03.12.2015 Views

İÇİNDEKİLER

golge-derg-Aralik-2015sy-99

golge-derg-Aralik-2015sy-99

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Wuthering Heights (1992)<br />

99. Sayı ile<br />

tekrar birlikteyiz.<br />

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için<br />

http://golgedergi.blogspot.com<br />

Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />

Editör: Ahmet YÜKSEL<br />

golgedergimail@gmail.com<br />

Yayın Kurulu:<br />

Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN,<br />

Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK,<br />

Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI.<br />

Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ<br />

Redaksiyon: Ceren ÇALICI<br />

Kapak: Rıza TÜRKER<br />

Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />

Gölge e-Dergi internetten<br />

yayın yapan özgür ve<br />

özgün içerikli tam bağımsız<br />

bir dergidir.<br />

http://twitter.com/GolgeDergi<br />

http://issuu.com/GolgeDergi<br />

http://golgedergi.deviantart.com/<br />

<strong>İÇİNDEKİLER</strong><br />

04-05 Aykırı Çağrışım- Çizgili Pijamalı Okur<br />

06-10 Korku Köşesi - Av Köşkü<br />

11 Çizgi Roman - Cazılar<br />

12-13 Dehşetler Albümü - Ev İyesi<br />

14 Korku Köşesi - Saklambaç<br />

15-23 Röportaj- Çizgi Roman Yolculuğu<br />

24-29 Film İnceleme- George Lucas ve<br />

Yeni Başlayanlar için O’nun Yıldız<br />

Savaşları - II<br />

30-33 Öykü - Kadın Dediğin Dayak<br />

Yer<br />

34-35 Haberler- Winnie The Pooh’un<br />

Yaratıcısı<br />

36-41 Haberler- Ustasına Çizimler:<br />

Alfred Hitchcock Filmlerinden<br />

Storyboardlar<br />

42 Haberler- Alan Moore Yeni Yazarlara<br />

Kitaplarını Kendileri Bastırmalarını<br />

Söylüyor– “Büyük Yayınevleri Berbat”<br />

43-44 Haberler- Sinema Dünyasından Kısa<br />

Kısa<br />

45-50 Çizgi Roman -Herif<br />

51-53 Yazar'ın Kaleminden- Benim Adım Z<br />

54-57 Öykü -Krallar'ın Yolu<br />

58-59 Çizgi Roman İnceleme -Korkunun<br />

Kendisi Eline Çekiç Alan Kendini<br />

Adam Sanıyor<br />

60-61 Kitap Tanıtım -Trinidad’ın Dönüşüne<br />

İlişkin<br />

62-68 Öykü- Gölge Oyunu II<br />

69 Fantastik Şiir -Gece Ormanının Peri<br />

Kızı<br />

70-75 Öykü -Teneke<br />

76-81 Sinema- Gezici Festival 21. Yılında<br />

Yine Yollarda<br />

82-85 Röportaj- Benim Anlatacak<br />

Hikayelerim Var<br />

86-87 Öykü- Türkçesiz<br />

88-95 Çizgi Roman -Gölge Kız<br />

96-99 Sinema- İtalyan Filmleri ile Dolu Bir<br />

Hafta<br />

100 Pinup<br />

SABIR,<br />

BİRAZ DAHA SABIR...<br />

Gökyüzünün bütün kuşları neden<br />

rüzgarda, karda, sağanak yağmurda<br />

bir yerlere kaçıyor da geride kışın<br />

umutsuzluğunu bırakıyor?<br />

Çok değil bundan 99 ay önce buradan<br />

“merhaba” diyen o küçük çocuk<br />

şimdi üniversiteyi bitirdi. Ne demişti;<br />

“Ve şunu öğrendim, önüne gelenin yazdığı, çizdiği<br />

kurusıkı salladığı bu piyasada bir şeyleri ortaya<br />

çıkartmak gerçekten zormuş.. Bu zorluğu bizimle<br />

paylaşan herkese çok teşekkürler.”<br />

Biz her sayımızda yazarımıza, çizerimize ve en<br />

çok da okurumuza teşekkür ettik. En çok da<br />

okurumuza. Her şeyden önce okurumuza. Bir<br />

dergiyi ayakta tutan yazar-çizer-para-azim filan<br />

değildir. Okurun varsa varsın yoksa yoksun.<br />

Bu aşk gibi, seversin kavuşamazsın,<br />

adı aşk olur demiş ya şair.<br />

Bizi de o ilk günkü aşkla karda, rüzgarda,<br />

sağanak yağmurda bir teneke damın altına<br />

saklanmak yerine bulutun yağmurun, karın, rüzgarın<br />

üzerinden uçmamızı sağlayan herkese teşekkürler.<br />

100’ü de görelim... Ne demiş Hoca Nasreddin fıkrasında;<br />

99’u veren Allah yüzü de verir.<br />

Herkese karlı yağmurlu güzel bir kış dilerim.<br />

Gönül sıcaklığınız hiç azalmasın...<br />

Sabır, bir ay daha sabır<br />

100’e ne kaldı ki.<br />

Ahmet YÜKSEL


Hazal ÇAMUR<br />

İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ<br />

Aykırı Çağrışım<br />

ÇİZGİLİ PİJAMALI<br />

OKUR<br />

Tam şu anda, şu saniyede kapılarımızı<br />

o reddettiğimiz çocukluğa açmalıyız aslında.<br />

Kollarımızı olabildiğine açarak, toplumun çocukla<br />

kastettiği her şeyi bir kenara atıp kucaklamalıyız<br />

bu kavramı. Dünyanın giderek kana bulandığı ve<br />

insanoğlunun iğrençleşmede birbiriyle yarıştığı bu<br />

korkunç zamanlarda bir çocuk kitabı okumalıyız.<br />

Çünkü, “büyümek” denilen şeyi bile doğru düzgün<br />

idrak edemeyen bizler, aslında “çocuk” olmayı hiç<br />

becerememiştik.<br />

Pakedi açılmadan uzaklara fırlatılan fikirler<br />

ve hayallerin hepsi büyük puntolu, renkli kapaklı<br />

kitapların ardında sıkıştırılmış keşfedilmeyi<br />

bekliyor. O kapaklar bir açılsa, büyükler karışmadan<br />

bir rahat bıraksa, birey zaten kendiliğinden<br />

olgunlaşma aşamasına geçebilecek. Ama nasıl ki<br />

emeklemeden koşmak olmazsa, çocuk olmadan<br />

yetişkin de olunmaz. Bu yüzden biz aslında hiç<br />

olgunlaşamıyoruz. Sadece etrafımıza şiddet<br />

saçıyoruz. Başka türlü hiçbir şey ifade edemiyoruz.<br />

Kendi ailesini kurmuş bireylerin sırtına hâlen<br />

ter bezi koyan ebeveynlerin, kendi çocuklarını uzun<br />

yıllar yaptıkları şeyler için çocukça diye eleştirdiği<br />

bir toplumumuz var. Hayal gücünün olduğu her<br />

yer yasak. Çünkü hayal gücünün olduğu yerde<br />

farklı olmak var ve farklı olmanın kötü bir şey<br />

olabileceği orada hiç akıllara gelmez. Bilakis, orada<br />

herkes istediği her şey olabilir ve hiçbiri bir diğerini<br />

çağrıştırmaz. Ah, toplum için nasıl bir kabus!<br />

Oysa büyümek gerek. Çizgi filmler, çizgi<br />

romanlar, hayal gücüyle dolup taşan romanlar kapı<br />

dışarı edilmeli. Kapının dışındaysa zihinlerden taşıp<br />

yaşanamadan çöpe atılmış bir insanlık yığını söz<br />

konusu. Bir ceset. Bir çocuk cesedi... Daha ne olabilir<br />

ki?<br />

Vahşetin alıp başını gittiği şu günlerde<br />

bunların faillerine ve onların destekçilerine<br />

bakarken bile hiç çocuk olmadıklarını görmek<br />

mümkün. Ama bununla da kalmıyor ki. Büyümenin<br />

olgunlaşmak demek olmadığının farkında olmayan<br />

kitleler, formülize ettikleri büyüme kavramıyla yeni<br />

nesillerin ruhunu kesip biçiyor. İşini bilmeyen bir<br />

kasabın satır sallamalarından farkı ne?<br />

Hepimizin tam şu an durup bir çocuk<br />

kitabının kapağını açmaya ihtiyacı var. O kapakların<br />

ardında küçücük bir çocuğun dünyayı nasıl<br />

etkileyebileceğinin kanıtları bulunuyor. Yetişkinlerin<br />

farkına varamadığı tehditleri görüp kolları sıvayan<br />

düzinelerce çocuk. Ama en çok da, kendine hiç<br />

benzemeyen dostlar edinen ve bunu bir an olsun<br />

yadırgamayanlar söz konusu. Bruno mesela.<br />

Çizgili Pijamalı Çocuk’u ya okudunuz ya da film<br />

uyarlamasını izlediniz. İşte hepimizin Bruno olmayı<br />

öğrenmemiz gerek. Bugün bu çocuk lazım bize.<br />

Bir Nazi subayının oğlu olan Bruno’nun<br />

mahkum kıyafetleri içindeki Yahudiler’e bakışı<br />

pijamalarıyla gezen insanlardan fazlası değil.<br />

Babasının komuta ettiği toplama kampında,<br />

tellerin ardında tanıştığı ve Çizgili Pijamalı Çocuk<br />

olarak adlandırdığı arkadaşının ne ırkı, ne rengi,<br />

ne cinsiyeti, ne de aralarındaki tellerin bir manası<br />

var onun için. Bruno yalnızdı ve sıkılıyordu. Dayak<br />

yemiş, gözleri dayaklardan şişmiş kendi yaşlarında<br />

ve her nedense sürekli pijamayla gezen, tellerin<br />

ardındaki bir çocukla engelleri aşarak sayısız oyun<br />

oynadı o. Ama biz yapamadık. Biz telleri örmeyi<br />

tercih ettik. Çünkü bunlar çocukçaydı ve çocuklar<br />

dünyaya insanlığın âlâsını öğretmek için gelmiş<br />

canlılar olmasına rağmen, bizler onları aşağılayarak<br />

“anlamaz” diyorduk.<br />

Çikolatan şelalere ihtiyacımız var şimdi.<br />

Aksi ustalara küçük yaşta çırak olup, karanlıklarla<br />

göğüs göğüse çarpışmaya ihtiyacımız var. Tellerin<br />

ardındakilere sırf canımız oyun oynamak istiyor<br />

diye elimizi uzatmamız gerek. Belki bir gezegende<br />

bir gül büyütmenin keyfini çıkarmalıyız. Bizim<br />

gibi karanlıktan korkan canavarları teselli etmeyi<br />

öğrenmeliyiz. Pencereden uçup bambaşka<br />

diyarlarda dünyayı kurtarıp, büyükler uyanmadan<br />

yatağımıza geri dönmek, ama en çok da Çizgili<br />

Pijamalı Okur olmak gerek. Mahkum değil, pijama.<br />

Çünkü bir çocuğa pijamadan çok ne yakışır? Hayaller<br />

alemine gidecek astronot kıyafeti bu değilse nedir?<br />

Hadi! Bırakın onlar ne derse desin! Elinize<br />

bir çocuk kitabı alın. Tam şu saniyede yapın,<br />

hadi! Başkalarının ne diyeceğini umursamadan,<br />

unuttuğumuz değerleri hatırlayabilmemiz için yapın<br />

bunu. Onlar dalga geçsin, boş verin! Gerçekten bir<br />

şey biliyor olsalardı, zaten şu anda çok daha iyi bir<br />

yerde yaşıyor olurduk.<br />

Pijamalarınızı kuşanın. Bu akşam öte<br />

âlemlerden birinde, dostların bize ihtiyacı var.<br />

Ölürken yaşıyoruz.<br />

O yüzden bırakın ışık içeri girsin. Siz yaşarken<br />

didinip onca sıkıntıyı yine çekin, bir şekilde çürütün<br />

kendinizi. Ardınızda bıraktığınız havayı soluyacak<br />

nice tohumlar yeşerecek. Onlar yeşerdikçe, işte o<br />

zaman yaşayacaksınız.<br />

4 5


KORKU KÖŞESİ<br />

Korku Köşesi<br />

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK<br />

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />

AV KÖŞKÜ<br />

Dört çekerli, parlak kahverengi cilalı bir<br />

kupa sallana sallana Şile tarafındaki ormanlardan<br />

korulardan geçen bir patika üzerinde ilerlemekteydi.<br />

Kupayı süren arabacı atları deli gibi kamçılıyordu.<br />

Arabanın içindeki kolçaklara tutunmaya çalışarak<br />

ipek döşeli kanepe üzerinde seke sıçraya debelenen<br />

Nüvit Bey, bir eliyle fesini tutarak kupanın ufak<br />

penceresinden dışarı bakındı. Arabanın yanından<br />

geçip giden ağaçların gün batımındaki alacalı<br />

bulacalı hallerini görerek ürperdi. Ormanda<br />

gezinen, bir yerleri vurdukları her gün gazetelerin<br />

vaka-i zabıta kısımlarında tefrika kahramanları<br />

gibi anlatılan haydutların, şakilerin hayali peyda<br />

oldu zihninde. Daha da fenasını, düşmanlarının<br />

bu eşkıyayı kullanıp kendisine bir kötülük<br />

edebileceklerini düşündü. Lakin arabayı sürmekte<br />

olan Arnavut Âdem’in mevcudiyetini hatırlayınca<br />

müsterih oldu ama yine de kendisini bu vaziyete<br />

sürükleyen yazgıya hayıflandı. Sahi nasıl da gelmişti<br />

bu kul ayağı değmez yerlere böyle saklanaraktan?<br />

Nüvit Bey, bir vakitler kendini dünyanın en<br />

talihsiz insanlarından biri sayardı. Mabeynin nüfuzlu<br />

paşalarından biri olan pederi hayli varlıklıydı ancak<br />

ziyadesiyle cimri olduğundan kendisi bu servetin<br />

pek bir faydasını görmeden yokluk denecek<br />

raddede yaşamış, Fransa’daki talebeliğinde dahi<br />

kıt kanaat geçinerek pederi misali eli sıkı biri olup<br />

çıkmıştı. Lakin bu eli sıkılığı kendisinde herhangi bir<br />

paranın mevcut olmayışından ileri geliyordu.<br />

Sonradan kısmen talihsizlik kısmen de talih<br />

kuşunun konuşu addedilebilecek birkaç hadiseyi<br />

art arda yaşaması yaşayışını tümüyle değiştirmişti.<br />

Evvela pederinin vefatı ile muazzam bir servete<br />

konmuş, o esnada pederinin cenazesi için alelacele<br />

Mısır’dan dönmekte olan amcası bir gemi kazasında<br />

vefat edince, amcasının serveti de kendine tevarüs<br />

etmişti. Bu hadiselerden birkaç ay sonra anne<br />

tarafından tek kalan bir akrabasının vefat ederek<br />

Cezayir vilayetindeki cümle mülkünün kendisine<br />

kaldığını da öğrenince talihine pek bir sevinerek<br />

kendisini yeni iş sahalarından ziyade mirasını<br />

yemeğe, ömrü boyunca yaşayamadığı eğlence<br />

hayatına kaptırmıştı. Bu eğlence hayatı esnasında<br />

sayısız kimseyle ahbap olmuş, namlı umumhaneleri<br />

birkaç gece kapatmış, sayısız işret âlemi düzenlemişti.<br />

Serveti yemekle tükenir cinsinden olmadığından<br />

cümbüşle geçen günleri, ahbaplık ettiği bir başka<br />

hovarda mirasyedinin yediği bir herze yüzünden<br />

kâbusa dönmüştü.<br />

Bir gece vakti Kaymak Tabağı’nda işret<br />

esnasında mekâna zamanın Onikiler’inden bir pazu<br />

ve pençe sahibi kabadayının geldiğini öğrenince,<br />

normalde mekânı kendi adına kapattırsa dahi<br />

kabadayı takımından çekindiğinden eğlenceye<br />

katılmasına müsaade etmişti. Namlı kabadayı,<br />

Çerkezlerden olup üzerinde her daim o kılıkla,<br />

başında kalpakla, sırtında palto ile gezen, ekseriya da<br />

yalnız dolaşan bir kimseydi. Meğer bu kabadayının,<br />

işret gecelerinden birinde Nüvit Bey ile tanışmış<br />

olduğu bir başka hovarda mirasyedi ile aralarında<br />

bir kadın meselesi varmış. Birbirlerini görünce silaha<br />

sarılmışlar, mirasyedi hovardanın para yedirdiği<br />

külhanbeyi ahbapları tabancalarını çekip bu<br />

6 7


kabadayıyı evvela haklayıp, mirasyedi hovarda ile<br />

birlikte ortadan kaybolunca belanın büyüğü başa<br />

gelmişti. Zira karakol tafsilatını parasını kullanarak<br />

pek güzel geçiştirmiş Nüvit Bey, ölen kabadayının<br />

meselesinden bu kadar kolay sıyrılamamıştı zira<br />

kabadayının akrabaları bu ölümden kendisini<br />

sorumlu tutar olmuştu. Kan davası husule gelmiş,<br />

“o mirasyedi bulunup canını vermeden biz bu işten<br />

seni mesul tutarız, zira ahbabısın ve akrabamızı<br />

da oradaki düşmanına karşı uyarmadan eve davet<br />

etmişsin, bu kan senin de elindedir” diye haber<br />

göndermişlerdi.<br />

Nüvit Bey en başta bu tehditlerden<br />

çekinmişse de tedbir cihetinden neredeyse bir<br />

bölük mahiyetinde birçok külhanbeyine para verip<br />

kendi adamı, fedaisi yapınca bu beladan yırtacağını<br />

sanmıştı. Lakin böyle yaparak Çerkezleri hafife<br />

almıştı, nitekim o birkaç on külhanbeyinden biri<br />

de Çerkezlerden olduğundan bir gece Nüvit Bey’i<br />

öldürmeye kalkışarak paçayı ele vermişti. Böyle<br />

olunca Nüvit Bey daha namlı, pazu ve pençe sahibi<br />

bir kabadayı sordurmuş, işte böylece o esnada bir<br />

paşanın kapusundan ayrılarak kendi muhitinde<br />

bitirimhanelerden haraç alan Arnavut Âdem<br />

ile irtibata geçmişti. Koca Arnavut, kendisinin<br />

bu gibi kan davası mevzularında hayli tedbirsiz<br />

davrandığını söyleyip, yüklüce para karşılığı<br />

kendisini koruyabileceğini söyleyince onu en has<br />

adamı yapmıştı. Arnavut Âdem daha önce de<br />

kapusunda bulunduğu paşanın adamlarını, hatta<br />

akrabalarını böyle belalı işlerden, adamlardan<br />

saklamada, zaptiyeden kaçırmada hayli tecrübeliydi.<br />

Evvela onun külhanbeylerinden topladığı fedaileri<br />

“ya aralarına yine birini sokarlar yahut parayla<br />

birini satın alırlar” diyerekten dağıtmıştı. Ardından<br />

Nüvit Bey’in alelacele tuttuğu bir yabancı kimse<br />

aracılığıyla, kimsenin bilmediği bir yerde bir köşk<br />

satın aldırdı ki başka bir tehlike olursa yine bu gizli<br />

köşkte yaşayacaktı. Yanına para haricinde pek bir<br />

eşya aldırmadan tedbir amacıyla sadece Âdem ile<br />

gidecekti ki yemek ve erzak işlerini de Âdem kendi<br />

tanıdığı, Nüvit Bey’i kesinlikle tanımayan kimselerle<br />

halledecekti. Görünürde bir yosmayı kapatması<br />

yapop bu köşkün dış tarafındaki matbahda<br />

kıskançlığından tuttuğu ahçı ve uşak ile iş gördüren<br />

hovarda rolüne bürünecekti böylece Nüvit Bey’i en<br />

azından öteki mirasyedi bulunana ve öldürülene<br />

kadar koruyabilecekti. Aksi halde Çerkezler onun<br />

saklandığı bu yeri bir şekilde öğrenseler bu sefer<br />

daha kalabalık bir grupla köşkü muhasara etmeye<br />

dahi gelebilirlerdi.<br />

İşte şimdi evvela köşke Nüvit Bey ile Arnavut<br />

Âdem gitmekteydi. Geniş ve yüksek bir bahçe<br />

duvarının demir parmaklı açık kapısından geçen<br />

kupa, matbah olarak kullanılan müstakil bir evin<br />

yanından geçerek, üç-dört katlı büyükçe bir köşkün<br />

önünde durunca Nüvit Bey bavulu ile kupadan<br />

inerek köşkü süzdü. Kupadan atlayan Âdem’in<br />

kuşağında kabzası gümüşten bir Karadağ tabancası<br />

ile sapı kemikten bir saldırma dikkat çekiyordu.<br />

Önceden gelip köşkü temizleten Âdem, Nüvit Bey’i<br />

hızla köşkten içeriye sokarak hazırlatmış olduğu<br />

odasına çıkardı. Âdem’e insan ayağı değmez bu<br />

köşkü kimin ne amaçla yaptırabileceğini sorunca<br />

Avni Paşa karşılığını aldı. O anda Nüvit Bey’i bir<br />

ürperti aldı, Avni Paşa birçok genç kızı hovardalık<br />

maksadıyla yaptırdığı zannedilen bir köşke<br />

kapatmış, bir-iki sene evvel köşkten cesetler çıkınca<br />

tevkif edilmişti. Cenazelerin çıktığı o menhus<br />

köşkün burası olduğunu öğrenince içinde bir havf<br />

büyümeye başladı. Âdem uşak ile ahçıyı almak<br />

için kupaya dönmeden önce odanın kandillerini,<br />

lambalarını akşam olunca yakabileceğini ve bir<br />

tabancanın dolu vaziyette yatağın yanındaki<br />

komodinin çekmecesinde durduğunu söyledi.<br />

Âdem aşağıyla inip kupa arabası ile<br />

uzaklaştığında birçok cinayetin hatırasını taşıyan<br />

8 9


öyle bir yerde oturmaktan mütevellit Nüvit Bey<br />

hayli ürpermişti. “Cinayet mekânında kalmak ölü<br />

olmaktan evladır!” diyerek kendini teskin ettiyse<br />

de bu sükûnet hali karanlığın adam akıllı çöküp<br />

kaldığı odanın dahi gölgelere gömülmesine kadar<br />

sürdü. Kaynağı kısmen belirsiz bir korku hissi ile<br />

önce kalkıp odanın kapısını kilitledi. Ardından<br />

yatağının başucundaki ve pencerenin önündeki<br />

yağ lambalarını yakıp, çekmecedeki tabancayı eline<br />

alarak pencere dibindeki koltuğa oturup Âdem’in<br />

gelişini beklemeye başladı.<br />

En başta kendi kendine kuruntu yaptığını<br />

düşünerek oturduğu yerde bir-iki saatliğine<br />

kestirebilmek imkânı bulduysa da salondaki büyük<br />

saatin gongunun on ikiyi vurması üzerine aniden<br />

olduğu yerde sıçradı. O andan itibaren köşkte<br />

geçen kanlı saatleri düşünüp oturduğu yere,<br />

eşyalara bakarak kan dökülüp dökülmemiş olma<br />

ihtimalini aklından sayısız kez geçirdi. Yine kuruntu<br />

yaptığına hükmederek uyumaya devam edecekti<br />

ki bulunduğu odanın kapısının yumruklandığını<br />

kim olduğunu sorunca imdat isteyen bir kadın sesi<br />

duydu. Tekrar kim olduğunu sorunca imdat yerine<br />

canhıraş bir çığlık sesinin yükseldiğini işitince<br />

kıpırdayamadan olduğu yerde kalakaldı.<br />

Çığlık sesi kesildikten bir süre sonra, kendisine<br />

öyle geldiğini sinirlerinin yıprandığına hükmederek<br />

yeniden uyumak istediyse de bu sefer köşkün üst<br />

katlarında, merdivenlerde koşturan insanların<br />

ayak seslerini işitince kalbi sıkışır gibi oldu. Demek<br />

o kızların ruhlarının mesken tuttuğu bir köşkte<br />

bulunuyordu. Talihsizliğine ve uğursuzluğuna<br />

küfrederek kendine hayıflanıp dünyalar dolusu<br />

servete sahip olduğu halde perili bir köşkü satın<br />

almış olduğuna sövüp saydı.<br />

Yatağanın altındaki örtünün dalgalanarak<br />

açılıp soluk bir elin dışarı çıktığını gördüğü vakit<br />

küfürleri yarıda kesildi. Örtünün altından kafasını<br />

uzatan silueti gördüğünde tabancayı yere atıp<br />

kapıya koşarak kilitlediğini unutup beyhude yere<br />

açmaya çalışıp yumrukladı. Aynı korkunç çığlık sesi<br />

GECE YARILARINDA<br />

ÖRÜMCEK YA DA<br />

KURBAĞA BİÇİMİNE<br />

GİREREK YENİ<br />

DOĞAN BEBEKLERİ BOĞAN,<br />

CAZILIK DOĞUŞTAN GELEN ÖZEL BİR<br />

YETENEKTİR. CAZILAR BELLİ BİR YAŞA<br />

GELİNCE KIRIM’A ÇAĞRILIRLAR. YOLA<br />

ÇIKARKEN VÜCUTLARINA ÖZEL BİR<br />

KREM SÜRERLER.<br />

TARLADAKİ<br />

EKİNLERE,<br />

AMBARDAKİ<br />

ÜRÜNLERE<br />

ZARAR VEREN<br />

SONRA SİHİRLİ BİR FIÇIYA YA DA TERS<br />

DÖNMÜŞ BİR ÇALI SÜPÜRGESİNE<br />

BİNERLER. “TRİÇ KIRIM” DİYE<br />

SESLENİNCE BİRKAÇ SANİYE<br />

İÇERİSİNDE KIRIM’A UÇARLAR.<br />

Triç<br />

Kırım<br />

KIRIM YERİNE<br />

BAŞKA BİR...<br />

Meryem YAVUZ<br />

YAŞLI, KÖTÜ<br />

RUHLU<br />

KADINLARA<br />

CAZI, MAYISA<br />

(RUMCADA<br />

MAGİSSA)<br />

VEYA KIRIM<br />

KOCAKARISI<br />

DENİR.<br />

KİMLİKLERİNİ<br />

ÖZENLE<br />

SAKLARLAR. EN<br />

YAKINLARI BİLE<br />

ONLARIN CAZI<br />

OLDUĞUNU<br />

BİLMEZ.<br />

YER<br />

SÖYLEYENLER<br />

BİR DİKENLİĞİN<br />

ORTASINA<br />

DÜŞERLER<br />

VE CADILIK<br />

YETENEKLERİ<br />

DE YİTER.<br />

BU YÜZDEN<br />

DİKKATLİ<br />

OLMALIDIRLAR.<br />

işitti. Silahını kapıya doğrultarak korkuyla gelenin<br />

bu sefer yatağın altından gelmekteydi…<br />

KIRIM’A UÇANLAR, ORADA<br />

BULUNAN CAZI PADİŞANIDAN<br />

İZİN ALARAK CAZILIĞA<br />

BAŞLARLAR. CAZILAR,<br />

RUMİ TAKVİMİNE GÖRE MAYISIN İLK GÜNÜ (MİLADİ<br />

TAKVİME GÖRE 13 MAYIS) CAZILARIN AZGINLIK<br />

GÜNÜDÜR. O GÜNÜN GECESİNE CAZI GECESİ DENİR.<br />

SADECE SUDA<br />

GÖRÜNEN,<br />

2-3 SANTİM<br />

UZUNLUĞUNCA<br />

KUYRUKLARI VARDIR.<br />

PADİŞAHIN BUYRUKLARINA<br />

KESİNLİKLE UYAR.<br />

BU GECEDE YENİ DOĞMUŞ<br />

BEBEKLERİ BOĞAR, EKİNLERE<br />

ZARAR VERİR, İNEKLERDEN<br />

SÜT ÇALARLAR.<br />

CAZILAR AĞ VE FİLEDEN KORKARLAR.<br />

BİRİNİN CAZI OLDUĞUNU ANLAMAK İÇİN<br />

ONA KALBURLA SICAK EKMEK UZATILIR.<br />

KALBURDAN UZAK DURUYORSA CAZIDIR.<br />

UCU EĞRİ DEMİR ÇUBUKLARLA BEBEKLERİN<br />

KALBİNİ VEYA CİĞERİNİ SÖKÜP ALDIKTAN<br />

SONRA GECE MAĞARALARDA TOPLANIP AÇIK<br />

ATEŞTE BUNLARI PİŞİREREK YERLER. GECE<br />

GÖRÜŞEN TEK RENKLİ KEDİ, TAVUK, HOROZLAR<br />

CAZI OLABİLİR.<br />

CAZILARIN KİMLİĞİNİ ÖĞRENMEYE ÇALIŞMAK<br />

UĞURSUZLUK GETİRİR. BÖYLE YAPANLARIN ELİ, KOLU<br />

KURUYABİLİR. DİLİ TUTULABİLİR. BU YÜZDEN CENAZE<br />

YIKAYANLAR KUYRUKLU ÖLÜ GÖRDÜKLERİNDE BUNU<br />

KİMSEYE SÖYLEMEZLER.<br />

KAYNAK: Trabzon Efsaneleri ve Halk Hikayeleri - Haydar Gedikoğlu<br />

10 11


Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK<br />

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ<br />

dehşetler albümü<br />

EV İYESİ<br />

Ev İyesi inancına farklı isimler altında (Ev<br />

Sahibi, Evin Piri, Öy İyesi, Yort İyesi vb.) Tataristan<br />

haricinde Başkurdistan bölgesinde, Altay<br />

bölgesinde, Türkiye’de vs. rastlanmaktadır. Kimi<br />

anlatılarda korkulan bir varlıkken kimi anlatılarda<br />

bir koruyucu ruh olarak kabul görür. Tatarlar<br />

(Tataristan) arasındaki inanışlarda ruhlar-iyeler<br />

âleminde insanlara daha yakın olduğu için temel<br />

ruh sayılmaktadır. Gece ruhu olarak kabul edilir ve<br />

geceleri ortaya çıkar, beyaz buruşmuş yüzlü, beyaz<br />

elbiseli kambur biri olarak tasvir edilir. Ev halkını<br />

koruduğuna inanılır. Onu huzura kavuşturmak için<br />

bulunduğu mekân sayılan bodrum katına pislik,<br />

bulaşık suyu vb. dökülmez, fare leşi vs. bırakılmaz.<br />

Şayet yapılmışsa onu sakinleştirmek için “saçı”<br />

(kansız kurban) kavlinden lapa pişirip bodrum<br />

katına bırakılır yahut hocalara, erenlere, yetim<br />

çocuklara vs. sadaka verilir. Aksi halde evin içinde<br />

sesler çıkararak insanları rahatsız eder, eşyaları<br />

düşürür, insanların huzurunu bozar. Aynı şekilde ev<br />

iyesi evdeki insanların saçlarını örmeyi sevdiğinden<br />

bu saçları kendi açana kadar insanın açması yahut<br />

örük kısmı kesip ateşi atması uygun görülmez<br />

zira bu kişi hayatını kaybedilirmiş. Yeni bir eve<br />

taşınılacağı zaman terk edilen evin iyesi için veda<br />

töreni yapılır ve bu tören sırasında yeni eve davet<br />

edilirmiş. Böyle yapılmazsa ev iyesinin yalnız kalıp<br />

ağlayacağına inanılırmış. Bu durumu düzeltmek için<br />

ağlama seslerini duyan bir komşu haber edince evin<br />

eski sahibi lapa pişirip büyük bir süpürgeye binerek<br />

güneş battıktan sonra yolda kimse ile konuşmadan<br />

eski evlerinin yerine giderek ev iyesini kendisi ile yeni<br />

eve getirirmiş yahut ev iyesi için özel at koşularak<br />

bu ata bindirerek yeni eve götürülürmüş. Baba evini<br />

terk eden oğlan da ev iyesi için veda töreni yapar,<br />

gece yarısı eline ekmek lokması alıp ebeveynlerinin<br />

evine giderek onların iznini alarak bodrum kata<br />

inip üç çıra yahut mum yakarmış. Biraz toprak alıp<br />

bunu yeni evinin temeline götürürmüş. Eğer yolda<br />

birisine rastlanırsa törenin bozulduğuna inanıp her<br />

şeye yeniden başlanırmış. Tatar Türklerinin yeni<br />

eve çıkınca “Temel Lapası” pişirmeleri bu inanışla<br />

ilişkilendirilmektedir.<br />

Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar<br />

Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve<br />

İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 11-13.<br />

12 13


Yazan: Doğukan KANTAROĞLU<br />

Röportaj: Ahmet YÜKSEL<br />

Korku Köşesi<br />

Röportaj<br />

SAKLAMBAÇ<br />

Çizgi Roman<br />

Fıstık ağaçlarının açtığı bir yer . Kısa, eski taş<br />

duvarları burada yatanları engellemek için değil<br />

elbette, zaten orada yatanları engellemek mümkün<br />

müdür bilinmez.<br />

Bugün orada oynayacaklardı , saklambaç<br />

yani çocukların en heyecan duydukları oyun.<br />

Memur babasının senelik izniyle oraya gelmiş<br />

diğerlerine göre daha şehirli ve ürkek olan Alp ve<br />

köyün yerlisi olan Mehmet, Serkan ve Cahit . Dördü<br />

aralarında saymaya başladı " Aç kapıyı bezirgan<br />

başı , arkamdaki yadigar olsun . Bir sıçan , iki sıçan<br />

, üçüncüsü kapana sıkışan- şan ." Mehmet hile<br />

yapmıştı , ebe sırası kendisine gelecekken sağındaki<br />

