Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Wuthering Heights (1992)<br />
99. Sayı ile<br />
tekrar birlikteyiz.<br />
Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için<br />
http://golgedergi.blogspot.com<br />
Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />
Editör: Ahmet YÜKSEL<br />
golgedergimail@gmail.com<br />
Yayın Kurulu:<br />
Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN,<br />
Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK,<br />
Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI.<br />
Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ<br />
Redaksiyon: Ceren ÇALICI<br />
Kapak: Rıza TÜRKER<br />
Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />
Gölge e-Dergi internetten<br />
yayın yapan özgür ve<br />
özgün içerikli tam bağımsız<br />
bir dergidir.<br />
http://twitter.com/GolgeDergi<br />
http://issuu.com/GolgeDergi<br />
http://golgedergi.deviantart.com/<br />
<strong>İÇİNDEKİLER</strong><br />
04-05 Aykırı Çağrışım- Çizgili Pijamalı Okur<br />
06-10 Korku Köşesi - Av Köşkü<br />
11 Çizgi Roman - Cazılar<br />
12-13 Dehşetler Albümü - Ev İyesi<br />
14 Korku Köşesi - Saklambaç<br />
15-23 Röportaj- Çizgi Roman Yolculuğu<br />
24-29 Film İnceleme- George Lucas ve<br />
Yeni Başlayanlar için O’nun Yıldız<br />
Savaşları - II<br />
30-33 Öykü - Kadın Dediğin Dayak<br />
Yer<br />
34-35 Haberler- Winnie The Pooh’un<br />
Yaratıcısı<br />
36-41 Haberler- Ustasına Çizimler:<br />
Alfred Hitchcock Filmlerinden<br />
Storyboardlar<br />
42 Haberler- Alan Moore Yeni Yazarlara<br />
Kitaplarını Kendileri Bastırmalarını<br />
Söylüyor– “Büyük Yayınevleri Berbat”<br />
43-44 Haberler- Sinema Dünyasından Kısa<br />
Kısa<br />
45-50 Çizgi Roman -Herif<br />
51-53 Yazar'ın Kaleminden- Benim Adım Z<br />
54-57 Öykü -Krallar'ın Yolu<br />
58-59 Çizgi Roman İnceleme -Korkunun<br />
Kendisi Eline Çekiç Alan Kendini<br />
Adam Sanıyor<br />
60-61 Kitap Tanıtım -Trinidad’ın Dönüşüne<br />
İlişkin<br />
62-68 Öykü- Gölge Oyunu II<br />
69 Fantastik Şiir -Gece Ormanının Peri<br />
Kızı<br />
70-75 Öykü -Teneke<br />
76-81 Sinema- Gezici Festival 21. Yılında<br />
Yine Yollarda<br />
82-85 Röportaj- Benim Anlatacak<br />
Hikayelerim Var<br />
86-87 Öykü- Türkçesiz<br />
88-95 Çizgi Roman -Gölge Kız<br />
96-99 Sinema- İtalyan Filmleri ile Dolu Bir<br />
Hafta<br />
100 Pinup<br />
SABIR,<br />
BİRAZ DAHA SABIR...<br />
Gökyüzünün bütün kuşları neden<br />
rüzgarda, karda, sağanak yağmurda<br />
bir yerlere kaçıyor da geride kışın<br />
umutsuzluğunu bırakıyor?<br />
Çok değil bundan 99 ay önce buradan<br />
“merhaba” diyen o küçük çocuk<br />
şimdi üniversiteyi bitirdi. Ne demişti;<br />
“Ve şunu öğrendim, önüne gelenin yazdığı, çizdiği<br />
kurusıkı salladığı bu piyasada bir şeyleri ortaya<br />
çıkartmak gerçekten zormuş.. Bu zorluğu bizimle<br />
paylaşan herkese çok teşekkürler.”<br />
Biz her sayımızda yazarımıza, çizerimize ve en<br />
çok da okurumuza teşekkür ettik. En çok da<br />
okurumuza. Her şeyden önce okurumuza. Bir<br />
dergiyi ayakta tutan yazar-çizer-para-azim filan<br />
değildir. Okurun varsa varsın yoksa yoksun.<br />
Bu aşk gibi, seversin kavuşamazsın,<br />
adı aşk olur demiş ya şair.<br />
Bizi de o ilk günkü aşkla karda, rüzgarda,<br />
sağanak yağmurda bir teneke damın altına<br />
saklanmak yerine bulutun yağmurun, karın, rüzgarın<br />
üzerinden uçmamızı sağlayan herkese teşekkürler.<br />
100’ü de görelim... Ne demiş Hoca Nasreddin fıkrasında;<br />
99’u veren Allah yüzü de verir.<br />
Herkese karlı yağmurlu güzel bir kış dilerim.<br />
Gönül sıcaklığınız hiç azalmasın...<br />
Sabır, bir ay daha sabır<br />
100’e ne kaldı ki.<br />
Ahmet YÜKSEL
Hazal ÇAMUR<br />
İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ<br />
Aykırı Çağrışım<br />
ÇİZGİLİ PİJAMALI<br />
OKUR<br />
Tam şu anda, şu saniyede kapılarımızı<br />
o reddettiğimiz çocukluğa açmalıyız aslında.<br />
Kollarımızı olabildiğine açarak, toplumun çocukla<br />
kastettiği her şeyi bir kenara atıp kucaklamalıyız<br />
bu kavramı. Dünyanın giderek kana bulandığı ve<br />
insanoğlunun iğrençleşmede birbiriyle yarıştığı bu<br />
korkunç zamanlarda bir çocuk kitabı okumalıyız.<br />
Çünkü, “büyümek” denilen şeyi bile doğru düzgün<br />
idrak edemeyen bizler, aslında “çocuk” olmayı hiç<br />
becerememiştik.<br />
Pakedi açılmadan uzaklara fırlatılan fikirler<br />
ve hayallerin hepsi büyük puntolu, renkli kapaklı<br />
kitapların ardında sıkıştırılmış keşfedilmeyi<br />
bekliyor. O kapaklar bir açılsa, büyükler karışmadan<br />
bir rahat bıraksa, birey zaten kendiliğinden<br />
olgunlaşma aşamasına geçebilecek. Ama nasıl ki<br />
emeklemeden koşmak olmazsa, çocuk olmadan<br />
yetişkin de olunmaz. Bu yüzden biz aslında hiç<br />
olgunlaşamıyoruz. Sadece etrafımıza şiddet<br />
saçıyoruz. Başka türlü hiçbir şey ifade edemiyoruz.<br />
Kendi ailesini kurmuş bireylerin sırtına hâlen<br />
ter bezi koyan ebeveynlerin, kendi çocuklarını uzun<br />
yıllar yaptıkları şeyler için çocukça diye eleştirdiği<br />
bir toplumumuz var. Hayal gücünün olduğu her<br />
yer yasak. Çünkü hayal gücünün olduğu yerde<br />
farklı olmak var ve farklı olmanın kötü bir şey<br />
olabileceği orada hiç akıllara gelmez. Bilakis, orada<br />
herkes istediği her şey olabilir ve hiçbiri bir diğerini<br />
çağrıştırmaz. Ah, toplum için nasıl bir kabus!<br />
Oysa büyümek gerek. Çizgi filmler, çizgi<br />
romanlar, hayal gücüyle dolup taşan romanlar kapı<br />
dışarı edilmeli. Kapının dışındaysa zihinlerden taşıp<br />
yaşanamadan çöpe atılmış bir insanlık yığını söz<br />
konusu. Bir ceset. Bir çocuk cesedi... Daha ne olabilir<br />
ki?<br />
Vahşetin alıp başını gittiği şu günlerde<br />
bunların faillerine ve onların destekçilerine<br />
bakarken bile hiç çocuk olmadıklarını görmek<br />
mümkün. Ama bununla da kalmıyor ki. Büyümenin<br />
olgunlaşmak demek olmadığının farkında olmayan<br />
kitleler, formülize ettikleri büyüme kavramıyla yeni<br />
nesillerin ruhunu kesip biçiyor. İşini bilmeyen bir<br />
kasabın satır sallamalarından farkı ne?<br />
Hepimizin tam şu an durup bir çocuk<br />
kitabının kapağını açmaya ihtiyacı var. O kapakların<br />
ardında küçücük bir çocuğun dünyayı nasıl<br />
etkileyebileceğinin kanıtları bulunuyor. Yetişkinlerin<br />
farkına varamadığı tehditleri görüp kolları sıvayan<br />
düzinelerce çocuk. Ama en çok da, kendine hiç<br />
benzemeyen dostlar edinen ve bunu bir an olsun<br />
yadırgamayanlar söz konusu. Bruno mesela.<br />
Çizgili Pijamalı Çocuk’u ya okudunuz ya da film<br />
uyarlamasını izlediniz. İşte hepimizin Bruno olmayı<br />
öğrenmemiz gerek. Bugün bu çocuk lazım bize.<br />
Bir Nazi subayının oğlu olan Bruno’nun<br />
mahkum kıyafetleri içindeki Yahudiler’e bakışı<br />
pijamalarıyla gezen insanlardan fazlası değil.<br />
Babasının komuta ettiği toplama kampında,<br />
tellerin ardında tanıştığı ve Çizgili Pijamalı Çocuk<br />
olarak adlandırdığı arkadaşının ne ırkı, ne rengi,<br />
ne cinsiyeti, ne de aralarındaki tellerin bir manası<br />
var onun için. Bruno yalnızdı ve sıkılıyordu. Dayak<br />
yemiş, gözleri dayaklardan şişmiş kendi yaşlarında<br />
ve her nedense sürekli pijamayla gezen, tellerin<br />
ardındaki bir çocukla engelleri aşarak sayısız oyun<br />
oynadı o. Ama biz yapamadık. Biz telleri örmeyi<br />
tercih ettik. Çünkü bunlar çocukçaydı ve çocuklar<br />
dünyaya insanlığın âlâsını öğretmek için gelmiş<br />
canlılar olmasına rağmen, bizler onları aşağılayarak<br />
“anlamaz” diyorduk.<br />
Çikolatan şelalere ihtiyacımız var şimdi.<br />
Aksi ustalara küçük yaşta çırak olup, karanlıklarla<br />
göğüs göğüse çarpışmaya ihtiyacımız var. Tellerin<br />
ardındakilere sırf canımız oyun oynamak istiyor<br />
diye elimizi uzatmamız gerek. Belki bir gezegende<br />
bir gül büyütmenin keyfini çıkarmalıyız. Bizim<br />
gibi karanlıktan korkan canavarları teselli etmeyi<br />
öğrenmeliyiz. Pencereden uçup bambaşka<br />
diyarlarda dünyayı kurtarıp, büyükler uyanmadan<br />
yatağımıza geri dönmek, ama en çok da Çizgili<br />
Pijamalı Okur olmak gerek. Mahkum değil, pijama.<br />
Çünkü bir çocuğa pijamadan çok ne yakışır? Hayaller<br />
alemine gidecek astronot kıyafeti bu değilse nedir?<br />
Hadi! Bırakın onlar ne derse desin! Elinize<br />
bir çocuk kitabı alın. Tam şu saniyede yapın,<br />
hadi! Başkalarının ne diyeceğini umursamadan,<br />
unuttuğumuz değerleri hatırlayabilmemiz için yapın<br />
bunu. Onlar dalga geçsin, boş verin! Gerçekten bir<br />
şey biliyor olsalardı, zaten şu anda çok daha iyi bir<br />
yerde yaşıyor olurduk.<br />
Pijamalarınızı kuşanın. Bu akşam öte<br />
âlemlerden birinde, dostların bize ihtiyacı var.<br />
Ölürken yaşıyoruz.<br />
O yüzden bırakın ışık içeri girsin. Siz yaşarken<br />
didinip onca sıkıntıyı yine çekin, bir şekilde çürütün<br />
kendinizi. Ardınızda bıraktığınız havayı soluyacak<br />
nice tohumlar yeşerecek. Onlar yeşerdikçe, işte o<br />
zaman yaşayacaksınız.<br />
4 5
KORKU KÖŞESİ<br />
Korku Köşesi<br />
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK<br />
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />
AV KÖŞKÜ<br />
Dört çekerli, parlak kahverengi cilalı bir<br />
kupa sallana sallana Şile tarafındaki ormanlardan<br />
korulardan geçen bir patika üzerinde ilerlemekteydi.<br />
Kupayı süren arabacı atları deli gibi kamçılıyordu.<br />
Arabanın içindeki kolçaklara tutunmaya çalışarak<br />
ipek döşeli kanepe üzerinde seke sıçraya debelenen<br />
Nüvit Bey, bir eliyle fesini tutarak kupanın ufak<br />
penceresinden dışarı bakındı. Arabanın yanından<br />
geçip giden ağaçların gün batımındaki alacalı<br />
bulacalı hallerini görerek ürperdi. Ormanda<br />
gezinen, bir yerleri vurdukları her gün gazetelerin<br />
vaka-i zabıta kısımlarında tefrika kahramanları<br />
gibi anlatılan haydutların, şakilerin hayali peyda<br />
oldu zihninde. Daha da fenasını, düşmanlarının<br />
bu eşkıyayı kullanıp kendisine bir kötülük<br />
edebileceklerini düşündü. Lakin arabayı sürmekte<br />
olan Arnavut Âdem’in mevcudiyetini hatırlayınca<br />
müsterih oldu ama yine de kendisini bu vaziyete<br />
sürükleyen yazgıya hayıflandı. Sahi nasıl da gelmişti<br />
bu kul ayağı değmez yerlere böyle saklanaraktan?<br />
Nüvit Bey, bir vakitler kendini dünyanın en<br />
talihsiz insanlarından biri sayardı. Mabeynin nüfuzlu<br />
paşalarından biri olan pederi hayli varlıklıydı ancak<br />
ziyadesiyle cimri olduğundan kendisi bu servetin<br />
pek bir faydasını görmeden yokluk denecek<br />
raddede yaşamış, Fransa’daki talebeliğinde dahi<br />
kıt kanaat geçinerek pederi misali eli sıkı biri olup<br />
çıkmıştı. Lakin bu eli sıkılığı kendisinde herhangi bir<br />
paranın mevcut olmayışından ileri geliyordu.<br />
Sonradan kısmen talihsizlik kısmen de talih<br />
kuşunun konuşu addedilebilecek birkaç hadiseyi<br />
art arda yaşaması yaşayışını tümüyle değiştirmişti.<br />
Evvela pederinin vefatı ile muazzam bir servete<br />
konmuş, o esnada pederinin cenazesi için alelacele<br />
Mısır’dan dönmekte olan amcası bir gemi kazasında<br />
vefat edince, amcasının serveti de kendine tevarüs<br />
etmişti. Bu hadiselerden birkaç ay sonra anne<br />
tarafından tek kalan bir akrabasının vefat ederek<br />
Cezayir vilayetindeki cümle mülkünün kendisine<br />
kaldığını da öğrenince talihine pek bir sevinerek<br />
kendisini yeni iş sahalarından ziyade mirasını<br />
yemeğe, ömrü boyunca yaşayamadığı eğlence<br />
hayatına kaptırmıştı. Bu eğlence hayatı esnasında<br />
sayısız kimseyle ahbap olmuş, namlı umumhaneleri<br />
birkaç gece kapatmış, sayısız işret âlemi düzenlemişti.<br />
Serveti yemekle tükenir cinsinden olmadığından<br />
cümbüşle geçen günleri, ahbaplık ettiği bir başka<br />
hovarda mirasyedinin yediği bir herze yüzünden<br />
kâbusa dönmüştü.<br />
Bir gece vakti Kaymak Tabağı’nda işret<br />
esnasında mekâna zamanın Onikiler’inden bir pazu<br />
ve pençe sahibi kabadayının geldiğini öğrenince,<br />
normalde mekânı kendi adına kapattırsa dahi<br />
kabadayı takımından çekindiğinden eğlenceye<br />
katılmasına müsaade etmişti. Namlı kabadayı,<br />
Çerkezlerden olup üzerinde her daim o kılıkla,<br />
başında kalpakla, sırtında palto ile gezen, ekseriya da<br />
yalnız dolaşan bir kimseydi. Meğer bu kabadayının,<br />
işret gecelerinden birinde Nüvit Bey ile tanışmış<br />
olduğu bir başka hovarda mirasyedi ile aralarında<br />
bir kadın meselesi varmış. Birbirlerini görünce silaha<br />
sarılmışlar, mirasyedi hovardanın para yedirdiği<br />
külhanbeyi ahbapları tabancalarını çekip bu<br />
6 7
kabadayıyı evvela haklayıp, mirasyedi hovarda ile<br />
birlikte ortadan kaybolunca belanın büyüğü başa<br />
gelmişti. Zira karakol tafsilatını parasını kullanarak<br />
pek güzel geçiştirmiş Nüvit Bey, ölen kabadayının<br />
meselesinden bu kadar kolay sıyrılamamıştı zira<br />
kabadayının akrabaları bu ölümden kendisini<br />
sorumlu tutar olmuştu. Kan davası husule gelmiş,<br />
“o mirasyedi bulunup canını vermeden biz bu işten<br />
seni mesul tutarız, zira ahbabısın ve akrabamızı<br />
da oradaki düşmanına karşı uyarmadan eve davet<br />
etmişsin, bu kan senin de elindedir” diye haber<br />
göndermişlerdi.<br />
Nüvit Bey en başta bu tehditlerden<br />
çekinmişse de tedbir cihetinden neredeyse bir<br />
bölük mahiyetinde birçok külhanbeyine para verip<br />
kendi adamı, fedaisi yapınca bu beladan yırtacağını<br />
sanmıştı. Lakin böyle yaparak Çerkezleri hafife<br />
almıştı, nitekim o birkaç on külhanbeyinden biri<br />
de Çerkezlerden olduğundan bir gece Nüvit Bey’i<br />
öldürmeye kalkışarak paçayı ele vermişti. Böyle<br />
olunca Nüvit Bey daha namlı, pazu ve pençe sahibi<br />
bir kabadayı sordurmuş, işte böylece o esnada bir<br />
paşanın kapusundan ayrılarak kendi muhitinde<br />
bitirimhanelerden haraç alan Arnavut Âdem<br />
ile irtibata geçmişti. Koca Arnavut, kendisinin<br />
bu gibi kan davası mevzularında hayli tedbirsiz<br />
davrandığını söyleyip, yüklüce para karşılığı<br />
kendisini koruyabileceğini söyleyince onu en has<br />
adamı yapmıştı. Arnavut Âdem daha önce de<br />
kapusunda bulunduğu paşanın adamlarını, hatta<br />
akrabalarını böyle belalı işlerden, adamlardan<br />
saklamada, zaptiyeden kaçırmada hayli tecrübeliydi.<br />
Evvela onun külhanbeylerinden topladığı fedaileri<br />
“ya aralarına yine birini sokarlar yahut parayla<br />
birini satın alırlar” diyerekten dağıtmıştı. Ardından<br />
Nüvit Bey’in alelacele tuttuğu bir yabancı kimse<br />
aracılığıyla, kimsenin bilmediği bir yerde bir köşk<br />
satın aldırdı ki başka bir tehlike olursa yine bu gizli<br />
köşkte yaşayacaktı. Yanına para haricinde pek bir<br />
eşya aldırmadan tedbir amacıyla sadece Âdem ile<br />
gidecekti ki yemek ve erzak işlerini de Âdem kendi<br />
tanıdığı, Nüvit Bey’i kesinlikle tanımayan kimselerle<br />
halledecekti. Görünürde bir yosmayı kapatması<br />
yapop bu köşkün dış tarafındaki matbahda<br />
kıskançlığından tuttuğu ahçı ve uşak ile iş gördüren<br />
hovarda rolüne bürünecekti böylece Nüvit Bey’i en<br />
azından öteki mirasyedi bulunana ve öldürülene<br />
kadar koruyabilecekti. Aksi halde Çerkezler onun<br />
saklandığı bu yeri bir şekilde öğrenseler bu sefer<br />
daha kalabalık bir grupla köşkü muhasara etmeye<br />
dahi gelebilirlerdi.<br />
İşte şimdi evvela köşke Nüvit Bey ile Arnavut<br />
Âdem gitmekteydi. Geniş ve yüksek bir bahçe<br />
duvarının demir parmaklı açık kapısından geçen<br />
kupa, matbah olarak kullanılan müstakil bir evin<br />
yanından geçerek, üç-dört katlı büyükçe bir köşkün<br />
önünde durunca Nüvit Bey bavulu ile kupadan<br />
inerek köşkü süzdü. Kupadan atlayan Âdem’in<br />
kuşağında kabzası gümüşten bir Karadağ tabancası<br />
ile sapı kemikten bir saldırma dikkat çekiyordu.<br />
Önceden gelip köşkü temizleten Âdem, Nüvit Bey’i<br />
hızla köşkten içeriye sokarak hazırlatmış olduğu<br />
odasına çıkardı. Âdem’e insan ayağı değmez bu<br />
köşkü kimin ne amaçla yaptırabileceğini sorunca<br />
Avni Paşa karşılığını aldı. O anda Nüvit Bey’i bir<br />
ürperti aldı, Avni Paşa birçok genç kızı hovardalık<br />
maksadıyla yaptırdığı zannedilen bir köşke<br />
kapatmış, bir-iki sene evvel köşkten cesetler çıkınca<br />
tevkif edilmişti. Cenazelerin çıktığı o menhus<br />
köşkün burası olduğunu öğrenince içinde bir havf<br />
büyümeye başladı. Âdem uşak ile ahçıyı almak<br />
için kupaya dönmeden önce odanın kandillerini,<br />
lambalarını akşam olunca yakabileceğini ve bir<br />
tabancanın dolu vaziyette yatağın yanındaki<br />
komodinin çekmecesinde durduğunu söyledi.<br />
Âdem aşağıyla inip kupa arabası ile<br />
uzaklaştığında birçok cinayetin hatırasını taşıyan<br />
8 9
öyle bir yerde oturmaktan mütevellit Nüvit Bey<br />
hayli ürpermişti. “Cinayet mekânında kalmak ölü<br />
olmaktan evladır!” diyerek kendini teskin ettiyse<br />
de bu sükûnet hali karanlığın adam akıllı çöküp<br />
kaldığı odanın dahi gölgelere gömülmesine kadar<br />
sürdü. Kaynağı kısmen belirsiz bir korku hissi ile<br />
önce kalkıp odanın kapısını kilitledi. Ardından<br />
yatağının başucundaki ve pencerenin önündeki<br />
yağ lambalarını yakıp, çekmecedeki tabancayı eline<br />
alarak pencere dibindeki koltuğa oturup Âdem’in<br />
gelişini beklemeye başladı.<br />
En başta kendi kendine kuruntu yaptığını<br />
düşünerek oturduğu yerde bir-iki saatliğine<br />
kestirebilmek imkânı bulduysa da salondaki büyük<br />
saatin gongunun on ikiyi vurması üzerine aniden<br />
olduğu yerde sıçradı. O andan itibaren köşkte<br />
geçen kanlı saatleri düşünüp oturduğu yere,<br />
eşyalara bakarak kan dökülüp dökülmemiş olma<br />
ihtimalini aklından sayısız kez geçirdi. Yine kuruntu<br />
yaptığına hükmederek uyumaya devam edecekti<br />
ki bulunduğu odanın kapısının yumruklandığını<br />
kim olduğunu sorunca imdat isteyen bir kadın sesi<br />
duydu. Tekrar kim olduğunu sorunca imdat yerine<br />
canhıraş bir çığlık sesinin yükseldiğini işitince<br />
kıpırdayamadan olduğu yerde kalakaldı.<br />
Çığlık sesi kesildikten bir süre sonra, kendisine<br />
öyle geldiğini sinirlerinin yıprandığına hükmederek<br />
yeniden uyumak istediyse de bu sefer köşkün üst<br />
katlarında, merdivenlerde koşturan insanların<br />
ayak seslerini işitince kalbi sıkışır gibi oldu. Demek<br />
o kızların ruhlarının mesken tuttuğu bir köşkte<br />
bulunuyordu. Talihsizliğine ve uğursuzluğuna<br />
küfrederek kendine hayıflanıp dünyalar dolusu<br />
servete sahip olduğu halde perili bir köşkü satın<br />
almış olduğuna sövüp saydı.<br />
Yatağanın altındaki örtünün dalgalanarak<br />
açılıp soluk bir elin dışarı çıktığını gördüğü vakit<br />
küfürleri yarıda kesildi. Örtünün altından kafasını<br />
uzatan silueti gördüğünde tabancayı yere atıp<br />
kapıya koşarak kilitlediğini unutup beyhude yere<br />
açmaya çalışıp yumrukladı. Aynı korkunç çığlık sesi<br />
GECE YARILARINDA<br />
ÖRÜMCEK YA DA<br />
KURBAĞA BİÇİMİNE<br />
GİREREK YENİ<br />
DOĞAN BEBEKLERİ BOĞAN,<br />
CAZILIK DOĞUŞTAN GELEN ÖZEL BİR<br />
YETENEKTİR. CAZILAR BELLİ BİR YAŞA<br />
GELİNCE KIRIM’A ÇAĞRILIRLAR. YOLA<br />
ÇIKARKEN VÜCUTLARINA ÖZEL BİR<br />
KREM SÜRERLER.<br />
TARLADAKİ<br />
EKİNLERE,<br />
AMBARDAKİ<br />
ÜRÜNLERE<br />
ZARAR VEREN<br />
SONRA SİHİRLİ BİR FIÇIYA YA DA TERS<br />
DÖNMÜŞ BİR ÇALI SÜPÜRGESİNE<br />
BİNERLER. “TRİÇ KIRIM” DİYE<br />
SESLENİNCE BİRKAÇ SANİYE<br />
İÇERİSİNDE KIRIM’A UÇARLAR.<br />
Triç<br />
Kırım<br />
KIRIM YERİNE<br />
BAŞKA BİR...<br />
Meryem YAVUZ<br />
YAŞLI, KÖTÜ<br />
RUHLU<br />
KADINLARA<br />
CAZI, MAYISA<br />
(RUMCADA<br />
MAGİSSA)<br />
VEYA KIRIM<br />
KOCAKARISI<br />
DENİR.<br />
KİMLİKLERİNİ<br />
ÖZENLE<br />
SAKLARLAR. EN<br />
YAKINLARI BİLE<br />
ONLARIN CAZI<br />
OLDUĞUNU<br />
BİLMEZ.<br />
YER<br />
SÖYLEYENLER<br />
BİR DİKENLİĞİN<br />
ORTASINA<br />
DÜŞERLER<br />
VE CADILIK<br />
YETENEKLERİ<br />
DE YİTER.<br />
BU YÜZDEN<br />
DİKKATLİ<br />
OLMALIDIRLAR.<br />
işitti. Silahını kapıya doğrultarak korkuyla gelenin<br />
bu sefer yatağın altından gelmekteydi…<br />
KIRIM’A UÇANLAR, ORADA<br />
BULUNAN CAZI PADİŞANIDAN<br />
İZİN ALARAK CAZILIĞA<br />
BAŞLARLAR. CAZILAR,<br />
RUMİ TAKVİMİNE GÖRE MAYISIN İLK GÜNÜ (MİLADİ<br />
TAKVİME GÖRE 13 MAYIS) CAZILARIN AZGINLIK<br />
GÜNÜDÜR. O GÜNÜN GECESİNE CAZI GECESİ DENİR.<br />
SADECE SUDA<br />
GÖRÜNEN,<br />
2-3 SANTİM<br />
UZUNLUĞUNCA<br />
KUYRUKLARI VARDIR.<br />
PADİŞAHIN BUYRUKLARINA<br />
KESİNLİKLE UYAR.<br />
BU GECEDE YENİ DOĞMUŞ<br />
BEBEKLERİ BOĞAR, EKİNLERE<br />
ZARAR VERİR, İNEKLERDEN<br />
SÜT ÇALARLAR.<br />
CAZILAR AĞ VE FİLEDEN KORKARLAR.<br />
BİRİNİN CAZI OLDUĞUNU ANLAMAK İÇİN<br />
ONA KALBURLA SICAK EKMEK UZATILIR.<br />
KALBURDAN UZAK DURUYORSA CAZIDIR.<br />
UCU EĞRİ DEMİR ÇUBUKLARLA BEBEKLERİN<br />
KALBİNİ VEYA CİĞERİNİ SÖKÜP ALDIKTAN<br />
SONRA GECE MAĞARALARDA TOPLANIP AÇIK<br />
ATEŞTE BUNLARI PİŞİREREK YERLER. GECE<br />
GÖRÜŞEN TEK RENKLİ KEDİ, TAVUK, HOROZLAR<br />
CAZI OLABİLİR.<br />
CAZILARIN KİMLİĞİNİ ÖĞRENMEYE ÇALIŞMAK<br />
UĞURSUZLUK GETİRİR. BÖYLE YAPANLARIN ELİ, KOLU<br />
KURUYABİLİR. DİLİ TUTULABİLİR. BU YÜZDEN CENAZE<br />
YIKAYANLAR KUYRUKLU ÖLÜ GÖRDÜKLERİNDE BUNU<br />
KİMSEYE SÖYLEMEZLER.<br />
KAYNAK: Trabzon Efsaneleri ve Halk Hikayeleri - Haydar Gedikoğlu<br />
10 11
Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK<br />
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />
dehşetler albümü<br />
EV İYESİ<br />
Ev İyesi inancına farklı isimler altında (Ev<br />
Sahibi, Evin Piri, Öy İyesi, Yort İyesi vb.) Tataristan<br />
haricinde Başkurdistan bölgesinde, Altay<br />
bölgesinde, Türkiye’de vs. rastlanmaktadır. Kimi<br />
anlatılarda korkulan bir varlıkken kimi anlatılarda<br />
bir koruyucu ruh olarak kabul görür. Tatarlar<br />
(Tataristan) arasındaki inanışlarda ruhlar-iyeler<br />
âleminde insanlara daha yakın olduğu için temel<br />
ruh sayılmaktadır. Gece ruhu olarak kabul edilir ve<br />
geceleri ortaya çıkar, beyaz buruşmuş yüzlü, beyaz<br />
elbiseli kambur biri olarak tasvir edilir. Ev halkını<br />
koruduğuna inanılır. Onu huzura kavuşturmak için<br />
bulunduğu mekân sayılan bodrum katına pislik,<br />
bulaşık suyu vb. dökülmez, fare leşi vs. bırakılmaz.<br />
Şayet yapılmışsa onu sakinleştirmek için “saçı”<br />
(kansız kurban) kavlinden lapa pişirip bodrum<br />
katına bırakılır yahut hocalara, erenlere, yetim<br />
çocuklara vs. sadaka verilir. Aksi halde evin içinde<br />
sesler çıkararak insanları rahatsız eder, eşyaları<br />
düşürür, insanların huzurunu bozar. Aynı şekilde ev<br />
iyesi evdeki insanların saçlarını örmeyi sevdiğinden<br />
bu saçları kendi açana kadar insanın açması yahut<br />
örük kısmı kesip ateşi atması uygun görülmez<br />
zira bu kişi hayatını kaybedilirmiş. Yeni bir eve<br />
taşınılacağı zaman terk edilen evin iyesi için veda<br />
töreni yapılır ve bu tören sırasında yeni eve davet<br />
edilirmiş. Böyle yapılmazsa ev iyesinin yalnız kalıp<br />
ağlayacağına inanılırmış. Bu durumu düzeltmek için<br />
ağlama seslerini duyan bir komşu haber edince evin<br />
eski sahibi lapa pişirip büyük bir süpürgeye binerek<br />
güneş battıktan sonra yolda kimse ile konuşmadan<br />
eski evlerinin yerine giderek ev iyesini kendisi ile yeni<br />
eve getirirmiş yahut ev iyesi için özel at koşularak<br />
bu ata bindirerek yeni eve götürülürmüş. Baba evini<br />
terk eden oğlan da ev iyesi için veda töreni yapar,<br />
gece yarısı eline ekmek lokması alıp ebeveynlerinin<br />
evine giderek onların iznini alarak bodrum kata<br />
inip üç çıra yahut mum yakarmış. Biraz toprak alıp<br />
bunu yeni evinin temeline götürürmüş. Eğer yolda<br />
birisine rastlanırsa törenin bozulduğuna inanıp her<br />
şeye yeniden başlanırmış. Tatar Türklerinin yeni<br />
eve çıkınca “Temel Lapası” pişirmeleri bu inanışla<br />
ilişkilendirilmektedir.<br />
Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar<br />
Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve<br />
İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 11-13.<br />
12 13
Yazan: Doğukan KANTAROĞLU<br />
Röportaj: Ahmet YÜKSEL<br />
Korku Köşesi<br />
Röportaj<br />
SAKLAMBAÇ<br />
Çizgi Roman<br />
Fıstık ağaçlarının açtığı bir yer . Kısa, eski taş<br />
duvarları burada yatanları engellemek için değil<br />
elbette, zaten orada yatanları engellemek mümkün<br />
müdür bilinmez.<br />
Bugün orada oynayacaklardı , saklambaç<br />
yani çocukların en heyecan duydukları oyun.<br />
Memur babasının senelik izniyle oraya gelmiş<br />
diğerlerine göre daha şehirli ve ürkek olan Alp ve<br />
köyün yerlisi olan Mehmet, Serkan ve Cahit . Dördü<br />
aralarında saymaya başladı " Aç kapıyı bezirgan<br />
başı , arkamdaki yadigar olsun . Bir sıçan , iki sıçan<br />
, üçüncüsü kapana sıkışan- şan ." Mehmet hile<br />
yapmıştı , ebe sırası kendisine gelecekken sağındaki<br />
Alp' e gelmesini sağladı , Alp 'de orada en yabancı<br />
olduğundan arkadaşlarını kaybetmemek için bunu<br />
kabul etti. İtiraz ederse çocuklar onunla bir daha<br />
konuşmayabilirdi sonuçta.<br />
" Sayıyorumm saklanın!"<br />
