04.10.2012 Views

siyahbant kitap final web

siyahbant kitap final web

siyahbant kitap final web

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

© 2012, Siyah Bant.<br />

Edıtör Asena Günal<br />

ArAştirmA tAsArimi Banu Karaca<br />

YAYin KoordınAtörü Pelin Başaran<br />

tAsArim vE UYgUlAmA Fevkalade<br />

BAsKi Mas Matbaacılık A.Ş.<br />

KAğit Enzo Lux Cream 70 gr<br />

yAziyüzlerı Oranda BT, PF Agora Sans Pro,<br />

PF Din Text Comp Pro, Nexus Typewriter TF<br />

www.<strong>siyahbant</strong>.org


4<br />

6<br />

9<br />

19<br />

20<br />

21<br />

23<br />

26<br />

35<br />

37<br />

38<br />

44<br />

50<br />

52<br />

54<br />

55<br />

64<br />

70<br />

72<br />

81<br />

87<br />

89<br />

91<br />

92<br />

94<br />

İçindekiler<br />

Önsöz | Pelin Başaran<br />

Değişen ve değişmeyen boyutlarıyla sansür | Erden Kosova<br />

Devlet sansürü ve devletin anonim vekilleri | Banu Karaca<br />

“Böyle Tanıdıklarım Var II”: Bir dava düşmesi, bir beraat<br />

“Ekümenopolis” belgeselinin Enez’deki gösteriminin iptali üzerine<br />

“Yala ama Yutma” oyununun hedef gösterilmesi<br />

Bahar Kültür Merkezi’nden tiyatro sanatçısı Çiçek Tekdemir’in anlatımı<br />

Bir oto-sansür vakası: “Muhafız” | Burak Delier<br />

“Ellinci Yılında 6–7 Eylül Olayları” sergisine düzenlenen saldırı üzerine | Balca Ergener<br />

Şükran Moral’ın “Amemus” sergisinin iptali üzerine<br />

Medya, sanat ve sansür üzerine... | Yasemin İnceoğlu<br />

“Geçimli’de havan mermisi, İstanbul’da <strong>kitap</strong>” | Pelin Başaran<br />

Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!<br />

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahramanmaraş Mitingi konuşması<br />

Grup Yorum’a yönelik baskılar bitmiyor<br />

Kıskaç daralırken: Film festivalleri ve eser işletme belgesi | Elif Ergezen<br />

Yasaklanan “Bêrîvan” filminin yönetmeni Aydın Orak ile söyleşi<br />

Dersim katliamının yasaklanan belgeseli: “38”<br />

İnce sınırlar: Güncel sanatta sermaye, sanat kurumu ve devlet üçgeninde sansür | Arzu Yayıntaş<br />

“İnsanlık Anıtı”ndan “ucube”ye | Pelin Başaran<br />

Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />

Index on Censorship üzerine | Julia Farrington<br />

Sanatsal ifade özgürlüğünü savunmak | Ole Reitov<br />

Basın bildirisi Kopenhag 22 Aralık 2011: “Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü<br />

korumak için duyulan acil ihtiyaç”<br />

Düşünce Suçları Müzesi’ne doğru | Şanar Yurdatapan<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı


4<br />

Önsöz<br />

Siyah Bant fikri, 2011’de “İfade Özgürlüğü”<br />

başlıklı Hrant Dink Anısına Atölye<br />

Çalışması’na paralel kurgulanan, Sabancı<br />

Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi Banu<br />

Karaca’nın öncülüğünde tasarlanan “Çağdaş<br />

Sanatta Sansür” adlı yuvarlak masa<br />

toplantısının hazırlık sürecinde ortaya<br />

çıktı. Bu konuda yaptığı akademik araştırma<br />

ile toplantıya önayak olan Banu ile<br />

toplantının kapsam ve içeriğini çalışmaya<br />

başladığımızda, sanatta sansür vakalarının<br />

sanatçılar arasında bile çok fazla bilinmediğini,<br />

tartışılmadığını, belgelenmediğini<br />

ve en önemlisi sanatta sansüre karşı ortak<br />

bir dayanışma ağının yokluğunu bir kez<br />

daha gördük.<br />

Siyah Bant, sansürün, sadece devlet<br />

sansüründen bahsedilemeyeceği gerçeğinden<br />

hareketle, farklı yöntem ve aktörlerini<br />

araştırmak, sansür vakalarını belgelemek,<br />

analiz etmek ve sansürle mücadele etmek<br />

amacıyla Ağustos 2011’de <strong>web</strong> sitesinin<br />

açılmasıyla başladı. Web sitesinde 2000<br />

yılı sonrasında güzel sanatlar, görsel<br />

sanatlar, sinema, müzik, dans ve tiyatro<br />

alanlarında gerçekleşen sansür vakaları<br />

yer alıyor ve bu vakalarda kullanılan<br />

cezalandırma, yasaklama, hedef gösterme,<br />

tehdit etme, korkutma, aşağılama, engelleme,<br />

saldırı, gayrimeşrulaştırma, ötekileştirme<br />

gibi farklı sansür yöntemlerine<br />

dikkat çekiliyor.<br />

Sansür vakalarını araştırmak için ulusal<br />

ve yerel gazeteler, dergiler, televizyonlar,<br />

internet ve yazılı kaynaklarda kapsamlı<br />

bir araştırma yapıldı ve bu mecralarda<br />

duyurulan vakalar arşivlendi. Kamuoyuna<br />

duyurulmamış sansür vakalarına ulaşabilmek<br />

için seçilen 9 farklı kentte, sanatçılar,<br />

kurumlar, yerel basın, sivil toplum kuruluşları<br />

ve aktivistlerle 80 birebir görüşme<br />

yapıldı.<br />

Pelin Başaran<br />

Siyah Bant<br />

Siyah Bant girişimini başlattığımız<br />

dönemden bugüne, siyasi gerilim gittikçe<br />

tırmandı, Kürt bölgesindeki görece<br />

rahatlama yerini sistematik gözaltılara<br />

ve tutuklamalara bıraktı. Banu Karaca’nın<br />

bu <strong>kitap</strong>taki yazısında adlandırdığı gibi,<br />

“devlet ve devletin anonim vekilleri”<br />

tarafından uygulanan kültürel ve sanatsal<br />

üretimin üzerindeki baskı arttı veya daha<br />

açık yaşanmaya başlandı. İktidarın her<br />

türlü muhalefeti kırma ve sindirme amaçlı<br />

sürekli uyarı veren hali, sadece kültür ve<br />

sanat üreticilerinde değil, her alanda içselleştirilmiş<br />

bir endişe duygusuna dönüştü<br />

ve üst kademeden alta, bürokratları ve<br />

devletin çıkarını gözeten birey ve kurumları<br />

ifade özgürlüğüne keyfî müdahalelerde<br />

bulunma konusunda cesaretlendirdi.<br />

Buradan kastımız, sansürün AKP hükümeti<br />

ile başladığı değil. Elbette ki, bu hükümetten<br />

önce de sansür farklı biçimlerde, çeşitli<br />

aktörler tarafından uygulanıyordu. Bizim<br />

için önemli olan, Erden Kosova’nın <strong>kitap</strong>taki<br />

yazısında belirttiği gibi, “sansürün<br />

değişen ve değişmeyen boyutlarını” tespit<br />

etmek ve tarihsel bağlamına yerleştirmek.<br />

Araştırma sürecinde içerik ve yöntemle<br />

ilgili çeşitli zorluklarla karşılaştık. İlki,<br />

sansürün tanımının, aktörlerinin ve yöntemlerinin<br />

genişlemesi ve çoğu sansürün<br />

örtülü biçimde gerçekleşmesinin, sansür<br />

vakalarının ulaşılabilirliğini ve doğrulanmasını<br />

zorlaştırması. Üstelik bazı sanatçıların<br />

sansürle beraber anılmak istememeleri,<br />

ilişkilerini korumaya yönelik çabaları<br />

ve sansürün duyurulmasının kendilerini<br />

daha belirgin hedefler haline getirme<br />

olasılığı, bu zorluğu pekiştirdi. Bu durum,<br />

özellikle de, çağdaş sanat kurumları arasında<br />

rekabetin iyice kızıştığı ve sanatçılar<br />

üzerindeki piyasa baskısının arttığı bir<br />

ortamda kendini hissettirdi. Sanatçıların


kurumlarla ilişkisinde risk alamayacak<br />

pozisyona itilmeleri ve sanatçıların bu<br />

pozisyondan dışarı çık(a)mamaları, sohbet<br />

ortamında dile getirilen birçok sansür vakasının<br />

açıkça konuşulmasına engel oldu.<br />

Başka bir nokta ise, sansürle mücadele<br />

için bir dayanışma ağı ve baskı grubu<br />

yaratmanın güçlüğüydü. Sansüre maruz<br />

kalan sanatçılarla yaptığımız görüşmelerden<br />

çıkardığımız sonuç, sanatçıların bu<br />

konuda yalnız bırakıldıklarını hissetmiş<br />

olmalarıydı. Bunda, sansür vakalarının<br />

sistematik bir şekilde duyurulmamasının,<br />

sansürü ve aktörlerini teşhir eden,<br />

sanatçıya destek veren, sanatçıların ifade<br />

özgürlüğü ve mesleki haklarını gözeten<br />

kurumların eksikliği kadar, çeşitli nedenlerle<br />

–sanat eserinin yeterince “iyi”<br />

olmaması, sanatçının saygı uyandırmaması,<br />

sanatçının kurumlarla ilişkisinin şüphe<br />

uyandırması vb.– kasıtlı olarak destek<br />

verilmemesinin de payı var. Bu durum,<br />

sanatta ifade özgürlüğünün, bizler –kültür<br />

sanat üreticileri ve savunucuları– için de<br />

bazı sınırları olabileceğini düşündürüyor.<br />

Yalnızca devletin ve toplumun “hassasiyetleri”<br />

değil, bizim de içselleştirdiğimiz<br />

sınırların ne olduğu ve nasıl zorlanabileceği<br />

üzerine düşünmek gerekiyor.<br />

Bir dayanışma ağı yaratmak amacıyla<br />

oluşturulan sanattasansür elektronik<br />

posta grubu, ilk dönemde yoğun bir ilgiyle<br />

karşılansa da, devamında büyük bir hareketliliğe<br />

yol açmadı. Bu, sorunun sadece<br />

vakaların duyurulmasıyla çözülmeyeceği,<br />

haber almanın –medyadaki sansüre rağmen–<br />

farklı mecralarla mümkün olabildiği<br />

bugünkü ortamda, istikrarlı bir aktivizme<br />

ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Buradan<br />

hareketle, Siyah Bant, sonraki adımlarında<br />

bir ağ ve baskı grubu oluşturmak,<br />

bu grubu bir eylem programı etrafında<br />

örgütlemek ve ifade özgürlüğünün güvenceye<br />

alınması için aktif çalışan organizasyonlarla<br />

stratejik ortaklıklar geliştirmek<br />

için çalışacak. Sanatta ifade özgürlüğü ve<br />

sansürün farklı boyutlarını ve kesitlerini<br />

derinlemesine inceleyecek araştırmalar<br />

tasarlayacak, çeşitli grup ve kurumlarla<br />

ortaklıklar geliştirmek amacıyla diyalog<br />

toplantıları düzenleyecek. Siyah Bant’ın<br />

araştırmaları uluslararası ortakları vasıtasıyla<br />

uluslararası alanda duyurulacak. Ek<br />

olarak, sanatta ifade özgürlüğü ve sansür<br />

meselesini hukuki açıdan değerlendirmek,<br />

mevzuatı incelemek, sorunları tespit<br />

etmek ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla<br />

Prof. Dr. Turgut Tarhanlı danışmanlığında<br />

tüm yıla yayılan çalıştaylar organize<br />

edilecek. Bu çalıştaylarda aynı zamanda,<br />

sansürle mücadelede nasıl bir aktivizm<br />

önerilebileceği ve aktivizmde insan hakları<br />

hukukunun rolü ve koruma mekanizmalarından<br />

yararlanma imkânının ne olduğu<br />

araştırılacak.<br />

Siyah Bant kitabı, farklı sansür mekanizmalarına<br />

ve aktörlerine dikkat çekmek,<br />

araştırma süresince edindiğimiz ilk bulguları<br />

değerlendirmek ve konuyla ilgili bir<br />

tartışma başlatmak amacıyla hazırlandı.<br />

Kitapta, sanatta ifade özgürlüğü konusunda<br />

araştırma yapan yazarların yazıları,<br />

sansürle mücadelede yerel ve uluslararası<br />

deneyimler ve sansür vakaları yer alıyor.<br />

Belirtmek isterim ki, <strong>web</strong> sitesinde<br />

belgelenen vakalar arasından oluşturulan<br />

bu seçki, diğer sansür deneyimlerinden<br />

daha önemli olduğundan değil, yazıların<br />

referansları gözönünde bulundurularak<br />

oluşturulmuştur.<br />

Siyah Bant’ın ve bu kitabın gerçekleşmesi<br />

için deneyimlerini ve arşivlerini<br />

paylaşan tüm kurum ve kişilere, <strong>web</strong><br />

sitesinin güncellenmesindeki gönüllü<br />

desteği için Seval Yılmaz’a, araştırma<br />

sürecine katkıları için Roza Erdem, Çiğdem<br />

Armağan ve Duygu Ula’ya, Anadolu Kültür<br />

ve Tütün Deposu’na, Siyah Bant Danışma<br />

Kurulu üyeleri; Eylem Ertürk, Asena Günal,<br />

Yasemin İnceoğlu, Banu Karaca, Erden Kosova,<br />

Elif Yarsuvat ve Fırat Yücel’e sonsuz<br />

teşekkürlerimi sunuyorum.<br />

5


6<br />

Değişen ve<br />

değişmeyen<br />

boyutlarıyla sansür<br />

Erden Kosova<br />

Sanat eleştirmeni<br />

Son birkaç yıl içinde sayıları ciddi biçimde artan özel<br />

girişimlere ait sanat kurumlarının da bir tür uyumsallık<br />

atmosferi yaratmaya çalıştığı, bağlı oldukları sermaye yapıları,<br />

yatırımları ve buna eşlik eden kültürel tercihler hakkında<br />

ortaya çıkan çatışmaları perdelemeye ve görünürlükten<br />

uzaklaştırmaya çabaladıkları görülmekte.<br />

Devletin toplum üzerindeki denetiminin<br />

zor kullanımına dayandığı ve meşru görüldüğü,<br />

bunun neredeyse geleneğe (diğer bir<br />

eğretilemeyle, genetik yapıya) dönüşmüş<br />

bir süreklilik haline geldiği bir coğrafyada<br />

yaşıyoruz. Osmanlı’nın emperyal ölçekte<br />

geliştirmiş olduğu denetim yapısı çok<br />

büyük değişiklere uğramaksızın, toplum<br />

üzerine tepeden empoze edilmiş şekilsel<br />

modernlik deneyimine de aktarılmış görülüyor;<br />

militarizm, milliyetçilik ve devletçiliğin<br />

temel dinamikler olarak işlediği<br />

siyasal ortamın üzerinden bir de Soğuk<br />

Savaş’ın paranoya, kumpas ve dış dünyadan<br />

yalıtım üzerine kurulu kara bulutu<br />

geçmiş durumda. İfade özgürlüğü üzerindeki<br />

kısıtlamalar, sansür vakaları, <strong>kitap</strong><br />

yasaklamalar, gazete kapatmalar, yazar ve<br />

sanatçıların kovuşturmalara uğramaları,<br />

hapis ya da sürgün edilmeleri, gazetecilere<br />

yönelik suikastler… hem rakam hem de<br />

çeşitlilik anlamında konuyla ilgili oldukça<br />

‘zengin’ bir birikim mevcut.<br />

Bu yöndeki geniş tecrübeye rağmen,<br />

özellikle yakın geçmişte yaşanmış olan<br />

sansür pratiklerini toplu biçimde ele alan,<br />

çözümlemeye tabi tutmuş olan araştırma<br />

sayısı oldukça az. Belki de artık devlet<br />

işleyişine dair sabit bir veri olarak algılandığı<br />

için, ifade özgürlüğünü kısıtlamaya<br />

yönelik müdahaleleri bir bütün olarak not<br />

etmeye yönelik fazla çaba gösterilmemiş<br />

gibi görünüyor. Bunun yanında, son yirmi<br />

yıllık dönemde siyasal zeminde yaşanan<br />

kayışlar sansür konusunu farklı bir gözle,<br />

analitik bir perspektifle değerlendirme<br />

gerekliliğini daha da fazla hissettiriyor.<br />

Sert kutuplaşmalar sonucunda sadece<br />

devletin güvenlik ve idareden sorumlu<br />

birimleri değil siyasal alanı oluşturan sivil<br />

aktörlerin de karşıt görüşün ifade alanını<br />

daraltmaya, onu tümden susturmaya<br />

yönelik hamlelerde bulunabildiğine tanık<br />

olduk son yıllarda. Baskı kavramı üzerine<br />

geliştirilmiş düşünce kalıplarını sarsacak<br />

bir biçimde sadece devletin değil, devletdışı<br />

oluşumların da farklı olana tahammül<br />

göstermediği, sınırlandırmaları, kısıtlamaları<br />

bizzat kendisinin talep ettiği pek çok<br />

vaka yaşadık bu dönemde.<br />

Bunun da ötesine geçilip, siyasal alanda<br />

örgütlü ya da örgütsüz biçimde gelişen<br />

linç ve vandallık gibi şiddet eylemlerinin<br />

belirli bir özerkliğe sahip olduğu düşünülen<br />

kültür mekânlarına da uzandığı yeni<br />

bir dönemin içine girdik. Daha önce de


çeşitli şiddet eylemleriyle karşılaşılmıştı<br />

ama 6-7 Eylül olayları sırasında çekilen<br />

fotoğraflarla oluşturulmuş bir serginin açılışında<br />

Karşı Sanat’ın bir grup milliyetçi/<br />

ulusalcı tarafından basılması ve sergilenen<br />

fotoğrafların tahrip edilmesi (bkz. sayfa<br />

35) (2005) kazanılmış alan, özerklik sahası<br />

olarak kavranan şeylerin ne kadar kırılgan<br />

olduğunu, oluşturulmuş yapıların nasıl da<br />

çözülebileceğini gözler önüne sermiş oldu.<br />

Tophane Olayları olarak adlandırılan ve<br />

2010 Eylül’ünde bir dizi sanat galerisine<br />

karşı örgütlü biçimde düzenlenen saldırı,<br />

beraberinde getirdiği pek çok sorunsalla<br />

birlikte bu kırılganlığın uç noktaya taşındığının<br />

göstergesi oldu.<br />

Son on yıllık dilime daha yakından<br />

baktığımızda devlet yapısını kendine göre<br />

yeniden ‘format’layan AKP hükümetinin<br />

icraatlerinin devreye girdiğini; ve sansürün<br />

daha yakından ele alınması aciliyetli<br />

bir ihtiyaç olarak bir kez daha önümüzde<br />

durduğunu görüyoruz. Bir yandan<br />

geçmişten devralınan ve KCK operasyonları<br />

ile birlikte en kristalleşmiş örneğine<br />

tanık olduğumuz, ceberrut, saldırgan<br />

ve azarlayan üslubuyla karşıt görüşleri<br />

sindirmeye, silmeye çalışan gelenek; diğer<br />

yandan siyasal müzakere ortamına ‘ince<br />

ayar’ vermeye çalışan, basın-yayın organlarını<br />

uyumsallığa mahkûm eden dolaylı/<br />

dolaysız manipülasyon çabaları; bir diğer<br />

yandan ‘çoğunluğun hassasiyetleri’ne<br />

sahip çıkma argümanı üzerinden geliştirilen<br />

toplum mühendisliği örnekleri…<br />

Farklı damarlardan beslenen bu denetim<br />

ve şekillendirme inadı kültür ve sanat alanına<br />

da çeşitli ve sayılarının arttığı hissini<br />

veren sansür pratikleriyle yansımakta.<br />

Yine de sansür sadece Türkiye’nin<br />

siyasal gündemindeki gerginlikler üzerinden<br />

ele alınabilecek bir kavram değil.<br />

Devlet yapısının doğası haline gelmiş<br />

denetim ve sınırlandırma uygulamaları<br />

ve toplumun muhafazakâr/reaksiyoner<br />

kesimlerinin kendinlerine vazife edinip<br />

müdâhil oldukları vakalar kadar patırtı<br />

çıkarmayan ama belki de bunlardan daha<br />

etkin bir sessizleştirme mekanizması<br />

olarak işleyen üçüncü bir faktör belirginlik<br />

kazanmakta. Son birkaç yıl içinde sayıları<br />

ciddi biçimde artan özel girişimlere ait<br />

sanat kurumlarının da bir tür uyumsallık<br />

atmosferi yaratmaya çalıştığı, bağlı oldukları<br />

sermaye yapıları, yatırımları ve buna<br />

eşlik eden kültürel tercihler hakkında<br />

ortaya çıkan çatışmaları perdelemeye ve<br />

görünürlükten uzaklaştırmaya çabaladıkları<br />

görülmekte. Öyle ki, net olarak sansür<br />

kavramıyla tanımlanamayacak olsa bile<br />

sanatçıların çalışmaları üzerinde manipülatif<br />

etkiler yaratan yeni mekanizmalar<br />

ortaya çıkmakta.<br />

Finansal yapılarını ve alışverişlerini<br />

şeffaflıktan uzak yöntemlerle var eden bu<br />

tür girişimler sanat ve sermaye arasındaki<br />

bağların kurcalanmasını istemeyen bir<br />

görüntü sergilemekte. Sunum koşullarının<br />

giderek daha belirgin biçimde sterilleştirildiği,<br />

elit katmanlara hitap ettiği, çeşitli<br />

sosyal filtrelerle donatıldığı, pazarlama<br />

stratejilerine terk edildiği ve panel,<br />

tartışma ve yayın gibi düşünsel-eleştirel<br />

dolayımlardan uzak tutulduğu bir ortamda<br />

çatlak seslerin, pürüzlerin belirmesi<br />

istenmemekte. Farklı ortamlarıyla çalışanlarıyla<br />

sorunlar yaşayan büyük sermaye<br />

kuruluşları bu çatışmaların sanat ve kültür<br />

alanındaki faaliyetlerine yansımasından<br />

ciddi biçimde rahatsızlık duymakta.<br />

Yaratılan sınıfsal ve ekolojik tahribatı<br />

perdelemek ve pozitif bir şirket kimliği,<br />

algısı yaratmak üzere kültürel ve sanatsal<br />

etkinliklerin araçsallaştığı bir ortamda<br />

eleştirelliğin çerçevesi de giderek daralmakta.<br />

Bu tür bir tavır sosyal çatışmalardan<br />

temizlenmiş, kurumları ve izleyiciyi<br />

hırpalamayan, var olan sosyal ve politik<br />

gerginliklerin üzerine gitmeyen, uzlaşımsal<br />

bir sanat anlayışını öne çıkarmakta.<br />

Bu koşullar altında profesyonel sözleşmeler,<br />

medya ile kurulan ilişkiler, göste-<br />

7


8<br />

rilecek olan sanat çalışmalarının içeriği<br />

ve hatta kimi hallerde biçimsel özellikleri<br />

konusunda sanatçının tercihleri üzerinde<br />

manipülatif etkilerde bulunabilecek müdahalelerle<br />

de karşılaşılabilmekte. Kurum<br />

prestiji, kişisel bağlar ve benzer vakalardan<br />

haberdar olmama nedeniyle sanatçılar<br />

bu tür müdahalelere karşı sessiz kalabilmekte,<br />

ya da ne tür bir tepki vereceği<br />

konusunda kafa karışıklığı yaşabilmekte.<br />

Berrak tanımlamalarla yaklaşılması kolay<br />

olmayan bu gri ve flu görünümdeki denetim<br />

alanı kurumlarla çatışmalar yaşayanların<br />

yalnızlaştırılması ve sessizleştirilmesine,<br />

daha da kötüsü genel bir oto-sansür<br />

atmosferinin oluşmasına neden olmakta.<br />

Bütün bu gelişmeleri dikkate alan<br />

Siyah Bant projesi bir yandan son yirmi<br />

yıl içinde yaşanan sansür pratiklerine dair<br />

bir bellek haznesi oluşturmaya çabalıyor,<br />

diğer yandan konu etrafında gelişen yeni<br />

sorunsalları ortaya koymayı ve bir tartışma<br />

alanı oluşturmayı amaçlıyor. Kültürel<br />

üretim alanının bütününü kavramak ve<br />

çözümlemek, bunun da ötesine geçerek<br />

denetim mekanizmalarına karşı direnç<br />

ittifakları kurmak zor iş elbet. Bugüne kadar<br />

oluşturulmuş eleştirel alanın giderek<br />

daha fazla eridiğinin farkında olan Siyah<br />

Bant ekibi akıntının tersine doğru atılacak<br />

adımların çoğalacağı ve sıklaşacağı umudunu<br />

taşıyor güçlü bir biçimde.


Devlet sansürü ve<br />

devletin anonim<br />

vekilleri *<br />

Banu Karaca<br />

Sabancı Üniversitesi,<br />

Sanat ve Sosyal Bilimler<br />

Fakültesi<br />

İncelenen sansür vakaları, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına<br />

ilişkin olarak Türkiye’de kayda değer olumsallıklar bulunduğunu<br />

gözler önüne sermektedir: söylenemez olanın alanı net<br />

olmayan bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne yapılan<br />

müdahaleleri bilhassa başarılı kılan da esasen bu keyfiyettir.<br />

Türkiye’deki sansür tartışmaları genelde<br />

ifade özgürlüğünü engelleyen, baskıcı ve<br />

yekpare bir devlet yapısı üzerinden yapılıyor.<br />

Ancak yakından bakıldığında durumun<br />

daha karmaşık olduğu görülmektedir.<br />

1980 darbesine ve sonrasındaki döneme<br />

damgasını vuran yasaklayıcı girişimlerden<br />

farklı olarak, sanattaki mevcut sansür mekanizmaları,<br />

sanatsal ifadelere ve onların<br />

yayılmasına ilişkin olarak gayrimeşrulaştırma<br />

ve yıldırma amacı gütmektedir. Bu<br />

durum bilhassa “Türkiye devletinin ülkesi<br />

ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” ve<br />

egemenliğine tehdit şeklinde yorumlanabilen<br />

ifadeler için geçerlidir. Sanatçıları<br />

hedef almak, kendilerini yalnız hissetmelerine<br />

yol açmak ve bir korku ve kaygı<br />

atmosferi yaratmak, söz konusu gayrimeşrulaştırma<br />

stratejisinin önemli bir kısmını<br />

teşkil etmektedir.<br />

Aşağıda incelenen sansür vakaları,<br />

ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ilişkin<br />

olarak Türkiye’de kayda değer olumsallıklar<br />

bulunduğunu gözler önüne sermektedir:<br />

söylenemez olanın alanı net olmayan<br />

* Bu yazı, Toplum ve Bilim dergisinin 125.<br />

sayısında yayınlanacak makalemin kısaltılmış<br />

bir versiyonudur.<br />

bir şekilde belirlenmiştir. İfade özgürlüğüne<br />

yapılan müdahaleleri bilhassa başarılı<br />

kılan da esasen bu keyfiyettir. Bu şekilde,<br />

oto-sansür teşvik edilmekte ve sanatın<br />

özerkliğini vurgulayarak sanat ile politika<br />

arasında kavramsal bir ayrımı pekiştiren<br />

sanatsal özgürlük savunularına kapı açılmaktadır.<br />

Bu durum, Kürt hak mücadelesiyle<br />

açıkça ilişkili bulunan ve bölgede etkin<br />

olan Kürt sanatçılar söz konusu olduğunda<br />

daha da geçerlidir. Kendilerinin tüm<br />

sanatsal ifadeleri, yasadışı politik aktivizme<br />

ya da daha açıkça söyleyecek olursak,<br />

ayrılıkçı politikaya ve terörizme kışkırtmaya<br />

denk tutulmaktadır.<br />

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yönetimindeki<br />

devlet ve belediye kurumları<br />

1980 sonrası dönemdeki kültür ve sanat<br />

politikalarına yeni destekler getirdikleri<br />

için takdir ediliyor olsalar da, 1 söz konusu<br />

desteğe ilişkin politik ve estetik parametreler<br />

başta genel ahlâk tartışmalarına<br />

ilişkin olarak gitgide daha çok eleştirilir<br />

hale gelmiştir. Bu konuyu şimdilik paranteze<br />

almak istesem de, belirtmem gerekir<br />

ki, bilhassa pornografi meselesi söz<br />

konusu olduğunda, genel ahlâka ilişkin<br />

olarak diğer ülkelerde geçerli olan hayli<br />

9


10<br />

standartlaşmış düzenlemeler Türkiye’de<br />

de yürürlüktedir. Bu tür düzenlemeler şüphesiz<br />

önemlidir. Yine de, Marjorie Heins’ın<br />

gösterdiği üzere, 2 tartışılan tasvirlerin en<br />

hassas olanlara, yani çocuklara ve reşit<br />

olmayan kişilere zarar verebileceği öne<br />

sürüldüğünde, sansür çok daha yaygın<br />

bir şekilde kabul edilebilir hale gelmektedir.<br />

Heins bu şekilde belirlenen sansür<br />

önlemlerinin çoğu zaman, ifade özgürlüğü<br />

açısından başta görünenden çok daha<br />

geniş çapta ihlallere yol açan bir başlangıç<br />

noktası teşkil ettiğini de öne sürmektedir.<br />

Cinsel açıdan istismar teşkil edici imge<br />

nedir tartışmasını önemsiz kılmadan,<br />

Gauguin’in “Kıskandın mı?” (1892) adlı<br />

eserine ilişkin bir vaka, sanatta çıplaklığın<br />

nasıl kolayca toplumsal açıdan uygunsuz<br />

addedilebileceğine dair yakın tarihli bir<br />

örnek oldu. İki çıplak kadının yer aldığı<br />

tablo, Star TV’de yayınlanan bir programda<br />

flulaştırılarak sansürlendi. 3 Bu tür medya<br />

müdahaleleri öylesine normalleşmiş<br />

durumda ki, süregiden kamusal tepkilere<br />

ya da Kültür ve Turizm Bakanlığı ve hatta<br />

genel siyaset aygıtının müdahalesine bağlı<br />

olmaksızın cereyan etmekteler.<br />

Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de<br />

de kültür politikalarından sorumlu devlet<br />

görevlileri, hoşgörüyle yaklaşılması bir<br />

yana, toplumsal düşünüm süreçlerini<br />

beslediğinden ve toplumun ve politik sistemin<br />

olgunlaşmasına ayna tuttuğundan<br />

ötürü sanatın eleştirel gücünün arzu edilir<br />

olduğunu sıkça öne sürerler. Türkiye’de<br />

güncel sanata yönelik yapısal destekler<br />

bulunmasa da, sanatın özgürlüğüne ilişkin<br />

anayasal güvence verilmesi de aynı tavrın<br />

yansımasıdır. Ancak geçtiğimiz on yılda<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı da AKP yönetimindeki<br />

belediyeler de (birkaç istisna dışında)<br />

sanatta ifade özgürlüğünü korumak<br />

için ne yetkilerini kullanmış ne de sanatın<br />

veya sanatçıların yanında durmuşlardır.<br />

Onun yerine, göreceleştiren konumlara<br />

çekilmeyi tercih etmişlerdir: İfade özgürlü-<br />

ğünden yana olduklarını sıkça dile getiren<br />

yetkililer, aynı zamanda “toplumsal hassasiyetlerin”<br />

hesaba katılması gerektiğini<br />

de vurgulamaktadırlar. Toplumsal hassasiyetler<br />

nosyonu, belirlenme şekline bağlı<br />

olarak, sanatta ifade özgürlüğüne yönelik<br />

saldırıları meşrulaştırmak için gitgide<br />

daha fazla kullanılmaktadır.<br />

Devletin anonim vekilleri: “Serbest<br />

Vuruş”un adli deneyimi<br />

2005 İstanbul Bienali’nde Vasıf Kortun ve<br />

Charles Esche, sanatçı Halil Altındere’yi<br />

9. İstanbul Bienali bünyesindeki “misafirperverlik<br />

alanı”nda bir sergi hazırlamak<br />

üzere davet etmişlerdi. Sergideki işlerin<br />

çoğu militarizm, milliyetçilik ve Kürt<br />

hak mücadelesi gibi doğrudan politik<br />

temalarla ilgiliydi. Misafirperverlik<br />

alanı Bienal’le birlikte 16 Eylül 2005’te,<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde<br />

Ermeniler üzerine bir konferansın<br />

ertelenmesi, Karşı Sanat Çalışmaları’nda<br />

6-7 Eylül 1955 olaylarına ilişkin bir sergiye<br />

saldırıda bulunulması 4 (bkz. sayfa 35) ve<br />

“Kürt Sorunu”na yeniden dikkat çekilmesi<br />

gibi milliyetçi tepkilerin hararetli olduğu<br />

bir dönemde açıldı. Dolayısıyla “Serbest<br />

Vuruş”un önce sanat dünyasından sonra<br />

da toplumdan büyük bir ilgi görmüş olması<br />

şaşırtıcı olmamıştı.<br />

Açılıştan bir ay sonra “kimliği belirsiz<br />

bir ziyaretçi” savcılığa sergi hakkında suç<br />

duyurusunda bulundu ve 13 Ekim 2005’te<br />

Beyoğlu 2. Sulh Ceza Mahkemesi sergi<br />

kataloğu için toplatma kararı çıkardı.<br />

Mahkeme kararı üç görsele dayanıyordu:<br />

Demet Yoruç’a ait “Hulk”, Murat Tosyalı’ya<br />

ait “İtaat” ve Burak Delier’e ait “Muhafız”. 5<br />

Rütbe işaretleri ve üniformalar gibi askerî<br />

göndermeler içeren resimlerin Türk Silahlı<br />

Kuvvetleri’ni alenen aşağıladığına karar<br />

verildi. Mahkemenin kataloğu toplatma<br />

kararında şöyle deniliyordu: “ [...]Türk<br />

askerine hangi şart ve vaziyette olursa<br />

olsun saldırılması lazım bir hedefmiş gibi


kötü niyetlerini göstererek TSK’yı alenen<br />

aşağılar mahiyette resim yayımladıkları<br />

anlaşılmaktadır”. 6 Ertesi gün polis memurları<br />

Altındere’nin ofisine baskın yapmış,<br />

ancak tümü sergi açılışında dağıtılmış<br />

olduğundan ötürü herhangi bir kataloğa<br />

rastlayamamışlardır.<br />

On iki gün sonra, Halil Altındere’nin<br />

avukatı Murat Altındere’nin yaptığı temyiz<br />

başvurusunun ardından, 3. Asliye Ceza<br />

Mahkemesi toplatma kararını iptal etti.<br />

Mahkeme bu defa kararını şöyle açıkladı:<br />

“geçerli yerel hukuki düzenlemelere göre,<br />

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. ve<br />

10. maddeleri emsal teşkil etmektedir ve<br />

toplatma kararı söz konusu maddeler uyarınca<br />

iptal edilmiştir.” Karar şöyle devam<br />

ediyordu:<br />

Toplatma kararına neden olarak gösterilen<br />

fotoğraflardan hiçbiri bu maddelerde<br />

belirtilen kısıtlama nedenlerini<br />

ihlal etmemiştir. Kitabın toplatılmasına<br />

neden olan fotoğrafların sanatsal değeri<br />

tartışılsa da, kuvvet kullanımını çağrıştırsa<br />

da ve toplumun büyük çoğunluğunca<br />

hoş karşılanmayacak nitelikte olsa<br />

da, içeriği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi<br />

normlarına uygun olduğu sürece,<br />

demokrasinin bütün bu duygulanımlara<br />

katlanmak olduğu da unutulmamalıdır.<br />

Kendisiyle gerçekleştirilen bir söyleşide Altındere,<br />

Türkiye’de ilk kez bir sergi kataloğunun<br />

toplatıldığını belirtmiştir. İfadesine<br />

göre, savunması aşağıdaki görüşün ısrarla<br />

belirtilmesine dayanıyordu:<br />

Resimler sanat eseridirler ve sanat, doğası<br />

gereği özgürce eleştiride bulunur.<br />

Ayrıca 301. maddenin 4. paragrafına<br />

başvurduk; burada eleştiri maksadıyla<br />

kullanılan ifadelerin suç teşkil etmediğini<br />

ve sanatın bizim tabirimizle (yoruma<br />

açık olması anlamında) “açık yapıt” meydana<br />

getirdiğini belirttik. Sanat tarihin-<br />

den örnekler içeren bir dosya hazırladık<br />

ve meseleden bu şekilde kurtulduk. 7<br />

11<br />

Bu olayda dikkat çekici bazı tutarsızlıklar<br />

bulunmaktadır. Öncelikle, sözde aşağılayıcı<br />

malzemeye karşı yapılmış bir suç<br />

duyurusu söz konusudur. Kanuni gerekliliğe<br />

rağmen ilk davacının kimliği savcılık 8<br />

tarafından asla açıklanmamıştır, ancak suç<br />

duyurusunun bir şehit eşi veya oğlunu<br />

askerde kaybeden bir anne tarafından<br />

yapıldığına dair söylentiler dolaşmıştır. Bu<br />

senaryolardan biri hakikaten doğru olsaydı,<br />

resimlerden haberdar edildikten sonra<br />

savcı, davanın kişilik haklarına saldırı yerine<br />

bir devlet kurumunu aşağılama iddiası<br />

gerekçesiyle açılabileceğinin en doğrusu<br />

olduğu hükmünü verirdi. 9 Fakat bu şekilde<br />

bile, davanın baştan neden, örneğin<br />

serginin kapatılmasına değil de yalnızca<br />

bir kataloğun toplatılmasına odaklandığı<br />

sorusu yanıtsız kalıyor. Mesele olan, çoğaltılabilen<br />

ve kolayca yayılabilen resimler<br />

miydi? Yoksa güçlü ve büyük ölçüde devlet<br />

yanlısı İKSV bünyesinde gerçekleştirilen ve<br />

övgüler toplamış hayli popüler bir bienal<br />

kapsamındaki sergiyi kapatmanın büyük<br />

bir uluslararası skandala yol açacağına<br />

dair bir hesaplamadan dolayı mı böyle yapılmıştı?<br />

Üstelik katalog toplatma işlemi<br />

titizlikle uygulanmamıştı. Altındere’nin<br />

ofisine yakın bir kitabevi toplatma emrinin<br />

yürürlükte olduğu sırada bile satışa<br />

devam ediyordu. Yalnızca kısa süre geçerli<br />

olan, tutarsızca uygulanan ve hızla iptal<br />

edilen bu karar ne gerçekleştirme niyetindeydi<br />

ve esasen ne elde etti?<br />

Akla dört olası ve birbiriyle bağlantılı<br />

açıklama geliyor. İlk olarak; toplatma<br />

emri serginin meşruiyetini zedelemede<br />

bir ölçüde başarılı olmuştu. Mahkemeye,<br />

sanatsal bir eleştiriyi aşağılayıcı bir<br />

“tasvir”den ayıran hayli bulanık sınırları<br />

irdelemenin yanısıra, (estetik teori alanında<br />

bir uzmanlık bulunmamasına rağmen)<br />

işlerin sanatsal niteliğini de yorumlayarak


12<br />

gerçekten de bir aşağılama cereyan edip<br />

etmediğini araştırma fırsatı verdi. Mahkemenin<br />

belirli bir şekilde yorum yapmayı<br />

seçmiş olması belirtilmesi gereken önemli<br />

bir husus. Mahkeme, kararın yasalara<br />

uygun olmanın yanısıra demokratik devlet<br />

formunun gerektirdiği ölçüde hoşgörülü<br />

de olduğunu vurguladı. Wendy Brown’ın<br />

analizine dayanarak, mahkeme kararının<br />

aynı anda hem söz konusu imajları, hem<br />

de “hoşgörü gösterileni hoşgörü gösterene<br />

kıyasla aşağı, sapkın veya marjinal olarak<br />

belirleyerek” imajları üretenleri gayrimeşrulaştırdığını<br />

söyleyebiliriz. 10 İkinci<br />

olarak; geçici yasak, gazeteleri ve diğer<br />

medya kanallarını söz konusu resimleri<br />

yayınlamama konusunda sindirdiği ve<br />

böylece olası çok daha geniş bir yayılmayı<br />

baskıladığı ölçüde de başarılıydı. Üçüncü<br />

olarak; söz konusu tasvirlerin altında yatan<br />

devlet uygulamaları yerine, militarizm<br />

tasvirlerini problematik olarak sınıflandırarak,<br />

eleştiriyi “şeyin kendisinden”<br />

onun tasvirine başarıyla kaydırmaktadır;<br />

böylece politik meselelerin kendileri değil<br />

temsilleri problematik addedilmektedir.<br />

Brown’dan hareketle okunduğunda,<br />

hiç de hoşgörü yoluyla olmayan bu yer<br />

değiştirme, yarattıkları etkinin veya ifade<br />

ettikleri duruşların liberal bir demokraside<br />

(istenmeden de olsa) hoşgörüyle karşılanmaya<br />

ihtiyaç duyduğuna işaret ederek,<br />

sanat eserlerinin depolitizasyonuna neden<br />

olur. Son olarak da, bu gayrimeşrulaştırma<br />

hareketi Altındere’nin şahsının bir hedef<br />

olarak belirlenmesine yol açmıştır.<br />

Kargaşa burada da sona ermemiştir.<br />

Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı bu<br />

defa Altındere’nin şahsına yönelik adli<br />

soruşturma başlattı. Belirtilen gerekçe<br />

yine, o zaman geçerli ifadesiyle “Türklüğe<br />

hakaret”i suç kabul eden Türk Ceza<br />

Kanunu’nun 301. maddesi uyarınca, Türk<br />

Silahlı Kuvvetleri’nin alenen aşağılanması<br />

idi. 11 301. maddeye ilişkin eleştirilere<br />

karşılık Türkiye’deki yetkililer, devleti ve<br />

kurumlarını (bayrak dâhil olmak üzere)<br />

aşağılamaya karşı Avrupa’da yürürlükte<br />

bulunan benzer bir dizi yasaya dikkat çektiler<br />

ve sorunun kanundan değil uygulanmasından<br />

kaynaklandığını belirttiler. Geçmişte,<br />

Ermeni Soykırımı’na ve Türkiye’nin<br />

çok-etnili ve çok-dilli yapısına ilişkin<br />

olarak, devletin çokkültürlülük anlayışının<br />

onayladığı “evcilleştirilmiş çeşitlilik” için<br />

belirlenen sınırların dışına çıkan ifadelerin<br />

tümü (1982 Anayasası’nın 3. maddesinde<br />

belirtildiği üzere) Türkiye’nin bütünlüğüne<br />

tehdit olarak yorumlanabiliyor ve “bölücülük<br />

propagandası” olarak görülebilecek<br />

ifadeler de dâhil olmak üzere terörizm<br />

sayılıyordu. Bu şekilde, tüm bu suç<br />

isnatları, anayasa güvencesindeki ifade<br />

özgürlüğüne (Anayasa’nın 26. maddesi)<br />

ve (27. maddede düzenlenen) bilim ve<br />

sanat özgürlüğüne getirilen kısıtlamaları<br />

yansıtmaktadır. Gerçekten cezalandırma<br />

veya yasaklama araçları olmaktan ziyade,<br />

bu tür suç isnatları, belirli tür imajların<br />

gayrimeşrulaşmasına ve bu sırada da<br />

fikir sahiplerinin (politik) hedefler haline<br />

gelmesine neden oluyor.<br />

Altındere 13 Nisan 2006’da suçlamalardan<br />

beraat etmiş olsa da, söz konusu<br />

vaka doğrudan yasaklama girişimleri dışındaki<br />

hukuki suçlamaların nasıl işlediğini<br />

ve ne tür tutarsız örüntülere yol açtığını<br />

gözler önüne sermektedir. Altındere’nin<br />

savunmasının tek dayanağı ifade özgürlüğü<br />

değildi; aynı zamanda onun işlerinin<br />

ve sergilerinin, eleştirel saiki aşağılamaya<br />

denk tutulamayacak bir güç olan sanatın<br />

örnekleri olduğunda ısrar ediliyordu.<br />

Politik atıfları olsa bile sanatsal imgelerin<br />

politik söylemlerden veya diğer tür eleştirel<br />

ifadelerden farklı muamele görmesi<br />

gerektiği anlayışı bu vakada görsel sanat<br />

ve politikanın hem birliğini hem de farklılığını<br />

vurgulamaktadır. Ayrıca sanatın<br />

etkisini hem koruyan hem de zayıflatan<br />

iki uçlu sanatta özerklik kavramının bir<br />

tezahürünü sunmaktadır. 12


Valiliğin takdiri, polis müdahaleleri<br />

ve yıldırma<br />

Yukarıda tartışılan örnek, adli kanallar<br />

yoluyla gerçekleşen bir müdahale sunarken,<br />

susturma girişimleri, baskı, yıldırma<br />

ve gayrimeşrulaştırmayı içeren “estetiğin<br />

idaresi”, 13 başka yollardan da işlemektedir.<br />

Örneğin Türkiye’de, bir sanat etkinliğinin<br />

kamu düzenini bozabileceği kanısında<br />

oldukları takdirde yerel idareciler, kendi<br />

bölgelerindeki sinema, müzik ve tiyatro<br />

gösterilerini engelleme inisiyatifine sahiptirler.<br />

14 Söz konusu düzenleme, sansür gücünün<br />

valilik düzeyinde genişletildiği ve<br />

valilere, askerî cunta tarafından kurulmuş<br />

ulusal film ve müzik sansür kurulları tarafından<br />

onaylanmış olsa bile eserlere yasak<br />

getirme yetkisinin verildiği 1986 yılına dayanır.<br />

Milli güvenlik ve devletin ülkesi ve<br />

milletiyle bölünmez bütünlüğüne ilişkin<br />

daha önce bahsi geçen tehditler dışında<br />

ahlâk, sağlık, gelenek ve görenekler açısından<br />

kamu düzenini bozma gerekçesiyle de<br />

“özgür ifade” engellenebilir. Bununla birlikte,<br />

hukuki araçlara dayanmak zorunda<br />

olmaksızın sanat etkinliklerine müdahale<br />

etme konusunda polisin de takdire bağlı<br />

yetkileri bulunmaktadır.<br />

Türkiye’ye ilişkin 1989 tarihli Helsinki<br />

Watch Raporu’nda yer almış iki önemli<br />

gözlem; hukuki, hukuk dışı veya keyfî<br />

güce bağlı susturma girişimlerine ilişkin<br />

olarak bugün de geçerlidir: (a) hukuki<br />

süreç, yasağı kaldırmak isteyen davacılar<br />

için çok pahalıdır, bu da sansüre uğrayanların<br />

(buna kişisel tehditler gibi diğer tür<br />

susturma girişimlerini de eklemek isterim)<br />

hukuki çareler aramak konusunda tutuk<br />

davranmalarına neden olabilir; ve (b)<br />

sansür deneyiminin gelecekteki yaratıcı<br />

girişimleri doğrudan etkilediğini ve bu tür<br />

yıldırmanın, sıkça felç hali diye nitelenen<br />

oto-sansürü doğurduğunu ve süreklileştirdiğini<br />

düşündürmektedir.<br />

1980’lerin sonlarında görülmüş<br />

susturma stratejilerinin o günden bu yana<br />

13<br />

gerçekleşmiş hukuki reformlara rağmen<br />

hâlâ kullanılıyor olması, Ahmet Öğüt’ün<br />

“Hafif zırhlı” adlı video animasyonuna<br />

ilişkin vakada belirgin hale gelmektedir.<br />

Yapıt, İstanbul’daki Tepebaşı mahallesinde<br />

yer alan The Marmara Pera Hotel’in<br />

tepesine konulmuş büyük bir LCD reklam<br />

panosunda yer alan bir sergi projesi olan<br />

Yama kapsamında gösterildi. Öğüt’ün<br />

animasyonunda bulunan standart zırhlı<br />

askerî araca neredeyse komik bir biçimde<br />

sürekli küçük taşlar isabet ediyordu; taşlar<br />

epey küçüktü ve heybetli araca herhangi<br />

bir zarar vermek için fazlasıyla kuvvetsizdiler.<br />

Enstalasyon, 4 Eylül 2006’da Türk<br />

askerî birliklerinin Lübnan’a gönderilmesini<br />

protesto edenleri engellemek için<br />

Taksim Meydanı’nda toplanan bir polis<br />

birliği videoyu fark edinceye dek, 20 gün<br />

boyunca orada kaldı. Gazetelerin bildirdiğine<br />

göre, görevli memurlar animasyonu<br />

“kamu düzenine tehdit”, “terörist eylemlere”<br />

çağrı ya da başka bir ifadede belirtildiği<br />

üzere “terörizm propagandası” olarak<br />

görmüşlerdi. 15<br />

Söz konusu teröristlerin kimler olabileceği<br />

asla belirtilmemişti; fakat görünüşe<br />

bakılırsa, bu şekilde sınıflandırılmış bir<br />

tehlike iması bile, otele bir polis gönderilerek<br />

gösterimin derhal durdurulmasını<br />

talep etmek için yeterli bir gerekçe<br />

sağlamıştı.<br />

Öğüt aleyhine herhangi bir suçlama<br />

yapılmadı ve dava açılmadı. Sanatçı polis<br />

müdahalesinin iptaline ilişkin hukuki<br />

herhangi bir girişimde de bulunmadı.<br />

Dolayısıyla, bu vaka hukuki yöntemlere<br />

başvurulmadan gerçekleştirilen başarılı<br />

bir bastırma ve yıldırma olarak sınıflandırılabilir.<br />

Polis bir yıl sonra Hafriyat Karaköy’de<br />

gerçekleşen “Allah Korkusu” başlıklı bir<br />

afiş sergisinin açılışına da müdahale etti.<br />

Sergi hakkında İslâmcı gazete Vakit’te yazı<br />

çıkmıştı ve gazete sergiyi yalnızca başlığından<br />

ötürü “rezalet” olarak duyurmuş-


14<br />

tu. 5 Kasım 2007’de “Küstah Sergi” başlığı<br />

atan Vakit makalenin sonunda sergi<br />

mekânının açık adresini vermeyi de ihmal<br />

etmemişti. 16 Kendilerini tehdit altında hisseden<br />

Hafriyat kolektifi açılışta polis koruması<br />

istedi. Gelen polis memurları, mekânı<br />

incelerken sergilenen afişlerden bazılarını<br />

“sakıncalı” buldular ve daha ayrıntılı bir<br />

araştırma yapmak üzere, terörle mücadele<br />

ekibiyle birlikte yeniden geldiler. 17<br />

Polis müdahalesi, özellikle de polisin<br />

açılışta esasen bir miktar koruma sağlamak<br />

için bulunuyor olmasından ötürü<br />

yıldırıcı bir etki yaptı. Neriman Polat’ın<br />

katıldığı bir panelde belirttiği üzere, sonuç<br />

olarak, anlaşmazlığı engellemeye yönelik<br />

bir girişimle (aynı zamanda posterlerin<br />

bazılarının estetik niteliklerinden ziyade<br />

ihtilaf üzerinden değerlendirilebileceği<br />

düşüncesiyle) bazı eserler, yoğun tartışmaların<br />

ardından buruk bir şekilde sergiden<br />

çekildi. 18<br />

Türkiye devletinin geniş menzili<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çelişkili bir<br />

