28.04.2015 Views

HÜCRE İLETİŞİMİ (HÜCRELERARASI İLETİŞİM ... - E-Universite

HÜCRE İLETİŞİMİ (HÜCRELERARASI İLETİŞİM ... - E-Universite

HÜCRE İLETİŞİMİ (HÜCRELERARASI İLETİŞİM ... - E-Universite

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>HÜCRE</strong> <strong><strong>İLETİŞİM</strong>İ</strong><br />

(<strong>HÜCRE</strong>LERARASI <strong>İLETİŞİM</strong>) (<strong>HÜCRE</strong>LER ARASINDA HABERLEŞME)<br />

(<strong>HÜCRE</strong> HABERLEŞMESİ) (<strong>HÜCRE</strong> SİNYALLEŞMESİ)<br />

Hücre iletişimi bakterilerde, maya gibi tek hücreli ökaryotlarda, hayvan ve bitki hücrelerinde geniş ölçüde<br />

araştırılmıştır ve araştırılmaya da devam etmektedir. Bu canlılarda hücre iletişiminin moleküler ayrıntıları<br />

hayret verici bir biçimde benzerlik taşır. Oysa bu organizma gruplarının en son ortak atası, bir milyar<br />

yıldan daha önce yaşamıştır. Bu, bugün kullanılan hücresel haberleşme mekanizmalarının dünya üzerinde<br />

ilk çok hücreli canlıların ortaya çıkışından çok önce evrimleştiğini göstermektedir. Bu nedenle, bilim<br />

insanları hücresel haberleşme mekanizmalarının öncelikle ilk prokaryotlar ve tek hücreli ökaryotlarda<br />

evrimleştiğini, daha sonra çok hücreli organizmalara adapte edildiğini düşünmektedir.<br />

Prokaryotlarda ve Tek Hücreli Ökaryotlarda Hücre İletişimi<br />

Yakın zamana kadar tek ve çok hücreli organizmaları ayırmada önemli bir fark da, çok hücrelilerde<br />

hücrelerarası iletişimin olmasıydı. Ancak şimdilerde, aynı türden ya da farklı türlerden bakterilerin kendi<br />

aralarında veya bakterinin ökaryot konağı ile haberleşebildiğini biliyoruz. Aslında, bakteriyel kemotaksi<br />

(bakterinin yüksek konsantrasyonda glukoz ve amino asit gibi besinlerin bulunduğu bölgeleri veya bir<br />

başka bakteri tarafından salınan haberleşme moleküllerini algılaması ve onlara doğru yüzmesi) olarak<br />

bilinen olay da bakteri hücrelerindeki haberleşmedir. Aynı türden ya da farklı türlerden bakterilerin kendi<br />

aralarında haberleşmesi “quorum sensing” (Quorum: Mutlak (salt) çoğunluk; Sensing: Algılama,<br />

hissetme) (Çoğunluğu Algılama) olarak adlandırılmaktadır. Örneğin hastalık yapıcı bakteriler üretmiş<br />

oldukları sinyal molekülleri aracılığı ile birbirleriyle iletişim kurmakta, belirli bir çoğunluğa ulaşıp<br />

ulaşmadıklarını izlemekte ve yeter çoğunluğa ulaştıkları anda da virülans (hastalık yapma yeteneği)<br />

faktörlerinin sentezi gibi kritik gen ekspresyonlarını tetiklemektedir. Böylelikle, konağın bağışıklık<br />

sistemini zamanından önce uyarmayarak başarılı bir enfeksiyon sürecini oluşturmaktadır. Bakteriler<br />

quorum sensing mekanizmalarını kullanarak sporulasyon, toplu kaçış, konjugasyon, hücre bölünmesi,<br />

antibiyotik üretimi, biyolüminesans, lag fazından çıkma, biyofilm oluşumu, nodül sayısını sınırlama<br />

(Rhizobium bakterileri baklagil köklerinde nodül oluşturur), virülans faktörlerinin salgılanması,<br />

ekstrasellüler proteaz ve lipaz gibi ekzoenzimlerin (Hücre tarafından salgılanan ve hücrenin hemen<br />

dışında faal olan enzim) üretimi gibi türe özgü davranışları (cevapları) düzenler. Türler arası<br />

haberleşmeye “cross-talk” (çapraz konuşma) da denir.<br />

Tek hücreli ökaryotik organizmalar da birbirleriyle haberleşir. Örneğin cıvık mantarlar aç kaldıkları<br />

zaman siklik AMP (cAMP) salgılar, bu da civarlarındaki hücreleri öbekleşmeleri için uyarır. Maya<br />

hücreleri eşeyli üremede birbirlerinin eşey tipini anlamak için üreme faktörleri (eşleşme etmenleri,<br />

çiftleşme etmenleri) kullanır. Örneğin, insanların ekmek, bira ve şarap yapımında yüzlerce yıldır<br />

kullandıkları bir fungus olan Saccharomyces cerevisiae'da (tomurcuklanan maya) eşleşmeye hazır haploit<br />

bir birey, salgıladığı peptit yapısındaki bir üreme faktörü ile eşleşmeye hazırlan sinyali vererek karşıt<br />

eşleşme hücrelerinde bölünmeyi durdurur. Bunu takiben karşıt eşleşme tiplerine ait iki haploit hücrenin<br />

kaynaşmasıyla (çiftleşme) bir diploit hücre oluşur ve bu da daha sonra mayoz ve sporlanmayı takiben<br />

yeni gen dağarcıklarına sahip haploit hücreler meydana getirir. (Bu mayanın a ve α olarak adlandırılan iki<br />

