12.07.2015 Views

Dünya yazıları Erol çankaya .indd - Yakın Doğu Üniversitesi

Dünya yazıları Erol çankaya .indd - Yakın Doğu Üniversitesi

Dünya yazıları Erol çankaya .indd - Yakın Doğu Üniversitesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

<strong>Erol</strong> ÇankayaPopülerKültür veEdebiyatYAKIN DOĞU ÜNİVERSİTESİNEAR EAST UNIVERSITY


İçindekiler1)ŞİİR VE KİTLE KÜLTÜRÜ........................................11GÜNÜMÜZDE SANATÇI VE TOPLUM...................21ADALET AĞAOĞLU’NUN “İNCE GÜLÜ”.............31BİR NOT: “ÖZGÜRLÜK”...........................................36BİR ŞAİRİN OLGUNLUĞU.......................................40CAHİT SITKI VE «OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ»..............46CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRİ................................54TOPLUMCU GENÇ ŞAİRE TUZAK.........................60“FUENTE GRANDE”..................................................66GAZETE FIKRACILIĞI.............................................70“İNSANIN EVRENSEL GERÇEĞİ”YAZARLAR- YAZICILAR, V.S. HAKKINDA..........74AKINCIOĞLU’NUN ARDINDAN.............................81MAKİNALAŞAN TARIM VE VUKUAT VAR..........85OKURUNU YARATAN ŞİİR......................................91TÜRK HİKAYESİNEBEKİR YILDIZ’LA GELEN.......................................96OSMAN ŞAHİN’İN ACENTE MİRZA’SI................109SELİM İLERİ, ACININ ŞAİRİ.................................113


1)EDEBİYAT VE KİTLE KÜLTÜRÜ


ŞİİR VE KİTLE KÜLTÜRÜŞiirden anlayanların pek fazla olmadığı birdönemde yaşıyoruz. Bunu ben söylemiyorum, herkes,büyük bir çoğunluğun kendisi söylüyor: «Ben şiirdenanlamam» diyorlar. Kimisi bunu biraz ayıp, birazutanılası bir şeyi itiraf etmenin yüz kızartısı ile söylüyorya bakmayın siz; aslında onlar da bu sözü gerine gerineeden büyük çoğunluğun umursamazlığını taşıyorlar. Kimisiezile büzüle «Ben şiirden pek anlamam da!...» diyekuruyor cümlesini, büyük çoğunluk ise «Amaan, şiirdenanlamam ben» diye. Hepsi ise «şiirden anlamamak»dabirleşiyorlar. Öyle söylüyorlar ki neredeyse, bu derin«anlamak» işiyle epeyce ilgilenip uğraştıkları, sonra daumutsuzluğa kapılıp bıraktıkları kanısına kapılabilirsiniz.Hani «matematikten hiç çakmam» diyenler vardır ya,onlar gibi mi yoksa!Buraya gelindiğinde Mayakovski’yidüşünmemek olası mı? Mayakovski’nin, «İşçiler -Köylüler Sizi Anlamıyorlar. başlıklı bir yazısı vardır.Mayakovski işte bu yazısında kendilerinin geliştirdiğiyeni şiire burun kıvrılarak yapılan suçlamaları karşılar.Şöyle diyordu Mayakovski: “Şimdiye kadar ‘Ne kadarakıllıyım, aritmetiği anlamıyorum, Fransızca’yıanlamıyorum, dilbilgisini anlamıyorum’ diye övünen birkimseye rastlamadım. Fakat keyifle kullanılan ‘fütüristlerianlamıyorum* sözü on beş yıl yankılar yaptıktan11


<strong>Erol</strong> Çankayasonra sönmeye yüz tutarken daha coşkulu görülmeyebaşladı.”Mayakovski’yi ‘suçlayanlar hiç olmazsa, “işçiler köylülersızı anlamıyorlar” diyorlarmış. Bu sözle en azından,okuru bir sorumluluğa çağırış var, ‘göreve’ yönelikbir uyarı söz konusu. Türkiye’de bu tip uyarılar elbettevar ama şiirden anlamadığım söyleyenlerin büyük birçoğunluğu bunu söylerken alttan alta şairi de küçümsüyor.Bu “anlamam” lâfı, sadece, anlamı ‘şairin karnında’dizeler döktürüp okur kaygısı taşımayan bireyselci/bireycişairler için olsa sorun değişik bir düzlemde irdelenebilir.Burada ise genellikle toptan bir suçlama söz konusu.Şu ya da bu anlayış filan ya da falan şairler değil,tümüyle şiir türü dışlanıyor, “şuara takımı” küçümseniyor.Anlamadığını söyleyenler de bunun nedenlerineeğilmeden rahatlayarak başka türlere yöneliyorlar. Önceliklede romana. Roman türü en azından vakit geçirtenbir okuma alanı, çok zaman öyle derinleşmek de gerekmiyor.Olayın akışına kendinizi kaptırıp gidiyorsunuz!Diyelim ki, en başta Nazım Hikmet çok anlaşılırbir şairdir. Orhan Veli öyledir, Ahmed Arif sözü hiçdolandırmadan imgeyi çırılçıplak sunan bir şiir kurmuştur.Yahya Kemal de ne dediği anlaşılan bir şairdir. Attilaİlhan, uzak çağrışımlarla yürüyen şiirleri de olmasına‘karşın sözünü açıkça ettiği bir çok şiiri olan, hatta çokzaman böyle olan bir şairdir. Bu örnekleri özellikle vermekgerekiyor. Çünkü “şiirden anlamam” diyen birçokkişinin bu “anlaşılır” şairleri de pek okumadıklarımkendi gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim. Yanianlaşılmayanlar,-salt Dada’cı, Gerçeküstücü bir şiirinpeşinde olanlar, bir mantıksal önermede bile bulunmayankesimin şairleri değil.12


Popüler Kültür ve EdebiyatBu tip şiir okuyucusu, şiiri roman, hatta çok zamantoplumsal bilimlere ilişkin bir yapıt gibi okumayöntemi nedeniyle eleştirilebilir. Bu tür okuyucu içinNazım bir şair değil, belirli bir görevi yüklenmiş biridir;yazdıkları bu açıdan ilginçtir. Bu ‘misyon’un dolaysızürünü olan şiirleri nedeniyle okunur ve daha çok dabunlar olur okunan dizeleri. O şiirin sadece belirli birbildiriyi iletme amacıyla yazılmadığı, bu bildiri iletirkenniye şiir türünün seçildiği, şiir türünün özgül sorunlarıüzerinde hiç düşünülmeden sözün düz anlamına eğilinirsadece.Buraya kadar olan kısım bu tip okurun durumuna,onun eleştirisine yönelikti. Gerçekten, bu niteliktebir şiir okuru vardır fakat günümüzdeki şiir sanatınınbulunduğu yerin ve şiirin işlevinin, etkinliğinin irdelenmesibu kadarla kalamaz elbette. Bu garip ilişkininsorumluluğu salt okuyucunun ‘cehaletine’ yüklenebilir,bu da kimilerini rahatlatabilir fakat bu biraz da kendimizialdatmak olmaz mı?Şiirin bütün ‘yazınsal türlerin anası olduğu söylenir;bütün ötekiler süreç içinde şiirden çıkarak bağımsızbir tür olarak belirginleşmişlerdir. Yoksa, binlerce yılönceki Yunan’dan, Girit uygarlığından, Mısır’danbu yana bağrındaki birçok öğeyi öteki sanat türlerinevere vere giderek cılızlaştı da sonu mu yaklaştı yoksaşiirin? Sözgelimi içinde olduğumuz yüzyılda roman gittikçeöne çıktı. Bu yönsemenin modern burjuvaziningelişmesinin bir ürünü olduğu da yaklaşık yüz yıldıriyice biliniyor. Romana olan bu belirgin ilgi ise romantüründe somut yaşantının dolaysız bir biçimde sergilenmesiyleaçıklanabilir.Gerçekten de, roman türünün gelişkin kapital-13


<strong>Erol</strong> Çankayaist toplumlarda ayakta kalan son edebiyat türü olmasınınnedeni, romanda, sanat sürecini oluşturan toplumsalilişkilerin açık-seçik olarak görülebilmesine bağlanabilir.Öte yandan şiir türünde ise bunun tam tersi bir eğilimgözleniyor. Şiirin süreç içinde gittikçe toplumsallığındışına düşerek fazlasıyla bireysel bir nitelik kazandığıgörülüyor. Bizden bir şairin kendi durumuna ilişkin ilginçbir gözlemi bu nokta için yeterince açıklayıcı.Melih Cevdet Anday, yirmi yılı aşkın bir zamanönce içtenlikle şunları yazıyordu: «Beni birisi şiiryazarken yakaladığı zaman kıpkırmızı olup utançla doluyorum.Çünkü ben o anda çok özel bir iş yapıyorum».O anda yakalanmak bir işin engellenmesinden, vakitkaybından ötürü «kıpkırmızı» etmiyor şairi; bununnedeni «işin çok özel» olması. Fakat yadırgatıcı olan daşu öte yandan: Bu ‘özel’ işini bitirdikten sonra ürününüyayımlatabiliyor, şiirini yayımlamış olmak yüzünükızartmıyor şairin!Melih Cevdet Anday’ın içtenlikle söylediği durumherhalde başka şairlerin de başından geçmiştir.İşte şiirin böylesine ‘çok özel’ ola ola toplumsallıktanuzaklaşmasının, şiirin okurlardan kopuşunun ip uçîarınıda barındırdığı söylenebilir.YÜZ YIL ÖNCE BATIDA...Türkiye’nin özellikle 1970 sonrası hızlanankapitalistleşmesi Batı Avrupa ülkelerinde yüz yıl önceyaşanmış bir sürecin bizde şimdilerde ortaya çıkışınıyarattı. Bundan yaklaşık yüz yıl kadar önce kitle kültürüortaya çıkarken sanatçı da bir yol ayrımına gelipkalıyordu. Ya sanatsal olandan vazgeçerek kitle için üre-14


Popüler Kültür ve Edebiyattim yapan basit bir makine olacaktı sanatçı ya da kenditrajik yalnızlığının oluşturduğu kaosu yaşayacaktı,İlkini yeğlemesi kendisini okura ve dolayısıyla parayakavuşturuyordu ancak sanat yapıtı değişim değeri kazanarakbir ticari meta olmaya indirgeniyordu. Kitle içinüretim yapmak da elbette bir gün sonra sanat yapıtınınniteliğinden fire vermesini gerektiriyordu. Bu gerekliydi,çünkü alıcı durumunda olan tüketici kitleler öyle fazla incesiniarayacak yaratılışta kişiler değildiler. Sanat yapıtıdaha çok boş zaman, leissure değerlendirme işleviniyerine getiriyordu. Bu nedenle bu ‘talep’teki beğeniölçütü ‘arz’ edilen mal / sanat yapıtım da belirleyerek bu‘piyasa’ya uygun bir malın üretimini getiriyordu.Bir kısım sanatçı bu boyunduruğa kafalarınıuzatarak “tefrika romanları” yazmaya başladılar. Bunukabul edemeyen, sanatın gerektirdiği estetik ölçülerinden,gerekli olan ‘sanatsal’lıktan ödün vermemeyi seçenbirçok burjuva sanatçısı İse anarşistçe bir başkaldırıyıseçerek nihilizme varacak bir yola girdiler. Aynı yönsemeyisözgelimi müzik alanında da görüyoruz.Bu türden bir yol ayrımı, sanayi devrimindenbaşlayarak kır/kent dengesinin alt üst olduğu BatıAvrupa’daki müzikçilere de dayatılmıştır. O güne değingeleneksel müziğin kalıplarıyla yetinmiş olan köylülerkentlere akıp yerleştikçe kültürel açıdan da değişimeuğrayacaklardır. Öncelikle, şehirli bu yeni kitleninmüzik ihtiyaçlarını karşılamak gerekmektedir. Kentleve bu yeni yaşama biçiminin değerleriyle uyuşamayanfakat gerideki köy değerlerine de dönemeyen bu yenikitleye uygun bir müziğin üretimi gerekmektedir.Bu noktada ise ağır iş koşulları altındaki yorgunve ezik kitlelerin ‘tüketimi’ için farklı bir müzik türünün15


<strong>Erol</strong> Çankayaortaya çıktığı görülüyor. Tıpkı alkol ihtiyacı için, pahalıolan viskinin yerine Britanya işçilerine yönelik olarak,‘cin’in piyasaya sunulması gibi! Folk kültürü ile seçkincikültürün arasında -olan, bu iki kültürden de izlertaşıyan fakat öte yandan ise bambaşka bir müzik olan birtür: Operet müziği.Müzikte olsun, şiir ya da daha genel olarak edebiyatalanında görülsün temelde 19. yüzyıl başlarındakiSanayi Devriminin yol açtığı bir olgudur bu. Sanat yapıtı,fazla incesini arayacak durumda olmayan, eğitilmemişyorgun kitlelere doğru açıldıkça karşılığında bir şeylerinide bırakmaktadır. Öyle bir bıçak sırtı noktadır ki burası,«sanatsallığı’ öne çıkaran sanatçıların ürünleri daha çokvakit geçirtici, eğlendirici bir sanatın peşinde olan genişkitlelerin ilgisini çekmemektedir.Kitleler bırakalım derinlemesine,hatta yüzeyden bile eğitilmemişlerdir; bunitelikleri beğenilerini de -belirlemektedir elbet. BirBaudelaire’nin içe kapanışının kaynağı budur.SANATIN YENİ İKİLEMİBöylece sanatçı şu ikilemle karşı karşıyakalıyordu: Piyasanın bu yeni koşullarına uygun üretimyapmak ya da salt kendi sesine kulak veren bir sanatlaizbe koridorlarda kalmayı göze alarak, yüreğini törpüleyipdurmak. Bunda kuşkusuz şiirin kendi özgüllüğü,roman gibi okunamayışı da etkendi. Bu yürek törpülemesininne anlama geldiğini bir Baudelaire çok iyi biliyorduve bunu yazık bir hayat pahasına, kendi hayatıpahasına öğrendi.Yine belirtilmeli iki bu adlar yalnız da kalmadılar.Bir yüz yıl boyunca, sanatçısının yüreğini törpüleyip du-16


Popüler Kültür ve Edebiyatran, şairine kan kusturan yıllar yaşandı. Burada siyasalbaskılardan söz edilmiyor; çoğu zaman belki bir baskı dayoktu, hepsi özgürdüler, fakat piyasa kuralları içinde!Bir kısım şair bu amansız toplumsal yapıyla bağkurmamayı seçerek kendi içine, o çok özel evrenineçekildi. Bu içe çekiliş, bir süre sonra kendi özel evreni,kendi bilincinin derinliklerinde ilerleyen şairin tıkanaraknihilizme varmasını doğal olarak yaratacaktı. Keats yada Shelley olsun, uzlaşmamayı seçmş bu dönem burjuvasanatçıları ‘şiir ve sanata düşman’a düşman, kendilerininde içinde olduğu büyük, kitleleri / yoksulluk ve acılaratutsak eden bu toplumsal yapı içinde kalmamayı seçerekayrı bir dünyanın, münzevi şiir dünyasının içine çekilir.Bu yeni yol ayrımında burjuvazi, çıkışındataşıdığı özgürlük isteğini giderek bırakmakta, bu yönsemeelbette sanat alanını da etkilemektedir. Birey olmagüdüsü amansızca tahrik edilen birey-şair kapandığı özelevreni içinde bu toplumsal düzeni kargışlayarak onameydan okumaktadır. Bu nitelikteki sanatçının yazdığışiir elbette karşılığını bulamayacak, yazdığı şeyler isesokaktaki adamı hiç mi hiç ilgilendirmeyecektir.Bu umutsuz ve özünde bencil bir nitelikteki içekapanış doğal olarak süreç içinde kendi çürümesinin tohumudur;daha doğru bir deyişle ise kökleri topraktançıkartılmış bir bitkinin kaçınılmaz sonunun başlangıcıdır,umutsuz bir kaçıştır.Umutsuzdular çünkü umudun maddi temellerininbulunmadığı bir dönemde yaşıyorlardı. Kargışladıklarıyapı içinde insanlar birbirlerinin kafasına gözüne basaraktırmanma savaşı veriyor,- hayat, düşeni yemenin kanunolduğu bir kurtlar sofrasını andırıyordu. Önemlisi ise,17


18<strong>Erol</strong> Çankayabu ‘kanun’u yürürlükten kaldıracak olanların da, bununyolunun da açıklıkla ‘henüz ortada bulunmayışıdır. Buözellik o dönemdeki bu derin ve yaygın umutsuzluğunkavranmasını kolaylaştıracak önemli bir etken.Süreci birkaç satırla sonuna vardıralım: Bu pazardüzenini horlayan, bunu aşağılayan ‘soy’ sanatçı neyapar? Zorunlu olarak gereksinim de duyduğu pazarıkendi ‘getto’su içinde oluşturarak kendi piyasasını korumayayönelecektir. Şiirlerini bastırmıştır, bu işlem deo küçümsediği, hep dışında ‘kaldığını zannettiği piyasaekonomisinin içinde bir süreçle gerçekleşmiştir. Belirlibir maliyetle basılmış kitabının satışı için de bir pazargereksemesi içindedir. Şairin ‘piyasa’sı o küçümsediğipazar düzeni içinde olamayacağına göre kaçınılmazolarak kendi ‘seçkin’ çevresi adaydır bu yere.Bu küçük ‘seçkin’ çevre içindeki kalabalıksanatçı kümesi zaten az olan ‘seçkin’ okurun dikkatinikendi üzerine çekebilmek için biçimsel yeniliklerpeşinde koşmaya başlar.Birbiri arkasına patlayan moda akımlaryaratılmaya başlanılması da bu işte önemli bir yöntemdir:toplumsal sağırlığın bu yolla yırtılacağı da umulabilir.Böylece, kabaca özetlediğimiz bu sürecin, burjuvayenilikçi sanatındaki özde tümü de birbirinin aynı içlemesahip olan her türlü modernizmin, açıkça ‘absurd’evaran arayışların verimli toprağı olduğunu söylemekyanlış olmayacaktır.Günümüzde ise her şeye karşın durumun çokfarklı olduğu söylenebilir. Günümüz şairi hâlâ W.B. Yeats’i onaylayan bir biçimde asıl savaşın “ insanblincinin derinliklerinde” olduğunu söyleyip bu


Popüler Kültür ve Edebiyatderinleşmeden bir ‘medet’ umabilir. Toplumsallıktanalabildiğine yalıtılmış bir bilincin tepkilerinden, çokzaman nevrozlu bir bilincin gerçeği ters yüz ederekalgıladıklarından, mutlaklaştırılmış bir bilince doğruderinleşmekte bir çıkış yolu görebilir. Her şeyiniyadsıdığı bu toplumsallıktan kaçarak ‘insan yalnızdır’akadar vardırır ‘protesto’sunu.Bu noktada ise herhangi bir ‘bağ’ı da reddetmektedir.Umutsuzdur çünkü topluma karşıdır, umutsuzdurçünkü yarını kuracak olan güçleri görmezdengelmektedir. Bu nedenle ‘yarınları’ yoktur. İlişkilerinçürüdüğünü görmekte fakat dirimsel nitelikte olanınadını koyamamaktadır.Böylesi bir noktaya gelindi miydi, genel olarakdünya ya da Türkiye ölçeğinde, umutsuz olmak için, bunun‘felsefesini yapmak için günümüz dünyasında gerekçeolmadığı, bu gerekçelerle gelenlerin ağıtlarındakisahtelikler mutlaka belirtilmelidir.Eluard’ın söylediği gibi, “gecenin hiçbir zamantam olmadığı, en umutsuz karanlıkta bile ışığın varolduğu” mutlaka belirtilmelidir. Gerekli olanın, bunugörebilecek bir bilinçlilik olduğu da eklenerek...Bu sorunlar çözümlenmeden herhalde uzun yıllarbirçok şair ‘anlaşılmayacak’, çok insan da, «ben şiirdenanlamam» demeyi sürdürecek. Mayakovski andığımyazısında şunları da ekliyordu: «Basit bir ‘anlamıyorum’sözü bir yargı değildir.» Benim ‘anlayamadığım’ ise kimilerininçok açık bazı olguları nedense hâlâ anlayamamışolmaları.Henüz dolaysız bir biçimde Türkiye’ye ve son19


<strong>Erol</strong> Çankayayollarda kültür alanında beliren olgulara değinememişolmakla birlikte şimdilik şunu da belirtmek gerekiyor:Az önce belirttiğim ‘çözümleme’ ise öznelliği aşan birnitelikte ve bu ‘çözüm’ toplumsal düzeyde dönüşümlerinyaşandığı koşullarda mümkün görünmüyor.Yaşantı Dergisi,Mayıs,19820


GÜNÜMÜZDE SANATÇI VE TOPLUMSamir Amin, kapitalizmin bir inkar momenti,kullanım değerinin, dolayısıyla kültürün ve farklılığıninkarının momenti olduğunu söylediği “SosyalizminIşığında Kültür Üzerine” adlı makalesinde, bu inkarıaçıklıkla kavramamızı sağlayan çelişkilerin sisteminmerkezine oranla çevrede daha belirgin olduğunubelirtir. Samir Amin’e göre bunun nedeni, kapitalizminçevre ülkelerdeki gençliği ve insani değerlerinbu ülkelerde bütünüyle unutulmamış oluşudur.Aynı makalede, Amerikan dilinin İngilizce’ninyoksulaştırılmış bir biçiminden başka bir şey olmadığınınaltını çizerek, Kuzey Amerika’daki egemen kapitalistyapının, duyguların değişik nüanslarının karşılanmasıihtiyacı sözkonusu olmadığı için, dilin de buna uyarlanarak,bu nüanslardan yoksun duruma düştüğünü söyler.Daha 1848 yılında yayınlanmış bir kitaptaşu satırlar vardı: “İktidarı ele aldığı her yerde burjuvazi,feodal, pederşahi, duygusal ilişki olarak nevarsa hepsine son verdi. İnsanı ‘doğal efendilerine’tutsak eden karmaşık feodal bağları hiç acımadankopardı ve insanla insan arasında soğuk çıkar ve‘peşin ödeme’den başka bir bağ bırakmadı. Burjuvazi,kişisel değeri bir mübadele değeri haline getirdi ve binbir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yer-21


<strong>Erol</strong> Çankayaine o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu”Genel olarak kapitalizmin yarattığı insana karşıolan toplumsal yapının bu niteliğinin saptanmasından yada “Artı Değer Teorileri” ndeki ifadeyle, “kapitalist üretimkafa emeğinin bazı dallarına, sözgelimi şiire ve sanatadüşmandır” denilerek sanatın bu toplumsal ekonomikyapı içindeki çürümeye yazgılı yerinin vurgulanmasındanberi sanat ve kapitalizm ilişkisi yaygın bir biçimdebiliniyor ama Samir Amin’in Amerika dili üzerineolan gözlemi gene de ilginç: “Burjuvazinin yarattığı,daha doğrusu bozuşturduğu toplumu ve insan özünüolabildiğince yalın bir biçimde görebilmeyi sağlıyor.”Oysa burjuvazi, tarihte devrimci bir rol oynadığıdönemde feodalizme karşı savaşırken, Orta Çağkalıntısı teolojik inançların yıkılıp bunların yerini materyalistdüşüncenin öğelerinin almasını sağlamıştı; birRönesans kültürü olan Hümanizma idi kendi kültürü.Ulusal kültürün içinde nasıl, gerici öğelerinvarlığına karşın ilerici-demokratik bir kültürün öğeleribulunabiliyorsa, Hümanist kültürün içinde de farklı ikikültüre temel olabilecek öğeler de bulunuyordu. Burjuvazininfeodalizmi tasfiye sürecine paralel olarak,tutuculaşması ve giderek de gerici bir konuma kaymasındansonra burjuva hümanizminin ayrışma süreci başladı.Bu kültürün bir kısım öğeleri işçi sınıfıdüşüncesine geçerken başka bir bölümünün de burjuvadüşüncesini oluşturarak önce tutucu, giderekde gerici bir içeriğe büründüğü görüldü. Hümanistdüşüncenin ütopik sosyalizme varan kesimi kapitalizminyarattığı toplumun insana karşı olan, kendi hümanizmlerinekarşı olan niteliğini görebiliyorlardı.22


Popüler Kültür ve EdebiyatFark edemedikleri ya da bunu istemediklerişey; bu toplumsal yapının ortadankaldırılabilmesi için nelerin gerekli olduğu, bunuhangitoplumsal dinamiğin sağlayabileceğiydi.Başka bir deyişle, bu karşı çıkışlarını işçi sınıfıdüşüncesiyle bütünleşmeye, kadar vardıramadıkları içinkonumları işte bu modern sınıfın düşüncesine göre geri birnitelik kazandı. Bir başka kesim ise kapitalizme karşı olanbu karşı çıkışlarını sistemin sorunsalının dışına vardırarak‘bilimsel’ bir kimlikle müdahale imkanı kazandılar.Peki, bu süreçte, burjuvazinin yarattığıhastalıklı toplumsal yapı içindeki sanatçılar, buyöneliş karşısında nasıl bir tutum takındılar? Burada,önceleri, başlıca iki ayrı biçimde tavır alış görüyoruz.19. yüzyılın başlarında ortaya çıkan sentimantalizm,hayatın ve -dolayısıyla— sanatın butecimselleşmesine edilgin tarzda boyun eğerken, potansiyelmuhalefet kitlelerini sistem açısından zararlı olmayanbir alan içinde tutma işlevini görüyordu. Kitlelerdeki,‘sistem’e yönelmesi muhtemel tepkilerin zararsızbir yöne kanalize edilmesi sağlanıyordu bu yolla.Günümüzdeki popüler kültüre kaynaklık eden vetemelde bütün ana çizgilerini barındıran bu anlayış, kapitalizminalt-üst ettiği “anarşik” toplum yapısı içindekikitlelere sahte umutlar, kaçış olanakları yaratmaktaydı vebir anlamda “kaçış kültürü” diye de adlandırabilirdi. Buyönelişin, çeşitli biçimlerle oldukça etkin bir güdülemeyigünümüzde de sürdürdüğünü belirtmek gerekiyor.Yaratılan bu tecimsel dünyayı ve özellikle “şiirin vesanatın” tecimselleşmesini gören “soy” sanatçı tavrı ise bu23


24<strong>Erol</strong> Çankayayönelişe “direnme”dir. Bu türden burjuva sanatçısı elbetteki burjuva düşüncesiyle dolaysız bir bağ ve bütünleşmeiçinde değildir. Burjuvazi, bütün insani değerleri vitrinlerdesergilerken duyguları bile metalaştırarak birtüketim nesnesine indirgerken sanatçı kala kala “kendipiyasa özgürlüğü”yle başbaşa kalmaktadır.Belki de en önemlisi daha gerilere gidilirse- feodaldönem-deki ayrıcalıklı yerini yitirirken, bu koşullarıyaratan güçlerle doğal olarak uzlaşamıyacak, ona karşıçıkacak ama bu karşı çıkışı “mağrur” bir lanetleme tavrınınötesine geçemiyecek”tir. Edilgin ve umutsuz bir nitelikteolacaktır bu karşı çıkış. Edilgin ve umutsuz olacaktırçünkü geleceği yoktur ve geleceği kuracak olan toplumsaldinamik belirtileri olsa da bir alternatif olma ölçüsündehenüz ortaya çıkmamıştır. Bir yerde “zorunlu” olarakkendi iç dünyasına çekilen sanatçı yine zorunlu olarakiletişim kuramaması nedeniyle modernizme yönelecek,yenilik amacıyla bu iletişimsizliği daha da artıracaktır.Günümüzdeki burjuva sanatçısı ise çok farklıbir dünyada yaşadığının farkında değil gibi. Biraz öncedeğinilen ve en üstün ürünleri bir Baudelaire’ce ortayakoymuş edebiyat anlayışını günümüzde de sürdürmeninmümkün olabileceğini ve bunun da ilericilik olduğunuiddia eden birçok sanatçı var günümüzde. Yani yaklaşıkyüz elli yıl sonra; Geleceği kuracak olan toplumsaldinamiğin nitelik olarak da güçlü, işçi sınıfı düşüncesininışığında yazılmış, sosyalist gerçekçi edebiyatın birçoküstün ürününün “klasik” olduğu bir dünyada....Günümüzün koşullarını bir daha hatırlayalım.Bir yandan kitle kültürü adı altında geniş biryaygınlık ve etkinlik kazanmış iletişim araçlarıylasürdürülen sistemli tahribat, bir diğer yandan da es-


Popüler Kültür ve Edebiyaterinin meta durumuna, indirgenerek değişim değerikazandığını gören sanatçıya dayatılan acılı ikilem..Sanatçı onuruyla bağdaştırabildiği takdirde,yani sanatsal yaratının metalaşmasını kabul,ettiği taktirde kitle kültürünün bir parçası olaraküretimde bulunabilir, ama o zaman da “sanatçı”niteliğinin yittiğini kendisi de görebilecektir.Burjuva sanatçılarının pek çoğu bu dünyayıküçümser, sanatın tecimselleşmesine tavır alır veiletişimsizliği seçerek kendi içine kapanır. Bencilbir nitelikte olan bu içe kapanış bir süre sonra giderekumutsuzluğa, çürümeye vardıracaktır kendini.Sanatın gerektirdiği estetik yapıya ulaşabilmiş,teknik açıdan yetkin bir nitelikteki çağdaş burjuvasanatçıları hiç bir zaman burjuvaziyle dolaysız bir bağiçinde değildirler ama bu yapıyı lanetleseler de karşıçıkışları sistemin sorunsalının dışına çıkamamaktadır.Başka bir deyişle söylenecek olursa, kendisinesunulan dayatılan bir alanın içinde özgürdür; bu sorunsalıaşamaz Bu nedenle, bir Varoluşçularda görüldüğü gibiedilginliğin, hiçliğin, umutsuzluğun sözcüleri durumunagelirler. Yarınları yoktur çünkü yarını oluşturacak olantoplumsal almaşığı görmezler değil, görmek istemezler.Geleceği kuracak olanı gözardı etmek işlerine gelmektedir.Burjuva «düzenin açık bir sözcülüğünü/savunuculuğunuyapanların çağdışı olmuş yanlarına karşılık bu türden‘uzlaşmaz” sanatçılar ‘ çağdaş gerici’ bir niteliktedirler.Evet, kabul etmek gerekirse hiç biri kalkıpda sistemin savunuculuğunu yapmaz, sistemledolaysız bir bağ içinde değildir ama önerdikleriyle,aynı olumsuz konuma çıkmaktadırlar. Ama bu25


26<strong>Erol</strong> Çankayakarşı çıkış’ları, bu tavırları, özünde sadece, kapitalizminbir “inkar momenti” olmasınadır; karşı olduklarışey burjuvazinin kültürü inkar etmesidir. Sadece bu!***Günümüz insanı meta ekonomisinin gelişimineparalel olarak yabancılaşmış, özerk alanını yitirmişinsandır, donandığı sahte bilinçlilikle mutluluğu veözgürlüğü her şeyi bir tüketim nesnesi olarak görüppeşinden koşmada bulan insandır. Yaygınlaşmış kitleiletişim araçlarının ördüğü “fantazmagorya” içindeolup bitenin farkına varamıyan ya da mutluluğunubilinçli olarak bir “fantazya” dünyasında arayangünümüz kapitalist toplum bireyi, ve sanatçılar.Burjuva sanatçısı, yitirdiği “özgürlüğünü ve insaniöz’ünü toplumsal ilişkilerin niteliğinde arayacakyerde bilincinin derinliğinde bulmaya kalkar. Oysa,dış gerçekliğe, toplumsal ilişkilerin niteliğine birazeğilmesi bile çok şeyi değiştirecektir ama yapmaz bunu.Kapitalizmin yarattığı insanlık dışı toplumundeğerlerine karşıdır; kültüründen derin bir nefret duyar,çürümenin ilişkilerini görür ama ilişkilerin dirimsel olduğualmaşığı nedense hep unutmaktadır! Sızlanıp durduğuyozlaşmanın nedenini insanın ilişkiler içinde tuttuğudolaysız yerde ve bu ilişkilerin niteliğinde arayacak yerde,çabasını “hakikat” te sözkonusu toplumsal ilişkilere aitolan ama bundan yalıtılmış bir biçimde eğildiği içtepilerinve mutlaklaştırılmış bir bilincin üzerinde yoğunlaştırır.Horkheimer / Adorno’dan yararlanarak bu türsanatın kitlelerin izleyemediği ve ancak seçkinlerinyararlanabildiği bir sanat olduğu söylenebilir. “Bu yararlanmada, diğer kültürel edimler ve etkinlikler gibi,


Popüler Kültür ve Edebiyatbugünkü toplumsal formasyonların temelini oluşturanyabancılaşmış emeğe, özel mülkiyete ye kurumsallaşmıştoplumsal farklılaşmaların sürdürülmesine yaramaktadır.”Eskinin yerini alacak olan dirimsel almaşığısürekli olarak görmezden gelir, giderek içine doğru,bilince doğru derinleşmeyi seçer. Burjuva toplumunundeğerleriyle ve bu yapıyla açık bir tarzda uzlaşmayan, hattabu değerleri lanetleyen tavrı yalınkat bir bakışla “ilerici”bir nitelikte bile görülebilir ama umutsuzluğu, edilginliğiönerisi ile tutucu ve güya hiç de hoşnut olmadığı bu yapıyıortadan kaldıracak tek toplumsal sınıfın düşüncesinisürekli gözardı etmesi çoğu zaman onu da horlamasıile vardığı yer nedeniyle gerici bir niteliktedir. Yanibu modern sınıfın ölçütüne göre gerici bir niteliktedir.İşte aynı nedenledir ki, burjuva aydınlanmacılarınıneliyle parlak ürünleri ortaya koyulmuş bir burjuvahümanizminin geleceği de olmamıştır ve enindesonunda, “taraf” olmak zorunda kalmıştır.Aslında bu nokta, küçük burjuva çevrelerininçürümüşlüğünü ya da burjuvazinin tarihseltoplumsaltükenmişliğini salt eleştirel bir biçimdebetimlemenin “ilericilik” olduğu yanılsamasındankurtulamamış bütün burjuva sanatçılarını irdelemedeönem kazanıyor. İşçi sınıfının dünya görüşünevaramamış burjuva sanatçısının eleştirisi, sisteminçerçevesinin içinde ve çarpık bir doğrultuda olur.Özgür iradesiyle davrandığı “zehabında”ki sanatçı, herşeyin metalaştığı bu ilişkilerden kaçarakmutlak bir nitelikte gördüğü bilincine sığınarakiçine kapanır,hakikati ele geçirebilmede bu içtepilerindenyarar umar. Bu yöneliş sonunda kendisininmistikleşmesini, donandığı sahte bilinçlilikle27


28<strong>Erol</strong> Çankayagerçekliği çarpık bir tarzda algılamasını getirecektir.Ve sonunda burjuva sanatçısı bu “protesto”sunu“insan yalnızdır” anlayışına kadar vardıracaktır.Sözgelimi, çağdaş Amerikan şairlerin denGinsberg’in yer yer “protesto” nitelikli başkaldırıcışiiri, “beatnik felsefesi” ne kadar “başkaldırıcı”ysa oölçüde “uzlaşmaz” ve “isyankar” dır. İsyankar olan,ama sonunda mistikleşen, sistemin sorunsalının dışınaçıkamıyan, geleceği kuracak olanı görmezden gelen,en çok biraz “haşan” bir isyankârlıktır bu. Şiirr‘uzlaşmaz’lığa çağırır okurunu ama, önerisi kokain,marihuana, pasifizm ve Katmandu yollarıdır… Ganditavrı gibi bir şeydir bu uzlaşmazlık ve “savaş değilaşk yap” sloganı kadar da “barışçı” ve “tehlikeli!”Ginsberg’in, “yapılacak tek şeyin, Beyaz Sarayile Kremlin’e uyuşturucu madde temin etmek,Başkanları televizyonda çırılçıplak göstermek” olduğuyolundaki “fantastik” görüşlerinde derin anlamlar bulup,dehşetengiz radikallikte yorumda bulunacaklar çıkabilirama bunlar sorunun temelinde yatan toplumsalı ilişkilerağını gözardı eden, en hafif deyişle ifadesiz şeylerdir.Samir Amin, andığım yazısında bir soruyönelterek, Niye Detroit’teki işçinin sorununa Hippihareketi değil de “Kültür Devrimi” bir cevapverebiliyor?” diyordu. Başka bir şiirinde ise şöyleyazıyordu, Ginsberg: “Benim şiirimin, kimin kime ateşetmesi gerektiği konusundaki materyalist önerilerle hiçbir ilgisi yoktur Birey düş gücünün gizleri bir başkadeyişle koşullara sığmayan can böylesi bilinçlilikleriçin satılığa çıkarılmamıştır. “Evrenin gün gelipyeni bir çiçek olacağı zaten biliniyor ama bunu, kokainle,LSD ile tütsülenmiş bireyin ve düş gücünün gizleri-


Popüler Kültür ve Edebiyatni materyalizme reddiyeler düzerek araştıran “satılığaçıkarılmamış” bir bilinçlilikle sağlanamayacağı ortada.Burjuva sanatçısı, dış gerçekliği toplumsalilişkileri görmezden gelir ve bu gerçekliğinbelirlediği içtepilere, içgerçekliğe doğru yöneldiğinde,mutlaklaştırdığı sevgi, arkadaşlık, ahlak vb. ilgigibi değerlere saplanıp kalarak, tükenerek, kapitalizminözünde varolan bireycilikle başbaşa kalarak,boğuntuyu, umutsuzluğu, edilginliği, söyleyecektir.Söylediği şeyler dönemin hakim düşünceleridir.Çürümeyi görse de, sürekli bunu vurgulasa da, buçürümüş yapıyı ortadan kaldırıp yeni bir toplumsal yapıyıkuracak olan işçi sınıfı düşüncesine varamamış olmasıya da bu geleceğe inançsızlığı umutsuz kılmaktadır onu.Bir yerde, yazmasının da bir anlamı kalmamıştır artık.Burjuva sanatçısının çıktığı yerin niteliği “ilerici”olabilir ama ilerici olmanın da bir sınıf ölçütü vardır. Sisteminkendisine sunduğu sorunsalın dışına çekilmemesibir süre sonra zorunlu olarak tutuculaşmasını getirecektirçünkü kapitalizm “kültürün inkarı”dır: Sanatçısınatecimselleşmeden başka bir hedef gösterememektedir.Bu nedenle sanatçıya bu kültürden koparakbaşka bir kültüre geçecek ya da —eninde sonunda“taraf” olma kuralına bağlı olarak- burjuva düşüncesinisavunur, bu egemen ideolojinin sözcülüğünü yaparbir duruma düşecektir. Neden söz ettiğim, hangiölçütleri kullanmamız gereğini vurguladımsanırım, biraz da olsa böylece açıklığa kavuşuyor.Son olarak Brecht’den bir kaç satıralıntılanabilir: “Yalnızca kapitalizmin insanı29


<strong>Erol</strong> Çankayainsanlıktan çıkaran tutumunu yansıtan, yaniyalnızca insanın ruhsal açıdan yoksullaşmasını anlatanroman yazarları gerçeğe yaklaşamazlar. Kapitalizm,insana karşı olduğu gibi, barbarlığa karşıverdiği sıcak savaşta insanın yanında da görünüyor”Demokrat,1980 Şubat30


ADALET AĞAOĞLU’NUN “İNCE GÜLÜ”Adalet Ağaoğlu önceleri oyun yazarı olarakbiliniyordu. Cumhuriyet kuşağı diye nitelenen kuşağıirdelediği kitabı Ölmeye Yatmak’la başladığı ,yeniaçılım, Sait Faik Ödülü’nü kazandıran hikâye kitabıYüksek Gerilim’le ilginç bir konuma getirmişti kendisini.Bu açıdan, yazdıklarını kendi hesabımailgiyleizlediğim yazacaklarını da merak ettiğimbir yazardı Adalet Ağaoğlu. Fikrimin İnce Gülü”,çıkar çıkmaz okuduğum bir roman oldu bu nedenle.Roman şu satırlarla başlıyor: “Sürücüsüne görebal rengi olan Mercedes,sabırsız,nerdeyse son biratılımla hızlandı. Bulgar çıkışını geride bırakıp girişeyaklaştı. Orada yavaşladı.”Almanyacı” Bayramın MHU 617 plakalı arabasıyla Kapıkule sınırından yurdagirişiyle başlıyan roman 325. sayfada Bayram’ın,köyü Ballıhisar’a birkaç km. kala girdiği çaresiz bocalamalar,kararsızlıklar arasında bitiyor. “Hiç biryolun ucunda, kimse Bayram’ı” beklememektedir.Ben kitapta bir “İnsan Manzaraları” havasısezdim bu kurgusu nedeniyle. Nasıl Manzaralar’daHaydarpaşa Garı’ndan kalkan sürat katarının yolculuğuekseninde o dönem insanlarından yola çıkılarak o dönemtoplum yapısının bir panoraması verili yorsa,Ağaoğlu’nun kitabında da 1974 Türkiye’sinden insan31


32<strong>Erol</strong> Çankayamanzaraları var. Türkiye’nin etraflı bir panoraması, insanve toplum yapısının görüntülenmesi. Kapıkule’dengirişle başlayan insanlar, 12 Mart artığı Vedat Nuranhanım,ona armağanlar vererek işlerini yaptırmak isteyenler,“Almancı”lar TIR şoförleri,Almanya özlemleriiçindeki trafik polisleri , gümrük memurları,köfteciler,Bayramları gördükleri zaman “işte bir tane daha” diyedudak kıyısından gülenler, Mercedes’li bir Bayrambulmayla hayallere kapılan manikürcü Ayfer gibileri,geri ye dönüşlerle verilen askerlik anıları, 12 Mart,Almanya’daki bilinçli işçiler, Bayram gibileri..Veötekiler, hepsi de bu panoramayı oluşturan öğeler.Adalet Ağaoğlu’nun, olsa olsa bir uzunhikaye (nuvel) olabilecek bir konudan usta işi bir romançıkarması üzerinde durulması gerekli bir başarıoluyor bence.Aslında hikaye basit,her gün gazetelerderastlanır türden. Sentetik hasırdan yapılma tepesi tüylüdeniz yeşili şapkasıyla “Franz Lehar “ yazılı kırmızıgömleğiyle,üzerine titrediği arabasıyla tipik bir Almancı !Görenlerin alayla, “işte bir tane daha” dediklerinden yani.Bizimkisi (Bayram ) askerliğinin son günlerini12 Mart sıkıyönetimin ilk dönemlerinde yapmış.Tutuklularla, dövülmüş gençlerle, kaçakçılarla karşılaşmışDiyarbakır Siirt İlleri Sıkı Yönetim Komutanlığı emrindekiaskerliginde. Sonra Ankara’daki dolmuş şoförlüğü.Sonra ver elini Almanya. 3 yıl kalış ve yaşanmadangeçirilmiş yılların ürünü arabası Mercedes’le cakalıbir dönüş yurda,yaz tatili için. Bin bir ihtimam gösterilen,üzerine titrenilen “nikahlısı” bir araba. Balkız!Bu uygun düşecek mi bilmiyorum ama benOrhan Kemal’in “Murtaza”sıyla Adalet Ağaoğlu’nun“Bayram”ını değişik bir düzeyde toplumsal olan-


Popüler Kültür ve Edebiyatda bağıntılı gördüm. Aralarındaki önemli, nitelikliayrımı unutmadan ama. Bir kere Murtaza daBayram gibi cahil ama “dürüst” biri. Çalışma saatindeuyuduğu için ölümüne neden olacak biçimdekızına bile vurması,çevresinin “yağcı”lıkla nitelendirecekleribiçim de “velinimeti” sayması patronunu“vazife aşkı” patron yağcısı olarak görülmesi hep bu“dürüst”lüğünden. Bu “dürüst”lüğü içten Murtaza’nınhiç bir artniyet taşımıyor davranışlarında, bu nedenlegörmüyor gözü evladını “demi yor ciğerparem”!Bayram da cahil ama “gözü açılmış” biraz Almanya’da.Bireysel çıkarı için yapmıyacağı şey yok Bayram’ın.Köylüsü İbrahim’in Almanya işini köstekliyerek yerinekendisinin gitmesinden tutalım, Almanya’dakidavranışlarına orda ki işçilerin arasında “Kedi boku”diye nitelenen, her şeye kayıtsız tavrına değin bu böyle.12 Mart dönemindeki askerliğinde, tutuklu biryedeksubayın kendisinle konuşmasına izin vermediğigibi tutup “müzevir bir ilkokul öğrencisi gibi” ihbar”eder komutanına.O’nun tek amaçı vardır: Fikrînin incegülü!. Bir fikirde iki ince gül olmayacağını söyleyipseçme yapmasını isteyen Kezban’ı bile terkeder, amacıolan Mercedes için. Mercedes’ini köyünün ortasınaçekip “caka” satmaktır bütün amacı.”Arkadaşlarınakendini göstermek. Onları yenmek. Kezban’ın önündesırtına yediği taşın acısını çıkarmak için uzun ve ağırçalışıyor. Bayram. Sağında solunda nelerin olup bittiğinebakmadan. Ford’la gelen adama nasıl elpençe durdularsabana da öyle duracaklar. Görür onlar!...”(S.322)Bayram, bir toplumun değişim süreci içinde ortayaçıkmış,o tüketim toplumunun kapitalizmin “tüketim”değer yargılarıyla oluşmuş bir “yeni insan” bir yeniMurtaza. Murtaza’dan Bayram’a gelen çizgi aslında33


34<strong>Erol</strong> Çankayabir yerde toplumumuzun değişim grafiğini göstermesiaçısından önemli. İnsanımızın yabancılaşma içindekidramı. Murtaza için önemli olan yanlarki başka birtoplumun insanıdır Murtaza -onur,erdem dürüstlük gibikavramlar Bayram’da işlevini yitirmiştir artık. O başkabir toplumun oluşturduğu insanın prototipidir bir yerde.“Yolunu bilene helâl olsun” denilen bir toplumun.Buraya gelindikte şu soru da sorulabilir: Bayram mıdırbizim insanımız? Gibilerinden bir soru. Yukarıdakiyargılarda bulunurken genelleştirme amacını gütmüyorumama,, böyle bir insanın zorla varedildiği ya dabu toplumun değişim süreci içinde böyle bir insan’ınortaya çıktığı, insanımızın Bayramlaştırıldığı da önemlive yadsınamayacak bir gerçek. “Bayramlaştırılmaya “karşı koyan, direnen insan yok mu? Var tabii..Vedatlar,Hıdırlar, Numanlar, Rıfatlar gibi. “Bayramlaşmayan”“71-73 arası memlekette eceli gelmeden ölenlerinsayısı kaç?” diye soru soranlar, “Çok olunca akıldatutu lamı yor” deseler bile, oturup birbiri ardına adlarsaymaya başlayanlar yine de var “Alamanyalarda.”Bayram’ın, Sivrihisar önündeki geniş dörtyol ağzındaki sonu “Bayramlaşanların”da sonubir yerde. “Köyünün Dibinde” ama “yalnız veyabancı”dır Bayram.”Kendisini bu Mercedes içindebu Bayram olarak görmekten kıvanç duyacak tekkişi düşünemiyor. Şimdi ne yana sapmalı? Yarın neyapacağım?” Bu soruları sorup çare -sizlikler içindebocalayan biridir artık Bayram. Bayram’ın büyükdramı “Bayramlaşma”dır aslında, sorunun çözümü de“Bayramlaşmaya” karşı koyup koyamamada yatıyor.“Fikrimin İnce Gülü”nü okurken sürekli, AnkaraSanat’ın unutulmaz oyununu “El Kapısı”nı hatırladım.Kitabın daha ilk sayfalarında “Almanyacı” kompozisyo-


Popüler Kültür ve Edebiyatnunu ve öteki “Almanyacı”ları nasıl görür gibi olduysam,öyle sanıyorum ki artık her yaz transistörlü radyosu,tüylü şapkası,arabasıyla bir ‘”Almanyacı” gördüğümdeAdalet Ağaoğlu’nun Bayram’ını hatırlayacağım.Hiçbir yolun ucunda, kim senin kendisini beklemediği“Bayramlaşmış” biri olmamasını dileyerek ama...Politika Gazetesi, 14 Mart 197635


BİR NOT : “ÖZGÜRLÜK”Özgürlük kadar pek az kavram var ki herdönemde genel İlgiyi üzerinde ve canlı tutmuş, farklıspekülasyonlara konu olmuş olsun. İnsanı İnsan yapantemel İnsani özelliklerden önemli bir öge olmasının vebu niteliğinin getirdiği İstismara yatkınlığının bu olgudabüyük payı olsa gerek. Tartışmalar her dönemdesürmesi ne sürüyor ya her zaman hiç olmazsa görünüşteaynı biçimde değil. Zaman geçtikçe, varolan temel ikisorunsal arasındaki derin ayrımın bulanıklaştırılmayaçalışıldığını görüyoruz. Sürekli gerileyen kampınideologları her yeni dönemde artık «deşifre» olmuşkaynaklarını bırakarak «bilimsel» görünüşlü yeni birteorik dille ortaya çıkıyorlar. Oluşturulan bu yeni teorikdil de genellikle —tıpkı hümanizm ve yabancılaşmatartışmalarında görüldüğü gibi— sosyalist sorunsalındiline uygun bi,r görünüşte; alıntılar bu düşünceninİçindeki adlardan! Oysa söylenen şey temelde aynıbayatlamış yaveler; Bir «hür dünya» var, bir de herhalde«hür» olmıyan dünya. Günlük siyasal literatür desık sık karşılaşırız bunlarla. Hür demokratik düzen var,hür sendikacılık var; bir de «hür sanatçılar!» Bu yazınınsınırlı olanakları İçinde özellikle değinilecek olan da bu.Bir kaç yıl önce «C» rumuzunu kullanan birişöyle yazıyordu: «(Sanatçı)... TİP ortaya çıkınca onayönelmiştir. Ne var ki TİP’in son yıllarında büyük bir36


Popüler Kültür ve Edebiyatsanatçı topluluğunun bu partiden uzaklaştığı da bir gerçektir,Çünkü TİP, bir kere sanatçıyı kendine ısındırdıktansonra, yaratma özgürlüğüne karışmağa başlamış, bir‘parti sanatı’ kurmak istemiştir. Oysa Türk sanatçısı ‘partisanatı’na karşıdır. Siyasayı bir silâh arkadaşı olarakgörebilir ama siyasanın kendi yaratma özgürlüğünüsınırlamasını kabul edemez.» Bir de son cümlesi var bu«hür» sanatçının ki dillere şeniik! Sanatçı savaşa girermişama ancak gönüllü olarak girermiş! Düşünün, yıl 1972!Bağlardan titizlikle kaçınan bu özgür sanatçılaracaba hangi isterilerin kölesidirler ve bu isterilerinnedeni olan yapı karşısında nasıl bir tavır almaktalar.Sorun burda, kültüre ilişkin sosyalist bakışaçısıyla burjuva tavrı arasındaki uzlaşmaz noktadadüğümlenmiştir. Ayrı bir nokta da bu kişilerin, üzerinebu kadar titredikleri «özgürlük»lerini hangi yüceamaçları İçin kullandıkları ve kullanmak İsteyeceklerisorusunda ve bunun cevabındadır, Nazi’lerin Paris’iİşgal ettiği gün, güncesine bahçesindeki ağaçlarınçiçek açtığını yazan Montherlant’ın özgürlüğü geliyoraklıma. Ve tabii bu tavrı sanatçının özgürlüğüadına savunan bizdeki özgür edebiyat dehaları da!Özgürlük, feodalizme savaş bayrağını açan burjuvasınıfının baş sloganıydı ve içeriğinde burjuva sınıfınınrekabetçi isteklerini barındırıyordu. Rekabet ilkesinedayalı yapı bozulup tekelleşme belirmeye başladıkçaburjuvazi bu sloganı unutur oldu. Zaten onun bu kavramdananladığı şey kendi düşüncelerini ve iktisadınıyerleştirme çabasıydı, böyle bir özgürlüktü. Bu nedenleözgürlük sözcüğünün geçtiği her yere, bunu silip yerinemülkiyet sözcüğünü yazmak pek mahzurlu olmaz.Bir diğer nokta da düşünce sistematiğimizin han-37


38<strong>Erol</strong> Çankayagi koşullar altında oluştuğu. Burjuva sınıfının her şeyibir meta, özünde bir yaratım olan sanat eserinin oluşumsürecini de bir üretim süreci olarak değerlendiren mantığıkolay kurtulunabilecek bir şey değil. Öyle olsaydı eğer«yeni insan»ın yaratılması bir kaç günlük iş olurdu.Üretim araçları el değiştirdikten yıllarca sonra bile gerekligörülen Kültür Devrimi anlamsız bir çaba alarakdeğerlendirilirdi. Bu anlayışın adı ise, ekonomizm.Kafamızdaki her düşünce yüzyıllara varan birgeçmişi olan, derinlemesine etki bırakmış türden şeyler.Her insanda olduğu gibi her sanatçıda da aynı oluşumvar. Sanatçı, geçmişin birikimiyle mevcut toplumsalilişkilerin niteliğinden etkilenir ve bilinci de bu tarihsel/ toplumsal alan içinde belirlenir; yani varolan nesnelgerçekçilik içinde. Bu nedenle sanatçının özgürlüğü deher insanda olduğu gibi nesnel koşulların belirlediği alaniçinde bir özgürlüktür. Burjuva sanatçılarının ağızlarındandüşürmedikleri bu «sanatçının bağımsızlığı», «yaratmaözgürlüğü» sözleri «milli irade» lâkırdısına benziyor.Sorun, bir kişinin dilediğini «seçme» özgürlüğüyseeğer, bizde de herkes özgür! İstediği partiye atıyoroyunu ve kimse karışmıyor. Böyle bir yalınkat bakışsoruna çözüm getirmezse nasıl, aynı biçimde «özgürlük»sözleri de safsata olarak kalma durumunda.«Özgürlük» gibi bir kavramı parçası olduğutoplumsal yapıdaki bütünsel yerinden soyutlayarak irdelemekbizi kuşkusuz çok yanlış sonuçlara götürecektir.Genel olarak insanlık gibi sanatçının özgürlüğü de ancaktoplumsal özgürlüğün söz konusu olabileceği gelecektekibir toplumsal yapıda varolabilecek bir temel İnsaniözelliktir. Bu nedenle tıpkı «kadın özgürlüğü» hareketindeolduğu gibi sorunun çözümü bütünseli parçalıyanmetafizik (burada varoluşçu) tavırda değil, sorunun