biçimde müdahale ettiği bir örnek, Hüseyin<br />

Karabey’in filmi “Gitmek” olmuştur.<br />

Bakanlığın fon verdiği film tamamlanmasının<br />

ardından bazı prestijli uluslararası film<br />

festivallerine kabul edilmişti. 2008 yılının<br />

Aralık ayında eleştirmenlerin övgüleriyle<br />

Türkiye’de gösterime girdi. Aynı tarihlerde<br />

“Gitmek” İsviçre’de düzenlenen ve Türkiye<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da sponsorları<br />

arasında bulunduğu Culturescapes<br />

Turkey adlı festivalde de gösterilecekti. İlk<br />

gösterim gerçekleşmeden önce film aniden<br />

programdan çıkarıldı; zira Bakanlığın<br />

Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı İbrahim<br />

Yazar, “Gitmek” filminin gösterimi durdurulmadığı<br />

takdirde 400.000 Avroluk ciddi<br />

miktarın festivale verilmeyeceğine dair<br />

bir tehditte bulunmuştu. Sonraki günlerde<br />

Yazar’ın, üstlerinin onayı ve bilgisi<br />

olmaksızın hareket etmiş olduğu ortaya<br />

çıktı. Kendisiyle yapılan bir görüşmede Ya-<br />

zar, “böyle hassas zamanlarda” “bir Türk<br />

kızının bir Kürt’e âşık” olması hikâyesinin<br />

“Türk duyarlığının[a]” aykırı olduğunu<br />

ifade etmişti. 19<br />

Bir basın toplantısında Kültür ve<br />

Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, birimiyle<br />

ilişkili sansür girişimlerinin maksatlı olmadığını<br />

belirtip, filmin ulusal gösteriminin<br />

aksi yönde bir kanıt teşkil ettiğine işaret<br />

ederek konuyu kapatmaya çalıştı. Ancak<br />

ısrarlı sorular karşısında, Türkiye’nin imajını<br />

etkilediği takdirde, festivalin ana sponsoru<br />

olarak Türkiye devletinin programda<br />

değişiklik talep etmesinin gayet doğal<br />

olduğunu söyledi. Yerel organizatörlerin<br />

Güneydoğu Anadolu’dan Kürdistan diye<br />

bahsettiklerine dikkat çekerek şu soruyu<br />

sordu: “Türkiye’nin bir bölümünün bir<br />

başka isimle isimlendirilmesi karşısında<br />

sessiz mi kalmalıyız?” 20<br />

Film sonunda sinema yönetmenlerinin<br />

girişimiyle festivalden bağımsız<br />

olarak sinemalarda gösterildi. Bu vakada<br />

da görülen çok sayıda tutarsızlık, sponsor<br />

olan devlet kurumunun filmin dolaşıma<br />

girmesini (ya da daha ziyade gösterileceği<br />

çerçeveyi) sınırlamaya çalışması ve<br />

mali tehdit yoluyla Türkiye dışında baskı<br />

uygulamasıyla sınırlı değildir. 21 Olaydan<br />

birkaç ay sonra Karabey, Bakan Günay’ın<br />

olayın bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını<br />

belirterek kendisinden şahsen özür<br />

dilediğini bildirdi. Yazar ise, Siyah Bant<br />

araştırması çerçevesinde, 21 Mart 2012’de<br />

kendisiyle yaptığımız bir görüşmede,<br />

söylediklerinin basın tarafından kasten<br />

çarpıtıldığını öne sürerek, herhangi bir<br />

pişmanlık ifade etmedi. Kendi müdahalelerinin<br />

“yalnızca, festivalde sponsorluk<br />

anlaşmasında taahhüt edilenden farklı bir<br />

grup film gösterilmesinden kaynaklandığını”<br />

söyledi.


Sanatçılar ve Kürt hak mücadelesi:<br />

Nezaret, taciz ve yargı<br />

Kürt kökenli sanatçılar yaratıcı faaliyetlerinin<br />

“Kürt sanatı” olarak sınıflandırılmasından<br />

duydukları rahatsızlığı uzun zamandır<br />

belirtiyorlar, Kürt hak mücadelesiyle organizasyonel<br />

olarak bağlantılı sanatçılar ise<br />

tek tek güncel sanatçılardan (hatta sanatçı<br />

kolektiflerinden) farklı birtakım güçlüklerle<br />

karşı karşıya kalıyorlar. Muhtemelen bunun<br />

en belirgin olduğu yer (büyük hareket<br />

ve genişleme kapasitelerinden ötürü) Mezopotamya<br />

Kültür Merkezleri (MKM). Fakat<br />

görünüşe bakılırsa, belirli sanat ve kültür<br />

etkinliklerinin nerede gerçekleştiği de Kürt<br />

sanatçıların karşılaştığı baskılarda etkili<br />

olmaktadır. Örneğin MKM İstanbul’un,<br />

İstanbul’da düzenlediği etkinliklere ilişkin<br />

olarak 2000’lerin başından bu yana<br />

kontrol mekanizmalarında bir gevşeme<br />

görülmekle birlikte, bölgedeki etkinlikleri<br />

hâlâ sıkı gözetim altındadır. Etkinliklerden<br />

önce kendilerinden kimlik bilgileri, temiz<br />

kâğıdı ve program ayrıntıları düzenli<br />

olarak istenmektedir. Kürt bölgesinde<br />

kültür ve sanat etkinlikleri hâlâ alışıldığı<br />

üzere filme alınmaktadır. 2002’den beri<br />

İstanbul’da yaşayan ve “örgüt propagandası”<br />

ile suçlanan MKM sanatçıları her iki<br />

mekânda da aynı programları sundukları<br />

zaman bile, bu tür vakaların İstanbul<br />

yerine bölgede yaşanması da dikkate değerdir.<br />

Sıkça belirtilen bir diğer tutarsızlık,<br />

sanatçıların devletin TRT Şeş kanalında da<br />

çalınıyor olan bazı şarkıları politik gösterilerde<br />

söylemekle suçlanmaları.<br />

Bölgedeki tüm belediye merkezlerinde<br />

olduğu gibi Diyarbakır’da da bölgeye ait<br />

emniyet güçleri kültür ve sanat etkinliklerini<br />

düzenli olarak takip ve kayıt etmektedir.<br />

Bu uygulama yalnızca MKM’ler<br />

için değil, örneğin Anadolu Kültür’ün,<br />

Diyarbakır Sanat Merkezi kapsamındaki<br />

etkinlikleri gibi bağımsız sanat organizasyonları<br />

için de geçerlidir. Söz konusu<br />

kayıtları kimin izliyor olduğu ve hangi<br />

15<br />

kriterlere göre değerlendirme yapıldığı<br />

halen bilinmemektedir. Ancak MKM’nin<br />

arşivlerinde sık sık baskın ve toplatma<br />

yapılmaktadır ve sanatçılar bölgedeki,<br />

hatta belki ülkedeki en iyi sanat arşivinin<br />

emniyette olduğunu sıkça belirtmektedir.<br />

Dahası, yerel güvenlik güçleri tarafından<br />

PKK ile yakın algılanan sanat organizasyonları<br />

sürekli polis gözetimi altındadır.<br />

Yine de bir dizi mekân açmış ve şehirlerde<br />

sanatı etkin şekilde desteklemekte olan<br />

BDP yönetimindeki belediyeler ile bölgedeki<br />

valilikler arasında önemli bir ayrım<br />

söz konusudur. Sanatta ifade özgürlüğüne<br />

getirilen kısıtlamalar iki yönetim düzeyi<br />

arasındaki gerilim alanında tesis edilmektedir.<br />

Valiliğe veya Belediye’ye bağlı olan<br />

ve bağımsız olan kurumların deneyimleri<br />

çok farklı olmaktadır. Örneğin Belediye’ye<br />

bağlı olan Diyarbakır Şehir Tiyatrosu,<br />

önemli bir kısmı Kürtçe olan repertuvarını<br />

ciddi engellerle karşılaşmadan sergileyebilirken,<br />

bağımsız olan Dicle Fırat Kültür<br />

Sanat Merkezi’nin üyeleri (ve ziyaretçileri)<br />

kültür merkezine girip çıkarlarken düzenli<br />

olarak rahatsız edilmektedirler.<br />

Taciz ve gözdağı yoluyla sistematik<br />

baskı uygulanmasının, bölgedeki susturma<br />

repertuarının önemli bir kısmını teşkil<br />

etmesi, Adana MKM vakasında belirgin<br />

bir hal almaktadır. Merkez üyelerinin,<br />

yerel güvenlik güçleri tarafından sistemli<br />

bir şekilde rahatsız edilmesinden cesaret<br />

bulan, Kürt olmayan MKM komşuları<br />

organizasyona itirazlarını benzer şekilde<br />

ifade etmeye başladılar ve son birkaç yılda<br />

merkezi tekrar tekrar yer değiştirmek<br />

zorunda bıraktılar.<br />

Bölgede vuku bulan en dikkat çekici<br />

sansür vakalarından biri, Batman’daki<br />

Bahar Kültür Merkezi’ne bağlı (Naven-<br />

Da Canda Baharé) 13 sanatçıyla ilgilidir.<br />

Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin<br />

dava açtığı sanatçıların “suçları” iddianameye<br />

göre, “2006 Batman Kültür Sanat<br />

Festivali’ne katılmak, yerel Nevruz kutla-


16<br />

malarında yer almak, basın toplantılarına<br />

katılmak ve politik toplantı ve gösterilerde<br />

vurmalı çalgılar çalarak destekleyici<br />

sloganlar atmak” gibi faaliyetlerdir.<br />

“Bölücülük propagandası”yla suçlanmanın<br />

yanısıra bazı sanatçılar Gösteri ve Yürüyüş<br />

Kanunu’nun 2911 sayılı maddesine aykırı<br />

davranışlarla da suçlanmışlardır. Temyiz<br />

sürecindeki davada sanatçıların bazıları<br />

için 20 yıla varan hapis cezaları istenmektedir.<br />

Suçlanan sanatçıların çoğu geçtiğimiz<br />

dört yıl zarfında aleyhlerine açılmış<br />

başka davalarla da mücadele etmekteler. 22<br />

Vaka, Kürt sanatçılardan gelen tüm ifadelerin<br />

(mevcut politik konjonktürde) politik<br />

ifade olarak yorumlandığını göstermesi<br />

bakımından çarpıcıdır. Altındere vakasının<br />

aksine Diyarbakır Mahkemesi, ifadeleri<br />

sanata ilişkin bir soru olarak değerlendirmemiş,<br />

doğrudan yasadışı siyasi ifadeler<br />

olarak tanımlamıştır.<br />

Dikkat çekmek istediğim (ve bölgedeki<br />

görüşmelerle desteklenmiş) ikinci husus,<br />

bölgedeki Kürt sanatçılara karşı açılmış ve<br />

devam etmekte olan davaların birçoğunun<br />

mevcut hükümetin sözde “Kürt açılımı”<br />

sırasında veya sonrasında toplanmış kanıtlara<br />

dayanıyor olması. AKP’nin “açılım”<br />

dizisinin “samimiyeti”ne (şayet böyle bir<br />

samimiyet bulunduğu farz edilebilirse)<br />

ilişkin sorular doğurmaktan öte, Bahar<br />

Kültür Merkezi’ne bağlı sanatçılara karşı<br />

açılan davalar, Türkiye’nin 2004 yılından<br />

bu yana geçirdiği hukuki reformlar<br />

ve sözde demokratikleşme önlemlerine<br />

rağmen, potansiyel olarak “suçlayıcı”<br />

bilgiler toplanmasının asla bırakılmadığını<br />

göstermektedir. Bu bilgiler daha sonra,<br />

politik açıdan müsait anlarda keyfî bir şekilde<br />

iddianamelere dönüştürülebilir (veya<br />

böyle müsait bir an gelene dek bir ‘çekmecede’<br />

bekletilebilir), fakat örgütlenen Kürt<br />

sanatçılara yönelik genel şüphe, görünüşe<br />

bakılırsa asla dinmemektedir.<br />

Bahar Kültür Merkezi vakası üçüncü<br />

bir açıdan da dikkate değerdir: bireysel<br />

hükümler dışında mahkeme, bir denetimli<br />

serbestlik önlemi olarak soruşturma kapsamındaki<br />

13 sanatçının beş yıl boyunca<br />

herhangi bir sanatsal veya kültürel etkinliğe<br />

katılmaktan men edilmesi yönünde de<br />

karar vermiştir. Bu tür bir kararın hukuki<br />

parametrelerine (yani neyin kültürel<br />

etkinlik sayıldığı neyin sayılmadığı, kültür<br />

merkezine gitmenin de bir suç olup olmadığı)<br />

ilişkin araştırma hâlâ süregiderken,<br />

cezaları, özellikle Kürt hak mücadelesinde<br />

etkin sanatçıları tecrit etmeye ve kendileri<br />

tarafından üretilen her tür ifadeyi engellemeye<br />

yönelik bir önlem olarak okumak<br />

mümkündür. Adli makamların bu denetimli<br />

serbestlikteki “ihlalleri” değerlendirip<br />

değerlendirmeyecekleri ve ne zaman böyle<br />

yapacakları zaman içinde görülecek.<br />

Bu tür kısıtlamalar Kürt sanatçıların<br />

üretimlerini ve günümüzdeki politik<br />

seferberliği etkilemekle kalmamaktadır;<br />

bölgedeki sanatçıların sıkça işaret ettiği<br />

üzere, Kürt sanat repertuarının sürdürülebilir<br />

şekilde geleceğe aktarılması açısından<br />

da sonuçları olacaktır. Adana’da yaşayan<br />

bir Kürt müzisyen ve besteci bu hususu<br />

etkileyici bir şekilde dile getirmiş ve kendisine<br />

ait tüm müzik eserlerinin Telif Hakları<br />

Genel Müdürlüğü’ne kayıtlı olduğunu<br />

belirtmiştir. Telif bedellerini ödemiş olan<br />

sanatçı şu an “anayasaya aykırı” bulunan<br />

bazı parçalarını icra edememektedir. Bu<br />

vakada “kültürel düzenleme” 23 biçiminde<br />

görülen sansür, hangi ifadelerin tolere<br />

edileceğinin ve hangileri için kısıtlama<br />

olmaksızın dolaşım izni verileceğinin<br />

sınırlarını belirlemekle kalmıyor, aynı<br />

zamanda, Türkiye devletinin bu şekilde<br />

engellenen sanatsal ifadeleri ve üreticilerini<br />

görünmez kılarken, onlardan kâr etmeyi<br />

sürdürdüğünü de gösteriyor.<br />

İngilizce’den çeviren: Gülin Ekinci


Notlar<br />

1. Bkz. Aksoy, Asu (2009) “Zihinsel Değişim?<br />

AKP İktidarı ve Kültür Politikası”,<br />

Türkiye’de Kültür Politikalarına Giriş içinde,<br />

der. H. Ayça İnce ve Serhan Ada, İstanbul:<br />

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.<br />

179-198.<br />

2. Heins, Majorie (2001) Not in Front of the<br />

Children: “Indecency”, Censorship, and the<br />

Innocence of Youth, New York: Hill and<br />

Wang.<br />

3. http://bianet.org/bianet/sanat/139831gauguine-televizyonda-sansur<br />

4. Saldırıya ilişkin bir tartışma için bkz.<br />

Ergener, Balca (2009) “ ‘Ellinci Yılında 6-7<br />

Eylül Olayları’ Sergisi ve Sergiye Yapılan<br />

Saldırı Üzerine”, Red Thread, 2009. http://<br />

www.red-thread.org/en/article.asp?a=25.<br />

5. Demet Yoruç ve Murat Tosyalı’nın işleri<br />

sergide gösterilmekle birlikte Delier’in<br />

işi açılıştan kısa bir süre sonra kaldırıldı.<br />

Ayrıntılı bir analiz için Burak Delier’in bu<br />

<strong>kitap</strong>taki yazısına başvurunuz.<br />

6. Akt. Ergün, Demet Bilge (2005) “Katalog<br />

toplatıldı: Bienale ‘301’ gölgesi”, Radikal,<br />

27 Ekim 2005; http://www.radikal.com.tr/<br />

haber.php?haberno=168190.<br />

7. Halil Altındere ile söyleşi, İstanbul, 17<br />

Ağustos 2007.<br />

8. Hale Tenger’in “Böyle Tanıdıklarım Var<br />

II” işi için de, kimliği açıklanmayan biri<br />

şikâyetçi olmuştur, bkz. sayfa 19.<br />

9. Karikatüristlere karşı davaları nam<br />

salan Başbakan bizzat söz konusu<br />

stratejinin başlıca öncüsü olmuştur;<br />

örneğin bkz.: http://bianet.org/bianet/<br />

bianet/44041-basbakan-devlet-vekarikatur,<br />

http://bianet.org/bianet/<br />

bianet/83115-basbakandan-bir-karikaturdavasi-daha,<br />

http://bianet.org/bianet/<br />

ifade-ozgurlugu/105021-basbakanindava-actigi-leman-dergisine-kufur-vetehdit.<br />

10. Brown, Wendy (2006) Regulating Aversion.<br />

Tolerance in the Age of Identity and Empire,<br />

Princeton: Princeton University Press.<br />

17<br />

11. “Türklüğü” aşağılama olarak algılanan tavırlar<br />

için referans teşkil etmiş olan maddedeki<br />

ifade, iddialara göre, netleştirme<br />

amacıyla değiştirilmiştir. Söz konusu<br />

değişiklikler: “Türklük” yerine “Türk halkı”<br />

ifadesinin kullanılması, en yüksek cezanın<br />

üç yıldan iki yıla indirilmesi ve 30 Nisan<br />

2008 itibariyle dava açılması için Adalet<br />

Bakanlığı’nın (dolayısıyla politik yetkililerin)<br />

izninin aranmasıdır (5759 numaralı<br />

kanun). Hükümet ifade özgürlüğünün<br />

bir ihlali olarak görülen 301. maddeye<br />

getirilen ulusal ve uluslararası eleştirilere<br />

karşılık bu yasa değişikliklerini sunmuş,<br />

ancak eleştiriler sürmüştür; zira “içerikte<br />

değil ifade tarzında değişiklik yapılmıştır,<br />

dolayısıyla ifade özgürlüğünün genişletilmesine<br />

katkıda bulunmamaktadır” [Algan,<br />

Bülent (2008) “The Brand New Version of<br />

Article 301 of Turkish Penal Code and the<br />

Future of Freedom of Expression Cases<br />

in Turkey”, German Law Journal 09/12:<br />

2237-2252, s. 2241]. Yakın geçmişte bu<br />

bağlamdaki tartışmanın büyük kısmı ceza<br />

kanunundaki, “Türklüğe” (ve güncellenmiş<br />

versiyonunda “Türk halkına”) ve “kurumlarına”<br />

“hakareti” suç addeden ihtilaflı<br />

301. maddeye odaklanmıştı. 301. madde<br />

işlevini sürdürmüyor gibi gözükse de bir<br />

yıldırma yöntemi oluşturmuştur.<br />

12. Devereaux, Mary (1995) Protected Space.<br />

Politics, Censorship, and the Arts. In Ethics<br />

and the Arts. An Anthology, D.E.W. Fenner,<br />

der. (s. 41-58), New York Garland Publishing,<br />

Inc. s 52-55.<br />

13. Burt, Richard (1994) The Administration of<br />

Aesthetics: Censorship, Political Criticism,<br />

and the Public Sphere, Minneapolis: University<br />

of Minnesota Press, s.xi.<br />

14. Söz konusu yetkinin uygulandığı yakın<br />

tarihli bir vaka Ekümenopolis örneğidir,<br />

ayrıntıları için bkz. sayfa 20.<br />

15. Sönmez, Ayşegül (2006) “Masa ve<br />

ekrandan sanat gösterimi”, Sabah, 29<br />

Eylül 2006, http://arsiv.sabah.com.


18<br />

tr/2006/09/29/cm/aja101-20060908-<br />

103.html. Ayrıca bkz. Yıldız, Adnan (2006)<br />

“12 Eylül’ün karşısına!”, Radikal, 12 Eylül<br />

2006, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6257.<br />

16. Gazetenin günümüzdeki versiyonu olan<br />

Akit aynı hedef gösterme ve nefret söylemi<br />

stratejisini Özen Yula’nın “Yala ama<br />

Yutma” oyunu için de kullanmıştır; bkz.<br />

sayfa 21.<br />

17. Tartışmalı bulunan görsellerin tümü<br />

Mustafa Kemal’in yüceltilmesi temasıyla<br />

ilgiliydi. Detaylı bilgi için bkz. Saymaz,<br />

İsmail (2007) “Yağmurdan kaçarken”,<br />

Radikal, 14 Kasım 2007; radikal.com.tr/<br />

haber.php?haberno=238788; Serin, Ayten<br />

(2007) “Allah Korkusu sergisi açılmadan<br />

korkuttu”, Hürriyet, 7 Kasım 2007; http://<br />

www.hurriyet.com.tr/gundem/7639192.<br />

asp?m=1 ve Şahin, Özden (2009) “Censorship<br />

on visual arts and its political<br />

implications in contemporary Turkey: Four<br />

case studies from 2002- 2009”, Sabancı<br />

Üniversitesi, yayınlanmamış master tezi,<br />

s. 72-83.<br />

18. Neriman Polat, “Güncel Sanatta Sansür”<br />

başlıklı panel tartışması, 4. Hrant Dink<br />

Anısına Atölye, İstanbul, 28 Mayıs 2011.<br />

19. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />

ype=RadikalDetayV3&ArticleID=906900&<br />

Date=05.11.2008&CategoryID=82<br />

20. Önderoğlu, Erol (2008) “Kültür Bakanlığı<br />

‘Gitmek’i Festival Programından Çıkarttı”,<br />

bianet, 3 Kasım 2008. http://bianet.org/<br />

biamag/bianet/110616-kultur-bakanligigitmeki-festival-programindan-cikartti.<br />

21. Bu, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın önce<br />

fon verip sonrasında gayrimeşrulaştırdığı<br />

tek proje değildir. Benzer bir diğer örnek<br />

Handan İpekçi imzalı "Hejar"dır.<br />

22. Vakaya ilişkin mevcut çevrimiçi haberleri<br />

birarada görmek için bkz. http://www.<br />

<strong>siyahbant</strong>.org/?p=63.<br />

23. Butler, Judith (1998) “Ruled Out: Vocabularies<br />

of the Censor”, Censorship and<br />

Silencing: Practices of Cultural Regulation<br />

içinde, der. R.C. Post, Los Angeles: Getty<br />

Research Institute for the History of Art<br />

and the Humanities, s. 247-259.


“Böyle Tanıdıklarım Var II”: Bir dava düşmesi, bir beraat<br />

1992 yılında Hale Tenger’e 3. Uluslararası İstanbul Bienali’nde sergilenen<br />

“Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı eseri nedeniyle iki dava açıldı. İlkinde açılan<br />

dava düştü, ikincisinde de beraat kararı çıktı.<br />

Bir duvar yerleştirmesi olan “Böyle Tanıdıklarım Var II” adlı çalışma<br />

Kapalıçarşı işi turistik iki hazır objenin tekrarlanarak kullanımından oluşuyor.<br />

Bunlardan ilki, kilden orijinali Selçuk Müzesi’nde olan bereket tanrısı (Priapos)<br />

diğeri ise -görmedim-duymadım-konuşmadım üç maymuncuk heykelciği. Üç<br />

maymuncuk heykelcikleri fonu oluştururken Priapos heykelcikleri yıldızlar ve<br />

ayı oluşturuyorlar.<br />

Dava süreci, Beşir Ayvazoğlu’nun Türkiye gazetesinde yazdığı yazıda<br />

Tenger’i hedef göstermesiyle başladı. Ayvazoğlu, bu eserden bahsedip<br />

sanatçının böyle bir iş yaparken bir şekilde “karşılığını” beklemesi gerektiğini<br />

söylüyordu. Bu haberi okuyan, Çanakkale’den kimliği belirtilmeyen bir kadının<br />

incindiği gerekçesiyle savcılığa telefonla şikâyette bulunduğu iddia edildi ve<br />

Tenger hakkında önce Türk Bayrağı’na hakaretten dava açıldı. Eserin gerçek<br />

bir bayrak olmaması nedeniyle dava düştü. Akabinde Türk ulusunun sembollerine<br />

hakaretten dava açıldı. Tenger savunmasında başka ülkelerin bayrağında<br />

da ay yıldız olduğunu ve bunun, kadınların erkekler tarafından ezilmesini<br />

anlatan evrensel değerler taşıyan bir eser olduğunu belirtti. Bu davadan ise<br />

beraat etti.<br />

Eser 1992’de beraat etti ama “göstermek” üzerinden aynı dava yeniden<br />

açılabileceği için Tenger, 2007’de İstanbul Modern’de bir seçkide ve<br />

santralistanbul’un açılış sergisi olan “Modern ve Ötesi”nde sergilenmesi taleplerini<br />

geri çevirdi. 1+1 dergisine (no. 5, Ağustos 2010) verdiği bir röportajda<br />

talepleri geri çevirmesini, bu tip durumlarla tek başına uğraşmak zorunda<br />

kalması ve ortalığın gerginliğiyle açıklıyordu.<br />

"Böyle Tanıdıklarım Var II", Hale Tenger, 1992, pirinç döküm<br />

Priapos ve üç-maymun heykelcikleri, 700 × 9 × 140 cm<br />

19


20<br />

“Ekümenopolis” belgeselinin Enez’deki gösteriminin iptali üzerine<br />

İmre Azem’in yönetmenliğini yaptığı İstanbul’un yaşadığı kentsel dönüşüm<br />

sürecini ve temelindeki dinamikleri sorgulayan “Ekümenopolis-Ucu Olmayan<br />

Şehir” belgesel filminin 4 Temmuz 2012 günü Enez’de yapılması planlanan<br />

gösterimi, Kaymakam tarafından trafiği aksatacağı gerekçesiyle son anda<br />

iptal edildi.<br />

Kentsel dönüşümün getirdiği mağduriyetlere dikkat çekmek ve mahalleleri<br />

bilgilendirmek için belgeselin ücretsiz gösterimlerini düzenleyen<br />

Kent Hareketleri adlı yerel inisiyatif, gösterimden önce filmin bir kopyasını<br />

Kaymakamlık’a, Belediye’ye ve Emniyet’e dağıtarak, ilgili tüm kurumların izin<br />

ve onaylarını almıştı.<br />

Enez Kaymakamı Fatih Baysal, basın bürosu yoluyla yaptığı açıklamada<br />

Enez’in yaz aylarında çok kalabalık olduğunu ve bu yüzden yer sorunu nedeniyle<br />

izin vermediklerini belirterek yeniden müracaat edilirse değerlendirebileceklerini<br />

söyledi.<br />

Kent Hareketleri, Bilgi Edinme Yasası Kanunu çerçevesinde, Enez<br />

Kaymakamlığı’na iptal gerekçesiyle ilgili bilgilendirme talep eden bir başvuru<br />

yaptı. Gelen yanıtta, trafik sıkışıklığının sebep olarak gösterilmesi üzerine,<br />

filmin yönetmeni İmre Azem, Enez Kaymakamlığı’na bir dilekçe yazarak trafik<br />

düzenlemesinden Enez Belediyesi’nin sorumlu olduğunu ve gösterimin gerçekleşeceği<br />

yolun rutin olarak saat 21:00’den itibaren trafiğe kapandığını hatırlattı.<br />

Üstelik belediye gösterime izin vermekle kalmamış, gün boyu anonslarla<br />

halka duyurmuştu.<br />

Azem’in, yurtiçi ve yurtdışındaki festivallerde ve özel programlarda<br />

defalarca gösterilmiş olan ve hatta vizyona giren filminin, Enez’deki gösteriminin,<br />

Kaymakamlık dâhil tüm mecralardan gerekli yasal izinler alındığı halde,<br />

keyfî ve sözlü bir şekilde iptal edilmesinin gerekçesini sorduğu bu dilekçeye<br />

henüz yanıt gelmedi. Kaymakamın, kentsel dönüşüm sürecini ve aktörlerini<br />

deşifre eden ve eleştiren bu belgeselin gösterimini keyfî bir şekilde, ikna edici<br />

olmayan sebepler öne sürerek iptal etmesi, Kaymakamlığın ve ilgili mecraların<br />

filmin içeriğinden rahatsız olduklarına dair bir düşünce uyandırıyor.<br />

Film, bugüne kadar İstanbul ve Ankara’da sinemalarda 7 hafta vizyonda<br />

gösterildi. Yurtiçi ve yurtdışında birçok festivale katıldı ve 2011 Documentarist<br />

İstanbul Belgesel Günleri’nde “Documentarist Yeni Yetenek Ödülü”, 2011<br />

Saraybosna Film Festivali’nde “İnsan Hakları Ödülü”, 44. SİYAD Ödülleri’nde<br />

“En İyi Belgesel Ödülü” ve İstanbul Mimarlar Odası Mimarlık ve Kent Filmleri<br />

Festivali’nde “En İyi Belgesel Ödülü”nü aldı. Filmin Taksim Gezi Parkı gibi<br />

kamusal mekânlarda gösterimi gerçekleşti. Azem, filmin yasaklanmasından<br />

sonra ilginin arttığını, Enez’de küçük grupların evlerde toplanarak filmi seyrettiğini<br />

belirtti.


“Yala ama Yutma” oyununun hedef gösterilmesi<br />

“biriken” grubunun yönettiği “Yala ama Yutma” oyunu, Vakit gazetesinin hedef<br />

göstermesiyle başlayan baskı ve tehditler neticesinde 15 Şubat 2010 tarihinde<br />

Kumbaracı50’de yapacağı prömiyeri ve gösterileri iptal etti.<br />

Özen Yula’nın metnini yazdığı oyun bir meleğin kendini Türkiye’de porno<br />

film setinde oyuncu Leyla’nın bedeninde bulmasını anlatıyor; bir porno setinde<br />

ekonomik eşitsizlik, küresel ısınma, kadın hakları, militarizm gibi konuları<br />

masaya yatırıyor.<br />

Vakit gazetesi oyun henüz gösterilmeden, “Ahlaksız oyundan tahrik dolu<br />

mesajlar” başlığı ve “Sağduyulu müslümanlar, ahlaksız tiyatronun oynanmadan<br />

kaldırılmasını istiyor” spotuyla ilk haberini yaptı. Sonraki günlerde oyunun<br />

gösteriminin yasaklanmasını isteyen çeşitli görüşleri derleyerek “Ahlaksız<br />

oyun çileden çıkarttı”, “Pornografik oyuna tepkiler büyüyor. Birçok internet<br />

sitesine yorum yazan müslümanlar iptal edilmediği takdirde protesto edeceklerini<br />

söylediler” gibi yorumları haberleştirdi.<br />

Gazetenin art arda yaptığı haberlerin etkisiyle tiyatro bir dilekçe ile İstanbul<br />

Valiliği’ne başvurdu. Dilekçede Vakit gazetesinde provokasyon haberleri<br />

çıktığı, bu sebeple Emniyet’ten oyunun oynanacağı tarihler için güvenlik<br />

önlemi alınması talep ediliyordu. “Yala ama Yutma” ekibi de yaptığı başvuruda<br />

sanatçılar için Emniyet’ten koruma talep etti. Oyunun yönetmenlerinden Okan<br />

Urun sonradan katıldığı bir toplantıda, bürokratik işlemler sırasında görevlilerin<br />

yardımcı olmadıklarını, kendilerini Emniyet’e yönlendirdiklerini ve bu sürecin<br />

gerginliklerini daha da artırdığını söyledi. Emniyet’e gittikleri gün, Beyoğlu<br />

Belediyesi’ne bağlı zabıta ekipleri özel bir emirle Kumbaracı50’ye gelip yangın<br />

merdiveni olmadığı gerekçesiyle tiyatroyu mühürledi. Sanatçılara ve tiyatroya<br />

elektronik posta ve telefon yoluyla yapılan tehditler artınca, kendilerini ve<br />

misafir oldukları tiyatroyu tehlikeye sokmamak için oyunu oynamamaya karar<br />

verdiler ve yaptıkları basın açıklamasında “(…) ‘Yala ama Yutma’ oyununun bu<br />

şartlarda, bu dönemde ve Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’da oynanamayacak<br />

olduğunun, oynanmasının istenmediğinin göstergesidir. Biz de bu durum<br />

doğrultusunda kendimizin, yakınlarımızın, seyircilerimizin güvenliği açısından<br />

oyunumuzu zorunlu ve zamanı ve mekânı belirsiz olarak ertelediğimizi açıklıyoruz.”<br />

dediler.<br />

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay 12 Şubat günü CNN Türk’te<br />

katıldığı “Afiş” programında konuyla ilgili kendisine yöneltilen soruya. “(…) sanatçı<br />

arkadaşlarımız zaten toplumla ilgili bazı değerleri gözetmek konusunda<br />

bazı basın organları kadar dikkat göstereceklerdir. Sansürcü bir yaklaşımdan<br />

yana değilim fakat benim de bazı kriterlerim var. Bazı filmlerde işin ucunun<br />

kaçtığı olmuştur, bunlara müdahale ettiğim oluyor” şeklinde yanıt verdi. Urun<br />

bir kültür bakanı olayları değerlendirirken “Ben sansüre karşıyım, ama...” diye<br />

21


22<br />

cümlesine başlarsa, Tophane’deki halkın da Kumbaracı50’ye “Ayağınızı denk<br />

alın. Biz oraya sopalarla geliriz.” demesinin normal karşılanacağını söyledi.<br />

Urun, süreci anlatırken tüm bu yaşananlardan sonra korkmanın ve korktuğunu<br />

söylemenin en doğal hakları olduğunu, aslen korkutanların bunu nasıl başarabildiklerine<br />

bakmak gerektiğini belirtti.<br />

Kumbaracı50’ye mekânda gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra ruhsat<br />

verildi ve tiyatro yeniden açıldı. Oyun İDANS 04 Festivali kapsamında “yeni<br />

eser” başlığıyla, farklı bir görsel ve gözden geçirilmiş tanıtıcı metin ile, yurtdışında,<br />

New York ve Almanya’da festivallerde gösterildi.<br />

“Yala ama Yutma” oyununu hedef gösteren Vakit gazetesi, 02.02.2010


Mazlum-Der’in hazırladığı, İfade ve Toplu Eylem Özgürlüklerinin<br />

İhlali Araştırma ve İnceleme Raporu’nda yer alan (Ekim 2011),<br />

Bahar Kültür Merkezi’nden tiyatro sanatçısı Çiçek Tekdemir’in<br />

anlatımı<br />

Bahar Kültür Merkezi’nin tiyatro grubunda sanatçıyım. Ayrıca müzikle de<br />

uğraşıyorum. Bahar Kültür Merkezi şirket olarak kurulmuş profesyonel bir<br />

sanat merkezidir. Burada birçok sanat dalları alanında çalışmalarımız var.<br />

Mesela Tiyatro grubumuz var, birkaç müzik grubumuz var. Müzik gruplarımız<br />

her yerde tanınıyor. Birçok arkadaşımızın albümü var ayrıca arkadaşlarımızın<br />

müzik klipleri televizyonlarda yayınlanıyor. Yurtiçi yurtdışı birçok etkinliğe<br />

davet ediliyoruz. Ücret karşılığında sahne alıyoruz. Bunların dışında resim<br />

kurslarımız ve folklor çalışmalarımız da var. Çocuklara sanat eğitimi veriyoruz.<br />

Çocuk koromuz var. Tiyatro dışında sinema filmlerinde de oynadığımız olmuştur.<br />

Genel olarak demek istediğim hepimiz profesyonel sanatçıyız. Sanatımızı<br />

ayırımsız icra ediyor; Türkçe, Kürtçe her dilde sanat yapmaya çalışıyoruz.<br />

Tabii bu coğrafyada sanat yapmak kolay değil. Hele de çok kültürlü bir<br />

sanat anlayışına sahipseniz işiniz daha da zor. Arkadaşlarımızla sanatımızı<br />

icra ederken birçok tuhaf davaya maruz kaldık. Bunlardan örnekler vermek<br />

isterim.<br />

Tiyatro grubu olarak kadınların haksızca ve fazlaca tutuklanmasına ilişkin<br />

eleştirel bir oyunumuz vardı. Sanat sokağında sahne almıştık. BDP’nin talebi<br />

karşılığı ücret mukabilinde sanat sokağında bulunan kitleye oyunumuzu sergiledik.<br />

Bizim etkinliğimiz sona erdikten sonra oyun sergilemek dışında bizim<br />

hiçbir ilgimizin olmadığı bu kitle sanat sokağından belediyeye yürüyüş yapmış.<br />

Biz o yürüyüşe hiç katılmamamıza rağmen sonradan bizlere de yürüdüğümüz<br />

gerekçesiyle dava açıldığını öğrendik. Tiyatro oyununu sergileyen biz beş<br />

arkadaşa ve bizi izleyip de yürüyüşe katılmayan bir arkadaşımıza dava açıldı.<br />

Bizi izleyen arkadaşımız hem tiyatro oyunu oynamaktan hem de yürüyüşe<br />

katılmaktan davalık oldu. Onun her iki etkinlikle de ilgisi yoktu. Bize açılan<br />

dava Toplantı ve Gösteri Yasasından dolayı mı açıldı yoksa örgüt propagandasından<br />

mı açıldı hatırlamıyorum. Ben bu hukuki işlerden de pek anlamam. O<br />

kadar dava açıldı ki hakkımızda inanın hatırlamıyorum artık.<br />

Yine sanat etkinliğe gittiğimiz günün birinde içinde bulunduğum minibüs<br />

durduruldu ve kimlik kontrolü yapıldı. Ardından bana bir ifade vermem<br />

gerektiğini söyleyerek Emniyete götürdüler. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Ben<br />

sanat sokağındaki etkinlik olabilir mi diye düşünürken baktım ki başka bir<br />

soruşturmaymış. Terörle mücadele şubesinde işte neymiş sen “Oramar” adlı<br />

şarkıyı söylemişsin, bu şarkıyı söylediğin için terör örgütünün propagandasını<br />

yapmışsın, o yüzden buradasın dediler. Bunun üzerine avukatım gelinceye<br />

kadar ifade vermeyeceğim dedim. Bana önceden uzattıkları kâğıdı da imzalamadım.<br />

Ayrıca öyle bir şarkıyı okumadığımı çok iyi bildiğimden avukatım<br />

geldikten sonra ifademde de belirttim. Ben müzik etkinliklerinde sadece<br />

erbane çalarım, erbane grubundayım, şarkı söylemem dedim. Ben gerçekten<br />

de şarkı söylemiyorum. Tiyatrocuyum ve bazı konserlerde erbane (tef) çalmayı<br />

seviyorum o kadar. İfademden sonra savcılık beni tutuklamaya sevk etti ancak<br />

23


24<br />

mahkeme serbest bıraktı. Savcı da çok anlayışlıydı. Ben kendisine sadece<br />

sanatımı icra ettiğimi ve başka bir amacımın olmadığını söyleyince saygı<br />

duyduğunu söylemişti. Ben serbest bırakıldıktan dört gün sonra polisler yine<br />

geldi ve itiraz üzerine tutuklandığımı söylediler. Direkt cezaevine gönderildim.<br />

İlk mahkemede neyle suçlandığımı sordum. Bir baktım ki her biri farklı tarihte<br />

olan sanat etkinliklerim beş altı soruşturmaya konu olmuş ve birleştirilmiş.<br />

Bu arada soruşturmalardan sadece biri etkinlik dışıydı. Mesele de şu; günün<br />

birinde evden çıkıp işyerinde giderken sanat sokağında bir kalabalık gördüm.<br />

Kalabalık doğal olarak insanın dikkatini çeker ve sonuçta ben de bir insanım.<br />

Ben de herkes gibi kalabalığa yanaştım ve baktım ki basın açıklaması okunuyor.<br />

Ben sadece açıklamayı biraz dinleyip ardından işe gittim. Meğerse o basın<br />

açıklamasından sonra kitle ile polis arasında çatışma çıkmış ve sonradan<br />

öğrendim ki o çatışmadan ben de sorumlu tutuluyorum. Hâlbuki ben hiçbir<br />

şeyi görmeden hatta basın açıklaması sona ermeden işe gitmiştim. Ardından<br />

yaşanan çatışmada kırılan bütün camlardan dahi beni de sorumlu tutan bir<br />

dava açmışlar. Bu konuda yine tuhaf sorularla karşılaştım. Pankartları sen mi<br />

hazırladın? Camları sen mi kırdın? gibi tuhaf sorulardı.<br />

Yine birleştirilen bir soruşturmamda saçma bir suçlama daha oldu. Üç<br />

sanatçı arkadaşımla gittiğimiz bir etkinlikte üçümüz de erbane çalıp aynı şeyleri<br />

yapmamıza rağmen o arkadaşlarıma dava açılmayıp sadece bana dava<br />

açıldı. Açılan dava yine terör örgütünün propagandasını yapma suçundanmış.<br />

Ben yine mahkemede suçumu sordum, bana slogan atmışsın dediler. Bunun<br />

üzerine CD getirin dedim, ben slogan atmadım. Slogan attığıma ya da yasaklı<br />

bir şarkı söylediğime dair bir delil varsa kabul ederim dedim. En son baktılar<br />

ki CD görüntülerinde hiçbir şey yok, dediler ki sen sloganlara erbane ile ritim<br />

tutmuşsun! Dolayısıyla suça karışmışsın dediler. İşin ilginç tarafı katıldığım<br />

etkinliklerin hepsinde sadece sanatımı yaptım ve hiçbir zaman ne bir taş ne<br />

bir slogan ya da şiddet eylemine bulaşmadım.<br />

Toplam dört ay cezaevinde kaldım. Cezaevindeyken yine komik bir durum<br />

oldu. Ben dediğim gibi pek hukuk işlerinden de anlamam. Öyle şiddet eylemleri<br />

ile de bir ilişkim olmadığı için rahattım. Çünkü sadece konser ve tiyatro<br />

etkinliklerimden dolayı cezaevindeydim. Cezaevinde olduğum bir gün kahvaltıya<br />

