Yeni Türkiye Sineması - Mithat Alam Film Merkezi
Yeni Türkiye Sineması - Mithat Alam Film Merkezi
Yeni Türkiye Sineması - Mithat Alam Film Merkezi
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması:<br />
Belma Baş, Tolga Karaçelik, Sedat Yılmaz,<br />
Seren Yüce<br />
<strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong>, Türkiye sinemasının 2000’li yılların<br />
ikinci yarısında gerçekleştirdiği çıkışı yakından takip etmek amacıyla<br />
2009 yılında ‘<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması’ panel dizisini başlattı.<br />
İlk yılın konukları Özcan Alper, Hüseyin Karabey ve İnan<br />
Temelkuran; ikinci yılın konuklarıysa İlksen Başarır, Mahmut<br />
Fazıl Coşkun, Pelin Esmer ve Aslı Özge’ydi. Bu yıl 26 Ekim’de düzenlenen<br />
panele, 2010’da Altın Portakal <strong>Film</strong> Festivali’nde ‘En İyi<br />
<strong>Film</strong>’ seçilen Çoğunluk’un yönetmeni Seren Yüce, ‘En İyi İlk <strong>Film</strong>’<br />
seçilen Gişe Memuru’nun yönetmeni Tolga Karaçelik, yine Altın<br />
Portakal’da dikkat çeken Zefir’in yönetmeni Belma Baş ve 2011’de<br />
İstanbul <strong>Film</strong> Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Press’in<br />
yönetmeni Sedat Yılmaz katıldı. Hepsi ilk uzun metrajlarına imza<br />
atan bu dört genç isim, Nadir Öperli moderatörlüğündeki panelde,<br />
ilk filmlerini nasıl yaptıklarını, bir sonrakiyle ilgili umut ve kaygılarını,<br />
seyirciye ulaşma sorununu, karşılaştıkları maddi güçlükleri<br />
ve ‘<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması’na dair görüşlerini izleyicilerle<br />
paylaştılar.<br />
Nadir Öperli: Son birkaç yılda çok sayıda yeni sinemacı çıktı<br />
Türkiye’de. Kültür Bakanlığı desteklerinin bunda çok büyük<br />
etkisi olduğunu iddia edenler var; dijital teknolojinin<br />
gelişmesinin, yaygınlaşmasının etkisini vurgulayanlar var.<br />
Özellikle son iki yılda, Antalya ve Adana film festivallerinin<br />
ulusal yarışmalarındaki filmlerin çoğu ilk filmdi. Nitekim<br />
bugün bizimle birlikte olan Belma Baş, Tolga Karaçelik,<br />
Sedat Yılmaz ve Seren Yüce de 2010 yılında ilk filmleriyle<br />
görücüye çıkmış yönetmenler.<br />
Geçtiğimiz yıl filmleriniz Altın Portakal’da yarıştığında,<br />
bu hem sektöre hem de kamuoyuna çok iyi yansıdı. Nitelikli<br />
yeni filmler çıkmıştı. Ama bu yıl tam tersi bir resim<br />
oluştu Adana ve Antalya’da; “film sayısındaki artış devam
358 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
ediyor ama sanki film yapma imkânıyla o yetenek buluşmuyor<br />
mu Sektörde sağlıksız bir yapı mı var Bakanlık<br />
destekleri ya da film yapma olanakları yanlış insanlarla<br />
mı buluşuyor” gibi sorular sorulmaya başlandı. Siz ilk filminizi<br />
yaparken nasıl bir ortamla karşılaştınız Belirli bir<br />
grubun içinde yer aldınız mı, yoksa yalnızlıktan, destek görememekten,<br />
bir geleneğin parçası gibi hissedememekten<br />
mustarip oldunuz mu<br />
Seren Yüce: Bu sene çok iyi film çıkmaması kimsenin kabahati<br />
değil aslında. Sonuçta her sene belirli bir seviyenin üstünde beş<br />
altı film çıkacak diye bir kural yok. Hatta buradan yola çıkarak<br />
“ilk filmlere destek vermeyelim” demek çok sakat bence. Bizim<br />
maceramız iki sene bekleyerek başladı. Bakanlıktan bir şey<br />
çıkmadı, sonra kendi yollarımızı aradık ve nihayetinde de bir<br />
miktar borç alarak, biraz kendi birikmiş paramızdan koyarak<br />
Çoğunluk’u yaptık. Ben şuna çok inanıyorum; bir senaryo ne<br />
kadar doğru bir senaryoysa, bahtı o kadar açık oluyor, yani iş<br />
senaryodan başlıyor. Sonrasında olayı sakin bir şekilde ele alıp,<br />
çok fazla paniğe kapılmadan işine sahip çıkarsan bence sonuca<br />
ulaşıyorsun. Biz iki sene bekledik sonra bir anda bir sinerji<br />
oluştu çevremizde, bir şekilde insanların güvenini kazandık.<br />
Geçen yılki başarının bu sene tekrarlanamaması konusunda<br />
şunu söyleyeyim: Sinema çok popüler bir sanat dalı, birçok<br />
arkadaş da bu işi yapabileceğini düşünüyor. Fakat bunu zamana<br />
yaymak, acele etmemek, doğru senaryoyu ürettiğini düşündükten<br />
sonra yola çıkmak gerekiyor. Dijitalleşme de çok büyük<br />
bir etken burada. <strong>Film</strong> yapmak bir şekilde kolaylaştı, ucuzladı.<br />
Ama o ucuzlama, kalitenin de düşmesine yol açabiliyor. Bir istikrar<br />
tutturmak, etrafındaki güvendiğin insanlarla çalışmak<br />
gerekiyor. Senaryoyu kendiniz yazsanız da, bir şekilde paylaşmak<br />
gerekiyor. İlle de bir senaryo doktoruna vermekten bahsetmiyorum<br />
ama güvenilir bulduğunuz insanlara danışmak,<br />
bence senaryo sürecinin önemli bir aşaması. Senaryoyu da, set<br />
sürecini de daha kolektif bir hale getirirsek temelleri daha sağlam<br />
olur diye düşünüyorum.<br />
Belma Baş: Ben yollarına taşları döşeye döşeye film yapanlardanım.<br />
Kişisel çabalarla, eş dost destekleriyle var olan bir<br />
kulvardayız. Kısa filmim Poyraz’da da, Zefir’de de küçük bir<br />
taktiğim oldu. Önce projenin desteklenmeye değer olduğunu<br />
göstermek için bir tescillenme aradım. Poyraz’ın senaryosu 10-<br />
15 yıl çekmecemde durdu. Kodak-Antrakt Kısa Metrajlı <strong>Film</strong>
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 359<br />
Senaryosu Yarışması’nda ödül alınca, çevreden destek görmeye<br />
başladım. Burada yapımcı faktörü çok önemli. Seyhan Kaya’yı<br />
özellikle anmak istiyorum, o olmasa belki Poyraz da, Zefir de çekilmemiş<br />
olacaktı. İnsanların inanabileceği, sağlam bir projeyle<br />
ortaya çıkmanız çok önemli en başta. Tabii destekler de çok<br />
önemli. Zefir’de biz senaryo geliştirme aşamasında bakanlıktan<br />
destek alamadık. Bence bakanlık o aşamada ciddiye almadı<br />
projeyi. Biz de Hubert Bals Fonu’ndan destek aldık. Devlet desteğini<br />
piyango gibi görüyorum ben. O piyango bize vurdu, çok<br />
şanslıyız. Kültür Bakanlığı Destekleme Fonu’nun kriterlerinin,<br />
standartlarının belirlenmesi çok iyi olur diye düşünüyorum. İlk<br />
filmler tabii ki desteklenmeli.<br />
Antalya <strong>Film</strong> Festivali gibi bir festival, çerçevesini çizmiş olsa,<br />
yaklaşımını belirlese herkes ona göre tavır alır. Ama bir yıl başka,<br />
sonraki yıl başka, rüzgâr ne tarafa dönerse o tarafa dönen<br />
bir yapısı olması, tabii ki güvensizlik yaratıyor. Mesela ilk film<br />
bolluğu olan bir dönemde, ilk film yarışması da açılabilir gerekirse.<br />
Çünkü festival insanların kendilerini duyurmaları için<br />
iyi bir platform. Ama bu yıl hem ‘En İyi İlk <strong>Film</strong>’ ödülünü hem<br />
de ‘En İyi <strong>Film</strong>’ ödülünü aynı filme verdiler. Yine de sorgulanabileceğini<br />
düşünmüyorum, subjektif kararlar bunlar.<br />
Sedat Yılmaz: Press de ilk kez 2010’da Antalya’da gösterildi<br />
ama biz aslında filmi 2008’de çektik. 2008’de çektiğimiz filmin<br />
2010’da gösterilmesi, hangi koşullarda çekildiğinin de göstergesi.<br />
2008’de biz bu projenin hazırlıklarına başladığımızda Kültür<br />
Bakanlığı’na destek için başvurmadık. Birincisi başvursak<br />
da şansımız olmayacaktı. Bir de aslında başvurmak, kendimizi<br />
ihbar etmek gibi olacaktı. Bu filmi Diyarbakır’da çekerken<br />
başımıza neler geleceğini önceden tahmin ettik, bu yüzden<br />
başvurmadık. Aynı tarihlerde Kazım Öz Mezopotamya Kültür<br />
<strong>Merkezi</strong>’nin sinema bölümünden benzer nitelikte bir proje için<br />
başvurduğunda, olumlu sonuç alamamıştı. Sonuçta bu işi hayata<br />
geçirmek için kendi imkânlarımızla yola çıktık.<br />
Açıkçası sinema teknolojisi sadece kameranın ucuzlamasıyla<br />
ilgili değil; sinema üretiminin bütününde bir değişim söz konusu.<br />
Pelikül çağındaki gibi sinema üretim ilişkilerinden bahsedemeyiz.<br />
Her şey dijitalleştiği için, daha önce ulaşmamızın mümkün<br />
olmadığı donanıma, bilgilere, ulaşabiliyoruz. Meslek olarak<br />
çekim sonrası işlerle ilgilendiğim için, oradaki bilgilere dayanarak<br />
bazı şeyleri çözme imkânım oldu. Mesela Diyarbakır’da çekim<br />
yaparken, elimizdeki üç tane ışıkla gece sahnesi çekmemiz<br />
mümkün olmayacaktı ama post prodüksiyonda gündüz çekilen
360 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
şeyleri geceye çevirme imkânınız var. Normalde belki ben hiçbir<br />
zaman gece sahnesi çekemeyecektim ama Press’te bunu bu<br />
şekilde çözmüş oldum. <strong>Film</strong>deki askerî araçlar da bilgisayar ortamında<br />
üretilmiş 3D görüntülerle filme dahil edildi. Normalde<br />
bunlar çok maliyetli işler ama post prodüksiyonda bu işi oturup<br />
siz yaptığınız için, bu sadece sizin zamanınızdan alıyor; bir<br />
maliyeti yok. Press büyük ölçüde, sinema üretim tekniklerinin<br />
değişmesi, yaygınlaşması sayesinde hayata geçmiş oldu.<br />
Bir tarafta da Kültür Bakanlığı’nın desteği var. 2005’ten beri<br />
yılda 25-30 film bu destekle hayata geçiyor. Bunlar başarılı<br />
olabilir, başarısız olabilir, vizyon görmeyebilir ama bir şekilde<br />
bir şeyler yapılıyor. Bir de Türkiye’de ünlü olan pek çok oyuncu,<br />
şarkıcı, “yahu benim bir tane sinema filmim olması gerekir”<br />
diye düşünüyor, film yönetmek istiyor. En son mesela Özcan<br />
Deniz, kendisi yazdı, kendisi çekti. Bu, yukarıdakilerin eğilimi.<br />
Bir de toplumun başka kesimlerindekilerin bir eğiliminden<br />
söz edebiliriz, o da enteresan. Mesela ilk kez kast çekimleri<br />
için Diyarbakır’da birileriyle görüşürken, kamera karşısındaki<br />
oyuncu bana “bu film CD filmi mi, yoksa normal vizyona girecek<br />
mi” diye sordu. O bölgede insanlar kendi öykülerini inanılmaz<br />
bir cesaretle ve inanılmaz kötü bir estetikle filme alıyorlar.<br />
Ortaya çıkan eserlerin kalitesi bir yana, herkes film yapıyor;<br />
kimse öykü yazmıyor, roman yazmıyor. Tabii ki edebiyat kendi<br />
kanalında akıyor ama sinema çok daha popüler. Böyle bir durumda<br />
ortaya kötü ürünler çıkacak, iyi ürünler çıkacak, hatta<br />
kötü ürünler daha fazla çıkacak. Birileri kötü bir şey yapacak,<br />
bunun devamı gelmeyecek. En fazla iki tane kötü film yapabilirsiniz,<br />
başka şansınız yok. Ama o yüz tane adamın üç tanesi<br />
iyi bir şey yapmışsa, onlar yoluna devam edecek. O kıymetli bir<br />
şey. Bugün egemen sistemin film ilişkilerine girmeden de, kendi<br />
imkânlarınızla bir öyküyü filmleştirmeniz mümkün. Pelikül<br />
çağında bu hem parasal olarak hem teknik olarak imkânsızdı.<br />
Bugün mesela ‘<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması’ başlığı altında benim<br />
aklıma ilk gelen şey, 2005’ten sonra gelen üretim fazlalığı ama<br />
daha da önemlisi, üretimdeki çeşitlilik. Pelikül çağında yapımcının<br />
onay verdiği filmler hayata geçebilirdi, şimdi yapımcının<br />
onayına ihtiyaç yok. Bu çeşitlilik, bu “kontrolsüzlük” ortamında<br />
herkes istediği şeyi gerçekleştirebilir.<br />
Parantez açayım ben burada: Sanki dijital devrim geldi, herkes<br />
dijital çekiyor gibi bir hava oluşuyor ama bu programda<br />
yer alan dört filmin üçü peliküle çekildi. Tolga’yla devam<br />
edelim, pelikül çekmiş biri olarak.