1, 2, 3, 4, 5, 6.......... 10... 50 " Saklanmayan ebe!"<br />
Kafasını dayadığı fıstık ağacından kaldırdı<br />
ve önce ağacın arkasına baktı, Bomboş demek ki<br />
saklanmışlar . Etrafa kabaca bir göz attı ve mezarlık<br />
kapısının demirlerinden görünen kafayı farketti<br />
Cahit ebe sobe! Cahit ilk ebelenen olduğu<br />
için söylene söylene duvarın üstüne çıkıp oturdu.<br />
Serkan ve Mehmet'in yakalanmasını bekliyordu<br />
yoksa bir sonraki el kendisi ebe olacaktı . Alp biraz<br />
daha açıldı ağaçtan ; mezartaşlarının arkalarına ,<br />
mezar tümseklerinin gerilerine baktı ve Serkan'ı<br />
görmüştü<br />
Serkan ebe sobee! Serkan ebelendiği<br />
için Cahit biraz daha rahatlamıştı . Akşam ezanı<br />
yaklaşıyordu , oyunun bitiş vakti ezandır kuralı<br />
işliyordu . Vakit yaklaştı ama Mehmet iyi saklanmıştı<br />
ki Alp onu bulamıyordu , yaklaşık on beş dakika<br />
geçmişti ama hala ses yoktu Serkan Cahit'e bakıp<br />
" Nerde oğlum bu?" diye sordu . Cahit omuzlarını<br />
silkti"Oğlum hadi lan ezan okunucak , açıldı gel<br />
sobele işteee!" Hala ses yoktu .<br />
Birdenbire Alp'in aklına babaannesinin<br />
anlattığı hikayeler gelmeye başladı ..<br />
" Gulyabaniler, Dungangalar , cadılar hepsi<br />
çocukların peşindedir bu yüzden anne babanın<br />
yanından ayrılma emi oğlum. " Alp bunları merakla<br />
dinlerdi dinlemesine ama korkardı da..<br />
Annesi dizlerinin üzerine eğilip semaverden<br />
çay doldururken evden getirdiği kamyonla<br />
oynuyordu. Babası da babaannesi, halası ve<br />
dedesiyle oturup sohbet ediyorlardı.<br />
" Ana bizim bu Seyfi abiyi Jandarma içeri<br />
almış , geçen kahvede duydum bizim köylüden<br />
. Nedir asıl mesele?" çayından bi yudum aldı<br />
sonrasında " Oğlum valla onlar bir define bir gömü<br />
işine karışmışlar ama pek bilgim yok .Bu Ermeni<br />
mezarlarını kazmışlarmış da.. Herkes bir şey diyor<br />
yavrum." Define kelimesini ilk kez o zaman duydu<br />
Alp , iki gün önce babaannesinden . " Dedin de<br />
hatırladım şimdi , bizim o oyun oynadığımız emekli<br />
Öğretmen İsmail'in evinin bahçesinde bulmuşlardı<br />
. Sonradan oraları kaza kaza bitiremediler, mezarlar<br />
yanında altınlar.. off İstanbul'dan apartman alırım<br />
var ya bi bulsam." dedi babası.<br />
Tüm bunları düşündüğü sırada mezarlığın<br />
karşısında Mehmet'i gördü . Mezarlığın karşısındaki<br />
evin bahçesinde durmuş sağına doğru bakıyordu .<br />
" Mehmet ebeee! Hem orası alanın dışında iki<br />
kere ebe!" Mehmet arkasını dönüp bakmadı bile<br />
Cahit seslendi " Heeey abiciim napıyon<br />
hocanın orda! Hadi eve gitcez daha." Mehmet'in<br />
bakışları hala sağına kilitlenmişti. Elini kaldırdı<br />
ve sabitledi, birinin elini tutar gibiydi . Kafasıyla<br />
onayladı ve yürümeye başladı .<br />
Üçü birden bağırıyordu ama Mehmet<br />
yürüyordu , koşmaya başladılar Mehmet'e doğru<br />
ama Mehmet sanki çok uzakta kalıyor gibiydi. Alp<br />
biliyordu ama arada sadece toprak bir yol var bu<br />
kadar uzak değil. Zaman yavaşlıyor gibiydi , birkaç<br />
saniyelik o an uzun bir zaman gibiydi ve şimdi<br />
Mehmet binanın arkasına dönüyordu ve gözden<br />
kayboldu . Bahçeye atladılar ve hemen binanın<br />
arkasına doğru yöneldiler. Köşeyi döndüklerinde<br />
kimse yoktu , ancak çocuklar anlayamadı<br />
"Nerdesin lan şaka yapma artık kızıcak<br />
babamlar haydi!"<br />
"Ya abiciiim hadi artık ama ya !"<br />
"Mehmet nerdesin !<br />
Rüzgarda hışırdayan yaprak sesinden başka<br />
ses yoktu .......<br />
Yolculuğu<br />
Gölge: Öner S. Biberkökü kim?<br />
Öner S.Biberkökü: 1985 Adana<br />
doğumuyum. Ortaokulu Adana’da liseyi fen iseleri<br />
yatılı olduğu için Mersin’de okudum. Yıldız Teknik<br />
Üniversitesi Matematik Bölümü ve Nazım Hikmet<br />
Akademisi Sinema Bölümünü bitirdim. 10 Yıldır<br />
aynı barda çalışıyorum. Şuan 3. Şubesinde Beşiktaş<br />
Joker No: 19’da Cuma-Cumartesi akşamları fotoğraf<br />
çekip facebook esabına yüklüyorum. Bir yandan<br />
da Babylon’a çizgi roman yolculuğunun müzik<br />
versiyonu sayılabilecek Babylon Stories serisini<br />
hazırlıyorum.<br />
Gölge: Matematik eğitimi almış bir yönetmen<br />
olarak soralım, çizgi roman senin için ne ifade<br />
ediyor?<br />
Bilmiyorum henüz Çizgi Roman Yolculuğu ile tanışmayan<br />
var mı? Öner Biberkökü adını ben o kısa belgesellerle<br />
tanıdım. Çizgi romanımızın değerli çizerlerini okuruyla<br />
profesyonelce hazırlanmış videolarla tanıtmak. Ve bunu<br />
aşkla, bir gelir elde etmeden yapmak. Öner ile güzel bir<br />
röportaj yap-tık, onun yaptığı video röportajlar kadar<br />
keyif verici mi bilemem ama ben Öneri bu röportajı<br />
yapınca daha bir sevdim.<br />
Öner S. Biberkökü: Çizgi roman herkesin<br />
çocukluğuna bi dönem girip çıkmıştır. Benim için<br />
ise ‘çizgi roman okuyordum’ yerine ‘Örümcek Adam<br />
okuyordum’ demek daha doğru olur. Adana’da<br />
gazete bayilerinde siyah beyaz eski basım Örümcek<br />
Adam ciltleri olurdu. Onları alır okurdum sürekli.<br />
Bazen paket halinde gelirdi. Pakette bir Örümcek<br />
Adam bir de Superman olurdu. Superman’e ol-dum<br />
olası ısınamadım. Düşmanla karşılaştığı zaman, bir<br />
önceki hikâyede yaptığı saldırıyı neden yapmadığına<br />
bir türlü anlam veremezdim. Çok fazla gücü var<br />
fakat nerede ne kullanacağını bir türlü aklına<br />
getiremiyor. Bir bölümde kötü adamı atmosferden<br />
çıkartıp bayıltırken, bir bölümde etrafında çok hızlı<br />
dönüp bir girdabın içerisinde bırakırken başka bir<br />
macerada bunlar aklına gelmiyor. Sinirlenirdim<br />
14 15
okurken. İçimde “ışın atsana işte ya” ya da “Koş uzaklaş<br />
işte“ dediğimi hatırlıyorum. Ama benim bi dönem<br />
çok anlamasam da Fizik’e ilgi göstermemin bir<br />
nedeni de yine bir Süperman hikâyesidir. Hikayede<br />
genç bir kadın astronot vardı, yine bir maceralar<br />
kahramanlıklar derken bir uzay yolculuğunun<br />
ardından Superman kadını dünyaya sağ salim getirip<br />
yine günü kurtarıyor.. Dünyaya döndüklerinde ise<br />
kaskını çıkartan kadının yaşlandığını gördüğümde<br />
çok etkilenmiştim. Dünyaya göre 1 günde geçen<br />
bu macera uzaydaki zaman göre yıllar sürmüş ve<br />
kadın yaşlanmıştı. Bu öykünün hevesiyle bir süre<br />
daha okuduysam da başka da iyi hikâyesi çıkmadı<br />
Süperman’in. Örümcek adam ise gerçekten hem<br />
maceralı hem de komik geliyordu bana. Ortaokul’da,<br />
gördüğün en iyi öğretmen Türkçe öğretmenimiz<br />
Mustafa Altıok, Anadolu Lisesinde olmamıza<br />
rağmen dersle-rine büyük özen ggösteriyordu. Bizi<br />
sürekli tiyatrolara götürüyor, eleştiriler yaptırıyor ve<br />
yerli edebi-yatı okutuyordu. O dönem favorilerim<br />
Reşat Nuri Güntekin ve Peyami Safa’ydı. O yaşta<br />
ne kadar oluyorsa artık bu yönden bir kaç adım<br />
ilerleme kaydedince çizgi romanların çok fazla<br />
tesadüfi olay-larla dolu olması beni rahatsız etmeye<br />
ve eski tadı vermemeye başladı. Sanırım ortaokul<br />
başından üniversite yıllarıma kadar bir daha çizgi<br />
roman okumadım. Üniversite yıllarım dediğim 8.5<br />
yıl sürdü tabii. Bu dönemde Watchmen, Sandman,<br />
Maus gibi eserler, çizgi romanın da ne kadar iyi<br />
hikâyeler anlatabileceğini bana gösterdi. Ardından<br />
Chris Ware çizdiği Jimmy Carigan: Smartest Kid On<br />
Earth bu alanda farklı tatlar aramama vesile oldu. Bir<br />
yerden bir türlü belki bir film fikrine ilham verecek<br />
diye okumayı bırakmadım.<br />
Gölge: Peki, Çizgi Roman Yolculuğu<br />
belgeselini hazırlamak fikri nereden ortaya çıktı?<br />
Nasıl başladı yolculuk?<br />
Öner S. Biberkökü: Bunu tam anlatabilmem<br />
için biraz geriye gitmek lazım.<br />
Matematik bölümün geç bitirmemin bir<br />
nedeni de aslında sinemaya olan ilgimdi. Her fırsatta<br />
film izlesem de film hayalleri kurmam lise son sınıfı<br />
buldu. Üniversiteye geldiğimde ilk iş sinema kulübüne<br />
koştum. Sinema kulübü Beşiktaş’ta, Matematik<br />
bölümü ise Davutpaşa’da olunca, ben daha çok<br />
Beşiktaş’a sinema kulübüne gitmeyi seçtim. Orada<br />
sanki aynı dili konuştuğumuz birilerini sonunda<br />
bulmuş gibi hissettim. Her gün sinema kulübüne<br />
gidip, filmler izliyordum. O dönem bilgisa-yarım da<br />
olmadığı için, kulübün sinema salonu büyülü bir<br />
yerdi. Aynı dönemde de Taksim’de barda bulaşıkçı<br />
olarak çalışmaya başlayıp kısa sürede garsonluğa<br />
terfi ettim. Bunlar olurken vizeler, finaller kaçmaya<br />
okul uzamaya başladı. Zaten matematik bölümünü<br />
de yapamayacağımı anlamıştım. Kendi kendime<br />
forumlardan, internetten kamera, kurgu, senaryo<br />
konularını öğrenmeye başla-dım. Ufak ufak videolar<br />
üretmeye başladım. İmkânlar kısıtlı olunca, zorda<br />
kalırsam diye video üretiminin her alanına çalıştım.<br />
Sonraki yıllarda da projesine göre yerine göre<br />
efektçi, yerine göre görüntü yönetmeni, yerine<br />
göre kurgucu, yerine göre de yönetmen olarak yer<br />
aldım. Teknik anlamda en büyük sıçramayı TRT 1’e<br />
yaptığımız oyun-internet programında Görüntü<br />
yönetmeni ve Görsel efektçi olarak çalışmak zorunda<br />
kalınca yaşadım. Kısa sürede kamera kullanmayı ve<br />
efekt işlerini öğrenmek zorunda kaldım, iyi de oldu.<br />
(Merak edenler İnternet Dünyası diye aratabilirler).<br />
Çizgi Roman yolculuğu aslında bu mecburiyetler<br />
sonucu öğrendiklerimle oluştu. Başka türlü tek<br />
başıma altından kalkamazdım.<br />
2009 yılında Nazım Hikmet Akademisi’nin<br />
ilanını gördüm. O sırada Adana’da, aile<br />
ziyaretindeydim. Akademide ders verecek isimler<br />
beni çok heyecanlandırmıştı; Handan İpekçi, İnan<br />
Temelkuran, Özcan Alper, Mustafa Ziya Ülkenciler,<br />
Semir Aslanyürek… İnternetten başvuru yaptım.<br />
Mülakata çağırdılar, İstanbul’a. Okulum uzamışken<br />
anneme, babama bu durumu açıklamam pek<br />
mümkün değildi. Önce okulunu bitir, sonra böyle<br />
şeylerle uğraş diyeceklerinden emindim, ama<br />
mülakata girmeyi çok istiyorum. Sabah evden<br />
arkadaşımla buluşacağım deyip çıktım, uçağa<br />
bindim İstanbul’da akademinin mülakatına girdim<br />
ve akşam uçakla tekrar eve döndüm. Kimse<br />
şüphelenmedi. Akademiyi kazandım, burslu. 3 yıl<br />
okudum. Bu 3 yılda sanırım Matematik bölümününde<br />
1 ders dahi geçemedim. Annem artık bitmeyen<br />
okulumun utancıyla, beni soran komşulara yalan<br />
söylemeye başlamıştı. “Öner okulu bitirdi, çalışıyor”<br />
diye. 2. yılımda hocam İnan Temelkuran’la çalışma<br />
fırsatı doğdu. Çok iyi bir sinemacı, ondan çok şey<br />
öğrendim. İnan Temelkuran’ın Siirt’in Sırrı filmi<br />
Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal film<br />
16 17
Festivallerinde toplam 4 ödül aldı. Bu tamamen İnan<br />
Temelkuran’ın başarısıydı. Ödüllerden Biri de kurgu<br />
ödülüydü. Ben ödülü almaya gidemedim, çünkü<br />
kalktı denilen harçlar, benim gibi okulu uzatanlara<br />
kalkmamıştı. Hâlbuki yıllarca ödeyen bendim,<br />
sürekli müşteriydim, asıl benden almamaları<br />
gerekirdi. Ama öyle olmadı. Hemen haber oldu<br />
tabii: Uçak parasını harca yatırdı, ödülünü almaya<br />
gelemedi diye. Bir gazete de benimle ilgili habere<br />
“Vay garibim vay” diye başlık atmış. Annem de ertesi<br />
sabah kahvaltı sonrasında çay içerken kurcaladığı<br />
gazetede bu haberi görüyor. Beni aradı, çok kızdı<br />
“Beni mahalleye rezil ettin “ dedi. Okulu bitirmediğim<br />
ortaya çıkmıştı. Böylece işlerimi tamamen bırakıp<br />
okulu bitirmek üzere okula döndüm. Böylece<br />
Matematik Bölümünden mezun oldum. Annemi<br />
bu kadar üzdükten sonra isteğini kıramayıp bir<br />
de üzerine Pedagojik Formasyon’a başladım.<br />
Pedagojik Formasyon benim gibi Matematik, Fizik<br />
gibi bölümlerden mezun olanlara 1 yıllık bir ek<br />
eğitim sonucu KPSS’ye girip devlet okullarında<br />
öğretmen olma şansı tanıyor. Kendimi bildim bileli<br />
de annem “İyi düşün bak, hafta sonları tatil, yazları<br />
tatil, bayramlar tatil” diye aklıma girmeye çalışır.<br />
Matematik okurken yaptığım hayatı yapmayıp,<br />
Formasyon süresinde başka işlerle ilgilenmemeye<br />
karar verdim. Sadece yaklaşık 10 yıldır çalıştığım<br />
Joker’de hafta sonları fotoğraf çekiyordum. Bu<br />
dönemde boş vaktim oluşunca okumalarım<br />
izlemelerim arttı. Cannes Film Festivalinde en büyük<br />
ödül olan Altın Palmiye alan Mavi En Sıcak Renktir<br />
filminin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu<br />
öğrendiğim çizgi roman okumalarımı da arttırdım.<br />
Bizde yerli çizgi roman üretimi ne aşamada diye<br />
araştırmaya başladım Bu süreçte yerli yabancı çok<br />
çizgi roman okudum. Yerli üretime dair çok kaynak<br />
bulamadım. Üretme dürtüsü de alttan alta rahatsız<br />
etmeye başladı. Sonra bir yandan formasyona<br />
devam ederken bir yandan okuduğum, sevdiğim<br />
çizgi romanları youtube üzerinden tanıtmaya karar<br />
verdim. Çıkıp anlatacaktım işte en basit haliyle.<br />
Formasyon eğitimimi aksatmadan, beni yormayan<br />
küçük videolar üretmekti amacım. O sene, A Beautiful<br />
Darkness, This one Summer, Andre the Giant, Saga,<br />
sex criminal beğendiğim ve tanıtmak istediğim<br />
çizgi romanlardı. Çizgi Yoman Yolculuğu’nun ilk<br />
formatı buydu aslında: Çizgi roman tanıtımı ve<br />
eleştirisi. Bir çizgi roman delisi olan arkadaşım Can<br />
Alkaya’nın da yardımıyla formatı biraz genişletmeye<br />
çalıştık. Bir sunucunun olduğu, tanıtımları ve<br />
eleştirileri hâli hazırda eleştiri yazanların yaptığı<br />
bir forma büründü. İnternet üzerinden çizgi roman<br />
üzerine az çok yazan kişilere ulaştım. Bunlardan<br />
birisi de Alt Evren’den Berk Uralcan’dı. Durmadan<br />
yazıyor. Benden daha iyi eleştireceği kesindi.<br />
Yazdığım kişilerle bi türlü bir araya gelemedik. İşin<br />
içine girdikçe format arayışlarım hız kazandı, hatta<br />
internette benim sunum denemelerim de var, az<br />
kalsın öyle olacaktı. Sanırım televizyonlarındaki<br />
sabah programları benzeri bir şey ortaya çıkmak<br />
üzereydi. Bir gün Tern Ninja da Devrim Kunter’in<br />
Seyfettin Efendi çizgi romanı üzerine bir yazıya<br />
rastladım. Sitesinden Devrim Kunter’e mail attım.<br />
İnternet üzerinden yayınlamak üzere video röportaj<br />
yapabilir miyiz yazmıştım. 2-3 kişiye daha mail<br />
yolladım, numaralar aldım derken ilk gün Devrim<br />
Kunter, İlke Keskin, Hakan Tunga Kalkan ve Serkan<br />
Özay’la aynı mekânda röportaj yaptık. Tam olarak<br />
ne hazırladığımı bilmediğimden Çizgi roman<br />
uyarlamalarından, Marmara Çizgi’nin yeni basacağı<br />
kitaplara kadar aklıma ne geldiyse sordum. Röportaj<br />
serisi Yıldıray Çınar, Berat Pekmezci, Levent Cantek,<br />
Hakan Tacal, Emre Yavuz, Ertan Ertgil, Ahmet<br />
Kocaoğlu, Emrah Ablak şeklinde devam etti.<br />
Ama hala ne ne yapacağımı biliyordum, ne de bir<br />
bölüm yayınlamıştım. Nasıl olduysa bir türlü çok<br />
sorgulamadılar ve saatlerce sorulara cevap verdiler.<br />
Hızımı alamadım ve İlban Ertem’e ulaştım. İlban<br />
Ertem Bodrum’da yaşadığından kendisiyle skype<br />
üzerinden konuştuk. O sıralar henüz Puslu Kıtalar<br />
Atlası’nın ne zaman çıkacağı belli değildi. (Elimdeki,<br />
bölüme koyamadığım röportajları, yeni bir kanal<br />
açıp Youtube üzerinden yayınlamayı düşünüyorum)<br />
İşe beraber başladığımız Can İstan-bul’dan taşındı.<br />
Tek başıma kaldım. Aylar geçti, ortada ne bölüm<br />
vardı ne de fikir. Röportaj yaptığım bu kişilerle<br />
karşılaştıkça “Ne oldu program” diye soruyorlardı.<br />
Kötü hissediyordum. İnternette en çok izlenen çizgi<br />
roman kanallarını araştırdım, hepsi çizgi roman<br />
tanıtıyordu. Aylarca kafamda kurduğum her şeyi<br />
bir kenara bırakıp, sadece röportajlardan üretmeye<br />
karar verdim. İlk yaptığım röportajdan tam 5 ay sonra<br />
formasyonu bitirdiğim gibi ilk bölümü yayınladım.<br />
Tüm çizgi roman yayınevleri Facebook sayfalarından<br />
paylaştı. Beklediğimin çok üzerinde bir ilgi oldu.<br />
Hemen yeni bölümü hazırlamaya başladım. İlk<br />
bölümün seslendirmesini de ben yapmıştım.<br />
Neyse ki ilk bölümden sonra akademiden Oyuncu<br />
Yönetimi Hocam Akademisyen Özlem Turhal de<br />
Chiara seslendirme yaparak programa destek<br />
verdi. Böylece program biraz daha toparlandı.<br />
4. bölümü Yekta Kopan’ın seslendirmesi ve aynı<br />
bölümün Cermodern’de düzenlenen Puslu Kıtalar<br />
Atlası sergisinde 1 ay boyunca sergi kapsamında<br />
gösterilmesi de bölümlerin devam etmesinde etkili<br />
oldu.<br />
Gölge: Belgeselde hareketli bir kurgu<br />
yapıyorsun. Daha önce de Altın Koza’da en iyi<br />
kurgu ödülünü aldın. Nasıl hazırlıyorsun kurguyu,<br />
10 dakikalık bir yayın için kaç saat çekim yapıp kaç<br />
şehir dolaşıp kaç saat After’da animasyon hazırlayıp<br />
ondan sonra bize bunu 10 dakikalık, lezzetli,<br />
heyecanlı bir program olarak sunuyorsunuz?<br />
18 19
Öner S. Biberkökü: Altın Koza’dan aldığım<br />
ödül, dışarıdan bakılınca kurgu konusunda müthiş<br />
bir kabiliyetim varmış gibi görünüyor, fakat<br />
öyle değil. Kurgu öncelikle disiplinli bir çalışma,<br />
sonra sabır isteyen bir alan. Bende ikisi de yok.<br />
Video üretirken heyecanlı, sabırsız, düzensiz ve<br />
disiplinsizim. O kadar karışık çalışıyorum ki, 1 ay<br />
sonra projeyi tekrar açmam gerekirse ben bile<br />
işin içinden çı-kamıyorum. Kurgu her yönetmenin<br />
mutlaka iyice öğrenmesi gereken, sinema veya<br />
video üretiminin çok önemli bir ayağı olduğu için<br />
öğrenmeye çalıştım. Akademide bize öğretilen<br />
ilk şey, kendin yazmasan da bir senarist kadar<br />
senaryoyu, kendin kurgulamasan da bir kurgucu<br />
kadar kurguyu bilmen gerektiğiydi. Kurgu üzerine<br />
kitaplar okudum, çalışmalar yaptım ama bunu<br />
Akademi eğitimi sırasında, yönetmenlik, görüntü<br />
yönetmenliği ve senaryo üzerine de yaptık. Bu<br />
sinema eğitimi alan herkesin yaşadığı bir süreç.<br />
Ama yaptığım çalışmaların Çizgi Roman Yolculuğu<br />
benzeri videolarda çalışır bir yanı yok. Çizgi Roman<br />
Yolculuğu’ndaki kurgu Çok pratik yaparak çok çabuk<br />
kazanabilecek bir beceri. Çünkü ilk amaç: sıkmaması.<br />
Araya nelerin girdiğinin çok önemi yok. Lezzetli,<br />
heyecanlı gelmesine çok sevindim. Ben de böyle<br />
şeyler yapmayı aslında bu programla öğrendim<br />
diyebilirim. İlk bölüme geri dönerseniz, ya da<br />
Yıldıray Çınar’ın ilk versiyonuna, son bölümlere göre<br />
çok daha sıkıcı geleceğinden eminim. Her bölümde<br />
yeni şeyler öğrendim daha çok dikkat ettim, hep bir<br />
önceki bölümden daha iyi olması için uğraştım.<br />
Yıldıray Çınar’ın ilk versiyonunu yaparken<br />
içimden defalarca “ Başka bölüm yapmicam” diye geçirdim.<br />
Çok yordu, zordu. Açılış jeneriğini hazırladım.<br />
Yıldıray Çınar’ın tanıtım metnini internet araştırması<br />
yapıp yazdım. Onu olabildiğince sadeleştirdim.<br />
Bahsedilen çizgi romanları buldum. Onları after<br />
effectste akıcı bir hale getirmeye çalıştım. Özlem<br />
Hocamın yanına gidip sesi aldım. Superior Ironman<br />
için animasyon hazırladım. Yıldıray Çınar’ın ismi<br />
göründüğünde belirecek olan demir adam için,<br />
demir adam filmini izleyip uygun bir sahne buldum.<br />
Demir adamı oradan kesip (rotoscope) onu sahneye<br />
uygun şekilde yerleştirmeye çalıştım. Sonra Yıldıray<br />
Çınar’ın ikinci bölümde tanıttığı çizgi romanları<br />
bulup sayfalar indirdim. Sonra da röportajların<br />
kurgusunu yaptım. Bitti mi? Bir de bölümün sonuna<br />
Emrah Ablak için Teaser hazırladım. Sanırım 10<br />
gün sürdü. Ama bu 10 gün, normal bir iş hayatı<br />
gibi değil, sabahtan, gece yatana kadar süren bir<br />
mesai. Aslında bir ekip olsa çok daha kısa sürer. Yani<br />
araştırmaları birisi, Animasyonları birisi, Kurguyu<br />
birisi yapsa sanırım 3 günde biter.<br />
Çekim kısmı biraz sancılı. Mesela En son<br />
yaptığım Ersin Karabulut çekimi sanırım bir 7 saat<br />
sürdü. Bu kadar sürmesinin bir nedeni tek olmam,<br />
diğer nedeni de çok konuşmam.<br />
Bazı bölümleri 2 defa çektim. Mesela<br />
bunlardan birisi Yıldıray Çınar bölümü. Kullandığım<br />
bir müzik dolayısıyla Youtube bölümün sesini<br />
silince, ben de bu bahaneyle kendisiyle tekrar<br />
görüştüm. Daha iyi oldu. Çocukluk çizimlerini ve<br />
çocukluk arkadaşlarını da bölüme eklemiş oldum.<br />
Levent Cantek, Berat Pekmezci bölümünü de 2<br />
defa çektim. İlk çektiğim sırada dediğim gibi ne<br />
yapacağımı bilmi-yordum. Kurguya oturduğumda<br />
içime sinmedi. Ankara’ya gidip Levent Cantek’le<br />
tekrar görüştüm. Berat Pekmezci’yle ikinci kez<br />
görüştüğümde ilkine göre çok daha iyi bir röportaj<br />
oldu. İlkinde tanışmadığımızdan ve ne yapacağım<br />
belli olmadığından röportaj da biraz soğuk ve<br />
kötü olmuştu. llban Ertem bölümünü de 2 defa<br />
çektim. Skype röportajı, görüntü fena olmasa da<br />
ses açısından berbat oldu. Ama kitabın çıkma tarihi<br />
gelince, Bodrum’a gidip, eskizlerle birlikte kendisini<br />
çekmek daha cazip geldi. Sonuç daha iyi oldu.<br />
Gölge: Nelerle karşılaşıyorsunuz çekim<br />
sürecinde? Güzel anılarınız var mı? Eğlenceli mi<br />
süreç?<br />
Öner S. Biberkökü: Yorucu olsa da, ben çok<br />
keyif alıyorum. Bölümlerde izlediğimiz 10 dakikalık<br />
bir röportaj ama aslında saatlerce konuşuyoruz,<br />
tartışıyoruz. Yıllardır okuduğum yazar/çizerler bunlar.<br />
Bu vesileyle aslında tanışma, sohbet etme şansını<br />
da yakalıyorum. Mesela Bodrum’a İlban Ertem’in<br />
yanına gittiğimde önce uzun süre sohbet ettik, bir<br />
sürü soru sordum. Ama kamerayı kurmamıştım bile.<br />
Uçak saatim yaklaşınca son 1 saatte o izlediklerinizi<br />
çektim. Böyle çok sevdiğim çizerlerle buluşunca,<br />
önceliğim çekim yapmak olamıyor. Emrah Ablak<br />
ziyaretim de 7-8 saat sürmüştü. Beni bir daha<br />
davet etmek istemez galiba. 1-2 saat diye gidip 8<br />
saat durdum. Ama sinemadan çizgi roman kadar<br />
uzunca sohbet ettik. Böyle anlatınca da Çizgi<br />
Roman Yolculuğu sevdiğim çizerlerle görüşmek<br />
için uydurulmuş gibi görünüyor. Biraz öyle bir yanı<br />
da olabilir. Çizerler çok konuştuğum için benim<br />
gibi bakmıyorlardır tabii ama bölümü yayınlayınca<br />
durumu telafi ediyorumdur. Çizerlerle çalışmanın en<br />
büyük zorluğu, gerçekten çok vakitlerinin olmaması.<br />
İlban Erteml’le komik bir anım da oldu.İlban<br />
Ertem’le konuşmak istiyordum. Henüz Levent<br />
Cantek’le de tanışmadığımız için numarasını<br />
20 21
alabileceğim kimse yoktu. İnternet sitesinde bir mail<br />
adresi vardı. O adrese oturdum uzun uzun bir mail<br />
yazdım. Bir yandan da, maillerine bakıyor mudur ki?<br />
diye geçiriyordum aklımdan. Ama aynı gün mail geri<br />
geldi. Böyle bir mail adresi yok dedi. İlban Ertem’in<br />
internet adresinde yazan mail adresi yanlıştı.<br />
Yılmadım, aklıma gelen tüm kombinasyonları<br />
denedim. Yani aynı maili ilbanertem@gmail,<br />
ertemilban@gmail, ilban_ertem@gmail ve sonra<br />
hotmail, yahoo gibi 10-15 civarında mail adresine<br />
yolladım. Birisi doğru çıktı, İlban Ertem olumlu dönüş<br />
yaptı. Numarasını yazdı. Ertesi gün telefondan,<br />
yazdığı numaraya whatsapp yoluyka mesaj yazdım.<br />
“Kibarca ne zaman röportaj yapabiliriz?” diye<br />
soruyordum. 2 gün bekledim, cevap gelmedi. 3. gün<br />
aradım “Merhaba, röportaj için yazmıştım, ne zaman<br />
konuşabiliriz” gibi bişey dedim. Kendisi de “Şu an<br />
yoldayım İstanbul’a doğru, 1 gün dinlenip seni geri<br />
ararım” dedi. Böyle böyle neredeyse 1 hafta geçti.<br />
2 gün sonra whatsaptan tekrar yazdım. “Sizinle<br />
Puslu Kıtlar Atlası serüveni hakkında röportaj yapmak<br />
istiyorum” diye. Şöyle bir cevap geldi “Puslu Kıtalar<br />
Atlası serüveni nedir bilmiyorum, umarım topluma<br />
faydalı bir iş yapıyorsunuzdur, kolay gelsin“ diye.<br />
Meğerse İlban Ertem bana numarasını yazarken<br />
1 rakamı yanlış yazmış ve ben 1 hafta boyunca<br />
Samsunlu bir amcayla konuşup yazışmışım.<br />
Neredeyse onunla röportaj yapacaktık. Nedense son<br />
güne kadar da kendisiyle röportaj yapılmasını hiç<br />
garipsememişti. Fotoğraftan biraz şüphelenmiştim<br />
aslında. Bu durumu İlban Ertem’e mailde anlattım,<br />
amcanın Whatsapp profil fotoğrafını da yolladım.<br />
İlban Ertem’i epey güldürdü bu durum.<br />
Gölge: İlban Ertem, Yıldıray Çınar, Emrah<br />
Ablak gibi Türkiye’nin üst düzey çizerleri ile<br />
çalıştınız. Yakın zaman için kimler var listende? Yeni<br />
çıkan yayınlara göre mi devam edeceksin yoksa<br />
uzun süredir yeni işler üretmemiş eski kurtları da<br />
görebilecek miyiz Çizgi Roman Yolculuğu’nda?<br />
Öner S. Biberkökü: Aslında röportajlar<br />
yaptıkça, ilgimi çizgi roman konusunda asıl<br />
çeken şeyi daha net anlamaya başladım. Çizgi<br />
Romandan para kazanamayacağını, çok da bir<br />
prestiji olmadığını, çok dar bi kitleye hitap ettiğini<br />
bilmesine rağmen, şu an bireysel çabalarla çizgi<br />
roman üreten çizerlerin işinden gücünde vakit<br />
ayırıp, uykusundan çalıp çizgi roman üretmesi ve<br />
bunun arkasında yatan tutku. O yüzden bu benim<br />
için sadece bir Çizgi Roman serisi değil. Bir tutkunun<br />
peşinden, sonucu baştan belli bir yola giren çizerler/<br />