çıktığımda tesadüfen bir baktım ki Taraf gazetesinin manşetindeyim. İddianamemde<br />

hakkımda 54 yıl hapis cezası isteniyormuş ve Taraf gazetesi bunu<br />

manşetine taşımıştı. İnanın hakkımda o kadar ceza istendiğini ilk defa oradan<br />

öğrendim. Kendi kendime vay be dedim! İnsan adam öldürse bu kadar ceza<br />

almaz dedim. Haberi okuduktan sonra şoka girmiştim. Allah Allah dedim bir<br />

ritim tutmanın karşılığı 54 yıl olur mu? Yasak şarkı bile okusaydım bu kadar<br />

ceza istenmezdi. Sonuçta yasaklı şarkılar bütün düğünlerde açıkça söyleniyor.<br />

Bana neden bu kadar ceza istediler diye kendi kendime düşündüm.<br />

Mesela birleştirilen bu davada bir başka suçlamayı daha söyleyeyim.<br />

Belediye Başkanımız Nejdet Atalay’ın adaylık tanıtım programı vardı. Bizim<br />

erbane grubuna ücret karşılığı bu tanıtım programına çıkmamız teklifi yapıldı.<br />

Biz de kabul ettik ve gittik. Kitle önünde erbane çaldık ve programımızı bitir-


dik. Ardından yine soruşturma açıldı ve dediler ki terör örgütü propagandası<br />

yaptın. Orada yine ben şarkı okumamıştım sadece erbane çalmıştım. Gruptan<br />

bazı arkadaşlar folklorik bir iki şarkı söylemiştiler o kadar.<br />

Bütün birleştirilen bu soruşturmalarım neticesinde ikinci celsede mahkeme<br />

karar verdi ve 11 yıl 8 ay ceza aldım. Ayrıca beş yıl süreyle denetimli<br />

serbestlik tedbirine tabi tutulmama karar veren mahkeme, bir yıl süreyle<br />

kahvehane, oyun salonu, bar gibi yerlerle gösteri ve mitinglere katılmamı da<br />

yasakladı. Daha çok mitinglerde sahne aldığım için bu sayede fiilen sanatımı<br />

da icra edemeyecek bir yasağa kavuştum. Hükümle birlikte tahliyeme de karar<br />

verdiler. Tahmin edersiniz ki bu ceza onaylanırsa hayatım alt üst olacak.<br />

Ben bu cezaları hak etmediğimi düşünüyorum. Bütün bu sürecin Kürt<br />

sorunu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu halkın sanatını kendi dili ile icra<br />

etmesi yargılanıyor. Mesela ben DTP değil de AKP aday tanıtımında erbane<br />

çalmış olsaydım adım gibi eminim bana bu davalar açılmazdı. Aksine beni kutlarlardı.<br />

Mesela TRT 6 var örneğin. Orda siz ne yaparsanız yapın serbestsiniz.<br />

Ancak otoriteden bağımsız kendi özgür iradenizle sanat yaptığınızda sesinizi<br />

kısarlar.<br />

Bahar Kültür Merkezi’ndeki sanatçılar olarak bizler, katıldığımız etkinliklerde<br />

hiçbir zaman şiddeti teşvik edecek veya özendirecek bir davranışta bulunmadık.<br />

Etkinliklere sanatçı kimliğimizle katılıyoruz ve bu ülkenin gerçekten<br />

barışı ve insan haklarını tesis etmesini, şiddetin ortadan kalkması gerektiğini<br />

savunuyoruz. Biz şiddetten hep zarar gördük ve şiddeti tasvip etmemiz beklenemez.<br />

Hepimiz bu sorundan yeterince çektik. Biz hiçbir etkinliğimizde kavga<br />

etmedik, polisle didişmedik, slogan atmadık. Bu davalarla karşılaşmamız<br />

gerçekten çok ayıptır ve bu davalar toplumun ve Türkiye’nin hayrına olmayan<br />

davalardır. Korkumuzdan yolda yürürken kendimizi kaşıyamayacak hale geldik.<br />

Ya kaşıdıktan sonra hakkımızda dava açılırsa diye korkuyoruz. Biz bunu hak<br />

etmiyoruz. Bu bir zulümdür. Buna hukuk da denmez. Hukuk böyle ise vay bu<br />

hukukun haline! Gerçekten hiç kimseye faydası olmayan bir süreç yaşıyoruz.<br />

Biz barışa dair inancımızı hiçbir zaman yitirmiyoruz. İnşallah bu süreç biter ve<br />

barış olur.<br />

25


26<br />

Bir oto-sansür<br />

vakası: “Muhafız”<br />

Burak Delier<br />

Sanatçı<br />

Oto-sansürün çıkmazı burada: Sansürcü, baskıcı, saldırgan<br />

harekete geçmeden; muhtemel saldırının muhtemel nesnesi<br />

saldırıyı öngörerek kendi kendini iptal ediyor. Geçmiş ya da<br />

yakın zamanlarda gerçekleşmiş saldırıların hafızalarımızdaki<br />

izi bu iptali kışkırtıyor.<br />

“Serbest Vuruş” sergisi, Charles Esche ve<br />

Vasıf Kortun’un küratörlüğünde gerçekleşen<br />

9. İstanbul Bienali (2005) dâhilinde<br />

“misafirperverlik alanı” adını koydukları,<br />

Roll ve Express dergisinin düzenlediği bir<br />

sergi ve konuşma dizisinin ve Hafriyat’ın<br />

düzenlediği “İmalat Hatası” sergisinin<br />

bulunduğu bölümde yer alıyordu. 1 Halil<br />

Altındere’nin küratörlüğünü yaptığı sergiye<br />

ben de iki işimle katkıda bulunmuştum.<br />

Biri gerçekte isim koymadığım ama<br />

sıkça “AB bayraklı kız” olarak adlandırılan<br />

fotoğraf, diğeri de Dolmabahçe Sarayı<br />

önündeki muhafızın karşısına elinde bir<br />

satır tutarak onun taklidini yapan arkası<br />

dönük bir figürün bulunduğu “Muhafız”<br />

ismini verdiğim bir fotoğraftı. Bilindiği<br />

gibi “Muhafız” adlı işim sergilenemedi<br />

ve daha sonra Bienal süresince çıkartılan<br />

“2Yılda1” adlı gazetede Vasıf Kortun, Halil<br />

Altındere’ye kaygılarını iletmesinin ardından<br />

fotoğrafı kendi kendime indirdiğimi<br />

söyledi ve bunun da işin tartışılmasının<br />

önünü açtığına işaret etti. 2 Gerçekten<br />

de bugün iş, sergilenebilseydi mahrum<br />

kalacağı anlamlara sahip. Fakat ben indirilmesinin<br />

benim kararım olduğunu açık<br />

yüreklilikle söyleyemem. 3 Eğer buna karar<br />

almak denebilirse, bu karar bana ve benim<br />

çabalarıma rağmen kolektif bir biçimde<br />

alındı. Yani faili açık olmayan (sanatçı mı,<br />

sanatçılar mı, küratörler mi, kurum mu,<br />

hepsi mi, belirli bir “sağduyu” mu?) kolektif<br />

bir oto-sansür eylemi idi. Dedikodularla,<br />

bölük pörçük, kulaktan kulağa aktarımlarla<br />

büyüyen, sergi alanına avukat getirip<br />

görüşünün alınması gibi hukuki bir sanat<br />

ve tavır peyda etmeye çalışan baskı ortamının<br />

etkisiyle; benim, mücadeleyle geçen<br />

ve hayli yıpratıcı olan tartışmalar neticesinde<br />

haftanın son günü “indirebilirsiniz”<br />

demem ile göz açıp kapayıncaya kadar<br />

fotoğrafın alaşağı edilmesiyle sonuçlanan<br />

bir süreç idi.<br />

Vasıf Kortun’un yazısı ise bütün bu süreç<br />

yaşandıktan sonra kaleme alındı. Yazı<br />

fotoğrafın sebep olduğu kaygı ve korkuları<br />

net bir biçimde ifade ediyor: “Delier’in işi<br />

ise tartışmanın oluşamadığı, bayrakların<br />

açıldığı, silahların çekildiği, körleşmiş bir<br />

alana çarpmaktaydı.(…) tek bir işin hem<br />

kendi sergisini hem de tüm Bienal’i esir<br />

alacağını öncelikli olmak üzere, meselenin<br />

bu dar kalıplar içerisinde ele alınmasının<br />

yaratacağı tüm komplikasyonlar” (…) “bu<br />

eseri, bir sanat eserinin statüsünü, demokrasiyi<br />

tartışabilmek için bu geri çekilmenin<br />

çok önemli olduğuna inanıyorum.” 4<br />

Ben burada “Muhafız” vakasının<br />

bir analizini sunmak ve “Muhafız”ı aynı<br />

dönemde üretilmiş iki önemli iş ile (Şener<br />

Özmen ve Erkan Özgen’in “Tate Modern


Yolu” ve Serkan Özkaya’nın “Davut”u)<br />

karşılaştırarak -bizi “mâdun” olarak<br />

konumlandıran adı konmamış ama yaygın<br />

ve geçerli olduğunu düşündüğüm “kültür<br />

siyaseti”nin ötesinde- “Muhafız”ın kaygı<br />

uyandıran “kültür siyaseti”ni tartışmak<br />

istiyorum. Bu, aslında güncel kültür dünyasının<br />

zihinsel sacayaklarını oluşturan<br />

(sitüasyonizm, post-yapısalcılık, postkolonyal<br />

teori gibi) yönelimlerin hesaba<br />

katıldığı çok daha kapsamlı bir çalışmayı<br />

gerektiriyor. Burada ancak kendi deneyimim<br />

üzerinden bu girişimin ipuçlarını<br />

ortaya koymaya çalışacağım.<br />

Başlamak için serginin açılışından<br />

önceki haftaya dönmek istiyorum.<br />

O sırada Vasıf Kortun’un yazısı kaleme<br />

alınmamıştı, yazı fotoğraf indirildikten ve<br />

sergi açıldıktan sonra yazıldı. İş indirilmeden<br />

önce, sergideki bazı sanatçılar<br />

da işi indirmemi telkin ediyorlardı. Dile<br />

getirdikleri nedenler Kortun’un kaygıları<br />

ile örtüşüyordu: işin boyutunun büyümesi<br />

ile etkisinin değişmesi, diğer işlerle<br />

yan yana geldiğinde anlamının kayması,<br />

şiddet propagandası yapması gibi…<br />

Bunun yanında işi kaldırmamın benim<br />

lehime olacağını, beni korumak için bu tür<br />

telkinlerde bulunduklarını söyleyenler de<br />

vardı. Örneğin, bu baskı ortamını savuşturmak<br />

için bir gazetede çalışan arkadaşıma<br />

haber yapması için danıştığımda,<br />

gazete editörlerinin “beni korumak için<br />

haber yapmamayı daha doğru bulduklarını”<br />

söyledi. Kısacası beni işi indirerek<br />

sağduyulu olmaya çağıran yumuşak ama<br />

kuvvetli bir baskı ortamıyla kuşatılmıştım.<br />

Şimdiden geriye bakınca bu oto-sansürün<br />

öznesinin teker teker bireyler olmaktan<br />

ziyade içinde bulunduğumuz korku atmosferi<br />

olduğunu görüyorum. Teker teker<br />

bireyleri ve onların nedenlerini aşan, daha<br />

büyük, baskı yaratan bir duygu atmosferi<br />

ve bu atmosferin tetiklemesi ile ortaya<br />

çıkan beceriksizce kotarılmış kolektif bir<br />

oto-sansür söz konusuydu.<br />

27<br />

Burak Delier’in “İsimsiz” (2004) adlı işinin afişi,<br />

İstiklal caddesinden çekilmiş fotoğraf, 2005<br />

Oysa ben tam da, kolektifliğe inancım<br />

doğrultusunda, serginin kuruluşuna<br />

yardım ettiğim için sürekli sergi<br />

mekânındaydım. Bu, bütün süreci son<br />

derece canlı bir biçimde yaşamama sebep<br />

oldu. Belki de serginin kurulmasına<br />

yardım etmeseydim gün be gün sanatçı<br />

arkadaşlarımın bana işi indirmemi telkin<br />

etmelerine maruz kalmayacaktım. Ama<br />

öyle olmadı, sergi açılışından önceki<br />

yaklaşık bir haftalık süre boyunca her<br />

gün bizzat sergiye katılan sanatçıları işin<br />

kalması gerektiği konusunda ikna etmeye<br />

çalıştım ve her seferinde başardığımı sanarak<br />

yanıldım. Gerilimin hüküm sürdüğü,<br />

korku ve kaygı duygusunun hâkim olduğu


28<br />

bir atmosfere karşı benim savunmalarım<br />

sadece geçici başarılar elde edebiliyordu.<br />

Ertesi gün ya da yarım saat sonra tekrar<br />

aynı talep, tavsiye ve telkinlerle karşı<br />

karşıya kalıyordum.<br />

Elbette o gün için kültür dünyasında<br />

kaygı ve korku duymak son derece<br />

doğaldı. Bienal’in açılışından üç hafta<br />

önce, Karşı Sanat’ta, 50. yılında 6-7 Eylül<br />

Olayları’nın fotoğraflarını gösteren sergi<br />

Kemal Kerinçsiz’in başını çektiği milliyetçi<br />

bir grup tarafından basılmış, sergi görevlisi<br />

tartaklanmıştı (bkz. sayfa 35). Aynı<br />

dönemde, Bilgi Üniversitesi’nde “Ermeni<br />

Konferansı”na (24 Eylül 2005) katılanlara<br />

saldırılmış ve Orhan Pamuk, Das Magazine<br />

dergisine (05 Şubat 2005) verdiği bir mülakatta<br />

sarf ettiği ‘’30 bin Kürt’ü ve 1 milyon<br />

Ermeni’yi öldürdük” sözleri yüzünden<br />

301’den yargılanmakta, dava çıkışlarında<br />

milliyetçilerin saldırısına uğramaktaydı. 5<br />

Bu korku, 2007 yılında Agos gazetesi genel<br />

yayın yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi<br />

ile doruğa ulaşacaktı. Türkiye’nin tarihinden<br />

çok iyi bildiğimiz suikast ve linç<br />

kültürü kuşatması altındaydık. O günden<br />

bugüne Türkiye’de bu linç kültürü zayıflamamış,<br />

daha da palazlanmış durumda.<br />

Kültür sanat üreticileri için sorun ortada:<br />

Böyle bir baskıcı atmosfere nasıl direnmeli<br />

ve bu ortam içinde nasıl konuşmalı? Karşı<br />

Sanat’ı 6-7 Eylül gibi “hassas” meselelerde<br />

sergi yapmaması için, Orhan Pamuk’u,<br />

Taner Akçam’ı, Hrant Dink’i, poşu takan<br />

ya da parasız eğitim talep eden öğrenciyi, 6<br />

Türkiye toplumunu göz önünde bulundurmaları<br />

ve sözlerini biraz olsun yumuşatmaları,<br />

araştırmalarının, tavırlarının,<br />

taleplerinin yönünü revize etmeleri için<br />

uyarmalı mıyız? Sanmıyorum. Eğer biraz<br />

olsun nefes alabileceğimiz bir aralık yaratmak,<br />

korku ve kaygılarımızı dağıtmak<br />

istiyorsak, bunu ancak, herhangi bir kültür<br />

üreticisinin tavrını veya işini tasvip etmesek<br />

dahi onunla dayanışarak başarabiliriz.<br />

“Muhafız”, Burak Delier, 2005, fotoğraf<br />

Kendi kendini besleyen özne olarak<br />

korku atmosferi<br />

“Muhafız”ın indirilmesinin içinde bulunduğumuz<br />

bu gerilimli, korku ve kaygı<br />

atmosferinin baskısını azalttığını savunamayacağımızı<br />

düşünüyorum. Hatta bizzat<br />

bu kolektif oto-sansür eyleminin ve genel<br />

olarak oto-sansürün korkularımızı tasdik<br />

eden ve büyüten bir etkisi var. Oto-sansürün<br />

çıkmazı burada: Sansürcü, baskıcı,<br />

saldırgan harekete geçmeden; muhtemel<br />

saldırının muhtemel nesnesi saldırıyı öngörerek<br />

kendi kendini iptal ediyor. Geçmiş<br />

ya da yakın zamanlarda gerçekleşmiş saldırıların<br />

hafızalarımızdaki izi bu iptali kışkırtıyor.<br />

Korku ve hafızası kendini üretiyor<br />

ve kendini silme eylemini gerçekleştirerek<br />

kendi bilgisini tasdik ediyor. Biz de, korku<br />

duygusunun içine daha da çekilerek tekrar<br />

ve tekrar korkuyu üretiyor ve büyütüyoruz.<br />

Bu anlamda korku duygusu perfor-


matif. Hem belirli eylemleri tetiklemesi ve<br />

belirli eylemleri engellemesi anlamında,<br />

hem de kendi kendini üretmesi, doğrulaması<br />

anlamında. Oto-sansürün sarmalı bu<br />

şekilde çalışıyor ve bizi kuşatarak neredeyse<br />

doğal bir atmosfer haline geliyor.<br />

Yaptığımız için korkmuyoruz; korkuyoruz<br />

çünkü yapmıyoruz. Korku oto-sansürü,<br />

oto-sansür korkuyu besliyor.<br />

Oto-sansür eylemi genelde kültür<br />

üreticisinin iktidarı tamamen karşısına<br />

almadan varlığını sürdürmek amacıyla<br />

başvurduğu bir yöntem. Birçok sanatçı,<br />

araştırmacı, gazeteci hayatını kurumsallaşmış,<br />

içselleştirilmiş oto-sansür<br />

yöntemleriyle sürdürüyor. Türkiye kültür<br />

dünyasında sansürün de, oto-sansürün<br />

de yaygın olduğunu biliyoruz. Genelde<br />

bilinçli ya da bilinçsiz oto-sansür mekanizmaları<br />

sonrası geriye sunulması başarı<br />

olan bir hakikat parçası değil, kibarlaştırılmış,<br />

kırpılmış ve sevimlileşmiş bir sunum<br />

kalıyor. Üstüne üstlük oto-sansür eyleminde<br />

başarılı olamadık. Bizim oto-sansür<br />

eylemimizde böyle bir süreç işlemedi ve<br />

iktidar ile karşı karşıya gelmek zorunda<br />

kaldık. Daha doğrusu “biz” değil, hatta sanat<br />

yapıtını üreten sanatçı bile değil, onu<br />

katalog yoluyla basan ve yayan kişi karşı<br />

karşıya kaldı. “Muhafız” indirildikten sonra<br />

sergi ve “Muhafız” değil ama sergi kataloğu<br />

yayıncısı olarak Halil Altındere 301.<br />

madde uyarınca “TSK’yı aşağılamaktan”<br />

dava edildi. Katalog sergiden önce basılmıştı;<br />

işi sergiden indirmek sadece gerilim<br />

ortamının geçici bir şekilde rahatlamasına<br />

yaradı. Bunun yanında dava konusu olan<br />

sadece “Muhafız” değildi, orduya dair<br />

görsellerin bulunduğu iki iş daha, anlam,<br />

tarz, tavır farkları gözetilmeksizin eklenmişti.<br />

Kataloğun dava konusu olmasının<br />

nedeni ise eylemin basın yayın yoluyla bir<br />

suç haline gelmesiydi. 7 Tek bir kanaldan<br />

yani sergi mekânından gerçekleşen bir<br />

eylem, doğrudan 301. maddenin konusu<br />

olmuyor ve sanatsal ifade özgürlüğü kap-<br />

29<br />

samına sokularak savunulması çok daha<br />

kolay.<br />

Buradan bakınca bütün olay, bilinçli<br />

olarak düşünülmüş, kurulmuş, belirli<br />

nedenleri olan bir oto-sansür eylemindense;<br />

tamamen korku duygusunun girdabında<br />

gelişmiş, anlık ve saçma bir refleks<br />

gibi duruyor. Tabii bütün bunlar eylemin<br />

amacının, sergiyi sürdürmek, kazasız belasız,<br />

feda edilecek en minimumla mutlu<br />

sona, yani açılış ve sonrasında kapanış<br />

gününe ulaşmak olduğuna işaret ediyor.<br />

Dolayısıyla bu eylemdeki gizli mantık bir<br />

işin, bütünü sürdürmek için feda edilebilir<br />

olduğunu söylüyor. Kaygılı bakışların dile<br />

getirdiği işin şiddet propagandası yapıyor<br />

olduğu tezi; işin açmaya yeltendiği meşru<br />

şiddet tartışmasını, işe karşı fiilî şiddet uygulayarak<br />

sonlandırıyor. Eğer oto-sansürü<br />

tetikleyen korku atmosferidir dersek, aracı<br />

fiilî bir şiddet, amacı sergiyi sürdürmektir<br />

diyebiliriz. Korku atmosferinin ruhlarımızdaki<br />

hâkimiyeti, bizi, sürdürmek pahasına<br />

hoşnutsuzluk yaratan unsurun feda edildiği<br />

bir hayatta kalma siyasetine götürüyor.<br />

Bu siyasetin, az olanın, önemsiz<br />

addedilenin, bir unsur, parça olanın feda<br />

edildiği iktidar mantığı ile ilişkisi aşikâr.<br />

Oysa nefes alacağımız alanı genişletebilecek<br />

başka siyasetler, tavırlar seçilebilirdi.<br />

Sanatçıların tıpkı -İstanbul Modern’in<br />

Bubi’nin işini müzayedeye almaması sonrası<br />

gelişen boykot eylemi gibi 8 - baskıyı<br />

boykot etmeleri ya da basitçe sanatçının,<br />

bir bütün olarak serginin sözünün veya<br />

küratörün yanında yer almaları gibi.<br />

Bir sanatçı etiği ihtiyacı<br />

Kuşkusuz “Muhafız”ın indirilmesi bağlamında<br />

bahsetmemiz gereken genel bir<br />

“kültür siyaseti” ile yankılanan başka bir<br />

boyut da var. Bu boyut, işlerin, tavırların<br />

estetik politikaları, içerik-biçim tartışmaları<br />

ile ilgili olmaktan ziyade -sansür söz<br />

konusu olduğunda bu tartışmalar inandırıcılıklarını<br />

yitirerek ikincilleşirler- daha çok


30<br />

etik ile ilgilidir. Diyelim bir sanatçı “özgürleşmeden”,<br />

“direnmekten”, “alan açmaktan”,<br />

“içeriden saptırmaktan” bahsediyor<br />

ama bu sanatçı aynı zamanda başka bir<br />

sanatçının işinin indirilmesini savunuyor.<br />

Hangi durumda bir sanatçı başka bir sanatçıya<br />

işini kaldırması yönünde telkinde<br />

bulunabilir? Bu durumda kültür üreticileri<br />

olarak nasıl bir taktik izlememiz gerekir?<br />

Hiçbir şekilde böyle bir telkinde bulunamaz<br />

demeli ve bunu bir ilke, prensip<br />

haline getirerek yerleştirmeye mi çaba<br />

harcamalıyız? Korku atmosferine karşı verilecek<br />

kolektif veya bireysel cevap hangisi<br />

olmalıdır: Aynı fikirde, aynı estetik politik<br />

görüşü savunmasak bile işin kalması için<br />

dayanışmak mı; yoksa bu estetik politik<br />

tavrı savunmadığımız için ya da taktik<br />

uğruna kaldırılmasını mı talep etmek? Bu<br />

soruların cevapları ancak kültür dünyası<br />

kendi içinde bazı tavırları, davranış<br />

biçimlerini, basit etik değerleri tartışarak<br />

içselleştirebildiğinde ve bu tartışmayı bir<br />

birikim haline getirebildiği ölçüde verilebilecektir.<br />

Bunun yanında, son zamanlarda<br />

ortaya çıkan sansür olaylarına verilen tepkileri<br />

ve bizzat Siyah Bant girişimini göz<br />

önüne aldığımızda, “Muhafız”ın indirilmesi<br />

olayından çok daha sağlıklı bir tartışma<br />

ve dayanışma ortamı içinde olduğumuzu<br />

söylemek mümkün.<br />

Bir kültür siyaseti tartışması<br />

Şimdi meselenin başka bir boyutunu, her<br />

sanat yapıtının bir konuşma edimi olduğunu<br />

öne sürerek, güncel sanat dünyasında<br />

yaygın olan ve “Muhafız”ın indirilmesinde<br />

etkili olan bir kültür siyasetini tartışmak<br />

istiyorum. Bir kültür siyaseti neyin, nasıl<br />

söylenebileceğine karar vermekten başka<br />

bir şeydir. Buna karar vermek iktidarın<br />

işidir. Bir kültür siyaseti daha çok söylenebilenler<br />

ve söylenemeyenler içinde ve<br />

bunların arasındaki ilişkide temellenir.<br />

Kültür siyaseti tarihin ve toplumun belirli<br />

bir ânında bağlamsallaşarak kendi ânına,<br />

içinde bulunduğu ortama, atmosfere bir<br />

cevap üretir. Direngen bir kültür siyasetinin<br />

gözeteceği tam da bu söylenenlerin<br />

ve söylenmeyenlerin/sessizliklerin<br />

ilişkisinin canlandığı bağlam ile kurduğu<br />

etkileşimdedir. Her yapma bir yapmama,<br />

her konuşma bir sessizlik olduğu ölçüde<br />

her sanat tavrı, her konuşma kendi içinde<br />

dile getirmediğinin suskunlaştırılmasıdır.<br />

Bu anlamda tartışılacak şey, genel olarak<br />

doğru, iyi, güzel sanatın/konuşmanın ne<br />

olması gerektiği değil; sanat yapıtlarının<br />

içinden çıktıkları bağlam ile kurdukları<br />

ilişkidedir.<br />

Bana işimi indirmemi telkin eden dil<br />

korkunun etkisi ile mi bu telkinde bulunuyor<br />

yoksa başka bir sanatsal, estetik tavrı<br />

savunduğu için mi? Spivak’ın bahsettiği<br />

mâdunun dili 9 gibi, iktidarın dilini kendilerine<br />

mal ederek dolambaçlı, dolaylı, alttan<br />

alta gelişen bir özneleşmeyi mi savunuyorlar<br />

yoksa düpedüz uzlaşmacı bir tavra<br />

savrularak iktidarın yeniden üretilmesine<br />

mi sebep oluyorlar? Uzlaşmaya göz<br />

kırptığımız için mi dolaylı, kurnaz, ince<br />

bir estetiği savunuyoruz; yoksa bu “ince”<br />

kültür siyasetinin bugün burada direnmek,<br />

özgürleşmek vs. anlamına geleceğine<br />

inandığımız için mi? Bu sorular kaygan,<br />

konumların geçişli olduğu bir tartışma<br />

zeminine işaret ediyor. Türkiye güncel<br />

sanat ortamında geçerli kültür siyasetinin,<br />

taktikler ile işleyen, kendini açık etmek<br />

istemeyen bir tür “mâdun konuşması”<br />

olduğunu düşünüyorum. Elbette bu kendi<br />

başına eleştirilecek bir şey değil, her konuşma<br />

belirli bir taktik içerir. Direkt olarak<br />

“doğruyu söylemek” de bir taktiktir. 10 Her<br />

daim geçerli olan ve bizi başarıya götürecek<br />

ebedi formüllerden ziyade; ancak<br />

kısmi olarak geçerli, uzlaşmacı, direngen,<br />

çıkar güden, uzlaşmaz, şiddetli, yumuşak,<br />

gözüpek, çekingen taktikler vardır. Güncel<br />

sanat dünyasında geçerli olanın giderek<br />

uzlaşmaya meyilli bir dil haline geldiğine,<br />

bunun da mâdunun taktiklerinin kurum-


sallaşması nedeniyle gerçekleştiğine inanıyorum.<br />

“Muhafız”ın indirilmesi vakası bizi<br />

belirli bir kültürel siyasete işaret eden bu<br />

konuşma taktiklerini tartışmaya çağırıyor.<br />

Mâdunun dilinin<br />

kurumsallaşması sorunu<br />

Mâdunun, zayıf olanın dolambaçlı, kurnaz,<br />

yan, alt ve öte anlamlarla dolu parçalanmış<br />

dili ve bunun “Muhafız”ın indirilmesi<br />

ile ilişkisi üzerinde duralım. Türkiye<br />

sanatının ve kültür üreticilerinin halet-i<br />

ruhiyesinin “mâdun” kavramı üzerinden<br />

okunup okunamayacağı tartışmalı olabilir.<br />

Fakat Vasıf Kortun’un vurguladığı geri<br />

çekilmenin fazileti ve bunun da ötesinde<br />

kültür dünyasında çeşitli “alt-kimlikleri”,<br />

“ötekileri”, “minör varoluşları” gündeme<br />

taşımaya çalışan yönelim, kültür üreticilerini<br />

asıl özne olmadıkları bir ortama<br />

konumluyor ve konuşurken izlenecek<br />

dolambaçlı, dolaylı, “güzel”, ince bir konuşma<br />

tarzına işaret ediyor. Çoğu zaman<br />

bu dolaylı konuşma taktikleri sanatsal konuşma<br />

ile de örtüştürülüyor. Sanatsal konuşma<br />

bir dolayım, katmanlılık, kurnazlık<br />

içermek zorundadır, asıl, iyi, doğru, güzel<br />

sanat budur diye söyleniyor. 11 “Muhafız”<br />

tam da fazla meydan okuyucu, direkt,<br />

kaba, dolambaçsız bulunduğu için bir<br />

gerilim yarattı ve kolektif bir oto-sansüre<br />

uğradı. Bu durumda korku atmosferinin<br />

bizi dolambaçlı bir mâdun diline doğru<br />

itmesinin ötesinde; belirli bir mutluluk<br />

ve özgürlük vaadi – iyi sanat, uluslararası<br />

Bienal, demokratikleşme, farklı kimlik ve<br />

konumların tanınması- ile motive olan bir<br />

ortamda, belirli bir uzlaşmayı da içeren<br />

bu dilin dört bir yandan sanat üretimi için<br />

zorunlu kılınması ile karşılaşıyoruz.<br />

Kanımca bu meseleleri tartışabileceğimiz<br />

iki örnek Şener Özmen ve Erkan<br />

Özgen’in “Tate Modern Yolu” (2003) ile<br />

Serkan Özkaya’nın “Davut”udur. (“Davut”,<br />

“Muhafız”ın indirildiği Bienal’in ana sergisinde<br />

bulunuyordu.)<br />

31<br />

“Tate Modern Yolu”, mâdunun dili<br />

kavramı ile rahatlıkla okunabilir. Bu<br />

dilin altında, modernleşmiş ve kendinde<br />

Kürtleri sömürgeleştirme hakkını gören<br />

Türk kibrini boşa çıkartan bir özgüven ve<br />

meydan okuma vardır. Video her ne kadar<br />

Türk bakış açısına dayanarak, Kürtleri<br />

“geri” olduğu varsayılan bir kırsal arka<br />

plana oturtsa ve Batı’ya giden yolu, kendi<br />

girişiminin altını oyan bir Don Kişot’luk<br />

olarak kodlayıp kendini sözde düşük bir<br />

konuma yerleştirse de, hedefi (İstanbul<br />

değil), dünya güncel sanatının merkezi<br />

Tate Modern’dir. Video uzun süre İstanbul<br />

Modern’de ve dünyanın birçok sanat<br />

kurumunda gösterildi. Belki Türkiye’den<br />

çıkmış en çok sergilenen iş konumundadır.<br />

“Tate Modern Yolu”nun bu başarısı hiç<br />

kuşkusuz Türklüğün kibrini kırmaya ve<br />

boyun eğdirmeye adaydır. Elbette İstanbul<br />

Modern gibi Türk burjuvazisinin güncel<br />

sanatı kendine mal ettiği bir mekânda<br />

sergilenmesi kartları yeniden dağıtmıştır.<br />

Fakat video tam da Türk gözünü içselleştirerek<br />

kendini “Kürtleştirdiği” ve bunun<br />

yanında Türkiye’yi değil, dünyayı hedefleyerek<br />

meydan okuduğu ölçüde bir mâdun<br />

konuşması örneğidir. Burada dünyanın<br />

merkezinin yani Tate Modern’in hedeflenmesi<br />

Kürdistan’dan başlayan iddialı bir<br />

yolculuğun –Türk gözü için de- meşrulaştırılmasını<br />

sağlamaktadır. Muktedirin<br />

kodları “kırsal Kürt”, “meşru hedef: Tate<br />

Modern”, kendi girişimini mütevazı bir<br />

kılıfa oturtan ve zayıflığını baştan kabul<br />

eden “Don Kişotluk”, özneleşmeye işaret<br />

eden cüretli bir eylemin meşrulaştırılması<br />

için işe koşulmuştur. “Tate Modern Yolu”<br />

muktedirin meşru kodlarını kendine mal<br />

eden dolambaçlı bir özneleşme ve bir<br />

mâdun konuşmasıdır. Bir nevi “geri çekilerek”<br />

içeriden fetheden bir konuşmadır.<br />

Serkan Özkaya’nın Batı modern<br />

sanatının en temel eserlerinden birinin<br />

büyütülmüş ve altın renkli bir kopyasını<br />

yapma girişimi “Davut”, Türk modernleş-


32<br />

mesinin iyi, doğru, güzel, “Batılı” sanat<br />

üretme arzusunu ve bizatihi büyük Batı’yı<br />

ti’ye alan bir çalışma idi. Ulaşamadığı<br />

Batı’yla ve kendi kopyacılığıyla dalga geçerek<br />

Batılılaşmaya uğraşan Türk imgesini<br />

canlandırıyordu. “Davut”un mâdunun<br />

dilinden az ya da fazla olduğu da söylenebilir.<br />

Bu, kanımca Türk modernleşmesinin<br />

sömürgeleştirilmiş değil, kendini-sömürgeleştirmiş<br />

(kendinde “geri” olduğu varsayılan<br />

Doğu’yu hatırlatan ne varsa silerek ve<br />

yerine “modern” diye düşünülen ne varsa<br />

koyarak) olmasından kaynaklanmaktadır.<br />

“Davut” görünürde zorlayıcı, dayatıcı, sömürgeci<br />

bir güç olmadan kendini-sömürgeleştiren<br />

Türk modernleşmesinin abartılı<br />

bir parodisi biçiminde bir mâdun konuşması<br />

olarak düşünülebilir. “Tate Modern<br />

Yolu” da, “Davut” da sanatın kabul görmüş<br />

merkezini hedefleyen ve bu şekilde<br />

kendi yaptıkları şeyi meşrulaştırırken aynı<br />

zamanda, kendi kendilerine işin ciddiyetinin<br />

altını boşaltan parodik girişimlerdir.<br />

İkisi de gizli dirençler barındıran, kaleyi<br />

içten ele geçirmeye çalışan, bizzat kalenin<br />

statüsünü de tartışmaya açan işlerdir. Bu<br />

iki iş açısından dikkat çekici olan, “Tate<br />

Modern Yolu”nun bariz üstünlüğü ve<br />

başarısıdır. 12<br />

“Tate Modern Yolu” bir mâdun konuşması<br />

olarak birçok yerde sergilendi, fakat<br />

“Muhafız” ilk görücüye çıktığı anda aşağı<br />

indirildi. Neden? Çünkü “Muhafız” kendini<br />

meşrulaştıracak Tate Modern ya da Davut<br />

gibi sanatsal merkezleri hedeflemek yerine,<br />

tam da girişimini itibarsızlaştıracak<br />

Dolmabahçe Sarayı’ndaki muhafızı hedeflemişti.<br />

Üstelik “Tate Modern Yolu”nda ya<br />

da “Davut”ta olduğu gibi hedefi kutsamak,<br />

onun önünde boyun eğerek ele geçirmeye<br />

çalışmak için değil, bizzat hedefin parodisi<br />

aracılığıyla onun bir eleştirisini kotarmak<br />

için. “Tate Modern Yolu” ve “Davut” burada<br />

olmayan, ötedeki ve kimsenin itiraz<br />

etmeyeceği bir merkezi kutsamak aracılığıyla<br />

burası (Türkiye) için bir seçenek<br />

sunarken, “Muhafız” bu olumlu seçeneği<br />

sunmuyordu. “Muhafız”da bu olumlayıcı,<br />

ötedeki, kabul görmüş, arzu nesnesi<br />

olarak merkez imgesi (Davut, Tate = Batı)<br />

bulunmamaktaydı. İkisi de yerel, biri sivil<br />

biri kurumsal iki silahlı figürün gerilimli<br />

ve uzatılmış karşılaşma ânını gösteriyordu.<br />

Amacı bugün burada, bizim yakınımızda<br />

olan bir şeyi, şiddetin tekelini ve bu<br />

tekelin meşruluğunu sorunsallaştırmaktı.<br />

Direkt olarak bugün buradaki şiddeti, şiddetin<br />

kaynağını ve meşruiyetini tartışmak<br />

istediği ve bir eleştiri kotarmak istediği<br />

için yeterince dolambaçlı, kurnaz, “sanatsal”<br />

bulunmadı ve bu haliyle olumlamaktan<br />

ziyade olumsuzlayan bir işti. Rahatsız<br />

edici olmasının kaynağında -direkt olarak<br />

doğruyu söyleyip söylememesi sorunsalının<br />

ötesinde- bu olumsuzluk, önerisizlik<br />

ve güncel felakete işaret etmesi bulunuyordu.<br />

Geriye sorulması gereken şu soru<br />

kalıyor: Eğer sanat alanında mâdun konuşması<br />

taktikleri ile konuşmak, geri çekilerek<br />

uzlaşmanın yolunu bulmak ve olumlamak<br />

zorunluluksa, bu zorunluluğu tartışmadan<br />

nasıl “alan açabilir”, “içeriden saptırabilir”,<br />

bir özgürleşme, demokratikleşme<br />

pratiği kotarabiliriz? Sanat ve kültür alanında<br />

toplumsal gerilimin yarattığı baskı<br />

ve korku sarmalına işaret ederek veya salt<br />

sanatsal saikler ile mâdunun dilinin estetiğini<br />

kurumsallaştıran bir konuşma dayatması<br />

varsa bununla nasıl baş etmelidir?<br />

Mâdun dili ve taktikleri yoluyla konuşmak<br />

ve olumlamak kültür dünyasının gizli<br />

bir zorunluluğu mudur? Bu soruların da<br />

ötesinde asıl olarak sanat dünyasında tartışılması<br />

gereken: Bu taktiklerin sınırları<br />

var mıdır? Varsa bu sınırları ortaya çıkarmanın<br />

yolu nedir ve nasıl daha direngen<br />

taktikler ortaya koyabiliriz?<br />

Elbette “Muhafız”ın “direngen/<br />

eleştirel”, “Tate Modern Yolu”nun ya da<br />

“Davut”un “uzlaşmacı” işler olduğunu<br />

söylemiyorum. Belirli formüllere dayanan


ve şematik bir haritayı varsayan bu tür<br />

yargılar, tartışmak ve üzerinde düşünmek<br />

istediğim soruları erteleyen ve geciktiren<br />

bir etki yaparlar. Bu iki işi seçmemin<br />

nedeni “Muhafız” ile hem dönemsel hem<br />

de zihinsel kaynak ve niyet olarak yakınlıkları.<br />

Amacım bu işlerin kullandıkları<br />

taktikleri, bu taktiklerin işleme tarzlarını,<br />

sınırlarını ve kültür siyaseti ile ilişkilerini<br />

ortaya koymaktı. Özellikle Kürt/Türk sorusu<br />

açısından bakıldığında “Tate Modern<br />

Yolu” ile “Muhafız”ı yan yana düşünmek<br />

hâlâ oldukça cezbeci. Eğer “Muhafız”ın<br />

indirilmesinin bir değeri varsa, bu değeri<br />

ancak çeşitli yakınlıkları bulunan ve yan<br />

yana duran işlerle karşılaştırarak ortaya<br />

koyabiliriz diye düşünüyorum.<br />

Bitirirken: Taktiklerin sınırlılıkları<br />

Son olarak sansüre uğramanın ya da<br />

kolektif ve anonim oto-sansür eyleminin<br />

mağduru dilinden uzaklaşmama yarayacak<br />

bir duygumu dile getirmek istiyorum.<br />

Böyle bir mağduriyeti hiç hissetmedim.<br />

Aksine -ne kadar naif olsa da- işim böyle<br />

bir kargaşaya ve tartışmaya yol açtığı<br />

için bir tür haz duymaktayım. İlk sergilerimden<br />

beri en büyük dertlerimden biri,<br />

işlerimin açılışların ve kültür ortamının<br />

genel kutlama, eğlence ve mutluluk havası<br />

içinde eriyip gitmesiydi. Bu kendinden<br />

memnun, olumlayıcı, başarı ve kariyer<br />

dilinin hâkim olduğu ortama yeterince iyi<br />

cevaplar üretemediğimi hissediyordum. Bu<br />

sefer işlerim eriyip gitmediler ve başarılı<br />

olmanın, gösterilebilmenin, sergilenebilir<br />

olmanın tuzağına düşmediler –evet, benim<br />

“sergilenebilen” diğer işlerim gibi her<br />

sergilenebilen işin bir ayağı bu uzlaşma<br />

tuzağındadır. Haz duygusu, işimin eriyip<br />

gitmesine engel olan sergi alanındaki<br />

garip gerilime sebep olmaktan kaynaklanıyor.<br />

Bu basit ve birçok açıdan “esprili” bulunabilecek<br />

fotoğraf üzerinden yaşadığım<br />

deneyim, hem kendi meselelerimi hem de<br />

geçerliliğinden kuşku duyulabilecek “red-<br />

33<br />

dedilmenin hazzı” diyebileceğim duygu<br />

üzerinde düşünmemi ve oyunu daha açık<br />

görebilmemi sağlıyor. Reddedilmek ya da<br />

kabul edilip onaylanmak, iki uç ve mutlak<br />

konum olarak oyunun bittiği ve gerçekte<br />

var olmayan konumlardır. Ne “Muhafız”ın<br />

“reddedilmesini”, ne “Davut”, “Tate Modern<br />

Yolu” veya herhangi bir konuşmanın<br />

“kabulünü”, bu iki konuma denk gelecek<br />

şekilde ortaya koyabilmek ve düşünebilmek<br />

mümkün değildir. Bu üç işin karşılaştırılmasının,<br />

oyun alanının ortasına ve bu<br />

orta alandaki güncel bazı sorunlara işaret<br />

ettiği kanaatindeyim.<br />

Dolayısıyla, “Muhafız”ın kullandığı<br />

konuşma/eleştiri tarzı büyütülmemeli. Her<br />

türlü konuşma tarzının bir sınırı, yapabildikleri<br />

ve yapamadıkları var. Bahsettiğim<br />

gibi “Muhafız”, sanat dünyasında geçerli<br />

olan genel hassasiyetlerden, baskın<br />

“güzel” konuşma tarzlarından ayrılan;<br />

parçalanmış toplumu yumuşak bir biçimde<br />

buluşturmayı hedefleyen herhangi bir<br />

meşrulaştırıcı idealden yoksun bir işti.<br />

İçine sıkışmış olduğumuz güncel durumun<br />

absürdlüğünü karanlık bir biçimde ortaya<br />

koyuyor ve eleştiriyordu. Bir an için, bu<br />

niteliği onu, hem kültür dünyası hem de<br />

toplum için katlanılmaz hâle getirdi. Bu<br />

katlanılmazlık ise bulunduğu toplumsal<br />

bölünmüşlüğe, gerilim ortamına, tahammülsüzlüğe<br />

ve bu ortama cevap veren<br />

hâkim kültür siyasetlerine bağlı olarak<br />

geçici bir durum…<br />

Notlar<br />

1. http://9b.iksv.org/turkce.asp?Page=Positio<br />

nings&Sub=HZone&Content=FreeKick<br />

2. Kortun, Vasıf, “Burak Delier’in Kaldırılan<br />

İşi Üzerine”, 2 yılda1, Radikal Gazetesi<br />

Bienal Eki, 2005 http://www.anibellek.<br />

org/?p=87; 20.08.2012 tarihinde girildi.<br />

3. Açıkçası bir tarafıyla söylemek isterdim.<br />

Çünkü bugünden geriye doğru baktığımda<br />

“geri çekilme”nin aynı zamanda bir protesto<br />

eylemi olabileceğini görebiliyorum.