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 361<br />
Tolga Karaçelik: Bu kadar çok filmin çıkmasından ben son<br />
derece mutluluk duyuyorum. Sedat’ın dediği gibi, yapımcıların<br />
dediği olmuyor belki ama ikinci, üçüncü adımlara devam edebilmek<br />
için yapımcı devreye giriyor. Ya da yurtdışı veya fonlarla<br />
bağlantılar önemli oluyor. Kültür Bakanlığı desteğinin kesinlikle<br />
büyük önemi var. Toplumda sinemanın bir anlatım biçimi<br />
olarak görülmesinin de etkisi var. Fakat ne yazık ki henüz seyirci<br />
anlamında karşılığını bulamadı. Belma’nın söylediği şey<br />
bir fikir uyandırdı bende. Bu kadar çok yeni filmin olması, önümüzdeki<br />
dönemde festivallerin tavırlarını gözden geçirmelerine,<br />
hatta belki ilk filmlere ayrılmış festivallerin oluşmasına yol açabilir.<br />
Son 3-4 senede gerçekten de çok fazla ilk filmle karşılaştık.<br />
Çoğunun da bir derdi var. <strong>Yeni</strong> Türkiye sinemasının ilk evresi<br />
böyle oldu. Bu yoğun üretimin faydalı olacağına inanıyorum.<br />
Kendi hikâyeme gelirsem; Gişe Memuru’nun senaryosu, 26 yaşımdan<br />
beri aklımdaydı, 29’umda çektim ben. 23 yaşımdan beri<br />
her sene bir kısa film çekmeyi amaç edindim. Hazır olduğum zamana<br />
kadar bekledim. “Ben bu filmi çekeceğim” dedikten sonra,<br />
“peki nasıl çekeceğim” sorusu geliyor. Kültür Bakanlığı’ndan<br />
gelen destek aslında kesilen paraların dağıtılmasıdır; kimseye<br />
minnet duyduğumuz şeklinde anlaşılmasın bu konudaki sözlerimiz.<br />
Kültür Bakanlığı’ndan gelen para, film çekmeye yeterli<br />
değildir. Sırf yapım aşamasını geçirebilmeniz için bile, Kültür<br />
Bakanlığı’ndan aldığınız paranın en az yarısı kadar daha paraya<br />
ihtiyacınız olur eğer pelikül çekiyorsanız. Burada bir artımız,<br />
bizden önceki dönemde sinemada, reklamda, dizilerde bir eleman<br />
çokluğunun oluşmuş olması. Genç, işini bilen insanların<br />
artması, alternatiflerinizi çoğaltıyor. Kültür Bakanlığı’ndan aldığımız<br />
parayla, eşten dosttan aldığımız parayla, kendi koyduğumuz<br />
parayla bir şekilde ilk filmimizi çektik. Ama ikincisi nasıl<br />
olacak, onu bilmiyorum. İlk filmlerin çok olması güzel ama<br />
ikinci filmler nasıl geliyor, o da önemli bir soru.<br />
İlk film başarılı olduysa, ikinci filmi yaparken yönetmenin<br />
üzerindeki yaratıcılık baskısı da artıyor. Bir yandan da,<br />
‘<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması’ başlığına baktığımız zaman, genelde<br />
gişede değil, festivallerde izleyicisini bulan filmlerden söz<br />
ediyoruz. O yüzden de filmlerin yapım aşamasında kendilerini<br />
finanse etmeleri gerekiyor, yoksa ikinci filmler için sil<br />
baştan kaynak yaratılması gerekiyor. Bu sizin üzerinizde<br />
bir baskı oluşturuyor mu Mesela senaryo yazarken, yapım<br />
imkânlarının çok sınırlı olması sizi de sınırlı düşünmeye<br />
itiyor mu Bergson’un bir lafı vardır, “imkânlarım arttıkça
362 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
özgürlüğüm azalıyor” der. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz<br />
İlk filminizle izleyicinize ulaştığınızı düşünüyor musunuz<br />
Seren Yüce: Ben kendi adıma, Çoğunluk daha çok izleyiciye<br />
ulaşabilirdi diye düşünüyorum. Ama sonuçta bu filmin kifayeti<br />
buna yetti Türkiye şartları içinde. İkinci film meselesine gelince,<br />
Bergson iyi demiş, ben de aşağı yukarı öyle düşünüyorum. Ama<br />
şöyle bir şey var: Benim kurduğum dünya bu, daha fazla prodüksiyon<br />
gerektiren bir şey hayal etmedim ben, etmeyeceğim de.<br />
Kendi çapında “mütevazi” bir şeyler yazmaya özen gösteriyorum.<br />
İkinci filmin kaynaklarını sağlama konusunda, henüz tecrübe<br />
etmediğim için net şeyler söyleyemem. Sonuçta iyi ya da kötü olması<br />
ayrı ayrı sonuçlara sebebiyet veriyor. Başarısız bir film olduysa<br />
ikincisini yapmak daha çok panik yaratabilir. Ya da tam<br />
tersi başarılıysa, aynı başarıyı yakalayamama korkusu olabilir.<br />
Poyraz Cannes <strong>Film</strong> Festivali’nde yarışmış, çok iyi yerlere<br />
gelmiş bir kısa film. Belma, bundan dolayı senin üzerinde<br />
öyle bir baskı var mıydı<br />
Belma Baş: Poyraz’dan sonra daha umutluydum, şimdi umutsuzum.<br />
Bir sonraki filmin stresi bende de var, her şeye sıfırdan<br />
başlanacak. Arkadaşların belirttiği üzere, Bakanlığın verdiği parayla<br />
35 mm’de, belirli bir kaliteyi tutturan, insanların emeklerinin<br />
sömürülmediği, haftalıklarını alabildikleri bir film çekmek<br />
mümkün değil. Bakanlığın verdiği desteğin yetmediği, yurtdışından<br />
para çıkmadığı noktada, biz bu filmi CMYLMZ Fikir Sanat’ın<br />
desteğiyle yapabildik. Ayrıca çeşitli krediler kullanıldı. Burada<br />
yapımcı karakteri de çok önemli, film sayısının artmasının nedenlerinden<br />
biri de, yeni yapımcıların çıkması. Şimdiye kadar tek<br />
tük örnekler dışında, esnaf mantığındaki eski Yeşilçam yapımcıları<br />
vardı. <strong>Film</strong>leri sahiplenen, yönetmeni destekleyen, özgürlük<br />
olanağı sağlayan yapımcılar var şimdi. 90’larda Ömer Kavur ve<br />
Atıf Yılmaz gibi yönetmen yapımcılar ayakta tuttular sinemayı;<br />
yani yapımcı diye bir şey yoktu. Eski yapımcılar, eski filmlerini<br />
Show TV’ye satmakla meşguldüler. Şimdi farklı bir sürece girdik,<br />
Artık Nuri Bilge Ceylan’ın başarısı kadar, Eurimages’dan ödül<br />
alan yapımcısı Zeynep Özbatur’un başarısından da söz ediyoruz.<br />
Sinemaya ivme kazandıran şey yapımcıdır diye düşünüyorum.<br />
Bireysel yetenekler her zaman vardır, iyi yönetmen olma olasılığı<br />
olan, iyi senarist olma olasılığı olan bir sürü insan vardır. Ama<br />
bunları bir araya getiren, koordine eden kişi yapımcıdır. Benim
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 363<br />
ilk filmim Zefir’de, yapımcılarım daha önceki iyi ilişkilerinin kredilerini<br />
kullandılar. Bir sonraki filmde, başarılı olmuş ama ticari<br />
hiçbir getirisi olmamış bir filmle nasıl bir kredi bulacağım, bu<br />
büyük bir soru işareti.<br />
Sedat Yılmaz: Ben 2003’te 12 Eylül döneminde geçen bir senaryo<br />
yazmıştım, bir devrimcinin katledilmesiyle ilgili bir öyküydü.<br />
Nasıl çekileceğini hiç düşünmeden, safça yazmıştım. Fakat<br />
darbe var, tanklar var, toplar var, cezaevi koşullarını anlatacaksınız;<br />
filmi kendi imkânlarımızla çekmemiz mümkün değildi.<br />
Sonrasında hocam Hüseyin Kuzu’ya ilk proje olarak hayata<br />
geçirebileceğim bir fikri olup olmadığını sordum. O da Press’in<br />
fikrinden bahsetti. Tek bir mekânda geçen bir hikâyeydi, bu da<br />
prodüksiyonu müthiş rahatlatan bir şeydi; bir tane yer tutarsınız,<br />
bütün film orada geçer. Yazmaya başladıktan sonra öykü<br />
sadece büronun içinde kalmadı, dışarı çıkmak zorunda kaldık<br />
ama yüzde 70’i büro içinde geçer filmin. Bu bakımdan Press,<br />
kendi imkânlarımızla film çekmenin koşulları olmuş oldu.<br />
Neden<br />
Sedat Yılmaz: Dışarıda acımasız bir hayat var 1990’ların Diyarbakır’ında.<br />
Bizim amacımız, dışarıda yaşananları içeride<br />
hissettirmekti. Ama dışarıda yaşananları iyi bir şekilde verebilmek<br />
için mecburen yer yer dışarı çıktık. Yaklaşık bir ay önce<br />
2003’te yazdığım senaryoya, kimbilir ne yazdım diye korka korka<br />
tekrar baktım. Evet eğreti yerler var ama genel olarak bir<br />
problem yok. O yüzden ben ikinci filmin yaratım süreciyle ilgili<br />
nispeten rahatım, zaten yazmış olduğum bir şey var.<br />
Yapımcılık konusunda şöyle düşünüyorum: Jenerikte yapımcı<br />
diye birinin ismi geçse bile, fiilen yönetmen yapıyor yapımcılığı.<br />
Çünkü kategorik olarak ‘yapımcı’ diye tanımladığımız şey,<br />
sadece dizilerde var. Bir fikri vardır, bu fikirden yola çıkarak<br />
para kazanabileceğini düşünür, bu fikir önüne geldikten sonra,<br />
yönetmenin ve senaristin yeteneklerini kiralar, onları yan yana<br />
getirir, ortaya çıkan eserden de para kazanır. Bunu haftalık<br />
olarak yapan yapımcılar televizyondakiler. Sinemada, ticari tarafta<br />
da yeterince kurumsallaştığını düşünmüyorum yapımcılığın.<br />
Projeyi yönetmen dediğimiz adam ortaya atıyor, gerekirse<br />
yapımcıyı da buluyor. İlk Recep İvedik’te mesela, evet orada yapımcı<br />
