13.07.2015 Views

6cbc9aa6358d9e0bc066ff8f1dd68d217439c29b

6cbc9aa6358d9e0bc066ff8f1dd68d217439c29b

6cbc9aa6358d9e0bc066ff8f1dd68d217439c29b

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

JOSEPH CONRADKARANLIGINYÜREGi


KARANLIGIN YÜREGİJOSEPH CONRAD


DOST KİTABEVi YAYINLARI : BROMAN/ÖYKÜ/ŞiiR DiZiSi: 2.Birinci Baskı : Yeni Ankara Yayınları/1976 .ikinci Baskı : Temmuz/1982Kapak Resmi :Yeni Glne'de bulunmuş «Korwar" (Anne ve Çocuğu) heykeliBu kitap Yüksel Matbaacılık ve Tlc. Koli. Ştl.'nde dizilip basılmıştır.ISTANBUL


]OSEPH CONRADKARANLIGINYÜREGiİngilizce'den ÇevirenSİNAN FİŞEKDOST KİTABEVİ YAYINLARIZafer Çarşısı No: 13Yenişehir/Ankara


JOSEPH CONRAD HAKKINDAİngiliz dilinin tanınmış yazan Joseph Conrad 1857 yılındaPolonyalı bir anne-babadan Ukrayna'da doğdu. Asıl adı TeodorJosef Konrad Korzeniowski idi. Sürgün edilen anne ve babasıylabirlikte Rusya'ya gitti. 1874 yılında bir Fransız gemisinde denizcilikhayatına başladıktan sonra 1884 yılında da bir İngiliz denizcilikşirketine geçti ve İngiliz yurttaşı oldu. Denizcilik hayatı1894'e kadar sürdü. Bundan sonra kendini yazmaya verdi. Ancakbu yıllar arasında, hikayelerinin pek çoğuna konu ve tema sağlayandenizcilik hayatından alacağını almıştı. 1924 yılında öldü.Conrad bir Polonyalı olarak doğduğunu unutmadı. Ama eserleriniİngilizce yazdı. Başlangıçta bu onun için önemli bir handikaptı.En son kitaplarında bile, İngilizce'nin bir yabancı dilolarak kullanıldığı sezilebilir. Ancak Conrad bu yabancılığı zamanlabir handikap olmaktan çıkarıp ilginç bir üslup özelliğihaline getirebilmişti. Dilindeki ·belli belirsiz yabancılık, anlatmayısevdği karmaşık iç dünyaları, çeşitli yorumlara açık çetrefilkişilikleri vermeye yatkındı.Radikal bir dünya görüşüne sahip olmayan Conrad politikaüstüne de romanlar yazmıştır. Bunların ham maddesi, Polonyapolitikasının anılarına dayanır. Secret Agent ve Under WesternEyes'da Dostoyevski'nin Şeytanlar'ını hatırlatan politik entrikalaragirer. Güney Amcrika'da geçen Nostromo ise, emperyalizmi,emperyalist politikayı ve Latin Ameria politikasını en iyi anlatanromanlardan biri olarak tanınır.Ahlak sorununa büyük bir ilgiyle eğilen Conrad bireysel vetoplumsal bağlamlarda, uygar ya da yaban ortamlarda bu sorunlahesaplaşmıştır. En önemli eserlerinden Lord Jim, yazarın buyöneliminin başlıca örneklerinden biridir. Karanlığın Yüreği,Conrad'ın en başarılı uzun hikayelerinden biri olarak tanınır vebenzer bir temayı ele alır. Yakın geçmişte Türkiye sinemalarındagösterilen Apocalypsc filmi Vietnam'da geçmekle birlikte bu uzunhikayeden yapılmış bir uyarlamadır.Türkiye'de Conrad yeterince iyi tanınmıyor. Lord Jim lleNostromo'nun çok eskiden Bakanlık Klasikleri arasında çıkmışçevirileri bugün bulunmuyor. Nigger of Narcissus'un iyi bir çevirisiise yakınlarda Adam Yayınlan arasından çıktı.


1Gezi teknesi Nellie, yelkenlerinde tek bir titremegörülmeksizin demir atıp suyun üstünde kaydı, durdu.Akıntı kesilmiş, rüzgar neredeyse dinmişti, rotası ırmağınağzına doğru olduğuna göre de yapacağı tek şeyburada demirleyip gelgiti beklemekti.Thames'in denize açılan bölümü, sonsuz bir su yolununbaşlangıcı gibi uzanıyordu önümüzde. İleride, denizlegök kaynaşmışlardı ve aydınlık havada denizinyükselişiyle ırmaktan yukarı yüzen teknelerin yanıkyelkenleri, cilalı gönderleri, parıldayan, sivri külahlı,kımıltısız, kızıl kümelere benziyorlardı. Giderek yitenbir düzlükte denize uzanan basık kıyıların üzerine sisçökmüştü. Hava Gravesend üzerinde karanlıktı ve dahaötelerde, dünyanın en büyük, en yüce kentinin üzerinde,yaslı bir koyuluğun yoğunluğuna bürünmüş, kıpırtısız,asık duruyordu.Kaptanımız Şirketler Müdürünün konuklarıydık.Burunda durmuş, gözlerini açıklara dikmişti. Dördümüz,bize dönük sırtına sevgiyle bakıyorduk. Tüm ırmaküzerinde, onun kadar denizciye benzeyen kimseyoktu. Bir kılavuzu andırıyordu -denizcilerin gözündede bundan daha güvenilir bir kişi yoktur. Uğraşınınilerideki aydınlık ırmak ağzında değil, sırtını çevir-5


diği o durgun karanlığın içinde olduğuna inanmakgüçtü.Önceden de söylemiştim bir yerlerde: aramızda denizinyarattığı bağ vardı. Uzun ayrılık dönemleri sayesindeyüreklerimizi birleştirmekten başka, birbirimizinanlattıklarına -hatta inançlarına bile- hoşgörülüyapmıştı bu bağ bizi. Dostların en iyisi Avukat,yılları ve erdemleri bizden çok olduğundan, güvertedekitek yastığa sahip çıkmış, tek halının üzerine uzanmıştı.Muhasebeci bir kutu dominoyu şimdiden çıkarmış, taşlardanküçük yapılar yapıyordu. Marlow geride, sağ kıçtabağdaş kurmuş, mizana direğine yaslanmıştı. Yanaklarıçökük, teni soluk, sırtı dikti; görünüşü bir keşişiandırıyordu. Sarkık kolları, dışa dönük avuçlarıylabir tanrı heykelciğine benziyordu. Demirin taraınadığınısaptadıktan sonra Müdür kıça doğru gelip yanımızaoturdu. Tembel tembel bir kaç söz edildi. Sonrayatın üzerine bir sessizlik çöktü. Nedense, domino oyunubir türlü başlayamadı. Düşünceliydik, dinginlik içindeboşluğa bakmaktan başka bir şey çekmiyordu canımız.Durgun, kusursuz bir parlaklığın duruluğu içindegün batıyordu. Suyun parlaklığı barış duyguları veriyordukişiye. Dupduru gökyüzü iyilik saçan, lekesiz birışık yığınıydı. Essex bataklıklarının üstündeki sis bile,içeri bölgelerdeki ağaçlı tepelerden sarkıp alçak kıyılarıperdeleyen, parlak, kıvrım kıvrım bir tül yığınını andırıyordu.Ancak batıda, tepelerin üzerindeki karanlık,güneşin yaklaşmasına öfkeleniyormuş gibi, gitgide koyulaşıyordu.En sonunda, belirsiz, kavisli düşüşüyle güneş indi,sanki oluşturduğumuz kalabalığın üzerindeki karanlıkağırlığa değince bir ölüm yarası almış da sönecekmişgibi, akkor rengi, ışınsız, ıssız, donuk bir kızıla dönüştü.Bunun üzerine sular değişti, saçtığı huzur parlaklı-6


ğını yitirdi, ama derinleşti. Geniş, yaşlı ırmak, dünyanınuçlarına dek uzanan bir su yolunun dingin ağırbaşlılığıiçinde, kıyılarında yaşayan insanlara çağlar boyuncayaptığı hizmetlerden sonra, günbatımında, kımıltısızduruyordu. Saygıdeğer ırmağa, gelip sonsuza dek gidiverenkısacık bir günün canlı heyecanı içinde değil, kalıcıanıların görkemli ışığında bakıyorduk. Gerçektende, denizi saygı ve sevgiyle «izlemiş» bir adamın, Thames'inaşağı bölümlerinde, geçmişin ulu ruhunu anmasıkadar kolay bir şey yoktur. Bitmeyecek görevini durmadanyerine getiren gelgit akıntısı kimi zaman yuvalarınınrahatına, kimi zaman da deniz savaşlarına taşıdığıadamlarla gemilerin anılarıyla doludur. Ulusungurur duyduğu tüm adamları tanımış, onlara hizmetetmiştir akıntı: Sir Francis Drake'den Sir John Franklin'edek, soylu olsunlar ya da olmasınlar, hepsi birercengaver -denizin gezgin cengaverleri olan adamlar.Adları zamanın karanlıklarında birer pırlanta gibiparlayan gemileri taşımıştır: Yuvarlak sağ ...rıları hazinelerle dolu, Majesteleri Kraliçe tarafındangörülüp büyük öyküden böylece çıkıp gidecek GoldenHind'dan, başka zferlere koşan - ve bir daha geri dönemeyen- Erebus'la Terror'a dek. Gemileri de, adamlarıda tanımıştı. Deptford'dan, Greenwhich'den, Erith'den yola çıkmışlardı, serüvencilerle göçmenler, kral gemileriyleişçi gemileri, kaptanlar, amiraller, doğu tecimyollarının karanlık cıkorsan»ları, Doğu Hint filolarınınkiralık cıgeneralııleri. Altın ya da şan avcısı, hepsi o ırmağınakıntısından yola çıkmışlardı, ellerinde kılıç, bazende meşale taşıyarak; toprağın içindeki gücün habercileri,kutsal ateşten kıvılcım taşıyanlar. Ne büyüklüklerakmamıştı o ırmağın akıntısından, bilinmeyen birdünyanın gizemlerine!.. Adamların düşleri, topluluklarıntohumları, imparatorlukların mikropları.7


Güneş battı. Irmağı karanlık kapladı ve kıyı boyundaışıklar yanmaya başladı. Bir çamur düzlüğü üzerindekurulu üç ayaklı Chapman Feneri parıl parıldı. Irmağınüzerinde gemilerin ışıkları kımıldıyordu - biro yana bir bu yana akan büyük bir ışık karmaşasıydıbu. Ve batıdaki tepelerde, canavar kentin yeri genegökyüzünde belliydi : Güneş ışığında ağır bir karanlıkken,yıldızların altında donuk bir parlaklık oluyordu.«Ve burası da,» dedi Marlox birden, «dünyanın karanlıkyerlerinden biriydi.»İçimizde hala «denizi izleyen» tek adam oydu.Onunla ilgili söylenebilecek en kötü şey, sınıfını özümlemediğiydi.Denizciydi, ama gezgindi de. Oysa çoğu denizcilerin- denebilirse - durağan bir yaşantıları vardır.Hep evde olmayı düşünürler, evleri de - gemi -hep yanlarındadır. Ülkeleri de yanlarındadır hep: Deniz.Her gemi birbirine benzer, denizse hiç değişmez.Onlar için, değişmez çevrelerinin önünden akıp gidenyabancı kıyıları, yabancı yüzleri, yaşamın değişken görkeminiörten, bir giz perdesi değil, biraz aşağılayıcı biryadsımadır -çünkü bir denizci için tek gizemli şey,yaşamındaki tek sevgili, yazgı kadar bilinmez olan denizdir.Geri kalanına gelince, iş saatlerinden sonra kıyıdasıradan bir gezinti, ya da sıradan bir eğlenti, tümbir kıtanın gizlerini açıklamaya yeter, denizci de bu gizleıinbilinmeye değmediğini düşünür genellikle. Denizciöykülerinin dolaysız bir yalınlıkları vardır, anlamları dabir incir çekirdeğini ancak doldurur. Ama Marlow (öyküanlatmaya olan merakı sayılmazsa) sıradan bir denizcideğildi, ona göre öykünün anlamı çekirdeğin içindedeğil, sisi belirleyen parıltı gibi, ay ışığının ölü ya­\azının ortaya çıkardığı o puslu halelerden biri gibi, öyküyüsaran bir şeydi.Söylediği hiç şaşırtıcı değildi. Tam Marlow'un söy-8


leyeceği bir sözdü bu. Sessizce kabullenildi. Kimse işittiğinibelirtecek bir ses çıkarmayı bile düşünmedi. Kısabir süre sonra da, yavaşça sözlerini sürdürdü MarJow:«Çok eski zamanları düşünüyordum, Romalılarınburaya ilk geldikleri zamanları, bin dokuz yüz yıl öncesini-geçen günü yani... Ne zamandır ışık saçtyorbu ırmak - cengaverler döneminden beri mi diyorsun?Evet, ama bir çayırda yayılan bir yangın, bulutlarınarasında çakan bir şimşek gibi. Bunun parıltısında yaşıyoruz- şu dünyamız var oldukça da çok yaşasın oparıltı! Ama karanlık daha dün buradaydı. Akdenizdegüzel bir -ne derler - kadırganın komutanının duygularınıbir düşün: Birden, kuzeye dönmesi buyuruluyor.Karadan çabucak Galyalıları ezip gidecek, Lejyonerlerin- herhalde çok da becerikli adamlardı - okuduklarımızagöre, yüzlercesi bir arada çalışarak, bir-ikiayda yapıverdikleri bu teknelerden birinin başına geçecek.Buraya geldiğini bir düşünün - dünyanın bitimisanki, kurşun rengi bir deniz, duman rengi bir gök,akordeon gibi bir tekne - ırmaktan yukarı erzak ya dabaşka bir şeyler yüklenmiş gidiyorlar. Kum sığları, bataklıklar,ormanlar, yabanıl adamlar - uygar bir ıtdamınyiyeceği hiç bir şey yok gibi, Thames suyurıdanbaşka da içecek bir şey yok. Ne Falernia şarabı, nr. dekıyıya izinli çıkmak. Arada sırada tek tük, doğanın ortasındayitmiş, bir askeri üs - soğuk, sis, bora, hastalık,sürgün ve ölüm - havada, suda, çalılıklarda pusudayatan ölüm. Sinekler gibi ölüyorlardı herhalde lıuralarda.Ama, evet - başardı. Hem de çok iyi başarciıkuşkusuz, hiç düşünmeksizin üstelik - ancak sonraları,gençliğinde başından geçenleri anlatıp övünmek içindüşündü belki. Karanlıkla yüzleşebilecek kadar erkekadamlardı onlar. Belki de, Roma'da tanıdıkları varsa,berbat iklim de onu öldürmezse, bir gün Ravenna'daki9


