You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
LENN-İ EDEP
N İ S A N 2 0 2 3 | S A Y I N O . 1
KİTAP-FİLM İNCELEMESİ
DENEME
İnce Memed
Kürk Mantolu Madonna
Ayhan ÜN
Hangır Hangır Gülmek
Nuray YARBAY
Soyut Sanat
YAZARIN
BİYOGRAFİSİ
''YAŞAR KEMAL''
İ Ç İ N D E K İ L E R
ŞİİR
Yaşar Kemal
Bekle
Yahya Kemal Beyatlı
Sessiz Gemi
Mehmet Akif Ersoy
Bülbül
ÖYKÜ
Aylin Karakaya
Beklenti
Elif Derviş
Eksik
Bozulmuş bir edebiyat sağlıksız bir toplumun
ürünüdür. Bir toplum bütünüyle edebiyatına
yansır. Edebiyat en etkili sanat olduğuna göre
toplumdaki bozulmalara, yabancılaşmalara karşı
da savaşım vermeli.
Yaşar KEMAL
Gerçek adı Kemal Sadık Gökçeli olan
Yaşar Kemal, Nigar Hanım ile çiftçi Sadık
Efendi’nin oğlu olarak, Adana sınırları
içerisindeki Osmaniye’de 6 Ekim 1923’te
dünyaya geldi. Yaşar Kemal’in Van-
Ercişli olan ailesi, 1. Dünya Savaşı
yıllarında sırasıyla Diyarbakır, Urfa ve
Antep’e gitti, son olarak da Adana’ya
yerleşti.
Bir buçuk yıl süren göç esnasında Yusuf
adlı yaralı bir çocuğu yanına alarak evlat
edinen Sadık Efendi, henüz 4 yaşındaki
Yaşar Kemal’in gözleri önünde, Yusuf
tarafından öldürüldü. Kemal, bu olaydan
çok etkilendiğinden 12 yaşına kadar
kekeme konuştu.
Yaşar Kemal, küçük yaşta bir kaza
sonucu sağ gözünü kaybederken, 8
yaşındayken köye gelen bir
tuhafiyecinin köy kadınlarının
borcunu yazmasından etkilenip,
yazmaya ilgi duydu. Küçük yaşta
doğaya, insanlara ve topluma karşı
ilgi duyarak eserlerinin temelini
oluşturan Yaşar Kemal, ilkokula
gitmeden önce “Aşık Kemal”
mahlasıyla halk şiirlerine imza attı.
İlkokula 9 yaşında başlayan Kemal,
okul arkadaşı Aşık Mecit ile aşıklarla
atışacak derecede türküler söyleyip
ağıtlar yakarken, annesinin engel
olmasından dolayı saz çalmayı tam
anlamıyla başaramadı. Kemal,
1938’de mezun oldu.
İLK ŞİİRİ 1939’DA, İLK KİTABI 1943’TE
Kaleme aldığı ilk şiiri “Seyhan”, 1939’da Adana Halkevi Dergisi’nde yayımlandı.
Ortaokula 1941’de başlayan ancak son sınıfta hastalandığı ve kendini edebiyata verdiği için,
yatılı öğrencilik hakkını kaybeden Kemal, ırgat katipliği, memurluk, ırgatlık, inşaat denetçiliği,
öğretmen vekilliği ve arzuhalcilik gibi farklı işlerde çalıştı.
Kemal, hayatın zorluklarıyla olgunlaşırken, toplumun acılarını ve yaşadıklarını eserlerine
yansıttı. Halk edebiyatına da ilgi duyan Kemal'in şiirleri 1940’lı yıllarda “Çığ”, “Ülke”, “Millet”,
“Kovan” ve “Beşpınar” dergilerinde okurla buluştu.
Aynı yıllarda Pertev Naili Boratav, Nurullah Ataç, Güzin Dino, Arif Dino ve Abidin Dino ile
tanışan Kemal, Abidin Dino vesilesiyle okuduğu “Don Kişot” eserinden etkilenerek, Batı
edebiyatı üzerine daha çok okuma yaptı.
Usta yazarın, 1940-1941 arasında Çukurova ile Toroslar’dan derlediği ağıtları içeren “Ağıtlar”
adlı ilk kitabı, 1943’te Adana Halkevi tarafından yayımlandı.
Yaşar Kemal, 1946’da askerliğini yaptığı Kayseri’de ilk uzun hikaye kitabı “Pis Hikaye”yi
kaleme aldı.
YAŞAR KEMAL İMZASINI İLK KEZ 1951’DE KULLANDI
İstanbul’a 1951’de taşınan Kemal, kısa bir süre işsizlikten sonra “Yaşar Kemal” imzasıyla,
Cumhuriyet gazetesinde, fıkra ve röportaj yazdı. Yazılarında Anadolu insanının iktisadi ve
toplumsal sorunlarını anlatmaya çalışan Kemal’in yine bu dönemde yaptığı “Dünyanın En
Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” başlıklı röportajı, Gazeteciler Cemiyetince verilen “Özel Başarı
Armağanı”na değer görüldü.
Kemal, 1952’de Sultan 2. Abdülhamid’in baştabibi Jak Mandil Efendi’nin torunu Thilda Serrero
ile evlendi. Türkçe, İngilizce, Fransızca ve İspanyolcayı iyi bilen Serrero, Kemal’in 7 eserini
yabancı dillere çevirdi, çeşitli yayınevleriyle ilişkiler kurarak, eşinin Avrupa’da daha çabuk
tanınmasını sağladı. Raşit Gökçeli adlı bir oğlu olan çiftin evliliği, Serrero’nun vefat ettiği 17
Ocak 2001’e kadar devam etti. Usta yazar, 2002’de Ayşe Semiha Baban ile evlendi.
“Bebek”, “Dükkancı” ve “Memet” adlı hikayelerinin de içinde bulunduğu “Sarı Sıcak” kitabını
1952’de yazan Kemal, yoksulluk, şiddet, dayanışma, yozlaşma, doğa tutkusu, insan-doğa
çatışmasını eserinde işledi.
Yaşar Kemal, “Sünger Avcıları” başlıklı röportaj dizisiyle okuyucuların beğenisini kazanırken,
1955’te Varlık dergisinin “Roman Armağanı”nı kendisine kazandıran romanı “İnce Memed”i
yayımladı. Yazarın, 1953-1954’te Cumhuriyet gazetesinde dizi olarak yayımlanan yazılarından
oluşan eser, 40’tan fazla dile çevrilerek, dünya çapında ilgi gördü.
Edebiyat hayatının yanı sıra, siyasi faaliyetlere devam eden Kemal, 1967’de çıkarmaya
başladığı “Ant” adlı derginin eklerinden biri sebebiyle 18 ay hapse mahkum oldu. Daha sonra
bu karar, Yargıtay tarafından bozuldu.
Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğrayan Yaşar Kemal, 1974-
1975’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nda Genel Başkan olarak görev yaptı. Kemal, 1988’de
kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu.