yazarların hikâyesi. Önceliğim bugün, bu şartlarda<br />
üretenler. Bu “eski kurtlar”la görüşmek istemiyorum,<br />
beğenmiyorum, görüşmeyeceğim demek değil.<br />
Onlar da isterlerse ilerleyen bölümlerde elbette<br />
görüşeceğiz.<br />
Şu an çekimlerinin tamamladığım Kenan<br />
Yarar, Ersin Karabulut, Mahmud Asrar var.<br />
Uykusuz’un yakında çıkartacağı çizgi roman dergisi<br />
için de bir bölüm olacak. Çekimlerine başladım. Bu<br />
bölümde Yılmaz Aslantürk, OKY, Memo Tembelçizer,<br />
Emrah Ablak, Kenan Yarar, Ersin Karabulut ve Cihan<br />
Kılıç olacak. Henüz iletişime geçemediğim fakat<br />
ilgilenirlerse ilk fırsatta görüşeceğim Cem Özüduru,<br />
Galip Tekin ve Kutlukhan Perker var.<br />
Gölge: Pek çok televizyon programından<br />
daha kaliteli bir iş çıkarttın, yine de Podcast<br />
olarak yayın yapıyorsunuz. Bu işin bir geliri de yok<br />
gördüğümüz kadarıyla. Bu sevdanın karşılığı sadece<br />
sevgi saygı anlayış mı?<br />
Öner S. Biberkökü: Bunu sadece çizgi romana<br />
olan sevgime bağlarsam yalan söylemiş olurum.<br />
Çizgi Roman Yolculuğu benim işsiz olduğum, pek<br />
iş gelmediği bir dönemde üretmeye devam etmek<br />
için başladığım bir proje. Bu program bana<br />
yönetmen olarak bir çalışma alanı açıyor. Aklıma<br />
gelenleri deneyebildiğim, içerik ve süre olarak<br />
özgür olduğum bir alan. Kendimi geliştiriyorum.<br />
Ve üstelik az belli bir izleyici kitlesi de var. Bu beni<br />
daha iyi şeyler yapmaya çalışmak konusunda motive<br />
ediyor. Aldığım yorumlar benim diğer işlerimi de<br />
etkiliyor. Mesela Çizgi Roman Yolcuğu saye-sinde<br />
Babylon’a benzer formatta müzik içerikli videolar<br />
üretmeye başladım. Çizgi Roman yolculuğu<br />
bölümlerinde yazılan güzel yorumların üzerimde<br />
bıraktığı etki diğer işlerimi de iyi yönde etkiliyor.<br />
İnsanlardan güzel şeyler duymaya da ihtiyaç var,<br />
veya işinizin internette paylaşıldığını görmeye.<br />
Çizerlerle tanışmak da cabası.<br />
Ben de isterim ufak da olsa bir geliri olsa<br />
bu işin de başka işlerle uğraşmadan bunu yapsam.<br />
Ama bu işe, hitap ettiği kitlenin azlığı dolayısıyla<br />
kimsenin sponsor olmak isteyeceğini, para<br />
vereceğini düşünmedim. O yüzden de aramadım.<br />
Bir gün uygun şartlarda bir sponsor çıkarsa da, o<br />
zamanki şartlara göre düşünülür.<br />
ilk röportajları yaptığım gün, kafamda<br />
belgesel düşünceleri oluşmaya başlamıştı. İlk<br />
bölümle birlikte bunu, yolculuğu tamamladığımda<br />
yeni baştan çekerek oluşturacağım belgeselin birer<br />
ön çalışması olarak düşündüm. Hem dilini oturtmaya<br />
çalışacağım, hem çizerlerle tanışabileceğim, hem<br />
de her bölüm sonunda geri dönüşlerle, önerilerle<br />
gelişen bir çalışma olarak düşündüm. Böyle<br />
düşünürsek, bir gelirinin olmaması çok da rahatsız<br />
etmiyor. Geçinebildiğim sürece.<br />
Aslında bu yaptığıma şöyle bakmak lazım;<br />
Eskiden çizerlerin yayımlanan işleri dışında, bir<br />
cafede kahve içerken veya öylesine aklına gelen<br />
bir şeyi denerken çizdiklerini pek bilmezdik. Nasıl<br />
Instag-ram sayesinde çizerlerin her karalamalarını,<br />
denemelerini, çalışmalarını görür olduysak, Youtube<br />
da benim gibi video üreticileri için biraz öyle<br />
oldu. Mesela yeni bölümlerde, (Muhtemelen Cem<br />
Özüduru’nun bölümünden başlayarak) çizerin ya da<br />
işlenen kitabın havasına uygun , oyunculu sahneler<br />
de çekip eklemek istiyorum. Belki iyi olacak, belki<br />
facia. Bolca denemek istiyorum.<br />
Çizgi Roman yolculuğu için sık sık “Ticari<br />
Değil” deme nedenim de bu aslında.<br />
Gölge: Çizgi Roman Yolculuğu güzel gidiyor<br />
ama bir yerde sonlanırsa gönlünden geçen proje<br />
ne, uzun metraj bir belgesel, bir sinema filmi ya da<br />
bir dizi yapmak geçiyor mu aklından?<br />
Öner S. Biberkökü: Dizi yapmak benim<br />
karar verebileceğim bir şey değil. Televizyon çok<br />
farklı işliyor. Çizgi Roman Yolculuğu bitince uzun bir<br />
çizgi roman belgeseli yapmayı çok istiyorum. Ama<br />
çizerlerin bu kadar az vakitlerinin olduğu gerçeğiyle<br />
yüzleşince, gerçekleşemeyeceğinden korkma-ya<br />
başladım. Şu an Babylon’a içinde Düşler Akademisi<br />
ve Barış İçin Müzik’in de olduğu çekimlerini yazın<br />
yaptığım yaklaşık 1 saatlik bir belgesel üzerinde<br />
çalışıyorum. (Çizgi Roman Yolculuğu’nun 6. ve 7.<br />
bölümü arasında bu kadar zaman farkı olmasının<br />
nedeni buydu). Haftaya Yine Babylon için Okay Temiz<br />
kısa belgeseline başlayacağım. Ama asıl istediğim<br />
tabii ki uzun metraj bir kurmaca film. Bu konuda<br />
da aklımda eskilerden dönüp duran fikirler olsa da,<br />
Orhan Kemal’le ilgili bir hikâye galip çıktı. 2 aydır<br />
fırsat buldukça da ona çalışıyorum. Ama çok yavaş<br />
gidiyor.<br />
Madem soru aklımdan geçenleri soruyor,<br />
çizgi roman yapmak istemiyorum dersem de<br />
yalan olur. Bunun hikâyesi de hazır. Ama durumu<br />
özetlemesi için bir klişeyi yardımıma çağırayım: Çöp<br />
adam bile çizemem!<br />
Gölge: Bize zaman ayırdığın için Gölge<br />
e-Dergi olarak teşekkür ederiz.<br />
22 23
Melahat YILMAZ<br />
Film İnceleme<br />
George Lucas ve<br />
Yeni Başlayanlar için<br />
O’nun Yıldız Savaşları - II<br />
Son üç macera Darth Vader’a yani onun<br />
karanlık tarafa geçişi ve geçmeden önceki kimliği<br />
olan Anakin Sykwalker’a odaklanıyor.<br />
Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike (1999)<br />
“Bir Jedi olacaksın, söz veriyorum!”<br />
Barışçıl ve silahsız bir gezegen olan Naboo<br />
Cumhuriyetin aldığı vergileri protesto etmek amacı<br />
ile Ticaret Federasyonu tarafındann işgal edilir. Bu<br />
durumu düzeltmek ve kraliçe Amidala’yı kurtarmak<br />
için iki Jedi görevlendirilir. Qui-gon Jinn ve genç<br />
padawanı Obi-Wan Kenobi...<br />
Görevlerini başlarına gelen tüm zorluklara<br />
rağmen tamamlayıp kraliçeyi ve yanındaki kovulmuş<br />
sakar Jar-jar Bings’i kurtaran kahramanlarımız<br />
gemilerindeki bir arıza sebebiyle istemeden de olsa<br />
çölün ortasındaki Tatooine’ne iniş yapmak zorunda<br />
kalırlar. Düşman peşlerindedir ve bu gezegen çok<br />
göz önünde olmayan izbe bir yer olduğu için onlara<br />
avantaj sağlar. Ama tek şansları bu olmayacaktır.<br />
Orada karşılaştıkları akıllı, becerikli ve inanılmaz<br />
yetenekli bir çocuk köle gücün tüm dengesini<br />
değiştirmek için onları bekliyordur bilmeden de<br />
olsa. Anakin Skywalker isimli bu sevimli çocuk<br />
“Seçilmiş Kişi”dir ve güce denge getireceğine dair bir<br />
kehanetin ortasında durmaktadır.<br />
“Korku karanlık tarafın yolu... Korku öfke olur,<br />
öfke de nefret.nefret acıyı getirir. Korkuyla dolu senin<br />
için!”<br />
Serinin ilk üç adımının üzerinden 20 yıl<br />
geçmiştir. George Lucas aslına bakarsanız yeni bir<br />
Star Wars bölümü çekilmeyeceğini her seferinde<br />
dillendirmektedir. Fakat sonunda yönetmen<br />
koltuğuna bir kez daha oturmaya karar verdi. Yapım<br />
için çok büyük bir emek hazrcandı. Kullanılan<br />
dekorlar, oluşturulan devasa setler ve yatatıklar,<br />
makineler ve çöllerde geçen fırtınalı günler.<br />
Çekimler bitip de herşeye rağmen güzeldi denildiği<br />
sırada ekibin ve Lucas’ın moralini bozan eleştiriler<br />
peş peşe gelmeye başladı. Eleştirmenler ve bir<br />
kısım hayran kitlesi George Lucas’ın yönetmenliği,<br />
Natalie Portmant’ın oyunculuğu, Jar-jar karakteri ve<br />
daha bir çok ayrıntı sorgulandı, beğenilmedi. Ortak<br />
tek beğeni ise Ewan McGregor ve Liam Neeson’un<br />
başarılı oyunculukları oldu. Fakat film gösterime<br />
girdiği andan itibaren gişe rekorları kırdı, halkın<br />
sevgilisi haline geldi. Bir efsane 20 yıl önce başlamıştı<br />
lakin bu efsane daha bir başka olacaktı. Biri diğeri<br />
olmadan diğeri yapamayacaktı.<br />
Yıldız Savaşları Bölüm II: Klonların Saldırısı<br />
(2002)<br />
“Bir Jedi öfkeyi bilmez. Ne nefreti... Ne sevgiyi...”<br />
Kraliçe Amidala yeni kraliçenin verdiği<br />
yetkiyle senatör olmuştur. Anakin Sykwalker ile<br />
karşılaşmasının ardından on yıl geçmiştir. Amidala<br />
için Anakin Jedi’lerin kanatları altına giren şirin, akıllı<br />
bir çocuktur. Fakat Anakin tam on yıl boyunca ona<br />
büyük bir aşk beslemiş ve bu aşkı kalbinde kendi<br />
ile beraber büyütmüştür. Oysa ki aşk ve bunun<br />
gibi bağlılıklar Jedi öğretisinde yasaktır. Anakin ise<br />
Amidala’yı bir kez daha göreceği günü bekleyerek<br />
büyümüştür.<br />
İşte o gün on yıl sonra Amidala’nın<br />
senatör olarak bir oylamaya katılmak için geldiği<br />
cumhuriyette başına gelen bir suikast sonucu gelir.<br />
Cumhuriyet Şansölye Palpatine’in etkisi altındadır.<br />
Siht lordu Kont Dooku Cumhuriyete karşı komplolar<br />
peşindedir. Aslında tehlike daha derindir lakin birileri<br />
ortalığı karıştırarak savaş çıkarmak niyetindedir. Ve<br />
bu tehlike giderek gün yüzüne çıkmaktadır.<br />
24 25
Anakin bu bölümde aşkı, nefreti ve ölümün<br />
acısıyla birlikte öfkeyi öğrenecektir. Ve bir yemin<br />
edecektir hayatının akışını değiştirecek nitelikte.<br />
Bundan sonra asla sevdiği birini ölüme teslim<br />
etmeyecektir.<br />
Klon Savaşları tıpkı diğer Star Wars<br />
bölümlerinde olduğu gibi o güne kadar<br />
kullanılmayan tüm teknolojinin beyazperdeye<br />
sirayet ettiği bir yapımdı. Kullanılan çekim teknikleri,<br />
kostümler ve hikayenin can bulduğu devasa<br />
dekorlar... Yönetmen koltuğunda evladını kimseye<br />
teslim etmek istemeyen George Lucas oturuyordu<br />
yine. Yapım çok ağır eleştirilere maruz kaldı ilk başta<br />
alışıldığı üzere fakat sonrasında sonuç değişmedi.<br />
Hayran kitlesi her ne kadar beğenmeyenleri olsa<br />
da arttıkça arttı ve fesaneye gölge düşürmeyen bir<br />
bölüm olarak sinema dünyasının raflarında ki özel<br />
yerini aldı.<br />
Yıldız Savaşları Bölüm III: Sith’in İntikamı<br />
(2005)<br />
“Demek ki özgürlük böyle ölüyormuş, binbir<br />
alkışla...”<br />
“Destan tamamlandı!” sloganıyla<br />
hayranlarının karşısına çıkan film serinin tüm<br />
yapımlarından daha çok beğenildi, çok daha iyi<br />
eleştiriler aldı ve sinema tarihine en iyi bilim-kurgu<br />
yapımları listesine üst sıralardan girerek efsaneye<br />
yakışır bir sona imza attı. Gişe de kırılması zor bir<br />
rekorla karşılandı. Kaptan koltuğunda yine yeni<br />
yeniden George Lucas oturdu hikayesini yazdığı<br />
maceranın mürekkebi kurumadan.<br />
“Güç kazanan herkes onu kaybetmekten<br />
korkar!”<br />
Tek derdi Cumhuriyeti ayakta tutmak olan(!)<br />
Şansölye Palpatin droidlerin lideri General Griveous<br />
tarafından tam da Klon Savaşlarının sonu gelmek<br />
üzereyken kaçırılır. Obi-Wan Kenobi ve ele avuca<br />
sığmaz öğrencisi Anakin Skywalker onu kurtarmak<br />
için görevlendirilir ve görevlerini başarıyla yerine<br />
getirirler. Kont Dooku Anakin tarafından öldürülür.<br />
General Griveous kaçar. Kont Dooku’nun ölümü<br />
savaşın arkasındaki gerçek güç için bir kayıp<br />
değildir. Lakin o kendine daha genç ve daha güçlü<br />
bir öğrenci seçmiştir.<br />
Bu arada Anakin hayatının aşkından çok<br />
güzel bir haber almıştır. Pad Me hamiledir. Evlilikleri<br />
hala gizli olmasına rağmen bu yeni bir umuttur<br />
aşıklar için fakat bu haber Anakin’in kabuslarını<br />
tetikler. Annesinin ölümünde gördüğü kabusları<br />
tekrar görmektedir. Annesinin yerinde bu kez Pad<br />
Me vardır. Anakin’e korku, öfkeyi, öfke de nefreti<br />
getirmek üzeredir. Jedi konseyi de ona Palpatin’le<br />
olan yakınlığı dolayısıyla şüpheyle yaklaşınca<br />
işin rengi iyice değişir. Lakin genç Jedi içinde çok<br />
büyük bir güç biriktirmektedir. Gücünün rengi ise<br />
yaşadıklarını nasıl değerlendirdiğine bağlı olacaktır.<br />
“İyilik bakış açısına göre değişir.”<br />
Yıldız Savaşlar’ından Dipnotlar<br />
Star Wars serisi yalnızca kullanılan yenilikler<br />
ve maceranın hikaye ediliş tarzıyla değil aynı<br />
zamanda müzikleriyle de unutulmaz efsaneler<br />
listesine adını yazdırdı. O muhteşem müziklerin<br />
yaratıcısı ise besteci John Williams’dı.<br />
Yıldız Savaşları karakterleri bakımından<br />
oldukça zengin ve bir o kadar da ilgi çekici bir<br />
efsaneye imza attı. Karakterleri hayran kitlesi<br />
tarafından öylesine benimsendi ve sevildi ki sanırım<br />
hiç bir yapım bu kadar değer kazanamadı izleyicisi<br />
tarafından. Bizde o karakterlere kısaca değinelim<br />
dipnotlarımızda. Atladığımız bir değer olursa affola<br />
diyerek...<br />
Anakin Skywalker/Darth Vader<br />
“Bana vaaz verme Obi-Wan. Jedi yalanlarının<br />
amacını biliyorum, senin gibi karanlık taraftan<br />
korkmuyorum.imparatorluğuma barış, özgürlük,<br />
adalet ve güvenli bir yaşam getirdim ben.”<br />
Tüm olaylar onun etrafında şekillenir. O<br />
seçilmiş olandır çünki. Güce denge getirecektir<br />
ve bir şekilde getirir de... Önce bir kahramandır.<br />
Jedi’ydır. Klon Savaşlarıyla ünü bir efsaneye dönüşür.<br />
Aşkla tanışınca onu kaybetmemek için herşeyi göze<br />
alır. Aydınlıktan karanlığın kucağına düşmeyi bile...<br />
Hırslıdır, akıllıdır, bir miktar da kibirli, içindeki güç<br />
kimsenin sahip olamayacağı kadar muhteşemdir.<br />
Bir çok kadın hayran için ise mükemmel aşıktır<br />
Anakin. Kahramanken aşkını korumak adına<br />
karanlıklar lordu Darth Vader’e dönüşür. İçinde<br />
yaptığı kötülükler adına pişmanlık duyarak...<br />
Luke Skywalker<br />
Kendini sıradan bir çiftçinin çocuğu sanan<br />
genç savaşçı sonunda ne kadar önemli bir kaderi<br />
olduğunu öğrenecek, efsanevi babası ile tanışacak<br />
hatta savaşacak ve son Jedi olarak galaksiye adını<br />
kazıyacaktır. Saf, nazik ve çocuksu bir karakteri<br />
vardır. Sevdiklerini ve inandığı değerleri korumak<br />
uğruna hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz.<br />
Obi-Wan Kenobi<br />
“Böyle giderse beni öldüreceksin!”<br />
Usta Yoda’dan sonra en büyük Jedi ustasıdır.<br />
Hem Anakin Skywalker’ı hem de oğlu Luke<br />
Skywalker’ı eğitme şansına sahip olmuştur. İnançlı,<br />
kurallara bağlı, dürüst, bilge ve nazik bir karakterdir.<br />
İyi bir savaşçı ve komutandır. Anakin’in karanlık tarafa<br />
geçişi onda çok büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve<br />
onulmaz yaralar açmıştır. Bu yüzden kendini içten<br />
içe suçlayan Obi-Wan onun oğlunu korumak için 20<br />
yılını çöllerde izole bir hayat geçirerek harcamıştır.<br />
Usta Yoda D’Kana<br />
“Ölüm hayatın doğal bir parçasıdır. Etrafından<br />
güce dönüşenler olursa onlar için sevin.Tutma, onlar<br />
için yas. Duyma, onlar için özlem. Bağlılık kıskançlığa<br />
yol açar. Gölgesidir hırsın, bu. Kendini kaybetmekten<br />
korktuğun herşeyden vazgeçmek için eğit!”<br />
26 27
Saygıdeğer ve gelmiş geçmiş en iyi Jedi<br />
ustasıdır. Bilgedir, akıllıdır, geleceği görebilmek gibi<br />
bir yeteneği vardır. Hayatının son yıllarını Dagobah<br />
adlı gezegende saklanarak ve son Jedi’yi bekleyerek<br />
geçirmiştir. Anakin Skywalker’ın Jedi felsefesini<br />
öğrenmesine başından beri kehanete rağmen<br />
içindeki haklı şüphe sebebiyle karşı çıkmıştır. Uzak<br />
doğu kültürüyle harmanlanmış bir karakterdir ve<br />
maneviyatı simgeler.<br />
Padme Amidala<br />
“Demek ki özgürlük böyle ölüyormuş, binbir<br />
alkışla...”<br />
Kraliçe, Anakin’in tek aşkı, Luke Skywalker ve<br />
Prenses Leia Organa’nın annesi. Naif, akıllı, bilge ve<br />
dürüst bir kadındır.<br />
Şansölye Sheev Palpatine/Darth Sidious<br />
“Güç kazanan herkes, onu kaybetmekten<br />
korkar.”<br />
Barışçı bir gezegen olan Naboo’da doğmuştur.<br />
Çok güçlü ve bilge bir Sith ustası olan Darth Plagueis<br />
tarafından yetiştirilmiştir. Plagueis ölümün bile<br />
çaresini bulan bir ustadır. Palpatine ustasının onun<br />
yerine daha güçlü birini yetiştirmesinden korkarak<br />
onu öldürmüş ve Sith düzeninin başına geçmiştir.<br />
Anakin Skywalker dahil güçlü lordlar yetiştirmiş,<br />
Cumhuriyeti koruma maskesi adı altında bir çok<br />
kötülükle düzeni tamamen kontrolüne almaya<br />
çalışmıştır. Kötü, komplocu, akıllı ve hırslı ve sinsi<br />
bir karakterdir.<br />
R2D2<br />
Uzayda teknisyenlik yapmak üzere<br />
tasarlanmış bir robottur. Serinin bir bölümü hariç<br />
her bölümünde oyer alan ana karakterlerden biridir.<br />
Tam bir hayat kurtarıcıdır.<br />
C-3PO<br />
Çevirmenlik yapan bir protokol droididir.<br />
Serinin her bölümünde yer alır. Ana karakterlerden<br />
biridir. Tüm nezaketiyle elinden gelen her yardımı<br />
yapar.<br />
Han Solo<br />
Alaycı, kumarbaz ve kurallara hayatı boyunca<br />
uymamış bir pilottur. Ordudan uzaklaşmış ve para<br />
için kaçakçılık yaparak hayatını kazanmaya karar<br />
vermiştir. Yardımcı pilotu Chewbacca ile o gezegen<br />
senin bu gezegen benim gezer ve para için herşeyi<br />
yapar. Hayata boşvermiş bir hali vardır ta ki Prenses<br />
Leia Organa’ya aşık olana kadar...<br />
Jabba The Hunt<br />
Yıldız Savaşlarının namı değer mafya<br />
babasıdır. Han Solo’dan hiç haz etmez lakin ona<br />
çok borcu vardır ve Solo sürekli ondan kaçmanın<br />
bir yolunu bulmuştur. Bir nevi gece klübü vardır ve<br />
güzel olan herşeyi sever.<br />
Stormtroopers<br />
İmparatorluk kurulduktan sonra oluşturulan<br />
askeri birliklerin en önemli ve güçlü parçasıdır. Bir<br />
dönem Cumhuriyetin saflarında savaşmışlarsa da<br />
sonunda karanlık Sith lordunun emriyle Jedi’lere<br />
sırt döner ve onları katlederler.<br />
Star Wars evreni birbirinden ayrılmaz iki<br />
düzen ve bu düzen arasındaki denge dalgalanmaları<br />
üzerine kurulmuştur. Jedi düzeni aydınlık tarafı,<br />
iyiliği, saflığı ve onuru simgeler. Tamamen fedakarlık<br />
üzerine kurulu bir düzendir. Tasavvufa benzer.<br />
Özünde bir çok kültürü barındırır bir öğretisi vardır.<br />
Uzak doğu felsefesinden de güçlü izler taşır. Silahları<br />
onurlu bir mücadelenin en önemli parçası olan<br />
kılıçtır. Asla ateşli silah kullanmazlar. Jedi’ler kendi<br />
taşlarını bulup, kendi özlerinden kılıçlarını üretirler.<br />
Bu kılıç onlara özgü olur. Renkleri mavi, mor, ve ya<br />
yeşildir.<br />
Sith düzeni ise gücün karanlık tarafını<br />
simgeler. Gücün özü öfke,nefret, kıskançlık ve kibirin<br />
doğurduğu bencilliktir. Genellikle kılıç kullanırlar<br />
fakat ateşli silahları da vardır. Işın kılıçlarının bir<br />
rengi yoktur. Sentetik bir maddeden yapıldığı için<br />
kırmızıdır. Kendilerine göre bir onur anlayışına<br />
sahiptirler.<br />
Yıldız Savaşalrının o muhteşem mekanlarına<br />
gelince George Lucas’ın tarihe olan merakı ve<br />
özellikle Viktorya Dönemine olan hayranlığıyla<br />
doğmuştur. Muhteşem tapınakları, sarayları,<br />
sütunlarıyla tarihin içinde fakat teknolojinin<br />
göbeğinde yaşadığınız ütopik bir evrendir<br />
Lucas’ın ki. Eski dönem şovalyelerine ait düzen,<br />
onur ve buna uyumlu mekanlarının yanında uzak<br />
doğu kültürünün bize hatırlattığı sade, yemyeşil<br />
mekanlarla da karşılaşırız. Tabii ki kötülüğün kol<br />
gezdiği lav nehirleri ve fakirliğin diz boyu olduğu<br />
çöllerde cabası. Lucas bize fakirliği ve üzerinde hiç<br />
birşey yetişmeyen çölleri hakir görmememizi salık<br />
verir. Lakin o çöllerden ne cevval kahramanlar çıkıp<br />
gelecektir dengeyi korumak adına...<br />
Evet size bir efsaneyi yeni başlayanlar<br />
için özetin özeti minvalinde aktardık. Star Wars<br />
evreni yaratıcısı George Lucas ve içindekilerle hiç<br />
unutulmadan yaşanmaya ve büyümeye devam<br />
edecek hayranları onu bırakmadıkça. Ne diyelim;<br />
Güç sizinle olsun...<br />
28 29
Öykü: Atilla BİLGEN<br />
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ<br />
Öykü<br />
Kadın Dediğin<br />
Dayak Yer<br />
Bir sandalyenin üstüne oturtulmuş, sırası<br />
gelene kadar ses çıkarmadan beklemesi gerektiği<br />
söylenmişti. Yaşamı boyunca güçlü olandan her<br />
zaman çekinmişti, bu yüzden itiraz etmek aklına<br />
bile gelmedi. Zaten bir suçu olmadığından da<br />
emindi. Yanlış bir anlaşılma yüzünden gözaltına<br />
alınmıştı ve sorulacak birkaç basit sorunun<br />
ardından salıverilecekti. Zaman ilerledikçe yavaş<br />
yavaş kaygılanmaya başladı. Sonuç olarak gariban<br />
bir adamdı ve ortalıkta faili meçhul bir sürü cinayet<br />
vardı. Bunlardan birisi pekâlâ üstüne yıkılabilirdi.<br />
O korkuyla “Olmaz böyle şey” diye mırıldandı;<br />
ama yüreğine söz geçiremedi. Yüzüne masum<br />
bir ifade verip etrafına bakındı. Bu arada sürekli<br />
gülümsemeye çalışıyordu. Tüm çabasına karşın<br />
odadaki hiç kimseyle göz teması kuramadı. Tüm<br />
direnci kırılmıştı. Ne yapacağını bilememenin<br />
umutsuzluğu içinde öne arkaya doğru sallanırken<br />
kapının açıldığını ve içeriye birisinin girdiğini<br />
hissetti. İsteksizce başını kaldırıp baktı. Karşısında<br />
komiser duruyordu. Birden gözleri parladı. “Belki…<br />
Belki bu iyidir. Onun bir sözüyle tüm kapılar açılır.”<br />
diye düşündü ve emir verilmişçesine ayağa fırlayıp<br />
karşısında hazır ola geçti. Şirin gözükme çabası<br />
dudaklarında abartılı bir gülümsemeye yol açmıştı.<br />
Çaresizliğin o yılışık sırıtması şekilsiz yüzünü daha<br />
biçimsiz hale soktuğu yetmezmiş gibi komiseri de<br />
sinirlendirmişti.<br />
Sert bir ses tonuyla, “Açıkta bir şey görmüş<br />
gibi ne sırıtıyorsun?” diye bağırdı.<br />
Gülümsemesi donmuştu. Ümitsizlikten ışığını<br />
kaybeden gözlerini yere dikerken, “İşte şimdi sıçtık”<br />
diye düşündü.<br />
Komiser, “Kim bu serseri?” diye sorunca onu<br />
karakola getiren polis bir adım öne çıkarak, “Az önce<br />
size arz ettiğim şahıs efendim.” dedi. Bunun üzerine<br />
kötü bir koku duymuşçasına yüzünü buruşturup<br />
tepeden aşağı süzdü.<br />
“Demek o serseri bu. Odama getirin de<br />
ifadesini alalım.” Dedi.<br />
Beş dakika sonra komiserin karşısındaydı.<br />
“Anlat bakalım.”<br />
“Neyi anlatayım komiserim? Niçin burada<br />
olduğumu bile bilmiyorum ki.”<br />
“Demek neden burada olduğunu bilmiyorsun.<br />
O zaman bir suçun yok demektir. Kusura bakma<br />
kardeşim, bizimkiler bazen böyle yanlışlık yaparlar.”<br />
“Ne demek komiserim hepimiz insanız,<br />
olur böyle hatalar. Ben sizi daha fazla rahatsız<br />
etmeyeyim. Müsaadenizle.” Dedikten sonra gitmek<br />
için ayağa kalktı.<br />
“Otur ulan yerine ve anlat bakalım.”<br />
Şaşırmıştı. Şaka yapıp yapmadığını anlamak<br />
istercesine gözlerinin içine baktı; ciddiydi. Çaresizce<br />
yeniden sandalyesine oturdu.<br />
“Bak komiserim bana inanmadığınızı<br />
biliyorum ama karımın ölüsünü öpeyim ki neden<br />
burada olduğumu bilmiyorum.”<br />
“Ulan şerefsiz kendi ölünün üstüne neden<br />
yemin etmiyorsun?”<br />
“Kötü bir niyetim yoktu komiserim dil<br />
alışkanlığı işte. Sizi rahatlatacaksa öyle de yemin<br />
ederim.”<br />
“İstemez. Ne mal olduğun ettiğin yeminden<br />
belli. Anlat bakalım neden dövdün?”<br />
“Ben! Birini dövmüşüm ha? Tövbe yalan<br />
komiserim. Bu cüssemle kimi dövebilirim ki? Olsa<br />
olsa dayak yerim.”<br />
“Utanmadan hala yalan söylüyorsun. Adın<br />
neydi senin?”<br />
“Celal Kocamal efendim.”<br />
30 31
“Ne mal olduğun yediğin halttan belli zaten.<br />
Anlat bakalım.”<br />
“İftira ediyorlardır. Ben kimseyi dövmedim.”<br />
“Ulan pezevenk karını dövdüğünü en başta<br />
çocukların söylüyor daha ne kıvırıyorsun?”<br />
“Karımı mı?”<br />
“Evet.”<br />
Komiserin onaylamasıyla birlikte derin bir<br />
nefes aldı. “Ulan bütün suçum karımı dövmek mi?<br />
Oh be. Boşuna telaşlanmışım.” Özgüvenini yeniden<br />
kazanmıştı. Eğreti oturduğu sandalyesine rahatça<br />
yerleşti.<br />
“En baştan öyle söylesenize komiserim.”<br />
“İtiraf ediyorsun o zaman?”<br />
“Buna itiraf diyecekseniz itirazım yok. Alt<br />
tarafı karımı biraz okşadım.”<br />
“ Ulan buna okşamak mı diyorsun hastanelik<br />
etmişsin.”<br />
“Bakmayın ona kapris yapıyor yoksa her<br />
zamanki gibi dövdüm. Ne bir eksik ne bir fazla.<br />
Hele bir eve dönsün çektiklerimin hesabını sormaz<br />
mıyım? Şerefsizim burada ecel terleri döktüm<br />
komiserim. ”<br />
“Haklısın.”<br />
“Bak gördünüz mü biraz düşününce sizde<br />
bana hak verdiniz.”<br />
“O konuda değil, şerefsiz olduğun konusunda<br />
haklısın.”<br />
“Ağır konuştunuz ama komiserim.”<br />
“Ulan karını döverken utanmıyorsun da,<br />
şerefsiz deyince mi alınıyorsun?”<br />
“O zaman atalarımızda şerefsiz.”<br />
“Ne demek şimdi bu?”<br />
“”Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı<br />
eksik etme” Diyen kim? Atalarımız değil mi? Bende<br />
onların dediğine uydum. Sıpa dediler dört çocuk<br />
yaptım, sopa dediler hakkını verdim. ”<br />
“O kadar atasözünden kendine bunu mu<br />
buldun?”<br />
“Yok. Tek bir atanın izinden gidecek göz var<br />
mı bende?”<br />
“Onların dediklerini neden yapmadın?”<br />
“Yapmadığımı kim söylüyor?”<br />
“Karın.”<br />
“O ne anlar? Saçı uzun aklı kısa değil mi? Bak<br />
bunu da atalarımız söylemiş.”<br />
“İşine gelenleri ezberlemişsin. “Evin direği<br />
erkek, duvarı kadındır. Yuvayı dişi kuş yapar” diyen<br />
atalarımızı neden duymadın? İşine gelmiyor değil<br />
mi?”<br />
“Çoğunluk onlarda olsa haklısın diyeceğim;<br />
ama değil. “Dövülmeyen kadın tımarsız ata benzer.<br />
Erkektir hem sever hem döver. At ile avrada inan<br />