34<br />

Fakat protesto anlamına gelebilecek ve<br />

düşünce için alan açan bir “geri çekilme”<br />

nasıl olmalıdır? O sıralarda fotoğrafın<br />

indirilmesine böyle bir anlam atfedebileceğim<br />

ortam oluşmamıştı; bizzat sanatçıların,<br />

beni işimi indirmeye çağırmaları<br />

ve kullandıkları argümanlar olan biten<br />

her şeyi yadırgamama sebep olmuştu.<br />

Fotoğraf dolayısıyla üzerimde oluşan<br />

baskı, direnmem gerektiğini söylüyordu.<br />

Ancak ve ancak bu yadırgama ve kopma<br />

tamamen belirginleştikten sonra kızgınlık<br />

ve protesto da içeren bir şekilde indirilmesine<br />

onay verebildim. Sanırım bu yazı<br />

ile, fotoğrafın indirilmesinden sonra sergi<br />

alanında indirilmiş fotoğrafın boşluğunun<br />

yarattığı düşünceli sessizliğin çağrısına<br />

cevap verebileceğim.<br />

4. Agy.<br />

5. Bkz. Banu Karaca’nın bu <strong>kitap</strong>taki yazısı.<br />

6. Bkz. Cihan Kırmızıgül Davası için: “Poşu<br />

Davası’nda mahkemenin gerekçeli kararı”<br />

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />

ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1087673<br />

&CategoryID=77&Rdkref=6. 20/08/2012<br />

tarihinde girildi. Parasız Eğitim pankartı<br />

soruşturması için: “Poşu’dan Sonra Yelek<br />

Delili” http://www.radikal.com.tr/Radikal.<br />

aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID<br />

=1091739&CategoryID=77&Rdkref=6.<br />

20.08.2012 tarihinde girildi.<br />

7. Bkz. “Katalog Toplatıldı.. Bienal’e 301 Gölgesi”,<br />

Radikal, 27.10.2005, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=168190;<br />

21.08.2012 tarihinde girildi.<br />

8. Bkz. Kiger, Rümeysa, “Panel Dicussion<br />

becomes artistic town-hall meeting<br />

at Istanbul Modern”, Today’s Zaman,<br />

29.12.2011. http://www.todayszaman.<br />

com/news-267121-panel-discussionbecomes-artistic-town-hall-meetingat-istanbul-modern.html;<br />

21/08/2012<br />

tarihinde girildi.<br />

9. Spivak, Gayatri Chakravorty, “Can the Subaltern<br />

Speak?” (Mâdun Konuşabilir mi?),<br />

der. Cary Nelson ve Lawrence Grossberg,<br />

Marxism and the Interpretation of Culture<br />

içinde, Urbana: Illinois University Press, s.<br />

271–313.<br />

10. Bu konuda Süreyya Evren’in “risk alarak<br />

iktidara doğruyu söylemek” anlamına<br />

gelen parrhesia edimi ile sanat ilişkisini<br />

tartıştığı yazılara bakılabilir: “Art, Poverty,<br />

Parrhesia”, Springerin, no. 3/06, 2006.<br />

http://www.springerin.at/dyn/heft_text.<br />

php?textid=1810&lang=en. “Sanat ve<br />

Parrhesia” BirGün, 02.04.2006, http://<br />

www.birgun.net/writer_2006_index.<br />

php?category_code=1187091385&news_<br />

code=1143982095&year=2006&month=<br />

04&day=02#.UDHzvqCj7Mo; 20.09.2012<br />

tarihinde girildi.<br />

11. Ayrıca parrhesia kavramı üzerinden<br />

“Muhafız” ve “Serbest Vuruş” sergisinin<br />

bir tartışması için “Parrhesia Edimi ve<br />

Sanatta Siyasal Olan”, Söyleşi, Erden<br />

Kosova ve Süreyyya Evren, Art-ist Güncel<br />

Sanat Seçkisi, no. 05, 2006.<br />

12. Bkz. Antmen, Ahu “Golsüz Bir Serbest<br />

Vuruş”, Radikal, 21.09.2005. www.radikal.<br />

com.tr/haber.php?haberno=164661,<br />

Madra, Beral “Gayet Yalın Bir Bienal”,<br />

Radikal, 25.11.2005. www.radikal.com.tr/<br />

haber.php?haberno=170999; 20.08.2012<br />

tarihinde girildi.<br />

13. “Davut” ise son derece manidar bir<br />

biçimde serginin açılış gününden önce<br />

devrildi. Devrilme nedeni olarak birçok<br />

mantıklı neden sayılabilir: Rüzgâr, kötü<br />

mühendislik, kötü yer seçimi vs. Sayılabilecek<br />

bu mantıklı nedenlerin ötesinde, bu<br />

dev, altın renkli kopya “Davut”un devrilişi,<br />

bazı anlamlar içeriyor elbette. Bunları<br />

başka bir yerde tartışmak üzere şimdilik<br />

bırakıyorum. “Davut” heykelinin devrilmesi<br />

haberi için bkz.: “Davut heykeli paramparça”<br />

Hamsici, Mahmut 12.09.2005,<br />

Radikal, http://www.radikal.com.tr/haber.<br />

php?haberno=163893 27.08.2012 tarihinde<br />

girildi.


“Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” sergisine düzenlenen saldırı<br />

üzerine *<br />

Balca Ergener<br />

İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı 6 ve 7 Eylül 1955’te<br />

büyük çaplı bir saldırı gerçekleşti. 2 20-30 kişilik gruplar halinde ve birbirleriyle<br />

bağlantı içinde hareket eden yaklaşık 100.000 kişi, İstanbul’da gayrimüslimlerin<br />

yoğunlukla yaşadığı ve çalıştığı birçok mahalle ve semtte şiddet eylemleri<br />

gerçekleştirdi. Önceden tedarik edilen çeşitli araç-gereç kullanılarak, benzer<br />

yöntemlerle evler ve işyerleri yıkıp döküldü, yağmalandı; içlerindeki eşyalar<br />

parçalandı, sokaklara atıldı, taşıtların arkasında sürüklendi; kiliseler, cemaat<br />

okulları ve mezarlıklar tahrip edildi. Bu saldırı, gayrimüslimlerin, özellikle de<br />

Rum Ortodoks cemaatinin İstanbul’dan yurt dışına göç etmesinin en önemli<br />

nedenlerinden birini oluşturdu.<br />

Bu olayların 50. yıldönümüne denk gelen 6 Eylül 2005 tarihinde,<br />

İstanbul’da, Karşı Sanat Çalışmaları’nda “Tümamiral Fahri Çoker’in Arşivinden:<br />

Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları” adlı bir sergi açıldı. Sergide, 6-7 Eylül<br />

Olayları’ndan hemen sonra İstanbul’da kurulan üç askerî mahkemeden biri<br />

olan Beyoğlu Bölgesi Sıkıyönetim Mahkemesi’nde başhâkimlik yapan merhum<br />

Emekli Tümamiral Fahri Çoker’in Tarih Vakfı’na bağışladığı, ancak kendi ölümünden<br />

sonra yayımlanmasını vasiyet ettiği özel arşivinde bulunan ve daha<br />

önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan fotoğraflardan derlenmiş bir seçki yer<br />

alıyordu. Orijinalleri siyah-beyaz baskı olan fotoğraflar, Karşı Sanat Çalışmaları<br />

tarafından büyütülerek tekrar basılmıştı. Ayrıca, tarihçi Dilek Güven’in o<br />

sırada yayımlanan ve konuyu daha önce yapılan araştırmalardan çok daha geniş<br />

bir kapsamda, homojen ulus-devletin inşası ve dönemin sosyo-ekonomik<br />

politikaları çerçevesinde incelediği ve olayların devlet yöneticileri ve destekledikleri<br />

kurumlar tarafından planlandığını gösteren çeşitli belgeler içeren<br />

Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları başlıklı<br />

akademik çalışmasından alıntılanan bilgilere ve tanıklıklara yer veriliyordu.<br />

Sergi, açılış gününde 20-30 kişilik bir grubun saldırısına uğradı. Galeriye<br />

giren saldırganlar böyle bir serginin yapılmasını protesto ederek kimi<br />

fotoğraflara yumurta attılar, kimi fotoğrafları yırtıp galeri penceresinden<br />

aşağı fırlattılar. 3 Serginin açılış tarihinden önce Valilik izni alınmış, o zaman<br />

Elhamra Pasajı’nın üçüncü katında bulunan galerinin karşısındaki St. Antuan<br />

Kilisesi’nin önüne iki yüz kadar polis yerleştirilmiş ve mekânın içerisinde sivil<br />

polisler görevlendirilmişti. Açılıştan iki saat önce Kemal Kerinçsiz, 4 yanında<br />

ellerinde kalın ahşap sopalı küçük Türk bayrakları taşıyan iki genç ile birlikte<br />

sergi mekânına geldi, “teftiş etti” ve çıktı. Açılış sırasında gerginlik, iki kişinin,<br />

sergide olayların yanlış aktarıldığını, Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da ve Girit’te Türk-<br />

* Bu yazı, Red Thread dergisinde çıkan makaleden bölümler alınarak hazırlanmıştır.<br />

Makale için bkz. “‘Ellinci Yılında 6-7 Eylül Olayları’ Sergisi ve Sergiye Yapılan Saldırı<br />

Üzerine”, Red Thread, 2009. http://www.red-thread.org/en/article.asp?a=25.<br />

35


36<br />

lere yapılanların anlatılmadığını bağıra bağıra orada bulunanlara ve gazetecilere<br />

söylemesi ve şiirler okumasıyla başladı. Daha sonra, aralarında Ramazan<br />

Kırkık ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz’in de bulunduğu<br />

yaklaşık 20-30 kişilik bir grup ana salona girdi, “Türkiye Türktür, Türk<br />

kalacak”, “hainlere ölüm”, “ya sev ya terk et”, “neden Kıbrıs’taki fotoğrafları<br />

değil de, bu fotoğrafları asıyorsunuz”, “Atatürk’ün evini yakanları savunmayın”<br />

gibi sloganlar atmaya, bildiri dağıtmaya ve fotoğraflara yumurta atmaya<br />

başladı. 5 Sergi düzenleyicileri, iki kişi içeride bağırarak konuşma yapmaya<br />

başladığı andan itibaren sivil polisleri uyarmış ancak bir önlem alınmamış;<br />

saldırganlar fotoğrafları yırtmaya ve pencerelerden atmaya başladığında<br />

balkonda bulunan ziyaretçiler aşağıdaki polis ekiplerine haber verdiyse de<br />

polis ancak yaklaşık on beş dakika sonra yukarı çıkmış ve saldırganları dağıtabilmiştir.<br />

Karşı Sanat Çalışmaları Yöneticisi Feyyaz Yaman, o akşam ve daha<br />

sonra, dört kez karakol ve adliyelerde ifade vermiş, gözaltına alınan üç kişiyi<br />

teşhis etmiştir. Buna rağmen, sadece mülke saldırmak suçuyla açılmış olan<br />

dava, saldırıya katılmayan bir sanıkla sonuçsuz bir şekilde devam etmektedir.<br />

Bu dava sonuçlanmadan yeni bir dava açılmasının da hukuken imkânı yoktur.<br />

Notlar<br />

1. Olaylarla ilgili aktardığım tüm bilgiler için Dilek Güven’in konuyla ilgili<br />

araştırmasına başvurdum: Güven, Dilek (2005) Cumhuriyet Dönemi Azınlık<br />

Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı<br />

Yurt Yayınları.<br />

2. Saldırı konusunda aktardıklarım Karşı Sanat Çalışmaları yöneticisi Feyyaz<br />

Yaman’ın anlatısına dayanmaktadır.<br />

3. Aralarında Hrant Dink, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın da bulunduğu 40’tan<br />

fazla gazeteci ve yazar için “Türklüğe hakaret”ten dava açan Büyük<br />

Hukukçular Birliği Başkanı Kerinçsiz, halen Ergenekon davasında tutuklu<br />

yargılanmaktadır.<br />

4. Özmen, Kemal “6-7 Eylül Sergisine Saldırdılar”, Bianet, 6 Eylül 2005, http://<br />

www.bianet.org/bianet/insan-haklari/66620-6-7-eylul-sergisine-saldirdilar<br />

[13 Ağustos 2009].


Şükran Moral’ın “Amemus” sergisinin iptali üzerine<br />

Şükran Moral, 2 Aralık 2010’da Casa Dell’Arte Galeri’de bir kadınla seviştiği<br />

“Amemus” adlı performanstan sonra gelen tehditler ve medyanın sanatçıyı ve<br />

galeriyi hedef göstermesi sonucunda, performansın fotoğraflarından ve video<br />

çalışmasından oluşan sergiyi iptal etti.<br />

Moral, elektronik posta ve telefon aracılığıyla kendisine ve ailesine yönelik<br />

-ölüme kadar varan- tehditlerin her geçen gün arttığını belirtti. Moral’ın tedirginliğinin<br />

nedenlerinden biri, tehditle korku ve baskı yaratan kişilerin kimliklerinin<br />

belirsiz olması, bu sebeple kendini korumanın zorluğu. Suç duyurusunda<br />

bulunmak istedi, fakat başvurduğu avukatlar çeşitli nedenlerle bu teklifi kabul<br />

etmediler. Galerinin yaptığı suç duyurusundan ise bir sonuç alınamadı. Sonuç<br />

olarak Moral, bu tehditlerden korkup ülkeyi geçici bir süre terk etmek zorunda<br />

kaldı.<br />

Kitapta yer alan vakalardan farklı olarak, Vakit ya da Akit gazetesi tarafından<br />

yürütülen hedef gösterme, korkutma, tehdit etme yöntemleri, bu sefer<br />

medyada daha geniş bir ölçekte uygulandı. Haber kaynakları performansı<br />

skandalize eden bir dille haberleştirirken, bazı yayın organları performansın<br />

basit ve sansasyon yaratma amaçlı olduğunu, sanatsal bir değer taşımadığını<br />

iddia ettiler. Sanatçıyı yalnızlaştıran ve işin meşruiyetini zedeleyen medyanın<br />

yürüttüğü negatif mobilizasyonun bu vakada bu kadar genişlemesinin kadın<br />

düşmanlığı ve homofobi ile bağı açık.<br />

Sanatçı performansın ertesi günü yaptığı basın açıklamasında şunları<br />

söyledi: “20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar gelen süreç, insan<br />

bedeni ile ilgili politikaların ele alındığı performans sanatı ve türevlerinin örnekleri<br />

ile dolu. Bu, Marina Abramovic, Tracey Emin gibi isimlerin de yer aldığı<br />

bir süreç ve temelinde 1960’ların hippi hareketi, cinsel özgürlük mücadeleleri<br />

ve feminist hareketlerin başkaldırıları yer alıyor. Bu bile başlı başına politik<br />

bir gösterge ve bu gösterge, iktidarların bedenler üzerinde kurduğu hegemonyanın<br />

varlığının belirtisidir: Bedeni kontrol altına almak ve arzu ettiği şekli<br />

vermek. Bugüne kadarki tüm performanslarımda hep “tabularla” bir derdim<br />

oldu. Düşünceleri, saf aklın yerine eylemdeki bedenin özgürleştireceğine inanıyorum.<br />

Bu noktada önemli tabulardan birisi “cinsellik”. Cinsellik, iktidarların<br />

“yasakladığı” alanların başında yer alıyor. Örtük olarak masa altına süpürülen<br />

“heteroseksüel” ilişkilerin varlığının yanında, yüz çevrilen “gay/lezbiyen” ilişkilerin<br />

normal dışı olarak kodlanması da dikkat çekmek istediğim önemli bir konu.<br />

Bu performanstaki “sevişme”, sanatsal bir eylemdir. İzleyiciler (bakanlar) ise<br />

bu sanat etkinliğinin pasif konumdaki okuyucularıdır; ve bu bağlamda etkinlik<br />

bir “cinsel gösteri” değil, bir “ahlak” sorununun ele alınmasıdır. Yoksa, seks<br />

asli olarak yaşamsal bir gerçeklik. Belki de çalışmada sorgulanabilecek olan,<br />

galerideki “sanatın” yeryüzüne inmesi ya da bir gündelik olgu olarak cinselliğin<br />

“sanatın fildişi kulesine” çıkması çizgisindeki “sınır ihlali”nin olup olmadığıdır”.<br />

Casa Dell’Arte Galeri iptal haberini duyurduğu ve basın bildirisini paylaştığı<br />

<strong>web</strong> sitesinde, sanatçının ifade özgürlüğüne her zaman öncelik verdiklerini<br />

ve bunun yanı sıra, içinde yaşadığımız toplumun belli hassasiyetlerini saygıyla<br />

karşıladıklarını belirtti.<br />

37


38<br />

Medya, sanat ve<br />

sansür üzerine…<br />

Yasemin İnceoğlu<br />

Galatasaray Üniversitesi,<br />

İletişim Fakültesi<br />

Medya, olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama,<br />

abartı taktiklerine başvurarak “ötekileştirdiği” ve “hedef” haline<br />

getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel<br />

risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki”<br />

gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu grupların<br />

kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar.<br />

“Bekçi köpeği” [watch dog] işlevi taşıyan<br />

medya, yasama-yürütme-yargının yani üç<br />

kuvvetin kamu adına eleştirilmesi hatta<br />

denetlenmesi amacıyla dördüncü kuvvet<br />

olarak ortaya çıkmıştır. Fakat özellikle<br />

1980’lerin neo-liberal politikalarıyla birlikte<br />

medya patronlarının kişisel çıkarlarının<br />

yön vermeye başladığı bir ortamda medya<br />

bu işlevini kaybetmeye başladı.<br />

Tabii bundan medya patronlarının tek<br />

bir aktör olduğu sonucuna varmak yanlış<br />

olur. Devletin ideolojik aygıtı olarak medya,<br />

egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve<br />

meşrulaşması ve rızanın üretimi için çalışır.<br />

Günümüz demokrasilerinde, artık<br />

yurttaşların hak ve taleplerini dikkate almayan,<br />

tüm siyasal, ekonomik ve kültürel<br />

taleplerin kamusal alanda temsil edilmesini<br />

sağlamayan bir medya sistemi kabul<br />

edilebilir değil. Gazetecilerin kamuya karşı<br />

olan sosyal sorumlulukları, her türlü başka<br />

sorumluluktan, özellikle de işverenleri<br />

ve kamu yetkililerine karşı sorumluluklarından<br />

önce gelir. Bu bağlamda medyanın<br />

sivil toplum dinamiklerinin gelişimine ve<br />

toplumda yatay iletişimi gerçekleştirmeye<br />

yönelik olarak üstleneceği en önemli<br />

rol, “iktidarların resmî ideolojisine” alet<br />

olmamaktır.<br />

Medya iktidar mekanizmaları ile<br />

uzlaşı içinde olduğu, çıkar birliği sağlamayı<br />

amaçladığı, toplumsal gerilimi<br />

önlemeye çalıştığı durumlarda, bilinçli ya<br />

da bilinçsiz, doğrudan ya da dolaylı olarak<br />

iktidarın amaçlarına hizmet ediyor. Bu konuda<br />

iktidarın temel amaçlarından birisi,<br />

uygulanan politikaların yol açtığı mevcut<br />

duruma, ortama ve müsebbiplerine karşı<br />

toplumsal rıza gösterilmesini sağlamakla<br />

sınırlı kalıyor. Medya, iktidarların söylemi<br />

doğrultusunda gündemi yönlendirme, bunalım<br />

konularını yaygınlaştırma, toplumu<br />

siyasal konulardan uzaklaştırma yani siyasetsizleştirerek<br />

kayıtsızlaştırma, konuyla<br />

ilgili bilgilerden yoksun bırakma, mevcut<br />

durumu normal kaçınılmaz şartlar olarak<br />

sunma, toplumsal umudu söndürme,<br />

iktidar ve politikalarının alternatifsizliğini<br />

vurgulama, muhtemel sivil itaatsizlik<br />

girişimlerini engelleme amacına uygun bir<br />

basın yayın politikası benimseyebiliyor.<br />

İktidar, kitle iletişim araçları üzerinden,<br />

kamusal tartışmaların çerçevesini ve<br />

gündemini belirleyerek, bu konuları kamu<br />

gündemine taşıma veya ondan uzaklaştırma<br />

yeteneğine sahiptir. Yurttaşlar<br />

arasındaki bunalım duygusunu kolektifleştirerek<br />

ve bunalımın tedavisi için sıkı


önlemler alınması gerektiği yolundaki<br />

resmî iddiaları yayarak, örtük bunalımın<br />

açık bunalım haline dönüştürülmesinde<br />

de etkilidir. Siyasal iktidar, kitle iletişim<br />

araçları üzerinden statükoya alternatif<br />

olabilecek her türlü yapılanmanın önünü<br />

keser. Bu nedenle de kitle iletişim araçları<br />

siyasal kayıtsızlığın en önemli besleyicileri<br />

olarak karşımıza çıkar. Yani, kamusal<br />

senaryonun siyasetsizleştirme / kayıtsızlaştırma<br />

etkisiyle, Baudrillard’ın vurguladığı<br />

gibi, politik tutkular yerini siyasi<br />

tiksinmeye bıraktı. Böylece, birey giderek<br />

inisiyatifini kaybetti, siyasi ve ekonomik<br />

konulara ilişkin kamusal alanın arkasındaki<br />

gerçeklerden de uzak kalmaya başladı.<br />

Enformasyon üretilerek değil, yok edilerek<br />

sisteme rıza yaratılıp meşruiyet sağlanır.<br />

Kitle iletişim araçları, haber görüntüsü<br />

altında bilgisizleştirici haberler sunmaktadır.<br />

Bunun için, kitle iletişim araçlarında<br />

siyasal konulara ilişkin bilgiler her geçen<br />

gün daha azalmakta, iktidar otoritesini<br />

zedelemeyecek bilgileri vermekte ise<br />

cömert davranılmaktadır. Diğer yandan,<br />

siyasal sistemin “bekçilik” rolü haberlere<br />

verildiğinden sivil itiraz, protesto girişimleri<br />

ve benzeri sivil itaatsizlik girişimleri<br />

iletişim araçlarının süzgecinden geçirilir<br />

ve olaya karışanlar kızgın kalabalıklar şeklinde<br />

gösterilerek toplum vicdanına havale<br />

edilir. İktidarın ekonomik uygulamalarına<br />

yapılan protestolar kitle iletişim araçlarında<br />

çoğunlukla haksız bir eylem olarak<br />

gösterilip hükümetin haklılığı vurgulanır.<br />

Louis Althusser tarafından devletin<br />

ideolojik aygıtlarından biri olarak tanımlanan,<br />

Gramsci’nin ise hegemonyanın<br />

kurulması için sürekli rıza üretiminde en<br />

önemli araçlardan biri olarak değerlendirdiği<br />

medya, “egemen ideoloji”yi yeniden<br />

kurma görevini yerine getirir. Egemen<br />

söylemler haberin söyleminde doğallaştırılarak<br />

sunulurken, statükoyu tehdit<br />

edebilecek açıklamalar dışlanır. Medyadaki<br />

söylem, iktidarların söylemini yeniden<br />

39<br />

üretirken hangi kaynakların kullanılacağına,<br />

hangi aktörlerin kamuya sunulacağına,<br />

haber başlıklarının seçimine, ne söyleneceğine<br />

ve özellikle de nasıl söyleneceğine<br />

karar verilerek oluşturulur. Kaynaklarla<br />

bağlantılar, haberin üslubu, nasıl sunulduğu,<br />

hangi alıntıların yapıldığı, egemen<br />

başlıkların neler olduğu, metinde ne gibi<br />

çağrışımların üretildiği, haberdeki anlamı<br />

ve ideolojiyi oluşturan söylemin unsurları<br />

olarak işlev görür.<br />

Türkiye’de medyanın durumuna<br />

bakıldığında aslında sansürün çok da<br />

yeni bir şey olmadığını, Osmanlı’dan beri<br />

sansür uygulamalarının mevcut olduğunu<br />

görüyoruz. Türkiye’deki esas sorun;<br />

sendikasızlaştırılmış örgütsüz medyanın<br />

öz-denetim (oto-kontrol) mekanizmasını<br />

da iyi çalıştıramaması ve sansürün yanı<br />

sıra içselleştirilmiş, neredeyse gönüllü bir<br />

oto-sansürün varlığıdır. Medyanın belli bir<br />

ideolojik çerçeve ve/veya kişisel çıkarlar<br />

doğrultusunda bazı haberleri yayımlamama,<br />

eksik ya da çarpıtarak yayımlama<br />

yoluna başvurarak kamunun bilgi edinme<br />

hakkını ihlal ettiğini görüyoruz. Devletin<br />

ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini<br />

yaratırken, toplumsal bağlamdan<br />

kopuk şekilde hem örtük hem açık biçimde<br />

ırkçılık, etnik önyargı, zenofobi (yabancı<br />

korkusu-nefreti), antisemitizm gibi kavramlar<br />

üzerinden nefreti yeniden ürettiğini<br />

ya da pompaladığını biliyoruz. Medya,<br />

olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret,<br />

aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak<br />

“ötekileştirdiği” ve “hedef” haline getirdiği<br />

grupları kamu güvenliğini tehdit edici<br />

“potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler”<br />

gibi sunarak, toplumdaki “öteki” gruplara<br />

karşı beslenen önyargıları pekiştirir ve bu<br />

grupların kendilerini korumasız ve savunmasız<br />

hissetmelerine yol açar. Bu durum,<br />

bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti<br />

yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması,<br />

hedef gösterilmesi, diğer yandan,<br />

nefret söylemi üreten gruba güç ve önem


40<br />

atfetmesi açısından oldukça zararlıdır.<br />

Söylenenlerden çok söylenmeyenler,<br />

normal, rasyonel ve mantıklı görünenler,<br />

nefret söyleminin teşhisini zorlaştırırlar.<br />

Medyada biz-onlar, güçlü-güçsüz ayrımı ve<br />

ötekileştirme ziyadesiyle mevcut. Medya<br />

ötekileştirdiği grubun insani değerini<br />

inkâr ederek onlara uygulanan şiddet ve<br />

aşağılayıcı davranışları meşrulaştırabiliyor.<br />

Birtakım tanımlamalar, ölçüler, öngörüler<br />

üzerinden hareket ediyor. Halbuki<br />

TGC’nin “Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları<br />

Bildirgesi”nde şöyle deniyor;<br />

Gazeteci başta barış, demokrasi, insan<br />

hakları olmak üzere insanlığın evrensel<br />

değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara<br />

saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite,<br />

cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç<br />

ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm<br />

halkların ve tüm bireylerin haklarını ve<br />

saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar<br />

ve uluslar arası nefreti, düşmanlığı<br />

körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun,<br />

bir topluluğun ve bireylerin kültürel<br />

değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını<br />

doğrudan saldırı konusu yapamaz.<br />

Gazeteci her türlü şiddeti haklı gösterici,<br />

özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.<br />

1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar<br />

Komitesi nefret söylemiyle ilgili bir tavsiye<br />

kararı aldı. Bu kararda nefret söylemi şöyle<br />

tanımlanmıştır: “Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı,<br />

antisemitizm veya hoşgörüsüzlük<br />

ifade eden saldırgan milliyetçilik de dâhil<br />

olmak üzere, hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer<br />

nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan<br />

ya da haklı gösteren her türlü ifade<br />

biçimidir.”<br />

Kendini her zaman kin ve öfke dolu<br />

ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta<br />

zaman zaman gayet normal ve mantıklı<br />

göründüğü için nefret söylemini teşhis<br />

etmek kolay olmayabilir. Nefret suçuna<br />

giden sürecin çıkış noktası olan, nefret<br />

suçunun önünü açan, onu teşvik eden,<br />

tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün<br />

dışa vurumu olan nefret söyleminde,<br />

hedef alınan gruplara “toplumda size yer<br />

yok” mesajı yinelenerek verilir; grup üyeleri<br />

pasifleştirilir. Bu durum doğal olarak<br />

demokratik düzeni yıpratır; zira insanın<br />

en temel hakkı olan “yaşama ve katılım<br />

hakkı” elinden alınmış olur.<br />

Bu bölümde; ayrımcı bir dil kullanan<br />

dolayısıyla doğal olarak ötekileştirme<br />

içeren, var olan bir durumu genelleştirerek<br />

toplumun genel kabulü, değiştirilemez<br />

doğrusuymuş gibi sunan veya nefret<br />

söylemi içeren haber örneklerine bir göz<br />

atalım. Özel olarak haberler üzerinden<br />

gidecek olursak:<br />

Edirne’deki kadın heykelini “başörtüsünü<br />

başından atan kadın heykeli” olarak<br />

yorumlayan Milli Gazete’de yayımlanan<br />

haberde 1 bir miktar nefret söylemi olduğu<br />

ifade edilebilir; heykeli yapan ve savunan<br />

insanlar “yobazlıkla” suçlanmaktadır. Yine<br />

haberde kullanılan “milli manevi değerlerimiz”<br />

söylemi son derece dışlayıcıdır.<br />

Edirne denilince akla Osmanlı ve Selimiye<br />

başta olmak üzere önemli mimari<br />

özelliklere sahip manevi mekânlar gelirken<br />

yapılan bu sapkın ve ahlaksız erotik<br />

heykel insanları derinden yaralıyor.<br />

Yapılan bu ahlaksız faaliyetler ‘Cumhuriyeti<br />

böyle mi kurduk?’ sorusunu akla<br />

getiriyor. Sözde çağdaşlık kisvesi altında<br />

yapılan bu bağnaz ve ahlaksız heykele<br />

inançlı yaşayan insanlar, ‘Edirne’yi düşmanlardan<br />

kurtaranlar, çağdaş ve çıplak<br />

kadınlar değildi, Edirne’yi müdafaa<br />

edenler imanlı, inançlı ve ahlaklı kadınlardı’<br />

diyerek tepki gösterdiler.<br />

ifadesi ciddi hakaretler içermekle birlikte<br />

“çıplak kadınlar” adı altında çok muğlak<br />

ama aynı zamanda ciddi bir hedef gösterme<br />

işine girişilmektedir. “Bir toplumu<br />

dininden uzaklaştırırsan o toplumu yok


edebilirsin” sözü referans kabul edilerek<br />

üstü yarı kapalı biçimde dine inanmayanlar<br />

ya da daha geniş yorumla başka bir<br />

dine inananların toplumu yok edeceği mesajı<br />

veriliyor. Zaten haberden anlaşılacağı<br />

üzere heykel bu tür gerekçelerle bir kez<br />

yıkılmış ve yeniden yapılmış; gazetenin<br />

bu haberle hedefi, heykelin kaldırılması<br />

için kamuoyu oluşturmak ya da daha açık<br />

bir şekilde yeniden yıkılması için birtakım<br />

insanları özendirmek veya tahrik etmek.<br />

Bir başka örnek, “CHP’li Oktay Ekşi’ye<br />

Heykel Tepkisi” başlıklı haber, 2 konusu<br />

Dumlupınar Üniversitesi’nden Ermenistan<br />

bayrağındaki armayı andırdığı için kaldırılan<br />

Aslan ve Kartal heykeli mevzuunu<br />

meclis gündemine taşıyan Oktay Ekşi’ye<br />

tepki. Ancak haberde Kütahya İmam<br />

Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları<br />

Derneği’nin (KİHMED) tepkisi aynen aktarılmış<br />

ve deniyor ki: “Dernekten yapılan<br />

yazılı açıklamada, heykellerin Hristiyan<br />

Dumlupınar Üniversitesi’nden kaldırılan aslan ve kartal heykeli<br />

41<br />

asıllı Türk heykeltıraş Atanas Karaçoban<br />

tarafından yapıldığı ifade edilerek şöyle<br />

denildi: ‘Heykellerin yapıldığı zamanlarda<br />

Kütahya halkı, üniversitenin kapısından<br />

pek giremezdi. Neyse ki o günler geride<br />

kaldı. Şimdilerde üniversitenin halkıyla<br />

kucaklaşmasının sevincini yaşıyoruz.’”<br />

Burada simgeleştirme adını verdiğimiz<br />

yani doğal bir özelliğin olumsuz maksatla<br />

kullanılması örneği çok açık. Hiç gerek<br />

olmadığı halde heykeltıraşın dinine bir<br />

gönderme var. Üstü kapalı bir art niyet ve<br />

kumpasa işaret ediliyor. Yine metinde kullanılan<br />

“Kütahya halkı” ifadesinden yalnızca<br />

Kütahya’da yaşayan Sünni, Müslüman<br />

ve Türk halka referans verildiği anlaşılıyor;<br />

bunun dışında kalanlar halktan ve makbul<br />

değil izlenimi yaratılıyor. Gazetenin sorunlu<br />

olan basın açıklaması metnini olduğu<br />

gibi yayınlamayı tercih etmiş olması, tüm<br />

bu ifadeleri onaylamış olduğu algısını<br />

yaratıyor.


42<br />

Üçüncü örnek olan “Sanat, nereye<br />

kadar?” başlıklı haberde 3 İzmir’de açılan<br />

serginin eleştirisi var; nefret söylemi var<br />

mı yok mu tartışılır ancak bir ötekileştirme<br />

olduğu kesin. “‘Aykırı’ isimli, İzmir<br />

Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) üyeleri<br />

tarafından düzenlenen sergide rahatsız<br />

edici fotoğraflar sergilendi. Fotoğraflar<br />

arasında, sanat adı altında dinlerin ortak<br />

değerlerine ve ahlâka hakaret içeren<br />

kareler de yer alıyor.” “Sezer, ‘Erkek erkeğe<br />

öpüşenler, başörtülü iki kadının öpüşmesi<br />

ve başında örtü olan bir kadını iç çamaşırlarıyla<br />

gösteren fotoğraflara inanamadım.<br />

Aileler gelip dolaşıyor bu sergileri,<br />

çocuklar da görüyor. Eşcinselliği özendirici<br />

ve başörtülü dindar hanımları aşağılayan<br />

bu sergi hemen kapatılmalı’ dedi.”<br />

gibi ifadeler kimin ahlâkı kimi rahatsız<br />

ediyor ve bu nasıl ölçülüyor sorularını<br />

akla getirirken, bunları normal ve ahlâka<br />

aykırı bulmayanlar, örneğin yukarıdaki<br />

ifadeye göre eşcinseller ötekileştirilmiş<br />

hatta ahlâksızlıkla yaftalanmış oluyor. Çok<br />

açık olmasa bile burada biraz abartma/<br />

yükleme/ çarpıtma örneğini görebiliyoruz;<br />

daha geniş yorumla bu haberin üstü kapalı<br />

ötekileştirme içerdiğini söyleyebiliriz.<br />

Ancak bu ve benzer haberler için asıl ve<br />

en önemli sorun medyanın toplumun bir<br />

kesiminde (çoğunlukla muhafazakâr bir<br />

kesiminde) varolduğuna inandığı, gördüğü<br />

bir değer yargısını abartıp toplumun tüm<br />

kesimine yükleyerek ve bunun dışında<br />

kalanları dışlayarak sunması ve daha<br />

da ötesinde hedef göstermesi, kamuoyu<br />

tepkisi yaratmaya çalışması ve sonuçta<br />

da bazı durumlarda (ki bence çoğunlukla)<br />

başarıya ulaşması. Bu durumda medya,<br />

sanatta sansürün baş tetikleyicilerinden<br />

biri haline dönüşüyor. Haberde “Hristiyan<br />

ve Müslüman kadınlar” ifadesinin de<br />

yanıltmaca olduğunu düşünüyorum zira<br />

herhangi bir Hıristiyan derneğinin ya da<br />

kadının tepkisine yer verilmiş değil. Aynı<br />

haber yine benzer üslupla Yeni Şafak’ta<br />

“Bu fotoğraflar değerlere ‘aykırı’” şeklinde<br />

verilmiş: 4 Hatta haber içinde bir<br />

başlık da “İZMİR İÇİN AYKIRI DEĞİL”; bu<br />

da “gâvur İzmir”e bir başka gönderme ve<br />

yaftalama, aslında ifade IFOD Başkanı’na<br />

ait ama haberde kullanılma şekli İzmir’in<br />

ahlâksızlığını ya da daha yumuşak ifadeyle<br />

aykırılığını vurgular nitelikte ama hangi<br />

ya da kimin değerlerine aykırı. Haberin<br />

bir başka versiyonu olan “Ahlaksız Sergi’yi<br />

Savundular” başlıklı haberde, 5 yukarıda<br />

saydığım üstü kapalı unsurlar daha açık<br />

şekilde ifade edilmiş ve daha doğrudan<br />

hakaret var:<br />

Ahlaksız fotoğraf sergisinde tepki gören<br />

fotoğraflar kaldırılınca sanatçı(!)lar tepki<br />

gösterip sergiyi kaldırdılar. Bunun adını<br />

sansür olarak nitelendiren sözde sanatçılar<br />

bu ahlaksız fotoğrafların kaldırılmasına<br />

anlam veremediler. Fotoğrafları<br />

site ilkelerimize ters düştüğü için yayınlayamıyoruz.<br />

Fotoğrafların savunmasını<br />

yapan sanatçıların(!) bazı noktalarını da<br />

müstehcenliği sebebiyle yayınlayamadık.<br />

Sanata yönelik haberlerin doğurduğu<br />

sakıncalara örnek olarak, İskender<br />

Pala’nın Zaman gazetesinde yer alan,<br />

Şehir Tiyatroları’nda bir oyuna ilişkin,<br />

oyunun sınırlarını aşan sansür talep eden<br />

eleştirisini verebiliriz: 6 Pala, seyretmediği<br />

anlaşılan “Günlük Müstehcen Sırlar” adlı<br />

oyun ile ilgili şunları yazabiliyor : “Elbette<br />

müstehcenlik diz boyu, ama içinde seyirciyi<br />

ilgilendirecek ne bir hayat dersi, ne bir<br />

erdem, ne de tiyatronun genel amacına<br />

yönelik bir toplum eleştirisi var. Eğer bu<br />

oyunun amacı seyirciye teşhircilik hakkında<br />

hayat dersi vermek ise buna devlet<br />

parasıyla bayağılıktan başka ne denir? Seyirciye<br />

hakaret de cabası. Peki repertuarın<br />

diğer oyunlarındaki % 80 cinsel sululuk ve<br />

müstehcenliklere ne demeli?” Bu yazıda<br />

nefret söylemi veya hakaretin varlığından<br />

söz etmek doğru olmayabilir ancak Pala,


kendi değerlerini tüm toplumun değeriymiş<br />

gibi sunarak, buna aykırı bir durumu<br />

hedef gösteriyor ve en nihayetinde bu sanat<br />

yapıtını ortadan kaldırmaya çağırıyor.<br />

Sonuç<br />

İnsan haklarının ayrılmaz bir parçasını<br />

oluşturan ifade özgürlüğü siyasi, sanatsal,<br />

ticari vs. her türlü ifadeyi kapsamına<br />

aldığı gibi, görüş sahibi olma özgürlüğü,<br />

bilgi ve düşünce edinme özgürlüğü ile<br />

bilgi ve düşünceyi yayma özgürlüğünü de<br />

içermektedir.<br />

İfade özgürlüğü söz konusu olduğunda<br />

devletin kişinin bu özgürlüğüne müdahale<br />

etmemesi, bir kişinin ifade özgürlüğüne<br />

müdahale edildiği zaman bu kişinin<br />

ifade özgürlüğünü koruması, bireylerin<br />

ifade özgürlüklerini kullanabilmesi için<br />

gerekli önlemleri alması gerekmektedir.<br />

İfade özgürlüğü yalnız genel ahlâk,<br />

devlet güvenliği, çocuk pornografisi gibi<br />

gerekçelerle değil, nefret söylemi söz<br />

konusu olduğunda da sınırlandırılmalıdır.<br />

Aksi takdirde nefret söylemine maruz<br />

kalan grupların korunmaya değer görülmediğine<br />

ve hatta bu gruplara yöneltilen<br />

nefret söyleminin onaylandığına dair bir<br />

algı oluşabilir.<br />

Medyanın haberleştirdiği nefret söylemi<br />

kadar bizzat medyanın ürettiği nefret<br />

söylemi de izlenmeli ve rapor edilmelidir,<br />

zira demokrasilerde en etkin yol teşhir<br />

etmektir. Bu konuda sivil toplum kuruluşları,<br />

kamu otoriteleri ve bizzat medyanın<br />

koordineli çalışması gerekmektedir.<br />

43<br />

Kaynakça<br />

Damlapınar, Zülfikar (2002) “İktidar ve Kitle<br />

İletişim Araçları Üzerinden Rıza Üretimi,<br />

Teorik ve Ampirik Açıdan Kamusal Senaryo<br />

Süreci”, İletişim, no.14.<br />

Damlapınar, Zülfikar (2008) “Medya ve<br />

Siyasete Güvenirlilik”, Medya ve Siyaset,<br />

Eğitim Kitabevi, Konya.<br />

van Dijk, T.A. (2005) “Söylemin Yapıları ve<br />

İktidar Yapıları”, Medya, İktidar, İdeoloji,<br />

Mehmet Küçük (der. ve çev.), ikinci baskı,<br />

Ark Yayınları, Ankara.<br />

İnceoğlu, Yasemin (der.) (2012) Nefret Söylemi<br />

ve/veya Nefret Suçları, Ayrıntı Yayınları,<br />

İstanbul.<br />

Notlar<br />

1. http://www.milligazete.com.tr/haber/yobazligin-heykeli-228735.htm<br />

2. http://www.haberyurdum.com/chplioktay-eksiye-heykel-tepkisi-20230n/<br />

3. http://medyasofa.com/421-sanat-nereyekadar.html<br />

4. http://yenisafak.com.tr/<br />

Gundem/?i=361302<br />

5. http://www.habereditor.com/news_print.<br />

php?id=82149<br />

6. http://www.zaman.com.tr/yazar.<br />

do?yazino=1244776


44<br />

“Geçimli’de<br />

havan mermisi,<br />

İstanbul’da <strong>kitap</strong>”<br />

Pelin Başaran<br />

Şahin’in bu tehditkâr ve ısrarlı üslubu, bir yandan devletin<br />

milliyetçi kodlarına dair ipuçları sunarken, bir yandan da<br />

temsil ettiği AKP’nin demokratik hak ve talepleri daraltan<br />

politikalarını besleyen sistemi katıksız görmemizi sağlıyor.<br />

Üstelik görevi sebebiyle dolaysız ve hazmedilmesi güç bir<br />

şekilde dile getirilen bu politikaları bile meşrulaştırabiliyor.<br />

Bir siyasetçinin ifadeleri üzerinden devletin<br />

kültürel üretimi denetim ve baskı<br />

altına alan politikalarına dair tespitlerde<br />

bulunmak kendi başına sorunlu bir yaklaşım.<br />

Bu yaklaşım, siyasetçinin mensubu<br />

olduğu siyasi hareketin uygulayıcısı değil<br />

de, “şahsına münhasır” biri gibi algılanmasına<br />

sebep olabilir. İdris Naim Şahin’in 1<br />

göreve başladığından itibaren partisini<br />

aşan karikatürleşmiş imgesi dolaşımda<br />

olsa da, İçişleri Bakanı gibi önemli bir<br />

pozisyonda olduğundan, bu ifadeleri kendi<br />

başlarına siyasi bir etkiye sahiptir. Bunun<br />

en açık örneği olarak, akademisyenler, sanatçılar<br />

ve sivil toplum kuruluşlarını hedef<br />

alan, adeta gelecekte olacakların habercisi<br />

“Arka Bahçe” konuşması, idrak edilmesi<br />

zaman alan ağır, korkutucu bir tehdit<br />

olarak tarihe geçti. Şahin’in bu tehditkâr<br />

ve ısrarlı üslubu, bir yandan devletin milliyetçi<br />

kodlarına dair ipuçları sunarken, bir<br />

yandan da temsil ettiği AKP’nin demokratik<br />

hak ve talepleri daraltan politikalarını<br />

besleyen sistemi katıksız görmemizi sağlıyor.<br />

Üstelik görevi sebebiyle dolaysız ve<br />

hazmedilmesi güç bir şekilde dile getirilen<br />

bu politikaları bile meşrulaştırabiliyor. Biz<br />

bu yazıda, Şahin’in bize gösterdiklerine<br />

bakmak istiyoruz.<br />

Şahin’in en belirgin stratejilerinden<br />

biri, 7200 Kürt siyasetçinin, 2 2824 öğrencinin<br />

3 cezaevinde olduğu ve 83 gazetecinin<br />

tutuklu 4 olduğu Türkiye’de demokratik<br />

hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğine dair<br />

iddiayı reddeden ve hak ve özgürlük<br />

taleplerini gayrimeşrulaştıran tavrı. Bunu,<br />

PKK’nin Silvan baskını sonrasında yaptığı<br />

Türkiye’deki sınırsız özgürlüğe işaret ettiği<br />

konuşmasında açıkça görebiliriz:<br />

Herkesin aklını başına alması gerekiyor.<br />

Bu ülke özgürlüklerin alabildiğince var<br />

olduğu ve doya doya yaşandığı bir ülke.<br />

O kadar ki özgürlükleri sonuna kadar<br />

yaşayıp bu ülkede hâlâ özgürlük yok<br />

diyecek kadar özgürlüklerin yaşandığı<br />

bir ülke. Galiba bir eksiklik var. Var olan<br />

özgürlüklerin varlığını itiraf edecek kadar<br />

beyni, aklı özgürlükten yoksun olan<br />

birtakım insanlar var. Bu gerçekle karşı<br />

karşıyayız. 5<br />

Böyle bir kurgu içinden, Şahin’in Kürt<br />

sorununa yaklaşımı da, Kürtlerin hak<br />

mücadelesini itibarsızlaştırmak ve yok<br />

saymak yönünde gerçekleşiyor. “Kürtlerin<br />

ülkeyi bölmeye çalışacak kadar özgür”