Eserlerinde sade ve akıcı bir üslup kullanmayı tercih eden ünlü yazar, roman ve öykülerinde
çoğunlukla Çukurova’da yaşanan insan dramlarını işledi. Kemal’in “İnce Memed”in de
aralarında bulunduğu 9 eseri de beyazperdeye aktarıldı ve birçok eseri tiyatroya uyarlandı.
Kitaplarında Anadolu’nun efsane ve masallarından da yararlanan Kemal, 1970'ten sonra
yazdığı romanlarında ise şehir insanının hayatını ele aldı.
BİRÇOK KEZ NOBEL'E ADAY GÖSTERİLDİ
Yaşar Kemal, ilki 1973’te olmak üzere pek çok kez Nobel’e aday gösterilmesine rağmen bir
türlü Nobel ödülünü alamadı. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk olan Kemal, verdiği bir
röportajda “Ölene kadar da aday olacağım.” şeklinde görüşlerini dile getirdi.
Yakın dostu Zülfü Livaneli, Nobel ödülünün küçük hesaplar ve kıskançlıklar dolayısıyla Yaşar
Kemal’e verilmediğini, “Sevdalım Hayat” kitabında şu sözlerle aktardı:
“Bir seferinde Yaşar Kemal, Nobel Ödülü’ne çok yaklaşmıştı. En güçlü aday olarak adı
geçiyordu ve sonradan öğrendiğimize göre ödülü kazanamaması için hiçbir neden yoktu.
Tam o sırada bazı Türkler ve Türkiyeli Kürtler devreye girerek, Yaşar Kemal aleyhine bir
dedikodu çarkı çevirdiler. İsveç akademisine, Türk edebiyatını iyi bilmediklerini, aslında
Yaşar Kemal’in Türkiye’de beşinci sınıf bir yazar olduğunu, sadece o çevrilmiş olduğu için
ödülü ona vermenin haksızlık olacağını söylemişler. Bu arada bazı Kürtler de Yaşar Kemal’in
Kürt olduğu halde Türkçe yazmasının Kürt kimliğini inkar etme anlamına geldiğini öne süren
bir kampanya başlattılar. Onlara göre Yaşar Kemal, Kürt halkının masallarını alıp Türklere
mal etmekle görevli bir devlet yazarıydı. Lars Gustafson adlı İsveçli romancı Avusturya’da
tanıştığı Diana Canetti adlı Türkiyeli bir yazarın Türkiye’de Yaşar Kemal’den daha ünlü
olduğunu yazınca dayanamadım ve yazının yayımlandığı Expressen gazetesine bir açıklama
gönderdim. Bu tartışmalar, zaten kıl payı dengeler üstünde duran İsveç akademisini ürküttü
ve Yaşar Kemal'e verecekleri ödülü ertelemeyi uygun görüp Patrick White'a verdiler.”
YAŞAR KEMAL’İN ALDIĞI ÖDÜLLER
Adana Çukurova’da yazı hayatına başlayan Yaşar Kemal’e, 1993’de Kültür ve Turizm
Bakanlığı Büyük Ödülü, 2008’de ise edebiyat dalında “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat
Büyük Ödülü” takdim edildi. Ödülü dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün elinden alan
Kemal, ödül konuşmasında “Anadolu sayesinde dünya kültürüne katkı sağlayacağız.
Kitaplarımı okuyanlar barışçı olsunlar. Yoksa zahmet etmesinler.” ifadelerini kullanmıştı.
Yurt dışında da birçok ödüle layık görülen Kemal, “Uluslararası Cino del Duca ödülü”,
“Legion d'Honneur nişanı”, “Commandeur payesi”, “Fransız Kültür Bakanlığı Commandeur
des Arts et des Lettres Nişanı”, “Premi Internacional Catalunya”, Fransa tarafından verilen
“Legion d'Honneur Grand Officier rütbesi”, Alman Kitapçılar Birliği’nin verdiği “Frankfurt
Kitap Fuarı Barış Ödülü”nün de bulunduğu 20’yi aşkın ödül, ikisi yurt dışında olmak üzere, 7
fahri doktorluk payesi aldı.
Hayatı boyunca şiir, öykü, roman, anı, röportaj, derleme, söyleşi, deneme, oyun, fıkra,
makale ve senaryo gibi birçok edebi türde eser kaleme alan usta yazar, Türk edebiyatına 26
roman, 11 deneme, 9 röportaj, 2 öykü ve şiir alanında bir eseri miras bıraktı.
Yaşar Kemal, solunum yetmezliği şikayetiyle tedavi gördüğü hastanede, çoklu organ
yetersizliği ve kalp ritim bozukluğu sebebiyle 28 Şubat 2015’de 92 yaşında vefat etti ve
Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.
YAŞAR KEMAL’İN BAZI ROMAN VE ESERLERİ
“Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974)”, “Yusufçuk Yusuf (1975)”, “Yılanı Öldürseler (1976)”,
“Al Gözüm Seyreyle Salih (1976)”, “Kuşlar da Gitti (1978)”, “Deniz Küstü (1978)”,
“Yağmurcuk Kuşu (1980)”, “Kale Kapısı (1985)”, “Kanın Sesi (1991)”, “Fırat Suyu Kan
Akıyor Baksana (1997)”, “Karıncanın Su İçtiği (2002)”, “Tanyeri Horozları (2002)”, “Çıplak
Deniz Çıplak Ada / Bir Ada Hikayesi”, “Tek Kanatlı Bir Kuş, 2013”, çocuk romanı “Filler
Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (1977)” destansı roman “Üç Anadolu Efsanesi
(1967)”, “Ağrıdağı Efsanesi (1970)”, “Binboğalar Efsanesi (1971)”, “Çakırcalı Efe (1972)”
YAŞAR KEMAL’İN RÖPORTAJ VE DENEMELERİ
“Yanan Ormanlarda Elli Gün”, “Çukurova Yana Yana”, “Peri Bacaları”, “Bunların hepsini Bu
Diyar Baştan Başa”, “Allah'ın Askerleri”, “Röportaj Yazarlığında”, “Çocuklar İnsandır”,
“Ağıtlar”, “Taş Çatlasa”, “Baldaki Tuz”, “Gökyüzü Mavi Kaldı”, “Ağacın Çürüğü”, “Sarı
Defterdekiler”, “Ustadır Arı”, “Zulmün Artsın”
İNCE MEMED
Daha önce böylesine güzel betimle ile, bu kadar güzel içine alan cümleleriylen
hikâyesini yaşattıran, hissettirebilen bir roman okumadım. birçok sayfasında
duygularımla yaşadım da okudum. Işık gibi parlıyor kitabın cümleleri,parlayarak
oluşturuyor kelimeler cümleleri. Epey zamandır okuyacaktım ama nedense birinin
önermesini bekliyordum Yaşar Kemal gibi kalem efendisinin bu eserini. Daha zamanı
değil, daha çok yaşayacağım daha çok içine girebileceğim zamanı beklerdim ve bu
zamanlarda da okumak nasip oldu işte. Her bir sayfasında her bir paragrafında
romanı, karakterleri ve hikâyeyi yaşadım. Yaşadım ya, öyle bir yazmış ki Yaşar Kemal
yaşatıyor yazdıklarını, kâh güldürüyor kâh sinirlendiriyor veya hüzne boğuyor, hepten
ise sizi köylerde, dağlarda yaşatıyor.Bazı çocuklar erken büyürler, çocuksu
suratlarının altında yaşını başını almış insanların kederlerinden fazlasını barındırırlar.