olmaz. Bal arıdan kavga karıdan çıkar. Kadınla çıkma<br />
yola, başına gelir türlü bela. Kadında vefa, borçluda<br />
sefa aranmaz. “ Daha sayayım mı komiserim? Sizde<br />
ne var?”<br />
“Karın kardeşten yakın derler bir de...”<br />
“Tıkandınız komiserim. Üstelik sadece bizim<br />
atalarımız değil gavurların ataları da aynı görüşte<br />
komiserim.”<br />
“Bakıyorum da bu konuda hayli kültürlüsün.”<br />
“Kahvede kim karısını daha çok dövdü diye<br />
iddialaşırken ister istemez öğreniyorsun. Mesela<br />
İspanyolların ataları; “Karınızı rayda tutmak için<br />
dövün ve eğer raydan çıkarsa, yine dövün.” derken,<br />
Ruslar “Tanrı zevcesini dövenin rızkını artırır.”,Araplar<br />
ise “Karınızı düzenli bir biçimde dövün; neden<br />
dövdüğünüzü siz bilmeseniz bile o bilir.” demiş.”<br />
“Yeter. Kes artık saçmalamayı.”<br />
“Valla saçmaysa da suç bende değil atalarda.<br />
Onlar dedi ben yaptım.”<br />
“İyi bok yedin. Oğlum madem atasözlerine<br />
bu kadar meraklısın sevgili peygamberimizin<br />
“Cennet anaların ayakları altındadır” sözünü neden<br />
atlıyorsun?”<br />
“Kim atladı komiserim? Anaya hiç el kalkar<br />
mı? Ben sadece bizim avradı dövüyorum.”<br />
“Ulan o da dört çocuğunun annesi değil mi?”<br />
“Ama benim değil. Hem dayak atmamın<br />
sebeplerinden biri de toplum.”<br />
“Toplumun ne ilgisi var?”<br />
“Şimdi karımı sokak ortasında öpsem toplum<br />
hemen ayaklanıp beni linç etmeye kalkar, öyle değil<br />
mi?<br />
“Pek sayılmaz. Uyarır, dinlemezsen polis<br />
çağırır diyelim.”<br />
“Dediğiniz gibi olsun. Sokak ortasında karımı<br />
döversem ne olur? Karı koca arasına girilmez der ve<br />
seyrederler. O zaman karını döv kardeşim. Nasıl olsa<br />
cezası yok.”<br />
“Bırak şimdi laf kalabalığını da konuya gel.<br />
Neden dövdün karını?”<br />
“Hak etti sayın komiserim.”<br />
“Kızının ifadesine göre engelli oğlun<br />
için belediyenin verdiği üç yüz lirayı istemişsin,<br />
vermeyince de dövmüşsün. Doğru mu?”<br />
“Erkek adamdan para saklanır mı? İhtiyacımız<br />
var ki istiyoruz. Ne demek vermem.”<br />
“Vermez tabi. O para engelli oğlunun<br />
ihtiyaçları için verilmedi mi?”<br />
“Bizim de kendimize göre ihtiyaçlarımız var.<br />
Hem oğluma harcamayacağım ne malum?”<br />
“Kızın öyle demiyor. Kahveye gitmek içinmiş.”<br />
“Kızını dövmeyen dizini döver. Hele buradan<br />
bir çıkayım ona da sorarım.”<br />
“Biraz zor çıkarsın. Sonra.”<br />
“Sonrası malum. Her zaman nasıl dövüyorsam<br />
öyle dövdüm.”<br />
“Nasıl yani.”<br />
“Birkaç tokat filan işte.”<br />
“Birkaç tokatla insan hastanelik olur mu?”<br />
“Kadın milleti değil mi? Abartıyor.”<br />
“Oğlum bırak kıvırmayı. Kızına göre sopayla<br />
girişmişsin. Yetmemiş saçından tutup kafasını<br />
duvara vurmuşsun. Anlaşılan o da seni kesmemiş ki<br />
bu seferde ütüyü başına geçirmişsin.”<br />
“O ütü gereksizdi. Ama insanın o an gözü<br />
dönüyor sayın komiserim. Erkekten para saklamak<br />
ne demek?”<br />
“Ulan göstereceğim şimdi sana göz<br />
dönmesinin nasıl olduğunu.”<br />
“Hep o ütünün yüzünden komiserim.<br />
Gerçekten gereksizdi zaten yere yığılmıştı.”<br />
“Ulan yere yığılmışken mi geçirdin kafasına<br />
ütüyü?”<br />
“Oldu bir kere komiserim ama karımı severim.<br />
Baktım fenalaştı hemen hastaneye götürdüm.”<br />
“Yok bir de götürmeseydin”<br />
“Aslında fena olmazdı. İki aspirin verseydim<br />
daha iyi olacaktı. Baksanıza doktorlar hemen size<br />
gammazlamışlar.”<br />
“Sen dua et de kadına bir şey olmasın.”<br />
“Olmaz komiserim meraklanmayın. Alışkındır<br />
o. Hem suçun büyüğü hocada. Geçenlerde<br />
takıldığım kahveye gelmişti. O anlatırken duydum<br />
bu konuyla ilgili ayet varmış. Size baş kaldıran<br />
kadınlarınıza önce öğüt verin, yataklarda yalnız<br />
bırakın yine yola gelmezse dövün. Bende parayı<br />
önce güzellikle istedim; vermedi. Bak seninle<br />
bundan böyle yatmam dedim; göbek attı. Sonunda<br />
dayanamayıp dövdüm.”<br />
“Ulan şerefsiz dediklerinin neresini<br />
düzelteyim. Birincisi; sana baş kaldırmamış sadece<br />
engelli çocuğunun rızkını vermemiş, ikincisi Nisa<br />
suresinin o ayetinde dövün demez, yollarınızı ayırın<br />
der.”<br />
“Bu durumda suçlu hoca. Ayır deseydi<br />
ayırırdım.”<br />
“Bak şimdi …”<br />
Telefonun çalması komiserin sözünü<br />
tamamlamasını engelledi. Gözünü Celal’den<br />
ayırmadan ahizeyi eline aldı ve öfkeyle “Alo Ben<br />
Komiser Murat.” dedi. Bir süre sessizce dinledi.<br />
Telefonu kapattığında gözleri çakmak çakmaktı.<br />
“Ne oldu komiserim umarım kötü bir haber<br />
değildir.”<br />
“Senin hanım…”<br />
“Ne olmuş benim hanıma?”<br />
“Az evvel ölmüş.”<br />
“Üzülmeyin komiserim mukadderat.”<br />
“Ulan neresi kader bunun? Sen öldürdün”<br />
“Öyle demeyin komiserim hepimiz<br />
Müslüman’ız.”<br />
“Ne alaka?”<br />
“Dayak bahane komiserim. Ömrü bu<br />
kadarmış.”<br />
32 33
Meryem YAVUZ<br />
Haberler<br />
Winnie The Pooh’un<br />
Yaratıcısı<br />
Winnie The Pooh’un yaratıcısı E.H. Shepard’ın<br />
neredeyse 100 yıldır açılmamış kutusunun içinden<br />
1. Dünya Savaşını anlatan dokunaklı skeçler çıktı.<br />
Shepard 1. Dünya savaşı sırasında bir askerdi,<br />
ve savaş boyunca tanklar, askerler ve savaş uçakları<br />
dahil etrafında olan biten her şeyi sürekli çizmişti.<br />
Pooh’un yaratıcısı ressam E.H. Shepard’ın 1.<br />
Dünya Savaşı’ndan kalma bir zaman kapsülü sayılan<br />
kutusunun içinde keşfedilen, savaşın izlerini taşıyan<br />
dokunaklı skeçleri ilk kez yayınlandı. Daha önce hiç<br />
görülmemiş 100’e yakın skeçten oluşan koleksiyon,<br />
araştırmacıların Shepard’a ait yaklaşık 100 yıldır<br />
açılmamış çantaya rastlamasının ardından ilk kez<br />
gün yüzüne çıktı. 1. Dünya savaşı boyunca savaşın<br />
en kanlı merkezlerinden biri olan batı cephesinde<br />
garnizon topçusu kaptanı olarak hizmet veren ve<br />
savaş sırasında 37 yaşında olan Shepard, 1916’da<br />
Fransa sınırlarında savaşırkenki deneyimlerini<br />
skeçleriyle belgelemişti.<br />
Çalışmaları arasında cephe arkadaşlarının<br />
karikatürleri, çatışma sırasında çiziktirilmiş resimler<br />
ve perişan haldeki ülkeden acıklı savaş manzaraları<br />
var. Bazı resimler savaşın derinliklerinde bile<br />
kaybolmamış mizah duygusunu yansıtıyor.<br />
Fakat savaş sürdükçe çalışmalara hakim olan<br />
ciddiyet duygusu belirginleşiyor. Complete<br />
Desolation yani Tümüyle Harabe adındaki bir<br />
eseri, çatışmakta olduğu Somme nehrinin perişan<br />
manzarasını bütün çıplaklığıyla siyah beyaz olarak<br />
gösteriyor. Tek erkek kardeşi olan Cyril Somme’da<br />
öldürüldüğünde, Shepard yas halinde çizdiklerini<br />
Cyril’in dul karısına göndermiştir. Shepard Trust’taki<br />
arşivciler, Shepard’ın işlerini arşivlerde bulamayınca<br />
kaybolmasından korkmuşlar, fakat daha önceden<br />
fark edilmemiş, savaş anıları içeren bir kutunun<br />
içinden çıkan yayımlanmamış resimler, suluboyalar<br />
ve hazırlık skeçleriyle birlikte eserler yeniden<br />
keşfedilmiştir.<br />
Shepard’ın çizim aletleri ve askeri üniforması<br />
gibi kişisel eşyalarını da içeren bu kutu, kendisi<br />
1919’da İngiltere’ye dönene kadar kapalı kalmıştır.<br />
Kutudan ayrıca ressam’ın bir hastanede tanıştığı<br />
yazar Ernest Hemingway’le paylaştığı bir yemek<br />
hatırası olarak Milan’da bir otelden kalma yemek<br />
fişi de çıkmıştır. Koleksiyon Shepard’ın Savaşı adıyla<br />
yeni yayınlanmıştır.<br />
34 35
Saboteur 1942<br />
Haberler<br />
Ustasına Çizimler:<br />
Alfred Hitchcock Filmlerinden<br />
Storyboardlar<br />
Alfred Hitchcock’un vizöre pek ihtiyacı yoktu.<br />
Hayal ettiği her sahne aktörlerle çekilmeden önce<br />
karmakarışık, ince detaylarla dolu storyboardlar<br />
haline getirildi. Bazı yönetmenler bu çizimlere pek<br />
sadık kalmazdı tabii, ama bazıları da çizilen sahneleri<br />
birebir sete aktarabilecek kadar yeteneklilerdi.<br />
Hitchock yetenekli bir ressam olmasına<br />
rağmen çoğu storyboard işini yapmaları için<br />
illüstratörler tutardı. İşte o çizimlerinden küçük bir<br />
koleksiyon. Keyfini çıkarın.<br />
jamaica-inn 1936<br />
Lifeboat 1944<br />
Vertigo 1958<br />
36 37
Psycho 1960<br />
north-by-northwest 1959<br />
38 39
The Birds 1963<br />
Marnie 1964<br />
40 41
Hasan Nadir DERİN<br />
http://sinemamanyaklari.com/<br />
Haberler<br />
Haberler<br />
Alan Moore Yeni Yazarlara<br />
Kitaplarını Kendileri<br />
Sinema Dünyasından<br />
Kısa Kısa<br />
Bastırmalarını Söylüyor –<br />
“Büyük Yayınevleri<br />
Berbat”<br />
Efsanevi çizgi roman çizeri Alan Moore, bir<br />
anti-kütüphane kapanış protestosunda yazarlık<br />
dünyasına atılmak isteyenler için sürprizlerle dolu<br />
açıklamalarda bulundu. Watchmen, From Hell ve<br />
Extraordinary Gentlemen gibi eserlerin yaratıcısı<br />
olan çizerin bazı öğütleri oldukça klasik: “Her gün<br />
yazıyorsanız, bir yazarsınızdır. Sürekli yazın, kendinizi<br />
eleştirin. Üretirken para kazanmak konusunda<br />
endişelenmeyin.”<br />
Ama Moore basın yayın dünyasıyla ilgili biraz<br />
daha dürüst konuştu: “Çoğu ünlü, ‘iyi bilinen’ yazarın<br />
aslında yazarlıkla hiçbir ilgisi yok.” Dan Brown gibi<br />
popüler yazarları topa tutan Moore endüstrinin<br />
tamamen bir bulamaç olduğu yönünde eleştiriler<br />
yaptı.<br />
Peki hevesli yeni yazarlar ne yapmalılar?<br />
“Kendi kendinize yayımlayın. Günümüzde<br />
artık kitap bastırmak tamamen berbat bir hale<br />
geldi. Kitaplarını bastıramayan muhteşem yazarlar<br />
tanıyorum. Çoğu yayınevi, yeni romanlar konusunda<br />
risk almaktan korkuyor. Bu yüzden kitaplarınızı<br />
kendiniz bastırın. Kimseye güvenmeyin.”<br />
Endüstride perde arkasındakileri<br />
yorumlarken dürüst davranan ve kendi kendine<br />
kitap yayınlamanın potansiyel nimetlerini çiçeği<br />
burnunda yazarlara anlatarak onları teşvik eden<br />
bir duayenin olması gerçekten nadir rastlanan ve<br />
yüreklere su serpen bir durum. Tabii ki Moore’dan<br />
alışılmadık yorumlar bekliyorduk, ama bu<br />
dürüstlüğünü daha sonra verdiği röportajlardaki<br />
mendebur hallerine tercih ediyoruz. Bu söyleşi<br />
2011’de yapılmıştı. Eski Moore’dan daha fazla<br />
samimi açıklamalar bekliyoruz lütfen!<br />
6 Mayıs 2016’da gösterime girecek olan<br />
Captain America: Civil War filminin ilk fragmanı ve<br />
posteri yayınlandı. Kaptan Amerika ve Iron Man’in<br />
başını çektiği iki grubun karşı karşıya gelmesini<br />
izleyeceğimiz bu film, aynı adlı çizgi roman serisinden<br />
bir miktar farklı olacak belli ki. Zaten Marvel’in sinema<br />
dünyasındaki hikâyelerin farklı akışı nedeniyle aynı<br />
olması beklenemezdi. Ama yine de bizi iyi bir filmin<br />
beklediğine dair ümidimiz yüksek. Black Panther’i<br />
de ilk kez gördüğümüz fragman da bizi yeteri kadar<br />
heyecanlandırdı doğrusu. Fragmanın finalindeki<br />
dövüş sahnesi filmde de bizi tatmin etmeyi başarırsa<br />
Marvel evrenindeki en iyi sahneler arasına girebilir.<br />
Henüz Batman v Superman filmini<br />
sinemalarımızda görmedik ama Justice League: Part<br />
One için çalışmalar başladı bile. 10 Kasım 2017’de<br />
gösterime girecek olan filmin çekimleri önümüzdeki<br />
ilkbaharda Londra’da başlayacak.<br />
Alien serisi ile ilgili sürekli olarak yeni haberler<br />
gelmeye devam ediyor. 6 Ekim 2017’de gösterime<br />
girmesi beklenen yeni filmin adı Alien: Paradise Lost<br />
olarak açıklanmıştı. Geçtiğimiz ay Alien: Covenant<br />
olarak değiştirildiği açıklandı.<br />
Vin Diesel’ın seri filmlerle işi bitmiyor. Hızlı ve<br />
Öfkeli serisinin sekizincisinde oynamaya hazırlanan<br />
aktör, geçen ay Riddick serisinin de yeni filminin<br />
yolda olduğunu açıkladı. Üstelik sadece film değil,<br />
bir de televizyon dizisi yolda.<br />
Tom Cruise hiç vakit kaybetmeden Görevimiz<br />
Tehlike serisinin yeni filmi için çalışmalara başladı.<br />
Ağustos 2016’da çekimlerine başlanması düşünülen<br />
filmin yönetmen koltuğuna büyük ihtimalle yine<br />
Christopher McQuarrie oturacak.<br />
Bir Shakespeare hayranı olarak tanıdığımız,<br />
ama yıllar geçtikçe farklı filmlerle de karşımıza<br />
çıkan Kenneth Branagh, bir başka klasiği daha<br />
sinema perdesine aktarmaya hazırlanıyor. Agatha<br />
Christie’nin unutulmaz eseri Şark Ekspresi’nde<br />
Cinayet (Murder on the Orient Express) romanından<br />
42 43
uyarlanacak filmin yönetmeni olacak olan Branagh,<br />
aynı zamanda dedektif Poirot’yu da canlandıracak.<br />
80’lerin film ve dizilerinin yeniden çevrimi<br />
furyasında sıra Baywatch’da. San Andreas filminde<br />
baba-kız olarak izlediğimiz The Rock ve Alexandra<br />
Daddario kadroda. Daha önce Zac Efron’un da<br />
oyuncular arasında yer alacağı açıklanmıştı.<br />
Yeniden yapım haberleri bitmiyor. Animasyon<br />
filmlerinin kanlı canlı oyunculara çekilmesi furyası<br />
başladı şimdi de. The Little Mermaid uyarlamasında<br />
perdede genç kuşağın yetenekli isimlerinden Chloë<br />
Grace Moretz’i göreceğiz.<br />
Geçtiğimiz ayın en gereksiz yeniden yapım<br />
haberi: Christopher Nolan’ın 2000 yılında çektiği<br />
Memento yeniden çevrilecek. Şimdilik oyuncu<br />
kadrosu ve yönetmen kesinleşmiş değil ancak<br />
henüz hafızalarımızda tazeliğini koruyan bu başarılı<br />
filmi rahat bıraksalar çok daha iyi olacak.<br />
Her ne kadar sinema değil televizyon haberi<br />
olsa da Game of Thrones’un adını da anmadan<br />
geçmeyelim. Ne de olsa sinema filmi tadında bir<br />
dizi. Geçen sezonun sonundan beri Jon Snow<br />
hakkındaki teorilerin sonu gelmiyor. HBO da dizinin<br />
yeni sezonunun ilk posterine Jon Snow’un kanlar<br />
içindeki yüzünü koyarak teorileri tekrar alevlendirdi.<br />
Ama bu poster neyi ifade ediyor, hala emin değiliz.<br />
Posterden kesin olarak anladığımız tek şey, merakla<br />
beklediğimiz dizi, Nisan ayında dönüyor.<br />
Festivaller, Toplu Gösterimler:<br />
21. Gezici Festival (Ankara – Bursa Kastamonu):<br />
27 Kasım – 10 Aralık 2015<br />
52. Uluslararası Antalya Film Festivali: 29 Kasım<br />
– 6 Aralık 2015<br />
2. Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri:<br />
3 – 6 Aralık 2015<br />
7. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali (İstanbul):<br />
5-9 Aralık 2015<br />
4. Uluslararası Van Gölü Film Festivali: 6 – 12<br />
Aralık 2015<br />
6. Yılmaz Güney Kısa Film Festivali (Batman): 6 –<br />
14 Aralık 2015<br />
5. İnsan Hakları Film Günleri (Ankara - İstanbul):<br />
7-20 Aralık 2015<br />
Saygıyla Anıyoruz<br />
Melissa Mathison (3 Haziran 1950 – 4 Kasım 2015)<br />
Gunnar Hansen (4 Mart 1947 – 7 Kasım 2015)<br />
Atilla Arcan (1945 – 16 Kasım 2015)<br />
Oğuz Gözen (28 Eylül 1946 - 23 Kasım 2015)<br />
44 45
46 47
48 49
Bahadır İÇEL<br />
Yazar’ın Kaleminden<br />
BENİM ADIM Z<br />
Geçip gitmiş bir dünyada türünün<br />
son örneği bir insan; Z.<br />
Zaman yarıkları, ölümcül sisler,<br />
kan emen sözde tanrılar, radyasyondan<br />
doğmuş çarpık yaratıklar ve akıl almaz<br />
korkuların kol gezdiği, tükenmiş bir<br />
dünya... Uçmak, zihin okumak gibi üstün<br />
nitelikler geliştirerek evrimleşmiş “Z”<br />
insanlık için yeni bir umut olabilecek mi?<br />
Yoksa beklenen sonu hızlandırmak için<br />
yola koyulmuş bir kıyamet meleği mi?<br />
Z’nin Yaradılış Öyküsü<br />
“Benim Adım Z” benim 10. kitabım olması<br />
sebebiyle gönlümde ayrı bir yer teşkil ediyor.<br />
Ortaya çıkma ve yazılma süreci de bir hayli<br />
ilginç. Genelde kitaplarımı kafamda haftalarca,<br />
aylarca kurgularım, olay akışı netleşip bir sona<br />
ulaştığında kağıda dökmeye başlarım ve kronolojik<br />
olarak değil ortadan, sondan, baştan bölümler yazıp<br />
en son oturup ara bölümleri tamamlayarak kitaba<br />
son halini veririm. “Benim Adım Z” ise bir deney<br />
niteliğinde oldu açıkçası. İlk cümleyle başlayıp son<br />
cümleye kadar sırayla yazdığım ilk kitabım. Elimdeki<br />
her şeyi bırakıp yazmaya başladım ve başka işlere<br />
bulaşmadan dört-beş aylık bir sürede ilk taslağını<br />
bitirdim.<br />
Bir süredir postapokaliptik temalı bir<br />
bilimkurgu yazmayı planlıyordum ancak başka<br />
projeler önüne geçiyordu. Derken bir gece rüyamda<br />
kendimi yıkılmış bir şehrin kalıntıları arasında<br />
havada süzülürken gördüm. Bu İstanbul’du. Boğaz<br />
tamamen kurumuştu, kırık pencere çerçevelerinde<br />
eski sokakların, şehrin eski halini görebiliyordum.<br />
Geçmişten geleceğe uzanan gölgeler gibi... Bu canlı<br />
rüyadan uyandığım an gördüklerimi hemen bir kaç<br />
sayfaya not aldım. Daha sonra bu notlar kitabımın<br />
ilk bölümünü oluşturacaktı. O rüya, kurgulama<br />
sürecimi tetikledi ve yazmaya başladım. Bilinçaltım<br />
artık kitabı yazmanın zamanının geldiğini<br />
söylüyordu. Kim bilir belki de gelecekten ya da çok<br />
uzaklardaki geçip gitmiş bir dünyadan telepatik<br />
sinyaller alıyordum.<br />
Romanlarımda ve öykülerimde fantastik<br />
öğeler, korku öğeleri ve bilimkurgu öğelerini çok<br />
sık kullanıyorum. Bilimkurgu öykülerim de mevcut<br />
ancak “Benim Adım Z” tam klasik kalıplara uygun<br />
ilk bilimkurgu kitabım diyebilirim. Bu sebeple, iyi<br />
okurların fark edeceği üzere hem içeriğinde bir yığın<br />
gönderme mevcut, hem de yalnızca bilimkurgu<br />
değil pek çok alt kültürdeki esere şapka çıkarıyor.<br />
Asimov’dan Philip K. Dick’e; Lovecraft’tan Le Guin’e;<br />
Bram Stoker’dan Stephen King’e; Bradbury’den<br />
Huxley’e ve buraya adını sığdıramayacağım onlarca<br />
yazara bir cümle, bir kelime, bir detayla da olsa<br />
naçizane dokunuşlara sahip ve teşekkür niteliğinde.<br />
Onlar sayesinde bu kadar zengin bir hayal gücüne<br />
sahip olduğumuzu hatırlamak gerekiyor.<br />
Kitapla ilgili bir diğer detayda tüm kitabı müzik<br />
dinleyerek yazdım. Yazarken enstrümantal müzik<br />
dinlemeyi severim ancak sessiz ortamda yazdığım<br />
da çoktur. İlk defa “Benim Adım Z”de neredeyse<br />
tüm kitabı müzik eşliğinde, hem de enstrümantal<br />
olmayan müzik eşliğinde yazdım. (Metallica, Blind<br />
Guardian, Johnny Cash, Basil Poledouris, Klaus Badelt,<br />
50 51
Goran Bregoviç, Apocalyptica, Rolling Stones, Yann<br />
Tiersen, Luca Turilli, Lordi, Orchestra Baobab, Paganini,<br />
Beethoven, Chopin ve daha onlarca ruh besleyici<br />
harika müzisyen ve grup) Müzik kitabın ruhuna<br />
işledi adeta. Kısa, etkili, adeta köpek gibi havlayan<br />
cümlelerin kendilerine ait bir melodiye sahip olduğu<br />
kanaatindeyim. Kitabın gelgitleri o anki müziklerin<br />
ruhunu taşıyor. Yazarken dinlediğim müzisyenleri<br />
de kitaba teşekkür mahiyetinde koydum.<br />
Benim Adım Z’nin içeriğine, okuyucular için<br />
sürprizlerle dolu kitabın sürprizlerini bozmamak<br />
için, biraz ketum davranarak değineceğim;<br />
kahramanımız Z. Başına gelenleri birinci tekil şahısla<br />
anlatıyor. Z, aslında hepimizin alt benliğindeki o ideal<br />
kahraman. Elbette yazıya döküldüğü an zayıflıklar,<br />
kafa karışıklıkları ve daha bir insanlık kazanıyor.<br />
Onunla birlikte biz de bu geçip gitmiş dünyada hayli<br />
zorlu bir yolculuğa çıkıyoruz. Z aslında insanlığın<br />
son halkası... Evrimleşerek gelebileceğimiz nihai<br />
halimizi tasvir ediyor... Uçabiliyor, telekinezi ve<br />
telepati yapabiliyor. Ayrıca büyük bir felaketten<br />
onlarca yıl sonraki bir dünyada hayatta kalmayı<br />
başarmış birkaç insandan da biri... Artık mutantların,<br />
insanlığını yitirmiş androidlerin, korku filmlerinde<br />
görebileceğimiz yaratıkların dünyasına dönüşmüş,<br />
zehirli fırtınaların estiği, asit yağmurlarının yağdığı<br />
bir yaşam alanındayız... Anadolu diyemeyeceğimiz<br />
bir Anadolu’da. Yolculuğunda kan emen canavarlar,<br />
kendini ölümsüz addeden yaratıklar, sizi kısa sürelerle<br />
geçmişe gönderebilen zaman yarıkları ve düşman<br />
bir doğa ile karşılaşacak. Peki onun üstün varoluşu<br />
bir şeyleri değiştirecek mi yoksa yok olma sürecine<br />
girmiş bu dünyanın yok oluşunu mu hızlandıracak?<br />
Alt metinlere ve okumalara bir yazarın girmesini<br />
çok doğru bulmuyorum ancak bu kolay okunabilir<br />
küçük kitabın, gelecekten günümüze bir dürbün<br />
tuttuğunu, pek çok şeyin değerini bilmediğimiz<br />
ve farkındalıklarımızı kaybetmemizin bizi nerelere<br />
getirebileceği üzerine bir kaç kelam etme derdinde<br />
olduğunu de söylemek isterim.<br />
Kitaptan bir alıntı ile bitireyim;<br />
“Benim adım Z, soyadım yok. Soyadına<br />
ihtiyacım da yok. Zaten yok olan bir ırkın son<br />
üyelerindenim. Belki bu harf bile beni tanımlamak için<br />
israf. Ama birileri bana seslenmeli değil mi? En azından<br />
‘Bu cesedi ne yapalım?’ diyene kadar söyleyecek bir<br />
şeyleri olmalı. “<br />
52 53
Öykü: Hay<br />
İllüstrasyon : MKS<br />
Öykü<br />
Kralların Yolu<br />
Atbizonu Kralların Yolu'na vardığında gözleri ardına saklanacak bir tepecik, küçük de olsa bir<br />
kaya parçası aradı. Biliyordu ki kovuğuna sığınacağı bir kaya bile bulsa yine de bu fırtına üzerine bir<br />
dağ büyüklüğünde kum öbeği bırakabilir ya da kayaları bile oyup onu yutabilirdi. Afak 'Ne kadar Tanrı<br />
varsa!' diye bir küfür savuracaktı ki atbizonu önce şaha kalktı, adam hayvanın yelelerine yapıştı, sonra da<br />
kumların arasına daldı. Koca hayvan zar zor sığabileceği bir oyuktan içeri atıldı. Hayvan öyle bir sıçramıştı<br />
ki, oyuktan geçerken koca cüssesi can havli ile küçülmüş, incelmiş ve Afak kafasını vurmamak için kendini<br />
zor atmıştı hayvanın üzerinden. Atbizonu'nun ardından o da oyuktan içeri savurdu kendini. Girdikleri deliği<br />
üzerindeki kürkle ile örtmesi gerektiğini biliyordu. Bir vakum gibi çekecek olan fırtınaya yaklaşmak yerine<br />
oyuğun içindeki tünelde önündeki hayvanın yaptığı gibi koşmayı tercih etti. Oyuk sandığı şeyin upuzun<br />
bir mağara olduğunu fark etti. Koşan adımları yavaşladı. Atbizonu çoktan yitip gitmişti mağaranın içinde.<br />
Bu hayvanlar ürkek yaratıklardı. Yağmur öncesi gökten gelen bir gümbürtü binlerce atbizonundan oluşan<br />
sürülerin bile an içinde gözden yitmesine sebep olabilirdi. 'Mağara epey uzun, çok uzağa kaçmış olabilir'<br />
diye düşündü. Bir süre mağaranın içinde toprak zeminde yürüdükten sonra daha geniş ve taşlardan<br />
yapılmış koridor benzeri bir yola geldi. Hiç ardına bakmamıştı giriş kapandı mı diye. Gözleri yavaş yavaş<br />
içerinin karanlığına alıştı.<br />
Afak atbizonunu bu mağarada arayamazdı. Hayvan çoktan bir çıkış bulup gitmiş olmalıydı. Afak<br />
Akkartal’ın sözlerini düşünmek istemiyordu ama ihtiyarın sözleri sürekli kulaklarında çınlıyordu “Neden<br />
yas tutmadın, neden intikam almadın”.<br />
Neden?<br />
Afak karısından, çocuğundan önceki ölümleri düşündü mağaranın taşlarla kaplı zemininde<br />
yürürken. Annesini babasını düşündü. Ufacık bir çocukken öldürülmüşler ve kendi kendine bakmak<br />
zorunda kalmıştı. Sürekleri o zaman duymuştu. Yaşayan kimsenin görmediği, görenlerin yaşamadığı,<br />
kulaktan kulağa anlatılan efsane.<br />
Afak hiç ummadığı bir anda kendini havada buldu ve uçarak elli metre kadar ileride yüzükoyun<br />
yere çakıldı. İşte şimdi o fırtına mağarayı vurmuştu. Vurmakla kalmamış mağaranın içinde tozu dumana<br />
katmıştı. Afak yattığı yerde her yanının ağrıdığını hissetti. Yüzükoyun yatmaya devam etti, kalkamadı.<br />
Bildiği tüm tanrılara küfrediyordu. Rüzgarın tanrısına, güneşin tanrısına, çamurun tanrısına, suların<br />
tanrısına… sonra tekrar rüzgarın, güneşin, çamurun, suların tanrısına küfretti, küfretti ve yine küfretti. En<br />
iyi yapabildiği şey küfretmekti ama çok fazla tanrı bilmiyordu. Gecenin de bir tanrısı olmalıydı, dağlarında,<br />
ağaçlarında. Küfretmekten yorulmadı, süreklerin de bir tanrısı olmalıydı, atbizonlarının da bir tanrısı<br />
olmalıydı, Akkartal’ın da bir tanrısı olmalıydı. Etti, etti, etti… Bütün bildiği küfürleri. Oğlunu düşündü,<br />
daha yeni ayakta durmayı öğreniyordu. Kadınını düşündü, anasını babasını kaybettiğinden beri her şeyi<br />
olan kadını. Yerinden kalkamadı yine.<br />
54 55
Afak o kadar çok ağladı ki bir süre sonra kendinden geçti. Belki uyudu, belki bayıldı. Saatler sonra<br />
kendine gelebildi. Yüzü hala ıslaktı ve başı ağrıyordu. Hem atbizonunu aramak hem de mağaranın diğer<br />
çıkışını bulmak için kalktı yürümeye başladı. Bir yerlerden mağaraya ışık geliyor Afak yürüdükçe duvar<br />
boyu gölgesi de Afak’ı takip ediyordu. Afak bir süre fark etmedi gölgesini, sonra da bir anda gördü ve<br />
korktu. Işığın nereden geldiğine baktı. Işık falan yoktu civarda. Gözü karanlığa alışmıştı ama ışık yoktu.<br />
Işık yoksa nasıl gölge olurdu ki? Gölge nasıl gelirdi? Gölge ışıksız nasıl olurdu. Afak durdu, duvara baktı.<br />
Duvarda gördüğü gölgesine baktı. Mağaranın duvarında gördüğü kendi gölgesi değildi. Gölge bile<br />
değildi. Afak öyle korktu ki soluk almadan, gözünü kırpmadan, ayaklarını yere bile dokundurmadan<br />
koşmaya başladı. Koştu ama gölge sandığı şey gerçek bir gölge gibi onu takip etti. Bir an için bile olsa terk<br />
etmedi. Afak o kadar koştu, öyle bir koştu ki; bir atbizonu bile ona yetişmekte zorlanabilirdi. Sonra durdu,<br />
soluklandı. Soluk soluğa kaldı. Nefesi kesildi. Yeniden mağaranın duvarına baktı. Duvar değil de sanki<br />
