24.08.2015 Views

Kontrast

Fotograf Dergisi - afsad

Fotograf Dergisi - afsad

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

)<strong>Kontrast</strong>Temmuz - Agustos30Fotograf Dergisiana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.


1BizdenBiri Orhan KöseİMece Özgen Özgenalİlker Maga2Kapak Fotoğrafı:Atila Köksalİçindekiler36Kısa Metraj Sinemada Yaratıcı GüçEda ÇalışkanUsta İşi Roger FentonSibel Acar4Konuk Yazar Kamusal Alanda Yalnız Bırakılan BireyTahir ÜnAFSADAnkara Fotoğraf Sanatçıları DerneğiAdına SahibiMustafa ERTEKİNYayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)Koray OLŞENYayın EkibiAysel AltunDora GÜNELNejla Can GülerAyşe SarayRedaksiyonAyşe SarayGrafik DüzenlemeAyşe SaraySöyleşi Nejla Osseiran<strong>Kontrast</strong>8Yönetim Yeri (Dergi İletişim)AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21Kavaklıdere – AnkaraTel: 0312 4172115Faks: 0312 4172116GSM: 0533 738820813f/64 Fotoğrafın Ayakları - Bir de BaşlarÖzcan Yurdalanwww.kontrastdergi.comwww.afsad.org.trkontrast@afsad.org.trİki ayda bir yayımlanır.AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.Dosya Konusu Görsel AlgıZafer Gençaydın, AhmetTelli, M. M. Gökhan Yerlikaya,Ali İhsan Ökten, Oğuz Aktan14BaskıMattek Matbaacılık BasımYayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - AnkaraTel: 0312 433 2310Basım Tarihi: Mayıs 2012Yayın Türü: Bölgesel SüreliISSN: 1304-113437Fotoğraf Üzerine Serpil Yıldız41Kitaplık Camera Lucida - FotoğrafÜzerine DüşüncelerAysel AltunHer hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon,vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmaküzere, kullanım hakları AFSAD (AnkaraFotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veyaeser sahiplerine aittir. İzin almaksızın,hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun,materyalin tamamının ya da bir bölümününkullanılması yasaktır.Dergide yer alan yazıların sorumluluğuyazarlarına aittir.


Bizden Biri Orhan Köse1Her insan bir, bazen de bir çok hikâye eder… Yalnız insan değil; her canlı, her zerre birhikâye bırakır geçtiği yollara. Hikâyeyi tanımak güzeldir; objektifinden bakarken, tuvalineaktarırken, ezgilerini savururken ve hikâyeler birbirlerine yakınlaştırdıkça, dünya, insanlığınyurdu olmaya başlar.Orhan KÖSE 1961 yılında Ankara’da doğdu. Uzun yıllar kimya teknisyeni olarak çalıştı.Halen yağlıboya resim ve fotoğrafla uğraşıyor. Çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürüyor.AFSAD ve GESAM üyesi.E-posta adresi: orhankose@gmail.com.


Özgen ÖzgenalİMece İlker Maga2Ülkenin bereketli topraklarında, yaşadığı bölgeninbütün olumlu özelliklerini üzerinde toplayangüzel bir insan yaşardı. Sessizdi. Her an herinsanla zorlanmadan ilişki kurmaya hazır birifadenin hâkim olduğu aydınlık bir yüze sahipti.Öfkenin ve şiddetin hiçbir zaman izine rastlanamayacağıbu yüz çok gülmezdi, bunun yerinegözlerinde, sahiplenen bir gülümseme vardı.Orta boylu, esmer, kara gözlü bu insanın birtoplantı sırasında varlığını hemen hissetmekkolay olmazdı. Yokluğu ise hemen fark edilirdi.Onunla olmak, kısa bir sohbet etmek, yolda onatesadüfen rastlamak insana iyi gelirdi. Onu görmedenbir günü geçirmeyi eksiklik sayan arkadaşlarınınsayısı az değildi. Dostlarına her daimzamanı vardı. İki sahibinden biri olduğu fotograflaboratuvarının en yoğun günlerinde bile dostlarınazaman ayırırdı. Dostlarından gelenler enbaşta, kendisinden istenen yardımların hiçbirinigeri çevirmez, “hayır” diyemezdi. Birisi sergi miaçacak ya da bir karma sergi mi hazırlanacak,bütün işleri üzerine alır ve bunları en mükemmelşekilde yerine getirirdi. Aynı karma sergidekendisine ait fotografların insanı şaşırtacak kalitedekibaskılarını ne zaman yaptığını ise kimsebilemezdi. Cömert değil, çok cömertti.Fotograf konusunda çok geniş bir birikimi vardı.Fotograf tarihi, fotograf baskı teknikleri, enaktüel teknik gelişmeler, fotograf dünyasınınöne çıkan yeni isimleri ve buraya uyan onlarcakonuyu onunla konuşmak mümkündü. İletişimaraçlarının sınırlı olduğu 80’li yıllarda fotograflailgili gelişmeleri bu kadar yakından takipedebilmesi insanı şaşırtırdı. Dünyanın öndegelen hemen hemen bütün fotograf dergilerineaboneydi. En seçkin fotograf galerilerinde ve enönemli koleksiyonlarda sergilenebilecek ve yeralabilecek renkli ve siyah beyaz baskılar yapabilirdi.Yaratıcılığı da en az fotografın mühendisliktarafı kadar güçlüydü. Portre, mimari, doğa,klasik röportaj gibi geniş bir alanda çalışabilirdi.Daha sonraki yıllarda arkadaşlarıyla birliktekurduğu fotograf tanıtım firmasında yaratıcılığınınne kadar geniş bir alanda gezindiğiniçarpıcı örneklerle gösterebilmişti. Aynı firmanıntanıtım broşürleri ve yeni yıl kutlama kartları bilebu insanın fotograf yaratıcılığını gösteren iyiörnekleriydi.Onsuz, en küçük bir sohbet toplantısı bile eksiksayılırdı. Kurulduğundan beri üye olduğu veyöneticilik yaptığı fotograf derneğinin fotografgezilerinin istisnasız katılımcısıydı. Bu gezilerinbirinde, 19 Kasım 1995 günü, kendisi dahil fotografaşığı 13 değerli insanın ölümüyle sonuçlanantrafik kazasında kaybettik onu.Özgen Özgenal, fotograf birikimi, mühendisliğive fotograf yaratıcılığı açısından yaşadığı şehri,bölgeyi ve ülkeyi aşan önemli bir fotograf uzmanı,önemli bir fotografçıydı, arkasında küçümsenemeyecekbir fotograf arşivi bıraktı.Özgen Özgenal hakkında şimdiye kadar birkitap, geniş bir yazı çıkmadı, fotograflarındanoluşan bir sergi açılmadı. Yani, insanlığıntecrübe hanesine kazandırılıp kalıcı bir değeredönüştürülemedi.Bir kültürel ya da toplumsal olay nedeniyle ülkeeleştirilirken “ya efendim Batı’da böyle mi” diyedevam eden cümleler genellikle sinir bozucu vebayağıdır. Ancak, Batı ile ülke, “değer yaratma”açısından karşılaştırılabilir. Aradaki temelayrımlardan biri, bence değer yaratmadır. Batı,diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, nüfusunaoranla çok sayıda değer yaratıp, bunu insanlığınkültür hazinesine kazandırmayı başarırken,ülkemiz, kişilerin fedakarlıklarıyla yarattığıdeğerleri fark edip ondan yararlanmayı bilmek,değer yaratmak bir yana, değer yeme makinesigibi çalışmaktadır.Özgen Özgenal’ın kendi çabalarıyla yarattığıdeğer, güvenilmez olduğu yeniden ve hepyeniden ispatlanan toplumsal hafızaya teslimedilemez.Tecrübe biriktiremediği için çabuk unutan birtoplumun içindeyiz. Tecrübe biriktirmek, öncedeğer tespitiyle başlıyor. Değer ise hangiaçıdan bakılırsa bakılsın, bir ölçü sorunudur.Toplumsal ölçü, kulağa çok klasik gelse bile,tekrarlamakta hiçbir sakınca yok; Doğu Batıayrımı yapılmadan ülkenin her tarafına yayılmışve günlük hayatın parçası olmuş temel kültürünbir türevidir.


Sinemada Yaratıcı GüçYaratıcılık deyince aklımıza hemen sınırlarınaşılması mı geliyor? Kimsenin yapmadığı,denemediği şekilde üretilmiş işlermi anlıyoruz bu tanımdan? Belki ezberlerinbozulması, sınırların zorlanması, belki dedaha önce hiç olmadığı kadar özgün…Yaratma güdüsü, aslında insanı varoluşundanberi peşisıra takip eden bir dürtü.Önce taş devri insanı ateşi bulur, ardındanM.Ö. 3200‘lerde tekerlek, Sümerlerin yazıyıbulması, M.S. 1698 ilk buharlı makine, Gutenbergtarafından matbaanın bulunmasıve derken M.S. 1800’lü yıllarda fotoğrafınve sinemanın insanoğluyla buluşması. Tümbunlar aslında insanoğlunun yaratmayaolan merakının birer ürünü değil mi? Dahaiyiyi, daha yeniyi, hiç yapılmamış ve bulunmamışıbulma üzerine çalışmalarının birersonucu…Hayaller ülkesi “sinema”ya hoş geldiniz…Yoktan var edebilme, var olmayanı hayaledebilme, hayallerimizi perdeye aktarabilmesanatı sinemada, yaratıcılığın sınırlarınerde acaba? Ya da sınırları var mı?Sinemanın büyülü dünyası elbette ki yaratıcılığınyaygın kullanılabileceği bir altyapıoluşturmakta. Godard, Truffaut, Hitchcock,Tarantino, David Lynch, Woody Allen, KimKi-Duk gibi, filmlerinin her işini üstlenen(yazan, yöneten, yapan, kurgulayan) “auteur”yönetmenlerin kendilerini aşma süreçlerinebaktığımız zaman, hep bir yeniliğideneme yolunda ilerlediklerine şahit oluyoruz.Örneğin, Rope (1948; Ölüm Kararı)Hitchcock’un ileri düzeyde giriştiği birteknik denemesi olarak adlandırılabilir. Birapartman dairesinde geçen ve bazılarınınsüresi 10 dakikaya varan toplam 11 çekimdenoluşan film, çekimler arasındaki ustacageçişlerle, kesintisiz tek bir çekimdenoluşur. Çekildiği döneme bakarak değerlendirdiğimizde,oldukça cesur ve yaratıcıbir girişimdir bu film. Yine, “Serseri Aşıklar(À bout de souffle)”, 1960 yapımı Jean-LucGodard filmi başlı başına yeni dalga akımınıbaşlatabilecek nitelikte olmasıyla, öncüniteliği taşıyan yapıtlardandır.Sinema filmlerindeki tiraj kaygısı, kimi zamanizleyiciye yönelik film yapmaya zorlamıştıryönetmenleri. Ancak biz biliyoruz kitarih boyunca sinema akımlarının hepsininortaya çıkışı ve gelişimi, zorlanan sınırlardangeçmiştir. En önemlisi de aslındahiçbiri bir öncekini tamamen reddederek,yeniden keşifler yapmaya yönelik değil,eklemeler yaparak yer bulmaya çalışmışlardır.Günümüz sinemasına gelene kadarkatedilen uzun yolda binlerce yenilikdenenmiş, görüntü ve ses kullanımındayaratma dürtüsü sinemacıları hep zorlamıştır.Deneysel sinema, sınırların zorlanmasınıen derin şekliyle ortaya koyan türolmuştur şüphesiz. Sınır, kural tanımaz,estetik görüşleri zorlayan, ele avuca sığmayanasi tavrıyla deneysel filmler, tarihboyunca her aşamada kendini göstermiştir.Deneysel film; sinema tarihçilerinin çoğutarafından sinemada o ana kadar kullanılmamışkonuları, ilginç ve değişik tekniklerleele alarak yapılan ve sinema sanatçılarınayeni ufuklar açmayı hedefleyen film türüolarak tanımlanmaktadır. Entr’acte (ReneClair, 1924), Çapraz Senfoni (Viking Eggeling,1924), Endülüs Köpeği (Luis Bunuel,1929), Usher’ların Evinin Çöküşü (JamesSibley Watson ve Melville Weber, 1928),Öğle Sonrasının Ağları (Maya Deren,1943), Komşular (Norman McLaren, 1952)(Kısa film Oscar’ı alan tek deneysel film),Film (Bruce Connor, 1958), Dog Star Man(Stan Brakhage, 1961-1964), ScorpioRising (Kenneth Anger, 1963), Uyku (AndyWarhol, 1963) sinema tarihinde ön planaçıkmış deneysel çalışmalardır.Sinemada yaratıcılık söz konusu olduğunda,şüphesiz gelişen teknoloji büyük ölçüdeönem taşımaktadır ve etkisi azımsanamayacakseviyelerdedir. 1980 sonrasındamümkün olmaya başlayıp, 1990‘lardayaygınlaşan, görüntü kayıtlarının sayısalolarak yapılabilmesi ve bilgisayar ortamınaaktarılabildiği, kurguların sayısal ortamlardayapılmaya başlandığı yıllardan itibaren,sinema filmlerinin yaratıcı güçlerine adetasihirli bir değnek dokundu. Eskiden saatleralabilen bazı işlemlerin, artık dakikalarve hatta bazen saniyeler içinde yapılabilirolması yönetmenleri işleri üzerine dahada yoğunlaşmaya itmiştir. İnsan gücündenyapılan tasarruf, daha yaratıcı işler olarakgeri dönüşüm sağlamıştır. Filmlerin kurgularınıyapmak için kullanılan bilgisayarprogramlarında, bugün, yoktan var edebilmegücüne sahibiz.Bundan sonrası yalnızca hayal gücümüzekaldıysa sizleri hayaller ülkesi “sinema”yadavet etmekte haksız mıyım?Bol ışıklı, sinemayla dolu günlere…Kaynakça:Sabri Kaliç, Hil Yayın, 1992. Deneysel SinemanınKısa TarihiKısa Metraj Eda Çalışkan3AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Roger FentonUsta İşi Sibel Acar4General Pierre Bosquet emir veriyor, Kırım Savaşı, 1855Roger Fenton (1819-1869), sadece onbir yılsüren fotoğraf hayatında erken dönem İngilizfotoğrafıyla özdeşleşmiş bir isimdir. Profesyonelolarak fotoğraf üretmeye başlamadan önce,Londra’da hukuk eğitimi, ardından da Paris’tePaul Delaroche stüdyosunda resim eğitimialır. 1842- 1851 yıllarında aktif olarak resim ileilgilenir. Fotoğraf üretmeye ne zaman başladığıtam olarak bilinmese de, ilk tarih atılmış çalışmaları1852’yi göstermektedir. O yıl mühendisarkadaşı Charles Vignoles’in Dinyaper Nehriüzerinde tamamlamak üzere olduğu asmaköprüyü fotoğraflamak üzere Rusya’ya gider.Kiev ve Moskova’da mumlanmış kâğıt negatiftekniğini kullanarak fotoğraflar çeker. 1852sonunda Rusya’dan döndüğünde, cam levhaıslak kolodyum yöntemi ortaya çıkmıştır. Fentonbu tekniği öğrenir, bazı uyarlamalar yaparakmükemmelleştirir.1852 ile 1855 yılları arasında, aynı anda pekçok iş üzerinde çalışır. Avrupa’yı gezerek fotoğrafçeker, fotoğraf ile ilgili makaleler yazar,fotoğraf topluluğunun kurulmasına önayak olur,sergiler düzenler.1853 yazında British Museum, Fenton’a müzeninkoleksiyonunu fotoğraflama işini verir. Sanatsalolarak olmasa da teknik ve lojistik olarakzorlayıcı bir iştir. Aylarca Asur tabletleri, fosiller,iskeletler gibi ağır, kırılgan ve sıradışı objeleriçatı katında kurduğu stüdyoda fotoğraflar.Yapay ışık kullanmak gibi bir seçeneği olmadığındandoğal ışığı kontrol ederek çekim yapar.Islak kolodyum cam negatifler kullanmaktadır.İki yıl içinde 8000 adet baskı alır.1855 yılında Kırım Savaşını fotoğraflamak içinKırım’a gider. Fenton’un Kırım’a gitmesine tamolarak kimin önayak olduğu bilinmese de teklifinPrens Albert’ten gelmiş olması olasıdır. O sıralarkraliyet ailesinin de fotoğraflarını çekmesinedeniyle Prens Albert ve Kraliçe Viktorya iletanışıklığı vardır. Fenton, Prens Albert’in tavsiyemektubu cebinde, yolculuk masrafları dayayıncı Thomas Agnew tarafından karşılanarakKırım’a yollanır. Çalışma şartları çok ağırdır. Birşarap tüccarından satın alarak karanlık odayadönüştürdüğü karavanında ıslak kolodyumtekniğiyle çalışmaktadır. Koleraya yakalanır,karavanı isabet alır, karavanın içinde kullandığıkimyasalların buharından neredeyse zehirleniyordur.Yine de üç ay içinde 360 kadar negatifelde eder. Ağırlıklı olarak İngiliz ve müttefikordu komutanlarını ve ateş hattı gerisindekurulan kamplardaki günlük yaşamı fotoğraflar.Çarpışma sahnelerini ya da çarpışma sonrasıyaralıların ve ölülerin göründüğü trajik anlarıfotoğraflamaz. Çünkü bu fotoğraflar, uzayansavaş nedeniyle kamuoyunun artan rahatsızlığınıve endişesini gidermek için üretilmektedirler;ayrıca ticari bir projenin de parçasıdırlar.Fotoğrafların esas hedef kitlesi savaşa katılmışaskerlerin aileleridir. Bu izleyici kitlesi, savaşıncesetler ve yaralılarla dolu trajik gerçeğini,onurlu ve haklı bir neden uğruna savaşankahramanlar romantizmine yeğleyeceklerdir.Dolayısıyla, Fenton bazı fotoğraflarında resminkompozisyonlarını kullanır, “General Bosquetemir veriyor” fotoğrafında olduğu gibi. Bu fotoğ-Ely Katedrali, 1857