Alp' e gelmesini sağladı , Alp 'de orada en yabancı<br />

olduğundan arkadaşlarını kaybetmemek için bunu<br />

kabul etti. İtiraz ederse çocuklar onunla bir daha<br />

konuşmayabilirdi sonuçta.<br />

" Sayıyorumm saklanın!"<br />

1, 2, 3, 4, 5, 6.......... 10... 50 " Saklanmayan ebe!"<br />

Kafasını dayadığı fıstık ağacından kaldırdı<br />

ve önce ağacın arkasına baktı, Bomboş demek ki<br />

saklanmışlar . Etrafa kabaca bir göz attı ve mezarlık<br />

kapısının demirlerinden görünen kafayı farketti<br />

Cahit ebe sobe! Cahit ilk ebelenen olduğu<br />

için söylene söylene duvarın üstüne çıkıp oturdu.<br />

Serkan ve Mehmet'in yakalanmasını bekliyordu<br />

yoksa bir sonraki el kendisi ebe olacaktı . Alp biraz<br />

daha açıldı ağaçtan ; mezartaşlarının arkalarına ,<br />

mezar tümseklerinin gerilerine baktı ve Serkan'ı<br />

görmüştü<br />

Serkan ebe sobee! Serkan ebelendiği<br />

için Cahit biraz daha rahatlamıştı . Akşam ezanı<br />

yaklaşıyordu , oyunun bitiş vakti ezandır kuralı<br />

işliyordu . Vakit yaklaştı ama Mehmet iyi saklanmıştı<br />

ki Alp onu bulamıyordu , yaklaşık on beş dakika<br />

geçmişti ama hala ses yoktu Serkan Cahit'e bakıp<br />

" Nerde oğlum bu?" diye sordu . Cahit omuzlarını<br />

silkti"Oğlum hadi lan ezan okunucak , açıldı gel<br />

sobele işteee!" Hala ses yoktu .<br />

Birdenbire Alp'in aklına babaannesinin<br />

anlattığı hikayeler gelmeye başladı ..<br />

" Gulyabaniler, Dungangalar , cadılar hepsi<br />

çocukların peşindedir bu yüzden anne babanın<br />

yanından ayrılma emi oğlum. " Alp bunları merakla<br />

dinlerdi dinlemesine ama korkardı da..<br />

Annesi dizlerinin üzerine eğilip semaverden<br />

çay doldururken evden getirdiği kamyonla<br />

oynuyordu. Babası da babaannesi, halası ve<br />

dedesiyle oturup sohbet ediyorlardı.<br />

" Ana bizim bu Seyfi abiyi Jandarma içeri<br />

almış , geçen kahvede duydum bizim köylüden<br />

. Nedir asıl mesele?" çayından bi yudum aldı<br />

sonrasında " Oğlum valla onlar bir define bir gömü<br />

işine karışmışlar ama pek bilgim yok .Bu Ermeni<br />

mezarlarını kazmışlarmış da.. Herkes bir şey diyor<br />

yavrum." Define kelimesini ilk kez o zaman duydu<br />

Alp , iki gün önce babaannesinden . " Dedin de<br />

hatırladım şimdi , bizim o oyun oynadığımız emekli<br />

Öğretmen İsmail'in evinin bahçesinde bulmuşlardı<br />

. Sonradan oraları kaza kaza bitiremediler, mezarlar<br />

yanında altınlar.. off İstanbul'dan apartman alırım<br />

var ya bi bulsam." dedi babası.<br />

Tüm bunları düşündüğü sırada mezarlığın<br />

karşısında Mehmet'i gördü . Mezarlığın karşısındaki<br />

evin bahçesinde durmuş sağına doğru bakıyordu .<br />

" Mehmet ebeee! Hem orası alanın dışında iki<br />

kere ebe!" Mehmet arkasını dönüp bakmadı bile<br />

Cahit seslendi " Heeey abiciim napıyon<br />

hocanın orda! Hadi eve gitcez daha." Mehmet'in<br />

bakışları hala sağına kilitlenmişti. Elini kaldırdı<br />

ve sabitledi, birinin elini tutar gibiydi . Kafasıyla<br />

onayladı ve yürümeye başladı .<br />

Üçü birden bağırıyordu ama Mehmet<br />

yürüyordu , koşmaya başladılar Mehmet'e doğru<br />

ama Mehmet sanki çok uzakta kalıyor gibiydi. Alp<br />

biliyordu ama arada sadece toprak bir yol var bu<br />

kadar uzak değil. Zaman yavaşlıyor gibiydi , birkaç<br />

saniyelik o an uzun bir zaman gibiydi ve şimdi<br />

Mehmet binanın arkasına dönüyordu ve gözden<br />

kayboldu . Bahçeye atladılar ve hemen binanın<br />

arkasına doğru yöneldiler. Köşeyi döndüklerinde<br />

kimse yoktu , ancak çocuklar anlayamadı<br />

"Nerdesin lan şaka yapma artık kızıcak<br />

babamlar haydi!"<br />

"Ya abiciiim hadi artık ama ya !"<br />

"Mehmet nerdesin !<br />

Rüzgarda hışırdayan yaprak sesinden başka<br />

ses yoktu .......<br />

Yolculuğu<br />

Gölge: Öner S. Biberkökü kim?<br />

Öner S.Biberkökü: 1985 Adana<br />

doğumuyum. Ortaokulu Adana’da liseyi fen iseleri<br />

yatılı olduğu için Mersin’de okudum. Yıldız Teknik<br />

Üniversitesi Matematik Bölümü ve Nazım Hikmet<br />

Akademisi Sinema Bölümünü bitirdim. 10 Yıldır<br />

aynı barda çalışıyorum. Şuan 3. Şubesinde Beşiktaş<br />

Joker No: 19’da Cuma-Cumartesi akşamları fotoğraf<br />

çekip facebook esabına yüklüyorum. Bir yandan<br />

da Babylon’a çizgi roman yolculuğunun müzik<br />

versiyonu sayılabilecek Babylon Stories serisini<br />

hazırlıyorum.<br />

Gölge: Matematik eğitimi almış bir yönetmen<br />

olarak soralım, çizgi roman senin için ne ifade<br />

ediyor?<br />

Bilmiyorum henüz Çizgi Roman Yolculuğu ile tanışmayan<br />

var mı? Öner Biberkökü adını ben o kısa belgesellerle<br />

tanıdım. Çizgi romanımızın değerli çizerlerini okuruyla<br />

profesyonelce hazırlanmış videolarla tanıtmak. Ve bunu<br />

aşkla, bir gelir elde etmeden yapmak. Öner ile güzel bir<br />

röportaj yap-tık, onun yaptığı video röportajlar kadar<br />

keyif verici mi bilemem ama ben Öneri bu röportajı<br />

yapınca daha bir sevdim.<br />

Öner S. Biberkökü: Çizgi roman herkesin<br />

çocukluğuna bi dönem girip çıkmıştır. Benim için<br />

ise ‘çizgi roman okuyordum’ yerine ‘Örümcek Adam<br />

okuyordum’ demek daha doğru olur. Adana’da<br />

gazete bayilerinde siyah beyaz eski basım Örümcek<br />

Adam ciltleri olurdu. Onları alır okurdum sürekli.<br />

Bazen paket halinde gelirdi. Pakette bir Örümcek<br />

Adam bir de Superman olurdu. Superman’e ol-dum<br />

olası ısınamadım. Düşmanla karşılaştığı zaman, bir<br />

önceki hikâyede yaptığı saldırıyı neden yapmadığına<br />

bir türlü anlam veremezdim. Çok fazla gücü var<br />

fakat nerede ne kullanacağını bir türlü aklına<br />

getiremiyor. Bir bölümde kötü adamı atmosferden<br />

çıkartıp bayıltırken, bir bölümde etrafında çok hızlı<br />

dönüp bir girdabın içerisinde bırakırken başka bir<br />

macerada bunlar aklına gelmiyor. Sinirlenirdim<br />

14 15


okurken. İçimde “ışın atsana işte ya” ya da “Koş uzaklaş<br />

işte“ dediğimi hatırlıyorum. Ama benim bi dönem<br />

çok anlamasam da Fizik’e ilgi göstermemin bir<br />

nedeni de yine bir Süperman hikâyesidir. Hikayede<br />

genç bir kadın astronot vardı, yine bir maceralar<br />

kahramanlıklar derken bir uzay yolculuğunun<br />

ardından Superman kadını dünyaya sağ salim getirip<br />

yine günü kurtarıyor.. Dünyaya döndüklerinde ise<br />

kaskını çıkartan kadının yaşlandığını gördüğümde<br />

çok etkilenmiştim. Dünyaya göre 1 günde geçen<br />

bu macera uzaydaki zaman göre yıllar sürmüş ve<br />

kadın yaşlanmıştı. Bu öykünün hevesiyle bir süre<br />

daha okuduysam da başka da iyi hikâyesi çıkmadı<br />

Süperman’in. Örümcek adam ise gerçekten hem<br />

maceralı hem de komik geliyordu bana. Ortaokul’da,<br />

gördüğün en iyi öğretmen Türkçe öğretmenimiz<br />

Mustafa Altıok, Anadolu Lisesinde olmamıza<br />

rağmen dersle-rine büyük özen ggösteriyordu. Bizi<br />

sürekli tiyatrolara götürüyor, eleştiriler yaptırıyor ve<br />

yerli edebi-yatı okutuyordu. O dönem favorilerim<br />

Reşat Nuri Güntekin ve Peyami Safa’ydı. O yaşta<br />

ne kadar oluyorsa artık bu yönden bir kaç adım<br />

ilerleme kaydedince çizgi romanların çok fazla<br />

tesadüfi olay-larla dolu olması beni rahatsız etmeye<br />

ve eski tadı vermemeye başladı. Sanırım ortaokul<br />

başından üniversite yıllarıma kadar bir daha çizgi<br />

roman okumadım. Üniversite yıllarım dediğim 8.5<br />

yıl sürdü tabii. Bu dönemde Watchmen, Sandman,<br />

Maus gibi eserler, çizgi romanın da ne kadar iyi<br />

hikâyeler anlatabileceğini bana gösterdi. Ardından<br />

Chris Ware çizdiği Jimmy Carigan: Smartest Kid On<br />

Earth bu alanda farklı tatlar aramama vesile oldu. Bir<br />

yerden bir türlü belki bir film fikrine ilham verecek<br />

diye okumayı bırakmadım.<br />

Gölge: Peki, Çizgi Roman Yolculuğu<br />

belgeselini hazırlamak fikri nereden ortaya çıktı?<br />

Nasıl başladı yolculuk?<br />

Öner S. Biberkökü: Bunu tam anlatabilmem<br />

için biraz geriye gitmek lazım.<br />

Matematik bölümün geç bitirmemin bir<br />

nedeni de aslında sinemaya olan ilgimdi. Her fırsatta<br />

film izlesem de film hayalleri kurmam lise son sınıfı<br />

buldu. Üniversiteye geldiğimde ilk iş sinema kulübüne<br />

koştum. Sinema kulübü Beşiktaş’ta, Matematik<br />

bölümü ise Davutpaşa’da olunca, ben daha çok<br />

Beşiktaş’a sinema kulübüne gitmeyi seçtim. Orada<br />

sanki aynı dili konuştuğumuz birilerini sonunda<br />

bulmuş gibi hissettim. Her gün sinema kulübüne<br />

gidip, filmler izliyordum. O dönem bilgisa-yarım da<br />

olmadığı için, kulübün sinema salonu büyülü bir<br />

yerdi. Aynı dönemde de Taksim’de barda bulaşıkçı<br />

olarak çalışmaya başlayıp kısa sürede garsonluğa<br />

terfi ettim. Bunlar olurken vizeler, finaller kaçmaya<br />

okul uzamaya başladı. Zaten matematik bölümünü<br />

de yapamayacağımı anlamıştım. Kendi kendime<br />

forumlardan, internetten kamera, kurgu, senaryo<br />

konularını öğrenmeye başla-dım. Ufak ufak videolar<br />

üretmeye başladım. İmkânlar kısıtlı olunca, zorda<br />

kalırsam diye video üretiminin her alanına çalıştım.<br />

Sonraki yıllarda da projesine göre yerine göre<br />

efektçi, yerine göre görüntü yönetmeni, yerine<br />

göre kurgucu, yerine göre de yönetmen olarak yer<br />

aldım. Teknik anlamda en büyük sıçramayı TRT 1’e<br />

yaptığımız oyun-internet programında Görüntü<br />

yönetmeni ve Görsel efektçi olarak çalışmak zorunda<br />

kalınca yaşadım. Kısa sürede kamera kullanmayı ve<br />

efekt işlerini öğrenmek zorunda kaldım, iyi de oldu.<br />

(Merak edenler İnternet Dünyası diye aratabilirler).<br />

Çizgi Roman yolculuğu aslında bu mecburiyetler<br />

sonucu öğrendiklerimle oluştu. Başka türlü tek<br />

başıma altından kalkamazdım.<br />

2009 yılında Nazım Hikmet Akademisi’nin<br />

ilanını gördüm. O sırada Adana’da, aile<br />

ziyaretindeydim. Akademide ders verecek isimler<br />

beni çok heyecanlandırmıştı; Handan İpekçi, İnan<br />

Temelkuran, Özcan Alper, Mustafa Ziya Ülkenciler,<br />

Semir Aslanyürek… İnternetten başvuru yaptım.<br />

Mülakata çağırdılar, İstanbul’a. Okulum uzamışken<br />

anneme, babama bu durumu açıklamam pek<br />

mümkün değildi. Önce okulunu bitir, sonra böyle<br />

şeylerle uğraş diyeceklerinden emindim, ama<br />

mülakata girmeyi çok istiyorum. Sabah evden<br />

arkadaşımla buluşacağım deyip çıktım, uçağa<br />

bindim İstanbul’da akademinin mülakatına girdim<br />

ve akşam uçakla tekrar eve döndüm. Kimse<br />

şüphelenmedi. Akademiyi kazandım, burslu. 3 yıl<br />

okudum. Bu 3 yılda sanırım Matematik bölümününde<br />

1 ders dahi geçemedim. Annem artık bitmeyen<br />

okulumun utancıyla, beni soran komşulara yalan<br />

söylemeye başlamıştı. “Öner okulu bitirdi, çalışıyor”<br />

diye. 2. yılımda hocam İnan Temelkuran’la çalışma<br />

fırsatı doğdu. Çok iyi bir sinemacı, ondan çok şey<br />

öğrendim. İnan Temelkuran’ın Siirt’in Sırrı filmi<br />

Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal film<br />

16 17


Festivallerinde toplam 4 ödül aldı. Bu tamamen İnan<br />

Temelkuran’ın başarısıydı. Ödüllerden Biri de kurgu<br />

ödülüydü. Ben ödülü almaya gidemedim, çünkü<br />

kalktı denilen harçlar, benim gibi okulu uzatanlara<br />

kalkmamıştı. Hâlbuki yıllarca ödeyen bendim,<br />

sürekli müşteriydim, asıl benden almamaları<br />

gerekirdi. Ama öyle olmadı. Hemen haber oldu<br />

tabii: Uçak parasını harca yatırdı, ödülünü almaya<br />

gelemedi diye. Bir gazete de benimle ilgili habere<br />

“Vay garibim vay” diye başlık atmış. Annem de ertesi<br />

sabah kahvaltı sonrasında çay içerken kurcaladığı<br />

gazetede bu haberi görüyor. Beni aradı, çok kızdı<br />

“Beni mahalleye rezil ettin “ dedi. Okulu bitirmediğim<br />

ortaya çıkmıştı. Böylece işlerimi tamamen bırakıp<br />

okulu bitirmek üzere okula döndüm. Böylece<br />

Matematik Bölümünden mezun oldum. Annemi<br />

bu kadar üzdükten sonra isteğini kıramayıp bir<br />

de üzerine Pedagojik Formasyon’a başladım.<br />

Pedagojik Formasyon benim gibi Matematik, Fizik<br />

gibi bölümlerden mezun olanlara 1 yıllık bir ek<br />

eğitim sonucu KPSS’ye girip devlet okullarında<br />

öğretmen olma şansı tanıyor. Kendimi bildim bileli<br />

de annem “İyi düşün bak, hafta sonları tatil, yazları<br />

tatil, bayramlar tatil” diye aklıma girmeye çalışır.<br />

Matematik okurken yaptığım hayatı yapmayıp,<br />

Formasyon süresinde başka işlerle ilgilenmemeye<br />

karar verdim. Sadece yaklaşık 10 yıldır çalıştığım<br />

Joker’de hafta sonları fotoğraf çekiyordum. Bu<br />

dönemde boş vaktim oluşunca okumalarım<br />

izlemelerim arttı. Cannes Film Festivalinde en büyük<br />

ödül olan Altın Palmiye alan Mavi En Sıcak Renktir<br />

filminin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu<br />

öğrendiğim çizgi roman okumalarımı da arttırdım.<br />

Bizde yerli çizgi roman üretimi ne aşamada diye<br />

araştırmaya başladım Bu süreçte yerli yabancı çok<br />

çizgi roman okudum. Yerli üretime dair çok kaynak<br />

bulamadım. Üretme dürtüsü de alttan alta rahatsız<br />

etmeye başladı. Sonra bir yandan formasyona<br />

devam ederken bir yandan okuduğum, sevdiğim<br />

çizgi romanları youtube üzerinden tanıtmaya karar<br />

verdim. Çıkıp anlatacaktım işte en basit haliyle.<br />

Formasyon eğitimimi aksatmadan, beni yormayan<br />

küçük videolar üretmekti amacım. O sene, A Beautiful<br />

Darkness, This one Summer, Andre the Giant, Saga,<br />

sex criminal beğendiğim ve tanıtmak istediğim<br />

çizgi romanlardı. Çizgi Yoman Yolculuğu’nun ilk<br />

formatı buydu aslında: Çizgi roman tanıtımı ve<br />

eleştirisi. Bir çizgi roman delisi olan arkadaşım Can<br />

Alkaya’nın da yardımıyla formatı biraz genişletmeye<br />

çalıştık. Bir sunucunun olduğu, tanıtımları ve<br />

eleştirileri hâli hazırda eleştiri yazanların yaptığı<br />

bir forma büründü. İnternet üzerinden çizgi roman<br />

üzerine az çok yazan kişilere ulaştım. Bunlardan<br />

birisi de Alt Evren’den Berk Uralcan’dı. Durmadan<br />

yazıyor. Benden daha iyi eleştireceği kesindi.<br />

Yazdığım kişilerle bi türlü bir araya gelemedik. İşin<br />

içine girdikçe format arayışlarım hız kazandı, hatta<br />

internette benim sunum denemelerim de var, az<br />

kalsın öyle olacaktı. Sanırım televizyonlarındaki<br />

sabah programları benzeri bir şey ortaya çıkmak<br />

üzereydi. Bir gün Tern Ninja da Devrim Kunter’in<br />

Seyfettin Efendi çizgi romanı üzerine bir yazıya<br />

rastladım. Sitesinden Devrim Kunter’e mail attım.<br />

İnternet üzerinden yayınlamak üzere video röportaj<br />

yapabilir miyiz yazmıştım. 2-3 kişiye daha mail<br />

yolladım, numaralar aldım derken ilk gün Devrim<br />

Kunter, İlke Keskin, Hakan Tunga Kalkan ve Serkan<br />

Özay’la aynı mekânda röportaj yaptık. Tam olarak<br />

ne hazırladığımı bilmediğimden Çizgi roman<br />

uyarlamalarından, Marmara Çizgi’nin yeni basacağı<br />

kitaplara kadar aklıma ne geldiyse sordum. Röportaj<br />

serisi Yıldıray Çınar, Berat Pekmezci, Levent Cantek,<br />

Hakan Tacal, Emre Yavuz, Ertan Ertgil, Ahmet<br />

Kocaoğlu, Emrah Ablak şeklinde devam etti.<br />

Ama hala ne ne yapacağımı biliyordum, ne de bir<br />

bölüm yayınlamıştım. Nasıl olduysa bir türlü çok<br />

sorgulamadılar ve saatlerce sorulara cevap verdiler.<br />

Hızımı alamadım ve İlban Ertem’e ulaştım. İlban<br />

Ertem Bodrum’da yaşadığından kendisiyle skype<br />

üzerinden konuştuk. O sıralar henüz Puslu Kıtalar<br />

Atlası’nın ne zaman çıkacağı belli değildi. (Elimdeki,<br />

bölüme koyamadığım röportajları, yeni bir kanal<br />

açıp Youtube üzerinden yayınlamayı düşünüyorum)<br />

İşe beraber başladığımız Can İstan-bul’dan taşındı.<br />

Tek başıma kaldım. Aylar geçti, ortada ne bölüm<br />

vardı ne de fikir. Röportaj yaptığım bu kişilerle<br />

karşılaştıkça “Ne oldu program” diye soruyorlardı.<br />

Kötü hissediyordum. İnternette en çok izlenen çizgi<br />

roman kanallarını araştırdım, hepsi çizgi roman<br />

tanıtıyordu. Aylarca kafamda kurduğum her şeyi<br />

bir kenara bırakıp, sadece röportajlardan üretmeye<br />

karar verdim. İlk yaptığım röportajdan tam 5 ay sonra<br />

formasyonu bitirdiğim gibi ilk bölümü yayınladım.<br />

Tüm çizgi roman yayınevleri Facebook sayfalarından<br />

paylaştı. Beklediğimin çok üzerinde bir ilgi oldu.<br />

Hemen yeni bölümü hazırlamaya başladım. İlk<br />

bölümün seslendirmesini de ben yapmıştım.<br />

Neyse ki ilk bölümden sonra akademiden Oyuncu<br />

Yönetimi Hocam Akademisyen Özlem Turhal de<br />

Chiara seslendirme yaparak programa destek<br />

verdi. Böylece program biraz daha toparlandı.<br />

4. bölümü Yekta Kopan’ın seslendirmesi ve aynı<br />

bölümün Cermodern’de düzenlenen Puslu Kıtalar<br />

Atlası sergisinde 1 ay boyunca sergi kapsamında<br />

gösterilmesi de bölümlerin devam etmesinde etkili<br />

oldu.<br />

Gölge: Belgeselde hareketli bir kurgu<br />

yapıyorsun. Daha önce de Altın Koza’da en iyi<br />

kurgu ödülünü aldın. Nasıl hazırlıyorsun kurguyu,<br />

10 dakikalık bir yayın için kaç saat çekim yapıp kaç<br />

şehir dolaşıp kaç saat After’da animasyon hazırlayıp<br />

ondan sonra bize bunu 10 dakikalık, lezzetli,<br />

heyecanlı bir program olarak sunuyorsunuz?<br />

18 19


Öner S. Biberkökü: Altın Koza’dan aldığım<br />

ödül, dışarıdan bakılınca kurgu konusunda müthiş<br />

bir kabiliyetim varmış gibi görünüyor, fakat<br />

öyle değil. Kurgu öncelikle disiplinli bir çalışma,<br />

sonra sabır isteyen bir alan. Bende ikisi de yok.<br />

Video üretirken heyecanlı, sabırsız, düzensiz ve<br />

disiplinsizim. O kadar karışık çalışıyorum ki, 1 ay<br />

sonra projeyi tekrar açmam gerekirse ben bile<br />

işin içinden çı-kamıyorum. Kurgu her yönetmenin<br />

mutlaka iyice öğrenmesi gereken, sinema veya<br />

video üretiminin çok önemli bir ayağı olduğu için<br />

öğrenmeye çalıştım. Akademide bize öğretilen<br />

ilk şey, kendin yazmasan da bir senarist kadar<br />

senaryoyu, kendin kurgulamasan da bir kurgucu<br />

kadar kurguyu bilmen gerektiğiydi. Kurgu üzerine<br />

kitaplar okudum, çalışmalar yaptım ama bunu<br />

Akademi eğitimi sırasında, yönetmenlik, görüntü<br />

yönetmenliği ve senaryo üzerine de yaptık. Bu<br />

sinema eğitimi alan herkesin yaşadığı bir süreç.<br />

Ama yaptığım çalışmaların Çizgi Roman Yolculuğu<br />

benzeri videolarda çalışır bir yanı yok. Çizgi Roman<br />

Yolculuğu’ndaki kurgu Çok pratik yaparak çok çabuk<br />

kazanabilecek bir beceri. Çünkü ilk amaç: sıkmaması.<br />

Araya nelerin girdiğinin çok önemi yok. Lezzetli,<br />

heyecanlı gelmesine çok sevindim. Ben de böyle<br />

şeyler yapmayı aslında bu programla öğrendim<br />

diyebilirim. İlk bölüme geri dönerseniz, ya da<br />

Yıldıray Çınar’ın ilk versiyonuna, son bölümlere göre<br />

çok daha sıkıcı geleceğinden eminim. Her bölümde<br />

yeni şeyler öğrendim daha çok dikkat ettim, hep bir<br />

önceki bölümden daha iyi olması için uğraştım.<br />

Yıldıray Çınar’ın ilk versiyonunu yaparken<br />

içimden defalarca “ Başka bölüm yapmicam” diye geçirdim.<br />

Çok yordu, zordu. Açılış jeneriğini hazırladım.<br />

Yıldıray Çınar’ın tanıtım metnini internet araştırması<br />

yapıp yazdım. Onu olabildiğince sadeleştirdim.<br />

Bahsedilen çizgi romanları buldum. Onları after<br />

effectste akıcı bir hale getirmeye çalıştım. Özlem<br />

Hocamın yanına gidip sesi aldım. Superior Ironman<br />

için animasyon hazırladım. Yıldıray Çınar’ın ismi<br />

göründüğünde belirecek olan demir adam için,<br />

demir adam filmini izleyip uygun bir sahne buldum.<br />

Demir adamı oradan kesip (rotoscope) onu sahneye<br />

uygun şekilde yerleştirmeye çalıştım. Sonra Yıldıray<br />

Çınar’ın ikinci bölümde tanıttığı çizgi romanları<br />

bulup sayfalar indirdim. Sonra da röportajların<br />

kurgusunu yaptım. Bitti mi? Bir de bölümün sonuna<br />

Emrah Ablak için Teaser hazırladım. Sanırım 10<br />

gün sürdü. Ama bu 10 gün, normal bir iş hayatı<br />

gibi değil, sabahtan, gece yatana kadar süren bir<br />

mesai. Aslında bir ekip olsa çok daha kısa sürer. Yani<br />

araştırmaları birisi, Animasyonları birisi, Kurguyu<br />

birisi yapsa sanırım 3 günde biter.<br />

Çekim kısmı biraz sancılı. Mesela En son<br />

yaptığım Ersin Karabulut çekimi sanırım bir 7 saat<br />

sürdü. Bu kadar sürmesinin bir nedeni tek olmam,<br />

diğer nedeni de çok konuşmam.<br />

Bazı bölümleri 2 defa çektim. Mesela<br />

bunlardan birisi Yıldıray Çınar bölümü. Kullandığım<br />

bir müzik dolayısıyla Youtube bölümün sesini<br />

silince, ben de bu bahaneyle kendisiyle tekrar<br />

görüştüm. Daha iyi oldu. Çocukluk çizimlerini ve<br />

çocukluk arkadaşlarını da bölüme eklemiş oldum.<br />

Levent Cantek, Berat Pekmezci bölümünü de 2<br />

defa çektim. İlk çektiğim sırada dediğim gibi ne<br />

yapacağımı bilmi-yordum. Kurguya oturduğumda<br />

içime sinmedi. Ankara’ya gidip Levent Cantek’le<br />

tekrar görüştüm. Berat Pekmezci’yle ikinci kez<br />

görüştüğümde ilkine göre çok daha iyi bir röportaj<br />

oldu. İlkinde tanışmadığımızdan ve ne yapacağım<br />

belli olmadığından röportaj da biraz soğuk ve<br />

kötü olmuştu. llban Ertem bölümünü de 2 defa<br />

çektim. Skype röportajı, görüntü fena olmasa da<br />

ses açısından berbat oldu. Ama kitabın çıkma tarihi<br />

gelince, Bodrum’a gidip, eskizlerle birlikte kendisini<br />

çekmek daha cazip geldi. Sonuç daha iyi oldu.<br />

Gölge: Nelerle karşılaşıyorsunuz çekim<br />

sürecinde? Güzel anılarınız var mı? Eğlenceli mi<br />

süreç?<br />

Öner S. Biberkökü: Yorucu olsa da, ben çok<br />

keyif alıyorum. Bölümlerde izlediğimiz 10 dakikalık<br />

bir röportaj ama aslında saatlerce konuşuyoruz,<br />

tartışıyoruz. Yıllardır okuduğum yazar/çizerler bunlar.<br />

Bu vesileyle aslında tanışma, sohbet etme şansını<br />

da yakalıyorum. Mesela Bodrum’a İlban Ertem’in<br />

yanına gittiğimde önce uzun süre sohbet ettik, bir<br />

sürü soru sordum. Ama kamerayı kurmamıştım bile.<br />

Uçak saatim yaklaşınca son 1 saatte o izlediklerinizi<br />

çektim. Böyle çok sevdiğim çizerlerle buluşunca,<br />

önceliğim çekim yapmak olamıyor. Emrah Ablak<br />

ziyaretim de 7-8 saat sürmüştü. Beni bir daha<br />

davet etmek istemez galiba. 1-2 saat diye gidip 8<br />

saat durdum. Ama sinemadan çizgi roman kadar<br />

uzunca sohbet ettik. Böyle anlatınca da Çizgi<br />

Roman Yolculuğu sevdiğim çizerlerle görüşmek<br />

için uydurulmuş gibi görünüyor. Biraz öyle bir yanı<br />

da olabilir. Çizerler çok konuştuğum için benim<br />

gibi bakmıyorlardır tabii ama bölümü yayınlayınca<br />

durumu telafi ediyorumdur. Çizerlerle çalışmanın en<br />

büyük zorluğu, gerçekten çok vakitlerinin olmaması.<br />

İlban Erteml’le komik bir anım da oldu.İlban<br />

Ertem’le konuşmak istiyordum. Henüz Levent<br />

Cantek’le de tanışmadığımız için numarasını<br />

20 21


alabileceğim kimse yoktu. İnternet sitesinde bir mail<br />

adresi vardı. O adrese oturdum uzun uzun bir mail<br />

yazdım. Bir yandan da, maillerine bakıyor mudur ki?<br />

diye geçiriyordum aklımdan. Ama aynı gün mail geri<br />

geldi. Böyle bir mail adresi yok dedi. İlban Ertem’in<br />

internet adresinde yazan mail adresi yanlıştı.<br />

Yılmadım, aklıma gelen tüm kombinasyonları<br />

denedim. Yani aynı maili ilbanertem@gmail,<br />

ertemilban@gmail, ilban_ertem@gmail ve sonra<br />

hotmail, yahoo gibi 10-15 civarında mail adresine<br />

yolladım. Birisi doğru çıktı, İlban Ertem olumlu dönüş<br />

yaptı. Numarasını yazdı. Ertesi gün telefondan,<br />

yazdığı numaraya whatsapp yoluyka mesaj yazdım.<br />

“Kibarca ne zaman röportaj yapabiliriz?” diye<br />

soruyordum. 2 gün bekledim, cevap gelmedi. 3. gün<br />

aradım “Merhaba, röportaj için yazmıştım, ne zaman<br />

konuşabiliriz” gibi bişey dedim. Kendisi de “Şu an<br />

yoldayım İstanbul’a doğru, 1 gün dinlenip seni geri<br />

ararım” dedi. Böyle böyle neredeyse 1 hafta geçti.<br />

2 gün sonra whatsaptan tekrar yazdım. “Sizinle<br />

Puslu Kıtlar Atlası serüveni hakkında röportaj yapmak<br />

istiyorum” diye. Şöyle bir cevap geldi “Puslu Kıtalar<br />

Atlası serüveni nedir bilmiyorum, umarım topluma<br />

faydalı bir iş yapıyorsunuzdur, kolay gelsin“ diye.<br />

Meğerse İlban Ertem bana numarasını yazarken<br />

1 rakamı yanlış yazmış ve ben 1 hafta boyunca<br />

Samsunlu bir amcayla konuşup yazışmışım.<br />

Neredeyse onunla röportaj yapacaktık. Nedense son<br />

güne kadar da kendisiyle röportaj yapılmasını hiç<br />

garipsememişti. Fotoğraftan biraz şüphelenmiştim<br />

aslında. Bu durumu İlban Ertem’e mailde anlattım,<br />

amcanın Whatsapp profil fotoğrafını da yolladım.<br />

İlban Ertem’i epey güldürdü bu durum.<br />

Gölge: İlban Ertem, Yıldıray Çınar, Emrah<br />

Ablak gibi Türkiye’nin üst düzey çizerleri ile<br />

çalıştınız. Yakın zaman için kimler var listende? Yeni<br />

çıkan yayınlara göre mi devam edeceksin yoksa<br />

uzun süredir yeni işler üretmemiş eski kurtları da<br />

görebilecek miyiz Çizgi Roman Yolculuğu’nda?<br />

Öner S. Biberkökü: Aslında röportajlar<br />

yaptıkça, ilgimi çizgi roman konusunda asıl<br />

çeken şeyi daha net anlamaya başladım. Çizgi<br />

Romandan para kazanamayacağını, çok da bir<br />

prestiji olmadığını, çok dar bi kitleye hitap ettiğini<br />

bilmesine rağmen, şu an bireysel çabalarla çizgi<br />

