18.05.2013 Views

Alpaslan DEMİR* Özet Abstract Giriş - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş ...

Alpaslan DEMİR* Özet Abstract Giriş - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş ...

Alpaslan DEMİR* Özet Abstract Giriş - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş ...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

İKİ ŞECERE ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ: ŞEYH MAHMUDÜ'L-KEBİR YA DA DERVİŞ<br />

BEYAZ KİMDİR?<br />

<strong>Özet</strong><br />

<strong>Alpaslan</strong> <strong>DEMİR*</strong><br />

Şecereler, dikkatli <strong>ve</strong> diğer kaynaklarla karşılaştırılarak kullanıldığı taktirde önemli tarihi<br />

belgelerdir. Üzerinde çalıştığımız şecereler, Mahmudü’l-Kebir (Derviş Beyaz) hakkında bilgiler ihtiva<br />

etmektedir. Elimizdeki mevcut şecereler, bu belgeleri kullanmış olan araştırmacıların<br />

değerlendirmeleri ile kıyaslanarak yorumlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu şecereler tek başına yeterli<br />

değildir. Bu nedenle, çalışmamızın ana kaynağı durumundaki şecerelerle ilişkili olduğunu<br />

düşündüğümüz Varto’nun Şarik köyünde bulunan şecere ile Mazgirt’in Şöbek köyünde bulunan<br />

şecerenin elde edilip dört şecere birlikte değerlendirilerek Mahmudü’l-Kebir hakkında daha fazla<br />

bilgiye sahip olabiliriz.<br />

<strong>Abstract</strong><br />

The şeceres are an important historical document if they use careful and comparati<strong>ve</strong> with<br />

other sources. The şeceres that we study contains informations about Mahmudü’l-Kebir (Derviş<br />

Beyaz). We tried to explain them. But they are not sufficient alone. Therefore, these şeceres must<br />

compare with the şeceres which are in Varto (in Şarik village)and in Mazgirt (in Şöbek village) and by<br />

this way we can get more information about Mahmudü’l-Kebir.<br />

<strong>Giriş</strong><br />

Hz. Peygamber’in nesli, kızı Fatıma ile amcaoğlu Hz. Ali’nin evliliğinden doğan torunları Hz.<br />

Hasan <strong>ve</strong> Hz. Hüseyin’in soylarından gelenlerle sürmüştür. 12. yüzyıldan itibaren yaygın olarak, Hz.<br />

Hasan’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise “Seyyid” denilmekte <strong>ve</strong><br />

seyyid yada şerif olduğunu kanıtlayan kişilere toplum, dini kaynaklı saygı, sevgi <strong>ve</strong> itibar<br />

göstermekteydi. Osmanlı Devleti’nde sâdât-ı kirâm, askerî sınıf olarak kabul edilmekle birlikte, her<br />

müslümanın ödemekle yükümlü olduğu şer’i <strong>ve</strong>rgiler dışında tekâlif-i örfiyye <strong>ve</strong>rgilerinden muaftı.[1]<br />

Ayrıca sâdâttan besledikleri 150 koyuna kadar <strong>ve</strong>rgi alınmamaktaydı.[2]<br />

Gerek sâdât-ı kirâmın toplum tarafından saygı <strong>ve</strong> sevgi görmesi[3], gerekse bir çok <strong>ve</strong>rgiden<br />

muaf tutulmaları, bazı kişilerin kendilerini sahte şecere <strong>ve</strong> hüccetlerle seyyid gibi göstermesine neden<br />

olmuştur. Hz. Peygamber’e atfedilen <strong>ve</strong> beddua içeren “Sahte biçimde kendisini bu nesebe dahil<br />

edenlere <strong>ve</strong> bu nesebe mensup olanları dışarıda tutanlara lanet olsun” hadisine[4] rağmen, sahte


seyyidler (müteseyyidler) o kadar çoğalmıştır ki 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Gelibolulu<br />

Mustafa Alî eserinde, nakîbü’l-eşraf dahi hangisinin Hz. Peygamber’in neslinden hangisinin Abdullah<br />

evladından[5] olduğunu ayıramamakta, demektedir.[6]<br />

Müteseyyidlerin sayısının artması, Osmanlı Devleti’nin <strong>ve</strong>rgi kaynaklarını etkilediği için zaman<br />

zaman bu kişiler teftiş edilirdi. 1659 yılında yapılan teftişte Ereğli’de kayıtlı 200 seyyidden yirmiden<br />

fazlasının sahte seyyid olduğu anlaşılmıştır. Evliya Çelebi Şumnu’yu anlatırken “Buranın sâdât-ı kirâmı<br />

<strong>ve</strong> müteseyyidleri çoktur...... seyyidlik taslayan Kalmuk Tatarı gözlü <strong>ve</strong> İznik çinisi gibi gök gözlü, zehr-i<br />

mâr sözlü, nursuz yüzlü, hâşâ seyyidleri var” der. Ayrıca Evliya Çelebi’nin anlattığı -Melek Ahmet<br />

Paşa’nın huzuruna çıkan Gınaî Efendi adlı bir müteseyyid Paşa’ya, “Sultan Osman Hotin seferine<br />

gittiğinde buradan geçerken Nakibüleşraf GulamîEfendi’den 300 kile arpa <strong>ve</strong>rip emir kapısına çıkıp<br />

onbir kişi şecere aldık”- olay[7] durumun ne kadar vahim bir hal aldığını ortaya koyar. Nitekim 16.<br />

yüzyılda İçel <strong>ve</strong> çevresinde sakin Bozdoğan yörükleri içerisinde tek bir seyyid bulunmazken[8], 18.<br />

yüzyılın ilk yarısında Bozdoğan yörükleri arasında seyyit sayısı büyük rakamlara ulaşmıştır.[9]<br />

Bütün bu anlattıklarımız, sâdâttan olmanın hem toplum nezdindeki sosyal, hem de devlet<br />

nezdindeki iktisadi avantajlarını ortaya koymaktadır. Fakat, yapılan bütün istismarlara karşın toplum<br />

içerisinde Hz. Peygamber nesline olan itibar azalmamıştır.<br />

Çalışmamızın temel kaynağını iki adet şecere oluşturmaktadır. Elimizde mevcut olan<br />

şecereler, Prof. 1400 rumuzunu kullanan Nazmi Nizami Sakallıoğlu tarafından eserinde kullanılmış <strong>ve</strong><br />

şecerelerin tercümeleri de bu eserde yer almıştır.[10] Bu şecereleri eserinde kullanan bir diğer kişi ise<br />

Nejat Birdoğan’dır.[11] Fakat, hem Prof 1400 hem de Nejat Birdoğan, bu iki ayrı şecereyi tek bir<br />

şecere olarak değerlendirmiştir. Her iki araştırmacının da bu hataya düşmesinin nedeni, şecere<br />

fotokopilerinin üzerinde sonradan <strong>ve</strong>rilmiş olduğunu tahmin ettiğimiz sayfa numaralarının doğru<br />

olduğunu düşünerek dikkatsiz davranmalarıdır. İki araştırmacının kullandığı <strong>ve</strong> üzerinde Ankara İkinci<br />