üzere, millî semboller vetoplumsal hafızada yer edenkonulara yönelik üretimyapar.Odalık, 1858rafta komutanları önemli tarihi bir anın içindegöstermeye çalışır. Fakat fotoğrafın gerçekçiliğiresim sanatının savaş fantezileriyle, abartılıjestlerle kişileri kahramanlaştırma potansiyeliyleyarışamaz. Askerleri çoğunlukla günlük hayatınfaaliyetleri içinde bezgin ve yorgun ifadeleriyleotururken, konuşurken, uzanırken gösteren bufotoğraf serisi ticari bir başarı getirmez ama tekniğive özgünlüğü takdir edilir, fotoğraf tarihindede ilk geniş kapsamlı savaş röportajı olarakyerini alır.Kırım dönüşünde 1855 ile 1860 yılları arasındaağırlıklı olarak gotik katedraller, kiliseler, şatolar,kır ve şehir manzaraları gibi yükselen milliyetçiliğinve romantizmin yarattığı talebe arz edilmekGezerek ürettiği fotoğraflarınyanısıra 1858 yılında Londra’dakistüdyosunda mizansenliportrelerden oluşan birseri üretir. Belki Kırım’a giderkenkonakladığı İstanbulhayalgücünü tetiklediğinden,belki bu tarz fotoğraflarınticari olarak daha çok talepgöreceğini düşündüğündenoryantalist sahneler ağırlıktadır.Fotoğraflardaki kostümlerve kurgular Delacroixve Ingres’in resimlerindenesinlenilmiş gibidir. Uzunyıllar resimle meşgul oluşundandolayı olmalı kiFenton’un Avrupa resim sanatının konularınave kompozisyonlarına olan hâkimiyeti farklıçalışmalarında da hissedilmektedir. Manzarafotoğraflarında tercih ettiği ışık ve kompozisyonlar,Constable ve Turner’in resimlerini hatırlatmaktadır.Ölüdoğaları sanki çağdaşı GeorgeLance’in çalışmalarına öykünmektedir. Bununlabirlikte, her ne kadar resim sanatının izindengitmiş gibi görünse de, fotoğrafçının dünyayı birressamın resimle aktarmasına koşut bir şekildeaktaramayacağının; fotoğraf makinasınıngörüşünün insan görüşünden farklı olduğunun;çok renkli bir dünyayı siyah beyaza indirgerkennasıl kompozisyonların daha etkili olacağınınayırtındadır. Büyük bir adanmışlıkla çalışarakürettiği fotoğraflardaki görsel tat ve dışavurum,çağdaşlarına fotoğrafın sadecegörsel bilgi aktaran bir araçdeğil, resim sanatına rakipsanatsal bir üretim olduğunugöstermiştir.Usta İşi Sibel Acar5Fenton, 1862’de umulmadıkbir şekilde fotoğrafı tamamenbıraktığını duyurur, bütünmalzemelerini ve negatiflerinisatarak hukuk işine döner,1869’da henüz elli yaşındahayata veda eder.Kaynakça:Goldon Baldwin, Malcolm Danielve Sarah Greenough. All theMighty World. The Photographsof Roger Fenton (New York: TheMetropolitan Museum of Art,2004)Natürmort, 1861AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Kamusal Alanda Yalnız Bırakılan BireyKonuk Yazar Tahir Ün6Amerikalı fotoğraf eleştirmeni A. D. Coleman,1990’lı yılların başlarında “Modern Photography”dergisinde yayımlanan bir makalesinde,bende önceleri hayli ütopik olduğu izlenimiyaratarak bıyık altından gülmeme neden olan,ama daima naif bir gerçekliği de canlı kılan şudüşüncelerine yer veriyordu: “21.yy’da fotoğrafçısayısı o denli artacak ki, tüm kamusalalanları ellerinde fotoğraf makinalarıyla insanlardolduracak. Avlanmaya çalışan bu fotoğrafçılarındiğerlerine verdikleri rahatsızlıktan dolayı,kamusal alanlarda fotoğraf çekimi yasaklanacak.Özel girişimlerle, belli bölgelerde fotoğrafçekim çiftlikleri oluşturulacak ve buralarda hergrup, meslek ya da sınıftan maaşlı fotomodellerçalışacak. Fotoğrafçılar da buralara ücretli safarilerdüzenleyebilecek...” İki yıl önce Lozan’dakiElysée Fotoğraf Müzesi tarafından düzenlenenmüze gecesinde fotoğraflarımla yer almıştım.Bir rastlantı olsa gerek ki, etkinliğin ismi “WeAre All Photographers of the Public Space!(Hepimiz Kamusal Alan Fotoğrafçılarıyız!)” idive Coleman’ın 20 yıl önceki makalesini anımsadığımda,o günden bugüne tasnif edildiğimendişesine kapılıvermiştim.Bilal-KameraAdam MagyarÖzellikle, 21.yy ile birlikte yaşadığımız “SayısalTeknoloji Devrimi”, sanatta da ciddi bir dönüşümolgusunu yaratmıştır. Fotoğraf, “yükseksanat” kavramının kesin olarak yıkılmasıylabirlikte, sanatın üvey çocuğu olma durumundankurtulmuştur. Sayısal teknolojiyle ortaya çıkarakgelişmeye başlayan birçok sanat türüyle ve yenimedya sanatlarıyla, besbelli ya da belirsiz amasunum biçimine kadar yansıyan bir ilişki içerisinegirmiştir.Buna karşın, kayıt cihazlarının inanılmaz ölçüdeartışıyla birlikte, fotoğraf, kendine özgü belgeselişleviyle, daha açık seçik bir bağ oluşturmuşama ne var ki, belgesel kavramı “teşhir” anlamıylakarışır olmuştur. Amerika’da yapılanaraştırmalar, bugün kişi başına çekilen fotoğrafsayısının 260 olduğunu ve bu rakamın 2015yılında 325 civarında olacağını göstermektedir.Geçtiğimiz yıl Facebook ağında yer alan fotoğrafsayısı 140 milyar olurken, Dünya’da çekilenfotoğraf sayısının ise 3,5 trilyon civarındaolduğu varsayılmaktadır. Kuşkusuz insanlarınözel ilgi alanlarının da bu ölçüde evrildiğinivarsayarak, neyin sanat olup olmadığını düşün-


meye başladığımızda, hem işin hem de sanatıniçinden çıkabilmek olanaksız gibi görünmektedir.Aslında, bu belirsiz durum tam da sistemin öngördüğügibidir. Bir yandan, sanatsal üretim içinteknolojiyi tükettirirken, öte yandan üretileninolası sanat değerini kamusal olma noktasındasıygaya çeken bir sanat endüstrisi sistemiyletüketim olgusunu döngüsel ve diri kılmaktadır.Böyle bir iktidar iradesiyle pazara sunulan şeyise, artık toplumsal olmaktan hayli uzaktır. Birbaşka deyişle, sanatın kamusal anlamdakidemokratik paylaşımı piyasa gereksinimleriyleörtüşmemektedir. Pazar boyutlarını bir an görmezdengeldiğimizde, fotoğrafa yeni yüklenen“çağdaş” kavramıyla birlikte, fotoğrafçının, “yaratıcıbelgesel” gibi öznel bakışını daha çok işiniçine kattığı bir foto-öykü şeklini verme zorunluluğunuhissettiği ve günümüzde çok değerlenenzamanını hayli ekonomik kullanma eğilimindekiizleyici kitlesinin de küçük lokmalar halinde tüketebileceği,etkili işler üretilmeye başlanmıştır.Artık fotoğrafın kendisinden çok, özü ve sunumbiçimi yeni bir estetik dil oluşturmaya başlamıştır.Bu nedenledir ki, günümüzde, çoğu zamanbelgesel fotoğrafın bile işin içine katılarak,nesnel ve öznel gerçekliğin bir arada sınandığıfotoğraf, fotoğraf-video ve fotoğraf-ses yerleştirmelerisanat ortamında çoklukla görülmeyebaşlanmış; yine fotoğrafla birlikte, ses-müzikvideonuntümünün ya da birkaçının bir aradakullanılabildiği çoklu medya sunumları, Magnumgibi saygın haber ajanslarının bile servis seçenekleriarasına girmiştir.1998 yılında, 21. yüzyıla girildiğinde dağılmaküzere, internet üzerinde yapılanmış olan R2001(Renaissance 2001) adlı bir grubun üyesiolmuştum. Bana göre, R2001 Manifestosu’nunen dikkate değer yanını şu cümle özetliyordu:“R2001 ağ oluşumu, günümüz sanat dünyasınınhiyerarşik gücüne ve önyargıya dayalı sisteminekarşı ideal, demokratik bir sığınaktır”. R2001ortak etkinliklerinde sayısal yeniden üretim çağında,sanatın metalaşmasına karşı teknolojininkullanılabilirliğini sorgulayan, birer performansWolf, Cadde Yerleştirmesi.olarak kabul edilebilecek pek çok eşsiz deneyiminiçinde bulunmuştum.Bundan 13 yıl sonra, günümüzde fotoğrafınetkileşimli ve yeni bir imge dili olarak kullanımınaörnek vermek gerekirse, hiç kuşku yokki, yeniçağın en sarsıcı performanslarından biri“Bilal-Kamera”dır. Bu, sanatçı ve New York Üniversitesiprofesörü, Irak doğumlu Wafaa Bilal’inkafatasının arkasına vidalattığı kamerayla biryıl boyunca kamusal alanda geride bıraktıklarınıöykülemek amacıyla, dakikada bir fotoğrafçekerek bu görselleri web sitesinde (http://www.3rdi.me) günce şeklinde paylaşmasına dayalıbir performans projesiydi. Bilal’in kafatasınakamera vidalatma görüntüleri de en az projeninkendisi kadar popüler oldu.Bir başka şaşırtıcı yaklaşım ise, “gözetim toplumu”olgusuna karşı, Michael Wolf (http://www.photomichaelwolf.com) ve Edgar Leciejewski(http://edgarl.de) gibi sanatçılar tarafından,Google 3B cadde görüntüleri üzerinden, yineGoogle kamerasını kullanarak yeniden üretilengörsellerin sunulmalarıydı. Sonrasında aitoldukları büyük caddelere devasa boyutlardayerleştirilen bu fotoğraflar, bir yandan gözetimaltında tutulan topluma eleştirel bir yaklaşım getirirken,diğer yandan da yeni moda bir belgeseltavrın örnekleri olarak tanımlanabilirler.Macar sanatçı Adam Magyar (http://www.magyaradam.com)da kamusal alan üzerine kafa yoranbir diğer fotoğrafçıdır. Son dönem çalışmalarıolan “Stainless”, daima aynı açıdan çekilmişraylı toplu ulaşım araçlarını içerir. Bu görsellerinweb sitesindeki etkileşimli sunumu ise, dikizcitopluma taş çıkartacak şekilde, araçlarda yolculukyapanların büyüteçle incelenmesine dayanırve izleyenin bir röntgenci hazzını deneyimlemesineolanak tanır. Magyar’ın bu çalışmasına aitvideo işi de hayli etkileyicidir.Bugün çevresel kaynaklara, etnik kimliklere veulus yapılara ilişkin pek çok mikro ölçekli sorunlabirlikte küreselleşmeolgusundan yola çıkaraktek tip dünya düzeninedoğru gidilirken, birertüketim hedefi olarakgörülen ve hızla tüketimnesnesine dönüşmekteolan bireyin yalnızlığı olağanüstüboyutlara doğruyol almaktadır. Oysa, buyalnızlık, imgeler dünyasınınakıllıca yönetimisayesinde yeterincehissedilememektedir.Sanatçı ise, tüm bu yönetilenimgeler sarmalınıyerlerine koyacağı doğruimgelerle kırabilecek,sonsuz olasılıklara sahipbir Don Kişot’tur.Konuk Yazar Ahmet Gökhan DemirerKonuk Yazar Tahir Ün7http://www.tahirun.nettahirun@gmail.comAFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Nejla OsseiranSöyleşi <strong>Kontrast</strong>8Boğaziçi Üniversitesi ve Özel Getronagan ErmeniLisesi’nde İngilizce öğretmenliği yapan Nejla Osseiran,fotoğrafla çok yakından ilgileniyor. Daha çokbelgesel çalışan Osseiran, sosyal konulara ağırlıkveriyor. Osseiran, İstanbul, çalışan çocuklar, Sulukulekonularında foto-belgesel çalışmaları yaptı. Dörtyaşında ‘gelin’ olan ve sonra yetimhaneye verilenAfgan kızı Gulsoma’ya Türkiye’den, önce sevgi dolumektuplar ve sonrasında da küçük paketler yollamakampanyası başlatan Osseiran, sosyal konularıgündeme getirerek, kısa metrajlı belgesel filmleryapıyor.Öğretmenlik yaptığınızı biliyoruz. Bize kısaca kendinizdenbahseder misiniz? Fotoğrafa ve fotoğrafçılığanasıl başladınız? Fotoğrafa başladıktan sonra,herhangi bir eğitim aldınız mı?Evet, benim asıl mesleğim öğretmenlik. İngilizcehocasıyım. ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeöğretim görevlisi olarak çalıştım. Ayrıca dokuz yıl,Özel Getronagan Ermeni Lisesi’nde de yarızamanlıhocalık yaptım.Fotoğraf üniversite zamanlarından beri sevdiğimbir uğraştı. Başta karanlık oda beni büyülemişti veonun üzerine fotoğrafla ilgilenmeye başlamıştım. Ozamanlar yanımda fotoğraf makinesiyle geziyordum.Çok severek yaptığım bir şeydi; eşimin dostumun,sokaktaki insanın fotoğraflarını çekiyordum, dünyayıbaşka bir açıdan keşfediyordum ve çok eğleniyordumama ne kursa gittim, ne bir derneğe üye oldum.Tamamen alaylı bir şekilde yetiştim yani. Çok hoşumagittiği için, bu konuda bol kitap okudum, arkadaşlarımdan,dostlarımdan çok yardım ve destek aldım.Sanıyorum sosyal sorumluluk projelerinde çalışıyorsunuz.Sosyal içerikli konularda çalışmak nasıl birduygu ve neden bu alan?Aslında fotoğrafla ciddi bir şey yapabileceğimin 12sene evvel farkına vardım. Bu da fotoğraf çekmeyebaşladıktan neredeyse 15 sene sonra. Şöyle oldu:Bir gün İstanbul’un Nispetiye Caddesi’nde yürürken,yerde yatan tartıcı bir çocuk vardı. Öylece, yorulmuşbir halde uyuyakalmıştı. Tartıyı da yastık yapmışkendine, parmak emerek yatıyordu. Ben onu gördümve kendimi çok çok kötü hissettim. Sokağın ortasındaçocuk para kazanmak amaçlı, yorgun argın...Sonuçta o bir bebek yani. Yanımda fotoğraf makinesivardı. Makineyi otomatik çıkardım ve çocuğunfotoğraflarını çekmeye başladım. Normalde insanlarıhabersiz çekmeyi sevmiyorum ama uyandırmakistemedim. O haliyle çekmek istedim. İçimde öfkeylekarışık bir isyan duygusu vardı. Bir yandan ağlıyor,bir yandan çekiyordum. Neden çektiğimi bile bilmedençektim o fotoğrafları.Sonra bu çocuk için ne yapabilirim diye kendime sorduğumzaman; bunu gösterebilirim dedim. Evet, yaniçoğu zaman insan kendini çaresiz hissedebiliyorama benim gücüm de fotoğraf makinasıdır diye düşündüm.Yani belki siz geçerken o çocuk yoktu amaben geçerken vardı ve işte bunu belgeledim. Ondansonra ‘Çalışan Çocuklar’ üzerine çalışmaya başladım.Ankara, İstanbul ve İzmir’de çekimler yaptım.Daha sonra Sulukule’de çekimler yaptıktan sonra‘Kentsel Dönüşüm’ konusu ile de çok yakındanilgilendim ve hâlâ devam ediyorum. Şimdi bir de kısabelgeseller yapmaya başladım bu konuda. Kısacaaktivist bir fotoğrafçı veya belgeselciyim denilebilir.Peki, bu fotoğrafları çekerken “estetik” kaygı yaşıyormusunuz? Fotoğraflarınızda estetiğin yeri nedir?Estetik ne demek tam bilmiyorum aslında! Beni çokda ilgilendirmiyor doğrusunu isterseniz. ‘Estetik’açıdan mükemmel bir fotoğrafın içi çok boş olabilir.Bana fenalık verir o tür mesela, kimse kusura bakmasın.Genellikle beni duygusal anlamda heyecanlandırankareler çekiyorum. Ve en önemlisi içimdengeldiği gibi. Ruhumu katıyorum fotoğrafa yani.Doğrusu yanlışı yoktur bir karenin, sadece üzerimizdebıraktığı etki ve söylemek istediği şey önemlidir.Ve bunun da binbir yolu vardır.


Söyleşi <strong>Kontrast</strong>Sizin için fotoğrafı önemli kılan nedir?Gerçek dediğimiz olgudan bir kesit verebilmesi enbüyük üstünlüğüdür. Bence fotoğrafın etkisi, duygusundanbeslenir. Fotoğraf insanların kalbine ve vicdanınaen kısa yoldan ulaşmayı başarabilen bir araçtır.Bir kanıt diyebiliriz mesela. Benim için en önemliyönü bu. Empati kurabilmemiz için de önemlidir.Düşünsenize; birinin gözünden bir şeyi görebiliyorsunuz.Bu da o kişinin yerinde olabilmenizi sağlıyor.Onun ruhu size geçebiliyor. Bu da ne zamana, nemekâna, ne kültüre bağlı bir şey. Tamamen herşeyden bağımsız bir deneyim veriyorbize. Müzik gibi. Özgür ve evrensel.Bazı fotoğraflar çok ‘güzel’ olmasınarağmen bizde bir duygu uyandırmaz.Çünkü onu çeken kişinin gerçek ‘gözü’değildir o. Başkasının beğenebileceğinidüşündüğü bir açıdır. Ben de bazenbu tuzağa düşerim. Sonra baktığımdaanlıyorum bunu. Bu ‘benim gözüm’değil diyorum.Fotoğrafa yeni başlayanlara da hepbunu derim: “Hep kendiniz olun, nasıliçinizden geliyorsa öyle çekin. Doğrusuvarsa bu işin, o da budur!”“Canım Sulukule...”, “Gulsoma’yasevgilerle (Afganistan)” gibi, sosyaliçerikli konularda kısa film yönetmenliğinizvar. Bize kısaca bu çalışmalarınızdan bahsedermisiniz?2007’de gazeteci bir arkadaşım Macaristan’daydı,orada bir Roman Hakları Merkezi’nde çalışıyorduve ben de onu ziyarete gitmiştim o yaz. Benden,Sulukule’ye gidip fotoğraf çekmemi istedi. Bir makaledeyayınlamak istiyordu. Ben de gittim, bir sürüfotoğraf çektim. Göndermede biraz geciktim, amaneyse sonra götürdüm. Ve bir şeyi fark ettim; onlariçin fotoğrafın ne kadar önemli olduğunu.9AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Söyleşi <strong>Kontrast</strong>10Oranın yıkılacağı ve yok olacağı artık çok belliydiayrıca. Ve ben de bunun belgelenmesi gerekiyordiye düşündüm. Çünkü orada çok zengin bir yaşamvar. Bir kültür var. Bu insanlar buradan zorla tahliyeedileceklerdi ve ben bunu belgeleyerek bir çeşit aktivizmyapmış olurum diye düşündüm. Aynı çalışançocuklar için yapabileceğim gibi onların fotoğraflarınıçekebilirim. Hem onlara veririm hem bir belgekalmış olur. Ne kadar önemli olduğunu şimdi anlıyorumaslında. Başka mahallerde bazen karşılaşıyorumSulukulelilerle. Hâlâ fotoğrafları sakladıklarınısöylüyorlar. Bu benim içimde çok güzel bir duyguyaratıyor. Anlatamam size. İyi ki yapmışım bunu.İyi ki bu kadar zahmete ve sıkıntıya katlanmışımdiyorum kendi kendime.Ben aslında bir kitap ve sergi yapmak istiyordumve bunun için ses kayıdı da yapıyordum. Kitaptave sergide kullanırım diye. İnsanlara yıkım konusundakiduygularını soruyordum veya oradantaşınmak zorunda olmaya dair düşüncelerini. Sonrabunlardan sponsor için bir derleme yapmaya kararverdim. İmre Azem’den rica ettim çünkü, teknikolarak bunun nasıl yapılacağını bilmiyordum. Kabasınaberaber karar verdik ve kendisi fotoğraflarlaGülsüm Abla’nın konuşmalarını kurguladı. O kadaretkili ve güzel bir şey oldu ki anlatamam. 2.5 yıl gibibir süreç, on dakikada bu kadar etkili anlatılabilir.Sesin kattığı boyut olağanüstüydü. Bir çok festivaldegösterildi ama daha önemlisi internette var(http://vimeo.com/19842109), dolayısıyla herkesinseyredebileceği bir yerde var.