cinsi ya da çiftleşme tipi vardır. a çiftleşme tipinde olan hücreler a faktörü adı verilen kimyasal bir sinyal<br />

salgılar. Bu faktör yakındaki α hücrelerinin üzerindeki özgül reseptör proteinlere bağlanır. Aynı anda α<br />

hücreleri de a hücrelerinin yüzeyindeki reseptörlere bağlanabilen α faktörü salgılar. İki tip çiftleşme<br />

faktörünün reseptörlere bağlı molekülleri hücrelerin içine girmeksizin, iki hücrenin birbirlerine doğru<br />

büyümesine ve başka hücresel değişikliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Sonuçta, zıt tipteki iki hücre<br />

birbiriyle kaynaşır, yani çiftleşir. Ortaya çıkan yeni hücre olan a/α, başlangıçtaki iki hücrenin tüm<br />

genlerini içerir. Bu genetik bileşim bu hücreden türeyecek diğer hücrelere çeşitli avantajlar kazandırır.)<br />

Çok Hücreli Organizmalarda Hücre İletişimi<br />

Çok hücreli organizmalarda hücreler, ortak fonksiyonlara sahip hücre grupları olarak bilinen dokular<br />

içinde organize olmuş, dokular da bir araya gelerek organları oluşturmuştur. Böyle bir sistemde dokuların<br />

ve organların belirli bir uyum içinde çalışabilmeleri için hücrelerin haberleşmeleri gerekmektedir.


Gerek prokaryotlarda gerekse tek ve çok hücreli ökaryotlarda hücre haberleşmesinde iki temel unsur<br />

vardır:<br />

•Bilgi taşıyan sinyali üreten bir sinyal hücresi<br />

•Bilgi taşıyan sinyali alıp, aldığı bilgiye göre davranan bir tepki veren hücre (hedef hücre).<br />

Sinyal hücresi kimyasal haberci de denen sinyal moleküllerini sentezler. Sentezlenen sinyal molekülü ya<br />

sentezlendiği hücrenin yüzeyinde bağlı kalır veya bu hücreden salınır. Sinyal moleküllerinin birçoğu<br />

sinyal hücresi tarafından ekzositozla hücre dışına salgılanır. Diğerleri hücre zarından difüzyonla salınır.<br />

Hedef hücre sinyal molekülünü tanıyıp tutan (bağlayan) reseptör taşır. Sinyal molekülü reseptöre<br />

bağlanınca hedef hücre, metabolizmasında veya gen ekspresyonunda (anlatımında) değişiklikler yapar<br />

(hücresel yanıt). İstenen yanıt sağlandığında sinyal sonlandırılır.<br />

Sinyal Molekülleri (Kimyasal Haberci)<br />

Bakteriler quorum sensing sürecinde sinyal molekülü olarak türe özgü Açil Homoserin Lakton (AHL)<br />

moleküllerini ve oligopeptitleri kullanır. Gram negatif bakterilerde açil homoserin laktonlar, gram pozitif<br />

bakterilerde ise oligopeptitler etkilidir. Vibrio harveyi gibi bazı bakterilerde ise hem açil homoserin<br />

laktonlar, hem de oligopeptitler kullanılır.<br />

Cıvık mantarlar salgıladıkları nükleotitler (cAMP) aracılığıyla haberleşir.<br />

Maya hücreleri kendi aralarındaki eşleşmeye yönelik iletişimi sınırlı tipte ve sayıda küçük peptitler (13<br />

amino asit) salgılayarak sağlar.<br />

Bitkiler ve hayvanlarda ise iletişim yüzlerce değişik tipteki sinyal molekülleri aracılığıyla yapılır. Bunlar<br />

arasında proteinler, kısa peptitler, amino asitler, nükleotitler, steroitler, retinoitler, yağ asidi türevleri ve<br />

nitrik oksit ve karbon monoksit gibi basit gazlar da yer alır.<br />

Sinyal molekülleri genelde çok düşük derişimlerde (tipik olarak < 10 -8 M) etki gösterir ve bağlandıkları<br />

reseptörler (almaçlar) de bu molekülleri genellikle yüksek bir afiniteyle (afinite=ilginlik) bağlar.<br />

Yukarıda adı geçen sinyal molekülleri dışında, bazı çevresel uyaranlar da sinyal molekülü gibi hücresel<br />

yanıtlar başlatır. Retinaya düşen ışık, burun epitelinde bulunan koku reseptörlerine bağlanan kokular, tat<br />

tomurcuklarındaki tat reseptörlerini uyaran tatlar iyi bilinen çevresel uyaran (çevresel sinyal) örnekleridir.<br />

Hücre İletişimi Tipleri<br />

Hücre iletişimi ya bir hücrenin komşusu ile doğrudan teması ya da salgılanan sinyal molekülleri ile<br />

(kimyasal iletişim) gerçekleşir.<br />

Doğrudan temas yoluyla hücre haberleşmesi: Hayvan hücreleri yüzeylerindeki moleküller arasında<br />

temas kurarak doğrudan haberleşebilir. Bu tip haberleşme embriyonik gelişmede, bağışıklık sisteminin<br />

işleyişinde ve erişkin dokuların devamlılığının sağlanmasında önemlidir.<br />

Hem bitkiler hem de hayvanlar hücre bağlantıları içerir. Bu bağlantılar (bitkilerde plazmodezma,<br />

hayvanlarda oluklu bağlantı=nexus) bulundukları noktalarda komşu hücrelerin sitoplazmalarını doğrudan<br />

birbirlerine bağlar. Bu durumda sitozol içinde çözünmüş haldeki haberci bileşikler (Ca +2 ve cAMP)<br />

komşu hücreler arasında serbestçe hareket edebilir. Böylece, sitoplazmik bağlantılarla bağlanmış hücreler,<br />

arada duran hücre zarı engelini aşmak zorunda kalmadan birbirleriyle doğrudan iletişim kurabilir.<br />

Nexuslar hayvan hücreleri arasındaki iletişim sürecinde önemli görevler üstlenir. Örneğin, özel bir tip<br />

nexus proteininden (konneksin 43) yoksun fare ve insanlarda kalpte çok ciddi gelişim kusurları olur.<br />

Kimyasal hücre iletişimi: Kimyasal haberleşme, iletişim içinde olan hücrelerin birbirlerine yakın ya da<br />

uzak olmalarına göre iki gruba ayrılabilir: Yerel (lokal) haberleşme ve uzun mesafeli haberleşme.