Noteri’nin mührü bulunan bu fotokopilerin bir nüshası da bizim elimizde mevcuttur. Orijinallerinin<br />

nerede olduğunu bilemediğimiz bu şecerelerin aslı, iki ayrı rulo şeklindedir. Fakat, elimizdeki şecere<br />

fotokopileri A3 boyutunda toplam 19 sayfadır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu fotokopilere<br />

sonradan 1’den 19’a kadar numara <strong>ve</strong>rilmiştir. Öncelikle belirtmek isterim ki, sonradan <strong>ve</strong>rilmiş<br />

olduğunu düşündüğümüz bu numaralandırılma sırasında bir karışıklık meydana gelmiştir. Fotokopi<br />

sayfalarına göre, 1. sayfada I. Mahmud’un (1730-1754) tuğrası bulunan şecere,[12] 11. sayfa da ise 3.<br />

Ahmet’in (1703-1730) tuğrası bulunan şecere vardır.[13] I. Mahmud’un tuğrasını taşıyan şecere<br />

aslında 5 sayfadır. 5. sayfadan sonra gelen 5 sayfa, 3. Ahmet’in tuğrasını taşıyan şecerenin sonuna<br />

eklenmesi gerekir. Adı geçen araştırmacılar, bu karışıklığı anlayamadığı gibi, bu iki ayrı şecereyi tek bir


şecere gibi düşünerek değerlendirmiştir. Ayrıca bu eserlerde <strong>ve</strong>rilen şecerelerin tercümelerinde[14]<br />

hatalar olduğu gibi bazı yerler tercüme edilmeden geçilmiştir.<br />

Üzerinde 3. Ahmed’in tuğrası bulunan şecereyi, Şeyh el-Hac Yusuf “südde-i sa’adete” elinde<br />

menşurla gelerek 11 Kasım 1721’de onaylattırmıştır. Bu şecere, Seyyid Şeyh Murad, Seyyid Şeyh<br />

Mahmud <strong>ve</strong> Seyyid Şeyh İbrahim tarafından değişik tarihlerde kadılara yada naiplere onaylatılmıştır.<br />

Üzerinde I. Mahmud’un tuğrası bulunan şecere ise Eylül 1747 tarihinde padişah tarafından<br />

onaylanmıştır. Bu iki belgede <strong>ve</strong>rilen şecereler karşılaştırıldığında, Hz. Hüseyin, Seyyid İmamül hümam<br />

Zeynelabidin, İmamül Hümam Muhammedü’l-Bakır, İmamül Hümam Seyyid Caferü’s-Sadık, İmamül<br />

Hümam Musa’l-Kazım, Seyyid Şeyh İbrahim, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid el-Hac <strong>Bektaş</strong>-i Veli, Seyyid<br />

Şeyh el-Hac Yunus, Seyyid Şeyh el-Hac İsmail, Seyyid Şeyh el-Hac Hüseyin, Seyyid Şeyh el-Hac<br />

Muhammed, Seyyid el-Hac Abdulkadir, Seyyid el-Hac Halil, Seyyid Şeyh İbrahim, Seyyid Şeyh Cafer,<br />

Şeyh Subhan, Seyyid Şeyh Mustafa, Seyyid Şeyhü’l-eş-Şeyh Hasan, Seyyid Şeyh Mikail isimlerinin her<br />

iki belgede de mevcut olduğu görülmektedir. Buraya kadar aynı olan isimler, Seyyid Şeyh Mikail’den<br />

sonra değişmektedir. 1721 tarihli belgede Seyyid Şeyh Mikail’den sonra Seyyid Mahmudü’l-Kebir,<br />

1741 tarihli belgede ise Seyyid Şeyh Muhammed ismi gelmektedir. Belgelerden anlaşıldığı üzere<br />

Seyyid Mahmudü’l-Kebir isimli kişi Derviş Beyaz’dır. Seyyid Şeyh Muhammed ise Seyyid Mahmudü’l-<br />

Kebir’in baba bir ana ayrı kardeşidir.[15] Bu durumda, 1721 tarihli belge Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in,<br />

1747 tarihli belge ise Seyyid Şeyh Mahmud’un şecereleri olması kuv<strong>ve</strong>tle muhtemeldir.<br />

Nejat Birdoğan Anadolu <strong>ve</strong> Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar-Dedeler-Soyağaçları adlı<br />

eserinde haklı olarak, “Soyağaçlarının içerisinde bizi en çok yoran bu belgeler oldu”, “Altından<br />

çıkamadım” demektedir. Birdoğan, belgelerin değerlendirmesini yaparken bazı hatalara düşmüştür.<br />

1747 (H. 1160) tarihli belgenin tarihini 1844 olarak <strong>ve</strong>rmektedir. Aslında bu hata kendisinden ziyade,<br />

değerlendirmelerini yaparken kullanmış olduğu -Süleyman Yaşar tarafından yapılan tercüme- belge<br />

çevirisinden kaynaklanmaktadır. Bu çeviride, 1160[16] tarihi 1260[17] olarak okunmuştur. Nejat<br />

Birdoğan, muhtemeldir ki belgenin aslını görmemiş <strong>ve</strong> değerlendirmeyi çevirilerden yapmıştır.<br />

Dolayısıyla, belgeyi 1260 (1844) tarihli kabul eden Birdoğan, “Bu tarihte Osmanlı tahtında Abdülmecid<br />

(1823-1861) oturmaktadır. Belgenin Başında Sultan Mustafa (anlaşıldığına göre dördüncü Mustafa ki<br />

1779-1808 tarihleri arasında yaşamıştır.) oğlu Sultan Mahmut (anlaşıldığına göre ikinci Mahmut ki<br />

1786-1839 yılları arasında yaşamıştır) yazılmıştır”, “Belgede hiç Abdülmecid’den söz edilmiyor”<br />

demektedir.[18] Belgenin başında “Sultan Mahmud bin Sultan Mustafa el-muzaffer daima” yazdığı<br />

doğrudur. Fakat burada adı geçen Mustafa, II. Mustafa (1695-1703), Mahmut ise I. Mahmut (1730-<br />

1754)’tur. Dolayısıyla belgenin 1747 tarihinde <strong>ve</strong>rilmiş olması, ki bu sırada tahtta Sultan I. Mahmut<br />

vardır, mantıklıdır. Belgede hiç Abdülmecid’den söz edilmemesi de bundan dolayıdır.