filoya yükselebileceğini düşünerek keyifleniyordu. Ya datogalı, namuslu, genç bir vatandaş düşünün -belki zaroyunlarına biraz fazlaca düşkün - buraya bir valininya da bir vergi tahsildarının yanında, para durumunudüzeltmek umuduyla geliyor. Bir bataklığa ayak basıyor,ormanları aşıyor ve içerilerde bir üste çevresini saranyabanıllığı, korkunç yabanıllığı - ormanda, baltagirmemiş ormanda, yabanıl adamların yüreğinde çalkalanano gizemli yaşamı - seziyor. Böyle gizemlerin kabultörenleri de olmaz. Anlaşılamayanın - yani nefretedilenin- içinde yaşamak zorundadır. Sonra, onuetkilemeye başlayan bir de büyü vardır. Nefret edilenşeylerin büyüleyiciliği- bilirsiniz: Gitgide çoğalan pişmanlıkları,kaçma isteğini, güçsüz tiksintiyi, teslimi,nefreti düşünün.»Sustu.«Aslında,» diye başladı gene söze. Tek kolunu dirseğinden,avucu dışa dönük, kaldırdı. Bağdaş kurarakoturmuş, lotus çiçekleri olmayan, Avrupa giysileri içinde,öğütler veren bir Buda'ya benziyordu. «Aslında hiçbirimiz tıpkı bu duyguları duyamayız. Etkinlik kurtarıyorbizi - etkinliğe olan bağlılığımız kurtarıy0r. Aslındapek öyle önemli adamlar da değillerdi bunlar. Sömürgecifalan değildiler. Yönetimleri bir baskı aracındanbaşka bir şey değildi, sanırım. Birer fatihtiler, buda kaba güçten başka bir şeyi gerektirmiyor. Övünülecekbir şey de değil bu, çünkü senin gücün yalnızcabaşkalarının güçsüzlüğünden doğan bir kazadır. Yalnızcaelde etmiş olmak uğruna, ellerine geçeni kaptılar.Yaptıkları şiddetli bir soygundan, geniş çapta bir kıyımdanbaşka bir şey değildi, üstelik gözü kapalı yapıyorlardıbu işi. Karanlıkla kapışanların böyle yapmalarıda doğaldır. Dünyanın fethi, yani dünyanın, rengibizimkinden farklı, ya da burunları bizimkinden az da-10


ha yassı insanların elinden alınması işi, üzerinde düşünülecekolursa, pek de hoş bir şey değil. Ancak düşüncekurtarıyor bu davranışı. Ardındaki düşünce -yani duygusal bir bahane değil, gerçek bir düşünce, budüşünceye olan esirgemesiz bir inanç. Kişinin kurabileceği,önünde eğilebileceği, adaklar sunabileceği birşey ...»Sustu gene. Yalazlar akıyordu ırmağın üzerinden,küçük küçük yeşil, kızıl, ak yalazlar birbirlerini kovalıyor,yakalıyor, birleşiyor, yol kesiyor, ağır ağır ya dahızla ayrılıyorlardı. Yoğunlaşan gecede, uykusuz ırmağınüzerinde sürüyordu büyük kentin akışı. Bakıyor, sabırlabekliyorduk - bu sel kesilene dek de yapacak başkaşey yoktu. Ama ancak uzun bir sessizlikten sonra,ürkek bir sesle, ccBenim de bir zamanlar tatlı su gemiciliğinidenediğimi anımsarsınız herhalde» dediğinde,sular çekilmeden, Marlow'un sonuçsuz deneylerindenbirinin öyküsünü dinlememizin kaçınılmaz olduğunuanladık.«Özellikle benim başıma gelenlerle canınızı sıkmakistemiyorum,» diye söze başladı, böylece bir çok anlatıcınınzayıflığının, dinleyicilerinin gerçekte neyi işitmekistediklerini bilmediklerinden geldiğini anlatmış oldu.«Ama gene de, benim üzerimdeki etkisini anlamanız içinoraya nasıl gittiğimi, neler gördüğümü, o ırmaktan yukarınasıl gidip o zavallı adamı ilk nasıl tanıdığımı bilmenizgerekiyor. Deneyimin hem en uzak, hem en tamamlayıcınoktasıydı bu. Nasıl olduysa, çevremdeki herşeyi birden aydınlatıverdi sanki - düşüncelerimi de.Ama yeteri kadar karanlıktı da- hem de acı uyandırıcı.Hiç olağanüstü bir şey değildi - pek açık da değildi.Hayır, pek açık değildi. Ama gene de bir bakımaaydınlatıcıydı.«Anımsarsınız, o sıralarda Londra'ya yeni dönmüş-11


tüm. Uzun bir süre - altı yıl kadar - Hint Okyanusunu,Büyük Okyanusu, Çin Denizini dolaşmıştım - Doğudanpayımı almıştım bayağı. Tembellik ediyor, sizleriişlerinizden alıkoyuyor, sizi uygarlaştırmak Tanrı görevin1illişgibi evlerinizi basıyordum. Bir süre için iyiydibu, ama sonunda dinlenmekten yoruldum. Bir gemi aramayabaşladım kendime -dünyanın en güç işi olsa gerek.Ama gemilerden bana bakan bile yoktu. Sonundao oyundan da bıktım.«Çocukluğumda haritalara bayılırdım. Güney Amerika'ya,Afrika'ya ya da Avusturalya'ya saatlerce bakıp,yeni yerler bulmanın görkeminde yiter giderdim. Birçok bilinmeyen yer vardı dünyada o sıralar. Bunlardanbiri de haritada bana çok çekici geldi mi (aslında hepsiçekicidir ya), parmağımı basıp, büyüyünce buraya gideceğim,derdim. Anımsarım, bu yerlerden biri de KuzeyKutbuydu. Oraya hala gidemedim, bundan sonrada gitmeyi denemeyeceğim. Çekiciliği kalmadı. Öbüryerler, Ekvator'da ve her iki yarımkürede çeşitli boylamlarüzerine serpiştirilmişlerdi. Bu yerlerin kimisinegittim ve ... Neyse, bunlardan söz etmeyelim. Ama biryer vardı tutkun olduğum - bilinmeyenlerin en büyüğü,denebilirse en boşu.«Doğru, pek boş değildi artık o sıralarda. Haritadakiyeri ırmaklar, göller, yer adlarıyla dolmuştu çocukluğumdanberi. Bir çocuğun zevkle düş kurabileceği, keyifverici bir gizemle dolu beyaz bir leke olmaktan çıkmıştı.Karanlık bir yer olmuştu. Ama özellikle bir ırmakvardı - haritada görünebilen, çok büyük, gövdesiniuzatmış koca bir yılana benzeyen bir ırmak; kafasıdenizde, uzanmış gövdesi büyük ülke boyunca kıvrılarakgiden, kuyruğu iç bölgelerin derinliklerinde yitenbir yılan. Ve bir dükkan camekanında gördüğümbu haritaya bakarken, o ırmağın beni, bir yılanın bir12


kuışu - aptal, küçücük bir kuşu - büyüler gibi büyülediğinifarkettim. Sonra, o ırmak üzerinde tecimle uğraşanbir şirketin, büyük bir kuıuluşun varlığını anımsadım.Yahu! dedim, kendi kendime, bu tatlı suyun üzerindetecim işlerinin yürütülebilmesi için tekne gerek- buhar gemileri gerek! Niçin bunlardan birinin başınaben geçmeyeyim? Fleet Street'den aşağı yürüdüm, amabu düşünce l;>ir türlü aklımdan çıkmıyordu. Yılan büyülemiştibeni.


çok çabuk oldu. Meğer şirket, kaptanlarından birininyerlilerle dalaşırken öldüğü haberini alınış. Beklediğimfırsattı bu, gitme isteğimi de körükledi. Aradan uzunaylar geçtikten sonra, o kaptanın ölüsünden arta kalanlarıbulmaya çalıştığım zaman, asıl kavganın bir kaçtavuktan doğan bir anlaşmazlıktan çıktığını öğrendim.Evet, iki kara tavuktan. Fresleven -Kaptanın adı böyleymiş,Danimarkalıymış- bir alışverişte nasıl olduysaaldatıldığını düşünmüş, kıyıya çıkıp köyün başındakiadamı sopayla dövmeye başlamış. Hiç şaşmadım bunuişittiğimde. Fresleven'in dünyanın en uysal, en sessizadamı olduğunu söylediklerinde de şaşmadım. Öyleydikuşkusuz, ama iki yıldır da kutsal görevle oradaydı,sonunda, şöyle ya da böyle, kendine olan saygısınıyeniden saptamanın gereğini duymuş olmalıydı. Bu yüzdende ihtiyar zenciyi acımadan sopaladı. Köy halkıtoplanmış, çarpılmışçasına seyrederken, sonunda adamınbiri - başkanın oğlu olduğunu söylediler -ihtiyarınçığlıkları karşısında çaresiz kalıp mızrağının ucuylakorka korka dürttü beyaz adamı -mızrak da kolaycakayıverdi kürek kemiklerinin arasından içeri. Bununüzerine, başlarına büyük belaların geleceğini sanantüm köy halkı ormana kaçtı, Fresleven'in yönetimindekigemi de - sanırım başmakinistin kumandasında- büyük bir korku içinde uzaklaştı. Sonradan dapek kimse ilgilenmedi Fresleven'in ölüsüyle - ben gidiponun yerini alana dek. Öyle bırakamazdım onu. Amaöncelikle tanışma olanağı elime geçtiğinde, kaburgalarınınarasından fışkıran otlar tüm kemiklerini örtmüştü.Kemiklerinin tümü oradaydı. Bu doğaüstü varlığadokunmamışlardı ölümünden sonra. Köy de bomboştu.Kapkara olmuş kulübeler çürüyorlar, devrilmiş çitlerinarasında eğri büğrü duruyorlardı. Bir bela gelmişti işteköyün başına. İnsanlar yok olmuşlardı. Çılgın bir deh-14


şet duygusuna kapılan erkek, kadın, çocuk, herkes ormanadağılmış, bir daha da dönmemişti. Tavukların başınane geldi, onu da bilmiyorum. GeHşme uğruna onlarda gitmişlerdir herhalde. Her neyse, bu görkemli olayında yardımıyla, istediğim işe umduğumdan çok öncekavuştum.


ol mavi, biraz yeşil, bir kaç turuncu, bir de, doğu kıyısında,gelişmenin neşeli öncülerinin neşeli biralarınıyudumladıkları yeri gösteren mor bir leke. Ama ben bunlarınhiç birine gitmeyecektim. Sarının içine gidecektim.Tam orta yerine. Irmak da oradaydı -büyüleyici- öldürücü -yılan gibi. Off! Bir kapı açıldı, aksaçlı - ama anlayışlı görünüşlü - bir katip kafası göründü,sıska bir işaret parmağı beni o kutsal yere çağırdı.Loş bir odaydı, orta yerinde de ağır bir yazı masasıduruyordu. Masanın arkasında redingot giymiş, soluk,tombul bir adam vardı: Büyük Patron. Boyu biraltmış beş kadardı herhalde, elinin altındaki paralar dakim bilir kaç milyondu. Elimi sıktı galiba, bir şeylermırıldandı, Fransızcamı yeterli buldu. Bon voyage (*)ccKırk beş saniye sonra kendimi gene bekleme odasında,anlayışlı katibin yanında buldum, o da, üzüntüve iyi niyetle dolu, bana bir belge imzalattı. Bir de mesleksırlarını açıklamamaya söz verdim sanıyorum. Açıklamayacağımda.ccBiraz huzursuzluk duymaya başladım. Biliyorsunuz,böyle törenlere alışık değilimdir. Bir uğursuzlukvardı havada. Kötü bir düzene ortak olmuştum sanki-ne bileyim - doğru olmayan bir şeye... Çıktığımdarahatladım. Dış odadaki iki kadın kara yünlerini coşkuylaötüyorlardı. İnsanlar, geliyor, daha genç olanı gidipgeli içeri götürüyordu onları. Yaşlısı iskemlesineoturmuştu. Düz tabanlı kumaş terlikler giymiş. ayaklarınıküçük bir halının üstüne koymuştu ve kucağındabir kedi vardı. Başında beyaz, kolaJ ı bir başlık, yanağındabir siğil, burnunun ucunda asılı duran gümüşçerceveli bir gözlük vı:ırdı. Gözlüklerinin üstünden banabaktı. O bakışın tez, ilgisiz dinginliği huzursuz etti be-(*) lyf yolculuklar.16


ni. Salak, neşeli görünüşlü iki genç odaya giriyorlardı.Onlara da aynı ilgisiz, bilgiç bakışı çevirdi. Onların herşeylerini biliyordu sanki- benim de. Tuhaf bir duygugeldi içime. Anlaşılmaz, uğursuz bir kadın gibi geldi bana.Oralarda, uzaktayken, çok düşündüm o ikisini: Karanlığıngirişini koruyorlardı; kara bir tabut örtüsü örüyorlar,biri durmadan insanları bilinmeyene sunuyor,sunuyor, öbürü de neşeli ve salak suratlara ilgisiz, ihtiyargözlerle bakıyordu. Ave! ihtiyar, kara yün örücüsü.Morituri tc salutant (*) Baktıklarından çoğu - yarısındançoğu - bir daha göremediler onu.