bir tozlu cam vardı. Camın ardında ise bir maske. Kocaman, upuzun bir maske. Kocaman kafalı altı üstü<br />
geniş altı dar bir maske. Bembeyaz, soluk beyaz, taş beyazı, taştan bile soğuk bir maske. Afak duvara iyice<br />
yaklaşıp eli ile cama benzeyen şeffaf duvarın tozunu sildi. Şimdi gerçekten görüyordu ki koca, koskoca<br />
bir maske karşısında duruyordu. Süreklerin maskesi gibi bir maske vardı karşısında. Kanının donduğunu,<br />
buz kestiğini fark etti Afak. Artık kendisi de korkudan karşısında duran maske kadar beyazdı. Maskeden<br />
daha beyazdı. O koca maskenin ardında ise bir etek ucu gördü. Maskenin arkasında biri vardı. Afak yine<br />
soluksuz koşmaya başladı… Gölgesiyle.<br />
* * *<br />
Neden yasını tutamamıştı? Uluğlar gelmişti ya yas için. Üç yaşlı ağlak ağlamıştı ya. Ağlaklar ağladığı<br />
halde Afak’ın da ağlamasına, yas tutmasına gerek var mıydı. Yüzükoyun yattığı yerden kendi kendinin<br />
canını acıtmak için hızla yere bir yumruk attı. Canı acımıştı ama yeteri kadar değil. Sonra yine, yine, yine<br />
attı yumrukları. Daha da içeride, yüreğinin ta içinde bir şey sızlıyordu. İçinde bir yerler kanıyor, bir yerler<br />
ağrıyordu. Bu yere düşmenin verdiği, kırık bir kemiğin, çıkık bir eklemin verdiği ağrı gibi değildi. Hüngür<br />
hüngür ağlamak isteyip de sadece kısa hıçkırıklarla içini çekmek gibiydi. Bildiği bütün tanrılar bitince,<br />
bütün tanrılara küfredince yine rahatlamadı. İçinde bir yerlerde merhametli bir ümit kalmıştı. Sanki o ümit<br />
kulağına fısıldar gibi yaparak onu bilinmeyen bir tanrıya çağırıyordu. Bilinmeyen bir tanrıya yalvartmaya<br />
çalışıyordu. Bilinmeyen bir tanrıya kapılmak, bilinmeyen bir tanrıya esir olmak, bilinmeyen bir tanrıya<br />
boyun eğmek. Düştüğü yerden söyleniyor, ağlıyor, tepiniyor, dövünüyordu Afak. Hıçkırıklarının arasında<br />
minik oğlunu, güzel kadınını, yıkılan evini ve ağlakları, uluğları ve çevgeni görüyordu. Şimdi ağlaklardan<br />
bile çok ağlıyordu. Uluğlardan bile çok uluyordu.<br />
Şimdi bir sürek öldürmek istiyordu. Çocuğunun katilini, kadınının katilini bulmak, lime lime<br />
doğramak istiyordu. Hayatında hiç kimseyi öldürmemişti. İşte şimdi öldürmek istiyordu. Sürekler hep<br />
kaypak, hep gece savaşırlar. Yüzü olmayan, gölgelerde yaşayan bir düşmanı aydınlığa çıkartmadan nasıl<br />
yenecekti ki?<br />
Genç adamın durduğu yerde yine bir gölge gibi duvarda duruyordu maske. Bir Babacanga maskesi.<br />
Afak daha önce hiç görmemişti ama birkaç kere bu maskeyi takanlar hakkında söylenti duymuştu. Afak<br />
cam duvarın ardındaki maskeyi hayretle incelemeye başladı. Artık kaçmayacaktı. Kaçamıyordu. Olabilecek<br />
her şeye razıydı. Duvarın tozunu bir camı siler gibi sildi. Sırtına bağlı mızrağını eline aldı. Bağdaş kurup<br />
yere oturdu. Mızrağı yanına koydu. Maske bir totem gibi yapılmıştı. En tepede kanatlarını açmış duran<br />
bir balıkçıl, hemen altında bir gelincik onun altında yüz kısmına gelen yerde bir kedi, gövdesinin olması<br />
gereken yerde bir baykuş ve en altta bir insan figürü vardı.<br />
“İntikamını al, yasını tut” dedi yankılanan bir sesle Babacanga.<br />
Afak yerinden fırladı.<br />
“İntikamını al, yasını tut” dedi yeniden Babacanga.<br />
Bir anda koca bir yarasa sürüsü hızla Afak’ın üzerine doğru gelip üstünden geçti gitti. Adam korkudan<br />
yere öyle bir yapışmıştı ki ne olduğunu, ne olacağını bilemedi. Ayağa kalktı, mızrağını eline aldı, omzunun<br />
üzerinde ağırlığını tartıp yönünü belirler gibi nişan aldı. Bütün kuvvetiyle Babacanga’ya fırlattı. Mızrak<br />
hiçbir yere sürtünmeden, vurmadan o kalın cam duvarın içinden geçip Babacanga’ya saplandı. Maskenin<br />
yarısından bile kısa bin yaşından bile yaşlı bir kadın yere düştü. “İntikamını al…” diyebildi ancak. Afak neye<br />
uğradığını şaşırdı. Mağaranın içinde bir uğultu başladı. Uğultu hızla yaklaşıyordu. Afak uğultunun geldiği<br />
yere arkasını döndü ve koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu. Nerede ise uğultunun içinde kalacakken<br />
atbizonuyla birlikte girdiği kapıdan bir ok gibi fırlayarak çıktı ve deliğin tersyönüne doğru bir süre daha<br />
koşup durdu. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sabah oluyordu. Yüzlerce, binlerce milyonlarca küçük domuz<br />
bir anda tundranın düzlüklerini kaplamıştı.<br />
56 57
Utku DEMİR<br />
Çizgi Roman İnceleme<br />
Korkunun Kendisi<br />
Eline Çekiç Alan<br />
Kendini Adam Sanıyor<br />
Herkese merhabalar. Yine bir inceleme<br />
ile karşınızdayım. Yaklaşık bir ay önce Marmara<br />
Çizgi etiketiyle çıkan Korkunun Kendisi adlı eseri<br />
anlatacağım.<br />
Eserin orjinal adı Fear Itself. Korkunun<br />
Kendisi olarak çevrilmiş. Matt Fraction yazmış,<br />
Stuart Immonen çizmiş. İkili iyi iş çıkarmış. Amerika<br />
Başkalarından Franklin Roosevelt in "The only thing<br />
Wè have to fear is Fear Itself" yani “Korkmamız gereken<br />
tek şey korkunun kendisidir”. Sözünden ilham alınarak<br />
bu ad verilmiş çünkü bu kez kahramanlarımızın<br />
karşısında korkudan beslenen bir düşman var.<br />
Bu kitabı okumadan önce Kuşatma adlı eventi<br />
okumanız iyi olacaktır. Ama çevremde direkt okuyup<br />
anlayanlar da var. Ben size oraları özetleyeyim. Kısaca<br />
Norman Osborn, Loki ile Asgard'a saldırıyor. Sonra<br />
Loki fikir değiştirerek Norn Taşları ile kahramanlara<br />
yardımcı oluyor ve Thor Sentry ı öldürüyor. Bu<br />
ara Loki ölüyor ancak Thor kardeşinin özlemine<br />
dayanamayarak onu çocuk olarak diriltmişti. Kitabın<br />
bir bölümünde çocuk Loki geçiyor. Onu anlamak<br />
içindi. Kitaba Red Skull’un kızı Sin ve Baron Zemo<br />
ile başlıyoruz. Red Skull’un bir gizli yerinde saklı<br />
kalmış çok güçlü bir çekiçi var. Sin bunu kaldırıyor<br />
ve çok güçleniyor. Bu gücü ona veren tümlüğün<br />
gerçek babası Serpent. Odin’in kardeşi. Odin onu<br />
hapsetmiş. Çünkü Serpent’in Thor'u öldüreceğine<br />
inanılıyor. Oluyor mu olmuyor mu bilemem. Alın<br />
bakın. Daha fazla okuma zevkinizi kaçırmadan cildi<br />
değerlendirmeye alalım.<br />
Konu:10/9 Çizimler:10/9<br />
58 59
Selim ERDOĞAN<br />
Yazar’ın Kaleminden<br />
Trinidad’ın<br />
Dönüşüne İlişkin<br />
neredeyse boyutsuz bir noktada olduğunu görmek<br />
ilginç. Trinidad’ın Dönüşü biraz bu duyguları<br />
gıdıklıyor. Kitabın büyük bölümü Alfa Senturi<br />
yakınlarda geçerken üç kahramanın kimliklerine<br />
dair ipuçları ara bölümlerde bir mülakat bir sorgu<br />
veya mektup olarak karşımıza çıkıyor. İnatçı insanlar<br />
bunlar. Parlaklar ama egoları da güçlü. Zor şartlarda<br />
olağanüstü bir keşif rasyonaliteyle ehlileşmiş<br />
kişiliklerinin oradan buradan dikiş atmasına<br />
neden oluyor. Yaşadıkları olaylara anlam vermeye<br />
çalışıyorlar ama bunu kişilikleriyle kaçınılmaz olarak<br />
kaynaşmış paradigmalardan bağımsız yapamıyorlar.<br />
Hikaye mekanı da bu çerçevede ortaya çıkıyor.<br />
Biyolojik varlığınızı Dünya’dan kırk trilyon<br />
kilometre ötede devam ettirmek için yukarıda söz<br />
ettiğimiz o yaşam kesesinden de minik bir alana<br />
mahkumsunuz. Keşfedilen karanlık ve gizemli bir<br />
gezegen var. İnsanın ilk defa gittiği bir uzaklıktan<br />
insanlara özgü bir sinyalin geldiği bir gezegen. Hani<br />
olmayacak bir yerden olmayacak zamanda gelen<br />
çocuk kahkahasının ürperticiliği gibi. Bir yandan<br />
da gözlemlenebilen uzayda ilginç şeyler oluyor.<br />
Artalan ışıması artıyor, yıldızlarda maviye kayma<br />
gözlemleniyor. Renkli nebulalar, yay şoku çizgileri<br />
masalsı bir fiziksel arka plan oluşturuyor. Büyük<br />
ve kontrol dışı bir şeye ilişkin izleri belki. Gemiye<br />
atlayıp kaçamayacakları kadar büyük. Güzel bir<br />
arka plan ama bilinmeyenin ürkütücülüğü de var.<br />
Egzotik, parlak renklere bürünmüş bir böceğin zehir<br />
çağrışımlı rahatsız ediciliği gibi.<br />
Hikaye kişilikleri inatçı demiştik. Biri bir<br />
evrim biyoloğu. Ama genel akım tersine bir şeyler<br />
söylüyor. Çalışkan ama belki biraz bencil. Hikaye<br />
onun ağzından anlatılıyor. Bir diğeri görelilik<br />
karşıtı fikirleri yüzünden dışlanmış bir fizikçi. Bir<br />
ipucunu takip ederek vardığı sonuç ona pahalıya<br />
patlamış. Kendini hep gerçeğin peşinde olarak<br />
konumlandırmış ama vardığı yer, ya da kendince<br />
gerçeğin durduğu yerde kimseyi bulamayınca<br />
sorgulayıcı aklının projektörleri sorgulamak için<br />
kendine dönmüş. Sonuncusu becerikli, çalışkan ama<br />
içine kapalı bir mühendis. Hayal kırıklığı içindeki<br />
yalnız adamlar.<br />
Kitaptaki olayların gerisindeki fizik için bir<br />
hayli çalışıldı. Kitapta sadece ipucu verilen bir şeyler<br />
oluyor. Kurgu için on bölümlük sıkı bir kozmoloji<br />
belgeseli seyredilip makaleler okundu. Sayfalarca<br />
çizim, biraz hesap yapıldı. Einstein’ın 1905’te<br />
yayınlanan ünlü makalesi ve konuyla ilgili başka<br />
kaynaklar incelendi. Kitaba sadece bir kısmı yansıyan<br />
olayların bir arka planı, biri sorarsa spekülatif de olsa<br />
cevabı var yani.<br />
Trinidad’ın Dönüşü bir açıdan bir izolasyon<br />
öyküsü. Yıllar önce Apollo 15 astronotu Alfred<br />
Worden’le ilgili bir yazı okumuştum. Bildiğim<br />
kadarıyla en yalnız insan rekoru da kendisinde.<br />
Arkadaşları Ay yüzeyinde dolaşırken o yörünge<br />
modülünde üç gün geçiriyor. Ay’ın arka tarafına<br />
geçtiğinde Dünya’dan en uzaktaki insan ünvanını<br />
alıyor. Bu arada görev kontrolle de Ay yüzeyindeki<br />
arkadaşlarıyla da iletişim kuramıyor. Akıl almaz<br />
bir ortam. Gerçi kendisi çok şikayet etmemiş bu<br />
durumdan. Benim hikayede bu durum bir hayli<br />
ileri taşınıyor. İnsan çok kırılgan bir varlık. Öyle<br />
ki ancak çok küçük bir kısmını gözlemleyebildiği<br />
evrende bile kendisine yaşama hakkı veren kese<br />
gözlemleyebildiği evrenin katrilyonda biri bile<br />
değil. Bu çok şaşırtıcı. Hem mucizevi hem ürkütücü.<br />
Dünya’ya dışardan baktığınızda hayatınızı anlamlı<br />
kılan veya onu cehenneme çeviren her şeyin minik<br />
60 61
Öykü: Funda Özlem ŞERAN<br />
İllüstrasyon: Hüseyin ESEN<br />
Öykü<br />
GÖLGE OYUNU II<br />
Muhavere<br />
“Herkesin bir gölgesi vardır,” der Jung; “Ve bu,<br />
bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az somutlaşmışsa<br />
o kadar karanlık ve yoğun olur.” Bir başka deyişle,<br />
“kendi gölgenizden kaçamazsınız”.<br />
Biz cinlerin neden gölgeleri yok, bilmiyorum.<br />
Belki de insanlar gibi, kişiliğimizin işimize gelmeyen<br />
parçalarını reddederek kendimize işkence<br />
etmediğimiz içindir. Biz neysek oyuz; iyi, kötü, güzel,<br />
çirkin, yanlış, doğru. Her nasılsak kendimizi öyle<br />
kabul eder ve yolumuza devam ederiz. İnsanların<br />
aksine, gölgemizden kaçmaya çalışmak yerine<br />
onu benimser ve yüceltiriz. Onunla bir oluruz, tek<br />
bir benlik gibi; tutkulu, coşkulu, içgüdüsel, bazen<br />
mantıksız, hatta zaman zaman bir günah kadar koyu<br />
ve karanlık… Saklanacak bir şey yoksa, o zaman<br />
gölgeye de gerek yok, değil mi?<br />
Peki o zaman neden yüzyıllardır insanlardan<br />
gizlenip duruyoruz?<br />
Bu sorunun yanıtını veremem; çünkü ben<br />
de bir gölgesizim. Fakat cin olarak doğduğum ve<br />
daha sonra bu dünyaya adım attığımdan beri geçen<br />
zamanda kendim bir “gölge” oldum.<br />
İlk kez Ortadoğu’da bir mağaranın içinde ayak<br />
bastım dünyaya, sanırım bunun için daha kötü bir yer<br />
seçemezdim ve bunu anladığım anda büründüğüm<br />
somut bedeni yanımda sürükleyerek ülke ülke<br />
dolaşmaya başladım. Tüm dünyayı gezdim; cinler,<br />
insanlar tanıdım. Fakat hemcinslerimin çoğunun<br />
yaptığı hataya düşmeyerek, kendine cin avcısı diyen<br />
o manyak tiplerden olabildiğince uzak durdum.<br />
Sonunda araya binlerce millik mesafe koymanın<br />
yeterli olduğuna karar vererek soluğu burada,<br />
Amerika’nın en kalabalık şehrinde aldım. Sekiz<br />
buçuk milyon nüfusuyla New York yalnızca insanlar<br />
için değil, biz cinler için de dünyanın başkenti sayılır<br />
ve en güzeli de ne, biliyor musunuz? Bu “lanet olası<br />
federallerin” şehrinde hiç hüddamcı yok. Kuklacı mı?<br />
İstemez kalsın, ben almayayım. Bu benim oyunum<br />
ve ipler benim elimde. Ya da ben fena halde öyle<br />
sanıyordum. Çünkü şu an bir elimde buruşmuş kağıt<br />
parçası, diğerinde dumanı tüten “M” şeklindeki yara<br />
iziyle ne yapacağımı düşünürken oldukça sefil ve<br />
çaresiz görünüyor olmalıydım.<br />
Otel odama gelip önce bana iş teklif eden,<br />
sonra da beni tehdit eden o zebella gibi herifin bir<br />
Mârid olduğuna artık emindim. Ancak bir iblis onun<br />
yaptığı numarayı çekerek avucumdaki o lanetli<br />
mührü bırakabilirdi ve ancak cehennem kaçkını<br />
bir ifrit onun benden istediği şeyi yapmamı isterdi.<br />
Ne olduğunu bile bilmediğim bir cini bu boyuta<br />
geçirmem karşılığında vaat edilen, Allah’ın gizli<br />
ve kutsal yüzüncü adı. Benim gibi bir hacker’ın en<br />
büyük rüyası.<br />
Elimin içindeki “M”nin üzerine yumruğumu<br />
bastırarak acıyı derinlere ittim ve öteki elimdeki<br />
buruşuk kağıdı tekrar açtım. Kötü bir el yazısıyla<br />
yazılmış “Zinparhükan” kelimesi bilmediğim,<br />
anlamadığım ama canıma okuyacağı kesin olan<br />
bir bela gibi gözlerini üzerime dikmişti. Sözcük,<br />
“cinlerin korktuğu şey” anlamına geliyordu ve o<br />
daha gelmeden ben çoktan korkmaya başlamıştım.<br />
Kağıdı katlayıp cebime attım, sonra banyoda<br />
ellerimi yıkadım. Ne kadar uğraşsam da yanık<br />
izi avucumdan çıkmıyordu; zaten o keltoş herif<br />
de anlaşmamız bitene kadar mührün kalacağını<br />
söylemişti. Fakat ne bok yemeye böyle bir şey<br />
yaptığını çözememiştim. İmzasını mı atmıştı aklı<br />
sıra? Anlaşmadan cayarsam diye önlem mi almıştı?<br />
Yoksa ne yaptığımı izlemek için üzerime bir çeşit<br />
verici mi takmıştı?<br />
62 1<br />
63
Kendimi damgalanmış inek gibi hissederek<br />
odaya geri döndüm. Bir sigara yaktım ve rahatlamaya<br />
çalışarak sekizinci katın penceresinden caddeyi<br />
izlemeye başladım. Sigaramın dumanı 832 numaralı<br />
odanın yüksek tavanına doğru yükselirken kafam<br />
da dumanla beraber bulanıklaşıyordu. Yüzüncü Ad.<br />
Şifre. Zinparhükan. Gölge. Mârid. Gölgesiz cin. Mr.<br />
Sad. Sigara. Mühür. Duman. Alev. Dumansız ateş.<br />
Alaz… Adı alımdan geçerken arkasında dumanı tüten<br />
sıcak izler bırakıyordu. Fazla uzaklaşmış olamazdı.<br />
Yoksa ben mi çok geç kalmıştım? Bay-Üzülmekten-<br />
Hiç-Hoşlanmaz kapıma gönderdiği takım elbiseli<br />
köpeği şimdi de tehdidini gerçekleştirmek üzere<br />
kız arkadaşıma mı yolluyordu? Ya da daha beteri,<br />
çoktan yollamış mıydı? Kahretsin!<br />
Sigarayı pencere pervazına bastırarak<br />
söndürdüm ve montumla beremi kaptığım gibi<br />
dışarı fırladım. Koridoru geçip merdivenlere<br />
koştururken birkaç meraklı komşu kafasını uzatıp<br />
baktı ama umursamadım. Normalde ortalıkta<br />
dolanarak Sid’le Nancy’nin hayaletleriymiş gibi<br />
davranan ve otelin şöhretine kapılıp gelen turistleri<br />
altlarına ettirerek eğlenen özenti tipler ortalıkta<br />
görünmüyordu. Buna memnun olmuştum; çünkü<br />
Sid benden sigara otlanıp duruyordu ve hayatımda<br />
gördüğüm en geveze cindi. Nancy ise öteki taraftaki<br />
kız kardeşini buraya getirmem için devamlı başımın<br />
etini yiyordu. Gerçekten çekilmezlerdi.<br />
Yavaş çalışan asansörü ardımda bırakarak<br />
basamakları hızla indim. Boş duvarların yanından<br />
geçmeye hâlâ alışamamıştım. Yıllardır duvarları<br />
süsleyen sanat eserleri, geçen yıl değişen otel<br />
yönetiminin aldığı yenileme kararıyla indirilip<br />
depoya kaldırılmıştı. Değişen tek şey bu değildi<br />
üstelik; Chelsea’nin bir parçası haline gelmiş olan<br />
efsane müdür Bard da yoktu artık. Onun gidişiyle<br />
birlikte otel ruhunu kaybetmiş ama hayaletlerinden<br />
kurtulamamıştı.<br />
“Gitme o güzel geceye tatlılıkla… Öfkelen,<br />
öfkelen ışığın ölümü karşısında...”<br />
Beni görünce elindeki viski bardağını havaya<br />
kaldıran başka bir otel sakinine başımla selam<br />
verdim. “İyi akşamlar, Bay Thomas.”<br />
Şairin sözde hayaleti gülümseyerek duvarın<br />
içinde kayboldu. Muhtemelen gerçek şairin öldüğü<br />
odada şimdi kalan konuğu korkutmaya gitmişti.<br />
Bense daha fazla oyalanmadan lobiye indim ve<br />
tavandan sarkan “salıncaktaki kız” heykelinin<br />
altından geçerek bohemyanın son kalesinden Batı<br />
23. Cadde’ye çıkış yaptım.<br />
Gece serindi. Soğuğu hissettiğimden<br />
değil ama insanların arasında yaşarken onlar<br />
gibi davranmaya, mümkün olduğunca dikkat<br />
çekmemeye çalışıyordum. Montumu giyip beremi<br />
dağınık saçlarımın üzerine taktım ve gördüğüm<br />
ilk taksiye ıslık çaldım. Şoföre gideceğimiz adresi<br />
söylerken oraya olabildiğince hızlı gitmesi için<br />
ekstra bahşiş sözü vermiştim. Büyü insanlar için her<br />
zaman işe yaramayabilirdi ama para yarıyordu. Yirmi<br />
dakika olmadan kulübün önüne gelmiştik. Taksiciye<br />
vaat ettiğim ücreti fazlasıyla vererek arabadan indim<br />
ve gecenin bana vaat ettikleriyle karşılaşmak üzere<br />
bara doğru yürüdüm. Evet, durum ne kadar boktan<br />
olursa olsun böyle de edebiyat parçalardım işte.<br />
Kapıdaki korumaya hafif bir selam çakıp içeri<br />
girdim. Eğer sevgiliniz mekanın gözde şarkıcısıysa<br />
kimse size bir şey sormazdı. Ortalık sakindi; şimdilik<br />
Mr. Sad ya da cehennem tazısından iz yoktu. Gerçi<br />
avucumdaki lanet mühür dururken buna gerek<br />
var mıydı, bilmiyordum. Büründüğüm derinin<br />
üzerindeki kaşıntıyı görmezden geldim ve müzikli<br />
insan kalabalığının arasına daldım.<br />
Hafta içi olmasına rağmen içerisi doluydu.<br />
Şehrin dört bir yanından insanlar Alaz ile cover grubu<br />
“Alias”ı dinlemeye gelmişti (isim hakları tamamen<br />
ona ait). Sirenlerin şarkısına kapılan denizciler gibi<br />
onlar da buraya doğru çekilmişlerdi ama kayalıklar<br />
yerine buzlu içki bardaklarının dibine çakılıyorlardı.<br />
Onları suçlamıyordum. Alaz bir denizkızı değildi<br />
ama son derece dişi bir cazibe ciniydi, hem de her<br />
kelimesinin hakkını vererek.<br />
İncecik, kıvrımlı bir bele inen kıpkızıl gür<br />
saçlar, içinde binlerce ateş böceği yanıyormuş<br />
gibi parlayan bembeyaz bir ten. Mavi mi yeşil mi<br />
olduğunu bir türlü bilemeyeceğiniz ama anlamak<br />
için bir ömür boyu uzun uzun bakabileceğiniz çekik<br />
gözler. Uzun bacaklar, biçimli bir kalça, dolgun<br />
göğüsler ve her oynatışında yüreğinizi ağzınıza<br />
getiren, pembenin en güzel tonu dudaklar.<br />
Siz ağzınızın suyunu silerken şunu söylememe<br />
izin verin; bu yalnızca onun insanların arasına<br />
karışırken kullandığı etten bedendi. Bir de saf ateşten<br />
yapılma olanı vardı ki, onu anlatmaya benim gibi bir<br />
biçarenin kelimeleri yetersiz kalırdı. Ona aşıktım ama<br />
bunun sebebi Alaz’ın insanları sesiyle büyüleyerek<br />
kendine aşık etmesi ve güzelliğini kullanarak onlara<br />
her istediğini yaptırabilmesi değildi. Alaz’ın sihirli<br />
cazibesinin üzerimde bir etkisi yoktu. Tıpkı benim<br />
akıl oyunlarımın onda işe yaramaması gibi. Tek<br />
kuralımız buydu; hile yok, numara yok, oyun yok.<br />
Hayır dostlarım, bizimki gerçek aşktı.<br />
Ve aşkım şu an gayet sağlıklı bir halde<br />
sahnedeydi, iç gıcıklayıcı sesiyle şarkı söylüyordu.<br />
Portishead’den “Glory Box”. Onun en sevdiği, benim<br />
de onun sesinden dinlemeyi en sevdiğim; çünkü<br />
şarkıyı aslında bana söylüyordu ve bahsettiği baştan<br />
çıkarıcı da kendisiydi. Müzikle birlikte narin vücudunu<br />
kıvırıp dans ederken epey keyifli görünüyordu.<br />
Nasıl olmasın, bu onun akşam yemeğiydi. İnsanların<br />
ilgisi, beğenisi, sevgisi ve şehvetiyle besleniyordu.<br />
Tamam, belki sonuncuyla daha çok ama kıskançlık<br />
yapacak durumda değildim. Bir kızın yemek yemesi<br />
lazımdı, değil mi?<br />
Sevdiceğimi ziyafetiyle baş başa bırakıp<br />
bardan çıkacaktım ama beni fark etmişti. Maviyeşil<br />
gözleri kalabalığın içinde beni buldu ve neşeli<br />
bir ışıkla parlayarak zihnime dokundu. “Tatlım, bu<br />
ne hoş sürpriz! Bu akşam seni beklemiyordum,<br />
geleceğini söyleseydin sana bir masa ayırtırdım.”<br />
“Önemli değil, sadece geçerken uğradım.”<br />
“Geçerken uğradın?” İnsanların duyduğu<br />
yumuşak sesi şarkı söylemeye devam ederken,<br />
sadece bana özel olan diğer sesi beynimin<br />
kıvrımlarında dolanarak ikimize ait anıların olduğu<br />
kısmı gıdıkladı. “Ne şanslı bir kadınım! Eğer<br />
sormamın sakıncası yoksa, nereye geçiyordunuz<br />
böyle sevgili bayım?”<br />
Dudaklarım kendiliğinden yukarı doğru<br />
kıvrıldı ve bu sessiz gülümsemenin içinden tıpkı<br />
onun yaptığı gibi cevap verdim, “Bir iş aldım da,<br />
başlamadan önce gelip seni göreyim dedim. Bu<br />
gece gelemeyebilirim, beni bekleme.”<br />
Kısılan gözlerinden sadece benim gördüğüm<br />
ve başımın her an belaya girebileceğini belirten<br />
kızıl parıltılar geçti. “Peki,” dedi hem beni, hem<br />
söylediği şarkının sözlerini haksız çıkartarak. “Ama<br />
bu sorumsuzluğunun bir bedeli olacak, biliyorsun<br />
değil mi?”<br />
“Biliyorum.” Kurşunu atlatmış olmanın<br />
rahatlığıyla gülümsedim, “Ve inan bana, telafi<br />
edeceğim.”<br />
ol.”<br />
“Elbette edeceksin, küçük gölgecik… Dikkatli<br />
Yeni açmış bir gülü andıran dudakları bana<br />
öpücük gönderince, zihnimin içinde kaybolan<br />
sesinin yerini yine anılar aldı. O dudakların neler<br />
yapabildiğini çok iyi biliyordum, siz bir de onun<br />
et ve kandan yapılma olmayan halini görseydiniz.<br />
Böbürlendiğimi düşünebilirsiniz ama bazı dillerde<br />
cinsellik için kullanılan kelimenin bizzat cinsimizden<br />
esinlenerek türetilmiş olmasının bazı haklı sebepleri<br />
vardı. Gerçi aynı şey cinayet sözcüğü için de<br />
söylenebilirdi; fakat şu an karşımdaki muhteşem<br />
yaratığa bakarken meselelerin yalnızca birine<br />
odaklanabiliyordum. Ve asıl odaklanmam gereken<br />
meseleleri unutuyordum.<br />
Kendimi toparlayıp kulüpten ayrıldım. Alaz<br />
iyiydi ve hiçbir şeyden haberi yoktu. Durumun<br />
böyle sürmesi için ne lazımsa yapacaktım ama önce<br />
öğrenmem gereken şeyler vardı. Cebimdeki gizemli<br />
kağıt ve üzerinde yazan tuhaf isim, avucumdaki<br />
yara izi, patronuna Mr. Sad diyen o mal herif ve<br />
tabii Yüzüncü Ad… Bir yandan yürüyor, bir yandan<br />
da düşünüyordum. Sanki bir Go oyununun içine<br />
düşmüştüm ve taşları sondan başa doğru sayarken<br />
hep bir şeyleri atladığımı hissediyordum.<br />
Cinlerin korktuğu şey… Neydi bu?<br />
Hüddamcılar mı? Cin avcıları mı? Muavvizeteyn mi?<br />
Okunmuş Zemzem suyu ya da dökümlü dedikleri şu<br />
abuk sabuk silahlar mı? İnsanların hüküm sürdüğü<br />
yeryüzünde ateş halkını korkutacak pek az şey<br />
vardı. Peki ama yerin altında, cinlerin dünyasında?<br />
Mârid’in benden istediği şey de bu değil miydi;<br />
bizim boyutumuzdan buraya getireceğim bir<br />
“Zinparhükan”. O her kim ya da ne ise…<br />
Sigara üstüne sigara yakarak ve caddeler<br />
boyunca yürüyerek insan bedenime eziyet ettim.<br />
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan Harlem’e<br />
64 65
gelmiştim. El Barrio’nun sokaklarını arşınlarken<br />
Mami Wata’nın botánica’sını bulabilmek için<br />
aklımdaki düşünceleri kovup algılarımı sonuna<br />
dek açtım. Her hafta yer değiştiren şifacı dükkanı,<br />
bulunmayı istenmediğinde kolayca göz önünden<br />
kaybolabilen bir Santería rahibesi için mükemmel<br />
mekandı. Elbette sadece insanlar onu Voudon<br />
büyücüsü zannediyorlardı. Bense ne olduğunu çok<br />
iyi biliyordum.<br />
Botánica’yı bulmak umduğumdan uzun<br />
sürdü. Mahallenin daha önce gitmediğim bir yerine<br />
taşınmıştı ama dükkan yine aynıydı. Neonlarla<br />
aydınlatılmış gibi parlayan kapıdan içeri girerken<br />
eşiğin üzerindeki zil çınladı. Dükkana adım atan her<br />
canlı türü için farklı bir zil sesi vardı. Gölge için üç<br />
çın çın, sonra sessizlik. İçeri bir kedi girdiğinde ne<br />
oluyordu acaba?<br />
Kavanoz ve mum dolu raflarla, tavandan<br />
sarkan bin bir çeşit kurutulmuş bitkinin arasından<br />
geçerek ilerledim. Dükkan bu akşam boştu; insanlar<br />
artık daha az inanıyor, inandıklarından çok daha<br />
azı için de bir şeyler yapma uğraşı veriyorlardı. Ne<br />
günlere kalmıştık.<br />
Kasadaki kız yine değişmişti. Devamlı beden<br />
değiştiren bir cin değildi kastettiğim, kız insandı<br />
ama son gelişimde onun yerinde bir başkası vardı.<br />
Mami Wata insan hizmetkârlardan hoşlanırdı;<br />
hoşlanmaktan kastım, size servis yapan garson kızı<br />
da yemekle birlikte mideye indirmekti ve Mami<br />
Wata’nın iştahı yerindeydi.<br />
Muhtemelen bir sonraki gelişimde yerinde<br />
başkasını göreceğim kıza bir şey söylemeden,<br />
Santeria müziği ezgilerinin yayıldığı arka tarafa<br />
geçtim. Eşikteki renkli boncuk şelalesini aralayarak<br />
“Personel Harici Giremez” bölüme girdim ve mum<br />
ışıklarıyla aydınlatılmış sunağın önüne kadar<br />
yürüdüm. Heykelcikler, dumanı tüten tütsüler, ateş<br />
ve henüz kurumamış hayvan kanı Mami Wata’yı bir<br />
ayin sırasında yakaladığımı gösteriyordu.<br />