Nejat Birdoğan’ın üzerinde durduğu bir diğer konu ise belgelerde <strong>ve</strong>rilen soyağacı ile ilgilidir:<br />

“Belgeler tomarının kimi listeleri öbür listeleri tutmuyor. Sıralamaya göre kimi kişilerin babaları bir<br />

listede başka, öbürlerinde başkadır. Altından çıkamadım.”[19] Daha önce de belirttiğimiz gibi Nejat<br />

Birdoğan’ın kullandığı tercüme, ki bizim de elimizde o tercüme mevcuttur, eksiktir. Bu tercümelerde<br />

bazı yerler tercüme edilmeden atlanmıştır. Bu bağlamda şecerelerde de okunmadan geçilmiş yerler<br />

vardır. Nejat Birdoğan, elindeki tercümeye göre yorum yaptığı için, kimi kişilerin babaları bir listede<br />

başka diğerinde başkadır. Fakat, 1721 tarihli belgede Seyyid Şeyh İbrahim, 1747 tarihli belgede ise<br />

Seyyid Musa, Seyyid Şeyh Hüseyin <strong>ve</strong> Seyyid Subhan isimleri okunmamıştır. Bu iki şecere<br />

kıyaslandığında, Seyyid Şeyh Mikail’e kadar olan isimler birbirini tutmaktadır. Bu isimden sonra, 1721<br />

tarihli belgede Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in, 1741 tarihli belgede ise Seyyid Şeyh Muhammed’in ismi<br />

gelmektedir. Belgelerden anlaşıldığı üzere Seyyid Mahmudü’l-Kebir isimli kişi Derviş Beyaz’dır. Seyyid<br />

Şeyh Muhammed ise Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in baba bir ana ayrı kardeşidir.[20] Bize göre, 1721<br />

tarihli belgenin Seyyid Mahmudü’l-Kebir’in, 1747 tarihli belgenin ise Seyyid Şeyh Mahmud’un<br />

şecereleri olması yükek bir olasılıktır.<br />

Nejat Birdoğan, “Ev<strong>ve</strong>lde eimme-i Hanefiyye bu <strong>ve</strong>chiledir. Allahu alem. Onların alimleri <strong>ve</strong><br />

seyyidleri bulundukları yerlerde padişah <strong>ve</strong>rgisinden muaftılar.”[21] şeklindeki kayda ilginç <strong>ve</strong> bir o<br />

kadar da duygusal bir yorum getirerek, “Hanefi imamlar gibi padişah <strong>ve</strong>rgisinden muaf olmaya bir<br />

alevi nasıl razı olur?” demektedir.[22] Birdoğan’ın bir diğer yorumu ise nasihat name ile ilgilidir. 1747<br />

tarihli belgede <strong>ve</strong>rilen Şeyh Mahmudü’l-Kebir’e ait olduğu söylenen nasihat namede geçen “Sakın<br />

avrat sözüne inanma” için “bu buyruk bir alevi ereninden çıkabilir mi?” demektedir.[23]<br />

Şecerelerdeki Tarih Hataları Nelerdir?<br />

3. Ahmed tuğrasını taşıyan sayfada tuğradan hemen sonra şu bilgiler mevcuttur: “Nişan-ı<br />

şerif-i sami mekan-ı sultani tuğra-yı cihan sitan-i hakani hükmü oldur ki bi-ilmillahi ibtida Sultan<br />

Alaeddin sene 641, Sultan Orhan 701, Sultan Murad-ı ev<strong>ve</strong>l 730, Sultan Bayezid 791, Sultan Mehmed<br />

804, Sultan Murad-ı Sani el-meşhurü’d-dünya <strong>ve</strong>’l-ahire 824, Sultan Mehmed-i Sani 850, Sultan<br />

Bayezid-i Sani 886, Sultan Selim-i Ev<strong>ve</strong>l, 918, Sultan Süleyman 936, Sultan Selim-i Sani 948. Bu şecere-<br />

i mübareke Sultan Alaeddin’den II. Sultan Selim’e kadar bütün sultanlar tarafından imzalanmıştır. Bu<br />

mübarek silsile imam Hüseyin’den bu ana kadar gelmiştir. Dünya <strong>ve</strong> ahirette bilinir. Batın tertibi üzere<br />

doğru olarak kaydedilmiştir. Ya ilahi bizi anların zümresinden haşret Amin.”<br />

Burada <strong>ve</strong>rilen bilgilerde tarih problemleri vardır. Sultan Alaeddin’in (1220-1237) bu bilgileri<br />

onayladığı tarih olarak <strong>ve</strong>rilen rakam 641 (1243)’dir ki bu tarihte Selçuklu tahtında II. Keyhüsrev<br />

(1237-1246) bulunuyordu. Diğer tarihlere baktığımızda ise şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır: Sultan<br />

Orhan (1324-1362) sene 701 (1301), bu tarihte tahtta Osman Gazi (1299-1326) bulunuyordu. Sultan I.


Murad (1362-1389) sene 730 (1329), bu tarihte Orhan Gazi (1326-1359) hükümdardır. Sultan Bayezid<br />

(1389-1402) sene 791 (1389). Sultan Mehmed (1413-1421) sene 804 (1401), bu tarihte Osmanlı<br />

tahtında bulunan sultan Yıldırım Bayezid (1389-1403)’dir. Sultan II. Murad (1421-1451) sene 824<br />

(1421). Sultan II. Mehmed (1451-1481) sene 850 (1446), bu tarih babasından tahtı aldığı döneme<br />

denk gelmektedir. Sultan II. Bayezid (1481-1512) sene 886 (1481). Sultan I. Selim (1512-1520) sene<br />

918 (1512). Sultan Süleyman (1520-1566) sene 926 (1520). Sultan II. Selim (1566-1574) sene 948<br />

(1541), bu tarihte Sultan Süleyman tahtta bulunuyordu. Burada <strong>ve</strong>rilmiş olan 11 tarihten 5’i hatalıdır.<br />

Hatalı tarih bilgilerinden birisi de Bağdat’ın fethi ile ilgili olandır. Eylül 1747 tarihli belgede,<br />

Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in keramet olayı, “Bağdatın fethi zamanındaki tarihi ateş hadisesi sene 730<br />

(1329-30)” başlığı ile anlatmıştır.[24] Bağdatın fethi ile ilgili olarak 1721 tarihli şecerede de bilgi<br />

vardır. Bu kayda göre bu şecere sahibi es-Seyyid Şeyh Mahmud (Derviş Beyaz = Mahmudü’l-Kebir),<br />

Sultan Murad Han’ın yanına gelmiş <strong>ve</strong> Sultan Murad da şecerenin Hz. Muhammed (S.a.v.)’in temiz<br />

neslinin şeceresi olduğunu kabul etmiştir. Ve bu olay, 15 Şevval 730 (8 Ağustos 1330) senesi<br />

Bağdad’ın fethi zamanında vuku bulmuştur. Verilen bu tarihte iki şekilde problem vardır. Birinci<br />

olarak, bu tarih Orhan Gazi’nin hükümdarlığına denk gelmektedir. İkinci olarak, <strong>ve</strong>rilen tarihte Bağdad<br />

İlhanlılar elindedir.[25]<br />

1721 tarihli belgede “bu menşur (şecere) ilk defa 150 (m. 767), sonra Medine-i Münev<strong>ve</strong>re’de<br />

250 (m. 864), sonra Bağdad’da 380 (m. 990), sonra İstanbul’da 540 (m. 1145), sonra ..............’da 670<br />

(m. 1271), sonra Gelibolu’da 860 (m. 1455), sonra Bağdad’da 940 (m. 1533), sonra İstanbul’da 1000<br />

(m. 1591) senelerinde yazılmıştır” şeklinde kayıt vardır. Burada bizim dikkatimizi çeken nokta,<br />

şecerenin h. 540 (m. 1145)’de Kostantiniye’de onaylanmış olmasıdır. Bilindiği üzere bu tarihte<br />