roman üreten çizerlerin işinden gücünde vakit<br />

ayırıp, uykusundan çalıp çizgi roman üretmesi ve<br />

bunun arkasında yatan tutku. O yüzden bu benim<br />

için sadece bir Çizgi Roman serisi değil. Bir tutkunun<br />

peşinden, sonucu baştan belli bir yola giren çizerler/<br />

yazarların hikâyesi. Önceliğim bugün, bu şartlarda<br />

üretenler. Bu “eski kurtlar”la görüşmek istemiyorum,<br />

beğenmiyorum, görüşmeyeceğim demek değil.<br />

Onlar da isterlerse ilerleyen bölümlerde elbette<br />

görüşeceğiz.<br />

Şu an çekimlerinin tamamladığım Kenan<br />

Yarar, Ersin Karabulut, Mahmud Asrar var.<br />

Uykusuz’un yakında çıkartacağı çizgi roman dergisi<br />

için de bir bölüm olacak. Çekimlerine başladım. Bu<br />

bölümde Yılmaz Aslantürk, OKY, Memo Tembelçizer,<br />

Emrah Ablak, Kenan Yarar, Ersin Karabulut ve Cihan<br />

Kılıç olacak. Henüz iletişime geçemediğim fakat<br />

ilgilenirlerse ilk fırsatta görüşeceğim Cem Özüduru,<br />

Galip Tekin ve Kutlukhan Perker var.<br />

Gölge: Pek çok televizyon programından<br />

daha kaliteli bir iş çıkarttın, yine de Podcast<br />

olarak yayın yapıyorsunuz. Bu işin bir geliri de yok<br />

gördüğümüz kadarıyla. Bu sevdanın karşılığı sadece<br />

sevgi saygı anlayış mı?<br />

Öner S. Biberkökü: Bunu sadece çizgi romana<br />

olan sevgime bağlarsam yalan söylemiş olurum.<br />

Çizgi Roman Yolculuğu benim işsiz olduğum, pek<br />

iş gelmediği bir dönemde üretmeye devam etmek<br />

için başladığım bir proje. Bu program bana<br />

yönetmen olarak bir çalışma alanı açıyor. Aklıma<br />

gelenleri deneyebildiğim, içerik ve süre olarak<br />

özgür olduğum bir alan. Kendimi geliştiriyorum.<br />

Ve üstelik az belli bir izleyici kitlesi de var. Bu beni<br />

daha iyi şeyler yapmaya çalışmak konusunda motive<br />

ediyor. Aldığım yorumlar benim diğer işlerimi de<br />

etkiliyor. Mesela Çizgi Roman Yolcuğu saye-sinde<br />

Babylon’a benzer formatta müzik içerikli videolar<br />

üretmeye başladım. Çizgi Roman yolculuğu<br />

bölümlerinde yazılan güzel yorumların üzerimde<br />

bıraktığı etki diğer işlerimi de iyi yönde etkiliyor.<br />

İnsanlardan güzel şeyler duymaya da ihtiyaç var,<br />

veya işinizin internette paylaşıldığını görmeye.<br />

Çizerlerle tanışmak da cabası.<br />

Ben de isterim ufak da olsa bir geliri olsa<br />

bu işin de başka işlerle uğraşmadan bunu yapsam.<br />

Ama bu işe, hitap ettiği kitlenin azlığı dolayısıyla<br />

kimsenin sponsor olmak isteyeceğini, para<br />

vereceğini düşünmedim. O yüzden de aramadım.<br />

Bir gün uygun şartlarda bir sponsor çıkarsa da, o<br />

zamanki şartlara göre düşünülür.<br />

ilk röportajları yaptığım gün, kafamda<br />

belgesel düşünceleri oluşmaya başlamıştı. İlk<br />

bölümle birlikte bunu, yolculuğu tamamladığımda<br />

yeni baştan çekerek oluşturacağım belgeselin birer<br />

ön çalışması olarak düşündüm. Hem dilini oturtmaya<br />

çalışacağım, hem çizerlerle tanışabileceğim, hem<br />

de her bölüm sonunda geri dönüşlerle, önerilerle<br />

gelişen bir çalışma olarak düşündüm. Böyle<br />

düşünürsek, bir gelirinin olmaması çok da rahatsız<br />

etmiyor. Geçinebildiğim sürece.<br />

Aslında bu yaptığıma şöyle bakmak lazım;<br />

Eskiden çizerlerin yayımlanan işleri dışında, bir<br />

cafede kahve içerken veya öylesine aklına gelen<br />

bir şeyi denerken çizdiklerini pek bilmezdik. Nasıl<br />

Instag-ram sayesinde çizerlerin her karalamalarını,<br />

denemelerini, çalışmalarını görür olduysak, Youtube<br />

da benim gibi video üreticileri için biraz öyle<br />

oldu. Mesela yeni bölümlerde, (Muhtemelen Cem<br />

Özüduru’nun bölümünden başlayarak) çizerin ya da<br />

işlenen kitabın havasına uygun , oyunculu sahneler<br />

de çekip eklemek istiyorum. Belki iyi olacak, belki<br />

facia. Bolca denemek istiyorum.<br />

Çizgi Roman yolculuğu için sık sık “Ticari<br />

Değil” deme nedenim de bu aslında.<br />

Gölge: Çizgi Roman Yolculuğu güzel gidiyor<br />

ama bir yerde sonlanırsa gönlünden geçen proje<br />

ne, uzun metraj bir belgesel, bir sinema filmi ya da<br />

bir dizi yapmak geçiyor mu aklından?<br />

Öner S. Biberkökü: Dizi yapmak benim<br />

karar verebileceğim bir şey değil. Televizyon çok<br />

farklı işliyor. Çizgi Roman Yolculuğu bitince uzun bir<br />

çizgi roman belgeseli yapmayı çok istiyorum. Ama<br />

çizerlerin bu kadar az vakitlerinin olduğu gerçeğiyle<br />

yüzleşince, gerçekleşemeyeceğinden korkma-ya<br />

başladım. Şu an Babylon’a içinde Düşler Akademisi<br />

ve Barış İçin Müzik’in de olduğu çekimlerini yazın<br />

yaptığım yaklaşık 1 saatlik bir belgesel üzerinde<br />

çalışıyorum. (Çizgi Roman Yolculuğu’nun 6. ve 7.<br />

bölümü arasında bu kadar zaman farkı olmasının<br />

nedeni buydu). Haftaya Yine Babylon için Okay Temiz<br />

kısa belgeseline başlayacağım. Ama asıl istediğim<br />

tabii ki uzun metraj bir kurmaca film. Bu konuda<br />

da aklımda eskilerden dönüp duran fikirler olsa da,<br />

Orhan Kemal’le ilgili bir hikâye galip çıktı. 2 aydır<br />

fırsat buldukça da ona çalışıyorum. Ama çok yavaş<br />

gidiyor.<br />

Madem soru aklımdan geçenleri soruyor,<br />

çizgi roman yapmak istemiyorum dersem de<br />

yalan olur. Bunun hikâyesi de hazır. Ama durumu<br />

özetlemesi için bir klişeyi yardımıma çağırayım: Çöp<br />

adam bile çizemem!<br />

Gölge: Bize zaman ayırdığın için Gölge<br />

e-Dergi olarak teşekkür ederiz.<br />

22 23


Melahat YILMAZ<br />

Film İnceleme<br />

George Lucas ve<br />

Yeni Başlayanlar için<br />

O’nun Yıldız Savaşları - II<br />

Son üç macera Darth Vader’a yani onun<br />

karanlık tarafa geçişi ve geçmeden önceki kimliği<br />

olan Anakin Sykwalker’a odaklanıyor.<br />

Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike (1999)<br />

“Bir Jedi olacaksın, söz veriyorum!”<br />

Barışçıl ve silahsız bir gezegen olan Naboo<br />

Cumhuriyetin aldığı vergileri protesto etmek amacı<br />

ile Ticaret Federasyonu tarafındann işgal edilir. Bu<br />

durumu düzeltmek ve kraliçe Amidala’yı kurtarmak<br />

için iki Jedi görevlendirilir. Qui-gon Jinn ve genç<br />

padawanı Obi-Wan Kenobi...<br />

Görevlerini başlarına gelen tüm zorluklara<br />

rağmen tamamlayıp kraliçeyi ve yanındaki kovulmuş<br />

sakar Jar-jar Bings’i kurtaran kahramanlarımız<br />

gemilerindeki bir arıza sebebiyle istemeden de olsa<br />

çölün ortasındaki Tatooine’ne iniş yapmak zorunda<br />

kalırlar. Düşman peşlerindedir ve bu gezegen çok<br />

göz önünde olmayan izbe bir yer olduğu için onlara<br />

avantaj sağlar. Ama tek şansları bu olmayacaktır.<br />

Orada karşılaştıkları akıllı, becerikli ve inanılmaz<br />

yetenekli bir çocuk köle gücün tüm dengesini<br />

değiştirmek için onları bekliyordur bilmeden de<br />

olsa. Anakin Skywalker isimli bu sevimli çocuk<br />

“Seçilmiş Kişi”dir ve güce denge getireceğine dair bir<br />

kehanetin ortasında durmaktadır.<br />

“Korku karanlık tarafın yolu... Korku öfke olur,<br />

öfke de nefret.nefret acıyı getirir. Korkuyla dolu senin<br />

için!”<br />

Serinin ilk üç adımının üzerinden 20 yıl<br />

geçmiştir. George Lucas aslına bakarsanız yeni bir<br />

Star Wars bölümü çekilmeyeceğini her seferinde<br />

dillendirmektedir. Fakat sonunda yönetmen<br />

koltuğuna bir kez daha oturmaya karar verdi. Yapım<br />

için çok büyük bir emek hazrcandı. Kullanılan<br />

dekorlar, oluşturulan devasa setler ve yatatıklar,<br />

makineler ve çöllerde geçen fırtınalı günler.<br />

Çekimler bitip de herşeye rağmen güzeldi denildiği<br />

sırada ekibin ve Lucas’ın moralini bozan eleştiriler<br />

peş peşe gelmeye başladı. Eleştirmenler ve bir<br />

kısım hayran kitlesi George Lucas’ın yönetmenliği,<br />

Natalie Portmant’ın oyunculuğu, Jar-jar karakteri ve<br />

daha bir çok ayrıntı sorgulandı, beğenilmedi. Ortak<br />

tek beğeni ise Ewan McGregor ve Liam Neeson’un<br />

başarılı oyunculukları oldu. Fakat film gösterime<br />

girdiği andan itibaren gişe rekorları kırdı, halkın<br />

sevgilisi haline geldi. Bir efsane 20 yıl önce başlamıştı<br />

lakin bu efsane daha bir başka olacaktı. Biri diğeri<br />

olmadan diğeri yapamayacaktı.<br />

Yıldız Savaşları Bölüm II: Klonların Saldırısı<br />

(2002)<br />

“Bir Jedi öfkeyi bilmez. Ne nefreti... Ne sevgiyi...”<br />

Kraliçe Amidala yeni kraliçenin verdiği<br />

yetkiyle senatör olmuştur. Anakin Sykwalker ile<br />

karşılaşmasının ardından on yıl geçmiştir. Amidala<br />

için Anakin Jedi’lerin kanatları altına giren şirin, akıllı<br />

bir çocuktur. Fakat Anakin tam on yıl boyunca ona<br />

büyük bir aşk beslemiş ve bu aşkı kalbinde kendi<br />

ile beraber büyütmüştür. Oysa ki aşk ve bunun<br />

gibi bağlılıklar Jedi öğretisinde yasaktır. Anakin ise<br />

Amidala’yı bir kez daha göreceği günü bekleyerek<br />

büyümüştür.<br />

İşte o gün on yıl sonra Amidala’nın<br />

senatör olarak bir oylamaya katılmak için geldiği<br />

cumhuriyette başına gelen bir suikast sonucu gelir.<br />

Cumhuriyet Şansölye Palpatine’in etkisi altındadır.<br />

Siht lordu Kont Dooku Cumhuriyete karşı komplolar<br />

peşindedir. Aslında tehlike daha derindir lakin birileri<br />

ortalığı karıştırarak savaş çıkarmak niyetindedir. Ve<br />

bu tehlike giderek gün yüzüne çıkmaktadır.<br />

24 25


Anakin bu bölümde aşkı, nefreti ve ölümün<br />

acısıyla birlikte öfkeyi öğrenecektir. Ve bir yemin<br />

edecektir hayatının akışını değiştirecek nitelikte.<br />

Bundan sonra asla sevdiği birini ölüme teslim<br />

etmeyecektir.<br />

Klon Savaşları tıpkı diğer Star Wars<br />

bölümlerinde olduğu gibi o güne kadar<br />

kullanılmayan tüm teknolojinin beyazperdeye<br />

sirayet ettiği bir yapımdı. Kullanılan çekim teknikleri,<br />

kostümler ve hikayenin can bulduğu devasa<br />

dekorlar... Yönetmen koltuğunda evladını kimseye<br />

teslim etmek istemeyen George Lucas oturuyordu<br />

yine. Yapım çok ağır eleştirilere maruz kaldı ilk başta<br />

alışıldığı üzere fakat sonrasında sonuç değişmedi.<br />

Hayran kitlesi her ne kadar beğenmeyenleri olsa<br />

da arttıkça arttı ve fesaneye gölge düşürmeyen bir<br />

bölüm olarak sinema dünyasının raflarında ki özel<br />

yerini aldı.<br />

Yıldız Savaşları Bölüm III: Sith’in İntikamı<br />

(2005)<br />

“Demek ki özgürlük böyle ölüyormuş, binbir<br />

alkışla...”<br />

“Destan tamamlandı!” sloganıyla<br />

hayranlarının karşısına çıkan film serinin tüm<br />

yapımlarından daha çok beğenildi, çok daha iyi<br />

eleştiriler aldı ve sinema tarihine en iyi bilim-kurgu<br />

yapımları listesine üst sıralardan girerek efsaneye<br />

yakışır bir sona imza attı. Gişe de kırılması zor bir<br />

rekorla karşılandı. Kaptan koltuğunda yine yeni<br />

yeniden George Lucas oturdu hikayesini yazdığı<br />

maceranın mürekkebi kurumadan.<br />

“Güç kazanan herkes onu kaybetmekten<br />

korkar!”<br />

Tek derdi Cumhuriyeti ayakta tutmak olan(!)<br />

Şansölye Palpatin droidlerin lideri General Griveous<br />

tarafından tam da Klon Savaşlarının sonu gelmek<br />

üzereyken kaçırılır. Obi-Wan Kenobi ve ele avuca<br />

sığmaz öğrencisi Anakin Skywalker onu kurtarmak<br />

için görevlendirilir ve görevlerini başarıyla yerine<br />

getirirler. Kont Dooku Anakin tarafından öldürülür.<br />

General Griveous kaçar. Kont Dooku’nun ölümü<br />

savaşın arkasındaki gerçek güç için bir kayıp<br />

değildir. Lakin o kendine daha genç ve daha güçlü<br />

bir öğrenci seçmiştir.<br />

Bu arada Anakin hayatının aşkından çok<br />

güzel bir haber almıştır. Pad Me hamiledir. Evlilikleri<br />

hala gizli olmasına rağmen bu yeni bir umuttur<br />

aşıklar için fakat bu haber Anakin’in kabuslarını<br />

tetikler. Annesinin ölümünde gördüğü kabusları<br />

tekrar görmektedir. Annesinin yerinde bu kez Pad<br />

Me vardır. Anakin’e korku, öfkeyi, öfke de nefreti<br />

getirmek üzeredir. Jedi konseyi de ona Palpatin’le<br />

olan yakınlığı dolayısıyla şüpheyle yaklaşınca<br />

işin rengi iyice değişir. Lakin genç Jedi içinde çok<br />

büyük bir güç biriktirmektedir. Gücünün rengi ise<br />

yaşadıklarını nasıl değerlendirdiğine bağlı olacaktır.<br />

“İyilik bakış açısına göre değişir.”<br />

Yıldız Savaşlar’ından Dipnotlar<br />

Star Wars serisi yalnızca kullanılan yenilikler<br />

ve maceranın hikaye ediliş tarzıyla değil aynı<br />

zamanda müzikleriyle de unutulmaz efsaneler<br />

listesine adını yazdırdı. O muhteşem müziklerin<br />

yaratıcısı ise besteci John Williams’dı.<br />

Yıldız Savaşları karakterleri bakımından<br />

oldukça zengin ve bir o kadar da ilgi çekici bir<br />

efsaneye imza attı. Karakterleri hayran kitlesi<br />

tarafından öylesine benimsendi ve sevildi ki sanırım<br />

hiç bir yapım bu kadar değer kazanamadı izleyicisi<br />

tarafından. Bizde o karakterlere kısaca değinelim<br />

dipnotlarımızda. Atladığımız bir değer olursa affola<br />

diyerek...<br />

Anakin Skywalker/Darth Vader<br />

“Bana vaaz verme Obi-Wan. Jedi yalanlarının<br />

amacını biliyorum, senin gibi karanlık taraftan<br />

korkmuyorum.imparatorluğuma barış, özgürlük,<br />

adalet ve güvenli bir yaşam getirdim ben.”<br />

Tüm olaylar onun etrafında şekillenir. O<br />

seçilmiş olandır çünki. Güce denge getirecektir<br />

ve bir şekilde getirir de... Önce bir kahramandır.<br />

Jedi’ydır. Klon Savaşlarıyla ünü bir efsaneye dönüşür.<br />

Aşkla tanışınca onu kaybetmemek için herşeyi göze<br />

alır. Aydınlıktan karanlığın kucağına düşmeyi bile...<br />

Hırslıdır, akıllıdır, bir miktar da kibirli, içindeki güç<br />

kimsenin sahip olamayacağı kadar muhteşemdir.<br />

Bir çok kadın hayran için ise mükemmel aşıktır<br />

Anakin. Kahramanken aşkını korumak adına<br />

karanlıklar lordu Darth Vader’e dönüşür. İçinde<br />

yaptığı kötülükler adına pişmanlık duyarak...<br />

Luke Skywalker<br />

Kendini sıradan bir çiftçinin çocuğu sanan<br />

genç savaşçı sonunda ne kadar önemli bir kaderi<br />

olduğunu öğrenecek, efsanevi babası ile tanışacak<br />

hatta savaşacak ve son Jedi olarak galaksiye adını<br />

kazıyacaktır. Saf, nazik ve çocuksu bir karakteri<br />

vardır. Sevdiklerini ve inandığı değerleri korumak<br />

uğruna hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz.<br />

Obi-Wan Kenobi<br />

“Böyle giderse beni öldüreceksin!”<br />

Usta Yoda’dan sonra en büyük Jedi ustasıdır.<br />

Hem Anakin Skywalker’ı hem de oğlu Luke<br />

Skywalker’ı eğitme şansına sahip olmuştur. İnançlı,<br />

kurallara bağlı, dürüst, bilge ve nazik bir karakterdir.<br />

İyi bir savaşçı ve komutandır. Anakin’in karanlık tarafa<br />

geçişi onda çok büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve<br />

onulmaz yaralar açmıştır. Bu yüzden kendini içten<br />

içe suçlayan Obi-Wan onun oğlunu korumak için 20<br />

yılını çöllerde izole bir hayat geçirerek harcamıştır.<br />

Usta Yoda D’Kana<br />

“Ölüm hayatın doğal bir parçasıdır. Etrafından<br />

güce dönüşenler olursa onlar için sevin.Tutma, onlar<br />

için yas. Duyma, onlar için özlem. Bağlılık kıskançlığa<br />

yol açar. Gölgesidir hırsın, bu. Kendini kaybetmekten<br />

korktuğun herşeyden vazgeçmek için eğit!”<br />

26 27


Saygıdeğer ve gelmiş geçmiş en iyi Jedi<br />

ustasıdır. Bilgedir, akıllıdır, geleceği görebilmek gibi<br />

bir yeteneği vardır. Hayatının son yıllarını Dagobah<br />

adlı gezegende saklanarak ve son Jedi’yi bekleyerek<br />

geçirmiştir. Anakin Skywalker’ın Jedi felsefesini<br />

öğrenmesine başından beri kehanete rağmen<br />

içindeki haklı şüphe sebebiyle karşı çıkmıştır. Uzak<br />

doğu kültürüyle harmanlanmış bir karakterdir ve<br />

maneviyatı simgeler.<br />

Padme Amidala<br />

“Demek ki özgürlük böyle ölüyormuş, binbir<br />

alkışla...”<br />

Kraliçe, Anakin’in tek aşkı, Luke Skywalker ve<br />

Prenses Leia Organa’nın annesi. Naif, akıllı, bilge ve<br />

dürüst bir kadındır.<br />

Şansölye Sheev Palpatine/Darth Sidious<br />

“Güç kazanan herkes, onu kaybetmekten<br />

korkar.”<br />

Barışçı bir gezegen olan Naboo’da doğmuştur.<br />

Çok güçlü ve bilge bir Sith ustası olan Darth Plagueis<br />

tarafından yetiştirilmiştir. Plagueis ölümün bile<br />

çaresini bulan bir ustadır. Palpatine ustasının onun<br />

yerine daha güçlü birini yetiştirmesinden korkarak<br />

onu öldürmüş ve Sith düzeninin başına geçmiştir.<br />

Anakin Skywalker dahil güçlü lordlar yetiştirmiş,<br />

Cumhuriyeti koruma maskesi adı altında bir çok<br />

kötülükle düzeni tamamen kontrolüne almaya<br />

çalışmıştır. Kötü, komplocu, akıllı ve hırslı ve sinsi<br />

bir karakterdir.<br />

R2D2<br />

Uzayda teknisyenlik yapmak üzere<br />

tasarlanmış bir robottur. Serinin bir bölümü hariç<br />

her bölümünde oyer alan ana karakterlerden biridir.<br />

Tam bir hayat kurtarıcıdır.<br />

C-3PO<br />

Çevirmenlik yapan bir protokol droididir.<br />

Serinin her bölümünde yer alır. Ana karakterlerden<br />

biridir. Tüm nezaketiyle elinden gelen her yardımı<br />

yapar.<br />

Han Solo<br />

Alaycı, kumarbaz ve kurallara hayatı boyunca<br />

uymamış bir pilottur. Ordudan uzaklaşmış ve para<br />

için kaçakçılık yaparak hayatını kazanmaya karar<br />

vermiştir. Yardımcı pilotu Chewbacca ile o gezegen<br />

senin bu gezegen benim gezer ve para için herşeyi<br />

yapar. Hayata boşvermiş bir hali vardır ta ki Prenses<br />

Leia Organa’ya aşık olana kadar...<br />

Jabba The Hunt<br />

Yıldız Savaşlarının namı değer mafya<br />

babasıdır. Han Solo’dan hiç haz etmez lakin ona<br />

çok borcu vardır ve Solo sürekli ondan kaçmanın<br />

bir yolunu bulmuştur. Bir nevi gece klübü vardır ve<br />

güzel olan herşeyi sever.<br />

Stormtroopers<br />

İmparatorluk kurulduktan sonra oluşturulan<br />

askeri birliklerin en önemli ve güçlü parçasıdır. Bir<br />

dönem Cumhuriyetin saflarında savaşmışlarsa da<br />

sonunda karanlık Sith lordunun emriyle Jedi’lere<br />

sırt döner ve onları katlederler.<br />

Star Wars evreni birbirinden ayrılmaz iki<br />

düzen ve bu düzen arasındaki denge dalgalanmaları<br />

üzerine kurulmuştur. Jedi düzeni aydınlık tarafı,<br />

iyiliği, saflığı ve onuru simgeler. Tamamen fedakarlık<br />

üzerine kurulu bir düzendir. Tasavvufa benzer.<br />

Özünde bir çok kültürü barındırır bir öğretisi vardır.<br />

Uzak doğu felsefesinden de güçlü izler taşır. Silahları<br />

onurlu bir mücadelenin en önemli parçası olan<br />

kılıçtır. Asla ateşli silah kullanmazlar. Jedi’ler kendi<br />

taşlarını bulup, kendi özlerinden kılıçlarını üretirler.<br />

Bu kılıç onlara özgü olur. Renkleri mavi, mor, ve ya<br />

yeşildir.<br />

Sith düzeni ise gücün karanlık tarafını<br />

simgeler. Gücün özü öfke,nefret, kıskançlık ve kibirin<br />

doğurduğu bencilliktir. Genellikle kılıç kullanırlar<br />

fakat ateşli silahları da vardır. Işın kılıçlarının bir<br />

rengi yoktur. Sentetik bir maddeden yapıldığı için<br />

kırmızıdır. Kendilerine göre bir onur anlayışına<br />

sahiptirler.<br />

Yıldız Savaşalrının o muhteşem mekanlarına<br />

gelince George Lucas’ın tarihe olan merakı ve<br />

özellikle Viktorya Dönemine olan hayranlığıyla<br />

doğmuştur. Muhteşem tapınakları, sarayları,<br />

sütunlarıyla tarihin içinde fakat teknolojinin<br />

göbeğinde yaşadığınız ütopik bir evrendir<br />

Lucas’ın ki. Eski dönem şovalyelerine ait düzen,<br />

onur ve buna uyumlu mekanlarının yanında uzak<br />

doğu kültürünün bize hatırlattığı sade, yemyeşil<br />

mekanlarla da karşılaşırız. Tabii ki kötülüğün kol<br />

gezdiği lav nehirleri ve fakirliğin diz boyu olduğu<br />

çöllerde cabası. Lucas bize fakirliği ve üzerinde hiç<br />

birşey yetişmeyen çölleri hakir görmememizi salık<br />

verir. Lakin o çöllerden ne cevval kahramanlar çıkıp<br />

gelecektir dengeyi korumak adına...<br />

Evet size bir efsaneyi yeni başlayanlar<br />

için özetin özeti minvalinde aktardık. Star Wars<br />

evreni yaratıcısı George Lucas ve içindekilerle hiç<br />

unutulmadan yaşanmaya ve büyümeye devam<br />

edecek hayranları onu bırakmadıkça. Ne diyelim;<br />

Güç sizinle olsun...<br />

28 29


Öykü: Atilla BİLGEN<br />

İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ<br />

Öykü<br />

Kadın Dediğin<br />

Dayak Yer<br />

Bir sandalyenin üstüne oturtulmuş, sırası<br />

gelene kadar ses çıkarmadan beklemesi gerektiği<br />

söylenmişti. Yaşamı boyunca güçlü olandan her<br />

zaman çekinmişti, bu yüzden itiraz etmek aklına<br />

bile gelmedi. Zaten bir suçu olmadığından da<br />

emindi. Yanlış bir anlaşılma yüzünden gözaltına<br />

alınmıştı ve sorulacak birkaç basit sorunun<br />

ardından salıverilecekti. Zaman ilerledikçe yavaş<br />

yavaş kaygılanmaya başladı. Sonuç olarak gariban<br />

bir adamdı ve ortalıkta faili meçhul bir sürü cinayet<br />

vardı. Bunlardan birisi pekâlâ üstüne yıkılabilirdi.<br />

O korkuyla “Olmaz böyle şey” diye mırıldandı;<br />

ama yüreğine söz geçiremedi. Yüzüne masum<br />

bir ifade verip etrafına bakındı. Bu arada sürekli<br />

gülümsemeye çalışıyordu. Tüm çabasına karşın<br />

odadaki hiç kimseyle göz teması kuramadı. Tüm<br />

direnci kırılmıştı. Ne yapacağını bilememenin<br />

umutsuzluğu içinde öne arkaya doğru sallanırken<br />

kapının açıldığını ve içeriye birisinin girdiğini<br />

hissetti. İsteksizce başını kaldırıp baktı. Karşısında<br />

komiser duruyordu. Birden gözleri parladı. “Belki…<br />

Belki bu iyidir. Onun bir sözüyle tüm kapılar açılır.”<br />

diye düşündü ve emir verilmişçesine ayağa fırlayıp<br />

karşısında hazır ola geçti. Şirin gözükme çabası<br />

dudaklarında abartılı bir gülümsemeye yol açmıştı.<br />

Çaresizliğin o yılışık sırıtması şekilsiz yüzünü daha<br />

biçimsiz hale soktuğu yetmezmiş gibi komiseri de<br />

sinirlendirmişti.<br />

Sert bir ses tonuyla, “Açıkta bir şey görmüş<br />

gibi ne sırıtıyorsun?” diye bağırdı.<br />

Gülümsemesi donmuştu. Ümitsizlikten ışığını<br />

kaybeden gözlerini yere dikerken, “İşte şimdi sıçtık”<br />

diye düşündü.<br />

Komiser, “Kim bu serseri?” diye sorunca onu<br />

karakola getiren polis bir adım öne çıkarak, “Az önce<br />

size arz ettiğim şahıs efendim.” dedi. Bunun üzerine<br />

kötü bir koku duymuşçasına yüzünü buruşturup<br />

tepeden aşağı süzdü.<br />

“Demek o serseri bu. Odama getirin de<br />

ifadesini alalım.” Dedi.<br />

Beş dakika sonra komiserin karşısındaydı.<br />

“Anlat bakalım.”<br />

“Neyi anlatayım komiserim? Niçin burada<br />

olduğumu bile bilmiyorum ki.”<br />

“Demek neden burada olduğunu bilmiyorsun.<br />

O zaman bir suçun yok demektir. Kusura bakma<br />

kardeşim, bizimkiler bazen böyle yanlışlık yaparlar.”<br />

“Ne demek komiserim hepimiz insanız,<br />

olur böyle hatalar. Ben sizi daha fazla rahatsız<br />

etmeyeyim. Müsaadenizle.” Dedikten sonra gitmek<br />

için ayağa kalktı.<br />

“Otur ulan yerine ve anlat bakalım.”<br />

Şaşırmıştı. Şaka yapıp yapmadığını anlamak<br />

istercesine gözlerinin içine baktı; ciddiydi. Çaresizce<br />

yeniden sandalyesine oturdu.<br />

“Bak komiserim bana inanmadığınızı<br />

biliyorum ama karımın ölüsünü öpeyim ki neden<br />

burada olduğumu bilmiyorum.”<br />

“Ulan şerefsiz kendi ölünün üstüne neden<br />

yemin etmiyorsun?”<br />

“Kötü bir niyetim yoktu komiserim dil<br />

alışkanlığı işte. Sizi rahatlatacaksa öyle de yemin<br />

ederim.”<br />

“İstemez. Ne mal olduğun ettiğin yeminden<br />

belli. Anlat bakalım neden dövdün?”<br />

“Ben! Birini dövmüşüm ha? Tövbe yalan<br />

komiserim. Bu cüssemle kimi dövebilirim ki? Olsa<br />

olsa dayak yerim.”<br />

“Utanmadan hala yalan söylüyorsun. Adın<br />

neydi senin?”<br />

“Celal Kocamal efendim.”<br />

30 31


“Ne mal olduğun yediğin halttan belli zaten.<br />

Anlat bakalım.”<br />

“İftira ediyorlardır. Ben kimseyi dövmedim.”<br />

“Ulan pezevenk karını dövdüğünü en başta<br />

çocukların söylüyor daha ne kıvırıyorsun?”<br />

“Karımı mı?”<br />

“Evet.”<br />

Komiserin onaylamasıyla birlikte derin bir<br />

nefes aldı. “Ulan bütün suçum karımı dövmek mi?<br />

Oh be. Boşuna telaşlanmışım.” Özgüvenini yeniden<br />

kazanmıştı. Eğreti oturduğu sandalyesine rahatça<br />

yerleşti.<br />

“En baştan öyle söylesenize komiserim.”<br />

“İtiraf ediyorsun o zaman?”<br />

“Buna itiraf diyecekseniz itirazım yok. Alt<br />

tarafı karımı biraz okşadım.”<br />

“ Ulan buna okşamak mı diyorsun hastanelik<br />

etmişsin.”<br />

“Bakmayın ona kapris yapıyor yoksa her<br />

zamanki gibi dövdüm. Ne bir eksik ne bir fazla.<br />

Hele bir eve dönsün çektiklerimin hesabını sormaz<br />

mıyım? Şerefsizim burada ecel terleri döktüm<br />

komiserim. ”<br />

“Haklısın.”<br />

“Bak gördünüz mü biraz düşününce sizde<br />

bana hak verdiniz.”<br />

“O konuda değil, şerefsiz olduğun konusunda<br />

haklısın.”<br />

“Ağır konuştunuz ama komiserim.”<br />

“Ulan karını döverken utanmıyorsun da,<br />

şerefsiz deyince mi alınıyorsun?”<br />

“O zaman atalarımızda şerefsiz.”<br />

“Ne demek şimdi bu?”<br />

“”Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı<br />

eksik etme” Diyen kim? Atalarımız değil mi? Bende<br />

onların dediğine uydum. Sıpa dediler dört çocuk<br />

yaptım, sopa dediler hakkını verdim. ”<br />

“O kadar atasözünden kendine bunu mu<br />

buldun?”<br />

“Yok. Tek bir atanın izinden gidecek göz var<br />

mı bende?”<br />

“Onların dediklerini neden yapmadın?”<br />

“Yapmadığımı kim söylüyor?”<br />