Onların boyunlarını büken yaptıkları işin ağırlığından çok uğradıkları haksızlıklardır.
Sevdaları da büyük olur böyle çocukların öfkeleri de. Merhametli de olurlar gözü kara
da... Kitabın en başında İnce Memed çakırdikenlerinin içinde ayakları kanaya kanaya
koşarken, ağzından çıkan her sözün bu düzene birer küfür olduğunu hissediyorsunuz.
Ayakları kanıyor, gözleri dolmuş, yorgun, korkuyor ama yine de umutlu o küçücük
yüreği. Umudu var Memed'in çok daha güzel bir dünya mümkün. "Dursun bana dedi
ki... Bizim köyde, dedi, çocukları dövmezler. Çocukları çifte salmazlar. Bizim köyün
tarlalarında, dedi, çakırdikeni bitmez. Ben, oraya gidiyorum işte."(Sayfa19 ).Yaşar
Kemal öyle bir betimleme yapıyor ki, yağmurun ıslaklığını, toprağın kokusunu, taşın
sertliğini, ateşin ısısını hissettiriyor okuyucuya. Yetmiyor, kanın akışını, yenilen
tekmenin acısını, korkuyla atan kalbin atışını hissettiriyor. Alıp götürüyor sizi
Çukurovada beş köyün sahibi olan Abdi Ağa'nın zulüm ettiği köylülerin içine
bırakıyor. Onlarla beraber aç kalıyorsunuz, yorgun düşüyorsunuz, dayak yiyorsunuz.
Onlarla beraber öfkeleniyor, üzülüyor az da olsa seviniyorsunuz. "Bir kedinin,
köpeğin, uçan kuşun, neyin üstüne bu kadar varırsan birincisinde korkar,
ikincisinde... Üçüncüsünde canını dişine takar kaplan kesilir... Parçalar seni.
İnsanların üstüne bu kadar varmamalı."(Sayfa142 ).İnce Memed tam da böyle bir
durum yaşar. Çıkar dağlara, eşkiya olur. Sadece 18 yaşında bir delikanlı, gözlerinde
parıldayan bir şimşek, deli gibi atan bir yüreği vardır. O artık sadece beş köyün değil
ezilen tüm köylüleri1n umudu olur. Kitabı bu kadar erteleme sebeplerimden biriside 4
kitaptan oluşmasıydı oysa şimdi neyse ki hâlâ 3 kitabı daha var okunacak diyorum.
Ayhan ÜN
Hangır Hangır Gülmek
Hangır hangır gülüyoruz, gülüyorlar. Gülmeye mecburuz, mecburlar. Montesquie’e göre
iki tür yozlaşma vardır: İnsanların kanunları hiçe sayması ve kanunların insanları suça
itmesi. Makro ölçekte değerlendirildiğinde lokal çapta irdelenebilir bu yozlaşmalara yol
açan ana etmenlerden birini de buraya ekleyebilme cüretini gösterebiliriz. Durmadan
sağımızı solumuzu kaşımamızı, geçmişimizle yüzleşmemizi anımsatmaktan geri durmayan
batılı dostlarımızın hiç üzerine uğramadıkları bir gerçeği anımsatmaktan geri
durmamalıyız. Bir tek batılı, günümüz yazarları değil, geçmişe iz bırakmış olanları da pek
üzerinde durma gereksinimi duymamışlar bu yüz kızartıcı geçmişin. Sömürgecilik; artık
kimsecikler irdelemeye yanaşmıyor bu günümüze dek uzanıp insanlığı kirleten,
yozlaşmanın da kaynağında yatan lekeyi. Bu leke ile birlikte erozyona uğrayan, sürekli var
olduğu belirtilen o insanın hayali iyi yönünden de bahsetmeye lüzum kalmamıştır. İyidir
aslında her bir birey, ta ki faydanın kıvılcımı gözbebeklerinde yansıyana dek. Niyet
dönüşür, kişisel fayda o temiz ruha enfekte eder ve çok zaman almaz enfeksiyonun
yayılması; artık fayda uğruna atan yürek dönüşmeye başlamıştır. İhtiras dile vurur, nefes
sıkışır, çıldırır o iyi insan… Faydanın, statünün, gücün ele geçiremeyeceği kimsecikler
kalmamıştır işte; kiminin fiyatı iki, kimininkiyse yirmi iki diyordu oysa az öncesi…
Çilecilerin bilinmeyen faydaları. Sömürünün sömürgeciye getirdiği refah; aydınlanmanın
yolunu açan, teknolojik gelişmeyi sağlayan etkendir bu insanlık dışı gerçek.
Sömürgeciliktir barbarlığı meşru kılan ve şayet onca iyi insana rağmen bu dönüşümü
başarabiliyorsa, o halde sefaleti, adaletsizliği sorgulamanın da anlamı kalmıyordur. Kimi
coğrafyalara mazlum olmaktan zevk duymayı kodlayan tahakküm kendi coğrafyasına da
ırkçılığı, saldırganlığı enjekte etmiştir aynı zamanda. Kara altın için sıkılan kurşunlar,
fırlatılan füzeler, çevrilen entrikalar hüzünden demlenenler için ruhu besleyen taze can
suyu olurken, kurşunu sıkan, saldırganlığının doruklarındaki haz duymakla kalmıyor,
toplumunun refahı uğruna da sağlıyordur tüm bunları ve öyle veya böyle alkışlarla
karşılanıyordur, karşılanacaktır.Tahakküm için savaşın parçası; kültürel dönüşüm.
Düşünümün önünü tıkayan aydınlanmış akılsallık ve kültürel yapay üretim gericiliğin de
yolunu açmaktadır ve bu döngü ayrımcılıkla, ırkçılıkla ve şiddetle beslenmiş bir coğrafyayı
tekrar besliyordur. Gerçekleri dile getirmek. Mazlum olmanın, hüzünden beslenmenin
pençesine düşmemişler için elini ateşe uzatmaktan farksız. Mesele şarklı veya garplı
olmakta yatmıyor esasen. Gerçekleri dile getirebilmekte, dilin söylediğiyle pratiğin
örtüşmesinde yatıyor ve gerçeklerden kaçan sanatçının özgürlük davasını pek de
inandırıcılıkla ilişkilendirmek anlamsızlığa dönüşüyor. Böylesi bir durumda çarpıklıkları
irdelemeyi salık veren batılı dostlarımızı tatlı bir gülüşle karşılayabiliriz. Bu hangır hangır
gülüşe onları da davet eder ve vicdanlarımızın kurtuluşunu kutlamaya cüret eden
benliğimizi hep birlikte korumuş oluruz
Nuray Narbay
Soyut Sanat
Yüzyıllar boyu konusunu figürden, manzaradan, nesneden alan sanatın yolu neden maddeler
dünyasından ayrıldı? Ne oldu da madde resmin ana malzemesi olmaktan çıktı? Figürler,
nesneler tuvallerden dönemin ressamları tarafından bir gecede ve sebepsizce çıkarılmadı
elbette. Bu sorunun cevabı belki de bütüncül bir yaklaşımla bulunabilecek bir alanda gizlidir.