olduklarını vurgulayan Şahin, Kürt sorunu<br />

ile ilgili “Sorun sorun diyorlar. Sorun ne?<br />

Ben arıyorum sorunu bulamıyorum... Sorun<br />

yol mu? Sorun şarkı mı? Sorun kıyafet<br />

mi? Sorun ibadet mi? Sorun hastane mi?” 6<br />

açıklamalarından anlaşılacağı üzere Kürt<br />

sorununun bahsini açmamakta direniyor.<br />

Bunun yerine, sonraki konuşmalarında da<br />

sıkça belirteceği gibi, “uzaklardan, sınır<br />

ötesinden sınır içerisine, dağlara, tenha<br />

yerlerden son zamanlarda şehir merkezlerine<br />

kadar toplumun farklı kesimlerine<br />

kadar, üniversitelerine, bir kısım basın<br />

kurumlarının içerisine, ekonomik yapıya,<br />

sokağa kadar inmek suretiyle, gündüz<br />

külahlı gece silahlılardan oluşan bir büyük<br />

yapıyı adeta ahtapotun kolları gibi bu<br />

devletin varlığına kastetmek için oluşturmuş”<br />

7 bir şebekeden bahsediyor. Bu şebekenin<br />

başı, PKK ve KCK (kendi deyimiyle<br />

Kürtleri Cebren Köleleştirme Hareketi) olmakla<br />

birlikte, BDP hiyerarşinin ortalarında<br />

yer alıyor. Örgüt, farklı ırklardan kişileri<br />

dinsizlik ve inançsızlık ortak paydasında<br />

biraraya getirmiş ve bölge halkını etkisi<br />

altına almıştır. 8<br />

Şahin’in şemalandırdığı bu ana yapı,<br />

kendi deyimiyle şebeke, Şahin’in nefret<br />

söyleminin ve saldırılarının referans noktasını<br />

oluşturuyor. Bu referans noktasından<br />

hareketle, kültürel ve sanatsal üretimi<br />

bu “şebeke”ye hizmet eden unsurlar<br />

olarak işaret ediyor ve hedef gösteriyor.<br />

Milli Gazete’nin Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe<br />

yönelik nefret söylemi ve ayrımcı bir dil<br />

kullandığı “Dağda Zerdüşt, Şehirde Pagan”<br />

başlıklı haber ve Şahin’in Nusaybin’de yer<br />

alan Mitanni Kültür Merkezi’ni hedef göstermesi<br />

buna örnek gösterilebilir:<br />

Son zamanlarda başta terör örgütü<br />

PKK ve KCK olmak üzere Kürtlere karşı<br />

sistematik bir inanç sömürüsü politikası<br />

yürüttükleri bilinen bir gerçek. Terör<br />

örgütünün yanı sıra bu sömürüye siyasi<br />

partilerin de katıldığı görüldü. Mardin’in<br />

45<br />

Nusaybin ilçesinde BDP’li Belediyenin<br />

açtığı Mitanni Kültür Merkezi’nin<br />

duvarlarına işlenmiş Zerdüştlere ve<br />

Yezidilere ait ilginç figürlere rastlandı.<br />

Mitanni Kültür Merkezi’nin duvarlarında<br />

yer alan figürlerin Zerdüştlerin Tanrısı<br />

‘Ahura Mazda’ya ve Yezidi inancına ait<br />

Melek Tavus’a ait olduğu ortaya çıktı.<br />

İslâm inancına bağlılığı ile bilinen bölge<br />

halkının yavaş yavaş asimile edilerek,<br />

cahiliye dönemindeki pagan dinlerine<br />

yönlendirilmek istenmesi tepkilere<br />

neden oluyor. Bu asimile projesinin terör<br />

örgütünün yanı sıra bazı siyasi partilerin<br />

de desteğiyle sistematik bir biçimde<br />

yapıldığı kaydediliyor. (...) Halkı İslâm’dan<br />

uzaklaştırmak ve Pagan inancına doğru<br />

kaydırmak için, bu sapkın inançların<br />

“İslâmiyet’ten pek farkının olmadığı”<br />

söylemlerini kullanarak bu sapkınlığı halka<br />

yavaş yavaş enjekte etmeye çalışıyorlar.<br />

Bölge halkı bu sapkın söylemlere<br />

itibar etmeyince şehrin çeşitli yerlerinde<br />

Pagan inancının figürlerini ön plana<br />

çıkararak halkı bu sapkın inançlara<br />

sürüklemeye çalıştıkları görüldü. 9<br />

Bu haberin yayınlanmasından sonra,<br />

İdris Naim Şahin, BDP’li milletvekillerinin<br />

kendisi hakkında verdiği gensoru önergesi<br />

görüşmeleri sırasında haberi göstererek,<br />

BDP’nin KCK’nin bir parçası olduğunu,<br />

PKK ve KCK’nin halkı kandırarak İslâm<br />

dininden uzaklaştırdığını, Zerdüştlüğe ve<br />

Yezidiliğe yönlendirdiğini iddia etti. Kanıt<br />

olarak iki fotoğraf sundu: Biri Mitanni Kültür<br />

Merkezi’nin Zerdüştlüğe ve Yezidiliğe<br />

ait figürlerin yer aldığı duvarlarının, diğeri<br />

ise “domuz eti yiyen PKK’liler”in fotoğraflarıydı.<br />

10<br />

Bu söylem, içerdiği ötekileştirmeyle<br />

beraber, Kürtleri “şebeke” tarafından manipüle<br />

edilen figüranlar olarak addederek<br />

Kürt hareketinin etkisini ve temsil gücünü<br />

kırmaya çalışmakta. Kürtlere dair bu algıyı<br />

pekiştirmeye yönelik acımasız ve sindiril-


46<br />

Nusaybin Mitanni Kültür Merkezi duvar detayı<br />

mesi zor açıklamalardan biri, 34 kişinin<br />

hayatını kaybettiği Uludere katliamından<br />

sonra yaptığıydı. Olaydan sonra Şahin,<br />

…yanlıştan doğru sonuç çıkmaz. Bu<br />

hayatını kaybeden vatandaşlarımız<br />

kaçakçılık yaparken hayatlarını kaybettiler.<br />

Sağ yakalansalar kaçakçılıktan<br />

yargılanacaklardı. Daha ağır bir sonuç<br />

olunca yargılanamaz duruma gelip<br />

hayatlarını kaybedince kaçakçılık olayı<br />

gölgede kaldı. O bölge Kandil’e doğru<br />

bölücü terör örgütü KCK’nın kontrolünde<br />

olan bir bölgedir. Bölücü terör örgütünün<br />

sıktığı kurşun, attığı bomba yediği<br />

ekmek, giydiği ayakkabı parayla alınıyor.<br />

Baronların da parada payı var. Para<br />

hareketinin bir bölümü kaçakçılıktır. 34<br />

insanımız, çoğu yaşı küçük gençlerimiz<br />

bu olayın sadece figüranlardır. Filmin<br />

büyüğüne bakmak lazım. Filmin senaristi,<br />

baş oyuncusu vardır. Figüranlara<br />

takılıp kalıyoruz. 11<br />

açıklamasını yaptı ve devletin özür<br />

dileyeceği bir olay olmadığını belirtti.<br />

Her ne kadar AKP Genel Başkan Yardımcısı<br />

Hüseyin Çelik bu açıklamayı “insani”<br />

bulmadığını 12 söylese de, Başbakan Tayyip<br />

Erdoğan, Şahin’in yaptığı açıklamayı kendi<br />

beyanlarıyla pekiştirdi ve devletten özür<br />

beklentisinin yersiz olduğunu söyledi.<br />

Şahin’in, sadece Kürt bölgesiyle sınırlı<br />

olmayan baskı ve engellemelerin arka<br />

planı, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı<br />

tarafından düzenlenen “Terörle Mücadele<br />

Değerlendirme ve Koordinasyon<br />

45. Toplantısı”nda “terörü besleyen arka<br />

bahçedeki otların iyi teşhis edilmesi gerektiğini”<br />

ifade ettiği “Arka Bahçe” konuşmasında<br />

kendini açık eder:<br />

(…) Onlarda kural yok. Hukukta kural,<br />

düzen, hak, iyiyi kötüden ayırt etmek,<br />

suçluyu suçsuzdan ayırt etmek var. Hatta<br />

kandırılmış, korkutulmuş, kaçırılmış<br />

ve terör örgütüne yerleştirilmiş olanlara<br />

yönelik insani bir yaklaşımla mücadele<br />

var. Bir tarafta hukuksuzluk, bir tarafta<br />

hukuk çerçevesinde yapılan bir mücadele<br />

var, terör örgütünün yürüttüğü<br />

çalışma sadece dağda, bayırda, şehirde,


sokakta, gece arka sokaklarda haince<br />

pusu kurarak yaptığı saldırılardan ibaret<br />

değil, sadece silahlı terör değil. Bunun<br />

bir başka ayağı daha var. Psikolojik<br />

terör var, bilimsel terör var. Terörü besleyen<br />

arka bahçe var. Bir başka ifadeyle<br />

propaganda var, terör propagandası var.<br />

(…) Neyiyle veriyor, belki resim<br />

yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak<br />

şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra<br />

yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor.<br />

Hızını alamıyor terörle mücadelede görev<br />

almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına,<br />

sanatına konu yaparak demoralize<br />

etmeye çalışıyor. Terörle mücadele<br />

edenle bir şekilde mücadele ediliyor,<br />

uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak<br />

arka bahçede yürüttüğü faaliyetler<br />

ki arka bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir,<br />

Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır,<br />

Londra’dır, her neyse, üniversitede kürsüdür,<br />

dernektir, sivil toplum kuruluşudur.<br />

Çağın gereği ne kadar sivil toplum<br />

kuruluşumuz varsa o kadar demokratik<br />

bir ülkeyiz ama oraya da sızmak<br />

lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız,<br />

sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız<br />

kültür derneği, bakarsınız eğitim<br />

derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle<br />

mücadeleniz kolay bana göre ama<br />

bu arka bahçede ayrık otu ile tereler<br />

birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte<br />

görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi<br />

zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı,<br />

hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince<br />

anlıyorsunuz.<br />

(...) Ve bir tarafta terör yapısı, gayrihukuki,<br />

illegal yapı. Bir tarafta onunla<br />

mücadele eden sizler, hukuki yapı hukuk<br />

çerçevesinde öyle de olmaya devam<br />

edecek, şikâyetimiz yok. Bir tarafta da<br />

terörün silahsız yapısı. Silahlıya destek<br />

veren yapı. Yani yardımcı kuvvetler.<br />

Yerine göre sadece şarkı söylüyor<br />

ama üç şarkının arasında bir tane de<br />

seyirciye bir şeyler söylerken arada bir<br />

47<br />

güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan<br />

al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor<br />

sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı<br />

değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle<br />

ayırt etmek durumundayız,<br />

bunları hepimiz bilmek durumundayız.<br />

Terör, terörle mücadele, bir de mücadele<br />

edenle mücadele eden bir yapı var. O<br />

psikolojik harekâtın farkındayız.<br />

(…) O kadar hınç var ki devlete<br />

karşı, kendi paçavra ara sözleşmelerinde,<br />

devlet olmayan bir organizasyon.<br />

Yani Türk devletine düşmanlar, bunu<br />

anladık da kendilerinin kurmak istedikleri<br />

organizasyonda bile devleti kullanmayacak<br />

kadar devlet düşmanlığı var. Ben<br />

söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor.<br />

Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar,<br />

bilmem hangi ulustan, kardeşlikten,<br />

çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her<br />

türlü namussuzluğun, ahlâksızlığın, gayri<br />

insani durumun olduğu bir ortam. 13<br />

İçişleri Bakanı’nın bu konuşması, ifade özgürlüğü<br />

hakkını koruyan yasaların uygulanmasıyla<br />

ilgili devletin taşıdığı sorumluluktan<br />

vazgeçtiği şeklinde yorumlanabilir.<br />

İktidar, muhalefet potansiyeli taşıyan her<br />

türlü eğilimi marjinalleştirerek ve kriminalize<br />

ederek “şüpheli” konumuna itiyor<br />

ve alanı günden güne daraltarak sansürün<br />

ve oto-sansürün doğallaşmasına neden<br />

oluyor. Böylece, kültürel üretimi yasalar<br />

yoluyla değil, yarattığı korku atmosferiyle<br />

kontrol altına almayı başarıyor. Bir yandan<br />

da, demokratik kurumları, eğitim kurumlarını<br />

ve sanatçıları hedef göstererek gerek<br />

bizzat devlet kurumları gerekse devletin<br />

çıkarlarını gözeten kurumlar ve bireyler<br />

tarafından sansürün yaygınlaştırılmasını<br />

teşvik ediyor. Bu durum bürokrasinin alt<br />

kademelerine, kurumlara ve toplumun<br />

geneline yayılıyor. İcat edilen çeşitli<br />

toplumsal hassasiyetler ortaya atılarak<br />

sanatsal ifadenin sınırları keyfî bir şekilde<br />

sorgulanıyor.


48<br />

Sanatsal ifade özgürlüğünün bu şekilde<br />

tehdit edilmesi sanatçılar tarafından<br />

büyük ve örgütlü bir tepkiyle karşılandı.<br />

Bir grup sanatçı “Sevgili Bakanımız, ne<br />

diyorsak tersinden anlayınız!” başlıklı bir<br />

bildiri yayınlayarak Şahin’i istifaya davet<br />

etti (bkz. sayfa 50). Fakat Şahin, tepkilere<br />

rağmen, görevinde kalmayı sürdürdü<br />

ve bu minvalde açıklamalarına devam<br />

etti. Katıldığı bir toplantıda kendisine<br />

yöneltilen Şemdinli’deki çatışmalara dair<br />

sorulara “ülkenin olağanüstü gündemi<br />

sadece çatışma alanı ile ilgili değildir,<br />

bu çatışma İstanbul’da kalemle devam<br />

ediyor, İstanbul’da <strong>kitap</strong>la devam ediyor.<br />

Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada,<br />

Ankara’da yazılan yazıların bir farkı<br />

yoktur” diye yanıt verdi. 14 Bu açıklama<br />

basında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2011<br />

yılında gazetecilerin Ahmet Şık’ın yazdığı<br />

kitabın toplatılması üzerine sordukları<br />

“Kitap yazmak nasıl terör olur?” sorusuna<br />

verdiği “Öyle <strong>kitap</strong>lar vardır ki bombadan<br />

daha tesirlidir” yanıtıyla beraber yer aldı.<br />

Bir kitabın kitleler üzerinde, bir bomba<br />

etkisi yaratacak kadar etkili ve tehlikeli<br />

görülmesinin altında başka bir boyut daha<br />

var: Devletin entelektüalizm karşıtlığı. Bu<br />

çatışma, devlet tarafından güdülen baskıcı<br />

politikaları meşrulaştırmak için kullanılıyor.<br />

Özellikle son dönemde muhafazakâr<br />

sanat ve devlet/şehir tiyatrolarının yeniden<br />

yapılandırılması tartışmaları çerçevesinde,<br />

15 Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından<br />

da sıkça takınılan bu tavır (bkz. sayfa<br />

52), kültür üretimlerini sadece kriminalize<br />

ederek değil, muhafazakâr kültürel kodlar<br />

oluşturarak ve halktan kopuk, elitist olduğunu<br />

iddia ettikleri üretimleri bu kodların<br />

dışında bırakarak ötekileştiriyor. Böylece,<br />

doğrudan sansür yerine, toplumdaki<br />

beğenileri ve referans sistemini yeniden<br />

düzenleyerek, bazı kültürel üretimlerinin<br />

cesaretini kırıyor ve meşruiyetini zedeliyor.<br />

Sözleri, devletin farklı baskı politikalarını<br />

belgelemesi açısında önem teşkil eden<br />

İdris Naim Şahin’in etkisi yalnızca söylemsel<br />

düzeyde değil. Bilançosu ağır. BDP<br />

Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün<br />

durumu çok iyi özetleyen alıntısı ile bu<br />

yazıyı sonlandırmak yerinde olur:<br />

İç güvenlik aygıtının başındaki bu<br />

ağzı bozuk kişinin bir yıl içinde mizah<br />

dünyasının en çok eğlenilen şahsiyetlerinden<br />

biri haline gelmiş olması, kimseyi<br />

aldatmamalı. Eğlence dünyasının bu<br />

favori figürü bir yıllık görevi sırasında<br />

son on yılın en ağır devlet terörünü<br />

sahneleyen gücün başında duruyor.<br />

İnsan Hakları Derneği (İHD) verilerine<br />

göre onun emri altındaki güçler sadece<br />

2011’de 3 bin 252 kişiye işkence ve kötü<br />

muamelede bulundu, “dur ihtarına uymadıkları<br />

gerekçesiyle” 57 kişiyi öldürdü,<br />

130 kişiyi yaraladı. Grevlerde, ekolojik<br />

direnişlerde, öğrenci protestolarında,<br />

sokaktaki çocukların gösterilerinde,<br />

kadın eylemlerinde, kimlik kontrollerinde<br />

binlerce insanın uğradığı aşağılayıcı,<br />

onur kırıcı ve zorbaca muamelelerde<br />

onun damgası var. Ama onu orada tutan<br />

da işte o “tarihin en güçlü hükümeti”nin<br />

başındaki kişi: Tayyip Erdoğan! Ne yazık<br />

ki, İdris Naim Şahin mizah dergilerinin<br />

kapağındaki bir karikatür değil, elinde<br />

ölümcül bir güç tutan bir gerçek şahsiyet,<br />

o Tayyip Erdoğan’ın alter-egosudur,<br />

ya da öyle olduğu için bir karikatürdür:<br />

Daha kurulmadan çökmeye başlayan<br />

bir post-modern sultanlık hevesinin iş<br />

başında tuttuğu altı kaval üstü şişhane<br />

zaptiye amiri! 16


Notlar<br />

1. AKP’nin kurucu ekibinde yer alan İdris<br />

Naim Şahin, 2002 Genel Seçimleri’nde<br />

İstanbul Milletvekili olarak Meclis’e girdi.<br />

Milletvekilliğine 24. Dönem Ordu Milletvekili<br />

olarak devam ediyor. 2011’den beri<br />

ise hükümette İçişleri Bakanlığı görevini<br />

sürdürüyor.<br />

2. İnsan Hakları Derneği İstanbul<br />

Şubesi’nden bilgi alınmıştır.<br />

3. “2824 öğrenci cezaevinde” http://www.<br />

cnnturk.com/2012/turkiye/08/07/2824.<br />

ogrenci.cezaevinde/671910.0/index.html<br />

4. http://tutuklugazeteciler.blogspot.co.uk/<br />

5. “İçişleri Bakanı: Herkesin aklını başına<br />

alması gerekiyor”, 15.07.2011, http://<br />

www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=<br />

RadikalDetayV3&ArticleID=1056383&Ca<br />

tegoryID=78<br />

6. “Kürt sorunu nedir? Arıyorum, bulamıyorum”,<br />

07.11.2011, http://www.radikal.com.<br />

tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&<br />

ArticleID=1068841&CategoryID=78<br />

7. Agy.<br />

8. http://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem24/yil2/ham/b09501h.htm<br />

9. “Dağda Zerdüşt, şehirde Pagan”,<br />

16.01.2012, http://www.milligazete.com.<br />

tr/haber/dagda-zerdust-sehirde-pagan-227149.htm<br />

10. İdris Naim Şahin’in bu konuşması üzerine<br />

Mitanni Kültür Merkezi, Milli Gazete ve<br />

Şahin’in saldırılarını kınayan ve bu iddiaları<br />

reddeden bir basın açıklaması yaptı.<br />

“Milli Gazete’ye tepki”, 19.01.2012, http://<br />

www.etha.com.tr/Haber/2012/01/19/<br />

guncel/mitanni-kultur-merkezinden-milligazeteye-tepki/<br />

11. “Şahin: Emir Kara Kuvvetleri’nden”,<br />

23.05.2012, http://bianet.org/bianet/<br />

bianet/138555-sahin-emir-havakuvvetlerinden<br />

12. “Ak Parti Uludere’de faturayı Şahin’e<br />

kesti!”, 24.05.2012, http://www.cnnturk.<br />

com/2012/turkiye/05/24/ak.parti.uluderede.faturayi.sahine.kesti/662265.0/index.<br />

html<br />

49<br />

13. “İçişleri Bakanı’ndan yeni terör tarifleri”,<br />

26.12.2011, http://www.radikal.com.tr/<br />

Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Art<br />

icleID=107362<br />

14. “Şahin: Savaş İstanbul’da kalemle devam<br />

ediyor”, 08.08.2012, http://www.radikal.<br />

com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay<br />

V3&ArticleID=1096473&CategoryID=78<br />

&Rdkref=7<br />

15. Konuyla ilgili haberler için Siyah Bant<br />

sitesine bakınız: http://www.<strong>siyahbant</strong>.<br />

org/?p=1444<br />

16. “Diyarbakır’da aslında neler oldu?”,<br />

22.07.2012, http://m.radikal.com.tr/iphone/NewsDetail.aspx?ArticleID=122731&C<br />

ategoryIDs=21


50<br />

Sevgili İçişleri Bakanımız, ne diyorsak tersinden anlayınız!*<br />

26 Aralık 2011 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı İdris Naim<br />

Şahin, asla unutulmaması gereken bir hukuk, siyaset ve insanlık dersine imza<br />

atmıştır. Aşağıda imzası bulunan biz sanatçılar, kendisinin başımızdan eksik<br />

olmaması için duacıyız. Kendisi, devlet adamlığı ciddiyetiyle konuyu biraz üstü<br />

kapalı ele almış, bizlere daha açık konuşma cesaretini vermiştir.<br />

“Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka<br />

bahçe İstanbul’dur, İzmir’dir, Bursa’dır, Viyana’dır, Almanya’dır, Londra’dır, her<br />

neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur.” diyor Sayın<br />

Şahin. Bu arka bahçelerden üniversite, dernek ve sivil toplum kuruluşlarının<br />

derhal kapatılması, bahsi geçen İstanbul, İzmir ve Bursa gibi kentlerde<br />

sıkıyönetim ilan edilmesi ve Avusturya, Almanya, İngiltere ile ilişkilerin en alt<br />

seviyeye indirilmesi şarttır. Siyasi irade bunları yaptığında bizlerin koşulsuz<br />

desteğini yanında bulacaktır.<br />

Yine aynı beyanatında Sayın Bakan “Devlet namustur, devlet özgürlüktür,<br />

eğitimdir, sağlıktır, devlet hayatın ta kendisidir.” derken de çekingen davranmıştır.<br />

Devlet bunların hepsi ama şüphesiz ki çok daha fazlasıdır. Bizler<br />

devletimiz için varız. Her şey, devlet için vardır. Meclisin duvarındaki yazının<br />

da ivedilikle “Hâkimiyet kayıtsız şartsız devletindir” ibaresiyle değiştirilmesini<br />

istemek hakkımızdır. Hayatta en önemli şey devlettir. Devlet, her şeydir.<br />

Yaşasın devlet.<br />

Yalnız bakanımızın “Domuz etinden Zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan,<br />

kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun,<br />

ahlâksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam” diyerek bizleri hayal<br />

kırıklığına uğrattığının altını çizmek isteriz. Şüphesiz ki ahlâksızlık, namussuzluk<br />

çok geniş alanlardır ve müzikten sinemaya, edebiyattan plastik sanatlara,<br />

eşek etinden ateizme kadar uzanan yelpazedeki tüm farklılıklar, aykırı fikirler,<br />

sözümona “yaratıcı” faaliyetler de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Örneğin<br />

rock şeytanın müziği, resim haram, dans ve heykel müstehcendir, hepsi külliyen<br />

yasaklanmalıdır. Karikatür çizmeninse cezası müebbetten az olmamalıdır.<br />

Son olarak Sayın Şahin, terörün arka planına dair unutulmaz söylevinde,<br />

şarkı kisvesi altındaki terör ve şarkıcı kisvesi altındaki teröristten de dem vurarak,<br />

“Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de<br />

seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan<br />

al, ne anlarsan anla. Sanat icra ediliyor sahnede. Ne yapacaksın, sanata karşı<br />

değiliz ama işte bunları bir cerrah hassasiyetiyle ayırt etmek durumundayız.”<br />

diyerek hainlere, düşmanlara ve kötülere büyük bir koz vermiştir. Sayın Bakan<br />

belli ki bir mahalle baskısı mağduru olarak sanata karşı olmadığını ifade etmek<br />

zorunda bırakılmıştır. Kendisinden sanatçılar olarak beklentimiz, bir ifade<br />

ve temsil biçimi olarak sanata karşı olduğunu açıklamasıdır. Çünkü büyük<br />

bir üzüntüyle ifade etmek isteriz ki şu anda bu ülkede yaşayan sanatçıların<br />

önemli bölümü Sayın Şahin’in değerini teslim etmek erdeminden yoksun kayıp<br />

* http://sevgilibakanimiz.tumblr.com/ sitesinden alınmıştır.


uhlardır ve bunlara karşı olmak gerekir, maazallah siyasi rakiplerin yapamadığını<br />

bunlar bir gün yapıverirler. İnsanı tefe koyup oynatır ve bunlar, şeytana<br />

pabucunu ters giydirirler.<br />

Sayın Şahin,<br />

Sözlerinizin arkasında durun ve sanatı topyekün terör kapsamına alarak<br />

yasaklayın, ya da şunu yapın: Bu cümle hariç bütün metni tersten okuyun ve<br />

derhal özür dileyerek o koltuğu bırakın, çünkü bu toplumun tüm iç güvenlik<br />

mekanizmasının tepesinde oturan şahsınızın ilgili beyanları; demokratik, laik,<br />

sosyal hukuk devleti tanımını dolayısıyla Anayasa’yı hiçe saymasının yanında,<br />

sizin aksinize dünyanın her yerinde geçerli işler üretme kapasitesine sahip sanatçılara,<br />

ülkede din özgürlüğü olduğunu düşünmeleri doğal olan Zerdüştlere<br />

ve zaten gündelik faşizm tarafından sürekli taciz edilen eşcinsellere hakaret<br />

niteliği taşımakta, sizden farklı düşünen herkese korku salmakta ve onları<br />

terörize etmektedir.<br />

Saygılarımızla..<br />

51


52<br />

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın<br />

Kahramanmaraş Mitingi konuşması<br />

8 Mayıs 2012<br />

Sevgili kardeşlerim; bunlar sanatı sanat için yaparlar. Bunlar sanatı toplum<br />

için yapmazlar. Sanat toplum için yapılır. Sanat toplum için yapılırsa değer<br />

ifade eder. Bunlar elitisttir. Bunlar Jakobendir. Bunlar kendi kast sistemlerine<br />

başkalarının girmesine asla müsaade etmezler. Hem Devlet Tiyatrosu’ndan<br />

maaş alacak, hem Şehir Tiyatrosu’ndan maaş alacak; ondan sonra çıkacak<br />

istediği zaman dizi-filmlerde oynayacak, istediği zaman başka yerlerde rol<br />

alacak, her yerden de bu şekilde nemalanacak. He! Mesele bu. Şu son birkaç<br />

gündür zihinlerinin ardındakini ortaya dökmeye, niyetlerini açık etmeye<br />

başladılar. Daha önce çıktılar, bu kesim millete bidon kafalı dedi. Çıktılar,<br />

bu aziz millete göbeğini kaşıyan adam dediler. Şimdi de kasaba bürokratı<br />

diyerek, belediyedeki temizlik işçisi tiyatrocu oluyor diyerek, kendilerince yine<br />

milleti aşağılıyor, milleti küçümsüyorlar. Rahmetli Cem Karaca bunlara o güzel<br />

şarkısıyla gereken cevabı aslında zamanında verdi. Ne dedi biliyor musunuz?<br />

“Bunlar aydın değil, bunlar yarım porsiyon aydın.” dedi. Rahmetli Cem<br />

Karaca’nın deyimiyle bunlar barlarda, barların önlerinde viski, bir elleri çenelerinde,<br />

kaşları hafif yukarıda, bilgiç bakışlarla, hiçbir şey üretmeden sadece<br />

hakaret ederler. Tiyatrodan sadece bunlar anlar. Sinemadan, müzikten, heykel,<br />

resim edebiyattan sadece bunlar anlar. Bunlar milleti beğenmez; milletin alın<br />

terini beğenmez; milletin kültürünü, tercihini beğenmezler. Yıllarca karikatürlerle<br />

aşağıladılar bu milleti. Yıllarca köşelerinden, ekranlarından aşağıladılar.<br />

Yıllarca oyunlarında, filmlerinde, yazılarında bu ülkenin gerçek hizmetkarlarını<br />

– din adamlarını – aşağıladılar. Finansmanı devletten aldılar ama finansmanın<br />

gerçek sahibi milleti aşağıladılar. Bakınız; geçen yıl Devlet Tiyatrosu’na harcanan<br />

para ne biliyor musunuz? Değerli kardeşlerim, ne biliyor musunuz? Bakın<br />

söyleyeyim sizlere, 140 milyon Türk Lirası... Peki gelen ne, gelir ne? Geliri de<br />

söyleyeyim sizlere, 4 milyon Türk Lirası... 140 milyon Türk lirası nere, 4 milyon<br />

Türk lirası nere? Sevgili kardeşlerim, on yıllar boyunca sırtlarını statükoya<br />

dayadılar; oradan nemalandılar, şimdi de statükonun değişmesinden ciddi<br />

rahatsızlık duyuyorlar. Burada tekrar söylüyorum, kusura bakmasınlar. Çok<br />

bilmiş despot tavırları ile millete de milletin hükümetlerine de parmak sallayarak<br />

azarlama dönemi artık geride kaldı. Milletin en masum taleplerini irtica<br />

diyerek, gericilik diyerek, yobazlık diyerek bir kaşık suda boğma dönemleri<br />

artık geride kaldı. Sanatın, sanatçının kimliğinin, aydın yazar kimliğinin arkasına<br />

sığınıp milleti küçümseme, milleti azarlama, milleti hizaya sokma dönemi<br />

artık geride kaldı; ve artık tarihe kavuştu. Milletin parasını, milletin vergisini,<br />

tüyü bitmedik yetimin hakkını alıp ondan sonra da milletin tercihlerini, milletin<br />

seçtiği hükümetleri aşağılama, tahkir etme dönemi artık kapandı. Bundan<br />

sonra buyursunlar sırtlarını devlete değil; o aşağıladıkları, o kasaba bürokratı<br />

dedikleri, o temizlik işçisi tiyatrocu dedikleri millete gitsin oraya başvursunlar.<br />

Şunu herkes bilsin; bu ülkede siyasette, bürokraside, hukukta kast sistemi,<br />

hanedanlık sistemi AK Parti ile birlikte sona ermiştir. Bizzat gerçek aydınların,


izzat bilim adamlarının çabaları ile gayretleri ile sanatta, bilimde, fikir hayatında<br />

da kast ve hanedanlık sistemi artık son bulmak zorundadır. Bu millet<br />

artık aşağılamalara, tahkire boyun eğmeyecek. Bu millet kendi tercihlerinin,<br />

kendi talep ve arzularının yok sayılmasına artık göz yummayacak. Bu millet<br />

kendi öz vatanında, kendi öz yurdunda artık parya muamelesi görmeyecek. Ak<br />

Parti ile birlikte millet bürokrasinin ve bürokratik elitlerin hizmetkârı olmaktan<br />

çıkmıştır. Bürokrasi artık milletin hizmetine girmiştir. Allah’ın izniyle bu<br />

değişmeyecek. Ne diyoruz biz? Şimdi biz diyoruz ki, kardeşim sen tiyatro mu<br />

oynayacaksın; özgürce hareket et, kurun kendi aranızda tiyatronuzu buyrun<br />

serbest olarak, özel sektör olarak bu alana girin. Ne kadar Türkiye’de sahnemiz<br />

var; ki bizim dönemimizde, kardeşlerim, tiyatro sahneleri hiçbir dönemle<br />

mukayese edilmeyecek şekilde artmıştır. Ha biz sizlere sahneleri tahsis ederiz;<br />

ve bu sahnelerde sizleri destekleriz, yeri gelir senaryoyu beğenirsek bizim<br />

de inceleme kurullarımız buralara da sponsor olur, buralarda da destekleri<br />

veririz. Ama artık o bugüne kadar geldiğiniz anlayış olmayacak. Çıkın, serbest<br />

istediğiniz gibi hareket edin, özgür olun, özerk olun, özel olun; ama artık devlet<br />

tiyatro sahnesinden çekiliyor, buyrun siz tiyatro sahnesinde kalın.<br />

53


54<br />

Grup Yorum’a yönelik baskılar bitmiyor<br />

1985 yılında kurulan politik müzik grubu Grup Yorum’un üyeleri, bugüne kadar<br />

defalarca gözaltına alındı, tutuklandı, konserleri yasaklandı ve albümleri<br />

toplatıldı. Sadece grup üyeleri değil, Grup Yorum dinleyicileri de benzer bir<br />

baskıyla karşı karşıya kaldılar.<br />

En son görülen davalarından birinde, 8 Ağustos 2012’de, yargılanan Grup<br />

Yorum üyeleri Seçkin Aydoğan, Melis Ciddioğlu ve Cemre Baş tahliye olamadı.<br />

Aydoğan, Ciddioğlu ve Baş 13 Aralık 2011’de Nurtepe’deki bir yürüyüşe<br />

katıldıkları gerekçesiyle gözaltına alınmış ve 16 Aralık’ta tutuklanmışlardı.<br />

“Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ithamıyla Türk Ceza<br />

Kanunu’nun (TCK) 314/2. maddesi uyarınca yargılanıyorlar.<br />

Ayrıca Aydoğan, Taksim meydanında yapılan “‘Yürüyüş’ çalışanları serbest<br />

bırakılsın” protestosuyla basın açıklamasına katıldığı ve “örgüt sloganı attığı”<br />

gerekçesiyle, 2911 Sayılı Toplantı ve Yürüyüş Kanunu’na Muhalefet ile Terörle<br />

Mücadele Kanunu (TMK) 7/2. maddesindeki “örgüt propagandası” suçlamalarıyla<br />

yargılanıyor.<br />

Baskı ve tutuklamaların yanında, Grup Yorum üyelerinin geçtiğimiz<br />

günlerde maruz kaldıkları ağır işkence de basına yansıdı. Grup üyeleri Selma<br />

Altın, Dilan Balcı, Grup Yorum korosu elemanı Damla Sandal, Kültür Sanat<br />

Yaşamında Tavır dergisi sahibi Bahar Kurt ve İdil Tiyatro Atölyesi oyuncusu<br />

Bahar Ertürk basın açıklaması yapmak isteyen TAYAD’lı ailelere destek için<br />

Adli Tıp Kurumu önüne gitmişlerdi. Grup Yorum’un <strong>web</strong> sitesinde bildirildiği<br />

üzere, Selma Altın’ın polis tarafından kasıtlı bir şekilde her iki kulağına aldığı<br />

darbeler sonucunda kulak zarı yırtılmış, burnu kanamış ve kaburgalarında<br />

hasar meydana gelmişti. Grup Yorum, işkenceleri protesto etmek için 17 Eylül<br />

2012 tarihinde “İşkenceye karşı yürüyoruz” çağrısıyla bir yürüyüş düzenledi.<br />

Grup Yorum’un karşılaştığı başka bir engelleme ise, bilet satış portalı Biletix<br />

ile kendi konserlerini düzenleyen organizasyon şirketi arasında gerçekleşti.<br />

Yıllardır Yorum’un konser biletlerini satan Biletix, biletlerini “terör örgütüne<br />

yardım ettiği iddialarını” gerekçe göstererek “inceleme bitene kadar” satmayacağını<br />

açıkladı. Gelen tepkiler üzerine kurum, rutin incelemenin gerçekleştiğini<br />

ve herhangi bir suç unsuru ile karşılaşılmadığını bildirdi. Sonrasında<br />

Biletix, bir basın açıklaması yaparak, tüm etkinliklerde bilet satışına hukuki<br />

bir engel olup olmadığını değerlendirme süreci ve kriterlerinin uygulandığını,<br />

kamuoyunda bu durumun Grup Yorum’a yönelik bir karar gibi gösterilip, kendilerinin<br />

mağdur edildiğini söyledi. Yorum, bilet satışlarını Mybilet’e devretti.


Kıskaç daralırken:<br />

Film festivalleri ve<br />

eser işletme belgesi<br />

Elif Ergezen<br />

Belgesel sinemacı<br />

Her aşaması düşünülerek ve adım adım planlanarak<br />

“sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”. Öte yandan devlet<br />

ne kadar çabalarsa çabalasın, değişen ve gelişen yeni<br />

teknolojilerin ulaşılabilirliğiyle başa çıkması mümkün<br />

değil. Biz filmler yapmaya nasılsa devam edeceğiz ve onları<br />

göstermenin yollarını elbet buluruz!<br />

Son zamanlarda eser işletme belgesi olmadığı<br />

için festivallerde gösterilemeyen film<br />

vakalarıyla sık karşılaşır olduk. Bu durum,<br />

birkaç sene öncesinden işaretlerini veren<br />

ve nihayet, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema<br />

Genel Müdürü Mesut Cem Erkul’un<br />

“sinemamızın yeni tarihi yazılıyor” 1 diye<br />

ilan ettiği yeni döneme dair fikir veriyor.<br />

Bu yazıda, süreci özetleyerek, eser işletme<br />

belgesi zorunluluğunun, festivaller ve biz<br />

bağımsız sinemacılar açısından ifade özgürlüğü<br />

kısıtlamalarına ve hatta sansüre<br />

varan sonuçlarını ele alacağız.<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından<br />

kararlı bir şekilde sürdürülen<br />

Türkiye sinema sektörünü şekillendirme<br />

çalışmaları 2004’te çıkarılan 5224 sayılı<br />

kanunla hızlandı. Zira hemen ertesinde<br />

Bakanlık, yeni meslek örgütlerinin<br />

kurulmasını ve bu örgütlerin Türkiye’de<br />

özerk bir sinema kurumu kurulmasına<br />

dair çalışma yürütmek amacıyla biraraya<br />

gelmesini teşvik etti. Bunun sonucunda,<br />

2006’da sinema sektörü içindeki hemen<br />

hemen bütün örgütler toplanarak, özerk<br />

bir sinema kurumu için taslak çalışmalar<br />

yapmaya başladı. Bu platform, festivallerden,<br />

sinema yazarlarına, film merkezle-<br />

55<br />

rinden meslek birliklerine, derneklerden,<br />

vakıflardan sendikaya kadar, toplam 33<br />

örgüt 2 temsilcisinin katılabildiği bir tartışma<br />

alanına dönüştü. Platform amacını,<br />

Türkiye Sinema Kurumu yasasını yazmak<br />

olarak belirlemişti ve kurum kurulduktan<br />

sonra kendini feshedecekti. Fakat sinemacıların,<br />

kurulacağı umulan “özerk” sinema<br />

kurumunda görev alma hırsları ve elbette<br />

telif gelirlerinin göz kamaştıran miktarları<br />

belirmeye başlayınca, erkeklerin dilinin<br />

egemen olduğu sığ bir tartışma ve çıkar<br />

çatışmasıyla platform işlevini yitirdi.<br />

15 Ocak 2010’da sektördeki sekiz<br />

meslek birliği 3 (platform kadar geniş bir<br />

temsiliyeti olmayan) Meslek Birlikleri Güç<br />

Birliği adlı verilen yeni bir örgütlenme için<br />

biraraya geldi.<br />

Pangaltı’daki binanın kirası ve giderleri<br />

Bakanlık tarafından karşılandığı için Güç<br />

Birliği’ndeki meslek birliklerinin bağımsızlık<br />

iddiası zayıf kalıyor. Birliği tanımlamaya<br />

bu şekilde başlayarak onlara haksızlık<br />

yapmıyorum. Bu yazıda değineceğimiz<br />

sorunların özünde, Bakanlıkla kurulan bu<br />

maddi bağımlılık ilişkileri yatıyor. Bu bir<br />

geçiş dönemi ve şüphesiz sonunda, bu<br />

birliğin telif gelirlerini toplayan ve dağıtan


56<br />

bir kuruma dönüşmesi hedefleniyor. Zira,<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı, 5846 sayılı<br />