“Karın.”<br />

“O ne anlar? Saçı uzun aklı kısa değil mi? Bak<br />

bunu da atalarımız söylemiş.”<br />

“İşine gelenleri ezberlemişsin. “Evin direği<br />

erkek, duvarı kadındır. Yuvayı dişi kuş yapar” diyen<br />

atalarımızı neden duymadın? İşine gelmiyor değil<br />

mi?”<br />

“Çoğunluk onlarda olsa haklısın diyeceğim;<br />

ama değil. “Dövülmeyen kadın tımarsız ata benzer.<br />

Erkektir hem sever hem döver. At ile avrada inan<br />

olmaz. Bal arıdan kavga karıdan çıkar. Kadınla çıkma<br />

yola, başına gelir türlü bela. Kadında vefa, borçluda<br />

sefa aranmaz. “ Daha sayayım mı komiserim? Sizde<br />

ne var?”<br />

“Karın kardeşten yakın derler bir de...”<br />

“Tıkandınız komiserim. Üstelik sadece bizim<br />

atalarımız değil gavurların ataları da aynı görüşte<br />

komiserim.”<br />

“Bakıyorum da bu konuda hayli kültürlüsün.”<br />

“Kahvede kim karısını daha çok dövdü diye<br />

iddialaşırken ister istemez öğreniyorsun. Mesela<br />

İspanyolların ataları; “Karınızı rayda tutmak için<br />

dövün ve eğer raydan çıkarsa, yine dövün.” derken,<br />

Ruslar “Tanrı zevcesini dövenin rızkını artırır.”,Araplar<br />

ise “Karınızı düzenli bir biçimde dövün; neden<br />

dövdüğünüzü siz bilmeseniz bile o bilir.” demiş.”<br />

“Yeter. Kes artık saçmalamayı.”<br />

“Valla saçmaysa da suç bende değil atalarda.<br />

Onlar dedi ben yaptım.”<br />

“İyi bok yedin. Oğlum madem atasözlerine<br />

bu kadar meraklısın sevgili peygamberimizin<br />

“Cennet anaların ayakları altındadır” sözünü neden<br />

atlıyorsun?”<br />

“Kim atladı komiserim? Anaya hiç el kalkar<br />

mı? Ben sadece bizim avradı dövüyorum.”<br />

“Ulan o da dört çocuğunun annesi değil mi?”<br />

“Ama benim değil. Hem dayak atmamın<br />

sebeplerinden biri de toplum.”<br />

“Toplumun ne ilgisi var?”<br />

“Şimdi karımı sokak ortasında öpsem toplum<br />

hemen ayaklanıp beni linç etmeye kalkar, öyle değil<br />

mi?<br />

“Pek sayılmaz. Uyarır, dinlemezsen polis<br />

çağırır diyelim.”<br />

“Dediğiniz gibi olsun. Sokak ortasında karımı<br />

döversem ne olur? Karı koca arasına girilmez der ve<br />

seyrederler. O zaman karını döv kardeşim. Nasıl olsa<br />

cezası yok.”<br />

“Bırak şimdi laf kalabalığını da konuya gel.<br />

Neden dövdün karını?”<br />

“Hak etti sayın komiserim.”<br />

“Kızının ifadesine göre engelli oğlun<br />

için belediyenin verdiği üç yüz lirayı istemişsin,<br />

vermeyince de dövmüşsün. Doğru mu?”<br />

“Erkek adamdan para saklanır mı? İhtiyacımız<br />

var ki istiyoruz. Ne demek vermem.”<br />

“Vermez tabi. O para engelli oğlunun<br />

ihtiyaçları için verilmedi mi?”<br />

“Bizim de kendimize göre ihtiyaçlarımız var.<br />

Hem oğluma harcamayacağım ne malum?”<br />

“Kızın öyle demiyor. Kahveye gitmek içinmiş.”<br />

“Kızını dövmeyen dizini döver. Hele buradan<br />

bir çıkayım ona da sorarım.”<br />

“Biraz zor çıkarsın. Sonra.”<br />

“Sonrası malum. Her zaman nasıl dövüyorsam<br />

öyle dövdüm.”<br />

“Nasıl yani.”<br />

“Birkaç tokat filan işte.”<br />

“Birkaç tokatla insan hastanelik olur mu?”<br />

“Kadın milleti değil mi? Abartıyor.”<br />

“Oğlum bırak kıvırmayı. Kızına göre sopayla<br />

girişmişsin. Yetmemiş saçından tutup kafasını<br />

duvara vurmuşsun. Anlaşılan o da seni kesmemiş ki<br />

bu seferde ütüyü başına geçirmişsin.”<br />

“O ütü gereksizdi. Ama insanın o an gözü<br />

dönüyor sayın komiserim. Erkekten para saklamak<br />

ne demek?”<br />

“Ulan göstereceğim şimdi sana göz<br />

dönmesinin nasıl olduğunu.”<br />

“Hep o ütünün yüzünden komiserim.<br />

Gerçekten gereksizdi zaten yere yığılmıştı.”<br />

“Ulan yere yığılmışken mi geçirdin kafasına<br />

ütüyü?”<br />

“Oldu bir kere komiserim ama karımı severim.<br />

Baktım fenalaştı hemen hastaneye götürdüm.”<br />

“Yok bir de götürmeseydin”<br />

“Aslında fena olmazdı. İki aspirin verseydim<br />

daha iyi olacaktı. Baksanıza doktorlar hemen size<br />

gammazlamışlar.”<br />

“Sen dua et de kadına bir şey olmasın.”<br />

“Olmaz komiserim meraklanmayın. Alışkındır<br />

o. Hem suçun büyüğü hocada. Geçenlerde<br />

takıldığım kahveye gelmişti. O anlatırken duydum<br />

bu konuyla ilgili ayet varmış. Size baş kaldıran<br />

kadınlarınıza önce öğüt verin, yataklarda yalnız<br />

bırakın yine yola gelmezse dövün. Bende parayı<br />

önce güzellikle istedim; vermedi. Bak seninle<br />

bundan böyle yatmam dedim; göbek attı. Sonunda<br />

dayanamayıp dövdüm.”<br />

“Ulan şerefsiz dediklerinin neresini<br />

düzelteyim. Birincisi; sana baş kaldırmamış sadece<br />

engelli çocuğunun rızkını vermemiş, ikincisi Nisa<br />

suresinin o ayetinde dövün demez, yollarınızı ayırın<br />

der.”<br />

“Bu durumda suçlu hoca. Ayır deseydi<br />

ayırırdım.”<br />

“Bak şimdi …”<br />

Telefonun çalması komiserin sözünü<br />

tamamlamasını engelledi. Gözünü Celal’den<br />

ayırmadan ahizeyi eline aldı ve öfkeyle “Alo Ben<br />

Komiser Murat.” dedi. Bir süre sessizce dinledi.<br />

Telefonu kapattığında gözleri çakmak çakmaktı.<br />

“Ne oldu komiserim umarım kötü bir haber<br />

değildir.”<br />

“Senin hanım…”<br />

“Ne olmuş benim hanıma?”<br />

“Az evvel ölmüş.”<br />

“Üzülmeyin komiserim mukadderat.”<br />

“Ulan neresi kader bunun? Sen öldürdün”<br />

“Öyle demeyin komiserim hepimiz<br />

Müslüman’ız.”<br />

“Ne alaka?”<br />

“Dayak bahane komiserim. Ömrü bu<br />

kadarmış.”<br />

32 33


Meryem YAVUZ<br />

Haberler<br />

Winnie The Pooh’un<br />

Yaratıcısı<br />

Winnie The Pooh’un yaratıcısı E.H. Shepard’ın<br />

neredeyse 100 yıldır açılmamış kutusunun içinden<br />

1. Dünya Savaşını anlatan dokunaklı skeçler çıktı.<br />

Shepard 1. Dünya savaşı sırasında bir askerdi,<br />

ve savaş boyunca tanklar, askerler ve savaş uçakları<br />

dahil etrafında olan biten her şeyi sürekli çizmişti.<br />

Pooh’un yaratıcısı ressam E.H. Shepard’ın 1.<br />

Dünya Savaşı’ndan kalma bir zaman kapsülü sayılan<br />

kutusunun içinde keşfedilen, savaşın izlerini taşıyan<br />

dokunaklı skeçleri ilk kez yayınlandı. Daha önce hiç<br />

görülmemiş 100’e yakın skeçten oluşan koleksiyon,<br />

araştırmacıların Shepard’a ait yaklaşık 100 yıldır<br />

açılmamış çantaya rastlamasının ardından ilk kez<br />

gün yüzüne çıktı. 1. Dünya savaşı boyunca savaşın<br />

en kanlı merkezlerinden biri olan batı cephesinde<br />

garnizon topçusu kaptanı olarak hizmet veren ve<br />

savaş sırasında 37 yaşında olan Shepard, 1916’da<br />

Fransa sınırlarında savaşırkenki deneyimlerini<br />

skeçleriyle belgelemişti.<br />

Çalışmaları arasında cephe arkadaşlarının<br />

karikatürleri, çatışma sırasında çiziktirilmiş resimler<br />

ve perişan haldeki ülkeden acıklı savaş manzaraları<br />

var. Bazı resimler savaşın derinliklerinde bile<br />

kaybolmamış mizah duygusunu yansıtıyor.<br />

Fakat savaş sürdükçe çalışmalara hakim olan<br />

ciddiyet duygusu belirginleşiyor. Complete<br />

Desolation yani Tümüyle Harabe adındaki bir<br />

eseri, çatışmakta olduğu Somme nehrinin perişan<br />

manzarasını bütün çıplaklığıyla siyah beyaz olarak<br />

gösteriyor. Tek erkek kardeşi olan Cyril Somme’da<br />

öldürüldüğünde, Shepard yas halinde çizdiklerini<br />

Cyril’in dul karısına göndermiştir. Shepard Trust’taki<br />

arşivciler, Shepard’ın işlerini arşivlerde bulamayınca<br />

kaybolmasından korkmuşlar, fakat daha önceden<br />

fark edilmemiş, savaş anıları içeren bir kutunun<br />

içinden çıkan yayımlanmamış resimler, suluboyalar<br />

ve hazırlık skeçleriyle birlikte eserler yeniden<br />

keşfedilmiştir.<br />

Shepard’ın çizim aletleri ve askeri üniforması<br />

gibi kişisel eşyalarını da içeren bu kutu, kendisi<br />

1919’da İngiltere’ye dönene kadar kapalı kalmıştır.<br />

Kutudan ayrıca ressam’ın bir hastanede tanıştığı<br />

yazar Ernest Hemingway’le paylaştığı bir yemek<br />

hatırası olarak Milan’da bir otelden kalma yemek<br />

fişi de çıkmıştır. Koleksiyon Shepard’ın Savaşı adıyla<br />

yeni yayınlanmıştır.<br />

34 35


Saboteur 1942<br />

Haberler<br />

Ustasına Çizimler:<br />

Alfred Hitchcock Filmlerinden<br />

Storyboardlar<br />

Alfred Hitchcock’un vizöre pek ihtiyacı yoktu.<br />

Hayal ettiği her sahne aktörlerle çekilmeden önce<br />

karmakarışık, ince detaylarla dolu storyboardlar<br />

haline getirildi. Bazı yönetmenler bu çizimlere pek<br />

sadık kalmazdı tabii, ama bazıları da çizilen sahneleri<br />

birebir sete aktarabilecek kadar yeteneklilerdi.<br />

Hitchock yetenekli bir ressam olmasına<br />

rağmen çoğu storyboard işini yapmaları için<br />

illüstratörler tutardı. İşte o çizimlerinden küçük bir<br />

koleksiyon. Keyfini çıkarın.<br />

jamaica-inn 1936<br />

Lifeboat 1944<br />

Vertigo 1958<br />

36 37


Psycho 1960<br />

north-by-northwest 1959<br />

38 39


The Birds 1963<br />

Marnie 1964<br />

40 41


Hasan Nadir DERİN<br />

http://sinemamanyaklari.com/<br />

Haberler<br />

Haberler<br />

Alan Moore Yeni Yazarlara<br />

Kitaplarını Kendileri<br />

Sinema Dünyasından<br />

Kısa Kısa<br />

Bastırmalarını Söylüyor –<br />

“Büyük Yayınevleri<br />

Berbat”<br />

Efsanevi çizgi roman çizeri Alan Moore, bir<br />

anti-kütüphane kapanış protestosunda yazarlık<br />

dünyasına atılmak isteyenler için sürprizlerle dolu<br />

açıklamalarda bulundu. Watchmen, From Hell ve<br />

Extraordinary Gentlemen gibi eserlerin yaratıcısı<br />

olan çizerin bazı öğütleri oldukça klasik: “Her gün<br />

yazıyorsanız, bir yazarsınızdır. Sürekli yazın, kendinizi<br />

eleştirin. Üretirken para kazanmak konusunda<br />

endişelenmeyin.”<br />

Ama Moore basın yayın dünyasıyla ilgili biraz<br />

daha dürüst konuştu: “Çoğu ünlü, ‘iyi bilinen’ yazarın<br />

aslında yazarlıkla hiçbir ilgisi yok.” Dan Brown gibi<br />

popüler yazarları topa tutan Moore endüstrinin<br />

tamamen bir bulamaç olduğu yönünde eleştiriler<br />

yaptı.<br />

Peki hevesli yeni yazarlar ne yapmalılar?<br />

“Kendi kendinize yayımlayın. Günümüzde<br />

artık kitap bastırmak tamamen berbat bir hale<br />

geldi. Kitaplarını bastıramayan muhteşem yazarlar<br />

tanıyorum. Çoğu yayınevi, yeni romanlar konusunda<br />

risk almaktan korkuyor. Bu yüzden kitaplarınızı<br />

kendiniz bastırın. Kimseye güvenmeyin.”<br />

Endüstride perde arkasındakileri<br />

yorumlarken dürüst davranan ve kendi kendine<br />

kitap yayınlamanın potansiyel nimetlerini çiçeği<br />

burnunda yazarlara anlatarak onları teşvik eden<br />

bir duayenin olması gerçekten nadir rastlanan ve<br />

yüreklere su serpen bir durum. Tabii ki Moore’dan<br />

alışılmadık yorumlar bekliyorduk, ama bu<br />

dürüstlüğünü daha sonra verdiği röportajlardaki<br />

mendebur hallerine tercih ediyoruz. Bu söyleşi<br />

2011’de yapılmıştı. Eski Moore’dan daha fazla<br />

samimi açıklamalar bekliyoruz lütfen!<br />

6 Mayıs 2016’da gösterime girecek olan<br />

Captain America: Civil War filminin ilk fragmanı ve<br />

posteri yayınlandı. Kaptan Amerika ve Iron Man’in<br />

başını çektiği iki grubun karşı karşıya gelmesini<br />

izleyeceğimiz bu film, aynı adlı çizgi roman serisinden<br />

bir miktar farklı olacak belli ki. Zaten Marvel’in sinema<br />

dünyasındaki hikâyelerin farklı akışı nedeniyle aynı<br />

olması beklenemezdi. Ama yine de bizi iyi bir filmin<br />

beklediğine dair ümidimiz yüksek. Black Panther’i<br />

de ilk kez gördüğümüz fragman da bizi yeteri kadar<br />

heyecanlandırdı doğrusu. Fragmanın finalindeki<br />

dövüş sahnesi filmde de bizi tatmin etmeyi başarırsa<br />

Marvel evrenindeki en iyi sahneler arasına girebilir.<br />

Henüz Batman v Superman filmini<br />

sinemalarımızda görmedik ama Justice League: Part<br />

One için çalışmalar başladı bile. 10 Kasım 2017’de<br />

gösterime girecek olan filmin çekimleri önümüzdeki<br />

ilkbaharda Londra’da başlayacak.<br />

Alien serisi ile ilgili sürekli olarak yeni haberler<br />

gelmeye devam ediyor. 6 Ekim 2017’de gösterime<br />

girmesi beklenen yeni filmin adı Alien: Paradise Lost<br />

olarak açıklanmıştı. Geçtiğimiz ay Alien: Covenant<br />

olarak değiştirildiği açıklandı.<br />

Vin Diesel’ın seri filmlerle işi bitmiyor. Hızlı ve<br />

Öfkeli serisinin sekizincisinde oynamaya hazırlanan<br />

aktör, geçen ay Riddick serisinin de yeni filminin<br />

yolda olduğunu açıkladı. Üstelik sadece film değil,<br />

bir de televizyon dizisi yolda.<br />

Tom Cruise hiç vakit kaybetmeden Görevimiz<br />

Tehlike serisinin yeni filmi için çalışmalara başladı.<br />

Ağustos 2016’da çekimlerine başlanması düşünülen<br />

filmin yönetmen koltuğuna büyük ihtimalle yine<br />

Christopher McQuarrie oturacak.<br />

Bir Shakespeare hayranı olarak tanıdığımız,<br />

ama yıllar geçtikçe farklı filmlerle de karşımıza<br />

çıkan Kenneth Branagh, bir başka klasiği daha<br />

sinema perdesine aktarmaya hazırlanıyor. Agatha<br />

Christie’nin unutulmaz eseri Şark Ekspresi’nde<br />

Cinayet (Murder on the Orient Express) romanından<br />

42 43


uyarlanacak filmin yönetmeni olacak olan Branagh,<br />

aynı zamanda dedektif Poirot’yu da canlandıracak.<br />

80’lerin film ve dizilerinin yeniden çevrimi<br />

furyasında sıra Baywatch’da. San Andreas filminde<br />

baba-kız olarak izlediğimiz The Rock ve Alexandra<br />

Daddario kadroda. Daha önce Zac Efron’un da<br />

oyuncular arasında yer alacağı açıklanmıştı.<br />

Yeniden yapım haberleri bitmiyor. Animasyon<br />

filmlerinin kanlı canlı oyunculara çekilmesi furyası<br />

başladı şimdi de. The Little Mermaid uyarlamasında<br />

perdede genç kuşağın yetenekli isimlerinden Chloë<br />

Grace Moretz’i göreceğiz.<br />

Geçtiğimiz ayın en gereksiz yeniden yapım<br />

haberi: Christopher Nolan’ın 2000 yılında çektiği<br />

Memento yeniden çevrilecek. Şimdilik oyuncu<br />

kadrosu ve yönetmen kesinleşmiş değil ancak<br />

henüz hafızalarımızda tazeliğini koruyan bu başarılı<br />

filmi rahat bıraksalar çok daha iyi olacak.<br />

Her ne kadar sinema değil televizyon haberi<br />

olsa da Game of Thrones’un adını da anmadan<br />

geçmeyelim. Ne de olsa sinema filmi tadında bir<br />

dizi. Geçen sezonun sonundan beri Jon Snow<br />

hakkındaki teorilerin sonu gelmiyor. HBO da dizinin<br />

yeni sezonunun ilk posterine Jon Snow’un kanlar<br />

içindeki yüzünü koyarak teorileri tekrar alevlendirdi.<br />

Ama bu poster neyi ifade ediyor, hala emin değiliz.<br />

Posterden kesin olarak anladığımız tek şey, merakla<br />

beklediğimiz dizi, Nisan ayında dönüyor.<br />

Festivaller, Toplu Gösterimler:<br />

21. Gezici Festival (Ankara – Bursa Kastamonu):<br />

27 Kasım – 10 Aralık 2015<br />

52. Uluslararası Antalya Film Festivali: 29 Kasım<br />

– 6 Aralık 2015<br />

2. Uluslararası İstanbul Sessiz Sinema Günleri:<br />

3 – 6 Aralık 2015<br />

7. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali (İstanbul):<br />

5-9 Aralık 2015<br />

4. Uluslararası Van Gölü Film Festivali: 6 – 12<br />

Aralık 2015<br />

6. Yılmaz Güney Kısa Film Festivali (Batman): 6 –<br />

14 Aralık 2015<br />

5. İnsan Hakları Film Günleri (Ankara - İstanbul):<br />

7-20 Aralık 2015<br />

Saygıyla Anıyoruz<br />

Melissa Mathison (3 Haziran 1950 – 4 Kasım 2015)<br />

Gunnar Hansen (4 Mart 1947 – 7 Kasım 2015)<br />

Atilla Arcan (1945 – 16 Kasım 2015)<br />

Oğuz Gözen (28 Eylül 1946 - 23 Kasım 2015)<br />

44 45


46 47


48 49


Bahadır İÇEL<br />

Yazar’ın Kaleminden<br />

BENİM ADIM Z<br />

Geçip gitmiş bir dünyada türünün<br />

son örneği bir insan; Z.<br />

Zaman yarıkları, ölümcül sisler,<br />

kan emen sözde tanrılar, radyasyondan<br />

doğmuş çarpık yaratıklar ve akıl almaz<br />

korkuların kol gezdiği, tükenmiş bir<br />

dünya... Uçmak, zihin okumak gibi üstün<br />

nitelikler geliştirerek evrimleşmiş “Z”<br />

insanlık için yeni bir umut olabilecek mi?<br />

Yoksa beklenen sonu hızlandırmak için<br />

yola koyulmuş bir kıyamet meleği mi?<br />

Z’nin Yaradılış Öyküsü<br />

“Benim Adım Z” benim 10. kitabım olması<br />

sebebiyle gönlümde ayrı bir yer teşkil ediyor.<br />

Ortaya çıkma ve yazılma süreci de bir hayli<br />

ilginç. Genelde kitaplarımı kafamda haftalarca,<br />

aylarca kurgularım, olay akışı netleşip bir sona<br />

ulaştığında kağıda dökmeye başlarım ve kronolojik<br />

olarak değil ortadan, sondan, baştan bölümler yazıp<br />

en son oturup ara bölümleri tamamlayarak kitaba<br />

son halini veririm. “Benim Adım Z” ise bir deney<br />

niteliğinde oldu açıkçası. İlk cümleyle başlayıp son<br />

cümleye kadar sırayla yazdığım ilk kitabım. Elimdeki<br />

her şeyi bırakıp yazmaya başladım ve başka işlere<br />

bulaşmadan dört-beş aylık bir sürede ilk taslağını<br />

bitirdim.<br />

Bir süredir postapokaliptik temalı bir<br />

bilimkurgu yazmayı planlıyordum ancak başka<br />

projeler önüne geçiyordu. Derken bir gece rüyamda<br />

kendimi yıkılmış bir şehrin kalıntıları arasında<br />

havada süzülürken gördüm. Bu İstanbul’du. Boğaz<br />

tamamen kurumuştu, kırık pencere çerçevelerinde<br />

eski sokakların, şehrin eski halini görebiliyordum.<br />

Geçmişten geleceğe uzanan gölgeler gibi... Bu canlı<br />

rüyadan uyandığım an gördüklerimi hemen bir kaç<br />

sayfaya not aldım. Daha sonra bu notlar kitabımın<br />

ilk bölümünü oluşturacaktı. O rüya, kurgulama<br />

sürecimi tetikledi ve yazmaya başladım. Bilinçaltım<br />

artık kitabı yazmanın zamanının geldiğini<br />

söylüyordu. Kim bilir belki de gelecekten ya da çok<br />

uzaklardaki geçip gitmiş bir dünyadan telepatik<br />

sinyaller alıyordum.<br />

Romanlarımda ve öykülerimde fantastik<br />

öğeler, korku öğeleri ve bilimkurgu öğelerini çok<br />

sık kullanıyorum. Bilimkurgu öykülerim de mevcut<br />

ancak “Benim Adım Z” tam klasik kalıplara uygun<br />

ilk bilimkurgu kitabım diyebilirim. Bu sebeple, iyi<br />

okurların fark edeceği üzere hem içeriğinde bir yığın<br />

gönderme mevcut, hem de yalnızca bilimkurgu<br />

değil pek çok alt kültürdeki esere şapka çıkarıyor.<br />

Asimov’dan Philip K. Dick’e; Lovecraft’tan Le Guin’e;<br />

Bram Stoker’dan Stephen King’e; Bradbury’den<br />

Huxley’e ve buraya adını sığdıramayacağım onlarca<br />

yazara bir cümle, bir kelime, bir detayla da olsa<br />

naçizane dokunuşlara sahip ve teşekkür niteliğinde.<br />

Onlar sayesinde bu kadar zengin bir hayal gücüne<br />

sahip olduğumuzu hatırlamak gerekiyor.<br />

Kitapla ilgili bir diğer detayda tüm kitabı müzik<br />

dinleyerek yazdım. Yazarken enstrümantal müzik<br />

dinlemeyi severim ancak sessiz ortamda yazdığım<br />

da çoktur. İlk defa “Benim Adım Z”de neredeyse<br />

tüm kitabı müzik eşliğinde, hem de enstrümantal<br />

olmayan müzik eşliğinde yazdım. (Metallica, Blind<br />

Guardian, Johnny Cash, Basil Poledouris, Klaus Badelt,<br />

50 51


Goran Bregoviç, Apocalyptica, Rolling Stones, Yann<br />

Tiersen, Luca Turilli, Lordi, Orchestra Baobab, Paganini,<br />

Beethoven, Chopin ve daha onlarca ruh besleyici<br />

harika müzisyen ve grup) Müzik kitabın ruhuna<br />

işledi adeta. Kısa, etkili, adeta köpek gibi havlayan<br />

cümlelerin kendilerine ait bir melodiye sahip olduğu<br />

kanaatindeyim. Kitabın gelgitleri o anki müziklerin<br />

ruhunu taşıyor. Yazarken dinlediğim müzisyenleri<br />

de kitaba teşekkür mahiyetinde koydum.<br />

Benim Adım Z’nin içeriğine, okuyucular için<br />

sürprizlerle dolu kitabın sürprizlerini bozmamak<br />

için, biraz ketum davranarak değineceğim;<br />

kahramanımız Z. Başına gelenleri birinci tekil şahısla<br />

anlatıyor. Z, aslında hepimizin alt benliğindeki o ideal<br />

kahraman. Elbette yazıya döküldüğü an zayıflıklar,<br />

kafa karışıklıkları ve daha bir insanlık kazanıyor.<br />

Onunla birlikte biz de bu geçip gitmiş dünyada hayli<br />

zorlu bir yolculuğa çıkıyoruz. Z aslında insanlığın<br />

son halkası... Evrimleşerek gelebileceğimiz nihai<br />

halimizi tasvir ediyor... Uçabiliyor, telekinezi ve<br />

telepati yapabiliyor. Ayrıca büyük bir felaketten<br />

onlarca yıl sonraki bir dünyada hayatta kalmayı<br />

başarmış birkaç insandan da biri... Artık mutantların,<br />

insanlığını yitirmiş androidlerin, korku filmlerinde<br />

görebileceğimiz yaratıkların dünyasına dönüşmüş,<br />

zehirli fırtınaların estiği, asit yağmurlarının yağdığı<br />

bir yaşam alanındayız... Anadolu diyemeyeceğimiz<br />

bir Anadolu’da. Yolculuğunda kan emen canavarlar,<br />

kendini ölümsüz addeden yaratıklar, sizi kısa sürelerle<br />

geçmişe gönderebilen zaman yarıkları ve düşman<br />

bir doğa ile karşılaşacak. Peki onun üstün varoluşu<br />

bir şeyleri değiştirecek mi yoksa yok olma sürecine<br />

girmiş bu dünyanın yok oluşunu mu hızlandıracak?<br />

Alt metinlere ve okumalara bir yazarın girmesini<br />

çok doğru bulmuyorum ancak bu kolay okunabilir<br />

küçük kitabın, gelecekten günümüze bir dürbün<br />

tuttuğunu, pek çok şeyin değerini bilmediğimiz<br />

ve farkındalıklarımızı kaybetmemizin bizi nerelere<br />

getirebileceği üzerine bir kaç kelam etme derdinde<br />

olduğunu de söylemek isterim.<br />

Kitaptan bir alıntı ile bitireyim;<br />

“Benim adım Z, soyadım yok. Soyadına<br />

ihtiyacım da yok. Zaten yok olan bir ırkın son<br />

üyelerindenim. Belki bu harf bile beni tanımlamak için<br />

israf. Ama birileri bana seslenmeli değil mi? En azından<br />

‘Bu cesedi ne yapalım?’ diyene kadar söyleyecek bir<br />

şeyleri olmalı. “<br />

52 53


Öykü: Hay<br />

İllüstrasyon : MKS<br />

Öykü<br />

Kralların Yolu<br />

Atbizonu Kralların Yolu'na vardığında gözleri ardına saklanacak bir tepecik, küçük de olsa bir<br />

kaya parçası aradı. Biliyordu ki kovuğuna sığınacağı bir kaya bile bulsa yine de bu fırtına üzerine bir<br />

dağ büyüklüğünde kum öbeği bırakabilir ya da kayaları bile oyup onu yutabilirdi. Afak 'Ne kadar Tanrı<br />

varsa!' diye bir küfür savuracaktı ki atbizonu önce şaha kalktı, adam hayvanın yelelerine yapıştı, sonra da<br />

kumların arasına daldı. Koca hayvan zar zor sığabileceği bir oyuktan içeri atıldı. Hayvan öyle bir sıçramıştı<br />

ki, oyuktan geçerken koca cüssesi can havli ile küçülmüş, incelmiş ve Afak kafasını vurmamak için kendini<br />

zor atmıştı hayvanın üzerinden. Atbizonu'nun ardından o da oyuktan içeri savurdu kendini. Girdikleri deliği<br />

üzerindeki kürkle ile örtmesi gerektiğini biliyordu. Bir vakum gibi çekecek olan fırtınaya yaklaşmak yerine<br />

oyuğun içindeki tünelde önündeki hayvanın yaptığı gibi koşmayı tercih etti. Oyuk sandığı şeyin upuzun<br />

bir mağara olduğunu fark etti. Koşan adımları yavaşladı. Atbizonu çoktan yitip gitmişti mağaranın içinde.<br />

Bu hayvanlar ürkek yaratıklardı. Yağmur öncesi gökten gelen bir gümbürtü binlerce atbizonundan oluşan<br />

sürülerin bile an içinde gözden yitmesine sebep olabilirdi. 'Mağara epey uzun, çok uzağa kaçmış olabilir'<br />

diye düşündü. Bir süre mağaranın içinde toprak zeminde yürüdükten sonra daha geniş ve taşlardan<br />

yapılmış koridor benzeri bir yola geldi. Hiç ardına bakmamıştı giriş kapandı mı diye. Gözleri yavaş yavaş<br />

içerinin karanlığına alıştı.<br />

Afak atbizonunu bu mağarada arayamazdı. Hayvan çoktan bir çıkış bulup gitmiş olmalıydı. Afak<br />

Akkartal’ın sözlerini düşünmek istemiyordu ama ihtiyarın sözleri sürekli kulaklarında çınlıyordu “Neden<br />

yas tutmadın, neden intikam almadın”.<br />

Neden?<br />

Afak karısından, çocuğundan önceki ölümleri düşündü mağaranın taşlarla kaplı zemininde<br />

yürürken. Annesini babasını düşündü. Ufacık bir çocukken öldürülmüşler ve kendi kendine bakmak<br />

zorunda kalmıştı. Sürekleri o zaman duymuştu. Yaşayan kimsenin görmediği, görenlerin yaşamadığı,<br />

kulaktan kulağa anlatılan efsane.<br />

Afak hiç ummadığı bir anda kendini havada buldu ve uçarak elli metre kadar ileride yüzükoyun<br />

yere çakıldı. İşte şimdi o fırtına mağarayı vurmuştu. Vurmakla kalmamış mağaranın içinde tozu dumana<br />

katmıştı. Afak yattığı yerde her yanının ağrıdığını hissetti. Yüzükoyun yatmaya devam etti, kalkamadı.<br />

Bildiği tüm tanrılara küfrediyordu. Rüzgarın tanrısına, güneşin tanrısına, çamurun tanrısına, suların<br />

tanrısına… sonra tekrar rüzgarın, güneşin, çamurun, suların tanrısına küfretti, küfretti ve yine küfretti. En<br />

iyi yapabildiği şey küfretmekti ama çok fazla tanrı bilmiyordu. Gecenin de bir tanrısı olmalıydı, dağlarında,<br />

ağaçlarında. Küfretmekten yorulmadı, süreklerin de bir tanrısı olmalıydı, atbizonlarının da bir tanrısı<br />

olmalıydı, Akkartal’ın da bir tanrısı olmalıydı. Etti, etti, etti… Bütün bildiği küfürleri. Oğlunu düşündü,<br />

daha yeni ayakta durmayı öğreniyordu. Kadınını düşündü, anasını babasını kaybettiğinden beri her şeyi<br />

olan kadını. Yerinden kalkamadı yine.<br />

54 55


Afak o kadar çok ağladı ki bir süre sonra kendinden geçti. Belki uyudu, belki bayıldı. Saatler sonra<br />

kendine gelebildi. Yüzü hala ıslaktı ve başı ağrıyordu. Hem atbizonunu aramak hem de mağaranın diğer<br />

çıkışını bulmak için kalktı yürümeye başladı. Bir yerlerden mağaraya ışık geliyor Afak yürüdükçe duvar<br />

boyu gölgesi de Afak’ı takip ediyordu. Afak bir süre fark etmedi gölgesini, sonra da bir anda gördü ve<br />

korktu. Işığın nereden geldiğine baktı. Işık falan yoktu civarda. Gözü karanlığa alışmıştı ama ışık yoktu.<br />

Işık yoksa nasıl gölge olurdu ki? Gölge nasıl gelirdi? Gölge ışıksız nasıl olurdu. Afak durdu, duvara baktı.<br />