Popüler Kültür ve Edebiyattoplumsallığı gözden kaçırılmadan yapılan yaklaşımdamümkündür. Yoksa günümüz koşullarında varolduğusavunulan o «mutlak özgürlük» sanatçının sınıfınınözgürlüğünün savunusundan başka bir şey olmıyacaktır.İşte burjuva aydının özgürlüğü böylesine bir özgürlüktürve gerçek özgürlüğün ancak bu «özgürlüğü bizebahşetmiş olan yapının değişmesiyle oluşacağını kavramakgerekir. Bunun tek yolu da bilinci belirleyen toplumsalvarlığın niceliksel temelinin değiştirilmesi işlemindengeçer, «Özgürlük» ve «mutlak yaratıcılık» lakırdılarınınardında sürdürülen iflah olmaz bir, bireyciliğin yolundandeğil; toplumsal çevreyi ve bu yolla kendini dedeğiştirecek sonuna kadar devrimci olan tek sınıfın,işçi sınıfının ideolojinin gereklerine uymadan geçer«Bilerek bilmeyerek» İçimizde taşıdığımız o«hapishane»den kurtulmak için başka bir yolumuz var mı?Ben sanmıyorum!Cumhuriyet Gazetesi,29 Ekim 197739


BİR ŞAİRİN OLGUNLUĞU“Bir şairin olgunluğu” nedir? Çok sık sözü edilenbir şey bu ama, açık söylemek gerekirse ne demeyegeldiğini hâlâ kesinlikle kavrayabilmiş değilim. Bu’ nitelemeyehak kazanabilmek için nelerin gerekli olduğunailişkin birtakım ipuçları var gerçi ama, sözkonusu bu ölçütlerbirçok şairin şiir serüveninin önünde yetersiz kalıyor.Daha çok görülen, şairin yaşına-başına bakılarakbir değerlendirmeye gidilmesi ve bu “paye”nin verilmesioluyor. Uzun yıllar şiire emek vermiş birşair, ortalama bir yaş sınırı, sözgelimi otuz beş yaşsonrasında bu “olgunluk” dönemine giriyor. Bundansonraysa artık şairine göre, kimi kırkında, kimiellisinde “olgun şair” diye anılmaya başlanıyor.Nasıl bir “genç şairlik” olgusu varsa, bununen üst aşaması da “olgunluk” oluyor. Ben bu nitelemebiçimini özsel açıdan anlamsız, tıpkı gençkuşak-yaşlı kuşak ayrımı gibi de saçma buluyorum.Şu anlamda saçma çünkü, bir sanatçının eserininyol aldığı süreci “olgunluk” gibi, statik yorumlamalaraelverişli bir terimle kavramaya çalışmak bana önemli biryanlış gibi geliyor. Olgunluk, mutlaklaşmaya açık biriçeriği barındırıyor ve mutlak olan her şey gibi de, mutlakolanın karşısında bir yerde duruyor aynı zamanda.40


Popüler Kültür ve EdebiyatGerçi zaman zaman, bir tür şiirsel rantayaşlanmayla emeklilik şiirleri yazan şairler görülmüyordeğil ama bu olgu çok farklı bir plânda sözkonusu.Hayatla bağını asgarî ilişkilere indirgemiş, kendiniçevresiyle bağ kurmak zorunda hissetmeyen yaşantıyorgunu sanatçılar için geçerli olabilir bu ancak. Bunundışında, sadece, bir sanatçının kendine özgü çizgisinibelirleyerek kalınlaştırdığı bir döneme çakışmasıanlamında “olgunluk”un sözü edilebilir. Sanatçıyada şair, bu evreden sonra elbette hayatla dinamik birilişki içinde bir dizi etkilenime uğrayarak, bu etmenlerinbelirleyiciliği altında farklı alanlara savrulabilirveya çıkış noktasına sadık kalarak iç mantığının doğalgelişimiyle eserini sistemli bir bütünlüğe vardırabilir.Bunları derken birtakım adlar geliyor aklıma şimdi.Bir Fazıl Hüsnü Dağlarca ikinci türe girenşairlerden bence. Dağlarca’nın geldiği yere bakarak,yazdığı ilk şiirlerinde bile kendi olgunluğunavarabilmiş bir şair olduğu görülebilir. Aynı biçimde BehçetNecatigil de neredeyse daha ilk şiirlerinde yapısalsistematiğini kurup kendi evrenini oluşturmuş bir şairdir.Yılların ve şiirimizin geçirdiği bunca yenilenmeiçinde hemen hiç değişmemiştir onun şiiri. Andığım buiki şairin evrimlerinde önemli bir dönemece pek rastlanmaz.Sonradan siyasal bir yönseme içine girerekdoğrudan bu içerikte şiirler yazma çabası da Dağlarca’yı,belirgin niteliklerinden biri olan gizemcilikten bütünüylekoparamamıştır. Gizemciliğin dinî yanı silinmiştir gerçiama bu kez de farklı bir düzeyde gene gizemci şiirleryazmıştır. Onu uğraştıran şeyler, çıkışında getirdiği temlerdeğişmemiştir. Ondaki toplumculuğun hümanist/halkçı temelinin son şiirlerinde bile değiştiği söylenemez.41


<strong>Erol</strong> ÇankayaNecatigil ise Dağlarca’ya göre daha düz birçizgi çektiği için konumuz için daha somut bir örnektir.Necatigil’deki en önemli değişmenin, “Kareler”deneyimi evresinde gerçekleştiği ve bunun sadecebir “deney” olarak kaldığı sonradan görüldü. Yanibu girişim sonucu Necatigil başka bir şiire ulanmadanbıraktığı yere dönüp eski şiirini sürdürmeyebaşladı. Biraz daha kırgın, umutsuz ve içe dönükNecatigil’in son şiirlerinden herhangi birisinin bileönceki kitaplarında yadırganmayacağı kanısındayım.Can Yücel de, aynı biçimde, ilk dizelerine bilesadık bir şair. Belki biraz Eşrefle ilintili ve Metin Eloğlu/Bedri Rahmi’nin de kaynaklandığı damardan gelenşiirini yılların içinde yerinde saydırmadı tabii ama bugünkendine özgü kıldığını gördüğümüz temel öğelerinin ilkşiirlerinde bile bulunduğunu görüyoruz. Yergi, kara alayve uçsuz bucaksız bir humour. Başlangıçtan, şu günlere,bu öğeleri elden bırakmadığı görülüyor. Bu nedenle,Can Yücel’deki “olgun”luğun yılların içinde oluşmuşbir şey olmadığı söylenebilir. Aklın denetimindeki birduyarlık onu ilk şiirlerinde bile olgun kılmaya yetiyor.Nâzım Hikmet, bu açıdan da yukarıdaki iki şairdenfarklı bir görünümde. İlk şiirlerini çok genç yaşta Hececilerimizinde yazan Nâzım’da Mayakovski kanalıylaRus füturistlerine ve giderek- sadece teknik yönden -Marinetti’ye bağlanabileceği dönem 1930’a kadar sürüyor.Bu dönemden sonra Nâzım Hikmet şiirinin geleneğiözümlemeye yöneldiğini ve bu süreç içinde de yepyeni birşiir bileşimine vardığı görülüyor. Bolu yıllarında yazdığışiirleri bir yana bırakalım, bir “Aç/arın Gözbebekleri”,Şeyh Bedreddin’deki Anadolu şiirinin çok uzağındadır.42


Popüler Kültür ve EdebiyatŞeyh Bedreddin Destanı’yla yalnız Anadoluşiirine bağlanabilir Nâzım. Divan Şiiri’ndenbile yararlanarak bizim olan bir şiir bileşiminigerçekleştirerek bu toprağın üzerinde yükselir. “Rubailer”ve “Kıyamet Sûreleri” Nâzım Hikmet şiirindekibambaşka bir döneme işaret etmektedirler. Yeni birşiirin oluşturulması süreci sonunda, Nâzım Hikmet,Rus ve Batı şiiriyle bizim şiir söyleme geleneğimizüzerinde gerçekleştirilmesi çok güç bir yapı inşa eder.Son döneminde Halk Şiiri’nden de yararlanacaktır.Attila İlhan’da biraz daha değişik bir süreç gözlemleniyor.Onun şiir serüvenini başlangıcından berikendisinde varolan potansiyel damarların değişik dönemlerdeön plâna çıkması olarak görmek yanlış olmasa gerek.Ne ölçüde geçerli olabilir bilmiyorum ama bu şiirselsüreci “Duvar”, “Sisler Bulvarı”, “Ferda”gibi şiirlerininçevresinde sınıflandırmak mümkün olabilir kanısındayım.Son kitabı “Böyle Bir Sevmek”e bu üç damardankaynaklanmış şiirleri görmek mümkün. “Varsağılarındoğrudan “Duvar” dönemine bağlanabileceğinisanıyorum.’ Aynı biçimde, “Kavaklıdere Balladları” da“Sisler Bulvarı” “Ben Sana Mecburum” dönemine kadaruzatılabilir. Boşlukta kalan şiirler yoktur onun şiirinde.Ahmed Arif te, sahip olduğu engin doğaçtan şiirsöyleme yeteneğiyle çok genç yaşta yazdığı ve bu günkitabını oluşturan şiirleriyle olgun bir şairdir. AhmedArif’in “Biraz Tanpınar, biraz Haşim, çokça da acemilik”dediği ilk şiirlerini bilmiyorum ama kitabınıoluşturan şiirlerinin zaten genç bir yaşta yazıldığı ortada.Onun şiirini üstün kılan önemlice yanlardan birinin,kağıt-kaIamle yazılmış değil, doğrudan söylenmiş vebu nedenle de yapaylıktan uzak olduğunu sandığımdoğaçtan söyleme yeteneği olduğuna inanıyorum.43


<strong>Erol</strong> ÇankayaAhmed Arif’in “olgun” bir şair olmadığınıkimse söyleyemez ama bu şiirlerin çok genç yaştayazılmış olduğu ortada. Demek ki Ahmed Arif deilk dizeleriyle kendini “olgun” kılabilmiş bir şair.Orhan Veli erken ölümle karşılaşmasaydı şiirininerelere sürebilirdi? Özellikle son şiirlerinde halktürkülerine, destanlara, halkçı Ha olsa bir vöneliş içindeolduğu ortada ama Orhan Veli, tıpkı Garip hareketininöteki şairleri gibi önceleri - çok genç yaşta da olsa farklışiirler yazmış bir şair. Öteki iki Garip’çi Melih Cevdetve Oktay Rifat, şiirlerini çok farklı alanlara getirdiler.Bir Melih Cevdet çıktığı yerin tam karşısında “akılcı”bir anlayışın ürünlerini yayınlıyor bugün. Oktay Rifat taçok farklı aşamalardan geçtikten sonra doğaya sığındı.İkinci Yeni şairleri çok değişik düzeylerdekiyenilenme ve yadsımalarla geldiler günümüze. Bu.örneğin Kemal Özer’de çok belirgin. Bir Edip Cansever,12 Mart döneminde kapalı çağrışımlardanuzak bir şiire varır gibi oldu fakat şu günlerde, geriyedöndüğü görülüyor. Ece Ayhan aynı şiiri yazdıhep ama ikinci döneminde kaynaklarını değiştererekgöndermelerini başka kavram ve kitaplara yapmayabaşladı. Bu anlayış içindeki şairlerden kendine ensadık olan Cemal Süreya. Şiirini büyük ölçüde yenilemeyipyılların içinde, varolan yapısını koruyarak yazdı.1960 Kuşağı diye anılan şairler, değişik yönelişlergösterseler de Refik Durbaş, Ataol Behramoğlu, EgemenBerköz’de görüldüğü gibi, öznel tavır ve istekleri ne olursaolsun büyük dönemeçler yaşamadan bir kaç çizgi ilavesiylebugünlere geldiler. Bu kümeden şairler arasındaÖzkan Mert, Süreyya Berfe gibi, geçmişini zaman za-44


Popüler Kültür ve Edebiyatman yadsıma eğilimi içine girse de çıktığı noktaya dönenşairler de var. İsmet Özel ise şiirine temel aldığı estetikyapıyı büyük ölçüde korumakla birlikte “varoluşçu/ toplumcu / İslamcı” üç aşamayı gizemciliğin ortakplatformunda yaşadı. Bu şairlerin -iyi niyetli çabalariçine girseler de- sonunda hiç bir zaman kopamadıklarıgeçmişlerine dönüşlerinin nedenlerini, kaynaklandıklarışiir anlayışı kadar, koşulların karşısındaki öznelniyetlerinde de aramak gerekir kanısındayım.Bu yazının sonunda ister istemez şuraya geliniyor:Nasıl erken yaşlarda “yaşlı” şairler, ileri yaşlarda isegenç şairler görülebiliyorsa, olgunluk, yılların içindeedinildiği kadar, sadece yaşlanmayı ve yılların deneyiminigerektiren bir olgu da değil. Bizim şiirimizindışında en çok bilinen örnek, Rimbaud: Genç yaştaolgun şiirler yazmış bir şair. Kendi şiirine sonuna kadarsadık kalmış Breton sonra. Sonra bir aragon;Dada. Gerçeküstücülük, ve Direniş gibi çok farklışiirsel hareketlerin farklı nitelikteki şairleri olarak.Dünya Gazetesi,19 Mart 197945


CAHİT SITKI VE «OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ»«Otuz Beş Yaş Şiiri» Cahit Sıtkı’nın en ünlü şiiri.Kitabının arka kapağında (Ekim 1967 - Varlık) «birbirinekarışmış iki ad» deniyor bu şiirle şairinin adı için. CahitSıtkı Tarancı bu şiirini yazdığı tarihte otuz beş yaşındadır;CHP şiir yarışmasına katılır bu şiiriyle, birinciliği alır. (1)Cahit Sıtkı «Otuz Beş Yaş...»ta kendisini anlatıyor.Yani dünyada mutsuzlanacak, kahrolacak başka sorunkalmamış gibi, «şakaklara yağan kar» dan «çizgili yüzden»,değişen yüz hatlarından, «gözler altındaki morhalkalardan dert yanan, bunu anlatan, ortaya süren birini.«Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.Dante gibi ortasındayız ömrün.»Biliyoruz : Dante (1265 doğumlu) 1300 yılındapolitikaya karıştıktan sonra sürgün cezası alarak yurdundanuzaklaştırılan ünlü İtalyan şairi. Siyasal etkenliğiyüzünden yurdundan uzaklaştırılan Dante’nın otuzbeş yaş dönemeci Cahit Sıtkı’da bireysel bir tavrabürünüyor. Delikanlılık çağı geçip gitmiş, gençlikçağlarındaki «cevher», yaşama sevdası kalmamıştır artık.Cahit Sıtkı’nın, sınıfından derin bir tiksintiyle kaçtığını,ama ezilen, sömürülen insan kitleleri saflarında birkavgaya girişmesine, kafasında yer eden hümanizmkavramından öte bir bilinç taşımamasının sebeu46


Popüler Kültür ve Edebiyatolduğunu; geniş halk yığınlarının temel sorunlarınıanlatmadığını söylemiştik. Elbette böyle bir bilinçyanılgısı içinde olan sanatçı halkın, asıl kitlelerinsorunlarından şiirinin göbek bağını koparacak, çağınıngerçekliğini veremeden, kendi bireysel çizgisi içindedönenecektir. Bundan daha doğal bir sonuç düşünülemez.Cahit Sıtkı,çalışarak, emeğiyle geçinen yoksulkitle insanına bir burjuva hümanisti bir duyarlılık içindeyaklaşır. Şiirlerinin önemdi bir. bölümündeyse kendi,karamsar, kötümser dünya görüşünü dizelerine egemenolan yoğun bir mistik hava içinde verir. Dizelerininyaslandığı temel dünyadan kaçma; (çizgisinden gittiğivaroluşçu kimi Fransız ozanlarının etkisiyle) ölümeduyulan derin özlem, diyebiliriz. O, içinde bulunduğuiğrenç kapitalist dünyanın üçkâğıtçılıklarında, dalaverelerindentiksinmektedir, evet. Ama onun, sömürülen Halkyığınlarına, küçük adam’a karşı olan sevgisi sınıfsal birtemele yaslanık olmadığından ozanlık sorumluluğunuyerine getirmemiştir. Bireyci bir burjuva aydın tavrıdiye çizebiliriz bunun altını. Küçük adam’ı sever, çünkübatağında olduğu iğrenç dünyaya sırt çevirmiştir, küçükadam’la meyhane masalarında soluklanır, dertlerini unutur.Bunun bir başka örneğini Sait Faik’te görüyoruz.Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde vardığı son durakgüzel bir burjuva yuttuırmacısı olan insancıllıktır, (hümanizm)Cahit Sıtkı elbette içinde olduğu dünyanınpisliğini, erdemsel sefaletini görmüş bundan nefretetmiştir ama bu dünyayı değiştirmek, onu danayaşanılası, daha mutlu olunacak bir dünya durumunagetirebilmek için içinde olduğu sınıfla kıyasıya bir kavgaya girmemiştir. Ben bunu onun sınıfsal durumuna,acı çeken yoksul halk kalabalıkları arasından gelmemesinebağlamak istiyorum ama; gerçeği yazmak uğruna47


48<strong>Erol</strong> Çankayamahpushanelerde çürüyen, paşazade evlâtlarını, dahanicelerini düşündükten sonra şöyle diyorum: Sınıfıylauzlaşmasada da (antogonist) onunla bir mücadeleyegirmemesinin en büyük nedeni ondaki halk sevgisinindaha somut, daha bilime dayalı değil; «ideolojik birkatagori» olan hümanizm kavramında noktalanmasıdır.Böylesi bir yoz ortamdan kaçmış, içkimasalarında, meyhanelerde bütün kirlilikleri unutarakmutlu olabilmeyi isteme yanılgısına düşmüştür. İçkiiçerek, geç saatlere kadar meyhane masalarında uyuklayarak,haksızlıkları, ezilenleri görmeyerek mutluolma istemi onu, başını kuma gömerek gerçekten kaçandevekuşu yörüngesine oturtmaktadır ister istemez.Yine böyle bir sarhoşluk gecesinden sonra NecatiCumalı’ya Şöyle der: «içmek lâzım, içmek lâzım.. Anlamanlâzım. Bir şaire yakışan yavaş yavaş intihar etmektir.Bak Orhan’a» (niçin aşk/sf. 49) işte onun en büyükyanılgısı budur: Bir şaire yakışan şeyin yavaş yavaş intiharetmek değil, haksızlıklara, zulme karşı sesini yükseltipkahramanca yaşamak olduğunu kavrıyamaması! CahitSıtkı’nın, şiirlerinde ölümle kucak kucağa oluşunun, mistikbir duyarlık, dalgalanımlar içinde huzur’u öteki dünyadaaramasının nedenlerini bu sözlerinde bulmak olasıdır.Onun şu dizeleri örneğin, bu dünya ile bütün ilgisinikesmiş, bütün dalları kırılmış, yaşama direnci sıfırolan bir adamın durumunu somut olarak koyuyor ortaya:«Ne vefasız geçmişten hayır varNe gelecekler imdada koşarÇoktandır tekneyi aldı sularÇoktandır ümitler sende ölüm.»(Otuş Beş Yaş/s. 25)


Popüler Kültür ve Edebiyat«Öldük ölümden bir şeyler umarak» (a.g.e./s. 35)Oysa Nazım Hikmet ne diyordu «YaşamayaDair» şiirlerinde :«yetmişinde bile, meselâ zeytin dikeceksinhem de öyle çocuklara falan kalır diye değilölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın içinyaşamak, yani ağır bastığından.(Yaşamaya Dair I)ve; “Yani, nasıl ve nerde olursak olalımhiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak”(Yaşamaya Dair III)Oysa -Nazım’ın bu yaklaşımının tersine- CahitSıtkı, hayata idealist-metafizik bakışının doğalsonucu olarak ölümden hayatı yalıtan, ölümle hayatarasındaki devinim birliğini görmemiştir. CahitSıtkı şiirinin karşısında; hayatı ölüme karşı birsavaş, hayatın, devinimin doğal bir sonucu olarakgören; «yaşamak ağır bastığından», «hiç ölünmeyeçekmiş gibi» hayata bağlanmanın gerekliliğiniveren dizeler ne denli soylu ve «insanca» değil mi?«Robenson» şiirinde, içinde bulunduğu ortamınhır-güründen, kişisel hırs ve çatışmalarındanbıkmışlığı, kaçma isteği belirginleşir:«Robenson akıllı Robenson’um,Ne imreniyorum sana busenGöstersen adana giden yoluBaşımı dinlemek istiyorum.»(a.g.e./s. 55)Örnekleri uzatmak gereksiz. Cahit Sıtkı h&r za-49


50<strong>Erol</strong> Çankayaman bu dünyadan kaçmış, kendi sınıfından nefret etse debir kavgaya girmemiş; halk’a yaklaştığı şiirlerinde soyutluktankurtulamamış (bu sevgisini sınıfsal bir temeleyaslayamadığı için); kurtuluşu ölümde bulmuş; her zamankaramsar, mutsuz bir burjuva şairi, diye bir genellemeyapabiliriz, bence. O, en coşkulu zamanlarında bile«İyimserlik» şiirinde yazdığı gibi, «Popun gömleğininsöküğünün» dikilmesinden «bahtiyar» olacak kadarküçük mutluluklar peşindedir. («Düşten Güzel»/s. 58)Yıllar geçmiş, o genç, pürüzsüz bir cilde sahipTarancı’dan eser kalmamış; aynalarla da, o«dost bildiği» aynalarla da «düşman olmuştur: gerçeklerleburun buruna gelmekten korktuğu için.«Hangi resmime baksam ben değilimNerde o günler, o şevk, o heyacan?Bu güler yüzlü adam ben değilim;Yalandır kaygısız olduğum yalan.»Cahit Sıtkı kendini resimlerinden biletanıyamıyacak denli değişmiştir. Ama değişen yalnızfiziksel durumu değildir. Şiirin üçüncü dizesinde, ihtiyarlaraoranla gençlerde fazla olan hayata bağlanış,yaşama sevdası «Delikanlı çağımızdaki cevher» sözleriyleimleniyordu. Geçen yıllarla birlikte bu cevheryitip gitmiş, gençlik resimlerindeki güler yüzlüadamın yerini kaygılı, karamsar Cahit Sıtkı almıştır:Hayata beraber başladığımızDostlarla da yollar ayrıldı bir bir :»Gençlik çağını gerilerde bırakmış, otuzbeşine gelmiştir Cahit Sıtkı. Delikanlılık günlerindeberaber gezdiği, birlikte dertleştiği, mutlu olduğu


Popüler Kültür ve Edebiyatarkadaşlarından kimisi başka bir yere gitmiş («yoluayrılmış») ya da evlenmiş, başka yönlü bir hayatı var.(yani «yolu yine ayrılmış») Eski arkadaşlarının kendisiyleilgilenememesi, belirli bir saatten sonra evineçekip gitmesi, eski arkadaşlıkların mutu ile yetinen,dost canlısı Cahit Sıtkı’yı «gittikçe artan» bir yalnızlığınbatağına sürüklemektedir. O değişmiş; «hatıralara bileyabancı» kalabilecek kadar eskiyle bağlarını koparmıştır.Yaşlanan insanla, gençlik günlerindeki o güçlülük,çekinmezlik, hayattan yılmazlık arasındakio uzlaşmaz ayrımı beşinci beşlikte görüyoruz:«Gökyüzünün başka rengi de varmışGeç farkettim taşm sert olduğunu.Su insanı boğar, ateş yakarımşHer doğan günün bir dert olduğunuİnsan bu yaşa gelince anlarmış.»Özellikle, taşın sert olduğunun (güçsüzlüğün yani)ve göğün başka renginin de olmasının yeni anlaşılması (gerçektegöğün rengi aynıdır ama bu bakılan göze göre değişir)gençlik ile yaşlılık arasındaki uçurumu iyi belirtiyor.Şiirin altıncı beşliğinin her dizesinde, her imgeyle «ölüm»teması işlenmiş ve şaşılacak bir bütünsellik içinde bunlar.Meyvaların olgunluk zamanı yani ölümü; ölenlerin arkadabıraktıklarının çaresizliğini, telâşını, sıkıntısını simgeleyen«havada dönüp duran kuşlar»; o sırada nereden çıktığıbelirsiz bir cenaze, ölümün şaşırtıcılığını, apansız çıkıpgelişini; ve en sonda «tarumar» bir bahçe.Bu beşlik bütün şiirin en iyi beşliği bence. Her imgediğerini tamamlıyor, kusursuz, bir mozaik gibi işlenmiş.Cahit Sıtkı’nın şiirinin son beşliğinde ölüm, kayıtsız,çekinilmiyen bir tavırla karşılanıyor, ölüm herkesinbaşındadır ve doğal karşılanması gereklidir diyor.51


52<strong>Erol</strong> ÇankayaUyunup uyanamamak gibi basit ‘bir olgu olarak sunuyorTarancı ölümü. (Bunun, etkisinde kaldığı varoluşçudüşünürlerin paralelinde olduğunu söylemek gerekirIBuna benim eklemek istediğim başka bir boyut var.ölümden korkmamak başka ozanlarımız tarafından daişlenmişti. Ben burada bir örnek vereceğim sadece:örneğin R. Ilgaz’ın «Utancımı Anlatıyorum» ve «GidenleriAnlatıyorum» şiirleri. Ozan burada ölümün özlenecekbir şey olmadığını, hayatın, yaşamanın daha değerlive güzel olduğunu söylüyor. Ama ölümün kaçınılmazbir son olduğunu kabul etmiyor değil, ölünecek amahayata karşı savaşarak kavgası için insanca diyor.«ölecek misin ya bir meydanda ölYa da dağ başında kavgan için…Bilmiyorsun direnmek sorundayımUtanırım karşında ölmektenYaşıyorum böyle daha iyi»(«Uzak Değil»/s. 176)Ölümü daha dipdiriyken kabullenen, dünyanınçarpık yönlerini, kokuşmuşluğunu gördüğü haldebunlara karşı en ufak bir mücadeleye girmeyen CahitSıtkı’ya karşı öne sürdüğüm Rıfat Ilgaz’ın şudizeleri daha bir soylu; «ölümün bile insancası!»“Kişi ölecekse insanca ölmeliBöyle tutsak böyle utanç içinde değilBir sedyede boylu boyunca uzatılmışİki eli yanında gitmemelim”(«Uzak Değü»/s. 172)Cahit Sıtkı’nın ölüm karşısın da korkusuzolması R.Ilgaz’la aynı yerden kaynaklanmıyor. R. Il-


Popüler Kültür ve Edebiyatgaz diyalektiğin temel noktasını kavrıyan biri olarakhayata büyük bir yaşama sevdasıyla bağlı; «ölünce birçirkin oluyor insan, sevmeyi düşünmeyi unutuyor» diyor.Ölümü tevekkülle, boynu bükük kabullenmiyor;kişioğlunun daha mutlu bir dünya, daha yaşanılası birhayat için, «kavga için» ölmesi gerektiğini vurguluyor,işte Cahit Sıtkı’da bu yok. O’nun ölümü kabullenişininnedeni, kaçınılmaz, «herkesin başında» oluşu. Dizelerinemistik bir hava egemen.Cahit Sıtkı, bu dünyanın iğrençliklerini,üçkâğıtçılıklarını yapılan namussuzluklarım görmüşama sınıfsal durumu ve düştüğü bilinç yanılgısı ile içindebulunduğu sınıfa karşı bir kavgaya girmemiştir. Yaşadığıdünyadan kopmuş, koptuğu oranda da ölüm kavramıuğraştırmıştır kendisini. Düzene karşı pasif bir direnişgösteren, mutsuz, her zaman karamsar bir küçük burjuvaşairi, bence.Yansıma Dergisi,Haziran 197353


CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRİ1979 yılının başlarında Cumhuriyet dönemişiirinin vardığı yer ve bu şiirin toplum katmanlarındakiişlevi nedir? Kültür planındaki çatışmaların niteliğive kaynakları nelerdir? Dönemi geriye doğru 1900 ilesınırlayacak olursak o yıldan günümüze, Türkçe’yleyazılan şiirin ulaştığı düzey ve bunun boyutları nelerdir?Ve en son, bu şiirin ve kültürün dünya içindeki yeri veyoğunluğu nedir?İlk bakışta oldukça dağınık görünen, amabirbirini ilgilendiren bu soruların cevapları temelyapının öğelerinde ve bu bütünde saklı. Cumhuriyetşiiri üzerine düşünürken, kapsamlı olduğu kadar, ikincilgörünse de alttan alta belirleyici ayrıntıların da kendiniönemsettiği şu sıralarda bu çaba ister istemez benibu yapının öğelerini ve ilişkileri kavramaya yöneltiyor.Hemen her olguyu doğrudan, Türkiye’nin ekonomikve siyasal alandaki yapısal değişimiyle açıklamakgibi mekanik bir indirgemeye gitmek istemiyorum fakat,bunun, bu süreçteki belirleyici etkenlerden biri,hatta en önemlisi olduğu ortada. Bunu söylerken diledayalı ve yüzyıllarının maddî birikiminin ve bilincininürünü olan edebiyat gibi bir manevî kültür ürününün buoluşumunu salt ekonomiye indirgemenin özellikle şiir54


Popüler Kültür ve Edebiyatözelinde yanlış olduğunu belirtmeliyim. Şiiri elbette tektek, şairlerin öznel bilinçliliği ve kişilikleri belirler.Ama gene karşılıklı bir bağ ve etkileşim içinde, sözü edilenbilinçlilikler de dönemlerinin nesnel bilinciyleoluşur. Eğer - insan gibi - şairi de – tarihî - şiiri yapanözne-insan olarak algılama yanılsamasına düşmüyorsakbu da aynı biçimde genel kabul görmesi gerekli bir , gerçek.Bu ön-kabul, Cumhuriyet şiirini irdeleme amacınayönelik bir çabayı zorunlu olarak, kültüre, ekonomik,politik, vesair ya da daha kapsayıcı bir terimle ifadeedecek olursak, Cumhuriyet Türkiye’sinin devraldığıtoplumsal yapının ve bu yapının değişiminin analizinegötürecektir.Kültür alanı gibi, egemen durumda olan başatbir kültüre karşın onunla çatışma konumunda olan farklıdeğerlerin, inançların, yaşama biçimlerinin de bir anlamdakarşı - kültür olarak etkileme işleviyle varolabildiğidinamik yapıyı başka türlü açıklama çabaları yetersizkalacaktır. Örneğin bir 1908 Hareketi’nin niteliğiyleçakışan Mehmet Emin ya da Hece’nin şairlerini irdelemegirişiminde salt metnin içinde dönenen bir açımlamayöntemi ne ölçüde doğru yargılara ulaşabilir? Odönemi düşünelim: Biraz önce anılan kültürler arasıçatışmanın o dönemdeki iki kutbu Mehmet Akif- TevfikFikret, çökmekte olan ümmetçi ideolojinin direnişiyle,yükselen yeni toplumsal yapının şiir planındaki temsilcileridir.Ulus bilincine karşı, yıkılmakta olan ümmetçiideoloji!Mehmet Akif, Osmanlı mülkünü ulusalkurtuluş savaşlarının sarsıp durduğu bir dönemde hâlâ,“Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı/Aynı milliyetinaltında tutan İslâm’ı/ Temelden yıkacak zelzele kavmiyettir”demektedir. Türkçülük akımının niteliği ve o döne-55


<strong>Erol</strong> Çankayamin koşulları ele alınıp irdelenmeden bu şiir salt edebîbir takım ölçütlerle değerlendirilemez. Aynı biçimde,daha yakınlara gelecek olursak, İkinci Yeni şiirininen azından dirimsellik bulabilmiş olmasının nedenleriniNazım Hikmet şiiri üzerinde başlayarak sistemli birbiçimde uygulana gelmiş baskıda bulmamız şaşırtıcıolmayacaktır yöntemimiz bu olursa. Bu baskının, genelolarak toplumun değişik katmanlarına yönelik sistemlibir baskı olduğunu unutmamak gerekiyor tabiî. Birtoplumda burjuva anlamda demokrasi yanlısı güçlerüzerinde bile devlet gücünün terörü sistem durumunagetirilmişse ve gene aynı toplumda bütün toplumsalmuhalefet güçleri susturulmuşsa, elbette böyle tarihî -toplumsal bir dönemde işçi sınıfı, köylülük ve giderekde sosyalist sanatçılar üzerindeki baskı bir yerde doğalolacaktır.Buraya kadar yazılanlar sorunun önemli birparçası ama gene de bir parçası. Cumhuriyet şiirinideğerlendirme işine girişen bir bakış açısı eğer tutarlısonuçlara gerçekten ulaşmak istiyorsa, şimdiye kadaryazılanların pek çoğunda görüldüğü gibi öznel ölçütlerive niyetleri bir yana bırakmak zorundadır. Gerçekte,şiirin evriminin değerlendirilmesi diye şimdiyekadar yazılmış pek çok şey sıradan bir ahlâk sorunuolan namusluluğun mihengine vurulduğunda bile şifegötürür hâle gelecektir. 1940’larda başlayan resmî kültürpolitikası kafaları o derece çimentolamış, bakış açılarınıo kerte sabitleştirmiştir ki Cumhuriyet şiiri denildiğindeyakın zamanlara kadar Tarancı, Necatigil, Dağlarca yada çok görüldüğü gibi Garip ve İkinci Yeni şiirleriniakla getirmek neredeyse gelenekten olmuştu. “Eskidenşiirler hep kısa yazılırdı” diyen anlayış bu sorunsalıniçine o derece hapsolmuştur ki bu lafı ederken bırakalım56


Popüler Kültür ve Edebiyatbaşka sosyalist şairleri, Nazım Hikmeti bile herhaldeşiirimizin içinde görmemektedir. Tarancı’nın (ya daOrhan Velilerin kısa şiirler yazmaları ölçüt olduğu içinTürkiye’de yazılan şimdiye kadar hep kısa şiirler olduğuyargısına o ulaşılır. Bu özdeşleştirme artık şaşılamayacakbiçimde Nazım Hikmeti değil, Orhan Veliyi çağdaş Türkşiirinin öncüsü ve kurucusu ilân eder. Hâlâ bütün cepheleriyleortaya çıkarılamamış ve en az yirmi-yirmi beşyıl bilinmeyen olmuş bir şiirin bu yanını düşünmeden,şiirimizi etkilemediğini, överken aynı zamanda söyler.Bu arada doğal olarak Nazım’ı asıl etkileyenlerin kendileriolduğunu ilân edenler de olacaktır elbet.Bunlar, bilinç yanılgılarından ince hesaplılığa,art niyetliliğe kadar uzanan bir dönemde etkili de olmuşperspektifler. Bu örneklere çok değişikleri de eklenebilirama çözümlenmesi gereken sorunun temelinde yatanilişkiler ağı kadar önemli değil bu. Önemli olan, bizeşimdiye kadar empoze edilmiş değerlerin, ölçütlerin, birbaşka deyimle bize sunulmuş sorunsalın dışına sıyrılarakolguları bu şekilde yeniden değerlendirmek, yeni birtarih yazmak. Yazacağımız bu yeni şiir tarihi bambaşkabir temel üzerine kurulacak ve çarpık bilinçle yükselmeyecektir.Niteliği artık iyice belirginleşmiş ve kendini elevermiş bu perspektiften, resmî kültür ideologlarının perspektifindenkurtulmak da tek başına yeterli olmayacaktır.Dönemler ve koşullar değiştikçe, yöntemler eskidikçe yerinedaha inceleri bulunabiliyor. Resmi kültür anlayışınıntemsilcileri 1965ten sonra özellikle, ayak değiştirmeyoluna giderek - aynı örnek üzerinde duralım- NâzımHikmeti “ağıtı önce söylenen”e, “büyük gurbetçi”liğeindirgeyivermişlerdi. Cahit Sıtkı’nın şüphesiz iyi niyetleyazdığı şiirdeki “garip kuş”luğa Nâzım Hikmetin,57


58<strong>Erol</strong> Çankayasinirlenerek bir şiirle Tarancı’yı cevaplaması da biliniyorduüstelik. Burjuvazi elinden geldiğince kavramlarıve “zararlı” kişileri zararsızlaştırma çabasını sürdürürkenkültür alanını da boş bırakmayacaktır elbet. Peki, karşıkarşıya oluşan sorun burjuvazinin doğrudan kurumlarıaracılığıyla ürettiği düşünce sistemi midir sadece? Sonbirkaç yılda görülen bir başka eğilim de bu çabaya tazekan taşımaktadır.Nazım Hikmeti, şiirine temel aldığı muhtevadansoyutlayarak “barışın” şairliğine indirgeyiveren bueğilim, Nazım’ı, “Önceleri samimi bir şekilde inanmışama sonradan bu dogmatik fikirlerden vazgeçerek sılahasretiyle uzaklarda ölmüş, nihayet bir Türk şairi” gibigösteren dedikodu yazarlığı kadar saptırıcıdır ve “sol”bir ağızla konuşması nedeniyle de daha tehlikelidir.Kendi politik hesapları, çağdaş gerici ideolojileri için, neolduğu ortada olan bir şiirde sadece “barış”ı görebilmek!Sosyalizmi, “insancıllık geleneğini ısrarla vurgulayarak“hümanizme” indirgeyebilen bu eğilim, Nâzım Hikmetide, araç olarak kullanabilmek için “barış” şairliğine indirgeyecektir.Çünkü her ideolojik dönüşüm, her politikadım kaçınılmaz olarak sanatı da etkilemektedir.Burjuva nesnelliği anlamında olmayan bir nesnellikleçalışan bir çözümleme çabası bütün bu olgularıgörmezden gelerek salt sanatçının öznel kişiliğindenhareketle yalnız metnin içinde dönerek sağlıklı sonuçlaranasıl ulaşabilecektir? Elbette sanatçı ürününü sadece,tarihî, toplumsal, psikolojik vesair etmenlerin bileşkesiolan belirli bir momentte ortaya çıkarır. Kişiye özgüdiye nitelenebilecek birçok etmeni de analizde hesabakatmak gereklidir ama sanatçı toplumdaki benzerlerigibi insandır ve bilinci dönemin nesnel bilinciyle, kendisinesunulan ortamda belirlenir. Her insan gibi, sınıf


Popüler Kültür ve Edebiyatkavgasının belirlenime uğrattığı, gününün denge durumuylakoşullanmış biridir aynı zamanda. Bu nedenlesanatçının içinde bulunduğu bu “denge durumu”nunniteliği de çözümleme gerektirmektedir.Bütün bu nedenlerle, Cumhuriyet, dönemişiirini ve şu günlerin şiirini, tıkanmaların kökenini anlayabilmek,Türkiye toplumunun devraldığı toplumsalyapının ve bu yapı üzerindeki inşa sürecinin çözümlenmesiylemümkün olacaktır. Gene böyle bir çalışma,bu nedenlerle ve öncelikle Cumhuriyet Türkiye’siningeçirdiği yapısal değişimleri kavradığı, şiir sürecini bumecrada ele aldığı ve resmî görüşlerin dışına, başkabir sorunsala çekilebildiği ölçüde gerçekçi ve sağlıklıolacaktır. Yoksa, Tanzimat gibi siyasal, Fecr-î Ati ya daHececiler gibi edebî, “40-50-.. Kuşağı” türünden kronolojikayrımlar yukarıdaki gerekçelerle de açıklayıcıolmaktan uzak ve yapay kalmaktadırlar.Dünya Gazetesi,26 Mart 197959


DEVRİMCİ GENÇ ŞAİRE TUZAKGünümüzün devrimci genç şairi her bakımdantetik durmak zorunda. O, şairlik gibi güç bir görevin«teknik» girdisi çıktısı ile boğuşadursun, beri yandanda çok yönlü sakıncalı yönelişlerin tehdidi altında bulunuyor.Bu tehdidin, bir taraftan emperyalizmin ve burjuvazininpolitik plandaki aşağılık oyunlarına yardakçılıkyapılarak ortaya konulan burjuva şairlerinin birtakımyoz ürünleri; diğer taraftan, devrimci şiir diye önlerinesürülen ama aslında her şeyden önce «şiir» olmayansöz yığınlarının saptırıcı olumsuz etkileri olarakbelirginleştiğini saptayabiliriz.Şiirin eşiğindeki genç şair bu türden tuzakların herzaman tehlikesi altında olmuştur. 1960 yıllarına kadarNazmı Hikmet —Ahmet Arif şiirinin resmi İdeolojininçizgisindeki şairlerin bilinçli bilinçsiz katkılarıyla unutturulmaçabasına tanık olunmuştur. 1960 yıllarında yeniserpilen, edebiyata yeni giren genç şaiir günümüzden çokdaha değişik bir yozlaştırmanın tuzağına kıstırılmıştı.O günlere kadar olan dönem kendini de yeniden hayattanyalıtmış bireyci burjuva şairlerinin kâğıttan da olsakaplanlıkları devridir. İlericilik—devrimcilik adınagörülmedik maskaralıklar yapılmakta, yeni oluşan kafalaralabildiğine çarpıtılmaktadır. Nazım Hikmet yoktur,Ahmet Arif yoktur. Mevcut iktidarın faşist politikasına60


62<strong>Erol</strong> Çankayanoktasındadır. Kartlar açık oynanıyor derken vurgulamakistediğim nokta kaba bir bakış açısıyla mihengevurularak –en azından anlamlılık/soyut karşıtlıklarıyönünden- şiirin ne olduğunun anlaşılmasının mümkünolduğudur. Yoksa günümüzdeki tehlike daha zorluve devrimci şiir kılığına büründüğü için sinsice biryıpratma İçindedir.Devrimci genç şairi bekleyen bu sapma çok dahaönemlidir, bir bakış açısıyla göz atıldığında devrimci —toplumcu gibi göründüğü için en başta. Günümüzdeiş daha zor, savaş daha çetin demiştik. Bunu yineleyebiliriz.Karşımızda boy veren olumsuz sanat anlayışıbambaşka bir kılıktadır bugün. Devrimci şiirin amansızhastalığı popülizm, şemacılık, giderek devrimci özekasteden ilkelikler, slogancılık özentileri karşısındadevrimci genç şairin bocalamaması gerçekten çok zor.Nelerden sonra geç de olsa aklı başına gelerek harcadığıyılların telaşı içerisinde denize düşenin hesabıyladevrimciliğe sarılarak şiirden de olan şair eskilerinin;şair aşmaya pek meraklı, ne olduğu her gün biraz dahaortaya dökülen «toplumcu şiirin vurucu ozanları»,ölen hapse düşen kardeşlerimizin isimlerini iğrenç birbiçimde istismar ederek parsa toplamaya çalışanlarıntozu dumanı arasında yeni bilinçlenen devrimci gençşairin kafası oldukça bulanıktır bugün. Öyle ki; birkaçyıl sonra yeni yeni Özkan Mert’lerin ortaya çıkıp, «Bizşiire başladığımızda onlar egemendi, ister istemez onlardanetkilenmek zorundaydık» demeleri kaçınılmaz birhüsran olacaktır bu gidişle.Belki de kimi çevrelerce bu dikkat çekmemiz gereksizhatta son zamanlar, da görüldüğü gibi «devrimcişiire hakaret» (!) olarak nitelenecek ama biz buvurgulamanın günümüz ortamını gözönüne aldığımızda


Popüler Kültür ve Edebiyatçok Önemli ve öncekli bir iş olduğu kanısındayız.Toplumsal pratikteki çalkalanmaların yoğunlaştığıher dönem ve yerde görüldüğü gibi bu çalkanmalarkaçınılmaz olarak başıbozukluk biçiminde sanatplanında belirginleşiyor; saptırıcı Olumsuz etkinlerinistilâsına uğranılıyor. Geçirdiğimiz son dönemin ürünlerigenellikle bu tavrın örnekleri olarak karşımızda duruyorlar.Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki sanatınelbette bir ajite edici yanı vardır. Ama bu işlevi abartmak,giderek sığlığa, mekanik kuruluklara düşülerekşiir değil bildiri yazmak her şeyden önce devrimci şiiregösterilmesi gereken dikkati göstermemek, devrimcişiirin öncülerine; daha yükseklere, «yaraştığı burçlara»dikmek için devraldığımız sancağa saygısızlıktır.Devrimci şair devinen hayatla beslenmelidir, kalıplaşmışkavramlarla değil.Sözgelimi Divan edebiyatı için, Divan şiirindekiimgeler için mazmun nitelemesi yapılabilir. Duraı birbayatı yansıtan Divan şiirinde devinen hayatın değil olsaolsa bir kitabî imgenin tekrarı doğal karşılanabilir. AmaHalk Edebi, yatı için, halk şiiri için bu niteleme yerindedeğildir, mazmunlaşma yoktur. Divan şiirinde sözgelimibir «selvi boylu» imgesi, bir «lâle» imgesi mazmundur,işte günümüz devrimci şiirinde en zorlu tehlikelerdenbiri olarak böyle bir mazmunlaşma eğilimi görülüyor.Çoğu şairde, postal, kan, zulüm, mapusane, devrim,güvercin, tüfek, vs. vs. gibi sözcükler yaşayan olmaktançıkmış, kitabî imgeler, mazmunlar durumuna gelmiştir.Kimi arkadaşların, popülist özlemlerinden kaynaklananve şiirselliklerine çabucak kandıkları, en önemlisi desandıkları bu şiirselliklere be5 bağlamalarının sonucuolarak yerel deyişlere, folklorik sözcüklere boğulacakkerte gömülmeleri de altı çizilme, si gerekli önemli bir63


64<strong>Erol</strong> Çankayasorun olarak karşımıza çıkıyor. Bir de ilkellik sorunumuzvar. Salt biçim peşinde koşmanın ürünü olan şiirkargısında bazen tepki olarak oluşturulan slogancı, kababildiriciliğin kolayına kaçan sığ şiirler karşısında Ötekianlayışta olduğundan çok daha fazla dikkatli olmamızgerekiyor.Söz buraya geldiğinde biçimlilik üzerine desöylemek istiyorum. Genellikle şöyle bir kanı var, ortakdenilecek bir anlayış: Bireyci bir şairse, kendi dünyasınınadamıysa eğer, biçimdedir deniyor; yanlış bence. Mutlakböyle bir genel doğru olmadığını sanıyorum.Sözgelimi Nâzım Hikmet toplumcu özü temelyaptığı oranda biçime! bir şairdir de. Ahmet Arif için deaynı şeyleri söyleyebiliriz, «dağlı bir inceliği» olan biçimlibir şiirdir onunki de. Şiirinizin bu iki ustası için biçimcişairdir demenin hiç bir olumsuzluğu yok sanıyorum.Ama bir Hasan Hüseyin’e, H. İzzettin Dinamo’ya nekadar, biçimci değildirler, toplumcudurlar denirse densinbu kez hiç bir olumluluğun getirilemediği söylenebilir.Bence devrimci şair, salt özle şiir yazılmayacağınıbilen, şiirini devrimci bir öz üzerine kurarken gelenekselkalıplan zorlayan, çağın dinamizmine uygunbiçimi arayan şairdir. Yani devrimci özle biçimi ustacakaynaştıran şairdir. Günümüzde Divan şiiri kalıplarıyladevrimci şiir yazılamayacağını bilmemiz gerekiyor, bukalıplar hayatın hızlı gelişi karşısında işe yaramaz durumagelmiştir artık.Devrimci şair yapıtım ne kadar devrimci özletemellendirmeğe çalışırsa çalışsın, bu çabası kadar da yeniteknikler peşinde koşmak çağın dinamizmini yapısındayansıtmak zorundadır. Devrimci şair dendiğinde salt,devrimci bir özü temelinde yansıtan, iğreti bir estetiğe


Popüler Kültür ve Edebiyato sağlam özü mahkûm eden bir şair anlamamayız. Bununtersi 0larak, her burjuva şairinin yetkin bir biçimselyapısı olduğunu da söylememek gerekir. Son söz olarak,şöyle diyelim: Devrimci şair elbetteki biçim de gözetir.Salt muhtevayla şiir yazlamayacağı gibi yine salt biçimoyunlarıyla, dil yetkinliğiyle belki yenilikçi şiir yazılırama devrimci şiir yazılmaz.Yeni Ortam,9 Mayıs 197565


FUENTE GRANDE66Şafakta Ölüm!Lorca’nın öldürülüş biçimi karanlıkta kalmış,ayrıntıları bilinmiyor ya, bu konuda anlatılanlardanbir de şöyle: “.. Manzara karşısında dehşete düştüm.Tüfeklerinin dipçikleri ile vurarak, ona ateş ederek(içimizden bazıları korkudan donup kalmıştık) GarciaLorca’ya saldırdılar. Vızıldayan kurşunlar arasında Lorcakoşmaya başladı. Yüz yarda kadar ötede yere düştü,işini bitirmek için arkasından gittiler ama Federico kanlariçinde, yeniden ayağa kalktı ve korkunç bakışlarlaadamlara döndü...Adamlar dehşet içinde gerilediler..yalnız Teğmen elinde tabancasıyla, orada kaldı.GarciaLorca son olarak gözlerini kapadı, kanına bulanmış olantoprağın üzerine yığıldı..”(sf.196)Birbirinden ayrı düşünülmeyecek birisöylendiğinde akla hemen ötekini çağrıştıran iki olgu:Lorca ve İspanya İç Savaşı!1936’da başlayıp, üç yıl süre ile İspanya’yı birkan, ateş ve inanç cehennemi haline getiren savaşınüzerinden oldukça uzun zaman geçti ama, İspanya olayıgünligini yitirmedi hiç; bu dün de böyleydi, bugün de!.. İspanyol faşizminin idam ettiği 5 yurtsever için bütün


Popüler Kültür ve Edebiyatdünyanın sesini yükseltmesinin üzerinden kaç ay geçti?İspanya’yı dört bucağından sarsalıyan grevler ve gösterilerfalanjizmin sonunun vaklaşnğını gösterivor aynı zamanda,İspanya yine ön planda. “İspanya 39 da düştü”ama “öfkeli sıcak sesi geliyor” umudun ve inancın76’da.“İspanya gençliğimizdi İspanya gençliğimizdir.’’İspanya iç savaşını Lorca’ya özdeşleştiren olayGranadalı şairin faşistler tarafından - öteki onbinler gibikurşunadizilmesiydi. Bu nedenle Lorca’nın yaşamı biryerde İspanya Cumhuriyeti’nin ve iç savaşın da tarihidenilebilir. Eğer Lorca hatırlanıyorsa kurşuna dizilen,Terruel el’ de. Granada’ da Madrit ‘te katledilen on-binlerceCumhuriyetçi hatırlanıyor. Lorca inancın, demireve ateşe yürekle duran onbinlerce yurtsever İspanyolunsimgesi durumunda. Aydınlığın umudun ve inancın...İşte bu nedenledir ki, 1965 yazında Lorca üzerine birdoktora tezi hazırlamak üzere Granada’ya bir yıllığınayerleşen Ian Gibson çalışmasının eksenini değiştirmekzorunda kalır.O’nu ilk uyandıran, yazacağı kitabın odaknoktasının belirlenmesini sağlayan, şair ve ressam GerardoRosales olur: “Siz yabancılar, hepiniz birsiniz!Hepiniz buraya Federico’nun ölümünün iç yüzünüaraştırmaya geliyorsunuz ama 1936 yılında Granada’dageçen olayların iç yüzü hakkında bir şey bildiğiniz yok.örneğin, savaş başlamadan önce şehirdeki faşistlerinsayısının elliyi bile bulmadığının farkında mısınız?”Canı sıkılır bu sözler karşısında Gibson’un. O’nunilgilendiği iç savaş değil, Lorca ve hayran olduğu şiiridir,bunu belirtir ısrarla. Ama bu yargıyı öne süren salt Rosalesdeğildir. Çevresinin sürekli ısrarları karşısında fazladirenemeyip “tez ini unutur Gibson. “Tezi rafa kaldırıp67


68<strong>Erol</strong> Çankayaher kesin” yazmasını beklediği kitabı yazacaktır.‘’Lorca’nın Öldürülüşü” biyografik bir çalışmaolmanın da ötesinde, “İkinci Dünya Savaşının provası”(Malraux) olan bir kanlı savaşın nedenlerine ve öncesinedeğinen önemli bir ders çıkarılması gerekli bir olguyaışık tutan bir çalışma. Gibsan’ın kitabı Lorca’nınyaşamı ve öldürülmesi ekseninde, iç savaşa doğrugiden İspanyol toplumundan değişik kesitler verirken,İspanyol falanşizmini oluşturan kaynaklarına vefaşizmin gelişimine ışık tutuyor. Bu nedenle “Lorca veşiirini sevenlerinin değil, faşizmin sürekli bir tırmanmaiçinde olduğu ülkemizde, bu sorun üzerinde düşünmekisteyenlerin de okuması gerekiyor.Lorca’nın ölüm kağıdı öteki onbinlerce Cumhuriyetçiİspanyolundaki gibi dolduruldu:”...1936 yılınınAğustos ayında, savaş yaralarından öldü. Ölüsü aynıayın yirmisinde (aynen ) Viznar ile Alfacar arasındakiyolda bulunmuştur.”Ne olursa olsun, Lorca’nın Öldürülüşüaçıklık kazanmış değil. Olayın içinde olup durumuaydınlatabilecek tek kişi olan Yüzbaşı Nestares’ikonuşturamadığını yazıyor Gibson: “Lorca kendi basınahareket eden biri tarafından öldürülmüştü. KonuyuNestares’e açtığım zaman ürkek bir at gibi korktu. Biryanlışlık oldu, dedi, “İç savaşlarda görülen çeşitten biryanlışlık mesele çıktığı zaman sırf orada bulunduklarıiçin suçsuz kişiler öldürülür. Başka bir bilgi vereceğebenzemiyordu, güvenlik uğruna ben de fazla üstünevarmadım”.Lorca’nın öldürülüşü üzerine çeşitli savlardabulunulmuş, ama kesin biçimde kanıtlandığı söylenemez