verip v.ermeyeceğimi sordu. Şaşırdı:n bu sözüne. Olur,dedim. O da pergele benzer bir şey çıkarıp kafamın önünü,arkasını, her yanı ölçtü, büyük bir özenle notlartuttu. Erimiş gabardin ceketli, ayakları terlikli, traşsız,ufak tefek bir adamdı, ben de zararsız bir bunakolduğunu düşündüm. 'Bilim yararına' dedi, 'oraya gideceklerden,kafataslarını ölçmeme izin vermelerini isterimhep.' 'Döndüklerinde de ölçer misiniz?' diye sordum.'Hayır, dönenleri hiç görmem' dedi. 'Hem de, biliyormusunuz, değişiklikler hep içeride olur zaten; Yalnızkendisinin duyabildiği bir şakayla karşılaşmış gibigülümsedi. 'Demek oraya gidiyorsunuz. Harika. İlginçde.' Bana merakla bakıp bir not daha aldı. 'Ailenizdedelilik görüldü mü hiç?' diye sordu, heyecansız bir sesle.Sıkıldım. 'Bilim yararına bir soru mu, bu da?' Sıkıntımahiç kulak asmadan, 'Bireylerin ruhsal değişiklikleriniyerinde inceleyebilmek bilimsel açıdan çok ilginçolurdu, ama ...' dedi. 'Ruh doktoru musunuz?' diye sözünükestim. Hiç alınmadan, 'Her doktor biraz öyle olmalıdır'dedi, bu özgün huylu vatandaş. 'Oraya gidensiz mösyölerin kanıtlamama yardımcı olmanız gerekenküçük bir kuramım var. Ülkemin böyle görkemli bir sömürgesiolmasından sağlayacağı yararların benim payımadüşen bölümü de bu olacak. Sıradan zenginlik başkalarınınolsun. Sorumu bağışlayın, ama gözleme fırsatmıbulduum ilk İngiliz sizsiniz . . .' Ona sıradan bir İngilizolmadığımı açıklamaya çabaladım. 'Eğer öyle olsaydım,'dedim, 'sizinle burada böyle konuşmazdım.''Söylediğiniz çok anlamlı. Büyük bir olasılıkla da yanlışbir söz' dedi gülerek. 'Güneşin altında durmaktançok, öfkelenmekten korkun. A d i e u. Siz İngilizler nasıldersiniz? Good-bye .. Tamam! Good-bye. Adieu. Tropikalülkelerde her şey sakin olmalıdır.'.. İşaret parmağını18


dikkatli ol anlamına kaldırdı .. . 'Du calme, du calme, (-}Adieu.'«Yapacağım bir şey daha kalmıştı: Sevgili teyzemleesenleşmek. Çok keyifli buldum onu. Bir fincan çayiçtim - uzun süre içebileceğim son güzel çaydı bu-,ve, güven verici bir biçimde, bir hanımefendinin oturmaorlasının olması gerektiği gibi olan odasında, şöminedeyanan ateşin başında uzun uzun, sakin sakin konuştuk.Bu konuşmamız sırasında anladığıma göre, ilerigelen kişinin karısına ve daha kimbilir kaç kişiye,olağanüstü yetenekli, kolaycabulunamayacak türden- Şirket için büyük kısmet - bir adam olarak tanıtılmıştım.Hey Tanrım! Yönetimime verecekleri de üç paralıkdüdüğüyle kırk paralık bir ırmak gemisiydi! Amaaynı zamanda seçilmişlerden biri olduğum anlaşılıyor·du - yani bir sermayem vardı. anlıyor musunuz? Ay·dınlık güçlerin elçisi, ikinci sınıf bir havari gibi bir şeyyani. O sıralarda gazeteler bu türden bir yığın palavrasaçıyorlardı, o yalancı kalabalığında yaşayan zavallıteyzem de bunlara kapılmış gitmişti. 'O bilgisiz kitleleriiğrenç alışkanlıklarından kurtarmak' üzerine o kadarçok konuştu ki, ne yalan söyleyeyim, sonunda bayağıhuzursuz oldum. Şirketin kazanç amacıyla işletildiğinisöylemeye kalkıştım.«Sevgili Charlie' dedi, 'unuttuğun bir şey var: işçi,laYJk olduğu işte çalışır.' Tuhaftır kadınların gerçeklereböylesine yabancı olmaları. Kendi dünyalarında yaşarlar- böyle bir dünya da hiçbir zaman olmamışhr,olamaz. Fazla güzel bir dünya onlarınki; gerçekten kuracakolsalar da, ilk gün batımından önce paramparçaolurdu. Biz erkeklerin, dünyanın kuruluşundan beri iç-(*) Sakin olun, sakin olun.19


içe yaşadığımız herhangi bir allahın cezası gerçek, kalkıpyıkıverirdi dünyalarını.«Bundan sonra da öpüldüm, yünler giymem söylendi,sık mektup yaz, falan - ve çıktım. Sokakta - niçinolduğunu bilmiyorum - tuhaf bir duygu geldi içime:·Bir sahtekar olduğumu düşündüm. Eskiden, başkalarınınkarşıdan karşıya geçerken bile yaptıklarından dahaaz düşünerek, yirmi dört saat içinde dünyanın herhangi bir yerine doğru yola çıkabilen ben, bu tuhafserüvenden önce - kararsızlık duydum demeyeceğim,ama bir an şaşırıp kaldım. Galiba en iyi şöyle anlatabileceğimduygumu: Bir iki saniye süreyle, sanki birkıtanın orta yerine değil de, dünyanın orta yerine gidiyormuşumgibi geldi bana.«Bir Fransız gemisiyle gittim, anladığım kadarıylada, sırf asker ve gümrükçü indirmek amacıyla, oradane kadar liman varsa hepsine uğradı. Kıyıyı seyrettim.Bir geminin bordasından kayıp giden kıyıyı seyretmekbir bulmacayı çözmeye çalışmak gibi bir şeydir. Karşındadırkıyı - gülümser, surat asar, çağırır seni, uludur,acımasızdır, sıradandır, ya da yabanıldır, hep desuskundur; sanki, Gel de öğren bakalım, diye fısıldıyormuşçasma.Bu kıyı, gördüğüm en biçimsiz kıyılardanbiriydi - sanki oluşumu henüz tamamlanmamışgibi - ve tekdüze bir çirkinliği vardı. Siyaha yakın yeşilrenkte, kenarına dalgaların köpükleri işlenmiş çokbüyük bir orman, parıltısını ince bir pusun bozduğumavi denizin üzerinde, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz,gözalabildiğine uzayıp gidiyordu. Güneş korkunçtu, kıyıbuhardan parıldıyor, terliyor gibiydi. Köpükten çerçeveniniçinde, sağda solda, grili beyazlı bir kaç noktakümelenmişti. Bazen bu nokta kümelerinin üzerlerindebir bayrak dalgalanıyordu. Bir kaç yüzyıllık yerleşmemerkezleriydi bunlar ve arkalarındaki el değmemiş20


zeminin üzerinde, hılla bir iğne ucu gibi ufaktılar. Sarsılasarsıla gidiyorduk, duruyor, asker indiriyorduk -gene gidiyor, bir teneke barakayla bir bayrak direğininiçinde yittiği, Tanrı'nın unuttuğu bir toprak parçasındanvergi almaları için gümrük memurları indiriyorduk- sonra da başka askerler indiriyorduk, gümrükmemurlarını korumaları için. Bazılarının dalgalarıniçinde boğulduklarını işittim; ama boğulsalar da,boğulmasalar da, kimsenin aldırdığı yoktu. Fırlatılıp atılıyorlardıoraya, biz de yolumuza gidiyorduk. Kıyı, sankiyerimizden kımıldamamışız gibi, her gün aynı görünümdeydi.Ama bazı yerlerden, alış veriş merkezlerindengeçtik; Büyük Bassam, Küçük Popo gibi, karanlık birdekor önünde oynanan uğursuz bir güldürüden alınmışabenzeyen adları olan yerlerdi bunlar. Yolculuktembelliği, hiç bir ortak noktam •Jlmayan bu adamlarınarasındaki yalnızlığım, yağlı, kımıltısız deniz, kıyınınbiteviye karanlığı, beni cisimlerin gerçekliğindenuzakta, hüzünlü, anlamsız bir kuruntunun yorgunluğunahapsetmiş gibiydi. Kıyıya vuran dalgaların aradasırada işitilen sesi, bir kardeşin konuşmasını duJınakgibi olumlu bir zevkti. Doğal bir şeydi, bir nedeni vardı,11edeninin de bir anlamı vardı. Arada sırada kıyıdangelen kayıklar, gerçekle kurulan gecici birer bağdı. Bu.kayıkların kürekçileri kara derili adamlardı. Gözlerlntnakının parıltısı uzaklardan seçiliyordu. Bağırıyor, ş2.rkısöylüyorlardı. Terden gövdeleri tütüyordu. Biçims).:?i,ı;iHünç maskeleri andıran suratları vardı bu adamların;ama kıyıya çarpan dalgalar kadar doğal ve gerçek kemikleri,kasları, coşkun bir canlılıkları, hareketlerindeuelirlenen yoğun bir güçleri vardı. Orada olmalarını bar,ışlatınakiçin bir özür aramıyorlardı. Çok ranaı:;latıcıbir :::eydi onlara bakmak. Bir süre, dolaysız gerçeklerledolu bir dünyada yaşadığımı sanıyordum, ama21


uzun sürmüyordu bu. Bu duyguyu kaçıracak bir şeyleroluyordu hep. Bir seferinde, kıyının açığına demirlerrJşbir savaş gemisine rastladık. Bir kulübe bile yoktugörünürlerde, ama kıyıyı topa tutuyordu. Anlaşılan,Fransızların savaşlarından biri sürüyormuş o sıralarda.Bayrağı yaş bir paçavra gibi sarkıyordu; on beşlik toplarınuzun namı ulan basık teknenin her yanından fışkırmıştı;yağlı, yapışkan dalgalar gomiyi yavaşça ka1-aırıyor, sonra ince direklerini sallandırarak indiriyor­ardı gene. Toprak, gökyüzü ve denizin oluşturdukları oboş sonsuzluğun içinde, anlaşılmaz bir biçımde, bir kııayaateş ediyordu. Pat, ediyordu on beşlik topların biri,küçük bir yalaz fırlayıp yitiyor, bir parçacık ak dumanyok oluyor, ufacık bir mermi hafif bir çığlık atıyordu- ve hiç bir şey olmuyordu. Hiç bir şey olamazdı.Tüm bu işlemin çılgınca bir yanı, tüm görünümün hüzünlübir gülünçlüğü vardı; bizim gemideki birisinin debana, büyük bir içtenlikle, görünmeyen bir yerde biryerli kampı - düşman diyordu onlara! - olduğunu söylemesi,bu duyguyu dağıtmaya yetmedi.«Mektuplarını verdik (o yapayalnız gemideki adamlardanher gün ortalama üçünün hastalıktan öldüğünüöğrendim) ve yolumuza gittik. Neşeli ölüm dansıyla tecimin,fazla ısıtılmış bir mezarı andıran durgun ve topraksıhavada birlikte yürüdükleri bir kaç gülünç adlıyere daha uğradık. Doğanın, dışarıdan gelenleri engellemekamacıyla yaptığı düşünülebilecek o tehlikeli dalgalarlaçevrili biçimsiz kıyı boyunca ilerledik. Balçıklaşmışsuları, güçsüz bir çaresizliğin sonunda bize bakarakkasılmışa benzeyen eğri büğrü Hint sakızlarınısaran, kıyıları çamur içinde çürüyen ırmaklara, yaşamıniçindE:ki ölüm nehirlerine girdik, çıktık. Belirginbir izlenim edinecek kadar uzun süre kalmadık hiç biryerde, ama içimde belirsiz, iç karartıcı bir hayranlık22


duygusu büyüdü. Karabasan tohumları arasında yorgunbr hac gezisi gibiydi bu.«Büyük ırmağın ağzına varana dek otuz gündenuzun bir süre geçti. Başkent açıklarında demir attık.Ama asıl görevim yüz mil ötede başlayacaktı. Ben deilk fırsatta, otuz mil daha ileride bir yere doğru yolaçıktım.«Küçük bir buhar gemisinde yer buldum. Kaptanİsveçliydi, benim de denizci olduğumu öğrenince kaptanköşküne çağırdı. Ayaklarını sürüyerek yürüyen, asıkyüzlü, uzun saçlı, ince, sarışın, genç bir adamdı. Küçük,zavallı iskeleden ayrılırken, başını aşağılayıcı bir biçimdekıyıya doğru salladı. 'Orada mı yaşıyordun?' diyesordu. 'Evet,' dedim. Yanlışsız bir İngilizce ve oldukçaacı dolu bir sesle, 'Bu hükümet adamları birer harika,değil mi?' dedi. 'Bazı insanlar neler yapmıyorlar, aydabir kaç frank uğruna. İç bölgelere gittiklerinde böylelerinene olduğunu merak ediyorum.' Bunu yakında görmekamacında olduğumu söyledim. 'Yaa ! " dedi. Ayaklarınısürüyerek yana doğru gitti, dikkatle ileriye b!lkmayabaşladı. 'Pek emin olma öyle,' dedi. 'Geçen günbir adam götürüyordum oralara, daha yolda kendini astı.O da İsveçliydi.' 'Kendini astı, ha! Peki ama, niçin?'diye bağırdım. İleriyi gözlüyordu gene. 'Kim bilir? Güneşfazla geldi belki, ya da ülke.'«Sonunda bir açıklığa geldik. Kayalık bir uçurumgöründü, kıyıda altüst toprak yığınları, bir tepenin üzerindeevler, damları demirden başka evler - hepsi dekazı döküntülerinin arasında, ya da uçurumun kenarınakondurulmuş duruyorlardı. İçinde insanların yaşadığıbu yıkıntı görünümünün üzerinde de, yukarılardakiçağlayanın sürekli uğultusu geziniyordu. Çoğu karaderili ve çıplak bir sürü insan karınca gibi kaynaşıyorlardı.Irmağa bir mendirek uzanıyordu. Güneş, birden23


artıveren parlaklığıyla, zaman zaman her şeyi körelticibir ışığa boğuyordu. 'İşte senin şirketin şubesi,' dediİsveçli, kayalık tepedeki barakaya benzer tahtadan yap:ı.larıparmağıyla göstererek. 'Eşyalarını gönderirim.Dört kasa demiştin, değil mi? Haydi bakalım. Elveda.'«Çimenlerin üzerine yayılmış yatan bir buhar kazanıgördüm, sonra tepeye doğru çıkan bir patika buldum.Yol kıvrılarak hem kayaların, hem de tekerleklerihavada, sııtüstü devrilmiş küçük bir demiryolu vagonununçevresinden dolanıyordu. Vagonun tekerleklerindenbiri yoktu. Ölü bir görünümü vardı, bir hayvanleşine benziyordu. Çürüyen başka makine parçaları, paslanmışbir yığın ray gördüm. Sol yanda, bir ağaç kümesiningölgesinde, karanlık bir şeyler güçsüzce kımıldanıyorgibiydi. Gözlerimi kırptım, patika çok dikti. Sağyanda bir düdük öttü, zencjlerin kaçıştıklarını gördüm.Ağır, tok bir patlama yeri sarstı, uçurumdan bir dumanyığını yükseldi, o kadar. Kayalığın yüzünde hiç birdeğişiklik yoktu. Demiryolu yapıyorlardı. Uçurum yolüstünde falan değildi, ama bu amaçsız patlamalardanbaşka yapılan iş yoktu.«Arkamda hafif bir şıngırtı işitip başımı çevirdim.Altı zenci tek sıra olmuş, patikayı tırmanıyorlardı. Yürüyüşleridik ve ağırdı, başlarının üstünde dengede duransepetlerle toprak taşıyorlar, adımlarını şıngırtıyauyduruyorlardı. Apışaralarına sardıkları kara paçavralarınküçük uçları arkalarından kuyruk gibi sallanıyordu.Tüm kaburgalarını görebiliyordum. Kollarıyla bacaklarınıneklem yerleri bir ipe atılmış düğümler gibiydiler.Her birinin boynunda demirden bir tasma vardıve aralarında sallanıp şıngırdayan bir zincirle birbirlerinebağlıydılar. Uçurumdan gelen bir patlama sesi daha,bana birden o kıtaya ateş eden savaş gemisini anımsattı.Aynı korkutucu gürültüydü, ama kişi ne kadar24