var ama hareket noktası Şahan Gökbakar. Ya da Yılmaz<br />
Erdoğan filmlerini düşünelim, iş yapmış filmleri düşünelim.<br />
Belki Pana <strong>Film</strong> var, Kurtlar Vadisi ekibi. Onlar da zaten bir
364 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
diziden gelen yapımcılar. Sinemada başlamış, sinemada devam<br />
eden yapımcılar yok, ticari sinemada da öyle bir şeyden bahsedemeyiz.<br />
Yeşilçam’ın geleneği devam etmiyor, arada bir kopukluk<br />
var. Türkiye’de sinema sektörünün esas meselesi, bir<br />
yapımcılar geleneğinin olmaması bence.<br />
Tolga, sen de Belma’nın CMYLMZ Fikir Sanat’la yaptığına<br />
benzer bir ortaklık yaptın BKM’yle.<br />
Tolga Karaçelik: Evet, benim sonradan gerçekleşen bir ortaklığım<br />
oldu. Önce şundan bahsetmek istiyorum; ilk filmden sonra<br />
senaryo yazarken sayfanın üzerine başkasının gözü düşmüş<br />
oluyor. Yazdığın her şeyi birilerinin izleyeceğini düşünüyorsun.<br />
Bu farkındalık hissi ister istemez yazdığın şeyi dönüştürmeye<br />
başlıyor, üretim sürecinin en büyük düşmanı oluyor. Benim<br />
yazdığım şeyler ne yazık ki mütevazi olmuyor. Nasıl çekeceğimizi<br />
bilmiyorum, ucuz değil ve getirisi de olmayacak. Ama<br />
hakikaten, “ucuz” şeyler yazamıyorum. Çünkü sıkıldığım için<br />
yazıyorum ve yaratırken de saçmasapan, şaşaalı şeyler çıkıyor.<br />
Dolayısıyla ikinci film noktasında kara kara düşünüyorum.<br />
Belma’nın dediği gibi, ikinci filme koyacak kredimiz yok. Yapmışsın<br />
filmini, 20 bin kişi izlemiş. Bir yapımcı niye bu adama<br />
yatırım yapsın ki Gişe Memuru festivallerde dolaşıyor, ödül aldı,<br />
yurtdışı bağlantılarından ortaklık kapıları açılıyor. Ama yapım<br />
aşamasında “bu Türk filmi değil” diyen var bana. Beklenen bir<br />
şablon var. Ben üretim süreci bakımından böyle bir gerilim yaşıyorum.<br />
Ama muhtemelen yine bildiğimi okuyacağım, bildiğim<br />
gibi çekmeye çalışacağım yeni filmimi.<br />
BKM’ye gelirsek; ben onlara da baştan söyledim, siz bu parayı<br />
bana ayırırsanız, 250 bin TL kaybedersiniz dedim. Senaryo<br />
sürecinde BKM’yle bir diyaloğum olmadı. Sonra senaryo bir şekilde<br />
Yılmaz Erdoğan’ın eline gitti ve bizim filmin çekimi başladı.<br />
Ama BKM’yle ortak olma fikri bana fantastik bir fikir gibi<br />
geldi. Çok rahat çalıştım sonraki süreçte. Dağıtım bakımından,<br />
tanıtım bakımından mutlaka faydaları olmuştur. BKM’yle böyle<br />
bir ortaklığa girmek istememin bir sebebi de, üreten insanlarla<br />
diyaloğa geçmek, yeni bir model oluşturabilmekti.<br />
Sedat Yılmaz: Ben projeleri hâlâ yönetmen yapımcıların hayata<br />
geçirdiğini düşünüyorum. Senaryosunu yazıyor, oyuncularını<br />
ayarlıyor, somut hazırlıklara başlıyor, seti de kendi imkânlarıyla<br />
bitiriyor. Ama post prodüksiyon ve gösterime girme aşamaları<br />
ciddi paralar gerektiriyor. Buralarda soluğu tıkanabiliyor yö-
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 365<br />
netmen yapımcının, o zaman BKM ya da başka bir firma filme<br />
ortak oluyor. Sizin zaten soluğunuz oraya kadar yetmiş oluyor.<br />
Böyle çok fazla örnek var benim etrafımda.<br />
Tolga Karaçelik: Ben şimdi Toprağın Çocukları diye yeni bir filmin<br />
yapımcılığını yapıyorum. Para koymuyorum tabii ama bilgi<br />
birikimimi, bağlantılarımı paylaşıyorum yeni filmler çekecek<br />
insanlarla. Bizim için ikinci filmde, insan tanımanın getirdiği<br />
bir avantaj var aslında. Mesela Sedat da sektörün içinde olduğu<br />
için pek çok insan tanıyor. Bunlardan yararlanıyoruz.<br />
Sedat Yılmaz: Zaten yönetmen yapımcı bunu düşünüyor; ben<br />
bunun setini bir şekilde kurtarayım, kaba kurgusunu bir şekilde<br />
bağlarım, sonra post pordüksiyon desteği için bir yerlere<br />
giderim diyor. Ama orada devreye giren yapımcının bildiğimiz<br />
anlamda yapımcı işlevi yok. Türkiye’de çekilen filmlerin büyük<br />
kısmında ilk hareket noktası yönetmen ama klasik yapımcının<br />
ilk hareket noktası olması lazım.<br />
Yamaç Okur: Bu dört yönetmenin bir ortak özelliği daha var;<br />
hepsinin senaryoları kendileri yazmış olmaları. Bu da bir önceki<br />
kuşakla olan bir bağlantıya işaret ediyor. Nuri Bilge Ceylan,<br />
Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, benzer bir yoldan geçtiler. Siz<br />
başka senaristlerle çalışmaya açık mısınız Yapımcı konusu konuşuldu<br />
ama senarist eksikliği de var.<br />
Seren Yüce: Ben kendi açımdan, iyi anlaşabileceğim, senaryoyu<br />
yazdırabileceğim birini tanımıyorum. O yüzden senaryoyu<br />
bir senarist gibi düşünerek değil, nasıl çekeceğini düşünerek<br />
yazıyorsun. Ismarlama bir iş gelse oturup yazamam muhtemelen.<br />
Ama anlaşabileceğim bir senarist bulursam, birlikte çalışmak<br />
isterim tabii ki. Bunun Türkiye’deki senarist eksikliğiyle<br />
alakası olduğunu ben de düşünüyorum. Bir televizyon geleneği<br />
var, ısmarlama senaryo durumu çok hakim. Çevremdeki senarist<br />
diyebildiğim insanların çoğu televizyona iş yapıyorlar, televizyonun<br />
verdiği bir zehirlenme durumu var. Bu işle çok haşır<br />
neşir olmadım ama hep böyle bir önyargım var bu konuda.<br />
Belma Baş: Ben de başkası için senaryo yazamam. Bir fikrim<br />
vardır, senaryo bunun dile tercüme edilmesi gibidir, oradaki<br />
düşüncelerin, imgelerin kâğıda aktarılmış halidir. Bunu benimle<br />
yapabilecek birinin olmasını çok isterdim ama yok. Çalışma<br />
tarzım gereği, bunu ancak birlikte yaşadığım biriyle yapabilirim,<br />
bu da çok zor. Belki yaratıcı aşamada değil de, senaryo
366 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
bittikten sonra teknik detayları danışabileceğim -senaryo doktorluğundan<br />
bahsetmiyorum- senaryonun aksayan yönlerini<br />
söyleyecek, iniş çıkışlarını eleştirecek ayrı bir kişinin olması<br />
faydalı olacaktır.<br />
Sedat Yılmaz: Aynı cevaplar benim için de geçerli. Sonuçta<br />
burada oturan insanların hepsi kendini senarist olarak değil,<br />
yönetmen olarak tanımlıyor. Herhalde hiçbirimizin bir senaryo<br />
yazıp, onu birilerine götürüp, buradan bir şey çıkar mı diye<br />
sorma teşebbüsü olmamıştır. Yine Hüseyin Kuzu’dan bahsedeceğim,<br />
kendisi 1980’lerde Şerif Gören’le çalışmış birisi. Ama yıllardır<br />
sadece televizyon dizilerine senaryo yazmış, o tarihlerden<br />
bu yana herhangi bir senaryosu, herhangi bir sinema filmine<br />
dönüşmemiş. Bu, Hüseyin Kuzu’yla ilgili özel bir durum değil;<br />
senaryo yazarak hayatını kazanmak sadece dizilerde mümkün.<br />
Haftalık bir metin üretiyor ve bunun üzerinden para kazanıyor.<br />
Sinema filmleri senaryosu yazarak hayatını kazanan birisi<br />
yok Türkiye’de. Belki bir iki senaryosu filme çekilmiş kişilerden<br />
bahsedebiliriz ama son dönemde beş tane senaryosu filme çekilmiş<br />
ve hayatını böyle kazanan kimse yok. Bunun nedeni de,<br />
bildiğimiz anlamda bir ticari sinemanın olmaması. Yani yapımcı<br />
olmadığı için senarist de yok.<br />
Tolga Karaçelik: Ben hayatım boyunca hep yazdım. Anlatmak<br />
istediğim yöntem hep yazmak oldu. Altı tane kısa film çektim,<br />
hepsinin senaryosu bana ait. Ondan öncesinde şiir yazıyordum.<br />
Anlatmayı seviyorum, anlatmak istediğim şeyleri anlatıyorum.<br />
Yine de keşke ortak dil tutturabileceğim bir insan olsa diyorum.<br />
Bu mümkün mü Mümkün olduğunu düşünmek istiyorum.<br />
Yönetmenin görevlerinin başında, insanları koordine etmek geliyor.<br />
Hikâyemi anlatmak kadar, insanları koordine etmekten,<br />
insanlarla beraber çalışmaktan da keyif alıyorum. Aynı şekilde,<br />
senaristlerle de birlikte çalışılabilir, neden olmasın Ama çıkış<br />
noktam kendi derdimi anlatmak olduğu için kendim yazmak<br />
daha kolay oluyor.<br />
İzleyici: Öncelikle hoşgeldiniz. Biz de kısa filmler yapan bir grubuz<br />
ama ileride yönetmenlik mesleğini nasıl icra edebiliriz, bunu<br />
bilemiyoruz. Başkalarının işlerini yapmazsanız, dizi ya da komedi<br />
çekmezseniz yönetmenlikten para kazanamıyorsunuz. Siz<br />
yönetmenlikten para kazanabiliyor musunuz Yoksa yaptığınız<br />
başka işlere tutunarak mı yönetmenlik yapıyorsunuz<br />
Sedat Yılmaz: Ben yönetmen olarak kazanmıyorum hayatımı.