İstanbul Bizans’ın elindedir. İstanbul’da bu şecereyi kimin onayladığı şüphelidir. Nejat Birdoğan<br />

eserinde bu konuya atfen şöyle demektedir. “1145 yılında bu şecereyi İstanbul’da kim onayladı.<br />

Hristiyan Bizans mı?”[26]<br />

<strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>-ı Veli Hazretleri’nin Şecerelerdeki Yeri<br />

Prof 1400, şecerede adı geçen Seyyid el-hac <strong>Bektaş</strong>i Veli için ise “Asıl adı Muhammed’dir.<br />

1200’lü yıllarda yaşayan <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>’ın bu zatla hiçbir ilgisi yoktur. Yukarıda ismi yazılı olan Seyyid<br />

İbrahim’in[27] oğlunun isminin neden <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong> diye yazıldığını bilmiyoruz. Zira Seydi İbrahim’in<br />

oğlunun ismi Muhammed’dir. Tahminimiz bu şecereye <strong>Bektaş</strong>ilik düzeninin eli girmiştir. Zira<br />

bektaşiliğin muteber kabul ettikleri vilayetnamede kerametlik örneklerinin hepsi de, <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong><br />

adına yapılmış, fakat yaşantısına örnek olan <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong> 1200’lü yıllarda yaşamıştır.” şeklinde bir not<br />

düşmüş <strong>ve</strong> bu kişinin <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>i Veli olmadığını iddia etmiştir.[28] Benzer eleştiriyi Nejat Birdoğan<br />

da yapar. Nejat Birdoğan “İmam Musa’l-Kazım’ın oğlunun oğlu gösterilen[29] <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>’ın


soyağacında yer alması mümkün değildir. Musa’l-Kazım yedinci imamdır <strong>ve</strong> Arap[30] soyundandır.<br />

Torununa Bekdeş gibi <strong>Türk</strong>çe kökenden bir adı nasıl koyar? Tarihlerde böyle bir torun yok. Bu<br />

uydurma bir anlatımdır.”[31] demektedir.<br />

<strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>, Horasan hükümdarı İbrahim es-Sânî Seyyid Muhammed ile Şeyh Ahmed adlı<br />

Nişaburlu bir âlim zatın kızı olan Hatem (Hatme)’in oğludur.[32] Vilayetname, <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>-ı Veli’nin<br />

baba tarafından Hz. Aliye mensup olduğunu bildirir <strong>ve</strong> şu şecereyi <strong>ve</strong>rir: Hz. Ali, Hz. Hüseyin, İmam<br />

Zeynelabidin Ali, İmam Muhammed el-Bakr, İmam Cafer es-Sadık, İmam Musa el-Kazım, İbrahim<br />

Mukerrem el-Mucab, Seyyid Musa es-Sani, Seyyid Muhammed İbrahim es-Sani, <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong> Veli.[33]<br />

Şecerelerde <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>-ı Veli ile ilgili, “Dünya <strong>ve</strong> ahirette, kutuplar <strong>ve</strong> gaib <strong>ve</strong> zahir arasında<br />

meşhur olan es-Seyyid Şeyh <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>i Veli’ye (Allah sırlarını takdis etsin <strong>ve</strong> bizleri haşır <strong>ve</strong> mizande<br />

onlarla beraber hareylesin <strong>ve</strong> bereketleriyle bizleri bereketlendirsin) kadar kaydedilmiştir;[34] “Bu<br />

neseb-i şerif <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>i Veli (K.s.) soyunun Resulullh (S.a.v)’ın torunlarına dayandığını sahih<br />

delillerle isbat eder”,[35] “<strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>i Veli Hazretleri ateş üzre namaz kılub hiç kendüne bir keder<br />

gelmedi. Silsile-i Muhammedi keramet <strong>ve</strong> duadan hâli değildi” <strong>ve</strong> son olarak da “(Derviş Beyaz’ın<br />

ateşten sağ olarak çıkması konusunda) fakat onlar <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>-i Veli hazretlerinin himmetiyle yedi<br />

gün sonra ateşten sağ olarak çıkmıştılar” [36] şeklinde dört kayıt vardır.<br />

Verilen şecerelerde <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong> ile adları yazılmış diğer kişiler arasında muazzam tarih farkı<br />

vardır. Fakat, <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>’ın şecerelerde yer bulması, devrin geleneğine uyularak soyun Hz. Ali’ye<br />

ulaştırılması <strong>ve</strong> ayrıca seyyid sıfatının <strong>ve</strong>rilme isteğinden kaynaklanmaktadır. [37]<br />

Elimizdeki Belgelerde İsmi Geçen Seyyid Mahmudü’l-Kebir Kimdir?<br />

Öncelikle belirtmeliyim ki, bir çok telif eseri taramama rağmen bu zatın ne ismine ne de<br />

hakkında herhangi bir bilgiye rastlayabildim. Dolayısıyla <strong>ve</strong>receğim bilgiler, tamamen elimizde mevcut<br />

olan iki şecereye dayanmaktadır.<br />

Şeyh Mahmudu’l-Kebîr, Sultan Murad devrinde yaşamış sahih <strong>ve</strong> meşhur haberlere göre<br />

kerameti açık olan bir kişidir. Kerametleri, Sultan Murad tarafından bazen bizzat bazen de başkaları<br />

vasıtası ile görülmüştür. Şeyh Mahmudu’l-Kebîr’in lakabı “Keramet”, künyesi ise “Derviş Beyaz”dır.<br />

Kutubdan kendisine sofra gelmiştir. İki oğlu vardı. İsimleri ise Seyyid Abdullah <strong>ve</strong> Seyyid Hânî’dir.[38]<br />

Hısn-ı Mansur’da ikamet eden <strong>ve</strong> tekke sahibi Seyyid Şeyh Mahmud’un iki kardeşi vardı. Bunlardan<br />

ilki anne-baba bir olan Şeyh <strong>Hacı</strong> Yusuf, diğeri ise baba bir olan Seyyid Şeyh Muhammed’dir.[39]<br />

Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in Ateşe Girme Kerameti<br />

Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in ateşe girme kerameti ile ilgili olarak 1721 tarihli şecerenin iki<br />

yerinde kayıt mevcuttur. Fakat, bunlardan ilkinin başında “671’de nara giddiği”[40] şeklinde bir yazı


vardır. Miladi olarak 1272’ye denk gelen bu tarih, 1362-1389 tarihleri arasında hüküm sürmüş olan I.<br />

Murad’dan yaklaşık bir yüz yıl öncedir.<br />

Aynı tarih problemini diğer şecerede de (Eylül 1747) yaşamaktayız. Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in<br />

keramet olayı, “Bağdatın fethi zamanındaki tarihi ateş hadisesi sene 730 (1329-30)” başlığı ile<br />

anlatmıştır.[41] Bağdatın fethi ile ilgili 1721 tarihli şecerede de bilgi vardır. Bu kayıda göre bu şecere<br />

sahibi es-Seyyid Şeyh Mahmud (Derviş Beyaz = Mahmudü’l-Kebir), Sultan Murad Han’ın yanına gelmiş<br />