“Buraya gelmemeliydin, gölge adam!”<br />
Arkamdan gelen sese dönüp cevap<br />
verecektim ki, birden elimi yakaladı. Kendi avucunun<br />
içinde sıktı ve bileğimden tutup çevirerek yüzüne<br />
yaklaştırdı. Derimin üzerindeki “M” harfi kara bir leke<br />
gibi aramızda duruyordu. “Bunu kim yaptı?”<br />
Cevap verirken yüzündeki ciddi ilgiye<br />
odaklandım, “Üzülmekten hoşlanmayan üzgün bir<br />
adam…”<br />
Akı olmayan kapkara gözlerini bana doğru<br />
kaldırdı. Teni gözlerinden yalnızca bir ton açık<br />
renkteydi ve derisi tombul bedenini sarabilmek<br />
için iyice gerilmişti. Benden neredeyse yarım metre<br />
daha kısaydı ama isterse cesedimin üzerinde dans<br />
edebilirdi.<br />
“Komik değilsin. Özellikle de şaka yaptığında.<br />
Ya da şimdiki gibi salaklık ettiğinde!”<br />
Elimi aniden bırakıp sunağa doğru ilerledi.<br />
Kaplardan birkaçını karıştırırken onu izliyor ve yine<br />
ne gibi bir salaklık yaptığımı merak ediyordum.<br />
“N’oldu?”<br />
“Seni izliyor… Sen de kalkıp onu buraya<br />
getiriyorsun. Aptal gölge, aptal!”<br />
Birden gerildim ama söylediği şeyden<br />
çok, kavanozların birinden çıkarıp bana doğru<br />
yaklaştırdığı şey yüzünden. Tombul parmaklarının<br />
arasında kara bir sülük tutuyordu. Bir yandan büyülü<br />
sözler mırıldanarak elimi tuttu ve sülüğü avucumun<br />
içindeki yaranın üzerine bıraktı. İğrenerek geri<br />
çekilmek istedim (evet, bir cin olmama rağmen hâlâ<br />
bu tür şeylerden iğrenebiliyordum, ne var?) ama<br />
izin vermedi. Gözlerini kapatarak kalın dudaklarının<br />
arasından fısıldamaya devam etti. O konuştukça<br />
sülük avucumdaki yaraya daha çok yapışıyordu;<br />
fakat emdiği şey kan değildi. Elimin içindeki<br />
karıncalanma geçince hayvan kendini bıraktı. Mami<br />
Wata sülüğü yavaşça çekip aldı ve sunağın üzerinde<br />
yanmakta olan ateşin içine attı. Havayı cızırtılarla<br />
yanık et kokusu sararken avucuma baktım. Yara<br />
izi kapanmıştı, sadece kalemle çizilmiş gibi duran<br />
eğreti bir “m” kalmıştı geriye.<br />
“Şey,” diyebildim şaşkınlıkla, “Teşekkürler.”<br />
Mami bana dönerek bir elini geniş kalçasının<br />
üzerine koydu. Çiçekli basma elbisesi, kafasının<br />
tepesine sardığı turbanı ve boynundan sarkan<br />
milyon tane bocuklu kolyeyle Bronx’taki mahalle<br />
kocakarılarına benziyordu ama görünüş aldatıcıydı.<br />
“Ne haltlar karıştırıyorsun, anlat bakalım.”<br />
Benden daha yaşlı ve daha güçlüydü,<br />
karşısında kolejli bir ergen gibi kalıyordum.<br />
Yutkundum, “Henüz karıştırmadım. Ama karıştırmak<br />
üzereyim. Daha doğrusu, beni zorla karıştırıyorlar.”<br />
“Çabuk ol,” diyerek ağırlığını bir ayağından<br />
diğerine geçirdi. “Daha bir mahalle dolusu<br />
hatunun kocalarını metreslerinden ayırıp evlerine<br />
döndüreceğim, sevgililerinin özel yerlerinde de<br />
uçuklar çıkartacağım. İşim gücüm var benim.”<br />
“Pekala…” Cebimdeki kağıt parçasını çıkarıp<br />
ona uzattım, “Benden bunu nakletmemi istiyorlar<br />
ama ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.”<br />
Üzerindeki yazıyı yüksek sesle okumamasını<br />
isteyecektim ki, kağıda dokunmayı reddederek<br />
beni durdurdu. Orada yazan şeyi görmemişti ama<br />
biliyordu. Korkmuş gibi kocaman açılmıştı kara<br />
gözleri. “Sen… Nasıl?”<br />
“Bilmiyorum işte, ben de onu sormaya<br />
geldim. Ama verdiğin tepkiye bakılırsa gerçekten<br />
de cinlerin korktuğu bir şey bu.”<br />
“Şşşşş!” diye tısladı, “Onun adını ağzına alma.<br />
Çağırma!”<br />
Karşımdakinin cinlerin anası Mami Wata<br />
olduğunu bilmesem haline gülecektim neredeyse.<br />
“Çağırma mı? Onu buraya getirmemi istediler<br />
diyorum sana, anlamıyor musun?”<br />
“Hayır!” Bir an kızgınlıkla bağırdı ama<br />
sonrasında sakinleşti. Gözlerinde hüzün,<br />
dudaklarındaysa buruk bir tebessüm belirmişti.<br />
“Gölge O’nu getiremez… Ne insan, ne de cin…<br />
O’nu ancak ışık getirebilir… Ve kader.”<br />
Şimdi de bilmece gibi konuşuyordu, harika.<br />
“Ne demek istiyorsun? Kim o?”<br />
“Efendimiz. Kurtarıcımız.” Gece gibi kapkara<br />
yüzünde aydınlık bir huşu ifadesi vardı artık,<br />
“Cinlerin Mesih’i.”<br />
Hayda. Bir de bu çıkmıştı başımıza, iyi mi?<br />
“Ne masalı anlatıyorsun sen yahu?” diye araya<br />
girecek oldum ama Mami Wata tekrar sinirlendi.<br />
“Aptal çocuk! Neye bulaştığın hakkında en ufak fikrin<br />
yok, değil mi? Bir de kalkmış inançsızlık ediyorsun,<br />
tüh sana!”<br />
Gerçekten suratıma tükürmemiş olsaydı<br />
makul bir noktada buluşabilirdik ama bu kadarı<br />
fazlaydı. “Bana baksana sen…!” diyerek tartışmaya<br />
hazırlanmıştım ki, karanlığın içinden tıslayarak çıkan<br />
şey beni durdurdu. Mami Wata’nın sadık yoldaşı<br />
Lazarus kıvrıla kıvrıla gelip kadının bacaklarına<br />
dolandı, sonra da yukarılara tırmanarak onun tombul<br />
gerdanına yerleşti. Beş metrelik piton, kendisinden<br />
metrelerce kısa olan kadının omuzlarında otururken<br />
oldukça rahat görünüyordu. Fakat sinirliydi; yılan<br />
gözlerini bana dikmiş, çatallı diliyle tıslıyordu.<br />
Tecrübelerime dayanarak, eğer Lazarus dâhil<br />
olmuşsa o tartışmanın kapandığını söyleyebilirdim.<br />
“Pekala,” dedim yüzümdeki zehirli tükürüğü<br />
kolumla silerken. Yenilgiyi kabul etmek hoşuma<br />
gitmese de, yılanlı bir kadına karşı gelmenin mantığı<br />
yoktu. Hele ki o kadın, kadim bir cinse… “Eğer<br />
öyleyse durum daha vahim demektir. Çünkü onun<br />
karşılığında bana Yüzüncü Ad’ı teklif ettiler.”<br />
O iki kelimeyi duyan Lazarus irkilip kesik<br />
kesik tıslamaya başladı ve geldiği gibi hızla<br />
sürünerek karanlığın içinde kayboldu. İsmin bahsi<br />
bile yılanı korkutmaya yetmişti; fakat Mami Wata<br />
serinkanlılığını korudu, hatta gülüyordu. “Şimdi kim<br />
masallara inanıyormuş bakalım?”<br />
“İnkâr mı ediyorsun?”<br />
“Yüzüncü bir ad yok, diyorum. Sadece doksan<br />
dokuz. Ve biz de bununla yetiniyoruz.”<br />
Arkasını dönerek sunaktaki işine devam etti.<br />
Böylece konuşmayı bitirmişti, oysa benim daha<br />
söyleyecek ve soracak bir sürü şeyim vardı. Fakat<br />
nedense şu an hiçbiri aklıma gelmiyordu.<br />
“Git artık, çocuğum. O boş kafanı da beladan<br />
uzak tutmaya bak.”<br />
Bana diyecek bir şey bırakmamıştı. Kağıdı<br />
cebime geri koydum ve dediğini yaparak çaresizlik<br />
içinde botánica’dan çıktım. Söyledikleri ilginçti<br />
belki ama bir konuda yanılıyordu; kafam boş değil,<br />
aksine düşüncelerle dolu ve allak bullaktı. Bir ipucu<br />
bulacağım derken ipin ucunu iyice kaçırmıştım.<br />
Otele dönmek için metro istasyonuna<br />
indim ve sadece geç saatlerde benim ineceğim<br />
durağa uğrayan 4 numaralı metroya bindim. Şimdi<br />
66 67
Yusuf GÜRKAN<br />
bana neden türümün diğer örnekleri gibi bir<br />
yerlere ışınlanmak yerine taksilerde, metrolarda<br />
süründüğümü ya da yürüdüğümü sorabilirdiniz.<br />
Cevabı basitti; lüks otellerde ya da pahalı çatı<br />
katlarında konaklamayışımla aynı sebeptendi.<br />
Çünkü böylesi hoşuma gidiyordu. Sıradan insanların<br />
arasında, onlar gibi yolculuk ederken kafamı<br />
dinliyor, aklımı toparlıyor, hatta bazen bir insanın<br />
bakış açısını kullanarak daha iyi düşünebiliyordum.<br />
Vagonun içi fazla kalabalık değildi; yine<br />
de insanların yüzlerine odaklanarak zihinlerine<br />
girmek, düşünceler ve imgeler arasında dolaşmak<br />
eğlenceliydi. Bana dertlerimi unutturuyordu.<br />
Mesaiden dönen takım elbiseli muhasebeci,<br />
vardiyasına yetişmeye çalışan önlüklü hemşire,<br />
kafası bir milyon olmuş hapçı üniversiteli, New York<br />
metrosundan bile yaşlıymış gibi duran emekli işçi ve<br />
aslında orada olmaması gereken gizemli yabancı.<br />
Beni ne zamandır takip ettiğini bilmiyordum;<br />
otelden ya da kulüpten çıkarken fark etmediğime<br />
göre muhtemelen botánica’dan beri peşimdeydi,<br />
yani Mami Wata elimdeki izi geçersiz kıldıktan<br />
sonra. Emin olmak için yerimden kalktım ve<br />
vagon değiştirmeye başladım. İlk vagonda bir<br />
şey çaktırmadı ama üçüncüye geçtiğimde arayı<br />
açmamak için hemen arkamdan geldi. İnsan<br />
kostümü giymişti; normal Amerikalı bir erkek,<br />
sıradan bir John Doe. Ya tabii, ben de George<br />
Bush’tum, W ile. Yer miydim ulan bu numaraları?<br />
Normalden üç durak önce inerek Grand<br />
Central İstasyonu’nun kalabalığına karıştım.<br />
Takipçim de birkaç metre geriden gelmeyi sürdürdü.<br />
Koşarak ya da kaçarak onu atlatabilirdim ama bunu<br />
istemiyordum. Madem oyuna başlamıştı, kiminle<br />
oynamaya kalktığını gösterecektim ona. Garın<br />
geniş avlusuna çıkmadan önce taş merdivenlerin<br />
arkasındaki boşluğa geçtim, sonra da gözden<br />
kayboldum. Kendi Houdini numaramdı bu; bakan<br />
gözlere karşı görünmez olduğum ve gerçek bir<br />
gölgeye dönüştüğüm özel büyüm. Eh, bir cin takma<br />
adının hakkını vermeliydi, değil mi?<br />
Peşimdeki herif beni gözden kaybedince<br />
kalabalığın içinde deli danalar gibi aranmaya<br />
başladı. Üçüncü sınıf bir cindi, zihnini bulandırmam<br />
pek zor olmamıştı. Artık beni fark etmesi olanaksızdı,<br />
ne kadar uğraşırsa uğraşsın izimi bulamıyordu.<br />
Bir umutla garın dışında çıktı, 42. caddenin<br />
karmaşasında aramaya devam etti ama iş işten<br />
geçmişti. Beni kaybetmişti, hatta beni hatırlamıyordu<br />
bile. Oysa tam burnunun dibindeydim, kaldırıma<br />
düşen sıradan bir gölge gibi hergelenin peşine<br />
takılmıştım. Hadi bakalım, esas takip nasıl olurmuş<br />
görsündü şimdi.<br />
Beklediğim gibi, cin çok geçmeden<br />
umutsuzluğa kapıldı ve karışmış kafasını toplamaya<br />
çalışarak 42. caddenin batısına doğru yürümeye<br />
başladı. Ben de gecenin karanlığında gölgelere<br />
karışarak onu takip ettim. Bir süre böyle devam ettik,<br />
tiyatroların yoğunlukta olduğu bölgeye gelinceye<br />
kadar birkaç blok geçtik. Herif yavaşlayınca sokağın<br />
köşelerinden birine gizlendim. Castillo Tiyatrosu’nun<br />
önünde durmuştu; etrafına bakındı şaşkınlıkla ama<br />
beni fark etmekten çok uzaktı. Amatör.<br />
Tiyatronun yanındaki ara sokağa saptı,<br />
caddenin karşısına geçerek peşinden gittim. Yangın<br />
merdivenlerinin ve çöp konteynırlarının yanından<br />
geçip binanın arkasındaki kapıyı açtı. Merak içinde<br />
bir sokak kedisinin gölgesine saklandım ve herifle<br />
birlikte içeri girdim. Tiyatronun arka tarafındaydık,<br />
dar bir koridor kulise doğru uzanıyordu. Etrafta<br />
koşturan oyuncuların arasından pek bir şey<br />
seçilmiyordu ama cinin nereye gittiğini görmüştüm.<br />
Yıldızlı kulis kapısı ardına dek açıktı ve içeride<br />
güzeller güzeli kızıl bir afet, takım elbiseli kel bir<br />
çam yarmasına şevkle sarılmaktaydı.<br />
Hadi bakalım, siz olsanız bu şifreyi nasıl<br />
çözerdiniz?<br />
2. Bölümün Sonu<br />
*Muhavere: Geleneksel gölge oyununun<br />
ikinci kısmı, atışma.<br />
“İlk bölümü Gölge e-Dergi’nin 98. sayısında<br />
yayınlanan “Gölge Oyunu” isimli bu hikaye, Ecel<br />
serisinin ilk kitabında bahsi geçen olayların hemen<br />
öncesini konu edinmektedir.”<br />
Fantastik Şiir<br />
GECE ORMANININ<br />
PERİ KIZI<br />
Beni anlatan bir cümle yok<br />
Boş yere harcanan bir ömürdür bu<br />
Sessiz çığlıklarım kendi ruhumda çözündü<br />
Yalan yok senden önce düşüncem buydu<br />
Ama;<br />
Ormanda tek başıma o gece yürürken<br />
Seni ilk defa gördüğümde ne kadar inanılmaz gelse de<br />
Işıltılar içinde dans eden, ferahlatan görüntünle<br />
Fiziksel yansımanı gözümle gördüğümde<br />
Doldur kalbimin ruhumun ücralarını ışıltınla<br />
Ve verme sana verdiğim kalbimi başkalarına<br />
Sen ey taparcasına sevdiğim bir noktürn melodisi gibi<br />
Işıltılı teninle ve illüzyon sağlayan geceye has dansınla<br />
Yok ettin ruhumun durmak bilmez yıkımını<br />
Yaktın küf tutmuş terk edilmiş kalbimin kıvılcımını<br />
Kimseler seni görmese de sana inanmasada<br />
Sensin sahibi yüreğimin karanlık tahtının<br />
68 69
Öykü: Erol ÇELİK<br />
İllüstrasyon: Eren ERSOY<br />
Öykü<br />
TENEKE<br />
gel.”<br />
“Nerdesin lan?”<br />
“Evdeyim oğlum, ne oldu?”<br />
“İncirlideki sosisçiye gel hemen.”<br />
“Ne yaptın oğlum?”<br />
“Lan pezevenk, konuşup durma da sosisçiye<br />
“Tamam, on dakika sonra ordayım.”<br />
“Ne on dakikası lan? Hemen gel, arabayı<br />
da getir. İki dakika sonra burada ol, hiç zamanım<br />
kalmadı. Gelirken biraz parada getir.”<br />
“Teneke benim başımı da belaya<br />
sokacaksın.”<br />
“Hay ağzına sıçayım korkak herif, beni şimdi<br />
tek başıma mı bırakacaksın?”<br />
“Tamam geliyorum. Hay anasını ya.”<br />
“Çabuk oğlum, her şey berbat olmak üzere.”<br />
Teneke, ankesörlü telefonu kapadı.<br />
Kalbi balçığa bulanmış gibi ağrıyor, kafası feci<br />
zonkluyordu. Korku beklemediği kadar, tüm<br />
cesaretini silecek kadar sarmıştı vücudunu. Eğer<br />
elinde olsaydı eve gidip bir temiz uyuduktan, iyice<br />
dinlendikten sonra tekrar düşünmek isterdi. İflas<br />
etmek üzereydi, zamanı gerçekten kalmamıştı. Eğer<br />
polisler kendinden önce patrona ulaşırsa, her şey<br />
mahvolurdu.<br />
Yirmi dakika olmuştu. Patronun evi,<br />
bulunduğu sosisçiden en fazla beş dakikalık<br />
mesafedeydi ve arkadaşı acele ederse, herifi evinde<br />
yakalayabilirdi.<br />
Sosisçi, İncirli caddesinin üzerindeki, gece geç<br />
vakte kadar açık olan, bu saatlerde yoğun olduğu<br />
için dikkat çekmeyen bir yerdi. Bir şey yemiyordu<br />
çünkü yerse hemen kusacağını biliyordu. Ankesörlü<br />
telefondan uzaklaşarak bir köşeye ilişti.<br />
Elindeki poşeti, taksiyi değiştirirken çöpe<br />
atmış, içinden işine yarayan adresi bulup çıkarmıştı.<br />
Elektrik faturasının üzerinde oto yıkamanın adresi<br />
olmadığı için, adamın ev adresi yazıyor olmalıydı.<br />
Piç kurusuna artık çok yakındı.<br />
Bekledi. Aklı, onu gerçekle yüzleşmesini<br />
engellemek için durmuştu. Sadece patronu öldürme<br />
planı vardı içinde. Eğer polisten önce ona ulaşırsa,<br />
herifi vuracak ve yine kaçacaktı.<br />
Her şey bu kadar kolay olabilir miydi? Herkesi<br />
vurup, olaydan sıyrılabilir miydi? Olabilir miydi<br />
böyle bir şey? Kafasını iki yana sallayarak daha basit<br />
düşünmeye çalıştı. Yapacak başka bir şeyi yoktu ki.<br />
Dört kişiyi öldürdüğü silahı belinde taşıyordu ve az<br />
sonra olayla ilgili başka birinin yanına yaklaşacaktı.<br />
Yaptığı gerçekten ahmakçaydı.<br />
Ya adamın evinin önünde polislerden<br />
biri nöbet tutuyorsa, ya hısımı var mı diye herifi<br />
gözetlemeye başladıysalar? Ama daha yirmi<br />
dakika olmuştu, polis bu kadar hızlı bir şekilde<br />
davranamazdı herhalde.<br />
Metin’in arabası, ankesörlü telefonların<br />
önünde durduğu zaman, bitkin vücudunu arabaya<br />
tıktı. Eğer karakteri uysaydı, arkadaşına kendisini<br />
bu beladan kurtarması için yalvaracaktı. Oysa<br />
madalyonun bu yüzü öyle değildi.<br />
“Ne oldu oğlum anlatsana?”<br />
“Bak Metin, başım çok kötü belada, anasını<br />
satayım en büyük aksilik oldu.”<br />
70 71
“Ne oldu?”<br />
“Sür arabayı Yenimahalle’ye.”<br />
Metin derin bir soluk aldıktan sonra arabayı<br />
hareket ettirdi.<br />
“Dört kişiyi vurdum ama patron eve gitmiş.”<br />
“Eee?”<br />
“E si ne lan, o piçi de vurmazsam, beni ele<br />
vermez mi?”<br />
“Yok be oğlum, seni nerden hatırlayacak?”<br />
“Hatırlamaz mı lan, aklına ilk ben geleceğim.<br />
Eminim arabanın plakasını bile almıştır.”<br />
“Yok lan, olur mu öyle şey. Hadi bize gidelim.”<br />
“Hayır, doğru bu adrese gidiyoruz.”<br />
“Hay anasını ya. Oğlum plakayı alırsa alsın<br />
lan, senin yaptığını gören oldu mu?”<br />
“Hayır ama fark etmez, işimi şansa bırakamam.<br />
Eğer o şerefsizi de öldürebilirsem olay çözülür.”<br />
“Yakalanacağız.” Metin inledi.<br />
“Korkma seni yine bulaştırmayacağım. Param<br />
yok, getirdin mi?”<br />
“Elli lira getirdim.”<br />
“Tamam yeter. Beni yine uygun bir yerde<br />
bırak ve eve git, ben seni yine arayacağım, o zaman<br />
konuşuruz.”<br />
“Dönüş yok ha. Beni dinlemeyeceksin yani.”<br />
“Olurda yakalanırsam, bu gün hiç görüşmedik<br />
tamam mı?”<br />
“Tamam.”<br />
“İşte burası, beni burada bırak. Ben evi bulup<br />
pusuya yatacağım. Bakalım ne olacak. Hiçbir planım<br />
yok. Bir tek, adamın yüzünü hatırlıyorum, o kadar.”<br />
“Bak son kez söylüyorum. Şimdi vazgeç, belki<br />
kurtulursun. Polisler seni bulursa birkaç soru sorar,<br />
sende yalan söylersin. Adamlar mafyaysa kesin<br />
hısımlarının üzerine kalır ama şimdi herifin peşine<br />
düşersen, kesin yakalanırsın. Haydi vazgeç Teneke,<br />
ne olur.”<br />
“Bırak beni sen git, merak etme, bu beladan<br />
kurtulacağım. Şimdi eve git, ya da dur eve gitme, bir<br />
yerlerde takıl, arayacağım seni.”<br />
“Tamam dikkatli ol.”<br />
“İnşallah.”<br />
Teneke, arabadan indiğinde hemen etrafa<br />
bir göz attı. Yenimahalle semtinde bir ara sokaktı<br />
burası. Yolun iki tarafına da arabalar park etmişti<br />
ve binaların çoğunda dairelerin ışıkları yanıyordu.<br />
Hava güzeldi ama kimse balkonda oturacak kadar<br />
cesaretli değil.<br />
Arkadaşı uzaklaştıktan sonra sokağın başında<br />
tekrar etrafı incelemeye başladı. Polis yoktu, en<br />
azından üniformalı olanlar. Cebindeki faturaya<br />
tekrar göz geçirdi ve bina numarasını buldu.<br />
Apartmanların girişlerine bakarak dikkat çekmeden<br />
ilerledi. Sanki öylesine oradan geçen biriymiş gibi.<br />
Buldu.<br />
Bina oldukça eskiydi. Bu tezat onu korkuttu.<br />
Adam patrondu, böylesi köhne bir apartmanda<br />
oturamazdı ya. Acaba elindeki fatura işçilerden<br />
birine mi aitti? Olamazdı, ofis denen o boktan<br />
yerdeki iki faturada da bu adres vardı. Binayı geçerek<br />
yürümeye devam etti. Az ilerde binanın karşısındaki<br />
sokaklardan birine girdi ve durup yumruğunu ısırdı.<br />
Sokağın ortalarında bir kahvehane vardı. Aklı bir kez<br />
daha karıştı. İçgüdüleri o pis herifin kahvehanede<br />
olabileceğini söylüyordu. Kahvehanenin önüne<br />
yürümeye başladığında, içinden orda olmamasını<br />
diledi.<br />
Kahvehanenin karşı kaldırımında çaprazda<br />
durarak, içeriye bir göz gezdirdi. Kalabalıktı. Heyecan<br />
ve korku ikiye katlanmıştı. Gözleriyle içeriyi taradı<br />
ama aradığını bulamadı. Aslında tam bakamamıştı<br />
ama yoktu işte, tekrar adamın oturduğunu zannettiği<br />
binayı gözlemeye gitti. Birkaç dakika içinde dikkat<br />
çekmeye başlayacaktı. Ya kahvehaneden çıkan biri,<br />
ya da balkona veya cama sigara içmeye çıkan biri<br />
tarafından görülebilirdi.<br />
Cep telefonuyla annesini aramak istedi,<br />
meraklanmaya başlamış olmalıydı ama sesindeki<br />
heyecanı yenemeyeceğini bildiği için, bunu<br />
yapmayacaktı. Arabasını evinin üç sokak arkasına<br />
park etmiş ve arkadaşını çağırarak buraya gelmişti.<br />
Şimdi bu olayı atlatmaya konsantre olmalıydı.<br />
Diğerleri önemli değildi. Annesine söyleyecek o<br />
kadar çok yalan bulabilirdi ki. Babası nede olsa dört<br />
yıl önce akciğer kanserinden öldüğü için, ona bir<br />
şey söylemesine gerek yoktu.<br />
Bir buçuk dakika sonra bir hareketlenme<br />
oldu. Kanı donmuştu. Etrafı, binaları, sokakları<br />
araştırdı. Her şey yolundaydı. Adamın oturduğu<br />
binanın merdiven otomatiği yandı. Kalbi artık<br />
ağzında atıyordu. Elini beline götürdü.<br />
Planı hemen yaptı, adam kapının önüne<br />
çıkar çıkmaz herifi kafasından vuracak ve hemen<br />
koşmaya başlayacaktı. Bakırköy meydanına kadar<br />
ara sokaklardan geçecek ve yine bir taksiyle<br />
özgürlüğüne kavuşacaktı. Eğer binadan o çıkarsa,<br />
bu plan işleyebilirdi.<br />
Aklı tekrar bir su birikintisine takıldı. Binadan<br />
çıkan patron denen şerefsizse, bunun bir anlamı<br />
olabilirdi. Adam olaydan haberdar olmuştu ve<br />
işyerine gidiyor olacaktı. O zaman olaya polis<br />
karışmış demekti. Polis haberdarsa buraya gelmiş<br />
olmalıydılar. Binanın dış kapısı açılırken nefesini<br />
tuttu ve aklındaki tüm çöplüklerin üzerinden atladı.<br />
Evet oydu. Allaha şükretmenin yeri miydi,<br />
yoksa bunu hak etmiyor muydu? O şerefsizleri<br />
öldürmekle nasıl bir günah işlemişti? Kalbinin<br />
ritmi bozulduğu için ellerini kontrol edemiyordu, o<br />
yüzden adama biraz yaklaşmalıydı. En azından piç<br />
herif ölürken cellâdının yüzünü görmeliydi.<br />
Adam apartmanın demir dış kapısını koşarak<br />
açtığında teneke telaşlandı. Eğer kaçırırsa, onu<br />
kovalamak tehlikeli olabilirdi.<br />
“Hey!”<br />
Adam, sesin geldiği yöne baktı ve Azrail’iyle<br />
tanıştığında, dondu kaldı. Sanki her şeyi anlamış<br />
gibiydi.<br />
“…ospu çocuğu. Hatırladın mı lan beni?”<br />
Adam bir şeyler söyleyecekti ama sanki<br />
günah işlemekten korkuyormuş gibi yutkundu.<br />
“Ne oldu lan, dünya senin etrafında mı<br />
dönüyor zannediyordun ha? Mafya babasısın ya …<br />
koyayım, en güçlü sensin ya.”<br />
“Bak delikanlı.”<br />
“Neye bakayım lan ha?”<br />
Teneke ilk kez, kendini kaybettiğini<br />
bilmiyordu. Bağırıyor, zaman geçiriyor, insanların<br />
dikkatini çekiyordu. Ama umurunda değildi. Elindeki<br />
son fırsatıydı bu ve en azından bu fırsatın biraz olsun<br />
tadını çıkarmak istiyordu. Bu yüzden hata yapıyor,<br />
bir sonraki adımı düşünmüyordu. Varsın olsun bu<br />
kadarını hak etmişti.<br />
“Dört arkadaşını vurdum, sıra sende lan!”<br />
Hata!<br />
“Seninde ananı …”<br />
“Oğlum çocuklarım var, lütfen yapma.”<br />
Teneke’nin beyni sulandı. Korktuğu şey başına<br />
gelmişti. Eğer olayın duygusal yanını düşünmeye<br />
başlarsa, başaramazdı. Sakın çocuklarını düşünme<br />
ve tetiği çek. Gözleri de sulanmaya başladı. Eğer<br />
cesaret edebilirse başını kaldırıp adamın oturduğu<br />
daireden bakan olup olmadığını görecekti.<br />
“Tarık abi!”<br />
Teneke ardından bir bağırış duyunca,<br />
hayatının belki en büyük aptallığını yapıp, sesin<br />
geldiği yöne döndü.<br />
“Ulan ne oluyor?”<br />
“Tarık abi kaç.”<br />
“Yakalayın şunu.”<br />
“Laaan!”<br />
“Dikkat edin, elinde silah var.”<br />
Kahvehanedeki herkes dışarı çıkmaya başladı.<br />
Her şey mahvolmuştu. Kahvehaneden çıkan<br />
herkesi de vuramazdı ya. Oysa onlar Teneke’nin<br />
yüzünü görmüşlerdi. Çabuk düşünmeliydi.<br />
72 73
Mafya babası Tarık, sıçrayarak iki adım<br />
önündeki arabalardan birinin ardına saklanmayı<br />
başardı. İşte şimdi her şey tamamen mahvolmuştu.<br />
Allah’ım bana yardımcı ol. Bu böyle bitmemeli.<br />
Annesini düşündü. Onu bu ufuksuz<br />
memlekette yalnız başına mı bırakacaktı? Ya<br />
gençliği?<br />
Teneke, havanın karanlık olduğunu ve<br />
kahvehaneyle aralarındaki mesafeden yüzünün<br />
tam seçilemeyeceğini umarak, harekete geçti.<br />
Son kozlarını oynamanın zamanıydı. Asla<br />
yakalanmamalıydı.<br />
Binaların camlarına bir sürü insan çıkmaya<br />
başladı. Kahvehanenin önünde nerdeyse yedi sekiz<br />
kişi vardı ve silahtan korktukları için kendilerini<br />
korumaya almışlardı. Tarık ise birinci arabanın<br />
ardından bir diğerine geçmeye çalışıyordu.<br />
Birkaç saniyesi kalmıştı.<br />
“Yakarım lan yaklaşmayın.” Teneke başını<br />
öne eğerek, yüzünü saklamaya çalışıp, silahını<br />
kahvehaneye doğrulttu ve camlardan birini<br />
hedefleyerek ateş etti.<br />
Çığlıklar yükseldiğinde, onu seyreden<br />
kadınlarında olduğunu anladı. Kahvehaneden çıkan<br />
kalabalık, bir anda dağıldı. Kimi kahvenin içine, kimi<br />
Tarık gibi arabaları ardına, kimi de sokağın öbür<br />
tarafına doğru.<br />
“Karışmayın lan siz. Bu sülalesini… piçini<br />
öldüreceğim.”<br />
Birileri polisi aramış olmalıydı, artık<br />
zamanı yoktu. Koşarak Tarık’ın çıktığı apartmanın<br />
bulunduğu kaldırıma geçti. Çünkü mafya babası<br />
oradaki arabaların arkasına saklanarak kaçıyordu.<br />
Bir soluk sonra onu gördü. Arkasına<br />
bakmadan eğilerek kaçmaya, daha doğrusu bir<br />
sürüngen gibi kıvrılmaya çalışıyordu.<br />
Teneke hızlandı ve adamın ensesinde bitti.<br />
“Ulan şerefsiz! Ulan kansız. Ulan kanını s..ğim<br />
nereye kaçıyorsun?”<br />
Adam doğruldu ve can havliyle koşmaya<br />
başladı.<br />
Boom!<br />
Tarık kanat kemiklerinin tam ortasından<br />
yediği kurşunla yere yıkıldı. Bağırıyordu ama uzun<br />
sürmedi. Teneke adamın başının ucuna geldi ve<br />
silahındaki yedinci kurşunu adamın beynine sıktı.<br />
Sekizinciyi omurilik soğanının bittiği yere.<br />
Başını kaldırdığında bayılmak üzereydi ama<br />
bunu yaparsa, bambaşka biri olarak uyanacağından<br />
korktuğu için kendini sıktı. Hiç enerjisi kalmamıştı.<br />
Kahvenin köşesinde meraklı gözler ürkekçe<br />
onu seyrediyordu. Bulunduğu yerdeki sokak<br />
lambaları, karanlık yüzleri aydınlatacak kadar<br />
canlıydı.<br />
“S..tirin gidin lan. Bu şerefsiz yaşamayı hak<br />
etmiyordu.”<br />
Teneke beyninin içindeki her şeyin sulandığını<br />
ve o suyun içinde ses çıkararak döndüğünü<br />
hissediyordu. Hemen koşmaya başlamalıydı.<br />
Arkadaşının onu bıraktığı köşeye umutla<br />
baktı, belki arkadaşı onu bırakıp gitmemiştir diye.<br />
Belki orada kendisini bekliyor, bu bitkin haliyle onu<br />
kurtarmak için fırsat kolluyordu.<br />
Koşamayacaktı.<br />
2<br />
Ama koşuyordu. Bakırköy meydanına kadar<br />
girmediği sokak, geçmediği ara yol, sığınmadığı<br />