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 367<br />
Yönetmen olarak yaptığın film, senden ekonomik olarak bir şeyler<br />
alıp götürüyor. Diğer işlerimizle, yönetmenliğin açtığı gedikleri<br />
kapamaya çalışıyoruz.<br />
Seren Yüce: Böyle yaşamak bir seçim aslında. Sen bunu yapmak<br />
istiyor musun, istemiyor musun Bunu düşündüğün anda,<br />
yönetmenlikten bir adım uzaklaşmış olabilirsin. O yüzden de<br />
önce denemenizi, devam ettirilebilir olup olmadığını sonra düşünmenizi<br />
tavsiye ederim. Önce yapmaya çalışın, olmuyorsa,<br />
açlıktan nefesiniz kokuyorsa, o zaman “bu işi yapamıyorum”<br />
dersiniz. Sonuçta bu işten para kazanan da var, kazanmayan<br />
da. Bu soru için erken bence.<br />
Belma Baş: Ben yönetmenliğe başladıktan sonra hayatımın<br />
en yoksul dönemini yaşamaya başladım. Daha önce de çevirmenlik<br />
yapıyordum. Hiçbir zaman yüksek bir gelirim olmadı, o<br />
bakımdan örnek alınabilecek bir insan değilim. Bir süre çevirmenlik<br />
yaptıktan sonra hangi meslekte daha az kazanabilirim<br />
diye düşündüm, yönetmenliğe başladım. (gülüşmeler)<br />
Tolga Karaçelik: Ben de yönetmenlikten para kazanamıyorum.<br />
Reklam filmleri çekiyorum ama bu şekilde uzun süre devam<br />
edeceğini düşünmüyorum. Reklamda bir iki gün çekim yapıyorum,<br />
sonra çıkıp gidiyorum oradan. Bu da bana bir şekilde<br />
maddi özgürlük sağlıyor. Bu sayede kendi yaratma ortamımı koruyabiliyor<br />
ve ayın büyük kısmında boş kalabiliyorum. Seren’in<br />
söylediğine katılıyorum, bir şey anlatmak istiyorsan anlatırsın,<br />
bir şey çekmek istiyorsan çekersin. Bunun değerlendirme sürecinde<br />
“ben ne yapacağım, ne olacağım” diye düşünüyorsan,<br />
ayaklarına bakarak koşmaya benzer bu, düşersin. <strong>Film</strong> çekmek<br />
zor bir şey gerçekten, bu süre içinde o gemilerden geri dönebilir<br />
miyim diye düşünüyorsan, zaten karşı kıyıya geçemezsin.<br />
Biraz filmlere geçelim, ilham kaynaklarınızdan bahsedelim.<br />
Press politik gerilim türüne yakın bir film. Senaryoyu<br />
oluştururken ilham aldığın filmler oldu mu Az önce tek<br />
mekânda geçen bir filmin yapımı kolaylaştırdığından bahsettin<br />
ama bu bir yandan da yönetmenin işini zorlaştırıyor.<br />
Tek mekânda geçen sürükleyici bir film çekmek çok da zordur.<br />
Senaryo matematiğini kurarken, filmin rejisi üzerinde<br />
çalışırken nasıl bir ön çalışma yaptın<br />
Sedat Yılmaz: Az önce bahsettiğim tek mekân fikriyle başladık<br />
Press’e. Özgür Gündem gazetesinde çalışmış insanlarla röpor-
368 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
tajlar yaptık. Orada yaşananları ilk ağızdan dinlemek, filmin<br />
sahicilik duygusu açısından önemliydi. Şu bana hep garip gelmiştir:<br />
Sinema perdesinde yüzlerce film karakteri ölür, izleyici<br />
onunla ilgili hiçbir şey hissetmez. Ancak filmin sonlarına doğru<br />
esas oğlanın hayatı tehlikeye girdiğinde bir şey hissetmeye başlar.<br />
<strong>Film</strong> o şekilde tasarlanır zaten. Ama gerçek bir olaydan yola<br />
çıkarak bir hikâye anlatmaya başladığın zaman, gerçekten ölen<br />
bir insanın hikâyesini anlattığın zaman, izleyiciye bu sahiciliği<br />
hissettirmek daha çok önem kazanıyor.<br />
Yola çıkarken benim kafamda, “bu filmi babam izlediğinde sıkılmasın”<br />
düşüncesi vardı. Her akşam televizyonun karşısında,<br />
dizi izleyen bir insandan bahsediyoruz. Bunu hesap ederken,<br />
tabii ki ticari sinemanın şablonunu baştan sona uygulamak<br />
gibi bir niyetim yoktu. Ama filmde anlattığımız öykünün doğasından<br />
kaynaklanan bazı şeyler var. Bu adamlar 90’lı yıllarda,<br />
Diyarbakır’da gazetecilik yapıyorlar. Bir gazeteci, öğleden sonra<br />
ikiye, üçe kadar o günün esas çalışmasını bitirir. Sürekli zamanla<br />
yarışarak çalışmak, sadece Diyarbakır’daki gazetecinin<br />
değil, İstanbul’daki gazetecinin de sorunu. Bir de 90’lı yıllardaki<br />
Diyarbakır’ı düşündüğünüzde, filmin sürekli akıyor olması, çok<br />
fazla olayın, gelişmenin olması kaçınılmaz. Biraz da Türkiye’de<br />
muhalif olmakla ilgili bu; söyleyebileceğiniz çok fazla şey var ve<br />
bu kadar çok şey söyleme ihtiyacı bir şekilde filmi topal da bırakabilir.<br />
<strong>Film</strong>in çok fazla konuya değiniyor olmasını, bir gazetecilik<br />
öyküsü anlatmasıyla çözebileceğimizi düşündüm. 90’lı yıllara<br />
dair bir gazetecilik hikâyesi anlattığınız zaman, birçok şeyi<br />
bir fotoğraf göstererek, bir manşet göstererek çözebiliyorsunuz.<br />
Enteresan bir şey var; film ortaya çıktıktan sonra insanlarla<br />
başka şeyleri değil de müzik meselesini tartışmak zorunda kaldım.<br />
Bir dağıtımcı firmaya filmi gösterdiğimizde, ilk söyledikleri<br />
şey kesinlikle müzik koymak gerektiğiydi. Niye müzik kullanmadığımı<br />
çok fazla kişiye anlatmak zorunda kaldım.<br />
Gazetecilik mesleğiyle ilgili filmlere baktın mı Bizde çok<br />
örneği yok tabii. Uzlaşma (1991) geliyor benim aklıma.<br />
Sedat Yılmaz: Uzlaşma tam olarak gazetecilikle ilgili bir film<br />
değil. Birisi Press için Türkiye’de gazetecilik meselesini ele alan<br />
ilk film demişti, ne kadar doğru bilmiyorum. Aklıma gazetecilik<br />
meselesiyle ilgili Hollywood filmleri geldi ama benim anlatacağım<br />
öyküyle çok da ortak noktaları yoktu.<br />
Belma, senin filmin bu dört film içinde doğayla en yoğun iliş-
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 369<br />
kisi olan film, neredeyse pastoral bir yanı var. Resimden ve<br />
mitolojiden de besleniyor. Senin ilham kaynakların nelerdi<br />
Belma Baş: Çok fazla esin kaynağı var ama bunların hepsi<br />
kendiliğinden olmuş şeyler, hayatım boyunca biriktirdiklerim.<br />
Öğrendiklerimin, okuduklarımın, izlediklerimin tortusu; yaşadıklarımdan<br />
arta kalan küçük parçaların kendiliğinden bir<br />
araya gelmesi. Hatta bu parçaların hangisinin nereden geldiğini,<br />
film bittikten sonra fark ettim ben. Zefir’in Türkiye sinemasındaki<br />
başka birçok filmle benzeyen yanları var ama ben<br />
kimden nasıl etkilendiğimi ancak bundan on yirmi yıl sonra<br />
anlayabilirim. Nuri Bilge film yapmaya başladığında ben zaten<br />
Poyraz’ın senaryosunu yazmıştım ve çocukluğumdan kalan o<br />
ilgilerin, hayal gücünün eseri olan şeylerin, doğanın etkisinin<br />
parçalarından kendiliğinden çıkmıştı Poyraz. Tüm bunların<br />
kristalleşmesini sağlayan da İngiliz filolojisi eğitimi almış olmam<br />
ve 19. yüzyıl İngiliz romantik edebiyatının çocukluğumla<br />
ilişki kurmamı sağlaması.<br />
Ben risklere güvenen bir insanım. Her şeyi milimetrik hesaplamayan,<br />
sezgileriyle, içe bakışından aldığı bir şeylerle üreten<br />
bir insanım. Bu yüzden bir tür hasat yapıyorum denebilir. Kendiliğinden<br />
biriken şeyleri belirli bir kadraj içinde düşünüp o birikimlerin<br />
hasadını yapıyorum.<br />
Bu dört film içinde Zefir, hem hikâyesiyle hem de çalışma<br />
yönetimiyle en otobiyografik görüneni. Bir yandan kendi ailenden<br />
insanlarla, bir yandan da Vahide Gördüm gibi keskin<br />
bir imajı olan profesyonel bir oyuncuyla çalıştın. Hepsini<br />
ortak bir düzeye getirmeyi nasıl başardın<br />
Belma Baş: Oyunculuk konusunda Bresson’dan çok etkilendim<br />
ben. Özellikle Poyraz’ın hazırlık aşamasında ve Zefir’de elimden<br />
düşmeyen bir kitaptı ‘Sinematograf Üzerine Notlar’. Malzeme<br />
kâğıt üzerinde ölür, sette tekrar canlanır, sonra kayıtlı hali ölür,<br />
kurguda yeniden canlanır. Bana ait olan her şey kâğıt üzerinde<br />
öldü. Otobiyografik olmasa da, aile tarihimden ve kendi yaşamımdan<br />
çok fazla öğe var. Hikâyeler kurmaca ama çevremde<br />
gözlemlediğim insanların karakterlerde çok fazla izi var. Bunları<br />
birlikte yeniden canlandırdık. Anneanne karakterini, annemi<br />
düşünerek, onun sık duyduğum diyaloglarını kâğıda aktararak<br />
yarattım, keza çocuk karakteri 70’li yıllarda çocukluğunu yaylalarda,<br />
dağlarda yaşayan kuzenlerimden çok etki taşısa da, hepsi<br />
kâğıt üzerinde öldü ve Şeyma’yla (Uzunlar) yeniden canlandı.