Yerel haberleşme: Bu hücre iletişimi tipinde sinyal molekülleri kısa mesafelere ulaşır; uzun mesafede<br />

etkili olamazlar, çünkü hücre dışı enzimlerce yok edilir veya hücre dışı matriks tarafından hareketsiz hale<br />

getirilir. Bu nedenle, sinyal hücresinin salgıladığı molekül bir yerel düzenleyici olarak yakındaki hücreleri<br />

etkiler. Hayvanlardaki bu tip yerel haberleşme parakrin haberleşme olarak adlandırılır. Parakrin<br />

haberleşmede kullanılan sinyal molekülleri protein yapısındaki büyüme faktörleridir. Bir tek hücrenin<br />

ürettiği büyüme faktörü molekülleri yakındaki çok sayıda hücre tarafından algılanır ve bu hücreler<br />

eşzamanlı olarak bu moleküllere karşı cevap oluşturur. Parakrin haberleşmede sinyal hücresi ile hedef<br />

hücre farklı tipte hücrelerdir.<br />

Bir başka yerel haberleşme tipi olan otokrin haberleşmede bazı hücreler kendi ürettikleri sinyal<br />

moleküllerine yanıt verir ve kendileri ile aynı tipteki hücrelere de sinyal gönderebilir. Omurgalılarda<br />

bağışıklık sistemi (immün sistem) hücrelerinin yabancı antijenlere verdiği yanıt otokrin haberleşmeye bir<br />

örnektir: Belli bazı T lenfosit tipleri antijenik uyarıya yanıt olarak kendi çoğalmalarını uyaran bir büyüme<br />

faktörü sentezler, böylece o antijene yanıt veren T lenfosit sayısı artar ve bağışık (immün) yanıt<br />

çoğaltılmış olur. Hayvan gelişimi sırasında hücre farklılaşmasında otokrin haberleşme büyük rol oynar.<br />

Anormal otokrin haberleşme kanser hücrelerinin kontrolsüz çoğalmasına katkıda bulunur. Bu durumda,<br />

bir kanser hücresi kendi yanıt verdiği bir büyüme faktörünü üretir, böylece kendisinin kontrolsüz<br />

çoğalmasını sürekli olarak uyarır.<br />

Daha özelleşmiş bir başka yerel haberleşme tipi (sinaptik haberleşme) hayvanlardaki sinir sisteminde<br />

bulunur: Bir sinir hücresi (nöron) bir kimyasal haberci yani bir nöroaktarıcı (nörotransmitter) sentezler.<br />

Çevreden ya da diğer sinir hücrelerinden gelen uyarılarla etkinleşen bu nöron (presinaptik nöron=sinyal<br />

hücresi), aksonu boyunca süratle elektriksel uyarılar (etki potansiyelleri) iletir; böyle bir uyarı akson<br />

ucuna eriştiğinde, akson ucunda bulunan veziküller içindeki nöroaktarıcı bu hücreden sinaps boşluğuna<br />

(sinaptik aralık) salınır (ekzositoz). Sinaps boşluğu, sinir hücresi ile bunun hedefi olan hücre (sıklıkla bir<br />

başka sinir hücresi=post sinaptik nöron) arasındaki dar boşluktur. Sinaps boşluğuna salınan nöroaktarıcı<br />

hemen bitişiğindeki hedef hücrenin zarındaki reseptörüne bağlanır ve bu hücrede istenen yanıt başlatılır.<br />

Sinaptik haberleşmede sinyal molekülleri her ne kadar sinaptik aralık kadar kısa bir mesafe kat etse de,<br />

nöronlar uzaktaki hedef hücrelerle teması sağlayan uzantılara (aksonlar) sahip oldukları için vücudun<br />

birbirinden ayrı ve uzak bölgeleriyle (örneğin beyinden ayak başparmağına kadar) iletişim sağlanmış olur.<br />

Sinaptik haberleşmede iletişim çok hızlıdır: Sinir hücreleri bilgiyi uzak mesafelere hızı saniyede 100<br />

metreye ulaşabilen elektriksel uyarılar aracılığıyla iletir; sinir ucundan salgılanan bir nöroaktarıcının 100<br />

nm’den daha yakın olan hedef hücreye difüzyonla ulaşması 1 milisaniyeden kısa bir sürede gerçekleşir.<br />

Nöroaktarıcılar dar olan sinaptik aralıkta daha az seyreltilmiş olduklarından yüksek derişimlere ulaşır.<br />

Örneğin, etkin bir sinir-kas kavşağı sinaptik aralığındaki asetilkolin derişimi yaklaşık 5 x 10 -4 M’dır.<br />

Buna uygun olarak reseptörün nöroaktarıcıya karşı olan afinitesi nispeten düşüktür, bu da nöroaktarıcının<br />

reseptöründen hızla ayrılarak hedef hücrede oluşan yanıtın sonlandırılmasını sağlar.<br />