karanlık kalmamıştı. Kimse onu takip etmiyordu<br />
ama o yinede kaçıyordu. Meydana yakın bir yerde<br />
yavaşladı ve nefesini kontrol altına alarak, dikkatleri<br />
üzerine çekmekten korktu. Az sonra özgürlük<br />
meydanının altındaki, önünde otobüs duraklarının<br />
bulundu halk pazarının yanına varmış olacaktı. Halk<br />
pazarının en sağında büyük çöp konteynırları, onun<br />
hemen bitiminde de umumi tuvaletlerin olduğunu<br />
biliyordu. Geceyi şehrin ışıkları aydınlatırken, o<br />
aklında daha önceden çizdiği şeyi yapmak için, ilk<br />
önce halk pazarının önündeki çöplerden siyah bir<br />
poşet aradı. Şansı yaver gittiği için poşeti buldu.<br />
Halk pazarının önünden tuvalete yürürken, siyah<br />
poşeti cebine tepti.<br />
Planın ikinci kısmı tuvalette gerçekleşecekti.<br />
İçeri girdi. Gecenin bu saatinde tuvalet oldukça<br />
sakindi. Bankoların başındaki adam uykulu gözlerle<br />
bozuk parayı alıp geçişe izin verirken Teneke’nin<br />
yüzüne bile bakmadı.<br />
Alaturka tuvaletlerden birine dalar dalmaz,<br />
tuvaletini yapar pozisyona geçti ama pantolonunu<br />
sıyırmadı. Belindeki silahı aldı, şarjörü çıkarıp<br />
cebine koydu. Önündeki musluktan maşrapaya su<br />
doldurdu. Tuvalet kâğıdından pir parça kopararak<br />
hazırladı. Maşrapa dolunca, silahı içine sokup<br />
elindeki tuvalet kâğıdıyla parmak izlerini silmeye,<br />
daha doğrusu yıkamaya başladı. Silah büyük<br />
olduğu için maşrapaya tam sığmıyor, buda işini<br />
biraz uzatıyordu. Yıkadığı yerleri kuru kâğıtla tutarak<br />
yeni izlerin oluşmasını engeldi. Şarjördeki kalan altı<br />
mermiyi sırayla yıkadı. Solukları düzene girmişti ama<br />
terliyordu. Kalbi büyük bir karmaşa yaşıyor, bunca<br />
şeyden nasıl kurtulduğuna inanamıyordu. Aklı, çok<br />
yorulduğu için sanki dinlenmeye çekilmiş gibiydi.<br />
Çalışmıyordu. Korkup korkmadığını bilmediği gibi,<br />
tadını bilmediği bir his vücudunda dolaşıyordu.<br />
Son olarak cebindeki poşeti çıkararak içine bir<br />
miktar su doldurdu. Temizlediği silahı ve mermileri<br />
su dolu poşetin içine koydu.<br />
Her şey hazırdı. Poşeti sıkıca bağladı ve beline<br />
tutturdu. Tuvaletten çıktı ve her şey normalmiş<br />
gibi yaparak ellerini yıkadı. Çıkışta tuvaletçiye bir<br />
göz attığında, adamın kendi dünyasında uyuşukça<br />
dinlendiğini görünce rahatladı. Çöp konteynırlarının<br />
yanına vardı, kaçamak gözlerle etrafında kimsenin<br />
olup olmadığına baktıktan sonra, belindeki poşeti<br />
çıkarıp sıradan bir şey yapıyormuş gibi yarısı dolu<br />
konteynıra attı.<br />
Hafiflemişti.<br />
Gecenin layık olduğu daha az aydınlık<br />
bölgelerine doğru yürüdü.<br />
İkinci bölümün sonu…<br />
74 75
Sinema<br />
Gezici Festival 21. Yılında<br />
Yine Yollarda<br />
26 Kasım - 2 Aralık Ankara,<br />
4 - 7 Aralık Bursa, 9 - 10 Aralık Kastamonu<br />
Gölge e-Dergi<br />
21. Gezici Festival'e<br />
Destek vermekten onur duyar.<br />
Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve<br />
Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici<br />
Festival, 21. yolculuğuna başladı. 26 Kasım’da<br />
Ankara’dan yola çıkan festival, 10 Aralık’a kadar<br />
sinemaseverlerle buluşacak. Festival, 26 Kasım - 2<br />
Aralık’ta Çankaya Belediyesi’nin katkılarıyla Çağdaş<br />
Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşecek başkent<br />
gösterimlerinin ardından, 4-7 Aralık tarihleri<br />
arasında Nilüfer Belediyesi’nin katkılarıyla Bursa’ya<br />
konuk olacak ve yolculuğunu, 9 - 10 Aralık’ta<br />
Kastamonu’da tamamlayacak. Gezici Festival, en<br />
son 10 yıl önce gittiği Bursa’da seyircileriyle özlem<br />
giderecek. Bursa gösterimlerini Sanat Mahal’de<br />
gerçekleştirecek festivalde film ekipleri de Bursalı<br />
izleyiciyle buluşacak. 1995’ten bu yana dünya ve<br />
Türkiye sinemasının en yeni ve çarpıcı filmlerini<br />
ülkenin değişik kentlerindeki sinemaseverlerle<br />
buluşturan Gezici Festival, Kastamonulu seyircisiyle<br />
bu yıl bir kez daha Kastamonu Üniversitesi 3 Mart<br />
Konferans Salonu’nda bir araya gelecek.<br />
Gezici Festival’in bu yılki teması Güvencesiz<br />
Hayatlar. Sürekli ekonomik kriz tehdidi altındaki<br />
günümüz toplumlarında iş güvencesi de ortadan<br />
kalkmış durumda. Ekonomik istikrarsızlık ve iş<br />
güvencesizliği; vasıfsız işçilerden akademisyenlere,<br />
göçmenlerden üst düzey yöneticilere, toplumun<br />
hemen hemen her kesimini etkiliyor. Festival de bu<br />
yıl, güvencesiz hayat koşullarına odaklanan filmlere<br />
özel bir bölüm ayırıyor. Seçkide yer alan filmler,<br />
daha iyi bir yaşam umudunun ortadan kalktığı<br />
günümüzde insanlık durumuna odaklanarak,<br />
güvencesiz ve istikrarsız koşullar altında toplumsal<br />
statülerini yitiren ya da mevcut duruma uyum<br />
sağlamaya çalışan bireyleri mercek altına alıyor.<br />
Cannes Film Festivali’nde başrol oyuncusu Vincent<br />
Lindon’a En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran,<br />
Stéphane Brizé imzalı İnsanın Değeri (The<br />
Measure of a Man), güvencesiz çalışma koşullarında<br />
birbirlerinin kurdu olmaya zorlanan insanların<br />
hikâyesini anlatıyor. Güçlü bir kapitalizm eleştirisi<br />
yapan bu sosyal gerçekçi filmde, uzun süredir işsiz<br />
bir adamın yeni girdiği işinde karşısına çıkan ve<br />
kendisini zor kararlar vermek durumunda bırakan<br />
sistemin çirkin yüzü perdeye yansıyor. İlk gösterimi<br />
Berlin Film Festivali’nde yapılan Nefesim Kesilene<br />
Kadar, benzer sorunlara bu kez Türkiye’de genç<br />
bir kadının perspektifinden bakıyor. Canını dişine<br />
takarak çalışıp içinde bulunduğu girdaptan çıkmaya<br />
76 77
çalışan tekstil atölyesi işçisi Serap’ın öyküsü,<br />
Türkiye’de çalışma yaşamında ayakta kalmaya<br />
çalışan pek çok işçinin de hikâyesi aynı zamanda.<br />
Aidiyet, hayal kırıklığı ve öfke gibi en temel insani<br />
duyguları başarıyla izleyicisine aktaran Emine Emel<br />
Balcı, bizlere değersiz kılınan bireylerin trajedisini<br />
anlatıyor. Emek alanında neo-liberal dönüşümün yol<br />
açtığı sorunlar belgesel sinemanın da gündeminde.<br />
Bu bölümdeki iki güçlü belgeselin Türkiye’deki<br />
ilk gösterimleri Gezici Festival’de gerçekleşiyor.<br />
Çağımızın en önemli düşünürlerinden Noam<br />
Chomsky’yi kendine rehber edinen Amerikan<br />
Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream)<br />
(Peter D. Hutchison, Kelly Nyks, Jared P. Scot),<br />
giderek açılan gelir makasının ardındaki nedenleri<br />
sorguluyor. Tarihten sayfalarla zenginleşen<br />
belgesel, ABD’de ekonomik çıkar gruplarının iktidarı<br />
ve yasama sürecini nasıl etkilediklerini aktarıyor.<br />
Michael Winterbottom’ın yönettiği Kralın Yeni<br />
Giysileri’nde (The Emperor’s New Clothes) esnek<br />
üretim koşullarında geniş çoğunluğun yarattığı artı<br />
değerin, tepedekiler tarafından nasıl lüks bir hayat<br />
tarzına dönüştürüldüğüne tanıklık ediyoruz. Daha<br />
önce Şok Doktrini (2009) adlı belgeseliyle, neoliberal<br />
politikaları sorgulayan ünlü yönetmene eşlik<br />
eden provokatif oyuncu Russell Brand, gün geçtikçe<br />
artan sınıflar arası eşitsizliği çarpıcı ve esprili bir dille<br />
gözler önüne seriyor.<br />
Gezici Festival’in klasikleşen Dünya Sineması<br />
Bölümü, bu yıl da farklı ülkelerden en yeni ve çarpıcı<br />
filmleri seyircisiyle buluşturmaya devam ediyor.<br />
Türkiye’deki ilk gösterimini festivalde yapacak<br />
filmlerden Olağanüstü Öyküler (Extraordinary<br />
Tales), sinemaseverler kadar Edgar Allan Poe seven<br />
okurların da ilgisini çekecek. Tanınmış İspanyol<br />
canlandırma sanatçısı Raul Garcia, Poe’nun en<br />
tanınmış beş hikâyesini, karanlık evreninin psikolojik<br />
derinliğini en iyi ifade eden çizerlerden ve görsel<br />
sanatçılardan esinlenerek farklı bir biçem ve ruhla<br />
yorumluyor. Bosnalı kadın yönetmen Ines Tanovic<br />
imzası taşıyan Gündelik Yaşantımız (Our Everyday<br />
Life), savaş sonrası ülkenin sorunlarına, Saraybosnalı<br />
tipik bir aileye odaklanarak bakıyor. Film, En<br />
İyi Yabancı Film dalında Bosna Hersek’in Oscar<br />
adayı. Slovak yönetmen Ivan Ostrochovsky’nin<br />
yönettiği Koza, ailesini bir arada tutmak umuduyla<br />
ringlere dönen emekli Roman boksörün dokunaklı<br />
hikâyesini aktarıyor. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda<br />
yarışan Peter Baláž ve Olimpiyat madalyalı Ján<br />
Franek gibi profesyonel sporcu olan amatör<br />
oyuncuların rol aldığı film; Vilnius Film Festivali En<br />
İyi Film ve CICAE Sanat Sineması Ödülü, goEast<br />
Film Festivali En İyi Yönetmen ve Fipresci Ödülü,<br />
Indie Lisboa Bağımsız Film Festivali Özel Mansiyon<br />
ödüllerine sahip. Film, En İyi Yabancı Film dalında<br />
Slovakya’nın Oscar adayı. Sundance Film Festivali<br />
Oyunculuk Jüri Özel Mansiyonu, Berlin Film Festivali<br />
C.I.C.A.E Ödülü ve Panorama İzleyici Ödüllerini<br />
toplayan Annemle Geçen Yaz (Second Mother), aynı<br />
zamanda Brezilya’nın Oscar adayı. Anne Muylaert’in<br />
yönetmen koltuğunda oturduğu filmde, varlıklı bir<br />
ailenin evinde hizmetçilik yapan Val’in üniversiteye<br />
hazırlanan kızının çıkagelmesi sonucu gelişen olaylar<br />
anlatılıyor. Film, son dönemde çekilen benzerleri<br />
ile kıyaslandığında sınıf çatışmasını en yalın ve en<br />
çarpıcı biçimde anlatan filmler arasında gösteriliyor.<br />
Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenler Haftası<br />
Büyük Ödülü’nü ve Fipresci Ödülü’nü alan, Santiago<br />
Mitre imzalı, Arjantin yapımı Paulina da festivalde<br />
izlenebilecek filmler arasında. Filmde kariyerini<br />
geride bırakarak Arjantin’in yoksul bölgelerinden<br />
birinde öğretmenlik yapmaya başlayan Paulina’nın,<br />
yörenin dinamiklerini anlama ve mücadele etme<br />
öyküsü anlatılıyor. Gezici Festival’in bu yılki iddialı<br />
filmlerinden biri de, Türkiye’deki ilk gösterimi<br />
festivalde gerçekleşecek Tikkun (Avishai Sivan).<br />
Dindar bir Yahudi olan Kudüslü Haim’in banyoda<br />
geçirdiği bir kaza sonucu sorgulamaya başladığı<br />
inançları üzerine odaklanan bu hikâye, Locarno<br />
ve Kudüs Film Festivallerinden ödüllerle döndü.<br />
Avishai Sivan, Tikkun’da bir inanç krizi sarmalını<br />
çarpıcı ve sert biçimde anlatıyor. Ünlü İtalyan<br />
yönetmen Paolo Sorrentino’nun Oscar ve Altın Küre<br />
ödüllü Muhteşem Güzellik’ten (2013) sonra çektiği<br />
Gençlik (Youth), iki eski arkadaş olan Fred ve Mick’in<br />
Alp Dağları’nda lüks bir otelde kendi hayatlarını<br />
ve geçmişlerini gözden geçirme hikâyesini konu<br />
alıyor. Michael Caine’in canlandırdığı emekli bir<br />
besteci olan Fred ve Harvey Keitel’in canlandırdığı<br />
yönetmen arkadaşı Mick, bir süre sonra geçmişleriyle<br />
ve gelecekleriyle yüzleşmeye karar verirler. Dünya<br />
prömiyerini Cannes’da yapan ve güçlü oyuncu<br />
kadrosuyla dikkat çeken Gençlik’te Rachel Weisz,<br />
Jane Fonda, Paul Dano yan rolleri paylaşıyorlar.<br />
Altın Palmiyeli Taylandlı yönetmen Apichatpong<br />
Weerasethakul’un imzasını taşıyan Saltanatın<br />
Mezarlığı (Cemetery of Splendour), yalnız bir ev<br />
kadını olan Jenjira’nın öyküsünü beyazperdeye<br />
taşıyor. Bir grup askerin gizemli bir uyku hastalığına<br />
yakalanmasının ardından, klinikte onlara bakarak<br />
sağlıklarına kavuşmaları için çabalayan Jenjira,<br />
uyanamayan askerleri, psişik güçleri aracılığıyla<br />
yakınlarıyla temasa geçiren medyum Keng ile<br />
yakınlaşır. Gerçeklik, fantastik öğeler, rüyalar,<br />
hayaletler ve bilinçaltının iç içe geçtiği Saltanatın<br />
Mezarlığı’nda, yönetmenin daha önce de birlikte<br />
çalıştığı oyuncular Jnejira Pongpas ve Banlop<br />
Lomnai de yer alıyor.<br />
Gösterimleri her yıl olduğu gibi bu yıl da<br />
yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleşecek<br />
Türkiye 2015 Bölümü, yine heyecan verici filmleri<br />
izleme fırsatı sunuyor. İlk gösterimi Venedik Film<br />
Festivali’nde yapılan ve Jüri Özel Ödülü’nü alan,<br />
Adana Altın Koza’da da En İyi Film dahil beş ödül<br />
kazanan Emin Alper imzalı Abluka, güvenlik<br />
nedeniyle çembere alınmış bir gecekondu<br />
mahallesinde iki kardeşin içine düştüğü siyasi<br />
şiddet ortamını anlatıyor. Türkiye’deki ilk gösterimi<br />
festivalde yapılacak Ben Hopkins imzalı Hasret,<br />
şimdiden son dönem Türkiye sinemasının en<br />
başarılı örneklerinden biri olarak gösteriliyor. Bir<br />
televizyon kanalı için İstanbul hakkında bir film<br />
çekmek üzere Almanya’dan gelen yönetmen,<br />
çektiği görüntüleri monitörden izlerken çekimler<br />
sırasında görmediği bazı şekil ve suretleri fark eder.<br />
Kamera hayaletleri yakalamıştır. Durumu takıntı<br />
haline getiren yönetmen, günümüzden kentin<br />
tarihine doğru çıktığı yolculuğunda İstanbul’un<br />
farklı yönlerine de değinecektir; eski mahallelerin<br />
yıkılması ve yenilenmesi, göçmen işçiler, hükümete<br />
karşı direniş, şehirde yaşayan çok çeşitli dinler<br />
ve topluluklar, İstanbul’un tuhaf derecede<br />
melankolik özü… İlk gösterimi Sundance Film<br />
Festivali’nde yapılan ve Britanya’nın en büyük film<br />
festivallerinden biri olan East End Film Festivali’nde<br />
En İyi Film ödülüne layık görülen Tolga Karaçelik’in<br />
ikinci uzun metrajlı filmi Sarmaşık, bir armatörün<br />
iflasının ardından o sırada seferde olan yük gemisi<br />
Sarmaşık’ın mürettebatının gemide mahsur kalması<br />
konusunu işliyor. Film, altı kişilik mürettebatın bu<br />
huzursuz bekleyişteki hiyerarşik güç mücadelesine<br />
odaklanıyor. Zeki Demirkubuz’un yazıp yönettiği<br />
ve başrolünde yer aldığı Bulantı da festivalde<br />
gösterilecek filmler arasında. Ahmet’in sevgilisiyle<br />
birlikte olduğu bir gece, karısını ve küçük kızını trafik<br />
kazasında kaybetmesinin ardından yaşadıklarının<br />
78 79
anlatıldığı filmde ünlü yönetmene; Şebnem<br />
Hassanisoughi, Öykü Karayel, Çağlar Çorumlu,<br />
Cemre Ebuzziya ve Ercan Kesal gibi oyuncular<br />
eşlik ediyor. Senem Tüzen’in ilk uzun metrajlı filmi<br />
Ana Yurdu, Venedik Film Festivali’ndeki dünya<br />
prömiyerinden sonra, Adana Altın Koza ve Varşova<br />
Film Festivallerinden ödüllerle döndü. Romanını<br />
bitirmek için anneannesinden kalan köy evine<br />
gelen kentli kadın Nesrin ile beklenmedik bir şekilde<br />
ziyaretine gelen annesi Halise’nin arasında yaşanan<br />
gerginlik üzerine kurulu filmde, Esra Bezen Bilgin ve<br />
Nihal Koldaş başrolleri paylaşıyor.<br />
ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla hazırlanan<br />
ve ücretsiz olarak seyirciyle buluşacak olan<br />
Sinemada Caz Bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki<br />
sürprizlerinden. 20. yüzyılda gelişen ve rüştünü ispat<br />
eden iki farklı sanat dalı, sinema ve caz arasındaki<br />
ilişkinin kökleri, sinemanın sessiz dönemindeki<br />
canlı müzik eşlikçilerine kadar uzanıyor. Sinemada<br />
Caz, farklı dönemlerde görüntü ve bu müzik türü<br />
arasındaki kültürel ve estetik ilişkiye odaklanıyor.<br />
Seyirciyi, beyazperdenin gerisinde kalmaya<br />
zorlanan siyahi müzisyenlerden, makyajla yüzlerini<br />
siyaha boyayan beyaz müzisyenlere kadar uzanan<br />
maceralı bir yolculuğa çıkarıyor. Bölümde, canlı<br />
performans ve turne kayıtlarını içeren kısa filmlerin<br />
yanı sıra müzisyen karakterlere odaklanan iki<br />
önemli kurmaca film de yer alıyor. Seçki, ünlü film<br />
eleştirmeni ve Chicago Reader’ın eski sinema yazarı<br />
Jonathan Rosenbaum ile Ekhsan Khoshbakht’ın<br />
küratörlüğünde izleyiciyle buluşuyor. Sunumunu,<br />
Rosenbaum ve Khoshbakht’ın birlikte yapacağı;<br />
Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues) (John Cassavates,<br />
1961), Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete Kelly’s Blues)<br />
(Jack Webb, 1955), Cab Calloway Söylüyor (Cab<br />
Calloway’s Hi-De-Ho) (Fred Waller, 1934), Black and<br />
Tan Fantasy (Dudley Murphy, 1929), Ben Webster<br />
Avrupa’da (Big Ben: Ben Webster in Europe) (Johan<br />
van der Keuken, 1966), Begone Dull Care (Norman<br />
McLaren, 1949), Yağmur Yağınca (When it Rains)<br />
(Charles Burnett, 1995) ve Canlı Blues (Jammin’<br />
the Blues) (Gjon Mili, 1944) hem sinema hem de<br />
müzikseverlerin beğenisine sunuluyor.<br />
Bu yıl, Gezici Festival ve Goethe Institut<br />
Ankara işbirliğiyle bir de özel gösterim seyircisiyle<br />
buluşuyor. Alman yönetmen Ewald André Dupont<br />
imzalı 1925 yapımı sessiz film Varyete (Varieté),<br />
canlı müzik eşliğinde gösterilecek. Bu yıl restore<br />
edilen filme, İngiliz müzisyen Stephen Horne ve<br />
Alman müzisyen Frank Bockius performanslarıyla<br />
eşlik edecek.<br />
Festival, Toplumsal Hafıza konusuna özel<br />
bir filmle, Askıya Alınmış Zaman’la dikkat çekiyor.<br />
Arjantin’deki askeri diktatörlük sırasında kocası<br />
ve çocukları ‘kaybolan’ bir kadın, Plaza de Mayo<br />
annelerinin bir üyesi olarak 35 yıl boyunca bu olayın<br />
unutulmaması için mücadele ediyor. Alzheimer<br />
hastalığına yakalanıp bilinci yavaş yavaş kaybolmaya<br />
başlayınca ‘zaman askıya alınıyor’. Unutmak bir<br />
anlamda çektiği acıların da sona ermesine neden<br />
oluyor. Neyse ki kadının torunu çektiği belgesel ile<br />
acıların yok olup gitmesine, toplumun zaten özürlü<br />
olan hafızasının silinmesine engel oluyor.<br />
Türkiye’de güncel sanat ile sinema arasında<br />
bir köprü oluşturmayı hedefleyen festivalin bu<br />
yılki sanatçı konuğu Işıl Eğrikavuk. Video işlerinde<br />
ve performanslarında, medyanın yaratmayı<br />
hedeflediği gösteri toplumu ile gündelik yaşam<br />
gerçekleri arasındaki tezatları vurgulayan<br />
Eğrikavuk’un çalışmaları bugüne kadar pek çok<br />
uluslararası sergide yer aldı. Gezici Festival İhtilaf<br />
Sanatı adlı bölümde, sanatçının sahte-belgesel<br />
formuna yakın beş işine yer veriyor; Karanlık<br />
Kütüphane (2006), Gül (2007), Röportaj (2008),<br />
Anı Müzesi (2010) ve Ters Köşe (2013). İzleyicisini<br />
ters köşeye yatıran bu videolar toplumsal sorunları<br />
absürd bir dille sorguluyor. Video çalışmalarının<br />
yanı sıra performanslarından parçaların ve<br />
fotoğrafların da yer alacağı gösterim esnasında<br />
Eğrikavuk, işlerinin üretim sürecini anlatacak ve<br />
izleyicilerin sorularını yanıtlayacak. Sanatçı ayrıca,<br />
Gezici Festival ve Salt Ulus işbirliğiyle 28 Kasım<br />
ve 5 Aralık tarihlerinde, Ankaralı katılımcılarla iki<br />
ayrı performans gerçekleştirecek. 28 Kasım’daki<br />
ilk performansın ardından, performans sırasında<br />
çekilen fotoğraf ve görüntüler de SALT Ulus’ta hafta<br />
boyunca sergilenecek. 5 Aralık’ta, yine SALT Ulus’ta<br />
gerçekleştirilecek ikinci performansla sergi sona<br />
erecek.<br />
Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri,<br />
her yıl olduğu gibi bu festivalde de yerini alıyor.<br />
Dünyanın çeşitli ülkelerinden festivale başvuran<br />
filmler arasından seçilen kısa filmler, izleyicileri farklı<br />
ülkelerin yenilikçi sinemasıyla tanıştırıyor. Çocuk<br />
Filmleri ise bu yıl Norveç’ten geliyor. Kısa İyidir<br />
ve Çocuk Filmleri gösterimleri her yıl olduğu gibi<br />
ücretsiz. Çocukları bir de Canlandırma Atölyesi<br />
bekliyor. Avusturya Büyükelçiliği’nin katkılarıyla<br />
Roland Schütz’ün düzenleyeceği atölyede, katılımcı<br />
çocuklar ilk filmlerini üretmiş olacaklar.<br />
İlk yılından bu yana Gezici Festival’i yalnız<br />
bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün<br />
afişler sunan Behiç Ak, bu yıl da hazırladığı afişle<br />
Gezici Festival’e desteğini sürdürüyor.<br />
80 81
Röportaj: Ahmet YÜKSEL<br />
Röportaj<br />
Benim Anlatacak<br />
Hikayelerim Var<br />
Gölge: Çizgi romanın adı Tanto. Bize Tanto’nın<br />
hikâyesini kısaca anlatır mısınız?<br />
Onur Çetincengiz: Tanto hayata 1-0 yenik<br />
başlamış, vahşi batıda yaşayan sevgiyi tanımayan<br />
bir çocuğun istemeden Vahşi Batı Efsanesi olma<br />
hikayesi.<br />
Hikayesini anlatamıyorum çünkü tamamen<br />
spoiler olur :)1. sayının beklenip okunması gerek :)<br />
Şöyle bir benzetme yanlış olmaz aslında.<br />
Şarkıcı Teoman'ın Vahşi Batı'ya düşmüş haline<br />
benziyor. Çıkarmak istediğim tanıtım sayısında<br />
ise Vahşi Batı Efsanelerine hayran birinin Tanto'yu<br />
bulma hikayesi. Gerisi kitapta :)<br />
Gölge e-Dergi’nin eski müdavimleri bilir, Gölge’nin ilk<br />
sayılarında bize fantastik sinema yazıları yollayan B.ci<br />
Kısacı Onur ÇETİNCENGİZ vardı. Onur Bursa’da hayat<br />
mücadelesini sürdürürken yepyeni de bir hobi edindi<br />
kendine, çizgi roman. Bizim gibi okur olarak değil, kendi<br />
karakterini yaratıp girdi bu evrene. Onur’a çıktığı yolda<br />
başarılar dileyip başladık röportaja.<br />
Gölge: Senden önce de Türk çizerler western<br />
çizgi romanlar yaptılar. Senin çizgi romanının<br />
senden önce yapılan çizgi romanlardan, İtalyan<br />
çizgi romanlarından farkı ne? Hedef kitleniz nasıl<br />
bir okur profili, Türk çizgi romanına yeni okurlar<br />
kazandırabilecek misiniz?<br />
Onur Çetincengiz: Şöyle söyleyeyim baştan,<br />
kesinlikle klasik westernler gibi değil. Samuray'dan<br />
eğitim almış kırık kalpli, yaralı yüzlü çocuğun<br />
duygusal bir hikayesi işte. Kimse tamamen iyi değil<br />
hikayede. Ya da kimse ölümcül kötü.<br />
Gölge: Merhaba Onur, biz seni kısa filmci<br />
olarak, çizgi roman okuru olarak biliyoruz ama çizgi<br />
roman yapma fikri nereden geldi?<br />
Onur Çetincengiz: Merhaba. Kısa filmler<br />
çektim evet. Ama ben kısa filmci olmadım ki hiç ..<br />
Benim anlatacak hikâyelerim vardı ve o hikâyeleri<br />
kendi imkânlarımla anlatma şansım neyse o şekilde<br />
anlattım.<br />
Yani şöyle Star Wars filmi yapmak istiyordum<br />
ama kameram bile yoktu. O zaman ben de Star Wars'ı<br />
kısa film yaptım. Eski bir cep telefonu kamerası ile. O<br />
da Mtar Wars oldu :)<br />
Sonra Türk Sinemasına hayrandım. Keşke<br />
Kilink ve Altın Çocuk beraber aynı film de olsalardı<br />
dedim kısa film yaptım. Yani, elimde ki kısıtlı<br />
imkanlarla bir şeyler yapmaya çalıştım..<br />
Ama o kısıtlı imkânlara rağmen 2 festival de<br />
filmlerim gösterildi. Altın Çocuk Kilink'e Karşı atv'de<br />
gösterildi :)<br />
Çizgi roman yapma fikrine gelirsek,<br />
Tanto’yu ben 2011'de yazmaya başladım. Dizi<br />
yapmak istiyordum.Ama araya hayat girdi ara<br />
vermem gereken şeyler oldu. En son gene<br />
başladım çırpınmaya. Yetenek Sizsiniz'e katılıp<br />
Acun'dan destek isteyip projeyi hayata geçirmek<br />
istedim,elemeyi geçemedim.. O zaman projeyi çizgi<br />
roman yapmaya karar verdim..<br />
Okur hedef kitlesine gelince bilmiyorum :)<br />
Herkes okusun isterim tabii. Ben mesela çizgi roman<br />
okuruyum ama Türk, İtalyan, Amerikan, Frankafon<br />
ayırt etmem. Hikaye iyiyse okurum. İnşallah benim<br />
hikayem de yayınlanır serisi de çıkar ve okunur<br />
Gölge: Çizer Adem Durmuş ile nasıl tanıştınız<br />
nasıl bir çalışma ortamınız oldu? Ne kadar zaman<br />
aldı çizgi romanın hazırlık süreci?<br />
Onur Çetincengiz: Çizgi Roman yapmaya<br />
karar verdikten sonra çizer aramaya başladım. Bir<br />
arkadaşıma taslak çizdirdim..Tanto böyle bişey<br />
olacak diye. Sonra Bursa'da ki resim kurslarında<br />
araştırmalar yapmaya başladım.. Ada Sanatevi'ni<br />
buldum. Çizgi Roman yapmak istediğimi söyledim.<br />
Orda genç bir çocuk yanıma oturdu<br />
-Abi ne tarz çizilecek<br />
Dedi bana .Bende çok ciddiye almadım..<br />
Fakat o çocuk Adem'miş :) Ada Sanatevinin Sahibi<br />
bayan ki adını şu an hatırlamıyorum<br />
- Adem'i tavsiye ederim. Kütahya Çizgi Film<br />
Animasyon'da okuyor.. O bu işin altından kalkar<br />
dedi. Adem'in çizimlerine baktım. Hayran olduğum<br />
İvo Milazzo'nun çizimlerine benziyor.Tanto taslağı<br />
çizmesini ve nasıl bir iş yapmak istediğimden<br />
bahsettim. Adem bir hafta sonra Tanto yorumunu<br />
gösterdi bana. Tamam, başla dedim :) Çok güzel<br />
hatta tam istediğim gibi çizmişti. Fiyatı baştan<br />
biraz çok istedi. Sonra ben de çalıştığım fabrikanın<br />
üretim müdürü Sayın Hakan Korkmaz'a durumdan<br />
82 83
ahsettim. Sağ olsun ücretin yarısını verdi. Sonra<br />
bizim sendikanın başkanı Yılmaz Beyden de destek<br />
alarak çizgi romanı çizilmesi için kaparoyu verdim.<br />
Ve yaklaşık 2 ay sonra Tanto'nun sıfırıncı sayısı olan<br />
12 sayfa renkli halde elimdeydi..<br />
sayısı efsanedir..Özellikle her çizgi roman sever Ken<br />
Parker Nefes ve Düş albümünü okumalı.<br />
Ayrıca "Adah" ve "Avcı ve Köpeği" sayıları da<br />
okunmalı.<br />
Bir de Durango vardı. Ne yazık ki yarım kaldı<br />
Gölge: Tanto kaç sayı sürecek bir çizgi roman?<br />
Onur Çetincengiz: İlk başta sıfırıncı sayıyı<br />
yani tanıtım sayısını yayınlayacağım yayınevi<br />
bulabilirsem tabii ):<br />
yayını tamamlanamadı. O yayın da çok beğenerek<br />
okuduğum bir seriydi ve okunmasını tavsiye<br />
edeceğim bir eserdir.<br />
Bouncer diye bir çizgi roman var bir de. Onu<br />
Çünkü şu an param sadece ona yetti. Bu<br />
sayıdan para kazanmak gibi bir derdim yok.Yeter<br />
ki basılsın ve bu sayıdan bir şeyler kazanabilirsem<br />