Duvarda gördüğü gölgesine baktı. Mağaranın duvarında gördüğü kendi gölgesi değildi. Gölge bile<br />

değildi. Afak öyle korktu ki soluk almadan, gözünü kırpmadan, ayaklarını yere bile dokundurmadan<br />

koşmaya başladı. Koştu ama gölge sandığı şey gerçek bir gölge gibi onu takip etti. Bir an için bile olsa terk<br />

etmedi. Afak o kadar koştu, öyle bir koştu ki; bir atbizonu bile ona yetişmekte zorlanabilirdi. Sonra durdu,<br />

soluklandı. Soluk soluğa kaldı. Nefesi kesildi. Yeniden mağaranın duvarına baktı. Duvar değil de sanki<br />

bir tozlu cam vardı. Camın ardında ise bir maske. Kocaman, upuzun bir maske. Kocaman kafalı altı üstü<br />

geniş altı dar bir maske. Bembeyaz, soluk beyaz, taş beyazı, taştan bile soğuk bir maske. Afak duvara iyice<br />

yaklaşıp eli ile cama benzeyen şeffaf duvarın tozunu sildi. Şimdi gerçekten görüyordu ki koca, koskoca<br />

bir maske karşısında duruyordu. Süreklerin maskesi gibi bir maske vardı karşısında. Kanının donduğunu,<br />

buz kestiğini fark etti Afak. Artık kendisi de korkudan karşısında duran maske kadar beyazdı. Maskeden<br />

daha beyazdı. O koca maskenin ardında ise bir etek ucu gördü. Maskenin arkasında biri vardı. Afak yine<br />

soluksuz koşmaya başladı… Gölgesiyle.<br />

* * *<br />

Neden yasını tutamamıştı? Uluğlar gelmişti ya yas için. Üç yaşlı ağlak ağlamıştı ya. Ağlaklar ağladığı<br />

halde Afak’ın da ağlamasına, yas tutmasına gerek var mıydı. Yüzükoyun yattığı yerden kendi kendinin<br />

canını acıtmak için hızla yere bir yumruk attı. Canı acımıştı ama yeteri kadar değil. Sonra yine, yine, yine<br />

attı yumrukları. Daha da içeride, yüreğinin ta içinde bir şey sızlıyordu. İçinde bir yerler kanıyor, bir yerler<br />

ağrıyordu. Bu yere düşmenin verdiği, kırık bir kemiğin, çıkık bir eklemin verdiği ağrı gibi değildi. Hüngür<br />

hüngür ağlamak isteyip de sadece kısa hıçkırıklarla içini çekmek gibiydi. Bildiği bütün tanrılar bitince,<br />

bütün tanrılara küfredince yine rahatlamadı. İçinde bir yerlerde merhametli bir ümit kalmıştı. Sanki o ümit<br />

kulağına fısıldar gibi yaparak onu bilinmeyen bir tanrıya çağırıyordu. Bilinmeyen bir tanrıya yalvartmaya<br />

çalışıyordu. Bilinmeyen bir tanrıya kapılmak, bilinmeyen bir tanrıya esir olmak, bilinmeyen bir tanrıya<br />

boyun eğmek. Düştüğü yerden söyleniyor, ağlıyor, tepiniyor, dövünüyordu Afak. Hıçkırıklarının arasında<br />

minik oğlunu, güzel kadınını, yıkılan evini ve ağlakları, uluğları ve çevgeni görüyordu. Şimdi ağlaklardan<br />

bile çok ağlıyordu. Uluğlardan bile çok uluyordu.<br />

Şimdi bir sürek öldürmek istiyordu. Çocuğunun katilini, kadınının katilini bulmak, lime lime<br />

doğramak istiyordu. Hayatında hiç kimseyi öldürmemişti. İşte şimdi öldürmek istiyordu. Sürekler hep<br />

kaypak, hep gece savaşırlar. Yüzü olmayan, gölgelerde yaşayan bir düşmanı aydınlığa çıkartmadan nasıl<br />

yenecekti ki?<br />

Genç adamın durduğu yerde yine bir gölge gibi duvarda duruyordu maske. Bir Babacanga maskesi.<br />

Afak daha önce hiç görmemişti ama birkaç kere bu maskeyi takanlar hakkında söylenti duymuştu. Afak<br />

cam duvarın ardındaki maskeyi hayretle incelemeye başladı. Artık kaçmayacaktı. Kaçamıyordu. Olabilecek<br />

her şeye razıydı. Duvarın tozunu bir camı siler gibi sildi. Sırtına bağlı mızrağını eline aldı. Bağdaş kurup<br />

yere oturdu. Mızrağı yanına koydu. Maske bir totem gibi yapılmıştı. En tepede kanatlarını açmış duran<br />

bir balıkçıl, hemen altında bir gelincik onun altında yüz kısmına gelen yerde bir kedi, gövdesinin olması<br />

gereken yerde bir baykuş ve en altta bir insan figürü vardı.<br />

“İntikamını al, yasını tut” dedi yankılanan bir sesle Babacanga.<br />

Afak yerinden fırladı.<br />

“İntikamını al, yasını tut” dedi yeniden Babacanga.<br />

Bir anda koca bir yarasa sürüsü hızla Afak’ın üzerine doğru gelip üstünden geçti gitti. Adam korkudan<br />

yere öyle bir yapışmıştı ki ne olduğunu, ne olacağını bilemedi. Ayağa kalktı, mızrağını eline aldı, omzunun<br />

üzerinde ağırlığını tartıp yönünü belirler gibi nişan aldı. Bütün kuvvetiyle Babacanga’ya fırlattı. Mızrak<br />

hiçbir yere sürtünmeden, vurmadan o kalın cam duvarın içinden geçip Babacanga’ya saplandı. Maskenin<br />

yarısından bile kısa bin yaşından bile yaşlı bir kadın yere düştü. “İntikamını al…” diyebildi ancak. Afak neye<br />

uğradığını şaşırdı. Mağaranın içinde bir uğultu başladı. Uğultu hızla yaklaşıyordu. Afak uğultunun geldiği<br />

yere arkasını döndü ve koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu. Nerede ise uğultunun içinde kalacakken<br />

atbizonuyla birlikte girdiği kapıdan bir ok gibi fırlayarak çıktı ve deliğin tersyönüne doğru bir süre daha<br />

koşup durdu. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sabah oluyordu. Yüzlerce, binlerce milyonlarca küçük domuz<br />