Uzun mesafeli haberleşme: Büyük ve karmaşık çok hücreli organizmalarda yerel haberleşme tek başına,<br />

hücrelerin davranışını koordine etmekte yeterli değildir. Bu organizmalarda, organizmanın birbirinden<br />

ayrı ve uzak bölgeleriyle iletişim görevini sağlayabilecek özelleşmiş sinyal hücreleri evrimleşmiştir.<br />

Hayvanlardaki bu özelleşmiş hücreler endokrin hücrelerdir. Endokrin hücreler hormon adı verilen sinyal<br />

molekülleri sentezler. Bu hormon molekülleri kan dolaşımı yoluyla taşınarak, vücudun başka bir<br />

kısmındaki hedef hücrelere ulaşır. Hayvanlarda hipofiz, tiroit, paratiroit, pankreas, adrenal bezler ve<br />

gonatları içeren endokrin bezler tarafından 50’den fazla farklı hormon üretilir. Hayvanlardaki bu uzun<br />

mesafeli haberleşme endokrin haberleşme ya da hormonal haberleşme olarak adlandırılır.<br />

Endokrin haberleşme, hormonların taşınması difüzyon ve kan akışına bağımlı olduğu için nispeten<br />

yavaştır. Buna karşılık hormonlar, kan dolaşımı ve doku arası sıvılarda büyük oranda seyreltilmeleri<br />

nedeniyle çok düşük derişimlerde (tipik olarak < 10 -8 M) etki edebilir ve reseptörlerine yüksek bir<br />

afiniteyle bağlanır.


Bitkilerdeki hormonlar bazen odun boruları içinde taşınmakla birlikte, çoğunlukla ya hücreler içinde<br />

hareket ederek ya da gaz halinde havada yayılarak hedeflerine ulaşır.<br />

Hormonlar molekül büyüklüğü ve çeşit açısından büyük değişkenlikler gösterir. Örneğin gaz halinde bir<br />

bitki hormonu olan, meyve olgunlaşmasını hızlandıran ve büyümeyi düzenleyen etilen sadece altı atomlu<br />

bir hidrokarbondur (C 2 H 4 , 28 dalton). Buna karşılık memelilerdeki kan glukozu düzeyini düzenleyen<br />

insülin hormonu binlerce atom içeren bir proteindir (51 amino asit, 5808 dalton).<br />

Hücre İletişiminin Aşamaları<br />

Hücre iletişiminin aşamaları konusunda bugün bildiklerimizi, bu konudaki öncü çalışmalarıyla 1971<br />

yılında Nobel Ödülü kazanmış olan Earl Wilbur Sutherland’a (1915-1974, Amerikalı farmakolog ve<br />

biyokimyacı) borçluyuz. Sutherland ve arkadaşları Vanderbilt Üniversitesi’nde hayvanlardaki epinefrin<br />

(adrenalin) hormonunun, karaciğer ve iskelet kası hücrelerinde depolanan bir polisakkarit olan glikojenin<br />

yıkımını nasıl hızlandırdığını araştırıyorlardı. (Glikojenin yıkılması sürecinde glukoz-1-fosfat şekeri<br />

oluşur. Bu şeker daha sonra hücre tarafından glukoz-6-fosfata çevrilir. Hücre bu bileşiği enerji elde etmek<br />

için glikolizde kullanabilir. Bir başka seçenek olarak, fosfatından ayrılan glukoz vücuttaki hücrelere yakıt<br />

sağlamak üzere, kana verilir. Dolayısıyla, fiziksel ya da ruhsal stres sırasında adrenal bezinden salgılanan<br />

epinefrinin bir etkisi, vücudun yakıt depolarını harekete geçirmektir.)<br />

Sutherland’ın araştırma ekibi epinefrinin sitozolik bir enzim olan glikojen fosforilazı bir şekilde aktive<br />

ederek, glikojen yıkımını hızlandırdığını buldu. Bununla birlikte, fosforilaz enzimini ve bunun substratı<br />

olan glikojeni içeren test tüpündeki karışıma epinefrin eklendiğinde, glikojenin yıkılmadığı gözlendi.<br />

Epinefrin sadece parçalanmamış hücreler içeren çözeltiye eklendiğinde, glikojen fosforilazı aktive<br />

edebiliyordu. Bu sonuç Sutherland’a iki şey düşündürdü: Birincisi, epinefrin glikojen yıkımından sorumlu<br />

olan enzim ile doğrudan doğruya etkileşmiyordu; hücre içinde bir ya da birkaç ara basamağın<br />

gerçekleşiyor olması gerekiyordu. İkincisi, epinefrin sinyalinin aktarılmasında hücre zarının bir rolü<br />

olmalıydı.<br />

Sutherland’in ilk çalışmaları, hücresel haberleşme sırasında hedef hücrede meydana gelen sürecin üç<br />

aşamaya ayrılabileceği fikrini verdi. Bu üç aşama sinyal alma, sinyal aktarımı ve cevaptır:<br />