370 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
Artık benden kalan çok az şey var. Senaryoda olup da oyuncuya<br />
yakışmayan, sırıtan kısımlar atılmıştır, senaryodaki hiçbir şey<br />
dayatılmamıştır. Hatta başlarda, aslında onlardan aldığım cümleleri<br />
söylemek bile çok zor geliyordu annemle babama. Kendilerini<br />
unutup tekrar kendileri gibi olmaları için, kamera önünde<br />
izleniyor olma hislerinin kırılmasını bekledik. Bunu egzersizlerle,<br />
doğaçlamalarla, giderek kameranın, ekibin varlığına alışarak<br />
sağladılar. Vahide bu ortama zamanla uyum sağlayan biri oldu,<br />
ben onu hiç aile dışından gibi görmedim. Onu ilk kez televizyon<br />
ekranında gördüğümde çarpılmamın nedeni zaten annemin<br />
gençliğine olağanüstü benzemesiydi. Takip ettikçe, oyunculuk<br />
gücüne defalarca hayran kaldıktan sonra, karakteri onun için<br />
yazdım zaten. Sette annemle babamı ona emanet ettim; annem<br />
ve babam, Vahide’nin annesi ve babası oldu.<br />
Çoğunluk’la Gişe Memuru arasında uzaktan bir akrabalık<br />
da var, ikisi de baba-oğul hikâyeleri anlatıyor. Çoğunluk<br />
bir gencin babasını takip ederek topluma nasıl katıldığıyla,<br />
Gişe Memuru ise topluma katıldıktan sonra, aklını kaybetmesiyle<br />
ilgili. Bu hikâyeler ne kadar otobiyografik, ne kadar<br />
kişisel deneyimler üzerine inşa edilmiş Hikâyeniz, çok<br />
fazla örneğini gördüğümüz baba-oğul hikâyelerinden nasıl<br />
ayrılıyor sizce<br />
Seren Yüce: Benim daha önce yazdığım senaryolar da var, onlarda<br />
da milliyetçiliği kurcalama çabası vardı. Bunu bir babaoğul<br />
hikâyesi üzerinden anlatmanın, meselenin köküne inmek<br />
açısında doğru olacağını düşündüm. Bir Mertkan karakteri kafamda<br />
vardı hep. Bu herifin nasıl bu hale geldiğini anlatmak<br />
istiyordum, bir zanlı gerekiyordu. Bunu yapan babası oldu, mesele<br />
oradan çıktı. Nihayetinde birçok ilk filmde olduğu gibi, sen<br />
de muhakkak yaşanmışlıklardan güç alıyorsun, kendi algıladığın<br />
dünyayı anlatıyorsun. “Meselesi olan film” diyoruz ya, sen<br />
ne kadar mesele edinebilmişsen, o kadar doğru, o kadar gerçek<br />
çıkıyor sonuç.<br />
Belma’nın da dediği gibi, otobiyografik gözüken birçok film<br />
aslında otobiyografik değil. Ama birçok şeyi kendi hayatından<br />
çekip alıyorsun. Ben konu aldığım insanların üslubunu, davranış<br />
biçimini, birbirleriyle ilişkilerini ön planda tutmaya çalıştım.<br />
Bir de her şeyin sade olmasına çok özen gösterdim. Bu<br />
benim hayatıma paralel giden bir şey, ben de mümkün mertebe<br />
suya sabuna dokunmadan, çok fazla yargılamadan, bir sadelik<br />
arayışı içinde bakma yanlısıyım hayata, bunu da filmime
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 371<br />
yansıtmaya çalıştım. <strong>Film</strong>in her aşamasında, annemin çok sıkılacağını<br />
çok iyi biliyordum, ama hiç ilgilenmedim bununla.<br />
(gülüşmeler)<br />
Tolga Karaçelik: Gişe Memuru’nun hikâyesi ilk olarak, köprüde<br />
gişelerden geçerken oldu. Acayip bir sıra vardı önümde, gişe memuru<br />
da hep aynı işi yapıyordu; alıyordu, veriyordu, alıyordu,<br />
veriyordu. Sıra bana geldiğinde “kolay gelsin” dedim, adam küfretmişim<br />
gibi baktı. O bakışın nedenini ben uzun zaman düşündüm<br />
ve sonunda, o sözle onu makineleşmiş halinden çıkardığımı<br />
fark ettim. O dönemde yaşadığım ofis hayatından dolayı,<br />
benzer hisler içinde olabileceğimizi düşündüm. Suyun içinde gibiydim,<br />
batıyordum, duruyordum, sesler geliyordu, duymuyordum,<br />
bir şekilde ofis hayatını devam ettirebilmek için kendimi<br />
kapatmam gerekiyordu. İlk çıkış noktası buydu, ikincisi kendi<br />
hayatımda gördüğüm değişimlerdi. Bazı hareketler yapıyorum,<br />
niçin olduğunu anlamıyorum, bazı çıkışlar yapıyorum niçin olduğunu<br />
algılayamıyorum. O dönemde yaşadıklarım beni adam<br />
olmakla, erkek olmakla ilgili çok fazla düşünceye itti. Muhtemelen<br />
filmlerimizin akraba olarak görülebileceği nokta bu otomatikleşme,<br />
makineleşme noktası. Çoğunluk’ta hislerini köreltme<br />
var, Gişe Memuru’nda kapatma. Karakterin böyle bir “kapanma”<br />
yaşıyor olması, yaşadığı profesyonel hayattan da kaynaklanıyor,<br />
annesinin durumundan da. Bir yandan hiç de otobiyografik değil,<br />
bir yandan da bir kazı çalışması var ve kazı alanı da benim<br />
hayatım. Ama hayatından aldığın şeyleri başka bir şeyin üzerine<br />
projekte ediyorsun ve bu da senin itirafçılığını kolaylaştırıyor.<br />
Gişe Memuru’ndan bahsedilirken, edebiyattan da beslenen<br />
bir film olduğu belirtiliyor. Kafka’nın adını ananlar var mesela.<br />
Bu tip ilham kaynakların var mı Bir de Gişe Memuru,<br />
müziği de anlatımının bir parçası kılan bir film, sen ne düşünüyorsun<br />
bu konuda<br />
Tolga Karaçelik: 96 dakikalık filmin 16 dakikasında müzik var.<br />
Müzikleri yapan Cem’le (Adıyaman) çok uzun zamandır beraber<br />
çalışıyoruz biz. Senaryoyu ilk okuyanlardan biridir Cem. Onun<br />
müziğinin çok etkili olduğunu düşünüyorum filmde. Normalde,<br />
96 dakikalık bir filmde müzik olduğunu söyleyebilmemiz için<br />
20-22 dakikasında müzik olması gerekir. Burada çok daha az<br />
müzik var. Fakat ses tasarımıyla çok uğraştık, o da belki bir tür<br />
müzik hissini arttırıyor.<br />
Edebiyat tarafına gelirsek, ben hiçbir zaman bir sinefil olma-
372 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
dım, çocukluk hayalim değildi sinema. Her zaman edebiyattı<br />
benim ilgimi çeken; okumak ve yazmaktı. Daha sonrasında ben<br />
âşık olmaya başladım sinemaya ve film yapmak istediğime karar<br />
verdim. Kafka, Yusuf Atılgan bağlantıları hep söyleniyor. Ne<br />
kadar etkilendiğimi bilmiyorum ama bunlar benim hissettiğim<br />
şeyleri yansıtan yazarlar.<br />
İzleyicilerden de filmlerle ilgili sorular alabiliriz.<br />
İzleyici: <strong>Film</strong>inizin kurgu aşamasında ne kadar payınız oluyor<br />
Sedat Yılmaz: Press’in kurgusunu doğal olarak ben yaptım.<br />
Yönetmen diye tabir ettiğimiz kişi, aynı zamanda kurguyu bilen<br />
kişidir. Kurguyu bilmese, bir sahneyi bile çekme şansı yok.<br />
Yanınızdaki kurgucunun sizin yapmaya çalıştığınız şeye ne<br />
kadar katkısı olacağı, o kişinin bilgisi ve donanımına bağlıdır.<br />
Mustafa Preşeva ve Ayhan Ergürsel gibi bilinen kurgucular var<br />
mesela, öyle bir isim kurgu aşamasında dahil olursa filminize<br />
hakikaten katkıda bulunur. Böyle özel durumların dışında,<br />
kurguyu yönetmenin yaptığı bir iş olarak görüyorum. Kurgucu<br />
da yönetmenin tasarladığı şeyi uygulayan, hayata geçiren kişidir<br />
diye düşünüyorum.<br />
Tolga Karaçelik: Kimi yönetmen storyboard’la hareket eder, ne<br />
çekeceğini, nasıl bağlayacağını bilir ama kimi de açık bırakır<br />
birçok şeyi, montajda bitirir filmi. Ben tüm kısa filmlerimin<br />
kurgusunu kendim yapmıştım. Uzun metrajımda önce kendim<br />
bir kurgu yaptım, bunu Evren Luş’a götürdüm, o bir kurgu yaptı,<br />
sonra da o kurguyu Çiçek Kahraman’a götürdüm, yeni bir<br />
kurgu çıktı ortaya. Bütün bu süreç toplam 17 gün sürdü.<br />
Ben sete girmeden önce neyi ne zaman çekeceğimi, neyin ne kadar<br />
süreceğini bilirim. Gişe Memuru’nun 90 dakikayla 98 dakika<br />
arasında olacağını da, daha senaryoyu yazarken biliyordum.<br />
Fakat kurgu o kadar çok şeyi değiştiriyor ki! Aynı malzemeden<br />
montajda farklı filmler yaratılabilmesi her şeyden önce çok eğlenceli<br />
bir şey.<br />
İzleyici: Kurguyu yapan kişiyi bir operatör olarak mı görüyorsunuz<br />
Ondan yaratıcılık anlamında bir katkı beklemiyor musunuz<br />
Seren Yüce: Operatör olarak görebileceğin kurgucular var, bir<br />
de göremeyeceğin, işi ve mesleği kurguculuk olan, yeri geldiğinde
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 373<br />
yönetmenden çok daha iyi düşünen ustalar var. Demin Sedat’ın<br />
verdiği örnekler var mesela. Kurguculuk mesleği operatörlük değil<br />
aslında; onlar filmi baştan yapmaya hakim insanlar.<br />
Sedat Yılmaz: Çok küçük bir şey ekleyeyim, Ayhan Ergürsel<br />
şöyle tarif eder yaptığı işi: “Ben filmin bekçisiyim” der.<br />
Seren Yüce: O ayrı bir zanaat aslında, sanatın bir parçası. Öyle<br />
bir insanla çalışmayı isteyip istememek, senin olaya ne kadar<br />
hakim olduğunla da alakalı. Bence böyle insanlarla çalışmak<br />
gerekli çünkü hakikaten filmi senin hiçbir zaman göremeyeceğin<br />
durumlara sokabiliyorlar ve bundan çok güzel bir şey çıkarabiliyorsun.<br />
Ve zaten son söz her zaman için yönetmen olarak<br />
senindir.<br />
Belma Baş: Benim için kurgu çok özel yeri olan bir aşama. Teknisyen,<br />