bir anda tundranın düzlüklerini kaplamıştı.<br />

56 57


Utku DEMİR<br />

Çizgi Roman İnceleme<br />

Korkunun Kendisi<br />

Eline Çekiç Alan<br />

Kendini Adam Sanıyor<br />

Herkese merhabalar. Yine bir inceleme<br />

ile karşınızdayım. Yaklaşık bir ay önce Marmara<br />

Çizgi etiketiyle çıkan Korkunun Kendisi adlı eseri<br />

anlatacağım.<br />

Eserin orjinal adı Fear Itself. Korkunun<br />

Kendisi olarak çevrilmiş. Matt Fraction yazmış,<br />

Stuart Immonen çizmiş. İkili iyi iş çıkarmış. Amerika<br />

Başkalarından Franklin Roosevelt in "The only thing<br />

Wè have to fear is Fear Itself" yani “Korkmamız gereken<br />

tek şey korkunun kendisidir”. Sözünden ilham alınarak<br />

bu ad verilmiş çünkü bu kez kahramanlarımızın<br />

karşısında korkudan beslenen bir düşman var.<br />

Bu kitabı okumadan önce Kuşatma adlı eventi<br />

okumanız iyi olacaktır. Ama çevremde direkt okuyup<br />

anlayanlar da var. Ben size oraları özetleyeyim. Kısaca<br />

Norman Osborn, Loki ile Asgard'a saldırıyor. Sonra<br />

Loki fikir değiştirerek Norn Taşları ile kahramanlara<br />

yardımcı oluyor ve Thor Sentry ı öldürüyor. Bu<br />

ara Loki ölüyor ancak Thor kardeşinin özlemine<br />

dayanamayarak onu çocuk olarak diriltmişti. Kitabın<br />

bir bölümünde çocuk Loki geçiyor. Onu anlamak<br />

içindi. Kitaba Red Skull’un kızı Sin ve Baron Zemo<br />

ile başlıyoruz. Red Skull’un bir gizli yerinde saklı<br />

kalmış çok güçlü bir çekiçi var. Sin bunu kaldırıyor<br />

ve çok güçleniyor. Bu gücü ona veren tümlüğün<br />

gerçek babası Serpent. Odin’in kardeşi. Odin onu<br />

hapsetmiş. Çünkü Serpent’in Thor'u öldüreceğine<br />

inanılıyor. Oluyor mu olmuyor mu bilemem. Alın<br />

bakın. Daha fazla okuma zevkinizi kaçırmadan cildi<br />

değerlendirmeye alalım.<br />

Konu:10/9 Çizimler:10/9<br />

58 59


Selim ERDOĞAN<br />

Yazar’ın Kaleminden<br />

Trinidad’ın<br />

Dönüşüne İlişkin<br />

neredeyse boyutsuz bir noktada olduğunu görmek<br />

ilginç. Trinidad’ın Dönüşü biraz bu duyguları<br />

gıdıklıyor. Kitabın büyük bölümü Alfa Senturi<br />

yakınlarda geçerken üç kahramanın kimliklerine<br />

dair ipuçları ara bölümlerde bir mülakat bir sorgu<br />

veya mektup olarak karşımıza çıkıyor. İnatçı insanlar<br />

bunlar. Parlaklar ama egoları da güçlü. Zor şartlarda<br />

olağanüstü bir keşif rasyonaliteyle ehlileşmiş<br />

kişiliklerinin oradan buradan dikiş atmasına<br />

neden oluyor. Yaşadıkları olaylara anlam vermeye<br />

çalışıyorlar ama bunu kişilikleriyle kaçınılmaz olarak<br />

kaynaşmış paradigmalardan bağımsız yapamıyorlar.<br />

Hikaye mekanı da bu çerçevede ortaya çıkıyor.<br />

Biyolojik varlığınızı Dünya’dan kırk trilyon<br />

kilometre ötede devam ettirmek için yukarıda söz<br />

ettiğimiz o yaşam kesesinden de minik bir alana<br />

mahkumsunuz. Keşfedilen karanlık ve gizemli bir<br />

gezegen var. İnsanın ilk defa gittiği bir uzaklıktan<br />

insanlara özgü bir sinyalin geldiği bir gezegen. Hani<br />

olmayacak bir yerden olmayacak zamanda gelen<br />

çocuk kahkahasının ürperticiliği gibi. Bir yandan<br />

da gözlemlenebilen uzayda ilginç şeyler oluyor.<br />

Artalan ışıması artıyor, yıldızlarda maviye kayma<br />

gözlemleniyor. Renkli nebulalar, yay şoku çizgileri<br />

masalsı bir fiziksel arka plan oluşturuyor. Büyük<br />

ve kontrol dışı bir şeye ilişkin izleri belki. Gemiye<br />

atlayıp kaçamayacakları kadar büyük. Güzel bir<br />

arka plan ama bilinmeyenin ürkütücülüğü de var.<br />

Egzotik, parlak renklere bürünmüş bir böceğin zehir<br />

çağrışımlı rahatsız ediciliği gibi.<br />

Hikaye kişilikleri inatçı demiştik. Biri bir<br />

evrim biyoloğu. Ama genel akım tersine bir şeyler<br />

söylüyor. Çalışkan ama belki biraz bencil. Hikaye<br />

onun ağzından anlatılıyor. Bir diğeri görelilik<br />

karşıtı fikirleri yüzünden dışlanmış bir fizikçi. Bir<br />

ipucunu takip ederek vardığı sonuç ona pahalıya<br />

patlamış. Kendini hep gerçeğin peşinde olarak<br />

konumlandırmış ama vardığı yer, ya da kendince<br />

gerçeğin durduğu yerde kimseyi bulamayınca<br />

sorgulayıcı aklının projektörleri sorgulamak için<br />

kendine dönmüş. Sonuncusu becerikli, çalışkan ama<br />

içine kapalı bir mühendis. Hayal kırıklığı içindeki<br />

yalnız adamlar.<br />

Kitaptaki olayların gerisindeki fizik için bir<br />

hayli çalışıldı. Kitapta sadece ipucu verilen bir şeyler<br />

oluyor. Kurgu için on bölümlük sıkı bir kozmoloji<br />

belgeseli seyredilip makaleler okundu. Sayfalarca<br />

çizim, biraz hesap yapıldı. Einstein’ın 1905’te<br />

yayınlanan ünlü makalesi ve konuyla ilgili başka<br />

kaynaklar incelendi. Kitaba sadece bir kısmı yansıyan<br />

olayların bir arka planı, biri sorarsa spekülatif de olsa<br />

cevabı var yani.<br />

Trinidad’ın Dönüşü bir açıdan bir izolasyon<br />

öyküsü. Yıllar önce Apollo 15 astronotu Alfred<br />

Worden’le ilgili bir yazı okumuştum. Bildiğim<br />

kadarıyla en yalnız insan rekoru da kendisinde.<br />

Arkadaşları Ay yüzeyinde dolaşırken o yörünge<br />

modülünde üç gün geçiriyor. Ay’ın arka tarafına<br />

geçtiğinde Dünya’dan en uzaktaki insan ünvanını<br />

alıyor. Bu arada görev kontrolle de Ay yüzeyindeki<br />

arkadaşlarıyla da iletişim kuramıyor. Akıl almaz<br />

bir ortam. Gerçi kendisi çok şikayet etmemiş bu<br />

durumdan. Benim hikayede bu durum bir hayli<br />

ileri taşınıyor. İnsan çok kırılgan bir varlık. Öyle<br />

ki ancak çok küçük bir kısmını gözlemleyebildiği<br />

evrende bile kendisine yaşama hakkı veren kese<br />

gözlemleyebildiği evrenin katrilyonda biri bile<br />

değil. Bu çok şaşırtıcı. Hem mucizevi hem ürkütücü.<br />

Dünya’ya dışardan baktığınızda hayatınızı anlamlı<br />

kılan veya onu cehenneme çeviren her şeyin minik<br />

60 61


Öykü: Funda Özlem ŞERAN<br />

İllüstrasyon: Hüseyin ESEN<br />

Öykü<br />

GÖLGE OYUNU II<br />

Muhavere<br />

“Herkesin bir gölgesi vardır,” der Jung; “Ve bu,<br />

bireyin bilinçli yaşamında ne kadar az somutlaşmışsa<br />

o kadar karanlık ve yoğun olur.” Bir başka deyişle,<br />

“kendi gölgenizden kaçamazsınız”.<br />

Biz cinlerin neden gölgeleri yok, bilmiyorum.<br />

Belki de insanlar gibi, kişiliğimizin işimize gelmeyen<br />

parçalarını reddederek kendimize işkence<br />

etmediğimiz içindir. Biz neysek oyuz; iyi, kötü, güzel,<br />

çirkin, yanlış, doğru. Her nasılsak kendimizi öyle<br />

kabul eder ve yolumuza devam ederiz. İnsanların<br />

aksine, gölgemizden kaçmaya çalışmak yerine<br />

onu benimser ve yüceltiriz. Onunla bir oluruz, tek<br />

bir benlik gibi; tutkulu, coşkulu, içgüdüsel, bazen<br />

mantıksız, hatta zaman zaman bir günah kadar koyu<br />

ve karanlık… Saklanacak bir şey yoksa, o zaman<br />

gölgeye de gerek yok, değil mi?<br />

Peki o zaman neden yüzyıllardır insanlardan<br />

gizlenip duruyoruz?<br />

Bu sorunun yanıtını veremem; çünkü ben<br />

de bir gölgesizim. Fakat cin olarak doğduğum ve<br />

daha sonra bu dünyaya adım attığımdan beri geçen<br />

zamanda kendim bir “gölge” oldum.<br />

İlk kez Ortadoğu’da bir mağaranın içinde ayak<br />

bastım dünyaya, sanırım bunun için daha kötü bir yer<br />

seçemezdim ve bunu anladığım anda büründüğüm<br />

somut bedeni yanımda sürükleyerek ülke ülke<br />

dolaşmaya başladım. Tüm dünyayı gezdim; cinler,<br />

insanlar tanıdım. Fakat hemcinslerimin çoğunun<br />

yaptığı hataya düşmeyerek, kendine cin avcısı diyen<br />

o manyak tiplerden olabildiğince uzak durdum.<br />

Sonunda araya binlerce millik mesafe koymanın<br />

yeterli olduğuna karar vererek soluğu burada,<br />

Amerika’nın en kalabalık şehrinde aldım. Sekiz<br />

buçuk milyon nüfusuyla New York yalnızca insanlar<br />

için değil, biz cinler için de dünyanın başkenti sayılır<br />

ve en güzeli de ne, biliyor musunuz? Bu “lanet olası<br />

federallerin” şehrinde hiç hüddamcı yok. Kuklacı mı?<br />

İstemez kalsın, ben almayayım. Bu benim oyunum<br />

ve ipler benim elimde. Ya da ben fena halde öyle<br />

sanıyordum. Çünkü şu an bir elimde buruşmuş kağıt<br />

parçası, diğerinde dumanı tüten “M” şeklindeki yara<br />

iziyle ne yapacağımı düşünürken oldukça sefil ve<br />

çaresiz görünüyor olmalıydım.<br />

Otel odama gelip önce bana iş teklif eden,<br />

sonra da beni tehdit eden o zebella gibi herifin bir<br />

Mârid olduğuna artık emindim. Ancak bir iblis onun<br />

yaptığı numarayı çekerek avucumdaki o lanetli<br />

mührü bırakabilirdi ve ancak cehennem kaçkını<br />

bir ifrit onun benden istediği şeyi yapmamı isterdi.<br />

Ne olduğunu bile bilmediğim bir cini bu boyuta<br />

geçirmem karşılığında vaat edilen, Allah’ın gizli<br />

ve kutsal yüzüncü adı. Benim gibi bir hacker’ın en<br />

büyük rüyası.<br />

Elimin içindeki “M”nin üzerine yumruğumu<br />

bastırarak acıyı derinlere ittim ve öteki elimdeki<br />

buruşuk kağıdı tekrar açtım. Kötü bir el yazısıyla<br />

yazılmış “Zinparhükan” kelimesi bilmediğim,<br />

anlamadığım ama canıma okuyacağı kesin olan<br />

bir bela gibi gözlerini üzerime dikmişti. Sözcük,<br />

“cinlerin korktuğu şey” anlamına geliyordu ve o<br />

daha gelmeden ben çoktan korkmaya başlamıştım.<br />

Kağıdı katlayıp cebime attım, sonra banyoda<br />

ellerimi yıkadım. Ne kadar uğraşsam da yanık<br />

izi avucumdan çıkmıyordu; zaten o keltoş herif<br />

de anlaşmamız bitene kadar mührün kalacağını<br />

söylemişti. Fakat ne bok yemeye böyle bir şey<br />

yaptığını çözememiştim. İmzasını mı atmıştı aklı<br />

sıra? Anlaşmadan cayarsam diye önlem mi almıştı?<br />

Yoksa ne yaptığımı izlemek için üzerime bir çeşit<br />

verici mi takmıştı?<br />

62 1<br />

63


Kendimi damgalanmış inek gibi hissederek<br />

odaya geri döndüm. Bir sigara yaktım ve rahatlamaya<br />

çalışarak sekizinci katın penceresinden caddeyi<br />

izlemeye başladım. Sigaramın dumanı 832 numaralı<br />

odanın yüksek tavanına doğru yükselirken kafam<br />

da dumanla beraber bulanıklaşıyordu. Yüzüncü Ad.<br />

Şifre. Zinparhükan. Gölge. Mârid. Gölgesiz cin. Mr.<br />

Sad. Sigara. Mühür. Duman. Alev. Dumansız ateş.<br />

Alaz… Adı alımdan geçerken arkasında dumanı tüten<br />

sıcak izler bırakıyordu. Fazla uzaklaşmış olamazdı.<br />

Yoksa ben mi çok geç kalmıştım? Bay-Üzülmekten-<br />

Hiç-Hoşlanmaz kapıma gönderdiği takım elbiseli<br />

köpeği şimdi de tehdidini gerçekleştirmek üzere<br />

kız arkadaşıma mı yolluyordu? Ya da daha beteri,<br />

çoktan yollamış mıydı? Kahretsin!<br />

Sigarayı pencere pervazına bastırarak<br />

söndürdüm ve montumla beremi kaptığım gibi<br />

dışarı fırladım. Koridoru geçip merdivenlere<br />

koştururken birkaç meraklı komşu kafasını uzatıp<br />

baktı ama umursamadım. Normalde ortalıkta<br />

dolanarak Sid’le Nancy’nin hayaletleriymiş gibi<br />

davranan ve otelin şöhretine kapılıp gelen turistleri<br />

altlarına ettirerek eğlenen özenti tipler ortalıkta<br />

görünmüyordu. Buna memnun olmuştum; çünkü<br />

Sid benden sigara otlanıp duruyordu ve hayatımda<br />

gördüğüm en geveze cindi. Nancy ise öteki taraftaki<br />

kız kardeşini buraya getirmem için devamlı başımın<br />

etini yiyordu. Gerçekten çekilmezlerdi.<br />

Yavaş çalışan asansörü ardımda bırakarak<br />

basamakları hızla indim. Boş duvarların yanından<br />

geçmeye hâlâ alışamamıştım. Yıllardır duvarları<br />

süsleyen sanat eserleri, geçen yıl değişen otel<br />

yönetiminin aldığı yenileme kararıyla indirilip<br />

depoya kaldırılmıştı. Değişen tek şey bu değildi<br />

üstelik; Chelsea’nin bir parçası haline gelmiş olan<br />

efsane müdür Bard da yoktu artık. Onun gidişiyle<br />

birlikte otel ruhunu kaybetmiş ama hayaletlerinden<br />

kurtulamamıştı.<br />

“Gitme o güzel geceye tatlılıkla… Öfkelen,<br />

öfkelen ışığın ölümü karşısında...”<br />

Beni görünce elindeki viski bardağını havaya<br />

kaldıran başka bir otel sakinine başımla selam<br />

verdim. “İyi akşamlar, Bay Thomas.”<br />

Şairin sözde hayaleti gülümseyerek duvarın<br />

içinde kayboldu. Muhtemelen gerçek şairin öldüğü<br />

odada şimdi kalan konuğu korkutmaya gitmişti.<br />

Bense daha fazla oyalanmadan lobiye indim ve<br />

tavandan sarkan “salıncaktaki kız” heykelinin<br />

altından geçerek bohemyanın son kalesinden Batı<br />

23. Cadde’ye çıkış yaptım.<br />

Gece serindi. Soğuğu hissettiğimden<br />

değil ama insanların arasında yaşarken onlar<br />

gibi davranmaya, mümkün olduğunca dikkat<br />

çekmemeye çalışıyordum. Montumu giyip beremi<br />

dağınık saçlarımın üzerine taktım ve gördüğüm<br />

ilk taksiye ıslık çaldım. Şoföre gideceğimiz adresi<br />

söylerken oraya olabildiğince hızlı gitmesi için<br />

ekstra bahşiş sözü vermiştim. Büyü insanlar için her<br />

zaman işe yaramayabilirdi ama para yarıyordu. Yirmi<br />

dakika olmadan kulübün önüne gelmiştik. Taksiciye<br />

vaat ettiğim ücreti fazlasıyla vererek arabadan indim<br />

ve gecenin bana vaat ettikleriyle karşılaşmak üzere<br />

bara doğru yürüdüm. Evet, durum ne kadar boktan<br />

olursa olsun böyle de edebiyat parçalardım işte.<br />

Kapıdaki korumaya hafif bir selam çakıp içeri<br />

girdim. Eğer sevgiliniz mekanın gözde şarkıcısıysa<br />

kimse size bir şey sormazdı. Ortalık sakindi; şimdilik<br />

Mr. Sad ya da cehennem tazısından iz yoktu. Gerçi<br />

avucumdaki lanet mühür dururken buna gerek<br />

var mıydı, bilmiyordum. Büründüğüm derinin<br />

üzerindeki kaşıntıyı görmezden geldim ve müzikli<br />

insan kalabalığının arasına daldım.<br />

Hafta içi olmasına rağmen içerisi doluydu.<br />

Şehrin dört bir yanından insanlar Alaz ile cover grubu<br />

“Alias”ı dinlemeye gelmişti (isim hakları tamamen<br />

ona ait). Sirenlerin şarkısına kapılan denizciler gibi<br />

onlar da buraya doğru çekilmişlerdi ama kayalıklar<br />

yerine buzlu içki bardaklarının dibine çakılıyorlardı.<br />

Onları suçlamıyordum. Alaz bir denizkızı değildi<br />

ama son derece dişi bir cazibe ciniydi, hem de her<br />

kelimesinin hakkını vererek.<br />

İncecik, kıvrımlı bir bele inen kıpkızıl gür<br />

saçlar, içinde binlerce ateş böceği yanıyormuş<br />

gibi parlayan bembeyaz bir ten. Mavi mi yeşil mi<br />

olduğunu bir türlü bilemeyeceğiniz ama anlamak<br />

için bir ömür boyu uzun uzun bakabileceğiniz çekik<br />

gözler. Uzun bacaklar, biçimli bir kalça, dolgun<br />

göğüsler ve her oynatışında yüreğinizi ağzınıza<br />

getiren, pembenin en güzel tonu dudaklar.<br />

Siz ağzınızın suyunu silerken şunu söylememe<br />

izin verin; bu yalnızca onun insanların arasına<br />

karışırken kullandığı etten bedendi. Bir de saf ateşten<br />

yapılma olanı vardı ki, onu anlatmaya benim gibi bir<br />

biçarenin kelimeleri yetersiz kalırdı. Ona aşıktım ama<br />

bunun sebebi Alaz’ın insanları sesiyle büyüleyerek<br />

kendine aşık etmesi ve güzelliğini kullanarak onlara<br />

her istediğini yaptırabilmesi değildi. Alaz’ın sihirli<br />

cazibesinin üzerimde bir etkisi yoktu. Tıpkı benim<br />

akıl oyunlarımın onda işe yaramaması gibi. Tek<br />

kuralımız buydu; hile yok, numara yok, oyun yok.<br />

Hayır dostlarım, bizimki gerçek aşktı.<br />

Ve aşkım şu an gayet sağlıklı bir halde<br />

sahnedeydi, iç gıcıklayıcı sesiyle şarkı söylüyordu.<br />

Portishead’den “Glory Box”. Onun en sevdiği, benim<br />

de onun sesinden dinlemeyi en sevdiğim; çünkü<br />

şarkıyı aslında bana söylüyordu ve bahsettiği baştan<br />

çıkarıcı da kendisiydi. Müzikle birlikte narin vücudunu<br />

kıvırıp dans ederken epey keyifli görünüyordu.<br />

Nasıl olmasın, bu onun akşam yemeğiydi. İnsanların<br />

ilgisi, beğenisi, sevgisi ve şehvetiyle besleniyordu.<br />

Tamam, belki sonuncuyla daha çok ama kıskançlık<br />

yapacak durumda değildim. Bir kızın yemek yemesi<br />

lazımdı, değil mi?<br />

Sevdiceğimi ziyafetiyle baş başa bırakıp<br />

bardan çıkacaktım ama beni fark etmişti. Maviyeşil<br />

gözleri kalabalığın içinde beni buldu ve neşeli<br />

bir ışıkla parlayarak zihnime dokundu. “Tatlım, bu<br />

ne hoş sürpriz! Bu akşam seni beklemiyordum,<br />

geleceğini söyleseydin sana bir masa ayırtırdım.”<br />

“Önemli değil, sadece geçerken uğradım.”<br />

“Geçerken uğradın?” İnsanların duyduğu<br />

yumuşak sesi şarkı söylemeye devam ederken,<br />

sadece bana özel olan diğer sesi beynimin<br />

kıvrımlarında dolanarak ikimize ait anıların olduğu<br />

kısmı gıdıkladı. “Ne şanslı bir kadınım! Eğer<br />

sormamın sakıncası yoksa, nereye geçiyordunuz<br />

böyle sevgili bayım?”<br />

Dudaklarım kendiliğinden yukarı doğru<br />

kıvrıldı ve bu sessiz gülümsemenin içinden tıpkı<br />

onun yaptığı gibi cevap verdim, “Bir iş aldım da,<br />

başlamadan önce gelip seni göreyim dedim. Bu<br />

gece gelemeyebilirim, beni bekleme.”<br />

Kısılan gözlerinden sadece benim gördüğüm<br />

ve başımın her an belaya girebileceğini belirten<br />

kızıl parıltılar geçti. “Peki,” dedi hem beni, hem<br />

söylediği şarkının sözlerini haksız çıkartarak. “Ama<br />

bu sorumsuzluğunun bir bedeli olacak, biliyorsun<br />

değil mi?”<br />

“Biliyorum.” Kurşunu atlatmış olmanın<br />

rahatlığıyla gülümsedim, “Ve inan bana, telafi<br />

edeceğim.”<br />

ol.”<br />

“Elbette edeceksin, küçük gölgecik… Dikkatli<br />

Yeni açmış bir gülü andıran dudakları bana<br />

öpücük gönderince, zihnimin içinde kaybolan<br />

sesinin yerini yine anılar aldı. O dudakların neler<br />

yapabildiğini çok iyi biliyordum, siz bir de onun<br />

et ve kandan yapılma olmayan halini görseydiniz.<br />

Böbürlendiğimi düşünebilirsiniz ama bazı dillerde<br />

cinsellik için kullanılan kelimenin bizzat cinsimizden<br />

esinlenerek türetilmiş olmasının bazı haklı sebepleri<br />

vardı. Gerçi aynı şey cinayet sözcüğü için de<br />

söylenebilirdi; fakat şu an karşımdaki muhteşem<br />

yaratığa bakarken meselelerin yalnızca birine<br />

odaklanabiliyordum. Ve asıl odaklanmam gereken<br />

meseleleri unutuyordum.<br />

Kendimi toparlayıp kulüpten ayrıldım. Alaz<br />

iyiydi ve hiçbir şeyden haberi yoktu. Durumun<br />

böyle sürmesi için ne lazımsa yapacaktım ama önce<br />

öğrenmem gereken şeyler vardı. Cebimdeki gizemli<br />

kağıt ve üzerinde yazan tuhaf isim, avucumdaki<br />

yara izi, patronuna Mr. Sad diyen o mal herif ve<br />

tabii Yüzüncü Ad… Bir yandan yürüyor, bir yandan<br />

da düşünüyordum. Sanki bir Go oyununun içine<br />

düşmüştüm ve taşları sondan başa doğru sayarken<br />

hep bir şeyleri atladığımı hissediyordum.<br />

Cinlerin korktuğu şey… Neydi bu?<br />

Hüddamcılar mı? Cin avcıları mı? Muavvizeteyn mi?<br />

Okunmuş Zemzem suyu ya da dökümlü dedikleri şu<br />

abuk sabuk silahlar mı? İnsanların hüküm sürdüğü<br />

yeryüzünde ateş halkını korkutacak pek az şey<br />

vardı. Peki ama yerin altında, cinlerin dünyasında?<br />

Mârid’in benden istediği şey de bu değil miydi;<br />

bizim boyutumuzdan buraya getireceğim bir<br />

“Zinparhükan”. O her kim ya da ne ise…<br />

Sigara üstüne sigara yakarak ve caddeler<br />

boyunca yürüyerek insan bedenime eziyet ettim.<br />

Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan Harlem’e<br />

64 65


gelmiştim. El Barrio’nun sokaklarını arşınlarken<br />

Mami Wata’nın botánica’sını bulabilmek için<br />

aklımdaki düşünceleri kovup algılarımı sonuna<br />

dek açtım. Her hafta yer değiştiren şifacı dükkanı,<br />

bulunmayı istenmediğinde kolayca göz önünden<br />

kaybolabilen bir Santería rahibesi için mükemmel<br />

mekandı. Elbette sadece insanlar onu Voudon<br />

büyücüsü zannediyorlardı. Bense ne olduğunu çok<br />

iyi biliyordum.<br />

Botánica’yı bulmak umduğumdan uzun<br />

sürdü. Mahallenin daha önce gitmediğim bir yerine<br />

taşınmıştı ama dükkan yine aynıydı. Neonlarla<br />

aydınlatılmış gibi parlayan kapıdan içeri girerken<br />

eşiğin üzerindeki zil çınladı. Dükkana adım atan her<br />

canlı türü için farklı bir zil sesi vardı. Gölge için üç<br />

çın çın, sonra sessizlik. İçeri bir kedi girdiğinde ne<br />

oluyordu acaba?<br />

Kavanoz ve mum dolu raflarla, tavandan<br />

sarkan bin bir çeşit kurutulmuş bitkinin arasından<br />

geçerek ilerledim. Dükkan bu akşam boştu; insanlar<br />

artık daha az inanıyor, inandıklarından çok daha<br />

azı için de bir şeyler yapma uğraşı veriyorlardı. Ne<br />

günlere kalmıştık.<br />

Kasadaki kız yine değişmişti. Devamlı beden<br />

değiştiren bir cin değildi kastettiğim, kız insandı<br />

ama son gelişimde onun yerinde bir başkası vardı.<br />

Mami Wata insan hizmetkârlardan hoşlanırdı;<br />

hoşlanmaktan kastım, size servis yapan garson kızı<br />

da yemekle birlikte mideye indirmekti ve Mami<br />

Wata’nın iştahı yerindeydi.<br />

Muhtemelen bir sonraki gelişimde yerinde<br />

başkasını göreceğim kıza bir şey söylemeden,<br />

Santeria müziği ezgilerinin yayıldığı arka tarafa<br />

geçtim. Eşikteki renkli boncuk şelalesini aralayarak<br />

“Personel Harici Giremez” bölüme girdim ve mum<br />

ışıklarıyla aydınlatılmış sunağın önüne kadar<br />

yürüdüm. Heykelcikler, dumanı tüten tütsüler, ateş<br />

ve henüz kurumamış hayvan kanı Mami Wata’yı bir<br />

ayin sırasında yakaladığımı gösteriyordu.<br />

“Buraya gelmemeliydin, gölge adam!”<br />

Arkamdan gelen sese dönüp cevap<br />

verecektim ki, birden elimi yakaladı. Kendi avucunun<br />

içinde sıktı ve bileğimden tutup çevirerek yüzüne<br />

yaklaştırdı. Derimin üzerindeki “M” harfi kara bir leke<br />

gibi aramızda duruyordu. “Bunu kim yaptı?”<br />

Cevap verirken yüzündeki ciddi ilgiye<br />

odaklandım, “Üzülmekten hoşlanmayan üzgün bir<br />

adam…”<br />

Akı olmayan kapkara gözlerini bana doğru<br />

kaldırdı. Teni gözlerinden yalnızca bir ton açık<br />

renkteydi ve derisi tombul bedenini sarabilmek<br />

için iyice gerilmişti. Benden neredeyse yarım metre<br />

daha kısaydı ama isterse cesedimin üzerinde dans<br />

edebilirdi.<br />

“Komik değilsin. Özellikle de şaka yaptığında.<br />

Ya da şimdiki gibi salaklık ettiğinde!”<br />

Elimi aniden bırakıp sunağa doğru ilerledi.<br />

Kaplardan birkaçını karıştırırken onu izliyor ve yine<br />

ne gibi bir salaklık yaptığımı merak ediyordum.<br />

“N’oldu?”<br />

“Seni izliyor… Sen de kalkıp onu buraya<br />

getiriyorsun. Aptal gölge, aptal!”<br />

Birden gerildim ama söylediği şeyden<br />

çok, kavanozların birinden çıkarıp bana doğru<br />

yaklaştırdığı şey yüzünden. Tombul parmaklarının<br />

arasında kara bir sülük tutuyordu. Bir yandan büyülü<br />

sözler mırıldanarak elimi tuttu ve sülüğü avucumun<br />

içindeki yaranın üzerine bıraktı. İğrenerek geri<br />

çekilmek istedim (evet, bir cin olmama rağmen hâlâ<br />

bu tür şeylerden iğrenebiliyordum, ne var?) ama<br />

izin vermedi. Gözlerini kapatarak kalın dudaklarının<br />

arasından fısıldamaya devam etti. O konuştukça<br />

sülük avucumdaki yaraya daha çok yapışıyordu;<br />

fakat emdiği şey kan değildi. Elimin içindeki<br />

karıncalanma geçince hayvan kendini bıraktı. Mami<br />

Wata sülüğü yavaşça çekip aldı ve sunağın üzerinde<br />

yanmakta olan ateşin içine attı. Havayı cızırtılarla<br />

yanık et kokusu sararken avucuma baktım. Yara<br />

izi kapanmıştı, sadece kalemle çizilmiş gibi duran<br />

eğreti bir “m” kalmıştı geriye.<br />

“Şey,” diyebildim şaşkınlıkla, “Teşekkürler.”<br />

Mami bana dönerek bir elini geniş kalçasının<br />

üzerine koydu. Çiçekli basma elbisesi, kafasının<br />

tepesine sardığı turbanı ve boynundan sarkan<br />

milyon tane bocuklu kolyeyle Bronx’taki mahalle<br />

kocakarılarına benziyordu ama görünüş aldatıcıydı.<br />

“Ne haltlar karıştırıyorsun, anlat bakalım.”<br />

Benden daha yaşlı ve daha güçlüydü,<br />

karşısında kolejli bir ergen gibi kalıyordum.<br />

Yutkundum, “Henüz karıştırmadım. Ama karıştırmak<br />

üzereyim. Daha doğrusu, beni zorla karıştırıyorlar.”<br />

“Çabuk ol,” diyerek ağırlığını bir ayağından<br />

diğerine geçirdi. “Daha bir mahalle dolusu<br />

hatunun kocalarını metreslerinden ayırıp evlerine<br />

döndüreceğim, sevgililerinin özel yerlerinde de<br />

uçuklar çıkartacağım. İşim gücüm var benim.”<br />

“Pekala…” Cebimdeki kağıt parçasını çıkarıp<br />

ona uzattım, “Benden bunu nakletmemi istiyorlar<br />

ama ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.”<br />

Üzerindeki yazıyı yüksek sesle okumamasını<br />

isteyecektim ki, kağıda dokunmayı reddederek<br />

beni durdurdu. Orada yazan şeyi görmemişti ama<br />

biliyordu. Korkmuş gibi kocaman açılmıştı kara<br />

gözleri. “Sen… Nasıl?”<br />

“Bilmiyorum işte, ben de onu sormaya<br />

geldim. Ama verdiğin tepkiye bakılırsa gerçekten<br />

de cinlerin korktuğu bir şey bu.”<br />

“Şşşşş!” diye tısladı, “Onun adını ağzına alma.<br />

Çağırma!”<br />

Karşımdakinin cinlerin anası Mami Wata<br />

olduğunu bilmesem haline gülecektim neredeyse.<br />

“Çağırma mı? Onu buraya getirmemi istediler<br />

diyorum sana, anlamıyor musun?”<br />

“Hayır!” Bir an kızgınlıkla bağırdı ama<br />

sonrasında sakinleşti. Gözlerinde hüzün,<br />

dudaklarındaysa buruk bir tebessüm belirmişti.<br />

“Gölge O’nu getiremez… Ne insan, ne de cin…<br />

O’nu ancak ışık getirebilir… Ve kader.”<br />

Şimdi de bilmece gibi konuşuyordu, harika.<br />

“Ne demek istiyorsun? Kim o?”<br />

“Efendimiz. Kurtarıcımız.” Gece gibi kapkara<br />

yüzünde aydınlık bir huşu ifadesi vardı artık,<br />

“Cinlerin Mesih’i.”<br />

Hayda. Bir de bu çıkmıştı başımıza, iyi mi?<br />

“Ne masalı anlatıyorsun sen yahu?” diye araya<br />

girecek oldum ama Mami Wata tekrar sinirlendi.<br />

“Aptal çocuk! Neye bulaştığın hakkında en ufak fikrin<br />

yok, değil mi? Bir de kalkmış inançsızlık ediyorsun,<br />

tüh sana!”<br />

Gerçekten suratıma tükürmemiş olsaydı<br />

makul bir noktada buluşabilirdik ama bu kadarı<br />

fazlaydı. “Bana baksana sen…!” diyerek tartışmaya<br />

hazırlanmıştım ki, karanlığın içinden tıslayarak çıkan<br />

şey beni durdurdu. Mami Wata’nın sadık yoldaşı<br />

Lazarus kıvrıla kıvrıla gelip kadının bacaklarına<br />

dolandı, sonra da yukarılara tırmanarak onun tombul<br />

gerdanına yerleşti. Beş metrelik piton, kendisinden<br />

metrelerce kısa olan kadının omuzlarında otururken<br />

oldukça rahat görünüyordu. Fakat sinirliydi; yılan<br />

gözlerini bana dikmiş, çatallı diliyle tıslıyordu.<br />

Tecrübelerime dayanarak, eğer Lazarus dâhil<br />

olmuşsa o tartışmanın kapandığını söyleyebilirdim.<br />

“Pekala,” dedim yüzümdeki zehirli tükürüğü<br />

kolumla silerken. Yenilgiyi kabul etmek hoşuma<br />

gitmese de, yılanlı bir kadına karşı gelmenin mantığı<br />

yoktu. Hele ki o kadın, kadim bir cinse… “Eğer<br />

öyleyse durum daha vahim demektir. Çünkü onun<br />

karşılığında bana Yüzüncü Ad’ı teklif ettiler.”<br />

O iki kelimeyi duyan Lazarus irkilip kesik<br />

kesik tıslamaya başladı ve geldiği gibi hızla<br />

sürünerek karanlığın içinde kayboldu. İsmin bahsi<br />

bile yılanı korkutmaya yetmişti; fakat Mami Wata<br />

serinkanlılığını korudu, hatta gülüyordu. “Şimdi kim<br />

masallara inanıyormuş bakalım?”<br />

“İnkâr mı ediyorsun?”<br />

“Yüzüncü bir ad yok, diyorum. Sadece doksan<br />

dokuz. Ve biz de bununla yetiniyoruz.”<br />

Arkasını dönerek sunaktaki işine devam etti.<br />

Böylece konuşmayı bitirmişti, oysa benim daha<br />

söyleyecek ve soracak bir sürü şeyim vardı. Fakat<br />

nedense şu an hiçbiri aklıma gelmiyordu.<br />

“Git artık, çocuğum. O boş kafanı da beladan<br />

uzak tutmaya bak.”<br />

Bana diyecek bir şey bırakmamıştı. Kağıdı<br />

cebime geri koydum ve dediğini yaparak çaresizlik<br />

içinde botánica’dan çıktım. Söyledikleri ilginçti<br />

belki ama bir konuda yanılıyordu; kafam boş değil,<br />

aksine düşüncelerle dolu ve allak bullaktı. Bir ipucu<br />

bulacağım derken ipin ucunu iyice kaçırmıştım.<br />

Otele dönmek için metro istasyonuna<br />

indim ve sadece geç saatlerde benim ineceğim<br />

durağa uğrayan 4 numaralı metroya bindim. Şimdi<br />

66 67


Yusuf GÜRKAN<br />

bana neden türümün diğer örnekleri gibi bir<br />

yerlere ışınlanmak yerine taksilerde, metrolarda<br />

süründüğümü ya da yürüdüğümü sorabilirdiniz.<br />

Cevabı basitti; lüks otellerde ya da pahalı çatı<br />

katlarında konaklamayışımla aynı sebeptendi.<br />

Çünkü böylesi hoşuma gidiyordu. Sıradan insanların<br />

arasında, onlar gibi yolculuk ederken kafamı<br />

dinliyor, aklımı toparlıyor, hatta bazen bir insanın<br />

bakış açısını kullanarak daha iyi düşünebiliyordum.<br />

Vagonun içi fazla kalabalık değildi; yine<br />

de insanların yüzlerine odaklanarak zihinlerine<br />

girmek, düşünceler ve imgeler arasında dolaşmak<br />

eğlenceliydi. Bana dertlerimi unutturuyordu.<br />

Mesaiden dönen takım elbiseli muhasebeci,<br />

vardiyasına yetişmeye çalışan önlüklü hemşire,<br />

kafası bir milyon olmuş hapçı üniversiteli, New York<br />

metrosundan bile yaşlıymış gibi duran emekli işçi ve<br />

aslında orada olmaması gereken gizemli yabancı.<br />

Beni ne zamandır takip ettiğini bilmiyordum;<br />

otelden ya da kulüpten çıkarken fark etmediğime<br />

göre muhtemelen botánica’dan beri peşimdeydi,<br />

yani Mami Wata elimdeki izi geçersiz kıldıktan<br />

sonra. Emin olmak için yerimden kalktım ve<br />

vagon değiştirmeye başladım. İlk vagonda bir<br />

şey çaktırmadı ama üçüncüye geçtiğimde arayı<br />

açmamak için hemen arkamdan geldi. İnsan<br />

kostümü giymişti; normal Amerikalı bir erkek,<br />

sıradan bir John Doe. Ya tabii, ben de George<br />

Bush’tum, W ile. Yer miydim ulan bu numaraları?<br />

Normalden üç durak önce inerek Grand<br />

Central İstasyonu’nun kalabalığına karıştım.<br />

Takipçim de birkaç metre geriden gelmeyi sürdürdü.<br />

Koşarak ya da kaçarak onu atlatabilirdim ama bunu<br />

istemiyordum. Madem oyuna başlamıştı, kiminle<br />

oynamaya kalktığını gösterecektim ona. Garın<br />

geniş avlusuna çıkmadan önce taş merdivenlerin<br />

arkasındaki boşluğa geçtim, sonra da gözden<br />

kayboldum. Kendi Houdini numaramdı bu; bakan<br />

gözlere karşı görünmez olduğum ve gerçek bir<br />

gölgeye dönüştüğüm özel büyüm. Eh, bir cin takma<br />

adının hakkını vermeliydi, değil mi?<br />

Peşimdeki herif beni gözden kaybedince<br />

kalabalığın içinde deli danalar gibi aranmaya<br />

başladı. Üçüncü sınıf bir cindi, zihnini bulandırmam<br />

pek zor olmamıştı. Artık beni fark etmesi olanaksızdı,<br />

ne kadar uğraşırsa uğraşsın izimi bulamıyordu.<br />

Bir umutla garın dışında çıktı, 42. caddenin<br />

karmaşasında aramaya devam etti ama iş işten<br />

geçmişti. Beni kaybetmişti, hatta beni hatırlamıyordu<br />

bile. Oysa tam burnunun dibindeydim, kaldırıma<br />

düşen sıradan bir gölge gibi hergelenin peşine<br />

takılmıştım. Hadi bakalım, esas takip nasıl olurmuş<br />

görsündü şimdi.<br />

Beklediğim gibi, cin çok geçmeden<br />

umutsuzluğa kapıldı ve karışmış kafasını toplamaya<br />

çalışarak 42. caddenin batısına doğru yürümeye<br />

başladı. Ben de gecenin karanlığında gölgelere<br />

karışarak onu takip ettim. Bir süre böyle devam ettik,<br />

tiyatroların yoğunlukta olduğu bölgeye gelinceye<br />

kadar birkaç blok geçtik. Herif yavaşlayınca sokağın<br />

köşelerinden birine gizlendim. Castillo Tiyatrosu’nun<br />

önünde durmuştu; etrafına bakındı şaşkınlıkla ama<br />

beni fark etmekten çok uzaktı. Amatör.<br />

Tiyatronun yanındaki ara sokağa saptı,<br />