düşünürse düşünsün, bu adamlara düşman demek olanaKsızdı.Bunlara hükümlü deniyordu ve onuruna dokunulmuşyasalar, patlayan mermiler gibi, çözülmesigüç bir gizemle bu adamların üstüne düşüyorlardı. Sıskagöğüsleri birlikte soluyor, sonuna dek açılmış burundelikleri titriyor, taşlaşmış gözleri yokuşa bakıyordu.Mutsuz, yabanıl insanların o tam, ölümsü ilgisizliğiyle,bana bakmadan bile, yirmi santim yanımdan geçtiler.Bu ham maddenin arkasından da kurtarılmışlardan,yeni güçlerin ürünlerinden biri, ortasından tuttuğutüfeğiyle, umutsuzca yürüyordu. Üstünde bir düğmesikopmuş bir üniforma ceketi vardı. Patikada birbeyaz adam olduğunu görünce, tüfeğini çevik bir hareketleomuzuna kaldırdı. Sıradan bir önlemdi bu;uzaktan tüm beyazlar birbirlerine benzedikleri için, benimkim olduğumu bilemiyordu. Ama hemen emin oldukimliğimden, geniş, bembeyaz, bıçkın bir gülümseyişleve emanetlerine bir göz atarak beni de yüce güvenineortak etti. Ne de olsa, ben de bu ulu davanın büyük,adil işlemlerinin bir parçasıydım.«Yukarı çıkacağıma, dönüp sol yandan inmeye başladım.Amacım, yokuşu tırmanmadan prangalılarıngözden yitmelerini beklemekti. Fazla yufka yürekli değilimdir,bilirsiniz - ben de vurmak, kendimi korumakzorunda kalmışımdır. İçine düşmüş olduğum yaşamıngereği, sonucunu düşünmeksizin direnmek, bazen desaldırmak zorunda kald1m - saldırmak da direnmeninyollarından yalnız biridir. Şiddet iblisini gördüm. tutkuiblisini gördüm, yanan şehvet iblisini gördüm; ama bunlar- allah kahretsin! - güçlü, canlı, gözü kanlı, insanlarısarsıp sürüyen iblislerdi - insanları! O tepeninyamacında dururken, o ülkenin kör edici güneşinin altında,yağlı, yalancı, kaçamak bakışlı, çılgın, aç gözlü,acımasız bir iblisle karşılaşacağımı sezdim birden.25


Ne ölçüde sinsi olabZeceğini de ancak bir kaç ay sonra,bin mil ötede anlayacaktım. Bir an, sanki biri beni!tyarmış gibi, dehşet içinde kaldım. Sonunda, yanlamaswainerek yokuşun dibinde gördüğüm ağaç kümesinedoğru ilerledim.«Yamaçta, ne işe yaradığını bir türlü anlayamadığım,insan yapısı, çok büyük bir çukurun çevresindendolaştım. Ne taş ocağıydı, ne de kum ocağı. Basbayağ·ıbir çukurdu. Hükümlülere yapacak bir iş bulmak gibi,insancıl bir duygunun ürünü olabilirdi. Bilmiyorum.Sonra da, tepenin yamacından bir bıçak izi gibi inendaracık bir dere yatağına düşeyazdım. Bu yarığa, kasabaiçin getirtilmiş bir çok lağım borusunun yuvarlanmışolduğunu gördüm. Sağlam olanı yoktu içlerinde.Gereksiz bir biçimde parçalanmışlardı. Sonunda vardımağaçların altına. Amaçım bir kaç dakika gölgededolaşmaktı; ama gölgeye adımımı atar atmaz bir cehenneıninkaranlık çemberine girdiğimi sandım. Çağlayanyakındaydı ve kesintisiz, biteviye, uğultulu, akıcıbir gürültü, tek bir soluğun işitilmediği, tek bir yaprağınkımıldamadığı korunun hüzünlü durgunluğunugizemli bir sesle dolduruyordu - yörüngesine fırlatılmışdünyanın korkunç hızı birden işitilir olmuştu sanki.«Acının, teslim olmanm, umutsuzluğun tüm biçimlerinegirmiş, loş ışıkta güçlükle seçilen kara insanlarağaçların arasına çömelmiş, uzanmış, oturuyorlar, ağaçgövdelerine yaslanıyor, toprağa tutunuyorlardı. Uçurumdabir patlama daha oldu, ayaklarımın altındakitoprak titredi gene. Çalışma sürüyordu. Çalışma! Veişçilerden bazılarının ölmek üzere çekildikleri yer burasıydı.«Yavaş yavaş ölmekteydiler - apaçıktı bu. Düşmandeğildiler, hükümlü değildiler, dünyayla ilgili hiçbir şey değildiler artık - yeşilimsi karanlığın içinde26


karmakarışık uzanmış, hastalığın ve açlığın kara gölgelerindenbaşka bir şey değildiler. Kıyının en uzakyerlerinden sözleşmelerin yasallığıyla getirilmişler, uyamadıklarıbu çevrede yitmişler, alışık olmadıkları yiyeceklerlebeslenmişlerdi; hastalanmışlar, etkinlikleriniyitirdikten sonra da sürünerek gitmelerine, dinlenmelerineizin verilmişti. Can çekişen bu yaratıklar hava kadarözgürdüler - bir o kadar da ince. Ağaçların altında,gözlerinin parıltılarını seçmeye başladım. Sonra aşağıbaktığımda, elimin yanında bir yüz gördüm. Karabir kemik yığım boylu boyunca uzanmış, bir omuzunuağaca dayamıştı. Gözkapakları ağır ağır kalktı veçökük gözler bana baktı: Kocaman, boş, diplerinde yavaşçasönen kö.r, beyaz bir parıltı olan gözler. Adamgenç duruyordu - bir çocuk gibi, neredeyse - ama bilirsiniz,güçtür zencileri ayırt etmek. Ona cebimde durr.n.İsveçli dostumun gemisinden kalma bisküvilerdenbirini sunmaktan başka yapacak şey bulamadım. Parmaklarbisküvinin üzerine kapanıp kavradı - başkacabir kıpırtı, bir bakış yoktu. Boynuna bir parça beyazyünlü kumaş bağlamıştı- niçin? Nerede bulmuştu? Birarma mıydı - süs mü - muska mı - kendini avutmakiçin mi bağlamıştı onu? Belli bir amacı var mıydı?Denizaşırı yerlerden gelme bu kumaş çok çarpıcı du·ruyordu kara boynunda.«Aynı ağacın yakınında dar açılardan oluşan ikikemik yığını daha vardı. Biri çenesini dizlerine dayamış,dayanılmaz, dehşet verici bir biçimde boşluğa bakıyordu;hayalet yandaşı da büyük bir yorgunluk içindeymişcesinealnını dizlerine dayamıştı. Çevremde, heryerde, daha başkaları, akla gelebilecek her biçimde yamulupçökmüşler, bir insan kıyımı, ya da bir hastalıksalgını resmindeki kişilere benziyorlardı. Dehşet içindedonup kaldığım sırada, bu yaratıklardan biri elleriyle27


dizlerinin üzerinde doğruldu ve su içmek için emekleyerekırmağa gitti. Suyu avucuyla ağzına götürdü, sonragüneşin altında oturup bacaklarını önünde birleştirdi,bir süre sonra da kıvırcık kafası göğsüne düştü.«Gölgede durmak istemiyordum artık, hızla şubeyedoğru yürüdüm. Kapıya yaklaştığımda bir beyazlakarşılaştım - düş gördüğümü sandım bir ara, öylesineiyi giyimliydi. Dik, kolalı bir yaka, beyaz kolluklar, hafifbir alpaka ceket, kar gibi bir pantolon, açık renkbir l::o\1unbağı, cilalı çizmeler. Şapka yok. Büyük beyazelinin tuttuğu yeşil astarlı şemsiyenin altında ayrılmış,fırçalanmış, briyantinlenmiş saçlar. Akıl almaz biradamdı, kulağının arkasında da bir kalem vardı.«Bu harikanın elini sıktım ve şirketin muhasebemüdürü olduğunu, tüm hesap işlerinin bu şubede yapıldığınıöğrendim. 'Bir parça, temiz hava almak için' azıcıkdışarı çıktığını söyledi. Masa başında geçen durağanbir yaşamı çağrıştıran bu cümleciğin tuhaflığı hoşumagitti. Bu adamdan hiç söz etmeyecektim size, amao dönemle ilgili anılarıma ayrılmaz bir biçimde bağlıolan kişinin adını ilk onun ağzından işittim. üstelikde saygı duyuyordum bu adama. Evet, yakasına, gömleğiningeniş kolluklarına, fırçalanmış saçlarına saygıduyuyordum. Doğru, görünüşü bir berber mankenini andırıyordu,ama ülkenin o büyük ruhsal çöküntüsü içinde,hiç değilse dış görünüşünü koruyabilmişti. Yürekister bu. Kolalı yakasıyla gömleğinin süslü önü, kişiliğininbirer başarısıydı. üç yıla yakın bir süredir ora··daydı. Sonunda dayanamayıp, giysilerini nasıl böyle kusursuztutabildiğini sordum. Yüzü azıcık kızardı, alçakgönüllülükle, 'Şube yakınlarında dolaşan yerli kadınlardanbirine öğrettim' dedi. 'Kolay olmadı. Hoşlanmıyordubu işten.' Demek bu adam gerçekten bir şey başarmıştı.İnci gibi düzgün tuttuğu hesap defterlerine de28


üyük bir bağlılığı vardı.e


'ta dibinde. Bütün öbürlerinin bir arada gönderdiklerifildişini o tek başına gönderir_.' Yeniden yazmayabaşladı. Hasta adam inleyemeyecek kadar kötü durumdaydı.Sinekler büyük bir huzur içinde vızıldıyorlardı.«Birden, gittikçe çoğalan bir ses kalabalığı, gürültülüayak sesleri işitildi. Bir kervan gelmişti. Kaba, anlaşılmazbir ses cümbüşü duyuldu kalasların öbür yanından.Tüm hamallar bir ağızdan konuşuyorlardı veşamatanın arasından, baş temsilcinin acınacak, ağlamaklısesi, o gün yirminci kez 'bıktığını' söyledi. .. Muhasebeci,ağır ağır yerinden kalktı. 'Ne korkunç gürültü,'dedi. Usulca odanın öbür ucuna gidip hasta adamabaktı, sonra dönüp, 'Duymuyor,' dedi. 'Ne! Ölmüşmü?' dedim şaşırarak. Büyük bir rahatlıkla, 'Hayır, henüzdeğil' dedi. Sonra başını şubenin avlusundaki curcunayadoğru sallayarak, '-İnsanın doğru kayıtlar yapmasıgerekiyorsa, ister istemez bu vahşilerden nefretediyor - ölesiye nefret ecli.vor.' dedi. Bir an düşüncelidurdu. 'Bay Kurtz'u gördüğünüz zaman,' dedi, 'ona, benimadıma, burada her şeyin' - masasına baktı - 'çokiyi olduğunu söyleyin. Ona mektup yazmak istemiyorum.Merkez şubedeki o habercilerle, insanın mektubununkimin eline geçeceği belli olmaz.' Yumuşak, patlakgözleriyle bir an bana baktı. 'Geleceği çok, çok parlak,'diye söze başladı gene. 'Kısa bir süre sonra, yönetimdesözü geçen biri olacak. Yukarıdakiler -Avrupa'­daki yönetim kurulu, yani - öyle karar verdiler.'«İşine döndü. Dışarıda gürültü kesilmişti. Kısa bir·fü e sonra dışarı çıkarken, kapıda durdum. Sineklerinsürekli vızıltısı altında, artık evinin yolunu tutmuş olanteırn:iici, ateşler içinde kendinden geçmişti; öbürü deftelerininüzerine eğilmiş, çok doğru alışverişlerin çokdoğru kayıtlarını yapıyordu; ve kapı eşiğinin yirmi metrealtındaki ölüm korusunu oluşturan ağaçların tepe-30


!erini görebiliyordum.«Ertesi gün o şubeden ayrılıp altmış kişilik bir kervanlaiki yüz millik bir yürüyüşe çıktım.«Burasını fazla uzatmama gerek yok. Her yerde patikalar,patikalar; boş toprağın üzerinde bir ağ gibi yayılan,ayak basıla basıla oluşmuş, uzun otlar arasından,yanık otlar arasından, çalılıklar arasından geçen, buzgibi dere yataklarına inip çıkan, sıcaktan kavrulan tepeyamaçlarına çıkıp inen patikalar; ve bir yalnızlık,bir yalnızlık -kimse yok, bir kulübe bile. Halk çoktançekip gitmişti. Eh, Deal'le Gravesend arasındakiyolda birdenbire korkunç silahları olan, ne idüğü belirsizzenciler dolaşmaya başlayıp, sağda solda yakaladıklarısaf İngiliz köylülerine yük taşıtmaya başlasalardı,o yörenin tüm çiftlikleri de çabucak boşalırlardı,herhalde. Ama burada evler de yok olmuştu. Genede, boşaltılmış bir kaç köyden geçtik. Ottan duvarlarınoluşturdukları yıkıntıların dokunaklı çocukça biryanları oluyor. Günler boyunca, arkamda altmış çiftayağın sesi, sürümesi, her çiftin üstünde de otuz kiloyük. Çadır kur, yemek pişir, uyu, çadır topla, yürü. Aradasırada, sırtında koşum takımıyla ölü bir hamal, patikanınkenarındaki uzun çimenlere yatmış, yanındaboş bir su kabı ve uzun asası. Çevresinde, üstünde, büyükbir sessizlik. Bazen, sessiz bir gecede, uzaktan gelendavul titreşimleri; batan, kabaran, geniş, uzak birtitreşim; tuhaf, çekici, anlamlı ve yabanıl bir ses - anlamıbelki de bir Hıristiyan ülkesindeki çan sesleri kadarderin. Bir seferinde de üniformasının önü açık birbeyaz, yol kenarında silahlı Zanzibarlılardan oluşan maiyetiylekamp kurmuş; konuksever, neşeli - yani sarhoş.Yolun düzeltilmesiyle uğraşıyormuş, öyle dedi. Neyol, ne de düzeltme gördüm; tabii, üç mil sonra ayağımıntakıldığı, alnının ortasında bir kurşun deliği bu-31