<strong>ve</strong> Sultan Murad da şecerenin Hz. Muhammed (S.a.v.)’in temiz neslinin şeceresi olduğunu kabul<br />

etmiştir. Ve bu olay, 15 Şevval 730 (8 Ağustos 1330) senesi Bağdad’ın fethi zamanında vuku<br />

bulmuştur. Ayrıca, bu kaydın yanına düşülen bir diğer not ise “<strong>ve</strong>ziri dini bütün Yakub Paşa hazretleri<br />

idi” şeklindedir. Verilen bu tarihte iki şekilde problem vardır. İlk olarak bu tarih, Orhan Gazi’nin<br />

hükümdarlığına denk gelmektedir. İkinci olarak, <strong>ve</strong>rilen tarihte Bağdad İlhanlılar elindedir.[42]<br />

Mahmudü’l-Kebir’in keramet hadisesine gelince, Sultan Murad Derviş Beyaz’ı huzuruna kabul<br />

eder <strong>ve</strong> kendisinden sahih bir keramet ister. Dağ gibi odunlar toplanır <strong>ve</strong> Derviş, bir çuhadar ile<br />

birlikte kor ateşin içine girer. Yedi gün sonra ateşten çıktıktan sonra Sultan Murad, ismi Mehmet olan<br />

bu kişiye ne gördüğünü sorar. Onun cevabı: “Benim sultanım, benim gördüğüm sen dahi göreydin<br />

vücudun eriyip mahu olurdu. Emma Derviş Gevr himmetiyle bana bir şey olmadı. Ben dahi ol kadar<br />

bir od içinde bir yeşil çimenli yerdir. Göl sosun, reyhan <strong>ve</strong> akarsular <strong>ve</strong> bir yanda kar ile buz çokdu. Ve<br />

kendüsi bir ala beyaz köşkün üstünde bir kuş gibi otururdu. Asla ateş namında bir şeyler görmedim”<br />

şeklindedir. Muhammed, sultandan rica ederek bir daha Dervişten ayrılmadı. Bu kerametinden dolayı<br />

Sultan, Dervişi “Beyaz” lakabıyla lakaplandırmıştır.[43]<br />

Bu olay 1747 tarihli belgede ise şöyle anlatılmaktadır: Bağdatın fethi zamanındaki tarihi ateş<br />

hadisesi 730 (1329-1330)<br />

Derviş Beyaz Sultan Murad’ın tebasından Muhammed adlı bir kişi ile büyük bir dağ gibi<br />

yanmakta olan ateşe girip yedi gün kalır. Halk korku içindedir. Fakat onlar <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>-i Veli<br />

hazretlerinin himmetiyle yedi gün sonra ateşten sağ olarak çıkmıştırlar. Sultan Murad Muhammed’e<br />

neler gördüğünü sorduğunda Muhammed’in cevabı şöyledir: “Ey hünkarım ben sahralar, şehirler,<br />

dükkanlar yeşillikler, çiçekler, reyhanlar, kar <strong>ve</strong> buz gibi şeyler gördüm. Ateşin eserinden bir şey<br />

görmedim. Çok yüksek beyaz bir bina <strong>ve</strong> Derviş Beyaz’ın da beyaz bir kuş gibi bu binanın üzerinde<br />

olduğunu gördüm. Sonra Derviş Beyaz binadan indi, elimden tutup, huzurunuza getirdi.” Bunun<br />

üzerine Sultan Murad bu dervişi “beyaz kuş <strong>ve</strong> beyaz kubbe” ile lakaplandırır. [44]<br />

Biz, Alevilik’te “ateş” motifini kaynaklarda yada sözlü gelenekte görmekteyiz. Anadolu<br />

Aleviliğinde Ocak sistemi <strong>ve</strong> Dedelik Kurumu adlı yazısında Ali Yaman, Dede ocaklarına adlarını <strong>ve</strong>ren<br />

şahsiyetlerin bu konumlarını belirleyen üç önemli unsurun olduğunu söyler. Bunlardan birincisi


“soy”dur. Bunun anlamı soy yolu ile Hz. Ali’ye bağlanmaktır. İkincisi “Keramet” olup, ocak ulularının<br />

ateşe hükmetme, zehir içme, duvarı yürütmek gibi kerametler ortaya koymasıdır. Sonuncusu <strong>Hacı</strong><br />

<strong>Bektaş</strong>i Veli dergahında yaptıkları “hizmet”tir.[45]<br />

Şeyh Mahmudü’l-Kebir’in Nasihatnamesi<br />

1747 tarihli belgede bir de nasihatname mevcuttur. Belgede yazılanlara göre, Sultan Murad’a<br />

<strong>ve</strong>rilen bu nasihatname, sultanın çok hoşuna gider <strong>ve</strong> içindeki sözlere riayet eder. Bu nasihatlere<br />

uyarak pek çok kere düşmana karşı zafer kazanmıştır. Ve nasihatname-i evliyane deyip sakladığı gibi<br />

bu nasihatname Sultan Murad’dan diğer Sultanlara da miras kalmıştır.<br />

Şeyh Mahmudu’l-Kebir’in Nasihatnamesi[46]<br />

Ev<strong>ve</strong>la sırrını sakla var söyleme. Bila sebeb kimesne ile husumet itme. Sözünde sadık ol.<br />

Te’ennî[47] idici ol. Bir kimesnei zemm[48] ü gıybet itme. Fukarayı tahkir itme. Ululara ri’âyet eyle.<br />

Mevti herdem fikreyle. Bilmedüğin kimesne ile mukârin olma. Sana düşmanlığı sebkat[49] olana tiz<br />

i’timâd itme. Her nemîmelik[50] iden ademden hakikat umma. Tevâzu’ehli ol. Senden rencide<br />

olan(dan) <strong>ve</strong>fa umma. Hızmet ile bir kimesnei tecrübe itmeyince istikametine inanma. Bir günlük<br />

musibete sabreyle. Senden büyük olan ademle mücadele itme. Nice kerre hakikat gördüğün dostdan<br />

bir zillet sâdır olmağla terk itme. Müstakîm[51] ol sen sana ne sanursan âleme dahi anı san.[52] Bir<br />

nesne ki zâyi olub ayruk ele gelmesi muhal olandan ötürü gam yeme. Tâli’in el virmek ile mağrur<br />

olma. Dostlaruna mürüv<strong>ve</strong>t[53] düşmanına müdâra[54] ile dostu düşmandan fark idüb ana göre<br />

mukabil ol. Düşman ne kadar hakîr ise hor bakma. Her fürû-mâye[55]i getürüb kendüne hem-<br />

dem[56] etme. Elin gıybetini sana getüreni dost sanma. Yarı sâdık uteka[57]-i kimya-i ma’kul-Seyyidi<br />

ele getirdükçe pekçe sakla. Sakın avrat sözüne inanma. Kezzâbdan nefret eyle dahi dil-i ademden <strong>ve</strong><br />

hasîsden kerem umma. Salihlerün duâ’sını almağa sa’y eyle. Devletini düşmandan sakın.<br />