caddenin karşısına geçerek peşinden gittim. Yangın<br />

merdivenlerinin ve çöp konteynırlarının yanından<br />

geçip binanın arkasındaki kapıyı açtı. Merak içinde<br />

bir sokak kedisinin gölgesine saklandım ve herifle<br />

birlikte içeri girdim. Tiyatronun arka tarafındaydık,<br />

dar bir koridor kulise doğru uzanıyordu. Etrafta<br />

koşturan oyuncuların arasından pek bir şey<br />

seçilmiyordu ama cinin nereye gittiğini görmüştüm.<br />

Yıldızlı kulis kapısı ardına dek açıktı ve içeride<br />

güzeller güzeli kızıl bir afet, takım elbiseli kel bir<br />

çam yarmasına şevkle sarılmaktaydı.<br />

Hadi bakalım, siz olsanız bu şifreyi nasıl<br />

çözerdiniz?<br />

2. Bölümün Sonu<br />

*Muhavere: Geleneksel gölge oyununun<br />

ikinci kısmı, atışma.<br />

“İlk bölümü Gölge e-Dergi’nin 98. sayısında<br />

yayınlanan “Gölge Oyunu” isimli bu hikaye, Ecel<br />

serisinin ilk kitabında bahsi geçen olayların hemen<br />

öncesini konu edinmektedir.”<br />

Fantastik Şiir<br />

GECE ORMANININ<br />

PERİ KIZI<br />

Beni anlatan bir cümle yok<br />

Boş yere harcanan bir ömürdür bu<br />

Sessiz çığlıklarım kendi ruhumda çözündü<br />

Yalan yok senden önce düşüncem buydu<br />

Ama;<br />

Ormanda tek başıma o gece yürürken<br />

Seni ilk defa gördüğümde ne kadar inanılmaz gelse de<br />

Işıltılar içinde dans eden, ferahlatan görüntünle<br />

Fiziksel yansımanı gözümle gördüğümde<br />

Doldur kalbimin ruhumun ücralarını ışıltınla<br />

Ve verme sana verdiğim kalbimi başkalarına<br />

Sen ey taparcasına sevdiğim bir noktürn melodisi gibi<br />

Işıltılı teninle ve illüzyon sağlayan geceye has dansınla<br />

Yok ettin ruhumun durmak bilmez yıkımını<br />

Yaktın küf tutmuş terk edilmiş kalbimin kıvılcımını<br />

Kimseler seni görmese de sana inanmasada<br />

Sensin sahibi yüreğimin karanlık tahtının<br />

68 69


Öykü: Erol ÇELİK<br />

İllüstrasyon: Eren ERSOY<br />

Öykü<br />

TENEKE<br />

gel.”<br />

“Nerdesin lan?”<br />

“Evdeyim oğlum, ne oldu?”<br />

“İncirlideki sosisçiye gel hemen.”<br />

“Ne yaptın oğlum?”<br />

“Lan pezevenk, konuşup durma da sosisçiye<br />

“Tamam, on dakika sonra ordayım.”<br />

“Ne on dakikası lan? Hemen gel, arabayı<br />

da getir. İki dakika sonra burada ol, hiç zamanım<br />

kalmadı. Gelirken biraz parada getir.”<br />

“Teneke benim başımı da belaya<br />

sokacaksın.”<br />

“Hay ağzına sıçayım korkak herif, beni şimdi<br />

tek başıma mı bırakacaksın?”<br />

“Tamam geliyorum. Hay anasını ya.”<br />

“Çabuk oğlum, her şey berbat olmak üzere.”<br />

Teneke, ankesörlü telefonu kapadı.<br />

Kalbi balçığa bulanmış gibi ağrıyor, kafası feci<br />

zonkluyordu. Korku beklemediği kadar, tüm<br />

cesaretini silecek kadar sarmıştı vücudunu. Eğer<br />

elinde olsaydı eve gidip bir temiz uyuduktan, iyice<br />

dinlendikten sonra tekrar düşünmek isterdi. İflas<br />

etmek üzereydi, zamanı gerçekten kalmamıştı. Eğer<br />

polisler kendinden önce patrona ulaşırsa, her şey<br />

mahvolurdu.<br />

Yirmi dakika olmuştu. Patronun evi,<br />

bulunduğu sosisçiden en fazla beş dakikalık<br />

mesafedeydi ve arkadaşı acele ederse, herifi evinde<br />

yakalayabilirdi.<br />

Sosisçi, İncirli caddesinin üzerindeki, gece geç<br />

vakte kadar açık olan, bu saatlerde yoğun olduğu<br />

için dikkat çekmeyen bir yerdi. Bir şey yemiyordu<br />

çünkü yerse hemen kusacağını biliyordu. Ankesörlü<br />

telefondan uzaklaşarak bir köşeye ilişti.<br />

Elindeki poşeti, taksiyi değiştirirken çöpe<br />

atmış, içinden işine yarayan adresi bulup çıkarmıştı.<br />

Elektrik faturasının üzerinde oto yıkamanın adresi<br />

olmadığı için, adamın ev adresi yazıyor olmalıydı.<br />

Piç kurusuna artık çok yakındı.<br />

Bekledi. Aklı, onu gerçekle yüzleşmesini<br />

engellemek için durmuştu. Sadece patronu öldürme<br />

planı vardı içinde. Eğer polisten önce ona ulaşırsa,<br />

herifi vuracak ve yine kaçacaktı.<br />

Her şey bu kadar kolay olabilir miydi? Herkesi<br />

vurup, olaydan sıyrılabilir miydi? Olabilir miydi<br />

böyle bir şey? Kafasını iki yana sallayarak daha basit<br />

düşünmeye çalıştı. Yapacak başka bir şeyi yoktu ki.<br />

Dört kişiyi öldürdüğü silahı belinde taşıyordu ve az<br />

sonra olayla ilgili başka birinin yanına yaklaşacaktı.<br />

Yaptığı gerçekten ahmakçaydı.<br />

Ya adamın evinin önünde polislerden<br />

biri nöbet tutuyorsa, ya hısımı var mı diye herifi<br />

gözetlemeye başladıysalar? Ama daha yirmi<br />

dakika olmuştu, polis bu kadar hızlı bir şekilde<br />

davranamazdı herhalde.<br />

Metin’in arabası, ankesörlü telefonların<br />

önünde durduğu zaman, bitkin vücudunu arabaya<br />

tıktı. Eğer karakteri uysaydı, arkadaşına kendisini<br />

bu beladan kurtarması için yalvaracaktı. Oysa<br />

madalyonun bu yüzü öyle değildi.<br />

“Ne oldu oğlum anlatsana?”<br />

“Bak Metin, başım çok kötü belada, anasını<br />

satayım en büyük aksilik oldu.”<br />

70 71


“Ne oldu?”<br />

“Sür arabayı Yenimahalle’ye.”<br />

Metin derin bir soluk aldıktan sonra arabayı<br />

hareket ettirdi.<br />

“Dört kişiyi vurdum ama patron eve gitmiş.”<br />

“Eee?”<br />

“E si ne lan, o piçi de vurmazsam, beni ele<br />

vermez mi?”<br />

“Yok be oğlum, seni nerden hatırlayacak?”<br />

“Hatırlamaz mı lan, aklına ilk ben geleceğim.<br />

Eminim arabanın plakasını bile almıştır.”<br />

“Yok lan, olur mu öyle şey. Hadi bize gidelim.”<br />

“Hayır, doğru bu adrese gidiyoruz.”<br />

“Hay anasını ya. Oğlum plakayı alırsa alsın<br />

lan, senin yaptığını gören oldu mu?”<br />

“Hayır ama fark etmez, işimi şansa bırakamam.<br />

Eğer o şerefsizi de öldürebilirsem olay çözülür.”<br />

“Yakalanacağız.” Metin inledi.<br />

“Korkma seni yine bulaştırmayacağım. Param<br />

yok, getirdin mi?”<br />

“Elli lira getirdim.”<br />

“Tamam yeter. Beni yine uygun bir yerde<br />

bırak ve eve git, ben seni yine arayacağım, o zaman<br />

konuşuruz.”<br />

“Dönüş yok ha. Beni dinlemeyeceksin yani.”<br />

“Olurda yakalanırsam, bu gün hiç görüşmedik<br />

tamam mı?”<br />

“Tamam.”<br />

“İşte burası, beni burada bırak. Ben evi bulup<br />

pusuya yatacağım. Bakalım ne olacak. Hiçbir planım<br />

yok. Bir tek, adamın yüzünü hatırlıyorum, o kadar.”<br />

“Bak son kez söylüyorum. Şimdi vazgeç, belki<br />

kurtulursun. Polisler seni bulursa birkaç soru sorar,<br />

sende yalan söylersin. Adamlar mafyaysa kesin<br />

hısımlarının üzerine kalır ama şimdi herifin peşine<br />

düşersen, kesin yakalanırsın. Haydi vazgeç Teneke,<br />

ne olur.”<br />

“Bırak beni sen git, merak etme, bu beladan<br />

kurtulacağım. Şimdi eve git, ya da dur eve gitme, bir<br />

yerlerde takıl, arayacağım seni.”<br />

“Tamam dikkatli ol.”<br />

“İnşallah.”<br />

Teneke, arabadan indiğinde hemen etrafa<br />

bir göz attı. Yenimahalle semtinde bir ara sokaktı<br />

burası. Yolun iki tarafına da arabalar park etmişti<br />

ve binaların çoğunda dairelerin ışıkları yanıyordu.<br />

Hava güzeldi ama kimse balkonda oturacak kadar<br />

cesaretli değil.<br />

Arkadaşı uzaklaştıktan sonra sokağın başında<br />

tekrar etrafı incelemeye başladı. Polis yoktu, en<br />

azından üniformalı olanlar. Cebindeki faturaya<br />

tekrar göz geçirdi ve bina numarasını buldu.<br />

Apartmanların girişlerine bakarak dikkat çekmeden<br />

ilerledi. Sanki öylesine oradan geçen biriymiş gibi.<br />

Buldu.<br />

Bina oldukça eskiydi. Bu tezat onu korkuttu.<br />

Adam patrondu, böylesi köhne bir apartmanda<br />

oturamazdı ya. Acaba elindeki fatura işçilerden<br />

birine mi aitti? Olamazdı, ofis denen o boktan<br />

yerdeki iki faturada da bu adres vardı. Binayı geçerek<br />

yürümeye devam etti. Az ilerde binanın karşısındaki<br />

sokaklardan birine girdi ve durup yumruğunu ısırdı.<br />

Sokağın ortalarında bir kahvehane vardı. Aklı bir kez<br />

daha karıştı. İçgüdüleri o pis herifin kahvehanede<br />

olabileceğini söylüyordu. Kahvehanenin önüne<br />

yürümeye başladığında, içinden orda olmamasını<br />

diledi.<br />

Kahvehanenin karşı kaldırımında çaprazda<br />

durarak, içeriye bir göz gezdirdi. Kalabalıktı. Heyecan<br />

ve korku ikiye katlanmıştı. Gözleriyle içeriyi taradı<br />

ama aradığını bulamadı. Aslında tam bakamamıştı<br />

ama yoktu işte, tekrar adamın oturduğunu zannettiği<br />

binayı gözlemeye gitti. Birkaç dakika içinde dikkat<br />

çekmeye başlayacaktı. Ya kahvehaneden çıkan biri,<br />

ya da balkona veya cama sigara içmeye çıkan biri<br />

tarafından görülebilirdi.<br />

Cep telefonuyla annesini aramak istedi,<br />

meraklanmaya başlamış olmalıydı ama sesindeki<br />

heyecanı yenemeyeceğini bildiği için, bunu<br />

yapmayacaktı. Arabasını evinin üç sokak arkasına<br />

park etmiş ve arkadaşını çağırarak buraya gelmişti.<br />

Şimdi bu olayı atlatmaya konsantre olmalıydı.<br />

Diğerleri önemli değildi. Annesine söyleyecek o<br />

kadar çok yalan bulabilirdi ki. Babası nede olsa dört<br />

yıl önce akciğer kanserinden öldüğü için, ona bir<br />

şey söylemesine gerek yoktu.<br />

Bir buçuk dakika sonra bir hareketlenme<br />

oldu. Kanı donmuştu. Etrafı, binaları, sokakları<br />

araştırdı. Her şey yolundaydı. Adamın oturduğu<br />

binanın merdiven otomatiği yandı. Kalbi artık<br />

ağzında atıyordu. Elini beline götürdü.<br />

Planı hemen yaptı, adam kapının önüne<br />

çıkar çıkmaz herifi kafasından vuracak ve hemen<br />

koşmaya başlayacaktı. Bakırköy meydanına kadar<br />

ara sokaklardan geçecek ve yine bir taksiyle<br />

özgürlüğüne kavuşacaktı. Eğer binadan o çıkarsa,<br />

bu plan işleyebilirdi.<br />

Aklı tekrar bir su birikintisine takıldı. Binadan<br />

çıkan patron denen şerefsizse, bunun bir anlamı<br />

olabilirdi. Adam olaydan haberdar olmuştu ve<br />

işyerine gidiyor olacaktı. O zaman olaya polis<br />

karışmış demekti. Polis haberdarsa buraya gelmiş<br />

olmalıydılar. Binanın dış kapısı açılırken nefesini<br />

tuttu ve aklındaki tüm çöplüklerin üzerinden atladı.<br />

Evet oydu. Allaha şükretmenin yeri miydi,<br />

yoksa bunu hak etmiyor muydu? O şerefsizleri<br />

öldürmekle nasıl bir günah işlemişti? Kalbinin<br />

ritmi bozulduğu için ellerini kontrol edemiyordu, o<br />

yüzden adama biraz yaklaşmalıydı. En azından piç<br />

herif ölürken cellâdının yüzünü görmeliydi.<br />

Adam apartmanın demir dış kapısını koşarak<br />

açtığında teneke telaşlandı. Eğer kaçırırsa, onu<br />

kovalamak tehlikeli olabilirdi.<br />

“Hey!”<br />

Adam, sesin geldiği yöne baktı ve Azrail’iyle<br />

tanıştığında, dondu kaldı. Sanki her şeyi anlamış<br />

gibiydi.<br />

“…ospu çocuğu. Hatırladın mı lan beni?”<br />

Adam bir şeyler söyleyecekti ama sanki<br />

günah işlemekten korkuyormuş gibi yutkundu.<br />

“Ne oldu lan, dünya senin etrafında mı<br />

dönüyor zannediyordun ha? Mafya babasısın ya …<br />

koyayım, en güçlü sensin ya.”<br />

“Bak delikanlı.”<br />

“Neye bakayım lan ha?”<br />

Teneke ilk kez, kendini kaybettiğini<br />

bilmiyordu. Bağırıyor, zaman geçiriyor, insanların<br />

dikkatini çekiyordu. Ama umurunda değildi. Elindeki<br />

son fırsatıydı bu ve en azından bu fırsatın biraz olsun<br />

tadını çıkarmak istiyordu. Bu yüzden hata yapıyor,<br />

bir sonraki adımı düşünmüyordu. Varsın olsun bu<br />

kadarını hak etmişti.<br />

“Dört arkadaşını vurdum, sıra sende lan!”<br />

Hata!<br />

“Seninde ananı …”<br />

“Oğlum çocuklarım var, lütfen yapma.”<br />

Teneke’nin beyni sulandı. Korktuğu şey başına<br />

gelmişti. Eğer olayın duygusal yanını düşünmeye<br />

başlarsa, başaramazdı. Sakın çocuklarını düşünme<br />

ve tetiği çek. Gözleri de sulanmaya başladı. Eğer<br />

cesaret edebilirse başını kaldırıp adamın oturduğu<br />

daireden bakan olup olmadığını görecekti.<br />

“Tarık abi!”<br />

Teneke ardından bir bağırış duyunca,<br />

hayatının belki en büyük aptallığını yapıp, sesin<br />

geldiği yöne döndü.<br />

“Ulan ne oluyor?”<br />

“Tarık abi kaç.”<br />

“Yakalayın şunu.”<br />

“Laaan!”<br />

“Dikkat edin, elinde silah var.”<br />

Kahvehanedeki herkes dışarı çıkmaya başladı.<br />

Her şey mahvolmuştu. Kahvehaneden çıkan<br />

herkesi de vuramazdı ya. Oysa onlar Teneke’nin<br />

yüzünü görmüşlerdi. Çabuk düşünmeliydi.<br />

72 73


Mafya babası Tarık, sıçrayarak iki adım<br />

önündeki arabalardan birinin ardına saklanmayı<br />

başardı. İşte şimdi her şey tamamen mahvolmuştu.<br />

Allah’ım bana yardımcı ol. Bu böyle bitmemeli.<br />

Annesini düşündü. Onu bu ufuksuz<br />

memlekette yalnız başına mı bırakacaktı? Ya<br />

gençliği?<br />

Teneke, havanın karanlık olduğunu ve<br />

kahvehaneyle aralarındaki mesafeden yüzünün<br />

tam seçilemeyeceğini umarak, harekete geçti.<br />

Son kozlarını oynamanın zamanıydı. Asla<br />

yakalanmamalıydı.<br />

Binaların camlarına bir sürü insan çıkmaya<br />

başladı. Kahvehanenin önünde nerdeyse yedi sekiz<br />

kişi vardı ve silahtan korktukları için kendilerini<br />

korumaya almışlardı. Tarık ise birinci arabanın<br />

ardından bir diğerine geçmeye çalışıyordu.<br />

Birkaç saniyesi kalmıştı.<br />

“Yakarım lan yaklaşmayın.” Teneke başını<br />

öne eğerek, yüzünü saklamaya çalışıp, silahını<br />

kahvehaneye doğrulttu ve camlardan birini<br />

hedefleyerek ateş etti.<br />

Çığlıklar yükseldiğinde, onu seyreden<br />

kadınlarında olduğunu anladı. Kahvehaneden çıkan<br />

kalabalık, bir anda dağıldı. Kimi kahvenin içine, kimi<br />

Tarık gibi arabaları ardına, kimi de sokağın öbür<br />

tarafına doğru.<br />

“Karışmayın lan siz. Bu sülalesini… piçini<br />

öldüreceğim.”<br />

Birileri polisi aramış olmalıydı, artık<br />

zamanı yoktu. Koşarak Tarık’ın çıktığı apartmanın<br />

bulunduğu kaldırıma geçti. Çünkü mafya babası<br />

oradaki arabaların arkasına saklanarak kaçıyordu.<br />

Bir soluk sonra onu gördü. Arkasına<br />

bakmadan eğilerek kaçmaya, daha doğrusu bir<br />

sürüngen gibi kıvrılmaya çalışıyordu.<br />

Teneke hızlandı ve adamın ensesinde bitti.<br />

“Ulan şerefsiz! Ulan kansız. Ulan kanını s..ğim<br />

nereye kaçıyorsun?”<br />

Adam doğruldu ve can havliyle koşmaya<br />

başladı.<br />

Boom!<br />

Tarık kanat kemiklerinin tam ortasından<br />

yediği kurşunla yere yıkıldı. Bağırıyordu ama uzun<br />

sürmedi. Teneke adamın başının ucuna geldi ve<br />

silahındaki yedinci kurşunu adamın beynine sıktı.<br />

Sekizinciyi omurilik soğanının bittiği yere.<br />

Başını kaldırdığında bayılmak üzereydi ama<br />

bunu yaparsa, bambaşka biri olarak uyanacağından<br />

korktuğu için kendini sıktı. Hiç enerjisi kalmamıştı.<br />

Kahvenin köşesinde meraklı gözler ürkekçe<br />

onu seyrediyordu. Bulunduğu yerdeki sokak<br />

lambaları, karanlık yüzleri aydınlatacak kadar<br />

canlıydı.<br />

“S..tirin gidin lan. Bu şerefsiz yaşamayı hak<br />

etmiyordu.”<br />

Teneke beyninin içindeki her şeyin sulandığını<br />

ve o suyun içinde ses çıkararak döndüğünü<br />

hissediyordu. Hemen koşmaya başlamalıydı.<br />

Arkadaşının onu bıraktığı köşeye umutla<br />

baktı, belki arkadaşı onu bırakıp gitmemiştir diye.<br />

Belki orada kendisini bekliyor, bu bitkin haliyle onu<br />

kurtarmak için fırsat kolluyordu.<br />

Koşamayacaktı.<br />

2<br />

Ama koşuyordu. Bakırköy meydanına kadar<br />

girmediği sokak, geçmediği ara yol, sığınmadığı<br />

karanlık kalmamıştı. Kimse onu takip etmiyordu<br />

ama o yinede kaçıyordu. Meydana yakın bir yerde<br />

yavaşladı ve nefesini kontrol altına alarak, dikkatleri<br />

üzerine çekmekten korktu. Az sonra özgürlük<br />

meydanının altındaki, önünde otobüs duraklarının<br />

bulundu halk pazarının yanına varmış olacaktı. Halk<br />

pazarının en sağında büyük çöp konteynırları, onun<br />

hemen bitiminde de umumi tuvaletlerin olduğunu<br />

biliyordu. Geceyi şehrin ışıkları aydınlatırken, o<br />

aklında daha önceden çizdiği şeyi yapmak için, ilk<br />

önce halk pazarının önündeki çöplerden siyah bir<br />

poşet aradı. Şansı yaver gittiği için poşeti buldu.<br />

Halk pazarının önünden tuvalete yürürken, siyah<br />

poşeti cebine tepti.<br />

Planın ikinci kısmı tuvalette gerçekleşecekti.<br />

İçeri girdi. Gecenin bu saatinde tuvalet oldukça<br />

sakindi. Bankoların başındaki adam uykulu gözlerle<br />

bozuk parayı alıp geçişe izin verirken Teneke’nin<br />

yüzüne bile bakmadı.<br />

Alaturka tuvaletlerden birine dalar dalmaz,<br />

tuvaletini yapar pozisyona geçti ama pantolonunu<br />

sıyırmadı. Belindeki silahı aldı, şarjörü çıkarıp<br />

cebine koydu. Önündeki musluktan maşrapaya su<br />

doldurdu. Tuvalet kâğıdından pir parça kopararak<br />

hazırladı. Maşrapa dolunca, silahı içine sokup<br />

elindeki tuvalet kâğıdıyla parmak izlerini silmeye,<br />

daha doğrusu yıkamaya başladı. Silah büyük<br />

olduğu için maşrapaya tam sığmıyor, buda işini<br />

biraz uzatıyordu. Yıkadığı yerleri kuru kâğıtla tutarak<br />

yeni izlerin oluşmasını engeldi. Şarjördeki kalan altı<br />

mermiyi sırayla yıkadı. Solukları düzene girmişti ama<br />

terliyordu. Kalbi büyük bir karmaşa yaşıyor, bunca<br />

şeyden nasıl kurtulduğuna inanamıyordu. Aklı, çok<br />

yorulduğu için sanki dinlenmeye çekilmiş gibiydi.<br />

Çalışmıyordu. Korkup korkmadığını bilmediği gibi,<br />

tadını bilmediği bir his vücudunda dolaşıyordu.<br />

Son olarak cebindeki poşeti çıkararak içine bir<br />

miktar su doldurdu. Temizlediği silahı ve mermileri<br />

su dolu poşetin içine koydu.<br />

Her şey hazırdı. Poşeti sıkıca bağladı ve beline<br />

tutturdu. Tuvaletten çıktı ve her şey normalmiş<br />

gibi yaparak ellerini yıkadı. Çıkışta tuvaletçiye bir<br />

göz attığında, adamın kendi dünyasında uyuşukça<br />

dinlendiğini görünce rahatladı. Çöp konteynırlarının<br />

yanına vardı, kaçamak gözlerle etrafında kimsenin<br />

olup olmadığına baktıktan sonra, belindeki poşeti<br />

çıkarıp sıradan bir şey yapıyormuş gibi yarısı dolu<br />

konteynıra attı.<br />

Hafiflemişti.<br />

Gecenin layık olduğu daha az aydınlık<br />

bölgelerine doğru yürüdü.<br />

İkinci bölümün sonu…<br />

74 75


Sinema<br />

Gezici Festival 21. Yılında<br />

Yine Yollarda<br />

26 Kasım - 2 Aralık Ankara,<br />

4 - 7 Aralık Bursa, 9 - 10 Aralık Kastamonu<br />

Gölge e-Dergi<br />

21. Gezici Festival'e<br />

Destek vermekten onur duyar.<br />

Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve<br />

Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici<br />

Festival, 21. yolculuğuna başladı. 26 Kasım’da<br />

Ankara’dan yola çıkan festival, 10 Aralık’a kadar<br />

sinemaseverlerle buluşacak. Festival, 26 Kasım - 2<br />

Aralık’ta Çankaya Belediyesi’nin katkılarıyla Çağdaş<br />

Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşecek başkent<br />

gösterimlerinin ardından, 4-7 Aralık tarihleri<br />

arasında Nilüfer Belediyesi’nin katkılarıyla Bursa’ya<br />

konuk olacak ve yolculuğunu, 9 - 10 Aralık’ta<br />

Kastamonu’da tamamlayacak. Gezici Festival, en<br />

son 10 yıl önce gittiği Bursa’da seyircileriyle özlem<br />

giderecek. Bursa gösterimlerini Sanat Mahal’de<br />

gerçekleştirecek festivalde film ekipleri de Bursalı<br />

izleyiciyle buluşacak. 1995’ten bu yana dünya ve<br />

Türkiye sinemasının en yeni ve çarpıcı filmlerini<br />

ülkenin değişik kentlerindeki sinemaseverlerle<br />

buluşturan Gezici Festival, Kastamonulu seyircisiyle<br />

bu yıl bir kez daha Kastamonu Üniversitesi 3 Mart<br />

Konferans Salonu’nda bir araya gelecek.<br />

Gezici Festival’in bu yılki teması Güvencesiz<br />

Hayatlar. Sürekli ekonomik kriz tehdidi altındaki<br />

günümüz toplumlarında iş güvencesi de ortadan<br />

kalkmış durumda. Ekonomik istikrarsızlık ve iş<br />

güvencesizliği; vasıfsız işçilerden akademisyenlere,<br />

göçmenlerden üst düzey yöneticilere, toplumun<br />

hemen hemen her kesimini etkiliyor. Festival de bu<br />

yıl, güvencesiz hayat koşullarına odaklanan filmlere<br />

özel bir bölüm ayırıyor. Seçkide yer alan filmler,<br />

daha iyi bir yaşam umudunun ortadan kalktığı<br />

günümüzde insanlık durumuna odaklanarak,<br />

güvencesiz ve istikrarsız koşullar altında toplumsal<br />

statülerini yitiren ya da mevcut duruma uyum<br />

sağlamaya çalışan bireyleri mercek altına alıyor.<br />

Cannes Film Festivali’nde başrol oyuncusu Vincent<br />

Lindon’a En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran,<br />

Stéphane Brizé imzalı İnsanın Değeri (The<br />

Measure of a Man), güvencesiz çalışma koşullarında<br />

birbirlerinin kurdu olmaya zorlanan insanların<br />

hikâyesini anlatıyor. Güçlü bir kapitalizm eleştirisi<br />

yapan bu sosyal gerçekçi filmde, uzun süredir işsiz<br />

bir adamın yeni girdiği işinde karşısına çıkan ve<br />

kendisini zor kararlar vermek durumunda bırakan<br />

sistemin çirkin yüzü perdeye yansıyor. İlk gösterimi<br />

Berlin Film Festivali’nde yapılan Nefesim Kesilene<br />

Kadar, benzer sorunlara bu kez Türkiye’de genç<br />

bir kadının perspektifinden bakıyor. Canını dişine<br />

takarak çalışıp içinde bulunduğu girdaptan çıkmaya<br />

76 77


çalışan tekstil atölyesi işçisi Serap’ın öyküsü,<br />

Türkiye’de çalışma yaşamında ayakta kalmaya<br />

çalışan pek çok işçinin de hikâyesi aynı zamanda.<br />

Aidiyet, hayal kırıklığı ve öfke gibi en temel insani<br />

duyguları başarıyla izleyicisine aktaran Emine Emel<br />

Balcı, bizlere değersiz kılınan bireylerin trajedisini<br />

anlatıyor. Emek alanında neo-liberal dönüşümün yol<br />

açtığı sorunlar belgesel sinemanın da gündeminde.<br />

Bu bölümdeki iki güçlü belgeselin Türkiye’deki<br />

ilk gösterimleri Gezici Festival’de gerçekleşiyor.<br />

Çağımızın en önemli düşünürlerinden Noam<br />

Chomsky’yi kendine rehber edinen Amerikan<br />

Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream)<br />

(Peter D. Hutchison, Kelly Nyks, Jared P. Scot),<br />

giderek açılan gelir makasının ardındaki nedenleri<br />

sorguluyor. Tarihten sayfalarla zenginleşen<br />

belgesel, ABD’de ekonomik çıkar gruplarının iktidarı<br />

ve yasama sürecini nasıl etkilediklerini aktarıyor.<br />

Michael Winterbottom’ın yönettiği Kralın Yeni<br />

Giysileri’nde (The Emperor’s New Clothes) esnek<br />

üretim koşullarında geniş çoğunluğun yarattığı artı<br />

değerin, tepedekiler tarafından nasıl lüks bir hayat<br />

tarzına dönüştürüldüğüne tanıklık ediyoruz. Daha<br />

önce Şok Doktrini (2009) adlı belgeseliyle, neoliberal<br />

politikaları sorgulayan ünlü yönetmene eşlik<br />

eden provokatif oyuncu Russell Brand, gün geçtikçe<br />

artan sınıflar arası eşitsizliği çarpıcı ve esprili bir dille<br />

gözler önüne seriyor.<br />

Gezici Festival’in klasikleşen Dünya Sineması<br />

Bölümü, bu yıl da farklı ülkelerden en yeni ve çarpıcı<br />

filmleri seyircisiyle buluşturmaya devam ediyor.<br />

Türkiye’deki ilk gösterimini festivalde yapacak<br />

filmlerden Olağanüstü Öyküler (Extraordinary<br />

Tales), sinemaseverler kadar Edgar Allan Poe seven<br />

okurların da ilgisini çekecek. Tanınmış İspanyol<br />

canlandırma sanatçısı Raul Garcia, Poe’nun en<br />

tanınmış beş hikâyesini, karanlık evreninin psikolojik<br />

derinliğini en iyi ifade eden çizerlerden ve görsel<br />

sanatçılardan esinlenerek farklı bir biçem ve ruhla<br />

yorumluyor. Bosnalı kadın yönetmen Ines Tanovic<br />

imzası taşıyan Gündelik Yaşantımız (Our Everyday<br />

Life), savaş sonrası ülkenin sorunlarına, Saraybosnalı<br />

tipik bir aileye odaklanarak bakıyor. Film, En<br />

İyi Yabancı Film dalında Bosna Hersek’in Oscar<br />

adayı. Slovak yönetmen Ivan Ostrochovsky’nin<br />

yönettiği Koza, ailesini bir arada tutmak umuduyla<br />

ringlere dönen emekli Roman boksörün dokunaklı<br />

hikâyesini aktarıyor. 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda<br />

yarışan Peter Baláž ve Olimpiyat madalyalı Ján<br />

Franek gibi profesyonel sporcu olan amatör<br />

oyuncuların rol aldığı film; Vilnius Film Festivali En<br />

İyi Film ve CICAE Sanat Sineması Ödülü, goEast<br />

Film Festivali En İyi Yönetmen ve Fipresci Ödülü,<br />

Indie Lisboa Bağımsız Film Festivali Özel Mansiyon<br />

ödüllerine sahip. Film, En İyi Yabancı Film dalında<br />

Slovakya’nın Oscar adayı. Sundance Film Festivali<br />

Oyunculuk Jüri Özel Mansiyonu, Berlin Film Festivali<br />

C.I.C.A.E Ödülü ve Panorama İzleyici Ödüllerini<br />

toplayan Annemle Geçen Yaz (Second Mother), aynı<br />

zamanda Brezilya’nın Oscar adayı. Anne Muylaert’in<br />

yönetmen koltuğunda oturduğu filmde, varlıklı bir<br />

ailenin evinde hizmetçilik yapan Val’in üniversiteye<br />

hazırlanan kızının çıkagelmesi sonucu gelişen olaylar<br />

anlatılıyor. Film, son dönemde çekilen benzerleri<br />

ile kıyaslandığında sınıf çatışmasını en yalın ve en<br />

çarpıcı biçimde anlatan filmler arasında gösteriliyor.<br />

Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenler Haftası<br />

Büyük Ödülü’nü ve Fipresci Ödülü’nü alan, Santiago<br />

Mitre imzalı, Arjantin yapımı Paulina da festivalde<br />

izlenebilecek filmler arasında. Filmde kariyerini<br />

geride bırakarak Arjantin’in yoksul bölgelerinden<br />

birinde öğretmenlik yapmaya başlayan Paulina’nın,<br />

yörenin dinamiklerini anlama ve mücadele etme<br />

öyküsü anlatılıyor. Gezici Festival’in bu yılki iddialı<br />

filmlerinden biri de, Türkiye’deki ilk gösterimi<br />

festivalde gerçekleşecek Tikkun (Avishai Sivan).<br />

Dindar bir Yahudi olan Kudüslü Haim’in banyoda<br />

geçirdiği bir kaza sonucu sorgulamaya başladığı<br />

inançları üzerine odaklanan bu hikâye, Locarno<br />

ve Kudüs Film Festivallerinden ödüllerle döndü.<br />

Avishai Sivan, Tikkun’da bir inanç krizi sarmalını<br />

çarpıcı ve sert biçimde anlatıyor. Ünlü İtalyan<br />

yönetmen Paolo Sorrentino’nun Oscar ve Altın Küre<br />

ödüllü Muhteşem Güzellik’ten (2013) sonra çektiği<br />

Gençlik (Youth), iki eski arkadaş olan Fred ve Mick’in<br />

Alp Dağları’nda lüks bir otelde kendi hayatlarını<br />

ve geçmişlerini gözden geçirme hikâyesini konu<br />

alıyor. Michael Caine’in canlandırdığı emekli bir<br />

besteci olan Fred ve Harvey Keitel’in canlandırdığı<br />

yönetmen arkadaşı Mick, bir süre sonra geçmişleriyle<br />

ve gelecekleriyle yüzleşmeye karar verirler. Dünya<br />

prömiyerini Cannes’da yapan ve güçlü oyuncu<br />

kadrosuyla dikkat çeken Gençlik’te Rachel Weisz,<br />

Jane Fonda, Paul Dano yan rolleri paylaşıyorlar.<br />

Altın Palmiyeli Taylandlı yönetmen Apichatpong<br />

Weerasethakul’un imzasını taşıyan Saltanatın<br />

Mezarlığı (Cemetery of Splendour), yalnız bir ev<br />

kadını olan Jenjira’nın öyküsünü beyazperdeye<br />

taşıyor. Bir grup askerin gizemli bir uyku hastalığına<br />

yakalanmasının ardından, klinikte onlara bakarak<br />

sağlıklarına kavuşmaları için çabalayan Jenjira,<br />

uyanamayan askerleri, psişik güçleri aracılığıyla<br />

yakınlarıyla temasa geçiren medyum Keng ile<br />

yakınlaşır. Gerçeklik, fantastik öğeler, rüyalar,<br />

hayaletler ve bilinçaltının iç içe geçtiği Saltanatın<br />

Mezarlığı’nda, yönetmenin daha önce de birlikte<br />

çalıştığı oyuncular Jnejira Pongpas ve Banlop<br />

Lomnai de yer alıyor.<br />

Gösterimleri her yıl olduğu gibi bu yıl da<br />

yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleşecek<br />

Türkiye 2015 Bölümü, yine heyecan verici filmleri<br />

izleme fırsatı sunuyor. İlk gösterimi Venedik Film<br />

Festivali’nde yapılan ve Jüri Özel Ödülü’nü alan,<br />

Adana Altın Koza’da da En İyi Film dahil beş ödül<br />

kazanan Emin Alper imzalı Abluka, güvenlik<br />

nedeniyle çembere alınmış bir gecekondu<br />

mahallesinde iki kardeşin içine düştüğü siyasi<br />

şiddet ortamını anlatıyor. Türkiye’deki ilk gösterimi<br />

festivalde yapılacak Ben Hopkins imzalı Hasret,<br />

şimdiden son dönem Türkiye sinemasının en<br />

başarılı örneklerinden biri olarak gösteriliyor. Bir<br />

televizyon kanalı için İstanbul hakkında bir film<br />

çekmek üzere Almanya’dan gelen yönetmen,<br />

çektiği görüntüleri monitörden izlerken çekimler<br />

sırasında görmediği bazı şekil ve suretleri fark eder.<br />

Kamera hayaletleri yakalamıştır. Durumu takıntı<br />

haline getiren yönetmen, günümüzden kentin<br />

tarihine doğru çıktığı yolculuğunda İstanbul’un<br />

farklı yönlerine de değinecektir; eski mahallelerin<br />

yıkılması ve yenilenmesi, göçmen işçiler, hükümete<br />

karşı direniş, şehirde yaşayan çok çeşitli dinler<br />

ve topluluklar, İstanbul’un tuhaf derecede<br />

melankolik özü… İlk gösterimi Sundance Film<br />

Festivali’nde yapılan ve Britanya’nın en büyük film<br />

festivallerinden biri olan East End Film Festivali’nde<br />

En İyi Film ödülüne layık görülen Tolga Karaçelik’in<br />

ikinci uzun metrajlı filmi Sarmaşık, bir armatörün<br />

iflasının ardından o sırada seferde olan yük gemisi<br />

Sarmaşık’ın mürettebatının gemide mahsur kalması<br />

konusunu işliyor. Film, altı kişilik mürettebatın bu<br />

huzursuz bekleyişteki hiyerarşik güç mücadelesine<br />

odaklanıyor. Zeki Demirkubuz’un yazıp yönettiği<br />

ve başrolünde yer aldığı Bulantı da festivalde<br />

gösterilecek filmler arasında. Ahmet’in sevgilisiyle<br />

birlikte olduğu bir gece, karısını ve küçük kızını trafik<br />

kazasında kaybetmesinin ardından yaşadıklarının<br />

78 79


anlatıldığı filmde ünlü yönetmene; Şebnem<br />

Hassanisoughi, Öykü Karayel, Çağlar Çorumlu,<br />

Cemre Ebuzziya ve Ercan Kesal gibi oyuncular<br />

eşlik ediyor. Senem Tüzen’in ilk uzun metrajlı filmi<br />

Ana Yurdu, Venedik Film Festivali’ndeki dünya<br />

prömiyerinden sonra, Adana Altın Koza ve Varşova<br />

Film Festivallerinden ödüllerle döndü. Romanını<br />

bitirmek için anneannesinden kalan köy evine<br />

gelen kentli kadın Nesrin ile beklenmedik bir şekilde<br />

ziyaretine gelen annesi Halise’nin arasında yaşanan<br />

gerginlik üzerine kurulu filmde, Esra Bezen Bilgin ve<br />

Nihal Koldaş başrolleri paylaşıyor.<br />

ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla hazırlanan<br />

ve ücretsiz olarak seyirciyle buluşacak olan<br />

Sinemada Caz Bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki<br />

sürprizlerinden. 20. yüzyılda gelişen ve rüştünü ispat<br />

eden iki farklı sanat dalı, sinema ve caz arasındaki<br />

ilişkinin kökleri, sinemanın sessiz dönemindeki<br />

canlı müzik eşlikçilerine kadar uzanıyor. Sinemada<br />

Caz, farklı dönemlerde görüntü ve bu müzik türü<br />

arasındaki kültürel ve estetik ilişkiye odaklanıyor.<br />

Seyirciyi, beyazperdenin gerisinde kalmaya<br />

zorlanan siyahi müzisyenlerden, makyajla yüzlerini<br />

siyaha boyayan beyaz müzisyenlere kadar uzanan<br />

maceralı bir yolculuğa çıkarıyor. Bölümde, canlı<br />

performans ve turne kayıtlarını içeren kısa filmlerin<br />

yanı sıra müzisyen karakterlere odaklanan iki<br />

önemli kurmaca film de yer alıyor. Seçki, ünlü film<br />

eleştirmeni ve Chicago Reader’ın eski sinema yazarı<br />

Jonathan Rosenbaum ile Ekhsan Khoshbakht’ın<br />

küratörlüğünde izleyiciyle buluşuyor. Sunumunu,<br />

Rosenbaum ve Khoshbakht’ın birlikte yapacağı;<br />

Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues) (John Cassavates,<br />

1961), Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete Kelly’s Blues)<br />