lunan orta yaşlı zenci ölüsü bir düzeltme sayılmazsa.Bir beyaz yol arkadaşım da vardı, kötü adam değildi,ama çok şişmandı ve sıcak tepe yamaçlarında, en yakıngölgeden ve sudan kilometrelerce uzakta, düşüp bayılmakgibi can sıkıcı bir alışkanlığı vardı. İnsanm ceketiniayılmaya çalışan bir adamın üzerinde tente gibitutması bayağı bezdirici bir iş, biliyor musunuz? Bir seferindedayanamayıp, buralara niçin geldiğini sordum.Aşağılayıcı bir tavırla, 'Para kazanmak için tabii. Nesandın?' dedi. Sonra hastalandı ve onu uzun bir sırıktansarkıttığımız bir hamağın içinde taş1mak zorundakaldık. Yüz on kilo geliyordu, o yüzden hamallarla çokkavga ettim. Karşı koyuyorlar, kaçıyorlar, geceleri yükleriylesıvışıyorlardı - bayağı bir ayaklanmaydı bu.Bunun üzerine bir gece İngilizce bir söylev çektim. bolcayaptığ1m el hareketlerini de o altmış Gift gözün hiçbiri kaçırmadı; ertesi sabah da hamak önde. yola çıktık.Bir saat sonra bütün tak1mı çalıhklar arasmda. darmadağınbuldum - adamıyla, hamağıyla. inlemeleriyle.örtüleriyle. dehşetiyle. Aihr sırık zavallı buruncuğununderisini yüzmtiRtü. Birisini öldürmem iGjn sabırsız-1 r:mvordu. ama görünürde bir tek hamal yoktu Yaşlıdcktoru smmsadım - 'Bireylerin ruhsal deği&ikliklerini:verinde inceleyebilmek bilimsel açıdan GOk ilginçolurdu.' Bilimsel açıdan ilginç olmaya basladıP-ımı seziyordum.On beşinci gün büyük 1rmak göründü geneve sendeleyerek Merkez Şubeye girdim. Çalılık ve ormanlarlaçevrili ırmağm akıntısız bir girintisi üzerinekuruluydu. Smırının bir yanını pis kokulu bir çamuryığını, öbür üç yanını da sazlardan delice bir çit oluşturuyordu.Kapı diye, unutulmuş bir açıkllktan başkabir şey yoktu ve burada o yağlı iblisin sözünün geçtiğiilk bakışta anlaşılıyordu. Ellerinde uzun bastonlar taşıyanbeyaz adamlar yapıların arasından çıktılar, gezi-32


nerek gelip bana baktılar, sonra gene bir yerlere çekildiler.Bunlardan biri, kara bıyıklı, şişman, heyecanlı biradam, kim olduğumu işitir işitmez ağız kalabalığı ederek,konuyu dağıtarak, gemimin ırmağın dibinde olduğunubildirdi. Yıldırım çarpmışa döndüm. Ne, nasıl,niçin? Yok, 'Tamam'dı. 'Müdür kendisi' oradaydı. Herşey tamamdı. 'Herkes çok iyi davrandı! Çok iyi !' -'ıv.ı:utlaka,'dedi büyük bir heyecanla, 'Müdürü görmelisiniz.Bekliyor!'«0 kazanın anlamını hemen kavrayamadım. Şimdikavradığımı sanıyorum, ama emin değilim - hiç değilim.Şimdi düşündüğümde, o olayın gerçekten doğalolamayacak kadar aptalca bir şey olduğunu farkediyorum.Gene de ... Ama o sırada allahın cezası bir dertolmaktan öteye gitmiyordu. Gemi batmıştı. Müdür dearalarına katılmış, iki gün önce, birdenbire, aceleyle,gönüllü bir kaptan almışlar, ırmaktan yukarı yola koyulmuşlar,üç sat sonra da teknenin altını kayalarınüzerinde parçalayıp güney kıyıya yakın bir yerde batırmışlardı.Gemim olmadığına göre burada ne yapacaktım?Tekneyi ırmaktan çıkarmak önemli bir işdi aslında.Hemen ertesi gün başlamam gerekiyordu. O, birde teknenin artıkları merkeze getirildikten sonra yapılanonarım, bir kaç ay sürdü.«Müdürle ilk karşılaşmam çok tuhaf oldu. O sabahkiyirmi millik yürüyüşümden sonra, oturmamı söylemedi.Teni, yüzü, davranışları ve sesiyle, sıradan biradamdı. Orta boyluydu ve olağan bir yapısı vardı. Sıradanbir mavi renkteki gözleri şaşırtıcı biçimde soğuktularve bakışlarını kişinin üstüne balta gibi ağırve keskin bir biçimde indirmesini çok iyi biliyordu. Amaöyle zamanlarda bile, kişiliğinin öbür yanlan amacınıyalanlar gibiydi. Bunun dışında yalnızca dudaklarınıntanımlamnası güç, hafif bir duruşu vardı, sinsi bir şey33


-bir gülümseY.iş - bir gülümseyiş değil - anımsıyorum,ama anlatamıyorum. Bilerek yaptığı bir şey değildibu gülümseme, ama gene de, bir şey söylediktensonra, bir an için yoğunlaşıveriyordu. Konuşmalarınınsonunda gelip, söylediği en yalın cümleye en gizli anlamlarıveren bir mühür gibiydi. Gençliğinden beri buralardaçalışan sıradan bir tecimendi - o kadar. Sözüdinleniyordu, ama ne sevgi, ne korku ne de saygı uyandırıyordu.Huzursuzluk uyandırıyordu. Tamam, oydu!Huzursuzluk. Kesin bir güvensizlik de değil, yalnız huzursuzluk- o kadar. Böyle bir ... bir yeteneğin nasıletkili olduğunu bilemezsiniz. Örgütleme, karar alma,hatta düzenleme yeteneği bile yoktu. Merkezin acınacak durumu kanıtlıyordu bunu. Hiç bir eğitimi, hiç birzekası yoktu. Bu aşamaya nasıl gelmişti, peki? Belki hiçhastalanmadığı için ... Üçer yıllık üç dönem kalmıştıorada... Gövdelerin genellikle çöktükleri bir yerde sağlıklıolmak kendi kendine bir güçtür, çünkü. Evine izinligittiğinde büyük çılgınlıklar yapıyordu - ama tantanaylayapıyordu bunu da. Davranışları, limana inmişbir denizcinin davranışları gibiydi, ama bir farkla: Sıradankonuşmalarından kazanıyordu, ne kazanıyorsa.Yeni hiç bir şey yaratmamıştı, alışılmış işleri sürdürüyorduyalnızca. Ama çok büyük bir adamdı. Onu büyükyapan da küçücük bir şeydi: Böyle bir adamı içindenyöneten şeyin ne olduğunu anlamak olanaksızdı.Bu gizi de hiç bir zaman açıklamıyordu. Belki içi boşbir adamdı - bu düşünce bir an için durduruyordu insanı,çünkü kişinin dışını yoklayan yoktu orada. Birseferinde, çeşitli tropikal hastalıklar merkezdeki hemenhemen tüm 'temsilciler'i yatağa düşürdüğünde, 'Burayagelecek adamların barsağı olmamalı' dediği duyuldu. Busözü, kendi malı olan bir karanlığa açılan bir kapıymışgibi, o gülümseyişiyle mühürledi. Olmayacak şeyler gör-!34


düğünüzü sanıyordunuz - ama mühür basılmıştı. Yemeksatlerinde beyazların, kimin başa daha yakın oturacağıkonusundaki kavgalarından bıkınca, çok büyükyuvarlak bir masa yaptırttı - masa için de özel birev yapılması gerekti. Merkezin yemekhanesi oldu bu.Onun oturduğu yer, bir numaralı yerdi -öbürleri hiçbir yerde değildiler. Sarsılmaz inancının bu olduğunuseziyordu insan. Ne kibar, ne de kabaydı. Sessizdi. Gözlerininönünde, uşağının - deniz kıyısından gelme şişman,genç bir zenci - beyaz adamlara kışkırtıcı birterbiyesizlikle davranmasına izin veriyordu.«Beni görür görmez konuşmaya başladı. Gelmemçok uzun sürmüştü. Bekleyememişti. Bensiz yola çıkmakzorunda kalmıştı. Irmağın yultarısındaki şubelereyardım edilmesi gerekiyordu. Öylesine gecikilınişti ki,oralarda kimin yaşadığını, kimin öldüğünü, nasıl yaşadıklarınıbile bilemiyordu - falan filan. Açıklamalarımahiç kulak asmadı ve elindeki balmumundan çubuklaoynayarak durumun 'Çok ciddi, çok ciddi' olduğunu yineledi.Çok önemli bir şubenin tehlikede olduğu, müdürüBay Kurtz'un hasta olduğu söylentileri dolaşıyordu.Bunun doğru olmadığını umuyordu. Bay Kurtz . ..Yorgun ve sinirliydim. Kurtz'un canı cehenneme. diyedüşündüm. Sözünü kesip, kıyıdayken Bay Kurtz'dankonuşulduğunu işittiğimi söyledim. 'Ya ! Demek ondankonuşuluyor orada' diye mırıldandı kendi kendine. Sonrayeniden söze başlayıp Kurtz'un elindeki en iyi temsilciolduğunu, şirket için çok önemli, olağanüstü bir· rl!'\m old uğunu anlattı; dolayısıyla endişesini anlayabilirdim.'Çok huzursuz' olduğunu söyledi. İskemlesininüstünde kıpırdadı durdu, 'Ah, Bay Kurtz!' dedi, elindekibalınumu çubuğu kırıp bu kazaya çok şaşırdı. Bundansonra öğrenmek istediği de, 'Acaba ne kadar sürer.. . ' Sözünü kestim gene. Acıkımştım, anlıyor ınusu-


nuz, ayakta da tutuyordu beni, çok öfkelenmeye başlamıştım.'Ne bileyim?' dedim. 'Batığı henüz görmedimbile - herhalde bir kaç ay sürer.' Bu konuşmalar çokanlamsız geliyordu bana. 'Bir kaç ay,' dedi. 'Diyelim,yola çıkmadan önce üç ay geçsin. Evet. İşimizi görür.'Kendimi kulübesinden (önünde balkon gibi bir çıkıntısıolan kerpiç bir kulübede tek başına yaşıyordu) dışarıatarken, hakkındaki düşüncelerimi mırıldanıyordum.Geveze salağın biriydi. Sonradan, 'işimizi görmesi' içingerekli zamanı nasıl bir incelikle hesapladığını kavrayınca,bu sözlerimi geri aldım.«Ertesi gün, merkeze sırtımı çevirip işe koyuldum.Yaşamın kurtarıcı yanlarını ancak böyle denetim al­Gında tutabileceğimi düşünüyordum. Gene de, kişininarada sırada çevresine bakması gerekiyor. o zaman dabu merkez şubesini, bal}çesinde amaçsızca dolaşanadamları görüyordum. Bazen bunun anlamını soruyordumkendi kendime. Ellerinde o saçma, uzun bastonlarıyla,çürüyen bir çitin arkasına hapsedilmiş, büyülenmiş,inançsız bir sürü hacıyı andırıyorlardı. 'Fildişi'sözcüğü havada çınlıyor, fısıldanıyor, iç çekilerek söyleniyordu.Fildişine tapındıklarını sanırdınız. Bir cesettençıkan koku gibi. sersemce bir yabanlık esiyorduhepsinin üzerinden. Hey Tanrım ! Ömrümde böyle erçekdışı bir şey görmedim. Dışarıda da, yeryüzündekibu küçük açıklığı çevreleyen yaban dünyı:ının acımasızlık,ya da gerçek gibi büyük, yenilmez bir şey olduğunu,bu akıl almaz işgalin bitmesini sabırla beklediğinidüşünüyordum.((Ah, o geçen aylar! Neyse, boş verin. Çeltli olaylaroldu. Bir akşam, patiska, basma, incik, boncuk, bilmemnedolu ottan bir kulübe öyle birden bire tutuşuverdiki, yer yarılıp ikinci bir ateşe boğdu sanırdınız odöküntüleri. Ben, parçalanmış teknemin yanında dur-36


muş.sessizce pipomu içiyordum. Yangının ışığında, kollarıhavada koşuşanları izlerken, şişman, bıyıklı adamelinde teneke bir kovayla koşarak ırmağa geldi, banaherkesin 'Çok iyi, çok iyi' davrandığını söyledi, bir litrekadar su alıp koşarak geri döndü. Kovasının dibinin delikolduğunu farkettim.«Ağır ağır yukarıya doğru yürüdüm. Aceleye gerekyoktu. Kulübe bir kibrit kutusu gibi parlayıvennişti.Yalazlar yükselmiş, herkesi püskürtmüş, her yeri aydınlatmış,sonra dinivermişti. Kulübe, hızlı hızlı parlayanbir kor yığınına dönüşmüştür şimdiden . Yakındabir yerlerde bir zenciyi dövüyorlardı. Nasıl yapmışsa,yangını onun çıkardığını söylüyorlardı. Olabilir, amakorkunç çığlıklar atıyordu. Sonradan onu günlerce gördüm,bir gölgelikte bitkin oturuyor, kendini toparlamayaçalışıyordu; sonra kalkıp gitti - ve orman onusessizce bağrına bastı gene. Karanlıktan yangının ışığınayaklaşırken, konuşan iki adamın arkasında buldumltendimi. Kurtz'un adının anıldığını farkettim, sonra'Bu talihsiz olaydan faydalanma' sözcüklerini işittim.Adamlardan biri müdürdü. Ona iyi akşamlar diledim.'Hiç böyle şey gördün mü - ha? İnanılmaz'dedi ve uzaklaştı. Öbür adam kaldı. Birinci Sınıf temsilcilerdendi,genç, kibar, biraz içe dönük, çatal gibi küçükbir sakalı olan, kanca burunlu bir adamdı. Öbürtemsilcilere biraz kasılıyor, onlar da onun müdürün casusuolduğunu söylüyorlardı. Bense onunla hemen hiçkonuşmamıştım şimdiye dek. Sohbete daldık, bir süresonra da çatırdayan kulübeden uzaklaştık. Beni, şubeninana yapısındaki odasına çağırdı. Bir kibrit çaktıve bu genç soylunun, gümüş kakmalı bir tuvalet kutusundanbaşka, kendi malı bir de mumu olduğunugördüm. O sıralarda, müdürden başka kimsenin mumsahibi olmaya hakkı yoktu. Yerli kilimlerle kaplı ker-