Nedâmet[58]-i âlim <strong>ve</strong> cahili kar eden nîk[59]beti evine götürme. İyilik bilmezlere iyilik etme. Ev<strong>ve</strong>l<br />

fikreyle ba’dehu söyle. Bi-emr-i hüda rabbi’l-izzete sığınub tâ’ata[60] meşgul ol. Temmet[61]<br />

Nasihatnâme-i Şeyh Mahmudu’l-Kebîr rahmetullah-i aleyhi rahmeten vasiaten.<br />

Şecereler Kureyşan Ocağına mı Aittir?<br />

Prof 1400 eserinde bu şecereleri, Kureyşan Ocağı şeceresi olarak değerlendirmekte <strong>ve</strong><br />

şecerelerde adı geçen Derviş Beyaz’ı Seyyid Mahmud Hayrani soyuna bağlamaktadır.[62] Bu<br />

şecerelerin Kureyşan Ocağı[63] şeceresi olarak değerlendirilmesine, Ali Yaman’a üç buçuk sayfalık bir<br />

metin gönderen Derviş Beyaz Ocağı’ndan Mehmet Nuri Beyazyıldırım, karşı çıkmıştır. Mehmet Nuri<br />

Beyazyıldırım, bu şecerenin Kureyşan Ocağı ile hiçbir alakasının olmadığını ifade ettiği gibi Derviş<br />

Beyaz Ocağının da Kureyşan Ocağı ile hiçbir alakasının olmadığını belirtir.[64] Nitekim, şecerelerde


Seyyid Mahmud Hayrani adı geçmediği gibi <strong>Hacı</strong> Kureyş yada Kureyşan hakkında da her hangi bir bilgi<br />

bulunmamaktadır. Eserde yalnız, Derviş Beyaz (yada Derviş Gevr) hakkında bilgi bulunmaktadır.<br />

Şecereye göre, kerametleri Sultan Murad tarafından bazen bizzat bazen de başkaları vasıtası ile<br />

görülmüş olan Şeyh Mahmudu’l-Kebîr’in lakabı “Keramet”, künyesi ise “Derviş Beyaz”dır.[65]<br />

Nejat Birdoğan, şecerelerin Seyyid Mahmut Hayrani’ye mi yoksa Derviş Beyaz’a mı ait<br />

olduğunu anlayamadığını <strong>ve</strong> şecerelerde Kureyş ile ilgili hiçbir bilginin olmadığını söyledikten sonra<br />

“Salt son bölümlerde bu Derviş Gevr’den söz edilmektedir. Kimi Dersim belgeleri bu Gevr için Derviş<br />

Beyaz (Mahmud-ı Kebir) demektedirler. Gevr, Zaza dilinde “ateşe tapan, mecusi” demektir. Soy<br />

ağacının bizce en önemli yeri burasıdır. Eski Zerdüşt kültürünü yaşatan bir büyük erenle karşı<br />

karşıyayız” demektedir. Nejat Birdoğan ayrıca, “Bize öyle geliyor ki Şarikte Şerif Fırat rahmetlinin<br />

gördüğü soy ağacının içindeki yerini beğenmeyen daha bağımsız davranmak isteyen bir Kureyşanlı<br />

dedenin yılar sonra ele geçirdiği kimi bölük pörçük belgelerle ortaya çıkardığı <strong>ve</strong> kimi yetkisiz kişilere<br />

onaylattığı bir soy ağacı ile karşı karşıyayız. Gerçekten gerek bu soy ağacında, gerekse Şarik’te<br />

bulunan soyağacındaki oymakları da bir takım ayrılıklar olsa bile kullanmak isteyen bir düşünce ile<br />

karşı karşıyayız. Seyyid Mahmud Hayrani adı Mahmud-ı Kebir’e çevrilmiş <strong>ve</strong> böylece sonradan<br />

Mevlevi olan Mahmud Hayrani’den kurtulunmak istenmiştir.”[66] demektedir.<br />

Sonuç<br />

Çalışmamız esnasında kullandığımız iki şecere ile, Mehmet Şerif Fırat’ın <strong>ve</strong> Nejat Birdoğan’ın<br />

bahsettiği -ki eserlerinde şecere çevirisine yada şecerelerin fotokopilerine yer <strong>ve</strong>rmemişlerdir-<br />

şecereler arasında benzerlikler vardır. Adı geçen araştırmacılar, bazı istisnalar hariç, elimizdeki<br />

şecereler ile aynı olduğunu düşündüğümüz bu şecerelerin Anadolu’da hakkında belge bulunan en eski<br />

ocaklardan birisi olan Kureyşan ocağına ait olduğunu yazarlar. Fakat bizim kullandığımız belgelerde bu<br />

konu ile ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, elimizde mevcut olan iki şecerenin doğru<br />

değerlendirilebilmesi <strong>ve</strong> Mahmudü’l-Kebir’in gerçek kimliğinin ortaya çıkarılabilmesi için, Mehmet<br />

Şerif Fırat’ın bahsettiği Varto’nun Şarik köyünde bulunan şecere ile Mazgirt’in Şöbek köyünde<br />