Popüler Kültür ve Edebiyathiçbirinin. Kitabının “Propaganda” bölümünde her ikitarafça öne sürülenlere değiniyor Ian Gibson. Frankocuyönetim ve basın, Lorca’nın Ölümünde siyasal birneden olmadığını yaymaya çalışırlar ısrarla. (“Karanlıkaşk’”tezi!) Sonra sonra vazgeçerler bundan. Bu konudayorumu Şöyle Gibson’ı: “En sonunda rejim, Lorca’nınölümü konusunda, en iyi politikanın dürüstlük olduğunaaz çok karar vermiş görünüyor,(sf. 184) Ama bulgularınsonucu değiştirmesi beklenemez. Lorca ölmüştür artık vegeride kalan büyük şiiridir O’nun. Gibson şöyle bağlıyorkitabını, Federico o sabah Viznar’da katledilmemişolsaydı, Öteki onbinlerce insanın da unutulup gideceğinide ekliye rek : “...Oysa şimdi yıldırma hareketlerindensorumlu olanlar unutulup gittikten çok sonraları da onlarhalâ hatırda kalacaklar. “(Sf. 186)Ya da Hemingway’a öykünecek olursak Şöylede diyebiliriz: Bu gece İspanya’da soğukta uyuyor,Lorca’nın ölüsü. Lorca’nın ölüsü İspanya toprağının birparçasıdır ve İspanya toprağı ise hiç ölmeyecektir...Politika,1 Nisan 197669


GAZETE FIKRACILIĞIGazete fıkracılığı bizde “özelliği” olan biryazarlık türü. Batıda bizdeki anlamıyla bir gazetefıkracılığı, “köşe yazarlığı” türünün olmadığı, her günsürekli olarak yazan köşe yazarlarının bulunmadığısöylenir öteden beri. Söylenir ve gariptir, bu, Türkiyeiçin olumsuz bir özellik olarak görülür. Bence, Türkiyegerçeklerinden kaynaklanamayan Avrupaî entelektüellerinözgün olma meraklarından biri bu niteleme.Yanlışda tabii...Okuma yazma bilenlerinin genel nüfusaoranının hatırı sayılır bir miktara ulaşmadığını bir tarafabırakalım; fakülte bitirmiş “aydın”larımızın bile zamanbulamamaları (!) nedeniyle kitap okumadıkları bir ülkebizimkisi. Bu nedenle, “münevverdir” diye takdim edilenkişilerin “münevver”liklerinin okul diplomasındangeldiği görülünce pek yadırganmıyor genellikle; alışıldı.Aydınlarımız bile çokça kullanılan bir deyimle “gazeteaydını”. Her sabah gazete köşe yazarlarıyla hizaya gelen,dünyayı bu gözlüklerle görüp algılayan kişiler bunlar.Ne olursa olsun,özellikle geniş kitleleri, “kitap okuru”olmıyan yığınları düşünürsek, kitlelerle kurdukları bağaçısından gazetelerin önemi-yapıları bizimkine denkdüşen özellikler gösteren ülkelerdeki gibi- oldukça fazla.Maddi ya da eğitimsel ya da zaman bulamama (!)70


Popüler Kültür ve Edebiyatgibi nedenlerle kitap okuru olamayıp düşünsel evrenini,siyasal formasyonunu gazete, radyo , TV gibi kitlehaberleşme araçlarıyla kuranlar için -gazete, dergi, vb.sözkonusu edersek- köşebaşı yazarları çok önemli; Buoranda bu yazarların okuyucuya her sabah şırınga ettiklerişeyler, ulaştırdıkları düşünce kırıntıları da tabii..Ne yazık ki bu alanda hegomonya birkaç istisnaidışında kentinin trafik-belediye sorunlarından , ramazangeldimiydi ramazan sohbetlerinden bir türlü “batılı”olamadığımızdan yakınan laik yazarlarda kaldı Türkiyede uzun bir dönem. Bu kaosun dışına çıkılma dönemininbaşı da hemen her olguda rastlanılacağı üzere 27Mayıs’tan sonrası oluyor, 27 Mayıs’ın “göreli özgürlük”ortamının sonucu bu günler.Çetin Altan, İlhami Soysal,İlhan Selçuk gibi gazete yazarlarının yığınlarla oldukçaönemli bağlar kurdukları, işlevlerinin önemlerininönemsenecek noktalarda olduğu günler. ‘Papirüs” dergisinin“Nâzım Hikmet” sayısındaki ankete bir elektrikustasının verdiği cevap bu açıdan oldukça anlamlı:“Nâzım Hikmet kimdir, tanır mısınız?” yollu bir soruyuşöyle cevaplıyor: “Şiirlerini okumadım ama madem kiÇetin Abi Nâzım Hikmet iyidir diyor, iyi insandır. Mademki O, iyi bir şair diyor, iyi bir şairdir.”Ama bütün bu etkileyici sonuçlara karşın fıkrayazarlığı “nankör” bir iş de. Geçmişin ünlü fıkracılarıTek Parti ya da DP sultası altındaki zorlu muhalefetinyürekli kalem savaşçılarından, kaçı ayakta, kaçınınadını biliyoruz? Son yıllarda sesini ancak taşra gazetelerindeduyurabilen bir Danış’ in saygın yaşantısınıbile anısına yazılmış saygı yazılarından öğrenmiyor muyeni kuşaklar? İşin bir de başka cephesi var. Eskinin“fırtına” fıkracılarının yazıları derlense bile ne dereceilgi uyandırıcı olur?71


<strong>Erol</strong> ÇankayaGeçtiğimiz yıl içinde bu alanda oldukça önemlikitaplar yayınlandı. İlhami Soysal’ın, Çetin Altan’ın,Mümtaz Soysal’ın, Attila İlhan’ın. Uğur Mumcu’nun vebu alandaki öteki yazarların kitapları, sorunların temelindeyatana, gerçek olduğu içindir ki “kalıcı” olan şeyeyönelen ürünler. Sözgelimi Mümtaz Soysal 62’den buyana olan “yazılı” mücadelesinin ürünlerini topladığı“Güzel Huzursuzluk “ta inancını savunabilmenamusu ve başarısını gösteren bir yüreklî bilim adamının“topluma ve olaylara bir kez daha” bakışını getiriyor.Soysal bu yazılarını ne denli alçakgönüllü bir biçimdederlese de bu yazılar “geriye dönerek bakmanın en kolayyolu” değiI, oldukça önemli ve dersler çıkarılmasıgerekli yazılar. Sorun “12 Mart” olunca bu çıkarılmasıgerekli ders daha bir anlam kazanıyor. Uğur Mumcu’nun“Suçlular ve Güçlüler”i de aynı açıdan çok önemli birkitap bence;12 Mart’ın muhasebesini, eleştiri ve özeleştirisinide içermesi bakımından, Attila İlhan ‘Faşizmin AyakSesleri’nde bir yandan, toplumsal karmaşaya karşı sessizduramıyan bir sanatçının kültür sorunlarına olan bakışınıbelirginleştirirken, öte yandan da adım adım 12 Mart’agelişi,sonrasını veriyor. “Bir Müdahalenin Anatomisi”ve “Solu Kurtarmak” bölümleri bence bu açıdan oldukçaönemli yazıları derliyor. Bir de okurla kurulması gereklidiyalog açısından çok önemli bulduğum okutturabilmeözelliğini vurgulamak gerekiyor.Attila İlhan’ın üslubunu bir sanatçı özgünlüğününbelirtisi, özgün olma amacı olarak görmemek gerekiyorsadece. Bu elbette var, ama bence bu özgünlük72


Popüler Kültür ve Edebiyatokuyucuyla kurulması gerekli diyalog sorununda oldukçaönem kazanıyor. Attila İlhan’ın yazıları gibi kitabıda -dediklerine katılmayın isterseniz- daha başından saran,bırakılmayan doyumsuz bir kitap.Geçtiğimiz yıl bu alanda da pek çok kitapyayımlandı. Sadun Tanju’nun “Daha Güzel Bir Dünya”sı,Tütengil’in “Temeldeki Çatlak”ı, Seha Meray’ın“İnsanca Yaşamak”ı ve yine bir kültür adamının, HilmiYavuz’un kültür ve felsefe, edebiyat yazılarını derlediği“Felsefe ve Ulusal Kültür”ü bunlardan bazıları.Çetin Altan, geçtğimiz yıl yeni basımı yapılan“Geçip Giderken”in giriş yazısında şöyle diyor: “Siyasibir sınıf mücadelesinin gümbürtüsü ortasındadikkatler daima kavga..yazılarının üzerine çeki İdi.Oysa onlar hızla değişen Türkiye’de katıldıkları eylemingücü arttıkça tazeliği azalacak ve sonunda kaybolacakyazılardı. Siyasi yazıların değişmez kaderidir bu.Amaçlarına kavuştukları ölçüde kendilerinin ömürleriazalır... Kavga yazıları kahraman yazılardır. Yaratmayaçalıştıkları eylemde, başarıya ulaştıkları orandaölmeye mahkûmdurlar. “İşte günlük fıkra yazarınınsorunlarından biri; etkili ama kalıcı olamamak. Fıkrayı,gelecek kuşakların merakla (!) gezecekleri bir “müzesüsü” durumundan kurtarmak için biraz da “sanatçı”bir bakış açısı gerekiyor galiba, tabii geleceği sezebilen,okuyucuyla kuracağı diyalogu ihmal etmiyen, sağlam birperspektive sahip olan bir “sanatçı”nın bakış açısı...Politika,7 Şubat 197673


İNSANIN EVRENSEL GERÇEĞİ V.S. HAKKINDABu sayfada geçenlerde yayımlanan bir konuşmadaFerit Edgü şöyle diyordu: “Gençliğimde, yazarlığımınilk yıllarında buna (yazmaya) inanıyordum. Başka birdeyişle, kendimi ve dünyayı yazarak kurtaracağımainanıyordum. Bu inancımı çoktan yitirdim’ Arka arkayasadece bu yıl -şiir, hikâye, deneme- üç kitabını!yayınlamış biri söylüyor bunları! Konuşmayı yapanGüven Turan herhalde herkes gibi şaşırıyor, yazmayıniçin sürdürdüğünü soruyor o zaman. Ferit Edgü’nüncevabı şöyle: “Doğrusu şu, üç bin okuyucuya seslendiğihalde, ‘İşçi sınıfının mutlu geleceği için’ ya da ‘halkı bilinçlendirmek’için yazdığını söyleyen erinci i, mutlu yazarlardandeğilim ben.” Bu cümleden sonra Edgü’nün nasılbir yazar olduğunu anlıyoruz: “Dünyaya ve dünyanınbir parçası olarak gördüğüm kendime bakıyorum.Algılayabildiğim sorunlar var, algılayamadıklarım var.Benim gibi, bunları dile getiremeyen, hiç değilse benimgibi dile getiremeyen kişiler olduğunu düşünüyorum.Kendim ve onlar için yazıyorum.”Bu uzun konuşmasında daha bir çok şey söylüyor,ama bunlar ilgilendirmiyor beni şu yukarıya aldıklarımkadar; çünkü ne doğrudan ne dolaylı sorunlarım değil.Ancak, kendisinin belirttiğine göre “kendine” bakan biryazar olan Ferit Edgü nedendir bilinmez, konuşmasının74


Popüler Kültür ve Edebiyatbir yerinde, kendinden başka şeylere de bakıp kavramayaçalışanlara alay” etmek ihtiyacını duymuş!Kendisinin de söylediği üzere, Ferit Edgü,varoluşçu görüşü paylaşan hemen her yazarda “yazıcı”dagörülen bir tavrı benimsiyor. Bir yazma düşmanı aslında!Bu görüşte olanlar yazmaya ve yazmanın yararına.heminanmazlar, her yerde bunu söylerler, öte yandan dabazen “kabukları’! kaşınır, bazen kimisi, uzun uzun oeskitilmiş aynada yüzünü inceledikten sonra bulantıduyar ve yazmaya başlar. İntiharın edebiyatını ve felsefesiniyapanların arasından bunu hayatıyla doğrulayacakpek kimsenin çıkmaması gibi!..Geçen yıllarda Türkiye’ye gelen İsrailli bir yazarda yazmanın ne azap verici bir iş olduğunu söylüyor,“yazmaktan tiksiniyorum” diyordu. Ama Türkçe’yeyeni çevrilmiş bir kitabı için gelmişti! Nihilizm, hayatınbütün alanlarını kapsayınca doğal olarak yazarın varlıknedeni olan yazmak eylemini de kuşatır, bunda şaşılacakbir yan yok. İlginç olan, -artık pek de şaşırtıcı olmayanbututarsızlık. Ferit Edgü yazmaya bir vakitler inandığınısöylüyor ama zaten o dönemde de kendini profesyonelbir yazar saymıyormuş. Aynı konuşmadan öğrendiğimizegöre, yazarın bir kitabını oluşturan hikâyelerden birikonuşmacının “himmetiyle” bulunmuş. (Bu “himmet”lâfını Ferit Edgü kullanıyor.) Buradan, yazdıklarınakarşı ilgisiz, samimî bir yazma düşmanıyla karşı karşıyaolduğumuzu öğreniyoruz.Ferit Edgü, yukarıya da aldığım cümlelerindenbirinde, herhalde sosyalist gerçekçi bir sanat yapmauğraşında olanları kastederek, kendisinin bu yazarlar gibi“erinçli ve mutlu bir yazar” olmadığını belirtiyor. Bu birbilinçlilik sorunu tabiî. Yalnız, benim anlayamadığım şey,75


76<strong>Erol</strong> ÇankayaFerit Edgü’nün bu yazarların “halkı bilinçlendirmek” gibidoğrudan bir amaçları olduğunu kimlerden öğrendiğidir.Bu sanatçılar, kendi aralarındaki tartışmalarında da butürden mekanik, araççı yaklaşımlarla da mücadele ederekyararcı bakış açısını mahkûm etmişlerdir. Sanatsal bilgiylebilimsel bilginin ayrıldıkları noktaları ve bunlarınniteliklerini öğrenmek için yeterince, ve dışardan ithalmalı görüşleri gerektirmeyecek kadar malzeme veçalışma bırakılmıştır. Bu dünya görüşüne sahip sanatçıda, elbette kendi kaynaklarına yönelecektir.Bir de “üç bin okuyucu” sorunu var. Okuyucusayısının sanat eseriyle ilişkisiz bir olgu olduğunu iddiaetmiyorum ama Türkiye’de genel olarak okuyucuyazar ilişkilerinin niteliğini ve niceliğini kavrayabilmekiçin edebiyat sosyolojisiyle bilim adamı olarak ilgilenmekgerekmiyor, sanatçı dünyayla ve olgulara belirlibilincin perspektifinden bakarken -elbette yaradandeğil- yaratandır. Bu dünya görüşünün ışığında vebelirleyiciliği altında yazar; okur sayısının kaç olduğunuhesaplama yoluna giderek değil. Sosyalist gerçekçi biredebiyatı oluşturup yaygınlaştırmayı amaçlayanlarınokuyucusu F.Edgü’nün söylediği gibi üç bin değil amahenüz özlenen boyutlarına kavuşabilmiş de değil.Bütün bu olguları ve bunun toplumsal-politiknedenlerini Ferit Edgü’nün bilmediği düşünülemez.Nasıl bir toplumda bu “üç bin okurluk” kısır döngününkırılabileceğini de herkes biliyor. BU yazarlar, NâzımHikmet örneğinde görüldüğü gibi uzun zaman,yazdıklarını yayınlama yolları engellense, okuyucusuzda kalsalar, “işçi sınıfının mutlu geleceği için” yazmayısürdürüyorlar. Yazmaktan tiksinmeden, ona sonuna kadarinanarak yazıyorlar. “Üç bin okuyucuyu” spekülatifbir biçimde yorumlayan Ferit Edgü, bu anlayışın


Popüler Kültür ve Edebiyatokuru “üç yüz bin” olsa “işçi sınıfının mutlu geleceğiiçin” yazacak mı; yazdıklarını geniş halk kitlelerininkarşısına çıkarma imkânını bulabilse hangi satırını çıkıpokuyabilecek! Soru cümlesi şeklinde kurulmuş olsada şu son satırı Ferit Edgü’nün düşüncesini öğrenmekiçin yazmadım, çünkü “kendisinin ve onların” kimlerolduğunu iyi biliyorum. Bu noktada kendi konumlarınadeğinmek istemiyorum, çünkü bu anlayışın alternatif birsanat olduğuna inanmıyorum. Yalnız, bir de “evrenselaçıdan bakma”dan sözediyor F.Edgü: “..ben sorunlaraevrensel açıdan bakmak gerektiğini ileri sürüyorum.”Son bir kaç yılda, kimilerince de “sol” bir yaldızlatekrar piyasaya sürülen ayak değiştirmiş varoluşçulu/yapısalcı görüşler kuşattı ortalığı. Bu çevrelerce önesürülen şu mahut “evrensel insan gerçekleri” nedir?İnsanın yalnızlığıdır, ölüm karşısındaki çaresizliği vezavallılığıdır; öyle beşeri insansal duygular vardır kikarşısında bütün teoriler ve daha çok da şu Marksçılıkiflas etmiştir. İnsan bir başkasıyla anlaşamaz, çünkücehennem başkalarıdır. (Sartre) (Buraya gelmişken ikincibir, parantez açarak, kimilerince çeşitli defalaryorumlandığı gibi Cehennem Biziz derken CehennemKendimizi amaçlamadığımı belirtmek isterim. Başka bircehennem’den söze diyorum ben, öyle felsefik bir iddiamfilan yok. Sıradan bir söz; “El ayak buz kesmiş, yürekcehennem” diyor ya Ahmed Arif, öyle işte!Bu çağın belirleyici evrensel gerçeği nedir? Çağıve toplumları alt üst eden, toplumların dayandığı dengedurumunu bozan toplumsal gelişme dinamikleri midir,umutsuzluk ve boğuntu mu? Toplumlardaki kölelik duygusumudur, ulusal kurtuluş savaşları ve devrimler mi?Bu çağın temsilcisi insan boğuntulu, umutsuz olan mıdır,yılgınlıkla da çarpışan, yaşama isteği ve direnci ölüm77


78<strong>Erol</strong> Çankayakorkusuna başat olan mı?Kimilerinin canını sıkacak “bıktırıcı” sorulardırbunlar ama bu “can sıkılması” be bir şeyler ifade edecektir.Bir defa, her sınıfın kendi ulusal ve evrenselgerçeği olmasının ötesinde, mutlak insan gerçekleridiye bir şey yoktur. Evrensel insan gerçekleri diye sıksık öne sürülen, bu anlayışın taraftarlarınca güya sahipçıkılan insan değerlerinin mutlak olmadığı ve her tarihîtoplumsaldöneme tekabül eden nisbi değerlerin sözününedilebileceği en az yüz yıldan beri ortadadır.Bunun yanında, çürümeyi, niçliğe dönüşmeyi savunurkensosyalist gerçekçi ürünleri ilkellikle, insanınevrensel gerçeklerini görmezden gelmeyle ve sosyalistlerisekterlikle, dogmatiklikle suçlayan bu çevrelerinsan gerçeklerinden biri diye sunulan “umutsuzluk”kadar en az “umudun” da insan gerçeği olduğu temelgerçeğini gözardı etmektedirler. Bu çevre tarafındanyapılan yazarlık tanımı, yeni peygamberlerin lâfı olan“bir şeyi belli bir biçimde söylemektir. Genel olarakdüşünüldüğünde kimsenin itirazı olmayan bu söz özelbir amaç için kullanılır.Gözden kaçırılmak istenen gerçek, belli birbiçimde söylense de her şeyden ve sözden önce, söylemeedimine konu olan bir şey’in olması gerektiğidir. İşte asılhesaplaşma bu “bir şey’in niteliğinin üzerinde olacaktırama bu nedense hep unutulur.Şiir, kelimeye göre bir edimdir elbette, ama saltkelimelerden de oluşmaz. Gariptir ama bazen bir Anayasadeğişikliği şiiri, salt kelimelerden oluştuğu sanılan


şiiri bile nasıl oluyorsa değiştirebilmektedir!Popüler Kültür ve EdebiyatBu anlayıştan olan kimilerinin dillerine pelesenkettikleri bir buluş da, gene Barthes’dan mülhem “yazarlık/yazıcılık” ayrımı. Görülen, kendilerine “yazarlık” payesiniveren bu kişilerin, “işçi sınıfının mutlu geleceği için”yazanları yazıcılık/yazanlıkla nitelemeleridir. (Yalnız,hak yememek için belirtelim, Nazım Hikmet’e bir sözetmiyorlar!)Ben kendi hesabıma, bireyci, toplumcu (cemiyetçi)ve sosyalist sanatların her kesiminin içinde, yazarında yazıcının da bulunduğuna inanıyorum. Madem kibu ülkede burjuvazi diye bir gerçeklik var; onun da birsanatı ve sanatçıları olacaktır. Bu kesimin arasındaniyi sanatçılar, yazarlar da yazıcılar da çıkacaktır; aynışekilde sosyalist sanatın platformundan da.Can Yücel’in bilinçlilik bulunçluluk (vicdan)diye yerinde bir ayrımı var. Sanatçının, vicdanına dayananöznel bir seçim yapmasının sosyalist bir sanatyapmaya yetmeyeceğini belirtmek için kullanıyordubu ayrımı Canı Yücel. Bu ayrımı bir yana bırakalım,öyle görülüyor ki kimi burjuva sanatçılarının vicdanadayanan böyle bir sorunu bile yok.Ama gene de bireyciliği bireyselcilik hattatoplumculuk diye sunma gayretlerini literatürüdipnotlarından eksik etmeyerek sürdürüyorlar. Nedenleriortada, bunu da anlıyorum ama.”sol” ağzıyla yapılanbu tezvirat kampanyası kendi ağzıyla konuşsa çok dahayararlı olacak. Kendi sorunlarını çözmeye yönelerek“yazanlara yaraşır ürünler ortaya çıkarmaları iseyapacaklarının en iyisi olacaktır.79


<strong>Erol</strong> ÇankayaBir kaç iddiasını tartışmak gereğini duyarak,aynı anlayışın başka savlarının dolaylarına da geçmemisağlayan konuşmasında katıldığım bir cümlesi var ki oradaşöyle diyor Ferit Edgü: “Balık hangi suda yaşıyorsabesinini o suda bulur.” Alegoriye başvurmadan, bu cümleyişöylece yeniden kurmak,istiyorum: İnsan hangi topraktayaşıyorsa besinini o toprakta bulur ve o toprağabenzeyecektir artık.Dünya Gazetesi,2 Nisan 197980


M. NİYAZİ AKINCIOĞLU’NUN ARDINDAN8 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinin ikincisayfasında yayınlanan bir ölüm duyurusu M. NiyaziAkıncıoğlu’nun öldüğünü bildiriyordu: “BaromuzAvukatlarından Kırklareli’nin yetiştirdiği değerlidüşün ve sanat adamı şair, büyük insan Avukat NiyaziAkıncıoğlu’nu 1 Şubat 1979 günü kaybetmiş olmanınderin acısı içindeyiz.” Türkiye Yazarlar Sendikası’ncadeğil de Kırklareli Barosu Başkanlığı’nca yapılmış buduyuru.Bir bakıma doğal bu, çünkü Akıncıoğlu son otuzyıldan beri “şair Akıncıoğlu” olarak değil, “Avukat”olarak sürdürüyordu yaşantısını. Yalnız, son bir kaç yıliçinde tekrar, ustası olduğu şiire döndüğü, eski ürünlerindenhiç de aşağı olmayan dizeler yazdığını kanıtlayanbir kaç şiir yayımladığı görüldü.1916 yılında Bursa’da doğmuş M.NiyaziAkıncıoğlu. 1940’ larda, Hukuk Fakültesinde okurkendönemin ilerici dergilerinden olan Pınar, Yürüyüş, Ses,Yeryüzü gibi yayın organlarında “Vatana ve GurbeteDair”; “Bursa”, “Edirne”, “Köroğlu” gibi ünlü şiirleriniyayımladığı görülüyor. Daha sonra birdenbire şairyanını öldürmeyi seçip “Avukat” olarak Kırklareli’ndeyaşamayı yeğler. 1950 yıllarında Kırklareli’ nde “komünizanbir partiyi idare etmek” savıyla yargılanarak iki81


82<strong>Erol</strong> Çankayayıl mahpus yattığı görülüyor Akıncıoğlu’nun. 1970’lerekadar süren uzun bir sessizlik dönemi içine girdiğin*görüyoruz daha sonra. 1971’den sonra yayımladığı ikişiiriyle, şiir yayımlamasa da “Her Allah’ın günü şair”kalabildiğini kanıtlayacaktır.Türkiye’de uzun yıllar, içinde siyasal birçok etmeninde yer aldığı nedenler yüzünden 1940 Kuşağısosyalist gerçekçi şairleriyle arkadan gelen kuşaklararasında bir kopuntu yaşandı. Nazım Hikmet gibi birşairin bile geniş okur kitleleriyle ancak 1960’ların sonundakarşılaşma olanağı bulabildiği düşünülürse buolgu karşısında pek de şaşırmamak gerekiyor.Kaldı ki Nazım şiirinin bile hâlâ bütünboyutlarıyla kavranabildiği söylenemez. Aradan buncayıl ve toplumsal demokratikleşme yolunda bunca mesafealınmasına karşın, bırakalım geniş okur kitlelerini,sosyalist bir şiire varmak isteyen genç şiir kuşakları bilebu dönemi tüm açıklığıyla öğrenebilmiş değiller. Bilinmeyenbirçok olgu, horlanmış gözardı edilmiş, resmikültür politikası sonucu unutturulmuş birçok sanatçı vargünümüzde de. Asıl üzücü olan yan ise, gerici kesim kadarve belki daha çok etkin olan “ilerici” çevrelerin bukonudaki tavırları.Oysa günümüz Türkiye’sinde sosyalist bir şiirigerçekleştirmek isteyen her şairin ilk yapması gereken,bu dönemi gereğince kavrayarak, geçmiş ustalarla aradakikopuntuyu gidermek. Günümüzün genç şairi sosyalistger çekçi bir şair bileşimini, kaynaklarının neredeolduğunun bilin cine vararak, bu toprağın üzerin de bubağı kurarak gerçekleştirebilecektir çünkü.Bu kopukluğun giderilmesi doğrultusundaki bir


Popüler Kültür ve Edebiyatçabaya A. Bezirci’nin “Başlangıcından Bugüne TürkŞiiri” adlı antolojisiyle rastlandı geçmişti,Yeni kuşaklarbirçok usta gibi M. Niyazi Akıncı oğlu’nun şiiriyleilk kez bu derlemede karşılaştılar. Ve ilk kez buradaokudular “Yağmur Duası”nı, “Hasbihal”i-, ve ‘HürriyetKasidesi”ni. Akıncıoğlu’nun şiirlerinden yapılmışve olabildiğince kapsamlı iki derlemenin 1974 yılındaYarına Doğru dergi sinde yayımlandığı görüldü. SonraYansıma ve Türkiye Yazıları dergilerinde iki şiir.Siyasal mücadelenin içindeki küftür-sanat boyutununÖnemini de kavrayan kuşaklar özellikle 19/ldöneminden sonra geçmişin kültür mirasıyla bağ kurmaçabasına giriştiler ama bir çok nedenler yüzünden bütünüylebaşarılamadı hu, Bu kısırdöngü yü sadece NazımHikmet ve Ahmed Arif şiirinin kırabildiğini görüyoruz.Bu adlara sonradan Enver Gökçe da eklendi amayeterince tanınmayan, bir çok şair var hâlâ. Kaldı ki buandığım şairler de ancak siyasayla doğru dan bir bağiçinde oldukları şiirleriyle biliniyorlar. Sosyalist kesimdehâlâ egemen olabilen, sanata yararcı bakış açısı doğalolarak bu sonucu yaratıyor. İşte Akıncıoğlu da bilinmesizorunlu olan bu ustalardan.M.Niyazi Akıncıoğlu’nu 1940 Kuşağı şairleriarasında önemli ve özgün kılan nitelik, Halk şiirininöğelerinden olduğu kadar Divan Şiirinin tonalitesindenve ritminden de yararlanarak yeni bir şiir oluşturması.Savaş yıllarının, aylığın ve esaretin iğin de umudun vedirenişin türküsüdür onun şiiri.Bu öğeler yalın kat bir gerçekçilikle değil insaniolanın bileşkesinden verilir: “Bir ezan vakti başladıgurbet/bir ezan vakti bitti memleket/ve cümle esaret./İliklerimize kadar mehtap vardı.” diyordu bir şiirin de.83


<strong>Erol</strong> ÇankayaŞöyle yazıyordu “Köroğlu” nda:”..seyri malum bizcetarihin /malum ve mutlak; /Yarın aydın, yarın güzel,/yarın bizim olacak/. /Yirminci asrın göbeğinde biz,/ Dahamerd, daha insan,/daha cesuruz; /Ve hâlâ yaşıyoruz..”temelsiz bir nikbinlik değil, tarihsel bir iyimserliktir bu.Birkaç yıldır sözü ortalıkta gezinmesine karşınkitabı yayımlanamadı Akıncıoğlu’nun. Bunda birazdakendisinin, şiirlerini yayımlatmak istemeyen tavrınında rolü vardı sanıyorum. Yakında günışığına çıkacağınainandığım kitabı, Nazım Hikmet, Enver Gökçe, AhmetArif gibi uzun yıllar “sır” olmuş ustalardan sonra sosyalistgerçekçi şiirimizi yepyeni bir ufuk ve boyutlanmasağlayacaktır. Artık hep omuzlarımızın dibinde veYakından sevgilerle.Dünya,5 Mart 197984


MAKİNALAŞAN TARIM VE “VUKUAT VAR,,«Saçlarını çözdü, taramaya başladı. Tarağındişleri hemencecik pamuk tozlarıyla doldu.»Orhan Kemal’in romanları «Bereketli Topraklar...»ından «Eskici ve Oğullarına, «Küçük AdamınNotları» ndan «Kanlı Topraklarca, oradan «HanımınÇiftliğine uzanmayla oluşan bir zincirin, acılı bir destanınparçaları. Zorlu bir uğraşın sonucu ortaya çıkarakbirbirinin üzerine yığılan ciltlerdeki binlerce sayfa: odönem güneyinin, Adana’nın, pamuk ağalarıyla toprakağalarının cirit attığı, patoz ırgatlarıyla, «betonundanbile ot bitiren» Çukurova’nın kavurucu güneşiyle bütünbir toplumun ekonomik çelişkilerini yansıtan bir devpoem’in dizeleri. Kapitalizmin talan çarkının arasındaufalanıp giden küçük adamların sanayileşme sürecinegirmiş bir kentini anlattığı yapıtlarıyla bir döneminpanoramasını çizer Orhan Kemal. «…1946.48 yılları,nınAdana’sı: coğrafya kitaplarında Türkiye’nin dördüncübüyük şehri, İstanbul, Ankara, İzmir’den sonra 100 biniaşkın nüfus. Fabrikatörü, toprak ağası, mirasyedisi, pekaz küçük memuru, pek çok un fabrikası işçisi, ondanda çok ırgatı ile Adana. Yazlık barlarında «artistlerinayakkaplarındaki çiviler batmasın diye ve topuklarınınaltına 500’lükler katlanan Adana. (…)85


86<strong>Erol</strong> ÇankayaHer cuma Köprübaşını, Kalekapıını dolduranırgat pazarları, Köprü, başındaki Çiftçi Birliği binasınınduvarları dibinde dönen ırgat alışverişleri… Sıcağın, tozun,pisliğin vıcık vıcık yoğurduğu bir Adana.»Bir kitabının tanıtma yazısında Orhan Kemal’inamacı, «Çukurova’nın sosyal, ekonomik ve siyasalfonu üzerinde ora insanının serüvenlerini tipik olarakvermek» diye saptanıyordu. Bu benim katılmadığımve Orhan Kemal’in roman ve öykülerinde kullandığıtekniğe, içeriğine, toparlarsak Orhan Kemal sanatınavarmada kullanılacak çok yanlış ve daha baştan sakatbir yol. Bir kere Orhan Kemal’de tipleme amaç de. ğilaraç’tır. Çukurova’nın toplumsal ekonomik ve siyasalortamında, bu toplum yapısının oluşturduğu, çoğu kezharcadığı insan tiplerini vermekle birlikte amacı birey,tip olmamış (tiplemenin en belirgin olduğu «Murtaza»dabile bir yere kadar bu böyledir) tersine bu ezik, harcananinsan kesitleriyle yüzbiınlere açılarak Çukurova’nıntoplumsal ekonomik” ve sosyo-politik sorunlarını, oortamı sergilemeyi ereklemiştir.Roman iki serüvenle içice yürüyor. Toplumsalsorunların ağırlık kazandığı, genellikle MuzafferBey’in merkezkaçı çevresinde dönen en o dönem batıcıBürokrat tiplerini, parti oyunlarını, aktüal politikayıveren kesiti, diğeri ise Kemal’in Güllü ile olan ve birkaçyardımcı aktör, figüran ile oynanan aşk öyküsü. Romandailk planda bu iki konu, bölümlemelerin matematikselbir kesinliği oluşu yüzünden kopuk bir görünüşalıyorsa da gerçekte aralarındaki organik bağ” sağlam.Kemal’in toplumsallıktan yalıtılmış gibi görünen aşköyküsü temelde, siyasal etkenliğiyle de toprakları üzerindeamansız bir sömürü düzenini sürdüren «sapına kadarinkılâpçı» Muzaffer Beyden, Ramazan’dan, hinoğlu hin


Popüler Kültür ve EdebiyatKabak Hafız’dan kan alıyor.Romanda ortaya konan ilginç noktalardan biri deo dönem toplum yapısında görülen insan ikiliği. Yavaşyavaş belirginleşmeye başlıyan batıcı laik bürokrat insantipi ile halk arasında gittikçe açılan boşluğu iyi saptamışOrhan Kemal. Halk içinde önceleri, olagelmiş kültürikiliğine koşut olarak saray çevresine, Tanzimatçılaradönük olan soğukluk ve tepki giderek Cumhuriyet’in tangoaydınlarını hedef alır.. Ama bunda asıl sorumlu boynuyularlılardan gördüğü horlanmayla sınıfı münevver’denkopan kitle-i halk ve avam değil, bürokrat eşraf işbirliğinedayanarak halktan kopan Kemalist batıcı-bürokratazınlıktır. Bunun kökenini daha gerilere, 2. İnönü Savaşısıralarına götürüp te; «Kafileyi durdurdum. Subayları birkenara topladım. İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz.Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Banabakın dedim.Kimse işitmesin millet düşmanınızdır.» (3)diyen İnönü’yü ve bunun arkasında bürokrat-batıcıaydınların halktan kopuk kadrosunu daha bir tanıdıktansonra Hamza’nın şu sözlerinin olsa olsa bir tepki olduğudaha somutlaşır: «…Bir kravatlı, efendi yani.. Ayağınabasmışık. Çüş dedi. Bir baktım bana diyor. Nevrim döndüefendi, derhal yapıştım yakasına, dedim: Bu çüş bizemiydi lan? Dedi: Ayağıma bastın. Dedim: Bastık belle,n’olacak? (...) Hık mık derken sağlı sollu bir bir daha...Deli tavuk gibi anca porttu, mahalle arasına diye yatırdı.Ben de ardından, derken tuttular. Boş ver dediler, nerdenbaksan iki paralık bir kravatlı. Uyduğun ADAM olmalıki, vursan bile, elin adamı eh demeli, aşkolsun...»(sf. 19)İşte parti içi bölünmeler de bu sıralara rastlıyor. Yenikurulan parti «irtica meselesinde de liberalist» bir yöntemletabanını halka dayamış, diğerlerini silindir gibi87


<strong>Erol</strong> Çankayaezerek ilerlemektedir. (4) Yeni partinin propagandasınışehir klübünde yapan Zekai Bey’in şu konuşması partisiningenel tavrını iyi belirlemesi açısından ilginç: «—..Atatürk inkılâpları, Atatürk inkılâpları... Bu muayyen,malum, belirli bir zümrenin yaygarasından başka nedir?(..) Hâlâ parti üyesi biri sıfatıyla böyle konuşmamamicabeder. Fakat azizim, şunu unutma ki, memleketinyüksek menfaatleri, parti tüzüğünden, bir kelimeyle partive parti menfaatlerinden önce gelir.»(sf. 200)Marşal yardımının resmen tescilin, den sonratarımdaki kapitalist gelişme işte bu dönemde başlıyor.Makinalaşan tarım, kapalı köy ekonomisinden kapitalistpazar ekonomisine geçiş, yarı emekçilik diyeniteleyebileceğimiz bir İÇ göç (5), Amerika’yla sıcakilişkiler, liberalizmin kendi diyalektiğimiz dışında ithali,çok partili hayata geçiş, Amerikan hayat tarzı özlemleri,Marşal yardımının öngördüğü tarımdaki teknolojikgelişimin yörüngesine oturtulması için ziraat aletleri vemakinaların ithali...Makinalaşan tarımdan korku duyan bir sınıf, öteyanda suni de olsa kurulması istenen kapitalizmin geliş,meşinden hisselerine düşecek paydan yararlanacak birdiğer sınıf: «Hükümeti Amerika’dan geniş mikyastaziraat aletleri getirme teşebbüsü gerçekleşmiş gibi birşeydi. Rusların Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan’ı istemeleribir taraftan da fena olmamıştı. Bu suretle hükümetartık bir karar verme arefesindeydi. (...) işin en hoş tarafı,Marşal planı gereğince, memlekete girecek külliyetli ziraataletleriydi. Bizde de, tıpkı Amerika’da olduğu gibidinamik ziraat başlayacak, öküz ve tahta saban, tarihinkaranlıklarına karışıp gidecekti.» (sf. 85)88


Popüler Kültür ve EdebiyatOrhan Kemal’in kitabının bazı yerlerinde ailekurumunu eleştiren yanlar da var. Ataerkil ailede kadınınsilikliğini, ezilmişliğini imliyen annesine Güllü’nünsöyledikleri dışa vuran bir öfkeyi iyi belirtiyor. Erkek,karısının gözünde mitleşmiş bir yaratık. Annesinin«Erkek karısının küçük tanrısıdır» sözüne karşı koyarGüllü: «Onlar erkekse biz de kadınız. Ama sizin gibikadınlara müstahak, içer sızar, her türlü haltı karıştırır,ırz namus bilmezler, sonra da küçük tanrı. Ben tanrımanrı bilmem. Sen sensin, ben ben.., Hele kılıma dokunsunlar…Orospu dölüyüm, beşlerine beş, ellerinetaş..» (sf. 150) Gerçi böyle bir ailesel hukuk kurallarınıngeçerli olduğu böyle bir dönem ve bölgede on üçünüsürdüren bir kızın bu biçim konuşması inandırıcılıktanuzak bir eylem oluyor ama, unutmamak gerekir ki Güllüailesine maddî yönden bağımlı değil. Yıllarca fabrikalarda,çırçırlarda çalışmış, gözü açılmış yani. Söylediğison cümleyi de özellikle aldım sonra.Orhan Kemal bu biçim bir konuşmaylakahramanına öyle bir hava vermiş ki, romanın, başındayaşından söz etmese bile, o savruk deyiş özelliği,o umursamazlık unutulmaz bir çocuk havası, tadıkatıyor. Annesine karşı bağırarak direnmesi, yazgısınakarşı gelirken söylediği sözler hep bu çocuk havasıylagerçekliğini, inandırıcılığını yitirmiyor.Çok geçmez Muzaffer Beyin en gvendiğiadamlarından biri olan Yasin Ağa’nın, elinde kaparoolarak bir beş yüzlükle gelip, kızı resmen istemesi Üzerinebu işi gerçekleştirebilmek için (DİRENEN) Güllü’yebaskı yaparlar. Güllü için bir tek çözüm yolu kalmak,tadır geriye: KAÇAR o da. Kemal kızı evine alır amakendisi fabrikadayken evine polislerle gelen BerberReşit ve kızın ağabeyi, yaşı küçük olan Güllü’yü alıp89


<strong>Erol</strong> Çankayagötürürler. Eve gelince de bir direğe bağlıyarak döverler.Kemal, işte tam burada, kızı kurtarmak için evinkapısını omuzlayıp içeri girdiği zaman vuruluyor: «...ufacık tabancanın ince namlusundan bir alev parladı.Kemal sendeledi, sonra bir iskambil kâğıdı gibi sırt üstüdevrildi...«.. Vukuat var, vukuat var, polüiiiis...»Güllü çaresizdir artık, Ramazan’ın getirdiği hususîyebinerek «Hanımın Çiftliği’ne doğru yola çıkar...«Vukuat Var», toplumsal düzendeki feodal etkenlerinkomprador kapitalizmiyle omuzlaşarak nasıl serpilipgeliştiğini, bir dönemin toplumsal politik, iktisadî düzeydetablosunu vermesi açısından ilginç bir belge, üzerindeyeniden durularak dikkatle okunması gerekli bir roman.Yeni Ortam,31 Ocak 197390


OKURUNU YARATAN ŞİİRÜzerinde durmak istediğim olgu ne çokçayinelendiği gibi şiirin okurunu yitirmesi ne de bu savakarşı çıkanların söylediği ve benim de benimsediğim,‘böyle bir olgunun ancak belirli nitelikte bir şiir anlayışıiçin geçerli olabileceği’ –karşı-savı.Şiir kuşakları ve bu “kuşak”lara bağlanan okurlar beni şuan düşündüren.Türkiye’nin hızla geçirdiği yapısal dönüşümlerher şeyi hızla eskitiyor, duyarlıklar evriliyor, eskibeğeniler yerini yeni değerlere bırakıyorlar. Ama buoluşum süreci içinde gözden kaçmayan bir olgu da şiirokurunun daha başta ilişki kurduğu bir anlayıştan ya dabir şairden kolay kolay vazgeçmemesi. Bir anlamda herşair ve şiir, bir okul gibi kendi okurunu eğitip biçimlendiriyor, koşullandırıyor.Bu beğeniyle oluşmuş bir okur arkadan gelen birşiir kuşağından oldukça habersiz ve rastlantıyla ilişkikursa bile kendisi çok farklı bir yerde olduğu için genellikletadına varamıyor, önemsemiyor bu şiiri. Kronolojikolarak dikey düzlemde bu böyle. Bir de yatay bir oluşumgörülüyor bu farklılaşmada. Her okur doğal olarak ideolojik,estetik vesait* nedenlerle seçmesini yapıyor belirlibir anda ve aradığı nitelikte olan sanat ürünlerine91


92<strong>Erol</strong> Çankayaeğilim duyarak onları yeğliyor. Bunu anlamak elbettedaha kolay.Çünkü elimizde nesnel koşullara ilişkin bu seçmedeetkili gerekçeler, veriler var; bunların ne olduğunukestirebiliyoruz.Edebiyat kuşakları gibi buna bağımlı olarakbir tür okur kuşakları da var. Şiir söz konusu edeceksek,yaşantısının belirli bir anında kendi duyarlığınave ilişkilerinin düzeyine bağımlı olarak bir şaire ya daşairler kümesine bağlanan okur “kendi şairi olan” buşaire bağlanarak sürdürüyor şiirle ilişkisini.Şairle belirli bir anda ve değişik gerekçelerle kurulanbağ “alışveriş” diye adlandırılabilecek bir ilişkiylesürüyor, şiir okuru bu şiirle koşullanıyor. İlk şiirleriniyazmakta olan bir şair bu nedenle kendi okurunu yenikuşaktan, eski şiir anlayışıyla koşullanmamış bir okurkuşağından sağlıyor zorunlu olarak.Bu yüzden, bütün edebiyat kuşaklarına dağılmışbir okurun pek sözü edilemiyor. Eski kuşağa-anlayışabağlanmış okur yenileri kavramıyor, yeni okurlar da eskikuşakla bir cins komünikasyon buhranı’nı yaşıyorlar. Oçok sözü edilen kuşaklar arası farklılaşmadan da farklıbir olay bu.Bu olgunun nedeni olarak ikisi de birbiriyleilişkili iki neden gösterilebilir.Öncelikle Türkiye’de Cumhuriyet dönemindeyaşanan ve toplumsal-ekonomik düzeyde cereyan edenolayların siyasal düzeydeki yansıması ve Türkiye’de şiirinkısa süreler de birbiri ardında geçirdiği “yenilenme”ler.Şiir elbette “geleneğe başkaldıran” özel bir tür ama son


Popüler Kültür ve Edebiyatkırk yılda bu başkaldırma ve yenilenme eğilimi zorunluolarak gelenekten kopuşu da getirdi.Folklor temeli üzerinde ideolojik olarak popülistiçerikli Hececiler, Mayakovski ve genel olarak Rusfütiristlerinden esintilerle şiirimize yepyeni bir ufuktaşıyarak sonradan da geleneksel şiirle gene yepyenibir bireşime varan Nazım Hikmet. Nazim Hikmet’inçevresinde bir şiir oluşturulurken Enver Gökçe, AhmetArif, Niyazi Akıncıoğlu gibi şairlerin aynı damardanama çok özgün bir şiire varmaları.“Garip” hareketiyle birlikte şiirin geleneğindenkopuşu başlamakta ve siyasal düzeyde gerçekleşmişoluşumlar da bu yönelişe kan taşımaktadır. Bu dönemdegelenekle olan bağını da ihmal etmeden geçmiş şiiriözümleyerek devrimci bir biçimde aşma girişimleri geriplana itilirken resmi kanallardan da andığımız aykırışiire arka çıkılacaktır.Dönemin nesnel koşullarının da bu süreçteoldukça etkili olduğu söylenmeli ama. Daha sonra,bunu izleyen dönemde ise -ki 10 yıllık bir “fırtına”dir. Kurallarını işleten süreç içinde geleneği tümüyleyadsıyan doğrudan ithal bir şiirin çevresinde “fırtına”koparıldığını görüyoruz. Garip birinin hiç olmazsa“halkçı” bir yanı vardır ve özellikle Orhan Veli, ölümüyleyarım kalan bir işe girişerek Halk şiirine, Halktürkülerine yönetip yeni bir bireşim çabası içine girer.Bu dönemi izleyen II. Yeni şairlerinin ise böylebir kaygıları bile yoktur. Onlar bu toplumda doğarakTürkçeyle şiir yazmak gibi “makus bir talih” uğradıklarıiçin kahrederler kendilerini. Bir “Garip”çi ise zaten“klasiklerimiz olmadığı için başka dillerin klasiklerineöykünen şeyler yazmaya başlayacaktır. Gelenekle ve93


94<strong>Erol</strong> Çankayabu toplumla göbek bağını yadsıyarak oluşturulan buşiir kaçınılmaz olarak boşlukta kalacaktır. Bu anlayışınyirmi şu kadar yıl sonra etkisi sıfır olan çağdaş gericiburjuva şiirinin oluşturduğunu görüyoruz. 1960sonrasında “bir Anayasa değişikliği” şiiri de değiştirirve bu anlayışa bağlı olarak gelişmiş ve belirlenmiş şiirkuşağı nesnel koşulların etkisiyle iyi niyetli bir çabayagirer. Ancak, “Divan” düzenlemeyi biçim açısındanyargılayıp “gerici” ilan ederken “sonnet” yazmanın “ilerici”bir iş olduğu yanılsamasına düşen bu kuşaktan kimişairler kendilerini “standart militanla özdeşleştirerek”(Murat Belge), “Sosyalist zannıyla narodnik bir şiiri (Attilaİlhan) geliştirirler. Gelenekle olan bağ yine gözardıedilmiş, daha önceki kuşağın örnek aldığı şiirin yerinibu kez Rus popülist şairlerinin yazdıkları ya da kimiLatin Amerikalı şairlerin ürünleri almıştır. Bu dönemdeNazım Hikmet, Ahmed Arif dışında hemen bütün şiirgeçmişinin yok sayıldığnı, bu çevrelerce ‘40 Kuşağı sosyalistşiirinin küçümsendiğini görüyoruz.Köklü geçmişiyle bağ kurduğu ve elbettegeçmişi devrimci bir biçimde aşarak yaşadığı günününsağlıklı yorumunu yaparak “değiştirme” işleviniyerine getirebildiği ölçüde benzer bir şiir serüveniyaşanmayacaktır Türkiye’de. Galip geçici olan modalardan“göbeğini kesebildiği” ve kalıcı olan almaşığıiçeriğine yerleştirebildiği oranda da her kuşaktan insanlarıçevresinde toparlayıcı olabilecektir. Türkiye’de okuyucubulamayan ve artık tedavülden kalkmış bir şiir anlayışıvarsa günümüzde, bunun temel nedeni o şiirin yazıldığıinsan tipinin yaşamamasıdır. Zaten bu genel doğru romanya da başka bir sanat kolu için de geçerli. Yapıtınşiirinideolojik içeriğiyle genç ya da yaşlı olmasıdırönemli olan. Yoksa yaşlı okurun-şairlerin beğendiği pekçok “genç” şair var günümüzde. Aynı biçimde ‘yaşlı”


Popüler Kültür ve Edebiyatokurların yadırgamayacakları bir genç şiir kuşağı da var.Bütün bu olgular kuşak ayrımını ortadan kaldırıp ideolojikboyutu ön plana çıkarıyorlar. Nazım Hikmet şiiriniyadırgamadan okuyabilen gençlerin de yaşlıların da birarada oldukları içeriğe değgin o potayı. Örnekleri hiç deaz olmayan bu yönseme günümüz şairinin yapması gerekenebu karanlıkta ışık tutuyor. “Bekler bazı yaşlar bazışiirleri” diyen sairin söylediğinin bu düzeydeki sentaksıda “Geç kalmıştır bazı yaşlar bazı şiirler için” olacaktır.Ya da daha doğru bir ifadeyle “geç kalmıştır bazı kafalarbazı şiirler için” denilebilirDünya Gazatesi26 Şubat 197995


TÜRK HİKAYESİNE BEKİR YILDIZ’LA GELENGerçekte Bekir Yıldız tek romanı olan TürklerAlmanya’da kitabıyla sanat dünyasına girdiyse de asılününü, yaptığı, sanat çizgisini belirten ilk yapıtı ReşoAğa’dan sonra hızla, okuyucunun aradığı, beğendiği biryazar oldu.Toplumun istediği ya da lâyık olduğu hikâyeyazılmadığı için okuyucunun hikâyeye sırt çevirdiği;“Bu toplum hikâye okumaz” diyenlerin umutsuzlukiçinde kıvrandığı bir ortamda gösterilen ilginin nedeninişöyle açıklıyordu kendisi : “Eğer öykülerim ilgigörmüşse nedeni süte su katmamamdır. Fazla lâf etmekten,dolambaçlı ve yapışık anlatımdan kaçınmamdır. Birde, ele aldığım konuların bugüne dek işlenmemiş konularolmasını düşünmeliyiz.”Gerçekten yerinde bir saptamaydı bu. O günedeğin köy romanları Ege kıyılarını, çok çok da OrtaAnadolu ve Çukurova’yı yaşıyordu. Hikâye bir yana— söylenecek sözleri tükenmiş Fransız bunalımcılarınaöykünen şeylerdi bunlar — romanlarda çizilen çizgilerüç aşağı beş yukarı belliydi; aydın savcılar, öğretmenler,arada bir çıkan bilinçli köylüler falan.Öyle ki toplumcu bir perspektifle bakıldığındaçoğunun toplumculuğu pek yavan kalıyor, “miz-mız96


Popüler Kültür ve Edebiyatedebiyatçılığa” çok iyi örnekler oluyorlardı, îşte Yıldız’ınçıkıp, güney-doğu insanının yaşama kavgasından,töre-gelenek çemberi içindeki bozuk sosyo-ekonomikyapısını kana bulanmış yapraklarla okuru sarsıcı, hattârahatsız edici bir biçimde vermesi bu sıralara rastlar.KÖYLERDEN ŞEHİRLERE UZANAN BİR KİTAP:REŞO AĞABazı sapmalar olmuşsa da ilk hikâyelerindetümüyle şehir insanından” kopuk bir gelişim çizgisigösterememiştir.Bunun nedenini — köy çıkışlı olsa da — büyükbir şehrin içinde bulunmasında aramak gerekir ki bu ReşoAğa kitabında iyice belirgindir. “Üç Bit” de köhneleşmişburjuva kafasına sahip bir kızdan kopar kahramanımız.Zaten o güne değin “ince duygulu yaratılışıyla, hayatınkatı gerçekleri” çelişmiş, delikanlıyı yer yer ikilemiçinde bocalattırmıştır. Felsefe ve resim öğrencileri olanüç yabancı “beatnik”le karşılaşır, toplumumuzun fizikselyönlerinden dolayı hor gördüğü kişilere yakınlaşır,dünya anlayışlarını bir ucundan yakalar. “KapitalizminÖğütemediği” insanlardır bunlar.Direnişleri edilgen de olsa yabancılaşan düzeniniflası olacaktır giderek. Bir burjuva kızının giysileridışında “güzel” şeyinin olmadığını ve boş kafasıylaerkeğine ancak yatakta hizmet edebileceğini söyler Nana.Sevilen kızdan kopuş nedeni işte burada yatmaktadır.“Yorulmayan Adam” ve “Sucukçu” hikâyelerinde iseşehir insanının cinsel yaşantı sorunlarına ışık düşürülür.Bu arada, fahişeliği yoksulluğunun sonucu olangecekondulu kız da hikâyeyi tamamlayan güçlü bir öğe97