1. Sinyal alma: Sinyal alma, hedef hücrenin hücre dışından gelen bir sinyali algılamasıdır. Kimyasal bir<br />

sinyal, sinyal molekülü (ligant) hücresel bir proteine (reseptör) bağlandığı zaman algılanır. Protein<br />

hormonlar gibi hidrofilik ve büyük moleküllü sinyal moleküllerinin reseptörü genellikle hücrenin<br />

yüzeyinde bulunur.<br />

2. Sinyal aktarımı: Sinyal aktarımı aşaması sinyali, özgül hücresel yanıt ortaya çıkaracak bir forma<br />

dönüştürür. Sutherland’ın sisteminde bir karaciğer hücresinin hücre zarındaki reseptör proteinin dış<br />

tarafına epinefrinin bağlanması, çeşitli basamaklar aracılığı ile glikojen fosforilazın aktivasyonuna yol<br />

açar. Sinyal aktarımı bazen tek bir basamakta gerçekleşmekle birlikte, çoğu zaman çok sayıda farklı<br />

molekülde bir dizi değişikliğin olmasını gerektirir. Bu basamaklar sinyal aktarım yolu olarak<br />

adlandırılır. Bu yolda yer alan moleküllere genellikle aktarım molekülleri adı verilir.<br />

3. Cevap: Hücre haberleşmesinin üçüncü aşamasında, aktarılan sinyal özgül bir hücresel yanıtı tetikler.<br />

Sinyal Alma ve Sinyal Aktarımının Başlaması<br />

Belirli bir kimyasal sinyalin hedefi olan hücre, bu sinyal molekülünü tanıyan reseptör protein<br />

moleküllerine sahiptir. Sinyal reseptörü hedef hücrenin kimlik kartıdır, çünkü sinyal molekülü hedef<br />

hücreye ulaşana kadar pek çok hücre tipiyle karşılaşmasına rağmen, sadece belirli hücreler bu molekülü<br />

algılar ve ona cevap verir. Bunun nedeni, sinyal molekülünün biçiminin reseptör üzerindeki özgül bir<br />

bölgeye uygun olması ve sinyal molekülünün buraya bağlanmasıdır.<br />

Sinyal molekülü ile reseptör arasındaki biçim uygunluğu kilit içindeki anahtara ya da bir enzimin katalitik<br />

bölgesi içindeki substrata benzer. Sinyal molekülü bir ligant gibi davranır. Ligant terimi daha büyük bir<br />

moleküle özgüllükle bağlanan küçük bir molekül için kullanılır. Ligandın bağlanması genellikle reseptör<br />

proteinde bir konformasyon yani biçim değişikliğine neden olur. Birçok reseptör tipinde bu biçim


değişikliği doğrudan doğruya reseptörü aktive eder; böylece reseptör diğer hücresel moleküllerle<br />

etkileşebilir. Bazı reseptörler ise ligandın bağlanmasıyla, iki ya da daha fazla reseptör molekülünün bir<br />

araya gelmesi yoluyla diğer hücresel moleküllerle etkileşebilir.<br />

Sinyal moleküllerinin çoğu suda çözünebilir (hidrofiliktir) ve hücre zarından serbestçe geçemeyecek<br />

kadar büyüktür. Böyle sinyal molekülleri, hücrenin zarına gömülü haldeki reseptör proteinler üzerindeki<br />

özgül bölgelere bağlanır. Böyle bir reseptör, hücre dışındaki ortamdan gelen bilgiyi, özgül bir ligandın<br />

kendisine bağlanması sonucu ortaya çıkan biçim değişikliği ya da bir araya gelme yoluyla hücre içine<br />

iletebilir.<br />

Üç temel zar reseptör tipi vardır. Bunlar G-proteinine bağlı reseptörler, tirozin kinaz reseptörleri ve iyon<br />

kanalı reseptörleridir.<br />

G-Proteinine Bağlı Reseptörler<br />

G-proteinine bağlı reseptör, G proteini adı verilen bir protein yardımıyla iş gören hücre zarı reseptörüdür.<br />

Mayalardaki çiftleşme faktörleri, epinefrin ve birçok diğer hormon ve nörotransmitterler gibi çok farklı<br />

sinyal molekülleri G-proteinine bağlı reseptörleri kullanılır. Bu reseptörlerin sinyal moleküllerini tanıyan<br />

bağlanma bölgeleri farklı olup, hücre içindeki farklı G proteinlerini tanır. Buna rağmen, G-proteinine<br />

bağlı reseptör proteinleri yapısal olarak birbirlerine benzer. Bunların hepsi, zarı kat eden yedi tane α<br />

heliks içerir.<br />

Zarın sitoplazmik tarafına gevşekçe bağlanmış olan G proteini, üzerine bağlı guanin nükleotidin tipine<br />

(GDP ya da GTP) göre açılıp, kapanan bir elektrik düğmesi gibi iş görür. (GTP yani guanozin trifosfat<br />

ATP’ye benzer.) GDP bağlı olduğunda inaktif olan G protein, GTP bağlı iken aktiftir.<br />

Bir sinyal molekülü G-proteinine bağlı reseptörün hücre dışındaki yüzeyine bağlandığı zaman, aktive olan<br />

reseptörün konformasyonu, inaktif haldeki özgül G proteine bağlanacak şekilde değişikliğe uğrar (1) ve<br />

bir GTP’nin GDP ile yer değiştirmesine neden olur. Bu durum G proteinini aktive eder (2) ve G proteini<br />

daha sonra genellikle bir enzim olan başka bir proteine bağlanarak, onun aktivitesini değiştirir (3). Eğer<br />

aktive edilen protein bir enzim ise metabolik yoldaki bir sonraki basamağı tetikler (4).<br />

Enzim ve G proteinindeki değişiklikler geçicidir; çünkü G proteini aynı zamanda GTPaz enzimi gibi<br />

davranır ve kısa süre sonra kendisine bağlı GTP’yi GDP’ye hidroliz eder. Böylece tekrar inaktif hale<br />

gelen G proteini, enzimi serbest bırakır; enzim de başlangıçtaki durumuna geri döner. G proteininin<br />