Söyleşi <strong>Kontrast</strong>‘Gulsoma’ya Sevgilerle’ filmi hep hayalini kurduğumbir filmdi. Benim çalıştığım lisedeki çocuklarlaAfganistan’da bir yetimhanede kalan Gulsoma’yave onun arkadaşlarına yaptığımız bir yardım kampanyasıydı.(http://vimeo.com/28476901). Özellikleöğretmenlere ve öğrencilere bir ilham kaynağı olsunistedim. Sevgi vermenin veya empati göstermenin okadar zor bir şey olmadığını, her zaman her yerdeyapılabilecek bir şeyin olabileceğini göstermek istemiştim.Ama fotoğraftan gelme bir sinemacı olmanın avantajlarıçoktur tabii.“Çalışan çocuklar” konusunda da çalışmalarınız var.Neden çalışan çocuklar?Başta söz etmiştim zaten. Bu, bir çeşit isyandır. Yaniburada bir insan hakları ihlali var ve sizin elinizde birkayıt cihazı veya bir fotoğraf makinası var. İşte sizingücünüz burada!11Sulukule’yle ilgili filmi yapınca, bunun imkânsız birşey olmadığını gördüm ve bu konuda yönetmenMustafa Kenan Aybastı’dan yardım istedim. Çokzor bir deneyimdi benim için. Ama ağlaya zırlayada olsa çok şey öğrendim. Kenan Hocam sağ olsuninanılmaz bir sabır gösterdi ve çok destek oldu bana.Onun sayesinde bu aleme girdim denilebilir. Fotoğrafile sinema, görsel olarak birbirinin devamı gibi görünsede, tamamen farklı alanlar aslında. En basiti, birindezaman durur, öbüründe akar gider. Milyonlarcakareden bir dakika yaparsınız, ötekinde ise, bir karehikayeyi tümüyle anlatabilir mesela.Kısa film veya sinema birçok fotoğrafçının yöneldiğibir alan. Sizce neden? Bir sonraki aşama ne olabilir?Bu konuda fazla bir bilgim yok. Çok sayıda olduğunuda sanmıyorum. Çünkü fotoğrafçılık çok bireysel bireylemdir. Halbuki film ekip işidir. Yani başkalarınabağımlısınız. Bu yüzden, bireysel çalışmaya alışmışolanlar çok zorlanabilir. Başta benim için de zordubaşkalarının zamanına göre hareket etmek mesela.Kolay bir şey değildi, çünkü bazen bakanlıktangeldiğinizi sanıyorlar ve korkup fotoğraf çekmenizeizin vermiyorlar. Özellikle, sanayi bölgelerinde. Birkeresinde, patron beni fark etti ve küfür kıyamet makinedenfilmimi (bir zamanlar film diye bir şey vardı)çıkarmamı istedi. Üstüme yürüdü ve ben çok korktum,bana saldıracak diye. En sonunda, öğretmenkimliğimi gösterip öyle ikna edebildim adamı. Çocuklarıkaçak ve sigortasız çalıştırıyor tabii. Çok iğrençbir adamdı. Kimbilir oradaki çocuklara nasıl davranıyordu.Böyle yani, kolay olmadı. Tanıdık vasıtasıylagitmek daha sağlam bu açıdan. Sonra öyle yapmayabaşladım. Genellikle öğrencilerim veya arkadaşlarımyardımcı oluyorlardı bu konuda. BM KalkınmaProgramının Ankara bürosundan da bilgiler aldım.Farklı kentlerde çekimler yaptım. Ankara, İstanbul veİzmir gibi. Bazı yerlerde çocuklar yok artık mesela.Bu konuda kanunlar katılaştı sanırım. Ama kaçakçalıştıranlar var hâlâ diye duyuyorum.Neyse, Bilge Karasu’nun bir yazısında bir zamanlarBursa’da, sanırım 80’lerde, fırınlarda yakılan binlerceAFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Kısa Söyleşi Metraj <strong>Kontrast</strong> Bora Çekiç12köpekle ilgili bir yazısı var: “Cinayetin Azı Çoğu” diye.Onun sonunda şöyle diyor yanlış hatırlamıyorsam:“Fırın da silah, kalem de silah”. Yani siz dozerle birevi yıktıysanız, ben de belgeledim bunu işte. Ya dabir çocuk çalışmak zorunda bırakılıyorsa, ben debunu görüyorsam ve karşı gelmek istiyorsam bunubelgeleyebilirim. O güce karşı sizin de gücünüz varyani. Bunu kalemle yapın, fotoğraf makinesiyle yapın...Bir şeyi belgelemek veya hakkında konuşmak,yazmak, bunu yapabiliyorsanız siz de bir karşı güçoluşturabiliyorsunuz demek.. Bu inanılmaz bir şeyaslında.Hayata bakışımız fotoğraflarımıza yansır. Siz hayatanasıl bakıyorsunuz? Fotoğraf çalışmalarınızda, konubelirlerken nelere dikkat ediyorsunuz? Nasıl başlıyorsunuzyeni bir projeye?Demin de söz ettiğim gibi bunu bir güç olarak görüyorum.Bir çeşit tanık olarak görüyorum kendimi.Çoğu insanın bilmediği yerlere gidiyorum, insanlarlatanışıyorum ve belki onlara fotoğraflarımlakatkıda bulunuyorum. Şöyle düşünüyorum: Bir şeyetanıklık ediyorsanız, onun sorumluluğunu da taşımalısınız.Mesela gittiğiniz yerde, bir kadının çocuğuiçin ilâç parasına ihtiyacı varsa, orada “ah vah” diyemezsinizyani, varsa sizin cebinizde o kadar paraçıkarıp vermelisiniz diye düşünüyorum. Buna karşıgelen olabilir, işte profesyonel fotoğrafçılar, işte “bizobjektifiz, şöyle böyle” olabilir. Beni ilgilendirmiyor.Ama ben bu kadar robot olamam. Hatta tam tersi,olmamak daha iyi bir fotoğrafçı olmanıza bile nedenolabilir. Zannediyor ki “duygusallaşırsam, hani işiminkalitesi düşer”. Çok aptalca ve katı bir yaklaşım bu.Hatta bence tam tersi, çünkü insanlar sizi severse vesizin onlara yardım etmek istediğinizi anlarlarsa, sizedaha güzel suretlerini veriyorlar, ve bunu büyük birsevgiyle veriyorlar. Çok tatlı bakıyorlar sizin objektifinizeçünkü sizi seviyorlar, güveniyorlar. O zamansiz de çok iyi bir fotoğraf çekebiliyorsunuz. Bu kadarbasit aslında.Proje çalışmalarınız, gelecekteki projeleriniz ya dahayallerinizden bahseder misiniz?Kentsel dönüşüm konusunda çalışmalara devam ediyorum.Zorla tahliyeler ve yerinden etmeler devamediyor maalesef. Bu konuda insanların bilgisi az, buyüzden ben de devam edeceğim. Sanırım bu konudabirkaç film daha yapacağım. Ayrıca, kimliklerle ilgilide bir belgesel film var kafamda. Çok karışık ve çokboyutlu bir konu, onu nasıl derler toplarım, bilmiyorum;ama deneyeceğim.Daha çok şey var öğrenmem, üretmem ve karşı gelmemgereken. Bu yüzden çok iyimserim.http://www.nejlaosseiran.comnosseiran@gmail.commail@nejlaosseiran.com


Fotoğrafın Ayakları - Bir de BaşlarFotoğraf merakının giderek arttığı konusunda hemfikirizsanırım. Sınır tanımayan sermaye ve ticaretcanlandıkça fotoğraf pazarı da büyüyor. Bu pazarınözneleri olan fotoğraf meraklıları, sadece teknikekipman üreten firmaların değil, fotoğrafla ilişkili hertürlü hizmeti üreten kuruluşların ilgi alanına giriyor.Hizmet dediğimiz şey, özel fotoğraf kuruluşları, sanatkurumlarının içinde var olan fotoğraf grupları, hattaşirketlerin fotoğraf kulüplerine kadar geniş bir alandaüretiliyor. İstanbul’da fotoğraf derneklerinin sayısımalum, hatta fotoğraf alanında hizmet veren özelkurumlar da sayılabilir ama kulüp, grup vs. şeklindeörgütlenerek, bu alana katılan yapıların sayısınıbilmek neredeyse imkânsız.Kaba bir hesapla, İstanbul’da her ay binlerce kişinintemel fotoğrafçılık kurslarına katıldığı tahmin ediliyor.Ankara’da sayı o kadar büyük olmasa bile, fotoğrafçılıköğrenmek isteyen çok kişi olduğunu biliyoruz.Anadolu’nun büyük kentlerinde yükselen talebi yerindegözleyenlerden biriyim. Bazı belediyelerin fotoğrafkursları açılmasına ön ayak olduğunu biliyorum.Sosyal ilişkiler ve imkânlar bakımından Ankara’yagöre bir hayli “liberal” diye tanımlayabileceğimizİstanbul’daki fotoğraf talebinin yarattığı hareketlilikve hizmetteki çeşitlilik, Anadolu’nun bağrındakiBaşkent’e tam anlamıyla yansımasa bile eli kulağındadır.Yani Ankara’da zaten var olan birkaç derneğinyanısıra özel fotoğraf kurumlarının sayısının hızlaartacağını söylemek kehanet sayılmaz. Talep varsa,arz da doğar.Böylesine yüksek bir talebin varlığından haberdarolanlar sadece fotoğrafla ilgili kişiler değil kuşkusuz.Mesela, <strong>Kontrast</strong>’ı ekonomik olarak destekleyen veişi; para trafiğiyle ilgili bir hayat organize etmek olanbanka da, bu büyük çekim alanının farkında.Süreç, girdiği mecraya uygun ilerliyor, ancak birkaçayakta ciddi aksamalar hatta eksikler söz konusu:İlk başta, fotoğraf teknolojisi üretemeyen, sanayisiolmayan bir ülkenin fotoğrafçılarıyız.İkinci başta, fotoğrafa dair felsefi bir yaklaşım, birkuram, tarz, tutum üretemeyen bir ülkenin fotoğrafçılarıyız.Ne akademyanın yapısı ve birikimi, nebireysel bilgi ve görgü seviyemiz, fikirsizlik engeliniaşabilecek düzeyde.Üçüncü başta, fotoğraf “bizim için nedir?”, “neye yarar?”,“nasıl kullanılır?” sorusuna tek bir cevap vermişdurumdayız ki o cevap da: “Boş vakitleri değerlendirmeninen pratik yolu fotoğrafçılıktır.” şeklinde. Yaygınanlayışta fotoğrafla ilişkimiz böyle kurulmuş. Üstelikboş vakitlerde, sanat yapmanın yolunu da fotoğrafsayesinde bulmuşuz. Bu haliyle fotoğraf ve biz, mutluyuz.Bu üç durum, memleket fotoğrafının kendi kendineoyalanan, sığ sularda gezinen, vasatla yetinen birvaroluş sergilemesine yol açıyor. Ustası da, kalfasıda, hocası da, sanatçısı da, habercisi de, belgeselciside “mahalli” olmanın ötesine geçemiyor. Âleminstandartlarından habersiz, sınırların dışında olanbitene ilgisiz, okuyup yazmayan, içine kapanmış,kendi kendisiyle mutlu bir fotoğraf dünyamız var. Budünyadaki sanatçı “mahalli sanatçı”, usta da “mahalliusta”, fazlası değil. Olur, mahalli sanatçılık sanatında sanatçının da değerini eksiltmez, lakin meselebunun farkında olmamakta.Fotoğrafçılığımızın endüstriyel altyapıdan yoksunolması fikir üretimini zorlaştırırken, hacimli girişimleri,volümlü etkinlikleri yüreklendirecek rüzgârları estirmiyor.Yok değil var. Memlekette ithal ürünler pazarlayangeniş bir esnaf kesimi mevcut. Pazarın tüketiciyleilişkisi onlar üstünden kuruluyor. Öte yandandünyanın namlı markalarını ithal eden acentelikler,temsilcilikler falan da var ama onların piyasa ve tüketimvizyonları, mahalle bakkalının doğallıkla sahipolduğu çaptan daha geniş değil.Hâl böyle olunca, fotoğraf piyasasının küçük esnafı,mesela Sirkeci’de fotoğraf malzemesi satan dükkanlarbile, fotoğraf alanında ticari olmayan çabalarasektörün adı büyük ithalatçılarından daha fazla destekveriyor. Ankara’da da durum farklı değil. MeselaAFSAD’ın şimdiye kadar yayınladığı periyodik vediğer yayınlarında, ilan vererek kimlerin desteklediğinebir bakın, bir de bu destekçilerin ekonomikçaplarıyla desteğin boyutunu karşılaştırın, yanlışsamdüzeltelim.Peki bu destek neden gerekli? Türkiye’de fotoğrafınbir ağırlık, yaygınlık ve derinlik problemine sahipolduğunu düşünüyorsak; fotoğrafın bugün orta sınıflarınboş vakit uğraşından öteye geçmesi gerektiğinikabul etmeliyiz. Alanımızın tüm bileşenleriyle birliktetitreşebilmesi gerekiyor. Fotoğraf çekenler istediklerikadar kendi kendilerine ırgalanıp dursunlar, meselafikir yoksa arkalarında, başlarının döndüğüylekalırlar. Sektörün varlığı hissedilmezse de durumdeğişmez...Bir miktar tehlikeli sulara açılmakta olduğumunfarkındayım. “Sektörün desteği...” derken “Bağımsızsanat mümkün mü?” tartışmasının olanca yakıcılığıylasürdüğü günümüzde, fotoğrafın sermaye ileilişkisini öneriyormuş gibi görünebilirim ama bilen bilirki, şimdiye kadar benim de içinde bulunduğum herfaaliyet, bu sorgulamayı ciddiyetle yapmış ve sermayeyleilişkisini olabildiğince doğru kurmaya çalışmıştır.Hâl böyleyken, “sosyal sorumluluk” diye nevzuhurbir kavramla tanımlanmış işler yapılırken kastımın neolduğunu daha sonra konuşuruz nasıl olsa.Kısa Metraj Bora Çekiçf/64 Özcan Yurdalan13AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Söyleşi Aysel Altun - T. Deniz ÇakırDosya Konusu Görsel Algı14Fotoğraf: Objektifle DüşünmekZafer GençaydınHer yenilik, insanın yalnız yaşam biçimini değil,aynı zamanda, düşüncesini de değiştirir. Bu nedenle,alışkanlıklarıyla yaşayan gelenekçiler içinher yenilik bir yıkımdır. Çünkü önceki değerlerin,düşüncelerin, inançların, yıkımı demektir. Fizik vekimya bilimi ailesinin çocuğu olan fotoğrafın keşfininresim sanatı dünyasında nasıl bir şok yarattığınıkestirebilmek günümüz insanı için pek kolayolmasa gerek. Mağara dönemi insanı için yaşamsürdürme aracı olan, büyü amacına dönük resimsanatının, sonraki çağlarda, iletişim aracı yada -estetik içeriği dışında- yaşamın her alanınıbetimleyen görsel belgeler olarak da önemli birişleve sahip olduğu bilinmektedir. Ancak teknikbir buluş olarak fotoğrafın, bir anlamda pabucunudama attığı sanılan resim sanatına göre kolaycaçoğaltılabilirlik özelliği, yaşam biçimini önemliölçüde etkilemiş, modadan reklam endüstrisineve bilimsel araştırmaların belgelendirilmesindensanata dek geniş uygulama alanı bulmuştur.Daguerre’ün buluşuyla, görüntünün saptanmasıanlamına gelen fotoğrafın doğum yılı sayılan1839 tarihinin, o zamana dek nesnenin görüntüsünebağımlı resim sanatını olumsuz etkileyerekyıkımını sağladığı sanılmıştı. Ama, o zaman belkide hiç kimse bu yeniliğin sanat tarihinin en büyükdevrimini tetiklediğini aklına bile getirmemişti.Nesnenin optik görüntüsü yerine, görüntününardında yatan gerçeğe inmeyi gerektiren “düşünceresmi” çağını açtığını… Böylece, sanatın saltbeceri işi olmadığını ve zekâ pırıltısı taşımayan,“düşünce ürünü olmayan hiçbir şeyin sanat olamayacağı”görüşünü gündeme getirerek sanatayepyeni bir içerik kazandırmıştır.19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyılda bilim veteknolojinin yaşamı olağanüstü bir biçimde değiştirmesiyle,makineler ve onların ürettiği nesnelerdünyasına gömülen insan, sanatsal anlatımgereçlerini de yeni yaşamından seçerek, sanatanlayışını değiştirmeye; böylece insan duyarlığınınyerini giderek makinelerin almasıyla, İspanyoldüşünürü Jose Ortega y Gasset’in deyimiyle,“sanatın insansızlaştırılması”na doğru gidiş başlamıştır.Her şeyin baş döndürücü hızla değiştiği çağımızda,yeni buluşların yaşantımıza getirdiği değişikliklerin,değişik anlatım araçlarını da birliktegetirmesi doğaldır. Böylece başlangıçta, optikfizik yasalarına ve kimyasal maddelere bağlı, teknikbir buluştan öte bir anlam taşımayan fotoğrafda zamanla “altıncı sanat” olarak kültür ve sanattarihinde yerini almıştır. Kuşkusuz ki, yeniliklerlebirlikte, düşüncelerimize en uygun düşen sanatsalanlatım araç-gereçlerinin seçimini kestirebilmekpek kolay olmadığı gibi, neyin sanatve kimin sanatçı olup olmadığını, kesin kuramve kurallarla sınırlamak da olanaksızdır. Ancaksıkça dile getirildiği gibi, her anlamda, siparişüzerine çalışmayan, ‘serbest’ yaratıcılara sanatçıdenir. Öyleyse: “fotoğraf sanatçısı; kendi sanatsaldüşüncelerini biçimlendirmek için fotoğraf tekniklerinikullanan ve fotoğrafı bağımsız anlatım aracıolarak anlayan kimsedir.” Pop sanatının ünlülerindenMan Ray’in şu sözünün tam da tanımauygun düştüğünü belirtmek gerek: “Hayallerim,rüyalarım veya ilhamlarım gibi fotoğrafını çekemediğimşeylerin resmini yaparım. Zaten varolanve resmini yapmak istemediğim şeylerin isefotoğraflarını çekerim.”Sanatçılar arasında fotoğrafı bağımsız bir sanatolarak kullananlar olduğu gibi, 20. yüzyılınbaşlarından beri resim içerisinde kolaj olarakkullananlar da olmuştur. Örneğin: Dadaların, popvb. sanatçıların yapıtlarında fotoğrafı kullanmışolmaları -fotoğraf sanatçıları dışında- fotoğraf sanatçısısayılmalarını gerektirmemektedir. Ancak,fotoğraf tekniğinin kimyasal gereçlerini ve işlemolanaklarını kullanarak yapıtlar veren ressamPolke, fotoğraf alanında da, kendi kuşağının ilerigelen sanatçılardan biridir.Fotoğrafın geniş kullanım olanakları içinde neyinve hangisinin sanatsal olup olmadığını belirlemekpek kolay olmadığı gibi, sorumluluk da gerektirenbir durumdur. Hangi gereci ve tekniği kullanırsakullansın, bir sanatçı için önemli olan kendini endolaysız biçimde dışa vurma olanağı sağlayanaracı keşfederek özgün bir dil geliştirebilmesidir.Özellikle sanat alanlarının iç içe geçtiği, akımlarınortadan kalktığı ve bireyin iyice öne çıktığı çağımızda,“sanattan çok sanatçılar vardır” söylemininoldukça taraftar bulduğu gerçeği yadsınamaz.