operatör diyorsunuz, ben asla öyle bir gördüğüm biriyle<br />
çalışamam kurguda. Kız kardeşim Berke Baş’la yaptım kurguyu.<br />
O zaten benim sinema konusundaki danışmanımdır. Beni<br />
benden iyi anlayan ve anlatan bir insandır. Ben onu filmin ortak<br />
yaratıcılarından biri olarak görüyorum. Hatta bir sac ayağı<br />
varsa bu, görüntü yönetmenimiz Mehmet Zengin, ben ve kurgucumuz<br />
Berke Baş’tan oluşur. Ama sonuçta bu film, benim<br />
gördüğüm bir rüya gibi ve hepimiz ona hizmet ediyoruz.<br />
Kurgunun gerçekten bir yaratım süreci olması benim çok hoşuma<br />
gidiyor, gördüğümüz bir filmi yapmıyoruz o zaman, film<br />
gözlerimizin önünde oluşuyor. <strong>Film</strong> yapmanın en çok hangi<br />
aşamasını sevdin deseler, kesinlikle aylara yayılan kurgu sürecini<br />
söylerim. O günleri özlüyorum hâlâ. Keşke filmi hiç bitirmeseydik,<br />
hâlâ kurguda olsaydık.<br />
Biraz da filmlerin bittikten sonraki algılanışını konuşalım.<br />
Sedat, Press vizyona girdiğinde Ergenekon kapsamında gazeteci<br />
tutuklamaları vardı, aslında gündemle çok örtüşen<br />
bir filmdi ama gişede o gündem kadar ilgi görmedi. İki Dil<br />
Bir Bavul’un vizyonu “Kürt açılımı”na denk gelmişti ve bu<br />
da filmin gişesini etkilemişti. Press’te o denk gelme aynı<br />
karşılığı bulmadı. Bunu neye bağlıyorsun Festival gösterimlerinde<br />
ya da film vizyondayken aldığın beklenmedik<br />
tepkiler oldu mu<br />
Sedat Yılmaz: 2008’de, film çekim aşamasındayken koordinatörümüz,<br />
eski dostum Ufuk Akbaş, nerelerden başımızın belaya<br />
girebileceği konusunda hep beni uyarırdı. 2010’da Antalya’ya
374 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
başvurmak için eser işletme belgesi almak amacıyla Kültür<br />
Bakanlığı’na başvurduğumuzdaysa hiçbir kaygımız yoktu. <strong>Film</strong><br />
aynı filmdi ama Türkiye değişmişti. “Kürt açılımı”nın ötesinde,<br />
Ergenekon’un etkisiyle bazı şeyler daha rahat konuşulmaya<br />
başlanmıştı. Eski bir komutan çıkıyordu, açık açık nerelerde<br />
neler yaptıklarını söylüyordu. Kuyulardan cesetler çıkmaya<br />
başladığında, artık kimsenin Press’te anlatılanlara “bunlar olmadı”<br />
deme şansı kalmamıştı, bu mesele anaakım medyada her<br />
gün konuşulan bir mesele haline gelmişti.<br />
Yine de, mesela Altın Portakal gösteriminden sonra milliyetçi<br />
duyguları ön planda tutan bir reaksiyon geldi. “Evet bunlar var<br />
ama diğer tarafın yaptıklarını niye anlatmıyorsun Sen tarafsın,<br />
taraf tutuyorsun!” dedi bir izleyici. Sonra zaten dinleyiciler<br />
arasındaki Derya Alabora patlamış, “tabii ki taraf, sen de tarafsın,<br />
sinema da zaten taraf tutar” demişti. Press’in anlattığı<br />
öyküde bir şekilde taraf olan muhalif Kürtler ve solcular dışındaki<br />
izleyici, benim tahmin ettiğimden daha fazla sevdi filmi, o<br />
benim için şaşırtıcı oldu. Bunun uç bir örneği, Antalya’da orta<br />
yaşın üzerinde bir teyzeden geldi. Dizi izleyen, reytinglerin ölçü<br />
birimi olan, muhtemelen CHP’ye oy veren teyzelerimizden biri,<br />
filmin çıkışında başrol oyuncumuz Aram’a (Dildar) “Ah canım,<br />
sana bir şey olmadı, değil mi” dedi. CHP’nin normalde gösterebileceği<br />
reaksiyonu verebilecekken, filmle insani bir ilişki<br />
kurabildiklerini gördük. Benim için şaşırtıcıydı bu.<br />
Diğeriyse, evet, Press Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasından<br />
sonra vizyona girdiği için medyada beklediğimizden<br />
fazla görünür olduk ama bunun gişede bir karşılığı olmuyor.<br />
<strong>Film</strong> Diyarbakır’da üç salonda vizyona girdi, Ankara’da da Kızılırmak<br />
Sineması’nda gösteriliyordu. Şaşırtıcı şeylerden biri<br />
de, Kızılırmak Sineması’nın gişesiyle, Diyarbakır’daki üç salonun<br />
toplam gişesinin hemen hemen aynı olmasıydı. Düşünün,<br />
Ankara diğer büyükşehirlere göre Kürtlerin en az yaşadığı<br />
kent. Demek ki Press sanıldığının aksine, muhalif solcuların<br />
ya da Kürtlerin izlediği bir film olmadı; yine o bildiğimiz sinema<br />
izleyicisi izledi filmi. Zaten öteki kesimler izlemiş olsaydı,<br />
film 25 bin seyircide kalmazdı, İki Dil Bir Bavul’daki gibi 90<br />
binlere ulaşırdı.<br />
Seren, Çoğunluk’ta baba-oğul meselesinin ve oradaki çoğunluğun<br />
dışında, Gül karakterinin geldiği dünyada da<br />
farklı bir çoğunluk var, o da ondan kaçmak için İstanbul’a<br />
gelmiş. Hatta film Batman’daki gösterimde bu yüzden tepki<br />
almıştı, değil mi
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 375<br />
Seren Yüce: Evet. Biz kendi kendimize filmi çok sevecekler diye<br />
havaya girip gittik Doğu’ya ama hiç de öyle olmadı. Tam aksine,<br />
Diyarbakır ve Batman’da Kürt milliyetçiliğiyle yüz yüze geldik.<br />
Bir kere Batman’da, Kürtçe bilmediğimizi bildikleri halde Kürtçe<br />
konuştular bizimle. Kızın bir “seks objesi” olarak kullanılmasına,<br />
“bir Kürt kızının bir Türk’ün altına girmesi”ne tepki<br />
gösterildi, hatta bir çocuk slogan atar gibi salonu terk etti. Beni<br />
en çok şaşırtan, filmin Dersim’de, Kürtlerin üzerine çıkmaya,<br />
onları yermeye çalışan bir filmmiş gibi algılanmasıydı. Onun<br />
haricinde ben de, Sedat’ın dediği gibi, daha sert durumlarla<br />
karşılaşacağımızı düşünüyordum, “şu Antalya bir geçsin” diyordum.<br />
Ama birkaç ufak şey haricinde tepkiler beklediğimden<br />
iyiydi, amacımıza ulaştık.<br />
İzleyici: Gül sosyoloji okuyan, Kürt kimliği olan bir karakter,<br />
bir yandan da evlenme hayali kuran bir kızdı. Bunu herhalde<br />
özellikle yaptınız diye düşünüyorum.<br />
İzleyici: Ben de açayım bu soruyu biraz. <strong>Film</strong>e gösterilen tepkileri<br />
olumlamak adına söylemiyorum ama Gül karakteri film<br />
içinde bir boşluk gibiydi bence. Hakikaten böyle bir karakter<br />
olamaz gibi geldi bana izlerken, anlatabiliyor muyum<br />
Seren Yüce: Evet, anlıyorum. Zaten genelde buradan soru geliyor.<br />
Benim için Gül’ü o kadar siyasileştirmek çok doğru değildi<br />
çünkü Gül biraz hayata tutunmaya çalışan bir karakterdi.<br />
İzleyici: Ama sonuçta orada seçilen bir kimlik vardı; Kürt olduğu<br />
ve bu sebeple bir şeyler yaşadığı vurgulanıyordu.<br />
Seren Yüce: Peki siyasi altyapısı olan bir Kürt kızı böyle bir şey<br />
yapamaz mı sence<br />
İzleyici: Bana filmin hissettirdiği, o kızın öyle olmayacağıydı,<br />
sosyoloji okuması da bu kimliği destekliyordu, biraz daha bilinçli<br />
olması gerek diye düşündürüyordu.<br />
Seren Yüce: Bu hissi anlıyorum, bir sen değilsin zaten bunu<br />
hisseden. Ben kendi açımdan anlatıyorum, kimse bunu mutlak<br />
gerçeklik olarak almak zorunda değil. Tamam, bu kızın Kürt<br />
kimliği var ama ben katı siyasi şeylere tutunmadan sadece bir<br />
ilişki yaşamak istediğini, ilk defa bir erkeği beğenmiş olduğunu<br />
düşünerek oluşturdum o karakteri. Evlenmek istemesi de<br />
benim için o karaktere aykırı bir özellik değil. O kadar kaskatı
376 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
bir insan olsaydı film buralara gelmezdi zaten; Gül Mertkan’la<br />
uyuşmazdı hiçbir noktada. Daha insani ve âşık olabilecek bir<br />
kız çocuğu olarak gördüm ben Gül’ü.<br />
Elif Ergezen: Gül karakterinin verdiği mücadele, aslında kadın<br />
sorunu konusundaki duruşunu sergilemesi açısından da<br />
önemli. Çünkü bir kadın olarak eğitim için bir yerlere gidip hayatını<br />
orada kurmaya çalışmak, Gül için hayat memat meselesi.<br />
Evlenme isteğiyle ilgili ben öyle bir yorum yapmamıştım açıkçası.<br />
Sadece birine âşık olmak ve onunla birlikte olmak olarak<br />
görmüştüm onu.<br />
İzleyici: Burada Anadolu’nun herhangi bir ırak köşesinden gelen<br />
bir kızın hikâyesi de olabilirdi ama Kürt kimliği vurgulanıyordu.<br />
Yoksa kimliği o kadar da ön planda değil miydi sizin<br />
açınızdan<br />
Seren Yüce: Ön planda olmasaydı bambaşka bir insan olurdu,<br />
tabii ki ön plandaydı. Türk-Kürt meselesi de filmin unsurlarından<br />
biri ama film bundan ibaret değil benim için.<br />
Elif Ergezen: Ben aslında konuyu Batman’daki tepkiye getirecektim.<br />
Oradaki tepki meselenin Kürt sorunundan ziyade, kadın<br />
sorunu açısından algılanmasıyla ilgili de olabilir.<br />
Seren Yüce: Evet, ben biraz yuvarlayarak söyledim. Sonuçta<br />
bir Kürt kızının böyle bir şeye eyvallah demesi, bir namus meselesine<br />
de dönüşüyor.<br />
Elif Ergezen: Oradaki sevişme sahnelerine gelen tepki, bu ülkenin<br />
her yerinde muhafazakâr bir yapının olduğunu ortaya<br />
koyuyor aslında.<br />
İzleyici: Aslında filmin hedeflediği şey hem o ataerkil yapının<br />
