteyen ve yapabilecek<br />
olan potansiyel damarlarımızdaki<br />
kanda filan değil, ama beyinlerimizde ve<br />
yüreklerimizde var.<br />
93<br />
Notlar<br />
1. Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim’in bu sivil<br />
itaatsizlikler zinciri uzun yıllar sürdü. Toplam<br />
80.000’den fazla kişi, toplam 500’e<br />
yakın düşünce suçlusunun suç sayılan<br />
söz ve yazılarını tekrarlayarak kendilerini<br />
yargılattı. En son etkinlik, Ergenekon davasında<br />
tutuklu sanık (!?) gazeteci Ahmet<br />
Şık’ın kitabı daha basılırken toplatıldığında<br />
yapıldı. Devlet artık bu eylemleri görmezlikten<br />
gelmeyi tercih ediyor, dava bile<br />
açılmıyor. Ancak girişim, 2000 yılından bu<br />
yana her yıl, o yılki belli başlı suç(!?)lu yazı<br />
ve sözleri içeren bir yıllık yayınlıyor, her iki<br />
yılda bir, Düşünce Özgürlüğü için İstanbul<br />
Buluşması adlı uluslararası bir toplantı<br />
düzenliyor.
94 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı, emekten,<br />
özgürlükten, yaşamdan, doğadan ve<br />
insandan yana tavır alan eylemler ve<br />
süreçler örgütlemek, mekânlar ve deneyimler<br />
üretmek amacıyla 2011 yılında<br />
kuruldu. Kamusal Sanat Laboratuvarı bir<br />
sanatçı örgütü değildir; sanatın siyasetle<br />
ve toplumla ilişkisini yeniden tanımlamanın<br />
gerekliliğine inanan insanları biraraya<br />
getirir. Kamusal Sanat Laboratuvarı birbirinden<br />
koparılmaya çalışılan sanat alanı ve<br />
politik alan arasına kazılmış bir tüneldir.<br />
Mekânı, zamanı, çalışma koşullarını, insan<br />
ilişkilerini ve yaşamı daha insani hale<br />
getirmek için “somut düşünceler” üretmek<br />
isteyen herkese açık kolektif bir deney alanıdır.<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı gündelik<br />
hayatta ve kamusal alanda, sermayenin<br />
biçim verdiği alışkanlıkları, araçsallaştırılmış<br />
toplumsal ilişkileri ve tahrip edilmiş<br />
insan doğa ilişkisini değiştirmeye aday bir<br />
gruptur.<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı toplumsal<br />
muhalefetin dinamikleri içinde,<br />
toplumsal hareketler, sendikalar ve meslek<br />
örgütleri ile dayanışma içinde çalışır.<br />
Laboratuvar her hafta yapılan ve herkese<br />
açık olan toplantılarda karar alan, bağımsız,<br />
anti-hiyerarşik bir yapıdır. Hem refleks<br />
eylemler hem de uzun soluklu etkinlikler<br />
üretir. Köklerini isyanlar, devrimler ve başkaldırılarla<br />
dolu yaratıcı direniş tarihinde<br />
de bulur. Avangart sanat bu tarihin sadece<br />
bir parçasıdır.<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı çalışmalarına<br />
2011 yılı Temmuz ayında İstanbul<br />
Bienali sırasında gerçekleştirdiği eylemle<br />
başladı. Laborantlar 12. Uluslararası İstanbul<br />
Bienali’nin tanıtımı için İKSV tarafından<br />
hazırlanıp dolaşıma sokulan kartların<br />
replikalarını ürettiler ve Bienal’in açılış<br />
töreni sırasında dağıttılar. Replika kartlar<br />
kazındığında ortaya Bienal sponsoru Koç<br />
ailesi ve 12 Eylül askerî darbesi arasındaki<br />
ilişkileri teşhir eden bir mektup çıkıyordu.<br />
Bu eylemi sanatın sermaye tarafından<br />
araçsallaştırılmasını eleştiren başka eylemler<br />
izledi. Sanatta sansür konusuna dikkat<br />
çekilen Müzecinin Çantası eylemi de bunlardan<br />
biridir. İstanbul Modern’de düzenlenen<br />
“Hayal ve Hakikat” sergisinde Bubi<br />
Hayon adlı sanatçının yapıtının sansürlenmesini<br />
protesto etmek için Kamusal Sanat<br />
Laboratuvarı bir eylem düzenledi. Bir iş<br />
adamı çantasının ortasına yerleştirilen<br />
dijital ekran üzerine İstanbul Modern’in<br />
yazı karakteri ve renkleri kullanılarak<br />
“Müessesemiz klimalıdır” cümlesi yazıldı.<br />
Sergi açılış kokteyli boyunca çanta müze<br />
içerisinde dolaştırıldı. Performans süresince<br />
hiçbir açıklama yapmadan sadece dijital<br />
ekranlı çantadaki kare kod görüntüsünün<br />
yer aldığı kartlar dağıtıldı. Böylece telefonlarına<br />
kare kodları okutan sergi davetlileri,<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı’nın internet<br />
sitesinde yer alan “Müzecinin Çantası”<br />
adlı bağlantıya yönlendirildi. “Müzecinin<br />
Çantası” müze-sanatçı, müze-küratör,<br />
müze-kamusallık, müze-müzayede gibi<br />
sorunlu başlıkların tartışılması umuduyla<br />
yapılmış bir performanstı. Bu ilk eylemleri,<br />
kentsel dönüşüme ve HES projelerine karşı<br />
süren mücadelelere eklemlenen başka<br />
çalışmalar izledi.<br />
Kamusal Sanat Laboratuvarı sanat ve<br />
kültür alanında olduğu kadar yaşamın her<br />
alanında mücadelesini sürdürüyor.<br />
kamusalsanatlaboratuvari.blogspot.com