Özgünlüğün, öznellikle özdeşleştirildiği düşünceortamında, sanatsal kuram ve kurallardan çok,bireyin düşüncelerinin ve duygularının ön planaçıktığı bir ortamda sanat da: “duygu ve düşünceyebiçim vermek” olarak tanımlanabilir. Duyguve düşünce varlığı olarak insanın sinmediği birgörüntünün ya da yapıtın sanat olup olamayacağıtartışma götürür bir durumdur. Örneğin: VanGogh’un kendini öldürmeden önceki, son yaptığıEkin Tarlası ve Kargalar tablosundaki ne tarla nede kargalar optik bir görüntüden ibarettir. Ekintarlası da kargalar da, derin ruhsal bunalımlariçindeki Van Gogh’un duyumsadığı ve boyasalbiçimlere dönüştürdüğü duygularının, izleyicisinide derinden kavrayan psikolojik yansımasıdır.Kişinin parmak izi gibi, duygu ve düşüncenin iziolan bir tablonun etkisiyle optik yasalara bağımlımakineden yansıyan görüntünün etkisini nasıl vehangi ölçütlerle değerlendirmek gerekir? Belki debu nedenden ötürü sanatları, “pür”lük derecesinegöre sınıflandıran estetik kuramcılar, teknolojikaraçlara ve özdeksel gereçlere gereksinim duyupduymama durumunu göz önünde bulundurarakdeğerlendirme yapma gereğini duymuş olabilirler.Örneğin, doğrudan düşüncenin kalıbı olan ve özdekselolan hiçbir şeye gereksinim duymayan şiirsanatının en pür sanat olduğu ileri sürülmektedir.Kuşkusuz anlatım olanakları ve gereçleri farklıolan sanat alanlarını kıyaslayarak, birbirleriyleyarıştırmak söz konusu olamaz. Kullanılan araçgereçne olursa olsun, önemli olan onu kullananınsanatçı olup olmadığıdır. Kafiye dizmenin şairolmak, resim yapmanın da sanatçı olmak anlamınagelmediği gibi, her deklanşöre basanın dafotoğraf sanatçısı olduğu anlamına gelmez. Amatörlerdenmedya ve moda fotoğrafçılarına dekbirçok alanda çalışanların, çektikleri fotoğraflarınaz-çok estetik değer taşıması, sanatçı sayılmalarınıgerektirmeyebilir. Bir başka deyişle: “Herkesnota yazar ama operayı sanatçılar besteler.”Çağının tanığı olan sanatçıların her şeyden önce,yaratıcı gücünü, bilinmeyen doğaüstü güçlerdendeğil, uzun süreli ve disiplinli bir çalışmayla, titizbir gözlem sonucundaki araştırmalara dayalıbirikimden alan, özgür düşünce insanı ve bilgeolmaları gerekir. Çünkü sanatsal yaratıcılığın önkoşulu olan duyarlı ve seçimci tavır, nesnelerarasındaki düzen ve düzensizlik ilişkilerini derinliğinearaştırmayı zorunlu kılar.Görsel sanatların özünü oluşturan; görsel algılamaile “düşünme”nin ilişkisi antik çağdan beritartışma konusu olagelmiştir. Duyular aracılığıylaalınan izlenimlerin, düşünme eylemininçıkış noktası ya da hammaddesi olduğu kabuledilmekle birlikte, görme ve düşünmenin birbirindenbağımsız olduğu sanılmıştır. Oysa, beyindenen fabrika, hammadde toplamadan düşünceüretemez. Düşünme dediğimiz anlama işlevleri,zihinsel süreçler, algının üstünde ve dışındadeğil, aksine algı ile sıkı ilişki içindedir. Bu bağlamdaSchopenhauer, “Akıl dişi doğadır, sadecegebe kaldıktan sonra doğurabilir. Yani açıkça,aklın evrendeki sorunlarla başa çıkabilmesi içiniki işlevi yerine getirmesi gerekir; bilgi malzemesitoplamak ve işlemek.” “Göz beynin evrene açılanpenceresidir, gözü olmayan bir beyin, penceresizbir ev gibidir” diyen Leonardo da Vinci de, gözünbeyne giden açık kapı olduğunu, her şeyin enkolay oradan girerek akıl hanesine yerleştiğinibelirterek, görsel algının insan yaşamı için nedenli önemli olduğunu vurgulamak istemiştir.Kısaca, gözle düşünmek anlamına gelen görselalgı, estetik haz ve bilgiye yönelik yoğun dikkatdemektir. Çünkü “Duyumlarda olmayan akılda dayoktur.” Görme ve işitmenin “zekâyı kullanmakiçin en mükemmel ortamlar” olduğunu söyleyensanat bilimcisi ve algı psikoloğu Rudolf Arnheim’a(1904-2007) göre de: “Görmenin büyük meziyetiise, yalnızca son derece açık seçik bir iletim ortamıolmasından kaynaklanmaz, bunun yanısıragörme evreni, dış dünyanın nesneleri ve ortamıhakkında bitip tükenmez zenginlikte enformasyonda sağlar. İşte bu yüzden görme, düşünmenintemel ortamıdır.” (1)Gözle düşünmenin, “dikkatin, bilinçle seçilmişbir nesne üzerinde yoğunlaştırılması sonundanesnenin kendi içindeki ve çevresiyle olan ilişkilerinin(yani farklılıklarının) irdelenmesi” olarakkabul edersek, fotoğraf sanatçısını da gözüyleve gözünün uzantısı olan “objektifiyle düşünen”bir düşünür; kendini, aklı ve duygularıyla objektifineekleyen biri olarak değerlendirmek gerekir.Titiz bir gözleme dayanan araştırmalar sonunda,karmaşa içindeki ayrıntılarda bütünü görmeyeve evrenin gizini sezmeye çalışan, estetik birdüzen avcısıdır sanatçılar. Güzellikleri yaratanlaronlardır; çağdaş dünyamızın tüm canlılığını, entelektüelbir aşkla, doğayla sevişen bu yaramazçocuklara borçluyuz.(1) R. Arnheim, Görsel Düşünme, Çev. Rahmi Öğdül,Metis Y., İstanbul, 2007, s. 34.Dosya Konusu Görsel Algı15AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Görsel Algı16Görsel AlgıJohn Berger, Görme Biçimleri adlı kitabına şucümleyle girer:“Görme, konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk,konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayıöğrenir.”İlginç olduğu kadar tartışmaya açık bir konu bu.Çocuğun seslere duyarlığı öncelikli olmasınakarşın, Berger’in cümlesi, ‘görme’nin öneminevurgu yaptığı için bu alanın ana cümlesi olarakkabul görmüştür.Maurice Merleau-Ponty, “Bir şeye ulaşmam içinonu görmem yeter” diyor Göz ve Tin kitabında.Berger’de öncelenen, Ponty’de iradi idrak iletamamlanıyor gibi.“İdrak” sözcüğü yerine bugün “algı”yı kullanıyoruz.Bunun ikisi eş anlamlı mıdır, bu datartışmalı bir konu. Orhan Hançerlioğlu FelsefeSözlüğü’nde ‘algı’nın Osmanlıcasının “idrak”olduğunu belirtiyor; İngilizcesinin “perception”,İtalyancasının da “percepzione”.Mihail Bahtin’de algı örgüsünü yaratan ise“deneyimleme”dir. Sanat ve Sorumluluk’ta şunlarısöylüyor: (s.42)“Diyelim ki karşımda acı çeken bir insan var.Onun bilincinin ufku, ona acı çektiren koşulla vekarşısında gördüğü nesnelerle dolu. Bu görünürnesneler dünyasını etki altına alan duygusalve iradi tonlar da, acı tonları. Yapmam gerekenşey, bu insanı estetik olarak deneyimlemek vetamamlamaktır. (Yardım etme, kurtarma, tesellietme gibi etik eylemler bu örnekte dışlanıyor.)Estetik etkinlikte atılması gereken ilk adım,kendimi bu insana yansıtmam ve hayatını onuniçinde deneyimlemem olacaktır. Onun deneyimlediğişeyi deneyimlemem -görmeye ve bilmeyebaşlamam- gerekir.”Bütün bunlarla bir algı tanımına ulaşmak değilamacım; algıyı yaratan kişisel-toplumsal,edimsel-olgusal alanlara dair yorumların çeşitliolduğuna dikkat çekmektir.Hem John Berger hem Ponty, görme ve algı alanınınestetleri olarak bilinirler. Bahtin ise klasikedebiyat eksenli bir sanat yorumcusu, eleştiricisidir.*Ahmet TelliBütün bunlardan sonra, görme biçimini belirleyenana etmenin, bastığımız zemin olduğunusöyleyebiliriz. Bastığımız zemini oluşturan isedünya görüşümüz, bilgi donanımımız, etik veestetik tercihlerimizdir. Geceleyin mezarlıktangeçerken, oradaki bir ağaç dalının hareketini“cin” sanan ve bunu böyle algılayan ile; Guernicatablosu karşısında savaş ve şiddetin, canlıve cansızda yarattığı acı olgusunu duyumsayankişinin görme biçimi farkını yaratan beynin algıantenleridir. Salt altbeyniyle algılayan kişi, geceleyinmezarlıkta cinler görebilir. Salt üstbeyniylealgılayan kişi ise, Guernica’yı Picasso’nun güzelbir eseri diye düşünür. Alt ve üstbeynini birliktekullanan kişinin görme biçimini belirleyen ise akılve imgelem gücüdür. Sezgisel akıl da diyebilirizbuna.İmge, sanat dilinin ilk harfi olsa gerek. İmgeyiyaratansa beş duyudur. Karanfil çiçeğinin yaprağınıdokunuşumla kadifeye, rengini sevgilinindudağına benzetmem mümkün. Klasik edebiyatımızbu benzetmelerle doludur. Ama benzetmeimge değildir. Beş duyumuzla algıladığımız vezihnimize yansıyan görüntü, ‘görünüm’dür. Amaimgenin belirmesinde duyularımızdan olmazsaolmazı “görme”dir. “İmgeler ilk kez, oradaolmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıylayapılmışlardır” diyor John Berger.İmge kuruluşu için Berger’e bir kez daha başvurmamızgerekirse şu alıntıyı yapabiliriz:“Bir imge, yeniden-yaratılmış ya da yeniden-üretilmişbir görünüdür. İmge ilk kez ortaya çıktığıyerden ve zamandan -birkaç dakika ya da birkaçyüzyıl için- kopmuş ve saklanmış bir görünüş yada görünüşler düzenidir. Her imgede bir görmebiçimi yatar (abç). Fotoğrafta bile. Çünkü fotoğraflarçoğu zaman sanıldığı gibi mekanik kayıtlardeğildir. Her fotoğrafa bakışımızda ne denli azolursa olsun fotoğrafçının sınırsız görünü olanaklarındano görünüyü seçtiğini farkederiz. Bu,


en rastgele alınmış aile fotoğraflarında da böyledir.Fotoğrafçının görme biçimi konuyu seçişineyansır.(…) her imgede görme biçimi yatsada imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimizaynı zamanda görme biçimimize bağlıdır.”(s.10)İmgeler, alımlayıcısında huzursuzluğa yol açıyorsa,sanatın, bireyin kendini gerçekleştirmesindebir olanak olduğu olgusuyla karşılaşırız.Bu huzursuzluk “güzel huzursuzluk”tur. Birazönce adını geçirdiğimiz için, o örnek üzerindensöylersek, Guernica tablosu karşısında “hissettiklerimiz”bizim görme ve algı biçimimizdir.Demek ki imge, estetik gibi etik olanı da içselleştirmektedir.Donmuş, kireçleşmiş, özgünlüğünü yitirmişimgeler de vardır. Röprodüksiyonlar böyledir.Hemen herkeste aynı duyguyu, tanımlanır duyguyuyaratmak ister bu örnekler. Alımlayıcısınıniradesine, görme biçimine yer yoktur bunlarda.İmge, benzetmelere indirgenmiş ve anonimleşmiştir.Oysa sanatın biricikliği üzerindenbakarsak, bir fotoğraf, bir resim (sanat), kendi içyolculuğumuza hazırlar bizi ve bu yolculukta yolarkadaşımız olurlar.Körlerde görme algısı diğer duyulara geçerek,bu kişilerin özelliğini belirler. Kör, dokunarak,duyarak, koklayarak görür, algılar.Değinmek gerekir mi bilmiyorum. Feodal kültürlerdebir egemenlik ilişkisi olarak zalim hayatlarvardır: Görücü usulü ile evlilik. Görücü usulü ileevlendirilen gençlerin algılarına, beğenilerineizin vermez töre. Töre, görselliği, görsel algıyıtehlikeli bulur. Buradan da belli ki, görsel algı,sanat pratiği için değil, tüm hayatlar için önemlidir.*Son söz: Görme, kişide beğeniyi, hayır diyebilmeyide yarattığı için, görme eğitimi galiba ençok sanat aracılığıyla gerçekleşebilir.Bir Heykel Sanatçısı Gözü ile Görsel AlgılamaM. M. Gökhan YerlikayaDosya Konusu Görsel Algı17birlikte küçük bir tartışma çıkararak başlayalımyazımıza!.. Öyle ya! Ortaya dökmek için sabırsızlanıpdurduğunuz bir savınız var ise önce birsorun çıkartmanız lazım ki anlamı olsun. Değilmi? Ve çelişki, bize işte tam da burada lazım!..‘Çelişki’ dediğin de öyle olmalı ki, hem varlığınızlahem de savınızla zıtlaşmalı…Sorunu çıkarttığımıza göre, artık savımızı ortayakoyabiliriz.Nasıl yani!Görsel algılama, değişik meslek guruplarınagöre farklılık gösterir mi!?Merhaba…Doğrusu, yazanı olmasaydım, bu soruyu kendikendime sormadan edemezdim!.. O yüzden,Güzel sanatlar ve özellikle, görsel sanatlar,birbirinden farksız olarak ‘görsel algılama’ ileilgilidir. Gerek sanatçıları, gerek sanat eserlerini,gerek sanatseverleri derinden ilgilendiren,eşit ağırlıkta bir nitelik oluşturur. Algı derinliğini,hiçbir meslek gurubuna göre değerlendiremeyiz.Bu nedenle kendime sorduğum bu soruya,“HAYIR GÖSTERMEZ ELBETTE” cevabınıverebilirim… Ancak, bir heykel sanatçısı iseniz,AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Fotoğraf Görsel Algı ve Estetik18o zaman, bu cevap tam olarak doğru olmayacaktır.Çelişkiyi doğuran sebepleri anlamak içinbakış açımızı değiştirip detaylara göz atmalıyız…Ayrıntıları irdelediğimizde, ortaya çıkanküçücük nüanslar, bize “EVET! TABİİ Kİ GÖS-TERİR” cevabını da verdiriyor!Bu yazının konusu, işte tam olarak o küçücüknüanslardır. Konuya ilgi gösteren okurlara tavsiyem,okumayı bitirdikten sonra, aynı soruyukendilerine tekrar sormaları ve kendi meslekleriile kıyaslama yapmalarıdır… Çünkü görsel algılamaylailgili ayrıntılara ihtiyaç duyan her beyin,algı ötesinin ayırdına da ihtiyaç duyar!Görsel algıyı dürtüklemeyi beceremeyen hiçbirüretim, sanatsal değildir!Küçük bir farkı ortaya koyarak başlayalım irdelemeye…Bir heykel sanatçısının, hayata ve kendi sanatınaçok boyutlu bakmasının gerekliliğinden yolaçıkıp, fiziki gerekliliğin ötesine, görsel algılamanınyarattığı farka bir göz atalım...Aslında, görme kabiliyeti olan, fakat üç boyutalgısından uzak her canlı, yaşamsal sorunlarınıçözebilmek ve derinliği algılayabilmek için,ilkel de olsa başka fonksiyonlarla donanmıştır.Anlaşılıyor ki derinliği algılama ihtiyacı, öncelikleyaşamsal bir ihtiyaçtır… Ancak bir heykel sanatçısıiçin, daha da ötesinin algılanması gerekliliği,yaşamsal ihtiyaçlardan çok daha önemli gibidir!Üç boyutu algılama, bütün insanları, hatta, bütünprimat türlerini eşitlemiş olsa da, bir heykelsanatçısını farklılaştıran bir özellik ortaya çıkarır.Bu özellik, bir heykel sanatçısının derinliği ölçümlemeihtiyacından doğar. Sanatsal bir objeyigörsel olarak algılamak ile, onun, görsel olarak,doğru algılanabilmesini mümkün duruma getirmek,birbirinden oldukça farklıdır…Bu serüven, bir sanatçı için önce tasarım yapmaklabaşlar. Görsel algılamanız ve yeteneğinizdengelen özelliklerinizle bir hayal kurar,kurduğunuz bu hayali yine aynı özelliklerinizi kullanarakkafanızın içinde şekillendirerek derinliğiölçümlendirmek ile devam eder… Sancılı amaeğlenceli bir süreçtir ve işte o küçük ayrıntılar,tam da bu noktada, farklılıklarını ortaya koyarak,sanatçıya özgü karakteristik özellikler barındırançok boyutlu bir görsel algı ürünü ortaya çıkarır…Bir heykel, insanların çevresinde dolaşabileceklerişekilde sunulmalıdır mesela!.. Eğer sunumunuzüç boyutlu bir özellikte ise ve görsel algılamayı,doğru bir etki ile iletmek istiyorsanız, endoğru yöntem budur… İster bir heykel, ister ticaribir ürün ya da tarihi bir yapı olsun, üç boyutluher objenin çevresinde dolaşılabilmesi, onungörsel olarak doyurucu bir şekilde algılanmasıiçin gereklidir… Hiçbir heykel, tek cephedenizlenerek yeterli düzeyde algılanamaz!Buradaki ayrıntı şudur ki; bir izleyici, derinlikhissine sahip olmasına rağmen, sunulan üçboyutlu objeyi, sadece bulunduğu konum anındakiderinlikte görebilecektir… Görüş alanınındeğiştiği her santim harekette, algılama açısıfarklılaşacak, çevresel gezintinin yarattığı bufarklılaşma, sunulan objenin, görsel algılanmaoranını ideal duruma getirebilecektir. Aslında,bir heykel sanatçısının eserinde vermek istediğiveya gizlediği her ayrıntı, tam olarak buralardasaklıdır!.. Ve fark şudur ki, sanatçı bu eseri dahakafasında ölçümlendirirken, insanların doğrualgılaması için, çevresinde tur atarken bulunabileceklerigörüş açılarını bile hesaplıyor olmasıdır!..Bir objenin arkasını, üstünü, altını, profilgörünümlerini ve tüm açısal ayrıntılarını, işte oçevresel seyahate ihtiyaç duymadan ölçümlüyoroluşudur!.. Ortada tek bir obje olsa da, sınırsızsayıda fotoğraf karesi içermektedir aslında…Oldukça zor ve karmaşık göründüğünü biliyorum,ama görsel algıyı irdelemek, tüm bu zorlukve karmaşanın üstesinden gelecektir!..Bir denemeye var mısınız?Haydi, böyle bir nesneyi birlikte yaratalım!..Ben bir tasarım başlatıp, çok boyutlu algılarımısizlerle paylaşmayı deneyeceğim…Mesela, ‘AŞK’ ismi koyabileceğimiz, teması ‘aşk’olan bir heykeli, hep birlikte zihinlerimizin derinliklerindeoluşturmaya çalışıp, görsel algının, herbirimizi nereye götürebileceğini görelim.Bakalım başarabilecek miyiz?Şimdi, bir hayal kurup, zihinsel olarak üreteceğimgörsel objeyi tanımlamaya başlayalım…Bu hayali tanımlamaya çalışırken kullanacağımsözcüklerin her biri, zihinlerinizde çok boyutlubir obje yaratabilmek için binlerce görsel verioluşturacak, aynı sözcükleri almamıza rağmen,görsel algılama özelliklerimize göre, her birimizfarklı objeler üreteceğiz! Böyle bir çalışmayı yaparken,her bir veri ile görüntünün plastik yapısındakideğişimler, sanıyorum oldukça şaşırtıcıve eğlenceli olacaktır.