Sanat hiçbir zaman durduk yere yeni bir hale doğru evrilmiyor. Çünkü sebep sonuç ilişkileri
ve dolayısıyla etkileşim kanunları görünen ve görünmeyen her alanda varlık gösterir.
Sanattaki bu non-figüratif, soyut döneme gelmeden hemen önceki süreci iyi anlamak, bize
sanatın belki de hâlâ en zor anlaşılan soyut alanına farklı bir gözle bakabilmemizde yardım
edebilir. Bu dönemin 1. Dünya Savaşı ile başlayan ve içine 2. Dünya Savaşı’nı, sanayi
devrimini, fotoğraf makinesinin kullanımının hayata iyice yerleştiği yıllar olduğunu akılda
tutmalıyız. Bu sürece gelene kadar sanatta konu sadece figür, doğa, akılla ve bilinen tek
gerçeklikle, yetenek ve kopyalama üzerinden devrini hâlâ sürdürüyor idi. Kaldı ki burda da
artık sanat kesin ve belirlenmiş kuralları hali hazırda yıkmış, anlık izlenimleri baş tacı eder
hale gelmişti. Yani gözlem ve değişkenliğin peşinde iz süren zihinler tuvallerinin başına
geçmişti bile. Keskin, net, şaşmaz kurallı madde, doğası gereği artık titreşime ve ışığa teslim
olmaya çoktan başlamıştı. Aynı eşzamanlılık içerisinde bilimde madde, Newton'un fizik temelli
teorileri ile elle tutulur, gözle görülür ve değiştirilemez sınırlı tarifinden, Plank, Heisenberg
ve biraz ileride Einstein tarafından ortaya sürülen matematik temelli bir hale doğru
evriliyordu. Nesnel gerçeklik denen şeyin katı ve değişmeyen değil, aksine bir önceki
gerçekliğine göre hep değişkenlik gösteren, doğada süreklilik ve aynılık değil, maddenin
sıçramalar, titreşimler halinde var olduğu anlaşılıyordu. İşte burada insanların ayrı
kategorilerde ve salt kendi alanlarıyla meşgul varlıklar olmadığını göz önünde bulundurarak
yola devam edersek, sanatçı da bilimle, bilim insanı da sanatla ilgilendiği için ve gelişmiş algı,
sorgulama kolkola iken doğal olarak bu sürecin sanatı, en sonunda nesne ile yüzleşeceği
alana çıkaracağını anlıyoruz. Bilimin yönergeleriyle madde bilinen anlam olarak katılığını,
sınırlarını kaybetmeye başladıkça değişen tanımla artık esasen enerji denen ve duyularla
algılanmayan bir alan olduğu ilan ediliyordu. Bu enerjilerin soyut kendi içinde geometrik yeni
bir evren düzenine kapı açtığı da anlaşılmaya başlanıyordu.
Tüm bunların yaşandığı dönemde, 1896’larda Rusya’da bir genç, çocukluğundan beri
almış olduğu müzik ve sanat eğitimi ile değil hukuk öğrenimi ile hayat yoluna devam
etmektedir. Fakat bir gün Moskova’da gittiği Fransız izlenimci ressamların sergisinde
karşılaştığı bir tablodan -Monet'nin saman balyaları- çok etkilenir. O vakte kadar resimle
ilgilense de bundan sonra artık resmi hayatının merkezine koyma kararı alır. En az bu
resim kadar çok etkilendiği Wagner’in Lohengrin Operası da bu karar da çok etkili
olmuştur. Resim sanatının içine kendini bıraktığı yaş otuzdur Wassily Kandinsky’nin. İlk
başlarda yaptığı eserlere baktığımızda onun da çağdaşları gibi hâlâ maddeye
tutunduğunu görürüz. Eserleri klasiğe yakın, izlenimcilik etkisinde bir teknik ve
anlamdadır. Fakat yine de resimdeki titreşimi, dağılmaya başlayan renkleri fark
edilebilir. Sonrasında resimlerinde madde yavaş yavaş çizgiye, beneğe dönüşmeye başlar,
renkler azalmaya, sadeleşmeye doğru evrilir. Ama hâlâ figür belirgin bir şekilde tuvaldaki
yerindedir. Yakın tarihin yaşadığı en yıkıcı dönem diyebileceğimiz bu süreçte, savaşların
maddeyi, toplumu, insanı, sınırları yok edip parçaladığı, bombaların olan maddeyi dağıtıp
bıraktığı, insanların kaçıştığı, diğer taraftan bilimin varlık maddesinin ötesine yürüdüğü
ve tüm bunların ortasında evrilen, değişen, arayan ve bir şekilde boy veren sanatta kendi
içinde sürrealizme, kübizme, fütürizme, pürizme, dadaizme evriliyordu. Birbirinden
etkilenip, birbirini etkiliyordu. Kandinsky de kendi gibi sanat ve sanatın konusu, teorisi
üzerine kafa yoran, denemeler yapan arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri, katıldığı sergileri,
akademik çalışmaları ve en önemlisi sorgulamaları ile bu yolda azimle ve arzuyla
yürüyordu. Bugün baktığımızda eserlerinde yıldan yıla olan değişim apaçık ortadadır.
‘Sanatta Ruhsallık’ adında çıkardığı ilk sanat teorisi ve sanat kuramları üzerine yazdığı
kitapta sanatı çizgi, renk, kompozisyon olarak düşünsel boyutta ele alır. Bu kitap ileride
soyut sanatın adeta başucu kitabı olacaktır. Onu bu arayışların içine iten elbetteki
yaşadığı zor dönemi, bilimin yeni hali ve bir de sanatın aslında sadece ruhsallıkla ilgili
olduğuna duyduğu sonsuz inancıdır. Sanatı maddi gerçeklerin izlenimlerindense iç bene
yönelen, benin duygularını aktarabilen bir anlatım aracı olarak görmekteydi. Tıpkı müzik
gibi. Müziğe olan tutkusu, onu dinlerkenki hazzı, piyano ve çello çalarken hissettiği o
doyum, aslında resimde ne aradığını nihayet ona fısıldar. Müzikteki o maddesizliktir
resimde aradığı. Onun resim anlayışında maddeye değil duyguya yönelim vardır.
Müzikteki ses titreşimlerini renk olarak düşünür ve hisseder.
Renklerle müziğin ilişkisinin peşine düşüp müziğin bulduğu o salt özgürlüğü ve mutluluğu
resme taşımak ister. Karşısında resim sanatının maddeden imparatorluğu dikilirken
başlangıçta elbette bunlar sadece teori, fikirdiler. Fakat sanat doğası gereği hep karşıtını,
ötekini, diğerini arar. Kandinsky de sanatı materyalist düşünceden yavaş yavaş sıyırıp
çıkarmak, sadece tinin egemenliği altında özgürce ifade etmek yoluna çoktan girmişti.