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda (FSEK)<br />

yapılması önerilen değişiklikleri içeren<br />

taslağında, “Meslek Birlikleri” yerine “Telif<br />

Birlikleri” ifadesini kullanmayı öneriyor. 4<br />

Başka bir deyişle, Bakanlık, telif gelirlerinin<br />

toplanması ve dağıtılması üzerinden<br />

sektörü yeniden yapılandırmaya çalışıyor.<br />

İlk bakışta manevi hakların korunması açısından<br />

anlaşılır görünse de, bu uygulama<br />

başka sonuçlara gebe.<br />

Güç Birliği’nin ilk icraatı, Sanatsal<br />

Etkinlikler Komisyonu’na (SEK) işlerlik<br />

kazandırmak oldu. SEK, aslında 5224 sayılı<br />

kanuna bağlı olarak 2005’te düzenlenen<br />

25731 sayılı yönetmeliğin 15. maddesinde<br />

de yer alıyor. 5 Buna göre, ülkede yapılan<br />

tüm sanatsal etkinliklerin, Bakanlıktan<br />

destek alabilmek için, bu komisyondan<br />

geçmesi gerekiyor. Bu komisyon; görevi,<br />

zamanla belli bir ödeme karşılığında bir<br />

“olur belgesi” vermekten ibaret olan bir<br />

uygulayıcıya dönüşmüş, şimdiye kadar<br />

üzerinde durulmamış ve takibi yapılmamış<br />

bir yapı. 2010’da SEK’in yönetiminin<br />

Güç Birliği’ne geçmesinden sonra da hâlâ<br />

tam olarak etkin bir kurum olduğu söylenemez.<br />

Burada önemli olan ayrıntı ise şu:<br />

Komisyonun <strong>web</strong> sitesinde SEK Hakkında<br />

6 bölümünde 2005 senesinde çıkarılan<br />

Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve<br />

Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar<br />

Hakkında Yönetmeliğin 9. maddesi’ne 7<br />

atıfta bulunularak, sanatsal etkinlikler<br />

kapsamında gösterilecek filmler için, “ülke<br />

içinde üretilen filmler de kayıt ve tescil<br />

edilmiş olmak kaydıyla bu etkinliklere<br />

katılabilir” deniyor. Bu yönetmelik, tüm<br />

ticari dolaşım ve gösterimler için eser<br />

işletme belgesi alınması gereğini vurguluyor.<br />

Böylece Bakanlık, destek verdiği<br />

festivalleri SEK’e yönlendirerek, bizzat<br />

meslek örgütleri eliyle, eser sahiplerinin<br />

manevi haklarının ihlâl edilmemesi ve<br />

hak sahipliğinin düzenlenmesi amacıyla<br />

filmlerin kayıt ve tescil belgesi almasının<br />

yaygınlaşmasını sağlamaya çalışıyor.<br />

Bakanlık, sanatsal etkinliklerde<br />

gösterilecek filmlerin eser işletme belgesi<br />

olması gereğini, destek sözleşmelerine<br />

2011’den itibaren bir madde olarak da<br />

koydu. Kontrol mekanizmasının üzerinde<br />

yükseldiği temel, aslında filmlerin ve festivallerin<br />

devlete olan bu maddi bağımlılıkları.<br />

Dayanağı ise yukarıda belirttiğimiz,<br />

SEK’ten çok önce yazılmış ve SEK’in de<br />

atıfta bulunduğu yasa ve yönetmelikler.<br />

Yönetmelikte, ticari dolaşım ve gösterim<br />

için birbirinden ayrı hükümler yer almadığı<br />

için, ticari olmayan gösterimler için de<br />

eser işletme belgesi alma, dolayısıyla kayıt<br />

ve tescil yaptırma zorunluluğu olduğu<br />

söylenebilir. Siyah Bant’ın yaptığı bir<br />

görüşmede, Sinema Genel Müdürü Cem<br />

Erkul, yönetmelik kapsamında, filmlerin,<br />

ticari dolaşıma çıksın ya da çıkmasın, festivaller<br />

dâhil tüm gösterimleri için kayıt<br />

ve tescil ettirilmeleri gerektiğinin altını<br />

çiziyor. Yıllardır festivallerin bunu uygulamadıklarından<br />

yakınarak, 2011 Aralık<br />

ayından itibaren artık bütün festivallerde<br />

bu uygulamanın yerine getirileceğini<br />

söylüyor. 8<br />

Biz sinemacılar açısından bu belgede<br />

ısrar edilmesi, fiilî bir sansür uygulamasına<br />

ve dayatmaya dönüşebiliyor. 2006<br />

yılında çıkarılan Fikir ve Sanat Eserleri<br />

Kayıt Tescili Hakkındaki Yönetmenliğin 2.<br />

Bölümü 5. madde C bendinde, 9 “kayıt ve<br />

tescile ilişkin gereken belgeler” bölümünde<br />

belirtildiği üzere, kayıt ve tescil ettirilecek<br />

filmlerden, Eser İşletme Belgesi almak<br />

için “değerlendirme ve sınıflandırmanın<br />

sonucunu gösterir belge” isteniyor. Değerlendirme<br />

ve Sınıflandırma Kurulu, bugün<br />

sansürün örtülü bir şekilde uygulandığı<br />

kurul. Kurul üyeleri, filmlerin hangi yaş<br />

gruplarında ve hangi saat aralıklarında<br />

gösterilmesinin uygun olduğuna ve ticari<br />

gösterime sokulup sokulmayacağına karar


veriyor. Yüksek yaş sınırı getirerek aslında<br />

gizli bir sansür yaparken; filmin, ticari<br />

dolaşıma ve gösterime sokulmasını uygun<br />

bulmayarak açık sansür de uygulayabiliyor.<br />

Filmler öncelikle alt kurullarda değerlendiriliyor<br />

ve kurul üyelerinin anlaşmazlığı<br />

ya da filmin yapımcısı ya da dağıtımcısının<br />

itirazı üzerine Üst Kurul toplantıya<br />

çağrılıyor. Alt kurullar, bir Bakanlık temsilcisi<br />

ile, biri psikolog diğeri sinemacı,<br />

iki meslek örgütü temsilcisi olmak üzere,<br />

toplam üç kişiden oluşuyor. Üst kurul yine<br />

meslek örgütlerinden ve bakanlık temsilcisi<br />

kişilerden oluyor. FSEK’teki 4. madde,<br />

Yeni Kanun taslağında korunmuş. 10 Fakat<br />

tek bir farkla: Bu defa meslek birliklerinin<br />

temsili, üç üye yerine iki üyeye düşmüş,<br />

buna karşılık Aile ve Sosyal Politikalar<br />

Bakanlığı’ndan bir temsilci de Üst Kurul’a<br />

eklenmiş. 4. madde’nin “Değerlendirme<br />

ve Sınıflandırma Kurulları ve Üst Kurulu”<br />

başlığında şöyle deniyor: “Üst kurul en<br />

az altı üyenin katılımıyla toplanır ve en<br />

az beş üyenin aynı yöndeki oyuyla karar<br />

alınır”. Sadece Bakanlıkların temsili dört<br />

iken beş oyla karar alınabiliyor olması ve<br />

kalan üyelerin Bakanlıkça seçilmesi, yeni<br />

dönemde de -eğer bu taslak olduğu gibi<br />

kabul edilirse- bu kurulun bir sansür kurulu<br />

gibi çalışmaya devam edeceği tezini<br />

güçlendiriyor.<br />

Bu noktada, Alt Kurul toplantılarına<br />

Belgesel Sinemacılar Birliği temsilcisi<br />

olarak katılmış biri olarak söyleyebilirim<br />

ki sorun sadece kanunun kendisinden de<br />

kaynaklanmıyor. Kanunun oldukça muğlak<br />

maddeler içermesinden dolayı, uygulanması<br />

ve yorumlanması kurul üyelerinin<br />

öznel değerlendirmelerine bağlı olduğundan,<br />

tartışmalar filmlerin yasaklanmasına<br />

kadar varabiliyor. Kurulda yer alan psikoloğun<br />

sanat alanındaki özgürlüğü kısıtlayıcı<br />

tutumu, bazen Bakanlık temsilcisinden<br />

de katı olabiliyor. Örneğin “bir erkeğin<br />

bir başka erkeğin kulağını, aralarındaki<br />

57<br />

eşcinsel ilişkiyi sezdirecek şekilde biraz<br />

fazlaca öpmesi” çocukların ruh sağlığına<br />

zarar verebilir sonucuna varabiliyor. 11<br />

Meslek örgütlerinden gelenlerin dünya<br />

görüşleri ve ahlâk anlayışları ile şekillenen<br />

ve devletin yönlendirmelerinin de olduğu<br />

bir keyfî alan, özetle.<br />

Meslekten kişilerin yasaklamaya dönük<br />

yaklaşımı, içselleştirilmiş bir sansürcü<br />

tutumun da sonucu. Bu uygulamalarda<br />

devletin sığındığı en kuvvetli argümansa,<br />

tüm bu kurul üyelerinin meslek örgütlerinden<br />

kişilerden oluştuğu gerçeği.<br />

Bu sahiden de en can alıcı nokta. Fakat<br />

oto-sansür mekanizmasının işleyişine dair<br />

akıl yürütürken, devletin son zamanlarda<br />

sanatçılar üzerinde artan baskı ve tehdidini<br />

de göz ardı etmemeli. Mesut Cem Erkul,<br />

Ocak ayının başında verdiği ilk demeçte,<br />

destekleme konusunda yeni bir mekanizma<br />

oluşturularak, Bakanlık tarafından<br />

gişe yapan, genel izleyiciye hitap eden,<br />

yani tüm aile bireylerinin birlikte izleyebileceği<br />

film projelerinin teşvik edileceğini<br />

belirtti. 12 Erkul’un bu açıklamasıyla, yüklü<br />

miktarda desteğin ne tür projelere aktarılacağı<br />

konusunda kurul üyelerinin kanaatini<br />

şekillendirmek, yaş sınırı kriterlerine<br />

müdahale etmek ve hatta proje başvurusu<br />

yapacakları yönlendirmek istediği anlaşılıyor.<br />

“Seyirci üzerinden destek verilebilir”<br />

denilerek Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />

Kuruluna göre genel izleyiciye hitap eden<br />

filmlere verilecek desteğin yüksek tutulması<br />

şeklinde özetlenebilecek bu yönelim,<br />

“Türk aile yapısına ve ahlâk anlayışına<br />

uygun” ve genel -çoğunluk- izleyicinin<br />

zevkine hitap eden eserlere verilecek<br />

desteğin çok yüksek tutulmasıyla, bunun<br />

dışında kalan filmlerin neredeyse destek<br />

alabilme ve yaygın gösterim umudunu yok<br />

ediyor. Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />

Üst Kurulu’na Aile ve Sosyal Politikalar<br />

Bakanlığı’ndan bir temsilcinin eklenmiş<br />

olması bu yaklaşımın sonucu şüphesiz.<br />

Sinema sektöründeki yapım ve dağıtım


58<br />

sorunları karşısında dayanışma gösteren,<br />

çoğu Yeni Sinema Hareketi 13 içindeki sinemacıların<br />

itirazı önemli:<br />

Kurgulanmaya çalışılan bu teorik zeminin<br />

hem sanatın tümünde ve doğal<br />

olarak sinemada tek bir karşılığı vardır;<br />

sansür ve adam kayırma. Sanatın<br />

doğasına, maddi koşullarla ve çerçevesi<br />

müphem Türk aile değerleriyle sınır<br />

çizmek kabul edilemez. Bu tanımlamalarda<br />

aslında filmlerin daha çekilmeden<br />

sansüre uğraması, belirli bir çizgideki<br />

sinemanın teşvik edilmesi, zaten kâr<br />

etme amacı taşıyan ticari yapımların<br />

bir daha ödüllendirilmesi gibi Kültür<br />

Bakanlığı’nın asli görevi olmayan birçok<br />

amaç güdüldüğü görülmektedir. 14<br />

Özetle, Bakanlık’ın çabasını, sadece<br />

telif hak sahiplerinin belirlenmesi, telif<br />

gelirlerinin toplanması ve dağıtılmasının<br />

düzenlenmesi olarak görmek naiflik olur.<br />

Festivallerde gösterilecek filmlerin eser<br />

işletme belgesi alması ve/veya kayıt ve<br />

tescil ettirilmesi şartı, Değerlendirme<br />

ve Sınıflandırma Kurulu’ndan geçmeyi<br />

eninde sonunda zorunlu kılarak; yapımcısı<br />

olmayan ve sistemin içinde olmayı<br />

reddeden bağımsız yapımların, -eğer<br />

hayata geçirilmeyi başarırlarsa- hiç değilse<br />

festivallerde gösterim imkânı bulmalarını<br />

engeller. Böylelikle aslında, Türkiye’de<br />

yapımı gerçekleştirilmiş tüm eserlerin<br />

denetim altına alınmasının hedeflendiği,<br />

yasaklanan filmlere bakıldığında görülür.<br />

Sinemamızın bu kritik dönemi, sansür ve<br />

denetlemeler üzerine yapılan itirazlar,<br />

imza kampanyaları, bildiriler ve davalarla<br />

sürüp gidiyor. Son birkaç yıllık gidişat, bizi<br />

nelerin beklediğinin ipuçlarını veriyor.<br />

Handan İpekçi’nin filmi “Büyük Adam<br />

Küçük Aşk” (2001, 120 dk), 2002 yılında<br />

Denetleme Üst Kurulu’nca uygun görülmediği<br />

için eser işletme belgesi alamamış<br />

ve 21. İstanbul Film Festivali’nde gösteri-<br />

“Büyük Adam Küçük Aşk”,<br />

yön: Handan İpekçi, 2001<br />

lememişti. Yakın zamanda, “Zenne” (Yön:<br />

Caner Alper, Mehmet Binay, 2012, 99 dk)<br />

ve “Unutma Beni İstanbul” (Yön: Aida Begic,<br />

Stergios Niziris, Omar Shargawi, Hany<br />

Abu-Assad, Stefan Arsenijevic, Eric Nazarian,<br />

2010) filmleri, eser işletme belgeleri<br />

olmadığı için Malatya Film Festivali’nde<br />

gösterilemediler. Bu son olayla birlikte,<br />

festivaller ve eser işletme belgesi sorunu<br />

yeniden gündeme geldi. Aslında yıllardır<br />

yönetmelikte olmasına rağmen hayata<br />

geçirilmemiş ve festivallerin inisiyatifine<br />

bırakılmış bu uygulama, SEK’in de altını<br />

çizmesiyle ve Bakanlık’ın takibiyle anlaşılan<br />

artık daha çok karşımıza çıkacak.<br />

Kurmaca filmler, belgesel filmlere göre<br />

ticari açıdan daha kuvvetli, o yüzden de<br />

sorun onlara dokunduğu zaman şüphesiz<br />

sektör içinde daha görünür oluyor. Oysa<br />

Bakanlık’tan destek alan festivallerde gösterilecek<br />

filmlerin kayıt-tescil ettirilmesi<br />

ve eser işletme belgesi alma zorunluluğu<br />

kanıksanırsa, bundan en çok belgesel filmler<br />

etkilenecektir. Bakanlık’ın, 14. Ulus-


lararası 1001 Belgesel Film Festivali’nde<br />

gösterilecek filmler için kayıt-tescil belgesi<br />

şartını destek sözleşmesine eklemek<br />

istemesi ile, sadece belgesel gösteren festivalin<br />

neredeyse iptali söz konusu oldu.<br />

Bakanlık, festivalin gerçekleştirilememesi<br />

gibi ağır bir sonucu göğüslemek istemediğinden<br />

festival komitesinin itirazı üzerine<br />

geri adım atmak zorunda kaldı. Zira<br />

gösterilecek filmlerin neredeyse tamamı<br />

kayıt-tescil ettirilmemiş ve eser işletme<br />

belgesi olmayan filmlerdi. Bu, Türkiye’deki<br />

belgesel sinemanın gerçeği.<br />

Eser işletme belgesi olmayan uzun<br />

metrajlı film çok azken, Türkiye’de<br />

belgeselcilerin ve kısa filmcilerin çoğu,<br />

filmlerinin vizyona girmesini hayal bile<br />

edemediklerinden ya da ticari bir gösterimi<br />

hedeflemediklerinden bu uygulamaya<br />

yabancı. Çoğu “amatör” filmlerin -öğrenci<br />

filmleri de düşünülmeli- festival gösterimlerinden<br />

başka bir mecrası mevcut değil.<br />

Özellikle belgesel yapımların televizyonda<br />

gösterimi Türkiye’de henüz yaygınlaşmadı.<br />

En çok film alan TRT, fakat o da<br />

çoğunlukla göstereceği belgeselleri kendi<br />

iç yapımıyla gerçekleştiriyor. Dışarıdan aldığı<br />

filmlere de sansür uyguladığına sıkça<br />

tanık oluyoruz. Dolayısıyla televizyonlarda<br />

gösterim imkânı bulamayan, kendi gösterim<br />

alanlarını yaratma mücadelesi veren<br />

belgesel filmler, festivaller dışında ancak<br />

küçük yerleşim yerlerinde yerel girişimler<br />

aracılığıyla izleyicisine ulaşabiliyor. Durum<br />

böyle olunca, yerel aktörlerin etkisi<br />

artıyor, devletten çok devletçi “muhbirler”<br />

türüyor ve belgesel sinemanın alanı iyice<br />

daralıyor.<br />

2008’de R. Arzu Köksal’ın belgesel<br />

filmi “Son Kumsal”ın (2008, 56 dk) İnebolu’daki<br />

gösterimi AKP’li Belediye Başkanı<br />

İdris Güleç tarafından yarıda kesilmişti.<br />

Gerekçe ise filmde başbakanın eleştirilmesiydi.<br />

15 Aynı sene 1001 Belgesel Film<br />

Festivali programındaki, Çalık Holding’in<br />

Türkmenistan’daki yatırımları için yaptık-<br />

59<br />

larını anlatan “Kutsal Kitabın Gölgesinde”<br />

(Shadow of The Holy Book, yön: Arto<br />

Halonen, 2007, 90 dk) adlı filmi, Bakanlık<br />

yetkilileri gösterimden önce görmek istedi.<br />

Film Bakanlık’a verildi, fakat Festival<br />

Komitesi, Bakanlık’ın görüş bildirmesini<br />

beklemeden, filmi, üstelik açılış filmi<br />

olarak, yine de gösterdi. Keyfî müdahaleler,<br />

siyasi gerilimlerin arttığı bir süreçte<br />

şiddetini de artırıyor şüphesiz. 2010’da<br />

“Bir Başkaldırı Destanı: Bêrîvan” (Yön: Aydın<br />

Orak, 2009, 48 dk) adlı belgesel filmin,<br />

“Anayasamızın temel ilkelerine aykırı,<br />

kamu düzenini olumsuz yönde etkileme<br />

amaçlı, tarihî olayları çarpıtan, toplumda<br />

kin ve nefret düşmanlığını körükleyen,<br />

Türk milletinin birlik ve beraberliğini<br />

bozucu, PKK propagandası yapan unsurlar<br />

içerdiği” gerekçesiyle ticari dolaşıma ve<br />

gösterime sunulması Sınıflandırma ve Değerlendirme<br />

Kurulu’nca oy birliğiyle uygun<br />

bulunmamış, dolayısıyla eser işletme belgesi<br />

alamamış ve bu da filmin festivallerde<br />

gösteriminde sorun yaşamasına sebep<br />

olmuştu. Filmin, Yılmaz Güney Film Festivali’ndeki<br />

gösterimi Batman Valiliği’nce<br />

gönderilen bir yazı sonucu yasaklandı 16<br />

(bkz. sayfa 64).<br />

Geçen sene hukuki süreci uzun<br />

sürdüğünden sıkça tartıştığımız vaka,<br />

Çayan Demirel’in “Dersim 38” (2006, 67<br />

dk) adlı belgeselinin “ticari dolaşıma ve<br />

gösterime sunulması uygun bulunmadığı”<br />

gerekçesiyle yasaklanmasıydı (bkz. sayfa<br />

70). Bunun üzerine yönetmen, yürütmenin<br />

iptaline ilişkin dava açtı ve dava<br />

konusu olan film bilirkişilere gönderildi.<br />

İlk bilirkişi raporu olumsuz sonuçlanınca,<br />

itiraz edildi ve yeni bilirkişiler tayin<br />

edildi. Bu sefer rapor olumlu geldi ve<br />

yürütme durduruldu. Bakanlık bu karara<br />

itiraz etse de, mahkeme kararı bozmadı<br />

ve böylelikle dava film lehine sonuçlanmış<br />

oldu. Fakat yasakta ısrarcı olan Bakanlık,<br />

(ben yazarken yoruluyorum!), kararın<br />

iptali için temyize başvurdu. Bu süreçte


60<br />

en şaşırtıcı olan, Bakanlık’ın filme olan<br />

tahammülsüzlüğünü alenen sergileyişidir.<br />

Mesele sadece sansür değildi artık.<br />

Bakanlık, hızını alamayarak belgeselin ne<br />

olduğunu tanımlamaya girişmişti. Filmin<br />

avukatı Fikret İlkiz, Dr. Ş. Abdurrahman<br />

Çelik’in Bakan adına Genel Müdür sıfatıyla<br />

gönderdiği mektubu bianet’te paylaştı.<br />

Çelik, davanın filmin lehine sonuçlanmasına<br />

rağmen yasakta ısrar edilmesini şöyle<br />

gerekçelendiriyordu:<br />

Bahse konu filmin incelenmesinde;<br />

anlatımın belgeye dayandırılmadığı,<br />

tamamının yorum ve önyargı ile hareket<br />

edildiği görülmektedir. Tarihi bilgi, belge,<br />

harita, fotoğraf ve benzeri belgeleyici<br />

ve görüntüyü destekleyici unsurlar<br />

kullanılmadan anlatım yoluna gidildiği<br />

için belgesel niteliği taşımamaktadır. (...)<br />

Her biri kendi alanında söz sahibi 9 üyeden<br />

oluşan Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />

Kurulunun verdiği kararlar dikkate<br />

alınmalı ve filmin başından sonuna<br />

kadar devam eden propaganda unsurları<br />

da göz ardı edilmemelidir. 17<br />

Yasaklanan filmlerin geneline baktığımızda,<br />

sansürün asıl gerekçesinin ne olduğunu<br />

daha iyi görüyoruz: “Türk aile yapısına<br />

aykırı” ve/veya resmî tarih söyleminin<br />

dışına çıkan, insanlara gerçeğin bambaşka<br />

yüzünü göstermeye yönelen filmler, devletin<br />

gazabına uğruyor. “KCK operasyonları”<br />

sırasında bu dil daha da saldırganlaştı.<br />

Müjde Mizgin Arslan ve Özay Şahin’in,<br />

belgesel çekimleri dolayısıyla Irak ve<br />

Suriye’ye gitmiş olmaları, Mizgin Arslan’ı<br />

“terör örgütünün kültür sorumlusu” olma<br />

suçlamasıyla karşı karşıya bıraktı. Belgeselin<br />

ilk gösterimi Arslan’ın gözaltına<br />

alındığı karakolda yapıldı. Bu gözaltıdan<br />

birkaç hafta önce İçişleri Bakanı İdris Naim<br />

Şahin’in sanatçılara yönelik tehdidinin<br />

gelmiş olması tesadüf değil. “Şiirle, makaleyle,<br />

resimle terörü haklı gösteriyorlar”<br />

diyen Şahin, başta Kürt hareketine destek<br />

veren sanatçılar olmak üzere, her türlü<br />

muhalif düşüncede eser ortaya koyan<br />

sanatçıları hedef göstermişti. 18 (İdris Naim<br />

Şahin’in “terörün arka bahçesi” konuşmasının<br />

hemen ertesinde Uludere/Roboski<br />

katliamının yapılmış olması ve gazetecilerin<br />

uzun süren sessizliği, bu tehditlerin<br />

etkisini görmek açısından manidardır).<br />

Gerçekleri gösterme iddasındaki bir<br />

sinema anlayışının, devleti tedirgin etmesi<br />

şaşırtıcı değil, hele kendi içinde ve dışında<br />

savaş çığırtkanlığında direten, askerî ve siyasi<br />

operasyonlarını durdurmayı reddeden<br />

bir devletse söz konusu olan! Böyle bir<br />

ortamda, Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />

Üst Kurulu’nda İçişleri Bakanlığı’ndan bir<br />

temsilci olması bizleri nasıl tedirgin etmesin?<br />

Son olarak, öğrenci Sevil Sevimli’nin,<br />

“DHKP-C örgütü üyeliği” gerekçesiyle<br />

gözaltına alınmasında “‘Damında Şahan-<br />

Güler Zere’ belgeselini göstermek ve izlemek”<br />

suç delili sayıldı. 19 Bu da gösteriyor<br />

ki, tüm bu tehditler, sadece sinemacılara<br />

yönelik değil, bu filmleri gösteren ve izleyenleri<br />

de kapsıyor.<br />

Birkaç senedir özellikle belgesele<br />

yönelik saldırıların ardında, belgesel sinemanın<br />

devletle henüz ciddi boyutlarda bir<br />

maddi bağımlılık ilişkisi kurmamış olması<br />

gerçeği yatıyor. Bunda, teknik olanaklara<br />

ulaşmanın nisbeten daha kolay, dolayısıyla<br />

bütçesinin düşük olmasının ve ticari<br />

çıkar arzuları doğuracak koşulların henüz<br />

sağlanmamış olmasının etkisi büyük. Özellikle<br />

2004’ten başlayan Bakanlık desteği 20<br />

ile devletin, bu alandaki üretim ilişkilerini<br />

dönüştürecek yeni bir ekonomik altyapıyı<br />

yerleştirmeye ve nihayetinde hukuki düzenlemelerle<br />

bunu desteklemeye çalıştığı<br />

anlaşılıyor. Böyle bir dönemde, bağımsız<br />

sinemayı, özellikle de belgesel filmleri<br />

kayıt altına alarak kontrolünü sağlamak<br />

ve maddi bağımlılıklarla sistemin içine<br />

çekmek çabasındalar.


“Gitmek”, yön: Hüseyin Karabey, 2008<br />

Baskıların arttığı toplumlarda sıkça<br />

görüleceği gibi yozlaşma ve egemenle<br />

uzlaşma kendini gösteriyor. Özellikle iktidara<br />

yakın olma hırsları ve bizzat İçişleri<br />

Bakanı ve başbakan ağzından savrulan aydınlara,<br />

gazetecilere ve sanatçılara yönelik<br />

tehditler; devletten daha saldırgan, ispiyoncu,<br />

oto-sansürcü bir anlayışı teşvik ediyor.<br />

!f İstanbul Film festivalinde gösterilen<br />

filmlere ilişkin Star gazetesi yazarı İhsan<br />

Kabil, “Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan<br />

da festival destek fonu alan festivale biraz<br />

daha yakından bakıldığında, bazı filmlerin<br />

içeriklerinin toplumun genel kabul<br />

görmüş değerlerinin dışında konulardan<br />

seçilmesine özel bir gayret gösterildiği<br />

dikkat çekiyor” diye yazabiliyor. 21 Özellikle<br />

festivalin LBGT kuşağı olan Gökkuşağı bölümündeki<br />

filmlere atıfla “bir bütün olarak<br />

ele alındığında, toplum yapısı ve ahlak<br />

değerleriyle çatışan bu tür yapımların varlığı<br />

festivalin değerinden kaybettiriyor ve<br />

devlet desteğinin varlığını sorgulatıyor”<br />

61<br />

diyor. Açıkça Bakanlık’a festivali ihbar ediyor<br />

ve ona akıl veriyor: Parayı veriyorsun,<br />

düdüğü sen çal! Bakanlık zaten, parayı<br />

verip düdüğü çalma uygulamasına yabancı<br />

değil. 2008’de İsviçre’de düzenlenen<br />

Culturescapes Turkey festivalinde Hüseyin<br />

Karabey’in “Gitmek” (2008, 93 dk) filminin<br />

gösterimi engellenmiş, 2010’da Polonya’da<br />

düzenlenen 10. Era Yeni Ufuklar Film<br />

Festivali’nde Kazım Öz’ün “Fotoğraf”<br />

(2001, 65 dk) adlı filmi, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı’nın müdahalesi ile programdan<br />

çıkarılmıştı. Bu iki etkinlik de Kültür ve<br />

Turizm Bakanlığı’nca destekleniyordu.<br />

Festivallere, “maddi katkıda bulunmayız”<br />

tehdidi savrulmuş oluyor ve onlar buna<br />

boyun eğdikçe bağımsız sinemacılar filmlerini<br />

paylaşacak alanlarını kaybediyor.<br />

Artık mevzu, sadece hukuki ve<br />

bürokratik düzenlemelere karşı meydanı<br />

boş bırakmamak değil. Bakanlık desteğine<br />

bağımlı bir sektörün yaratılmasına, bu<br />

alanda çalışanların kendi içindeki çıkar<br />

çatışmaları da tuz biber ekiyor. Her aşaması<br />

düşünülerek ve adım adım planlanarak<br />

“sinemamızın yeni tarihi yazılıyor”. Öte<br />

yandan devlet ne kadar çabalarsa çabalasın,<br />

değişen ve gelişen yeni teknolojilerin<br />

ulaşılabilirliğiyle başa çıkması mümkün<br />

değil. Biz filmler yapmaya nasılsa devam<br />

edeceğiz ve onları göstermenin yollarını<br />

elbet buluruz! Zaten tanımlanmaya çalışılan<br />

alanın dışında kalan, özgürce eserlerini<br />

ortaya koyan yönetmenler için dün neyse<br />

durum, bugün de aynı. Tek farkla: Kıskaç<br />

daraldıkça, baskı ve sansürün etkilediği<br />

sinemacıların sayısı artıyor. Bağımsız<br />

sinemayı zorlayan koşullar şiddetlendikçe,<br />

bu alandaki dayanışmanın kuvvetlenmesi<br />

de bir o kadar kaçınılmaz olacak.


62<br />

Notlar<br />

1. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />

ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1076372<br />

&CategoryID=82<br />

2. Önce USP (Ulusal Sinema Platformu),<br />

sonra TSP (Türkiye Sinema Platformu) ve<br />

son olarak TSK (Türkiye Sinema Konseyi)<br />

olarak anılan Platformdaki örgütler:<br />

BSB, SİNEBİR, SETEM, SESAM, SEYAP,<br />

TESİYAP, FİYAB, BİROY, FİLMYON, SEN-<br />

DER, SİYAD, AKSAV, ASD (Ankara Sinema<br />

Derneği), İKSV , TÜRVAK (Türker İnanoğlu<br />

Vakfı), TÜRSAK (Türkiye Sinema ve<br />

Audiovisuel Vakfı), TÜRSAV (Türk Sinema<br />

Vakfı), FİYAP, ÇASOD, SODER, ADANA<br />

ALTIN KOZA FF, BURSA İPEKYOLU FF,<br />

ANKARA FİLM FESTİVALİ (DünyaKİV),<br />

FİLMMOR, UÇAN SÜPÜRGE FF, SİSİD<br />

(Sinema Salonu İşletmecileri Derneği),<br />

İstanbul Kısa Filmciler Derneği, İstanbul<br />

Kısa Filmci Festivali, SİNESEN, Filmsan,<br />

Çizgi Filmciler Derneği (Şu an kapandı),<br />

FİİD (Film Sanayi ve Tüm Sanatçıları<br />

Güçlendirme Vakfı). Boğaziçi Üniversitesi<br />

Mithat Alam Film Merkezi ise gözlemci<br />

olarak katıldı.<br />

3. Sinema Oyuncuları Meslek Birliği-BİROY,<br />

Belgesel Sinemacılar Birliği-BSB, Film<br />

Yapımcıları Meslek Birliği-FİYAP, Türkiye<br />

Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği-<br />

SESAM, Sinema ve Televizyon Eseri<br />

Sahipleri Birliği-SETEM, Sinema Eseri<br />

Yapımcıları Meslek Birliği-SE-YAP, Sinema<br />

Eseri Sahipleri Meslek Birliği-SİNEBİR,<br />

Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları<br />

Meslek Birliği-TESİYAP.<br />

4. MADDE 15- 5846 sayılı Kanunun 42 inci<br />

maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki<br />

şekilde değiştirilmiştir.<br />

“1. Telif birliklerinin kurulması<br />

MADDE 42 – Eser sahipleri, bağlantılı hak<br />

sahipleri ve yayımcılar bu Kanun ile<br />

tanınmış hakların idaresini ve takibini,<br />

ihlallerin idari, hukuki ve cezai usullerle<br />

önlenmesini, durdurulmasını, düzeltilmesini,<br />

alınacak ücretlerin tahsilini ve hak<br />

sahiplerine dağıtımını sağlamak üzere,<br />

ilim-edebiyat, müzik, görsel-işitsel, güzel<br />

sanatlar ve yayıncılık sektörlerinde, bu<br />

madde uyarınca belirlenecek alanlarda<br />

telif birliği kurabilirler.<br />

5. http://teftis.kulturturizm.gov.tr/TR,14493/<br />

sinema-filmlerinin-degerlendirilmesi-vesiniflandirilma-.html<br />

6. http://sek.org.tr/sek-hakkinda<br />

7. http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/<br />

html/23104.html<br />

8. Siyah Bant’ın 22 Mart 2012’de yaptığı<br />

görüşme.<br />

9. http://mevzuat.meb.gov.tr/html/26171_0.<br />

html<br />

10. 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin<br />

Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması<br />

ile Desteklenmesi Hakkında Kanun”da<br />

Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı<br />

çalışması<br />

MADDE 4 - Aynı Kanunun 4 üncü maddesi<br />

başlıkla beraber aşağıdaki şekilde<br />

değiştirilmiştir.<br />

“Değerlendirme ve Sınıflandırma Kurulları ve<br />

Üst Kurulu”<br />

MADDE 4 - Sinema filmlerinin<br />

değerlendirilmesi ve sınıflandırılması,<br />

Bakanlık bünyesinde oluşturulan<br />

Değerlendirme ve Sınıflandırma kurulunca<br />

yapılır. Kurullar; Bakanlık temsilcisi,<br />

meslek birliklerince önerilenler arasından<br />

Bakanlıkça seçilecek sektörden bir temsilci<br />

ile bir psikolog olmak üzere üç kişiden<br />

oluşur. Kurullar; yapılan değerlendirme ve<br />

sınıflandırma sonucunda, önemli görülen<br />

hallerde veya filme ilişkin öngörülen<br />

kısıtlayıcı tedbire yapımcının muvafakat<br />

etmemesi halinde, filmi bir kez daha<br />

değerlendirilmek ve karara bağlanmak<br />

üzere Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst<br />

Kuruluna gönderir.<br />

Üst Kurul; Bakanlık, İçişleri, Aile ve Sosyal<br />

Politikalar ve Milli Eğitim Bakanlıklarından<br />

birer üye, ilgili alan meslek birliklerince<br />

önerilecek uzman kişiler arasından<br />

Bakanlıkça seçilecek iki üye ile Bakanlık<br />

tarafından belirlenecek, alanında doktora


derecesi bulunan bir sosyolog, bir psikolog<br />

ve bir çocuk gelişimi uzmanı olmak<br />

üzere toplam dokuz üyeden oluşur. Üst<br />

kurul, en az altı üyenin katılımıyla toplanır<br />

ve en az beş üyenin aynı yöndeki oyuyla<br />

karar alır.<br />

Bakanlık, insan onurunun, kamu düzeninin,<br />

genel ahlakın, çocukların ve gençlerin<br />

ruh sağlığının korunması amacıyla;<br />

şiddet, pornografi ve insan onuruyla<br />

bağdaşmayan görüntü ve etkiler içeren<br />

filmleri yeniden değerlendirilmek üzere<br />

Değerlendirme ve Sınıflandırma Üst Kuruluna<br />

sevk edebilir.<br />

11. Alejandro González Iñárritu’nun son filmi<br />

“Biutiful”a bu gerekçeyle alt kurulca +20<br />

sınırı getirilmiş, dağıtımcı firmanın itirazı<br />

üzerine Üst Kurul yeniden değerlendirmiş<br />

ve dağıtımcının talebine göre yaş sınırı<br />

+15’e çekilmişti.<br />

12. http://www.haberturk.com/kultur-sanat/<br />

haber/702190-sinemaya-tesvik-geliyor<br />

13. Yapım ve dağıtım sorunları karşısında ortak<br />

bir refleks göstermek ve çözüm üretmek<br />

için 2010 senesinde biraraya gelen<br />

Yeni Sinema Hareketi, popüler sinemanın<br />

dışında kalmış, daha ziyade muhalif ve<br />

özgün filmler gerçekleştiren yönetmen ve<br />

yapımcılardan oluşuyor. http://bianet.org/<br />

biamag/bianet/121036-yonetmenler-veyapimcilardan-yeni-sinema-hareketi<br />

14. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aT<br />

ype=RadikalDetayV3&ArticleID=1076372<br />

&CategoryID=82<br />

15. http://bianet.org/bianet/siyaset/108575belediye-baskani-basbakani-elestiriyor-diye-belgeseli-sansurledi<br />

16. http://bianet.org/bianet/sanat/134774batmanda-berivan-a-gecit-yok<br />

17. http://bianet.org/bianet/toplum/127352dersim-38-belgeseline-kultur-bakaniaciklamasi<br />

18. http://www.haberturk.com/gundem/<br />

haber/700370-siirle-makaleyle-resimleteroru-hakli-gosteriyorlar<br />

63<br />

19. http://cumhuriyet.com.tr/?hn=357396<br />

20. Kanun No: 5224, Kabul Tarihi: 14.7.2004,<br />

Resmi Gazete, 21.07.2004 / 25529. İlk<br />

kurumsal destekler 2005’ten itibaren<br />

verildi.<br />

21. http://www.stargazete.com/kultursanat/<br />

tartismaya-acik-filmler-haber-426919.<br />

htm


64<br />

Yasaklanan “Bêrîvan” filminin yönetmeni Aydın Orak ile söyleşi<br />

“Bêrîvan” filminin eser işletme belgesine başvuru sürecini anlatabilir<br />

misiniz? Film için ne zaman başvurdunuz? Başvurunuz ne şekilde<br />

sonuçlandı? Sonuçla ilgili herhangi bir yazılı veya sözlü gerekçe iletildi<br />

mi?<br />

“Bêrîvan” filmimizi 2011 yılının Nisan ayı gibi dijital olarak vizyona koymayı<br />

kararlaştırdık. Eser işletme belgesi için başvuru yaptık. Cevap bize çok geç<br />

geldi. Alt kurul karar verememiş. Başvuruyu üst kurula göndermişler. O sırada<br />

film 30. İstanbul Film Festivali’ne kabul olmuş ve programa alınmıştı. Filmin<br />

gösterimine yakın bir zamanda eser işletme belgesi başvurumuza cevaben<br />

bir mektup geldi. Filmi yasaklamışlar. Yani eser işletme belgesini vermediler.<br />

Mektupta şunlar yazıyordu: “Anayasamızın temel ilkelerine aykırı, kamu<br />

düzenini olumsuz yönde etkileme amaçlı, tarihî olayları çarpıtan, toplumda<br />

kin ve nefret düşmanlığını körükleyen, Türk milletinin birlik ve beraberliğini<br />

bozucu, PKK propagandası yapan unsurlar içermesi nedeniyle ticari dolaşıma<br />

ve gösterime sunulması oy birliği ile uygun bulunmamıştır.”<br />

“Bêrîvan” filminin işletme belgesi alamadığını sizler kamuoyunda<br />

paylaştıktan sonra Bakanlık ile bir iletişim oldu mu?<br />

Hayır. Bakanlıkla herhangi bir iletişimimiz olmadı. Fakat filmin yasaklanma<br />

haberi basında yayınlanınca, bakanlıkla görüşen gazetecilere açıklamasını<br />

yapmışlar. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürü<br />

Hakan Taşçı yasaklama ile ilgili, diyaloglara iyi bakılması gerektiğini, PKK<br />

propagandası yapan unsurlar olduğunu, belgeseli destekleyenler arasında Roj<br />

TV’nin bulunduğunu söyledi. Tekrarlamakta fayda var. Tüm bu açıklamalardan<br />

yola çıkarak şunları söylüyorum. Türkiye’de bir film yapmak için anayasanın<br />

temel ilkelerini mi okumak lazım? Tarihî olayları çarpıtma denmiş. Filmde<br />

çektiğim tek kurmaca görüntü yok, yazdığım tek cümle yok. PKK propagandası<br />

denmiş. Kürtlerle ilgili doğru söylediğimiz herşey onlara göre propaganda.<br />

Onların işine gelmeyen herşeye “propaganda” damgası vuruyorlar. Milliyetçiulusalcı<br />

kafatasçı film ve dizileri değil yasaklamak, göklere çıkarıyorlar. Ayrıca<br />

müdür Taşçı, Roj TV destekli demiş. Eğer devlet de arşivinden yararlanmama<br />

izin verseydi, filmin jeneriğinde onlara da teşekkür ederdik. Filmde Roj TV<br />

arşiv konusunda destek verdiği için jenerikte teşekkür kısmında ismini geçtik.<br />

Bu, nasıl bir filmin yasaklanmasına neden olabilir anlamış değilim.<br />

Cannes Film Festivali’nde filmin standda yer almasına kim karar<br />

verdi? Bakanlık neden böyle bir açıklama yaptı? Sonra değişen birşey<br />

oldu mu?<br />

Bakanlık ve Ankara Sinema Derneği basına o kadar manipüle ve yalan demeçler<br />

verdiler ki, resmen yaptıklarını inkâr ettiler. Bu konuda tüm basını ve<br />

sinema eleştirmenlerini de kendilerine alet ettiler. O zaman da kataloğu ve<br />

raporları basınla paylaştım. Ama görmezden geldiler. Bakanlık her yıl Cannes<br />

Film Festivali gibi büyük festivallerde Türkiye’de o yıl yapılan film, belgesel<br />

ve kısa filmleri Türkiye standında sergiler ve bu filmlerin 25 DVD kopyasını


diğer ülke festival koordinatörlerine verir. Ve bunları rapor eder. Bakanlığın<br />

bu ihalesini de her yıl Ankara Sinema Derneği alır. Ankara Sinema Derneği,<br />

filmin 25 kopyasını kimlere verdiğini belirten listeyi ve Cannes için bastıkları<br />

İngilizce kataloğu bize gönderdi. Katalogda “Bêrîvan” filmimiz ilk sayfada yer<br />

alıyor. Bu katalog ve raporu basınla paylaştık. Ankara Sinema Derneği biz kataloğu<br />

paylaştıktan sonra iddiasından vazgeçip durumu kabul etmek zorunda<br />

kaldı. Fakat bu sefer Bakanlıkla bir olup “Bêrîvan”ın Türkiye’yi temsil etmesinin<br />

söz konusu olmadığını belirttiler. Defalarca açıklama yaptılar. Ama bir<br />

gerçek var ki, film hem Türkiye standında hem de stand kataloğunda yer aldı.<br />

Bunun üstünü örtmeye başladılar. Bazı gazeteler yanlış haber yaptı. Filmin<br />

“Bêrîvan”,<br />

yön: Aydın<br />

Orak,<br />

2011<br />

65


66<br />

Cannes’da gösterildiği gibi haberler çıktı. Bu doğru değildi. Film Cannes’da gösterilmedi.<br />

Cannes’ın Türkiye standı ve kataloğunda yer aldı. Bakanlık da bundan<br />

yola çıkarak filmin Türkiye’yi temsil etmesinin söz konusu olamayacağı gibi bir<br />

yazılı açıklama yaptı. Zaten biz hiçbir zaman filmin Cannes Film Festivali’nin<br />

gösterim programında olduğunu söylemedik. Bakanlık ve Ankara Sinema<br />

Derneği manipülasyonlarını bu yanlış haber üzerine kurdular. Ve buradan bize<br />

saldırdılar. Buradan bir kez daha soralım: Filmin Türkiye standında ve bu standı,<br />

yani Türkiye’yi temsilen basılan katalogda yer alması ne anlama geliyor? Film,<br />

Türkiye’de yasak. Ama dışarıda temsiliyet değil de, nedir? Bana göre iki tür temsiliyet<br />

var: Biri festivalin gösterim programındaki filmler. Bir de filmlerin Türkiye<br />

stand ve kataloğunda sergilenmesi. Tüm bu yasaklamaların resmî belgeleri ve<br />

katalog elimizde, isteyen kişi veya kurumlara gösterebiliriz. İşin ilginç tarafı tüm<br />

bu yasaklamalara rağmen, hiç kimse kılını kıpırdatmadı. Sinema eleştirmenleri,<br />

sinema dernekleri, kurumlar… Herkes susmayı tercih etti. Bundan dolayı bir<br />

gelişme sağlayamadık. Anlayacağınız bu yasak konusunda yalnız kaldık. Sadece<br />

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, öğrenci, öğretim görevlisi ve dekanıyla<br />

bir olup filmi sahiplenmeye karar vermişler. Üniversitede kalabalık bir kitleye<br />

filmi gösterdiler ve gösterimin ardından çok iyi bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu<br />

gösterimi yasağa karşı, inadına üniversitenin içinde gerçekleştirdiler.<br />

Filmin gösterimi ile ilgili sorun yaşıyor musunuz? Batman’daki<br />

gösterim iptal olduktan sonra herhangi başka bir vaka oldu mu?<br />

Filmi 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali dışında ne ulusal ne yerel, ne<br />

demokrat, ne devrimci hiçbir festival programa alma cesaretini gösteremedi.<br />

Film ilk Bursa Emniyet Müdürlüğü, sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ve ardından<br />

da Batman Valiliği tarafından yasaklandı. Fakat devletin olmadığı her gösterim<br />

çok iyi geçti ve geçiyor. Özel gösterimlerde bir sorun çıkmadı. Filmin ilk galasını<br />

olayın yaşandığı Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaptık. Büyük bir heyecan yaşandı. Geniş<br />

bir çadırda gösterim oldu ve yüzlerce insan izledi. Türkiye’de genellikle özel<br />

gösterimler yaptık. Avrupa’nın 10’dan fazla ülkesinde gösterimler yaptık.<br />

Filmi yasaklayan kurulda kimlerin olduğunu biliyor musunuz?<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Sinema Müdürü Hakan Taşçı bir gazeteciye,<br />

komisyonda 9 kişinin bulunduğunu söylemiş: “Bakanlık temsilcisi olarak<br />

bir kişi var. İçişleri, Milli Eğitim bakanlıklarından birer, sinemayla ilgili meslek<br />

kuruluşlarından üç, konusunda doktora derecesi olan sosyolog, psikolog ve<br />

çocuk psikoloğu da komisyonda yer alıyor.” Bu durumdan şunu anlıyoruz. Tüm<br />

komisyon hükümetin kendi adamlarından oluşuyor. İstediği gibi at koşturuyorlar.<br />

Bu karara itiraz ettiniz mi?<br />

Karara itiraz etmedik. O süreçlere giremedik. Fakat bu yasağı Avrupa İnsan<br />

Hakları Mahkemesi’ne taşımak istedik. Ama yoğunluktan o sürece de giremedik.<br />

Hukuki bir süreç izlemeyi düşündünüz mü?<br />

Düşündük. Fakat bir türlü bu süreci izlemeye ne takatimiz kaldı ne de zamanımız<br />

elverdi. Ama daha iş işten geçmiş değil. Bu süreci tekrar başlatabiliriz.


Bu yasaklama aynı zamanda yurtdışı için geçerli mi? Yurtdışındaki<br />

festivallerde gösteriliyor mu?<br />

Filmin yurtdışı yasağı yok. Çıkan karar filmin Türkiye dağıtımını engellemek<br />

içindi. Film Türkiye’de yasaklanınca yurtdışı festivallerine de gönderemiyorsunuz.<br />

Çünkü yurtdışı festivallerinin çoğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na<br />

danışıyor. Böyle bir durumda bakanlığın yasakladığı filmimizi bu festivallere<br />

önermesi söz konusu olamazdı. Fakat film Avrupa’daki çeşitli alternatif ve<br />

muhalif film festivallerinde gösterildi. Ve hâlâ gösteriliyor.<br />

Filmin kitlelere ulaşması için neler yapıyorsunuz?<br />

Film yasak. Yani resmî olarak film yasaklandı. Bu yasağı delip filmin DVD’sini<br />

basacak bir yayıncıyla karşılaşmadık daha. Fakat filmin Türkçe, İngilizce,<br />

Almanca, Fransızca, İtalyanca, Arapça gibi dillerde altyazısı olduğu için<br />

yurtdışında DVD’sini basmak gibi bir düşüncemiz var. Filmin internet sitesini<br />

yaptık. Oraya yükledik. Fakat devam edemedik. Sonra filmi iPhone’a yükleme<br />

girişimleri oldu. O girişimler devam ediyor. Filmi kendimiz DVD yaptık. Birkaç<br />

yerde satışı oluyor. Film gösterimlerinde standa koyuyoruz. Bazı yerlerde<br />

korsancılara izin verdik.<br />

67


68<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Bêrîvan”<br />

filmini yasaklama gerekçesini belirten yazı


Batman Valiliği’nin “Bêrîvan” filminin<br />

gösterimini yasakladığını bildiren yazı<br />

69


70<br />

Dersim katliamının yasaklanan belgeseli: “38”<br />

Yönetmenliğini Çayan Demirel’in yaptığı, 1938 Dersim katliamının anlatıldığı<br />

“38” adlı belgeselin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Değerlendirme ve Sınıflandırma<br />

Kurulu tarafından ticari dolaşımının ve gösteriminin yasaklandığı 2007<br />

yılından günümüze kadar yaşadığı sürecin irdelenmesi iki açıdan önem teşkil<br />

ediyor: İlk olarak, bu vaka, <strong>kitap</strong>ta Elif Ergezen’in detaylarıyla anlattığı eser<br />

işletme belgesi uygulamasının, devletin elinde film üretimini kontrol ve denetim<br />

altında tutmak ve uygun görmediği filmleri yasaklamasını meşrulaştırmak<br />

amacıyla bir araca dönüştürülebileceğini gösteriyor. İkincisi, geçmişle yüzleşme<br />

iddiasıyla Dersim katliamını gündeme getiren, Meclis’te olayların araştırılması<br />

için bir komisyon kuran, “devlet adına özür dilemek gerekiyorsa özür<br />

dileyen” hükümetin, aynı zamanda katliamı belgeler ve tanıklıklarla anlatan bir<br />

belgeseli yasaklamaya devam ve ısrar etmesi hükümetin bu konudaki ikiyüzlülüğünü<br />

kanıtlıyor. Bakanlık ve yapım şirketi arasında süren davanın gidişatı<br />

ve Bakanlığın filmin yasaklanması için öne sürdüğü gerekçeler bu ikiyüzlülüğü<br />

açıkça görmemizi sağlıyor.<br />

2007 yılında filmin yapımcısı VTR şirketi tarafından, filmin kayıt, tescil<br />

ve ticari dolaşıma sunulması için Bakanlığa başvuruda bulunuldu. 18.10.2007<br />

tarihinde Bakanlık tarafından gönderilen yazıda, başvuru, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı Değerlendirme ve Sınıflandırma kurulunca 5224 sayılı Sinema<br />

Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi hakkında<br />

kanun ve buna bağlı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına<br />

ilişkin Usul ve Esaslar hakkında yönetmeliğin 11. maddesine göre “38”<br />

filminin “ticari dolaşıma ve gösterime sunulması uygun bulunmadığı” ifadesi<br />

ile reddedildi ve film böylece sansürlenmiş oldu.<br />

Bunun üzerine, yapım şirketi alınan kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu<br />

belirterek kararın iptali ve yürütmenin durdurulması talebiyle Bakanlığa dava<br />

açtı. Dava dilekçesinde, Kurul kararının raporunun başvuru reddi dilekçesiyle<br />

beraber ekte sunulacağı belirtilmesine rağmen sunulmaması, bu sebeple adil<br />

yargılanma hakkının ihlal edildiği ve Anayasanın 38. maddesine göre ceza ve<br />

ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerinin yönetmelikle değil, ancak kanunla<br />

konulabileceği, yönetmelik kararını esas alan “38” filminin yasaklanmasının<br />

yasaya ve hukuka aykırı olduğu, usule ilişkin iptal gerekçeleri olarak belirtildi.<br />

Esasa yönelik iptal gerekçeleri olarak ise, filmin “38”in tarihe tanıklık eden<br />

geçmişle yüzleştirme, böylece travmayı rehabilite etme işlevi olan bir belgesel<br />

filmi olduğu, bir sanat eseri olması sebebiyle Anayasanın 27. maddesinde belirtilen<br />

bilim ve sanat özgürlüğü çerçevesinde korunulması gerektiği, yönetmelikte<br />

belirtilen sınırlandırma ölçütlerinin filme uymadığı, filmin kamu düzenini<br />

bozacak nitelikte somut bir tehlike yaratacak özelliklere sahip olmadığı ve bu<br />

kararı veren kurulun Anayasanın koruması dışına çıkarak yeni sınırlandırma<br />

ölçütleri yaratamayacağı, filmi yasaklayarak filmi üretenler kadar izleyenlerin<br />

de hak ve özgürlüklerinin engellendiği ileri sürüldü ve bilirkişi tayin edilmesi<br />

istendi.<br />

İlk bilirkişi raporunun filmin aleyhine karar vermesi üzerine, yapımcı<br />

şirket rapora itiraz etti ve yeni bilirkişiler tayin edilmesini istedi. İkinci bilirkişi


“38”, yön: Çayan Demirel, 2006<br />

raporunda ise filmin belgesel niteliği taşıdığını, “bazı incitici ve rahatsız edici<br />

bölümler içermekle beraber ‘kamu düzenini ve genel ahlakı’ bozar nitelikle<br />

olmadığı ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği” belirtildi.<br />

Bu rapor üzerine yürütmeyi durduran Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin<br />

kararına Kültür ve Turizm Bakanlığı itiraz etti. Filmin tek taraflı anlatımlara<br />

dayandırılmış olup, yapımda karşı anlatımlara yer verilmediği, objektif bir<br />

yöntem benimsenmediği gerekçesiyle belgesel film nitelikleri taşımadığı, “tek<br />

taraflılığı ve filmin başından sonuna kadar devam eden ve ülke birliğimiz ve<br />

barışı açısından tehlike yaratacak propaganda unsurlarının yürütmenin durdurulması<br />

kararına esas teşkil eden bilirkişi raporunda göz ardı edildiği” iddia<br />

edildi. Bakanlık, bilirkişi raporunda yer alan filmin kamu düzenini bozmayacağı<br />

kararıyla ilgili itirazını ise şu şekilde dillendirdi: “Ülkemizin son elli yıldır içinde<br />

bulunduğu ekonomik ve sosyal koşullar dikkate alınacak olduğunda; sinema<br />

filmleri gibi toplumun büyük kesimine ulaşan paylaşımların; kamu düzeni<br />

üzerine etkisi yadsınamayacak olup; işledikleri konuların denetimlerinde daha<br />

hassas olunması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bilirkişi raporunda geçen ‘bir<br />

tek belgeselin gösterime girmesiyle bozulacak bir düzenden söz edilebilir mi<br />

soru konusudur’ savı doğru değildi. Film gösterime girdiğinde, ülke içinde<br />

kamu için zararlı olan, diğerlerini yabancılaştıran, düşmanlaştıran bir etki<br />

yaratabilecek, yurtdışında da tıpkı daha önce ülkemizi çok olumsuz yansıtan<br />