Başlıyoruz…Örneğin; sadece ‘AŞK’ adı bile birçok okuyucudafarklı algılamalar yaratmış olmalı değil mi?Pek çoğumuz, bir kadın ve bir erkek varsayımınıüretmiş olmalı çoktan. Peki!.. Bunun, “iki insanarasında değil de, bir müzik aleti ile bir insanarasındaki ilişkiden esinlenerek oluşturulmak istenmişbir tarif” olduğunu söylesem, tüm algılamalarıfarklılaştırmış olur muyum?!.. Bu insanın,bir virtüöz, enstrümanın da mesela, bir kontrbasolduğunu söylesem!..Aslında, beynimize giden sinyalleri değiştirenher bir sözcük, kendimize özel algı düzeyimizdengelen yeni şekiller oluşturarak, birbirindençok farklı objeler yaratıyor… Gariptir ki, yaşımız,cinsiyetimiz, eğitim düzeyimiz, hatta, mesleğimizya da ruhsal durumumuz ile ilgili olarak bir katdaha farklılaşıyor… ‘Aşk’ı bir müzik aleti ve birmüzisyen ilişkisinden hareketle şekillendirmek!...Bu müzik aletini doğru tanımlamaya, bir virtüözüniç dünyasını doğru algılamaya öylesineihtiyacımız var ki artık!... Algıyı doğru yaratmakveya doğru anlayabilmek için birçok ayrıntıyıyakalamamız lazım…Gerçekten de müthiş bir bağ vardır bir çalgı veçalgıcı arasında… Bu bağı anlayabilmek içinbaşka boyutlara ve görsel algılamanın dışındakialgılara da ihtiyaç duyarız, ama bu başka birkonu… Bizi ilgilendiren esas konu, karşımızagelen her yeni tanımlamada, tasarladığımızhayali, heykelin biçiminin sürekli olarak değişiyoroluşu… Bu değişimi yaratan güç, kullandığımsözcüklerin, algılarınızda oluşan formu,her defasında bozup tekrar yapmasıdır!.. Şimdide, çalgıcının bir erkek, çalgının da bir dişi formtaşıdığını katalım algılarınıza… İlk başladığımıznoktanın çok uzağındayız artık… Hiç görmediğimizbir obje, kafamızın içinde yavaş yavaş şekildeğiştirerek özel bir forma giriyor. Sözcükler,algılarımızı zorlayarak bizi yaratıma yönlendiriyorsada, ortaya çıkan bir problemi çözmegerekliliğini de dayatıyor… Her insanın algıdüzeyindeki farklılık, bizi, objeyi üreten algıyıalgılamaya zorluyor!..Sanatın, kişiye yapabileceği en büyük katkının,işte tam da bu ‘algıyı zorlamak’ olduğu gerçeğinede tabii!..Devam edelim…Şimdi de, kontrbas virtüözünün, çalma sitili nedeniile, ayakta ve enstrümanına arkadan sarıldığını,teller üzerinde tuttuğu yayın, uzantısınında etkisi ile kontrbası sarmalamış olduğunu düşünelim…Diğer eli, dişi formdaki müzik aletininklavyesinin üzerindeki parmak hareketleriyle,onu tam da ensesinden okşuyor gibi olsun… Vearalarında bulunan o muazzam çekim nedeniyleadamın giderek kontrbas formuna, kontrbasında insan formuna dönüştüğünü, kontrbasın ikiyanında oluşan kollara benzeşen uzantılarla,klavyesini geriye döndürerek onun da erkeğinesarılmaya çalıştığını belirtelim… Ve son olarak,oluşan formun şeklini, somuttan soyuta yumuşakbir geçişle kaynaştırıp bitirelim…Kimbilir her biriniz ne kadar güzel heykellertasarladınız!.. Bunu gerçekten de bilmek isterdim…Sizi tebrik ediyorum ama bu kadar yeter!..Çünkü burada benim algılamamı irdeliyoruz!Sizinkini değil!..Aşkı tarif etmek için böyle bir yol seçmek veizleyicinin algılarını dürtükleme ihtiyacı duymak,hemen hemen her sanat dalında yaratım yapansanatçılara ve sadece sanatsal kaygı taşıyanlaraözgü bir durumdur. Gerçekten de sanatsalüretimler, sadece, yarattıkları algılama dürtüklemelerinedeniyle, insanların ruhlarının evrilmesinekatkı yapabilirler… Yeryüzünün en gelişmişcanlısı olan ‘İNSAN’ın, yaratıcılık gücününgelişebilmesi için buna çok ihtiyacı vardır. Çünkü,kendi türlerine ve tek yaşam alanları olanDünya’ya yaptıkları olumsuz etkiler ortadadır!Şimdi de tasarladığımız heykeli birlikte bitirelim…Silindirik, kısa bir kaide ve bu kaideninüzerindeki çepeçevre dolaşan bir porte veüzerinde birbirlerine sarılarak dans eden farklınotalar yaratalım!.. Tam da buraya, heykelialgılamaya çalışan ziyaretçiler ve bu yazıyıokuyanlar için, gizli bir sevgi mesajı yerleştiripheykelimizi bitirelim… Görsel algılamayı, sözselalgılama yolundan giderek, irdelemeye çalışırken,muhteşem birer heykel yarattık birlikte…Elimizdeki tek görsel malzeme, somut-soyutkarışımı üretilmiş bir heykel…Kendi görsel algılarımdan yola çıkarak, birliktekurduğumuz bu hayal, aslında 2002 yılındaSamsun’da, adı ‘Sevgi Park’ olan bir parktakiyerini çoktan almıştır… Ve heykelin fotoğrafı,okumakta olduğunuz yazının sonuna saklanmıştır!Bakalım gördüğünüzde tanıyabilecekmisiniz!..Dosya Konusu Görsel Algı19AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Fotoğraf Görsel Algı ve Estetikİşte bu heykelin üretiliş biçimindeki görsel algılamaayrıntıları, beni ve sanatsal yaratım algılayışımıifade ediyor… Oysa bu heykel, algılayışbiçiminizi dürtükleyebildiği derecede estetiği,algıları zorlayabildiği oranda, sanatsal nitelikliliğiifade ediyor!..Tıpkı, görsel algılamayı irdelemeye ve anlamayaduyduğumuz ihtiyacın, bizlerde yarattığısonuç gibi!...Sadece ‘sevgi’ nedeniyle yazılan bu yazıyı vebu ‘birlikte yaratma’ deneyimini sevgiyle paylaşanlara,sevgilerimle…20


Görme, Görsel Algılama ve FotoğrafHer insanın yaşadığı süre boyunca çevresindebulunan uyarıcılara, duyu organlarıyla verdiği birtepkisi vardır. Bu tepki, belli bir süreç içinde gelişir.Bu, insandan insana farklı özellikler gösterirve insanın bilişsel süreci olarak adlandırılır. Kişi,ilk olarak, bu uyarıcılara duyularıyla farkındalıksağlar. Bu ilk sürece ‘duyum’ denir. Duyumlarınbeyinde çağrışım yoluyla oluşan şekline ise‘algı’ denir. Çevremizle, ancak algılarımız sayesindeilişki kurabiliriz. Dokunma, koklama ve tatduyuları yakındaki nesneleri, görme ve işitmeise bireyin uzağındaki nesneleri algılama biçimidir.Beyin, duyu organlarıyla elde dilen bilgileri,ipuçları olarak değerlendirir ve onları yorumlamasürecini başlatır. Bu yorumlama, bireyin aldığıeğitim, sosyokültürel ve entelektüel düzeyinegöre yeniden düzenlenir. Algı: nesnelerin bilinçdüzeyinde yarattığı uyarımlardır. Algılama,algı ve onun yorumunu birlikte içerir. Algılama,karmaşık bir süreçtir. Aslında her “bilgi edinme”veya yeni bir şey öğrenme ‘algılama süreci’ninkapsamını değiştirir ve geliştirir. Böylece, kişiselbilgi birikimi oluşur. Her algı, bu bilgi birikimlerinegöre yeniden şekillenir. Bireysel etmenlerdışında, toplumdaki diğer kişilerin varlığı algıyaetki eder. “Sosyalleşme” olarak adlandırılan busüreç, çelişkiyi, işbirliğini, ödül ve cezayı, davranışlarınkısıtlanmasını, engellenmesini içerenbir süreci oluşturur. Sonuç olarak, bireyin içindeyaşadığı kültürel ortam, kişinin algılarının belirleyicisihaline gelir.Görme ve görsel algı için ışık şarttır ve algılanannesnenin bir parçası olarak değerlendirilebilir.Işığın olmadığı bir ortamda görme ve görselalgıdan söz edilemez. Görsel algı, diğer duyualgılarına göre en gelişmiş konumdadır. Budurum, bilinç düzeyindeki davranışlarımızınyaklaşık %99’unun belirleyicisi konumundadır.Bu algı yolundan emin olunmadığı zaman,diğer duyulara, özellikle, dokunma duyusunabaşvurulur. Dokunma duyusu, genellikle görselalgının doğruluğunu denetleyen bir işlev üstlenir.Sergilerde, artık fotoğraf veya resimlere sadeceuzaktan bakmayın. Onlara yaklaşın ve dokunun;onları daha iyi algılayabilirsiniz.Konumuz fotoğraf olduğuna göre görme, görselAli İhsan Öktenalgı, fotoğraf ve bunların oluşturduğu gerçekliküzerine düşünebiliriz. Algı; daha önce bahsettiğimizgibi, nesnelerin bireyin duyu organlarıylaelde ettiği verilerdir. Algılanan ise, gerçekliğinönemli bir bölümünü oluşturan nesnelerdir. Bireyinalgıladığı aslında nesnenin kendi varlığındançok onun oluşturduğu ve duyu organlarıyla eldeedilen duyumsal verileridir. Gerçeklik söz konusuolduğunda, nesnelerin kendi varlıklarındançok, onların oluşturduğu algıların varlığı önemlidir.Gerçekliğin bir anlamda yeniden sunumunuoluşturan bu algılar, algılananın fiziksel, kültürel,algılayanın psişik, fizyolojik, kültürel özelliklerinegöre biçimlenmektedir. Bu da nesnelerinalgılanabilir özelliklerinin farklı kişilerce, farklıdeğerlendirilmesine yol açmaktadır. Nesneler,değişik bireylere, değişik biçimlere veya aynıkişilere, farklı zamanlarda ve durumlarda değişikgörünürler. Kişinin bilinçlenme süreci geliştikçe,algılama süreci de değişecektir. Algılama,seçicidir, bireyseldir, yaratıcıdır, tam değildir; heralgının eksik kalmış bir yanı vardır, bu yüzdengenelleştirilmiş ve önyargılıdır.Bir resme veya fotoğrafa baktığımızda, algılamasorunsuz bir süreçtir. Çünkü duyularımızaulaşan veriler somut ve zengindir. Nesnelerdengözümüze yansıyan ışık, nesne (doku, kontrast,şekil, hareket, vs.) hakkında yeterli bilgi verir. Buanlamda algılama, dolaysız, tahmin, yorum veçaba gerektirmeyen bir güce sahiptir. Gibson’agöre, herhangi bir resmin veya fotoğrafın algılanması,doğal bir çevrenin algılanması kadar,kendiliğinden ve sıradan bir süreçtir. Gombrichise resimlerin iki boyutlu düzlemler dışında, bazıokuma süreçlerinin olması gerektiğini söylemiştir.Bu yüzden, algılayanın, yeniden sunulannesne hakkında ön bilgisi olması gerektiğini,yoksa, algıda bozukluğa yol açabileceğinibelirtir. Ayrıca, nesneler ve nesnelerin algılanabilirözellikleri de, algılayıcı tarafından farklıdeğerlendirilebilir. 1920’lerde Picasso’ya, nedennesneleri oldukları gibi çizmediğini soranlara;“Zaten nesneler oldukları gibi değillerdir.” cevabınıvermiştir.‘Görme’ ile ‘görsel algılama’ arasında ciddi anlamdafark vardır. Görme için fazla bir şey bilme-Dosya Konusu Görsel Algı21AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Fotoğraf Görsel Algı ve Estetik24dediğimiz, öyle basit bir duyu organının olayı şıpdiye algı enerjisine (!) dönüştürmesi değilmiş.Test usulü sınavlardaki sorular için, doğruluğundanilk süphelendiğiniz seçenek genelde doğruçıkar, denir. Makineden netleme yaparken deuğraştıkça kötüye gittiğini fark etmişsinizdir.Algıyla ilgili olarak da ilk izlenimin daha kalıcı olduğusöylenir. Yine, tek bakışta varlığı algılanabilecekcisim sayısı da sınırlıdır. Buna “sınırlılık”denebileceği gibi, kapasite meselesi olarak dabakılabilir. ‘Görsel mod’a ayarlıyken bir bakıştaalgılayabileceğiniz cisimlerin alt ve üst sınırları6-11 olarak saptanmıştır. Türkçeye de çevrilmişKrech ile Kruchfield’in sosyal psikoloji kitabındabuna “span of apprehension” deniyor. Kıssadanözel yaşamımız için çıkaracağımız hisse, tavlaoynarken kaç pulumuzun kaldığı, çocuklara payetmek için çanakta kaç erik kaldığını hesaplarkenbu özellikten hep yararlanıyoruz. Ya dabunun sınırlılığını hissediyoruz. Örneğin, kitapokurken, uzun bir tümcenin bir seferde kaç sözcüğünüakılda tutabileceğimiz ve değerlendirebileceğimizkonusu önemlidir. Bağlaçlarla, noktalamalarlauzatılmış da uzatılmış tümceleri tekokuyuşta kavrayamayız. Karikatür dergilerinin,genellikle kapaklarında tam sayfa olarak, örneğinpazaryerindeki bir alay tiplemenin konuşmabalonlarıyla birbirlerine bir şeyler söylediklerikarikatürleri hatırlayın. Ne kadar zordur anlaması;neresinden başlayacağınızı şaşırırsınız.Kişisel ve bağlamdan kaynaklanan faktörlerinde algıyı etkilediğini söylemiştim. Belki zihinselyatkınlık olarak düşünülebilecek bazı özellikleridaha gözlemlenmiştir algının. Krech ve arkadaşı,algının seçici olduğunu belirtirler. Yine,göze batanı öncelikle algılamaya daha yatkınolduğumuzu söylerler. Örneğin; birçok karanokta içindeki kırmızı öne çıkar; ya da biz bunukaçırmayız demek daha doğru. Amerikalılarınsosyal bilimcileri için bile varsa yoksa oranınsorunları önemli olduğundan olacak, kitabınörneklerinde Siyahlar, Beyazlar lafı çokça geçiyor.Beyazlar arasındaki bir zencinin kalabalıktadikkat çekeceği belirtilmiş. Yine, sık yinelenenbir sloganın -televizyon reklam sloganı olarak dadüşünebilirsiniz- diğerlerine bakarak dile dahaçok dolanacağını söylerler. Buna da “frekans”faktörü demişler. Bir haykırışın normal tondakibir konuşmaya bakarak, “n’oluyoruz be” diyekafaları o yöne daha çok çevirttiğini siz de farketmişsinizdir. Buna da “yoğunluk” faktörü demişler.Tabii, bu arada örnekler görsel duyulardanverilmiyor mu acaba diye düşünebilirsiniz, yada bağlantıyı kuramayabilirsiniz. Klasik gitar


Dosya Konusu Görsel Algı25için yazılmış bir eseri, bağlamayla çalınıyor gibidüşünerek uyarlamanın o kadarını da siz yapacaksınız.En azından şu, şimdiki özellik görselduyuları daha çok ilgilendiriyor: “Hareketlilikve değişiklik”; yanıp sönen neonlu bir levhadiğerlerinden daha çok baktıracaktır kendisine.“Sayı”yla ilgili özellikteyse, duyularla sıcak temastaolan nesne sayısı çoksa zihnin bir seçicilikuygulayarak işi sadeleştirmeye götürdüğüvurgulanır.Bu arada algıda seçiciliğimizin bir başka yanıdaha var: Farkında olmasak, çetelesini tutmasakda gördüğümüz ve duyduğumuzu sandığımızdandaha çok şey görüyor ve duyuyoruzdur.Dışarıdaki klakson ve inşaat seslerinin içindenradyoda sevdiğimiz bir parçanın sesini ayırt edebiliriz.The Mind’da, okuduğumuz metin içindenbir tanıdığımızın adının göze batması da bunaörnek gösterilmiş. Diyelim, akademik bir çalışmayaparken, sakin bir ortamda metni dikkatliceokuyan bir kişi, yazıdaki belli noktaları önemseyecektir.O günlerde gereksinim duyduğubilgilere daha bir itibar edecektir. Açlığı güçlüysedaha bir somurarak tüketecektir o bilgiyi. Kimseninseverek okuyabileceğini sanmadığım “KatMülkiyeti Yasası”yla ilgili bir el kitabını, ev sahibisizi evden atmak istediğinde sular seller gibiokuyacağınız söyleniyor. Değilse, değil deyin!Yıllar sonra aynı kitabı okurken kâh ilgi alanlarınınartmasından, kâh değişen çevre ve toplumkoşullarının öne çıkmış olmasından, aynı kitabınfarklı yönlerine takılabilir kişi. Öncesinde altınıçizmediği yeni satırlar keşfedebilir. Onun için,AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