<strong>Erol</strong> Çankayaolur. “Düdüklü Tencere”nin bir ucu köydedir, öbür ucugelişmiş yörelere açılır. Pehlivan Rüstem Almanya’laragidip kurtuluşun kapısını aralarsa da, yılların verdiğieziklikle, yaptığı parasının, tümünü koy yerinde hiçişine yaramayacak bir otomobile yatırır. Bu kitapta BekirYıldız’ın gerçek çizgisini belirten hikâyeler ilk ikisiydi:“Reşo Ağa”, “Kesik El”. Ne olursa olsun, ister köylülerinyaşama kavgasından, ister şehir insanının sorunlarındansöz etsin, Bekir Yıldız’ın daima halkın yanında olduğu,yüz binlerin sorunlarını göz önünde tuttuğu görülür.Yoksa Marx’ın sözünü ettiği küçük burjuva yazarlardançok ötelerdedir:“…küçük burjuva yazarlar... kendi kurtuluşununkoşullarının, modern toplumu kurtarabilecek ve sınıfçatışmasını önleyebilecek genel koşullar olduğunainanır... Onları küçük burjuvaların temsilcisi yapan şey,küçük burjuvaların yaşayışlarında aşamadıkları sınırları,onların da düşüncelerinde aşamamalarıdır; maddiçıkarlarının, toplumsal durumlarının küçük burjuvalarıpratikte ittiği işlere ve çözümlere onlar da kuramda itilirlerböylece.”Bekir Yıldız Reşo Ağa’dan sonraki ürünleriyleşehir insanından tümüyle uzaklaşır. Özü “insan”ve insanın insanca yaşama sorunları olan yazar yenibir biçim arayışı içindedir artık. Kara Vagon ilk olgun,gerçek düzeyine varabilmiş bir kitabıdır. Bu kitabıylayerini sağlamlaştırır. Artık bir “Bekir Yıldız hikâyesi”yaratılmıştır. Sonra Kaçakçı Şahan çıkagelir. Çizgisinioldukça kalınlaştıran bu kitapta yazarımızın objektifiyine doğudadır, ister “çalışma fermanları hükümettenmühürlü kaçakçılara” adanmış, kitaba adını vereni, isterÖbürlerini ele alalım, hep aynı yere çıkarız.98


Popüler Kültür ve EdebiyatBir hikâyesiyle yüz binleri anlatmak isteyenBekir Yıldız, neyi anlatırsa anlatsın kurcalandığındatoplumun bozuk sosyo-ekonomik yapısı, feodal ilişkiler,köylü-Devlet ilintilerinin sakat yapıları, Ağalık kurumununegemenliğini sürdürebilmek için her yöne el atmasısergilenir.İşte başından beri kuşku uyandıran sorun bu noktadaaçığa çıkar: Yerel bir yazardır Bekir Yıldız, genelliklegüney-doğu Anadolu insanını işler, öyle ki bölgeselbir sıçrama yapmazsa kendini yineler bir durumadüşüp giderek bir kısır döngü içine girecektir. İkinci biryargı da hikâyelerinin estetik boyutlarını içerir: biçimceeskiliğini. Ama şunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor:Bekir Yıldız’ın biçimce eskiliği hikâyelerinde-ki“özün halkın yanında atan bir yürek olmasındandır.”Halk söyleyişlerine, deyimlerine, ince ayrıntılarınadeğin inen hikâyecinin biçimce eskiliğini gelenektenyararlanmasında aramalıyız.Şu da var ki Bekir Yıldız’ın gerçek özgün biçiminevaramadığı rahatça söylenebilir. Kendi tarafındanbile: “Sanıyorum hikâyelerimdeki aşama, daha çoköz’de değil, biçimde olmuştur. Biçim konusunda hâlâ birbütünlüğe erdiğimi söyleyemem.”Bekir Yıldız’ın yerelliğine dönersek şöyleyazılabilir: Öz itibariyle kökeni halktır. Toplumcuolduğu için çarpıcı bir durumda sürükler hikâyesini, hattârahatsız bile eder bu katı gerçekler okuyucuyu. Amacınedir bir yazarın? Kendini yinelemeyip aşmak, evrenselboyutlara, evrensel bir sese doğru açılmak. O halde asılsorun insandır.Bekir Yıldız’ın yerel bir yazar olup bir kısır döngü99


<strong>Erol</strong> Çankayaiçinde harcanması savı işte bu noktadan bakıldığındaçürük çıkmaktadır. Aslolan “insan” olduğu ve insanı belirlibir toplum kesiti içinde hep aynı yer ve durumda anlatarakda evrensel olunduğuna göre bu savın geçerliliğiortadan kalkar. Kaldı ki Bekir Yıldız, hikâyeciliğimizegetirdiği yepyeni sesi, özgünlüğü ile edebiyatımızdaşimdiden yerini almıştır.EVLİLİK ŞİRKETİYerel olduğu ve “coğrafi alanda bir sıçrama”yapmazsa kendini yineler bir duruma düşeceğinin, bolbol ilkel okur kazandığının söylendiği ve bu tartışmalarınhızlandığı bir ortamda çıktı piyasaya Evlilik Şirketi. Birazgeriye dönecek olursak 1969’da kendisiyle yapılanbir konuşmada söyle dediğini görürüz Bekir Yıldız’ın :“Benim kahramanlarım normal bir yaşama olanağının,ucundan, bile tutamamış köylülerdir. Fakirlik bir yanadüzenli bir yaşantıya erişme umutları da yoktur. (...) öbürdünyadaki cennet avuntusudur tek tesellileri.”Yazarın bu kitabındaki kahramanları Öbür ürünlerindekilerintersine — en azından — bir elleri yağdabir elleri balda olan bir küçük burjuva ailesi. Ama hemenşurasını da belirtmek gerekir: genç karı koca sınıfdeğiştirerek burjuvalaşmışlar, yani aile köken itibariylehalka dayalı. Adam çok kardeşli bir köy evinden.(s. 17) Yaşama olanağını ucundan tutmuyorlar, kucakkucağalar. Okumuş yazmış aydın kişiler besbelli bunlar.Öbür dünyadaki cennetle avunan bir mistik anlayışiçinde değiller. Konuşmalarından müzik dolaplarınınolduğunu atılıyoruz, dans da ediyorlar bir “tango”plağının eşliğinde; televizyonları da var.100


Popüler Kültür ve EdebiyatAltan Koloğlu Yeni Dergi’de Kırmızı Yel içinyazdığı yazısında Osman Şahin’in bir “olay” hikâyecisiolduğunu söylüyor, hiçbir şey demeden sayfalar dolduracakbir yazı ustası olmadığını ekliyordu. Sanırım Osman.Şahin’in Bekir Yıldız’dan önemli bir ayrılığı da açığaçıkmış oluyor. Şimdiye değin “olaylı” hikâyeler yazan,okuyucuyu kanlı sayfalar sunup sarsan Bekir Yıldız vurucugücünü başka bir yöne çevirmiş. Konumuz yine insanve insanın sorunları, ama “olay” yok. Hikâyeyi güçlübir diyalog kurgusu oldukça akıcı bir şekilde sürüklüyor.Evliliklerinin dokuzuncu yıldönümünde geceyarısı birbirlerine “dürüstlük” sözü verir bir karı koca.O güne değin birlikte bir ömrü paylaştıkları halde birtürlü “biz” olamamışlardır. Ama umduklarından zor gelirbu sözü yerine getirip birtakım “itiraflarda bulunmak.Yılların verdiği alışkanlıkla birbirlerine “itiraflarını rahatçayapamazlar : “Dürüst olmaya eşitçe yaklaşmakistiyorlardı.” (s. 17) Bir de Kadın’ın ve dolayısıylatoplumumuzdaki kadınların erkekleri hangi açıdangördükleri var anılacak; ilginç bir erkek kavramı bu :“Bu kez erkekler için hayvan diyorum ben. Çünkü annemve bütün komşu teyzeler böyle öğretti bana, yıllarca.(...) Öyle diyordu büyüklerim. Tenha yerlerde, karanlıkgecelerde, genç kızlara pusu kurup beklermişsiniz bizi.Ele geçirince de, bacaklarımızı ayırırmışsınız orta yerinden.Memelerimizi dişlermişsiniz, kan akıtıncaya kadar.(...) Aç kurtlar bile istemezmiş bizim gibi, böylesi pusuyadüşen kızları.”Ellinci sayfada erkek, evlilik Öncesi tanıdığı birgene kızı örnekler: sinema locaları, ağaç kovukları ve sonundaöpüşmek çekirdek çiğnemek gibi olur. Ama hepside evliliğe bir yatırım olarak saklarlar “sermayelerini”,hem de geçmişlerinin sütten temiz olduğunu saptayarak.101


<strong>Erol</strong> Çankaya“Erdem, yapılanları gizleyebilmek ustalığı mı yani?” derErkek. “Namus, dişleri sıkıp, tasarlanan yatırımı her anhesap etmek ikiyüzlülüğü müdür?”Konuşmalar giderek cinsel sorunların çemberindençıkıp başka seslere yönelir: “’Uçak mı?’diye sordu adam. ‘Henüz demirden bir hayvan o.Havalandırıldığından beri, taşıdığı insan sayısından çok,insanlığın başına bomba yağdıran hava cellâdı. Belkide kendisini icad edenin mezarını bile, yerden havayauçurmuştur. Uçağı yapanlarla, uçağı hiç görmeyenleruçuncaya kadar, uçak insanlığın ortak malı sayılabilinirmi?” (s. 76)Cinsel dürtüleri toplumcu açıdan çözümlemeyegittiği bu kitabında Bekir Yıldız’ın başarılı olmadığısöylenemez.BEKİR YILDIZ’DA EVRENSELLİK SORUNUYA DA “BEYAZ TÜRKÜ”Bekir Yıldız’ın son kitabı “Beyaz Türkü”yüokuduktan sonra şu kanıya varıyorum ben: Birzamandır, Bekir Yıldız’ın yerel bir yazar olduğunu;hep aynı yöreden ses getirmesinin kendisinin aleyhineçalıştığını ve giderek bir kısır döngü İçinde kendiniyitireceğini söyleyenlerin karşısında, yazar Güney-doğuAnadolu’dan özellikle kopuyor ve sanatının bir ispatınagitme zorunluluğunu duyuyor.Bu savı ileriye sürerek, Bekir Yıldız’ın “ilkelbir yazar” olduğunu, hep kendisini yinelemesinin genekendisine zarar vereceğini (yerellik düzeyinde) savlayanlarakarşı bu konuda düşüncelerimi yazmıştım. (Yeni102


Popüler Kültür ve EdebiyatDergi, sayı 95) özetlersek; bir yazar için asıl sorunun“insan” olduğunu ve insanı belirli bir toplum kesitiiçersinde hep aynı yer ve durumda anlatarak da {yaniyerel kalarak da) evrensel olunduğunu söyleyebiliriz. Buaçıdan bakıldığında ortaya sürülen savın geçerliliğininolmadığı ve “çürük” bir yargı olduğu daha bir somutolarak çıkıyor ortaya.Bekir Yıldız’ın, Almanya’ya ilişkin sorunlarısergilediği hikâyelerini, “Evlilik Şirketi” denemesini hepbu nedene bağlamak mümkün. Hikâyesinin, kan’ıyla,çarpıcılığıyla, olayların, bilinmeyen (saklı kalmış) biryöre insanının anlatıldığı vak’a örgüsü içersinde verilmesiylekendini okutturduğunu, uyandırdığı geniş etkininnedenini burada aramak gerektiğini, yazarlık gücününtemelde olmadığını ileriye sürenlere karşı bir sınavasokuyor sanatçılığını gibi geliyor bana Bekir Yıldız.Bir yerde evrensel olma kaygısı var ve buevrenselliği her tip ve her yöre insanını anlataraksağlamak istiyor. Bence yanlış bir düşünce bu. Yerelkalarak da evrensele ulaşabilir bir sanatçı. Sözgelimidışarıdan bir örnek : efsanelerden hareketle (yani belirlibir toplum kesiti içinde yaşayan insandan, yereldenhareketle) Nobel’e varmayı başaran Asturias.Şimdilerde Yaşar Kemal’in efsanelerdenkaynaklanması; Kemal Tahir’in, tarihsel bir bilinçyanılgısı içinde Osmanlı İmparatorluğu’na eğilmesi; songünlerin moda’sı falanlı filânlı halk hikâyeleri, tümüyleaynı nedene bağlanabilir.Beyaz Türkü’de 11 hikâye var. Hikâyeleri içerikselplanda kabaca şöyle sınıflandırabiliriz:Bildiğimiz güney-doğu insanının sorunlarını vurgulayan103


104<strong>Erol</strong> Çankaya“klasik” Bekir Yıldız hikâyeleri. (Kara Çarşaflı Gelin;Akyavuz; Hamuş; Barutçu Maho; Kefene Sarılı Mavzer)Dış göçü, Almanya’daki Türk işçilerini anlattığı hikâyeleri.(Celb; Maria Otuz İki Yaşında)İç göçü, köy ünitelerinin çözülüşü ve sanayileşmekarşısında kırsal kesimden, köyden şehre gelen insangücünün açıkta kalışı durumundaki insan dramınıverdiği, gecekondulaşma, kapitalist ilişkilerin kişiyinasıl insanlıktan ettiğini noktaladığı hikâyeleri. (TekKanat; Tahir Usta)Simgesel bir anlatımı denediği, alegorik birtakımaçılıp kapanmalarla gerilimi sürdürdüğü ve toplumumuzuniçinde olduğu koşullarla birtakım bağlantılar kurmaamacına yönelik olduğu hikâyeleri. (Beyaz Türkü; HaylHitler)Hikâyelerinin kitap içindeki dağılışları bile BekirYıldız’ın (özellikle; değişik yorumlu hikâyelerinin ardardasıralanışı), yukarıda andığımız noktayı hatırlatıyor,yani yerel kalma kaygısını.Bu kitabında da katı, soğuk bir anlatımı yeğliyorBekir Yıldız. Kısa bir kuruluşa sürdüğü cümlelerini benzetmelerle,halk deyiş özellikleriyle canlı, okunur kılmakistediği çok somut. Örneğin sadece “Kara ÇarşaflıGelin” adlı hikâyeden aldığım şu örnekler bile bubelirginliği taşıyor : “Bozkırın tepesinde, yürüyen lâmbagibiydi ay”; “Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığıuğramamışçasına”; “Sabah, neredeyse köyden tarlalarataşınacaktı”; “Sara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti”; “Genzua,göz düşürdü yukarıdan aşağıya”; “Bıçağı görüncemeliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua”;“Ana-kız, birbirlerini bir daha hiç göremeyeceklermiş


Popüler Kültür ve Edebiyatgibi sarıldılar. İki beden bire düştü”; “...{Genzua)...Baba ocağına, daha pek çok adım hakkınıbağışlayarak, ölü evine doğru yürümeye başladı...” (s.7, 8, 9, 10, 11) Bekir Yıldız’ın bu tekniği, kimi yerdekendi aleyhine çalışıyor ama. Bu sürçme şurada pekaçık: “Cılızdı ama umutlanacağı güçler. Tanrısı, sırtınıdöndürmüştü dünden beri kendisine...” (s. 7)“Yürek, korkuyla tıka-basa dolunca, pencereyikapattı Sara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deligibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarınaçarptı. Düştüğünde kızının ayakları uçundaydı.” (s. 8)“Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkıolan ağlamayı da.” (s. 9)Çürüyen bir toplumun yozlaşmış burjuvaahlakî değerler sistemi karşısında, başka bir toplumyapısının ahlâk kuralları içersinde yetişmiş bir İşçininyabancılaşmasını, direnişini (Maria Otuz İki Yaşında);küçük burjuva özlemlerini İçinde yaşatarak, geriye, vatanadönüp bir “iş tutma”, İş kurma sevdası içinde “mark”savaşına giren Türk işçilerinin dramlarını (Celb) verdiğihikâyelerinde başarı düzeyi ortanın üzerinde BekirYıldız’ın. Ama bana kalırsa kitabın en başarılı ürünleri,güney-doğu Anadolu’nun sorunlarını sergilediği (ve tümündeçözümler getirmese de) o bildiğimiz, “klasik”Bekir Yıldız hikâyeleri. Örneğin bir “Barutçu Maho”, bir“Kefene Sarılı Mavzer”, bir “Akyavuz”...“Barutçu Maho” sorunları sergilemekle yetinmeyerekyeni çözümler, çıkış yolları aradığı, önerilerdebulunduğu öykülerine bir örnek: olumlu bir çaba bu.“Kefene Sarılı Mavzer” de güney-doğu Anadolu’dan,o bildiğimiz “Bekir Yıldız İnsanı”ndan hareketle Al-105


106<strong>Erol</strong> Çankayamanya işçilerinin, Almanya özlemi içinde bulunanlarınsorunlarını gözler önüne getiriyor. Ragıp, Almanya’yagidebilmek için “Kurum”a yazılmış, sırasını bekleyerekyıllarını geçirmiştir. Altmış dört günü kalmıştırbu umudunu tümüyle yitirmemesi için. “Otuz beşinegelmiştir de haberi yoktur.” Hâlâ sırasını beklemektedir.“Kurtuluş” için altmış dört günü kalmıştır sadece : “‘Günlerimiz kıymete bindi,’ dedi Ragıp kinayeli. ‘Bizimoğlan gibi alacaksın eline bir tabanca, kurşunu olacakİçinde. Dalacaksın odadan odaya.’ “ (s. 82) Ama, içindeolduğu doğa yasalarının geçerli bir işlevi olamayacağıgerçeğini de bilmektedir.Geleneksel bürokrat örgünün içinden kurtulamazo da. Dedesinin “Çanakkale yadigârı” mavzerindedirbütün umutları. Amansız bir bürokrasi eleştirisine giriyorBekir Yıldız bu hikâyesiyle. Ragıp’ın tek umudu rüşvetolarak vereceği iki bin lirayı, Dede’sinin mavzerini satarakelde edebilmektedir. Böylesi bir “devran”a aklı ermezyaşlı adamın: “Biz, onlara sıktıydık ya kurşunumuzu.Biz onlara salladıydık ya, palamızı, kılıcımızı. Şimdi dealıp duvarlarını mı süslemek isterler...” (s. 87-88) Buradaaltı çizilmesi gerekli şey, kuşkusuz Ragıp’ın söyledikleri: “... (Ragıp)... ‘Haklısın,’ dedi kollarını iki yanaaçarken. ‘İş bul da kalayım öyleyse. Savaşın büyüğü,Çanakkale’de değilmiş dede. Şimdilerde.’ ““Hayl Hitler”de alegorik bir anlatımı yeğliyor.Nazi Almanya’sının SS’lerini ve kitap toplamalarını,yakılmalarını anlattığı hikâyesinde başarı çizgisinitutturamıyor pek. Kuru, söylevci bir çizgide gelişenhikâyenin içine, birtakım simgeler de sıkıştırılmış.Örneğin “dev” motifi. Aşırı bir santimantalizme, gereksizbir bildiriciliğe düşülmüş “Hayl Hitler”de : “ ‘Bu devleryok şimdi, yavrum,’ demişti dedesi. İnce, yumuşak


Popüler Kültür ve Edebiyatsaçlarını okşayarak.Vinçler, demirden askılara alındı. Kollar,insanların birbirleriyle kucaklaşması için kullanılıyorartık. Çürük ceviz yetiştiren ağaçlar da bir güzel aşılandıyavru.’ “ (s. 59) Anlatımın, kimi yerlerde Bekir Yıldız’ınaleyhine çalıştığını söylemiştim biraz önce. Bu “kalemsürçmeleri”, “Hayl Hitle r”de de görülüyor. Sözgelimi:“Koşuşmalar... içerdekiler korkulu. Korku merdivenleredeğdi. Yürekler çırpındı. Odanın içindekoşuşmalar oldu.” (s. 57)“Kapılar sürgülendi içerden. Merdivendeki sesleröteki yüze dayandı, içerdekilsr kıpırtısız. Şimdiyürekferindeki çırpınışlar izlerini belli eden. Kapı tekmelendi.Tekmeler huysuz.” (s. 57) “Çocuk, anasınınyürek sesini oyuncak sandı. Susması bundan.” (s. 57)’“Kitap arayıcılar gelmede. Heine, bir kitabından ötekinekoşmada.” (s. 57)Hikâye, Heine’nin götürülmesiyle sonuçlanır.Giderayak pek dirençli bir şekilde, “Düşman saldırıyorsadoğru yoldayız”ı hatırlatır biçimde konuşur Heine :“Üzülme, dedi Heine karısına. Belki geri dönemem amatuttuğumuz yol doğrudur. Baksana yapılanlara.” (s. 62)“Hayl Hitler”, kaba bildiricilik düzeyinde, şematik birkuruluğa sahip, içeriğinin sağlamlığını düştüğü söylevciliklebozan, çürüten bir hikâye. “Beyaz Türkü” için deaynı şeyler söylenebilir. Kitabın kırk sekizinci sayfasındaşöyle biter sözgelimi “Beyaz Türkü”: “Çocuk çıktı bile.Hem de anasını sancılar içinde yere düşürerek: Yarımcan çocuk, Ama türkü de söyleyecek, büyüyebilirse.Beyaz ve özgür türküler...” (s. 48).“Beyaz Türkü”yü kurtaran hikâyeler yine o107


<strong>Erol</strong> Çankayabildiğimiz Bekir Yıldız hikâyeleri. “Evlilik Şirketi”ndepek belirli olmadıysa da, bu yapıtında somut olarak ortayaçıkan şey, (tıpkı Osman Şahin gibi) Bekir Yıldız’ında güneydoğu Anadolu’dan uzaklaştıkça kalemininsürçtüğü. Kendi insanını anlatırkenki rahatlığı, dilininsıcaklığı, renkliliği o yöreden uzaklaşınca yitiyor;o çizgiyi tutturamıyor. Bu, önemli ve üzerindedüşünülmeye değer bir sorun, bence.Yeni Dergi,Eylül 1972108


Popüler Kültür ve EdebiyatOSMAN ŞAHİN’İN «ACEMİ MİRZA»SIÖNEMLİ ÖYKÜLERLE DOLUOsman Şahin hikâyeye çok zor ve bıçak sırtıbir noktadan başlamıştı. Ortaya çıktığı günlerde BekirYıldız’ın oldukça etkili olması, aynı bölge insanındanses getiren bu hikayeciyi yüzeyden bir bakış açısındanbakıldığında hemen özdeşleştiriyordu. TRT-1970Hikâye Büyük Ödülü’nü alan Osman Şahin ilk hikâyekitabını ödül alan hikâyesinin adıyla ortaya çıkardığında(“Kırmızı Yel” , İstanbul-1971) kendisine yöneleneleştirilerin büyük çoğunluğu bu özdeşliğe dikkati çekiyordu.Osman Şahin, Bekir Yıldız’ı ne kadar “ustası”kabul ederse etsin ona öykünen bir yazar değildi amahikayelerindeki insanların bölge ve dil-şive aynilikleri,ister istemez iki hikayeciyi aynı küme içersindedüşündürüyordu; yüzeyden bir bakış açısıyla tabii...Sonradan Osman Şahin birbiri ardına çok güzel hikâyeleryayımladı.Söz gelimi “Deli Hatice”, “Musallim ile Kuşde”ya da bir “Sarı Öküz” hikâyeleri bütünüyle Osman Şahindamgasını, O’nun içtenliğini ve sıcak dilini örnekleyenhikâyelerdir. Şu satırları “Deli Hatice”den aldım; buhikâyenin bütünüyle işlek ve içten dilini hele kurgusunudaha iyi anlayabilmek için hikâyeyi tümüyle okumak gerekiyor:“Şurada kendi ocağımızı yakardık. Odun bizim,109


<strong>Erol</strong> Çankayakül bizimdi. Kimselere kötülük vermezdik. Yoksullarıöte kakıp yerleri almazdık. Sakınırdık tütünümüzündumanını başkasının gözünden. Elimiz uzun değildi. Gözsürmezdik konu komşunun malına. Gün olur, dilimizkararırdı açlığın elinden. Oklavamızı yalardık, yalardıkama, töbe olsun el açmazdık tokun sofrasına... Vay gidivayyy. Demek yerdeki yüzü de çiğneyen olurmuş.. Nezirim,İbrahimim, Osmanım... “ (Acenta Mirza,sf.9/10)Osman Şahin üzerine bir şeyler söylendiği zamanyukarıda değindiğim özdeşlikten ötürü, biraz da O’nunçıkış noktasından bugüne çektiği çizginin niteliğindenötürü Bekir Yıldız’la olan “ilişki”sine de değinmek zorunluoluyor. Bir yerlere varabilmek için iki hikâyeciyikarşılaştırmak zorunda kalınıyor. Tabii bunu yapmakayrıntılı ve etraflı bir yazıda mümkün olabilir, bence.Böylesine kısa ve “tanıtma” nitelikli bir yazıda bununtartışmasına girmek istemiyorum.Ama yine de Osman Şahin’in dilini daha işlek vesıcak ve daha önemlisi yerel dili kullanmanın getirdiğiolumsuzluklardan daha uzak bulduğumu söylemek isterim.Bir röportajcı eğilimiyle yanaşmıyor konularınaOsman Şahin, kendi hikâyeci dünyasıyla sokulup kendiyorumunu da veriyor, okuyucuyu yönlendirebiliyorgereğinde.Osman Şahin, ikinci kitabı “Acenta Mirza”da,kendi çizgisine olduğu kadar, hikâyeciliğimize yeniufuklar getiren sekiz hikâyesini derlemiş. Bence, “ÇökAbuzer” gibi zayıf bir hikâyeyi dışta tutarsak tümüyleusta İşi ürünler bu hikâyeler. Yukarıdaki alıntıyı yaptığım“Deli Hatice”, yanan ama “kül tutmayan” iki ocağınhikâyesi. “110


Popüler Kültür ve EdebiyatZala Kadın”, köy yaşantısına ilginç bir biçimdeyanaştığı “Sarı Öküz”, klasik denebilecek bir konununkendi akışı içinde ve vurucu bir biçimde verildiği“Resim”, içten içe sıcak bir yüreği getiren, olaya belbağlamadan yazılmış “çarpıcı” bir hikâye; “Bebekkenson.Bir de “Musallim ile Kuşde” var anılması gereken,önemli bir hikâye. Tabii bir de şimdi üzerindeduracağım, bence kitabın olduğu kadar,Osman Şahiniçin olduğu kadar, hikâyemiz için de önemli bir hikâyeolan “Acenta Mirza”..Hikâye, biri köyden öteki kentten yazılmışkarşılıklı iki mektuptan oluşuyor. Birinci mektubu yazanMirza köyde; köyde ama bir an önce kente göçmekistiyor Mirza. “Yönüm dünyaya yorgundur. Artık,yaylarımızı yatıranımız yok bizim” diye, arkadaşı LatifAğa’ya mektup yazıp kentte yerleşmek için akıldanışan Mirza hızlı bir çözülme sürecindeki gelenekselkırsal yapının simgesidir etiyle kanıyla. Bu gidişi geç deolsa farketmiş, “toprağın sırtına basmanın” yanlışlığınıçevresindeki “Ağa”ların kiminin komisyonculuğa, kimininbenzinciliğe yönelmesiyle görmüştür.Toprak üzerindeki her şey değişmektedir artık.“Artık çiftçilik öldü, Latif. Rençperliğin tadı tuzu kalmadı.Marabanın gözbağları açıldı. Damaklarına parmağınıtakıp çeksen durmaz oldu. Hele hele alamanya diye birtütsü sokuldu son zamanlarda marabanın aklına. “(s.74)”Köylerin zaptı geçti. Şehir dediğin, günümüzde su başıgibi aziz bir yer oldu” demektedir artık Mirza. Latif Ağa,bu gidişatı önceden sezinleyip, “ticaret kervanına” öncedenkatılmış bir “müteşebbis”! Her şeyin “makineylekimyaya dönüştüğünü”, “işi silahla değil, evrakla sök-111


<strong>Erol</strong> Çankayamenin” olası olduğunu görmüş. Toprak reformununaslını da biliyor. Mirza’ya acele toprağını satıp gelmesiniöğütlüyor: “Fırla gel.. .İnşallah Magirusun güneydoğuacentalığı da, senin hissene düşer”...“Acenta Mirza”, atlanmamasıyüklü…gereken hikâyelerlePolitika Gazetesi,6 Şubat 1976112


Popüler Kültür ve EdebiyatSELİM İLERİ, ACININ ŞAİRİ...…denebilir, bence, Selim İleri’ye; acının, yürekburkuntularının yürek,, kanamalarının, yalnızlığın,“kimsenin kimseyi kırmadığı bir odayı” özlemenin amaumutsuz özlemenin, horlamanın, küçük görülmenin ...Ya da şöyle de denebilir: bedeli ödenmemişliklerdenborcu olmanın “acı” borcu olmanın yürek yakıcı şairi!Bence bir şair Selim İleri. Hikayeciliğinden önce geliyormısraları. Bedeli acı olan şeylerin, önemli görülmeyenküçük olayların, üstünde durulmayan insanî başların,bir çayevinin soluk masa örtüsü önünde yapılan amanedense sonu hep umutsuz, burkuntularla biten ya dahiç bitmeden öylece kalakalınmanın şairi. “Anlatacakşeyleri olan ama anlatamayanların” kalabalıkları,sevdiği halde yalnızlığa odalara alışmak zorundakalanların, yaşanmamış ya da gönlünce yaşatılmamışezik çocuklukların, açıklanmamış yüze vurulmamış gizlisevdaların, acılarından haz bile duyabilmenin, beklenenama çalışmayan telofonların, “burjuva yanlılıklarının”şairi..Destan gönüller’in o bilinen sözüyle söylüyecekolursak “yaşama acemiliklerinin” şiri.. Bu açıdanbaktıkmıydı O’na bir başka yanlızlıklar şairine,Necatigil’e denk düşüyor, şu farkla tabii: Necatigil toplumundışında kalakalmanın şairi, ileri ise yaşamaya bir113


114<strong>Erol</strong> Çankayaadım kalakalmış bir durumda acı çekmenin, kalabalıklaraulaşamamanın...Fethi Naci’nin Tanpınar için söylediklerindenyola çıkacak olursak O’nun da; gelişmeyi gösterirkendeğil çöküşü gösterirken, umudu ve beraberliğianlatırken değil umutsuzluğu ve yanlızlığı anlatırken,sevinci yazarken değil hüznü yazarken usta olduğunusöyleyebilirim. Hemen her hikayenin değişmez ya dasalt adı değişen kahramanı Kemal’dir, Ama bu şekildenitelenebilecek.Çevresinden soyutlanmış, kalabalıklar arasındabile yalnız başına; önem verilmez denilen küçükhareketlerinde bile takılıp kalan hep o sürgit giden yürekburkuntusunu yaşıyan, uzattığı yabancı sigarayı filtreliiçmediği için almıyan arkadaşının karşısında şaşırananlamlar çıkaran Kemal’dir yalnız Kemaller hep yanlızadamlardır onda, bedeli acı çekip yürek kanatmak olansuçların sahipleridir sanki. Sevgi ve nefret etmek o denliiçiçedir ki “aynı sözcükten kullanır” ama yinede en çok“nefret” der.Kalabalıklara karışmak, “ bu yanlızlık duygusunu”atarak “telofonlar beklemek” ister amauzatılan elleri geri çevirebilir de. Sanki yazgısına isyanetmekte,bu kaosu parçalamak için çabalar görünüp“tedirginliğini, yanlızlığını” bahane edip, kovulacaksınuyarılarına aldırmadan annesinin, “kitap okunacak geçvakitlere kadar yatak keyfinden vazgeçinilmeyecek birpazar sabahını” bozar ama bir yandan da ‘bu yazgısna”rıza göstermiş gibidir.Bunun İçin mücadele eder ama umutsuzluklariçerisinde “Sanki mutlu olmayacağız. Hiç mutluolmayacağız.” diye söylenmektedir kendi kendine.


Popüler Kültür ve EdebiyatOnun savaşında umudunken yoktur. Bu noktanın bazıçevrelerce eleştiriye uğradığını biliyorum. Sığ bir” nikbinlik”anlayışına bel bağlamış kişilerce bu mutsuzlukumuda yer olmayışı eleştiriliyor, olumsuz bulunuyororda burda. Sait Faik’in umuduyla, “iyimserliği” ilekarşılaştırmalar falan...Genel olarak şöyle bir düşünceye sahibim bukonuda : İnandırıcı olmayan mekanik bir iyimserliğe“nikbinlik” sözcüğüyle karşıladığımı belirtmek isterimöncelikle; dünya görüşü içerisinde bulunan yaşamasevdasını, hayata bağlılığı vurgulayan “iyimserliği”ayırmak için. “Nikbinlik” belli bir dünya görüşündenyaşama biçiminden kaynaklanıp, buna bağlı olmadanyeşermez, diri tutmaz insanı kanımca, dolayısıyla böylebir yapay iyimserliğe inanmıyorum ben, giderek gülünçbile oluyor.Şimdi hikâyeye, Kemallere dönelim. Onunsavaşında umudun yeri yoktur, evet! Peki ama Kemallerya da öteki umutsuzlar, yabancılaşmışlar kimin temsilcileridir?Her hikâyede orda burda anokranik düzenlemelerleokuyucuya çokça çıkan tipler hangi sınıfınçizgilerini taşımaktalar, bir kez bunu doğru koymak gerekiyor.Kemal ya da acı çeken ötekiler çöken aristokrasinin,son hikâyelerde ise ne denli bilinçli olurlarsa olsunlar,yozlaşan, parçalanma ve bölünme sürecinde hızlayol alan burjuvazinin temsilcileri. Bu sınıfın damgasınıtaşıyan kahramanlar bunlar.Ben bu özelliği şöyle yorumluyorum : Acıçeken, yalnız kalan, yılgınlığa düşerek umutsuzluklariçinde boğularak çürüyenleri genelleştirerek almakdaha doğru bir iş olur bence. Madem ki o adamlariçinde oldukları sınıftan izler taşıyorlar, o sınıfın “hayat115


116<strong>Erol</strong> Çankayatarzı” yla biçimlenmişler, koşullanmışlar; o halde elbetçürüyecekler, elbet yılgın ve mutsuz olacaklar. >Bukahraman Kemal istediği kadar “gerek bilinçlenmeaçısından, gerekse ruh sağlığı açısından” ötekileri aşmışbiri olsun; değil mi ki toplumsal sınıfsallaşmadaki yeribelli, değil mi ki -kafası kaldırmasa da acı çekse de- çukurdakiyaşantısını sürdürüyor, dünyasını değiştirmeyecesareti yok; sonuç değişmez!Başka bir yaşantıdan gelenlerin, burjuvazininyabancılaşmasını atlayarak gelenlerin, düşünce ve hayatbirliği içinde olanların arasından biri (Ali..) “Yusuf”un olmak isteyip de olamadığı bir insan” olan Ali niçin“sağlıklı, dürüst, iyicil bir insandır.”? Neden “bütünumutlar, yarınlar Ali’de toplanmak “istenir? Nedendirİleri’nin “Ali’lere güveniyorum” demesi? Ali’nin ya daAlilerin (Rasim’in, Önder’in, ötekilerin) Yusuflardanolan farkında yaşama biçimlerinde, dünya görüşlerinintutarlılığında aramak gerekir bunun nedenini bence!Kimileri de sınıflarından tiksinmekteler, buyozlaşmanın bilincindeler;onların yüreklerini kaplıyan,yabancılaşma! Bir yandan sınıflarından iğreniyorlar,ama bu batağın içinden de çıkamıyorlar. Deyim uygundüşerse iki cami arasındalar! Çürümenin bayalığın bilincindelerama yaşantılarını değiştirecek güçleri de yokcesaretleride. Sözgelimi “Yarın Olsun” dan şu sözleri, şudiyalogu mutlaka alıntılamam gerekiyor dediğimi anlatabilmemiçin: “(‘Benini dünyam, benim yeteneklerim,benim duyarlığım.) İçteki çağıltıdan umduklarım: Yarınonlarındır diyorum ancak. Geçmişi yok sayamam. Birkonuşmada, bir davranışta, bir yanyana oluşta kendiniunutturmuyor. (Bağlı bulunduğum yaşayış biçimi. Herkara gecede değişmeye yemin ediyorum. İmkânsızlıkağır basıyor.) “Hep böyleydin Kemal. Ne tam bize ben-


Popüler Kültür ve Edebiyatzerdin, ne de kendi sınıfınla olabilirdin.” “Ortalıktakaldım, diye gülmeye çabalıyorum” (Yeni Dergi, s. 108)Kemallerin hayran oldukları örnek aldıklarıkişiler hep “Anadolu çocukları”, içerde kalmış devrimciler,“Pastırma Yazı” hikâyesinin Rasim’i, “Yarın Olsun”un Önder’i, “Yıllar Var Ki” nin “pratisyen doktor”usözgelimi. Ya da “Destan Gönüller” in Ali’si. Yusuf nasılAli’ye gıpta ile bakıyor, “olmak istediği insanı” Ali’degörüyorsa Kemaller de Rasim ya da Önder’de görmektedirlerideal insanı. Buraya gelindikte şunu da vurgulamakistiyorum: Selim İleri aslında tek bir hikâye yazıyor. Herhikâyesiyle bir önceki kişilerin üstünden geçiyor, belirginkılıyor onları; şu sıralar çokça kullanılan bir deyişle,“Tip Geliştirimi” yapıyor. Aslında onun başaktörü adıdeğişse de -pek değişmiyor dal- hep Kemal! Kemal’eyön vermek isteyen ya da Kemal’in örnek insanıysaÖnderler, Aliler, Rasimler.Belli bir düşünceye inanmış ama bu düşünceuğruna savaşa giremiyen biri Kemal. Kanserli kolunukesse kurtulabilecek, ama bir türlü kesemiyen,kurtulabileceğine inanmıyan biri, bu bunalımlarıyaşıyan biri Kemal. Yaşadığı ortamın yozlaşmasınınbilincindedir. Her sözüyle, Elifi Memo’yu gördüğügözlükleriyle,pantolona dökülen yılbaşı şampanyalarınaolan tiksinçiyle, bu kanıtlanıyor. Ama yine de, bubunalımdan kurtulmak için her şeyi yaptığı sanılsa da obelki bundan haz duymakta, ne denli çırpı-nırsa çırpınsınkurtulamıyacağına, daha da batacağına koşullanmışbir kez; bunu kabullenmiş, bir saplantı bu kafasında.“Yalnızlığın alfabesini” sökeli yıllar olmuştur onun, salt“bıraktığı sayfadan” sürdürmektedir artık.Bence Kemallerin asıl “dramı” burada; “eylemkişisi” olup olmama da değil. İleri’nin paylaştığım bir117


118<strong>Erol</strong> Çankayayargısına değinmek isterim şu sıra; “Tanpmar kavgayainanmış, kavgaya katılmamanın sancılarıyla yaşayanyitik insanların yazarıdır” diyordu bir yerde. İşte bu cümleKemallerin (ya da Yusufların) bütün dramını özetliyorözlü bir biçimde.Yazımın başına aldığım, yine Tanpınar içinverilmiş bir yargıyı da bu çerçeve içinde düşünecek olursakİleri’nin Tanpınar’dan etkilendiğini ya da dahadoğrusu bu çizgide birbirleriyle özdeşleştiklerini söyliyebilirmiyiz? Bence, evet! Selim İleri yalnız Tanpınar’ladeğil birçok yazarla özdeşleşen, onlarda kendini bulan,kendinden parçalar bulan, etkileşim sürecine girenbiri. Gencebay -Kerime Nadir duyarlığından SaitFaik’e, Yeşilcam duyarlıklarından Necatigil’e, bütünyalnızlıklardan yürek burkuntularına dek uzanan birçok renklilik bu; halk hikâyelerine, Mevlevî’liğe değinuzanabiliyor yeri geldikçe. (Bence, Selim İleri’nin bir“Yalnızlık Şairi” olan Necatigil’i sevmesi rastlantı değil.)Ama bütün bu çok yönlülüklerden salt, kendisiniilgilendireni alıyor İleri; Kemallere denk düşeni.Zaten bu Kemal, “bu Kemal” olarak kaldıkça başkasıda beklenemez, başka bir sorunun düğümü de burada!Selim İleri “’Pastırma Yazı”nda soysuzlaşmadan, “yozdavranıştan’’ hesap sormak” taydı, bu hesaplaşma sürüyorşimdilik. “Yaşadıklarımın hesabını vereceğim. Yeminederim.” diye bitiyor örneğin “Yarın Olsun” hikâyesi.Yukarıda bir yerde İleri’nin aslında tek bir hikâyeyiyazdığını, sürekli olarak bu olguyu (yalnızlığı, utancı,yürek burkuntularını) derinleştirip yaygınlaş- tırdığınısöylemiştim.Her hikâye, bu sorunsalın - mozaiğin bir parçası.Başlardan “ful” olan bazı resimler de yavaş yavaş


Popüler Kültür ve Edebiyatnetleşmede artık ama. Bu belirginleşmenin sonuçlandığıyer, “Selim İleri hikâyesi” için zorlu sorunların başlangıçnoktası olacak. Bir yere değin zorunlu görülebilecek “tipgeliştirimleri”, yinelemeler bu noktadan sonra yavaşyavaş yinelemenin sıkıcılığına yol açacak.İleri, “Destan Gönüller” üzerine olan birkonuşmasında -Yusufların değişmiyeceği anlamındasanırım -”Yusuf’tan eylem kişisi olmaz” gibilerinebirşeyler söylüyordu. İyiniyetle şunu söylemek te gerekiyorki; arkadaşları Kemal’in acı çekmesini nasıl“burjuvaca” bulmaktalar, giderek “sıktın ama” demekteyseler,hikayeci Selim İleri’nin “Dostlukların SonGünü” nün Kemal’i durumuna düşmek istemiyorsa bunoktada durup düşünmesi gerekiyor. Açıkça söylemekgerekirse tîpkı kahramanları gibi İleri’nin de “Yusuflarındramı da burada” dediği yerde boğulmasından, tekrarıntekrarına düşüp zaman yitirerek erozyona uğramasındançekmiyorum. Çekmiyorum çünkü, Kemallerin yürekburkuntularından, yürek kanatan yalnızlıklarından kurtularakdünyaya dokunmasını, kalabalıklara katılmasınıistiyorum.Özgür İnsan Dergisi,S. 33, Temmuz 1976119


2)ŞİİRİN YÜREĞİNE YOLCULUK


Popüler Kültür ve Edebiyat1960 KUŞAĞI ŞAİRLERİ...“’60 Kuşağı” nitelemesi daha çok bir şiir kuşağınıvurgulama amacıyla yapılıyor. 1960’ların başında ürünvermeye başlayıp, ilk çizgilerini 1965 sıralarında çektiktensonra keskin hatlarıyla 1970’e doğru durmuş-oturmuşbir kimliğe bürünen bir şair kuşağı için. “1960 Kuşağı”diye anılan bu kuşak şairlerinin belirgin bir özellikleriaynı yerden kaynak alıyor olmalarıydı. Gerçekten de hemenhemen tümüyle İkinci Yeni’nin, dar, kapalı ve soyutnitelemelerine uygun düşen biçimsel özellikleriyle,hayata karşı olan edilgin karakterli “kaçış” şiirinden yolaçıkarak şiire girmişlerdi bu şairlerin tümü.Bunların, çıkışdönemlerindeki ilginç konumlarını vurgulayabilmekiçin şunu da belirtmek gerekiyor ki başlangıçta CahitZarifoğlu gibi bir ümmetçi rahatça bu küme içinde yerbulabilmişti.Bu bence, o günler Türkiye’sinde ki siyasal platformunkarakterinden çok, İkinci Yeni şiirinin apolitik(doğaldır ki aslında politik!) niteliğinden ileri geliyordu.Politik hiçbir kaygısı olamayanların, “aydın” bileolamayanların, “resmi” edebiyatçıların egemenliğialtındaki “sanat” ortamında bugün bize oldukça şaşırtıcıgelen bu gibi garipliklerin görülmesi olağandı herhalde.1960 sonrasında, oldukça değişik düzeyde bir başkalaşımagirmişti Türkiye. Ortaya çıkmış yeni koşulların da et-123


124<strong>Erol</strong> Çankayakisiyle kitle bilinci önemli boyutlara ulaştı, bambaşkanitelikli bir politize olma dönemine girdi Türkiye; “birşeyler” oluyordu artık. İşte yeni şairler böyle bir geçişdönemi koşullarında tercih yapma durumuyla karşıkarşıya kaldılar. Bir yanlarıyla değişen ve oluşmaktaolan “yeni” toplumun içindeydiler, bunun mücadelesiniverip “patronları kudurtan gazeteler” satılan sokalardı;bir yanlarıyla da (Şiir ve kültür anlayışlarıydı bu!) eskileredenk düşüyorlardı. Bu alternatifler karşısındakitavırları onların geleceklerini de belirleyecekti aynı zamanda.“Mücadele”nin içindeydiler.Politik düzeyde kimi doğrular billurlaşmayabaşlamıştı ama şiir anlayışlarını kuracakları verileryanlış seçilmişti baştan. Böyle bir “çelişki” içindekaldılar işte. Şiir kültürü, şiir anlayışı, estetik adına neöğrendilerse ölçütleri nasıl koşullanmışsa “Eski”miş“Yeni” şiirinin temellerini veri alarak olmuştu bu, kolaykolay da bırakılmıyordu bunlar. İşte bu nedenledirki politik düzeyde farklılıklar gösterseler bileyazdıkları şeyler nedeniyle kolayca aynı küme içindekidüşünülebiliyorlardı: “60 kuşağı” kümesi içinde!...Egemen Berköz, Güven Turan, Haluk Aker ve“Yordam” dergisi çevresinde toplanmış kimi şairler buyol ayrımın da tercihlerini yanlış yapıp partiyi kaybettiler.Kaldı ki Egemen Berköz bir yana tümüyle yetersizşairlerdi bunlar.Oysa Egemen Berköz’ün “Berivanla”sıiyi bir şiirdi; Berköz de, kendini dağınık tutan ama rahatbir söyleyişi yeğlemiş bir şairdi bence.Ayrıntılarda boğulmak diye sık sık sözü edilensakıncayı göremedi galiba. Sürdürse, kendini kabul ettirebilirdigibi geliyor bana. Bir de şunu belirtmem gerekiyor:yayımlanış tarihlerini kesin olarak bilemediğin


Popüler Kültür ve Edebiyatiçin karşılaştırma yapamadığım, ama birinin ötekindenetki aldığı kesin olan şiirleri var Refik Durbaş’la EgemenBerköz’ün. Sözgelimi, adını andığım “Berivanla”,“Kuş Tufanı”(R.Durbaş) kitabındaki “Acıyla” şiirini çokanıştırıyor.Bir de şu noktayı belirtmek istiyorum: Bu kuşakşairlerinden günümüzde de işlerliklerini sürdürenlergenellikle az yazan şairler oldular. Bu, çok önemli veilginç bir sorun, bence. Bu türden eleştirileri onlar gerçi“kelle hesabına gelmez bu iş” biçiminden kaçamaklarlakarşılamaya çalışıyorlardı ya, bu pek kandırıcı bir savunmadeğil gibi; sorunu hafifsemek en azından. Oysabu nokta, az ya da çok yazma sadece bu kuşak şairleriiçin değil, bütün şairler için, hatta bütün yazarlar içinönemli bir nokta.Çok yazmanın zararlı, azından yaptırıcı, bir yerdetekrara düşürücü olduğu bir gerçek ama, az yazmayıbir erdem ya da ustalık belirtisi saymak ta yanlışbence. Sözgelimi Nazım Hikmet çok yazmış bir şair.Az yazmış bir şair de Ahmed Arif. Atilla İlhan da çokürün vermiş bir şair ama o da son yıllarda değişik türleridenemesinden belki “seyrek” yazıyor. Sözünü ettiğimkuşak şairlerinden Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel(özellikle bu şair) az yazdılar. Aynı kuşaktan EgemenBerköz de bir “Berivan”la, bir “Inoperable P.M.” şairineyakışmayacak nitelikte uzun şiirler de bıraktı arkasında.Süreyya Berfe’de şu sıralarda fazla şiir yayımlayan birşair görünümünde. Aynı sakıncalar onun için de geçerli.Ne olursa olsun, sorunu “çok yazmak” ya da “az yazmak”biçiminde koyup varılan başarı yada başarısızlıklaraneden olarak göstermek, bu türden bir neden-sonuçilişkisini geçerli görmek yanlış bence. Ortada iki uçtanda olumlu ya da olumsuz örnekler var. Ama nitelikli birhacmin gerekli olduğunu da kavramak gerekiyor.125


<strong>Erol</strong> ÇankayaÇünkü sorun, hayatın “bütün boyutlarıyla”kavranılması olunca bu boyutları, bu çok renkliliği veçok safhalılığı verebilmek için “çok” ürün de gerekiyorister istemez.“1960 Kuşağı” şairleri günümüzde artık farklınitelikler gösteriyorlar, ayrı kümelerde düşünülmesi gereklikimilerinin. Öyle ki bu kuşağın bence “en önemlilerindendeğil” en önemli şairi olan İsmet Özel bugünartık çok değişik yerlerde seyrediyor. Oysa bir vakitlerdevrimci şiirin önde gelen adlarındandı. Şu anda çeşitliayrımlar gösteriyorlar bu kuşaktan şairler, ortada kalabilenlertabii. Daha doğrusu, yukarıda sözünü ettiğimyol ayrımında tercihlerini doğru yönde kullanabilenler.Bu kuşak şairlerinden günümüzde şimdilik ortadaolanlar şunlar: Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, SüreyyaBerfe, Refik Durbaş. Bir de Nihat Behram var tümüylebu kuşaktan olmasa da bu listeye eklenmesi gereken. Buşairler üzerinde durmak da ayrı bir yazı konusu…126İSMET ÖZEL’İN BİTİMSİZ “İSYANI”...Çıkış yılarında ortak bir anlayış kümesi içindegörülen”1960 Kuşağı” şairleri artık günümüzde farklıniteliksel dönüşümlere uğramış bir haldeler ve çok ayrıgruplaşmalar içinde düşünülebiliyor. Şu yılların sözünüettiğimiz kuşak şairleri için “olgunluk” dönemlerininbaşlangıçları olduğu da söylenebilir.Bu kuşaktan olan şairler, daha doğrusu “şiir yazanlar”başlangıçta kuşkusuz, oldukça kalabalık bir küme


Popüler Kültür ve Edebiyatoluşturuyorlardı. Sonra sonra,yıllar geçtikçe çeşitli etkenlernedeniyle seleksiyona uğrayan bu kuşakta herkuşakta görüldüğü gibi birtakım elenmeler oldu, kaydıgitti bir çok isim.Günümüzde artık bu kuşak şairlerindenüstünde durulmaya değer pek az şair kaldı;bunları şöylesayabiliriz: Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, SüreyyaBerfe, Refik Durbaş. Bir de Nihat Behram var “tevellüt”hesabıyla olmasa da başka nedenler yüzünden (şiiranlayışı ve tavır) bu listeye eklenmesi gereken.Bu ayrışma, kuşkusuz sürüp gidecek. Sözgelimibir İsmet Özel bugün üç yıl öncesinden çok farklı biryende. Belki bu çok özgün ve abartmalı bir örnek olduama bu türden bir “kampsal” dönüşüm göstermeselerbile öteki şairler de sürekli devinim içinde bulunuyorlar.Ama bu devinimin ne türden bir “devinim” olduğu,geriye sayma niteliğinde bir hareketmi ileriye gidişmi, artık orası tartışılacak bir sorun...1960 kuşağı şairleri içinde günümüzde ilginçbir konuma sahip olan bir şair İsmet Özel. Dahadoğrusu “İlginç” olan yani O’nun gelişim çizgisi.İkinciYent’nin edilgin kaçış şiirinden varoluşçulukla yolaçıkıp Marksizm’den(?) geçtikten sonra üçüncü kitabıylaİslamcılıkta karar kıldığını gösteri yor.İsmet Özel bu kuşak şairleri arasında İkinciYeni’den en çok etkilenen ve bu niteliğini bırakmak taistemeyen biriydi. Sözgelimi bir Süreyya Berfe’de görülengeçmişini yadsıma eğiliminde olmadı tümüyle.İkincikitabı “Evet İsyan” (1969) O’nun işte bu iki eğilimibirleştirme çabalarının ön plana çıktığı bir kitaptı.İsmetÖzel’in, İkinci Yeni’den yola çıkmakla birlikte Atillaİlhan’dan halk şiirine kadar geniş bir “yararlanma” alanıiçinde bulunan bir şair olduğunu da belirtmek gereki-127


128<strong>Erol</strong> Çankayayor yalnız. Hatta, bir “Kalk Düğüne Gidelim” AhmedArif havasını taşıyan bir şiir. Bir yerde O’nun için “birde partizanlığını hal yoluna koyabilse..” gibilerindenbir şeyler söylenmişti. Oysa “partizan”lık onu ayaktatutan,öfkesini kanalize ettiği bir platformdu. Psikozlar,cinsel kıvranımların baskısı altındaki yüreğini bu özelalan içinde dinlendirmenin yolunu burada bulmuştuİsmet Özel. Şiire bu türden bir kıvranımlarla gelenşairlerde bu, ruhun dinleneceği özel alanın niteliği şairingeleceğini de belirliyor. Ya Necip Fazıl’da olduğugibi dinsel mistizm oluyor bu alan ya da kimilerindegörüldüğü gibi bir semboller dünyası. Nazım’da bualan İsmet Özel’in beceremediği partizanlıktı. Bizde pekörneği görülmemiş bir başka çıkış yolu da intihar!İşteİsmet Özel’in son dönüşümüne biraz da bu psikolojikperspektiften bakmak gerekiyor bence;ama tümüyle bunoktaya bağlanmamak koşuluyla.Öyle ki O’nun marksizmle olan ilişkisi yine buözel alan sorununa bağlanabilir. Bu özel alan geçmiştepartizanlıktı,bugünse çeşitli, etkenler nedeniyle yenilgidönemlerinin ardından gelen yıkılmalarında küçük burjuvaaydınlarının İslamiyettir. O’nun bir yanılgısı da“partizan gibi ölmek” için herşeyden önce partizan gibiyaşamanın gerekliliğini kavrayamamasıdır. “Amentü”adlı “özeleştiri”sel şiirin biryerinde “hayatını kitaplardançaldığı” günlerini,eleştiriyor ve bu günlerini devrimcilikgünleri kabul etmesinden olsa gerek özeleştirisiniyapınca da bugünkü noktaya geliyor.Bir başka yanılgısı da O’nun budur işte; geçmişinbohemlikle dolu ‘boş’ günlerini devrimcilik saymak!Ya da -şöyle dersek- küçük burjuva devrimcilerininhastalıklı sapkın çizgilerini sol’dan değil de sağ’daneleştirmek! Herhalde sağ’ dan vurmak daha tehlikesiz ve