eleştirilmesi hem de o milli eğitim bakış açısının eleştirisi bence.<br />
Tabii ki orada bir Kürt kızının olması, milliyetçi yapıya dikkat<br />
çekiyor ama orada erk, devlet, ataerkil yapı, cinsiyet ve kimlik<br />
üzerinden daha genel bir ayrımcılığa vurgu yapılıyor.<br />
Tolga az önce filmine “hiç Türk filmi gibi değil” gibi bir yorum<br />
yapıldığını söyledi. Belma, bu konuda sen nasıl tepkiler<br />
aldın<br />
Belma Baş: Beklenen “Türk filmi”ni yapamamıştım. Daha senaryo<br />
aşamasında, destek verecek kişilerin çocukla ve anneyle
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 377<br />
ilgili bazı şeyleri değiştirmem yönünde tavsiyeleri oldu. Ben o<br />
tavsiyeleri tutmadım, sanırım o yüzden, yurtdışından aldığımız<br />
fonlar bir anda kesildi yapım aşamasında. En yargılayıcı tepkiler,<br />
Antalya’da geldi. “Hiçbir anne çocuğunu bırakıp gitmez” diye<br />
itiraz eden kişi, daha sonra oturup konuştuğumuzda, annesinin<br />
onu bırakıp gittiğini söyledi. Bu konuda çeşitli eleştiriler<br />
aldım ama genellikle doğru okunduğunu düşünüyorum. Yurtdışındaki<br />
festivallerde de filmin bu konuda oryantalist olmamasıyla<br />
ilgili övgüler de geldi. Hep gösterilen Anadolu’daki Türk<br />
insanının hayatı klişelerinin dışında olmasından etkilenenler<br />
oldu. Türkiye’de yine tuhaf yorumlar geldi, “dağlarda Fransız<br />
ailesi gibi yaşayan Türk ailesi” dendi mesela. Üzgünüm ama<br />
bu Türkiye’nin gerçeği, galiba dağlarımızda “Fransız ailesi gibi<br />
yaşayan” aileler az da olsa varlar. Bu kişisel bir hikâye ve kurmaca<br />
olmasına rağmen tüm detayları oradaki yaşamdan geliyor.<br />
Tolga, sana da aynı soruyu soracağım, film nasıl tepkiler<br />
aldı izleyiciden<br />
Tolga Karaçelik: Yapı Yol Sendikası bu film çekilirken bana çok<br />
yardımcı oldu. Koskoca sendikaya bir şiir gönderdim, sonuna<br />
da “yardımcı olursanız daha iyi bir film olur, olmazsanız daha<br />
kötü bir film olur ama ben bu filmi çekeceğim” diye bir not yazdım.<br />
Onlardan da bana tek bir cevap geldi, irtibat kuracağın<br />
kişi şudur, diye.<br />
<strong>Film</strong>i izlediler mi<br />
Tolga Karaçelik: Evet. İzlediler ve sahiplendiler; bu benim için<br />
çok önemliydi. Bir sosyal film değil bu, gişe memurlarına teşekkür<br />
etmem yanlış anlaşılmasın. Kendilerini ve dünyalarını<br />
bana açtıkları için teşekkür ettim ben onlara. Bireyi anlattığımız<br />
zaman sinemanın amaçlarından birini yerine getirmiş<br />
oluyoruz, o bireyi bütün psikolojik katmanlarıyla anlatmaya<br />
çalışmak benim için politikanın başladığı yerdir. Tepkiler<br />
olumluydu. Çekim sırasındaki Karayolları’ndan ve devletten<br />
çok değişik tepkilere maruz kaldım. Karayolları müdürü, “porno<br />
filmi çekiyorsun sen” dedi, gişe memuru âşık olmazmış<br />
mesai saatinde. Ben de “hiç söylemediler bunu” dedim. Mesai<br />
saatinde âşık olmaktan pornoya nasıl bağladığını sormak istemedim<br />
ama bir şekilde de izin almam gerekiyordu. Sonuçta<br />
gişe alanı yapabilecek durumda değildik. Oraya gittim, buraya<br />
gittim, Ankara’ya gittim, sürekli bir bürokrasinin içinde kayboluyoruz,<br />
çok zor izin aldık.
378 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
<strong>Film</strong> Antalya’da insanların karşısına çıktığı zaman eleştirmenlerden<br />
genelde olumlu tepkiler aldı. Olumsuz tepkiler de filmin<br />
üslubuyla ilgili oldu. Antalya’da özellikle benim yaşımdaki erkeklerden,<br />
babalarıyla ilişkilerinde çok benzer örnekler olduğuna<br />
dair yorumlar aldım, bunlar hoşuma gitti. Beklediğimden<br />
daha olumlu tepkiler aldım diyebilirim. Üslup ve estetik anlamında<br />
daha çok saldırılacağını düşünmüştüm.<br />
İzleyici: Bundan sonra neler yapmak istiyorsunuz Bir sonraki<br />
adımınız nedir Daha sonrası için neler vaat ediyorsunuz, nasıl<br />
umutlarınız var <strong>Film</strong> yapma konusunda değindiğiniz sorunlara<br />
dair çözüm önerileriniz neler<br />
Belma Baş: Çok sevdiğim İngilizce bir deyim var, “when there<br />
is a will, there is a way” diye. “Sabreden derviş, muradına ermiş”<br />
ya da “Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz” diye serbestçe çevrilebilir.<br />
Ama ben onu şöyle uyarlıyorum, “when there is a will,<br />
there is a film”. Yani eğer istek varsa film yapılır. Biz karanlık<br />
bir tablo çizmiş olabiliriz ama gerekli motivasyon varsa o filmler<br />
yapılır.<br />
Tolga Karaçelik: Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde<br />
film yapmak zor bir şey. Para bulmak zorunda olduğun bir<br />
şey yapıyorsun. Set hayatı da zor bir hayattır, fiziksel devamlılık<br />
gerektirir. Ben pesimist değilim ama her şey tozpembeymiş<br />
gibi de davranamam. İlk filmlerimizi yaparken bu zorluklarla<br />
karşılaştık, bir dahakinde yine karşılaşacak olsak da o filmleri<br />
yapacağız çünkü anlatmak istediğimiz şeyler var.<br />
Sedat Yılmaz: Aslında umutsuz bir tablo yok bence, 2005’ten<br />
bu yana artan bir sinema üretiminden ve çeşitlilikten bahsettik.<br />
Teknik engeller ortadan kalktı artık. “Benim çok güzel bir<br />
öyküm var ama yeterince param yok, imkânlarım yok” mazereti<br />
ortadan kalktı. Bir fotoğraf makinesi alırsınız, çekersiniz. Behzat<br />
Ç. gayet ticari bir film ama o bile fotoğraf makinesiyle çekildi.<br />
“Kamera bulamıyorum” mazereti artık geçersiz. Sonrasında<br />
“ben bunun kurgusunu yapacak tesis bulamıyorum” mazereti<br />
de geçersiz; ortalama bir bilgisayarda kurgu yapmanız mümkün<br />
teknik olarak. Yani film üretimi kolaylaştı. Ama işin diğer<br />
tarafı, yaptığınız bir film, bir sonraki filmi finanse etmiyor. Bu<br />
sadece gişeyle ilgili bir mesele değil. <strong>Film</strong>lerin gişe dışındaki gelir<br />
kaynakları da yetersiz. <strong>Film</strong>inizi ulusal kanallara satmanızla<br />
gelebilecek gelir çok küçük oluyor ya da hiç olamıyor. Sanırım<br />
Türkiye’de bir filmin değişik mecralardaki değeri, olması gere-
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 379<br />
kenden daha düşük. Televizyon kanallarının ya da Pay TV’lerin<br />
verdiği ücretler arttığında belki bundan sonraki filmlerin önü<br />
de açılmış olacak. Ama hepimizin sorunu, çektiğimiz filmlerin<br />
sonraki filmlerimizi asla finanse etmemesi. Bu hepimizin en<br />
kalıcı problemi. Her defasında o finans meselesi, karşımızda en<br />
fazla enerjimizi ve zamanımızı alan iş olarak duruyor. Bu yapımcılık<br />
meselesi de o yüzden sürekli canımı sıkıyor; niye ben<br />
bunlarla uğraşmak zorunda kalayım ki Ama yine de, dediğim<br />
gibi, bir şey yapılması gerektiğini düşünüyorsanız, artık bunun<br />
önünde bir engel yok. O açıdan karamsar bir tablo olduğunu<br />
düşünmüyorum.<br />
İzleyici: Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Zeki Demirkubuz,<br />
Tayfun Pirselimoğlu, Yeşim Ustaoğlu ve Reha Erdem gibi,<br />
önceki kuşaktan yönetmenlerin size nasıl bir etkisi var Onlardan<br />
destek görüyor musunuz <strong>Film</strong>lerinizi onlara izletiyor<br />
musunuz Bir de, genç kuşak olarak kendi aranızda nasıl bir<br />
dayanışma var<br />
Tolga Karaçelik: Benim için Reha Erdem’in çok ayrı bir yeri<br />
vardır Türk sinemasında. Ben A Ay’ı (1989) izledikten sonra,<br />
sayfadakini sinema perdesine yansıtabilirim belki diye düşünmeye<br />
başladım. Aynı mahallede oturuyoruz, sürekli karşılaşıyoruz.<br />
<strong>Film</strong>in senaryosunu ilk anlattığım insanlardan biridir<br />
kendisi. Yorumlarıyla katkıda bulunmuştur filmime. Onun dışında<br />
irtibatta olduğum çok fazla insan yok.<br />
Bizim jenerasyonumuzdaki arkadaşlık ve paylaşım bakımından<br />
şunu söyleyebilirim: Sadece sinema alanındaki insanlarda<br />
değil, farklı çevrelerden insanlarda da aynı pozitif enerjiyi<br />
görüyorum. Ben de aynı şekilde yardıma gitmeye çalışıyorum.<br />
Gelirken Mahmut Fazıl’la (Coşkun) konuşuyordum telefonda,<br />
yeni senaryosunu gönderecek, ona bakacağım. İlksen’le (Başarır)<br />
yeni senaryosu üzerine konuşuyoruz. Bir şey yazdığımda<br />
Seren’e de göndereceğim; Gişe Memuru’nun senaryosuyla ilgili<br />
çok doğru tespitleri oldu. En önemlisi, hepimizin açık olduğunu<br />
hissediyorum. O yüzden aramızdaki etkileşimin çok büyük<br />
şans olduğunu düşünüyorum.<br />
Sedat Yılmaz: Zeki Demirkubuz, filmlerinin kurgusunu kendisi<br />
yaptığı için ve çalıştığımız yerler de birbirine çok yakın olduğundan,<br />
bir şeyleri yanlış yaptığında bana soruyor, bu vesileyle<br />
bir hukukumuz oluştu. Press’i Antalya’ya gitmeden önce<br />
gösterdim, beğendi. Hatta filmin kusurlarını daha çok beğendi.