Dönemin savaşlarının parçalayan etkisi ile artık ezbere değil, düşünen, plan edilen, duygu
yaratma peşine düşmüş sanata hepten yönelir. Renkler, şekiller müziksel bir yapıya
dönüşmeye başlar. Belki de nasıl ki müziği dinlerken her seferinde farklı bir haz
alınabiliyorsa, nasıl sadece duyuluyor ve sorgulanmıyorsa, resim sanatının da buna
yönelmesi gerekliliğini ve bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Artık
resminde figür kaybolmuş, yaşamın duygusunun anlatısı peşine düşmüştü. Sanatına artık
renk ve şekiller üzerinden hayat verdiği, o güne kadar hiç denenmemiş izler hakimdi. İlk kez
romantizmde adı geçen soyut yani belirsiz kelimesi onun resimlerinde tam da dönemin
getirdiklerinin en yalın ifadesidir. Çıktığı bu yolla öyle sonsuz bir kapı açmış, öyle hür bir
ifadeyi sanata düstur etmişti ki gelinen noktada artık evren kapılarından sanatın içsel
gerçekliğiyle geçiliyor, bir fotoğraf makinesi olmadığı anlatılıyor, betimlemeyi amaç
olmaktan çıkarıyor, hayal gücü tek rehber kılınıyordu. Çünkü artık bilimin de dediği gibi,
maddenin, renklerin bir enerji içerisinde var oldukları bir gerçekti. Öyleyse bunlar iyi bir
kompozisyonla tuvale yerleştirilirse müzikteki gibi sonsuz bir ahenk yakalanabilirdi. O
zaman diyebiliriz ki ideal form daire, evren siyah ise her şey ona doğru akar. Doğa her şeyi
kendi için var ediyor ise sanat da kendi biçimlerini yaratabilir. Böylelikle de nihayet
maddenin tutsaklığından ayrılıp en sonunda o tinsel görevine kavuşur. Belki bizler de,
kendimize göre yaşadığımız bu zor dönemde, seyrettiğimiz soyut bir resimde, karmaşık
renklerin ve formsuz şekillerin oluşturduğu gelişigüzel kurulmuş hissi veren bu
kompozisyonların önünde, madde aramayı bırakıp, resimdeki hiç bir yapı optik algımızdaki
hiçbir madde ile eşleşmedi diye yargılamaz isek, o nıların ruhumuza dokunmasına nihayet
izin verebiliriz.
Kürk Mantolu Madonna
Baştan söylemek gerekirse eserimiz trajedik bir aşk romanıdır. İnsanların
ötekileştirdikleri Raif Efendi, hiçbir şeye aldırış etmeden kendi dünyasında
yaşamına devam ediyordu. Çok stresli bir iş dünyasına sahipti, karşılaşılan küçük
problemlerde direkt ona yükleniliyordu. Onun sessiz kaldığını düşünselerde
aslında Raif Efendi, hepsinden çok konuşuyordu. İnsanlar acayip buldukları bu
kişiliğin sebebini sormak yerine kendilerince hüküm vermişlerdi. Biliyorum ki
yaşadıklarını bir kişiye anlatsa az da olsa yüreğindeki ağırlık hafiflerdi ama
insanlar onu dinlese bile anlamayacaklarını bildiği için kendini soyutlamış,
insanlara anlatamadıklarını siyah kaplı defterinde haykırmıştır. Ölüm döşeğine
düşen Raif Efendi siyah kaplı defterindeki haykırışlarıyla okuru buruk bir Berlin
yolculuğuna çıkarıyor. Can sıkıntısının yoğun olduğu bir gün sırf bu durumdan
kurtulmak adına deliler gibi sokak aralarında dolandığı sırada kendini sanat
galerisinde bulan Raif Efendi, soğuk bir şekilde duvardaki tabloların arasında
dolanırken bir tanesinin önünde gözleri kocaman aralanır ve adımları yavaşlar.
Bir müddet tablodaki Kürk Mantolu Madonna'yı tahlil ettikten sonra hayran kalır.
Ardından saatlerce, günlerce süren bu büyülü rüya her şeyden habersiz devam
eder. Öyle ki tablonun sahibi kanlı canlı yanında oturmasına rağmen
kahramanımız bunu bile fark etmez. Günler sonra tesadüfen karşılaşan bu ikili
hayattan soğumuş halde olmasına rağmen birden yaşamları değişir. Sanat
galerisinde başlayan bu hayranlık Berlin sokaklarının her köşesine birer anı
olarak kazınır. Öyle ki memleketi Ankara'ya dönen Raif Efendi, seneler sonra
aşkının meyvesini bir trenle bilinmezliğe doğru yolcu eder. Maria Puder'ın
mücadelesini, Raif Efendi'nin yaşadıklarını ve insanların ona karşı davranışlarını
düşündükçe tüylerim diken diken olmasına rağmen hayatın her köşesinde bu tarz
hayat hikayelerinin olduğunu çok iyi biliyorum. Eseri okurken sevginin ve
sevgisizliğin insan hayatını ne kadar etkilediğini her iki koşulda da gözlemleme
şansına erişiyorsunuz.Herkese tavsiye ediyorum. Çarşıda pazarda dağıtılmalı,
okunmalı okutulmalı, kitaplığın en güzel köşesinde sergilenmelidir. Okuduktan
sonra günlük yaşantımızdaki insanlara karşı davranışları ve yaklaşımları tahlil
etmeliyiz. İyi okumalar
BEKLE
Elbet bir gün, bütün çiçekler beyaz açar
Hür ve mes'ut bir şarkı halinde
Penceremizden uzanır nur. İstediğimiz
şekilde doğar gün, Dilediğimiz gibi yağar
yağmur.
Gök yüzüne hayranlığımız biter;
Kapımıza çırılçıplak gelen bahar,
Bir tohum halinde toprağa düşer.
Bizim için başka türlü eser rüzgâr
Bahçelerin aşinalığı artar. Herkes
gibi biz de doyasıya yaşarız hayatı
Yıldızlar dilimizle konuşur. Elbet bir
gün, bizim de sevgilim Köyümüzde
beyaz badanalı, bir evimiz olur.
YAŞAR
KEMAL
SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir
kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki
yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.
YAHYA KEMAL
BEYATLI
BÜLBÜL
Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım:
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı; Pek ıssız
bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı. Işık yok, yolcu yok,
ses yok, bütün hilkat kesilmiş lal.. Bu iştiğrakı tek bir nefha
olsun etmiyor ihlal. Muhitin hali "insaniyyet"in, timsalidir,
sandım; Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler
andım! Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel
yad, Zalamın sinesinden fışkıran memdud bir feryad. O
müstağrak, o durgun vecdi nagah öyle çoşturdu: Ki vadiden
bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu. Ne muhrik nameler,
ya Rab, ne mevcamevc demlerdi: Ağaçlar, taşlar ürpermişti,
güya Sur-u Mahşerdi!
- Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? O
zümrüd tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun, Cihanın
yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun! Bugün bir
yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen, Gezersin,
hanümanın şen, için şen, kainatın şen! Hazansız bir zemin
isterse, şayet ruh-u ser-bazın, Ufuklar, bu’d-u mutlaklar
bütün mahkum-u pervazın. Değil bir kayda, sığmazsın -
kanadlandın mı- eb’ada, Hayatın en muhayyel gayedir
ahrara dünyada. Neden öyleyse matemlerle eyyamın
perişandır, Niçin bir damlacık göğsünde bir umman
huruşandır?
Hayır, matem senin hakkın değil.. Matem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım! Teselliden
nasibim yok, hazan ağlar baharımda Bugün bir hanümansız
serseriyim öz diyarımda! Ne hüsrandır ki:Şark'ın ben
vefasız, kansız evladı; Serapa Garb'a çiğnettim de çıktım
hak-i ecdadı! Hayalimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc
oldu. Selahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu.. Ne
zillettir ki, nakus inlesin beyninde Osman’ın; Ezan sussun,
fezalardan silinsin yadı Mevla’nın! Ne hicrandır ki:en
şevketli bir mazi serab olsun; O kudretler, o satvetler harab
olsun, türab olsun! Çökük bir kubbe kalsın mabedinden
Yıldırım Han’ın. Şenaatlerle çiğnensin muazzam kabri
Orhan’ın. Ne haybettir ki:vahdet-gahı dinin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vasız kalan dindaş! Yıkılmış
hanümanlar yerde işkenceyle kıvransın; Serilmiş gövdeler,
binlerce, yüz binlerce doğransın! Dolaşsın, sonra, İslam'ın
haremgahında na-mahrem.. Benim hakkım, sus ey bülbül,
senin hakkın değil matem!
MEHMET AKİF ERSOY
Elif Derviş Öykü
Eksik
Kaybolan yapboz parçasını yolda yürürken bulma olasılığı nedir? Ben buldum. Dün işe
giderken. Köşedeki çiçekçi var ya hani, her sabah elinde satırla gelene geçene pis pis
bakan suratsız kasabın yanı. İşte kayıp parçayı tam o çiçekçinin önünden geçerken
buldum. Yok, öyle kaldırımda gözüme falan çarpmadı. Diyebilirim ki ben gidip kafa
attım küçücük yapboz parçasına. Kırk yılın başı işe yürüyerek gitmek için spor ayakkabı
giymişim takımın altına. Sırt çantamda diz üstü bilgisayar, hışırtılı market poşetine
koyduğum makosenler. Hülya görse dakikasında ayrılır benden. E hijyen? O poşetten
kim bilir ne çıktı! Delikse ayakkabının tozu bilgisayara, oradan eline, elinden ağzına,
sonra bana! Öpmem bak valla seni! Allah aşkına öpme zaten artık ya. Belki bahanem bu
olur ayrılmaya, kaç zamandır kıvranıyorum. Her haftasonu gelip kalacak illa. Mutfağa
laf edecek, kedinin tüylerine sövecek, çamaşırlar makinede kalmış rutubet kokmuş, yok
toz almıyorsun, hasta olacaksın. Bıt bıt bıt bıt. O sırada bilmiyorum ki hayatımdan
çıkmak şöyle dursun, yerdeki o parçaya yapışmamla Hülya da bana iyice yapışacak,
evime yerleşecek, dolaplarımı boşaltacak, mutfağımı tamamen ele geçirecek. Neyse.
Parçayı nasıl bulduğumu anlatayım ben. Ötesi çok sıkıcı bir bekleyişin başlangıcı çünkü.
Dedim ya, çiçekçinin o hep ıslak olan kapı önünde kayıverdim. Arnavut taşlı kaldırım mı
kaldı memlekette? Kalmış, yıllar içinde aşınıp yuvarlanan, her yağmur yağdığında, her
hortumla yıkandığında deli gibi kayan. Hem kalmış, hem de pusuya yatmış, benim spor
ayakkabıyla oradan geçmemi bekliyormuş. Bir adım at, ikinciyi, üçüncüde ayağın
kaysın, dördüncüde tam toparlar gibiyken beşinci de vıjjjjjt. Merhaba Arnavut taşları,
ne zamandır bu kadar yakından görüşmemiştik.
Belimde önce korkunç bir acı, sonra acının seviyesinin belli bir eşiği aşmasıyla yok
olayazması. Başımı da vurdum ve bilincimi kaybetmeden hemen önce, burnumun
ucunda o parça. Uçuk mavi, bir köşesinde minicik, belli belirsiz bir beyazlık. Diğer
köşede biraz daha belirgin bordo-siyahımsı bir çizgi, tam kenara denk gelmiş. Mavi
göğün altında tek başına duran evi tamamıyla bitirdiğim yapbozun, evin çatısının eğik
ucuyla göğün bulutlu mavisinin birleştiği son parça. Evin altını üstüne getirmiş,
kediyi parçayı sen mi yedin diye suçlamış, Hülya’nın zaten eksik artık, çöp bu diye
atmaya kalkışmasıyla uğraşmış, nihayetinde pes edip salon masasında öylece
bırakmıştım yapbozu. Koca gök halbuki. Minicik bir parçası kayboldu diye
göklüğünden ne kaybedecek? Çatı desen evin üstünü kapatmakla görevli ana kısmı
tamam, kaybolan önemsiz bir yer. İçinde ne olması gerektiğinden bağımsız olarak,
sırf orada bir boşluk kalması rahatsız ediyordu beni. Dişlerinden biri düşmüş ve
yerine hiçbir şey konmamış bir ağız gibi. Ağız her sırıttığında, o da sırıtıyor. Ya da
duvara badana yapılırken atlanmış miniminnacık bir nokta. Eskiyi, yerine bir şey
konulamamışı temsilen, sakin sakin yaşamını sürdüren bir küçük gölge. Belim gitmiş,
başımın yan tarafından çiçekçinin suları dışında bir şeyler aktığını hissediyorum,
dizim sızlıyor, ama gözüm parçada. Ceketin ıslanmış kolunun içinden uzanıp alıyorum
parçayı, elimin içine sımsıkı hapsediyorum. Eve gidince onu yerine koyduğumu hayal
ettiğim sırada göz kapaklarım usulca iniyor. Bağırış çağırışlar var ama çok uzakta. Bir
kuyunun dibindeyim de dışarıyı göremiyor, sadece duyuyorum gibi. Gözümü tekrar
açtığımda evdeydim. Salondaki koltukta bir yetmiş iki. Hülya baş ucumda iç çekerek
ağlıyor, ama uyandığımı görür görmez kaşlarını çatıyor ve gözyaşları bir çocuğun
fiske vurduğu şeffaf bilyeler gibi yuvalarında geri geri yuvarlanıyor. Nasıl bu kadar
dikkatsiz olabilirim, aptal mıyım işe yürüyerek gidiyorum, o araba ne demeye duruyor
kapının önünde, hem takımın altına spor ayakkabı giymek nasıl bir saçmalık, kaç
yaşındayım ki ben, ya müdürlerden biri görse, çantaya bilgisayarla ayakkabıları yan
yana koymaktan bahsetmiyor bile. Pasaklıyım resmen pasaklı. Bir anda parça geliyor
aklıma. “Yapbozun parçasını buldum Hülya! Elimdeydi, n’aptın onu? Atmadın di mi
bak?!” Hülya’nın gözlerinden ateş değil, lavlar fışkırıyor şimdi, az daha yaklaşsa
yüzüme sıçrayıp minik korlar halinde tenimde yaşamaya devam edecekler.