‘Geceyarısı Ekspresi’ filminin etkisini oluşturacaktır”.<br />

Bakanlığın yaptığı bu itiraz, mahkeme tarafından reddedildi. Bunun üzerine<br />

Bakanlık, kararın iptali için üst makam olan Danıştay’a başvurdu. Filmin<br />

akıbeti Danıştay’dan gelecek karardan sonra belli olacak. Film, geçen yıllar<br />

boyunca hiçbir ulusal ve uluslararası festivalde gösterilmedi ve DVD basımı<br />

gerçekleştirilemedi.<br />

71


72<br />

İnce sınırlar:<br />

Küratör<br />

Güncel sanatta<br />

sermaye, sanat kurumu ve<br />

devlet üçgeninde sansür<br />

Güncel sanatın sermayeyle olan organik bağı ve göreceli olarak<br />

kapalı bir grup olmasının getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol<br />

baskısı, sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün epey<br />

kısıtlanmasına neden oluyor.<br />

Son beş yılda hem yurtdışında hem de<br />

Türkiye’de güncel sanat sergilerinde sansür<br />

vakalarının bir artış gösterdiğini söyleyebiliriz.<br />

Türkiye bazında ele aldığımızda<br />

bu artışı, güncel sanatın son dönemde<br />

popülerleşmesi ile daha da görünür<br />

olmasına bağlayabiliriz çünkü medyanın<br />

ilgisinin artması ile daha önce göreceli olarak<br />

özerk bir alan olarak algılanan güncel<br />

sanatın üretimi ve tüketimi üzerindeki<br />

denetim mekanizmaları arttı. Bununla eş<br />

zamanlı olarak hükümetin son dönemde<br />

yaptığı sanat ve terör bağlantısı vurgusu<br />

ve muhafazakâr sanat tanımlaması devlet<br />

bazında da baskının artarak ilerleyeceğinin<br />

bir işareti olarak algılandı. Her ne kadar<br />

güncel sanat bir özgürlük alanı olarak<br />

tanımlansa da ve bugüne kadar eleştirel<br />

birçok proje yapılmış olsa da aslında bu<br />

sadece tanımlanmış sınırlar içinde var olabilen<br />

bir özgürlük alanı. Güncel sanatın,<br />

piyasanın, medyanın ve devletin daha çok<br />

ilgisini çekmesi ile bu sınırların her gün<br />

biraz daha daralmaya başladığı ise aşikâr.<br />

Güncel sanatta yaşanan sansür olaylarında<br />

sanatçılar sadece baskı ve tehdide<br />

maruz kalmıyor, çoğu zaman da mücade-<br />

Arzu Yayıntaş<br />

lelerinde yalnız kalıyorlar. Buna hem güncel<br />

sanatın özerk bir alan olarak görülmesi<br />

nedeniyle yaşanan sansür olaylarının ifade<br />

özgürlüğü alanında çalışan aktivistler<br />

tarafından münferit olaylar olarak tanımlanması<br />

hem de güncel sanat aktörlerinin<br />

örgütsüzlüğü neden olmaktadır. Güncel<br />

sanatın sermayeyle olan organik bağı ve<br />

göreceli olarak kapalı bir grup olmasının<br />

getirdiği kişisel ilişkilerin kontrol baskısı,<br />

sanat kurumları ekseninde ifade özgürlüğünün<br />

epey kısıtlanmasına neden oluyor.<br />

Kurumlar ve bugüne kadar yapılan uluslararası<br />

sergiler bazında incelediğimizde,<br />

aslında gerek sponsorlar gerekse küratörler<br />

bazında hep aynı isimlerin önemli<br />

kapıları tutmasıyla ortaya çıkan güç<br />

odakları bugüne kadar kayda geçen sansür<br />

vakalarının buzdağının görünmez kısmı<br />

olduğu izlenimini veriyor çünkü kimi<br />

zaman sanatçının bunu ifşa etmesi, kişisel<br />

ilişkileri ve gelecekteki sergilere davet<br />

edilmeme çekincesi nedeniyle zorlaşıyor.<br />

Bu durum aslında daha çok serginin ya da<br />

etkinliğin hazırlık aşamasında, yani daha<br />

sergi izleyiciyle buluşturulmadan gerçekleşen<br />

sansürlerde geçerli. 2011’in sonunda


İstanbul Modern’de yaşanan sansür vakası<br />

böyle bir duruma örnek gösterilebilir. 1 Bu<br />

vaka farklı kurumların da devreye girmesi<br />

nedeniyle, Türkiye’deki güncel sanat<br />

dengelerini ve de sansürü tanımlamada<br />

yaşanan zorlukları anlamada oldukça<br />

bilgilendirici.<br />

Sansür, İstanbul Modern’in eğitim<br />

programına destek için düzenlediği müzayede<br />

gecesine bağış istediği sanatçılardan<br />

Bubi Hayon’un, müzayede için ürettiği<br />

koltuğa, küratörlerin onayını almadan bir<br />

oturak eklemesi nedeniyle gerçekleşti.<br />

Küratörler bu müdahaleyi konsepte<br />

uygun bulmadıklarını belirterek, işi müzayedeye<br />

almamaya karar verdiler. Bubi’nin<br />

bu durumu deşifre etmesi üzerine sanatçılar<br />

ve küratörler sosyal medyada önce<br />

bunun bir sansür olup olmadığını, sonrasında<br />

da müzeye bir tepki verilmesinin<br />

gerekliliğini tartışmaya başladılar. AICA<br />

(Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği)<br />

ve UPSD’nin (Uluslararası Plastik Sanatlar<br />

Derneği) sanatçının özerkliğini yok sayan<br />

“Oturak”, Bubi, 2011<br />

73<br />

ve kurumu koruyan “bu bir sansür değildir”<br />

açıklaması üzerine sanatçılar, Hakan<br />

Akçura’nın “Sansürün ‘Koşullu’suna da<br />

‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da hayır!”<br />

başlıklı metnini, metnin dilinde eleştirdikleri<br />

bazı noktalar olsa da, sansüre ve taraf<br />

olan kurumlara ortak bir tepki göstermek<br />

adına imzaladılar. 2 Hemen ertesinde İstanbul<br />

Modern’de programda yer alan sanatçı<br />

konuşması, Mürüvvet Türkyılmaz’ın ve<br />

Seda Hepsev’in müdahalesiyle sansürün<br />

tartışılacağı bir platforma dönüştürüldü.<br />

Bu konuşmada, izleyicilere de söz verilerek<br />

kamusal–özel ayrımından, çağdaş sanat<br />

dünyasındaki güç ilişkilerine, sansürün<br />

tanımına, AICA ve UPSD’nin konumlarına<br />

ve sermaye güç ilişkilerine kadar birçok<br />

konunun tartışılmasında ilk adımlar atıldı.<br />

Bu konuşmaya AICA’dan katılan kimi<br />

isimler “bu sansür değildir” açıklamalarını<br />

şiddetle savunsalar da, diğer katılımcılar<br />

ile birlikte konuyu tartışarak kuruma göre<br />

daha yapıcı bir tutum sergilediler. Oturumun<br />

sonunda “Hayal ve Hakikat” sergisi<br />

sanatçılarından Selda Asal, Atılkunst, İnci<br />

Furni, Leyla Gediz, Gözde İlkin, Ceren Oykut,<br />

Neriman Polat, Ekin Saçlıoğlu, Güneş<br />

Terkol ve Mürüvvet Türkyılmaz her türlü<br />

sansüre karşı olduklarını belirterek sergiden<br />

çekildiklerini açıkladılar. Sanatçıların<br />

haklarını korumak için kurulmuş olan bir<br />

dernek olan UPSD’nin kurumu koruyan,<br />

imzacılara üstten bakan, eleştiriye bu<br />

kadar kapalı ve sermaye-küratör-müze<br />

ilişkilerinde kendini otorite ilan eden tutumu,<br />

güncel sanatın ne kadar güç odaklı<br />

olduğunun bir göstergesi. 3<br />

Öncesinde sessiz kalmayı tercih eden<br />

İstanbul Modern daha sonra tartışmaları<br />

“şaşkınlıkla” izlediğini belirterek ve “seçim<br />

hakkı küratörlerimize, dolayısıyla da<br />

kuruma aittir” diyerek durumu tartışmayı<br />

tamamen reddettiğini açıkladı. 4 Bununla<br />

da kalmayarak Levent Çalıkoğlu ve imzacı<br />

sanatçılardan biri olan Leyla Gediz arasındaki<br />

özel yazışmalar basın ile paylaşılarak,


74<br />

sanatçıların üzerindeki baskının kişisel düzeyde<br />

de devam edeceğinin sinyali verildi.<br />

İstanbul Modern’de sansür protestosu<br />

Bu durum aslında var olan güncel sanat<br />

ortamında sanatçının uğradığı sansürü<br />

ifşa etmesi kadar sansüre uğrayana da<br />

destek vermesi durumunda ne tür baskılara<br />

maruz kaldığının önemli bir göstergesi.<br />

İstanbul Modern, kuruluşu bakımından<br />

kurumsal protokolleri takip etmemesi ve<br />

müze küratörlerinin seri istifaları nedeniyle<br />

bugüne kadar birçok tartışmaya konu<br />

olmuştu, ama daha önce dışarıya yansıyan<br />

bir sansür vakası yaşanmamıştı. Bu son<br />

olayda takındığı tutumla aslında İstanbul<br />

Modern, sanatçının özerkliğini tanımadığını<br />

ve sanatçı-küratör ilişkisinde yaptırımcı<br />

bir yaklaşımı benimsediğini ortaya koymuş<br />

oldu. Bu yaşananlar sanatçıların bir<br />

durum analizi yapmasına vesile oldu ve<br />

kendilerine alan açabilmek için örgütlülüğün<br />

yollarını araştırmaya başladılar.<br />

İstanbul Modern vakasında sansürü<br />

uygulayan aktör olarak kurumdan çok küratör<br />

ön plana çıkıyor ve kurum küratörün<br />

kararının arkasında duruyor gözüküyor.<br />

Bu durum, güncel sanatta küratörün<br />

rolünün bir analizini yapma gerekliliğini<br />

ortaya koyuyor. Küratör en basit tanımıyla<br />

serginin kavramsal çerçevesini oluşturan<br />

ve sergide yer alacak sanatçıları seçen kişi<br />

olarak özünde özerk ve de güçlü bir aktör.<br />

Bu anlamda küratör ifade özgürlüğünün<br />

ve eleştirel dilin bir kalesi olarak gözükse<br />

de aslında bu durum bir kuruma bağlı<br />

olup olmamasına, kişisel duruşuna, sermaye<br />

ve piyasa ile kurduğu ilişkilere bağlı. Bir<br />

kuruma bağlı olarak çalışan bir küratörün<br />

kurumun ideolojisinden, sermaye ilişkilerinden<br />

bağımsız olarak hareket ettiğini<br />

düşünmek aslında bir yanılsamadan<br />

ibaret. Kimi zaman küratörler kurum içi<br />

uğradıkları baskı ve sansür deneyimlerini<br />

dışa kapalı olarak verdikleri mücadeleler<br />

ile bertaraf ediyor (bunun için bazen istifa<br />

etmekle tehdit ediyorlar ve bazen istifa<br />

etmek zorunda kalıyorlar), kimi zaman<br />

buna maruz kalmamak için en baştan<br />

oto-sansür mekanizmalarını çalıştırıyor,<br />

kimi zaman da İstanbul Modern olayında<br />

olduğu gibi tamamen kurumun ya da bağlı<br />

olduğu sermayenin ideolojisi ve çıkarları<br />

ile özdeşleşmiş bir şekilde hareket ederek<br />

kendileri sansür uyguluyor. Bu durum<br />

aslında son dönemde kültür endüstrisinin<br />

içerisinde hareket etmek zorunda kalan<br />

küratörün farklı roller üstlenmesinden,<br />

güncel sanat ortamının gittikçe daha<br />

ticarileşmesinden ve sanat kurumlarının<br />

sermaye şirketleri gibi ziyaretçi sayısı<br />

üzerinden performans değerlendirmeleri<br />

yapmalarından kaynaklanıyor. Bu da<br />

küratörlerin kendilerine direniş alanları<br />

yaratabilmek için çok acil farklı stratejiler<br />

geliştirmek zorunda olduğunu gösteriyor.<br />

Sansür vakalarının çoğunluğu sanat<br />

eserlerine uygulanarak sanatçılar üzerinden<br />

ilerliyor ve küratör genelde sanatçının<br />

haklarını koruyan kişi olarak gündeme<br />

geliyor. Aslında sergiden bir eserin kaldırılması,<br />

küratörün de hatta o sergide yer<br />

alan diğer sanatçıların da sansüre uğradığı<br />

anlamına geliyor çünkü sansür, küratörün<br />

kurguladığı sergi bütünlüğüne dolayısı<br />

ile ifade özgürlüğüne bir müdahaledir<br />

aslında. Sansüre uğramış bir güncel sanat<br />

sergisi bir anlamda sansürü uygulayan


otorite tarafından evcilleştirilmiş demektir<br />

ve bu da sergide yer alan diğer sanatçıların<br />

alanına girmek anlamına gelir.<br />

Türkiye’de ve uluslararası sansür vakalarında<br />

genel olarak küratör ve sanatçı ortak<br />

hareket ederek durum ile mücadele ediyor.<br />

Çok nadir olarak sergi tümüyle geri çekiliyor.<br />

Sanırım bu durum genel olarak tüm<br />

sanatçılar ile konsensusa varılamamasından<br />

ve sergi yapım sürecinde imzalanan<br />

sözleşmelerin yaptırım gücünden kaynaklanıyor.<br />

Küratörlerin sansür deneyimi genel<br />

olarak sanat eserleri bazında gündeme<br />

geliyor çünkü onların uğradığı sansür<br />

deneyiminin görünürlük kazanması ve de<br />

sansür olarak tanımlanması çok daha zor<br />

oluyor. Kurum içinde çalışan küratörler<br />

genel olarak kurum politikasının ışığında<br />

fikirlerini oto-sansürleyerek herhangi<br />

bir çıkar çatışması yaratacak durumun<br />

çıkmasını engelliyor, bağımsız çalışan<br />

küratörler ise aykırı ya da çok politik<br />

bulunan sergi projelerini genelde kurumlara<br />

kabul ettiremiyor ya da sponsorlardan<br />

destek alamıyorlar. Reddediliş nedenleri<br />

olarak program yoğunluğu ya da kaynak<br />

eksikliğinin gösterilmesi, bu yaklaşımı bir<br />

ifade özgürlüğü sınırlaması olarak tanımlamakta<br />

zorluk çıkarıyor. Kurumların sergi<br />

projesini kabul edip sonradan ortaya çıkan<br />

sonuçtan rahatsız olduğu durumlarda ise<br />

farklı şekillerde sanatçının özerkliğine müdahalede<br />

bulunuluyor. Fırat Arapoğlu’nun<br />

Nisan 2012’de Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat<br />

Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığı “Müze<br />

İçinde Bir Müze” isimli sergide yaşananlar<br />

aslında bu duruma bir örnek. 5 Müze<br />

kavramını ve dolayısı ile sanat ve sermaye<br />

ilişkisini sorgulayan serginin, hazırlık aşamasındaki<br />

bütçe, sergi tasarımı ve <strong>kitap</strong><br />

tasarımı gerginlikleri sonrasında, sanatçıların<br />

eserlerinin üretiminde de sorunlar<br />

yaşanmış. Anti-pop’un müzeyi olimpik<br />

havuza dönüştürdüğü çalışması müzenin<br />

yerleştirme için geç onay vermesi üzerine<br />

sergi açılışına yetiştirilememiş ve açılış<br />

75<br />

sonrası tamamlanmasına izin verilmemiş.<br />

Elif Öner’in www.elgizmuseum.com alan<br />

adını alarak, buradan bir penis büyütücü<br />

reklamının sponsorluğunda sanat işini<br />

ürettiğini belirten “Histeri” isimli çalışma<br />

ise, müzenin sanatçının onaylanan projesinin<br />

bu olduğuna itiraz etmesi nedeniyle<br />

“Müzeye haber verilmeden, proje küratörü<br />

tarafından Histeri adlı farklı bir projesi<br />

sergiye dâhil edildi” ibaresiyle sergilendi.<br />

Sergi bitiminde ise Müze, Öner’e “marka<br />

hakkını ihlal ettiği” gerekçesiyle dava<br />

açıp siteye erişimin engellenmesini talep<br />

etti. Şu anda Öner’in hazırladığı sitede<br />

görsel algılanamayacak kadar küçük bir<br />

boyuta getirilmiş durumda ve sergi bilgisi<br />

Proje4L’nin <strong>web</strong> sitesinde önceki sergilerin<br />

yer aldığı kronoloji kısmına konulmayarak<br />

müzenin belleğinden çıkarılmaya çalışılıyor.<br />

Bu olay sanat kurumlarının ne kadar<br />

keyfî hareket edebildiklerinin bir örneği.<br />

Öner’in yaşadığı bu sevimsiz olayı aslında<br />

ilk olarak sanatçı-küratör-müze üçgeninde<br />

incelememiz gerekiyor. Sergi kurgulanırken<br />

küratör-sanatçı ilişkisinde iki yol<br />

izlenebiliyor. İlki sanatçıyı var olan bir<br />

eseri ile davet etmek, ikincisi ise sanatçıyı<br />

küratörün sunduğu konsept içerisinde<br />

yeni bir proje yapmak üzere çağırmak. İlki<br />

genellikle problemsiz ilerliyor, diğeri ise<br />

biraz daha çetrefilli olsa da her iki aktör<br />

için daha doyurucu ve yaratıcı bir süreç<br />

oluyor. Bazen yeni eser üretim sürecinde<br />

küratör fazla müdahaleci olabiliyor, hatta<br />

bu durum nadir de olsa sansür bakış<br />

açısından bile okunabilecek bir noktaya<br />

gelebiliyor ama genellikle bunlar kamu ile<br />

paylaşılan bilgiler olmak yerine dedikodu<br />

olarak dışarıyla paylaşılıyor. Sanatçı, küratör<br />

tarafından davet edildiği için genellikle<br />

kurum ile ilişkisi küratör üzerinden<br />

gerçekleşiyor. Bağımsız küratör – müze<br />

ilişkisinde ise durum çok daha karışık.<br />

Kurumun küratörü davet ettiği koşullarda<br />

onun sunduğu projeye çok doğrudan bir<br />

müdahalede bulunamıyorlar. Kurumlar


76<br />

bütçe sıkıntısı, program değişikliği gibi bahaneler<br />

ile dolaylı yoldan durumu kontrol<br />

etmeye çalışıyor. Küratörün geri çekilmesini<br />

engellemek için sanatçı ve eser<br />

seçimine müdahale etmeye çekiniyorlar.<br />

İlişkilerde karşılıklı bir mutabakat olduğu<br />

varsayılarak ilerleniyor. Küratörün kuruma<br />

başvurduğu projelerde ise, kurum kendisini<br />

güvenceye almak için onay vermeden<br />

önce küratörden tüm detayları önceden<br />

vermesini isteyebiliyor. “Müze İçinde<br />

Bir Müze” sergisinde bu iki durumun bir<br />

karışımı olduğu anlaşılıyor. Türkiye’de<br />

güncel sanat ortamında genel olarak yazılı<br />

bir sözleşme yapılmadan projeler gerçekleştiriliyor.<br />

Söz, esas kabul ediliyor. Bu<br />

durum sanatçı ve küratör açısından kimi<br />

zaman problemler çıkarsa da kimi zaman<br />

özgürleştirici olabiliyor. Sözleşme olmadığı<br />

durumda örneğin sanatçılar eserlerini<br />

çekmede özgür olabiliyorlar. Ama son dönemde<br />

sanatın gittikçe daha ticarileştiğini<br />

ve sanat kurumlarının güçlerini sanatçılardan<br />

aldıklarını unuttuklarını düşünürsek,<br />

kurumlarla ve sponsorlarla yapılan projelerde<br />

özellikle ifade özgürlüğü haklarını<br />

koruyan sözleşmelerin yapılması önem<br />

kazanıyor. Bir eserin “müzeye haber verilmeden<br />

projeye dâhil edilmiştir ibaresi ile<br />

sergilenmesi” kafa karıştırıcı olduğu kadar<br />

kafa açıcı da. Sergi konseptini düşününce<br />

bu tutum, müze, küratör, sanatçı ilişkilerini<br />

ve gerilimlerini deşifre etmesi açısından<br />

önemli. Müzenin bu işi sergiden çıkarmak<br />

istediği ama küratörün baskısı nedeniyle<br />

bunu yapamadığı anlaşılıyor. Müzenin<br />

sanatçı ile ilişkilerini küratör üzerinden<br />

sürdürmesine rağmen sergi sonrasında,<br />

Öner’i dava etmesi aslında trajikomik bir<br />

olay. Proje4L, işin bir sanat eseri olduğunu<br />

kabul ediyor ama marka hakkı ihlalinden<br />

dava açarak <strong>web</strong> sitesine erişimin engellenmesi<br />

istiyor. Müze açıklamasında,<br />

Öner’in kullandığı görsel için “ahlâksız<br />

imge” vurgusu da yapıyor. Elif Öner’in<br />

davası için her ne kadar bir grup sanatçı<br />

destek için biraraya gelse de süreçte desteğin<br />

oldukça kısıtlı kaldığını ve sanatçıyı<br />

yine yalnız bıraktığımızı düşünüyorum.<br />

Tüm bu olaylar sonucunda Arapoğlu’nun<br />

verdiği demeçlerde sorduğu bir soru var<br />

“Bir proje küratörü, projeye dair işlerini<br />

müzeye ‘onaylatmak’ zorunda mıdır?<br />

Her bir iş için bir ‘bilirkişi’ heyetine mi<br />

danışılacaktır?” Bunun cevabını vermek<br />

biraz zor çünkü bugünkü gelinen noktada<br />

küratörün özgürlüğünün de koşullara<br />

bağlı olduğu ortada.<br />

Küratörlerin göreceli olarak daha<br />

özgür hareket ettikleri alanın bienaller<br />

olduğu söylenebilir. Beral Madra,<br />

Azerbaycan Pavyonu’nda maruz kaldığı<br />

sansür üzerine yaptığı açıklamada,<br />

Venedik Bienali’ni bir sanatsal özgürlük<br />

platformu ve limitsiz eleştiri alanı olarak<br />

tanımlıyor. 6 Bu açıklamadan da anlaşıldığı<br />

gibi bienaller ifade özgürlüğü alanı vaat<br />

ediyor olsa da, bu da yine koşullara bağlı.<br />

Küratörler açısından ilk bakışta aslında<br />

oldukça özgür bir alan çünkü küratörler<br />

–ki genelde uluslararası alanda tanınmış<br />

güçlü figürler seçiliyor– bienali yapmak<br />

üzere davet ediliyor ve ilk aşamada kavramsal<br />

çerçeveyi kurgulamakta ve sanatçı<br />

seçiminde özgür bırakılıyorlar. Sonrasında<br />

kimi zaman özellikle bütçe ve toplumsal<br />

hassasiyetlerden kaynaklı belirli kısıtlamalar<br />

geliyor. Bienaller aslında sanatçıların<br />

kendi ülkelerinde baskıdan dolayı gösteremedikleri<br />

çalışmalarını, bağlamından<br />

uzak bir yer olmasının verdiği rahatlık ile<br />

gösterebilecekleri alanlar ama bu durum<br />

biraz da bienalin hangi ülkede gerçekleştiği<br />

ile ilişkili. Ülke pavyonu sistemi<br />

olan bienallerde ise temsiliyet problemi<br />

nedeniyle devletlerin kontrolü ve baskısı<br />

baki kalıyor. 2011’deki Venedik Bienali’nde<br />

Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı<br />

Azerbaycan Pavyonu’nda, Azerbaycan<br />

Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in emriyle,<br />

ülkenin saygınlığını tartışılır hale getireceği<br />

düşüncesiyle, Aydan Salakhova’nın iki


eseri önce örtüldü daha sonra da sergiden<br />

kaldırıldı. Madra açıklamasında Venedik<br />

Bienali yönetiminden gerekli desteği<br />

alamadığını ve sansürü engelleyemediğini<br />

söylüyor. 2011’deki Sharjah Bienali’nde<br />

ise Cezayirli sanatçı Mustapha Benfodil’in<br />

“Önemi Yok” olarak isimlendirdiği ve “Miras<br />

Alanı” olarak adlandırılan kamusal alana<br />

yerleştirdiği çalışması, kamu tarafından<br />

rahatsız edici bulunduğu öne sürülerek ilk<br />

haftasonunda yani uluslararası ziyaretçiler<br />

evlerine döndükten sonra yerinden<br />

kaldırıldı. 7 Ayrıca bu çalışma yüzünden<br />

Bienal Direktörü Jack Persekian, tatildeyken<br />

hiçbir açıklama yapılmadan görevinden<br />

alındı. Persekian’ın “Benim hatam, o<br />

kadar çok eser ve üretilmesi gereken şey<br />

vardı ki dikkatle bakamamışım” şeklindeki<br />

talihsiz açıklaması, aslında Birleşik<br />

Arap Emirliği bünyesinde özgür bir sanat<br />

diyaloğunun çok da mümkün olmadığı<br />

gerçeğini izleyicilere hatırlatmış oldu. Bu<br />

olaya kadar Sharjah Bienali, uluslararası<br />

sanat platformunda önemli bir yer kazanmaya<br />

başlamıştı ve Ortadoğu’da öne çıkan<br />

bir sanat platformu olarak görülüyordu.<br />

Persekian’a destek için uluslararası sanat<br />

camiası hızlı bir şekilde harekete geçti.<br />

Bienalin küratörleri Rasha Salti ve Haig<br />

Aivazian, sanatçı ve eser seçiminde tüm<br />

sorumluluğun kendilerine ait olduğunu ve<br />

Persekian’ın kendilerini bu konuda özgür<br />

bıraktığını açıkladılar. Uluslararası çapta<br />

bir imza kampanyası ile Sharjah Sanat<br />

Vakfı protesto edildi. Bu skandal Sharjah<br />

Bienali’nin sonu mu olacak tartışması<br />

sürerken, Yuko Hasegawa bir sonraki<br />

Bienalin küratörlüğünü kabul ederek,<br />

ifade özgürlüğünü bir yana bırakabileceği<br />

ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sansürün<br />

bir gerçeklik olduğu mesajını verdi. 8<br />

Uluslararası sanat profesyonellerinin<br />

Şeyh’in otoritesinin gölgesinde gerçekleşecek<br />

Hasegawa’nın bienaline ne kadar<br />

ilgi göstereceği merak konusu olsa da,<br />

bienallerde sansür vakalarına rastlanmaya<br />

77<br />

başladığı için, yaşanan sansasyonun göz<br />

ardı edilebileceği öngörüsünde bulunabiliriz.<br />

9 Örneğin 2011 Singapur Bienali’nde<br />

Simon Fujiwara’nın yerleştirmesi sansüre<br />

uğrayarak sergiden kaldırılırken, 2012’de<br />

Şangay Bienali’nde Yuri Albert, Çin otoritesinin<br />

çalışmasına müdahale etmek istediğini<br />

açıklayarak Moskova Pavyonu’ndan<br />

çekildi. 10 İstanbul Bienali’nin geçmişinde<br />

de “halkın hassasiyeti” sonucu tartışmalara<br />

konu olmuş çalışmalar var. Örneğin<br />

3. Bienal’de Hale Tenger’in bir duvar yerleştirmesi<br />

olan “Böyle Tanıdıklarım Var II”<br />

adlı çalışma hakkında gazetede yayınlanan<br />

eleştirel bir yazıdan etkilenen bir kadının<br />

savcılığa telefon ile şikayette bulunması<br />

üzerine Tenger hakkında Türk bayrağına<br />

ve Türk ulusunun sembollerine hakaretten<br />

dava açılmış, neyse ki her iki dava<br />

da düşmüştü 11 (bkz. sayfa 19). 9. İstanbul<br />

Bienali’nin misafirperverlik alanında yer<br />

alan “Serbest Vuruş” sergisinde de benzer<br />

bir olay yaşandı ama burada Bienalin küratörlerinden<br />

Vasıf Kortun, “Serbest Vuruş”<br />

isimli bölümün küratörü Halil Altındere’ye<br />

var olan sıkıntılarını aktarıp, tek bir işin<br />

hem kendi sergisini hem de tüm bienali<br />

esir alacağı konusunda uyarınca, tartışma<br />

konusu olan eserin sanatçısı Burak Delier<br />

kendi kendine fotoğrafı indirme kararı<br />

aldı. Kortun bu durumu, “işin kendisinin<br />

sergilenmemesi, tartışılabilmesinin<br />

önünü açtı” şeklinde açıklıyor. 12 Bienaller<br />

uluslararası ortamda kendi izleyicisini<br />

ve sanatçılarını ve hatta kendi turizmini<br />

üretmiş durumda. Oldukça büyük bütçeli<br />

projeler olması nedeniyle sermayeyle ve<br />

devlet ile göbekten bağlılar. Bu nedenle<br />

toplumsal baskılardan ve otoritelerden<br />

etkileniyorlar ama yine de kimisi kurduğu<br />

yapılar ve uluslararası sanat dünyasından<br />

aldıkları güç ile ilişkilerini sınırlamayı başararak<br />

daha özgür bir iletişim platformu<br />

sunabiliyor.<br />

Sermaye ve iktidar ile ilişkilerinde<br />

sınırları koruma yöntemlerinden biri, her


78<br />

ne kadar tek başına işe yaramıyor olsa da<br />

(İstanbul Modern bu duruma bir örnek),<br />

uluslararası bir danışma kurulu sahibi<br />

olmak ya da tek adam yönetimindense kolektif<br />

bir karar mekanizması oluşturmak.<br />

Tek kişinin karar verici olduğu durumlarda,<br />

gerek kişisel görüşlerin yönlendirici<br />

olması gerekse daha cesaret isteyen kararlarda<br />

yalnız olmanın yarattığı güçsüzlük<br />

hissi nedeniyle oto-sansürün işlemesi<br />

çok daha olası oluyor. Türkiye’de sanat<br />

kurumları büyük sermaye şirketlerinin<br />

bünyesinde yer alıyor. Şirketin kimliğinin<br />

ön planda olduğu kurumlarda çoğu<br />

zaman bu durum, kurumun toplumsal<br />

hassasiyetlere ve kendi marka değerlerine<br />

karşı aşırı temkinli davranmasına sebep<br />

oluyor ve bu durum da eleştirel bir sergiye<br />

kurumun bünyesinde yer verilmesini<br />

imkânsızlaştırıyor. Ya da eleştirel dil kimseyi<br />

rahatsız etmeyecek bir seviyede ya da<br />

bir konuda kurgulanıyor. Örneğin Akbank<br />

Sanat, kurumun isminde bankanın isminin<br />

vurgulanması nedeniyle, gerçekleştirdiği<br />

etkinliklerde banka müşterilerinin hassasiyetine<br />

karşı duyarlılık göstermek zorunda<br />

kalıyor. Aslında ne tür işlerin halkın<br />

hassasiyeti bahanesi ile sansürlendiğine<br />

bakınca, bunun iktidarın hassasiyeti anlamına<br />

geldiğini anlıyoruz. Günün sonunda<br />

sermaye sahipleri de iktidar ile sorun<br />

yaşama noktasına gelmek istemiyor.<br />

Daha öncesinde belirli bir sanat politikası<br />

yaklaşımı ile öne çıkmayan devlet,<br />

son dönemde ortaya attığı “muhafazakâr<br />

sanat” kavramı ile hegemonyacı bir<br />

yaklaşımla önümüzdeki dönemde sansür<br />

vakalarının artacağının sinyalini<br />

verdi. Çeşitli sanat alanlarından insanlar<br />

muhafazakâr sanatın ne anlama geldiğini<br />

tartışırken, Salt’ın direktörü Vasıf Kortun<br />

“içiniz rahat olsun sanatımız mazbuttur”<br />

açıklaması ile oto-sansürün zaten yıllardır<br />

etkin bir şekilde işlediğine işaret etti. 13<br />

Aslında uzun süredir Türkiye’de gazetecilerin<br />

tutuklanması, politikacıların otoriter<br />

tavrı (Başbakan’ın “ucube” tanımlamasıyla,<br />

Mehmet Aksoy’un “İnsanlık Anıtı”<br />

isimli heykeli oldukça sembolik bir şekilde<br />

-heykelin kafası kesilerek -yıkıldı) ve<br />

sanatçılara verilen cezalar (Kürt sanatçılara<br />

verilen sanat yapmama yasakları)<br />

nedeniyle sanat ortamı daha temkinli<br />

adımlarla ilerlemekte. İçişleri Bakanı’nın<br />

sanatçıları terörün arka bahçesi olarak<br />

betimleyerek açıktan yaptığı bir uyarı da<br />

kontrol mekanizmalarının artacağının bir<br />

işareti. 14 Muhafazakârlık, devlet ideolojisi<br />

ve sermaye baskısı arasında sıkışmış olan<br />

sanatçılar ve küratörler ancak kurumlarının<br />

karar mekanizmalarında ve sermaye<br />

ile olan ilişkilerinde şeffaflaşma talebiyle,<br />

yani sanatın hangi koşullarda ve kimin<br />

için üretildiğinin sorgulanmasıyla bir ifade<br />

özgürlüğü alanı yaratma şansı yakalayabilirmiş<br />

gibi gözüküyor.<br />

Notlar<br />

1. Uncu, Erman Ata (2011) “Sansür nerede<br />

başlar?”, Radikal, 29.12.2011, http://www.<br />

radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=Radika<br />

lDetayV3&ArticleID=1073908&Date=08.<br />

01.2012&CategoryID=82<br />

2. UPSD’nin, “Sansürün ‘Koşullusu’na da<br />

‘Doğası Ticari Yaşama Uyanı’na da<br />

Hayır!” başlıklı bazı imzalar altında<br />

kamuoyuna sunulan bildiriye yanıtı,<br />

28.12.2011, http://bedribaykam.blogspot.com/2011/12/upsdnin-sansurunkosullusuna-da-dogas.html<br />

3. İnce, Elif (2012) “Sanat üzerindeki baskılar<br />

arttı”, Radikal, 08.01.2012, http://<br />

www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=<br />

RadikalDetayV3&ArticleID=1074871&Ca<br />

tegoryID=82<br />

4. Yalçınkaya, Fisun (2011) “Sansür mü küratörün<br />

seçimi mi?”, Sabah, 29.12.2011,<br />

http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/<br />

sergi/2011/12/29/sansur-mu-kuratorunsecimi-mi<br />

5. Baloğlu, Hüseyin (2012) “Fırat Arapoğlu<br />

ve Elif Öner ile ‘Müze İçinde Bir Müze’


aşlıklı sergi ve yaşananlar üzerine<br />

konuştuk”, Lebriz.com, 25.06.2012, http://<br />

lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR&secti<br />

onID=5&articleID=1041&bhcp<br />

6. Madra, Beral (2011) “Why the censorship<br />

of Azjerbaijan’s Pavilion shames the Venice<br />

Biennale”, artinfo.com, 12.07.2011,<br />

http://fr.artinfo.com/news/story/38090/<br />

why-the-censorship-of-azjerbaijanspavilion-shames-the-venice-biennale<br />

7. Millard, Coline (2011) “Censored Algerian<br />

artist Mustapha Benfodil on his part in<br />

the Sharjah Biennial Controversy”, Artinfo.<br />

com, 14.04.2011, http://www.artinfo.com/<br />

news/story/37461/censored-algerianartist-mustapha-benfodil-on-his-part-inthe-sharjah-biennial-controversy<br />

8. Wilson-Goldie, Kaelen (2011) “The end<br />

of Sharjah’s Biennial?”, The Daily Star Lebanon,<br />

14.04.2011, http://www.dailystar.<br />

com.lb/Apr/14/The-end-of-Sharjahs-<br />

Biennial.ashx#axzz2755w877B<br />

9. Yi-Sheng, Ng (2012) “Simon Fujiwara:<br />

Censored at the Singapore<br />

Biennale 2011”, Fridae, 25.03.2012,<br />

http://www.fridae.asia/newsfeatures/2011/03/25/10744.simonfujiwara-censored-at-the-singaporebiennale-2011<br />

10. Albert, Yuri (2012) “I am not going to<br />

Shanghai because of censorship”, Artleaks.org,<br />

5.09.2012, http://art-leaks.<br />

org/2012/09/05/yuri-albert-i-amnot-going-to-shanghai-because-ofcensorship/<br />

11. Başaran, Pelin (2011) “Çağdaş sanatta<br />

sansür - İktidarın hassasiyetleri”, Bir+Bir,<br />

no. 12, Haziran-Temmuz 2011, http://bianet.org/bianet/biamag/131342-iktidarinhassasiyetleri<br />

12. Kortun, Vasıf (2005) “Burak Delier’in<br />

Serbest Vuruş sergisindeki işi üzerine”,<br />

2yılda1, Radikal Gazetesi Bienal Eki, 2005,<br />

http://www.anibellek.org/?p=87<br />

13. Başaran, Ezgi (2012) “İçiniz rahat olsun<br />

sanatımız gereğinden fazla mazbuttur”,<br />

79<br />

Radikal, 02.04.2012, http://www.radikal.<br />

com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar<br />

&ArticleID=1083605&CategoryID=97<br />

14. “İçişleri Bakanı’ndan yeni terör tarifleri”,<br />

Radikal, 26.12.2011, http://www.radikal.<br />

com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay<br />

V3&ArticleID=1073629&Date=26.12.201<br />

1&CategoryID=78


80<br />

Siyah Bant’ın İstanbul Modern – Bubi vakasıyla ilgili<br />

Birgün gazetesi Pazar ekinde çıkan röportajı


“İnsanlık<br />

Anıtı”ndan<br />

“ucube”ye<br />

Pelin Başaran<br />

Başbakan’ın, küçük veya büyük hesaplar yaparak, yapımına<br />

başlanmış bir heykeli yıkacaklarını kentte yaptığı mitingde<br />

ilan etmesinden birkaç ay sonra heykelin yıkılmasını –<br />

yapılma sürecine, içeriğine ve estetiğine dair eleştirilere<br />

rağmen –sanatta ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarında<br />