kendi hesabıma, altını çizdiğim yerlerin yanınanot alırken yılını da yazıyorum ki sonradanhangi çalışmada kullandığımı bilebileyim. Amaalgının bu tarzı daha çok, bağlama uygun bilinçlibir tavra örnek.Hazır lafı açılmışken kaynak yaparak “bakmak”ile “görmek” farklıdır şeklinde sık sık dile getirilenbir şeye de değinelim. “Bakmak”ta; bilimselbir saptama olmasa da, pasif konumda birsığırın hızlı treni incelemesi anlaşılır genelde.Tabii, sığır olağanüstü güçlerle mücehhez birsığır olup, gerekli altyapı hazırlıkları olmadan,hızlı treni nasıl hizmete sokar bu öküzler diye dedüşünebilir. Görmek ise; daha bilinçli bir eylemsayılır. Gombrich’in eserinin Türkçe çevirisindeyse“bakmak” ile “görmek” arasındaki nüansıdikkate almamaktan mı bilinmez, “görmek” ile“ayırdına varmak” şeklinde yapılmış bu ayrım.Alışılagelmişin dışında bir şeyler olduğundadaha bir dikkat kesiliriz, daha bir farklı ya daderin (!) bakarız. Parçaların yerli yerinde olmasınaaşırı titizlenen bir psikotik- kompulsifvesaireyseniz odanızda ya da masanızda neyinkarıştırılmış olduğunu, farklılığı hemen farkedersiniz. Normalde ortalama birisinin bütünayrıntılarını akılda tutamayız. Ama hâlde-tavırdabir gayritabiilik olduğunda, örneğin kara bir kışgününde güneşin esamesi okunmazken, karagözlüklerini, yağdan parlayan dazlak kafasınınüstüne özenle yerleştirmiş bir tip içeri girdiğindeherhâlde onunla ilgili algının daha bir köklüolacağını düşünür Gombrich. Demek ki algıdaböylesi şeyler de etkili. Seçicilikle ilgili önemli birörnek de şöyle: Ünlü bir şarkıcıyla bir itfaiyecininkonser günü sahnedeki perdeyi aralayıp salonabaktıklarında merak ettikleri ve algıladıkları şeylerçok farklıdır. Ünlü şarkıcı, salonda kendisinidinlemeye gelenlerin içinde yeniyetme kızlarınne çok olduğunu fark edecektir bir göz atmada;itfaiyeci ise yalnızca üç acil çıkış kapısı olduğunaodaklanacaktır. Demin sosyal bilimlerdedeğerlendirmenin, kategorilemenin ne denli zorolduğunu çıtlatmıştım. Bu örnek, şimdi, algıdaseçicilik kapsamında da değerlendirilebilir;Krech ve arkadaşı bu örneği “kişisel” faktörleriçinde değerlendirmiş ve adına “sistemli kategorileştirme”demiş. Tabii, kültürden ve eğitimdengelen bir seçicilik de var; öyle de değerlendirilebilir.Çünkü yayınlarda, profesyonel eğitim almışbireylerin farklı kaygıları ve yorumları olduğubelirtilir. Yani, görsel algılık mı şimdi bu örnek?Evet, öyle. Ama başka yönleri ve bağlantıları dakurulabilir rahatlıkla; sosyal konular, iki kere ikikadar net ve pürüzsüz değil.Bir şey daha var: Deminki örnekteki arkadaşlarınsaati saatini tutmayabilir. İçinde bulunduğuortama, atmosfere, havaya göre, uykulu oluşlarına,açlığına-tokluğuna, isteksizliğine, velhasılbir sürü şeye göre kişinin dikkati, algısı değişebilir.The Mind’da belirtildiğine göre, koşulları nekadar benzer de olsa, iki kişinin somut bir cismialgılamasında bile tıpatıp aynılık söz konusudeğildir. İki zihin birbirinin tümüyle aynı olmadığındanbunun mümkün olmadığı belirtilmiş.Şu hâlde, yazının başlığındaki soruda haklıyım;aynı olaya şahit olan, aynı -diyelim- çaydanlığabakanların tümüyle aynı şeyi algıladıklarınıdüşünmemeliyiz. Örneğin, kapı gibi iki tanığı varbir cinayetin. İfadeleri alındığında, biri diyor ki,katil gençti, orta boyluydu, deri ceketliydi; öbürüdiyor ki, yaşlıcaydı, eli tabancalıydı. Krechve arkadaşı, bunun bilimsel açıklamasını şöylegetiriyor: İki kişinin benzer gereksinimleri, ortaksorunları olabileceğinden düşünce dünyalarındabenzer birçok yön olabilir. Ama bireyin idrakleri,kendi düşünce yapısı, özel istek, amaç ve deneyimlerindenhareket ettiğinden, iki kişinin dünyaalgılarının tıpatıp aynı olması mümkün değildir.Kaldı ki, bireyin gereksinimlerinin de olayların,cisimlerin algılanmasını bozabildiği söylenir.Çok paragöz olan Vakvak Amca -hatırlayın- herbaktığı yerde dolar görürdü. Öyle de diyebiliriz;ama şu örneği anlatmada belki de “görmekistediğimizi görürüz” ya da “canımızın çektiğinigörürüz” demek daha uygun olacaktır: Yoksulkesimin çocukları, kendilerine gösterilen alımdeğeri daha yüksek madeni paraları, gerçekteolduğundan daha büyük gibi algılamışlar. Zenginçocukları içinse bir şey fark etmemiş. Yoksulçocukları, değerli bozuk parayı, değersizinden% 50 daha büyük gibi algılamışlar. Özelliklede, nominal değeri önce gösterilen iki paranınarasında olan, fakat cep harçlığı olarak evdekibüyüklerce en çok verilen bozukluk çocuklaragösterildiğinde -anlamlı bir şekilde- büyük olarakalgılamışlardır. Örnek, The Mind’da geçiyordu.Kişisel deneyimlerin ve eğitimin algıya etkisindensöz ettik yukarıda. Ama algılarken seçicilikve sistemli kategorilere ayırmaya yatkınlık insanlardaortak bir eğilim gibi. Özellikle karmaşıkfiziksel ve sosyal ortamlarda, zihnimizin soyutlayarak,ilişkilendirerek de algılamaya çalıştığıdüşünülür. Değil mi ki aklımız var, illa üzerindedüşünüp bir şeylere bağlayacağız; ama doğru,ama yanlış. Akşam eve geldiğimizde, rüzgâr birkapıyı çarpıp duruyorsa, aynı anda koridorunucundaki odada birden ışık yanarsa hemen ikisiarasında bir bağlantı kurarız. Hele ki bir gerilimDosya Konusu Görsel Algı27AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Görsel Algı28filmi izliyorsak ve fon müziği varsa… Tümüyletesadüfler zinciri söz konusu da olsa, bazen uçuca eklenmiş gibi böyle şeyler olduğuna şahit olmuşsunuzdur.Ama zaman ve mekânca yakınlık,hemen olaylar arasında bağlantı aramaya itiyorbizi. Bunun yarı bilinçli, belki de daha çok içgüdüselbir yatkınlık olduğu söylenebilir.Görsel algıyla ilgili bir diğer önemli saptama,günlük yaşamımızda sıkça kullandığımız, benzerliklerinve farklılıkların vurgulanmasına ilişkindir.Bütünün parçaları arasındaki fiziksel yoğunlukfarklılıkları (örneğin irilik-ufaklık) nispeten azolduğunda (veya bulunduğunda) benzerliklerinabartılmasına çalışılır. Krech ve arkadaşı buna“asimilasyon” diyor. Tersine, fiziksel yoğunlukfarklılıklarının nispeten çok olduğu şeklinde algılıyorsakvaziyeti, farklılıklar ya da benzemezliklerabartılır, ki buna da “kontrast” diyoruz. Örnekşöyle verilmiş: Bir dizideki siyah noktalar, siyahıntonu bakımından aralarında ufak derece farkı daolsa “Siyah!” olarak nitelenir. Bir diğer gözlem;daire, kare, üçgen gibi geometrik şekillerdenoluşan bir kompozisyon deneklere yorumlatıldığındayalnızca figürlerin konum ve hareketleriyleilgili fikir beyan edilmemiş, bu hareketlerinnedenleri de izah edilmeye çalışılmıştır. Ve buizahta insanileştirmeden yararlanılmıştır. Örneğinfilanca şeklin diğerini “kovaladığı”, onunla“itiştiği” şeklinde algılanmışlardır. Ebeveynleçocuklar arasında bir aile kavgası var gibisindenyorumlar yapılmıştır.Duyularımızın ve algımızın sınırlarını zorlayanörneklere bakalım şimdi de. Yumurta mı tavuktangibi öyle şekillerle, çizimlerle karşılaşabilir kiinsan, şudur diye tam adını koyamaz. Bağlamailişkin yan bilgiler olmadıkça da sap gibi kaldığımızolur; algımız netleşmez. Görsel malzemeyedayalı zekâ testlerindeki problemli şekiller gibi;düz baktığınızda bir insan suratı, tersine çevirdiğinizdebir ağaç mesela. Varımız yoğumuz,velinimetimiz Gombrich’in kitabında basit birkarakalem çizim var; bir değerlendirmeye göreördek, öbür yanına odaklandığınızdaysa bir tavşan.Orta Asyalılara gösterseniz de “tabışkan”diyecekler; değişen bir şey yok. Ünlü karikatürcüSaul Steinberg’in eseri The Passport’ta çizimyapan bir el görüyorsunuz. Önce ele bakıyorsunuzdiyelim, sonra dirseğe doğru izliyorsunuz okolu, o ne o, öncekinin simetrisi bir önkol dahaöte yana doğru uzanıyor o dirsekten ve onun daucunda bir el var. Aynı önceki el gibi. O da öbürününucuna eklemlenmiş, o elde de bir kalem,o da aynı şekli çiziyor. Söyleyin bakalım şimdikolaysa; hangi el hangi kolu çiziyor? Kuyruğunuyakalamak için dönüp duran bir köpeği çağrıştırıyor.Kesin karar verilecek bir durum yoktur.


Çizerin yine bir başka eserinde de ana zeminçizgisi, diyelim, kentin meydanlarından birininaltından uzanıyor ve insanlar, binalar onun üstünekonuşlanmışken o meydan görüntüsü sağdabelli bir yerde bitiyor. Ama o aynı zemin çizgisidevam ediyor, diyelim, tersinden o çizgiyetutunmuş maymunlar var. Sonra o sahneyi degeçiyorsunuz, hastanelerdeki ziyaretçilere ya daçağdaş kentlerde gezi yapan turistlere kolaylıkolsun diye yere çizilmiş kırmızı çizgiyi izler gibiizliyorsunuz o mahut zemin çizgisini. Aaa birbakıyorsunuz bir dik açı yapıp aşağı doğru iniyorve üstüne de sarmaşıklar sarılmış. Arasındanda eski bir evin pencerelerini fark ediyorsunuz.Anlıyorsunuz ki o baştaki zemin çizgisi artık birevin yan duvarı olmuştur. Şaşırtmak ve mutlakadaha derin şeyler düşündürmek için bir algıfırtınası yaratmıştır çizer.Stereoskopik, yani çift gözle baktığımızdaki algıfarklıdır; sinir sistemimizin bir yerlerinde tek tekgörüntülerden farklı, üç boyutluluk gibi artılarıolan bir görüntü elde ederiz. Farkı hemen testetmek bakımından, elinize kalınca bir kitap alıpsırtını kendinize çevirin. Kitabı başınıza ortalayarakhem onu hem de başınızı sabit tutun.Şimdi de yalnızca sol gözünüzle, sonra da onukapayıp bir de sağ gözünüzle bakın kitabın sırtına.İki gözün görüş alanı arasında bir açı sapmasıvar, görüntüler tam anlamıyla çakışık değil.Çocukluktan kalma denemelerinizden de tahminedeceğiniz gibi, ilkinde, sırtı dışında kitabın solyüzünü hafif yalayan bir görüntü elde edersiniz;ikinci seferindeyse yine kitabın sırtını, o elde varbir, fazladan da kitabın sağ yüzünü hafiften görebilirsiniz.Bir gözün nesi var, iki gözünse çokartısı var, fark ettiğiniz gibi. Çünkü çifte gözlübakışın, algımıza epey katkısı var. Eski sistemfotoğrafçılıkta, SLR’ler çıkmadan önceki makinelerdenetleştirme sistemi bu prensibe dayanırdı.Merceğin arkasından makinenin gördüğü ile vizördenbaktığınızda gördüğünüz aynı kare olmazdı.Hafif kayık olur, ona da paralaks hatası denirdi.Ama fotoğrafçılığa pek yaramamış anlaşılan.Nesneleri; uzaklığına, iyi aydınlatılmış olmasına,bakış açımıza ve benzeri durumlara bağlı olarakalgılamamızda farklılıklar olsa bile genellikle,rengini, biçimini, tonunun açık-koyuluğunu fazlaönemsemeyiz normalde. Örneğin, yeni koparılmışçınar yaprağı mı; çınar yaprağı… “Yeşildir”deyip geçeriz. Yaprağı eve getirip de loşluktakiDosya Konusu Görsel Algı29AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Görsel AlgıSöyleşi Nejla Can Güler30ton farklılaşmasına (ya da biçimine) dikkat etmeyiz.Daha çarpıcı ortam değişikliklerinde bileönce yadırgayıp sonra uyum sağlarız genellikle.Gombrich, sinemada yer bulamayıp da en önedüştüğümüzde, görüntünün bize önce nasıl birgarip geldiğini, ama sonra duruma alıştığımızıhatırlatır. Ama kritik bir iş olduğunda göz kendiniarazi vitesine takar, farklılıkları sindire sindire,ağır çekimde inceler. Örneğin; bir kumaşın renginiyapay ışıkta değil, günışığı alan bir köşedeinceleriz. Yanımıza kumaştan bir parça alıp,çarşıdan ipliği öyle, yan yana getirip inceleyerekalırız. Evi boyarken öncekini tutsun diye karıştırırız,olmadı tekrar katarız, duvarda test ederizvesaire. Bir tablo astığımızda ortalıklı mı, yereparalel mi olduğunu anlamak için az geri gideröyle bakıp karar veririz.“Göz hafızası” diye bir şeyvar. Bazılarınınki diğerlerindendaha iyi olabilir, amaonun da bir sınırı olsa gerek.Karanlık bir odada ışığı kısabir süre açıp, sonra kapayıphatırladığını çizmesi istendiğindeçoğu insan çuvallar.Katil eşkâlleri de yanlış verilir.Antik çağın ünlü ressamlarınında, atları kirpikli çizdiklerinifark etmiş Gombrich. Belleğede güvenmeyeceksin! 16.Yüzyılın sonunda, Hollandakıyılarında karaya vuran birbalinayla etrafındaki meraklılarınresmedildiği bir tablodakibalinanın kulakları dikkatiniçekmiştir Gombrich’in. İlginçolan, tek kulaklı çizilmiştirhayvancağız. Muhtemelenressamın zihninde yer etmişkara hayvanları görüntülerietkili olmuş ve yüzgecinbirini kulak gibi çizivermiştirressam. Az sonra, akademikyontma ya da beyin yıkamayıanlatırken göreceğimiz gibi,ressamın aklında bir “hayvankafası hazır şeması” olmasıolasılığı da düşünülebilir.“Gergedan” diye bir edebiyatdergisi çıkardı bir zamanlar.Amblemi eski çizimlerdenalınmıştı büyük ihtimal. OrtaçağAvrupa şövalyeleri gibikat kat zırhını giyinmiş, zırhınıngömleğini de içine sokmayıp pantolonununüstüne bırakmış gibi bir gergedan amblemiydi o.Ama öyle bir gergedan yoktur. Gergedan yetişendiyarları görmeden kulaktan kulağa aktarılanseyyah öykülerindeki betimlemelere biraz dahayalgücü katılınca böyle bir şey ortaya çıkmış.Kutsal kitapta geçen, Asya’nın öte ucundaki“Yecüc-Mecüc”ler gibi bir şey olmuş.Sınırlılıklardan sonra, gelelim onunla iç içegeçmiş göz aldanmalarına. “Yanılsama” dadeniyor buna. Yarısı dolu, ama öbür yarısı boşbardağı betimlerken, onu sözcüklere döktüğünüzdekibocalamaya benzer bir durum yaşatırbazı görüntüler. Yeri gelmişken, şu yarısı boşbardak ne ölçüde somut gerçekliği betimliyoracaba? Kötümser tablo çizmek için “boşluğunu”


vurgulayarak tümcemize başlasak bile, ona keyfibir öncelik tanımış olduğumuzdan doğal dengeyibozmuş oluyoruz. O bardağın içinde fizikselmaddibir denge durumu var aslına bakarsanız.Vaziyeti iyimser göstermek için, kafanızdakisenaryoya uyacak şekilde “yarısı dolu” diye başlarsanızlafa, gerçekleri söylemiş olmazsınız.Yarısı boş bardak gibi, algılamada bize güçlükçektiren bazı çizimlerle karşılaşabiliriz. Gerçekyaşamda pek mümkün değil de, algı kapasitemizisınamak için sanki, uzmanlarca özenebezene yapılmış şeyler. Örneğin, yatay ve dikeyçizgilerin köşe oluşturduğu bir çizim; sanki birev köşesi. Ama içi bize mi bakıyor, yoksa dışamı; içbükey mi, dışbükey mi? İlköğretimdeykenküp şekli çizdiğimizde arkada kalıp görünmeyecekçizgilerini asfalt ortasındaki kesik çizgilergibi çizerdik. Oradan anlaşılırdı ki, kesik çizgilikısım küpün görünmeyen yüzüdür. Örneklerartırılabilir; örneğin, açılmış bir doktor paravanımı, yoksa iskambil kâğıdından ev yapar gibi inşaedilmiş, dar kenarları üzerinde ayakta duran,uzun kenarlarıysa birbirine desteklenerek taytaydurdurulmuş akordeon görünümlü “iskambil kartımı onlar?” denebilecek görüntüler vardır. Hangisiolduğunu kesin söylemek mümkün değil.Duyular ve algı her zaman gerçekliği tıpatıpgöstermez, gösterse de ancak yaklaşması sözkonusu zaten. Böylesi durumlarda, bu olsa olsaşudur diye kestirime giderek olasılıklar içindenyakın olanı seçeriz. Akademik yontulma vekültürden algıya yansıyan etkilere geldiğimizde,canlı örneklerini göreceğimiz gibi, bu tür kestirimdebulunurken de genellikle hazırdaki envanterdenyeriz ya da kütükteki malzeme içindentarama yaparız. Belli bir açıdan baktığımızdaboru ayaklı bir sandalye olarak algıladığımız bircisme yandan, arkadan, farklı açılardan baktığımızdaaslında rastgele çatılmış şekilsiz veişlevsiz bir boru yığını olduğunu görürüz. “Gözdür,aldanır”ı kanıtlamak için çatılmış o borulartabii; test malzemesi.“The Mind” adlı kitapta, 1960’larda üzerineyoğunlaşılan, yine görsel algıyla ilgili çarpıcıbir deney daha var. Yedi Cücelerin evi gibi birmaketin içinde, küçük bir çocuk ve bir köpek var.Tek gözünüzü dayayabileceğiniz, ama açısı hesaplanarakaçılmış bir delikten baktığınızda, dikdörtgenformlu bir odacık gibi algılarsınız içeriyi.Ama köpekle çocuğun yerleri değiştirildiğinde,bir birini büyük görürsünüz, bir ötekini. Aslındaodacığın formu da dikdörtgen değil, şekli bozukbir yamuktur ve göz bunları algılayamaz. Büyüklükve oranlama algısı zafiyete düşer.Dosya Konusu Görsel Algı31AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Fotoğraf Dosya Konusu Üzerine Görsel İbrahim AlgıGöğer32Etkenler, normalin dışında baskınlaştığındada etkilenir algı. Çölde hayal görme, asfaltınüstünde su birikintisi görmeyi biliyoruz; onlarbayatlamış. Onu biraz daha ilerletmiş algı psikologları;gereksinim şiddetlendikçe gerçeklikalgısı ve mantığın azaldığını, halüsinasyonlar veyanılsama”ların arttığını gözlemlemişler deneylerle.Buna göre, çölde araba süren biri susadığında,önce “ah soğuk bir şişe meşrubat olsa”demeye başlar. Susuzluğu daha da artınca “gerçekliksınırları aşılır”, kişide “çökme” emarelerigörülmeye başlanır. Halüsinasyonlar yoklamayabaşlar kişiyi; su kaynakları, göller, şelaleler, bardaktabuz küpleri hayal etmeye başlar. Hadi, hayaletme zihinsel bir süreç diyelim; ama sağlıklıbir görsel algı, maddi gerçekliğin normale yakınduyumsanması mı sözkonusu bu noktadan sonra?Değil elbette. Ünlü Amerikalı sosyal bilimciMcClelland buna benzer çok deney yapmış.The Mind’da buna benzer ve deney odalarındayapılmış bir çalışmadan fotoğraflar var. Biri BiziGözetliyor gibi bir ortamda gerçekleştirilmiş deney;ama kapatılan arkadaşın koşulları, deneyindeğişkenlerini sınırlayarak asıl kuşkulanılan etkeningücünü anlamak bakımından çok sadeleştirilmiş.Neredeyse “yalıtılmış” bir oda. Bu odadageçirdiği zaman arttıkça, deneğin önce “zamanalgısı” bozulmaya başlar. Günlerden neydiylebaşlayıp, herhâlde mahpus damındaki hücredeyılları geçenlerde olduğu gibi, hangi yıldayızdemeye başlar. Hâlbuki başlarda, hücrenin duvarınagünlerin çetelesini tutuyordur. Deneydekiarkadaşı halüsinasyonlar yoklamaya başlamış,figürlerde şekil bozuklukları, yamulmalar (distorsiyon)algılamayabaşlamış.1945’teBirch, altı taneşempanzeyigözlemlemiş.Açlık süresiartırıldığındaproblem çözmeyetenekleriazalmayabaşlamışhayvanların.Açlık, değişkenlerdenbirisadece. Dahanice farklıdeğişkenin,etkenin dikkatiazalttığını düşünebiliriz.Doğrudan göz duyusunu ilgilendiren deneylerde yapılmış. Örneğin; güçlü bir ışığa baktıktansonra onu kapattığınızda gözünüzün önündeeski hayalin kontrastlaşmış bir silüet olarakdevam ettiğini fark etmişsinizdir. Görsel algımızafallıyor! Bunun gibi, bir kompozisyon ya da bircismin ağırlıklı rengine uzun süre bakıldığında,o rengin tamamlayıcısı renklerin de göz önünegeldiği saptanmış. Arka plan ve kompozisyonöğelerinin dizilişi de sujeyi şöyle ya da böyle algılamamızaneden olabilir. Büyük dairelerin merkezindekalan ufak bir daireden oluşan şematikpapatya görünümlü bir şekil, daire büyüklükleri