1.sayıyı çizdirebileyim ve bastırayım..<br />
Normale şu an 13 bölüm hazır .Yazdım ama<br />
işte dediğim gibi sıfırıncı sayıyı tanıtım sayısını<br />
yayınlayıp birinci sayıya geçersek çok mutlu<br />
olacağım..<br />
da şiddetle tavsiye ederim.<br />
Gölge: Punisher’den sonra kısa filmini<br />
görmedik. Punisher bir çizgi roman kahramanı,<br />
neden Punisher’i seçmiştiniz, nasıl bir süreçti çok<br />
bilindik bir çizgi kahramanın kısa filmini yapmak?<br />
Onur Çetincengiz: Röportajın başında da<br />
dedim ya. Ben hep "keşke şu filmler yapılsaydı, keşke<br />
Gölge: Bu çizgi romanı yayınlayacak<br />
yayıncıdan beklentileriniz ne?<br />
Onur Çetincengiz: O yayınevini bulursam<br />
beklentim belli. Kar amacım ya da para kazanmak<br />
gibi bir beklentim yok. Şu an elimde bir atımlık<br />
barutum vardı ve onu da çizere verdim. Yayınevinden<br />
beklentim tanıtım sayısını benden para istemeden<br />
bassın ve kazanılan paradan çizer arkadaşın parasını<br />
verip 1. sayıya başlamasını sağlasın. Başka ne<br />
isteyeyim. Bir yayınevi bunu yaparsa bir de dua alır<br />
benden :)<br />
Gölge: Tanto’da pek çok westernde<br />
gördüğümüz ve artık ezberlediğimiz Amerikan<br />
İç Savaşı’nı, Kızılderili katliamlarını ya da başka bir<br />
Amerika tarihini görecek miyiz?<br />
bunun filmini şöyle çekselerdi" diye düşündüm.<br />
Ama yapılmayınca kendi imkanlarımla bir şeyler<br />
yapmaya çalıştım. Altın Çocuk Kilink'e Karşı da böyle<br />
çıktı ortaya .Punisher'da..<br />
Punisher'ı en sevdiğim aktör Dolph Lundgren<br />
tarafından 1989'da canlandırmıştı. Ben de o sebepten<br />
Punisher'ı çok sevmiştim ve o yıllarda yayınlanan<br />
bütün Punisher yayınlarını okumuştum. Yıllar sonra<br />
yayınlanan sayıları da edindim. Oyunlarını oynadım<br />
ve Punisher'ı çok sevdim. E ben çok sevdiysem<br />
Punisher'ı bir Punisher filmi yapmalıydım değil mi.<br />
Yaptım! Ama elimde ne imkan varsa. Olduğunca. :)<br />
Mesela He-man'i de çok seviyorum.1987'den beri<br />
filmi yapılmadı. Bir şeyler düşünmüyor değilim bu<br />
konu hakkında da..<br />
Daha büyük işler yapmak istiyorum ama<br />
hayat işte. Aynı zaman da çalışmam gerekiyor.<br />
Hayat mücadelesi araya girdi bazı şeyler<br />
ters gitti bir süre bu işlere ara vermem gerekti.<br />
Hobilerime keyif aldığım işlere. Şimdi sadece<br />
Tanto'yu yayınlamaya ve diğer sayılarını bastırmaya<br />
uğraşıyorum. Ama bu projeden sonra ki hedefim de<br />
Atatürk'ün savaş dehasını anlatan bir çizgi roman ya<br />
da animasyon yapmak. Ama bu proje belki 5 sene<br />
sonra gerçekleşecek. Ama bir sonraki hedefim o.<br />
Ayrıca belki He-man'i Türk karakterlere<br />
Onur Çetincengiz: Tabii ki.. Tanto bütün<br />
kıtayı durmaksızın dolaşmak zorunda olan ve<br />
istemeden kahraman olmuş bir adam. Bir yandan<br />
kendi sorunlarıyla, yalnızlığıyla acılarıyla mücadele<br />
edecek, bir yandan da o tarihte yaşananlara tanıklık<br />
edecek. O'nun gözünden göreceğiz o dönem<br />
yaşananları..<br />
Gölge: Tanto’yu çok yakında okuyacağız ama<br />
“ben western okuyacağım” dersem bana hikâye<br />
ve çizim konusunda hangi sanatçıları, hangi çizgi<br />
romanları önerirsin?<br />
Onur Çetincengiz: Kesinlikle Ken Parker..Ken<br />
Parker en sevdiğim çizgi roman karakteridir ve her<br />
Gölge: Yeni kısa filmin, kısa film hazırlığın var<br />
mı?<br />
Onur Çetincengiz: Kısa film çekmem<br />
bundan sonra ..Çok zahmetli ve uğraştıktan sonra<br />
sadece uğraşmış mücadele etmiş oluyorsun..<br />
uyarlayan bişeyler de yapma hedefim var. Bakalım<br />
zaman ne gösterecek :)<br />
Gölge: Bize zaman ayırdığın için çok teşekkür<br />
ederiz.<br />
84 85
Öykü: Emrecan DOĞAN<br />
Öykü<br />
Türkçesiz<br />
Caner, elinde iki gazete arasına sıkıştırdığı<br />
bir dergi olduğu halde bir kafeye girdi. Etrafı süzen<br />
gözlerle çevreyi araştırdıktan sonra az ileride<br />
Ahmet'i gördü. Ahmet oturduğu yerden kalkmadan,<br />
kendini belli etmek için Caner'e el salladı. Caner<br />
başındaki şapkayı düzeltip arkadaşının yanına<br />
gitti, sağ elini Ahmet'e doğru uzatarak tokalaştı.<br />
Gazeteleri masaya bıraktı, garsonu çağırıp bir şıra<br />
istedi. Ahmet'e dönerek fısıldadı:<br />
-Yeni haberler var, dedi. Konuşurken kimse<br />
duymasın diye özellikle masaya eğiliyordu.<br />
Bunları biri duyup ihbar etse tutuklanacağının<br />
bilincindeydi. Ahmet ise Caner'in aksine arkadaşına<br />
bir gülümseme gönderip rahat bir şekilde önünde ki<br />
Osmanlıca gazetelerin arasından Türkçe bir gazete<br />
çekti. 5 dakika boyunca göz attı. Sonra gülümsemesi<br />
bozuldu, gazeteden gözünü ayırmadan:<br />
- Bu çok saçma! TDK’nin internet sitesinden<br />
Güncel Türkçe sözlük özelliği kaldırılamaz.<br />
Osmanlıcaya çevrilmiş, eski Türk harfleriyle yazılmış<br />
kitapların evlerden tek tek toplatılıp yakılacağı da<br />
yazıyor. Zaten hemen hemen yazılı her şeyi yok<br />
ettiler.<br />
-Evet, ama artık sadece ''hemen hemen yok<br />
etmek'' ile kalmak istemiyorlar, bütün hepsini yok<br />
etmek istiyorlar. Değişimden önce dili tamamen<br />
kaldırmak istiyorlar.<br />
Garson şıraları masaya getirdiğinde ikisi de<br />
gazeteyi saklayıp sustu. Garson sessiz bir şekilde<br />
şıraları masaya bırakırken Osmanlıca gazetelerin<br />
arasında duran Türkçe bir gazete gözüne çarptı.<br />
Gördüğünü belli etmemeye çalışarak Ahmet ve<br />
Caner'e gülümseyerek masadan ayrıldı. Kasa'daki<br />
kızı geçip müdüriyete girdi. Kapı hafifçe tıklatıp<br />
içeriden müdürün ''Girin'' diyen tok sesi gelince<br />
kapıyı açıp içeri girdi:<br />
-Müdür bey, rahatsız ediyorum. Fakat<br />
içerideki iki adam ellerinde eski Türk harflerinin<br />
yazılı olduğu bir gazete okuyor ve gayet de muhalif<br />
gözüküyorlardı.<br />
Müdür, sesi tok olduğu kadar kendisi de<br />
şişman ve yaşlıydı. Henüz 50 yaşında olan bu adam,<br />
gözlüklerinin üstünden yorgun gözlerle sakin bir<br />
şekilde garsona baktı:<br />
-Ne yapılacağını biliyorsun. İhbar et ve sessiz<br />
bir şekilde tutuklandıklarından emin ol. Mekânda<br />
telaş ya da olay istemiyorum. Bunları söyledikten<br />
sonra tekrar önünde ki e-bulmacaya döndü.<br />
E-bulmaca uygulaması bilgisayardaydı. Bilgisayar<br />
ise yer kalabalığı etmesin diye masaya monte<br />
edilmişti. Garson, müdürden talimatı alıp odadan<br />
çıktı. En yakında bulunan tele-ekrana giderek 155<br />
numarasını söyledi. Uzun süren bir sessizlikten<br />
sonra ekranda bir polis memurunun yüzü göründü.<br />
-İyi günler, İstanbul Emniyet Müdürlüğü. Size<br />
nasıl yardımcı olabilirim?<br />
-Alo. Ben Taxim Meydan Kafe’den arıyorum.<br />
Burada Türkçe yanlısı 2 zanlı var. Biri beyaz ve sade<br />
bir Türkçesi var. Diğeri ise hafif esmer ve diğerinden<br />
daha kısa bir adam. Oturdukları masada ise<br />
Osmanlıca ve Türkçe karışık gazeteler yayılmış bir<br />
şekilde duruyor.<br />
-Pekâlâ, adresiniz GPS sistemimizde göründü.<br />
Ben size hemen 1 dil polisi ekibi yolluyorum.<br />
-Peki, teşekkürler. Hayırlı vazifeler.<br />
Tele-ekranın kapatma tuşuna bastıktan sonra<br />
vatandaşlık görevini yerine getirmenin verdiği<br />
rahatlıkla servise devam etti. 10 dakika sonra içinde<br />
2'şer dil polisinin bulunduğu iki tane, güneş enerjisi<br />
ile çalışan yeni nesil polis sunmobil araçları kafe’nin<br />
önüne geldi. Dil polislerinden ikisi araçlarından<br />
inerek kafe’ye girdi. Diğer ikisi de beklenmeyen bir<br />
olay olursa destek için araçlarında kaldı. Polislerden<br />
diğerinden daha uzun ve genç olanı deniz yeşili<br />
gözleriyle durgun bir şekilde pek de fazla kalabalık<br />
olmayan kafe’yi taradı. İhbarda verilen tarife tıpatıp<br />
uyan 2 kişinin oturduğu masaya doğru yaklaştı.<br />
Üniformasının sol üst yakasından çıkardığı polis<br />
e-kimliğini çıkardı.<br />
-İhbar var, beyler. Kimliklerinizi görebilir<br />
miyim?<br />
-Tabii ki. Elinde ki kimlik göstericinin bir<br />
düğmesine basarak mavi bir kimlik ortaya çıkardı.<br />
Polis elinde ki kimlik okuyucuyu kimlik göstericiye<br />
tutarak kimliği tarattı. 10 saniye sonra okuyucuda<br />
kırmızı bir ışık yandı. Polis kısa bir süre göz attıktan<br />
sonra iyi günler diledi. Aynı şekilde diğer polise<br />
kıyasla daha kısa ve esmer olan polis de masanın<br />
diğer tarafında oturan genç adama aynı uygulamayı<br />
yaptı. Fakat bunda da yanlış bir durum çıkmayınca,<br />
o da iyi günler dileyip masadan uzaklaştı. Çıkışa<br />
doğru ilerlerken kısa olan polis uzun olana:<br />
-Yanlış ihbar aldık yine, sanırım.<br />
-Bu, bu hafta ki kaçıncı yanlış ihbar? Ya<br />
birileri bizimle dalga geçiyor ya da adamlar çok iyi<br />
kaçıyorlar.<br />
2 dil polisinin içeri girdiğini gören Caner,<br />
Ahmet’i dürterek başıyla polisleri işaret etti. Ahmet<br />
ilk başta anlamadı ama sonra yakalarındaki koyu<br />
mavi ayırmacı görünce dil polisi olduklarını anladı.<br />
Ahmet gayet sakin bir şekilde Caner’e dönerek:<br />
-Gazeteleri topla. Türkçeleri Osmanlıca<br />
olanların arasına sıkıştır ki görmesinler. Hesabı<br />
ödeyip kalkalım, dedi. Caner, Ahmet’in aksine<br />
telaşa kapılmıştı. Elleri titreyerek hemen gazeteleri<br />
topladı. Ahmet az önce onlara servis yapan garsona<br />
değil de diğer garsona bir işaretle hesabı istediğini<br />
anlattı. 20 saniye içinde hesap geldi. Polisler hala<br />
kimlik taraması yaparken Caner ve Ahmet hızlıca<br />
hesabı ödeyip dikkat çekmeyecek kadar sakin ve<br />
yavaş bir şekilde kafeden çıktılar. Polis arabalarını da<br />
geçip yeterince uzaklaştıktan sonra Caner Ahmet’e<br />
dönerek:<br />
-Bu sefer de ucuz atlattık, dedi. Ahmet sanki<br />
az önce yakalanma tehlikesi atlatmamış gibi yüzüne<br />
bir gülümseme yerleştirdi:<br />
-Ama bir gün yakalanabiliriz.<br />
86 87
Hey boss<br />
bu gümüş<br />
kamçıyı nasıl<br />
bulacağız?<br />
Kimin nesidir,<br />
ne iş yapar?<br />
Adı rapçi adını<br />
çağrıştırıyor.<br />
Sadece<br />
adını biliyoruz.<br />
Kimdir, ne iş yapar bilmiyoruz ama<br />
cehennemde olsa bile bulacağız.<br />
Biz mi arayacağız?<br />
Hayır.<br />
Ne, ha..<br />
Emin<br />
misin?<br />
Kim peki ?<br />
Hotdog !..<br />
88 89
Hehhe o kirli polis<br />
deyimini kimse onun kadar<br />
haketmiyordur.<br />
Her parmakları her zaman<br />
vıcık vıcık yağlıdır. Üstü başı<br />
hep ketçap lekeli.<br />
Şapırt,<br />
şupurt.<br />
Ahhh,<br />
boğuluyorummm...<br />
Heyyy salakla avanak, ben bombayı<br />
atar atmaz bu tarafa koşun hemen...<br />
Ne,<br />
kim kimsin?<br />
ne diyorsun?<br />
Ağır<br />
adamdır...<br />
Uyandın mı<br />
solucan ?<br />
Aghhhh,<br />
sen miydin,<br />
üstüme çöken bu<br />
ağırlıkda nedir diyordum<br />
bende.<br />
Hadi ne duruyorsun,<br />
koşun...<br />
BOMMMM...<br />
90 91
Bana bak solucan, yağmur mevsimi geçtiğine göre...<br />
Kimsin<br />
sen?<br />
Neden bize<br />
yardım<br />
ediyorsun?<br />
Geldiğin yere,<br />
toprağın altına<br />
dönmek<br />
istemiyorsan...<br />
Hey dur, dur, yavaş ol,<br />
tamam.<br />
Benim kim olduğum o kadar önemli değil.<br />
O yaratığı asla öldüremezsiniz,<br />
onu öldürecek kişiyi bulmam lazım.<br />
Hatırladım,<br />
bir ablası<br />
var<br />
aradığının...<br />
İyide biz sana nasıl<br />
yardımcı olabiliriz?<br />
Kimi aradığını bilmiyoruz ki...<br />
Bak Gümüş Kamçı’yı hemen bulmamız lazım, yoksa çok geç olabilir...<br />
Avcı yaratıklar çoktan peşine düşmüşlerdir... Benden önce bulurlarsa öldürürler...<br />
İyide kim bu<br />
Gümüş Kamçı,<br />
nerden bileyim ben<br />
film yıldızı<br />
falan mı?<br />
Senin<br />
çok yakından<br />
tanıdığın birisi...<br />
Gümüş Kamçı’yı arıyorum...<br />
Niye, fan’ımıyım ben?...<br />
92 93
Nerden<br />
tanıyormuşum,<br />
yoksa<br />
kuaförüm’mü?<br />
Zırrrrnnnn...<br />
Aloo,<br />
şapırt...<br />
Kimsin sen...<br />
Ne var...<br />
Yoksa, yoksa<br />
lanet olasıca<br />
ev sahibim’mi?<br />
Bana bak yağ tulumu,<br />
kımıl zararlısı olma, kımılda biraz...<br />
Önce o ablasını, sonrada o Gümüş Kamçı’mıdır<br />
nedir hemen bul onları...<br />
Yoksa sokak köpeklerine seni ziyafet olarak<br />
dağıtırım, sayende onlarda hotdog’un tadına<br />
bakarlar, anladın mı beni...<br />
Ne, ne, ne, ne diyorsun sen be?...<br />
Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?<br />
BENİM KARDEŞİM’Mİ?...<br />
Benim zıpçıktı kardeşim, hahaaa<br />
dalgamı geçiyorsun benimle...<br />
İnanmazsan bak işte,<br />
elimde hiç bir şey yok...<br />
Bütün yiyeceğimi sana<br />
verdim, sayende ben aç<br />
kaldım ama olsun.<br />
Sen mutlu oldun ya yeter<br />
bana küçük yaramaz...<br />
Birinci bölümün sonu...<br />
94 95
Hasan Nadir DERİN<br />
Sinema<br />
İtalyan Filmleri ile<br />
Dolu Bir Hafta<br />
Her zaman çok fazla duyurusu yapılamasa<br />
ya da medyada çok fazla haber olmasa da altı<br />
yıldır Kasım aylarında Ankara’da Çağdaş İtalyan<br />
Filmleri ile bir randevumuz oluyor. “Çağdaş İtalyan<br />
Filmleri Haftası”, bu yıl 9-15 Kasım arasında Çankaya<br />
Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlendi.<br />
Kimi zaman diğer etkinlikler ile çakışmasından<br />
dolayı çok fazla takip edemediğimiz bu etkinliği<br />
bu kez baştan sona takip etme fırsatı bulduk. 2010-<br />
2014 yılları arasında çekilmiş 8 İtalyan filminin<br />
gösterildiği etkinliğe seyircilerin ilgisi de yüksekti.<br />
Belki de altı yılın en yüksek seyirci sayısına bu yıl<br />
erişildi. Gelelim filmlere:<br />
Mutluluk Sandalyesi (La Sedia Della<br />
Felicità): Bu yılki seçki çoğunlukla komedi<br />
filmlerinden oluşuyordu. Mutluk Sandalyesi,<br />
henüz filmin başındaki bizi maddi sorunları olan<br />
iki karakterle tanıştırıyor. Bunlardan biri dövme<br />
dükkânı sahibi Dino, diğeri de güzellik salonu sahibi<br />
Bruna. Daha o ilk anlarda, bu iki karakterin arasında<br />
bir yakınlaşma olacağını hissediyorsunuz. Nitekim<br />
Bruna bir hapishanede işini yaparken kollarında<br />
ölen bir kadından duyduğu bir hazinenin peşine<br />
düşünce Dino’dan yardım almak zorunda kalıyor<br />
ve hazine peşindeki bu yolculuk ikiliyi birbirine<br />
yaklaştırıyor. İkili, İtalya’nın dört bir tarafına dağılmış<br />
8 sandalyeden birinin içindeki gizli hazineyi bulmak<br />
için zorlu bir yolculuğa çıkarken bir yandan da<br />
aynı son sözleri duyan bir rahiple de mücadeleye<br />
girişirler.<br />
Filmin kolay tahmin edilebilir bir yapısı<br />
var. Elbette o hazinenin ilk bulunan sandalyede<br />
çıkmayacağından eminiz. Hatta sekizinci<br />
sandalyeden çıkacağını da eminiz. Önemli olan<br />
hazine değil, ikilinin o hazine peşinde yaşadıkları<br />
ve bu yolculukta karşılaştıkları karakterler zaten.<br />
Senaryoda da imzası bulunun ve ne yazık ki film<br />
gösterime girmeden önce vefat eden, yönetmen<br />
Carlo Mazzacurati, bolca güldüren bir filme imza<br />
atmış. Bunun yanında çok fazla altını çizmeden<br />
İtalya’daki (aslında tüm Avrupa’daki) göçmen<br />
sorununa da değinmiş. Film biraz ilerledikten<br />
sonra fark ediyorsunuz ki sandalyeler hep farklı<br />
etnik kimliklerden insanlar arasında dağılmış. Bu<br />
sayede İtalya’da kaçak ya da legal olarak yaşayan<br />
göçmenlerin de hayatına ufak bir bakış atıyoruz.<br />
Her Allahın Günü (Tutti i Santi Giorni):<br />
Romantik komedi kalıpları dünyanın her yerinde<br />
aynı aslında. Son yıllarda sinemamızda sıkça<br />
gördüğümüz gibi romantik komedilere göre<br />
evlilik ve çocuk sahibi olmak bir ilişkinin olmazsa<br />
olmazları. Her zaman aynı sırada değil ama. Belki<br />
bizim sinemamızda evlenmeden çocuk sahibi<br />
olmak isteyen, bunun için doktorların kapılarını<br />
aşındıran bir çifti anlatan bir romantik komedi pek<br />
mümkün olmazdı ama Her Allahın Günü filmindeki<br />
Guido ve Antonia, böyle bir çift. Çiftimiz ilk bakışta<br />
birbirlerinden çok farklı görünüyorlar. Guido,<br />
daha sakin, daha eğitimli bir adamken, Antonia<br />
daha çılgın bir kadın. Film ilerleyip her ikisinin de<br />
geçmişleri ortaya çıkmaya başlayınca farklılıkları<br />
daha iyi görünüyor ama çok iyi bir ilişkileri var.<br />
Belki de farklılıkları birbirlerini tamamlamalarına<br />
neden oluyor. Cinsel açıdan da gayet mutlular. Ama<br />
“Her Allahın Günü” denemelerine karşın bir türlü<br />
çocukları olmuyor. Guido bunu çok dert etmese de<br />
Antonia için büyük bir sorun.<br />
Filmimiz de bu çocuk yapma çabası<br />
üzerinden şekilleniyor. Birbirlerinden farklı tarzları<br />
olan doktorlar, her ikisin de aileleri ve Antonia’nın<br />
eski sevgilisi işin içine girdikçe olaylar hem karışıyor,<br />
her de izlemesi giderek daha keyifli bir hale geliyor.<br />
Yönetmen Paolo Virzì ince dokunuşlarla filmi<br />
kalburüstü bir romantik komedi haline getirmeyi<br />
başarmış. Bu tip filmlerde oyuncular birbirine<br />
yakışmazsa inandırıcılık da zedelenir. Guido Caselli<br />
ve Federica Victoria Caiozzo gerçekten birbirlerine<br />
yakışmışlar. Filmde pek çok şarkı da söyleyen<br />
Caiozzo, gerçekte de bir müzisyen ve o şarkıları<br />
da kendisi yazmış. Bu müziklerin de filme ayrı bir<br />
güzellik kattığını eklemeliyiz.<br />
Zurnanın Son Deliği (L’ultima Ruota<br />
del Carro): Filmimizin kahramanı Ernesto pek<br />
çoğumuzdan çok da farklı bir karakter değil.<br />
Çocukluğundan itibaren kendisini babasına kabul<br />
ettirmeye çalışıyor, gençlik yıllarında babasının<br />
yanında çalışmaya başlıyor, bu yıllarda bir kızdan<br />
hoşlanıyor ve onunla evleniyor, çocukları oluyor,<br />
farklı işlere girip çıkıyor, artık kendi hayatları<br />
üzerinde durmanın zamanı geldiğini düşünüp<br />
kendi işini kuruyor ve işler kötü gidince maaşlı bir işe<br />
başlıyor. Yönetmen Giovanni Veronesi, Ernesto’nun<br />
yıllara yayılan hikâyesini iyi oyunculuklardan da<br />
destek alarak sürprizsiz ama keyifle izlenecek<br />
şekilde anlatmayı başarmış. Filmin en önemli<br />
özelliklerinden biri ise arka plana İtalya’nın yakın<br />
tarihinden önemli olayları ustalıkla yedirmesi. Kimi<br />
zaman televizyondan takip ettikleri olayların bazen<br />
de tam içinde yer alan karakterlerimiz, bu sayede<br />
yakın geçmişe de kısa bir bakış atmamızı sağlıyor.<br />
İnsan Faktörü (La Variabile Umana): İnsan<br />
Faktörü, sekiz filmlik seçki içinde komedi unsurları<br />
olmayan az sayıdaki filmlerden biriydi. Polisiye<br />
türüne dâhil edebileceğimiz film, bu tür içinde de<br />
farklı bir yerde duruyor. Ortada genç kızlara düşkün,<br />
zengin bir adamın öldürülmesi ve bu olayı inceleyen<br />
bir polis dedektifi var ama yönetmen Bruno Oliviero,<br />
polisiye olaydan çok dedektifin psikolojik hali<br />
üzerine odaklanmayı seçmiş. Cinayetin olduğu gece<br />
dedektifin kızının, arkadaşları ile birlikte ellerinde<br />
silahla yakalanmaları da işi farklı bir boyuta taşıyor.<br />
İşinden bıkmış dedektif Monaco’nu üzerindeki baskı,<br />
iki olayın giderek birbiri ile kesişmeye başlamasıyla<br />
giderek artıyor.<br />
96 97
Filmin en iyi unsurunun başarılı oyunculuklar<br />
olduğunu söylememiz gerekli. Pek çok filmden<br />
tanıdığımız Silvio Orlando, abartısız oyunculuğu<br />
ile ele aldığı karakteri yansıtmak konusunda çok<br />
başarılı. Kızını canlandıran Alice Raffaelli de ilk<br />
oyunculuk denemesi olmasına rağmen onun<br />
karşısında perdeyi doldurmayı başarmış. Yönetmen<br />
Oliviero’nun farklı bir polisiye denemesi yapmak<br />
istediği anlaşılıyor, doğrusu iyi de bir atmosfer<br />
yaratmış ama zaman zaman hikâyeyi fazlaca<br />
boşlamış gözüküyor. Temponun zaman zaman çok<br />
düşmesi bir yana, finale doğru sürpriz gibi karşımıza<br />
sunulan olayları çok önceden anlayınca o final<br />
fazlaca uzun bir hale geliyor.<br />
Günaydın Babacığım (Buongiorno Papà):<br />
40 yaşına yaklaşan Andrea, hâlâ gençlik hevesinde<br />
bir adamdır. Her gece başka bir kadınla beraber<br />
olur, gençlerin gittiği mekânlara takılıp, bir bekâr<br />
evinde yıllardır arkadaşı olan Paolo ile birlikte yaşar.<br />
İyi de bir işi vardır. Filmlere ürün yerleştirme ile<br />
ilgilenmektedir ve bu işten iyi de para kazanır, saygı<br />
görür. Ama bir gün kapısına genç bir kızın dayanması<br />
ile hayatı alt üst olur. Layla adındaki bu genç kız onun<br />
kızı olduğunu iddia etmektedir. Annesi öldükten<br />
sonra babasını aramaya gelmiştir. Üstelik yalnız da<br />
değildir. Dedesi Enzo da onunla birliktedir. Enzo<br />
öyle bildiğimiz dedelerden de değildir üstelik. Eski<br />
toprak bir rockçı olan Enzo, nevi şahsına münhasır<br />
bir kişiliktir. Bu karşılaşmadan sonra Andrea, kendi<br />
anne-babasının ilişkilerinden sorunların da farkına<br />
varır, bir yandan da işinde sorunlar yaşamaya başlar.<br />
Günaydın Babacığım seçkinin belki de en<br />
keyifli filmiydi. Çok önemli bir film olmasa da başarılı<br />
bir kendini iyi hisset filmi olduğunu söylemek lazım.<br />
Finalde her biri bambaşka sorunlarla uğraşan her<br />
karakterlerin mutluluğu bulacaklarını, hayatlarını<br />
bir düzene sokacaklarını tahmin etmek zor değildi.<br />
Esasen az sayıda salonda gösterime girse belli bir<br />
seyirci de toplayabilecek bir filmmiş. Bu arada Layla<br />
karakterini canlandıran genç oyuncu, Rosabell<br />
Laurenti Sellers bir yerden tanıdık geldi bana, nerede<br />
görmüşüm acaba derseniz Game of Thrones’un<br />
geçen sezonunu bir düşünün demek isterim.<br />
İnanıyorduk (Noi Credevamo): İşte<br />
seçkinin en zor filmi. Zaten 170 dakikalık süresi<br />
ile bir tedirginlik yaratıyordu (ki izlediğimiz kopya<br />
biraz daha uzundu sanırım), bir de İtalyan tarihine<br />
özel bir ilgi gerektirince böyle bir ilgi alanı olmayan<br />
seyirciyi fazlasıyla yordu. 1828 ayaklanmaları<br />
sonrası üç arkadaşın kişisel yolculuklarını takip<br />
ettiğimiz film, hikâyesini 1861 yılında, bugün<br />
anladığımız anlamdaki İtalya’nın kurulmasına<br />
kadar taşıyor (filmin bu tarihin 150. yıldönümünde<br />
yapıldığını ekleyelim). Film her ne kadar doğrudan<br />
gerçek karakterler üzerinden ilerlemese de arka<br />
planda gerçek olaylar gelişiyor. Aralarda da gerçek<br />
karakterler hikâyeye dâhil olup çıkıyorlar. Yönetmen<br />
Mario Martone, senaryosuna da katkıda bulunduğu<br />
bu roman uyarlamasında ülkesi için önemli olan bir<br />
dönemi anlatırken epik bir film ortaya çıkarmaya<br />
çalışmış. Başarısız olduğunu söylemek mümkün<br />
değil ama belli ki kısıtlı bir seyirci kitlesine hitap<br />
eden bir film.<br />
Tanrının Merhameti (In Grazia di Dio):<br />
İtalya’nın güney bölgesi ekonomik açıdan daha fazla<br />
sorun yaşayan bölgesi olarak görülür. Ekonomik<br />
krizden en çok etkilenen bölge de burasıdır.<br />
Tanrının Merhameti, bölgedeki fabrikalardan<br />
birinin kapanması sonrasında ellerindeki her şeyi<br />
kaybetme riskini yaşayan dört kadının hikâyesi.<br />
Her ne kadar birbirlerinden çok farklı olsalar da<br />
birbirlerine verdikleri destekle zor günleri atlatmaya<br />
çalışacaklardır.<br />
Edoardo Winspeare’nin filmi için ana<br />
karakterlerine bakınca bir kadın filmi demek<br />
mümkün ama aynı zamanda bir işçi filmi de<br />
denebilir. Hatta Ken Loach’ın seveceği bir film<br />
olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Yine de<br />
127 dakikalık süresi biraz kısaltılabilirdi.<br />
Benden Uzak Dur (Stai Lontana da Me):<br />
Jacopo, mesleğinde başarılı bir ilişki terapistidir.<br />
En zor durumdaki ilişkileri bile adam etmeyi<br />
başarır. Mesleğe daha küçükken anne-babasını<br />
ayrılmaktan vazgeçirerek başlamıştır. Ama kendisi<br />
kadınlarla ilişkilerine bir türlü başarılı olamaz.<br />
Birlikte olduğu kadınların başına sürekli bir takım<br />
felaketler gelmektedir. Bunun üzerine küçükken<br />
lanetlendiğine inanır ve kendisini kadınlardan uzak<br />
tutmaya başlar. Karşısına gerçekten hoşlandığı Sara<br />
çıkıncaya kadar elbette.<br />
Filmin başındaki Jacopo’nun kadınlarla<br />
ilişkilerini anlatan flashback sahnelerinde bir anda<br />
bu filmi izledim ben dedim. Film ilerledikçe, evet<br />
izledim ama başka oyuncularla demeye başladım.<br />
Film bittiğinde bu filmin bir Fransız versiyonu<br />
da olduğundan ve daha önce onu izlediğimden<br />
emindim. Gerçekten de bu film, 2011 yılında bizde<br />
de Aşka Şans Ver adıyla gösterime giren Fransız filmi<br />
La Chance de ma Vie’nin yeniden çevrimiymiş. Her<br />
ne kadar bu film de zaman zaman kahkahalarla<br />
güldürecek kadar eğlenceli olsa da orijinali,<br />
başroldeki Virginie Efira’nın da etkisiyle daha<br />
başarılı bir yapımdı. Yine de her iki filmi de eğlenceli<br />
bir romantik komedi izlemek isteyenlere tavsiye<br />
ederim.<br />
İşte bu yılki Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nda<br />
izlediğimiz filmler bunlardı. Genellikle iddiasız ama<br />
hoş filmlerdi. Önümüzdeki yıllarda da devamını<br />
beklediğimiz bir etkinlik olarak aklımızda kaldı.<br />
Ancak Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne bir eleştirimi<br />
iletmeden geçemeyeceğim. Bu tip etkinliklerin<br />
takipçisi sinemaseverler, filmin sonundaki yazıları<br />
sonuna kadar izlemek isterler. Daha yazıların<br />
başında ekranı kapatmak doğru bir davranış değil.<br />
Umarım ilerde buna daha fazla dikkat edilir.<br />
98 99
100