piç duvarlara mızraklar, kalkanlar, saldırmalar asılıydı.Bu arkadaşa verilen görev, tuğla yapımıydı- öyle demişlerdi bana - ama tüm merkezdetek bir tuğla parçası yoktu. Oysa o, bir yıldır bur.ııdaydı- bekliyordu. Meğer belli bir gereç olmadan ·­ne olduğunu bilmiyorum, belki samandı - tuğla yapamıyormuş.Her neyse, burada bulunmuyormuş o gereç,Avrupa'dan geleceği de yokmuş - ne beklediğini bende iyice anlayamadım. Bu gereci Tanrı'nın onun içinözel olarak yaratmasını bekliyordu belki de. Ama hepsi-hacıların on altısı, yirmisi birden - birşey bekliyorlardı.Ne yalan söyleyeyim, davranışlarına bakılırsa, pekde kötü bir iş değildi bu ama, gördüğüm kadarıyla, hastalıktanbaşka bir şeyin de geldiği yoktu. Saçma bir biçimdebirbirlerini çekiştirip dolaplar çevirerek vakit geçirmeyeçalışıyorlardı. O ınerkezde bir fesat havası vardı,ama hiç bir şey çıkmadı bundan, tabii. Her şey gibio da gerçek dışıydı: Yaptıklarının insan sevgisiyle sözdebağlantısı, konuşmaları, iş yaparmış gibi görünmeleri... Tek gerçek duyguları, yüzde alabilmeleri için gerçektenfildişi bulunan bir yere gönderilme istekleriydi.Aralarındaki dolapların, saldırıların, kinin tek nedenibuydu - ama küçük parmaklarını kaldırıp bir iş yapmayagelince: Asla ! Hey Tanrım ! Bu dünyada kimi adamınat çalmasına izin verilip kimisinin bir yulara bakmasınınbile yasaklanması bir bakıma doğru bir iş. Atıçaldı. Peki. Oldu bitti. Belki binmesini biliyordur. Amabir yulara öyle bir bakış biçimi vardır ki, ermişlerinen yufka yüreklisini bile adamı tekmelemeye kışkırtır.«Benimle niçin dostluk kurmak istediğini bilmiyordum,ama orada oturup çene çalarken, adamın biryere varmak istediğini anladım birden - ağzımı arıyorduaslında. Durmadan sözü Avrupa'ya, orada tanıdığımısandığı insanlara getiriyor, o mezarsı kentteki38


tanıdıklarımla ilgili konular açtırmaya uğraşıyordu, falan.Aşağılayıcı tavrını biraz olsun korumaya çallşıyordugene, ama küçük gözleri birer mika parçası gibiparlıyordu. Önce epey şaşırdım, ama sonradan da bendenne öğrenmek istediğini çok merak etmeye başladım.Zamanım böyle harcamasına değecek hangi bilgiyesahip olduğumu bir türlü düşünemiyordum. Kendikendini şaşırtmasını görmek çok hoştu, çünkü aslındagövdem yalnız hastalık titremeleriyle doluydu, kafamıniçinde de o allahın cezası gemi işinden başka hiçbir şey yoktu. Çok utanmaz bir yalancı olduğumu düşündüğüapaçıktı. Sonunda çok öfkelendi, gösterebileceğibüyük kızgınlık belirtilerini gizlemek için de esnedi.Kalktım. O sırada, bir pano üzerine yapılmış, çarşaflı,gözleri bağlı, elinde bir meşale taşıyan bir kadınıgösteren küçük bir yağlı boya resim gözüme ilişti. Resminzemini koyu, neredeyse karaydı. Kadının duruşugörkemli, meşale ışığının yüzünde yarattığı etki ürkütücüydü.«İlgimi çekti, durup baktım; o da kibarca bir kenardadikiliyor, elinde içine mum sıkıştırılmış, boş, çeyreklitrelik bir şampanya şişesi tutuyordu (ilaç niyetineiçilmiş olmalıydı) . Soruma karşılık, resmi Bay Kurtz'unbir yılı aşkın bir süre önce, kendi şubesine gitmeyi beklerkenbu merkezde yaptığını söyledi. 'Söyleyin bana, neolursunuz,' dedim, 'kimdir bu Bay Kurtz?'«'İç Şubenin müdürü,' dedi,kısa kesip. Gülerek,'Çok teşekkür ederim,' dedim. 'Siz de Merkez Şubenintuğlacısınız. Bilmeyen yok.' Bir süre konuşmadı. 'Bir dahidir,'eledi sonunda. 'Acımanın, bilimin, gelişmenin, dahada kimbilir nelerin elçisidir.' 'Biz,' diye söylev çekmeyebaşladı birden, 'Avrupa'nın emaneti olan davadayol göstermesi için daha üstün bir zeka, daha büyükbir anlayış, ve amacımızda birİik istiyoruz.' 'Kim söy-39


lüyor bunları?' diye sordum. 'Bir çoğu,' dedi. 'Kimisi bunuyazıyor bile. Sonunda da o geliyor buraya - apayrıbir yaratık, bildiğiniz gibi.' 'Nereden bileyim?' diye sözünükestim, şaşırarak. Aldırmadı. 'Evet. Bugün en iyişubenin müdürü, önümüzdeki yıl müdür yardımcısı olacak,iki yıl sonra da ... ama iki yıl sonra ne olacağınıbiliyorsunuzdur. Yeni gelen takımdansınız siz - erdemlilertakımından. Onu özel olarak gönderen kişiler, sizide salık veren kişilerdir. Yok, Hayır demeyin. Ben gördüğümeinanırım.' Birden anladım. Sevgili teyzeminetkin tanıdıkları, bu delikanlıyı bir tuhaf yapıyorlardı.Neredeyse bir kahkaha atacaktım. 'Şirketin gizli mektuplarınımı okuyorsunuz?' dedim. Hiç bir şey diyemedi.Çok eğleniyordum. 'Bay Kurtz müdür olunca, bu fırsatıbulamayacaksınız' dedim.«Birden mumu üfleyerek söndürdü, dışarı çıktık.Ay doğmuştu. Kara biçimler isteksizce geziniyor, çatırdayankorların üstüne su döküyorlardı. Buhar göğeyükseliyor, dayak yiyen zenci bir yerlerde inliyordu. Yorulmakbilmeyen bıyıklı adam yanımızda belirdi. 'Herifamma da gürültü ediyor,' dedi. 'İyi oldu. Suç - ce­Zfl. --pat ! Acımasız olunacak, acımasız. Tek yol bu. İleridekitüm yangınları da önleyecektir bu. Müdüre dedediğim gibi. .. ' Arkadaşımı gördü, birden suratı asıldı.'Henüz yatmamışsınız,' dedi yılışık bir neşeyle. 'Olağandır.Hah ! Tehlike -heyecan,' Yok oldu. Irmak boyuncayürüdüm, öbürü de peşimden geldi. Öfkeli bir fısıltıgeldi kulağıma: 'Salaklar - gidi salaklar !' Hacılar kümeküme toplanmışlar, ellerini kollarını sallıyor, tartışıyorlardı.Bazılarının elinde bastonları vardı hala. Kimisininyatarken de bu sopaları yanlarına aldıklarınagerçekten inanıyorum. Çitin ötesindeki orman, ayışığındabir hayalet gibi duruyordu ve belli belirsiz uğultunun,o zavallı bahçenin hafif gürültülerinin arasında40


toprağın sessizliği insanı yüreğinden vuruyordu - gizemiyle,görkemiyle, gizli yaşamının akıl almaz gerçekliliğiyle.Yaralı zenci yakınlarda bir yerde inliyordu. Azsonraki derin iç çekişi beni oradan hızla uzaklaşmayazorladı. Birisinin koluma girdiğini farkettim. 'SevgiliBayım,' dedi adam. 'Yanlış anlaşılmak, özellikle BayKurtz'u benden çok önce görecek olan sizin tarafınızdanyanlış anlaşılmak istemiyorum. Onun, benim durumumlailgili yanlış izlenimler edinmesini istemem ...'«Bıraktım konuşsun, bu mukavvadan Mefistofeles- ve birden bana öyle geldi ki, parmağımı batırsambu adama, içinde belki biraz tozdan başka hiç bir şeybulamayacağım. Anlıyor musunuz, bilmiyorum, ama buadam zamanla şimdiki merkez müdürünün yardımcısı, ;lmayı tasarlıyordu, Kurtz'un gelişinin de ikisini birdenepey huzursuz ettiğini görüyordum. Aceleyle konuşuyordu,ben de engel olmadım ona. Omuzlarımı, büyükbir ırmak yaratığının leşi gibi kıyıya vurmuş duran teknemedayamıştım. Çamurun, ilkel çamurun kokusuburnumdaydı, ilkel ormanın o yüce dinginliği gözleriminönündeydi, kara ırmağın üzerinde parlak lekelervardı. Ay, sık otların, çamurun, bir tapınağınkinden dahayüksek duran karmakarışık otlardan oluşmuş duvarın,karanlık bir açıklıktan sessiz ve geniş aktığını, parılparıl parladığını gördüğüm ırmağın - herşeyin -üzerine ince bir gümüş tabakası yaymıştı. Tüm bunlargörkemliydi, bekleyiş içindeydi, sessizdi - ve adam halakendinden söz ediyordu. Bize bakan bu görkemin yüzündekidinginlik bir rica mı, yoksa br tehdit mi diyedüşündüm. Kazara burada bulunan bizler neydik? Ol)eSsizliği yönetebilecek miydik, yoksa o mu bizi yönetecekti?O dilsiz - belki de sağır - olan şeyin ne büyük,ne akıl almaz ölçüde büyük olduğunu sezdim. Nevardı orada? Oradan biraz fildişi geldiğini görüyordum,41


Bay Kurtz'un da orada olduğunu işitmiştim - ne çokişittiğimi de Tanrı bilir! Ama hiç bir görüntü gelmiyorduKurtz'la birlikte. Sanki orada bir meleğin, ya dabir iblisin varlığından söz etmişlerdi bana. Sizin Merih'teyaşayanlar olduğuna inanabileceğiniz gibi, bende buna inanıyorum. Eskiden Merih'te insanlar olduğunainanan - hem de körü körüne inanan - İskoçyalıbir yelkenci tanırdım. Merihlilerin görünüşleri ya dadavranışları üzerine bir soru sorsanız, utanıp, 'emekleyerek'falan gibi bir şeyler mırıldanırdı. Sözlerine gülmeyibırakın, gülümseseniz bile, altmış yaşında olmasmakarşın, hemen dövüşmeye kalkardı sizinle. Kurtziçin dövüşmeye kadar ileri götürmedim işi, ama neredeysebir yalana inanır gibi inanıyordum ona. Yalanınasıl sevmediğimi, ondan nasıl nefret ettiğimi bilirsiniz- başkalarından iyi bir adam olduğum için değil,beni üzdüğü için. Bir ölüm tadı, bir ölümlülük lekesivardır yalanda - bunlar da dünyada en sevmediğim,en nefret ettiğim, en unutmak istediğim şeylerdir. Benikötü yapıyor, hasta ediyor yalan - çürük bir şeyısırmışım gibi. Huyum böyle olsa gerek. Neyse, Avrupa'dakitanıdıklarım üzerine ne istiyorsa inanmaya bırakacakkadar yaklaştım yalana. Bir an için ben de oöbür büyülü hacılar gibi bir yalan oldum. Bu da sırf,o zamana dek görmediğim Kurtz'a yardımı dokunabileceğinidüşündüğüm için, anlıyor musunuz? O bir sözcüktüyalnız benim için. Adın arkasındaki adamı sizlerne kadar görüyorsanız, ben de o kadar görüyordum.Onu görebiliyor musunuz? Ne anlatmaya çalıştığımı görebiliyormusunuz? Her hangi bir şey görebiliyor musunuz?Size bir düş anlatmaya çalışıyormuşum gibi geliyorbana - boş bir şey bu da, çünkü hiç bir anlatı düşünverdiği o duyguyu, düşlerin özü olan o saçmalık,şaşkınlık, ve dirençli bir isyan duygusundan gelen hay-42


et karışımım, o inanılmazın tutsağı olma duygusunu. ..»Bir süre sustu.« . . . Hayır, olanaksız, bir kişinin, ömrünün belirli birdönemindeki yaşama duygusunu verebilmesi olanaksız- onun gerçeğini, anlamını veren - onun kavranmasıgüç, derin özünü ... Olanaksız. Düş gördüğümüz gibi yaşıyoruz:yapayalnız . ..»Düşünüyormuşçasına durdu gene, sonra ekledi:((Tabii, sizler bu olayda benim o sırada gördüğümdençok fazlasını görüyorsunuz. Beni, tanıdığınız benigörüyorsunuz .. .»Öylesine bir karanlık çökmüştü ki, birbirimizi bilezor görüyorduk. Marlow bizden ayrı oturuyordu ve uzunbir süredir, bir sesten başka bir şey olmaktan çıkmıştıbizim için. Kimse tek söz söylemedi. Öbürleri uyuyor-1 ı::rdı belki, ama ben uyanıktım. Dinliyordum; ırmağınkoyu gece havasında, insan dudaklarının aracılığındanyoksun bir biçimde oluşuyormuş gibi gelişen bu öykününuyandırdığı sezilmesi güç huzursuzluğun ipucunuverecek . cümleyi, sözcüğü kollayarak dinliyordum.ıı ... Evet - bıraktım konuşsun,» diye başladı genesöze Marlow, «arkamdaki güçlerle ilgili ne isterse düşünsün- bıraktım. Gerçekten ! Hiç bir şey de yoktuarkamda ! Üstüne yaslandığım o allahm cezası, eski, eziktekneden başka hiç bir şey yoktu arkamda ve o haladurmadan anlatıyordu 'her adamın sürekli olarak ilerleınesi'ningereğini. 'Birisi buraya geldiği zaman da, anlırsmız,amaç mehtap seyretmek değil.' Bay Kurtz 'evrenselbir dahi'ydi, ama bir dahi için bile, 'uygun araçlar,zeki insanlar'la çalışmak daha kolaydı. Bildiğim gibi,tuğla yapamıyordu -maddi bir olanaksızlıktı bu -ve müdüre yazmanlık işlerinde yardımcı oluyorsa, bu.'Aklı başında hiç kimse üstlerinin güvenini düşünce-43