bulunan şecerenin[67] görülmesi şarttır.<br />

Hz. Ali[68]<br />

Hz. Hüseyin<br />

Seyyid İmamül hümam Zeynelabidin<br />

İmamül Hümam Muhammedü’l-Bakır<br />

İmamül Hümam Seyyid Caferü’s-Sadık


İmamül Hümam Musa’l-Kazım<br />

Seyyid Şeyh İbrahim<br />

Seyyid Şeyh Musa<br />

Seyyid el-Hac <strong>Bektaş</strong>-i Veli<br />

Seyyid Şeyh el-Hac Yunus<br />

Seyyid Şeyh el-Hac İsmail<br />

Seyyid Şeyh el-Hac Hüseyin<br />

Seyyid Şeyh el-Hac Muhammed<br />

Seyyid el-Hac Abdulkadir<br />

Seyyid el-Hac Halil<br />

Seyyid Şeyh İbrahim[69]<br />

Seyyid Şeyh Cafer<br />

Şeyh Subhan<br />

Seyyid Şeyh Mustafa<br />

Seyyid Şeyhü’l-eş-Şeyh Hasan<br />

Seyyid Şeyh Mikail<br />

Seyyid Mahmudu’l-Kebir<br />

Seyyid Şeyhü’l-meşayih Kutbu’l-Aktab<br />

Seyyid Şeyh Abdullahi’l-Kebir<br />

Seyyid Şeyh Hüseyin<br />

Seyyid Şeyh Aliyül Kebir<br />

Seyyid Şeyh Hasan<br />

Seyyid Şeyh Ali


Seyyid Şeyh Mahmud<br />

Seyyid Şeyh Muhammed<br />

Seyyid Şeyh Veli<br />

Seyyid Şeyh Abdullah<br />

Seyyid Şeyh el-Hac Yusuf<br />

Seyyid Şeyh İbrahim<br />

Seyyid Şeyh Murad<br />

Seyyid Şeyh Şemdin<br />

Seyyid Polad<br />

Seyyid Muhammed<br />

Seyyid Ahmed<br />

Hz. Hüseyin[70]<br />

İmamül hümam Zeynelabidin<br />

İmamül Hümam Muhammedü’l-Bakır<br />

İmamül Caferü’s-Sadık<br />

Seyyid İmamül Hümam Musa’l-Kazım<br />

Seyyid İbrahim<br />

Seyyid Musa[71]<br />

Seyyid el-Hac <strong>Bektaş</strong>-i Veli<br />

Seyyid Şeyh Yunus<br />

Seyyid el-Hac İsmail


Seyyid Şeyh Hüseyin[72]<br />

Seyyid Şeyh el-Hac Muhammed<br />

Seyyid Şeyh el-Hac Abdulkadir<br />

Seyyid Şeyh <strong>Hacı</strong> Halil<br />

Seyyid Şeyh İbrahim<br />

Seyyid Şeyh Cafer<br />

Seyyid Subhan[73]<br />

Seyyid Şeyh Mustafa<br />

Seyyid Şeyh Hasan<br />

Seyyid Şeyh Mikail<br />

Seyyid Şeyh Muhammed<br />

(Seyyid Mahmud’un baba bir anne ayrı<br />

olan kardeşi)<br />

Seyyid Şeyh İsmail<br />

Seyyid Şeyh Mahmud<br />

Seyyid Şeyh Yusuf<br />

Seyyid Şeyh Hasan<br />

Tac <strong>ve</strong> Kutbu’l-Aktab Ali<br />

Seyyid Şeyh Abdullah<br />

Seyyid Şeyh Hüseyin<br />

Seyyid İbrahim<br />

Seyyid Mustafa<br />

Seyyid Muhammed<br />

Seyyid Ahmed[74]


Seyyid Halil<br />

Seyyid İbrahim<br />

DİPNOTLAR<br />

* Gazi Üni<strong>ve</strong>rsitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi.<br />

[1] Sâdât-ı kirâmdan olan kişiler, avarız-ı divâniyye, tekâlif-i şakka <strong>ve</strong> rüsûm-ı raiyyetten<br />

muaftılar. Bakınız, Hasan Yüksel, “Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm”, Uluslar arası<br />

Osmanlı Tarihi Sempozyumu Bildirileri, 8-10 Nisan 1999, İzmir, s. 345-351.<br />

[2] “Bulaca cemaatı seydâtlarından olub yedlerinde İstanbul nakibü'l-eşrâfından hüccetleri<br />

olmağla şurût-ı emr-i âli yüzellişer adetleri aşağı varılub ma’ada gayrileri resmin <strong>ve</strong>rmek üzre<br />

üzerlerine kayd olunmuşdur”, Tapu Kadastro Arşivi tapu tahrir defteri no 130, Defter-i<br />

Yörügân-ı Tahrir-i Cedid-i Bozdoğan, vrk. 8 b.<br />

[3] Sâdât’a karşı bazen saldırılar da olmuştur. Bakınız, Şeyh Ahmet el-Bedirî el-Hallâk,<br />

Berber Bedri’nin Günlüğü 1741-1762 Osmanlı Taşra Hayatına İlişkin Olaylar, Mütercimi:<br />

Hasan Yüksel, Akçağ Yay, Ankara, 1995, s. 84-86.<br />

[4] Hasan Yüksel, a.g.m., s. 351.<br />

[5] “Abdullah evladı: İslam tarihinde münafıkların başkanı olarak tanınan <strong>ve</strong> III. Halife Hz.<br />

Osman zamanında müslüman olaraka Hz. Ali zamanındaki olayların liderlerinden sayılan<br />

Sanalı Abdullah b. Sebe’ye bağlananlar kastedilmektedir.” Bakınız, Mehmet Şeker,<br />

Gelibolulu Mustafa Alî <strong>ve</strong> Mevâ’idü’n-Nefâis Fî-Kavâ’idi’l-Mecâlis, TTK Yay., Ankara,<br />

1997, s. 106.<br />

[6] Mehmet Şeker, a.g.e., s. 105-106, 310-311.<br />

[7] Hasan Yüksel, a.g.m., s. 351-352.<br />

[8] Bakınız, <strong>Alpaslan</strong> Demir, 16. Yüzyılda İçel <strong>ve</strong> Çevresinde Bozdoğan Cemaati, Ankara<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yükseklisans Tezi, Ankara, 2000.<br />

[9] Tapu Kadastro Arşivi tapu tahrir defteri no 130 <strong>ve</strong> no 103.<br />

[10] Bakınız Prof 1400, Ehlibeyt Nesli Seyyid Mahmud Hayrani <strong>ve</strong> Evlatları, İstanbul, 1993.<br />

Bu eserdeki bilgiler Mustafa Aklıbaşında adındaki bir dede tarafından derlenmiştir.


[11] Nejat Birdoğan, Anadolu <strong>ve</strong> Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar-Dedeler-<br />

Soyağaçları, Alev Yayınları, İstanbul, 1992<br />

[12] Şecere, Eylül 1747 tarihlidir.<br />

[13] Şecere, 11 Kasım 1721 tarihlidir.<br />

[14] Şecereler, Süleyman Yaşar adlı bir yeminli mütercim tarafından tercüme edilmiştir. Prof<br />

1400 eserinde bu tercümenin tamamına yer <strong>ve</strong>rirken, Nejat Birdoğan anladığımız kadarıyla<br />

belgenin Arap harfli orijinalini görmeden sadece tercümeyi kullanarak değerlendirme<br />

yapmıştır.<br />

[15] 1747 tarihli belge.<br />

[16] Sene sittin <strong>ve</strong> mi’e <strong>ve</strong> elf.<br />

[17] Sene sittin <strong>ve</strong> mieteyn <strong>ve</strong> elf.<br />

[18] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 259-260.<br />

[19] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 261.<br />

[20] 1747 tarihli belge.<br />

[21] 1721 tarihli belge.<br />

[22] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 262.<br />

[23] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 260<br />

[24] 1747 tarihli belge.<br />

[25] Bakınız, Abdulaziz ed-Düri, “Bağdat”, İslam Ansiklopedisi, <strong>Türk</strong>iye Diyanet Vakfı Yay.,<br />

C. 4, İstanbul, 1991, s. 425-433.<br />

[26] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 262<br />

[27] Seyyid İbrahim’in oğlu olarak değil torunu olarak kayıtlıdır. Şecereye göre Seyyid<br />

İbrahim’in oğlu Seyyid Şeyh Musa’dır.<br />

[28] Prof. 1400, Ehlibeyt Nesli Seyyid Mahmud Hayrani <strong>ve</strong> Evlatları, İstanbul, 1993<br />

[29] <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>, şecerelerde İmam Musa’l-Kazım’ın oğlunun oğlu değil oğlunun torunu olarak kaydedilmiştir.<br />

(İmamül Hümam Musa’l-Kazım, Seyyid Şeyh İbrahim, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid el-Hac <strong>Bektaş</strong>-i Veli)<br />

[30] Bu konuda bakınız: www.cancom.de/temp . Bu sitede <strong>Türk</strong> soyundan gelen bir kişinin nasıl Arap soyundan<br />

olan Hz. Ali’ye soyca bağlanabileceği hususunda şöyle bir açıklama mevcuttur: “<strong>Türk</strong> soyundan gelen dedelerin<br />

nasıl evlad-ı resul (seyyid) sayıldıkları konusu da tartışmalıdır. Bugün için yanıtlanması zor bu konu hakkında<br />