“İnanamıyorum şu dediğine! Ben ne hale geldim haberin var mı senin? Komşular
arayıp söylemese ta haftasonuna kadar sana ulaşamayacaktım belki, ne oldu
bilemeyecektim! Sen beni sorma ama. Kıçı kırık yapbozunu sor!” Komşular mı?
Komşularımın telefonu bende yok ki. Ne ara bu samimiyet? Ayrılmam lazım bu
kadından, tez vakit. Gözüm sehpaya takılıyor. Parça orada. Oh, kaybolmamış. Nasıl
sıkmışsam avcumun içinde, hafif yamulmuş. Ama gök hâlâ mavi, bulutun ucu hâlâ
beyaz, çatının kenarı sağlam. “Biliyor musun nerede buldum bunu?” diyorum neşeyle,
ayrılma kararımı bir an için unutup. “Hani bizim çiçekçi var y…” “Ya bana ne senin
yapbozundan Mehmet!” Lavlara ılık nehir suları karıştı şimdi. Hüngür hüngür ağlıyor.
Hey Allahım. Kafayı yaran ben, beli sakatlayan ben, ağlayan Hülya.
Tam ona yapma etme diyecekken burnuma kesif bir koku geliyor. Bildiğim bir koku. Ve
hiç sevmediğim. Sevilecek gibi değil. Sanki biri burnunuzun iki deliğini birden
parmaklarıyla iyice açmış da içine amonyak akıtıyormuş gibi, ciğerlerinize kadar yakan
bir koku. “Kedi nerede Hülya?” “Kedi diyor ya?!” Hülya bastı gitti. Çok uzağa değil, yan
odaya, kapıyı çarparak. Bir şey dememe fırsat vermedi ama verse de aklım fikrim
kokunun kaynağında zaten. Mızık salon masasında vakur bir şekilde oturmuş bana
bakıyor. Fırça kaşları gözlerinin üstüne doğru ağırlaşmış. Ağzı da gülümser gibi mi?
“Mızık,” diyorum. “Yapmadın di mi oğlum?” Şimdi ağlamak üzere olan benim. Masanın
ucundan yapbozu üzerine özenle yerleştirdiğim yüksekçe kutunun kenarı görünüyor.
Rengi değişmiş, koyulaşmış. Ben bakarken de koyulaşmaya devam ediyor. Kutunun
yanından örtüsüz masaya, oradan da parkeye birkaç damla sızarken bayılacak gibi
oluyorum yine. Başımı çarptığım yer zonklamaya başlıyor. “Hayır Mızık ya… gerçekten
mi? İçine ettin yapbozun!” Mızık sakin. Mırrrrk deyip atlıyor masadan. Ben ağlamaklı.
Hülya kapriste. Parça tek kaldı, birleşeceği bir gök bulut çatı yok artık. Asit yağmurları
aldı götürdü. Hayat da hep böyle işte. Eksik
Aylin Karakaya
Öykü
Beklenti
Uzun zamandır görüşmüyordum onunla. Aynı şehirde ama farklı yollardaydık artık. Bu koca şehrin
herkesi yutan midesinde birbirimize dokunmadan savruluyorduk. Yalnızlığa alışmıştım. Çok da insan
canlısı değilimdir aslında. Hani öyle çat kapı komşu muhabbetleri yok bende. Kitabımı okur, çayımı
içer, örgümü örerim. Gelemiyorum samimiyetsiz ilgilere. Şehrin aslında birbirini hiç tanımayan ama
hep iç içe olan insanlarına gelemiyorum. Şimdi temmuzun ortasında yağan yağmuru seyrederken onu
çok özlediğimi hissediyorum. Aramalıyım. Fikrimi değiştirmekten korktuğumdan hemen elim tuşlara
gidiyor. Bu tuşlar bile heyecanlandırıyor beni, biraz sonra onun tatlı sesini duyacağımı bilmek ellerimi
titretiyor. “Alo, anne?” “Kızım merhaba müsait misin?” “Beş dakikam var annecim, söyle.” “Canım, ne
zamandır görüşemiyoruz, yarın uygunsan çay içelim diyorum, güzel bir yer buldum.” “Haaa, çay mı
diyorsun?” “Evet…” “Ayarlamaya çalışacağım nerede?” “Anadoluhisarı’nda bir yer, konumunu atarım,
yemyeşil. Sana da biraz nefes olur.” “Ah! Anne nefes alacak vaktim mi var? Neyse gelmeye çalışırım.
Yarın mı demiştin?” “Evet.” “Tamam, görüşürüz, kapatıyorum, öptüm.” Bu kısacık konuşma nasıl da
kalbimin ritmini değiştirdi. Biraz önce ayağa kalkmaya mecali olmayan ben, şimdi odadan odaya
geçiyor, etrafı topluyor, küçük bir çocuk gibi zıplıyordum. Yalnız yaşıyor olmama rağmen düzeni
severim. Evim hep bir misafir beklermişcesine temiz ve pak. Artık bu yaşta yapacak çok bir işim
olmadığından tüm enerjimi eve harcayabiliyorum. Bu yüzden koşuşturmam çok uzun sürmedi. Sonra
telaştan ve mutluluktan boş yere vakit geçirdiğimi fark ederek yatak odama geçtim hemen,
gardırobumu açtım ve en güzel elbiselerime göz gezdirdim. “Hangisini giysem?” Genç kızken
Mehmet’le buluştuğum an geldi aklıma, gülümsedim. Şimdi hayatta olsaydı da beraber, el ele
gitseydik kızımızı görmeye. Bugün özlemlerimi biriktirdiğim, üst üste döşediğim bir gün. Geçmişi
hatırlamadan edemediğim. Mehmet’le ilk buluşmamızda maviyi seçmiştim. Yine öyle yaptım. V yakalı,
kısa kollu, eteği kloş elbisemi yakıştırırdım kendime. “Lütfen yarın yağmur yağmasın” temennisiyle
çıkardım dolaptan elbisemi. Küpe de seçmeliydim üstüne, şifonyere yöneldim hemen. Çekmecemi
açacakken küçük, minicik kızım gülümsedi çerçevenin içinden. Ne güzel günlerdi… Onu ilkokula
götürdüğüm, telaşla hepimizin evden çıktığı günler. “Çantanı hazırladın mı akşamdan?” “Evet anniş
hepsi hazır.” “Gel saçlarını öreyim.” En sevdiğim ana gelmiştik. Yumuşacık kumral şaçlarına
dokunmak, onları taramak. Ortadan ikiye ayırmak sonra parmaklarımın arasındaki dansını seyretmek.
Ben saçlarını örerken o hiç susmazdı. Sürekli konuşurdu. Takip edemezdim söylediklerini, konudan
konuya atlardı.