Popüler Kültür ve Edebiyatkolay geldi İsmet Özel’e!Bence,İsmet Özel’in “İslamiyet kabul etmesinden”sonraki kitabı “Cinayetler Kitabı” (1975) sonbölümü olan “Amentü” ve üçüncü bölümün son iki şiiridışında bu eleştiriyi ‘sol’dan yapan şiirleri içeriyor. Yada başka bir biçimde söyleyecek olursak üç-beş imge yada ayrıntı dışında söylenen şeyleri benimsemek mümkün.Buradan şöyle bir noktaya çıkıyoruz: “Hareketin”eleştirisi ile “harekete” yapılan sövgünün arasındaçok ince bir sınır var, çok tehlikeli, sorumluluklaryükleyen bir çizgi bu. İşte kitabının özellikle baştakişiirlerinde 12 Mart yaşantısına sol’dan eleştirilerle gelenİsmet Özel, daha başka etkenlerle de bu sınırın ötesinekayıp bu kez 12 Mart’a ulaşmış “hareket” yerine sosyalizmieleştirmeye başlar.“Hareket”, madem ki yenilgiye uğramıştır ohalde bütün yanlışların, bütün günahların, bütün pisliklerinbir tek sorumlusu vardır: Sosyalizm! İşte onunfarkedemediği ya da fark etmek istemediği nokta 12Mart’ a gelen Türkiye sosyalist hareketiyle, “sosyalizmhareketi” arasındaki farktır; Özel’le genel arasındakifark! İşte, İsmet Özel böyle bir dönüşüm içersindeeleştiriden küfre yaklaşırken kısa biran bu çizgi üzerindesol’dan yapılan eleştiri noktasında bulunup süratle bugün olduğu noktaya kayar. Kitabının başına aldığı şiirlerişte bu kısa süreli çakışma noktasının ürünleridir.Bir de şunu belirtmek gerekiyor: İsmet Özel’ino şiirleri dahi yüklü olduğu edilgin, karamsar, umutsuziçerikleri dolayısıyla bugünkü İsmet Özel’inipuçlarını da kapsarlar. Aslında o eleştiri değil küfür ge-129


<strong>Erol</strong> Çankayatirmekte, “küfre yaklaştıkça inancı artmaktadır. “KanlaKirlenmiş Evrak” şiirinin sonunda şöyle der; “Ve şimdibirçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başındanbaşlayabilirim” Ama nedense, başından başladığı kitap,”birçok sayfasını atlayarak bitirdiği” kitap (Murat Belge“Kapital” diyor buna) yani ayni kitap olmaz.Yeni birkitap seçer kendine artık: Kur’an!İsmet Özel için gereği kadar yazıldığıkanısındayım. Epey yazı çıktı dergilerde. Bana biraz duygusalbir yazı olduğu sanısını veren A.Behramoğlu’nunyazısı ile (Militan, s. 11)daha nesnel bir yaklaşım olanM.Tahir’in yazısı (Yarına Doğru,s.15) en önemlileriydibence. Birde Cemal Süreya var; bir yerde “İsmet Özel safdeğiştirmiş diyorlar ama,ben şiirinde bir farklılık göremedim”gibi bir şey söylüyordu. Bu da bir bakış açısıtabii! Değerlendirme ölçütlerinin, bakış açılarının nasılbaşkalıklar taşıyabileceğini de gösteriyor. Eğer “Nasıl”söylendiğine değil de “ne” söylendiğine bakılmadığızaman nerelere varılabileceğini gösteriyor. CemalSüreya’ya “Amentü”yü ya da 28.sayfadaki şiiri bir dahaokumasını tavsiye ederiz.İsmet Özel’in “nasıl” söylediği üzerineyse bu“birsey değişmedi” yargısı doğru sayılır. Ama söylediğişeyler çok farklıdır dünden. Artık “fabrikalarda biteviyeüretilmekte olan kahır”ya “ellerin hırsla saban tutuşu” ilgilendirmektedirO’nu. “Kefarete hazır” olduğu yeni biryoldadır artık ve kefarette, şairliğidir O’nun.130ATAOL BEHRAMOĞLU, “BİR GÜN MUTLAKA”...Ataol Behramoğlu da öteki 60 Kuşağı şairlerininçoğu gibi İkinci Yeni «den geliyordu gerçi ama başından


Popüler Kültür ve Edebiyatberi Garip şiirinden Attilâ İhan’a kadar geniş bir etkialanı içinde bulunmaktadır. Zaten, İkinci Yeni’yleolan ilişkisinde bile Cemal Süreya gibi bir “ılımlıyıyeğler o. Sözgelimi “Bir Ermeni General” (1965)de ki“Sabiha” şiiri Cemal Süreya’nın “Sizin Hiç BabanızÖldü’mü”sünden çıkılarak yazılmış bir şiirdir. Aynışekilde,”İkinci Uykusuz Adam” şiiriyse daha çok Attilaİlhan’a denk düşer. (“Umanda ikinci uykusuz adam ellerigemili/Korsan şarkıları kadınlı bıçaklı gecede/Kalbinikoparıp denize fırlattı”)1970’de yayınlanmış “Bir Gün Mutlaka” ise 65sonrası deviniminin ürünlerini içeren bir yapıya sahiptir.Bu dönüşüm sırasında pek zorlandığı söylenemezBehramoğlu’nun. İkinci Yeni’yle olan ilişkisinin “ılımlı”niteliğinden ve bu şiire olduğu kadar öteki şairlere deaçık niteliğinden ötürü bu dönüşüme zorlanmadan kolaycauydurur kendini. Kaldı ki O’nun bu yenidöneminin ürünü olan kitabı “Bir Gün Mutlaka” dasadece üç şiir var bu yeni döneme uygun. Kırık -dökük bir söyleyişle, bu tekniğin getirdiği kolaycılığayaslanarak yazılmış; gene İlikle günlük yaşama, anlıkdalgalanmalara yada anılara uzanan kurgularıylaizlenimci bir anlayışın ön plâna çıktığı şiirlerdir. Israredilen duygular daha çok, hüzün yalnızlık yada gündelikyaşantıyla, hayat tarzı’yla ulaşamamanın getirdiği tedirginlikler,bu açmaz içindeki yeni insanın açmazlarıdırdenilebilir.Uyak hece gibi biçimsel kaygıların çok belirginolduğu ikinci bölüm şiirlerinde daha çok mizaha ve -birazda “israfkâr” –bir biçimde- halk deyişlerine tekerlemelereyöneliş görülür. Yer yer de Garip çizgisini çağrıştırıryanları vardır bu bölümdeki şiirlerin. “Yeniden Hüzünle”ise tıpkı kitabın başındaki “Kör Bir” gibi, izlenimciliğin131


132<strong>Erol</strong> Çankayaağır bastığı, günlük gerçeklerden anılara gidip gelmelerle,çağrışımlarla sürüp giden, yine aynı kırık - dökükbiçimciliğin kendini duyurduğu bir şiirdir. “Sırtüstüuzandım dünyaya/odamın ampulüne bakıyordum /ampulünbağlı olduğu borunun/ tavanda kıvrılışına” gibisindengereksiz ayrıntılarla zorlama bir biçimde ilgi kurulan,bu kolaya yaslanmayla şiirin elden kaçırıldığı birşiirdir “Yeniden, Hüzünle”. Bu şiir ve “Kör Bir” ötekilerintersine gözle okunacak bir şiirdir. Belki de kitabın eniyileri olan kitabın sonundaki şiirlerden “Yıkılma Sakın”da da öne çıkar bu göz’le okumaya zorlama. Oysa bu şiiryüksek sesle okunacak bir şiirdir ama gereksiz biçimselkısıtlamalar, oldukça klasik uyak düzeni nedeniyle çokşey yitirmiştir. Tek olarak düşünüldüğünde “haykıran”dizeler şiirin bütünlüğünde zorlamalara uğrar, topallaşır.Bu türden kaygıların görülmediği “Bir Gün Mutlaka”ise teknik olarak düşünüldüğünde başarılı bir şiirdir;bukısıtlamalardan uzak, -içeriğe uygun olarak-serbest vecoşkun bir söyleyiş vardır.Ataol Behramoğlu’nun üçüncü kitabı olan“Yolculuk,Özlem,Cesaret ve Kavga Şiirleri” (1974) isebirkaçı dışında bir gerileme bence. Çoğu yurtdışındayazılmış bu şiirlerin büyük bir bölüğünde “Kör Bir”ve “Yeniden Hüzünle”deki biçimsel yapısına bir dönüşgörülür. Genellikle dizelerin değil,kıtaların birim alındığışiirlerdir bunlar. Yine aynı kırık dökük, göze seslenen dizelerdirartık.“Kafka bunu/ Yaşamıştı/Ama bence/Olumsuz birtarzda” Ya da “Georges Bouzerait yaşasaydı / NazilerinParis’i işgali sırasında /33 yaşında kurşuna dizilen /Ve bu sokağa adını veren/Militan sendikacı/Demek 60yaşında filan olurdu” gibilerinden düz cümlelere yaslanacakdeğin bir izlenimcilik bütünüyle egemendir ki-


Popüler Kültür ve Edebiyattaba. Bir dönemdeki duygusal tonalitesi yüksek, sesleokunacak, belirli bir lirizmle örülmüş dizelerin yerinigözsel, duygudan çok akla dayanan, didaktik bir şiiralmıştır. Üstelik, şiirdeki tekniksel bu iki özellik ayrımıaynı şiirde de görülür . Sözgelimi “14 Eylül 1973”şiiri biçimsel kısıtlamalardan uzak, coşkulu bir biçimdebaşlar ama birdenbire iki-üç sözcüklük dizelerle sürüpgitmeye başlar yine.Bence, bu düz cümlelerin parçalanmasıylaoluşturulan “şiirsellik” bir süre sonra -getirdiği kolayayaslanma nedeniyle- şairinin aleyhine çalışmayabaşlıyor. Giderek her nesnenin şiire sokulması erozyonauğratıyor şairi.“SAVRULAN” SÜREYYA BERFE...Bu kuşak şairleri arasında “cesaret” i yönündentıpkı Özkan Mert gibi-oldukça ilginç bir gelişim doğrusuvar Süreyya Berfe’nin.Bu kuşak şairlerinin çoğu gibi yine İkinciYeni’yle şiire başlıyan Süreyya Berfe (daha doğrusu S.Kanıpak) 65’ sıralarındaki dönüşümde “ray” değiştiripgeçmişteki dönemini tümüyle yadsımayı tercih eder.(Bu dönemine ait şiirlerini kitaplarına almayacaktır.)“Bir Gece Konuşmasından” ya da “Rahibe” türündenşiirlerini toptan unutup Süreyya Berfe olur adını dadeğiştirerek. Bu, iyiniyetli ve cesur bir davranıştır amabu iyi niyet 1969’da yayınlanan “Gün Ola”nın başarılıbir kitap olmasını sağlamaz. Bu değişimin sarsıntıları,yanlışları içinde salt “iyiniyetli” bir ürün olarak kalır“Gün Ola”.133


<strong>Erol</strong> Çankaya“Gün Ola” da belirgin tema,şehir yaşan -tısındanbunalarak doğayla başbaşa yaşama (!) özlemleri/”Pan”olma düşleriyle yaşı yan küçük burjuvanın açmazıdırdenilebilir. Bu duyarlık için bir yerde “Necatigil”duyarlığı olduğu da söylenebilir.Yalnız Necatigil, gittikçekarmaşık bir yapıya bürünerek “yaşanmaz” olanşehirden kaçtığında daha çok kendi bireysel kabuğunaçekilip öznel trajedisini yansıtır.Oysa Süreyya Berfe şehir değerleriyleuyuşamamanın hemen yanında -ve ona bağlı olarak- bağkurulacak yer ve bu bağın niteliğine ilişkin önerilerlegelir. Bu önerilerin hangi düzeyde yapıldığı yada niteliklerinindoğruluklarının tartışması ise Berfe’nin şiiriniöz açısından sakatlıyor. unsurlar olarak belirginleşecektir. İlk adımda bu aksaklıklardan en belirginin popülizmolduğu söylenebilir. Bu dediğime örnek olarak “KöyeGiderken” şiirini gösterebilirim.Berfe, Behçet Necatigil gibi şehir değerlerinden,şehrin “Sahtekâr ışıklarından /Alık güneşinden (...)/Çala çala büyüyen salam yüzlülerden,, kaçmaktadırama O’nun sığındığı kendi “Evleri” i değildir. . Kendikabuğuna çekilmez, küçük burjuva aydınının “tarihsel”görevinde saf tutar: “Herşeyimi topladım burayageldim / Bağımsızlık hamurunu kar’ maya / İçerdekinive dışarıdakini tanıtmaya” der ve ekler: “Öğretmeye veöğrenmeye geldim” ama nedense birdenbire köyü veköylüyü yüceltme eğilimine kaptırır kendini: “N’oIurduben de dağdan doğsaydım / Anem yaylıda ot yolarken /Karnından yere düşseydim / Göbeği mi dağ taşıyla kesselerdi”.Salt bu şiir üzerinde verdiğimiz örnekler kitabındiğer şiirleriyle daha da zenginleştirilebilir.” Bilimecel-134


Popüler Kültür ve Edebiyater”, maniler, “Çoban Türküleri”, ağıtlar, “Türküler”ledolu bir kitaptır “Gün Ola”.Bu türler modern anlamda yararlanmaya gidilmedensadece taklit edilmiş, sayıca çoğaltılmışlardır okadar. Sözgelimi “Hınzırının başı kardır / Eksilmez yeliboranı / Ezik yüreğim dardır / Oy yiğit Alim oyyy dizelerinisiz “Uyan Alim” türküsünden sanabilirsiniz ama budizeler “Geri Dönmeyen Sığırtmaca Ağıt” şiirindendir.Bu kitaptaki anılmaya değer şiirler “NâzımHikmet’i Sevenlerin Türküsü” ve “Suya Giden..” şiirleribence. Sonuçta elde kalan gerçek, cebinde sosyalistdergilerle “öğretmeye” giden şehirli aydının “bir dostbulamaması” ve garip bir köy fetişizmine kapılarakkendini de yitirmesi olur. Çoban türküleri, çingeneşarkıları yazan Lorca’nın başarı derecesi ortada amabunu Türkiye’de gerçekleştirmek isteyen Berfe’nin tavrıpopülizm ve taklit olmaktan öteye gitmeden ilginç birdeney olarak kalır.Süreyya Berfe, 1968-1971 dönemi şiirleriniiçeren kitabı “Savrulan” ı yayınlar 1971’de “GünOla”yla kıyaslanmıyacak kadar “doğru” bir kitaptır bu.Gerçi Berfe yer yer aynı olumsuzluklara düşmüştür amayazdıkları, ilk kitabındakiler gibi taklit düzeyinde şiirlerdeğildir öncelikle. Dili daha bir anlaşmış, “Gün Ola”daçokça düştüğü estetik ilkelliklerden sıyrılabilmiştir. Enönemlisi de “Gün Ola”daki açıkça sırıtan popülizme pekrastlanmaz. Ama bir yandan da halkın “her” değeriningerekçesiz bir biçimde, eleştiri siz yüce İtilmesi de sürüpgider.Bazen de bir yerde “Fabrikaların Türküsü yokmu” diye sorup, birkaç dize sonra da “Ereğli Demir-135


<strong>Erol</strong> ÇankayaÇelik bana göre değil” deyip makinaya karşı kırsaldeğerleri yücelterek kendiyle de çelişkiye düşer.”SalazarNereye Gömülecek” yada “İspanyol İşçileri” gibişiirlerde ise evrensel boyutlara açılarak dar sınırlarındatekrara düşmeye başladığı yerse İlikten kurtulmayı dener.Bu şiirler öteki fere göre daha iyi şiirler bence. Belkide yerse İlikten uzak oldukları için popülizm tehlikesibarındırmaları ihtimalinin az olmasından.Politika Gazetesi,26-31 Mayıs 1976136


Popüler Kültür ve Edebiyat“ŞAİRANE”Pek üzerinde durulmamış, pek öne çıkmıyor gibigörünse de alttan alta kendini duyumsatmış bir saplantıolarak görülüyor. Adı üzerinde ya, genellikle kendine enuygun bir tür olan şiirde gösteriyor etkisini. En yatkıntürün şiir olmasının yanında, her sanatsal yaratımda azya da çok bu öğe önem kazanıyor. Hikâyede romanda,resimde ve belirtisi az da olsa plastik sanatın ötekikollarında. Oldukça yaygın bir eğilim.Çağrıştırdığı ilk içeriğiyle edebiyatın romantikdönemine özgüymüş gibi. Kapitalizm gelişirken, burjuvazininelinden geçen her nesne gibi sanatsal yaratımınında metalaştığını gören sanatçıda ister doğaya, ister kendineolsun bir kaçış görülüyor. Maddî nesnelerin yanındaher türlü insanî duygular, her türlü duyarlık, sevgi, acıma,yardımlaşma ve aile ilişkileri bile, “Bencil hesaplarınbuzlu sularında” boğulurken sanatçıya kala kala bir içdünya, bekareti bozulmamış^bir iç dünya kalmaktadırsadece.Her alandaki bu bayağılaşma kadısında birimgeler dünyasına sığınarak hayattan bir tür intikamalan sanatçı, hayatın karmaşık bütünsel gerçekliğindenuzaklaştıkça bir daha geri gelmeyecek o altın günlerinözlemine sığınır. Madem ki soysuzlaşan bu dünya137


138<strong>Erol</strong> Çankayasanatçıyı horlamakta, onu bir kıyıya itmektedir, o haldesanatçı da dünyevî her şeye sanatının kapılarınıkapatacaktır. Makina değememiş nesnelerle duyarlıklarönem kazanır. Sorun, toplumdan ve hayattan yalıtılmışsanatçının, sanatını kelimelere, hazır imge ve şemalaraindirgemesiyle başlıyor.“Şairane” bir üründe tıpkı “Kitsch”de olduğugibi duyguculuk, işin kolayına kaçma, okurun zaten belliüç-beş zayıf noktasının üstüne giderek bir tür “avlama”görülüyor. “Kitsch” bir eserde de “şairane”de olduğugibi esnafça denilebilecek bir yan var. Fazladan da özentiliolma, o ölçüde de bayağılık. İki tür eserin çıkış yerlerive amaçları farklıdır yalnız. “Şairane” olan Kitsch olmadanuzaklaşmak istediği oranda yaklaşır ona. Kitsch,ya da magazin edebiyatı ise bu konuda daha bilinçlidirdenilebilir; piyasanın kurallarına boyun eğer o, bu nesneltemelin üzerinde yükseldiğini ve varlık nedeninin butemel olduğunu bilir.Yüzyıllardır işlene işlene çok güçlü çağrışımyükleri kazanmış kelimeler, yerel deyişler, hazır imgelerve deforrnasyon imkânları. Şairaneliğin her yerde ve herzaman hazır üretim araçlarıdır bunlar. Bu örneklerdenDivan ya da Halk Şiiri’nde bol miktarda var. Sözgelimi,bıçak değil de pıçak, yalazlanmak gibi. Divan Şiiri’ndenilk anda akla gelen bir “rüzigâr” kelimesi örneğin.Bu çeşitten kelimeler, bırakalım bir dize içindeyer almayı, kendi başlarına bile oldukça güçlü ve çekicinitelikleriyle öne çıkıyorlar. Ama bu güç ve çekicilikleriçok kandırıcı olan yaldızlarından ileri geliyor. Sözgelimibir “eşkiya”, kendi başına bile başlı başına bir imge, hattaimgeler kaynağı. Yer aldığı dizeden bu sözcüğü çıkartıpyerine, ne bileyim bir “çeteci” kelimesini koysak belki


Popüler Kültür ve Edebiyatde çok şey değişecek. Belki diyorum, çünkü bundan dapek emin değilim. Çünkü ikinci kelime de en az birincisikadar şairane. O halde sorunun düğüm noktası başkabir yerde; kelimeler ne olursa olsun, o iki kelimeninçağrıştırdığı durum, yani eşkıyalık olgusu şairane! Biranda yüzlerce kare tüm şeridi geçiriyor insanın aklından.Eşkıyalık olgusunun bilincimize yansıması belki deyanlış bir koşullanma oluşturarak şairanelik kazandırmışbu kelimenin simgelediği durum’a.Demek ki, kelimelerden önce şairane durumlarve olgular var. Belirli tarihsel - toplumsal dönemlerdekendi şairaneliklerini yaratıyorlar ama. Bir dönemsanatçıları için gece vakti ay ve mehtap, bulunmaz eşsizbir şairane görüntüymüş örneğin. Pırıl pırıl, bulutsuzbir gecede ayın duruşu şairaneymiş ama Apollo’yla, birtakım elektronik aygıtlarla falan oraya da el atılınca hiçde şairane bulunmaz oldu artık!Fecrî Ati şiirinde daha çok, “Güneşin akşamüstübatışı”, “Kızıllaşmış semâ” ya da “Yakuttan sular” var.Haşim, duyarlığın bu değişimini görüp, “Melali anlamayannesle aşina değiliz.” demişti. Bugünkü beşerinsefil iştihalsının, kirli nazarlarının kendisinde ve uğrunaşiir yazdığı kadında bir mana bulamayacağım söylüyordu;Çünkü durgun denizdeki kırıklığı ve isteksizliktitreyişini, ayın hüznündeki ışıksız alevi görebilen birşairdi o! “Ötüşü yaz gecelerinin yıldızlarını ürperişleriçinde» bırakan küçük, kuş”, yani Haşim’in “şi’r”inin,sadece 1446 kelimeden oluştuğunun bilinmesi bile buaçıdan 3oldukça anlamlıdır.“Bakınız yıldızlar ne güzel...” der Haşim, “Bunlar,belki bizim cedlerimizin sandığı gibi, lacivert kubbeyeçakılı bir takım altın başlı çivilerdir. Ay, belki139


140<strong>Erol</strong> Çankayagüneş, eskilerin inancına göre bir ilahtır. Belki, yeryüzüyuvarlak bile değildir.”Nazım Hikmet işe bir yazısında böylesi birtektipleşmeye işaret ettikten sonra, genç ozanlarımızınneden böyle korkular, karanlıklar, akşamlar, mumışıkları altında olduğunu soruyor. Genellikle aynıduygunun değişik biçimlerde yazılmış ürünleri diyenitelediği şiirlerin adları şöyle: Aksamın Seneleri Kederve Yalnızlık, Akşamı Duyuş, Öldüğüm Gün... Bunlar odönemin şairaneliğine örnekler. “Her nedense yeni ozanlardasaatler bile alaturka” diyerek, “Keder ve alaturkasaat altı..” dizesini örnekliyor Nazım.Sanat ürünlerinden öte olan, davranışlardakişairaneliğe de değiniyor bir mektubunda Nazım Hikmet.Mussolini için, “Müthiş şairane»bir heriftir.Yunanistan’ın ciğerlerini sökeceğiz derken şairaneliğindaniskasını yapar” diye yazıyor Kemal Tahir’e. GeneKemal Tahir’e yazdığı bir mektubunda Cevat Şakir için,“Hepimizden iyi şairdir” dedikten sonra “Yalnız bazenşairliği o kadar azıtır ki şairane olur” diye eklediği birsatır da var!Şairanelik, özünde bir kaçıştır, maddî gerçekliktenkaçmadır demiştim. Şairin kaçtığı ve okurun daarındırıldığı bu alan, belki de daha doğru bir ifadeylebu sığınak, değişik toplumsal - tarihsel dönemlerde veşairin bilinçliliğinin niteliğine bağlı olarak değişikliklergösterir. Her şiir akımının bir şairanelik sözlüğü vardır.Bir şiir akımı oturdukça, yaygınlık kazandıkça ve“çoğaltıldıkça” bu sözlük genişler! 1950’lerden sonrayazılan şiirin de “olmazsa olunamayan” bir kelimeleryığını, İmgeler demeti ve “fikr-i sabiteleri vardı.En başta, “şehir”den kaçma duygusudur bu fikri


Popüler Kültür ve Edebiyatsabit; büyük bir “tiksinme” ve “iğrenme” duvgusudur kioluşmuş nihilizmin sonucu değilse şairi açık bir nihilizmegötürecektir. İkinci Yeni’nin girdiği bu uzlaşmazlıktavrı, dolaylı bir yoldan girilen uzlaşma ve edilginliğinkırılmış zâhiriliğidir.Orhan Veli, “lapinaların en harelisi”, “Rakışişesinde balık olsam” gibi - klasik anlamda “mısra” olmayandizeleriyle - Tanpınar’la, Haşim’le ve genel olarakşairanelikle alay ediyordu ama bu yâlınlaştırma eğilimibile çoğaltmacıların elinde şairaneliğe dönüşmektenkurtulamadı.Attila İlhan, Garip şiirinin, şiirin imkânlarınıasgariye indiren ve bu ölçüde de lirizmin imkânlarınıfeda eden yalınlık anlayışına tepki olarak şairaneliktenkaçınmamış bir şair. Bu eğilim, romanlarında hatta düzyazılarında bile gözlemlenebilir. Attila İlhan’da söze dayananbir şairaneliğin yanında durumun bu niteliğindenyararlandığı şiirleri de var. “Üçüncü Şahsın Şiiri”ndeçok yalın bir anlatım, neredeyse »doğrudan konuşmavar ama, şiirin gücünü aldığı durum şiirsel. Attilaİlhan’ın, anlatımdan ve şairanelik’ten bir imkân olarakyararlanırken durduğu tehlikeli nokta ardıllarından birçoğunun da hesabını gördü. Anlatımdan bir öğe olarakyararlanma ile anlatımcı dize kurmak çok farklı şeylerdirçünkü.“Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin/NATO’ nun kablosu durmakta derinde” diyordu “YılanGibi” şiirinde Can Yücel. Bu da bir Orhan Veli tavrı amaCan Yücel, gene de “lapinaların en harelisi” şairindendaha farklı bir tavır içinde. Orhan Veli, “minarelerin enilâhisi” diyen Tanpınar’ı gündelik hayatın öğeleriyle vesıradanlıkla matrağa alırken gerçi şimdiye çağırmaktadır,141


142<strong>Erol</strong> Çankayaama bunu yaparken “önerisi”ne bağlı olarak kendi yerinide belirlemiş olur.Bu bilinçlilik, eskiyi yıkar ama yeni bir yapıda kurmaz üzerine. Ya da Orhan Veli’nin önerisi bubilinçliliğin niteliğine bağlı olarak “lapinalar’la, “rakışişesinde balık olsam”ın trajiğiyle sınırlı kalır.Can Yücel’de toplumsal bir boyut var. O da, körfezdekidalgın suyun derinliklerinde geçmiş gecelerdenbirini gören Yahya Kemal’i şimdi’yle harcıyor amabunu yaparken politik nitelikli önerilerle geliyor. OrhanVeli’nin ihmal ettiği ya da vakit bulamadığı öneri getirmeve toplumsal bir alternatif koyma öğesi bu.1960’ların sonlarına doğru şairanelik kaynaklarıbir değişim geçirdi bizde. Önceleri İkinci Yeni’den ödünçalınmış imgelerin, ya da şehirden kaçma, içki, intihar,ölüm duygusu, anlaşılamayan şairin yalnızlığı gibi geneltemalar ve elbette hüzün görülüyordu. Sonra onun budeğişti, bunların yerini literatürün terminolojisi ve ortaktemaları olan mazmunlar aldı. Bu şiir için, “bilinen sözlüktenseçilen kelimelerin, belli bir şeyi bekleyen bilinçlerdeuyandıracağı oldukça kapalı çağrışım ve duygularagöre yazılmış” nitelemesinde bulunuyordu bir yazısındaMurat Belge. Aynı yazısında, bu şiiri “Guevera’nınGünlüğü”nden çıkarma yanlışına değinerek “Kapital”!okumayla yeni bir şiire varılabileceğini söylediğibir bölüm de vardı. Bence bu, özünde ilkinden pek defarklı olmayan, başka bir düzeyde yinelenen bir yanlışadüşmek olacaktır. Şiiri “Guevera’nın Günlüğü’nden”ya da “Kapital”den çıkarmaya çalışmak, yani metinçalışmasıyla şiir yazmak ne derece tutarlılık olur bilemiyorum.Doğru olanın, şiiri hayatın karmaşıklığındaaramak olduğunu sanıyorum ama, bu karmaşıklığıyorumlayıp değiştirmede birbiriyle ilişkili bu iki metnin


Popüler Kültür ve Edebiyatde gerekli olduğu ortada.İster bireyci, ister toplumcu olsun, her kamptansanatçıda zaman zaman böyle bir eğilimin uçverdiğisöylenebilir. Değişen yan sadece, o kampa özgü şairanedurumlar, imgeler, duyarlıklar. Hayatın her cephesindeve herkeste!Dünya Gazetesi,16 Nisan 1979143


<strong>Erol</strong> Çankaya“KAHROLSUN SLOGANCILIK” SLOGANI!Sloganlarla düşünmeye ve yazmaya karşıolduğunu her fırsatta ve üzerine basa basa söylemeyemeraklı kimi çevrelerin ağızlarından hiç düşmeyen sloganlardanbiri oldu «slogancı sanat» sözü. Kavramınkapsamının ne olduğu da hayli belirsiz; özellikle sondönemde iyice karıştı, muğlak bir hal aldı.Tartışmalar daha çok, en elverişlisi olduğu içinedebiyatın çevresinde döneniyor. Slogancılık, kimseningiymek istemediği, birbirinin sırtına geçirmeye kalktığıbir ateşten gömlek olmuş durumda. Herkes, ayrımsız herkesonu edebiyatımızı yıkıma götüren «muzır» bir yönelişolarak görüyor. Herkesin oraya buraya çekiştirmesiyleİlginç bir çok boyutluluk kazanmış olan bu kavramla bazanaçık açık, çok zaman da satır aralarından bir yığın adbir kalemde harcanıyor, suçlanıyor. Bir yandan da bellibir kesimin «slogancı» kabul ettiği bir şair bunları bilmezdengelerek «slogancılık, ilkellik...» diye, kaşlarınıçatmış kendince bir şeyler söylüyor.Tartışmanın başında öyle sanılıyordu ki vurgulanmakistenilen daha çok, coşkulu gençlik ve halkgecelerinde çalıp söyleyen, «halk ozanı» namım kendinetakmış kişilerdir; bu kişiler böyle bir tartışmadan haberleriyok, çalıp söylüyorlar ya meramın bu olmadığı/daha144


Popüler Kültür ve Edebiyatsonra anlatıldı. Suçlamanın boyutları gün be gün yayıldı,yayvanlaştı; dergi sayfalarını, kitapları, adı ortalardagezenleri kapsadı. Şimdilerde’, toplumcu bir sorunu olan,sorumlu olmanın bilincinde her sanatçı boyunlarında buyafta, alınlarında bu kara leke o çarmıhta çivili duruyorlarorta yerde.Sorunun asıl önemli olduğu yan «slogan»dediğimi kavramın ne olduğunu doğru olarak saptamakta.Haykırışları gözler yaşartıcı boyutlara ulaşanbu yalanmaların içtenlik derecesini de çok iyi saptamakgerekli sonra. Herkes yakmıyor bu durumdan amaslogancılığa karşı çıkan adların aralarında öyle kişiler varki bunlar böyle bir sorunu hiç dert edinmemişler ömürlerince.Çünkü slogancılık eğilimi benim görebildiğimkadarıyla bireyci yanlarını, boğuntularım, müzminleşmişpatolojik komplekslerini kâğıda dökebilmek için heran yeni alfabeler ariyan kişilerin başına sorun olmamışhiç bir «aman. Laf lafı açtı mı, hatta çoğu zaman lâfıdolandırmadan buraya getiriyorlar konuyu. Amaamaçlarının üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğu daortada!Edebiyatımızda böyle bir eğilimin olduğu birgerçek ama ben düşüncemi öncelikle söyleyeyim, bununöyle uzun boylu bir tehlike olduğunu sanmıyorum. Kaldıki inancıma göre bu kaçınılmaz bir durum. Kaçınılmazdiyorum çünkü edebiyat kendi öznel yasaları olan saltıkbir uğraş değil Bir ülke içindeki her şeyden olduğu gibio ülkedeki politik koşullardan da büyük ölçüde etkileniyor.Sözgelimi Türkiye’deki 60 sonrası sol politikabüyük ölçüde belirlemişti edebiyat alanını da. Bununedebî plandaki «tezahürü» olarak, ortaya çıkmış oldukçafazla miktarda popülist, narodnik nitelikli ürünvar. Aynı şey günümüz için de geçerli; daha doğrusu o145


146<strong>Erol</strong> Çankayaeğilimin türevi denilebilecek bir anlayış bir süre daha varolacak ister istemez. Ama yine de zorlu bir tehlike değilbu eğilim, kaldı ki nerdedir bu anlayışın ürünleri? Başdüşman sayılacak kadar bürümüş müdür ortalığı? Amabazı çevreler sosyalist gerçekçilik denilince işlerinegeldiği gibi konuşmaya pek teşne görünüyorlar. Özellikledikkatli ve titiz oldukları nokta da örnek seçimleri!Bunu özellikle belertiyorum çünkü vaktiyle ikinciYeni tartışmalarında asal örneklerden yola çıkılmasıgerektiğini; ikinci - üçüncü elden sanat ürünlerimi budeğerlendirmede ölçüt olamayacağını ısrarla belirtenlernedendir bilşinmez o söyledikleri yöntemi uygulamaktankaçınıyorlar.Sosyalist gerçekçiliğin büyük kuramcı veuygulayıcılarının bütün ömürleri zaten bu türden«sol» eğilimlerle mücadeleyle geçmiştir ve Gorki’denNâzım’a, Flekhanov’dan, Brecht’ten Aragon’a kadarbütün ustaların yazılan bu türden mekanik anlayışlara,sekterizmlere hüküm giydiren yargılarla doludur;.yani soruna zaten sosyalist gerçekçilik platformu dahilindeçözüm getirmiş ve sosyalist düşünce içindeyeterli eleştirel materyal bırakılmıştır. Bütün bunlarıyok sayarak bu platformun dışında bir terminolojiylekonuşmak, soruna sağ bir yaklaşım yapmak sanırım çokanlamlı. Üstelik bu tavır son dönemde görüldüğü gibi birAragon’un bir Brecht’in çok aykırı yorumlara çekilmesiylede hayli ilginç kılıklara bürünüyor. Geçende bir yazarBrecht gibi bir adı bile «sanatın bağımsızlığı» üzerinekonuşturuyordu!Evet, Aragon’un «gerçekçilik gemisi» daha sinsive o oranda da tehlikeli bir düşmanla karşı karşıya günümüzde.«Sağcı korsan» artık sağcı olduğunu maskelemekgerektiğini, yoksa hiçbir işlevinin olamayacağını çok iyi


Popüler Kültür ve Edebiyatanladığı yerde. Çağdaş gericiliğin bu ayak devimini iyideğerlendirmek gerek. Sosyalist gerçekçilik çabasındakisanatçıların en yüzeyden yanlışlıklarını, estetik yetersizliklerinisevinçle karşılayan bu tip kişiler edebiyatalanında boy veren gericiliği, umutsuzluğu, pasifizmi,modernizmin bin kılığım nedense görmezden geliyorlar,hatta prim veriyorlar, teşvik ediyorlar.Bugün asıl tehlikeli olan eğitim budur; sosyalistgerçekçiliğin temellerini savunma bayrağı altındayapılan bu iki yüzlü saldırı siyasetidir.Aslında sorunun adı yanlış koyuluyor gibi geliyorbana. Slogancılık değil de «klişeleşme» dense dahadoğru bir terim olacak. Ancak bu takdirde kavramıniçeriğinde yalnız «sol» eğilimler değil; bir başkaçizgide aynı yanılgıyı işleyen, varoluşçuluk, modernizm,bireycilik gibi boğuntuları klişe ve çokça dışardanapartılmış bir üslupla azmalar da yer bulabilecektir.«Sol» eğilimlerde olduğu gibi bu tür bir anlayışta dagerçekliğin çoraklaştırılması, hayatın yine tek boyutluverildiği ve insan bütünselliğinin yadsındığı yine«klişe» bir yapı gözlemleniyor.Birinde insanîn «insani» öğeleri atlanıyor,öteki anlarca ise abartmayı bile aşan bir düzeydehyperbole’ik boyutlarda bu öğe vurgulanıyor. Üstelikbu «insanî» duyarlık, bu hastalıklı eğilimler hangitoplumsal - tarihsel koşullarda yaşanılıyor, bu perspektifde gözden kaçırılarak. Doğru yöntem; hastalıklarınhangi yöntemlerle tedavi edilebileceğini de belirten, yolgösteren; o hastalığın hangi ortamda tümümle ortadankalkacağını doğru saptı-yan ve iletme cesaretini gösterensanatın yoludur. Sıtmadan üşüyen, titreyen, zavallılaşankişileri an latan ama sıtmanın kökünün ancak tüm147


<strong>Erol</strong> Çankayabataklık kurutulunca kazanılabileceğini göstermeyi ilkealan bir sanat; sivrisinekleri hedef alan bir sanat değil!«Slogancı» diye nitelenen «sol» anlayışın —kabul etmekgerekir ki— oldukça ilkel olan biçimleri bu eğilimi baştehlike olarak saymamızı önlüyor. Günümüzde oldukçayaygınlaşmış ikinci anlayışın temsilcileri ise genellikleestetik sorunları üzerinde (dertleri salt bu olduğu için)kafa yormuş olmaları ve sanatsal çabalarının yaldızınedeniyle kandırıcı olabiliyorlar. Bu nedenle asıl tehlikeliyönseme budur, «sağcı korsan»ın bu hesaplı tavrıdır.Bütün dünya tutuştuğu anda ateş insanı yakar demeninde bir anlamı olmayacaktır.Cumhuriyet Gazetesi,25 Haziran 1977148


Popüler Kültür ve EdebiyatTAHİRLE ZÜHRE MESELESİ»Şu sıralar sürekli olarak, Memet Fuat’ın derlediğimektuplarını okuyorum Nâzım Hikmet’in. Uzunca birsüre önce okuduğum ama hâlâ “bitiremediğim” bir kitap“Nazım ile Piraye”, Derlenmiş bu mektuplar Nâzımınöteki mektuplarıyla bir düşünüldüğünde daha bir anlamkazanıyor.Çeşitli tarihlerde ve farklı kişilere yazılmış bumektuplar( Va-Nu’lara, Memet Fuat’a,Kemal Tahir’eyazdıkları) aslında birbirini bütünleyen aynı yapıdadüşünüldüğünde daha bir anlam kazanan yazılar.Nazımın büyük şiirini daha iyi anlayıp yaşayabilmekiçin “mektuplar”ın okunması gerekli bence.Çok zor koşullarda ve olanaksızlıklar içindeyazılmış bu mektuplar bile Nazım’ı ayakta tutabilirsanıyorum. Dünya edebiyatında bildiğim kadarıyla bununbir örneği daha var Antonia Gramschi.” HapîsaneDefterleri” nasıl Gramsci’yi yaşatan bir anıtsa, şiirlerinive bütün öteki ürünlerini bir tarafa bıraksak bilemektupları, ilettikleriyle yıllarca yaşatır Nâzım’ı. Herkonuda yararlanılacak eşsiz bir kaynak bu mektuplar.Bu gerçeği “mektuplar”ın önemini “Nâzım ile Piraye’yiokurken bir kez daha anladım.Memet Fuat’ın bu çalışması eşsiz bir çabanınürünü, mutlaka okunması gerekli bir kitap bu ya ben149


150<strong>Erol</strong> Çankayabaşka bir noktaya değinmek istiyorum bu kitaptaki birşiirden yola çıkarak.Kitabın başında “Memet Fuat’a Mektuplar”danyapılmış bir alıntı var. Ben bu satırları alıntılamakistiyorum öncelikle, şöyle diyor bir mektubundaNâzım:”Anneni tanıyıncaya kadar, muhteva meselesindebir bakılma sekterdim. Mesela, insanlar arasındaki sevdamünasebetlerini yazmazdım. Anneni tanıdıktan sonraonun yaratıcı tesiriyle bundan da kurtuldum. Bir sevdaşiirini, ama sahibi bir sevda şiirini, bir kavga kadar seviyorve sayıyorum.”Şuraya getirmek istiyorum sözü; Nâzım’ınsözünü ettiği sekterizm günümüzde de itibar görüyorkimi çevrelerde. Günümüz edebiyat alanında yer yeregemen olan sığ ve sekter anlayışlardan kurtulunmuşdeğil. Hikayecilerimizin romancılarımızın çoğu halaşemacı bir anlayışı sürdürüyorlar şairler sloganlarlabildiri şiir yazıyorlar. Tabii bu anlayış sorunun tabiatıgereği devrimci kesimde egemen. Böyle bir kaygısıolmayanlara uzlaşmacılara devrimci kesimdeki “iç”tartışmalardan yararlanmak isteyenlere karşı tavrımızınuzlaşma çizgisi olmadığını ayrıcı gereksiz gibi görünsede vurgulamak isterim. Bu kaba gerçekçi anlayışın özelolarak şiir pratiğinde belirginleşmesi popülizm şemacılıkgiderek devrimci özü zedeleyen ilkellikler slogancılıkbiçiminde görülüyor. Ve gidirek öz konu sınırlamaları.Öyle sanıyorum ki bu tür anlayışlar şiirinduyarlılıkla değil, bilinçle yazılacağı varsayımındankaynaklanıyor. Şiir “bilinç”le yazılınca “duyarlık” gereksizoluyor tabii ve giderek o duyarlığın türlü biçimleri,sevgi, korku, acı duyma nefret vb, -ilgilen-memeyigerektiren boş “burjuva duygusallıkları” olarak görül-


Popüler Kültür ve Edebiyatüyor. Geçmişte bu çınlayışın ürünleri çokça görüldü,bu günümüzde de sürüp gidiyor. Öncelikle şunu belirtmekisterim, şiir elbet “bilinç”le yazılır. Ama bu gerçeğiabartarak insanî bütün öğelere boş vermiş bir konumakayıp şiir değil bildiri yazmak herşeyden önce devrimcişiirin ustalarına karşı bir saygısızlık gibi geliyor bana.Devrimci şair devinen hayattan, “insana ait” olandankan almalıdır, kalıplaşmış ki tabi kavramlardan değil.Günümüzün bir bölük şairini bir tür “mazmunlaşma”eğilimi içinde görüyorum ben. İşi kullanıla kullanılaerozyona uğramış, imge gücü yitmiş sözcüklerle idareetmeye çalışan sözcük değişimlerine bel bağlamış şairlerbunlar.Dural bir hayatı yansıtan Divan şiirinde hayattandeğil kitabı olandan, kalıplardan belirli-sözgelimi“lâle” ya da “selvi boylu” imgesi-imgelerden söz edilebilir,bunu kabul ediyorum, çünkü çokça söylendiği gibibir “tüketim şiiri” Divan şiiri. İşte günümüz “devrimci”şiirinde böyle bir mazmunlaşma eğilimi görülüyor. Postal,dağ, tüfek, hücre, kavga, inanç, güvercin, direnç vs.gibi sözcükler yaşayanı, devinen hayatı yansıtmıyorlar,kalıplaşmış kavramlar. Bu sakıncalı noktalardan biride insanı bir robot solarak görüp, yansı tan, insancıldeğerlerin en azından unutulduğu bir tavra düşülen yeroluyor.Oysa “insanız ve insanî olan hiçbir şey bizeyabancı değil” böyle olması gerekir. Bu önemli noktanıngörülmediği ürünlerde ortodoksluk (!) adına varılmış birşematizm, hayatın diyalektik değil mekanik bir yorumuylakarşılaşıyor. Devrimci korkmaz, acı çekmez butür yapıtlarda; hele acı çekme “aşkî “ bir neden yüzündenseihanetle bir tutulur. Romansa bu yapıt, sunulan151


152<strong>Erol</strong> Çankayadevrimci kahraman “dava”sı uğruna sevgilisini, karısınıpekâlâ terkedebilir. Şiirse, bu nitelemelere uygun buyapıt, kavga şiiridir, bilinç taşır kitlelere; çünkü kitlelereğitilmeye muhtaçtırlar öyle sevgi, hüzün, yalnızlık, acıçekme gibi duyarlıklar “burjuva duygusallığı”dır. Buanlayış o ünlü sözü aklıma getiriyor:”Asker korkmaz,asker üşümez, asker acıkmaz vb...”!Attila İlhan, sanırım “Duvar”ın son basımındayazıyor, ilk basımına “Duvar”ın, “bazı solcu ağabeylerin”hışmından çekinerek aşk şiirlerini almamış. Bu eski birörnek ama pekâlâ yenileri günümüzden de gösterilebilir.Yeter ki çevremize bakalım biraz.Nazım’ın çok sevdiğim o şiirinden birkaç dizealmak istiyorum buraya:“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da,hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değilbütün iş Tahirle Zühre olabilmekteyani yürekte.”İnsan bütünselliğini görmezden gelip bubütünselliği oluşturan parçalardan kimisini kabule kimilerinide yadsımaya varan bir mekanik kafa yapısı burjuvadar görüşlülüğü bence, devrimci tavırla en ufak bir ilgiside yok. İnsan ne denli devrimci olursa olsun “insan” dır.Aşkıyla, öfkesiyle, korkusuyla, kavgasıyla, inançlarıyla,umuduyla, düştüğü umutsuzluklarla..İşte bütün bu par-çaların tamamladığı bir yapıdır “insan.” Bunlardan birini,sözgelimi “kavga”sını alıp ötekilerini atlamak çokönemli bir yanlışa düşmek bence. Bu nedenle, bir kavgaşiirini sevip te “sahici bir sevda şiirini” boşlayan, gereksizgören eğilim üzerinde durulması gerekli bir sığlık,dar kafalılık,. .Üstelik devrimcilik adına devrimci sanata


kasteden bir yanı olan bir darkafalılık..Popüler Kültür ve EdebiyatOysa nasıl, “bir barikatta dövüşerek” ya da“kuzey kutbunu keşfe giderken” ölmek, ayıp olmazsasevda yüzünden ölmenin de ayıp olmadığını kavramakgerekiyor, bütün işin “yürekte” olduğunu kavramak...Politika Gazetesi,3 Mart 1976153


<strong>Erol</strong> ÇankayaUNUTULMUŞ KİTAPLARGünümüz Türkiye’sinde yayıncılık alanındaönemli bir sorunla karşı karşıya, okurda yayıncılarda. Oldukça önemli sayıda kitap yayınlanıyor,yayınevlerinin satışında artış var, kitap tirajları da yinebir değişim içersinde. Bu noktalar “sorun” olarak nitelenebilecekşeyler değil elbet; kuşkusuz, bu gelişimi olumlubuluyorum. Hele bizimkisi gibi kültürel bir “açlık”içindeki ülkelerde bu dinamizm sevindirici. Bu türdenbir devinim 1960’lardan hemen sonra da farkettirmiştikendini. Bu dönem, oluşan yeni koşulların da etkisiyle(27 Mayıs’ın getirdiği göreli özgürlük ortamı, 27 MayısAnayasası, demokratik haklar vs. gibi) geniş yığınlarayeni sorunların, yeni düşüncelerin başyapıtların, klasiklerinulaştırıldığı; ülke yapısına değgin sorunlarınkitleler önünde tartışıldığı bir dönemdi.Bu çok özel durumdan ötürü edebiyat-sanat birsüre için geri plana itildi; daha çok ekonomik-toplumsalsorunlarla ilgilendi okur. Bu özellik 12 Mart öncesinedeğin sürdü geldi ve bu ara dönemde kesildi. Dişe dokunurbir yeni kitabın çok zor yayımlandığı, eski kitapların dabulunup okunamadığı bir dönemdi bu. Bu kesinti sonaerdikten sonra yine bir tür “kitaba hücum” başladı; amayönelinen kitaplar daha çok, boşluğu duyulmuş politik154


Popüler Kültür ve Edebiyatsorunlara ilişkin yapıtlardı. Gerçi “sanata vaktimiz yok”diyenler azalmıştı, devrimci kesimdeki kültüre duyulankayıtsızlık ortadan kalkmıştı ama öne çıkan yine politiksorunlar oluyordu. Hele sanatın politikleşmesi daha birhız kazanınca bu nokta daha bir önem kazandı. 12 Martgibi bir “boş” dönemden sonra birdenbire hız kazandıyayıncılık. Çok önemli sayıda kitaplar yayımlanmayabaşladı.Bu olumlu devinimin getirdiği bir olumsuzlukda var bence; bu kitap bolluğu (enflasyon demekistemiyorum) içinde gerçekten önemli kimi kitaplarıngerekli etkiyi yapamadan, hatta okura ulaşamadan yitipgitmesi. Hele sözünü ettiğimiz kitap büyük olanaklarasahip bir büyük yayınevi tarafından yayımlanmamışlabu yargı daha bir önem ve geçerlilik kazanıyor. 12 Martsonrası yayıncılığında görülen bir değişme de yayıncılıkpiyasasında da bir tür “tekeller”in belirmeye başlaması.Kitap maliyetinin kağıda arka arkaya gelen zamlarla,baskı - dizgi gibi işlemlerin pahalılaşmasıyla çokartmış olması ister istemez böyle bir sonucu doğuruyor.Küçük yayınevleri yok değil, yine var tabi ama, etkilerizayıflamış, güçsüz ve ayakta zor duracak bir biçimde var!Bu kitap furyasında küçük bir yayınevinin yayımladığıbir kitap -eğer bir de yazarı tanınmamış biriyse- rahatça,etkisiz kalıp unutulma tehlikesi karşısında günümüzdeartık. Bu olumsuzluğu yaratan nedenlere bir de günümüzdekikarmaşık-hızlı dünyayı eklemek gerekir doğalolarak.Günlük basının, Radyo-TV gibi (ya da sinema) kitlehaberleşme araçlarının çok önemli kaleler kazanmasıkitap-dergi gibi basılı araçları geriye itiyor. Özellikle,kentleşmenin sonucu hızlı ve karmaşık yaşamı da155


156<strong>Erol</strong> Çankayaeklersek bu hızlı, saati saatine yaşam içindeki okurun zordurumu daha bir anlaşılır sanırım. Kimi yazarlarımızınbile “Şu Tolstoy’ların özeti çıksa da okusak, “ dediği birTürkiye’de yaşıyoruz artık. Bu söz, “mesleği” yazarlıkolan biri için ne. denli gülünç oluyorsa sıradan okur içinde o denli düşündürücü en azından.Gerçekten de bu hızlı yaşam içinde normal birokuyucunun yüzlerce sayfalık “klasikler” ciltleriniokumasını, o koca ve daha önemlisi kendi sorunlarınapek yakın olmayan ciltleri okuması için günlerini vermesiniistemek güç. İşte bütün bu karmaşa içinde okur,deyim uygun düşerse elyordamıyla yolunu bulma durumunda.Belki de en önemli kitabı görmezken çok gereksizve yokuşa süren kitaplarla zaman harcama sorunuylakarşı karşıya. Yalnız, sözünü ettiğim bu nokta salt politikkitapların sanat yapıtlarına tercihi biçiminde görülmüyor.Aynı şekilde, bu karmaşa içinde adını, nasıl olursaolsun, duyurabilen, iyi duyurulup dağıtılabilen, özenlibasılmış kitaplar bu avantajlarıyla öne çıkıp ötekilerinigerilere itebiliyorlar. Bu geçtiğimiz yılda da görüldü,öyle sanıyorum ki gerekli ilgiyi görmemiş bu türdenkitaplar üzerinde durmak istiyorum şimdi, adlarını anarakdaolsa.Dr. Ahmet Aker’in “12 Mart Döneminde DışaBağımlı Tekelleşme”si Ocak 1975’te yayımlanmış.“Rakam ve istatistiklerden fazla, toplumun değişik kesimlerindengelen tepki, uyarı, öneri ve eleştirilere yerverilen” bu çalışma, içinden yeni çıktığımız ve kuş kuşuzbu alanda daha birçok yorumların getirileceği bir dönemioluşturan yapısal koşullara ve dönemin sonuçlarınaeğiliyor. Önemli bulduğum şöyle bir yargı var Dr.Aker’in: (12 Mart’ta)... Türkiye’de büyük sanayi sermayesininiktisadî politikada kesin olarak ağırlığını göstermesi ve