Alevi geleneğinin tabii ki bir yanıtı vardır. Benekay’ın şu ifadeleri Alevi geleneğinin bu konudaki görüşünü çok iyi<br />

yansıtmaktadır: “... Hazreti Ali <strong>ve</strong> evlâdı, Muaviye devrinden başlıyarak tarih boyunca çok zulüm gördü... Ali


evlâdı, Arabistan yarımadasından kaçıp İran’a sığındı. Ama onlara en sıcak yüreği oralardaki <strong>Türk</strong> boyları, <strong>Türk</strong><br />

aşiretleri açtı. Böylece soyları karıştı. O soylar gele gele bugüne geldi. Düşüncelerinizde böyle bir soru belirecek<br />

olursa, nasıl oluyor da bir <strong>Türk</strong>, Hazreti Ali soyundan gelir? diyecek olursanız, cevabı budur.” Değişik Alevi<br />

ocaklarından dedelerle yaptığımız görüşmelerde de soy konusu sorulduğunda, büyük bir bölümü bu şekilde<br />

açıklamışlardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Alevi geleneği, Alevi dedelerinin evladı Resul oluşunu bu şekilde<br />

açıklar.” Ayrıca bakınız, Hasan Yüksel, a.g.m., s. 355.<br />

[31] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 261.<br />

[32] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, <strong>Türk</strong>iye’de Alevilik <strong>Bektaş</strong>ilik, Selçuk Yayınları, Ankara,<br />

1996, s. 137.<br />

[33] Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 138. 1721 <strong>ve</strong> 1747 tarihli belgelerde sıralama<br />

şöyledir: Hz. Hüseyin, Seyyid İmamül hümam Zeynelabidin, İmamül Hümam Muhammedü’l-<br />

Bakır, İmamül Hümam Seyyid Caferü’s-Sadık, İmamül Hümam Musa’l-Kazım, Seyyid Şeyh<br />

İbrahim, Seyyid Şeyh Musa, Seyyid el-Hac <strong>Bektaş</strong>-i Veli.<br />

[34] 1721 tarihli belge.<br />

[35] 1721 tarihli belge.<br />

[36] 1747 tarihli belge.<br />

[37] Prof.Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e., s. 138.<br />

[38] 1747 tarihli belge.<br />

[39] 1721 tarihli belge.<br />

[40] 1721 tarihli belge.<br />

[41] 1747 tarihli belge.<br />

[42] Bakınız, Abdulaziz ed-Düri, a.g.mad., s. 425-433.<br />

[43] 1721 tarihli belge.<br />

[44] 1747 tarihli belge.<br />

[45] Ali Yaman, “Anadolu Aleviliği’nde Ocak Sistemi <strong>ve</strong> Dedelik Kurumu”, Uluslararası<br />

Anadolu İnançları Kongresi, 23-28 Ağustos 2000 Ürgüp, Ervak Yayınları, Ankara, 2001, s.<br />

849-887.<br />

[46] 1747 tarihli belge.<br />

[47] İlerisini düşünerek acelesiz, dikkatli davranma.<br />

[48] Yerme, kınama, ayıplama.<br />

[49] Geçme, ilerleme.


[50] Gıybet.<br />

[51] Doğru, düz, dik.; Buradaki söz Kur’an’daki “İstakim kemâ umirte” (emredildiğin gibi<br />

dosdoğru ol) ayetinden mülhem olmalıdır.<br />

[52] Hazreti Peygamberin “Kendisi için istediğini müslüman kardeşi için istemeyen bizden<br />

değildir” mealindeki hadisinden ilham ile söylenmiş olmalıdır.<br />

[53] İnsaniyet, mertlik, cömertlik.<br />

[54] Yüze gülme, dost gibi görünme; Buradaki sözler, İran’ın büyük şairi Hafız’ın “Asâyişi<br />

du giti hâsılı in du harfest, Ba dostan mürüv<strong>ve</strong>t ba duşmanân müdara” (İki dünyanın huzuru<br />

bu iki kelimenin ürünüdür, Dostlarla mürüv<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> düşmanlarla müdara) şiiri ile benzerlik<br />

göstermektedir.<br />

[55] Sütü bozuk, mayası bozuk, soysuz.<br />

[56] Sıkı fıkı, can ciğer arkadaş.<br />

[57] Azatlılar, azat olmuş köleler, cariyeler.<br />

[58] Pişmanlık.<br />

[59] İyi, hoş, güzel, beğenilen.<br />

[60] İbadet.<br />

[61] Bitti, tamam oldu.<br />

[62] Fakat, bu bağlantıyı nasıl kurduğu anlaşılamamaktadır. Eserde yazılanlar aynen şöyledir:<br />

“Bu oniki <strong>Türk</strong> aşiret Horosan’dan Erzincan’a, oradan da Hısn-ı Mansur <strong>ve</strong> Bağın<br />

kasabalarına yerleşirler. Başlarında Seyyid Mahmud Hayrani vardır. Daha sonraki yetki gücü<br />

sıralamasıyla Seyyid Mahmud Hayrani’nin oğlu <strong>Hacı</strong> Kureyş’e <strong>ve</strong> Derviş Beyaz lakaplı<br />

Seyyid Ali bulunmaktadır.”, Prof 1400, a.g.e., s. 41. (Bu on iki <strong>Türk</strong> aşireti ile ilgili 1747<br />

tarihli belgede bilgiler mevcuttur. Biz, adı geçen on iki aşiret üzerine çalışmalarımızı, ayrı bir<br />

makalede <strong>ve</strong>rmek üzere, sürdürmekteyiz.)<br />

[63] Alemdar Yalçın-<strong>Hacı</strong> Yılmaz, “Kureyşan Ocağı Hakkında Bazı Yeni Bilgiler”, <strong>Hacı</strong><br />

<strong>Bektaş</strong> Veli Araştırma Dergisi, S. 23, Ankara, Güz 2002, s. 9-24.<br />

[64] Ali Yaman, “Kızılbaş Alevi Ocakları Hakkında Tartışmalar: Derviş Beyaz Ocağı ile<br />

Kureyşan Ocağı Farklıdır” (Mehmet Nuri Beyazyıldırım, bu üç sayfalık metni bize de<br />

göndermiştir.)<br />

[65] 1747 tarihli belge.<br />

[66] Nejat Birdoğan, a.g.e., s. 262<br />

[67] Bu şecere, Seyyit Cafer torunlarından Seyyid Bayi efendinin oğlu Seyyid Düzgün<br />

Dede’nin elindedir.


[68] 1721 tarihli Belge.<br />

[69] Bu isim, fotokopi çekilirken arada tam çekilmemiş bir satırlık yerde yazmaktadır. Bunu<br />

1747 tarihli belgeye göre tamamladım.<br />

[70] 1747 tarihli Belge<br />

[71] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.<br />

[72] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.<br />

[73] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.<br />

[74] Süleyman Yaşar’ın tercümesinde bu isim okunmamış.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!