GTPaz aktivitesi, hücre dışı sinyal molekülünün ortadan kalkması durumunda, sinyal aktarım yolunun<br />

hızla durdurulmasını sağlar.<br />

G-proteini-Reseptör sistemleri son derece yaygın olup, çok çeşitli işlevler görür. Yukarıda bahsedilen<br />

sinyal moleküllerinin rol aldığı işlevlere ek olarak, embriyonik gelişimde önemli oldukları genetik<br />

çalışmalarla gösterilmiştir. Örneğin belirli bir G proteininden yoksun olan fare embriyoları normal kan<br />

damarları geliştiremez ve uterus içinde ölür. G proteinleri duyu algılanmasında da iş görür. Örneğin<br />

insanlardaki görme ve koklama bu tip proteinlere bağlı olaylardır. Modern organizmalar ile prokaryotlar<br />

ve tek hücreli ökaryotlardaki G proteinleri ve G-proteinine bağlı reseptörler arasındaki yapısal<br />

benzerlikler, G proteinlerinin ve G-proteinine bağlı reseptörlerin çok erken dönemde ve muhtemelen ilk<br />

mikroorganizmaların algılama reseptörleri olarak evrimleştikleri fikrini vermektedir.<br />

G-proteinlerinin bakteriyel enfeksiyonların da dahil olduğu birçok insan hastalığında iş gördüğü<br />

keşfedilmiştir. Kolera, boğmaca ve botulizm (Clostridium botulinum’un ürettiği “Botulin” adlı zehir<br />

bulunan besinleri yiyen insanlarda gelişen ve felçlere yol açan zehirlenme tablosu) etmeni olan çeşitli<br />

bakteriler, G-proteinlerinin işlevini aksatan toksinler üreterek, kişiyi hastalandırır. Bu gibi enfeksiyonların<br />

ve diğer hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçlar genellikle deneme-yanılma yoluyla bulunmuştur.<br />

Ancak farmakologlar bugün kullanımda olan tüm ilaçların yaklaşık %60'ının G-proteini ile ilgili yolları<br />

etkileyerek, bu hastalıklarda tedavi edici olduklarını gözlemlemiştir.


Tirozin Kinaz Reseptörleri<br />

Bu reseptör, hücre zarında bulunan ve enzim aktivitesi taşıyan temel reseptör sınıflarından birisidir. Bu<br />

reseptör proteininin sitoplazmaya dönük olan kısmı tirozin kinaz olarak adlandırılan bir enzim olarak iş<br />

görür. Tirozin kinaz, substrat protein üzerindeki tirozin amino asidine ATP’den fosfat grupları aktarımını<br />

katalizler. Dolayısıyla, tirozin kinaz reseptörleri proteinlerdeki tirozinlere fosfatlar bağlayan zar<br />

reseptörleridir.<br />

Tirozin kinaz reseptörlerinin birçoğu sinyal molekülü bağlanmadan önce bağımsız polipeptitler<br />

halindedir. Bunların her biri hücre dışında bir bağlanma bölgesine, zarı kat eden bir α helikse ve birkaç<br />

tirozin içeren hücre içi bir kuyruğa sahiptir. Bu tip bir reseptöre bir sinyal molekülünün bağlanması,<br />

proteinin sitoplazmik tarafını doğrudan aktive etmeye yetecek ölçüde konformasyonal değişikliğe neden<br />

olmaz. Bunun yerine, reseptör aktivasyonu iki basamakta gerçekleşir: 1. Ligandın bağlanması iki reseptör<br />

polipeptidin dimer oluşturacak şekilde bir araya gelmesine neden olur (iki polipeptitten oluşan proteine<br />

dimer denir). 2. Bu bir araya geliş her iki polipeptidin tirozin kinaz aktivitesi gösteren kısımlarını aktive<br />

eder ve bunların her biri diğer polipeptidin kuyruğundaki tirozinlere fosfat ekler. Özet olarak, sinyal<br />

molekülünün bir tirozin kinaz ve reseptör üzerindeki etkisi, polipeptidlerin bir araya gelmesi (agregasyon)<br />

ve reseptörün fosforile edilmesidir. Reseptör protein tümüyle aktive olunca, hücre içindeki özgül aktarım<br />

proteinleri tarafından tanınır. Bu proteinlerin her biri fosforlanmış haldeki özgül bir tirozine bağlanır ve<br />

aktif forma dönüşecek şekilde yapısal değişikliğe uğrar (aktarım proteini tirozin kinaz tarafından fosforile<br />

edilmiş ya da edilmemiş olabilir). Bir adet tirozin kinaz reseptör dimeri aynı anda on ya da daha fazla<br />

sayıdaki farklı hücre içi proteini aktive edebilir (3). Böylece çok sayıda farklı aktarım yolunu ve hücresel<br />

cevabı tetikler (4). Tek bir ligant bağlanma olayının çok sayıda yolu tetikleyebilme yeteneği, bu tip<br />

reseptörlerle G-proteine bağlı reseptörler arasındaki en önemli farktır. Ligant olmaksızın bir araya gelen<br />

anormal tirozin-kinaz reseptörleri çeşitli kanserlere neden olur.<br />

Büyüme faktörü reseptörü genellikle bir tirozin kinaz reseptörüdür. Hayvan hücreleri arasındaki<br />

haberleşmede görev alan kimyasal sinyaller arasında, hücreleri büyüme ve bölünme yönünde uyaran yerel<br />

düzenleyiciler olan büyüme faktörleri de bulunur. Hücre bölünmesi protein sentezi, kromozom<br />

duplikasyonu (ikilenmesi) ve hücre iskeleti elemanlarının yeniden düzenlenişi gibi farklı hücre<br />