sizce reddetmez,' diyeydi. Anlıyor muydum? Anlıyordum.Daha ne istiyordum? Perçin çivisi istiyordum, yahu! Perçin çivisi. İşimi yapmak için, teknedeki deliğitıkamak için. Perçin çivisi istiyordum. İleride, deniz kıyısında,kasalar dolusu vardı - kasalarca - yığılmış,- patlamış - dökülmüş ! Tepe yamacındaki o şubeninbahçesinde, adım başı ayağım bir perçin çivisine takılırdı.Ölüm korusuna perçin çivileri yuvarlanmıştı.Eğilme zahmetine katlansam, ceplerimi perçin çivileriyledoldurabilirdim - ama gerekli olduğu yerde bir tekperçin çivisi yoktu. İstediğimiz kadar çelik plaka vardı,ama plakaları tutturacak hiç bir şey yoktu. Ve haberci- Qmuzunda mektup torbası, elinde asasıyla yapayalnızbir zenci - her hafta merkezimizden çıkıp denizkıyısına gidiyordu. Ve hafta da bir kaç kez kıyıdanbir kervan geliyordu merkezimize -bakınca insanıntüylerini diken diken eden iğrenç parlak patiskalar, binibir para boncuklar, canına yandığımın benekli basmamendilleriyle yüklü kervanlar geliyordu. Ama perçinçivisi yok. Üç hamal olsa taşıyabilirdi o gemiyi yüzdürecekkadar perçin çivisini.«Özel konulara girmeye başlamıştı adam, ama soğukdavranışımdan bıkmış olmalıydı, çünkü sonunda,bırakın ölümlü insanları, ne Tanrı'dan, ne de şeytandankorktuğunu açıklamak gereğini duydu bana. Bunuçok iyi kavradığımı, ama tek isteğimin bir miktar perçinçivisi olduğunu söyledim -aslında, durumu bir bilseydi,Bay Kurtz da perçin çivileri olmasını isteyecekti.Kıyıya her hafta mektup gidiyor ... 'Sevgili bayım; diyebağırdı, 'ben yalnız üstlerimin bana söylediklerini yazarım.'Mutlaka perçin çivisi istiyordum. Bulma olanağıda vardı - yeter ki kişi zeki olsun. Tavrını değiştirdi. Soğuyuverdl, birden konuyu bir su aygırından açtı;teknede yatmanın (gece gündüz sudan çıkmış tek-44


nemin yanından ayrılmıyordum) beni rahatsız edip etmediğinisordu. Irmağın kıyısına çıkıp geceleri merkeziniçinde dolaşmak gibi kötü bir alışkanlık edinen kocamışbir su aygırı vardı. Hacılar hep birlikte dışarılaradökülüp, ellerine geçirdikleri her tüfeği üstüne boşaltırlardı.Bazıları onun uğruna bütün bir geceyi uykusuzbile geçirmişlerdi. Ama tüm bu çabalar boşunaydı. 'Büyülübir yaşamı var o hayvanın,' dedi. 'ama bu söz yalnızhayvanlar için geçerli bu ülkede. Hiç bir insanın- anlıyor msuunuz? - hiç bir insanın büyülü bir yaşamıyoktur burada.' Biraz eğri duran ince kanca bmnuyla,mikadan gözleri kıpırtısızca parlıyarak bir süredurdu ayışığında, sonra sertçe İyi Geceler deyip uzaklaştı.Biraz huzursuz olduğunu, kafasının biraz kanştığmısezdim, bu da bana günlerdir duymadığım ölçüdeumut verdi. O adamdan ayrılıp 'etkin dostum'a, dövülmüş,yamulmuş, berbat olmuş, tenekeden gemjmedönmek, içimi serinletti. Tekneye çıktım. Bir kaldınmkenarında tekmelenmiş boş bir bisküvi tenekesi gibi öttüayaklarımın altında. Bir bisküvi tenekesi kadar sağlamdeğildi, tabii, o kadar güzel bile değildi, ama onu sevecekkadar emek harcamıştım üzerinde. Hiç bir etkindost bu tekneden çok yarayamazdı bana. Biraz kendimivermeme, ne yapabileceğimi görmeme yardımcı olmuştu.Hayır, çalışmaktan hoşlanmam. Tembellik edip,yapılabilecek güzel şeyleri düşlemeyi yeğlerim. Çalışmaktanhoşlanmam - kimse hoşlanmaz - ama çalışmanıniçinde olan şeyden, kendini bulabilme olanağındanhoşlanırım. Kendi gerçeğini - kendin için, başkalarıiçin değil - başka hiç kimsenin bilemeyeceği şeyi bulmak. . . Başkaları dışa vuran oyunu görebilirler ancak,gerçek anlamını da hiç bir zaman kavrayamazlar.«Güvertede, kıça oturmuş, aşağıdaki çamura doğrusarkıttığı ayaklarını sallayan bir adam görünce, hiç45


şaşırmadım. Merkezde bulunan bir kaç makinistle ahbaplığımvardı; hacılar onlardan nefret ediyorlardı tabii-terbiyelerini kıt buldukları için olsa gerek. Ustabaşıydı bu. Asıl mesleği kazancılıktı, iyi bir işçiydi.Uzun, ince, kemikli, sarı yüzlü, iri ve ateşli gözleri olanbir adamdı. Endişeli bir duruşu vardı hep, kafası dayumurta gibi keldi, ama saçları dökülürken, yeni biryere yapışıp orada gelişmişlerdi sanki, çünkü beline kadaruzayan bir sakalı vardı. Altı küçük çocuğu olan birduldu (buraya gelebilmek için çocukları ablalarındanbirinin yanına bırakmıştı) ve yaşamındaki en büyüktutku güvercinlerdi. Onları coşkuyla seviyor, onları anlıyordu.Saatlerce, sevgiyle söz ederdi güvercinlerden. İşsaatlerinden sonra bazen kulübesinden gelir, çocuklarıylagüvercinlerini anlatırdı; işteyken de, teknenin altındakiçamurlara sürünmesi gerektiğinde, sakalını, özelolarak getirdiği beyaz bir - peçeteye sarardı. Peçeteninkulaklarına takılan halkaları vardı. Akşamları, ırmakkenarına çömelip, peçetesini büyük bir özenle yıkadığını,sonra da büyük bir ciddiyetle, kuruması için çalılarınüzerine serdiğini görebilirdiniz.«Sırtına vurup bağırdım: 'Perçin çivilerimiz olacak!'Ayağa fırlayıp, 'Yapma! Perçin çivisi ha !' dedi,kulaklarına inanamıyormuş gibi. Sonra sesini alçaltıp,'Sen... ha?' Niçin böyle deliler gibi davrandığımızı bilmiyorum.Parmağımı burnumun kenarına dayayıp gizemlibir biçimde başımı salladım. 'Aferin sana!' diyebağırdı, başının üstünde parmaklarını şaklatıp bir ayağınıhavaya kaldırdı. Dans etmeyi denedim. Teknedençıkan korkunç tıngırtılan orman kapıyor, gök gürültüsünüandıran bir sesle uyuyan merkezin üzerinde yankılanclırıyordu.Ağıllarında yatan hacıların bazılarınıiyice uyandırmış olmalıydı gürültümüz. Müdürün kulübesininışıklı kapısında bir karaltı belirip yol{ oldu, bir46


saniye kadar sonra kapının kendisi de yok oldu. Durdukve tepinmemizin kaçırdığı sessizlik, toprağın derin ·liklerinden akarak geldi gene. Bitkilerin oluşturduğu,ayışığında kıpırtısız duran ulu duvar - ağaç gövdelerinin,yaprakların, boy boy dalların, çiçeklerin oluşturduklarıkarmakarışık bir kitle - sessiz yaşamın azgınbir saldırısı, küçücük yaşamlarımızı yok edecek, patlamanoktasında, yüksek, bitkisel bir dalga gibiydi. Ve kımıldamıyordu.Uzaktan, büyük şapırtıların, homurtularınsesi tok tok geliyordu -sanki eski çağlardan kalmairi bir balık ırmakta yıldız banyosu yapıyordu. 'E,tabii' dedi kazancı makul bir sesle, 'niçin olmasın perçinçivilerimiz?' Tabii, niçin olmasın ! Olmaması için hiçbir neden gelmiyordu aklıma. 'Üç hafta sonra buradalar'dedim, güvenle.«Am değildiler. Perçin çivileri yerine bir istila, birsalgın geldi. Önümüzdeki üç hafta boyunca bölüm bölümgeldiler, her bölümünün başında da eşeğe binmiş,yeni giysiler, bej pabuçlar giymiş, oturduğu yerden hayranhacılara bel kıran bir beyaz vardı. Eşeğin arkasındanda, ayaklarına kara sular inmiş, asık suratlı, kavgacıbir takım zenciler geliyordu. Avlunun ortasında biryığın çadır, katlanır iskemle, teneke kutu, beyaz sandık,kahverengi kasa atılıyor, merkezin bu kargaşasıgizemli havayı artırıyordu. Bir baskın sonrası, say1sızdükkanın, deponun ganimetini yüklenip, paylaşmaküzere kırlara kaçırdıkları izlenimini veren böyle beş taksittegeldiler. Kendi başlarına iyi olan, ama insan çılgınlığınınçalınmış mal havası verdiği, içinden çıkılmazbir karışıklıkta eşyalardı getirdikleri.ccBu esirgemesiz çete, kendine Eldorado araştırmaSeferi adım veriyordu yanılmıyorsam, hepsi de hiç açık·lama yapmamaya yeminliydiler. Ama konuşmaları, aşağılıkkorsanların konuşmasıydı: Yiğit olmaksızın umur-47


saınaz, atılgan olmaksızın açgözlü, yürekli olmaksızınacımasızdı; topunda bir damla önsezi yoktu ve dünyanınişlerini yürütebilmek için bunların gerekli olduğununfarkında değillerdi. İstekleri, dünyanın içindekihazineleri söküp çıkarmaktı, ama amaçları bir kasahırsızınkinden farksızdı. Bu soylu girişimlerinin masrafınıkimler yükleniyordu, bilmiyorum; ama elebaşları,müdürümüzün amcasıydı.ccDış görünüşüyle bir kenar mahalle kasabını andırıyordu,gözlerinde uykulu bir kurnazlık seziliyordu.Şişkin göbeğini kısa bacaklarının üstünde büyük birgösterişle taşıyordu. Çetesinin merkezi bir hastalık gibisardığı günler boyunca, yeğeninden başka kimseyle konuşmadı.İkisini, bütün gün, bitmeyen bir sohbete dalmış,başbaşa görebilirdiniz.«Perçin çivilerini kendime dert edinmekten vazgeçmiştim.İnsanın böyle çılgınlıkları sürdürme eğilimisandığınızdan da az. Canı cehenneme ! deyip salıverdimher şeyi. Düşünmek için çok vaktim vardı ve aradasırada Kurtz'u düşünüyordum. Fazla ilgimi çekmiyordu.Hayır. Gene de, belli ahlak değerleriyle burayagelen bu adamın, her şeye karşın en yüksek aşamalaraçıkıp çıkmayacağını, çıkarsa da işlerini o zaman nasılyürüteceğini merak ediyordum.»4S


n«Bir akşam teknenin güvertesine uzanmışken bazıseslerin yaklaştığını farkettim. Amca yeğen, ırmak kenarındadolaşıyorlardı: Başımı koluma dayamış, tamdalıp gidecekken, sanki birisi kulağıma konuşuyormuşgibi bir ses, 'Ben çocuk kadar zararsızımdır, ama komutalmaktan hoşlanmam,' dedi. 'Ben müdür müyüm,değil miyim? Onu oraya göndermemi söylediler. Akılalmıyor ...' İki adamın ırmak kıyısında, başımı dayadığımyerin tam altında geminin başının altında durduklarınıfarkettim. Yerimden kımıldamadım, kımıldamakaklıma bile gelmedi: Uykum vardı. 'Gerçektentatsız bir durum,' diye homurdandı amca. 'Yönetimdenistedi buraya gönderilmeyi,' dedi öbürü. 'Amacı, neleryapabileceğini göstermekti, ben de ona göre talimat aldım.Ba.k, kim bilir ne etkin bir adam. Korkunç birşey, değil mi?' Korkunç bir şey olduğuna ikisi de kararverdikten sonra, tuhaf şeyler söylemeye başladılar:'Yağmuru o yağdırır, güneşi o doğurur - bir adam- Kurul - burnundan' - uykumu dağıtan cümleciklerdibunlar, amca bir daha konuştuğunda da artık iyiceuyanmış gibiydim: 'Karşılaştığın bu güçlüğü belkide iklim kaldırıverir ortadan. Yalnız mı orada?' 'Evet,'49


dedi müdür. 'Yardımcısını buraya gönderdi, bir de notgönderdi yanında, «Bu zavallıyı bu ülkeden uzaklaştırınve bana bir daha böylelerini göndermeyin. Sizin gönderebildiğinizadamlarla çalışmaktansa, yalnız kalmayıyeğlerim,» diye. Bir yılı aşkın bir süre önceydi bu. Böylebir terbiyesizliği aklın alıyor mu!' 'O zamandan beribaşka bir şey gelmedi mi?' diye sordu öbürü, hırıltılısesiyle. 'Fildişi,' dedi yeğen, 'çok sayıda - en iyisinden.Çok -can sıkıcı bir şey, ondan gelmesi.' 'Fildişininyanında?' diye sordu gümbürtülü ses. 'Fatura.' Bir silahgibi patladı bu söz. Sonra sessizlik oldu. Kurtz'dansöz ediyorlardı.«Artık iyice uyanmıştım, ama durumumu değiştirmemiçin hiç bir neden olmadığından rahatımı bozmadım,yattığım yerden kımıldamadım. Çok alınmış gibigörünen yaşlı adam. 'Naıl gelmiş o fildişi buraya?' diyehırladı. Öbürü, fildişinin Kurtz'un yanında çalışanİngiliz kırmaşı bir yazmanın yönetimindeki kayık filosuylageldiğini, çalıştığı şubede ne mal ne de yiyecekkaldığından, Kurtz'un kendisi de gelmek niyetinde olduğunu,ama üç yüz mil yol aldıktan som·a birden vazgeçipdört kürekçili ufak bir sandalla tek başına geridöndüKünü, melezin de fildişleriyle yolunu sürdürdüğünüanlattı. İnsanın böyle bir şeye kalkışabileceğiniadamların kafaları almıyordu. Akla yatkın bir nedenbulamıyorlardı böyle bir davranışa. Bana gelince,Kurtz'u ilk kez görür gibi oluyordum. Açık açık görüyordumhem de: Küçük yerli kayığı, kürek çeken dörtyerli ve sırtJnı birden bire merkeze, yardıma, belki deeve dönme düşüncelerine çeviren, yalnız, beyaz adam -yüzünü ormanın derinliğine, boş ve yapayalnız şubesineçevirmiş. Nedenini bilmiyordum. Belki işine sırf iş olduğuiçin bağlanan, çok iyi bir adamdı. Adı bir kez olsunanılmamıştı. 'O adam'dı Kurtz. Anladığım kada-50