Popüler Kültür ve Edebiyatbu politikaya sırf kendi çıkarı doğrultusunda yön vermesiyeni bir olaydır,”Ünlü İngiliz marksisti, eleştiri ve estetikkuramcısı Chirstopher Caudwel’in çok önemli kitabı“Yanılsama ve Gerçeklik” de üzerinde uzun uzun duruptartışmayı gerektiren bir kitaptı. İspanyol İç Savaşı’nda,Cumhuriyetçiler safında çarpışırkenki ölümüne değingeçen kısa yaşamı içinde gerçekleştirdiği bu üstün yapıt,başlangıcından günümüze sanatın doğuşu ve gelişimineeşsiz bir çabayla eğilirken marksist eleştiri ve estetiksorunlarına getirdiği tezler ve çözümlerle bir başyapıtniteliğinde.İzzet Yasar’ın ilk kitabı “Kanama” ise iki yıl öncesineait bir kitap. O günden bu yana sözünün edildiğinebir yerde rastlamadım. Acı çeken, yürek buruntularıiçerisineki bir yüreğin “kanama”larını getiren bu kitaptakişiirler, bu acılı günleri duru bir biçimde yaşatıyor.İzzet Yasar’ın az yazan bir şair olması önemli bir eksikliksanırım. “Artık içtiğimiz rakı/yediğimiz kurşun ayrıgitmesin” dediği şiir ya da “Kenar Süsleri “ gerçektenönemli, Yasar’ın geleceğine umut la baktıran şiirler.Faşizm olgusuna, marksistlerin ekonomik belirleyicilikilkesinin dışında bir yaklaşımla biyolojik nedenleri önesürerek Freudyen bir yaklaşıma görüntüsü veren WilhelmReich, başyapıtı “Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”nda yeryer katılınmasa da önemli tezler atıyor.Geçtiğimiz yılın Haziranda yayınlanan bir önemlikitap da Vedat Günyol’un son birkaç yılda yazdığıdenemelerini içeren “Bu Cennet, Bu Cehennem”iydi.“Gerçek amacından, ince bir manevrayla saptı rılan 12Mart Muhtırası” gibi (sf.20) katılmadığım niteleme veyorumları olsa da zevkle okunacak, eşsiz bir deneme157


<strong>Erol</strong> Çankayatadını taşı yan yazıları derlemiş bir kitap “Bu Cennet BuCehennem”.Pek sözü edilmeyen bir kitap da bir yeni hikayecinin,Şükrü Bilgiç’in “Yaşamaya Sevdalı”sıydı. İlk kitapolmanın pürüzleriyle, acemilikleriyle gelse de ŞükrüBilgiç , “Anadolu Hikâyeciliği”nde yeni bir ses, geleceğisağlam olacak bir arkaday. O’nda önemli bulduğum birnokta köydeki çözülme sürecini, yapısal değişimi iyi gözlemleyipaktarması..Aslında Osmanlı’nın adım adım emperyalizminkucağına düşmesi olarak yaklaşım yapılması gerekenama nedense belli çevrelerce ısrarla sorunu bir“kültür emperyalizmi “Kültür yozlaşması” düzeyindegörmek eğilimi bulunan bir soruna Niyazi Berkes’ingayretli yaklaşımı da (Türk Düşününde Batı Sorunu )unutulmaması gereken, tartışılması gerekli bir üründü.Politika Gazetesi,26 Şubat 1976158


Popüler Kültür ve EdebiyatCAHİT IRGAT’IN TÜRKÜSÜ“Ben ezilmiş insanların Acı çeken,sancı çeken çocuğu Irgatların ırgatı.”O’nu sahnede görmüş olanlar belleklerindeki iziuzun süredir taşıyıp arada bir de olsa anımsıyor olsalargerek. Görememiş olanlar için tiyatrocu Cahit Irgaton yılı aşkın bir süreden beri yok artık; o “Carl Ebertdiksiyonu” kokan sesi çoktan dağıldı uğultulara karışıp,yankısı bile belli belirsiz şimdi... Şu ara televizyonda birfilmi de gösterilmediği için olsa gerek üstüne düşüneni,aklına getireni de pek çıkmıyor... 1969 tarihli “IrgatınTürküsü”nü bulabilmek de pek mümkün değil.. OysaCahit Irgat bu kitabın peşine düşülmesiyle girilecek‘zahmetle karşılaştırılamayacak ölçüde iyi bir şair...Kendi başına akan, herhangi bir anlayışın, birşiir akımının içine kesin çizgilerle yerleştirilemeyecekşairler vardır, - Cahit Irgat işte bu tür adlardan biri.Yüzeyden bir bakışla yetinme onu kolaylıkla Garip’çileriçinde ‘mütalâa’ etmeyi getirebilir oysa yanlışlık olur bu.Şiirine temel aldığı içerik, bu içlemin gösterdiği yönsemeile insan ve toplum anlayışı Cahit Irgat’ın bir Garip’çişair sayılmasını kesinlikle önlüyor. Öte yandan, biçimselkimi yanları, sözgelimi yer yer egemen olan Garip’çitarzda şiir söyleme biçimi ise o dönem toplumcu şiir159


160<strong>Erol</strong> Çankayakuşağından değişik bir şiir oluşturmasını sağlamış.1916’da Lüleburgaz’da doğan Irgat İlkokulu oradaokuyup Vefa Ortaokulunu, Edirne Öğretmen Okulunuve Konservatuvar’ı bitirir. Bezirci’ye bir mektubundabu dönemine ilişkin olarak sonradan şunları yazacaktır: «Ana - Baba’dan, evden uzak bir çocukluk yaşantısı...Yalnızlık duyguları, yalnızlık korkuları... Şiire bu etki ilebaşlayış. Onbeş onaltı yaşları... Kötü bir romantizmin,karma-karışık şiir - edebiyat etkeninde kalmak... Bununyarıbilgili, çoğu bilgisiz öğretmenlerin yanlış edebiyataşılanması sonucu oluşu... Örneğin Orhan Saik, NihatSami, Nihal Atsız gibi sağcı, Suut Kemal gibi estethocaların okuttuklarına inanmama ve tepki... (Orta ve lisedevrelerine rastlar bu.) -Ve bir içgüdü, bir bilinçaltı ilegerçek şiire, toplum sanatına kayış. Yavaş yavaş uyanış,bilinçlenme, tiyatroya yöneliş ve tiyatroyu iş ediniş. İştebu sıra gerçek değerlerle, gerçek sanatçılarla tanışış,yeni edebiyata atanış... Her yeni edebiyat hareketininiçinde bulunuş, her yeni ve ilerici dergiye katılış.» (YeniA, Haziran 1972).“Bu Şehrin Çocukları” (1945) ile yer yer CahitSıtkı’nın yürüttüğü Baudelaire’ci şiirden uzaktan da olsaesintiler alan Cahit Irgat, hemen ardından kırklı yıllarınetkin ve egemen. şiir anlayışını kurmuş olan Orhan Velive arkadaşlarından da etkilenir. Bu uğraktaki Cahit Irgatkendini bu akıma bütünüyle bırakmış bir tavır içindede değildir öte yandan,- belki Garipçilerden daha fazlatoplumcu şairlerle ilişkide olduğu söylenebilir.Bu ilk kitabında çeşitli yönelişler içinde olanbir şair kimliğiyle çıkıyor ortaya. Bir yandan CahitSıtkı’lık ve biraz kötümserliği barındıran duyarlık, öteyandan, sonradan girilen Garip çemberinin etkisinin deişlevsel olduğu ironi ve son olarak da, hiç bir zaman


Popüler Kültür ve Edebiyatbırakmayacağı toplumcularla olan ilişkinin yarattığı budoğrultudaki açılımı. Sözgelimi “Göç” şiiri o günlerintoplumsal ortamı ve siyasallaşma düzeyi düşünüldüğündeönemli bir çıkıştır. Bu kısa fakat yoğunluklu şiirindeşöyle diyordu:“Arzusuyla göç etmediKelepçeli götürdülerGece yarısı.Ay vururdu odasınaBir daha görünmedi.”Bu yürekli dizelerin şairi bir yandan da yadırgatıcıbir biçimde Cahit Sıtkı’lık bir ozansılığın peşindedir.Aykırılıklar arası bu salınımın arayış içinde olan bir şairideyimlediğini söylemek de olasıdır belki. Çünkü bu durumunhemen yanı sıra şunları da söylemektedir : «İnankardeşim inan/Gök mavidir dal yeşil/Omuzun omuzumda/Nefesinnefesimde/Gökyüzünü yıldız yıldız,/Dilimdilim bölüşürüz yeryüzünü/Payına düşen dertler/Payımadüşer/Sen benim günümdesin/Ben senin gecende/inankardeşim inan/Aynı suda yüzer bindiğimiz gemiler.Bir tavır alıştır bu ve o kesimden geliyor daolsa aynı çıkışı zaman zaman Garipçi şairlere karşı dayapacaktır. Dönemin ağır koşullarını, bu ağır koşullaraltında bunalan kuşatılmış ‘insan’ın bu durumunu CahitIrgat şiirini irdelerken hep akılda tutmak gerekiyor.Öte yandan Cahit Irgat bu konumunda elbette yalnız dadeğildir. Bu keskin çember, içerdeki siyasal baskılarladış dünyada sürüp giden savaşın kuşattığı ‘insanlığınhali’ değişik biçimlerde birçok sanatçıyı etkilemektedir.Bu dönemde ‘40 Kuşağı şairlerinden birçoğunundemokrasi, hürriyet, ekmek, alın teri gibi kimi çevrelerinaşağıladığı hiçlenen değerlerin savunucuları olarak161


162<strong>Erol</strong> Çankayabelirdikleri görülüyor. Öyle ki bu yöneliş sonradanOrhan Veli ve arkadaşlarını da etkileyerek sözgelimi birOrhan Veli’nin türkülere, destanlara, halkın yaşantısınınsevinçleriyle birlikte acılarına da yönelip halkçı bir şiiriyazmasında etkili olacaktır.Böyle bir ortam içindeki Cahit Irgat’ın Garipçişiirle toplumcu anlayış arasında» bir bireşim sağlamayaçalıştığı görülüyor. Fakat bu arada kalış zaman zamankaçınılmaz olarak bir yetersizliği de yedeğinde getirecektir.Öte yandan kimi şiirlerinde ise Cahit Irgat’ın,emek, hürriyet, kardeşlik, eşitlik ve bunun gibi özlemleribir kavram olarak ve soyut bir nitelikte kullandığıda görülüyor. Bu kavramsallaşmanın sadece Irgat’ınşiirinde olmadığı, dönemin birçok şairinde açıkça gözlemlenebilenbir olumsuzluk olduğu da geçerken belirtilmeli.Fakat, burada kısaca, bu olumsuzluğun etkinbir nedeni olarak yaşantı düzeyinde birçok öğenineksik kalışı gösterilebilir. Yaşantı düzeyinde bunlarınkarşılıklarını göremeyen, kimilerinde olduğu gibi bilimselbir düşünüşün nesnel ve öznel olanaklarından da yoksunsanatçı ister istemez eksik bir algılama ile değişik- yanlış yorumlamalara ulaşacaktır. Bu yorumlamalardoğal olarak yaşantının o çok önemli içtenliğinden yoksunkalacaktır.“Rüzgârlarım Konuşuyor” (1947), önceki kitabınagöre daha bilinçli bir tutumun izlerini taşıyan şiirlerikapsıyor. Bu şiirlerde toplumcu şairlere daha bir yakınolan Irgat, giderek bu çizgisini kalınlaştırıp demokrasiyanlısı niteliğine belirginlik kazandıracaktır. “... İstilagörmüş şehirlere ve İkinci Dünya Harbinin sefaletlerinedairdir.” sunusunun bulunduğu bu kitap ele aldığı temelinsanî ögelere ve değerleri somutluk kazandırmış yanıylaöne çıkıyor. “Niçin yaşadığını, öldüğünü bilmeyen, dert


Popüler Kültür ve Edebiyatçeken, çürüyen dost” için konuşmaktadır artık. Milyonlarcasavaş ölüsünün soluğunu sesine katıp iyiliğin,kardeşliğin, umudun, «aynı hakkın, hürriyetin, insanlığınşarkısını» söylemektedir. Ve Cahit Irgat’ın şiirini birdenbire,uykuya doymamış kara bahtlı çocuklar, tecritkamplarında çıldıranlar, fabrikaya rejiye koşar adımgidenler, alın terinin çamuruna, kara ekmeğin mayasınagömülmüş olanlar doldurur. Önemli bir değişim de, budönemin başlamasıyla birlikte kara alay için bile olsaartık mizah öğesinin pek kullanılmamaya başlamasıdır.Bu durum da kendisini bir zamanlar etkiler aldığı Garipşiirinden farklılaştırmaktadır.1952 tarihli bir kitap olan “Ortalık”taki şiirlerderin bir öfkeyle söyleyen bir şairi sergiliyor. Baştanberi insan sevgisi, özgürlük, insanların kardeşliği,emeğin yüceliği gibi ögeleri barındıran genel bir tematiküzerine kurulmuş olan Cahit Irgat şiirindeki bu ögelersomutlaşarak yaşantıdaki karşılıklarını bulmaktadır.Şair, bu nesnelliğin somut ve bireydeki karşılıklarındanhareket ederek söylemektedir şiirini. «Yaşamak arzulusufedai»dir, «mesut günler» müjdelemektedir artık...Andığımız mektubundaki deyişine uygun olaraksöyleyelim : Sonra birkaç sefer Avrupa’ya gidip gelir.Çok işsiz kalır, sürünür. Bir süre alkole vurur kendini.Tüm dostlarına elinden geldiğince yardım eder, en büyükkazıkları da onlardan yer... Yıllar yılı takiplere uğrar. Şiiryüzünden çok şey gelir başına. Ama ondan kopamaz. Oda peşini bırakmaz Cahit Irgat’ın...“Şairim, tiyatrocuyum,” diyordu, “böyle geldim,böyle gitmek gerek. Zaten elimden başka türlüsü degelmiyor.”163


164<strong>Erol</strong> ÇankayaZaman zaman tiyatroculuğu ağır bassa da kendinibu alanda kanıtlayabilmiş saymaz hiçbir zaman.Ellibeşlerde Cahit Irgat «Sanatçı gitti, dekorlarkaldı» deyip uyuşamadığı Devlet Tiyatrosu’nu bırakıpgitmiştir. Özel tiyatrolara geçer, Yeşilçam’ın o tam‘Yeşilçam’ olduğu dönemlerde doğru dürüst filmler yapmayaçalışır. Ancak bütün bu uğraşlar kendiyle barışıkolmasını sağlamaz. Haldun Taner “Ölür İse Ten Ölür”de Çiçek pasajı’nın tarihine eğilirken unutulmaz birustalıkla şöyle betimliyor o günlerdeki Cahit Irgat’ı :“Ağzı dolu imiş de öyle konuşuyormuş hissiveren dolgun sesi ile o yüzde yüz erkek ve sıcak, birazda Ebert dönemi diksiyonu kokan sesi ile,— Siz hikayeciler iyi çalışıyorsunuz. İşlevinizi iyiyapıyorsunuz, derdi! ‘Ressamlar da fena değil’ derdiNuri İyem’e bakıp. Ama kendisi aktör olarak kendinizaman zaman ecir hissederdi. Şairliği ile kişiliğine birsubap sağlayamasa çok daha buruk olabilirdi. Sonrauzun boylu, yakışıklı silueti ile sallana sallana tiyatronunyolunu tutardı.”Şiirden hiçbir zaman kopamamasına karşın zamanzaman uzak kaldığı da olur. Özellikle ‘60 sonrasındagiderek az yayımlamakta, yayımladığı şiirler kendisineniteliksel bir katkı sağlayamamaktadır. Bütün şiirlerinitopladığı 1969 tarihli kitabı “Irgat’ın Türküsü”nde sonbağımsız kitabı olan «Ortalık» sonrasında yazdığı şiirlerde bulunuyor: Aradaki on yedi yılın ürünü şiirler. Ancakbu şiirlerin Cahit Irgat’ın “Rüzgârlarım Konuşuyor” ileçok önceden vardığı noktaya bir katkı olduğu söylenemez.Genellikle didaktik bir söyleyişin belirgin olduğubu şiirler Irgat’a kendini aşma olanağını vermiyor. O’nunbir çok şiirinde sağlam bir yapı kurmasını sağlayan ritmçalışmasına, bir yerde şiirsel büyüyü de veren müzika-


Popüler Kültür ve Edebiyatlite arayışlarına rastlanılmaması ister istemez mekanikbir şiirin dolaylarında dönenmeyi yaratmaktadır. Öteyandan, bu sorunu değişen Türkiye’nin yeni toplumsal- nesnel gerçekliğini gününün gerisinde kalmış birbakışın yeterince kavramasının güçlüğü ile açıklamak dabelki mümkündür. Yeni koşulların karşısında şairin eskidonanımının, yetersiz kalması da denilebilir buna.Bir genelleme gerekirse, Cahit Irgat’ın, Garip şiiriyletoplumcu anlayış arasında bir bireşim sağlamaya yönelikçabasının kendisini ilk kesimden farklılaştırarak öneçıkardığını ancak bunun özellikle son döneminde mekanik,bir şiir üretmesini engelleyemediği söylenebilir.Arada kalmış olmanın bütün karakteristiğini taşır bu şiir.Bir yanıyla, alttan alta, kötümser olmasa da karamsar birbakışının olduğu da saptamalara eklenmelidir.Üzerinde etraflıca durulmaya yaraşır bir şairdir.Özellikle 1940’lardaki toplumcu şiirin irdelenmesi işinegirişeceklerin bu kendine Özgü o ağzı öfkeyle, acıyladolu imiş de öyle konuşuyormuş duygusunu veren oyüzde yüz erkek ve sıcak sesi unutmamaları gerekiyor.Ne diyordu Orhan Veli için?“Çiçek verdi ölesiyeŞiir verdi kıyasıyaYaşaması ölesiyeKendi gitti ismi kaldı yadigâr.”Çaplı şair,” diyordu, “ister sembollerle, ister yalınve çıplak, ister ağıt, ister güldeste yazsın; ister gerçekçiister gerçeküstücü olsun, toplum ve insan sorumluluğunuyüklenmiş direnmiş sanatçının yapıtında toplum şiiri varolacaktır. Ama insan doğuştan şair değilse istediği kadarda dirensin... Olsa olsa şiirin teknik adamı olur sadece.Şiirin teknik okulu, üniversitesi olmadan nice kötü şair165


<strong>Erol</strong> Çankayatüredi. Ya olsaydı, daha da aptalları çıkardı ortaya.”Cahit Irgat’ın yaşantısı iki Haziran ayı arasına sıkışmış55 yıllık bir soluk alıştı. Bu yazının okunduğu tarih bizdekigeleneğe uygun bir «anış» yazısına ters düşebilir,önemli değil bu. Gündelik hayatın en ufak ayrıntısındabile yer tutan duyarlıkları yeşerten birçok sanatçı gibi Irgatda ‘protokol’sü düzenlemelerle anılacak biri değil.1980 yılının son aylarında yazılan deneme bu nedenleherhangi bir ayda da okunabilir. İyisi ise açıp “Irgat’ınTürküsü”nü okumak elbette...Aralık, 1980166


Popüler Kültür ve EdebiyatKÜLÜNDEN VAR EDEN KENDİNİŞiir söz konusu edildi mi hemen herkesin ağızbirliği ettiği şey şiirin okurundan koptuğu oluyor. Böylebir olgunun varlığının tartışması yapılabilir, okurundankopan ya da bir zamanlar moda olan deyişle “ölen” şiirinniteliğinin üzerinde durabilir. Aynı biçimde “ölen” buşiire paralel olarak kendini yaratan bir şiirin varolduğuve bu şiirin niteliği de irdelenebilir. Doğan Hızlan’ınbir yazısını hatırlıyorum şimdi. Türk şiirinin evrelerinibilmeyen bir okurun, eline bugünlerde geçen bir şiirkitabını okumaya başladığında şaşıracağını söylüyorduo yazısında Doğan Hızlan. Bu kopuşun ya da “şiirselkopuntu”nun nedeni olarak gösterdiği etkenler arasındatoplumsal olayların şiir türünü dar bir alana hapsetmesiolgusu vardı.Elbette doğru bir yargı bu, üstelik salt Türkiyetoplumuna özgü de değil bu olgu. Türkiye toplumunungeçirdiği yapısal değişme evrelerini bu sürece dahaönceleri girerek yaşamış başka kapitalist toplumlardakisanatın ve özellikle şiirin gelişim evreleri bize de ışık tutacaknitelikte; Caudwell’in İngiliz şiirini İngiltere kapitalizminindönemlerine çakıştırarak açıklama çabasınınbize uyarlanması bile toplumumuzda şiirin geldiği yeriçözümlemede önemli bir ipucu sağlayacaktır.167


168<strong>Erol</strong> ÇankayaBu işleri daha iyi bilenler kapitalist Batı’daşiirin öldüğünü, daha çok Latin Amerika ülkeleriyle,Yunanistan, Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkelerindeyerini koruduğunu söylüyorlar. Günümüz Amerikanşiiri derseniz Stepken Turgoff’un deyişiyle “uluslararasıbir yüzkarası”. O bunu, en azından otuz yıldır süren“azgın bir içedönüklük” diye adlandırıyor. Gerçektende Whitman’Iarın, Sandburg’ların gür soluğu esmiyorAmerikan şiirinde bugün. Gregory Corso, Ginsberg-Ferlinghetti ikilisi gibi “Beat Generation” şairleri kapitalizminezici koşulları altında ezilen birey’in çığlıklarıama son tahlilde gene de düzenle dolaylı bir uzlaşmayaboyun eğer nitelikteler. Bir çığlık, ama umutsuz birçığlık yazdıkları, Ginsberg, ünlü “Amerika” şiirindeaçık bir hesaplaşmaya girse de sonunda “o biçim biromuz da,ben veriyorum şu dönen çarka” demek zorundakalacaktır. .Başka türlüsü de bir yerde olanaksız zaten.Bu yüzden, Moskova’da stadyumlarda şiir okuyan birVoznesenski Amerika’ya gittiği zaman kırk-elli kişiyeküçük salonlarda okuyacaktır şiirini. Amerika’da sözüedilebilir bir şiir “İnanmalısın” diye haykıran kara şairlerkuşağı tarafından yazılıyor günümüzde. Şiir yazılıyoryazılmasına ama işlevini yerine getiremeyen bir konumdave etkisi çok dar bir alanda sözkonusu; bir yerde yokgibi bir şey.Kapitalizmin doruğunda bir Amerika içinsöylenebilecek şeyler kapitalist Batı Avrupa ülkelerindeyazılan şiir için de geçerli. Son büyük dalgası Nazi işgalialtındaki Fransa’da Direniş Hareketi’ne paralel olarak ortayaçıkmış Fransız şiirinin. Eluard’larm Aragonların veöteki Direnişçi edebiyat kuşağından şairlerin yazdıklarınayakın bir ses gelmiyor günümüz Fransız şiirinden. Yenibir şairin kitabının 1000 satmasının “olay” sayıldığı,şiire inancın yitirildiği bir ülke bugün Fransa. Her şeyin


Popüler Kültür ve Edebiyatmeta olduğu akıl almaz bir tüketim toplumunda şiir dedışlanacak, şairin öznel dünyasıyla sınırlanarak “GenelTürkü” olması gereken şiir, bağrından bir çok şeyi başkatürlere bırakarak çok özel bir alana çekilecektir doğalolarak.Şiirin yerinin bu olduğu böylesi toplumlardanfarklı olarak sosyalist ülkeler sanatında şiirin ve sanatınçok önemli bir yeri var. Sanat yapıtının kullanım değişimaracı derekesine indirgenmediği bu yapıdaki toplumlarındışında şiirin alevleri daha çok Üçüncü Dünya ülkelerinde,emperyalizme karşı sıcak mücadele ortamının içinde,silahlı direniş hareketlerinin yanıbaşında yükseliyor.Kara Afrika’daki kurtuluş hareketlerinin ortasında, UzakDoğu’da bir Vietnam’da, ya da daha yakın bir örnekolarak Filistin’de. Yunanistan’da Kavafis, Kazancakis veRitsos.Buna bağlı olarak ortaya çıkan somut olgu daşiirin edebiyat türleri arasında en başkaldırıcı, uyumsuzbir tür olması. Konformizmin tam karşısında biryerde duruyor şiir. Kapitalist toplumlarda yazılan şiirdaha çok düzene karşı bir nitelikte bugün. En soy burjuvaşairleri bile düzenle doğrudan bir “mutabakat”içinde değiller ama, getirdikleri eleştiriler sistemininçerçevesinin dışına taşmayan, kanalize edilebilir patlamalar.Burjuvazi “yalnız adam”, birey olarak kaldığı,örgütlenme çabasına girmediği sürece “özgür”lüğüylebaşbaşa bırakıyor şairi-sanatçıyı. Yani burjuva düzenininyarattığı hastalıklı toplumun içinde şairin düzeneküfretmesinden ve tabii sonra da bu hat üzerinde ilerleyerek“insan yalnızdır” anlayışına ulanmasına sesçıkarmıyor; bu “özgürlük”ü bahşediyor kendisine. Sistemieleştirebilir, en ağır küfürleri edebilirsiniz ama sonunda“dönen çarka omuz verme” gerçeğine geleceksiniz.169


170<strong>Erol</strong> ÇankayaBütünlüğünü kurabilmiş, iktidara adaylığını koymuş birişçi sınıfı hareketinin mecrasından akmadığı sürece buyönelişler zararlı olmak bir yana düzenin “özgürlükçü”yanını belgelemesi açısından yararlı bile olacaktır. Kaldıki böyle bir hareketin maddi temellerinin olmadığı ülkelerdene kadar iyi niyetli olsa bile şair kendi “piyasaözgürlüğüyle” başbaşa kalarak son aşamada boğuntuyu,umutsuzluğu, nihilizmi söyleyecektir. 1950’lerde bizdeyazı alanında görülen budur işte. Tek tek alındığı zamanhemen hepsi siyasal iktidarın yandaşları değildirama yazdıklarıyla vardıkları dolaylı yol onları sistemleuyuma götürmektedir. Sağlam ve tutarlı bir dünyagörüşünün rehberliğinden de yoksun oldukları için çoklukbu “uyuşuk” halka küfredip, “zaten bu halk adamolmaz” anlayışından “ne haliniz varsa görün!” çizgisineulaşırlar. Üst tarafı bir anlamda “özeleştiri kusma” nitelikliçağdaş burjuva şiiri düzenle doğrudan bir anlaşmaiçinde olmadığı için çok zaman yüzeyden bir yaklaşımla“ilerici” görülebilir. Ama bu tür şairleri bir Baudlaire yada Rimbaud’dan farklı kılan şey bu iki şairin yaşadıklarıdönemde işçi sınıfının bir alternatif olarak henüz ortadaolmamasıdır. Bu iki şair burjuva düzenine olan derintiksintilerini ve umutsuzluklarını ama sadece bunuyazarak ilerici olabilir ya da en azından herhalde “mazur”sayılabilir ama yaşadığımız böylesi bir dünyada vetoplumumuzda aynı şeyleri - alternatifsiz - söylemenin“ilericilik” sayılamayacağı kanısındayım. Hele toplumundayandığı dengenin çok kararsız ve toplumsal mücadeleninboyutlarının genişlediği yaşadığımız bu toplumve dönem söz konusuysa.Evet, günümüz Türkiye’sinde ölmekte olan ya daölüme yazgılı bir şiir var tabii. Ama bu şiirin ölümünügetiren koşullar aynı topraktan gür sesli ve aydınlık birşiiri fışkırtmaktadır. Zaten yüzlerce yıldan beri böylesi


Popüler Kültür ve Edebiyatbir damardan çıkmış Türkiyeli şiir içinde bulunduğumuzdönemde buyandan uzun süredir unutulmuş devrimcigeçmişiyle olan bağını araştırarak kurarken aynı zamandada toplumsal mücadelenin içinde belirlenerekasal işlevine dönüyor. Bu yönelişte elbette özellikleson on beş yılda büyük boyutlarda bir değişim geçirenTürkiye’nin yeni nesnel koşullarının işlevi var. Ve şiirbu toplumsal akışın içinde olduğu sürece geniş soluğunutekrar kazanarak tıkanmış damarlarını açabilecektir.Bu toplumda şair andığım bu kan dolaşımınısağlayabildiği oranda geniş boyutlu ve tıknefes olmayanbir şiire ulaşacak ve ancak böyle bir şiirle kitlelerle olanbağını kurabilecektir. Bu da bu mücadelenin içinde olmaylasağlanabilir. Sömürgecilik dönemde cılız ve soluksuz,Nazi işgalinde kapsayıcı ve derinlikli niteliğiylegörkemli olan Fransız şiiri bu açıdan anlamlı bir örnek…Şiirdeki başkaldırı ve uyumsuzluk öğesinin hangi kanalaakıtılırsa boşa gitmeyeceğini göstermesi açısından da.1979 Türkiye’sinde böyle bir şiir için gerekli nesnelkoşullar her dönemdekinden daha uygun ve yeterlidir.Dünya Gazetesi,12 Mart 1979171


<strong>Erol</strong> ÇankayaATTİLA İLHAN ŞİİRİ ÜZERİNE BİR NOTAttilâ İlhan şiirini kavrama çabasında ipucuniteliğindeki açıklayıcı dizelerin şunlar olduğunudüşünüyorum : “ben Türkiyeli şair Attilâ İlhan insan evvelinsan ahir demişim ve hürriyet insanları çıldırtasıya”.Bütüncül bir dünya görüşünün sanatına ve özel olarakda şiirine yansıması niteliğinde olan bu dizeler, gerçekte,sadece şair Attilâ İlhan’ın değil, romancı, denemeci,düşünür, vb. Attilâ İlhan’ın da irdelenmesinde ayırt edicibir özellikte. Bu nitelik, Attilâ İlhan’ın yazınsal süreciiçinde değişmeyen tek yanıdır denilebilir. Hangi Sol’unbir yerinde söylediği gibi, “hep öyle insancı ve özgürlükçü”kalarak ama birçok dönüşümlerden, uğraklardangeçerek gelinir şu yıllara.“Hep öyle insancı ve özgürlükçü” kalan Attilâİlhan’ın şiiri Duvar’dan bu yana Böyle Bir Sevmek’egelinceye kadar otuz yıldan fazlasını kapsayan bir döneminiçinde bile bu yönüyle kesinlikle değişim göstermez;“kendini dünya ile ve dünya halkları ile her saniyearalığında bir ve beraber” duymaktadır. Fakat, diğeryönlerden bu şiir, yılların içinde ve gene bu özü kendinetemel yaparak büyük sıçramalar gösterir; Garip ve İkinciYeni şiirlerinin dönemin anlayışlarına kesinlikle egemenoldukları yıllarda bile kendine özgü yanını korumayı172


aşararak kişilikli bir niteliğe varır.Popüler Kültür ve EdebiyatAttilâ İlhan’ın ilk şiirlerini yazdığı yıllarda NâzımHikmet şiiri ve aynı içeriği başka bir sesle sürdüren EnverGökçe, Akıncıoğlu, Toprak gibi şairlerin yazdıklarıresmi şiir anlayışlarının dışında bir şiiri oluşturmaktadır.Dünyada eşi görülmemiş bir savaş sürüp gitmektedir vedoğal olarak savaş olgusu da bu şairlerin yazdıklarındabelirleyici bir yer tutmakta, “demokrasi” güçlerininyanında, “zafer toplarına bir mermi” olmaktadırlar.Toplumcu şair, savaşa karşı barışın yanında ve demokrasigüçlerinin saflarında savaşmaktadır. “Sorup sual edilmeden/canınakıyılan insan oğluna” ağıtlar düzülmekte,“zulme ve temerküz kamplarına karşı /hürriyet’ten,hürriyetten bahseden mısralar”, büyük toplar gibi gürlemektedir.Bir kartal, faşizmin karanlık, kartalı “hürhavaları işgal edip” uçmaktadır ama gene de, dünya,“şafak vakti”nin dünyasıdır ve böyle bir dünyada bile“harb kaldırımında aşk”a da yer vardır. Hiçbir zamanyılgınlığa düşülmez; iyimserdir Attilâ İlhan’ın şiiri,çünkü “karanlıkta kaynak yapan” güçlere sonuna kadarinançlıdırAttilâ İlhan’ın, şiirini kaynaklandırdığı başlıcaüç damardan biri olan “Duvar”, savaş yıllarının türkülerinisöyler, dağlardan, kır yaşantısından, şehirlerdeyaşayan gerilimli savaşın etkisindeki insanlardangörüntüler çizer. Halk şiirinden, dönemin —başta NâzımHikmet olan— ustalarından yararlanılarak oluşturulmuşve “bir köşesinden Köroğlu, Dadaloğlu, Kul Mustafa,bir köşesinden Dertli, Gevheri, Zihni, bir köşesinden,de Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Bayrami, Kaygusuzve benzerlerine yaslanan bir üçgen üzerine” kurulmuşbir şiirdir bu. Yazılmaz bu şiir, neredeyse doğaçtandır,173


174<strong>Erol</strong> Çankayasöylenir. Yukarıda andığım ustaların toplum ve insananlayışlardan bir gerileme olan Garip şiirindeki insan’abakış açısından da oldukça farklı bir yerdedir. Resmikültür politikası, bu şiiri ve insanı ısrarla öne çıkarmakta,andığım ustaları her yolu ve yöntemi kullanarak susturmaktaya da gözardı etmektedir. Başka bir bakış açısı veşiir beğenisi yerleştirilmekte, buna fırsat tanınmaktadır.Duvar ‘daki şiirlerin böyle bir ortamda yazıldığı bir dahahatırlanırsa, bu şiirlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır.Attilâ İlhan şiirini yaratan ikinci damarın “SislerBulvarı” olduğu söylenebilir. Şehirlerden konuşmaktadırartık bütünüyle. İstanbul ya da özlemi duyulan uzak ülkeler,bir Nairobi, Paris bulvarları, İzmir ve körfez...Fabrika düdükleri, gemi bacalarının çıkardığı dumanlar,kaynaşan şehir kalabalıklarının yaşadığı gerilim ve“imkânsız aşk”lar... Bu yöneliş, Ben Sana Mecburum’ladoruğuna varacaktır. Bir şehir, bir insan gibi algılanmayabaşlanmıştır; bir şehir, bir kadın gibi özlenir olmuştur ;onunla cebelleşilmekte, müthiş bir hesaplaşma içinegirilmektedir : “ulan istanbul sen misin / senin ellerin mibu eller”. “İstanbul Ağrısı” unutulmaz bir şiir olur. Heryerin insanıdır artık. İstinye’de gemiciler kahvesindedirve dinamit kasalarına girer; Fransız Afrika’sında işaramaktadır ve Cezayir’de kurşuna dizilir.“Ben Sana Mecburum” gibi çok yalın, basit birdille ama imkânsız sözlerle konuşmaktadır : “sevmekkimi zaman rezilce korkuludur / insan bir akşam üstüansızın yorulur” »der ve bir özdeyiş niteliğini kazanır budizeler; tıpkı “Ben Sana Mecburum” demenin korkunçzorluğuyla. “Ne vakit bir yaşamak düşünsem / bu kurtlarsofrasında belki zor / ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden”der ve böylesi bir toplumdaki sevda kavramınınindirgendiği yerin niteliğini birkaç dizeyle özetleyebilir.


Popüler Kültür ve EdebiyatGene hatırlayalım; bu şiirler, dönemin birçok şairininşehre yenik düştüğü, onun değerlerini yadsıdığı, giderekkendi içine ve “bilincine” doğru derinleşerekbireyciliği, boğuntuyu söylemeye başladığı bir dönemdeyazılmaktadır. Umutsuzluğu yazarken bile umut sızdırır;yalnızlığı, hüznü kaçıp gitme duygusunu söylerkenyaşayan insandan kan alır. Sonunda, tek tek, bütün buparçalar, çağdaş insanın serüvenini dirimsel bir niteliktebütünler. Çağdaş insanın yerinin şehir olduğunun veşehir yaşantısıyla değerlerine karşı çıkmanın bağnazlıkolduğunun, tutuculuğa varacağının bilincindedir. Bir,İkinci Yeni şiirinden bu açıdan da olumlu ve üstünbir yerdedir. Şiire, şehir yaşantısının hızlı ritmi, insanyüreğinin çok zaman umarsız karmaşası, gerilimlibir yaşama biçimi egemen olmaktadır, öyle durumlarvardır ki ustalıkla saptanmış, şair düpedüz konuşur,hiçbir şiirsel çaba içine girmez ama unutulmaz şiirlerçıkar ortaya. (“Üçüncü Şahsın Şiiri”ni, “Sen Burda BirYabancısın”ı hatırlayalım.) Şehri yadsıyan gerici bir tutumiçinde değildir, çünkü yarını yaratacak toplumsaldinamiğin şehirlerde bulunduğunu da görmektedir.“Ferda” ile başlayan yöneliş şiirini oluşturanüçüncü damar bence. Birçok şair tarafından şimdiye kadaryadsınmış bir damardan özümleyerek çağdaş bir şiiryaratmadır bu. Bir Divan Şiiri’ne temel olan insan vetoplum anlayışını bırakıp, ayıklayarak, bu şiiri yenidenyazar. “Rübailer”i, “Kıyamet Sureleri “ni diyalektik maddecidünya görüşünün ışığında yeniden yaratan NâzımHikmet’in, geleneği bir yandan yadsırken bir diğer yandanda bu gelenekten nasıl yararlanılabileceğini gösterentavrı bile yeni yeni irdeleniyor daha. Attilâ İlhan da bu“malzeme “ye, bu yadsınamaz mirasa yaklaşımınınniteliğini belgeler, takınılacak tavra ışık tutar. DivanŞiiri gibi yazmaz, günümüzün koşullan ve nesnel temeli175


<strong>Erol</strong> Çankayaüzerinde yeniden yaratma yoluna gider.İnsana ve özgürlükçü olma, Halk ve DivanŞiirlerinden bir bireşime giderek kendini çağdaşkılabilme ve geleneğe eklenen yeni bir halka olmayıbaşarma... Toplumcu olurken de yüzeyden olmayan,dirimsel, yaşayan insanın yazılması gerektiğini unutmama...İnsanı salt siyasal bir araç niteliğinde anlatanyararcı, ya da toplumsal ilişkilerden yalıtılmış bir bilinciniç tepkilerinin ürünü olarak değerlendiren bireyci,gizemci olma gibi özünde birbirinden ayrımsız küçükburjuva şematizmlerinin tuzağına düşmeme.. Bu nitelikde, Attilâ İlhan’ın, kuşaktaşlarına oranla başat birşiir yaratmasını sağlamıştır. Aynı zamanda da, YahyaKemal ve Nâzım Hikmet gibi birbirine çok aykırı olaniki şairin üzerine kurulan bu şiir olmaksızın dönemininaçıklanamayacağını düşünüyorum, özellikle, 1950’liyıllarda başlayıp şu günlere uzanan dönemdeki şiirimizingelişim sürecini, bu şiirin çevresinde açıklamanın mümkünolduğu kanısındayım. Şimdilik, son olarak, henüzbu şiire yaraşır nitelikte, kapsamlı da olan bir irdelemeçabasının geçmişte görülmediğini de eklemek gereğiniduyuyorum.YUSUFÇUK DERGİSİ“Atilla İlhan Özel Sayısı”Ağustos 1979 sayı 8,176


Popüler Kültür ve EdebiyatORHAN KEMAL: YAŞANTININ YÜREĞİOrhan Kemal kendi sanatsal yöntemini “Aydınlık Gerçekçilik “ diye adlandırıyordu. Bu nitelemeninsadece döneminin düşünsel kısıtlamaları yüzündenyapılmış olsa bile, aynı zamanda Orhan Kemal’in“yapı”sına oldukça uygun düştüğünü söyleyebiliriz. O,insanlarına kıyamayan, en dar zamanlarında bile onlarayetişen aydınlık bir sanatçıdır. En kötü insanlarıbetimlerken bile toplumsal koşulların altını özenlibir ısrarla çizer ve siz o insan’a kızamazsınız da,gözleriniz o insanı kuşatmış olan toplumsal durumagider. Sadece bu yanı bile Orhan Kemal’i dönemininyazarlarından, hatta aynı düşünsel çizgi içindeolduğu birçok yazardan farklılaştırarak öne çıkarıyor.O “ kötü “ insanlara anlık bir kızgınlık duyulur belki,ama giderek o insanı atlayıp insan’ı bu tanınmaz,bu kendi özüne bunca aykırı yere iten toplumsalkoşullara yönelir öfkeniz ve giderek bu dağınık öfkebirikimi düzenli bir bilinçlenmeye dönüşür. Kötülervarsa bu yüzden vardır, bu toplumsal koşulları vurgulamayayöneliktir varlıkları.Ve “iyi” ler de vardır Orhan Kemal’de; ‘insanıntükenmeyeceğine’ olan o temeldeki inancın ve umudunkanıtları olarak vardır. Her zaman iyimser veumutla dolu olan Orhan Kemal’in yapıtındaki özel-177


178<strong>Erol</strong> Çankayalikler aynı nesnel koşullardan kan alırken bu özelliklertemelsiz ve sığ bir biçimde yansımaz; ayaklarıyere basar bu iyimserliğin. “ Kardeş Payı” ındakiöncü işçinin bilinci, dönemin toplumsal - nesnelbilinçliliğinden bağımsız değildir. İşçi, bundan sonrakazandıklarını “ kardeş payı” etmekten söz edecektirarkadaşlarına. Kendilerini satan Irgatbaşı’na karşıarkadaşlarına önderlik eden işçiyi siyasal – sınıfsalbir söylemle konuşturmaz. Bir başka deyiş gerekirseşunlar da söylenebilir.Orhan Kemal’de kahramanların bilinçliliğidönemin bilinçliliği ile sınırlıdır, yazar bu çerçeveyedışarıdan mekanik bir biçimde müdahale ederekvar olan kendiliğinden yapıyı bozmaz. Fakatbu kendiliğindenlik sözünün anlamının da belirlenmesigerekiyor. Yoksa Orhan Kemal’in bütün sanatsalçabası yaşantının kendiliğinden bir tarzdaakışına yapılan “müdahale” nin damgasını taşır bukendiliğindenciliğin kırılmasına yöneliktir.Orhan Kemal direnmeyi ve değiştirmeyi elbetteöğütlemektedir; ancak bu öneri, kimi sığ gerçekçilerdeolduğu gibi kuramsal birtakım ilkelerdendeğil, bütünüyle yaşantının yüreğinden kan alır. Varolan gerçekliğin nesnel koşullarına inandırıcı olmayanbir biçimde müdahale ederek sığ bir iyimserlikpeşinde koşmaz. Sözgelimi “Bereketli TopraklarÜzerinde” nin Kürt Zeynel’i işçileri harekete geçirmekistediğinde yedikleri pilavın taşlı olmasını kullanmakistese de başarılı olamaz. Evet, hiçbir şey “olamaz”değildir; ama bu inandırıcılık yapıtın temelinde yataniçörgü üzerine kuruludur ve bu yüzdendir ki içselnitelemesine uygun düşer bu bakış açısı. Başka birörnek vermek gerekiyorsa şunlar hatırlanmalıdır.


Popüler Kültür ve EdebiyatOrhan Kemal’in Çukurova’yı yansıttığıromanlarının önemlilerinden biri olan “Vukuat Var”da yer yer, bu bölgede kapitalizmin gelişmesiylebirlikte bu yönelişten ürken kimi toplumsal kesimlerinkaygıları da görülüyor.Marshall yardımı fiilen başlamış ve bu yollaülkeye giren tarım makineleri ağırlıkla Çukurova’yıetkileyerek bütün ilişkileri altüst etmeye başlamıştır.Çevre köylerden akarak kente gelip yerleşmiş işçilerkadar düne değin çalıştıkları pamuk tarlalarının üzerindepatoz makinelerini gören köylü – işçiler de tasaiçindedirler. Yasin Ağa da, ( Muzaffer Bey’in yanındaçalışan Yasin Ağa’nın “ ağa “ lığı bir “ nam “ dırsadece ) işçi olmamasına karşın dini bütün bir müslümanolarak makineye aynı açıdan yaklaşır. Biryerde şöyle çiziyor Yasin Ağa’yı Orhan Kemal; “Laf diye burun kıvırdı, makine pamuğun çapasınınasıl yapar? Gavırın yalanı. Akıl var, yakın var.Böyle bir kolaylık olsa gavırın kendi kullanmaz dabize mi gönderir? Bir maksadı var çıfıtın tabii..Bizim budalalar da gavırın yarım aklıylan…” YasinAğa’yı böyle konuşturan itkiler sınıfsal – siyasal birbilinçliliğin değil, “ diyar-ı küfr “ biçiminde dışavuranbir tepkinin uzantılarıdır. Yasin Ağa’nın bu karşıçıkışı işte bu nitelikte bir sezgiselliğinin ilkel birbiçimdeki sonucudur. Açık işsizliğin zaten büyükboyutlarda olduğu bir toplumda bu makineleşmeyielbette kuşkuyla karşılayacaktır işçiler. Yasin Ağaişçi değildir ama dinsel güdülerle ve müslümanca “fakir fukaraya “ acımakta, bu yönelişten onlar adınakaygılanmaktadır.“ Bu makinalar bizim memlekete uğur get-179


180<strong>Erol</strong> Çankayairmiyor bey. Neden dersen, fakir fukaranın ekmeğinialıyor elinden. Onlara da yazık. Onlar da Cenaballahınkulu…” Astığı astık pamuk ağası Muzaffer Bey bunlarıdinleyecek değildir, bu sözlerle dile gelen düşüncesonunda savunulamaz elbette; burada şu düzeyde anlamkazanan nokta, Orhan Kemal’in gerçekliği veriştarzıdır. Onun sanatsal yönteminin bu olmasıdır kiyazdıklarını “ sahih “ likle donanmış kılar, neredeyseotantik bir atmosfer yaratır.Orhan Kemal gerçekliğe dışarıdan müdahaleederek iç ilişkilerin doğal akışını bozmaz. Ancak busaptama, kendisinin kaba anlamla natüralizm yaptığıanlamına gelmemeli. Olması gerekeni verirken,kişilerine, kimi yazarlarda görülen bir tavırla birtakımerdemler, olmayacak olumlu nitelikler yükleyerekgerçekliği zedeleyen bir yazar olmadığı anlamınaalınmalı bu. Her olgunun, romandaki iç örgünün, odünya içindeki doğal ilişkilerin bir sonucu olarak ortayaçıktığı Orhan Kemal anlatısında her kişi / kahramantoplumsal ilişkilerinde gerçekte tuttuğu yerdedirve bu yerin niteliğine uygun olarak konuşur, davranır,edimde bulunur. Orhan Kemal’in bilinçli işçilerindede bu yüzden bir çizgi – dışılık, aykırılık görülmez;başkaldıranlar da inandırıcı, neredeyse otantik ve “sahih”tir.Oysa bizde daha çok görülen ve yazık kiOrhan Kemal’den sonra bile görülen gerçekçilikyanılgısı ya kaba doğalcılığın dolaylarında sığ birbiçimde dönenme ya da yazarın inandırıcı olmayanbir idealizasyona giderek ilişkilerin mekanik bir yorumunuyapması olmuştur. Özellikle, köyü konu almışolan Enstitülü yazarlardan çoğunluğunun yanlış birolumlu kahraman saplantısının sonucu olarak, açıkça


Popüler Kültür ve Edebiyatşematizme varan bir idealizasyon çizgisinde nedensedirenmeleri oldukça zararlı olmuştur. Gerçi OrhanKemal’in - kendisinin de söylediği gibi - bir “ olumlukahraman “ anlayışı vardır, böyle tipler yaratarakokuyucuyu yönlendirir; ama bunlar öteki gerçekçilerdenfarklı nitelikte ilişkilerin üzerine kuruludurlar.Orhan Kemal’deki bu “ olumlu tip“ler temelsizyönelişler içinde olan “ stereotip” ler değildirler.Koşullarının üzerine kurulu, bu sınırlarda kalarakdavranan bu kahramanlar bir yandan Orhan Kemalgerçekçiliğini anlamlı çizgilerle belirginleştirirken öteyandan da olumlu tip yönteminin sağlıklı kullanıldığızaman yararlı sonuçlar yaratabileceğini tanıtlarlar.Orhan Kemal’in yapıtlarında kansız veyaşamayan birtakım kartondan kişilerin olumlu kahramanlarolarak sunulması, romancının bu kişilerinardına sığınarak kendi düşüncelerini onların ağzındansayfalar dolusu anlatması, böylesine bir yönlendirmeçabası görülmez. Kendisi, “ olumlu tip ” in olduğunu,ancak bunun temelde romancının kendisi, yaniromancının dünya görüşü olduğunu söylüyordu birkonuşmasında.“Ne olacak insanlar? Suçlu düşecek, sefil,perişan düşecek, şunu yapacaklar, bunu yapacaklar…Ben buna tahammül edemem. Çünkü onlarıkendi çocuğum, kendi evladım yerinde görüyorum.Dünyanın yıkılmasını istemiyorum. Yüzyıllar boyuncagelip geçen insanları kastediyorum aynı zamanda.İnsanoğlu kolay kolay mahvolmuyor, yıkılmıyor.Sosyalist romancı siyasal buyrukları süsleyippüsleyeceğine yaşamın içine dalsın. Sanat yoluylagördüklerini yansıtsın, gizleneni açığa vursun, gerçeknedenleri bulsun, toplumsal düzenin çarklarını,181


<strong>Erol</strong> Çankayaolayların karışıklığını, derin anlamlarını ve geneldevinimini bulup gün ışığına çıkarsın. Ezbere, doğakitabının kafasına kakılmasını değil, gerçeklerinaçık anlatılmasını isteyen okuyucunun kendisi birdeğişikliğin kaçınılmazlığına, gerekliliğine karar vermelidir.“Orhan Kemal’in edebiyatımız içindeki önemikoca bir toplumun geçirdiği değişmeyi ustalıklayansıtması, bu yapısal değişimin kişilerdeki sonuçlarınıda sergilemesiyle sınırlı kalmıyor.Evet, Orhan Kemal’in bütün yazdıkları yanyana getirildiğinde ortaya çıkan mozaik, Türkiye’nin40’lardan 70’li yıllara değin uzanan dinamik bir tablosudur,anlatıyla yazılmış bir “ memleketimden insanmanzaraları” dır da aynı zamanda. Bu değişken yapıiçinde yüzlerce insan tipi yaşar, mücadele eder, sever,acı çeker, mutlanır; tüm dirimsellikleriyle gözlerimizinönündedirler. “ Vukuat Var “ ( 1958 ), “Bereketli TopraklarÜzerinde” ( 1954 ), “ Eskici ve Oğulları “ (1962 ) gibi romanlarıyla, tarımdaki makineleşmenin vekapitalizmin hızla gelişmesinin özellikle altüst ettiğibir toplum kesimi olan Çukurova’yı yansıtırken, öteyandan da “ Müfettişler Müfettişi “ (1966 ) ve devamıolan “ Üç Kağıtçı “ ( 1969 ) ile bürokrasi irdelemesiyapar. Bu mozaikin bir yanında özellikle 1950’ lerdebaşlayarak kentlere akan “ gurbet kuşları” nın öyküsügörülebilir; bunun yanı sıra da “ arka sokak “ taki “ekmek kavgası” nın çizgileri… Bereketli topraklar’dan koparak büyük bir kente, İstanbul’a göçen, oradatutunma, yeni bir hayat kurma uğraşı içine giren,büyük kentin çarkında öğütülmeye direnen Anadoluköylüsünün öyküsüdür bu.182


Popüler Kültür ve EdebiyatYalnız şurasının da vurgulanması gerekir ki, buöykü sadece çağdaş bir olayın toplumsal düzlemdebetimlenmesiyle sınırlı kalmaz; bu öykü içindeki bireylerinözellikleri de dirimsel bir biçimde sergilenir.Romanları kadar yüzlerce hikayesi ile de, aynıbiçimde bu toplumsal coğrafya, bu koşullar içindekiinsanın çağdaş serüvenini yansıtır Orhan Kemal.Bütün kahramanlar, ilişkiler, umutlar, başarısızlıklar,yoksulluklar …Bütün bunların öyküsü bir kocaırmak romanın kolları olarak genel toplumsal tabloyuoluşturur. Evet, bu binlerce sayfayla toparlayıcı birsözcüğe indirgemek gerekirse, “ insan “ ı anlatır OrhanKemal, düşen, acı çeken, bocalayan ama umudu herzaman başat olanı insanı… Horlanan, ezilen, yokedilmeye çalışılan insani özün, umutsuzluğa da zamanzaman düşebilen fakat her zaman ayakta kalmauğraşı içinde olan yıkılmayacak insanın yazarıdır.En kötü koşullar içinde bile o “ insani cevher ”ini korumasını bilen insanın bükülmez bileğinin,tükenmez özünün yazarıdır. “ Betonundan bile otbitiren “ Çukurova güneşinin, sıtmadan ölüp gidenbebelerin, gurbeti yurt bilip yurtsama duygusuna dakapılanların, çırçırda, tekstilde gençlikleri karartılangenç kızların…Özetle, koca bir halkın destansı yazarıdır.Aydınlık bir yazardır ve bu aydınlığı hiçbir zamanödün vermediği bilimsel düşüncesinden kaynaklanır.Orhan Kemal’deki bu aydınlık, bu umut ve iyimserlikyükü hiçbir zaman elden bırakmadığı yöntemiolan sosyalist gerçekçi yönteminin sonucudur ve bugenel düşünce tabanında yükselir sanatı da.Bütün bunlar, sanırım herkesçe paylaşılacak183


184<strong>Erol</strong> Çankayayargılardır. En soylu anlamda bir halk yazarı, halkınboyun eğmeyen özünün yansıtıcısıdır o.Ancak, Orhan Kemal’in büyük önemini bununlasınırlamak yanlış olacaktır. Gereksiz gibigörünse de, bunların yanı sıra roman ve hikaye konusundaçok yararlı dersler niteliğinde olan sanatsaltekniğinin de altını çizmek gerekmektedir. Orhan Kemalüslubunun en belirgin yanı olan ve eşsiz diyaloglardakigücü ve şiveyi kullanmadaki başarısı, yazarıbütünüyle özgün kılmaktadır. Ahmet Mithat’ın “ Eykarı, “ diye başlayarak sayfalar dolusu ansiklopedikbilgiyi romanına aktarması, kahramanları konuşurkendayanamayarak araya girip “ hakikati “ söylemesideğildir elbette bu. Orhan Kemal’de yazarın birdenbirekahramanla özdeşleşmesi, yazarın araya girmesibütünüyle bir üslup sorunudur ve okuyucuyu rahatsızetmez; giderek bir Orhan Kemal özgünlüğü oluşturur.Öte yandan bu, kahramanlarını konuştururkenkişilik yapılarına değgin ipuçlarının da bu diyaloglardaortaya çıkmasını yaratır. Kendisi buna “ konuşmanındiyalektiği “ diyordu: “ …hikaye ve romanlarımdabir çeşit röportaj demek olan teknikle çalışıyorum.Yani roman kişilerimin psikolojik durumlarını bendeğil, bizzat kendilerine yaptırıyorum. Bunun için dekonuşmamın diyalektiğine başvuruyorum.”Şive kullanımının romanda gereksiz olduğunusöylemiyorum; ancak, şive öykünmesine çok fazla veneredeyse “ israfkar “ ölçüde yer verilmesinin romanı/ hikayeyi çok dar ve özel bir alana tutuklayarakzararlı sonuçlara yol açtığı da ortadadır. Fazlasıylaözel bir dilin edebiyatın dışına düştüğünü ve birsüre sonra kaçınılmaz olarak edebiyat tarafından