kısımlarındaki çeşitli etkinlikleri içerir. Bütün bu etkinliklerin düzenli ve eşgüdümlü bir halde<br />

gerçekleşmesi için hücreye yardımcı olmak üzere özelleşmiş olan reseptör, aynı anda birden fazla sinyal<br />

aktarım yolunu tetikleme yeteneğindedir.<br />

İyon Kanalı Reseptörleri<br />

Sinyalleri alan bazı zar reseptörleri ligant varlığında açılıp kapanan iyon kanallarıdır (ligant kapılı iyon<br />

kanalları). Bu kanallar kimyasal bir sinyale karşı cevap olarak açılan ya da kapanan, hücre zarında yer<br />

alan ve proteinlerle çevrili olan porlardır. Bu porların açılıp kapanması, Na + ya da Ca +2 gibi iyonların<br />

geçişine izin verir ya da bunların geçişini engeller. Daha önce incelediğimiz reseptörlere benzer şekilde,<br />

ligant olarak adlandırılan sinyal molekülü kanal proteininin hücre dışındaki özgül bir kısmına bağlanır.<br />

Kanal proteininde ortaya çıkan biçim değişikliği hemen belirli bir iyonun hücre içi derişiminin<br />

değişmesine yol açar. Bu değişiklik genellikle hücrenin işleyişini doğrudan doğruya etkiler. Örneğin, sinir<br />

hücreleri arasındaki sinapslarda ortaya çıkan bu tip bir değişiklik, elektriksel bir sinyali tetikler. Bu<br />

elektriksel sinyal, alıcı hücre boyunca ilerler. Ligant varlığında açılıp kapanan iyon kanalları sinir<br />

sisteminde çok önemlidir.<br />

Hücre İçi Reseptörler<br />

Sinyal reseptörlerinin tümü zar proteini değildir. Bunların bir kısmı hedef hücrelerin sitozolü ya da<br />

çekirdeği içinde çözünmüş durumdadır. Bir sinyal molekülünün böyle bir reseptöre ulaşabilmesi için,<br />

hedef hücrenin hücre zarından geçebilmesi gerekir; bunun için de hidrofobik olmalıdır. Hidrofobik sinyal<br />

molekülleri arasında steroit hormonlar ve tiroit hormonları bulunur. Hücre içi reseptöre sahip bir başka<br />

kimyasal haberci, bir gaz olan nitrik oksit (NO)’tir. Çok küçük olan bu molekül zar fosfolipitleri<br />

arasından kolayca geçebilir.


Testosteron steroit hormonlara bir örnektir. Testis hücrelerinden salgılanan bu hormon kan yoluyla taşınır<br />

ve tüm vücuttaki hücrelerin içine girer. Bu hormon hedef hücrelerin sitozolündeki reseptör proteine<br />

(testosteron reseptörü) bağlanarak, onu aktive eder. Hormona bağlanarak aktif forma dönüşmüş olan<br />

reseptör bu haliyle çekirdeğe girer ve erkek cinsiyet özelliklerini kontrol eden özgül genleri etkin hale<br />

getirir: Etkin hale gelen gene ait elçi RNA (mRNA) çekirdekten çıkar ve sitoplazmadaki ribozomlar<br />

tarafından özgül proteine çevrilir. Aktive edilmiş testosteron reseptörü bazı özgül genleri kontrol eden bir<br />

transkripsiyon faktörüdür. (Transkripsiyon faktörleri adı verilen özgül proteinler belirli bir hücrede, belirli<br />

bir anda hangi genlerin etkin hale getirileceğini -yani hangi genlerin mRNA oluşturmak üzere transkribe<br />

olacağını- kontrol eder.)<br />

Hücre içi reseptörlerin birçoğu sinyal molekülleri onlara ulaşmadan önce çekirdeğin içindedir (örneğin<br />

östrojen reseptörleri). Hücre içi reseptör proteinlerin çoğu yapısal olarak benzerdir. Bu benzerlik bu<br />

proteinler arasında evrimsel akrabalık olduğunu gösterir.<br />

Protein Fosforilasyonu<br />

Hücre zarındaki bir reseptöre, ona özgü bir sinyal molekülün bağlanması, sinyal aktarım yolundaki ilk<br />

basamağı tetikler ve hücrenin belirli bir yanıt vermesine yol açar. Sinyal ile aktive olmuş reseptör bir<br />

başka molekülü aktive eder. Bu molekül de başka bir molekülü aktive eder; bu süreç, hücresel yanıtı<br />

oluşturacak molekül aktive oluncaya kadar sürer. Aktarım molekülleri denen bu moleküller çoğunlukla<br />

proteinlerdir. Hücre haberleşmesindeki temel işleyiş aslında proteinlerin etkileşmesidir. Protein<br />

etkileşmesi proteindeki konformasyonal değişikliktir. Konformasyonal değişiklik ise çoğunlukla<br />

fosforilasyon aracılığı ile ortaya çıkarılır. Gerçekten de protein fosforilasyonu, protein aktivitesini<br />

düzenlemek için kullanılan çok yaygın bir hücresel mekanizmadır. ATP’den bir proteine fosfat grupları<br />

aktaran bir enzimin genel adı protein kinaz’dır. Reseptör olan tirozin kinazların aksine, sitoplazmik<br />

protein kinazların çoğu kendi üzerlerine etki etmeyip, diğer substrat proteinler üzerine etki eder. Bunların<br />

birçoğu kendi substratlarını serin ya da treonin amino asitlerinden birisinden fosforile eder. Bu gibi<br />

serin/treonin kinazlar hayvan, bitki ve funguslardaki sinyal yollarında çok yaygın olarak bulunur. Sinyal<br />

aktarımındaki protein etkileşimleri “fosforilasyon şelalesi (silsilesi) (kaskadı)” olarak nitelendirilir.<br />