öncekinin tam tersi olan bir papatya düzenlemesiyleyan yana konulduğunda, ikinci papatyanınmerkezindeki daire ilkininkinden daha büyükgibi gelir. Demek ki kritik kıyaslamalarda görselalgı çuvallayabiliyor.Alışılmışın dışında arka planların algıyı bozabildiğide deneylerle saptanmış. Kızılderililer ya daEskimolar, yerdeki izlere bakarak bizi şaşırtacakyorumlar yaparlar. Doğal ortamlarında iyi izsürücüdürler. Fakat, doğal ortamından koparılmış,soyutlanmış bir cisim ya da organik maddeönlerine konduğunda algılamaları bozulabilir, yada doğal çevrelerindeki gibi iyi çalışmayabilir.Demek ki, çevre faktörü ya da bağlam önemli; oatmosferden kopunca ipler de kopuyor. Anadoluköylüsü de, örneğin, kırk yıl önce o civardangeçmiş bir mühendisle karşılaşsa, onu şıppadanaktanır, dün olmuş gibi eski anıları ayrıntısıylahatırlar ve insanı hayrete düşürür de, özbabasının bir fotoğrafı eline tutuşturulduğundaonu ters tutar, ona nasıl bakacağını bilemez.Bu anlattığıma, 1970’lerin sonunda, Sivas’ınŞarkışla ilçesinin bir köyünde şahit oldum.Aşina Geleni mi Algılıyoruz: Kültür ÖrtüsündenAlgılama ya da Kültürel FaktörDoğadaki bir şeyleri algılar ya da betimlerkenonları içine doğduğumuz ya da aşina olduğumuzkültürden belleğimize yerleşmiş hazırdakiimaj ve kalıplara benzettiğimiz olur. Buna bir“eğilim” ya da yukarıda kullandığımız terimle“yatkınlık” demek daha doğru. Bulutları bir şeylerebenzetiriz, pirinç tanesinin üstündeki kapçıkçapağına “Allah” yazıyor burada dediğimiz olur.Kars’ın Damal ilçesindeki bir tepenin de ışıkuygun vurduğunda gölgesi Atatürk’ün siluetinebenzer. Gombrich, bu benzetmelere “mimesis”,yani “öykünme” diyor.Geleneksel toplumun insanları ve eğitimsizkişiler baktıklarını böyle değerlendirmeye genellikledaha yatkındır. Nasıl ki doğa olaylarınınnedenlerini bilemediklerinde mistik ve doğaüstüizahlara yöneldiler ve yöneliyorlarsa aynı şeyinalgı için de geçerli olduğu düşünülebilir. Böylecekabile üyesi bir arkadaş bir delikten mağarayabaktığında, Odise gibi, bir tepegöz görebilir.Kuyruklu yıldızın kuyruğuna türküler yakıpatmosferik olayları UFO diye de değerlendirdiğiolur. Algılar, etkili diğer birçok faktör dışındainsanoğlunun bilgi, görgü, deneyim, alışkanlıkve içine doğduğu, içinde yetiştiği, değerleriyleözdeşleştiği kültürden etkilenir. İnsanın olayları,yeni karşılaştığı cisimleri vesaire o donanımladeğerlendirdiği olur. Bölgesel iklim özelliklerininçevre sakinleri üzerindeki uzun süreli etkilerinin;yaygın hayvan ve bitki dünyasıyla iç içelik sonucubunların o çevre insanlarının yaşamında birşekilde yer etmesi ya da iz bırakmasının; temelfaaliyetler ve ilgi alanlarının bu gibi faktörlerleşekillenmesinin; yöresel motiflerin giderekgelenekselleşmesinin; kültür kodları da denilen,kültürün sivrilmiş yapı taşlarının etkilerinin dışdünya ve maddi gerçekliklerin o bölge insanıncafarklı algılanmasını getireceği düşünülebilir.Mutlaka öyle olacak diye bir şey yok; teorikolarak öyle olması gerekir. Yoksa dünya durduğuyerde durmuyor; dünya küçüldü; artık başkayaşam biçimlerinden de haberimiz var, onlarıözgür irademizle benimsediğimiz de oluyor.Yukarıda, robot çizimdeki bir görüntünün, adlisicili bozuk binlerce suçlunun elektronik kütüktekigörüntüsüyle karşılaştırılarak eşleştirildiğindensöz etmiştik. Aynı mantıkla, ilk defakarşılaştıkları bir aleti denizci olanların çapaya,bahçeyle uğraşanlarınsa kazmaya benzetmesimümkündür. Belleğimizdeki ön bilgiler cismi algılamamızdaetkili olur. Bu olsa olsa şudur diyedüşünüp o kategoriye sokarız. E tabii, o alet birçapa olmayabilir; ama kişi onu kültür dizgesindekibir yere yerleştirdiğinden, çizmesi istendiğindede o kültürdekine benzer işlevdeki aletebenzeterek çizecektir. Güneştir bu olsa olsadiye düşündüğü cismi çizmesi istendiğinde tümyapacağı, bir daireye ışık huzmelerini simgeleyençizgiler eklemektir. Kabaca böyle.Gombrich, görmeyi bir eğitim işi gibi düşünür;görmenin öğrenilebileceğini söyler. Duyu organımız,örneğin gözümüzün de aslında algılamasürecinin başlatıcısı, ilk hareketi veren olmadığı,ancak biz onu şu ya da bu yöne çevirirsek işgördüğü şeklinde değerlendirir. İzahında illa kültürlafı geçmese de “verilen terbiye”nin etkisinibir şekilde vurgular. Toplumun bu eğitimindengeçen çocuklar, yukarıda örneklediğimiz güneşiya da bir adamı her zaman büyükleri ve öğretmenlerindenöğrendikleri gibi mi çizerler acaba?Hani adam asma oyunundaki “çöp-adam” gibimi çizerler? Araştırmaya değer.Şu hâlde, bildiklerimizi görmeye daha yatkınolduğumuza, onlara daha bir öncelik verdiğimizegöre onları geleneksel tarzda yorumlayayımderken gerçek görünüşlerindeki kimi özelliklerininde bakarkör gibi yanından geçip gidebiliriz.Taa ki biri onu fark edene kadar.Dosya Konusu Görsel Algı33AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Fotoğraf Dosya Konusu Üzerine Görsel İbrahim AlgıGöğerSöyleşi <strong>Kontrast</strong>34Bilmediğimiz, daha önce görmediğimiz vesindirerek algılayamadığımız cisim ya danesnelerle ilgili yan bilgilerle donanmadıkçaonu net biçimde zihnimizde bir yereoturtamadığımız olur. Örneğin, fotoğraflarıçekilirken arkeolojik buluntunun yanına,en azından boyutlarıyla onu bir şeylerebenzetebilmemiz bakımından, bildikcisimler koyarak okura kıyaslama olanağıverilir. Örneğin bir kibrit ya da sigara kutusukonur. O, kafamızda bir şeyler çaktırır.Yukarıda, bağlam az daha açık edilince algınınkolaylaşmasından söz etmiştik; onabenzetilebilir bu. Bildiğimiz cisimlerdenbir dayanak, bir kefillik, bir referans alırızbir bakıma. Referansın adresi de kürkçüdükkânımız; bilgilerimizi edindiğimiz, neyinasıl yapacağımızın görgüsünü aldığımız,yapa yapa alışkanlık kazandığımız kültüreldeğerlerimizdir.Belli bir kültüre özgü sosyal değerler yada geleneklerin saf alkol saflığında olanına azrastlanır. Coğrafi komşuluk, sosyal temas, örneğinbir eşyanın işe çok yaramasından hemenbenimsenmesi gibi bir sürü nedenle ülkedenülkeye, coğrafyadan coğrafyaya yayılabiliyortoplumsal değerler. Evrensel de olabilir; uygarlıkya da insanlığın ortak malı da olabilir. Demindediğimiz gibi, dünya durduğu yerde durmuyor!Bildik bir eşyaya benzetebilmemizin şöyle bir kolaylıksağladığı düşünülebilir: Örneğin, resimdegördüğümüz bir hayvanı hayvanat bahçesinden,belgesellerden tanıyorsak, onunla ilgili bilgilerzihnimizde canlanacaktır. Baktığımız resim yada fotoğrafta, uzaktan görüntülenmiş olduğundanufak çıkmış bir atın gerçek boyutlarını biliriz.Biri az ötemizde, diğeri sokağın ucundaki ikiinsanın ölçüleri, gördüğümüz kadarıyla, biri diğerininiki misli de olsa biz onların üç aşağı beşyukarı aynı boyda olduklarını çıkarabiliriz.Burada “kültür” olmasa da yaşayıp görme vedeneyimin ekmeğini yediğimizi düşünebiliriz.Yukarıda, görmeyi beklediğimizi görürüz genellikle,şeklinde formüle edildiğinden söz ettiğimizduruma yakın bir örnekse şöyle: Yazımda, yaniimla söz konusu olduğunda aralarında çokküçük fark olan sözcüklerden, okuduğumuzkitapta doğrusu yerine yanlış yazılmışını farkettiğimizde konuya bakarak orada hangisininkastedildiğini bulmakta zorlanmayız. Bir toplulukkarşısında konuşurken bile vaziyeti toparlayıpkarşıdakilere hiç hissettirmeden doğrusunuokuduğumuz olur. Saliselik de olsa bu, olsaolsa şudur şeklindeki değerlendirme buradada geçerlidir. Bunlar hep belli bir kültürü almışolmamızın semeresidir; ama filanca kültür, amaevrensel kültür.Resme başlangıç kitaplarında sıkça anlatılanbir öykü vardır. Fransız ve Alman ressamlarTivoli’ye gitmişler resim yapmak için. Ama hangitarihlerde gittikleri önemli: 1820’de. Niye önemlidiyeceksiniz. Çünkü o tarihlerde bugünlerebakarak dünya durduğu yerde duruyor. Allahbir, bayrak bir, hukuk bir diyerek Avrupa birliğinekalkıştıkları günlerden çok uzak o dönemin Almanlarıve Fransızları. Fransızlar bir sürü boyadeneyip iri kıl fırçalarla tuvallerine boyaları kalınkalın sürerek bir şeyler resmetmişler. Almanlarsaaynı konuları ucu sivriltilmiş ve sert kurşunkalemleriyle en küçük ayrıntısına kadar vermeyeçalışmışlar. İki grup da gördüklerini aslına sadıkbiçimde çizdikleri iddiasındadırlar. Ama akşambirbirlerinin yaptıklarına baktıklarında farkı farkederler. Almanlar bir türlü, Fransızlarsa başkaçalışmışlardır. Fransız ve Alman gelenekleri,farklı akademik anlayışlar, farklı ekoller…Resim kitaplarında olayın adı Floransa Okulu,Flaman ressamlar gibi konsa ve anlayış-ekolfarklılıkları gibi görülse de nihayetinde ardındafarklı kültürlerin baskın değerlerinin, geleneklerinin,önceliklerinin rolü var gibi düşünmek mümkün.


Dilbilim kitaplarında sıkça yer verilen örneklerdenbiri “yansılama” dediğimiz, “fısıldamak”,“hışırdamak” gibi doğadaki bu kabil seslerinzamanında hangi yapıyla, hangi söyleyiş esasalınarak dile dâhil edildikleri üzerinedir. Bu türkitaplarda belli dillerdeki aynı anlamı veren yada aynı varlığı niteleyen sözcüklerin karşılaştırmasıyapılır. Walter Porzig’in TDK tarafındanyayımlanan Dil Denen Mucize’sinde de anlatıldığıgibi horozun ötüşü farklı dillerde az buçukfarklı söylenir: Bizim “ö-ö-rö-ööö” dediğimiztescilli Denizli Horozumuz’un ötüşüne İngilizler“cock-a-doodle-doo” der. Denizli ile Manchesterhoroz ırklarının farklılığından mı kaynaklanıyorbu? Değil! Onların topu aynı sesi çıkarıyor dabiz onu farklı algılıyoruz, sesletiyoruz ve yazımafarklı geçiriyoruz. Fransızlar ona “co-co-ricu”diyor, Almanlar “ki-ke-ri-ki”, Çinlilerse “kiaokiao” diyor. Bizim Gomrich de bunu fark etmiş.Avusturya doğumlu olup uzun yıllar İngiltere’deyaşamasına rağmen horozlar hâlâ Almancadakigibi “ki-ke-ri-ki” diyor gibi gelir ona da. Sorun şurada:Aslında öyle de demiyorlardır da, Almankültürü aldığından ona şartlanmıştır. Hangi dilingerçek horoz sesini verdiği diye bir şey yok; onaancak yaklaşmak mümkün. Gerçek tamı tamınaaktarılamaz. Gombrich buna, “Masum [kusursuz]bir göz olmadığı gibi, masum bir kulak dayoktur.” der. Yazı ilerledikçe görsel sanatlarlauğraşanların gerçekliği yansıtabilmek için nasılmücadele verdiklerini, bunu becermek için neyollar geliştirdiklerini ve bunu başarıp başaramadıklarınıgöreceğiz.Olayın az değişik bir yönü şöyle: Dış dünyadakihoroz ötüşü gibi sesler yanında, toplumlarve kültürler kimi varlıklara yüklemiş olduklarıduygusal anlamlarla da ayrılabilirler birbirlerinden.Simgeleştirilmiş kimi varlık ya da özelliklerinkişilerde kültürüne göre farklı duygularyarattığı düşünülür. Ucu yanık mektup, turna(kuşu) gibi simgelerin coğrafyamız insanı içinneler ifade ettiğini, onda ilk neyi çağrıştırdığınıbir düşünün. Batı kültüründe gülün her rengininkarşıdaki insana ya da hediye edildiği sevgiliyefarklı bir şeyler söylediği bilinir. Öylesine bilinirve çağdaş dünyada yaygınlaşmıştır ki, günlükgazetelerin ilavelerinde bile yılda birkaç postatekrarlanır bunlar.Tek başına renklerin de farklı toplumlarda vekültürlerde farklı anlamları var. “Yeşil ışık yakmak”gibi, deyimlere de yansıdığı olmuş. Turuncununbir Budist’te, siyahın Acem’de farklı şeylerçağrıştırdığı bilinir. Eski Türklerde de yönlerhayra alametlik derecesine ayrılır, her biri ayrıbir renkle sembolize(!) edilir ve birlikte anılırdı.Bu simgesel anlamlar zaman içinde unutulsa da“ulusal renkler” ya da bayraktı, anıttı gibi nispetenyakın dönem ürünlerinde yeniden kendinigösterir.Kültürün mü yoksa içgüdünün mü yön verdiğiyleilgili kararı sizin vereceğiniz bir olaysa şöyle:The Mind’da aktarılan bir deneyde kadın veerkek deneklere bir bebeğin fotoğrafları gösterilmiş.Kadınların göz bebekleri erkeklerinkinebakarak daha bir açılmış. Annesinin kucağındabebek fotoğrafı gösterildiğindeyse kadınlarıngöz bebekleri daha bir hareketlenmiş. Erkekdeneklerin göz bebekleriyse daha çok kendilerineçıplak bir kadın fotoğrafı gösterildiğindebüyümüş. Sözünü ettiğim kitapta bu deneyduygusal tavırlarımızın bile görmenin fizyolojisinietkileyebildiği şeklinde yorumlanmış. Kültürünya da toplumsal yaşamın içgüdülerimiziyönlendirdiği, gemlediği ve bir şekilde hayvanlarâlemindekinden farklılaştırdığı bilinir. Ama neölçüde farklılaştırdı; mesele orada. Hangisi baskın?Bu deneyi içgüdülerin dışavurumu olarakmı değerlendirmeli, yoksa filanca kültürün kadınve erkeğe çizdiği rol ve bunun bebeğe bakışayansıması olarak mı?Kültürün şekillendirmesi ve etkileri seçici davranmayaiter bizi; ya da görmeye alıştıklarımızıgörür, kimisini es geçeriz; tanış olduklarımızıteşhis eder, onlara odaklanırız demiştik yukarıda.Konunun “algı”dan “idrak” boyutuna kayabilmesimümkün demiştik. Alın size böyle bir olay:Olaya aracılık eden organ göz; ama önyargılıinsanların gözü! Kırk yılda bir kadınlar arasındanbir toplumsal lider çıkmış diyelim. Bununşöyle ya da böyle, demokrasi ve eşitlik için birbaşarı olduğuna odaklanacağına kadının eteğininkısalığına, ayakkabısına takarsak olmaz.Artık bunu “kısmi algılama” mı sayarsınız, böyledeğerlendirenin sığlığına mı verirsiniz, yoksatoplum at gözlüğüyle bakıyor olaya, önyargılardevrede şeklinde mi değerlendirirsiniz. İllayanlışını yakalayacağım diye yola çıktığınızdabunda çoğunlukla başarılı olduğunuzu fark etmişsinizdir.Diyelim bir öğrencinin dönem ödeviya da tezinde evveliyatı olan bir hesabı görmekiçin çalışmasını adam gibi değerlendireceğimizeçocuğun yanlış yapması muhtemel kuytularıözel ele almak bu tavra bir başka örnek. Toplumsalyaşamda önyargıların algılamayı nasılDosya Konusu Görsel AlgıSöyleşi <strong>Kontrast</strong>35AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Dosya Konusu Görsel Algı36yönlendirdiği ve o hazır kalıplara göre kişilerinkategorize edilişiyle ilgili Krech ve arkadaşındanalınma bir örnekte Amerikan toplumunda“Zenciler aptaldır” şeklinde bir önyargının yaygınoluşundan herhangi bir alanda yükselmişakıllı bir zencinin bu başarısının gereğindençok abartılması gösterilir. Özetle, önyargılar dabakışımızı, algılamamızı etkiler.Yine toplumsal kategorilemede etkili olduğudüşünülen bir husus da, bir toplumda ırksalçatışmalar varsa, insanların deri rengi önemseniyorsa,ilk akla gelen toplumsal kümelendirmeler,örneğin “Beyazlar” ile “Zenciler”şeklinde olacaktır. Irksal özellikler değil de,diyelim, vücut dövmelerinin çok yaygın olduğubir Uzakdoğu Asya ülkesinde dövmeleri benzerolanlar belki de benzer dünya görüşüne sahiptirşeklinde algılanacaklardır. Toplumsal bir sorungibi görünüyor, ama görsel algı burada da birşekilde olaya müdahil.Son olarak düşünce, karşılaştırma gibi karmaşıkbir zihinsel faaliyette yine görsel algının birşekilde payının olduğu bir durumu düşünelim:Örneğin bir biyolog, aralarında gördüğü ortakfiziksel özelliklerden hareketle atlar, insanlar vebalinaları aynı zihinsel kategoride toplayarakonları “memeliler” şeklinde adlandırabilir.Gördüğünüz gibi, görsel algı dendiğinde olaygörsel algının ölçülmesine yarayan zekâ testlerindekişekiller ve göz yanılmalarından, karmaşıktoplumsal sorunlara kadar uzanabiliyor. Veben, görsel sanatlarda gerçekliğin algılanmasındane kadar yol alındıyı konunun yenidenele alındığı bir başka yazıya bırakarak yazımaburada son veriyorum.