(Jack Webb, 1955), Cab Calloway Söylüyor (Cab<br />

Calloway’s Hi-De-Ho) (Fred Waller, 1934), Black and<br />

Tan Fantasy (Dudley Murphy, 1929), Ben Webster<br />

Avrupa’da (Big Ben: Ben Webster in Europe) (Johan<br />

van der Keuken, 1966), Begone Dull Care (Norman<br />

McLaren, 1949), Yağmur Yağınca (When it Rains)<br />

(Charles Burnett, 1995) ve Canlı Blues (Jammin’<br />

the Blues) (Gjon Mili, 1944) hem sinema hem de<br />

müzikseverlerin beğenisine sunuluyor.<br />

Bu yıl, Gezici Festival ve Goethe Institut<br />

Ankara işbirliğiyle bir de özel gösterim seyircisiyle<br />

buluşuyor. Alman yönetmen Ewald André Dupont<br />

imzalı 1925 yapımı sessiz film Varyete (Varieté),<br />

canlı müzik eşliğinde gösterilecek. Bu yıl restore<br />

edilen filme, İngiliz müzisyen Stephen Horne ve<br />

Alman müzisyen Frank Bockius performanslarıyla<br />

eşlik edecek.<br />

Festival, Toplumsal Hafıza konusuna özel<br />

bir filmle, Askıya Alınmış Zaman’la dikkat çekiyor.<br />

Arjantin’deki askeri diktatörlük sırasında kocası<br />

ve çocukları ‘kaybolan’ bir kadın, Plaza de Mayo<br />

annelerinin bir üyesi olarak 35 yıl boyunca bu olayın<br />

unutulmaması için mücadele ediyor. Alzheimer<br />

hastalığına yakalanıp bilinci yavaş yavaş kaybolmaya<br />

başlayınca ‘zaman askıya alınıyor’. Unutmak bir<br />

anlamda çektiği acıların da sona ermesine neden<br />

oluyor. Neyse ki kadının torunu çektiği belgesel ile<br />

acıların yok olup gitmesine, toplumun zaten özürlü<br />

olan hafızasının silinmesine engel oluyor.<br />

Türkiye’de güncel sanat ile sinema arasında<br />

bir köprü oluşturmayı hedefleyen festivalin bu<br />

yılki sanatçı konuğu Işıl Eğrikavuk. Video işlerinde<br />

ve performanslarında, medyanın yaratmayı<br />

hedeflediği gösteri toplumu ile gündelik yaşam<br />

gerçekleri arasındaki tezatları vurgulayan<br />

Eğrikavuk’un çalışmaları bugüne kadar pek çok<br />

uluslararası sergide yer aldı. Gezici Festival İhtilaf<br />

Sanatı adlı bölümde, sanatçının sahte-belgesel<br />

formuna yakın beş işine yer veriyor; Karanlık<br />

Kütüphane (2006), Gül (2007), Röportaj (2008),<br />

Anı Müzesi (2010) ve Ters Köşe (2013). İzleyicisini<br />

ters köşeye yatıran bu videolar toplumsal sorunları<br />

absürd bir dille sorguluyor. Video çalışmalarının<br />

yanı sıra performanslarından parçaların ve<br />

fotoğrafların da yer alacağı gösterim esnasında<br />

Eğrikavuk, işlerinin üretim sürecini anlatacak ve<br />

izleyicilerin sorularını yanıtlayacak. Sanatçı ayrıca,<br />

Gezici Festival ve Salt Ulus işbirliğiyle 28 Kasım<br />

ve 5 Aralık tarihlerinde, Ankaralı katılımcılarla iki<br />

ayrı performans gerçekleştirecek. 28 Kasım’daki<br />

ilk performansın ardından, performans sırasında<br />

çekilen fotoğraf ve görüntüler de SALT Ulus’ta hafta<br />

boyunca sergilenecek. 5 Aralık’ta, yine SALT Ulus’ta<br />

gerçekleştirilecek ikinci performansla sergi sona<br />

erecek.<br />

Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri,<br />

her yıl olduğu gibi bu festivalde de yerini alıyor.<br />

Dünyanın çeşitli ülkelerinden festivale başvuran<br />

filmler arasından seçilen kısa filmler, izleyicileri farklı<br />

ülkelerin yenilikçi sinemasıyla tanıştırıyor. Çocuk<br />

Filmleri ise bu yıl Norveç’ten geliyor. Kısa İyidir<br />

ve Çocuk Filmleri gösterimleri her yıl olduğu gibi<br />

ücretsiz. Çocukları bir de Canlandırma Atölyesi<br />

bekliyor. Avusturya Büyükelçiliği’nin katkılarıyla<br />

Roland Schütz’ün düzenleyeceği atölyede, katılımcı<br />

çocuklar ilk filmlerini üretmiş olacaklar.<br />

İlk yılından bu yana Gezici Festival’i yalnız<br />

bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün<br />

afişler sunan Behiç Ak, bu yıl da hazırladığı afişle<br />

Gezici Festival’e desteğini sürdürüyor.<br />

80 81


Röportaj: Ahmet YÜKSEL<br />

Röportaj<br />

Benim Anlatacak<br />

Hikayelerim Var<br />

Gölge: Çizgi romanın adı Tanto. Bize Tanto’nın<br />

hikâyesini kısaca anlatır mısınız?<br />

Onur Çetincengiz: Tanto hayata 1-0 yenik<br />

başlamış, vahşi batıda yaşayan sevgiyi tanımayan<br />

bir çocuğun istemeden Vahşi Batı Efsanesi olma<br />

hikayesi.<br />

Hikayesini anlatamıyorum çünkü tamamen<br />

spoiler olur :)1. sayının beklenip okunması gerek :)<br />

Şöyle bir benzetme yanlış olmaz aslında.<br />

Şarkıcı Teoman'ın Vahşi Batı'ya düşmüş haline<br />

benziyor. Çıkarmak istediğim tanıtım sayısında<br />

ise Vahşi Batı Efsanelerine hayran birinin Tanto'yu<br />

bulma hikayesi. Gerisi kitapta :)<br />

Gölge e-Dergi’nin eski müdavimleri bilir, Gölge’nin ilk<br />

sayılarında bize fantastik sinema yazıları yollayan B.ci<br />

Kısacı Onur ÇETİNCENGİZ vardı. Onur Bursa’da hayat<br />

mücadelesini sürdürürken yepyeni de bir hobi edindi<br />

kendine, çizgi roman. Bizim gibi okur olarak değil, kendi<br />

karakterini yaratıp girdi bu evrene. Onur’a çıktığı yolda<br />

başarılar dileyip başladık röportaja.<br />

Gölge: Senden önce de Türk çizerler western<br />

çizgi romanlar yaptılar. Senin çizgi romanının<br />

senden önce yapılan çizgi romanlardan, İtalyan<br />

çizgi romanlarından farkı ne? Hedef kitleniz nasıl<br />

bir okur profili, Türk çizgi romanına yeni okurlar<br />

kazandırabilecek misiniz?<br />

Onur Çetincengiz: Şöyle söyleyeyim baştan,<br />

kesinlikle klasik westernler gibi değil. Samuray'dan<br />

eğitim almış kırık kalpli, yaralı yüzlü çocuğun<br />

duygusal bir hikayesi işte. Kimse tamamen iyi değil<br />

hikayede. Ya da kimse ölümcül kötü.<br />

Gölge: Merhaba Onur, biz seni kısa filmci<br />

olarak, çizgi roman okuru olarak biliyoruz ama çizgi<br />

roman yapma fikri nereden geldi?<br />

Onur Çetincengiz: Merhaba. Kısa filmler<br />

çektim evet. Ama ben kısa filmci olmadım ki hiç ..<br />

Benim anlatacak hikâyelerim vardı ve o hikâyeleri<br />

kendi imkânlarımla anlatma şansım neyse o şekilde<br />

anlattım.<br />

Yani şöyle Star Wars filmi yapmak istiyordum<br />

ama kameram bile yoktu. O zaman ben de Star Wars'ı<br />

kısa film yaptım. Eski bir cep telefonu kamerası ile. O<br />

da Mtar Wars oldu :)<br />

Sonra Türk Sinemasına hayrandım. Keşke<br />

Kilink ve Altın Çocuk beraber aynı film de olsalardı<br />

dedim kısa film yaptım. Yani, elimde ki kısıtlı<br />

imkanlarla bir şeyler yapmaya çalıştım..<br />

Ama o kısıtlı imkânlara rağmen 2 festival de<br />

filmlerim gösterildi. Altın Çocuk Kilink'e Karşı atv'de<br />

gösterildi :)<br />

Çizgi roman yapma fikrine gelirsek,<br />

Tanto’yu ben 2011'de yazmaya başladım. Dizi<br />

yapmak istiyordum.Ama araya hayat girdi ara<br />

vermem gereken şeyler oldu. En son gene<br />

başladım çırpınmaya. Yetenek Sizsiniz'e katılıp<br />

Acun'dan destek isteyip projeyi hayata geçirmek<br />

istedim,elemeyi geçemedim.. O zaman projeyi çizgi<br />

roman yapmaya karar verdim..<br />

Okur hedef kitlesine gelince bilmiyorum :)<br />

Herkes okusun isterim tabii. Ben mesela çizgi roman<br />

okuruyum ama Türk, İtalyan, Amerikan, Frankafon<br />

ayırt etmem. Hikaye iyiyse okurum. İnşallah benim<br />

hikayem de yayınlanır serisi de çıkar ve okunur<br />

Gölge: Çizer Adem Durmuş ile nasıl tanıştınız<br />

nasıl bir çalışma ortamınız oldu? Ne kadar zaman<br />

aldı çizgi romanın hazırlık süreci?<br />

Onur Çetincengiz: Çizgi Roman yapmaya<br />

karar verdikten sonra çizer aramaya başladım. Bir<br />

arkadaşıma taslak çizdirdim..Tanto böyle bişey<br />

olacak diye. Sonra Bursa'da ki resim kurslarında<br />

araştırmalar yapmaya başladım.. Ada Sanatevi'ni<br />

buldum. Çizgi Roman yapmak istediğimi söyledim.<br />

Orda genç bir çocuk yanıma oturdu<br />

-Abi ne tarz çizilecek<br />

Dedi bana .Bende çok ciddiye almadım..<br />

Fakat o çocuk Adem'miş :) Ada Sanatevinin Sahibi<br />

bayan ki adını şu an hatırlamıyorum<br />

- Adem'i tavsiye ederim. Kütahya Çizgi Film<br />

Animasyon'da okuyor.. O bu işin altından kalkar<br />

dedi. Adem'in çizimlerine baktım. Hayran olduğum<br />

İvo Milazzo'nun çizimlerine benziyor.Tanto taslağı<br />

çizmesini ve nasıl bir iş yapmak istediğimden<br />

bahsettim. Adem bir hafta sonra Tanto yorumunu<br />

gösterdi bana. Tamam, başla dedim :) Çok güzel<br />

hatta tam istediğim gibi çizmişti. Fiyatı baştan<br />

biraz çok istedi. Sonra ben de çalıştığım fabrikanın<br />

üretim müdürü Sayın Hakan Korkmaz'a durumdan<br />

82 83


ahsettim. Sağ olsun ücretin yarısını verdi. Sonra<br />

bizim sendikanın başkanı Yılmaz Beyden de destek<br />

alarak çizgi romanı çizilmesi için kaparoyu verdim.<br />

Ve yaklaşık 2 ay sonra Tanto'nun sıfırıncı sayısı olan<br />

12 sayfa renkli halde elimdeydi..<br />

sayısı efsanedir..Özellikle her çizgi roman sever Ken<br />

Parker Nefes ve Düş albümünü okumalı.<br />

Ayrıca "Adah" ve "Avcı ve Köpeği" sayıları da<br />

okunmalı.<br />

Bir de Durango vardı. Ne yazık ki yarım kaldı<br />

Gölge: Tanto kaç sayı sürecek bir çizgi roman?<br />

Onur Çetincengiz: İlk başta sıfırıncı sayıyı<br />

yani tanıtım sayısını yayınlayacağım yayınevi<br />

bulabilirsem tabii ):<br />

yayını tamamlanamadı. O yayın da çok beğenerek<br />

okuduğum bir seriydi ve okunmasını tavsiye<br />

edeceğim bir eserdir.<br />

Bouncer diye bir çizgi roman var bir de. Onu<br />

Çünkü şu an param sadece ona yetti. Bu<br />

sayıdan para kazanmak gibi bir derdim yok.Yeter<br />

ki basılsın ve bu sayıdan bir şeyler kazanabilirsem<br />

1.sayıyı çizdirebileyim ve bastırayım..<br />

Normale şu an 13 bölüm hazır .Yazdım ama<br />

işte dediğim gibi sıfırıncı sayıyı tanıtım sayısını<br />

yayınlayıp birinci sayıya geçersek çok mutlu<br />

olacağım..<br />

da şiddetle tavsiye ederim.<br />

Gölge: Punisher’den sonra kısa filmini<br />

görmedik. Punisher bir çizgi roman kahramanı,<br />

neden Punisher’i seçmiştiniz, nasıl bir süreçti çok<br />

bilindik bir çizgi kahramanın kısa filmini yapmak?<br />

Onur Çetincengiz: Röportajın başında da<br />

dedim ya. Ben hep "keşke şu filmler yapılsaydı, keşke<br />

Gölge: Bu çizgi romanı yayınlayacak<br />

yayıncıdan beklentileriniz ne?<br />

Onur Çetincengiz: O yayınevini bulursam<br />

beklentim belli. Kar amacım ya da para kazanmak<br />

gibi bir beklentim yok. Şu an elimde bir atımlık<br />

barutum vardı ve onu da çizere verdim. Yayınevinden<br />

beklentim tanıtım sayısını benden para istemeden<br />

bassın ve kazanılan paradan çizer arkadaşın parasını<br />

verip 1. sayıya başlamasını sağlasın. Başka ne<br />

isteyeyim. Bir yayınevi bunu yaparsa bir de dua alır<br />

benden :)<br />

Gölge: Tanto’da pek çok westernde<br />

gördüğümüz ve artık ezberlediğimiz Amerikan<br />

İç Savaşı’nı, Kızılderili katliamlarını ya da başka bir<br />

Amerika tarihini görecek miyiz?<br />

bunun filmini şöyle çekselerdi" diye düşündüm.<br />

Ama yapılmayınca kendi imkanlarımla bir şeyler<br />

yapmaya çalıştım. Altın Çocuk Kilink'e Karşı da böyle<br />

çıktı ortaya .Punisher'da..<br />

Punisher'ı en sevdiğim aktör Dolph Lundgren<br />

tarafından 1989'da canlandırmıştı. Ben de o sebepten<br />

Punisher'ı çok sevmiştim ve o yıllarda yayınlanan<br />

bütün Punisher yayınlarını okumuştum. Yıllar sonra<br />

yayınlanan sayıları da edindim. Oyunlarını oynadım<br />

ve Punisher'ı çok sevdim. E ben çok sevdiysem<br />

Punisher'ı bir Punisher filmi yapmalıydım değil mi.<br />

Yaptım! Ama elimde ne imkan varsa. Olduğunca. :)<br />

Mesela He-man'i de çok seviyorum.1987'den beri<br />

filmi yapılmadı. Bir şeyler düşünmüyor değilim bu<br />

konu hakkında da..<br />

Daha büyük işler yapmak istiyorum ama<br />

hayat işte. Aynı zaman da çalışmam gerekiyor.<br />

Hayat mücadelesi araya girdi bazı şeyler<br />

ters gitti bir süre bu işlere ara vermem gerekti.<br />

Hobilerime keyif aldığım işlere. Şimdi sadece<br />

Tanto'yu yayınlamaya ve diğer sayılarını bastırmaya<br />

uğraşıyorum. Ama bu projeden sonra ki hedefim de<br />

Atatürk'ün savaş dehasını anlatan bir çizgi roman ya<br />

da animasyon yapmak. Ama bu proje belki 5 sene<br />

sonra gerçekleşecek. Ama bir sonraki hedefim o.<br />

Ayrıca belki He-man'i Türk karakterlere<br />

Onur Çetincengiz: Tabii ki.. Tanto bütün<br />

kıtayı durmaksızın dolaşmak zorunda olan ve<br />

istemeden kahraman olmuş bir adam. Bir yandan<br />

kendi sorunlarıyla, yalnızlığıyla acılarıyla mücadele<br />

edecek, bir yandan da o tarihte yaşananlara tanıklık<br />

edecek. O'nun gözünden göreceğiz o dönem<br />

yaşananları..<br />

Gölge: Tanto’yu çok yakında okuyacağız ama<br />

“ben western okuyacağım” dersem bana hikâye<br />

ve çizim konusunda hangi sanatçıları, hangi çizgi<br />

romanları önerirsin?<br />

Onur Çetincengiz: Kesinlikle Ken Parker..Ken<br />

Parker en sevdiğim çizgi roman karakteridir ve her<br />

Gölge: Yeni kısa filmin, kısa film hazırlığın var<br />

mı?<br />

Onur Çetincengiz: Kısa film çekmem<br />

bundan sonra ..Çok zahmetli ve uğraştıktan sonra<br />

sadece uğraşmış mücadele etmiş oluyorsun..<br />

uyarlayan bişeyler de yapma hedefim var. Bakalım<br />

zaman ne gösterecek :)<br />

Gölge: Bize zaman ayırdığın için çok teşekkür<br />

ederiz.<br />

84 85


Öykü: Emrecan DOĞAN<br />

Öykü<br />

Türkçesiz<br />

Caner, elinde iki gazete arasına sıkıştırdığı<br />

bir dergi olduğu halde bir kafeye girdi. Etrafı süzen<br />

gözlerle çevreyi araştırdıktan sonra az ileride<br />

Ahmet'i gördü. Ahmet oturduğu yerden kalkmadan,<br />

kendini belli etmek için Caner'e el salladı. Caner<br />

başındaki şapkayı düzeltip arkadaşının yanına<br />

gitti, sağ elini Ahmet'e doğru uzatarak tokalaştı.<br />

Gazeteleri masaya bıraktı, garsonu çağırıp bir şıra<br />

istedi. Ahmet'e dönerek fısıldadı:<br />

-Yeni haberler var, dedi. Konuşurken kimse<br />

duymasın diye özellikle masaya eğiliyordu.<br />

Bunları biri duyup ihbar etse tutuklanacağının<br />

bilincindeydi. Ahmet ise Caner'in aksine arkadaşına<br />

bir gülümseme gönderip rahat bir şekilde önünde ki<br />

Osmanlıca gazetelerin arasından Türkçe bir gazete<br />

çekti. 5 dakika boyunca göz attı. Sonra gülümsemesi<br />

bozuldu, gazeteden gözünü ayırmadan:<br />

- Bu çok saçma! TDK’nin internet sitesinden<br />

Güncel Türkçe sözlük özelliği kaldırılamaz.<br />

Osmanlıcaya çevrilmiş, eski Türk harfleriyle yazılmış<br />

kitapların evlerden tek tek toplatılıp yakılacağı da<br />

yazıyor. Zaten hemen hemen yazılı her şeyi yok<br />

ettiler.<br />

-Evet, ama artık sadece ''hemen hemen yok<br />

etmek'' ile kalmak istemiyorlar, bütün hepsini yok<br />

etmek istiyorlar. Değişimden önce dili tamamen<br />

kaldırmak istiyorlar.<br />

Garson şıraları masaya getirdiğinde ikisi de<br />

gazeteyi saklayıp sustu. Garson sessiz bir şekilde<br />

şıraları masaya bırakırken Osmanlıca gazetelerin<br />

arasında duran Türkçe bir gazete gözüne çarptı.<br />

Gördüğünü belli etmemeye çalışarak Ahmet ve<br />

Caner'e gülümseyerek masadan ayrıldı. Kasa'daki<br />

kızı geçip müdüriyete girdi. Kapı hafifçe tıklatıp<br />

içeriden müdürün ''Girin'' diyen tok sesi gelince<br />

kapıyı açıp içeri girdi:<br />

-Müdür bey, rahatsız ediyorum. Fakat<br />

içerideki iki adam ellerinde eski Türk harflerinin<br />

yazılı olduğu bir gazete okuyor ve gayet de muhalif<br />

gözüküyorlardı.<br />

Müdür, sesi tok olduğu kadar kendisi de<br />

şişman ve yaşlıydı. Henüz 50 yaşında olan bu adam,<br />

gözlüklerinin üstünden yorgun gözlerle sakin bir<br />

şekilde garsona baktı:<br />

-Ne yapılacağını biliyorsun. İhbar et ve sessiz<br />

bir şekilde tutuklandıklarından emin ol. Mekânda<br />

telaş ya da olay istemiyorum. Bunları söyledikten<br />

sonra tekrar önünde ki e-bulmacaya döndü.<br />

E-bulmaca uygulaması bilgisayardaydı. Bilgisayar<br />

ise yer kalabalığı etmesin diye masaya monte<br />

edilmişti. Garson, müdürden talimatı alıp odadan<br />

çıktı. En yakında bulunan tele-ekrana giderek 155<br />

numarasını söyledi. Uzun süren bir sessizlikten<br />

sonra ekranda bir polis memurunun yüzü göründü.<br />

-İyi günler, İstanbul Emniyet Müdürlüğü. Size<br />

nasıl yardımcı olabilirim?<br />

-Alo. Ben Taxim Meydan Kafe’den arıyorum.<br />

Burada Türkçe yanlısı 2 zanlı var. Biri beyaz ve sade<br />

bir Türkçesi var. Diğeri ise hafif esmer ve diğerinden<br />

daha kısa bir adam. Oturdukları masada ise<br />

Osmanlıca ve Türkçe karışık gazeteler yayılmış bir<br />

şekilde duruyor.<br />

-Pekâlâ, adresiniz GPS sistemimizde göründü.<br />

Ben size hemen 1 dil polisi ekibi yolluyorum.<br />

-Peki, teşekkürler. Hayırlı vazifeler.<br />

Tele-ekranın kapatma tuşuna bastıktan sonra<br />

vatandaşlık görevini yerine getirmenin verdiği<br />

rahatlıkla servise devam etti. 10 dakika sonra içinde<br />

2'şer dil polisinin bulunduğu iki tane, güneş enerjisi<br />

ile çalışan yeni nesil polis sunmobil araçları kafe’nin<br />

önüne geldi. Dil polislerinden ikisi araçlarından<br />

inerek kafe’ye girdi. Diğer ikisi de beklenmeyen bir<br />

olay olursa destek için araçlarında kaldı. Polislerden<br />

diğerinden daha uzun ve genç olanı deniz yeşili<br />

gözleriyle durgun bir şekilde pek de fazla kalabalık<br />

olmayan kafe’yi taradı. İhbarda verilen tarife tıpatıp<br />

uyan 2 kişinin oturduğu masaya doğru yaklaştı.<br />

Üniformasının sol üst yakasından çıkardığı polis<br />

e-kimliğini çıkardı.<br />

-İhbar var, beyler. Kimliklerinizi görebilir<br />

miyim?<br />

-Tabii ki. Elinde ki kimlik göstericinin bir<br />

düğmesine basarak mavi bir kimlik ortaya çıkardı.<br />

Polis elinde ki kimlik okuyucuyu kimlik göstericiye<br />

tutarak kimliği tarattı. 10 saniye sonra okuyucuda<br />

kırmızı bir ışık yandı. Polis kısa bir süre göz attıktan<br />

sonra iyi günler diledi. Aynı şekilde diğer polise<br />

kıyasla daha kısa ve esmer olan polis de masanın<br />

diğer tarafında oturan genç adama aynı uygulamayı<br />

yaptı. Fakat bunda da yanlış bir durum çıkmayınca,<br />

o da iyi günler dileyip masadan uzaklaştı. Çıkışa<br />

doğru ilerlerken kısa olan polis uzun olana:<br />

-Yanlış ihbar aldık yine, sanırım.<br />

-Bu, bu hafta ki kaçıncı yanlış ihbar? Ya<br />

birileri bizimle dalga geçiyor ya da adamlar çok iyi<br />

kaçıyorlar.<br />

2 dil polisinin içeri girdiğini gören Caner,<br />

Ahmet’i dürterek başıyla polisleri işaret etti. Ahmet<br />

ilk başta anlamadı ama sonra yakalarındaki koyu<br />

mavi ayırmacı görünce dil polisi olduklarını anladı.<br />

Ahmet gayet sakin bir şekilde Caner’e dönerek:<br />

-Gazeteleri topla. Türkçeleri Osmanlıca<br />

olanların arasına sıkıştır ki görmesinler. Hesabı<br />

ödeyip kalkalım, dedi. Caner, Ahmet’in aksine<br />

telaşa kapılmıştı. Elleri titreyerek hemen gazeteleri<br />

topladı. Ahmet az önce onlara servis yapan garsona<br />

değil de diğer garsona bir işaretle hesabı istediğini<br />

anlattı. 20 saniye içinde hesap geldi. Polisler hala<br />

kimlik taraması yaparken Caner ve Ahmet hızlıca<br />

hesabı ödeyip dikkat çekmeyecek kadar sakin ve<br />

yavaş bir şekilde kafeden çıktılar. Polis arabalarını da<br />

geçip yeterince uzaklaştıktan sonra Caner Ahmet’e<br />

dönerek:<br />

-Bu sefer de ucuz atlattık, dedi. Ahmet sanki<br />

az önce yakalanma tehlikesi atlatmamış gibi yüzüne<br />

bir gülümseme yerleştirdi:<br />

-Ama bir gün yakalanabiliriz.<br />

86 87


Hey boss<br />

bu gümüş<br />

kamçıyı nasıl<br />

bulacağız?<br />

Kimin nesidir,<br />

ne iş yapar?<br />

Adı rapçi adını<br />

çağrıştırıyor.<br />

Sadece<br />

adını biliyoruz.<br />

Kimdir, ne iş yapar bilmiyoruz ama<br />

cehennemde olsa bile bulacağız.<br />

Biz mi arayacağız?<br />

Hayır.<br />

Ne, ha..<br />

Emin<br />

misin?<br />

Kim peki ?<br />

Hotdog !..<br />

88 89


Hehhe o kirli polis<br />

deyimini kimse onun kadar<br />

haketmiyordur.<br />

Her parmakları her zaman<br />

vıcık vıcık yağlıdır. Üstü başı<br />

hep ketçap lekeli.<br />

Şapırt,<br />

şupurt.<br />

Ahhh,<br />

boğuluyorummm...<br />

Heyyy salakla avanak, ben bombayı<br />

atar atmaz bu tarafa koşun hemen...<br />

Ne,<br />

kim kimsin?<br />

ne diyorsun?<br />

Ağır<br />

adamdır...<br />

Uyandın mı<br />

solucan ?<br />

Aghhhh,<br />

sen miydin,<br />

üstüme çöken bu<br />

ağırlıkda nedir diyordum<br />

bende.<br />

Hadi ne duruyorsun,<br />

koşun...<br />

BOMMMM...<br />

90 91


Bana bak solucan, yağmur mevsimi geçtiğine göre...<br />

Kimsin<br />

sen?<br />

Neden bize<br />

yardım<br />

ediyorsun?<br />

Geldiğin yere,<br />

toprağın altına<br />

dönmek<br />

istemiyorsan...<br />

Hey dur, dur, yavaş ol,<br />

tamam.<br />

Benim kim olduğum o kadar önemli değil.<br />

O yaratığı asla öldüremezsiniz,<br />

onu öldürecek kişiyi bulmam lazım.<br />

Hatırladım,<br />

bir ablası<br />

var<br />

aradığının...<br />

İyide biz sana nasıl<br />

yardımcı olabiliriz?<br />

Kimi aradığını bilmiyoruz ki...<br />

Bak Gümüş Kamçı’yı hemen bulmamız lazım, yoksa çok geç olabilir...<br />

Avcı yaratıklar çoktan peşine düşmüşlerdir... Benden önce bulurlarsa öldürürler...<br />

İyide kim bu<br />

Gümüş Kamçı,<br />

nerden bileyim ben<br />

film yıldızı<br />

falan mı?<br />

Senin<br />

çok yakından<br />

tanıdığın birisi...<br />

Gümüş Kamçı’yı arıyorum...<br />

Niye, fan’ımıyım ben?...<br />

92 93


Nerden<br />

tanıyormuşum,<br />

yoksa<br />

kuaförüm’mü?<br />

Zırrrrnnnn...<br />

Aloo,<br />

şapırt...<br />

Kimsin sen...<br />

Ne var...<br />

Yoksa, yoksa<br />

lanet olasıca<br />

ev sahibim’mi?<br />

Bana bak yağ tulumu,<br />

kımıl zararlısı olma, kımılda biraz...<br />

Önce o ablasını, sonrada o Gümüş Kamçı’mıdır<br />

nedir hemen bul onları...<br />

Yoksa sokak köpeklerine seni ziyafet olarak<br />

dağıtırım, sayende onlarda hotdog’un tadına<br />

bakarlar, anladın mı beni...<br />

Ne, ne, ne, ne diyorsun sen be?...<br />

Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?<br />

BENİM KARDEŞİM’Mİ?...<br />

Benim zıpçıktı kardeşim, hahaaa<br />

dalgamı geçiyorsun benimle...<br />

İnanmazsan bak işte,<br />

elimde hiç bir şey yok...<br />

Bütün yiyeceğimi sana<br />

verdim, sayende ben aç<br />

kaldım ama olsun.<br />

Sen mutlu oldun ya yeter<br />

bana küçük yaramaz...<br />

Birinci bölümün sonu...<br />

94 95


Hasan Nadir DERİN<br />

Sinema<br />

İtalyan Filmleri ile<br />

Dolu Bir Hafta<br />

Her zaman çok fazla duyurusu yapılamasa<br />

ya da medyada çok fazla haber olmasa da altı<br />

yıldır Kasım aylarında Ankara’da Çağdaş İtalyan<br />

Filmleri ile bir randevumuz oluyor. “Çağdaş İtalyan<br />

Filmleri Haftası”, bu yıl 9-15 Kasım arasında Çankaya<br />

Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlendi.<br />

Kimi zaman diğer etkinlikler ile çakışmasından<br />

dolayı çok fazla takip edemediğimiz bu etkinliği<br />

bu kez baştan sona takip etme fırsatı bulduk. 2010-<br />

2014 yılları arasında çekilmiş 8 İtalyan filminin<br />

gösterildiği etkinliğe seyircilerin ilgisi de yüksekti.<br />

Belki de altı yılın en yüksek seyirci sayısına bu yıl<br />

erişildi. Gelelim filmlere:<br />

Mutluluk Sandalyesi (La Sedia Della<br />

Felicità): Bu yılki seçki çoğunlukla komedi<br />

filmlerinden oluşuyordu. Mutluk Sandalyesi,<br />

henüz filmin başındaki bizi maddi sorunları olan<br />

iki karakterle tanıştırıyor. Bunlardan biri dövme<br />

dükkânı sahibi Dino, diğeri de güzellik salonu sahibi<br />

Bruna. Daha o ilk anlarda, bu iki karakterin arasında<br />

bir yakınlaşma olacağını hissediyorsunuz. Nitekim<br />

Bruna bir hapishanede işini yaparken kollarında<br />

ölen bir kadından duyduğu bir hazinenin peşine<br />

düşünce Dino’dan yardım almak zorunda kalıyor<br />

ve hazine peşindeki bu yolculuk ikiliyi birbirine<br />

yaklaştırıyor. İkili, İtalya’nın dört bir tarafına dağılmış<br />

8 sandalyeden birinin içindeki gizli hazineyi bulmak<br />

için zorlu bir yolculuğa çıkarken bir yandan da<br />

aynı son sözleri duyan bir rahiple de mücadeleye<br />

girişirler.<br />

Filmin kolay tahmin edilebilir bir yapısı<br />

var. Elbette o hazinenin ilk bulunan sandalyede<br />

çıkmayacağından eminiz. Hatta sekizinci<br />

sandalyeden çıkacağını da eminiz. Önemli olan<br />

hazine değil, ikilinin o hazine peşinde yaşadıkları<br />

ve bu yolculukta karşılaştıkları karakterler zaten.<br />

Senaryoda da imzası bulunun ve ne yazık ki film<br />

gösterime girmeden önce vefat eden, yönetmen<br />

Carlo Mazzacurati, bolca güldüren bir filme imza<br />

atmış. Bunun yanında çok fazla altını çizmeden<br />

İtalya’daki (aslında tüm Avrupa’daki) göçmen<br />

sorununa da değinmiş. Film biraz ilerledikten<br />

sonra fark ediyorsunuz ki sandalyeler hep farklı<br />

etnik kimliklerden insanlar arasında dağılmış. Bu<br />

sayede İtalya’da kaçak ya da legal olarak yaşayan<br />

göçmenlerin de hayatına ufak bir bakış atıyoruz.<br />

Her Allahın Günü (Tutti i Santi Giorni):<br />

Romantik komedi kalıpları dünyanın her yerinde<br />

aynı aslında. Son yıllarda sinemamızda sıkça<br />

gördüğümüz gibi romantik komedilere göre<br />

evlilik ve çocuk sahibi olmak bir ilişkinin olmazsa<br />

olmazları. Her zaman aynı sırada değil ama. Belki<br />

bizim sinemamızda evlenmeden çocuk sahibi<br />

olmak isteyen, bunun için doktorların kapılarını<br />

aşındıran bir çifti anlatan bir romantik komedi pek<br />

mümkün olmazdı ama Her Allahın Günü filmindeki<br />

Guido ve Antonia, böyle bir çift. Çiftimiz ilk bakışta<br />

birbirlerinden çok farklı görünüyorlar. Guido,<br />

daha sakin, daha eğitimli bir adamken, Antonia<br />

daha çılgın bir kadın. Film ilerleyip her ikisinin de<br />

geçmişleri ortaya çıkmaya başlayınca farklılıkları<br />

daha iyi görünüyor ama çok iyi bir ilişkileri var.<br />

Belki de farklılıkları birbirlerini tamamlamalarına<br />

neden oluyor. Cinsel açıdan da gayet mutlular. Ama<br />

“Her Allahın Günü” denemelerine karşın bir türlü<br />

çocukları olmuyor. Guido bunu çok dert etmese de<br />

Antonia için büyük bir sorun.<br />

Filmimiz de bu çocuk yapma çabası<br />

üzerinden şekilleniyor. Birbirlerinden farklı tarzları<br />

olan doktorlar, her ikisin de aileleri ve Antonia’nın<br />

eski sevgilisi işin içine girdikçe olaylar hem karışıyor,<br />

her de izlemesi giderek daha keyifli bir hale geliyor.<br />

Yönetmen Paolo Virzì ince dokunuşlarla filmi<br />

kalburüstü bir romantik komedi haline getirmeyi<br />

başarmış. Bu tip filmlerde oyuncular birbirine<br />

yakışmazsa inandırıcılık da zedelenir. Guido Caselli<br />

ve Federica Victoria Caiozzo gerçekten birbirlerine<br />

yakışmışlar. Filmde pek çok şarkı da söyleyen<br />

Caiozzo, gerçekte de bir müzisyen ve o şarkıları<br />

da kendisi yazmış. Bu müziklerin de filme ayrı bir<br />

güzellik kattığını eklemeliyiz.<br />

Zurnanın Son Deliği (L’ultima Ruota<br />

del Carro): Filmimizin kahramanı Ernesto pek<br />

çoğumuzdan çok da farklı bir karakter değil.<br />

Çocukluğundan itibaren kendisini babasına kabul<br />

ettirmeye çalışıyor, gençlik yıllarında babasının<br />

yanında çalışmaya başlıyor, bu yıllarda bir kızdan<br />

hoşlanıyor ve onunla evleniyor, çocukları oluyor,<br />

farklı işlere girip çıkıyor, artık kendi hayatları<br />

üzerinde durmanın zamanı geldiğini düşünüp<br />

kendi işini kuruyor ve işler kötü gidince maaşlı bir işe<br />

başlıyor. Yönetmen Giovanni Veronesi, Ernesto’nun<br />

yıllara yayılan hikâyesini iyi oyunculuklardan da<br />

destek alarak sürprizsiz ama keyifle izlenecek<br />

şekilde anlatmayı başarmış. Filmin en önemli<br />

özelliklerinden biri ise arka plana İtalya’nın yakın<br />

tarihinden önemli olayları ustalıkla yedirmesi. Kimi<br />

zaman televizyondan takip ettikleri olayların bazen<br />

de tam içinde yer alan karakterlerimiz, bu sayede<br />

yakın geçmişe de kısa bir bakış atmamızı sağlıyor.<br />

İnsan Faktörü (La Variabile Umana): İnsan<br />

Faktörü, sekiz filmlik seçki içinde komedi unsurları<br />

olmayan az sayıdaki filmlerden biriydi. Polisiye<br />

türüne dâhil edebileceğimiz film, bu tür içinde de<br />

farklı bir yerde duruyor. Ortada genç kızlara düşkün,<br />

zengin bir adamın öldürülmesi ve bu olayı inceleyen<br />

bir polis dedektifi var ama yönetmen Bruno Oliviero,<br />

polisiye olaydan çok dedektifin psikolojik hali<br />

üzerine odaklanmayı seçmiş. Cinayetin olduğu gece<br />

dedektifin kızının, arkadaşları ile birlikte ellerinde<br />

silahla yakalanmaları da işi farklı bir boyuta taşıyor.<br />

İşinden bıkmış dedektif Monaco’nu üzerindeki baskı,<br />

iki olayın giderek birbiri ile kesişmeye başlamasıyla<br />

giderek artıyor.<br />

96 97


Filmin en iyi unsurunun başarılı oyunculuklar<br />

olduğunu söylememiz gerekli. Pek çok filmden<br />

tanıdığımız Silvio Orlando, abartısız oyunculuğu<br />

ile ele aldığı karakteri yansıtmak konusunda çok<br />

başarılı. Kızını canlandıran Alice Raffaelli de ilk<br />

oyunculuk denemesi olmasına rağmen onun<br />

karşısında perdeyi doldurmayı başarmış. Yönetmen<br />

Oliviero’nun farklı bir polisiye denemesi yapmak<br />

istediği anlaşılıyor, doğrusu iyi de bir atmosfer<br />

yaratmış ama zaman zaman hikâyeyi fazlaca<br />

boşlamış gözüküyor. Temponun zaman zaman çok<br />

düşmesi bir yana, finale doğru sürpriz gibi karşımıza<br />

sunulan olayları çok önceden anlayınca o final<br />

fazlaca uzun bir hale geliyor.<br />

Günaydın Babacığım (Buongiorno Papà):<br />

40 yaşına yaklaşan Andrea, hâlâ gençlik hevesinde<br />

bir adamdır. Her gece başka bir kadınla beraber<br />

olur, gençlerin gittiği mekânlara takılıp, bir bekâr<br />

evinde yıllardır arkadaşı olan Paolo ile birlikte yaşar.<br />

İyi de bir işi vardır. Filmlere ürün yerleştirme ile<br />

ilgilenmektedir ve bu işten iyi de para kazanır, saygı<br />

görür. Ama bir gün kapısına genç bir kızın dayanması<br />

ile hayatı alt üst olur. Layla adındaki bu genç kız onun<br />

kızı olduğunu iddia etmektedir. Annesi öldükten<br />

sonra babasını aramaya gelmiştir. Üstelik yalnız da<br />

değildir. Dedesi Enzo da onunla birliktedir. Enzo<br />

öyle bildiğimiz dedelerden de değildir üstelik. Eski<br />

toprak bir rockçı olan Enzo, nevi şahsına münhasır<br />

bir kişiliktir. Bu karşılaşmadan sonra Andrea, kendi<br />

anne-babasının ilişkilerinden sorunların da farkına<br />

varır, bir yandan da işinde sorunlar yaşamaya başlar.<br />

Günaydın Babacığım seçkinin belki de en<br />

keyifli filmiydi. Çok önemli bir film olmasa da başarılı<br />

bir kendini iyi hisset filmi olduğunu söylemek lazım.<br />

Finalde her biri bambaşka sorunlarla uğraşan her<br />

karakterlerin mutluluğu bulacaklarını, hayatlarını<br />

bir düzene sokacaklarını tahmin etmek zor değildi.<br />

Esasen az sayıda salonda gösterime girse belli bir<br />

seyirci de toplayabilecek bir filmmiş. Bu arada Layla<br />

karakterini canlandıran genç oyuncu, Rosabell<br />

Laurenti Sellers bir yerden tanıdık geldi bana, nerede<br />

görmüşüm acaba derseniz Game of Thrones’un<br />

geçen sezonunu bir düşünün demek isterim.<br />

İnanıyorduk (Noi Credevamo): İşte<br />

seçkinin en zor filmi. Zaten 170 dakikalık süresi<br />

ile bir tedirginlik yaratıyordu (ki izlediğimiz kopya<br />

biraz daha uzundu sanırım), bir de İtalyan tarihine<br />

özel bir ilgi gerektirince böyle bir ilgi alanı olmayan<br />

seyirciyi fazlasıyla yordu. 1828 ayaklanmaları<br />

sonrası üç arkadaşın kişisel yolculuklarını takip<br />

ettiğimiz film, hikâyesini 1861 yılında, bugün<br />

anladığımız anlamdaki İtalya’nın kurulmasına<br />

kadar taşıyor (filmin bu tarihin 150. yıldönümünde<br />

yapıldığını ekleyelim). Film her ne kadar doğrudan<br />

gerçek karakterler üzerinden ilerlemese de arka<br />

planda gerçek olaylar gelişiyor. Aralarda da gerçek<br />

karakterler hikâyeye dâhil olup çıkıyorlar. Yönetmen<br />

Mario Martone, senaryosuna da katkıda bulunduğu<br />

bu roman uyarlamasında ülkesi için önemli olan bir<br />

dönemi anlatırken epik bir film ortaya çıkarmaya<br />

çalışmış. Başarısız olduğunu söylemek mümkün<br />

değil ama belli ki kısıtlı bir seyirci kitlesine hitap<br />

eden bir film.<br />

Tanrının Merhameti (In Grazia di Dio):<br />

İtalya’nın güney bölgesi ekonomik açıdan daha fazla<br />

sorun yaşayan bölgesi olarak görülür. Ekonomik<br />

krizden en çok etkilenen bölge de burasıdır.<br />

Tanrının Merhameti, bölgedeki fabrikalardan<br />

birinin kapanması sonrasında ellerindeki her şeyi<br />

kaybetme riskini yaşayan dört kadının hikâyesi.<br />

Her ne kadar birbirlerinden çok farklı olsalar da<br />

birbirlerine verdikleri destekle zor günleri atlatmaya<br />

çalışacaklardır.<br />

Edoardo Winspeare’nin filmi için ana<br />

karakterlerine bakınca bir kadın filmi demek<br />

mümkün ama aynı zamanda bir işçi filmi de<br />

denebilir. Hatta Ken Loach’ın seveceği bir film<br />

olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Yine de<br />

127 dakikalık süresi biraz kısaltılabilirdi.<br />

Benden Uzak Dur (Stai Lontana da Me):<br />

Jacopo, mesleğinde başarılı bir ilişki terapistidir.<br />

En zor durumdaki ilişkileri bile adam etmeyi<br />

başarır. Mesleğe daha küçükken anne-babasını<br />

ayrılmaktan vazgeçirerek başlamıştır. Ama kendisi<br />

kadınlarla ilişkilerine bir türlü başarılı olamaz.<br />

Birlikte olduğu kadınların başına sürekli bir takım<br />

felaketler gelmektedir. Bunun üzerine küçükken<br />

lanetlendiğine inanır ve kendisini kadınlardan uzak<br />

tutmaya başlar. Karşısına gerçekten hoşlandığı Sara<br />

çıkıncaya kadar elbette.<br />

Filmin başındaki Jacopo’nun kadınlarla<br />

ilişkilerini anlatan flashback sahnelerinde bir anda<br />

bu filmi izledim ben dedim. Film ilerledikçe, evet<br />

izledim ama başka oyuncularla demeye başladım.<br />

Film bittiğinde bu filmin bir Fransız versiyonu<br />

da olduğundan ve daha önce onu izlediğimden<br />

emindim. Gerçekten de bu film, 2011 yılında bizde<br />

de Aşka Şans Ver adıyla gösterime giren Fransız filmi<br />

La Chance de ma Vie’nin yeniden çevrimiymiş. Her<br />

ne kadar bu film de zaman zaman kahkahalarla<br />

güldürecek kadar eğlenceli olsa da orijinali,<br />

başroldeki Virginie Efira’nın da etkisiyle daha<br />

başarılı bir yapımdı. Yine de her iki filmi de eğlenceli<br />

bir romantik komedi izlemek isteyenlere tavsiye<br />

ederim.<br />

İşte bu yılki Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası’nda<br />

izlediğimiz filmler bunlardı. Genellikle iddiasız ama<br />

hoş filmlerdi. Önümüzdeki yıllarda da devamını<br />

beklediğimiz bir etkinlik olarak aklımızda kaldı.<br />

Ancak Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne bir eleştirimi<br />

iletmeden geçemeyeceğim. Bu tip etkinliklerin<br />

takipçisi sinemaseverler, filmin sonundaki yazıları<br />

sonuna kadar izlemek isterler. Daha yazıların<br />

başında ekranı kapatmak doğru bir davranış değil.<br />

Umarım ilerde buna daha fazla dikkat edilir.<br />

98 99


100

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!