Fosforilasyon şelaleleri bir sinyalin (ve dolayısıyla yanıtın) çoğaltılmasını sağlar. Sinyalin çoğaltılması<br />

sonucunda, örneğin karaciğer ya da kas hücresinin yüzeyindeki reseptörlere bağlanmış olan az sayıdaki<br />

epinefrin molekülü, glikojenden yüz milyonlarca glukoz molekülü oluşturulmasına yol açar.<br />

Protein kinazların önemi yadsınamayacak kadar büyüktür. Genlerimizin %1 kadarı protein kinazları<br />

kodlar. Tek bir hücrede yüzlerce farklı protein kinaz bulunur ve bunların her biri farklı bir protein<br />

substrata özgüldür. Bu proteinler arasında hücre çoğalmasını düzenleyenler çoğunluktadır. Bu tip bir<br />

kinazın aktivitesindeki anormallik, anormal hücre çoğalmasına (tümör) ve kanser (kötü huylu tümör)<br />

oluşumuna neden olur.<br />

İkinci Mesajcılar (Haberciler)<br />

Sinyal aktarım yollarındaki moleküllerin tümü protein değildir; bunlar suda çözünebilen, küçük<br />

moleküller ya da iyonlar da olabilir. Bu moleküllere ikinci mesajcılar adı verilir. (Zar reseptörüne<br />

bağlanan hücre dışı sinyal molekülü “birinci mesajcı” dır.) İkinci mesajcılar hem küçük, hem de suda<br />

çözünebilir olduklarından, tüm hücreye difüzyon yoluyla kolayca dağılır. Örneğin cAMP adı verilen ve<br />

epinefrin tarafından başlatılan sinyali karaciğer ya da kas hücresinin zarından hücre içine taşıyan molekül<br />

bir ikinci mesajcıdır. cAMP karaciğer ya da kas hücresinde glikojen yıkımını başlatır. İkinci mesajcılar<br />

hem G-proteinine bağlı reseptörler hem de tirozin kinaz reseptörleri tarafından başlatılan sinyal aktarım<br />

yollarında görev alır. En yaygın olarak kullanılan ikinci mesajcılar cAMP ve kalsiyum iyonlarıdır (Ca +2 ).<br />

Çok çeşitli aktarım proteinleri bu ikinci mesajcıların sitozolik derişimine duyarlıdır.<br />

Hücresel Yanıtlar<br />

Sinyale verilen yanıt akla gelebilecek her çeşit hücresel etkinlik olabilir. Metabolizma, hücre iskeletinin<br />

yeniden düzenlenişi, genlerin aktivasyonu, hücre göçü, hücrenin konumlanması, hücre bölünmesi, hücre<br />

sağkalımı bu etkinlikler arasında sayılabilir.


Farklı hücreler aynı hücre dışı sinyal molekülüne farklı şekilde yanıt verebilir. Reseptörün, aktarım<br />

moleküllerinin ve hücrenin gelen sinyalleri birleştirip yorumlayacağı hücre içi düzeneğin farklılığı bunun<br />

nedenidir. Örneğin, asetilkolin nöroaktarıcısı iskelet kası hücrelerinin kasılmasını tetiklerken, kalp kası<br />

hücrelerinin kasılma kuvveti ve hızını düşürür. Bu, çizgili kastaki asetilkolin reseptör proteinlerinin kalp<br />

kasındakilerden farklı olmasına bağlıdır. Ancak reseptör farklılıkları her zaman farklı etkileri açıklamaya<br />

yetmez. Çoğu zaman, aynı sinyal molekülü tıpatıp aynı reseptör proteinine bağlansa da farklı hedef<br />

hücrelerde bambaşka yanıtlara yol açar; bunun nedeni ise hücrenin gelen sinyalleri birleştirip<br />

yorumlayacağı hücre içi düzeneğin farklı olmasıdır.<br />

Sinyalin Sonlandırılması<br />

Bir hücrenin hücre dışı bir sinyale normal bir yanıt vermesi için, başlangıçtaki sinyali ortadan kaldırıp<br />

sinyal aktarım yolunu kapatacak mekanizmalara sahip olması gerekir. Protein kinazların etkileri<br />

hücredeki protein fosfatazlar tarafından durdurulur. Protein fosfatazlar proteinlerdeki fosfat gruplarını<br />

uzaklaştırır. Herhangi bir anda fosforilasyonla düzenlenen bir proteinin aktivitesi, hücredeki aktif kinaz<br />

molekülleri ile aktif fosfataz molekülleri arasındaki dengeye bağlıdır. Hücre dışı sinyal molekülü<br />

olmadığı zaman, aktif fosfataz molekülleri çoğunluktadır. Dolayısıyla, sinyal yolu kapanır ve hücresel<br />

yanıt sona erer.<br />

Sinyal-reseptör sisteminin endositozla hücre içine alınması veya olduğu yerde inaktive edilmesiyle de<br />

sinyal sonlandırılır.<br />

Son not:<br />

1- İnsan Genom Projesi’nin verilerine göre, insan genomundaki yaklaşık 32000 genin %20’si hücre<br />

iletişiminde görev alan proteinleri kodlar.<br />

2- Diyabet, ateroskleroz, otoimmün (özbağışıklık) hastalıklar ve kanser gibi birçok hastalık hücre iletişimi<br />

mekanizmalarındaki bozukluklardan kaynaklanır. Bu nedenle, hücre iletişimi biyoloji kadar tıpta da<br />

önemi olan bir konudur.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!