“Bugün matematikten sınav var, çok heyecanlıyım. Anne biliyor musun, öğretmen
dün Ali’nin kulağını çekti. Kulak niye çekilir anne? Yani tamam anlıyorum, canı acısın
diye. Ama bir öğretmen niye çocuğunun canının acımasını ister? İstememeli değil mi
anne? Ali hiç ağlamadı ama çok cesur çocuk. Geçen gün bana çiçek getirmiş,
papatya. Saklıyorum hâlâ. Türkçe kitabımın arasına koydum. Dümdüz oldu, sarardı.
Ama hâlâ çok değerli. Anne eskisek de değerli kalır mıyız?” “Kalırız” demiştim ona,
gençliğin verdiği toylukla. Şimdi yalnızlığıma bakıyorum da emin değilim verdiğim
cevaptan. Mavi elbisemin üzerine yakışacak küpeyi de seçtikten sonra yatak odamda
işim bitmişti. Bugünün çabuk geçeceğinden emindim. Yarına dair umutlarımız varsa
bugünü geçirmek kolaydı. Tüm hazırlıklarımı tamamladım ve hep oturduğum
koltuğuma kurulup huzurla örgümü aldım elime. Yarın kızıma bir hediye de alsam mı
diye düşündüm. Yok, yok ne alacaktım ki, her şeyi vardı. Şöyle beni hatırlatacak bir
şey olsun. Tamam, küpelerim! Biraz önce özenle kutusundan çıkardığım akik küpemi
vermeye karar verdim. Evet etkileyici bir fikir. Bunları bana babası almıştı. Onun için
de çok değerli olmalıydı. Hem konuşacak bir konu olurdu aramızda böylece. Yoksa
ne soracaktım, sohbeti nasıl başlatacaktım bilmiyorum. Konuyu evliliğe getirsem
kızacaktı yine. “Çok yoğunum, çok çalışıyorum, ne evliliği, ne çocuğu anne?” diye
azarlayıverecekti. “Sen kendin için istiyorsun bunları, torunun olsun, sevesin,
oyalanasın diye, beni düşünmüyorsun ki.” Bilse keşke onu ne kadar düşündüğümü.
Çocukluk sohbetleri ile avunduğumu. Çeyiz sandığından çıkarır gibi dantelleri
eskiye, çok eskiye döndüğümü. Bilse arardı arada bir telefonla da olsa. Ama hep
meşgul, hep meşgul, arayacak vakti yok ki. Kapım çalsa bir gün aniden, açsam
bakkalın çırağı geldi diye. Sonra göz göze gelsek, kolundan tuttuğum gibi oturtsam
karşıma seni. Pır pır atan yüreğimin sesini susturup sadece seni dinlesem. “Bir
keresinde o çok sevdiğin Ali itmişti seni merdivenlerden. Dizin kanamıştı, ağlaya
ağlaya eve gelmiştin hatırlıyor musun?” desem, “Hemen temizlemiştik yaranı
oksijenli suyla sonra tentürdiyot. Telaşla art arda gelen üfürükler yanan yere.
Kanayan kısmı temizlemiştik ama esas yaranın gönlünde açıldığından emindim.
Çünkü biliyordum Ali’nin senin ilk aşkın olduğunu. Ama sonraki aşklarından hiç
haberim olmadı. Kapandı kapılar” desem. Ne zaman kaybettik birbirimizi güzel
kızım? Ergenliğin o taşlı, dikenli yolculuğunda mı? Sana çok karıştığımızı düşünüp
ipleri kopardığında mı? Gözlerine bakıp aklından geçenleri okumayı ne zaman
bıraktım, bırakmak zorunda kaldım? Bu şehir herkesi acımasızca örseledi. Çok katlı
mezarların içine gömdü. Ama yarın olacak, yarın olacak ve ben seninle saatlerce
konuşacağım. Dinlesen de dinlemesen de. Gece çok huzurlu geçmedi, rüyalar
gördüm karmakarışık. Yine de sabah dinç kalktım. On bir gibi buluşalım demiştim,
zamanından çok çalmamak için. Hazırlandım ve çıktım. Arabayla Anadoluhisarı’na
varana kadar geçtiğim hiçbir yeri hatırlamıyorum. Çünkü sadece buluşmaya
odaklıydım. Bahsettiğim yemyeşil çay bahçesine geldiğimde ortalık sakindi. Sessizlik
kumruların atışmalarıyla daha da anlam kazanıyordu. Hele erguvanlar… Etrafa asil
ve mor dalgalar bırakarak ilerliyor, masalsı güzelliğini cesurca sergiliyordu.
Çiceklerin kokusu sarmıştı etrafı. Biraz ileride ulu çınarlar gövdeleriyle haşmetliydi.
Küçük bir koru oluşturmuşlardı sayılarıyla.
Yerlerde ürkek yürekleriyle gezinen serçeleri görünce daha da emin oldum doğru yere
geldiğime. İşte bu serçeler gibi ufacık adımlarla ilerleyip kızımın gönlüne konacaktım
tekrar. Bana yine eskisi gibi bakacaktı. Ellerini tutacaktım hoyrat rüzgarlardan
korumak için. Ve bırakacaktım avuçlarına mavi küpeleri babasının dudaklarından bir
öpücük misali. Onu beklerken bir çay söyledim. Eli kulağında şimdi gelirdi. Dumanı
tüten bardağa bir türlü vazgeçemediğim şekeri attım, karıştırdım. Kaşığın bardağın
içindeki her devinimi bana uzun bir zaman dilimi gibi geliyordu. Beklemek zor. Bir
defa, iki defa, üç defa döndürdüm kaşığı. Bir yıl, iki yıl, üç yıl geçti ömrümden. Ve
aniden telefonun sesiyle irkildim. Çantamın içinden çıkardığım telefonun ekranında
“kızım” yazıyordu. “Alo” “Annecim merhaba, kusura bakma ne olursun, acil bir iş
çıktı, gelemeyeceğim. Başka zaman buluşuruz olur mu?
KAYNAKÇA
Derviş,E.(2020).Eksik.Yazı-Yorum;(1),18-20
Karakaya,A.(2019).Beklenti.Yazı-Yorum;(1),10-12
Ün,A.(2021).Hangır Hangır Gülmek.Yazı-Yorum;(1),9-10
Narbay,N.(2018).Soyut Sanat.Yazı-Yorum;(1),11-13
https://islamansiklopedisi.org.tr/yasar-kemal
http://www.siirparki.com/yasarkemal1.html
http://siir.me/sessiz-gemi
http://www.siirparki.com/akif10.html
GÖRSEL;
https://www.evrensel.net/haber/426952/dil-emekcisi-sozun-buyucusuyasar-kemal
https://yasarkemalvakfi.org/
https://www.suleymanpasa.bel.tr/bilgi/Yahya-Kemal-Beyatl%C4%B1-
-176
https://cide.kastamonu.edu.tr/index.php/tr/istiklal-marsi/mehmetakif-ersoy-hayati
https://www.turkedebiyati.org/ince-memed-yasar-kemal/
https://www.yazi-yorum.net/yazarlar/
https://blog.milliyet.com.tr/beklemek-hayati-kacirmaktir/Blog/?
BlogNo=440858