nerede konumlandıracağız?<br />

Kars’ta, 2006 yılında, tüm soykırım<br />

anıtlarına karşı insanlığı ve barışı temsil<br />

etmesi amacıyla heykeltraş Mehmet Aksoy<br />

tarafından yapılmaya başlanan, bir süre<br />

sonra yapımı durdurulan ve geçtiğimiz yıl<br />

yıkılan İnsanlık Anıtı hafızalarımıza artık<br />

“Ucube Heykel” olarak kazındı. Başbakan<br />

Recep Tayyip Erdoğan, Kars ziyareti<br />

sırasında, yapımı durdurulduğundan beri<br />

dava konusu olan anıtı “Ucube” olarak<br />

nitelendirmiş, Hasan Harakani türbesine<br />

yakınlığı gerekçesiyle yıkılması gerektiğini<br />

söylemişti. Birkaç ay sonra, 26 Nisan 2011<br />

tarihinde heykelin yıkımına başlanmış ve<br />

genel seçimlerden önce Haziran ayında<br />

heykel tamamen yıkılmıştı.<br />

Türkiye’de heykellerin kaldırılması<br />

genelde devletin muhafazakâr kesiminin<br />

Osmanlı’dan miras heykel sanatına<br />

tahammülsüzlüğü ile ilişkilendirilir ve<br />

geri kalmış, tutucu ve bağnaz toplumlara<br />

has modernleşme karşıtı bir pratik olarak<br />

yorumlanır. Oysa Türkiye’de kaldırılan<br />

heykellere ve kaldırıldıkları dönemlere<br />

bakıldığında, bu okumanın yetersiz<br />

olmasından ziyade, heykel tartışmalarının<br />

gelenek-modernite ekseninde yürütülmesi,<br />

Meltem Ahıska’nın “garbiyatçılık”<br />

İnsanlık Anıtı yıkılırken, 2011<br />

81<br />

olarak tanımladığı söylem ile örtüşüyor.<br />

Ahıska’ya göre garbiyatçılık söylemi,<br />

politik meseleleri bağlamından bağımsızlaştırarak<br />

ve toplumsal dönüşümleri eksik<br />

yaşayan bir modernleşme süreci olarak


82<br />

tanımlayarak, esas siyasi ve ekonomik<br />

nedenlerin üzerini kapatıyor. 1<br />

Heykellerin, belirleyici oldukları<br />

kamusal alanda değişmeyen öğe olarak taşıdıkları<br />

mesajı sabitlemeleri, işaretledikleri<br />

momentlerle kurdukları tarihsel anlatı,<br />

geçmişe ve geleceğe yönelik hafızayı inşa<br />

ederken üstlendikleri rol, iktidar tarafından<br />

tedirgin edici bulunabilir. Buradan<br />

hareketle, İnsanlık Anıtı’nın yıkılma sürecini,<br />

heykelin yapılma nedenleri, konumu,<br />

anlamı ve algılanışını ve Başbakan’ın ziyaretinden<br />

önceki dönemi analiz etmeden,<br />

yukarıda bahsedilen alışageldik refleksle<br />

çözümlemeye çalışmak naiflik olacaktır.<br />

“İnsanlık Anıtı”, sansür ve sanatçının<br />

ifade özgürlüğü açısından ilginç bir vaka.<br />

Yıkımı sözkonusu olduğundan itibaren<br />

sanatçılar, sivil toplum kuruluşları ve medyada<br />

farklı tepkiler oluştu. Kimileri peşinen<br />

Mehmet Aksoy’a destek verirken ve<br />

anıtın yıkılmasına karşı kampanya yürütürken,<br />

bazıları tarafından anıt projesinin<br />

gelişimi, heykelin amacı ve estetik değeri<br />

sorgulandı. Hatta Siyah Bant sitesinde<br />

sansürlenen sanat eserleri kapsamında yer<br />

alması birçok sanatçı tarafından eleştirildi.<br />

Bu sebeple, Anıtın hikâyesini tüm boyutlarıyla<br />

tahlil etmenin ve üzerine düşünmeye<br />

devam etmenin gerekli olduğu kanısındayım.<br />

2<br />

Anıt yapma fikri AKP’li Kars Belediye<br />

Başkanı Naif Alibeyoğlu tarafından ortaya<br />

atıldı. Alibeyoğlu, Ermenistan’a komşu<br />

fakat sınırlarının kapalı olduğu, dolayısıyla<br />

sınır ticaretinin getirisinden yoksun,<br />

sürekli iç göç veren, gittikçe yoksulluğun<br />

arttığı Kars’ı kalkındırmak, “Kafkasya’nın<br />

Davos’u” yapabilmek için kentin bir cazibe<br />

merkezi haline getirilmesi gerektiğini düşünüyordu.<br />

Bunun gerçekleşmesi için, kentin<br />

Türkiye’nin Marka Kültür Kentleri’nden<br />

biri ilan edilmesi için uğraştı. Alibeyoğlu,<br />

yıllardır düzenlediği film festivallerinin<br />

yanında, kentin sembolü olacak bir mekân<br />

yaratma arayışındaydı. Anadolu Kültür’ün<br />

kurucusu Osman Kavala’nın önerisiyle<br />

heykeltraş Mehmet Aksoy ile çalışmaya<br />

karar verdi. Alibeyoğlu, Aksoy ve Mimarlar<br />

Odası Başkanı Oktay Ekinci anıtın Kale’nin<br />

yanındaki tepede savaşlarda kullanılmış<br />

tabyanın üzerinde yapılmasına karar<br />

verdiler. Bu yerin seçilmesinde üç nokta<br />

önemliydi: Tepe şehre hâkimdi, karşısında<br />

savaş sembolü olan Kars Kalesi vardı ve<br />

savaş karşıtı bir heykel tasarlanacağından<br />

bir tabyanın üzerinde olması içeriğe<br />

çok uygundu. 3 Proje kapsamında, anıtın<br />

altındaki tabyanın temizlenerek müzeye<br />

dönüştürülmesi amaçlanıyordu. İnsanlık<br />

Anıtı için Kasım 2005’te Belediye Meclisi<br />

kararı alındı. Akabinde, Erzurum ve<br />

Diyarbakır Koruma Kurulu çevre düzeni de<br />

dâhil olmak üzere projenin yapılmasına<br />

onay verdi. Böylece, 35 metre yüksekliği<br />

ile Türkiye’nin en yüksek heykeli olması<br />

planlanan heykelin yapımına başlandı.<br />

Anıtın tasarımına bakıldığında, heykelin<br />

karşı karşıya bakan iki insan figüründen<br />

oluştuğu ve figürlerden birinin diğerine<br />

elini uzattığı, heykelin alt kısmında,<br />

sürekli su akıtılan bir göz figürü yer aldığı<br />

görülür. Buna ek olarak, heykele bir anıt<br />

özelliği kazandıracak çevresel düzenlemeler<br />

yapılması planlanıyordu. Kafe, restoran<br />

ve etkinliklerin düzenleneceği bir amfitiyatro<br />

inşa edilecek, heykelin tepesine<br />

Kafkaslar’dan görülmesi için lazer ışığı<br />

konulacaktı. Mehmet Aksoy heykeli ve<br />

heykelin anlamını şöyle tarif ediyor:<br />

İnsanlık Anıtı, her şeyi gören ve hafızasında<br />

saklayan, iç içe derinleşerek giden<br />

insanlık ve ilahi vicdanı sembolize eden<br />

kanayan bir göz ve bu gözün üstünden<br />

yükselen, ikiye bölünmüş bir insandan<br />

oluşuyor. 4<br />

Karşı karşıya konmuş, kendi kendine<br />

düşman edilmiş bir durum var burada.<br />

Bu iki figür orada uzanan elle tekrar bir<br />

insan oluyor. Yoksa bu kinler, kavgalar,<br />

savaşlar bizim insan olma yolunda


“İnsanlık Anıtı” maketi<br />

adım atmamızı engelliyor. Temel neden<br />

ve anıtın içeriği budur. Bu ‘vicdan’ göz<br />

ile temsil ediliyor. Bu göz onları hep<br />

görüyor ve hep acıyı içinde saklıyor. Bir<br />

de gözden akan gözyaşı damlası var. Bu<br />

dağlar taşlar, kale ve her yer bu savaşlara<br />

tanık olmuştur. Habil’den Kabil’den<br />

bu yana gelen savaşları kınayan bir<br />

heykeldir. İnsan savaşlar sonucunda<br />

kendi kendine ve kardeşine bile düşman<br />

olabilir. 5<br />

Üç sene sonra heykelin SİT bölgesinde<br />

yapıldığı gerekçesiyle Kurul tarafından<br />

yapımı durduruldu. Kurul’un bir önceki<br />

kararıyla çelişkili bir karar vermesinden<br />

dolayı süreç başka makamlara intikal etti.<br />

Kurul’un verdiği ilk kararı değiştirmesinde<br />

MHP’nin heykelin yapımının<br />

durdurulmasına ve yıkılmasına yönelik<br />

yürüttüğü çalışmanın etkisi olduğu iddia<br />

ediliyor. MHP, heykelin tarihî bir eser özelliği<br />

taşıyan tabya üzerinde yapılamayacağı<br />

ve belediyenin hazineye ait olan arazide<br />

kafe ve restoran yaparak usulsüzlük yaptığı<br />

iddiası ile dava açtı. MHP’nin derdi,<br />

tabyayı korumak değil elbette. MHP Kars<br />

İl Başkanı Oktay Aktaş, heykelin sadece bir<br />

sanat eseri olmadığını ve Ermenistan’ın<br />

Türkiye’ye doğru yayılma projesinde<br />

önemli bir adımı simgelediğini söylüyor.<br />

Aktaş, Ermenistan ve Türkiye arasında<br />

tarihte hiçbir zaman savaş yaşanmadığına<br />

göre, bu anıtın barışı temsil etmesinin<br />

anlamsız olduğu belirterek “Bununla<br />

Türklere mi ders vermek istiyorsunuz<br />

Ermenilere mi? Adını insanlık anıtı koymanızın<br />

anlamı nedir? İki insan kucaklaşırken<br />

ağlıyorlar. İnsan bir sevinçten bir<br />

de hüzünden ağlar. Niye ağlıyor? Ermeni<br />

ile Türk mü kucaklaşıyor? Ermeni hasret<br />

kaldığı toprağı mı kucaklıyor? Bu Doğu<br />

ve Batı Ermenistan’ın kucaklaşması mı?” 6<br />

diye soruyor. Aktaş’ın heykeli, Ermenilere<br />

verilmiş bir taviz olarak gördüğü açık.<br />

Alibeyoğlu ise, anıtın Iğdır, Erivan,<br />

hatta Paris, Berlin’deki tüm soykırım anıtlarının<br />

nefreti körükleyen söylemlerine<br />

karşı, barışı savunan, insanlığı yücelten<br />

bir mesajı olduğunu söylüyor:<br />

İnsansızlaşan, insanın insana yabancılaştığı,<br />

kimliklerini, değerlerini, inançlarını<br />

yitirdiği bu dünyamızda, insanlık<br />

83


84<br />

değerlerinin vücut bulması adına bir<br />

insanlık anıtı yapalım dedik... Özgürlük<br />

anıtları sömürücü dönemlerinde anlam<br />

taşıyordu ama şimdi artık küresel<br />

savaşlar oluyor, insanlar öldürülüyor,<br />

insanlar acı çekiyorlar. Böylesi bir<br />

ortamda, böylesi bir dünyada insanın<br />

layık olduğu yere gelmesini hedefleyen,<br />

insan temasını işleyen bir anıt yapalım<br />

dedik. Soykırım anıtları halklar arasında<br />

kan davası pompalıyor, Ermenistan’daki<br />

soykırım anıtı özellikle Türk düşmanlığını<br />

körüklüyor. Biz de buradan, Ermenistan<br />

sınırındaki bir kentin belediye başkanı<br />

olarak soykırım anıtlarının halklar arasında<br />

kan davasını pompaladığını, bizim<br />

soykırım da yapmadığımızın anıtı olsun<br />

dedik. Kars 40 yıllık kara günler çekerek<br />

işgal görmüş. 90 bin askerimiz Sarıkamış<br />

faciasında tek kurşun sıkmadan<br />

şehit olmuşlar. Böylesi bir coğrafyadan<br />

dünyaya insanlık mesajı verelim dedik.<br />

Bu coğrafyadan Nuh’un gemisinden<br />

insanlık dünyaya yayılmış. Biz Kafkasya<br />

gibi birçok dilin, birçok kültürün yoğun<br />

olduğu bu bölgede bir insanlık mesajı<br />

verelim dedik. Orta Asya barış adası<br />

olsun dedik, bir daha bu savaşların<br />

yaşanmaması adına bir insanlık anıtı<br />

yapalım dedik. 7<br />

Buradaki sorun, Alibeyoğlu ve Aksoy’un,<br />

geçmişle yüzleşme amacıyla konsepti<br />

ve tasarımı uzun tartışmalar sonucunda<br />

belirlenmiş dünyanın çeşitli yerlerindeki<br />

soykırım anıtlarını, bu anıtların barış inşa<br />

etme sürecinde taşıdıkları -her ne kadar<br />

tartışmalı da olsa- rolleri ve soykırıma<br />

uğramış halklar üzerindeki etkilerini gözardı<br />

ederek, savaş, barış ve insanlık gibi<br />

referansları belirgin olmayan “İnsanlık<br />

Anıtı”nın karşısına koymaları ve Ermeni<br />

meselesiyle –ilk başta teknik olarak<br />

imkânsız olsa da, heykelin Ermenistan’dan<br />

görüleceğini iddia etmeleri dışında- ancak<br />

bu şekilde diyaloğa girmeleri. Bu duruma<br />

ek olarak, anıt projesinin herhangi bir<br />

kamusal müzakere yaşanmadan geliştirilmiş<br />

olması, heykelin yıkılma tehlikesi<br />

karşısında destek bulunamamasına ve<br />

heykelin siyasi çekişmelerde bir araç<br />

haline gelmesine sebep oldu. Aksoy ve<br />

Alibeyoğlu’nun heykel ile ilgili mücadelesi<br />

2009 yılında yerel seçimlerden sonra daha<br />

da zorlaştı. Seçimlerde AKP’den CHP’ye<br />

transfer olan Alibeyoğlu seçilemedi. Yerine<br />

AKP’den Nevzat Bozkuş Belediye Başkanı<br />

oldu. Bozkuş ise çözüme dair aktif bir yol<br />

oynamak yerine, Erdoğan’ın ziyaretine<br />

kadar, meseleyi hukuki bir meseleye indirgeyerek,<br />

“tarafsızlık” iddiası ile anıtla ilgili<br />

herhangi bir açıklama yapmadı.<br />

8 Ocak 2011’de seçim hazırlığı kapsamında<br />

Recep Tayyip Erdoğan, Kars’ı<br />

ziyaret etti ve anıtın derhal kaldırılması<br />

gerektiğini söyledi:<br />

Hasan Harakani türbesinin yanına bir<br />

ucube koymuşlar, garip bir şey dikmişler.<br />

Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o<br />

sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle<br />

bir şey olması düşünülemez. Konuyla<br />

ilgili olarak belediye başkanımız görevini<br />

süratle yerine getirecektir. Bunu süratle<br />

bekliyoruz. İnşallah ilk gelişimizde bunu<br />

da göreceğiz. O bölgeyi de gayet güzel<br />

bir park haline belediye getirecektir. 8<br />

Mehmet Aksoy’un avukatı Turgut Kazan’ın<br />

verdiği dava dilekçesinde anlatıldığı üzere,<br />

Başbakan bu mitingde Koruma Yüksek<br />

Kurulu’nun usul yönünden yanlışlar<br />

yapılmaması için sorunun belediyece çözülmesini<br />

öneren kararını bir yıkım kararı<br />

sayarak, heykelin yıkılacağını duyurdu.<br />

Başka bir deyişle, Koruma Yüksek Kurulu,<br />

mülkiyet sorunu çözülerek yeniden başvuru<br />

yapılmasını önermişken, karar gereklerine<br />

uyulmadan yıkım süreci başlatıldı.<br />

Bunun üzerine Mehmet Aksoy 7 Şubat<br />

2011 tarihinde, anıtın anayasanın 2, 64 ve<br />

90/son maddeleri ile AİHS, Bern Sözleş-


mesi ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri<br />

Yasası’nın 16 ve 17. maddeleri ile sağlanan<br />

güvencelere dayanarak hukuksal zemininin<br />

sağlam olduğu, SİT alanında olmadığı,<br />

dolayısıyla Belediye Meclisi’nce yıkılamayacağı,<br />

bir sanat eseri niteliği taşıdığı ve<br />

devlet ve belediye tarafından korunması<br />

gerektiğini belirterek yürütmenin durdurulması<br />

için dava açtı. Erzurum 1. İdare<br />

Mahkemesi ise “kaldırma kararının Belediye<br />

Encümeni tarafından alınması gerekirken,<br />

söz konusu kaldırma işleminin bu<br />

konuda karar verme yetkisi bulunmayan<br />

Belediye Meclisi kararı ile tesis edildiği<br />

anlaşıldığından”, 7 Mart 2011’de yürütmeyi<br />

durdurma kararı verdi. 9<br />

Belediye karar eline ulaştığı aynı gün<br />

içinde 10 Mart 2011 günlü dilekçeyle,<br />

yürütmeyi durdurma kararına itiraz etti ve<br />

bunu takiben belediyenin itirazı kamuoyuna<br />

duyuruldu ve heykelin yıkılacağı<br />

söylendi. 15 Mart 2011 günü 1. İdare<br />

Mahkemesi’ne gelen itiraz, 16 Mart 2011<br />

günü Bölge İdare Mahkemesi’nce kabul<br />

edilerek, yürütmeyi durdurma kararı<br />

kaldırıldı. Bu kararı takiben, 26 Nisan’da<br />

heykelin yıkımına başlandı. Figürlerden<br />

birinin kafasının “Allahüekber” sesleriyle<br />

kesilmesiyle başlayan yıkım, Haziran<br />

ayında tamamlandı. Mehmet Aksoy, iç hukuk<br />

yolları tükendiğinden, Avrupa İnsan<br />

Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Ayrıca,<br />

Başbakan’a Kars mitinginde yaptığı konuşma<br />

ve “ucube” nitelendirmesi nedeniyle<br />

hakaret davası açtı ve manevi tazminat<br />

talep etti. Başbakan adına avukatı, verdiği<br />

savunmada, “ucube” tanımlamasının bir<br />

eleştiri olarak kabul edilmesi gerektiğini<br />

belirterek, Başbakan’ın sarfettiği sözlerin<br />

heykeltıraşa ve heykele yönelik olmadığı,<br />

heykelin bulunuş yeri ve konumuna dair<br />

olduğunu iddia etti. 10 Hakaret davası ve<br />

AİHM süreci halen sürmekte.<br />

Burada, başka vakalar için verdiği<br />

demeçlerde sanatçının ifade özgürlüğünü<br />

savunduğunu fakat sanatçının da toplum-<br />

85<br />

sal hassasiyetlere dikkat etmesi gerektiğini<br />

söyleyen 11 Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul<br />

Günay’ın tepkisine dikkat çekmeli.<br />

Günay, “ucube” nitelendirmesi karşısında,<br />

Başbakan’ın bu sözleri heykel için sarfetmediğini<br />

öne sürdü. 12 Fakat Başbakan’ın<br />

“ucube”yi heykel için sarfettiğini tekrarlamasından<br />

sonra 13 herhangi bir açıklama<br />

yapmadı ve sorunun yasalar çerçevesinde<br />

çözüleceğini duyurdu. İlginç olan bir diğer<br />

nokta ise, CHP’nin, Alibeyoğlu CHP’den<br />

aday olduğu halde, konunun Ermeni<br />

soykırımına gelmesinden çekindiklerinden<br />

herhangi bir açıklama yapmamış olması.<br />

Anıtın yıkımı sürecinde bir grup<br />

sanatçı Aksoy’a destek vermek amacıyla<br />

imza kampanyası düzenledi ve Kars’ta<br />

heykelin önünde basın açıklaması yaptı. 14<br />

Ayrıca, Başbakan’ın “ucube heykel” söylemini<br />

protesto etmek amacıyla sergiler 15 ve<br />

toplantılar düzenlendi. Aksoy bu süreçte<br />

sık sık kendilerine, özellikle sanatçılar<br />

tarafından verilen desteğin yetersiz<br />

olduğundan bahsetti. Öncelikle, en önemli<br />

sorun, yukarıda belirttiğim gibi, kamusal<br />

alanda gerçekleştirilen ve kentin karakterini<br />

oluşturacak böylesine bir projenin,<br />

kentin öne çıkarmak istediği değer ve<br />

geleceğe taşımak istediği mesajın, kenti<br />

tanımlayan tarihsel ve sosyal referanslar<br />

ile konumunun kent sakinleriyle müzakere<br />

edilmeden klasik bir belediyecilik anlayışı<br />

ile inşa edilmeye çalışılmasıdır. Bunun<br />

neticesinde Kars halkından bekledikleri<br />

desteği alamamaları doğal karşılanabilir.<br />

Kars halkının heykelin yıkımı ile ilgili tartışmalara<br />

pek müdâhil olmadığı ve temel<br />

şikâyetlerinin, heykelin yıkılması için<br />

boşuna harcanan para olduğu görülüyor.<br />

Belediyenin bununla uğraşmak yerine,<br />

o parayı altyapıya harcaması gerektiği<br />

söyleniyor. Bir diğer nokta, Aksoy ve<br />

Alibeyoğlu’nun soykırım anıtlarıya ilgili<br />

indirgemeci yaklaşımları, yıkım tartışmasıyla<br />

heykelin mesajıyla ilgili muğlaklıkları<br />

daha da belirginleştirmeleri ve konuyu


86<br />

Ermeni soykırımı üzerinden tartışma yönünde<br />

çekinceleri, anıtın geniş kesimlerce<br />

sahip çıkılmasını güçleştirdi. Son olarak,<br />

sorun Başbakan’ın bir heykeli “ucube”<br />

olarak nitelendirmesinden çok, bir<br />

heykelin Başbakan’ın emri ile kısa sürede<br />

yıkılmasıdır ve bunun sorunsallaştırılması<br />

gerekmektedir.<br />

Sanatçı ve devlet arasındaki bu<br />

problemli ilişkinin yanında, bir kesim<br />

heykele estetik açıdan sahip çıkmanın<br />

zorluğunu dile getirdi ve yıkım sürecinde<br />

sessiz kalmayı tercih etti. Bizim açımızdan<br />

sorulması gereken önemli soru şu:<br />

Başbakan’ın, küçük veya büyük hesaplar<br />

yaparak, yapımına başlanmış bir heykeli<br />

yıkacaklarını kentte yaptığı mitingde<br />

ilan etmesinden birkaç ay sonra heykelin<br />

yıkılmasını -yapılma sürecine, içeriğine ve<br />

estetiğine dair eleştirilere rağmen- sanatta<br />

ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarında<br />

nerede konumlandıracağız? Bu sorunun,<br />

birçok vakada karşımıza çıktığını düşünürsek,<br />

tartışılmaya değer bir soru olduğunu<br />

düşünüyorum.<br />

Notlar<br />

1. Ahıska, Meltem (2003) “Occidentalism:<br />

The Historical Fantasy of the Modern”,<br />

The South Atlantic Quarterly, 102:2/3,<br />

Spring/Summer.<br />

2. Bu yazı, daha önce yayınlanan bir makalemden<br />

[“‘İnsanlık Anıtı’ Üzerinden Kars’a<br />

Bakmak”, Kültür Politikaları ve Yönetimi<br />

(KPY) Yıllık 2010 içinde, İstanbul: İstanbul<br />

Bilgi Üniversitesi Yayınları] ve Bianet’te<br />

çıkan yazımdan [“Ucube Heykel’den Öncesi<br />

Var!”, Bianet, 15 Ocak 2011, http://<br />

bianet.org/bianet/bianet/127201-ucubeheykelden-oncesi-var]<br />

uyarlanarak ve<br />

güncellenerek kaleme alınmıştır.<br />

3. Mehmet Aksoy ile yapılan görüşme,<br />

02.04.2010.<br />

4. www.ntvmsbc.com, 18.01.2009.<br />

5. www.politikars.com<br />

6. Oktay Aktaş ile yapılan görüşme,<br />

29.08.2009.<br />

7. www.politikars.com<br />

8. “Kars Belediyesi: ‘Ucube’ yıkılacak”<br />

01.02.2011, http://www.ntvmsnbc.com/<br />

id/25177813/<br />

9. Dava dilekçeleri ve metinler Siyah Bant<br />

<strong>web</strong> sitesinden görülebilir: http://www.<br />

<strong>siyahbant</strong>.org/?p=670<br />

10. “Başbakan’dan ‘ucube’ savunması” 29.03.<br />

2012, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20228754.asp<br />

11. Günay, “Yala ama yutma” oyununun tepki<br />

çekmesi üzerine katıldığı bir TV programında<br />

bu sözleri dile getirdi. Vakanın<br />

detayları için bakınız: http://www.<strong>siyahbant</strong>.<br />

org/?p=670<br />

12. “Günay: Başbakan heykele ‘ucube’ demedi”<br />

10.01.2011, http://www.ntvmsnbc.com/<br />

id/25169574/<br />

13. “Erdoğan: “Heykele ucube dedim”<br />

13.01.2011, http://www.cnnturk.com/2011/<br />

turkiye/01/13/erdogan.heykele.ucube.<br />

dedim/603064.0/<br />

14. “Sanatçılar insanlık anıtı için Kars’ta buluştu”,<br />

23 Nisan 2011, http://www.dha.com.<br />

tr/sanatcilar-insanlik-aniti-icin-karsta-bulustu_157600.html.<br />

Bu günlerde, Aksoy’un<br />

destekçilerinden Uluslararası Plastik<br />

Sanatları Derneği Başkanı ve sanatçı Bedri<br />

Baykam ve Piramit Sanat Galerisi Genel<br />

Koordinatörü Tuba Kurtulmuş, İnsanlık Anıtı<br />

ile ilgili bir toplantı çıkışında bıçaklandılar.<br />

İnsanlık Anıtı tartışmalarıyla, bizim bildiğimiz<br />

kadarıyla, doğrudan bir ilişki tespit<br />

edilemese de burada belirtmekte fayda<br />

var: “Ressam Bedri Baykam bıçaklandı”,<br />

19.04.2011, http://www.cnnturk.com/2011/<br />

turkiye/04/18/ressam.bedri.baykam.bicaklandi/613710.0/index.html<br />

15. Eskişehir’de açılan “Ucube-Ebucu” sergisindeki<br />

iki ressam hakkında soruşturma<br />

başlatıldı ve ressamların “dine hakaretten”<br />

yargılanmasına karar verildi. Vakayla ilgili<br />

daha fazla bilgi için bakınız: http://www.<br />

<strong>siyahbant</strong>.org/?p=1654


Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />

Index on Censorship Üzerine<br />

Julia Farrington<br />

Index on Censorship, Sanat Bölümü<br />

İfade özgürlüğü sabit bir durum değildir.<br />

İfade özgürlüğü, kabul edilebilirlik<br />

sınırlarının siyasi, ahlâki ve toplumsal<br />

iklimlere göre değiştiği, sürekli dönüşen<br />

bir coğrafyada varolur. Index on Censorship<br />

dergisinin birinci sayısının editörü<br />

Michael Scammell’in 1972’de yazdığı gibi,<br />

“İfade özgürlüğü varlığını kendi kendine<br />

idame ettiremez; onu önemseyenlerin daimi<br />

uyanıklığıyla sürekliliğinin sağlanması<br />

gerekir”.<br />

Index on Censorship’in sanat programı,<br />

sanatsal ifade özgürlüğünü desteklemek<br />

amacıyla bir strateji planlar ve uygular.<br />

Burada amaç kültürel alana etki eden,<br />

gitgide yoğunlaşmakta olan baskıları ve<br />

birbiriyle rekabet halindeki talepleri önce<br />

belirlemek, sonra da bunların geriye çekilmesini<br />

sağlamak için yapılması gereken<br />

en doğru hareket şekline karar vermektir.<br />

Suç işleme korkusu, sponsorlardan gelen<br />

talepler, polisten kaynaklanan sorunlar,<br />

sağlık ve güvenlikle ilgili düzenlemeler,<br />

riskten kaçınma, meydan okuyan işlere<br />

basında çıkan hasmane tepkiler, piyasayı<br />

oluşturan dinamikler – bunların hepsi<br />

sektörün kilit oyuncuları tarafından varlığı<br />

kabul edilen sakınma ve oto-sansür iklimine<br />

katkıda bulunmaktadır.<br />

Index’in çalışmalarının bir kısmı, tüm<br />

kültürel alanlarda ifade özgürlüğünün<br />

korunması için bu uyanıklılık halinin sürdürülmesinin<br />

önemine dair bir farkındalık<br />

yaratmaya çalışır ve bunu, sürecin içinde<br />

olan herkesle görüşüp tartışarak yapar.<br />

87<br />

İngiltere’nin en büyük sanat merkezi olan<br />

Londra’daki Southbank Centre’ın sanat<br />

yönetmeni Jude Kelly geçtiğimiz seneki<br />

‘Tiyatro, İfade Özgürlüğü ve Kamu Düzeni’<br />

adlı konferansımızda konuşurken bu<br />

tartışmanın “yeterince gelişmemiş” olduğundan,<br />

ifade özgürlüğünün sıklıkla cepte<br />

görüldüğünden bahsetti. Toplum olarak<br />

sanata genel tavrımız hakkında konuşurken<br />

Kelly “fikirleri zorlu alanlara götüren<br />

sanatsal ifadeleri ‘savunulamaz’ etiketiyle<br />

yaftalamak için çok çabuk davrandığımızı”<br />

söyledi. Bu sebeple kamuya ait sanat alanlarına<br />

nezaret edenlerin toplumun sınırlarını<br />

zorlayan işlerin önemini anlamaları ve<br />

savunmaları için eğitimden geçirilmeleri<br />

ve bu eğitimin sürekli tutulması gerekiyor.<br />

Bu olmadan sanatsal haklar diğer talepler<br />

tarafından dışarı itilerek erozyona uğrama<br />

riskiyle karşı karşıya kalacaktır.<br />

Deneyimlerimize göre kültür alanında<br />

çalışanlar, ifade özgürlüğüne dair haklarını<br />

anlama ve bu hakları kullanmada<br />

medyanın ve siyasi tepkinin oldukça gerisinde<br />

kalmışlardır. Bir gazeteci medyayı<br />

ilgilendiren kanunlar hakkında eğitim<br />

alırken, bir sanat yönetmeni kültürel ifade<br />

alanında geçerli kanunlar hakkında eğitim<br />

almamaktadır. Genç çalışanlar resmî ya<br />

da resmî olmayan yollardan başladıkları<br />

kariyerlerinde hak ve sorumluluklarını<br />

öğrenmek için ya hiç ya da çok az fırsat<br />

bulabilmektedirler.<br />

Her ne kadar polis siyasi protestoları<br />

temel görevlerinin bir parçası olarak


88 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />

görüyorsa da, kültürü yönetmek için çok<br />

daha nitelikli bir yaklaşım gerekmektedir.<br />

Ortaya tartışmalı bir durum çıktığında<br />

sanatçıların haklarını olumsuz etkileyen,<br />

polise verilen yetersiz rehberlik hizmeti<br />

gibi yönetimle ilgili engeller de mevcuttur.<br />

Bu tür durumlar bu hakların ikinci<br />

sınıf olarak değerlendirilmesine zemin<br />

hazırlamakta, protesto etme hakkına veya<br />

medyadaki özgür ifade hakkına nazaran<br />

karşı çıkıldığında hükümsüz bırakılmalarını<br />

daha kolaylaştırmaktadır. Bu konuyu<br />

ele almak adına Index, sanat kurumlarının<br />

ifade özgürlüğüne olan taahhütlerini<br />

gözden geçirmelerine ve pekiştirmelerine<br />

yardımcı olacak bir eğitim sistemi geliştirmek<br />

amacıyla bu kurumlarla beraber çalışmaktadır.<br />

Karşımızdan duran sorulardan<br />

biri, ifade özgürlüğü kavramının açılarak,<br />

sanat ve kültür sektörüne somut ve pratik<br />

destek sağlayabilecek bir dizi temel haklar,<br />

işletimsel ilkeler ve yaklaşımlar haline<br />

getirilip getirilmemesi gerektiğidir.<br />

İfade özgürlüğünün getirdiği hak ve<br />

sorumlulukları ve buna şekil veren yasal<br />

çerçeveyi anlamak, bu işin olmazsa olmaz<br />

bir parçasıdır. Dolayısıyla Index, Birleşik<br />

Krallık’ta ifade özgürlüğünü kısıtlayan kanunlar<br />

üzerine, doğrudan sanat sektörüne<br />

yönelik bir ilk teşkil edecek şekilde bilgi<br />

paketi hazırlamaktadır. Bu paket Kamu<br />

Düzeni, Çocukları Koruma, Muzır Neşriyat,<br />

Milli Güvenlik ve ırkçılık karşıtı ve<br />

dinî nefret karşıtı mevzuatı içeren Eşitlik<br />

Kanunu konularını kapsamaktadır. Bu bilgi<br />

paketi, yetkili kamu kurumlarının, ifade<br />

özgürlüğünü korumak ve yeri geldiğinde<br />

sahip çıkmak yükümlülüğünü de içeren<br />

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde<br />

koruma altına alınmış ve öngörülen hak<br />

ve sorumlulukları açıkça ortaya koyacaktır.<br />

Bu kamu kurumları arasında ilköğretim ve<br />

yüksek öğrenim okullarıyla beraber polis<br />

ve yerel yönetimler vardır. Yine de biliyoruz<br />

ki, her zaman olmasa da çoğu zaman,<br />

bu son derece denetimli ortamlarda özgür<br />

ifade haklarına düzenli bir itibar ya hiç<br />

gösterilmemekte, ya da çok az gösterilmektedir.<br />

Korunmaya ihtiyacı olan sanat, ortalamadan<br />

daha fazla cesarete sahip, korkularımıza<br />

meydan okumaya, başka insanların<br />

ifade etmekten korktuğunu uluorta ifade<br />

etmeye gönüllü insanlar tarafından yapılmaktadır.<br />

Pussy Riot’ı oluşturan kadınlar,<br />

onlar gibi binlerce Rus vatandaşının doğru<br />

olduğunu bildiği şeyleri ifade ettikleri için<br />

cezalandırılıyorlar. Bu yüzden son derece<br />

ağır bir biçimde cezalandırılıyorlar. Ancak<br />

umut ediyoruz ki onların 60 saniyelik<br />

protestosu hepimizi biraz daha cesur,<br />

adaletsizliğe karşı fikrimizi dile getirmeye<br />

biraz daha gönüllü hale getirmiştir.<br />

Index on Censorship 1972’den beri<br />

özgür bir toplumun köşetaşı olarak ifade<br />

özgürlüğünü savunmakta ve desteklemektedir.<br />

Kampanyalarımız ve uluslararası<br />

programlarımız aracılığıyla özgür ifadeye<br />

karşı tehditlere meydan okuyor, fikrini dile<br />

getirmekten alıkonulmuş gazetecilere, yazarlara,<br />

sanatçılara ve eylemcilere bir ses<br />

veriyoruz. Dergimiz ve internet sitemiz<br />

ifade özgürlüğü konusundaki son gelişmeleri<br />

bildirmek, tahlil etmek ve tartışmak<br />

için bir forum işlevi görüyor.<br />

İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı


Sanatsal ifade özgürlüğünü<br />

savunmak<br />

Ole Reitov<br />

Freemuse<br />

“Müzikte sansür mü? Ne sansürü?”<br />

1998 yılında Müzik ve Sansür üzerine 1.<br />

Dünya Konferansı’nı organize ettiğimizde<br />

Freemuse’un kurucuları olarak sık sık<br />

karşılaştığımız tepki buydu.<br />

Müzik endüstrisinde, uluslararası<br />

medyada, ifade özgürlüğü örgütlerinde<br />

ve ifade özgürlüğüyle ilgilenen siyasetçilerde<br />

farkındalık sıfıra yakındı – adeta<br />

kör bir noktaydı – Taliban kontrolündeki<br />

Afganistan’da o zaman müziğin tamamen<br />

yasaklanmış olmasına ve kökten<br />

İslamcılığa ve Cezayir milli şovenizmine<br />

direniş gösteren Berberî sanatçı Lounes<br />

Matoub’un suikaste kurban gitmiş olmasına<br />

rağmen.<br />

Freemuse sadece müzikal ifade<br />

özgürlüğünü savunmak için değil, aynı<br />

zamanda sorunların ne olduğunu, müzik<br />

yaratıcılarının sansürlenmesi ve eziyet<br />

görmesinin sadece sanatçıları değil<br />

toplumların tamamını nasıl etkilediğini<br />

belgelemek ve tahlil etmek için kuruldu.<br />

“Hepimiz Pussy Riot’ı destekliyoruz”<br />

günlerinde kamuyu ve siyasetçileri hâlâ<br />

ortada bir sorun olduğuna dair bilgilendirmek<br />

artık gerekli değil gibi görülebilir.<br />

Ancak küresel farkındalık göreceli, zira<br />

çoğu vaka o kadar ‘havalı’ değil ve küresel<br />

ilginin daha az olduğu yerlerde gerçekleşiyor.<br />

Freemuse’un internet sitesi www.<br />

freemuse.org 100’den fazla ülkedeki müzik<br />

89<br />

sansürü üzerine makaleler içeriyor. Birçok<br />

festival artık “yasaklı sanatçılara” ve<br />

hatta müzikal ifade özgürlüğü hakkında<br />

konuşmalara yer veriyor. Ancak müzisyenler<br />

hâlâ eziyet görüyor ve hapse atılıyor<br />

– hatta öldürülüyorlar. Freemuse bu<br />

sanatçıları kampanyalarla, maddi destekte<br />

bulunarak, bölgeseler ağlarla, lobicilik yaparak<br />

ve hatta sığınma üzerine danışmanlık<br />

vererek desteklemeye devam ediyor.<br />

Peki ya görsel sanatçılar, filmciler, vb.<br />

– onları kim destekliyor? Bütün sanatsal<br />

ifadeler üzerindeki sansürü ve zulmü kim<br />

belgeliyor?<br />

artsfex – yeni bir küresel ağ<br />

Yeni bin yılın başlarında (yazarları koruyan)<br />

Pen International, Freemuse ve diğer<br />

birkaç örgüt, sanatsal ifadenin korunması<br />

ve savunulması amacıyla küresel bir<br />

ağ kurma girişiminde bulundu. Parasal<br />

desteği eksik olan bu girişim hayatını sürdüremedi.<br />

Ama örgütler iletişim ağlarını<br />

devam ettirdiler ve 2011 Aralık ayında<br />

Freemuse çekirdek bir grubu girişimi yeniden<br />

başlatmak amacıyla Kopenhag’a davet<br />

etmeyi başardı.<br />

1200’den fazla örgütü temsilen davet<br />

edilen örgütler ve ağlar artsfex adı altında<br />

(Sanatsal İfade Özgürlüğü) küresel bir<br />

ağ yaratmaya karar verdiler. Aynı anda<br />

Freemuse da, Norveçli Fritt Ord Vakfı<br />

işbirliğiyle,“Yasaklanan Her Şey Arzulanır”


90 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />

adında sanatsal ifade özgürlükleri üzerine<br />

uluslararası bir konferans yapacaklarını<br />

duyurdu.<br />

Bu konferansın parçası olarak yeni<br />

bir internet sitesi, www.artsfreedom.org<br />

kuruldu ve Freemuse diğer sanatsal ifade<br />

türlerine uygulanan sansürü sistematik<br />

olarak belgelemeye başladı. Bunun üzerinden<br />

birkaç ay geçmeden, pek çok ülkede<br />

sansür probleminin olduğu ve hatta pek<br />

çok sanatçının ülkelerindeki çatışmalar<br />

yüzünden yurtdışına kaçtıklarını ortaya<br />

koyan yüzden fazla makale yayınlandı.<br />

İçerdeki çatışmalar<br />

Sanatsal ifadelere dair tartışmalı konular<br />

sıklıkla toplumların içinde bulunduğu<br />

çatışmaları, medya, müzeler, kamu fonları,<br />

kamusal alanlar, din vb. üzerindeki kontrolcü<br />

tutumları yansıtır.<br />

İktidardakiler – pek çok demokratik<br />

toplumda bile – sanatçıları kontrol etmeyi<br />

dilerler. Saikleri dinî, siyasi, kültürel ya da<br />

ekonomik olabilir. Sanatsal ifadelere saldırmak<br />

vatandaşlara ve diğer sanatçılara<br />

belirgin güç sinyalleri gönderir; dolayısıyla,<br />

“güç oyunları” dünyasında iktidardakiler<br />

ya da iktidar arayanlar için sanatçılara<br />

saldırmak etkin bir eylemdir.<br />

On yıllar boyu gazeteciler ve yazarlar<br />

için dünya çapında muhtelif acil kampanya<br />

ve destek mekanizmaları kurulmuştur.<br />

Artık bu tür yapılanmaların toplumsal<br />

dönüşümün çoğunlukla ön saflarında yer<br />

alan ve “sessizlerin sesi” olmayı sürdüren<br />

sanatçılar için de kurulmasının vakti<br />

gelmiştir.<br />

İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı


Basın bildirisi Kopenhag 22 Aralık 2011:<br />

“Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü<br />

korumak için duyulan acil ihtiyaç”*<br />

Yaratıcı ifade pek çok ülkede saldırı altındadır.<br />

Sadece sanatçılar ve işleri sansürlenmemekte,<br />

pek çok ülkede sanatçılar<br />

ve yaratıcı iş sektöründe çalışanlar eziyet<br />

görmekte, hapse atılmakta ve hatta öldürülmektedir.<br />

Geçtiğimiz günlerde düzenlenen<br />

Sanatsal İfade Özgürlüğü İçin Kopenhag<br />

Zirvesi’nde 1400’den fazla organizasyon<br />

ve uluslarası ağ şu sonuçlara vardı:<br />

“Sanatsal ve yaratıcı ifade özgürlüğünü<br />

korumak ve desteklemek için acilen<br />

uluslararası bir girişimin temellerinin<br />

atılması gerekmektedir.<br />

Bu girişim bir bilgi alışveriş platformu<br />

olmasının yanında, dünya çapında sanata<br />

uygulanan sansürü takip ve tahlil edecek,<br />

sanatçıların uğradığı eziyet ve sansürü<br />

teşhir edecek ve ilgili uluslararası konvansiyonlar<br />

ve ulusal kanunlar nezdinde<br />

hükümetleri yükümlülükleri bakımından<br />

sorumlu tutacaktır.<br />

Bu girişim dünya çapında sanatsal ve<br />

yaratıcı özgürlüğe desteğin savunuculuğunu<br />

yapacak ve acil ve sürekli destek sağlamak<br />

amacıyla zor durumdaki sanatçıları<br />

elindeki bilgiye, fonlara ve diğer kaynaklara<br />

yönlendirecektir.”<br />

Bu zirve, Danimarka Kültür<br />

Bakanlığı’nın maddi katkılarıyla Freemuse<br />

ve Pen Danimarka evsahipliğinde gerçekleştirilmiştir.<br />

* www.artsfex.org sitesinden alınmıştır.<br />

Bu girişimi başlatan kurumlar:<br />

Arterial Network<br />

» ECA – Avrupa Sanatçılar Birliği<br />

» ECSA – Avrupa Besteci ve Şarkısözü<br />

Yazarları Birliği<br />

» FERA – Avrupa Film Yönetmenleri<br />

Federasyonu<br />

» FIA – Uluslararası Oyuncular Federasyonu<br />

» freeDimensional<br />

» Freemuse – Müzik ve Sansür Dünya<br />

Forumu<br />

» ICAF – Sanatçıların Özgürlüğü için<br />

Uluslararası Komite<br />

» IETM – Çağdaş Performans Sanatçıları<br />

Uluslararası Ağı<br />

» IFCCD – Kültürel Çoğulculuk için Uluslararası<br />

Koalisyon Federasyonu<br />

» Index on Censorship<br />

» Pen International – Uluslararası Yazarlar<br />

Birliği<br />

» NCAC – Sansüre Karşı Ulusal Koalisyon,<br />

ABD<br />

İngilizce’den çeviren: Can Kantarcı<br />

91


92 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />

Düşünce Suçları Müzesi’ne<br />

doğru<br />

Şanar Yurdatapan<br />

Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim<br />

1997 yılıydı. İki yıl önce başlatılan<br />

-Türkiye’de pek alışılmadık bir yöntem olduğu<br />

için medya ilgisini de çekebilen- sivil<br />

itaatsizlikler zinciri devam ediyordu. 1995<br />

Ocak ayında Yaşar Kemal’in Der Spiegel’e<br />

yazdığı bir yazı nedeniyle DGM’de yargılanmasıyla<br />

başlayan imza kampanyası,<br />

Düşünceye Özgürlük adlı bir <strong>kitap</strong>ta -Yaşar<br />

Kemal’in yazısı dâhil- 10 suçlu yazının<br />

1040 yayıncı tarafından yayınlanması ve<br />

184 sanıklı dev bir davanın açılmasına<br />

yol açmış, ama iş bununla da bitmemişti.<br />

Artık her kimin başı benzer nedenlerle<br />

belaya girse, onun suç sayılan yazısını<br />

yayınlayarak yeni bir dava açılmasını<br />

sağlıyorduk. Ömrümüzün yarısı DGM’de<br />

geçiyordu. Savcılarla hâkimlerin baş belası<br />

olmuştuk; memurlar, mübaşirler hatta<br />

kapıda görevli polislerle dost olmuştuk. 1<br />

Bu yaşananlar, daha öncekiler gibi<br />

yaşlıların anılarında kalmasın, geleceğe<br />

ibret olsun diye bir “müze oluşturmak”<br />

fikri böyle ortaya çıktı. Gazeteciler Cemiyeti,<br />

Cağaloğlu’ndaki Basın Müzesi’nin<br />

bir bölümünü düşünce suçlarına ayırmayı<br />

kabul etti. Kolları sıvadık, yasak <strong>kitap</strong> ve<br />

dergileri bulmaya, avukatlar yardımıyla<br />

eski davaların tutanaklarını toplamaya<br />

başladık. Başta Nazım Hikmet, Yılmaz<br />

Güney ve Aziz Nesin Vakfı’nın yardımlarıyla<br />

çok sayıda belge biraraya geldi ama<br />

cemiyet bu işten yan çizdi, ortada kalakaldık.<br />

Topladıklarımızı özenle saklamayı<br />

sürdürdük, iyi ki de öyle yapmışız.<br />

İzmirli genç bir avukat Murat Alpaslan,<br />

aileden kalma eski İzmir evini bu işe<br />

tahsis etti. Bir grup avukatın yardımı ve<br />

ortak girişimiyle eski ev tamir edildi, boyandı,<br />

ortaya pırıl pırıl bir yapı çıktı. Arka<br />

bahçesinin bir işletmeciye lokanta olarak<br />

kiralanması, bunun geliriyle de müzenin<br />

açık tutulması hedefleniyordu. Ne var<br />

ki “Müze” açılması bir yığın formaliteye<br />

ve devletin iznine bağlı olduğundan bu<br />

hevesten hemen vazgeçildi, adının müze<br />

değil sergi olmasına karar verildi. Açılsın<br />

da adı önemli değildi tabii.<br />

Sonra sanatçılar devreye girdi. Eldeki<br />

malzemeyi büyük bir titizlikle odalara<br />

yerleştirdiler. Bu arada nerden çıktı ise<br />

bir de gerçek darağacı bulununca, evin<br />

bodrumu işkence aletlerinin sergilendiği<br />

bir yere dönüştü. Yasaklanmış düşünceler<br />

nedeniyle çekilmiş acıların tanığı manyetolu<br />

telefonlar, coplar, filistin askıları…<br />

Görmek bile insanın tüylerini ürpertiyor<br />

ama gerçek, o halde ibret için müzede<br />

yerlerini almalılar.<br />

Serginin açılışına olabilecek engellemelerin<br />

önünü kesmek için önemli bir<br />

konuğu davet ettik. O dönemde Avrupa<br />

Birliği – Türkiye Ortak Parlamentolar<br />

Grubu başkanı Hollandalı milletvekili Piet<br />

Dankert, açılış için İzmir’e gelince olası<br />

provokasyonlar da önlendi, çok güzel bir<br />

açılış yapıldı.<br />

Sonra ne oldu?<br />

İki şey oldu. Birincisi Cumhuriyet gazetesi<br />

yoğun bir kampanya başlattı müze aleyhine.<br />

Neden? Çünkü müzede yasaklanmış <strong>kitap</strong>lar<br />

arasında ayrım yapılmamıştı. Nazım


Hikmet’in <strong>kitap</strong>larıyla Necip Fazıl’inkiler<br />

ve Mızraklı İlmihal yanyana sergileniyordu.<br />

Bir başka köşede yasak kıyafetler, sarık ve<br />

cübbe de vardı ve şapka giymeyi reddettiği<br />

için İstiklal Mahkemesi’nde idama<br />

mahkûm edilenlerin öyküsü, Sabahattin<br />

Ali’nin öyküsüyle yanyana yer alıyordu.<br />

Bu, İzmir’deki grubu da ikiye böldü.<br />

Müze (Sergi) açılmıştı, ama açık tutmak<br />

için sürekli insan çalışması gerekiyordu.<br />

Bu bölünme sonucu lokanta ve buradan<br />

sağlanacak gelir de suya düşünce bina açık<br />

tutulamadı. Ancak onu görmek için yurtdışından<br />

birileri geldikçe açılıp sonra tekrar<br />

kapanıyordu. O kış feci yağmurlarda dam<br />

akmaya başlayınca, bina da kullanılamaz<br />

hale geldi. İçerideki belgeleri başka bir<br />

yere taşıyarak kurtaran Murat Alpaslan’ı<br />

tekrar kutlamak gerek.<br />

Bütün bunları neden anlattım?<br />

Çünkü müzeyi ne yapıp edip tekrar<br />

açacağız. Ama ömrümün geri kalan kısmını<br />

neden devlet bürokrasisi ile uğraşmakla<br />

heba edeyim? Yaşasın teknoloji.<br />

Bu müzeyi internet ortamında açmak için<br />

hazırlanıyoruz.<br />

Açılış için gerekli finansman büyük bir<br />

sorun değil, asıl önemli olan bu müzenin<br />

sürekli geliştirilmesi. İfade özgürlüğünü<br />

hiçe sayan herkes, kim olursa olsun,<br />

ünvanı ne olursa olsun anında “müzelik”<br />

olmalı. Bu mümkün mü? Tabii mümkün,<br />

neden olmasın? Bunu isteyen ve yapabilecek<br />

olan potansiyel damarlarımızdaki<br />

kanda filan değil, ama beyinlerimizde ve<br />

yüreklerimizde var.<br />

93<br />

Notlar<br />

1. Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim’in bu sivil<br />

itaatsizlikler zinciri uzun yıllar sürdü. Toplam<br />

80.000’den fazla kişi, toplam 500’e<br />

yakın düşünce suçlusunun suç sayılan<br />

söz ve yazılarını tekrarlayarak kendilerini<br />

yargılattı. En son etkinlik, Ergenekon davasında<br />

tutuklu sanık (!?) gazeteci Ahmet<br />

Şık’ın kitabı daha basılırken toplatıldığında<br />

yapıldı. Devlet artık bu eylemleri görmezlikten<br />

gelmeyi tercih ediyor, dava bile<br />

açılmıyor. Ancak girişim, 2000 yılından bu<br />

yana her yıl, o yılki belli başlı suç(!?)lu yazı<br />

ve sözleri içeren bir yıllık yayınlıyor, her iki<br />

yılda bir, Düşünce Özgürlüğü için İstanbul<br />

Buluşması adlı uluslararası bir toplantı<br />

düzenliyor.


94 Sansürle Mücadele Deneyimleri<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı, emekten,<br />

özgürlükten, yaşamdan, doğadan ve<br />

insandan yana tavır alan eylemler ve<br />

süreçler örgütlemek, mekânlar ve deneyimler<br />

üretmek amacıyla 2011 yılında<br />

kuruldu. Kamusal Sanat Laboratuvarı bir<br />

sanatçı örgütü değildir; sanatın siyasetle<br />

ve toplumla ilişkisini yeniden tanımlamanın<br />

gerekliliğine inanan insanları biraraya<br />

getirir. Kamusal Sanat Laboratuvarı birbirinden<br />

koparılmaya çalışılan sanat alanı ve<br />

politik alan arasına kazılmış bir tüneldir.<br />

Mekânı, zamanı, çalışma koşullarını, insan<br />

ilişkilerini ve yaşamı daha insani hale<br />

getirmek için “somut düşünceler” üretmek<br />

isteyen herkese açık kolektif bir deney alanıdır.<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı gündelik<br />

hayatta ve kamusal alanda, sermayenin<br />

biçim verdiği alışkanlıkları, araçsallaştırılmış<br />

toplumsal ilişkileri ve tahrip edilmiş<br />

insan doğa ilişkisini değiştirmeye aday bir<br />

gruptur.<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı toplumsal<br />

muhalefetin dinamikleri içinde,<br />

toplumsal hareketler, sendikalar ve meslek<br />

örgütleri ile dayanışma içinde çalışır.<br />

Laboratuvar her hafta yapılan ve herkese<br />

açık olan toplantılarda karar alan, bağımsız,<br />

anti-hiyerarşik bir yapıdır. Hem refleks<br />

eylemler hem de uzun soluklu etkinlikler<br />

üretir. Köklerini isyanlar, devrimler ve başkaldırılarla<br />

dolu yaratıcı direniş tarihinde<br />

de bulur. Avangart sanat bu tarihin sadece<br />

bir parçasıdır.<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı çalışmalarına<br />

2011 yılı Temmuz ayında İstanbul<br />

Bienali sırasında gerçekleştirdiği eylemle<br />

başladı. Laborantlar 12. Uluslararası İstanbul<br />

Bienali’nin tanıtımı için İKSV tarafından<br />

hazırlanıp dolaşıma sokulan kartların<br />

replikalarını ürettiler ve Bienal’in açılış<br />

töreni sırasında dağıttılar. Replika kartlar<br />

kazındığında ortaya Bienal sponsoru Koç<br />

ailesi ve 12 Eylül askerî darbesi arasındaki<br />

ilişkileri teşhir eden bir mektup çıkıyordu.<br />

Bu eylemi sanatın sermaye tarafından<br />

araçsallaştırılmasını eleştiren başka eylemler<br />

izledi. Sanatta sansür konusuna dikkat<br />

çekilen Müzecinin Çantası eylemi de bunlardan<br />

biridir. İstanbul Modern’de düzenlenen<br />

“Hayal ve Hakikat” sergisinde Bubi<br />

Hayon adlı sanatçının yapıtının sansürlenmesini<br />

protesto etmek için Kamusal Sanat<br />

Laboratuvarı bir eylem düzenledi. Bir iş<br />

adamı çantasının ortasına yerleştirilen<br />

dijital ekran üzerine İstanbul Modern’in<br />

yazı karakteri ve renkleri kullanılarak<br />

“Müessesemiz klimalıdır” cümlesi yazıldı.<br />

Sergi açılış kokteyli boyunca çanta müze<br />

içerisinde dolaştırıldı. Performans süresince<br />

hiçbir açıklama yapmadan sadece dijital<br />

ekranlı çantadaki kare kod görüntüsünün<br />

yer aldığı kartlar dağıtıldı. Böylece telefonlarına<br />

kare kodları okutan sergi davetlileri,<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı’nın internet<br />

sitesinde yer alan “Müzecinin Çantası”<br />

adlı bağlantıya yönlendirildi. “Müzecinin<br />

Çantası” müze-sanatçı, müze-küratör,<br />

müze-kamusallık, müze-müzayede gibi<br />

sorunlu başlıkların tartışılması umuduyla<br />

yapılmış bir performanstı. Bu ilk eylemleri,<br />

kentsel dönüşüme ve HES projelerine karşı<br />

süren mücadelelere eklemlenen başka<br />

çalışmalar izledi.<br />

Kamusal Sanat Laboratuvarı sanat ve<br />

kültür alanında olduğu kadar yaşamın her<br />

alanında mücadelesini sürdürüyor.<br />

kamusalsanatlaboratuvari.blogspot.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!