Popüler Kültür ve Edebiyatdışlanacağını düşünüyorum. Beri yandan ise, kişilikyapısının kalın çizgilerle belirlenmesi, “ mekan “a ve “ zaman “ a uyumun sağlanabilmesi gibi gereklernedeniyle şiveye öykünmenin yararlı olduğuda ortadadır. Orhan Kemal’de tiplemenin en belirginolduğu “ Murtaza “ da bile, bu öğe çok ölçülükullanılmıştır ve okuyucu dilini bilmediği bir metniniçinde boğulmaz. Bütünüyle şive ile kurulu bir metinbile yine de yalındır, özünü hemen ele veren bir “basit “ likle oluşturulmuştur.Bu “ basit “ lik, bu yalınlık - ki Orhan Kemalbütünüyle bu ana ilke üzerine kuruludur - aynı yereçıkarıyor bizi: Orhan Kemal’in, bileği bükülmez birHalk Yazarı olduğu gerçeğine. Bu nitelemeye heraçıdan uygun düşer onun yapıtı, Halk’ın özünü, bütünbir halkın “ korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuk “olan o derinlikli özünü az rastlanır bir gözüpeklikleyansıtmıştır.Halkın görece en geniş boyutlarda okuduğubir yazardır da. Tekstildeki işçi kızların da, mahallearalarında futbol oynanan ilk gençlik günlerinin deyazarıdır. İlk sevda coşkularının, ömürleri törpülenipduran “ küçük adam” ların, patozda ve çırçırdaalınterleri yağmalanan işçilerin, İstanbul’un “ arkasokakları “ nın, “ evlerden biri “ ndeki kavgaların, gençliktasarılarının, “ arkadaş ıslıkları “ nın yazarıdırOrhan Kemal. Bütün bu saptamalar, gözlemler yığınıbir araya gelerek Cumhuriyet Türkiye’ sinin 1970’e değin uzanan serüvenini etkili bir fresk olarakkarşımıza çıkarıyor. En umutsuz vaktimize kantaşıyacak, yaşantının yüreğinden aydınlıklar yüklenmişbir yazardır Orhan Kemal. Romanımıza her zamanbir çıkış yolu sunabileceğine inanmalı.185


<strong>Erol</strong> ÇankayaOrhan Kemal 1914 yılının 15 Eylül’ ündedoğmuş, ölüm tarihi ise 2 Haziran 1970. Bu hesaplaOrhan Kemal’ in 10. ölüm yıldönümündeyiz. Ancak,Orhan Kemal niteliğinde bir sanatçının sadeceyılın belirli aylarında anılacak biri olmadığına dainanılmalı. O, her gün, bıraktığı yapıtı üzerindedüşünülmesi gereken, dersler çıkarılması gereken biryazar.Bu ayırt edici nitelik, özellikle şu toplumsalkoşullarda ve edebiyat ortamında daha bir önemkazanıyor. Bu nedenle ölüm tarihi bir yana bırakılıpşu söylenebilir sanırım. Orhan Kemal 66 yaşında.Milliyet Sanat DergisiHaziran 1980186


Popüler Kültür ve EdebiyatNAZIM’LA 3,5 YILRaşit Kemali hapishane kaleminde çalışmaktadırve haberi önceden duyar: Nazım Hikmet Çankırı Cezaevinden‘naklen’ Bursa Cezaevi’ne gelmektedir. Haberisevinçle arkadaşlarına yetiştirilir. Çok geçmez, NazımHikmet de gelir. Yıl 1940 ve yılın son ayı. O Raşit Kemaliki tezkere almasına kırk gün kala, Nâzım Hikmet’inkitaplarını okuduğu için beş yıla mahkûm edilmiştir. ORaşit Kemali ki Yedigün dergisinde, Yeni Mecmua’daşiirler yazmaktadır. Gerçi yazdıkları “Şuurum Çıldırıyor”,“İlk Rüya” gibi duygusal şeylerdir ama “nazmı çok selis,lisanı gayet tabii, duyuş ve görüşleri hayli mümtaz”bulunmaktadır. Raşit Kemali hece anlayışıylayazdığı şiirlerine oldukça güvenmektedir, şair olduğunainanmaktadır ve Nazım’ın aynı cezaevine gelmesine elbettesevinecektir.Nazım Hikmet, hapishaneye geldikten birkaçgün sonra cezaevi müdürüne yalnızlıktan sıkıldığınısöyleyip Orhan Kemal’i yanına alır, o günlerin RaşitKemali’sini tabii. Ve bu yan yana geliş, bu yakın ilişkio günlerin romantik, gececi genç şairi Raşit Kemali’ninbildiğimiz Orhan Kemal oluşunun başlangıcıdır. Nâzım,“sanat bahislerimde hiç şakam yoktur” der ve ‘mazur’görmesini isteyerek Raşit Kemali’nin şiirlerini biraz daağırca eleştirir, sonra çıkartıp kendi şiirlerinden birkaçınıokuyup eleştirilmesini bekler. Fakat Nazım Hikmet,187


188<strong>Erol</strong> Çankayakarşısındaki genç adamda “iyi bir sanatkar için gerekeniyi bir kumaş” bulunduğunu görmüştür ve önerisiniyapar: “Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum. Yanikültürünüzle..Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleriüzerinde muntazaman dersler yapacağız. Tahammülünüzvar mı?” Raşit Kemali heyecanla kabul edecektirbunu.Sonra bir gün, Raşit Kemali’nin, Nazım Hikmet’egöstermeğe henüz cesaret edemese de gene şiirleryazdığı, günde yedi sekiz saat ders çalıştığı, ‘onunkilergibi’ şiirler yazdığı günlerin sonunda bir gün, NazımHikmet heyecanla koşturup \Elinde Orhan Kemal’inküçük bir roman girişi. O roman müsveddelerinin OrhanKemal’in olduğunu öğrenince, “heyecanla, evet heyecanla”konuşur: “Bırak şiiri miiri birader, hikaye yaz,roman yaz sen” Ve Orhan Kemal hikayeler, romanlaryazmaya başlar Nazım’ın yanında, onun yol göstericiliğialtında.Orhan Kemal Nazım Hikmet’in öğrencisiydi; veyazdığı son satır da dahil olmak üzere hayatının hiç birdöneminde ondan öğrendiklerine ihanet etmedi, bu temeldüşünce tabanında yükseltti “eser”ini. Haksızlıklarla,görmezden gelmelerle, parasızlıkla, demir parmaklıklarlakarşı karşıya kaldı ve boyun eğmedi, kursağından hakkıolmayan ekmek geçmedi ama onun hakkı olan ekmeğeel koyanlar oldu. O yılmadı üç kuruşluk adamlar önündegeri çekilmedi, inançlarından vazgeçmedi ve sonundaçevresini saran duvarlara vura vura, bütün bir halkınbükülmez bilekli yazan oldu. Tıpkı Nazım Hikmet’inaynı mücadeleyi şiir alanında vermesi gibi NazımHikmet’in zindanlara, resmi, gayri-resmi baskılara karşı


Popüler Kültür ve Edebiyatdirenerek bu çemberi kırıp bugünlere gelmesi gibi tıpkı.Nazım Hikmet ve Orhan Kemal, sosyalist gerçekçiedebiyatımızın iki doruğu, hiç duraksamadan adlarıverilecek iki adı, iki yol göstericisidir. Birinin şiirlegerçekleştirdiğini ötekinin düz yazıyla, hikayeyle, tiyatrooyunuyla, romanla yaptığı iki usta. Nazım Hikmetsosyalist gerçekçi şiirin olduğu kadar genel olarakCumhuriyet şiirinin öncüsü ve kurucusudur. Orhan Kemalise Sabahattin Ali’nin yol açıcısı olduğu hikayeninboyutlandığı ve yaygınlık kazandığı bir önemli uğraktır.Şu evrede “uğrak” olduğunu söylemek belki de yanlışolacaktır çünkü bu düzey henüz aşılmış, geçilmiş birnokta değildir.Aynı şey Nazım Hikmet şiiri için de geçerlidir.Bu iki ustanın geride bıraktıkları eser, uğruna bütünhayatlarını ve sanatsal çabalarını adadıkları işçi sınıfının,daha toparlayıcı bir deyişle de bütün bir halkın mücadelesiiçinde yaşıyor, bu mücadelenin ön saflarındavuruşuyor.Çocuklar okumayı onların aydınlık sözleriylesöküyorlar, fabrikalarda işçiler bu şiirlerde kendilerinibuluyorlar, en dar vakitlerinde bu iki ustadan kanalıyorlar.İkisi de, “korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuk”olan bir halkın destansı yazarlarıdır. İkisi de aydınlıktır,umutlar yüklenir her yüreğe ve yıkılmamayı öğütler.Nazım Hikmet’in şiirle oluşturduğu “insan manzaraları”nda ve öteki bütün şiirlerinde alan bir halkın acıları veumutları, hayal kırıklıkları ama gene de direnen yanları,sevinçleri, sevda çeken yürekleri.. bütün bunlar birhalkın tarihi ve coğrafyasıyla sergilendiği bir dinamikfresk’i oluşturur.Orhan Kemal’in, yüzlerce hikayesi romanları,189


190<strong>Erol</strong> Çankayaoyunları ile oluşturduğu bu fresk CumhuriyetTürkiye’sinden “insan manzaraları” dır. Bu dinamiktabloda kişilerin, tek tek bireylerin öznellikleri gözdenkaçırılmamıştır ki işte bu yan bu iki eseri önemlikılmaktadır. Bu nedenle, bu iki ustanın birliğini vurgulamakbu nitelikleri yüzünden de gerekmektedir,eser’leriyle yarattıkları işlevin kesiştiği yere de denkdüşmektedir bu.Nazım Hikmet ve Orhan Kemal, özelliklegünümüz Türkiye’sinin koşullarında üzerlerindeısrarla durulması, kendilerinin bıraktıklarından derslerçıkarılması gereken ustalardır. Türkiye’nin veedebiyatının bu koşullarında Türkiye’li sanatçılar kadarinsan için de yol göstericidir bu miras. Yaşantınınyüreğinde yer alan bu iki eser, en umutsuz olunacak vakteaydınlıklar taşıyan bu bükülmez bilekli ustalar her anomuz omuza bizlerle.Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’in aynı yazıyakonu olmalarının nedeni ikisinin de ölüm tarihlerininhaziran ayına rastlaması değil. Bu böyle olmasa da sosyalistgerçekçi bir edebiyattan söz eden herkes bu ikiadı aynı yazının içinde anacaktı ve böyle de yapacaktır.Çünkü Orhan Kemal’in cenazesine “Biz işçiler hatıranönünde saygıyla eğiliriz” yazılı pankartı getiren işçiler,çünkü daha ortaokul sıralarında gençler, çünkü bütünbir halk bu iki ustayla bileniyor, öfkeleniyor ve insancabir yarını kavramaya başlıyorlar. İlk soruları sordurandıronlar; sonraki dağınık duygu birikimlerinin düzenli birbilinçliliğe dönüşmesine de önayak olan.Her an olduğu gibi, ölüm yıldönümleri olan Haziranayında da bu iki ustanın bıraktığı “hatıra”nin üzerindeyeniden durmanın gerekleri vardır. Hayatın her evresinde


Popüler Kültür ve Edebiyatve anında omuzlarımızın dibinde olan bu “hatıra” sürekliirdelenmelidir. Sanatçılık kadar Türkiye’de yaşayan biriolmak da gerektiriyor bunu: İlk sevda coşkularındakidelikanlılardan, tekstildeki genç kızlardan olmak da gerektiriyor,Çukurova’lı pamuk ırgatı, fabrikalarda işçi yada “Beyazıt Meydan”larında öğrenci olmak da...Demokrat Gazetesi,Türkiye Yazıları S40-41 1980191


3)MAGAZİN TOPLUMUNDA SANAT VE HAYAT


HAYAT MAGAZİNLEŞİRKENEfsane kahramanı Kral Milas’ı hatırlatanFischer, kapitalizmin de dokunduğu her şeyi metayaçevirdiğini söylüyordu. Buna ufak bir katkıda bulunalım:Kapitalizm, elini değdirdiği her şeyi sadece metayedönüştürmekle kalmadı, onu, buna bağlı olarak popülerbir nesne kıldı. Bir bakıma, kapitalizmin tarihinin hayatınpopülerleşmesinin tarihi olduğu da bu nedenle söylenebilir.Giderek, hayatın magazinleşmesinin de tarihi...Burada Batı Avrupa’da yüz yıl önce yaşananlarıbir yana bırakarak daha çok günümüzde olup-bitenleilgilenelim. Ama günümüzde olup-bitenin köklerinin19.yy’da filizlendiğini de hep akılda tutarak. Ve günümüzTürkiye’sinde kültür ajanında olup-bitenlerin de birazgecikmeli olarak ama nerdeyse aynen yaşandığını daunutmayalım...XIX.yy’dan sonra hayat popülerleşti, giderek hemenher alanda bir magazinleşme yaşandı; bu süreç birazgeç başladı belki bizde ama yine de başladı. Batıda,aristokrasinin seçkinliğinin ifadesi olan ünlü tablolarröprodüksiyon yoluyla “demokratik “leşerek “yığınlaramal olur”ken, plaklar ve pikaplar, ardından teyp makaralara‘ müzikte de benzeri bir süreci başlatıyordu.195


196<strong>Erol</strong> ÇankayaPopüler edebiyat da bu oluşumlar içinde ortaya çıktı veyaygınlaşarak iyice bulaşıcı bir hal aldı.Ya plastik? Popülerleşmenin belki de en tipiksimgesidir, her forma uyan, her yeri dolduran plastik.Romandaki aşınma film alanında sürecek ve bu ikisininizdivacından fotoroman doğarak hızla ayrı bir “sanattürü” olmaya yüz tutacaktır. Daha XIX.yy’da basımtekniğindeki gelişmeler sonucu gazete ve ‘tefrika kültürü’yaygınlaşırken tefrika romanlar, dedikodu haberleri,kadın köşeleri okura yönelik önemli bir motivasyonişlevi görüyorlardı.XX.yy’da iletişimin boyutları alabildiğinegenişleyen bir denetim ağına dönüşürken bu mecralar,toplumun “demokratikleştirici” popülerleşme sürecineasıl hızını ve niteliğini kazandırıyordu. ‘Bu yüzyıldapopüler kültür ürünleri bireylere sadece tüketim olanağıdeğil, yanı sıra ve belki daha önemlisi, sahte özgürleşimolanağı da sunuyordu. Edebiyat da, moda da, bilimde, politika da bu kanaldan geçerek kitlelere hementüketilmeye hazır emtialar olarak ulaşıyor; ulaşıyor ve‘işlevsel’ oluyordu. Bu iletişim kanalları, mesajı kendinedönüştürerek iletirken çağdaş bir tüketim diniyaygınlaşıyordu. Ve hayat magazinleşirken elbette magazinbasını da apayrı bir önem kazanmıştı. Bu yeni dininçağdaş havarisi olarak...Şimdi Türkiye’ye dönelim ve süreci günümüzevardıralım. Hayatın hemen her alanındaki magazinleşmetoplumsal popülerleşmemize paralel olarak hızlayaygınlaşırken yeni oluşumların üzerinde durmak için...Batıda yaşanmış süreç üzerinde öyle uzun boyludurmaya da pek gerek yok galiba; çünkü bu tarihi bizde bizzat yaşıyoruz. Yüz yıllık bir gecikmeyle de olsa


Popüler Kültür ve EdebiyatTürkiye de benzeri bir sürecin içinde hızla yol alıyorşimdilerde...Türkiye’nin geldiği ve ipuçları artık bütünüyleortaya çıkmış bu yeni yerde, kitlesel ve toplumsalpopülerleşmemize paralel olarak hayata ilişkin hemenher öğenin magazinleştiği görülüyor. Edebiyat alanındason birkaç „ yılda yaşanmış olan ‘çok satışlı’ sanat dergileri‘olayı’ Türkiye’deki sanatçıyı gafil avlamıştı. Hiçolmayacak bir işti bu, yıllarca en fazla bin-bin beş yüzdolayında okurla avunmuş olan dergilerin bulunduğubir dünyada! Sanatçının boy boy resimleri yayınlanıyor,ucundan kıyısından da olsa değişik düzeyde bir mithosolarak sunuluyordu kendisi. Sanatçı, yıllardan beribeklediği, hakettiği yeri elde ediyordu! Nihayet! Ve buoluşum sadece bu alana özgü de değildi. Son on yıldageniş bir etki ve nerdeyse denetim ağı kurmuş olan televizyon,onun da yetmediği yerlerde magazin basını...Son on yılda, televizyonun sağlayamadığı budoyumu yeni magazin basınımız verdi kitlelere. İkisibirbirini tamamlayıp birinin kaldığı, bir yerde kalması‘doğal’ olan yerden ötekinin bu bayrağı devraldığı işleyişiçinde hayatımız iyice popülerleşti, magazinleşti...Siyasetten modaya, sanattan spora, bilimdenmüzikhol kültüre uzanan geniş bir yelpaze içindeki hemenher konu kitlelere uygun bir formülasyonla sunulurkenhiç kuşkusuz önemli bir emtia. Ve ilginçtir, popüler kültürünkendi iletişim kanallarından geçtiği sürece hangikonu olursa olsun bilinen kural değişmiyor ve medyailetiyi kendi damgasıyla belirliyor. Belki de, -hayatın hemenher alanında düne kadar ancak uzmanların ilgilendiğikonuların kitlelere açılması olumlu bulunacaktır. Ama busunumun bir arz, sunulanın da bir ürün, bir mal olduğuhep akılda tutularak düşünmek gerekiyor belki de. Kitl-197


<strong>Erol</strong> Çankayaeye her gün yeniden sunulan bu tüketim nesneleri tabiikişisel, yüzeysel ve zararsızlaştırılmış nitelikte. Ve buolay da bu nedenle kitleselleşme değil de popülerleşmeterimiyle anılmalı.. Popüler bir tüketim nesnesi olaraksunuldukları, bu yönde bir işlev gördükleri için... Popülerkültürü kendi iletişim araçlarında eleştirme çabasınıbile özümleyen bu işleyişin asıl çarpıcılığı işte bu noktadabeliriyor. Bu kanallardan geçtiği sürece moderntoplumlardaki iletişim sisteminin eleştirisi bile evcilleşipmagazinleşmekten biraz zor kurtuluyor. Ve bir hayli yaraalmış olarak...Milliyet Sanat Dergisi,14 Ekim 1983198


SİSTEM - İDEOLOJİ - REKLAMCILIKÇocuğun biri, ilk defa gördüğü gökkuşağına uzunuzun baktıktan sonra annesine dönerek, “Anne” demiş,«bu neyin reklamı?» Bu, belki yaşanmış da olsa bir fıkra;ama ben “daha başlar başlamaz her reklamı tanıyor, çokakıllıdır” diye çocuğunu öven çok ana-baba gördüm.Çok zaman farkına bile varamadığımız, küçükayrıntılarında bile etkisini derinlerde hissettiren bir olgukarşısındayız. Dolaysız olarak televizyon reklamlarındankaynaklanan —ve yanlış bir mizah anlayışıyladonanmış— her hafta yüzbinlerce okuyucuya seslenebilmeolanağına sahip dergiler yoluyla da bu işlevinpekiştirildiği bir sistem bu. Öyle ki, baskı sayısı milyonavaran belli başlı “mizah” dergileri neredeyse bütünüyle,televizyon reklam filmlerindeki sloganların ve gag’lerin“hicvi” niteliğinde bir espri anlayışıyla yayımlanıyor.Reklamcılık, günümüz tekelci kapitalisttoplumlarında yaşayan her bireyin içli-dışlı olduğu birolay. Rastgele bir kelime değil bu; üzerinde durulması gerekligerçek bir olay. Gazete, dergi ve benzerleri gibi basılıyayım araçlarından, radyo-TV gibi iletişim organlarınakadar her gün ve sürekli karşılaştığımız, farkında olalımya da olmayalım, «ateş hattı» içinde olduğumuz bu olguasal işlevinin ötesinde nelere hizmet ediyor? iktisadî199


200<strong>Erol</strong> Çankayakuralların gereklerine uygun olarak yaratılmış bu aracınişlevi salt iktisat alanını ilgilendirmiyor çünkü. Ortayaçıkış nedeni bu olsa da, kitle bilincinin yönlendirilmeside aynı çerçeve içinde gerçekleştiriliyor. Bu nedenlesorunu salt, iktisadî olan “fazlanın emilmesi” odağındairdeleyerek, bu düzlemi bütünleyen ideolojik boyutunüzerinde durmamak gibi bir yanlışa düşülmemeli.İktisadî fazlanın emilmesi yollarından sadece biri, amaen önemlilerinden biri olan satış çabaları kategorisindeele alınan reklamcılık olayının kitle bilincini manipüleeden sonuçlan en az varoluş nedeni kadar önemli veüzerinde durulmaya değer. Genelde nasıl, yapısaldeğişimlere de uygun olarak daha incelmiş ve gerçekliğeuydurulmuş kurallar yürürlüğe konmuş, savaş çokdaha çağdaşlaşmış yöntemlerle yapılır olmuşsa, kültüralanında da buna paralel bir süreç gözlemleniyor. Hâkimsınıflar arasındaki değerler çatışmasını unutmadan,bu mekanizmada asıl belirleyici olan ideolojinin egemensınıf ideolojisi olduğu da eklenmeli hemen. Egemen sınıfideolojisi başat ideoloji olunca da bu alandaki yönsemede doğal olacaktır.Burjuvaziler, daha doğrusu sömürge ve yarı sömürgeülkeler burjuvazileri her şeyde olduğu gibi kültüralanında da ithalci bir tavrı benimsemek zorundalargünümüzde. Bu alanda da bir montaj sanayii sözkonusu.Bir yandan dışarıdan emperyalizmin umutsuzluğu,hiçliği veya Dolce Vita hayat tarzını öne çıkaran kozmopolitkültürü ithal edilirken, öte yandan da ulusalkültür içindeki gerici öğeler gene başka bir hâkim sınıftarafından kitlelere sunuluyor. Günümüz koşullarındaulusal bir burjuvaziden sözedilemeyeceği gibi emperyalizminancak denetim sanayiine sahip bir bağımlı ülkedeulusal bir kültürün var olduğu da söylenemez. Emperyalizm,girdiği ülkedeki ulusal değerlerin bütününü bozarak


Popüler Kültür ve Edebiyatyerine kendi anlayışını, değerlerini ve ahlâk anlayışınıkoyacaktır.Bir ülkede oluşturulmuş kurumların, kadroların,yerleştirilmiş tipik olan yaşama biçiminin, o toplumsalyapının sürdürülmesi için gerekli ve önemli güvencelerdenolduğunu biliyoruz, işte tek tek bu öğeler vebunların oluşturduğu bütün, aynı zamanda, bu toplumsalyapının geleceğini de garanti eden önemli bir etken.Her ülkedeki ulusal kültürün ilerici-demokratik yanlarınıortadan kaldırma yolundaki bu sistemli saldırı, denetimininbüyük ölçüde elde tutulduğu iletişim araçlarıylasürdürülüyor.Üst yapı kurumlarının her biriminde kozmopolitkültürün değer ölçütleri, moral ve sanatsal bakış açılarıhalk kültürü içindeki ilerici-demokratik öğelerin yerine«ikame» edilmeye çalışılıyor Ulusal kültür içindevarolan başat nitelikteki gerici öğelere yaslanılarakbunların ısrarla ön plana çıkarılmasıyla gerçekleştirilenbu eylem çatışma içine girdiği takdirde, gerici öğelerinyerine daha çağdaş olan burjuva-gerici değerlerini (kültürünü)yerleştirmeyi de ihmal etmeyecektir. Sözgelimi,bizim toplumumuzda öteden beri varolmuş “dîyar-ıküfr” anlayışı feodalizmin tasfiye sürecine paralelolarak cılızlaşmış, emperyalizmin güdümündeki burjuvazi,feodal gericiliğin uzlaşamadığı bu tip ideolojikuzantılarıyla çatışarak bunları tasfiye etmiştir. Her şeygibi geleneksel eğitim sistemi de, oluşturulan toplumsalyapının sürekliliğini sağlayacak kadroların ve insanınyetiştirilmesi amacıyla deriştirilir, bunu kısa yoldansağlayabilmek için bizde çok örneği görüldüğü gibi yenieğitim-öğretim merkezleri açılabilir.Oluşturulmaya çalışılan bu insan, sistemin201


<strong>Erol</strong> Çankayasunduğunu almaya hazır ve kabullenmiş olandır. Böylebir toplumda birey, varlığını üretici olarak değil tüketicilikişleviyle algılar ve varlık nedenini bu işlevde görür.Bunun dışında bireysel doyum alanları tıkanmış, yaratıcıçaba bile işlevsiz, “olmasa da olur” biçimi bir üreticiliğeindirgenmiştir; üstelik benzeri piyasada bol bulunan, yada ikamesi mümkün bir yedek parçanın üreticiliğine!Bireyler, sistemin arzu ettiği ve kendine gerekli olduğukadar bir kültürlülüğe de ulaştırılacaktır ama. Burjuvayaşama biçimi ve bir çok tüketim maddesinin kabulgörebilmesi ancak böyle mümkün olabilecektir çünkü,öte yandan, bu kabul, emperyalist dış dünyayla bağkurulmasını, bu da, o toplumun kendine yeter toplumsalyapısının ve dışa kapalı yerel kültürünün parçalanmasıeylemini de gerektirecektir. Ülke ölçüsünde bir iç pazarınkurulması, bunu ve ülke çapında bir «birlik ve beraberlik»duygusunu bireylerin bilincine ve toplumsal bilinceyerleştirirken, burjuvazi tarafından bu bilinç, emperyalizmingenel ideolojisine bütünleştirilmeye (eklemlenmeye)çalışılacaktır. Çünkü ekmeğini ayrana doğrayanköylünün Cola cinsi gazozlara doğrar bir yaşama biçimineitilmesi ancak bu takdirde mümkün olabilecektir.Biraz önce, burjuva-gerici ideolojinin karşıkarşıya kaldığı ve kendi gelişimini tıkar gördüğü feodalgericideğerler ve öğelerle çatışarak onu tasfiye ettiğinisöylemiştim. Gene aynı platformda görülen bir başkayönseme ise feodal ve ulusal kültürü oluşturan öğelerdengerici olanlarının gereğinde günün koşullarına uyarlanarakyaşatılmaya çalışılması, feodal kültürün mistikürünlerinin halkımızın öz değerleri olarak sunulmasıdır.Böylece, görünürde çok masum ve hatta «ulusal kültürehizmet» amacıyla girişilmiş bir görüntüye sahip olan birçabadır bu.202


Popüler Kültür ve EdebiyatPir Sultan, Gevheri, Kaygusuz, Serdârî geleneklibir toplumda yapılan “Aşıklar Bayramı”nda her yıl ödüllendirilenürünlere bir göz atmak bile bu işin kimlere vehangi nitelikte bir hizmet olduğunu ortaya koyacaktır.Aynı biçimde, “Türk Kültürüne Hizmet” sloganıylaçeşitli gazetelerce ve bankalarca yayımlanmış kitaplarınniteliğini düşünmek de konuya ilginç bir boyut katacaktır.Bir kesim çağdışı gerici nitelikte feodal ürünleriyayarken başka bir kesim ise “batılaşmak/ batılılaşmak”sloganıyla emperyalist batının yoz, kozmopolit kültürüiçin mürekkep harcamaktadır, aralarındaki çelişmelerekarşın. Çağdışı ve çağdaş gericiliğin buluştuğu anlamlıyer! Kitap yayıncılığının bir gazete, hele bir banka içinherhalde pek kârlı bir yatırım alanı olmadığı günümüzTürkiye’sinde bu işe gösterilen özel merak oldukçadüşündürücüdür.Reklamcılık, iktisadi gereklerle ortaya çıkmışda olsa, işlevini ideolojik bir çerçeve içinde yerine getirir.Çünkü ideolojik ve dilsel bir alanın içinden geçerekamacına ulaşır. Seslendiği katmanların sınıfsal söylemlerine,«toplumun sıvası» olan ideolojik söylemin isterilerineuymak zorundadır. “Sivil toplum”un işleyiş kurallarısadece politik toplumun doğrudan baskıcı amaçlarınadeğil, bunlarla birlikte üretim fazlasının tüketilmesi, başsorunlardan biri olan talep azlığını gidermeye de hizmeteder. Ancak, reklam dili ve söylemi seslendiği kitleninideolojik oluşumunu hesaba kattığı ölçüde başarılı olacakve arzulanan işlevini yerine getirebilecektir. “T. kalemleriöz malınız” sloganı, seslendiği kitlenin, o toplumsalformasyonun niteliğiyle ve toplumdaki ortak özlemlerdemetiyle uyum sağlayabildiği oranda başarılı olacaktır.İdeolojilerin toplumda bütünleşebileceği karşılıklarınıbulabildikleri ölçüde etkin olmaları gibi, reklam dilininniteliği ve içeriği de bu ideolojinin içerdikleriyle uyum203


204<strong>Erol</strong> Çankayaiçinde olmalıdır. O toplumda yükselen sınıf hangisidirve bu yükselen sınıfın özlemleri hangi oranda diğer sınıfve katmanlarım ortak özlemi olarak toplumu peşindensürüklemektedir? Burjuvazinin yükselişi evresinde kendiözlemlerine ve inançlarına geçici de olsa, bir süre işçisınıfı içinden bile yandaşlar bulabildiğini, bu özlemlerve umutlarla büyülenen işçiler, köylüler olduğunu biliyoruz.Sisteme sadık gazeteler; filmler, vesaire ile de tahrikedilen bu sınıf atlama hevesi ideal bir Aşil topuğudurreklamcılar için. Bu seçkinleşme özlemi gerçek birihtiyaç olmadığı halde yığınlarda bu mala karşı talepyaratılmasını sağlayabilir. İktisadî dille «harcama öncelikleri»ne yön verilebilir.Kültür alanındaki saldırı nasıl, hayatın belirleyicimaddi alanlarındaki saldırının bir parçasıysa,reklamcılıkta izlenen yol, kullanılan yöntemler de geneldekibu saldırıdan kaynaklanarak genel ekonomik vepolitik saldırıyı bütünlemektedir Yakın yıllarda epeytekrarlanmış bir otomobil reklamında aynı firmanınfabrikasında çalışan Mümin Usta adlı bir işçiden sözediliyorduörneğin.Güleryüzlü bir Mümin Usta fotoğrafının hemenaltındaki satırlardan şunları öğreniyordu okur: MüminUsta, otomobile karşı aşın sevgisi ve tutkusu nedeniyleilkokuldan sonra okumayı bırakarak tamirciliğe başlamış.Derken günün birinde işte bu otomobil fabrikasına girerek,sevk ve idarecilik seminerlerine katılarak “yüzlerceişçiyi emrinde nasıl çalıştıracağını” öğreniyor. Kısa zamandamaaşını 10.000 liraya yükseltmeyi başaracaktır.Bir de araba alıyor mu! Aynı reklam metninden MüminUsta’nın «en büyük zevkinin de kendi imal ettiğiarabasıyla yavrularını alıp gezintiye çıkmak olduğunuöğreniyoruz.


Popüler Kültür ve Edebiyat“Mümin Usta”nın gerçek bir yeri vardır, hattabaşka örnekler de bulunabilir ama «arabalı işçi» modelininbir hakikat olmadığı toplumumuzda tekil örneklerdenyola çıkarak genellemelerle “kurtuluş yolu” önermek,gerçekliği çarpıtmaya kalkmak neye hizmettir?Günümüz kapitalist toplumlarındaki ileri teknolojikyapı içinde birey olarak ezilen, madde fetişizmininher türlüsüne uğrayan, kendisine sahte uğraşlar yaratarakyitirdiği özerk alanını yeniden ele geçireceğini umangünümüz insanı reklamcıların insafına terkedilmiş durumdaBir yandan da bireyler arasındaki rekabet ve üstünlükduyguları körüklenerek bütün hayat, düşeni yemeninkanun olduğu bir amansız yanş alanına dönüştürülmüştür.1978 yılı yaz aylarında TRT 2’den şöyle bir reklamspotu yayınlandığını duymuştum: «Yavrunuz A. giysin,arkadaşları kıskansın! A. kıskandıran giysidir!» Tüketimtoplumunun hastalıklı yaşama değerleri ve konformizmalmaşıksız özgürlük olarak sunulurken toplumdakiher bireyin toplum «sürü»sünün bir öğesi olarak kabuledilmesi, her gün ve her saat daha çok tüketim, dahahızlandırılmış bir yarış... Ve güdülen bir «sürü»nünstandartlaştırılması! Beğenilerin, moral değerlerin istenilenkalıba dökülmesi, insanî duyguların vitrinlerde sergilenmesi;bütünüyle denetim altında tutulan bir toplum!Farklı kesimlerden ve değişik zevklere sahip insanlariçin aynı firmanın biçimsel değişikliklerle piyasayasunduğu ürünlerle toplumun bütün katmanları üzerindebir denetim ağı kurulur. Türkiye’de piyasaya sürülen 15değişik çamaşır makinası gerçekte dört şirket tarafındanüretilmektedir. Aynı şekilde, 1973 yılı toplam buzdolabıüretiminin %89’unu gerçekleştiren Arçelik A.Ş. ve ProfiloSan. ve Tic. A.Ş. bu üretimini piyasaya 12 değişik205


206<strong>Erol</strong> Çankayamarkayla sunmaktadır. Persil Gesell-schaft mbh. ile Yapıve Kredi Bankası’nın başlıca hissedarlanndan olduğuTuryağ, deterjan/sabun-tozu piyasasına üç değişik markasürerken toplam kolalı ve gazlı meşrubat tüketiminin158 milyonu yine üç ayrı etiket altında Fruko-Tamektarafından karşılanmaktadır. Televizyon piyasasında daaynı mekanizmanın işlediğini biliyoruz. Hiç bir iktisadîanaliz çabası gütmeyen bu özellikte bir denemede—durum üzerine fikir vermenin ötesinde— örnekleriuzatmanın fazla gereği yok.Reklamcılığın çabası, görünürde hiç bir zamansözgelimi «daha çok bira için» amacı doğrultusundadeğildir ama sonuçta bambaşka’ bir olguyla dakarşılaşılacaktır. Reklam spotu daima «bizim biramızıiçin (seçin)!» sloganını içerir. Ama bu demek değildirki,.. (A), (B), (C) bira üretici firmalarının tek tekyaptıkları bu çağrılar toplam bira tüketimini etkilemesin.Her üretici firma kendi ürününün tercih edilmesi yolundatüketici tercihlerini etkileyerek/güdüleyerek kendinekaydırabilme mücadelesini verirken tek tek her firmanınböyle girişimleri o ürüne olan talebi, bu toplam talebiarttıracaktır. Bira örneği üzerinde ilerlenecek olursa şugörülebilir: örneğin, (A) ve (B) bira üretici firmaları,birbirlerine karşı reklam alanında bir savaşa girişecek olurlarsagenel olarak toplam bira tüketimi de artar. Böylebir savaşın başlaması için piyasaya oturtulmak istenenyeni bir markanın başlattığı reklam kampanyası, zincirlemeolarak, piyasadaki yerini korumak isteyen ötekifirmaları da etkileyecektir.Teorik şemalardaki klasik tekel durumunun gerçektepek görülmediği bilinen şeylerden. Oligopol niteliktebir egemenliğin kurallarını koyduğu günümüzkapitalist toplumlarında önemli bir rekabet yöntemi olan


Popüler Kültür ve Edebiyatfiyatların düşürülmesine pratikte pek rastlanılmamasınınnedenleri şüphesiz sistemin yapısına özgü bir oluşum.Tekelci firmaların birbirleriyle açıktan bir savaşa girmeleridemek olan «fiyatların kırılması», getirdiği psikolojikdezavantaj nedeniyle de çekici olmayan bir yol. Pratiktegörülen ise tam tersine, açık ya da kapalı anlaşmalarla fiyatlargenel düzeyinin her zaman, monopol koşullarındabelirlenen fiyatlar genel düzeyinde tutulduğu. İşte, oligopolişleyişin bu genel mekanizması nedeniyle klasikbir rekabet etkeni olan «fiyatlar rekabeti»nin ikincil birkonuma kaydığını, ama rekabetin başka alanlarda dave biçim değişiklikleriyle sürdüğünü biliyoruz Sistemingerekli kıldığı bu alan değişimi sorunu, optimumbir rekabet noktası olan reklam alanında çözümlenebilecektir.Fiyatların düşürülmesiyle tüketicilerin satınalma güçlerinde bir artışın sağlanamayacağı da açıktırçünkü. Bu nedenle ideal çözüm olan tek yol, varolantalebi değişik yöntemlerle arttırmak, yani baş döndürücübir hızla tüketimin kışkırtılması olmaktadır. (Bu denemenindoğrudan amacı olmaması nedeniyle kapsam dışıbırakılsa da şu noktanın hemen belirtilmesi gerekir ki,“fazla”nın yabancı ülkelerdeki yatırımlara aktarılmasıakıllıca bir çözüm olarak görülmez. Bu davranış,yatırımın yapıldığı ülkeden “fazla” dönüşüne yolaçaraksorunun daha da büyümesini yaratacaktır.)Üretici firmaların birbirlerini karşılıklı olarakkışkırtan bu davranışları spotların seslendiği kitlelerdebelki de önceden hiç bulunmayan yeni zevklerin vealışkanlıkların ortaya çıkmasına yolaçacak, özetle, yenibir alan da doğmuş olacaktır. “Amerikan hayat tarzı”nıoluşturacak öğelerin topluma bu yolla empoze edildiğibilinen bir gerçek. Bu evreden sonra “Cola” türü gazozuniçilmesinin gerekli olup olmadığı tartışılır olmaktançıkarak, zihinlerdeki “sorun”, “hayatın tadı Pepsi”nin207


208<strong>Erol</strong> Çankayami, yoksa her şeyle iyi giden Cola Cola»nın mı tercihedileceği noktasında düğümlenecektir. Güdülen kitle,farkına varmadan, o malın kendisine gerçekten gerekliolup olmadığını düşünemeyecek, hapsolduğu busorunsalın içinde sadece “tercih” işlevini kullanabilecektir.Kendisine sunulan ve hapsolunan bu zoraki çembergene kendisine sunulan seçenekler arasından herhangibirini seçebilme sorunsalıdır, Bu aşamada da özgüriradesiyle değil, kendisine sunulan, başka bir ifadeyle“dayatılan” alanın içinde “özgür” kalmıştır. Bu seçmedeönemli ve belirleyici olan, ürünün niteliği, marjinalfaydası, v.b. gibi etkenler değildir. Belirleyici etken çokzaman, reklamların tüketici bilincinde ürün hakkındayarattığı imaj ve bu ürüne olan toplumsal veya çevresel,rağbetin fazlalığı ya da azlığıdır. “Marlboro” üzerine olantoplumsal imaj bu sigaranın «kadınsı»lığı yönündeyseeğer, reklamlarda sürekli olarak, Vahşi Batı’nın doğasıve doğal ortamı içinde bu sigarayı tüttüren «vahşi»erkeklere yer verildiğinde bir süre sonra tüketici talebi“Marlboro Ülkesi”ne doğru yola çıkacaktır. Bu mekanizmao kadar güçlüdür ki, 1975 yılı Ekim’inde ABD’de birörneği yaşandığı gibi bütün sayfalarında tek satır olmayanfiilen de boş bir kitabı bile bir milyonun üzerinde birsatışa ulaştırabilmektedir.Reklamcılık her şeyden, bu arada özellikle psikiyatridenyararlanarak öteki atanlarda sürdürülensistemli saldırının tamamlayıcılığını yapıyor.Üstünlükya da ezilmişlik duygularını kışkırtan ya da sömüren,cinselliği bolca kullanan reklam metinleri az değil. Buarada zaman zaman “Boyacının aşkı ile filanca boya”örneğinde görüldüğü gibi halk kültürünün zenginliklerindenyararlanmayla gidilen yeni bir yağmalanma olayıile de karşılaşılabiliyor. Bu konuda ilginç olacak birreklam biçimini de birinden dinlemiştim. Mısır televi-


Popüler Kültür ve Edebiyatzyonunda yayımlanan bir “Pepsi” reklamında uzun birgeğirmeden sonra şöyle diyormuş adam: “Elhamdülillah,Pepsi!” Bu küçük örneğin; reklamcılıkta kullanılanyöntemlerin neleri bile içerebileceğini göstermesiaçısından önemi büyük. Bu yılın “Çocuk Yılı” ilan edilmesiyüzünden olacak belki de, şu sıra her zamankindendaha fazla reklam, çocukları temel alıyor ya da enazından bu duygunun çevresinde döneniyor. “Torunuma/Yeğenime her şey feda!” sözlerini her akşam ve üstelikbu yakın çevrenin bakışları altında dinleyen birininküçük bir fedakarlığa girerek —artık torunu mu olur,yoksa yeğeni mi— belinden tutarak o bankaya götürmesisevgisini kanıtlayabilmesinin önemli bir belirtisiolacaktır. Neredeyse konuşmayı yeni öğrenmiş çocuklarabilmemne bankasının faziletleri anlattırılabilir;ya da doğrudan “yarının büyüğü” tüketiciler yaşıtlarıaracılığıyla kışkırtılarak bu alana çok önceden çekilebilirler.Bütün bu dayatmalar yeterli olmadığı takdirde-sonucu önceden belli yarışmalar- önemli birreklamcılık (tanıtma) ve tüketimi kışkırtma öğesi olarakda kullanılabilir.Eski dergilerin birinde birinci sayfasındayarışmanın sonucu, yedinci sayfasında ise bu sonucunda övünülerek duyurulduğu bir reklam metni olan birgazetenin küpürlerini görmüştüm! “A’nın büyük zaferi!Birinci Trakya Rallisini kazandı!” deniliyordu o reklamda.Daha çok gazetelerin uyguladığı «kuponculuk», paketiniçinden “armağanların çıktığı tüketim maddelerininpiyasaya sürülmesi çok başvurulan bir kışkırtma yöntemidir.Hepimizin bildiği ve her gün rastlanılan örnekleriçoğaltmanın fazla bir yaran olmayacaktır. Yöntemler eskidikçe,ideolojik çerçeve değiştikçe daha ince ve çağdaş209


210<strong>Erol</strong> Çankayakoşullara elverişli yöntemler devreye sokulacaklardır.Değişmeyen tek olgu, kitle manipülasyonu, bilincinsürekli olarak bu sistemleştirilmiş beyin yıkamayla denetimaltında tutulmasıdır.Huxley, “düşünceyi şekillendirmek için” elektrikakımı ve «uykuda bilgi aşılama» yöntemininkullanıldığı gelecekteki toplumu “Kahraman YeniDünya”da anlatırken engin sezgi gücüyle bilim-kurguyapıyordu. Fakat, reklam mesajlarının, filmlerin arasınasaniyenin çok küçük birimleri ölçüsünde konulmasıylabilinçaltının algılama dışı güdülmesi gibi bir yönteminbile —şimdilik uygulamaya konulmamış.olsa da—«sıradan»lık kazandığı bir dünyada Huxley’in kitabı gittikçebu nitelemenin dışına düşmektedir.Reklamcılık gibi bir ideolojik bütünleştirmearacının dışında da, merkezileşmiş devlet aygıtınınkitleler içinde çok yaygın bir haberalma ve denetim ağıkurabildiği ülkelerden bir ABD’de, FBI ya da CIA’nıneylemleri düşünülemeyecek boyutlarda bugün. Kamuve özel sektör personelinin hemen hepsinin fişlenipizlendiği ABD, bu alanda öncelikli bir örnek olmanınşerefini taşıyor.Devletin baskı ögesini fizikî biçimlerdeuyguladığı bu «alan»m farklı olarak, Althusser’indeyişiyle Devletin İdeolojik Aygıtlarından Haberleşmeaygıtı içinde düşünülebilecek reklamcılık, zor kullanarakdeğil ideolojik araçlarla çalışır ama öteki Devletinİdeolojik Aygıtları gibi zor ve ideolojiyi birliktekullandığı dönemler de olur.Reklamcılık kurumları özel kurumlardır amaişlevlerini yerine getirdikleri ideolojik alan belirlenmiş


Popüler Kültür ve Edebiyatve sınırları çizilmiş bir ideolojinin içinde kalır. Gerektiğitakdirde bu kurumların (şirketlerin) «zor kullandığı,sözcüsü olduğu tekelci şirketleri de harekete geçirerekveya onların güdümüyle kendisi harekete geçerek basınve Radyo-TV gibi kitle iletişim araçları üzerinde baskılaryoluyla bir denetimi gerçekleştirdiği görülebilir.Bunun en yakın örneği, bir süre önce televizyondagösterilmiş ve reklamların insanlar üzerindekiolumsuz etkilerini ve tüketim toplumu oluşturmayanasıl hizmet ettiğini gösteren «At Gözlüğü» adlı televizyonfilminin gösterilmesinden sonra büyük reklamşirketlerinin —muhtemelen tekelci şirketlerin hareketegeçirmesiyle— TV yönetimine verdikleri «muhtıra»dır.Bu sırada, bu çevrelerin sözcülüğünü yapanlarca,“TRT’nin reklam gelirleriyle beslendiği” hatırlatılıyorve “TRT’nin bu kaynağa karşı bir propagandaya aletolmaması” vurgulanıyordu.Özel TV şirketlerinin piyasa kurallarına tâbiolduğu bir ABD’de ise reklamların bu ideolojik işlevininde dışında, belgeseller, diziler ve hatta haber programlanbile TV şirketlerine büyük reklam gelirleri akıtanşirketlerin politikalarına uygun biçimde düzenlenmekte,bu şirketlerin çıkarlarına ters düşen sözler bu antenlerdengeçmemektedir.Bu nedenle, özel TV şirketleri arasında da bir rekabetinvarolduğu ve tekelci şirketlerce birinden birininyeğlenebileceği bu tür ülkelerde bir “At Gözlüğü”nünyayınlanabilmesinin çok güç, hatta imkânsız olduğusöylenebilir. Tıpkı, tekelci sermayenin bu yolla denetimaltında tuttuğu bizdeki kimi gazetelerin bu şirketleringüdümünde bir yayın politikası izlemesi gizi. (Bu türyayın organlarında renkli televizyonun faziletleri üzeri-211


212<strong>Erol</strong> Çankayane çok şey yazılmıştı yakınlarda. «Yardım» olarak verilebilecekbir renkli vericisi bu yolla yaratılacak yenitelevizyon aygıtı pazarı ve “renkli” olmanın sağlayacağıyeni imkânlar düşünüldüğünde bu yardımın önemsiz bir“tavuk” olduğu gözden kaçmayacaktır.) öte yandan, birbankanın “Sanayide Devlet” sloganından rahatsız olup,“Bu sözle sanayii devlet yapar düşüncesi ortaya atılıyor”diyerek, bu reklamın engellenmesini isteyen tekelci sermayedarlarabu duyarlılığı da anlamlıdır.Teknolojinin geliştirilerek sanayie uygulanmasıve yönetimbilimi alanında rasyonel çalıştırma yöntemlerininkullanılması ile üretkenliği arttırılan emek, —hiç bir zaman sonsuza kadar götürülemeyecek— artıkdeğersömürüsünün, yerini nisbî artık değer sömürüsünebırakmasını yaratmıştı. Bunun, hayattaki karşılığı ise«arabalı işçi» modelinin yaygınlaşmasıyla, çalışanlarıntüketim maddelerine daha fazla yoğaltabilecekleri bir«refah düzeyi»ne ulaşıldıkça sömürü oranının yükselmesidir.Varlık nedeni olarak tüketici işleviyle başbaşabırakılan günümüz bireyinde buna bağlı olarak kişilik de,“tüketici kişiliği”nin kısır döngüsüyle sınırlı olacaktır.Sistemin sonucu olan reklam olgusu şüphesizsorunun bütününden yalıtılarak ele alınamaz. Böylebir toplumsal-ekonomik yapıda tek başına reklamcılığakarşı çıkmak yetersiz, kaldırılmasını istemek de “eşyanıntabiatına uygun olmayanı” istemek olacaktır. Reklamcılıkolayının işlevini ve yarattığı sonuçları, bu ilişkileri açığaçıkarmaya yönelik bir kamuoyu oluşturma işi ise önceliklibir görev olarak durmaktadır.Birkaç yıldan beri, böyle bir çaba görülüyor bizde,bunun olumlu kıpırdanmalarda başladı. Şimdilik,çocukları bu savaş alanının dışına çıkarmaya yönelik ön-


Popüler Kültür ve Edebiyatlemlerin alınmasına başlandı sözgelimi. Ama bu yeterlideğil, çünkü çocuklar da her zaman çocuk kalmayacaklar.Bu da, kapsayıcı olacak bir biçimde sorulacak«Ne Yapılmalı?» sorusunu ve cevapların bilinçlilikleve yaygınlıkla uygulanmasını gerektiriyor. Vakit kaybetmedenama, çünkü bu mekanizma şu anda da hızlaçalışmakta!Birikim Dergisi,S.54, 1979213


KİTLELERE ULAŞAN BİLİMBilginin üretilmesi evresinin henüz çok başlarındaolduğumuz Türkiye’nin şu ortamında kapsamlı olduğukadar belirli bir sistematik çevresinde yürütülen özgünaraştırmalar oldukça az. Bu araştırmaların “oldukça az”olduğunu belirtip hiç olmadığını söyleyemiyorsak, bunaolanak veren sayılı araştırmanın çoğunlukla üniversiteçevrelerinden çıktığını da vurgulamamız gerekiyor.Bu bir yerde doğal, ancak akademik çevrelerin bilinenkapalılığı burada üretilen bilginin geniş bir okur kitlesineulaşmasını önleyen önemli bir engel de aynı zamanda.Üniversitelerde doktora ya da doçentlik teziolarak yürütülen ve sonradan fakülte yayınlarıncakitaplaştırılan toplumsal bilimlere ilişkin pek çok değerliinceleme bu akademizmin “neredeyse doğallaşmış”duvarlarının içinde sınırlı bir İşleve tutsak düşüyor. Oysabu çalışmaların sonundaki vargıların elden geldiğincegeniş bir çevrenin yararlanmasına sunulması sonsuzsayıda olumlu sonuçlar yaratacaktır.Şimdiye değin, önceleri fakülte yayınlarındançıkmış birçok toplumbilimsel araştırmanınyayınevlerince yeniden yayınlanması bu olumsuzluğubir ölçüde gidermişti. Çünkü çok sınırlı sanırım1000 dolaylarında basılan bu kitapların «piyasa»ya214


Popüler Kültür ve Edebiyatdağıtımının yapılamayışı, ancak fakültenin bulunduğukentten sağlanabilmesi doğal kitap okuruna ulaşmasınıönlüyordu. Aynı şey, son yıllarda sayıca ya da nitelikyönünden de olsun belirgin bir hareketlilik içine girmişolan fakülte dergileri için de geçerli.Oysa bütün bu araştırmaların bilimsel düşünceninkavranıp yaygınlaşması için en geniş okura ulaşması çokyararlı olacaktır. Önceleri aydın katlar, ‘entellejansiye’içinde ortaya çıksa da bu çalışmalar sonundaki vargılarınyaygınlaşarak tartışılması bir süre sonra bu biliminniteliğini de büyük ölçüde etkileyecektir.Akademik bir dille konuşmaya alışmış bir çokbilim adamı geniş bir Okurla karşı karşıya olduklarınıgördükleri an bu etiketlerini yeniden gözden geçirerekyeni bir sorumluluğu omuzlayacaklardır.Bu süreç ise son yıllarda iktisat alanından birörnek vermek gerekirse iktisada toplumsal sorunlarlaolan bağının tuhaf bir biçimde yalıtılarak salt matematik- ekonometri düzeyine indirgenmesi gibi durumları vebenzeri sakıncalı yönelişleri önleyebilecektir. Yani bu,hem üreten hem de tüketen açısından olumlu bir sürecinhızlandırıcısı olacaktır.Belki kimileri “bilimin vurgerleşmesi” olarakdeğerlendirebilir bunu ancak, altı çizilen şey çok dahaönemli bir noktaya işaret ediyor: Bilimin kitleleşmesine.Gerçek Yayınevi’nin uzun yıllar sürdürdüğü «100 Soruda»dizisinin. Tüm İktisatçılar Birliği’nin, birçok demokratikkitle örgütünün kendi alanlarında yaptıklarıyayınların bu doğrultuda önemli işlevleri olmuştu.Bu çabaların da açıkça gösterdiği şey ise çok ön-215