Fotoğrafı Okumak Kimin İşi?Fotoğraf Okuma Serpil YıldızİMece İlker Maga37<strong>Kontrast</strong> Dergisi’nden Koray Olşen’in sesi telefonahizemden bana ulaşıyordu. Olşen “Fotoğraf Okuma”köşesi için fotoğraf okumamı istedi. “Kimin fotoğraflarınıokuyacağım?” diye sordum. “Kimseyi kırmayalım,neden kendi fotoğraflarını okumuyorsun(?)” dedi.Kendi fotoğraflarım mı!?Haklı. Başkalarının fotoğrafını okumak, fotoğraflarıokunan fotoğrafçı için zor. Ne de olsa fotoğrafçılarınhemen hepsi yaptıkları işe inanıyor; harcanan emeğinkarşılığı olarak güzel sözler duymayı bekliyor.Bu yüzdendir ki çoğu sergide, sergi sahibinin mutluanlarında, izleyenler fotoğrafçıya gerçek düşüncelerinisöylemekten kaçınır. Söylenenler de “Şahane,eline sağlık, güzel olmuş” gibi iltifatkar ifadelerdirçoğu zaman. Aslında bir sergi izlemeye gittiğinizde,özellikle de açılış günüyse, fotoğrafları değil okumak,bazen bakmaya bile fırsat olmaz. İzleyicinin sergideyaptığı, fotoğraflara şöyle bir göz atmaktır. Yine debazıları fotoğraf okuma işini, bir sergi izleme süresinde-ki izleyenin deneyimiyle göreceli olarak bazenazalır ya da artar- fotoğraf okuma becerisine sahiptir.Böyle kişilerden bazılarına eleştirmen deniyor, amaülkemizde pek yok…Eleştirmen eleştiriyor, ama nasıl?Eleştiri sözcüğü dilimizde, yalnızca olumsuz yargılarbütünü olarak algılanmaya ve bu anlamıyla kullanılmayane zaman başladı, kestiremiyorum. Oysaçocukluğumda olumsuz yargılar için yergi (hiciv)sözcüğünü kullanırdık; eleştiri sözcüğü olumlu yargılarıda içerirdi. Zaman içinde de eleştiriyi yergileştiripyalnızca yargı odaklı kategorize ettik: Yapıcı (olumlayan,onaylayan ya da olumlayıcı yönlendiren) veyıkıcı (olumsuzlayan, reddedici ya da vazgeçirici, yokedici) eleştiri.Yine de merak edip TDK, Güncel Sözlük’te eleştirinasıl tanımlanmış diye baktım (1).Aynen şöyle:1. İsim Bir insanı, bir eseri, bir konuyu doğru veyanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla incelemeişi, tenkit.AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Fotoğraf Okuma Serpil Yıldız38“Haklarında yazılan yüceltici eleştirileri de tam anladığımısöyleyemem. O zaman biraz komplekse kapılıyorum.”- N. Meriç2. Edebiyat Bir edebiyat veya sanat eserini heryönüyle değerlendirerek anlaşılmasını sağlamakamacıyla yazılan yazı türü, tenkit, kritik.3. Felsefe Özellikle bilginin temellerini ve doğrulukdurumunu inceleme, sınama, yargılama.“Zengin seçenekleri dinlerken siz de muhayyilenizi,eleştiri bilincinizi bilemiş olurdunuz.” - H. Taner (2)Sözlük tanımları arasında bizi en çok ilgilendiren anlam,ikincisi gibi görünüyor. Uyarlarsam, bir fotoğrafıher yönüyle ele alarak anlaşılmasını sağlama (yazılıya da sözlü) işine “fotoğraf eleştirisi” diyebiliriz.“Fotoğrafı Eleştirmek- İmgeleri Anlamaya Giriş” adlıkitabında -ki, <strong>Kontrast</strong>’ın 28. sayısında, Kitaplık köşesindetanıtılmıştı- Terry Barrett de eleştiri kavramınaaçıklık getirmeye gereksinim duymuş; hatta kitapboyunca kullandığı eleştiri terimi için bir de tanımyapmış (bir kavramla aynı şeyi anlamak ve anlatmakiçin, bu tür ön tanımlar pek gerekli).Terry Barrett diyor ki: “Sanat ve sanat eleştirisi üzerinefelsefe yapan estetikçilerin ve sanat eleştirmenlerinindilinde, eleştiri, salt yargıda bulunmaktan çokdaha geniş bir etkinlik dizisini anlatır.” EleştirmenlerinShakespeare’in Hamlet’i üzerine yaptıkları bütüneleştirileri inceleyen estetikçi Morris Weitz’e göre de,eleştirmenler eleştirilerini yaparken, sanat eserinibetimliyor, yorumluyor, değerlendiriyor ve hakkındakuram oluşturuyorlar. “Weitz’in bu incelemesindençıkardığı en önemli sonuç, söz edilen dört etkinliğinher birinin eleştiri için yeterli olduğu ve değerlendirmenineleştirinin zorunlu bir parçası olmadığıdır.”diyen Barrett kitabında eleştiriyi şöyle tanımlıyor:“Sanatın anlaşılma ve takdir düzeyini yükseltmek içinsanat hakkında bilgilenmiş söylem. ‘Söylem’ konuşmave yazmayı içerir. ‘Bilgilenmiş’ ise eleştiriyi saltkonuşmaktan ve bilgisiz görüş bildirmekten ayıran enönemli niteliktir.” Ve ekliyor, “Sanat üzerine yazılmışher şey eleştiri değildir.”Bunları neden yazdım? Bu sayfaların okuyucusuolan sizler, burada fotoğraflarımla ilgili okumalarımıbekliyorsunuz. Peki, bir insanın kendi fotoğrafını okumasınasıl bir şey? Aslında çektiği fotoğrafı okumakfotoğrafçının işi mi? Bu soruya bir yanıt vermeden,eleştirmenlerin fotoğrafçılarla olan ilişkilerine bir gözatmakta yarar var. Kaynağımız yine aynı kitap.Eleştirmenin sanatçısıyla olan ilişkisi hakkında aynısoruya yanıt arayan Lippard ve Coleman’ın yanıtlarıbirbirinden farklı. Coleman sanatçıyla eleştirmenarasında şüpheci bir mesafe olması gerektiğine inanırken,Lippard da ortaklıktan yana. Eleştirmenlerlesanatçılar arasındaki samimi arkadaşlıkları trajikomik


ulan ve “birazcık iyiyse (işinde)” birbirlerinemükâfat sunmayacaklarını söyleyenPeter Schjeldahl’ın şu sözleri etkileyici:“Sanatçılara ilişkin bir ıstırap duygusu taşımayanher eleştirmen bir fahişe; sanatçılarlahiç ilişki kurmayan, onlara bulaşmaktankorkan her eleştirmense bakiredir.İkisi de aşktan anlamaz.”Mark Stevens, kendi fikrine sadık olmayıseviyor, yalnızca sanatçıları değil, sanataaracılık edenleri de yakından tanımanıniyi fikir olmadığını savunuyor. MichaelFeingold, eleştirinin sanatsal sürecin birparçası olmadığını düşünüyor ve ekliyor:“Eleştiri sonradan gelir. Eleştiri kendini sanatsalsürece dahil olmaya zorlarsa hemaptalca ve yavan görünmeye başlar, hemde sanatı yozlaştırır.” Buna karşın ChristopherKnight, sanatçılarla ilişki kurmayıseviyor; ama, özellikle yazmadan önce,onlarla eserleri hakkında konuşmaktankaçınıyor; “Kendimi sanatçının niyetlerinintopluma tercümanı gibi görmüyorum.”diyor.Söz sanatçının niyetine geldiğinde Barrett’in bukonuda yazdıklarının ya da derlediklerinin de ilginçolduğunu düşünüyorum. Barrett’e göre, fotoğrafçı veiyi bir fotoğraf eğitmeni olan Minor White “Fotoğrafçılarsık sık bildiklerinden daha iyi fotoğraflar çeker.”derken, fotoğrafçıların fotoğrafladıkları şey hakkındane düşündükleri üzerinde durulmaması gerektiğikonusunda bir uyarıda bulunurken, yorum sorumluluğunufotoğrafçıdan alıp izleyiciye yüklüyor, böyleceeleştirideki “yönelimcilik” ya da eleştirmenlerin diliyle“niyetli yanıltmaca” sorununa çözüm getiriyordu. Barrettyönelimcilik için “İmgeleri, yaratıcısının onunlaneyi niyet ettiğine bakarak, yorumlayan ya da yargılayanHATALI bir eleştirel yöntem.” diyor ve ekliyor:“Yönelimciliğe başvuranlar için, fotoğrafçı x’i iletmeyeniyet etmişse, o zaman bütün imge bundan ibarettirve yorumlar fotoğrafçının niyetine göre ölçülür. Eleştirmen,fotoğrafları yargılarken, fotoğrafçının bunlarlaneyi iletmeye niyetlendiğine bakarak, başarılı olupolmadığına karar verir: Fotoğrafçı niyetine ulaşmışsaimge başarılıdır, aksi durumda da başarısız.”… Ancak yönelimcilik üzerinden eleştiri yöntemisorunlar içerir: Fotoğrafçının niyetinin ne olduğunubulmak bunların başında gelir, çünkü kimi fotoğrafçılarkendi fotoğrafları hakkında yorum yapmaz;kimi niyetini açık etmez. Kimi de hem fotoğraf çekiphem de eleştirmek istemez. Örneğin, Cindy Sherman“Yalnız fotoğraf çekmekle ilgiliyim, çözümlemeyieleştirmenlere bırakıyorum.”diyordu…Barrett, bazı fotoğrafçıların da fotoğraf çekerkenniyetlerinin farkında olmadığının altını çiziyor; bu görüşüpekiştirmek için Jerry Uelsmann’ı örnek gösteriyor.Uelsmann işe başlarken bir gündemi olmadığını,görsel olarak heyecan verici, daha önce görülmemiş,kendisi için tutarlılığı olan bir şey yaratmaya çalıştığınısöylüyor. Elinde kırmızı elmayla duran çıplak kadınfotoğrafını çekerken değil de, daha sonra fotoğrafınabakarken, imgesinin Havva’yı çağrıştırdığını farkediyor; çekim sırasında böyle bir bilincinin olmadığınısöylüyor. Sindy Skoglund, başka pek çok fotoğrafçıgibi, bilinçaltına ve onun ekleyeceği niyet edilmemişanlamlara yer veriyor. Skoglund “Çalışma biçimlerimarasında beni en çok heyecanlandıran şey bilinçaltıkıtaların ve fikirlerin yukarı sızdığı durumlar, oysasanat yaparken onlara yönelen ben değilim.” diyor.Yorum görevinin fotoğrafçının değil de izleyicininüzerinde olduğunu önemli sayan Barrett, niyetleriniaçıklaması için fotoğrafçıyı bekleyen izleyicinin,görülen şeyi yorumlamak konusunda, kendine düşensorumluluğu reddetmiş olduğunu vurguluyor…Kitap, fotoğraf eleştirisini (ya da okumayı) her yönüyleele alıyor. Yönelimcilik konusunu öne çıkarmaktakiniyetim, bizim okumalarımızın çoğu zamanFotoğraf Okuma Serpil Yıldız39AFSAD Temmuz - Ağustos 2012


Fotoğraf Okuma Serpil YıldızA40bu yöntemle yapılıyor olmasından kaynaklı. Elbetteiçimizden bazıları -ki, onlardan birkaç kişiyi tanıyorum-fotoğraf eleştirisi (ya da okuma) konusunda çokdaha öte bir beceriye sahip. Ama sayıları o kadar azki… İstiyorum ve diliyorum ki bu konuyla uğraşanlarınsayısı çoğalsın; Biz fotoğrafçılar da bundan yararlanalım…Kendi fotoğraflarımı okuma adına başladığım buyazının, aslında bir kitap okumasına dönüşmesiyalnızca kendi fotoğraflarımı okumaktan kaçınmakmı, yoksa fotoğrafçılara bir kapı açmak mı olduğuhakkında şüpheye düştüm ve üzerinde düşündüm.Samimiyetle söylemeliyim ki, ikincisi. Barrett’in bukitabını ilk okuduğumda, böyle bir yayına fotoğrafçıolarak ne kadar çok gereksinmem olduğunu farkettim. Çünkü bu kitap, fotoğrafçıya, yalnızca eleştirive eleştirmenlikle ilgili yeni bir ufuk açmakla kalmıyor;aynı zamanda, göstergebilim, anlambilim, estetikbilimgibi araçları kullanarak, hem fotoğraf okuyanlarındünyasının hem de imgelerle nasıl ilişki kurulacağınınkapılarını da adamakıllı aralıyor. Ve anlaşılıyor ki,işini önemseyerek yapanların bu dünyası duygudanmalzemeye, imgeden gerçekliğe ve gerçeğe hemçok karmaşık, zaman alıcı hem de zorluklarla dolu.Kişisel gelişkinlik, sanatsal yetkinlik, engin bir birikim,sıkı bir gözlem becerisi, ilişkilendirme yeteneği, vs,pek çok niteliğe sahip olmak gerekiyor (3).Evet… Artık fotoğraflarımla ilgili yazabilirim. Buyazıya eşlik eden dört fotoğraf görüyorsunuz. Bufotoğraflarım hakkında size ipucu olacak tek bir sözetmeyeceğim. Yani diyorum ki, kendi fotoğraflarımınyorumcusu, okuyucusu olmayacağım, niyetimi açıketmeyeceğim. Okuma, eleştirme işini size bırakıyorum.Hatta bir adım daha atıp, okumalarınızı ya daeleştirilerinizi serpil.yildiz@gmail.com e-posta adresimeyazarak benimle de paylaşmanızı diliyorum.Ancak, fotoğraflarım hakkında bir yargıya varmadanönce, bu yazı boyunca söz ettiğim kitabı (FotoğrafıEleştirmek - İmgeleri Anlamaya Giriş, Terry Barrett)okumanızı öneririm, elbette zaman bulabilirseniz.Eminim ki, yalnızca benim fotoğraflarıma değil, sizesunulan her fotoğrafa daha farklı yaklaşacaksınız…Bildiğim kadarıyla, sevgili dostum Cengiz Engin,AFSAD’da, “Fotoğraf Okuma” konulu seminer verenilk kişidir (4). Engin’in sunumunda kullandığı, bir sözbeni çok etkilemişti:“Görüntülerin egemenlik kazandığı durumda, bu konudakiokumaz-yazmazlık yeni anlamlar üstlenmiştir.Eskiden cahil, metinlerde kodlanmış kültürün dışındatutulurdu. Günümüzdeyse cahil, görüntülerle kodlanmışkültürün her aşamasında yer alabiliyor.“ - VilemFlusser(1) Sözlüğe bakıp anlam tanımlamak sıkıcı. Ama kavramortaklığını sağlamanın da başka yolu yok.(2) Tanımlar aslında değişmediğine göre, değişen insanlarınalgısı olmalı. Ayrıca, ben de yanılıyor olabilirim. Belkieleştiri sözcüğünü hakkıyla ve yerinde kullananların sayısıda az değildir de ben pek karşılaşamıyorumdur. Üstelik bualgı yalnızca bizim coğrafyamızla da sınırlı olmayabilir. Herneyse, buna takılmayalım.(3) Aslına bakarsanız, benzer niteliklere fotoğrafçının dasahip olması gerekmez mi? Dünyada, artık her gün, neredeysemilyarlarca görüntü fotoğraf yoluyla elde ediliyor.Çoğunluk, yalnızca deklanşöre basmayı fotoğraf çekmeksanıyor. Tamam, eylemin kendisi ürünü fotoğraf olaraksunuyor; ama sonuçta ortaya çıkan imgeler çoğu zamanbir görünümün sıradan aktarımınadönüşmüyor mu? Sıradanaktarımlar sanat ürünü olabiliyormu?...(4) Daha önce de Yard. Doç. Dr.Handan Tunç, anlamlandırmaüzerine uzun soluklu bir seminerdizisi sunmuştu, ama AFSAD’ıno yıllardaki mekanı pek küçük olduğundan,etkinlik başka bir çatıaltında olmak zorunda kalmıştı.


Camera Lucida - Fotoğraf Üzerine DüşüncelerFransız düşünür ve eleştirmen Roland GerardBarthes’in ölümünden hemen önce (1980) yazdığıve 1992 yılında Türkçe birinci baskısı yapılan kitabınbeşinci basımını 2011 yılında Altıkırkbeş Yayınları,Reha Akçakaya’nın çevirisi ile okurlara sunmuş.Düşünürün, göstergebilime yaptığı katkıların yanısıra, fotoğraf üzerine yazdığı tek kitap olan CameraLucida kelimenin tam anlamıyla bir başyapıt.Barthes, ‘Fotoğraf Nedir’ sorusuna ‘ÖLÜM’ üzerindenyanıt aramıştır. Kitapta ilk çekilen fotoğraf dadâhil olmak üzere bilinen birçok fotoğraf üzerineyorum yaparak sorusuna yanıt bulmaya çalışmış,özellikle annesinin ölümünden önceki yaz çekilmişson fotoğrafından geriye giderek çocuk anneninfotoğrafına ulaşmış (yazar bu fotoğrafı ‘Kış Bahçesi’olarak adlandırmaktadır) ve sıkça bu örnek üzerindenyaptığı içsel yolculukla fotoğrafı tanımlamıştır.Fotoğrafın ‘bak’, ‘gör’, ‘işte’nin karşılıklı söylenen şarkısıolduğunu ve içinde bir şey veya birisinin olmadığıtek fotoğrafın olmadığını söylemektedir.Barthes, kendisinin farkına vararak fotoğraflandığındabir mercek tarafından izlendiği duygusu ile‘poz verme’ye ve kendinden başka bir beden yaratıpgörüntünün öncesinde kendisini dönüştürdüğünü;bu dönüşümün, fotoğrafın kendi keyfine göre bedeniniyarattığı ya da öldürdüğünü düşünerek ‘fotoğrafbenim için ne özne ne nesne, ama bir nesneyedönüştüğünü hisseden, özne olduğum o gizli anıtemsil eder; o anda ölümün (arada kalan olayın) birmikro çeşidini yaşarım; tam anlamıyla hayalet halinegelirim.’der.Barthes fotoğrafı diğer sanat dalları ile de karşılaştırarak;Resim; “gerçeğe onu görmeden de öykünebilir”,Söylem; “göndergeleri olduğu kuşku duyulmayangöstergeleri bir araya getirir”,Fotoğraf ise “o nesnenin orada bulunmuş olduğunu’yadsıyamam; burada bir üst üste çakışma vardır;gerçeklik ve geçmişin çakışmasıdır. Bu sınırlama yalnızcafotoğrafta var olduğuna göre, indirgeme yoluile fotoğrafın gerçek özünü (noemasını) BU VARDI”diye tanımlar. Yazar ‘Bu Vardı’yı geniş zaman kipiolarak kullanır. Fotoğrafın sanata ‘Resim’le değil, ‘Tiyatro’ile dokunduğunu ve tiyatronun kendisine dahayakın gelmesinin nedenini ‘Ölüm’e bağlar. ‘Çünkü,oyuncular makyaj yaparak kendilerini, topluluktanayırır ve aynı anda hem canlı, hem de ölü olarakgösterebilirler’şeklinde açıklar.Sinema ilefotoğraf karşılaştırmasında;Sinemanın içindeher zamanfotoğrafik birgöndergenin varolduğu, bu göndergeninkayıcıolması nedeniylegerçekliğiiçin bir iddiadabulunamayacağı,var oluşunabaşkaldıramayacağıvetıpkı gerçek dünya gibi ‘deneyimin aynı temel unsuriçinde akıp gideceği’ varsayımı ile ayakta durduğunu,fotoğrafın ise bu temel uslubu kırdığı için ‘geleceksiz’olduğunu öne sürer.Barthes bu kitapta fotoğraf diline Fotoğrafik Şok(sürpriz-düzenlenmiş fotoğraf), Studium (düz -kodlanmamışolan- gözü çeken yanı olmayan) ve Punctum(bir ekleme-fotoğrafa eklediği şey aslında zatenorada var olan) gibi deyimler kazandırmıştır.Punctum’a verdiği örneklerden biri Duane Michals’ın,Andy Warhol fotoğrafıdır. Bu fotoğraf için “kışkırtıcıbir portre, çünkü Warhol yüzünü ellerinin arkasınasaklamış… çünkü bence Warhol hiçbir şey saklamaz,okunmaları için açıkça sunar; punctum ise buhareket değil, yayvan ve düz kenarlı tırnakların birazitici malzemesidir.” der.Bir fotoğrafta Barthes’ı heyecanlandıran, bağlayan,aşık olma düzeyine çeken ‘Punctum’dur.Kitabın sonunda ise toplumun, fotoğrafı uysallaştırma,yumuşatma kaygısı içinde olduğunu bunuyapmak için de iki yöntem uyguladığını söyler.Yöntemlerden biri fotoğrafı sanat haline getirmektir.Çünkü hiçbir sanat deli değildir der. İkinci yöntemiise kendisini kıyaslayarak belirtebileceği, skandalını,deliliğini öne sürebileceği görüntü ile karşılaşmayacakbiçimde genelleştirmek, gruplaştırmak ve bayağılaştırmakolarak niteler.Fotoğraf ya biridir ya da öteki, deli ya da uysal.Keyifli okumalar…Kitaplık Aysel Altun41AFSAD Temmuz - Ağustos 2012

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!