380 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
Onun sinemasında kirli, karanlık bir şeyler vardır ya; bir şeyleri<br />
imkânsızlıklardan dolayı yapamayışımızı, filmin perdedeki o<br />
yoksul halini sevdi. Ama o kuşakla ilişkimizi düşündüğümüzde,<br />
açıkçası “<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması” ifadesi bana şu andaki durumu<br />
çok karşılamıyormuş gibi geliyor. Çünkü 90’ların ortasından,<br />
Zeki Demirkubuz’lardan, Nuri Bilge Ceylan’lardan bu<br />
yana Türkiye sinemasında çok önemli değişiklikler olmadı. Bizim<br />
filmler de onların açtığı alanda hareket eden filmler. “<strong>Yeni</strong><br />
Sinema” çok iddialı bir kavram. Sinema sanatına farklı bir bakış<br />
açısı, yeni bir eğilim, akım olması gerekir ortada; böyle bir<br />
şey yok bana kalırsa. Ama “<strong>Yeni</strong> Sinemacılar” diye bir kuşak var<br />
ve bunlar farklı farklı işler çıkartıyorlar. Zeki Demirkubuz’ların<br />
kuşağının ilk filmleri, benim Güzel Sanatlar’da sinema okuduğum<br />
döneme denk geldi. Onların kafalarındaki filmleri çekebiliyor<br />
olmaları ve bunun Türkiye sinemasında bir damara denk<br />
geliyor olması, açıkçası bizi cesaretlendiriyor. Şu yapımcının<br />
beğeneceği, şu piyasa koşullarına uyan filmler değil, hep kendi<br />
istedikleri şeyi çektiler. Bu çok değerli ve anlamlıydı o tarihlerde<br />
benim için. Ama mesela sinemalarını çok sevsem de ben onların<br />
filmleri gibi filmler yapma isteği duymadım hiç. Yani, bazı<br />
yönetmenleri çok seversiniz ama bazı yönetmenlerin sinemasını<br />
da “ben de işte böyle bir sinema yapmak isterim” diye izlersiniz.<br />
Benim için o yönetmen Akira Kurosawa’dır; onun filmleri gibi<br />
filmler yapmak için her şeyimi veririm. Türkiye’de de, kendini<br />
muhalif tanımlayan insanların referans aldıkları kişi Yılmaz<br />
Güney’dir tabii ki. Orada da Yılmaz Güney’in varlığı size cesaret<br />
verir, yaptığı işler size cesaret verir. Orada da onun sinemasına<br />
yakın bir şey yapmaya çalışmazsınız; onun yarattığı etkinin<br />
benzerini yaratmaya çalışırsınız politik sinema anlamında.<br />
Esasında bir kuşağız da biz. Özcan Alper, Hüseyin Karabey,<br />
ben... henüz film çekmemiş olanlar da var, mesela Özkan Küçük.<br />
90’lı yıllardan beri, İstanbul’daki öğrenci hareketinden<br />
beri birbirimizi tanırız. Sonrasında hepimiz birbirimizin kısa<br />
filmlerine yardımcı olmuşuzdur, ilk uzun metrajlarında da hiçbir<br />
şey yapmasak bile, senaryoyu okuyup tartışmışızdır. Adı<br />
konmamış olsa da, ortaklıları 90’lı yıllardaki öğrenci hareketine<br />
dayanan 7-8 kişilik bir grubumuz var. Ama bu herhangi<br />
bir şekilde politik sinema akımı olarak tarif edilecek bir durum<br />
değil. ‘Akım’ dediğiniz anda, en azından sinema dili anlamında<br />
bir ortaklıktan bahsedebiliyor olmanız lazım, ki öyle bir şey yok.<br />
Sadece bir politik sinema geleneğinin potansiyelini taşıyoruz.<br />
Seren Yüce: Benim, beraber çalıştığımız için Yeşim’le (Usta-
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 381<br />
oğlu) kişisel tanışıklığım var, bana iş ve para vermiştir kendisi.<br />
Diğerleriyle kişisel bir tanışıklığım yok fakat Zeki Demirkubuz<br />
ve Nuri Bilge Ceylan’ın sinemalarından çok etkilenmiş olduğumu<br />
söyleyebilirim. Bence onlar bu halleriyle üzerlerine düşeni<br />
fazlasıyla yapıyorlar. Ben kendi adıma o kuşaktan bir destek<br />
almadım ama öyle bir şey beklemedim de zaten. Ama <strong>Yeni</strong><br />
Sinemacılar’la -prodüksiyon şirketi olan <strong>Yeni</strong> Sinemacılar’dan<br />
bahsediyorum- beraber çalıştığım için 90’ların sinema anlayışını<br />
biraz daha yakından biliyorum diyebilirim. Ama bence<br />
ihtiyaç olduğu zaman, her zaman cevap veriyorlar duruma ve<br />
yardımcı olmayı, fikirlerini paylaşmayı istiyorlar. Bence bundan<br />
daha fazla bir şey yapmaları gerekmiyor açıkçası.<br />
Kendi aramızda onlara göre biraz daha iç içe bir muhabbetimiz<br />
var. Sayımızın çok olmasından dolayı, ilişkilerimiz daha sıcak,<br />
daha yoğun, daha fazla insan birbiriyle görüşüyor, konuşuyor.<br />
Dayanışma meselesinde çok sıkıntımız olduğunu düşünmüyorum.<br />
Belma Baş: Ben de onların ilk filmlerini yapmaya başladığı 90’lı<br />
yılların tanığıyım. Sinema yapmak isteyen genç bir hayalperest<br />
olarak o süreci birebir yaşadım. Hatta “ağabeylerim yapsınlar<br />
önce, sıra bana gelince ben de yaparım” gibi bir tavrım vardı.<br />
Özellikle yöntemsel olarak onlardan çok etkilendim, yol açtıklarını<br />
düşünüyorum bize. Semih Kaplanoğlu ile daha özel bir<br />
etkileşimim var. Kendisi ilk filmimi yapmamdan çok önce, benim<br />
sinema konusunda ufkumu çok genişletmiş, bilgisini, birikimini<br />
büyük bir cömertlikle paylaşmış bir insandır. Poyraz’ın ve<br />
Zefir’in kurgu aşamasında, filmi izleyerek, dikkatle notlar alarak,<br />
tıkandığımız noktalarda ufuk açıcı, yol gösterici tavsiyelerde bulunmuştur.<br />
Ama art niyetli insanların, benim filmlerimle onunkiler<br />
arasındaki benzerliklerin özellikle altını çizmeleri benim<br />
açımdan rahatsız edici. Farklılıklara odaklanılırsa bence daha<br />
verimli sonuçlar alınabilir. Puşkin’in tüm Rus yazarlar için söylediği<br />
bir şey vardı, “hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” diye.<br />
Özellikle bu tarz sinema yapan bizlerin de çok bariz bir atası var;<br />
hepimiz Tarkovski’nin aynasından çıktık.<br />
Kendi kuşağımla da, <strong>Yeni</strong> Sinema Hareketi’nin bir mensubu<br />
olarak, etkileşim içindeyim. Bir kısmıyla eskiden beri senaryo<br />
yazma aşamasında olsun, kurgu aşamasında olsun, yardımlaşmamız,<br />
fikir alışverişimiz her zaman olmuştur.
382 <strong>Mithat</strong> <strong>Alam</strong> <strong>Film</strong> <strong>Merkezi</strong> Söyleşi ve Panel Yıllığı 2011<br />
Belma Baş kimdir<br />
1969’da Ordu’da doğdu. 1992’de İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili<br />
ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. 1991-1998 yılları arasında<br />
sinema kurumlarında uluslararası ilişkiler ve festival koordinatörü<br />
olarak çalıştı. 20 yıldır kitap ve dergi çevirmenidir.<br />
İlk kısa filmi Poyraz 2006’da Cannes <strong>Film</strong> Festivali’nde Altın<br />
Palmiye için yarıştı, yurtiçinde ve dışında pek çok ödül kazandı.<br />
<strong>Film</strong>leri<br />
Poyraz, 2006<br />
Zefir, 2010<br />
Tolga Karaçelik kimdir<br />
1981 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi’nin Hukuk<br />
Fakültesi’ni bitirdi, New York’ta sinema eğitimi aldı. Yazıp<br />
yönettiği altı kısa filmin ardından, ilk uzun metrajı Gişe<br />
Memuru’yla Altın Portakal <strong>Film</strong> Festivali’nde ‘En İyi İlk <strong>Film</strong>’<br />
ödülünü aldı.<br />
<strong>Film</strong>leri<br />
Kaşık Adam (kısa film), 2004<br />
Us’lu Durmak, (kısa film), 2006<br />
Rapunzel (kısa film), 2009<br />
Gişe Memuru, 2010
<strong>Yeni</strong> Türkiye Sineması Paneli 383<br />
Sedat Yılmaz kimdir<br />
1972’doğdu. ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde bir süre<br />
okuduktan sonra, 1996 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar<br />
Fakültesi Sinema-TV bölümüne girdi. 2003’te kurduğu<br />
Karıncalar Prodüksiyon’da çok sayıda tanıtım filmi, eğitim filmi,<br />
ticari belgesel ve video klip çekti.<br />
<strong>Film</strong>leri<br />
Yetmişinci Gün (kısa film), 2000<br />
Kelepçe (belgesel), 2002<br />
Press, 2010<br />
Seren Yüce kimdir<br />
1975’te İstanbul’da doğdu. Bilkent Üniversitesi Arkeoloji<br />
Bölümü’nden mezun oldu. 1999-2005 yılları arasında televizyon<br />
dizilerinde yönetmen yardımcılığı yaptı. Özer Kızıltan’ın<br />
Takva, Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında, Yeşim Ustaoğlu’nun<br />
Pandora’nın Kutusu filmlerinde birinci asistan olarak görev<br />
yaptı. İlk filmi Çoğunluk, dünya prömiyerini Venedik <strong>Film</strong><br />
Festivali’nde yaptı.<br />
<strong>Film</strong>leri<br />
Çoğunluk, 2010