<strong>Erol</strong> Çankayaceden söylendiği gibi kitlelere malolmuş düşüncenin ancako zaman «maddi bir güç» yaratacağıdır.Bunları yazarken ilk elde akla gelen bazı çalışmalaroluyor.Sözgelimi, Ümit Hassan’ın ilk basımı sınırlıolarak Siyasal Bilgiler Fakültesince yapılan tezçalışması: “İbni Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi”.Türkiye’de, İbni Haldun üzerinde son yıllarda belirginbir ilgi uyanarak “Mukaddime”nin birinci cildi basıldıancak Ümit Hassan’ın bu düşünceyi kavramayı olanaklıkılan kitabını bulmak pek mümkün değil, yeniden isebasılamıyor.Öte yandan, Türkiye’de sosyalistlerin henüzpek yetersiz ve araçsız oldukları bir alandan Kitleİletişimi konusundaki bir doçentlik çalışması dileyelimki aynı çembere tutsak olmasın. Ünsal Oskay’ın henüzbasılmamış tez çalışması 19. yüzyıldan günümüze değinkültür sürecini irdeliyor. Melville, Rousseau ve Baudelaireüzerinde durup, bu sanatçıları içinde olduklarıtoplum yapısı içinde çözümlemeye giden Ünsal Oskaygünümüzdeki kapitalizmin vardığı ideolojiyi kökenleriylebirlikte ele alıyor. Pars Esin’in “İş ve Yabancılaşma”konulu çalışmasının yayınlandığını düşünmek de benzeribir coşku yaratıyor.Bu nedenle, Haluk Gerger’in şu günlerdekitaplaşmış olan, “Yumuşama Süreci”ni irdelediğitez çalışmasının, Baskın Oranın “Azgelişmiş ÜlkeMilliyetçiliği”nin, Taner Timur’un “Osmanlı ToplumYapısı”nın yeniden yayınlanmasının sevinçlekarşılanacak türden saygın çabalar olduğunu söylemekgerekiyor.216


Popüler Kültür ve EdebiyatYayınevleri, çok zaman bir “furya” olarakkatıldıkları çeviri işine koşut olarak bu türdenözgün araştırmaları, özellikle Türkiye toplumuüzerine olan incelemeleri okura ulaştırma işinegirişirler ya da bu girişimlerine hız verirlerse baştaanılan olumlu sonuçlar tez elden gerçekleşecektir.Cumhuriyet Gazetesi28 Ağustos 1980217


SANAT ALANINDA YENİ OLUŞUMSanatın yakın zamanlara kadar devindiği sınırlıalanın son dönemde genişlediği görülüyor. Oysa, bu«yakın zamanlara» kadar Türkiye’deki sanat-kültüryoğunlaşması ancak «meraklısına» seslenebilen bir alandakalıyordu. Bir iki istisna dışında, sanat dergiciliğiancak birkaç bin kişiyle yüzyüze gelebilmek demekti.Dergilerin büyük çoğunluğu daha çok «edebiyat»dergisi olarak yayımlanıyor, edebiyatın dışında kalansanat türleri önemsenmiyor, resim eleştirmenleri sayfabulamıyor, müziğe yer verilmivordu. Arada bir olsun,sinema, dil, eleştiri gibi konulardaki özgül bir alan içindekalan kimi dergiler yayımlanmadı değil; ama bunlar dakısa ömürlü oldular genellikle. Bu türden birçok dergien basta ekonomik gereklere uyarak kapanıp, nice birşeyler yapma isteğinin boğulmasına yol açtılar.Arada bir görülen ayrıksı örneklerin dışındakiçoğu dergi yıllar boyu Valery’yi onaylayan bir biçimde,«edebiyatın laboratuvarları» olarak işlev gördüler. Genellikleaz sayfalıydı bu dergiler, biri batıp biri çıkıyordu,kiminin mürekkebi elinize bulaşabiliyordu.Sorunlara derinlemesine girilemiyordu ama bu«emektar» dergilerle gene de çok şey yapılabildi. İlkürünler buralarda yayımlanıp sevinçler saldı, birçok218


Popüler Kültür ve Edebiyattartışmanın yararlı sonuçları bu dergi sayfalarının üzerindealındı.Bu tür dergilerin zaten öteden beri içindeoldukları koşullar daha da zorlaşarak yayıncılığı artık iyicebir «iflas masası»na çevirdi. Bu dergilerin karşısınabir olumsuz etken daha çıktı şimdi: Büyük parasal gücesahip ve geniş bir kitleye açılabilen sanat dergileri. Bakkal,kasap, ev sahibi tarafından kuşatılmış, kazandığınınmarjinal faydası şiddetle artan ve hele öyle tutkulu birokuma isteğiyle yanıp tutuştuğu filan da olmayan günümüzokuru ne yapacak bu koşullar içinde? Okuru bu niteliktekikişiler olan küçük dergiler ne yapacak? Okurelbette vazgeçilmez malları ikide bir gözden geçiriptüketim tercihlerini ayarlayacak, bu ara kimi yayınlar —haklı da olarak— ya alt sıralara düşecek ya da heptenvazgeçilecek onlardan.Bütün bu tutumları yüzünden suçlanabilir migünümüz okum? Bu elbette mümkün değil; bir çok yazar-çizerbile aynı davranışı gösteriyorsa okur daha dahaklı. Türkiye’nin yayıncılık alanında hemen farkedilenolgu dergiciliğe de sıçradı son bir-iki yılda. Yayınalanında artık büyük paralar söz sahibidir. Bu piyasanınisterleri sanat ürününün nerdeyse özünü de biçimini debelirleyecek boyutlara varmıştır. Ticarileşme sürecineedebiyattan daha Önce girmiş olan resim alanındaki yeniyönelişler de oldukça ilginçtir.Yayın ortam mı da içine alan bu yönseme içindeşimdiye dek geçerli olmuş olan «sanat dergisi» anlayışıda böylece bir evrilme içine girdi. Artık, büyük sayılaraulaşan okur yığınlarına ulaşabilen sanat dergileriyayımlanıyor Türkiye’de. Gerçi Türkiye’deki nüfusun45 milyon olduğunu söyleyip ulaşılan 15-20 binlik ti-219


220<strong>Erol</strong> Çankayarajlara burun kıvıranlar çıkacaktır ama bu sayının çokönemli, üstelik çok önemli olduğunu unutmamak gerekiyor.Hem, sanat, dergileri bin satarken de bu ülkeninnüfusu aşağı yukarı aynıydı ve bu nicelikteki dergilergene var. Hangi itkilerle olursa olsun, hele başlangıç içindergilere olan bu ilgi neresinden bakılırsa bakılsın sevindiricidir.Yayımlanan çok satışlı bu dergiler daha da ciddibir edebiyat okurunun, sanat izleyicisinin yetişmesinisağlayacak bir okul işlevini görürlerse bunun toplumsalkazanç hanesindeki önemi büyük olacaktır.Herkesin gözlemlediği bu olgu şüphesiz bellibir toplumsal ekonomik anın koşullarından ortaya çıkanbir «trend»in sonucudur. Sanat dergilerinin nicel ve nitelyönden yetkinle-sirken daha geniş okur kalabalığınaaçılması en başta, sanat olayıyla çok daha fazla kişininiçü-dışlı olmasını yaratacaktır. Zaten öyle bir yere gelindiki, günümüz insanı evinin duvarlarındaki ailefotoğraflarını indirip ağlayan çocuklu posterler, ünlütabloların çoğaltmalarını filan asıyor. Aile resmi asmakbasbayağı bir görgüsüzlük! Daha incelmiş bir beğenisahibi olup gücü de yetenler ise galerilerdeki tablolarınçerçevelerine küçük kırmızı pullar yapıştırıyorlar. Gerçibu arada duvarlarının rengine uyacak tabloların peşindeolanlar da bulunuyor ama eh, bu da bir şeydir!Sayılan olguların dışında tehlikeler de var elbet.Öncelikle, sanat yapıtının daha çok izlemeye yönelirkenbağrındaki birçok estetik «erdem»»ini bu yaygınlaşmakarşılığında ödün olarak sunmasıdır. Politik ödünlerdensöz etmiyorum: çok daha başka bir aşınma bu.Biraz geç de olsa sonunda piyasa koşullarınauyarak «pazar»ını kuran sanat olgusunun kendini bukoşullar çerçevesinde sürdürmesi önemli bir sakınca


Popüler Kültür ve Edebiyatolarak beliriyor. Yanısıra izleyicinin yani bir piyasaiçindeki “tüketicilerin” eğilimlerini etkileyip öneçıkarabilmek için temasal ya da salt biçimsel kimi yeniliklerebaş vurulup bir takım moda akımların yaratılmasıolayının da altı çizilmelidir. Böylece “laboratuvar”dan“endüstri”ye bu dar imkanlı dergiler belki bundan sonraözellikle öncülüğe girişmeli. Bu da azımsanacak iş değilaslında.Cumhuriyet Gazetesi,31 Mart1982221


ENTELEKTÜEL MAGAZİNLERİMİZSon yıllarda yaşadığımız toplumsal - kültüreloluşumlar içinde magazin basınımız da hayli değişik biryere geldi… zaten her zaman renkli bir görünüm arz etmişolan magazin basınımızdaki bu yeni renklilik içeriğeilişkin bir renklilik. Artık bir yandan eski magazinler“toplumsal içerik”li bir yayına yönelirken, doğrudan butemel üzerinde yeni magazinlerde yayınlanıyor.Türkiye’de yıllar yılı var olmuş bu tür yayınlarYelpaze günlerinden bu yana,-baskı tekniğindeki en sonyenilikleri de yanlarına alarak-hep şenlikli bir görünümüaradılar. Aziz Nesin’in bir zamanlar söylediğine uygunolarak, habire “enayilik vergisi”toplamaya, meşhursanatçılarımızın ne yapıp ne ettiklerine mesela ne zamanve nerde denize girdiklerine ya da artist başına yıldabir-iki düşen intihar girişimi olaylarına mürekkep harcayarakhayli işlevsel bir baskın kimliği sergilediler.Bu tür yayınların bir türlü eskitemediği bir trük şuydu:Sözgelimi mevsim yazsa, deniz kıyısındaki anadanüryan bir kadın ayak başparmağını suya değdirir, resimaltında da “Su çok soğuk olunca Sevtap korktu!”gibiaçıklamalar bulunurdu.Mevsim kış olsa da her gün böyle güzelliklersergilemenin yolu bulunur,bu kez başlık şu olurdu: “Biz222


Popüler Kültür ve Edebiyatburada donarken,güzel Maria terliyor.”Böylece, kalemerbabının yeteneğine ve insafına kalmış bir yaratıcılıklabir takım doğal güzellikler her zaman sürümde tutulur,yayın organı da sürüm sağlardı. Başka bir “mecmua” isediyelim ki çıplak denize giren kadın resimlerinin üstüne“Ahlaksızlığın böylesi!” ya da “Dünya nereye gidiyor?”başlığını atarak eleştirel bir yaklaşımda bulunup genelahlakı korumuş olurdu.Sonra sonra, yakın yıllarda bu yaklaşım da iflasedince yeni bir magazin örneği oluşmaya başladı. Eskitip “magazin”lere yine rastlanıyor ama bunların “ikincisınıf” olmaya yüz tuttukları da ortada. Şimdilerde revaçtaolan magazinler biraz garip kaçacak ama daha çok“entelektüel magazinler”!Ama geçerken şurasının altıda yeniden çizilmeli.Eski tip magazinlerimiz, “ikinci sınıf” ta olsalar yukardasöylendiği gibi yeni bir esintiyle çıkıyorlar okur karşısına.Bu nedenle, bir anlamda eskiye oranla “toplumsal” birmagazin söyleminin oluştuğu da söylenebilir. Bu yenimagazin dili bazen “toplumsal” içeriğinden aldığı güçle“eleştirel”! Bilinen yasaklama olayından sonra geçmişinünlü “eşcinsel sanatçılarımıza” karşı genel ahlakı koruyucubir eleştirellik bu… Ama onlardan da vazgeçemeyerek!Sözgelimi aynı fotoğrafları basıp üstüne “ Bülenthala akıllanmadı! ” manşetini çekerek…Bu“eleştirel”lik çok zaman“sanatçılarımızın”sigaya çekilerek hayat pahalılığı,vergi borcu,genel kültürgibi konularda sınava alınmasında ifadesini buluyor.Kültür denile denile,son zamanlarda bu sanatçılarımızda bir hayli yol almış olmalılar ki zaman zaman oldukçaradikal çıkışlar görebiliyoruz kendilerinden.Bununson örneği de Ahu Tuğba. “Ses ve film dünyamızdan”223


224<strong>Erol</strong> Çankayahangisine mensup olduğu henüz açıklığa kavuşmamışolan sanatçımızı konu alan bir haber, “magazin” deniliphafifsenmek istenen bu tip yayın organlarını artık ciddiyealmamız gerektiğini gösteriyor. Haberin başlığı şu:“Ahu Tuğba’nın kara protestosu”!Haberden birkaç satır alıntılamak yararlı olacağıiçin uzun da olsa bu anlamlı pasajı aktarıyoruz: “Yaşamıboyunca etken bir varlık olan erkeklerin kadınları kendidünyalarına hapsetmek istemeleri olayını protesto etmekisteyen Ahu Tuğba, tuvaletinin üzerine giydiği siyahbir duvakla sahneye çıkarak isyanını dile getirmeyebaşladı.Bir yerli Jeanne D’arc gibi…” Bu “protesto”nun“şimdilik” olduğunu söyleyen sanatçımıza,-efendiliğinielden bırakmamaya çalışsa da –haberi yazan gazetecininbiraz öfkelendiği belli olmuyor değil.Ne de olsa “etkenbir varlık olanlar ”dan çünkü.Ahu’nun tehdidine erkekcinsi adına bir tehdit de kendisi savurarak yazısını şöylebağlıyor: “Sonradan kadın kahraman ilan edilen JeanneD’arc eyleminin doğru olduğu bilindiği halde kendisinekarşı olan çoğunluk tarafından yakılmıştı.Sahnedekikara protestosuyla erkeklere savaş açan Ahu Tuğba’nınsonu ise inşallah örnek aldığı Fransız kadın kahramanınabenzemez…”Maalesef ,ne kadar toplumsal bir yaraya parmakbasıyor olsa da bu satırlar geleneksel bir magazinörneği olarak hızla ekiyor…Günümüzün yeni tür entelektüelmagazinlerinde bu tür gayri ciddi bir yayına,düzeysizliklere rastlayamazsınız.Yukarıdaki satırlarıokuyup belki onlar da gülmüşlerdir.Bu yeni magazinsöyleminde,diyelim ki ellerini utançla göğsünekapamış bir “meşhur” resmi basıp üstüne/“Necla Nazırbasıldı!”manşetinin yeri yoktur.(Bu iş şimdilerde,birzamanların “her eve girebilen” türden dergilerden olan


Popüler Kültür ve EdebiyatHayat gibi örneklere kalmış görülüyor.) Oldukça değişikbu yeni tür dergiler.Günümüzün yeni magazinleri pazardakikarşılılarını buluyor olmalılar ki birbiri ardına çoğalarakmüzik,televizyon,kadın,erkek,cinsellik,bilim,sanat,mutfak vesaire konularını kuşatmış durumdalar.Hepsi dekendi ihtisas alanlarını oluşturarak…Yeni tür magazinlerimiz eskilerden oldukçafarklı,Yenilerin eskiden geçerli olandan farklı bir magazinsöylemini ortaya çıkarmasını sağlayan bu farklılık çokzaman öz Türkçeden ,toplumsal konulara,yeni düşünceakımlarının aktarılmasından teknik yanlarına kadar belirginbir farklılık,Büyük ölçüde geleneksel magazinmalzemesini,-farklı bir perspektifle de olsa-kullanan yenimagazinlerin dağarcığındaki bir başka yenilik,sanattanpolitikaya,bilimden basın dedikodularına uzanan biralanı da magazin malzemesi arasına katması oluyor.Yıllardan beri ancak “ses ve film dünyamızın”ünlüleriyle haşır neşir olan,bu çevreyi kullanan magazinlerdensonra bu önemli bir yenilik oluyor tabii…Yenimagazinlerimiz eskilerin el attığı konuları ise biraz rafinetarzda yansıtmakla sivriliyorlar.Günümüzün entelektüel magazinlerinde genelolarak çok yönlülük göze çarpar. Derginin asıl alanı neolursa olsun eldeki malzemeyle yetinilmeden öteli alanlarauzanılır. Bu,yayının geniş bir kitleye seslenmesinikolaylaştıracaktır. Ancak ele alınan konular fazla derineinilmeden ve kolay bir dille sunulur.Bu tür yayınlardaAnayasa tasarısı üzerine bir yazının arkasından “I-ıhhh !diyen Müjde Ar”ı görebilirsiniz.Sonraki sayfalarda ayınkitapları, filmleri sunulur.Diyelim Orta Doğu üzerine biryazıdan sonra bu kez Nükhet Duru görüşlerini açıklar.225


226<strong>Erol</strong> ÇankayaAma, “öteki” magazinlerde karşılaştığımız NükhetDuru’dan çok farklı bir Nükhet Duru olarak…Ajda Pekkanise “HALKIYLA, bütünleşme” (büyük harfler AjdaPekkan’ın) vaziyetindedir.Bu sayfayı çevirdiğinizde/bir Atilla İlhan’la da rastlaşmak mümkündür.Elimizealdığımız bir kadın dergisiyle geleneksel kadın konularıdaha düzeyli tarzda ele alınırken “Ayın çıplak erkeği”nin sunulduğu sayfalardan sonra Bekir Yıldız çıkıp“boşanma sorunu” hakkında konuşacaktır.Yanı sıra,“ozanlarımızın” kadınlar konusundaki düşünceleri deaynı dergiden öğrenilebilir.Bu paragrafta genel çizgileriyle de olsa ortayaçıkan bir olgu bu tür dergilerin hemen hepsinin özelliğiolarak belirginleşiyor. Yeni tür magazinlerimizde sanatve sanatçılarımız ayrı bir yer tutuyorlar. Sanat ve dahaçok sanatçılarımız bu tür dergilerin gözde konularından.Ancak bu kez söz konusu olan “Biz san’atçılar…” diyesöze başlayanlardan değil… Bir yazar, ressam, besteci,karikatürcü, vb. ilk kez “hakkı olan yeri” almaktadır. Amaçok zaman da “özel yaşamı”yla… Sözgelimi, bu dergilerdenbirinde “boşanması roman” olan Bekir Yıldız’ınki bu yılın ana malzeme kaynağıdır. Evlilik konusundakigörüşleriyle birlikte eski karısına yönelttiği suçlamalarıokumuştuk. Ancak ardından dergi yeni bir adım atıyor.“Bir roman yazarak karısını suçlayan” yazarımızıneski karısı “bir edebiyatçı olmadığına göre roman yazarakcevap veremeyeceği ” için “bu yanıt hakkını”tanıyor ve sayfalarını açıyor. İyi de ediyor. Çünküyalnız başına çalışmaktan sıkılan Yıldız’ın bütün günyorgun düşmüş karısını uykuya bırakmayıp “Kalk benibekle… Yazmalıyım! Yoksa toplum senden hesap sorar.”Dediğini ancak bu yolla öğrenerek yararlanıyoruz…Bu tür entelektüel magazinlerimizde kendilerinin


Popüler Kültür ve Edebiyatdiliyle söylersek “kritik gözlerle bakışa” ayrı bir önemveriliyor. Toplumun her alanını tarıyan bu “kritik” biryerde aydın ve sorumlu basın olmanın gereği. İki tamsayfada iki kadın göğsünü yayınlayarak kadınlarımıza“sağlıklı göğüsler” konusunda bilgi veren dergi, “yozYeşilçam düzeni” ni de kritik ettikten sonra “AyınBekarı” nı önüne alarak kendisine niye evlenmediğinisoracak yada kadın cinsinin kadim intikamını bir parçaolsun çıkartabilme çabasıyla çıplak erkek fotoğraflarıyayınlayacaktır.(Galiba bu tip yayınlar da feminizmingereği oluyor.)Ancak derginin asıl önem verdiği erkekler“sosyetenin gözde bekarları” toplumumuzun yenimitnoslarından olan son birkaç yılın “başarılı, zengin veyakışıklı” işadamlarıdır. Bu sayfalarda ise, “önceliklekişilikli, kültürlü” kadın olmanın önemi vurgulanır.Peki, son dönemde ortaya çıkan/bu yeni “magazinkültürü” yeni ve “nitelikli” mithoslar sunmaylasınırlı bir işlev mi görüyor? Son yıllarda değişik alanlardamagazinleşme görüldü, sadece belirtilen alanlardadeğil. Bu alanlara/edebiyat son oluşumlarıyla edebiyatsanatkampı da eklenebilir, eklenmelidir. Bu alanda asılsonuçların henüz bütünüyle ortaya çıkmadığı bir gerçekama yine de fikir verici bazı yönelişler görülüyor. Bilimalanı da böyle… Var olanlara eklenen yeni popüler bilimdergileri ayrı bir inceleme konusu olmayı hak edecekgelişme içinde. Daha çok gazete sayfalarında ve eklerindeyürüyen bir spor kültürünün yeni bir atılımla ve “nitelikli”bir söylemi oluşturarak dergi düzeyine yükselmesiise gecikmiş gibi… Ancak herhalde bu iş için de fazlabeklenilmeyecek.Cumhuriyet Gazetesi227


İNSANLAR VE SANAT ÜZERİNETürkiye’de son birkaç yılın gözde konularınınbaşında “popüler kültür” geliyor. Hayatımızın hemenher alanında etkisini hissettiren, geniş bir yayın faaliyetinide kapsayan, bir sorun… Şimdiye kadar üzerindeciddi olarak pek durulmamış yanları içermesi nedeniylebu yeni bakış özellikle yararlı. Şu günlerde, akademikçevrelerdekine paralel olarak kurumsal olmayan kültüralanında da konuya yoğun ilgi var. Öyle ki, 1980’lerinkültüralanına bu tartışmanın egemen olacağını söylemekyanlış olmayacak gibi. İşte bu yazıda belirtilentartışmanın ilginç boyutu olan “İnsanlar ve Sanat”ındüşündürdüğü kimi noktalar üzerinde durmak istiyorum.“İnsanlar ve Sanat” yaklaşık bir yıl önce çıkarken Türkiyeiçin yeni sayılabilecek bir adım atmıştı. O güne kadardaha çok konuşmalarda kalan, “yazıya geçmeyen”pek çok hayat alanını bir kültür sorunsalı içinde irdeliyordu.Popüler kültürün ampirik eleştirisinin başarılıörneklerinin de yer aldığı sayfada bir yıl boyunca“hayat-ı hakikiye” sayfaları elden geçirilip didik didikedilirken hayatımıza ilişkin pek çok olgu, olay, ayrıntıbaşka bir görünüm kazandı.“İnsanlar ve Sanat” ile sistematik denilebilecekbir çalışmaya kavuşan bu yeni perspektifin ipuçlarını birazgerilere giderek, Murat Bilge’nin altı-yedi yıl öncekibir denemesinde bulabiliyoruz: “Teorik yazı çerçevesinegirmeyen konular, genellikle yazıya da geçmiyor.Konuşurken hepimiz, bunların sözünü ediyoruz228


Popüler Kültür ve Edebiyatama yazmıyoruz. Oysa ‘teorik’ olmasa da yazılmayı hakedecek önemde konular bunlar.” Murat Belge, yeni hayattarzına özgü denemenin çıkış noktasının klasik denemedeolduğu gibi “ben”e değil, teoriden başlayıp gündelikyaşama sorunlarıyla yüz yüze olan “biz”e uzanmasıgerektiğini söylüyordu. Bu tavır ise, aynı zamanda“şimdiye kadar alışkın olmadığımız bir konuşma tonuyla”yazmak, konuşmak anlamına geliyordu. Yalnızca teorikdüzeyle sınırlı kalmayan bir iç hesaplaşması, hayattarzından kaynaklanan kalıplar, ideolojik yanılsamalar,sadece politik düzeye özgülüğü sanıyan ideolojiler…Bunlar olacaktı yeni denemenin çıkış noktaları. MuratBelge’nin, “Küçük Burjuvalık”, “Biz Bize Benzeriz”,vesair yazılarıyla örneklediği bu yeni tutum “İnsanlarve Sanat” sayfasının yayınıyla açılım kazandı. Konu biryandan başka yazarlarca çeşitlilik kazanırken, okurlaraçısından da olumlu bir yöneliş içinde görece geniş birkitlenin ilgisine uzandı.Bir anlamda, Roland Barthes’ın “Mitolojiler”inden esinlenilmiş, bunu çoğaltan tavırla hayatımızınköşe bucağına girilirken ne var ki başka ‘ilginçlikler’yaşanmadı da değil. Türkiye’de yıllar yılı egemen olmuşklasik altyapı/üstyapı formülasyonuyla çalışanlar ideolojiyimutlak olarak politikaya mı indirgemişlerdi,hayat tarzıyla ilgilenmeyip onu ekonominin basit biruzantısı mı saymışlardı? Bu kez tam karşı uca savulundu.Bu süreç içinde, giderek içeriğinden, politik özünden“toplumsal” içeriğinden yalıtılmış bir yeni eleştirel‘söylem’ in yaratıldığını gördük. Popüler kültür üzerindeyoğunlaşan bu yeni “eleştirel söylem” popüler kültürüntemel özelliğinden kurtulamadı. Yani, popülerdünyamızın her şeyi sulandırarak en ciddi konuları bilemagazine dönüştürmesini andıran bir süreç bu sayfada dagecikmeden uç verdi. Deyim yerindeyse, hayatın dışına229


230<strong>Erol</strong> Çankayadüşmeme, hayata ilişkin her öğeye tavır alma kaygısıylailerleyen bu analiz düne kadar küçümsenen,-magazin,spor, moda, vs.- kimi konuları irdelerken sanırım önemlibir noktayı fark edemedi: Bu ‘eleştirel söylem’in deişlerlikteki iletişim sistemince özümsenerek bir yenipopüler kültür olmasını…Diyelim ki, ‘magazin söylemi’ni eleştirdik; amaçok zaman bizim bir katkımıza da gerek yoktu. Olayıneleştirisi de, yaptığımız ‘espri’ de o kadar açık, olgununo kadar ortasındaydı ki! İdeolojileri eleştirdik, o da öyle.Ya da modayı ele aldık ve kafamızdaki tasarıma uydurmayolunu seçen bir eleştirel söylemle çalıştık nedense.Neydi kafamızdaki o hazır şema? Şuydu galiba: Popülerkültür ürünleri, hayatın (‘sistem’in) basit yeniden üretimineyönelik bir işlev görüyordu. Kişileri kuşatıyor, ideolojileriçoğaltmaya yarayan iletişim sistemince bilinçlibir denetimi sürdürüyordu.Moda? Moda da öyleydi. Bira kültürü? O daöyle. Sonunda, olsa olsa, hayatın her alanını kuşataniletişim diktatörlüğüne, toplumsal denetime başkaldırısayılabilecek birçok renkli giyim tarzın bile ilgisiz bir‘suçlama’ yönelttik. Kişileri tek yönlü kılan, onlarıstandartlaştıran o melun ideolojinin pekiştiricisi, uzantısıdedik! Oysa biraz aransa aynı şemaya uygun iyi örneklerbulanabilirdi: okul üniformaları, vs. gibi örnekler. Birbaşka ‘söylem’ “Sekiz Sütuna Manşet”i aynı şemaylaeleştiriyordu: toplumun kurtuluşunun ancak “TekKişilik Haçlı Seferleriyle” mümkün olabileceğini iddiaediyordu bu film. Ama aynı bakış, sonu başarısız bitenpolisiyeler için de aynı şeyi söylüyordu. Bu kez sistem,“Bakın, başkaldırmaya kalkarsanız sonunuz böyle olur!”deyip gözdağı veriyordu. Peki, ya sonu “happy end”legelen polisiye filmler? O zaman aynı bilinç endüstrisi,


Popüler Kültür ve Edebiyatbireylere sahte kaçış yolları öneriyordu! Şimdi buradaherhangi bir yol önermiyorum ben; sadece, ayrı iki durumiçin aynı teoriyle çalışılmasını anlayamadığımı söylemekistiyorum o kadar.Bu arada, biraz garip bir “magazin eleştirisinde”bulunanlar da olmadı değil. Söz gelimi, Cumhuriyet’inSpor sayfası, Ahu Tuğba, Neşe Karaböcek, Ajda Pekkangibilerinin spora ilişkin görüşlerine yer ayırarak galiba ikitaş birden vurmaya çalıştı. Bir yandan ‘renkli’ magazininimkânlarını güzelce kullanarak! Aynı zamanda da onlarıeleştiren bir sayfa oluyordu. Böylece kusura bakılmasınama bu tavır, çıplak fotoğrafları bastıktan sonra üzerine“Bu rezalettir!” manşetini çekenin yaptığından çok mufarklıydı acaba?Bu arada şurası da önemli: Magazin basınınınkendisi de ikon olarak sunduğu ünlülerimizi bir çırpıdaharcayan, onları ‘eleştiren’, genel ahlak karşısında hizayaçağıran bir tavır içinde son birkaç yıldır. Hatta ‘magazinbasını’ diye küçümseme dolu ifadelerle refiklerindensöz eden magazinler de var… Demek ki ‘eleştirel’liğintek başına kendisinin de yeterli olmadığı bir yerlerdeyiz.Böylece, eleştirisini yaptığı popüler kültürürününün dışına pek de çıkamayan, magazin, spor, vs.‘söylem’lerinden sonra bir yeni “eleştirel söylem!”olarak beliren kolay okunur, kısa bir deneme türüneulaştık. Zaten, ele aldığı konunun içinde, onda varolan ‘espri’yi çoğalta çoğalta ilerleyen, görünmez nidaişaretleri koya koya cümle bitiren bu yeni “söylem”inpek de yeni bir şeyler söylemediği ise galiba fark edilmedi.Ama biz, kıs kıs gülme imkânına kavuşarak magazindünyamızı eleştirmiş oluyorduk. Bu eleştiri olayıböyle değerlendirildi çok zaman: Entelektüelliğimizin231


232<strong>Erol</strong> Çankayatadını çıkara çıkara! Böylece, iyi niyetle ve ciddi biryerden çıkış yapan bu yeni tavrın da hızla popülerleşerekentelektüel bir magazin örneği haline geldiği görüldü.Sözgelimi, burada yayınlananlardan bir “KadriBilinmemiş klasikler” in vurgulamak istediği neydi?Arkada kalmış bir dönemin, insan tiplerinin eleştirisi mi?Görgü kitaplarıyla da toplumsal yapı araştırmalarınınyapılabileceğine inanırım, gereğinde telefon rehberleribile bir şey söyleyebilir ama bu söylenenler bir yere kadaripucu sağlar kişiye.En fazla bir “deneme” konusu olacak bu köşeninhaftalar boyu uzayıp gitmesiyle amaçlanan neydi? Buradaen azından bir israfın söz konusu olduğunu söylemekisterim. Ya da şu: Bu ve bu tür yazılar, Cumhuriyetokurlarına-neşelendirmenin dışında-bir şeykatmayan, herhangi bir artık eklemeyen popüler kültüeleştirisi örnekleri olarak göründü bana. Diyeceğim,bu yazılar herhangi bir magazinde yayınlanmış olsaydıbelki işlevsel olabilirdi; uyarıcı bir rol oynayabilirdi amaCumhuriyet okurları için de çok zaman meçhul olmayankonularla eğleşmek gerçekten “eğleşmek” olmadı mıacaba?“İnsanlar ve Sanat”ın düşündürdüğü asıl önemlinokta ise “popüler kültür-kitle kültürü” terimine ilişkin…Bilindiği gibi kimileri, bu terimle çalışmayı reddederkenkimi sorulardan yola çıkarlar. Örneğin, kitle toplumunedir? Soyut bir kitle mi vardır yoksa belirli sınıflardayerleri olan bireyler mi oluşturur ‘kitle’yi? Bu özellikleruzlaşabilir mi, nereye kadar uzlaşabilir? Toplum, amorf,‘pop’ bir yığın mıdır? Bu sayfada yer alan kimi örneklerbu soruların önemini bir daha hatırlamama vesile oldu.Popüler kültür terimiyle çalışan bir teorik çerçevededönenmenin, bu fetişi mutlaklaştıran bir yöntemin çok


Popüler Kültür ve Edebiyatayrı bir yeden çıkış yapsa da aynı popüler kültür odağınınbir parçası olmaya mahkûm olduğunu düşündürttü. Vebunun asıl tehlikeli yanı, kişilerin tavırlarından çokzaman bağımsız olarak yürümesi. Yürüttüğünüz ampirikçalışma, ele aldığınız olgunun dışına radikal birçıkış yapamadan, oraya gömülerek, en fazla, olgununhatalarından arınmasına hizmet ediyor; ve rafineleşmişolgunun eskisinden daha işlevsel olmasına.Vaktiyle, alt yapının üst yapıyı belirlediğini söyler,kültür teorimizi bu şemaya uydururduk. İktisattıtemel olan, yetersizdi, yanlışlara açıktı belki ama‘politik’ti. Son birkaç yıldır gelişen ve “sorunsal” dansonra yeni dönemin modası olmaya adaylığını koyan“söylem”lerle filan konuşan “popüler kültür eleştirisi”nde ise bu kez tepeden aşağıya bir düşünme sürecegörülüyor.Bu kez,üst yapı dediğimiz şeyler gereğindenfazla bir belirleyicilik kazanmış durumda. Hani bütüntoplumsal çatışma üst yapıda ve ideolojiler arası bir düelloyadönüşmüş durumda. Hani bütün toplumsal çatışmaüst yapıda ve ideolojiler arası bir düelloya dönüşmüşdurumda. Giyilen pantolonda, içilen birada, sarf edilenküfürde, sallanan tespihte, cigara üfleme tarzında,yenilen Adana Kebap ve “apple pie”da, şarkı sözlerinde,arabeskte filan yaşıyoruz bu çatışmayı. Hayatıniçine yayıp erittik ve yok ettik sanki. Kılcallardan takılıpağaca ilerleyemeden, ormanı hiç göremeden birbirimizikaybettik. Eskisinden daha basit olduğu kısa zamandaortaya çıkan bir şablonla çalışa çalışa…Şimdilerde hayatın her alanında bir ‘ideoloji’hafiyeliği sürüp gidiyor. Kulakları çınlasın, vaktiyle birarkadaş, trafikçilerin “Acele giden ecele gider” sloganınıorda burada görüp-duydukça bunun arkasında da ‘bilinçlibir numara’ arardı. “Emperyalizmin yoz kültürü”233


234<strong>Erol</strong> Çankayabu gibi sloganlarla kitle denetimini sürdürüyor, kendisi“hızlı hızlı” giderken geri bıraktırdığı ülkelere “yavaşyavaş” gitmenin propagandasını yapıyordu. Tabii, o zamanlarpopüler kültür eleştirisi revaçta değildi; yoksamutlaka bu görüş te konuşmada kalmayıp yayınlanacakbir yer bulurdun kendine.Artık bu ortamda gizli bir “Toplumsal BilinciSaptırma Merkezi”ne bile inananlar çıkarsa gerçektenşaşmamak gerekiyor.“Merkezi” bir çabayla bilinç endüstrisikitleleri saptırıyor, Hollywood saptırıyor, Yeşilçambilinçli bir saptırma uyguluyor! Ya modacılar? Onlarda öyle! Arabeskçiler bir yerlerde gizli kararlar alarakkitlelerin nasıl pasifize edileceğini tasarlayıp buna göreşarkılar üretiyorlar! Böylece işin içine biraz kentleşme,biraz sanayi toplumuna geçemeyişin sancıları, bol miktarespri koyup hatadan asi peygambersi bir entelektüeltavırla etrafımıza bakınabilirsek oldu gitti popüler kültüreleştirisi!Popüler kültür ciddi çatışmalar bekliyorTürkiye’de. Hazır üç-beş şemaya, espriye gerek duymayan,kafadaki tasarıma uygun bir dünya yaratmaya değil,gerçek dünyaya uygun bir çözümleme geliştirmeyeçalışan, lafını bir yerlerde bırakmadan bir yere bağlayançalışmalar… Akademik çevrelerde bu doğrultuda kimiçalışmalar ortaya çıksa da asıl önemli olan gerçekten telifçabalar sanırım. Oradakiler de yazık ki o kadar entelektüel,o kadar dışarlıklı, o kadar tercüme ki…“Biz” deyip kendimi de işin içine katarak yükseksesle düşündüğüm bu konunun can alıcı yerinedönüyorum sonuçta. Popüler kültürü kendi mecralarındaeleştirme çabalarının zayıf düştüğü bir yan, kolaylıkla bukültür tarafından bu eleştirel tavrın da asimile edilmesi.


Popüler Kültür ve EdebiyatAnlıyorum, dışa çekilip böyle bir olgunun varlığındanhabersiz davranan bir acayip elitizmin tadı yanlış.Ama bu eleştirel yaklaşımın ‘emilmesine’ de izin vermemekgerekiyor sanırım. Hele, her alana yayılmayateşne magazinleşmenin bir “magazin eleştirisi”yaratmasınaysa hiç.Diyeceğim, sonuçta Mc Luhan’ın söylediğindende öteye geçiyoruz. Mesajımızı zaten medya belirliyor/çarpıtıyor.Hiç olmazsa incelediğimiz konunun yolaçacağı çarpıtmanın önüne geçmek gerekiyor. Zor olsada bu çatışmayı yaşamak gerekli; belki de bu eleştiriyecüret ederken.235


HARBİ DELİKANLILAR ERKEK KARILAR,...“Feodal toplumun erkeksi değerleriyle donatılan“Harbi delikanlı” ile “erkek karı” sanki birbirini tamamlayaniki kavramdı. “Arabesk”in önünde ikisinin demodası geçti” Türkiye’de yıllar yılı varolmuş iki insantipi de bunlardı işte. “Harbi delikanlı” ve “erkek karı”!ayrı iki cinsi tanımlayan, daha doğrusu erkek ve kadına“olumlu” bir yaklaşımın ifadesi olan bu iki deyiş uzunyıllar kullanıldı. Hala da kullanılıyor çok yerde.“Harbi delikanlı” tipi. Öncelikle mert bileğinegüçlü arkadaşlarına bağlı, sözüne sadık bir delikanlıtipiydi. Halk çocuğuydu! düşmanlarına çelik, dostlarınayumuşak ve fedakar! Kimsenin “kızına kısrağına” kemgözle bakmazdı. Fazlada, önemli bir amme hizmetiniyürütürdü “harbi delikanlı” bir yerlerden fazlaca geçipmahalle kızlarına musallat olan karanlık niyetli yabancıkişiler bu delikanlı tarafından ikaz edilir, laf dinlemeyecekgörünüyorsa bu ikaz “fiili” bir hal alabilirdi.“Harbi delikanlı” arkadaş için çekinmeden kavgalaragirer, bileği güçlü olduğu için çekinmeden kavgalaragirer, bileği güçlü olduğu için çoğunlukla yener.Ancak “kalleşçe puştça” saldırılar olursa, mesela üç beşkişi birden üzerine “çullanırsa” (Artık bu kadarı da fazla)biraz hırpalanabilirdi. “Harbi delikanlı” sıkı içer amaküfelik olmaz, müptelası olmayacak kadar “dumanlatı”olabilişrdi. Kendisi gibi “harbi” olan birkaç canyoldaşıyla birlikte komünal bir hayat sürer, bu grup bazı236


Popüler Kültür ve Edebiyathasas yanları depreştirildiğinde ortalığı “daatabilir”di. Vesonunda bu kavgacı kalpleri taştan sanılan delikanlılarda insanı nihayet! Bir sevdikleri olurdu gizli gizli uğrunaiçkiler içtikleri.Bütün bir dönem edebiyatının, sözgelimi birOrhan Kemal’in yazdığı eslerlerin nice harbi delikanlıyladolup taştığı burada hemen hatırlanacaktır. Feodalinsanın dürüstlük, mertlik, düşküne yardım vb. olumluözelliklerini sinesinde toplayan “harbi delikanlı” yalnızerkekler değil, bütün bir toplum üzerinde karşı konulmazbir mitoloji olarak yaşadı durdu, bu ideolojik kalıp insanailişkin ne kadar olumlu değer varsa bunların cümlesinierkeğe mal ettiği için olsa gerek başka türlüsününolabileceğine hiç imkan bırakmıyordu. Bu yüzden bizdeher erkek en azından bir döneminde “harbi delikanlı”dırya da öyle görünmüştür.Harbi delikanlılık sonradan giderek tavsadı…artık başka değerler ortaya çıkıyor. “Harbi delikanlı”çağdaş bir Donkişot olarak görünmeye başlıyordu. Gerçikendini harbi delikanlı olarak görenler yine vardı yeryer, ama bir defa bunlar eski anlamıyla “harbi”leri bu yenilerebir nevi yozlaşma örneği olarak bakıyorlar. “harbi”prototipini tanınamaz kılan bu “dünkü çocuk”lara birazmesafeli davranıyorlar.Tulumbacılıkla, mahalle kabadayılığının özeldünyası içinde argomuza zengin katkılarda buluna bulunabu “getto”nun dışına taşan “harbilik ruhu” başkaalanlarda da uç verdi. Öncelikle bir kesim gençlikte çokharbi delikanlı olduğunu hemen herkes bilir. Bu harbidelikanlı, kız arkadaşlarına “bacı” diyerek yaşanırdı.Bacılar herkesçe bilindiği için burada girilmeyecek bukonuya yalnız bacılarında “harbi delikanlı” karşılığı237


238<strong>Erol</strong> Çankayaolarak “erkek karı” ifadesiyle taçlandırıldıklarınıhatırlamak gerekiyor.“Erkek karı” nitelendirilmesi erkekler veunutmayalım “harbi delikanlı”lar tarafından “kahpe”olmayan kadınlara yönelik olarak ve yine taçlandırmaamacıyla kullanılırdı. Erkek karı, adı üzerinde erkek gibikarı demekti. Bu toplumda tek başına, erkek olmak başlıbaşına bir olumlu özellik olduğu için artık fazla söz gerekmezdi.O da tıpkı harbi delikanlı gibi dürüst, namusunayan bakana en azından bir Osmanlı tokadı çıkartmayahazır, erkekleri pek önemsemeyen, sözüne güvenilir birkadındı.yalnız gariplik şurda ki “erkek karı”idiler. Bu“karı” kelimesi ile “erkek karı” lafını kullanan erkeğinörtük bir aşağılanmada mı bulunduğu, yoksa her zamanbir aşağılanma olarak kullanılmış “karı” seslenişininbaşına “erkek” sıfatı geldiği zaman en azından nötralizeolup zararlaştığımı belli değil. Ama galiba ikincisi oluyordu.Her zaman bir aşağılanmayı içermiş olan “karı”deyişi böylece bu anlamından kurtulduğu gibi birdenbireolumlu bir içerik kazanıyordu.Bu toplumda, erkek olma olayının basbayağıideolojik bir kimlik kazandığına çok tanık bulunur ya,burada hem ilginç hem de anlamlı olanını seçelim. FalihRıfkı’nın Çankaya’sında naklettiği bir rapor geliyor.Ankara’nın iklimi üzerine hazırlanmış olan raporunbir yerinde şöyle deniyor. “Bu yaylada iklim, erken biriklimdir. Yıllık ısı ortalamaları büyük farklar göstermez”.Bu yararlı alıntının ışığında “erkek karı”larıngünü gününe uyan, dönek olmayan kişilikte kadınlarolduğunu çıkarsayabiliriz. Türkçe’deki mecaz bolluğuiçinden bu konuya iyi örnek olabilecek olanları yazmayakalkmak ise hiç gerekmiyor. Ancak edebi bir örnekverecek bu kısmı geçelim, o ünlü “deniz kadın gibidir”


Popüler Kültür ve Edebiyatdeyişini hatırlayalım. Bu deyişten kadına özgü nitelikleriçıkartabiliriz.Bir dönem sinemamızın vazgeçilmezi olmuş“Erkek Fatma” konulu filimler burada bir an hatırlanırsa“harbi delikanlı” ile “erkek karı” arasındaki ideolojik bağdaha çıplak olarak görülecektir. Bu filmlerin kahramanıolan “erkek karı” bütün yukarıda sayılan ve zaten harbidelikanlının olan niteliklerine ek olarak erkeksi” birkadındır da nerdeyse bütünüyle cinsellik dışı bir görünümüvardır. Kendi emansipasyonunu sağladığı tavırlar yenibir kadın türünün değil bütünüyle “harbi delikanlı”nındır.Kendini erkek tavırlarına yenilerini katarak özgürleştirir.Meşin montların, kasketin, sigaranın değilde cigara içmenin,argo konuşmanın sağladığı bu özgürleşme çokzaman biseksüalite ile bütünlenir. Öyle ki çevresindeki“harbi” şöförler (ki onlar “en haso” harbi delikanlılarve yeni mitolojinin çağdaş kahramanlarıdır), bir ikisimüstesna kadın olarak algılamazlar kendisini. Ta ki,birisi çıkıp ta ona kadınlaştığı, iyice geleneksel mütassıpbir ev kadınına dönüştüğü görülür. Yoksa mutluluğutehlikededir. Çünkü flimlerin erkekleri de gerçek hayattakilergibidir. “Erkek karı”ları bir “eş” “kadın” “anne”olarak görmekten çok hep bir erkek arkadaş olarak kabuletme yanlısı!Türkiye toplumundaki bir çok olgu gibi bu ikiinsan tipi günümüze bir evrim geçirerek ulaştı. İtfaiyekurumunun yaygınlaşması sadece bir müessese olarak“tulumbacılığı” değil, tulumbacılık ruhunu, peşi sırabir dizi oluşum külhanbeyliğini de ortadan kaldırdı yada tanınmaz kıldı. “Harbi delikanlı” bakışı hayatımızdayine etkili ama bir “kurum” olarak yaşamıyor.“Erkek karı”ların yerini ise sadece davranışları eskiyebenzeyen feministler aldı. “Harbi delikanlılar”,239


<strong>Erol</strong> ÇankayaAnadolu’dakilerden farklı olarak büyük şehirlerimizin“pub”larına “cafe”lerine “takılan”,”eski harbi”lerinolumlu özelliklerinden pek de nasiplenmemiş olan sonmoda bir gençliğe dönüştü. Anadolu’lu “harbi delikanlı”arabeske vurdurup Gencebaylı, Ferdili bir dünyanıniçinde esriyip giderken metropollerdeki “harbi” gençlik“pop-arabesk”le (?), Özbeğen ve ötekilerle avundu.Bu yeni mistisizm “harbi delikanlı”lardan ve “erkekkarı”lardan müteşekkil Türk gençliğinin yol ayrımı oldu.Cumhuriyet Gazetesi,1 Eylül 1982240


ANSİKLOPEDİSTLER!Her halde çok kişinin de dikkatini çekmiştir; nekadar çok ansiklopedi yayınlanır oldu! Şu sıralar,-öteki“ist”ler ortada görülmediği için olsa gerek şaka yollu bir“ansiklopedist” egemenliğinden bile söz ediliyor! Böyleespriler yapıladursun, ardı ardına yeni ansiklopedileryayınlanıyor, her gün bir yenisi boy gösteriyor…Bu durum hiç şüphesiz bir oluşumun göstergesidir.Piyasaya çıkmış bunca “arz”, söz konusu “mal”ayönelik bir “talep” olduğunu, bu talebin de hızla arttığınıdüşündürüyor. Bu furya içinde, ansiklopedi niteliğinigerçekten taşıyanı da basılıp ilgi görüyor, taşımayanıda; tam bir furya bu. Piyasaya eskiden çıkartılmış kimi“bilimsel seks” kitapları bile şu sıra ciltlenip “seks ansiklopedisi”adıyla yeniden “piyasa”ya veriliyor. “Ansiklopedi”başlığı nerdeyse büyülü bir sözcük olmuş,tam bir fetiş özelliği kazanmış… Hani denilebilir ki okurbulmakta güçlük çeken sanat dergileri aynı içerikleriyleama adlarını diyelim ki “güncel sanat ansiklopedisi”yaparak yayınlanacak olsa tirajları bir anda üç-beş katınaçıkacak!Bu olgu basın alanında son yıllarda yaşananlardanbağımsız değildir. Türkiye’de son dönemde “atağakalkan” basın alanında olup bitenler, iş çevrelerinindoğrudan devreye girişleri, sanat eserlerinin iyiden iyiye241


242<strong>Erol</strong> Çankaya“meta” oluşları… vb. gibi oluşumlar hiç şüphesiz veriliekonomik-toplumsal koşullardan kaynaklanmaktadır.Sözgelimi, pilastik sanatlardan başlayıp son birkaçyılda edebiyatı kuşatan ticarileşme de bu genel eğiliminparçası olarak alındığında daha anlamlı olmaktadır. Ansiklopediyayıncılığının karlı bir yatırım oluşu da aynıçerçeve içinde değerlendirilmeyi gerektiriyor.Tek tek bütün bu alanlardaki “gelişme” ler aslındatemeldeki değişkenin saptamasını gerekli kılmaktadır.En kısa deyişle, Türkiye’de 1975 sonrasında hızlanarakyaşananlar şuna işaret etmektedir: Türkiye’de genelolarak bilginin, bilimin ve sanatın kendisi de aktarılma işide önemli bir meta olmuştur. Sunulan malın niteliğininşu yada bu oluşu meta olma özelliğini değiştirmediğiçok zaman değer arttırdığı için de bu, nispeten rizikosuzbir yatırım olmaktadır. Yani sorunu sadece toplumundüşünsel motivasyonu odağında görmemek, yatırımın“rantabl” oluşunun da altını çizmek gerekmektedir; amabirinci etkeni de ihmal etmeden!Türkiye’de, ikinci kuşağı yönetimi üstlenmeyebaşlamış olan burjuva kesimi birinci kuşaktan farklılıklartaşımaktadır. Öncelikle, artık “alaylı” değil “mektepli”dir. Kentli özellikler taşımakta, geçmişinden çok zamanrahatsızlık duymaktadır. Bir kısmı batının ciddi, elitkurumlarında eğitim görmüş bu kesime yığınsal özellikkazanmaya başladığı günümüzde “ekinsel etkinlikler”de önemli bir ayrıcalık yolu, seçkinleşme kanalı olarakbelirmektedir. Tüketim ideolojisinin verili kalıplarıylayeterli manevi doyuma ulaşamayan bu kesim için sonyılların modası galeri ve sergiler, “müzikhol kültürü”,tiyatro adı altında sunulan gazino programları, vb. gibi“etkinlikler” modern hayatın ögeleri olarak önemli birişlevi yerine getirmektedir. Bu kesimde söz konusu


Popüler Kültür ve Edebiyatyönelişin, bilgiye ve kültüre susamış kentli orta ve küçükburjuvayı çağırısı bir rol oynaması da sürecin bir başkailginç yanıdır.Kültür alanındaki bu kargaşa, sosyolojik anlamdakibu “kültür anarşisi” gündelik hayata nasılyansımaktadır? Bir “yaşantı” ya tekabül eden anlamıyla“kültür” de yoğun anominin, bireyler arası ilişkilerinve bağın kopuşunun, yalnızlığın ve yabancılaşmanınnedenleri de sonuçları da burada bir yana bırakılsın. Buradasadece güzel sanatlar üzerinde duralım. Dairesinidöşeyen adam artık American bar’la birlikte bir kütüphanekurmak gereğini de duymaktadır; çevre baskısıyavaş yavaş buna zorlayıcı bir yere gelmiştir! Diyelim kidubleks dairesinin duvarlarını, yani dış mekandan kaçıpgeldiği, huzur aradığı “yuva” sının duvarlarını şenliklikılmak istemektedir. O zaman, resim piyasasındaki iktidarcapompalanmış ünlülerin “yapıt”larını seçmeye özengösterecek, yolun daha başında biriyse duvarlarınınduvarkâğıtlarının rengiyle uyum sağlayacak tablolarımülkiyetine geçirecektir.Kütüphanesine de daha çok görsel kaygılarlayaklaştığı için bir, Bilgiye ihtiyaç duyduğunda ancak“komprime” olanla yetineceği için (Formasyon/Zaman/Sentez) iki, ansiklopedilere özel bir sempatisi vardır.Üstelik kitaplığında kitap bulundurmanın ikide bir “Şunuokudun mu, bu ne anlatıyor?” gibi tatsız sorulara muhatapolma tehlikesi vardır ki ansiklopedi güzel durduğugibi okunmaz da!Böylece, bilgi açlığıyla karışmış bir “ekinselseçkinleşme” tepelerden başlayıp toplumun altkatmanlarına yayılıyor, ansiklopedi sözcüğü bir fetiş,nerdeyse büyülü bir başlık oluyor. Adı üzerinde, her243


<strong>Erol</strong> Çankayaalandaki temel bilgilerin toplamı olan ansiklopedilerimülkiyet kaleleri olan evlerindeki kitaplıklarına koymuşirili-ufaklı burjuva parasını bastırıp bilgiye temerküzetmiş, seçkinliğini garantiye almıştır!Sorun, ansiklopedilere karşı olup olmama sorunudeğildir. Bu tarz bir karşı çıkışa da elbette karşıçıkılır. Galiba sorun “ansiklopedi kullanma” tarzındadüğümlenmektedir. Önüne gelen her “kuşe kâğıtlı, şömizciltli” tuğlayla kendini otomatik pilota bağlama,bununrahatlığıyla gönül germe sorunudur, tam buradabaşlamaktadır. Kitap kültürü evresini yaşayamadantelevizyon ve ansiklopedi kültürü evresine atlayan birTürkiye’nin gelecekteki düşünsel açılımını tasarlamakpek de huzur verici değil… Komprime olan yüzeyselleyetinme duygusu bir kez oturdu mu bunun sonucu olanbir sağlık tehlikesi bile başlı başına yeterlidir.Ansiklopediler elbette gereklidir, yararlıdır ama“komprime ama ortalama” özellikleri de vurgulanmalıdır.Yanı sıra, temel kaynaklara mutlaka yönelinmelidir.Üstelik bu adla ortalığı dolduran yayınlardan hangisininansiklopedi ciddiyetle hazırlandığı, bilimsel bir denetimigerçekten gördüğü de mutlaka irdelenmelidir.Yoksa kitle kültürü çağı aynı zamanda ansiklopedikültürü çağıdır da denecekse bakın o zaman da söz bitmez;sorun farklı bir düzeyde ama gene konuşulmalıdır.Cumhuriyet Gazetesi,28 Ağustos 1980244


245


<strong>Erol</strong> Çankaya246


Popüler Kültür ve Edebiyat247


<strong>Erol</strong> Çankaya248


Popüler Kültür ve Edebiyat249


<strong>Erol</strong> Çankaya250

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!