ıyla çok güç olan bir yolculuğu akıllı ve yürekli birbiçimde başarmış olan melezden de hep 'o alçak' diyesöz ediliyordu. 'Alçak', 'adam'ın çok hastalandığım, iyicede sağlığına kavuşamadığını anlatmıştı ... Altımdaduran iki adam biraz uzaklaşmışlar, az ötede ileri gerivolta atıyorlardı. Parça parça cümleler işittim: 'Askeriüs - doktor - iki yüz mil -yapayalnız şimdi -kaçınılmaz gecikmeler - dokuz ay - haber yok - acayipsöylentiler.' Gene bana yaklaştıklarında, müdür'Yerlilerden habire fildişi kapan pis bir adam, gezgin birtecimen dışında - bildiğim kadarıyla - hiç kimse,' dedi.Kimden söz ediyorlardı şimdi? Bölük pörçük konuşmalarındananladığım kadarıyla, bu, Kurtz'un bölgesindebulunan, müdürün sevmediği birisiydi. 'İbret olsundiye bu adamlardan birini asmadıkça, haksız rekabettenkurtulamayacağız,' dedi. 'Doğru,' diye homurdandıöbürü, 'astıralım onu ! Niçin olmasın? Her şey,her şey olur bu ülkede. En iyisi bu, bana kalırsa. Buradahiç kimse - ama burada, anlıyor musun? -senindurumunu tehlikeye sokamaz. Niçin? İklime dayanıklısında ondan. Hepsinden daha uzun süre kalabiliyorsunburada. Tehlike Avrupa'da, ama oradan ayrılmadanönce unutmadım -' Uzaklaşıp fısıldaşmaya başladılar,sonra sesleri yükseldi gene. 'Bu olağanüstü gecikmelerdizisinde benim hiç suçum yok. Elimden geleniyaptım.' Şişman adam içini çekti. 'Çok yazık.' 'Üstelikde konuşmalarının iğrenç saçmalığı,' dedi öbürü,'yeteri kadar rahatsız etti beni buradayken. «Herşube, daha güzel şeylere giden yolu gösteren bir fenerolmalıdır. Bir tecim merkezi olmalıdır tabii, ama aynızamanda bir insanlaştırma, geliştirme, eğitme merkezide olmalıdır.» Aklın alıyor mu? -eşşek herif! Üstelikde müdür olmak istiyor! Hayır, yani -' Öfkesinden sözleriboğazına tıkandı, ben de başımı azıcık kaldırdım.51


Bana ne kadar yakın olduklarını gorunce şaşırdım ­tam altırndaydılar. Şapkalarına tükürebilirdim, isteseydim.Düşüncelerine dalmış, yere bakıyorlardı. Müdür incebir dalla bacağına vuruyordu. Sağduyulu akrabasıbaşını kaldırdı. 'Buraya son gelişinden beri sağlığın iyimi?' Öbürü ürktü. 'Kim? Ben mi? Tabii!Çok iyiyim- çok iyiyim. Ama öbürleri - Hey Tanrım ! Hepsi hasta.Öyle de çabuk ölüveriyorlar ki, onları ülke dışınagöndermeye vaktim bile olmuyor - akıl almaz bir şey.''Hım, evet,' diye homurdandı amca. 'Ah, yavrum ! Bunlaragüven, bunlara güven, derim.' Yüzgeç gibi kısa koluylaormanı, koyu çamurları, ırmağı kapsayan bir hareketyaptığını gördüm - güneşin aydınlattığı yer yüzününpusuda yatan ölümüne, gizli kötülüklerine, yüreğininderin karanlığına yapılmış aşağılayıcı bir çağrıydıbu sanki. O kadar ürkütücüydü ki. birden ayağafırlayıp, bu karanlık güven gösterisine bir karşılık gelmesinibekliyormuş gibi ormanın başladığı yere baktım.Böyle saçma düşünceler gelir insana, bilirsiniz. Yücesessizlik, olağanüstü bir çağrının geçmesini beklergibi. korkutucu sabrıyla bu iki adamın karşısına dikildi.


ğım an yaklaştığı için epey heyecanlıydım. Anın yaklaşması,söz gelişi tabii. Küçük koyumuzdan ayrıldıktantam iki ay, sonra varabildik, Kurtz'un şubesininaltındaki kıyıya.«0 ırmağı çıkmak, bitkilerin coştuğu, büyük ağaçlarınegemen olduğu dünyanın ilk günlerine bir yolculukgibiydi. Boş bir ırmak, büyük bir sessizlik , geçilmezbir orman. Hava sıcak, yoğun, ağırdı. Güneş ışığınınneşesiz bir parlaklığı vardı. Su yolu upuzun, bomboş,gölgeli ıraklıkların karanlığına uzanıyordu. Gümüş rengikıyılarda su aygırlarıyla timsahlar yan yana güneşleniyorlardı.Genişleyen ırmak, ağaçlarla kaplı bir sürüadacığın arasında akıyordu . O ırmağın üzerinde insanyolunu bir çölde yitirir gibi yitiriyor, geçit yerleriniararken sığlara bindiriyor, sonunda büyülendiğini, birzamanlar - bir yerlerde, uzaklarda, belki bir başka yaşamda- bildiği her şeyden temelli koptuğunu sanıyordu.Bazen - kişinin kendine harcayacak tek saniyesiolmadığı zamanlardaki gibi - insanın geçmişi dönüyordugeri, ama suyun, sessizliğin oluşturduğu bu tuhafdünyanın başdöndürücü gerçekleri arasında hayretleanılan, huzursuz, gürültülü bir düş olarak dönüyordu.Bu dünyanın durgunluğu hiç de huzur vericideğildi. Açıklanması olanaksız bir amacı kara kara düşünen,yıkılmaz bir gücün durgunluğuydu bu. Kinci biryüzle bakıyordu size. Alıştım sonradan; görmüyordumartık, vaktim yoktu. Geçit yollarını bulmak zorundaydım;gizli sığların yerlerini - genellikle esinlenme yoluyla- seçmem gerekiyordu; batık taşları arıyordu gözlerinı;tenekeden teknemin altını parçalayıp tüm hacılarıboğacak allahın cezası sinsi, eski bir ağacı kıl payısıyırınca yüreğim.in uçup gitmemesi için dişlerimi sıkmasınıöğrendim. Ertesi gün de geminin buhar kazanınaatabileceğimiz kuru dallar bulabilmek için gözle-53


imi açmam gerekiyordu. Böyle şeylerle uğraşmak zorundakalınca, gerçekler - gerçekler, anlıyor musun -siliniveriyor. Neyse, kişinin içindeki gerçek gizli. Amabunu duydum gene de; o gizemli sessizliğin maymunluklarımızıizlediğini sık sık farkediyordum - tıpkı sizleri,bir düşüşü yirmi beşe, cambazlık tellerin üzerindeizlediği gibi. ..»«Terbiyesizlik etme, Marlow,» diye hırladı bir ses,ben de hiç olmazsa bir kişinin daha uyanık olduğunuanladım.«Özür dilerim. Bedelin geri kalanını oluşturan yüreksancılarını unuttum. Aslında, numara iyi yapılmışsa,bedelin ne önemi var? Numaralarınızı çok iyi yapıyorsunuz.Ben de kötü yapmadım, o ilk yolculukta gemimibatırmamayı başarqığıma göre. Hala şaşarım. Kötübir yolda gözleri bağlı kamyon kullanan bir adamdüşünün. Çok terledim, çok titredim o yol boyunca, eminolun. Altında sürekli olarak yüzmesi gereken bir şeyindibini sürtmek, bir denizci için bağışlanmaz birayıptır, bilirsiniz. Kimse farkında olmayabilir, ama oçarpma sesi hiç unutulmaz -değil mi? Yüreğin çarpmasıdırsanki. Yıllar sonra anımsanır, düşlere girer, insanıuyandırıp bir terletir, bir üşütür. O teknenin hepyüzdüğünü ileri sürecek değilim. Kaç kez, suda çırpınan,iten, kakan yamyamların yardımıyla sığlarda süründü.Mürettebat diye yolda bu adamlardan bir kaçınıişe almak zorunda kalmıştık. Çok iyi adamlardı,yamyamlar. Birlikte çalışılabilecek adamlardı - teşekkürborçluyum onlara. Sonra, ne de olsa, birbirlerini benimgözümün önünde yemediler ya. Bir miktar su aygırıeti getirmişlerdi yanlarında, sonradan çürüyüp ormanıngizemini burnumda tüttürdü. Ö ff ! Hala duyarımo kokuyu. Müdürle birlikte, ellerinde asaları, üç-dörthacx da vardı teknede - tam takımdık, anlayacağınız.54


Bazen kıyıya çok yakın bir şubeye rastlıyorduk. Büyüksevinç ve şaşkınlık belirtileri gösterek bizi karşılayan,yıkık dökük ağıllarından fırlayan bu beyaz adamlarıntuhaf bir görünümleri vardı - sanki bir büyü onlarıtutsak etmişti oraya. Fildişi sözcüğü havada yankılanıyordubir süre için - sonra biz gene boşluklar boyunca,kıçtaki çarkın ağır vuruşunun boş çarpışlarında yankılanandurgun dönüşleri aşarak, dönemeçli rotamızınyüksek duvarları arasında, sessizliğe doğru yolumuzusürdürüyorduk. Yükseklere tırmanan ağır, yüce ağaçlar,ağaçlar, milyonlarca ağaç; ağaçların dibinde de, ırmağınakıntısına karşı kıyı kıyı giden, büyük, direklibir avluda badi badi ilerleyen bir böcek gibi, kurumkaplı gemimiz. İnsana çok küçük olduğu, yitip gittiğiduygusunu veriyordu, ama tümden yıkıcı bir duygu dadeğildi bu. Küçük de olsa, böcek ilerliyordu - istenende buydu zaten. Hacılar böceğin nereye gittiğini sanıyorlardı,bilmiyorum. Herhalde bir şey elde edeceklerinisandıklan bir yere !. Benim içinse Kurtz'a doğru- yalnız Kurtz'a doğru - ilerliyordu; ama buhar borularımızdelinince ilerlememiz çok yavaşlıyordu. Önümüzaçılıyor, arkamız hemen kapanıyordu - sanki biradım atıp dönüş yolumuzu kesiveriyordu orman. Gitgidekaranlığın yüreğine saplanıyorduk. Çok sessizdioraları. Bazı geceler, ağaçtan perdenin arkasından gelendavul sesleri ırmağın üzerine uzanıp, başımızın üstündeboşlukta duruyormuşcasına, sabaha dek k:alıyordu.Bunun savaş mı, barış mı, yoksa tapınma mı demekolduğunu bilemiyorduk. Buz gibi bir durgunluğungelişi gündoğumunu haber veriyordu, ateşçiler uyuyorlardı,korlar iyice cansızlaşmıştı; bir dal kırılsa ürküyorduinsan. Tarihöncesinde, bilinmeyen bir gezegengörünümüne bürünmüş bir dünyadaki gezginlerdik. Derinacılar, büyük güçlükler uğruna elde edilebilecek be-55


lalı bir kalıta sahip olacak ilk insanlar olduğumuzu düşünebilirdik.Ama birdenbire, bir köşeyi güçlükle döndüktensonra, çalıdan duvarlar, sivri ottan damlararastlayıveriyorduk -patlayan çığlıklar, değirmen gibidönen kara kollar, çırpılan yığınla el - hepsi de ağır,sarkık, hareketsiz yapraklar altında. Kara, anlaşılmazbir çılgınlık nöbetinin kıyısında gemi ağır ağır, güçlükleyol alıyordu. Tarihöncesi adamı bize sövüyor, tapınıyor,ya da hoşgeldin diyordu - kim bilebilirdi? Çevremizianlama yetimiz yokolmuştu; şaşarak, bir tımarhanedekiçılgınca patlamayı izleyen aklı başında adamlargibi için için üzülerek, bir hayalet gibi, akıp gidiyorduk.Anlayamıyorduk, çünkü çok uzaktaydık veanımsayamıyorduk; çünkü ilk çağların gecesinde, çokaz izi kalan - ve hiç bir anısı kalmayan - o çağlardailerliyorduk.«Dünya başka bir dünya gibiydi. Uysallaştırılmış,zincire vurulmuş bir canavara bakmaya çalışmıştık, oysaorada, canavarca ama özgür bir şeydi gördüğümüz.Dünya dışında bir şeydi, insanlar da - hayır, insanlıkdışı değildiler. En kötüsü de buydu, anlıyor musunuz?- insanlık dışı olmadıkları kuşkusu. Ağır ağır iniyordubu duygu insanın üstüne. Çığlıklar atıyorlar, sıçrıyor,oldukları yerde dönüyor, yüzlerini korkunçlaştırıyorlardı;ama kişiyi heyecanlandıran, insanlıklarını- sizinkiler gibi olan insanlıklarını - ve bu çılgın, coşkunkalabalıkla olan uzak akrabalığımzı düşünmekti.Çirkindi. Evet, oldukça çirkindi; ama yüreğin varsa, ogürültünün korkunç sıcaklığının, içinde ufacık da olsabir tepki yarattığını kabullenirdin; senin - ilk çağlarıngecesinden böylesine uzak olan senin - kavrayabileceğinbir anlamı olduğundan uzaktan uzaktan kuşkulanabilirdin.Niçin olmasın? İnsan aklı her şeyi yapabilir- çünkü her şey içindedir insanın, geçmiş de,56


gelecek de. Neydi ki? Sevinç, korku, üzüntü, bağımlılık,yüreklilik, öfke - kim bilir? - ama gerçek - üzerindenzamanın çarşafı sıyrılmış, gerçek. Bırak, salağınağzı açık kalsın ve titresin - adam olan bilir ve gözkırpmadan bakar. Ama hiç değilse kıyıdakiler kadaradam olmalıdır. O gerçeği kendi gerçeğiyle, kendi içgücüyle karşılamalıdır. İlkeler para etmez: Küçük mallaronlar, giysiler, güzel paçavralar -ilk sarsıntıda fırlayıpgiden paçavralar. Hayır, düşünülmüş bir inançdeğil gerekli olan. Bu korkunç kavgada bana bir çağrı- var mı? Peki, duyuyorum, kabul ediyorum, amabenim de bir sesim var ve iyi ya da kötü, susturulamayacakolan sestir benimki. Tabii, katıksız korkuları veyüce duygularıyla salaklar tehlikeden uzaktırlar hep.Kim o homurdanan? Bir iki çığlık atıp, benim de dansetmekiçin kıyıya inınediğime mi şaşıyorsun? Doğru- inmedim. Yüce duygular mı diyorsun? Canı cehennemeyüce duyguların ! Vaktim yoktu. Diyorum ya - sızano buhar borularını onarmak için çinkoyla, sargıyapılmak üzere kesilmiş yün battaniye parçalarıyla uğraşmakzorundaydım. Rotaya bakmam, sudan çıkan kütükleredikkat etmem, o teneke kutuyu şöyle ya da böyleyürütmem gerekiyordu. Bütün bunlarda, benden dahaakıllı bir adamı kurtarabilecek düzeyde gerçeklervardı. İki iş arasında da ateşçiliğimi yapan yabanıl zenciyleuğraşmam gerekiyordu. Gelişmiş bir türdü; dikeybir kazanı ateşleyebiliyordu. Aşağıda, tam altımda duruyorduve ne yalan söyleyim, ona bakmak, bir palyaçopantolonuyla tüylü bir şapka giydirilmiş bir köpeğebakmak kadar eğitici bir şeydi. Bir kaç aylık öğrenimyaramıştı, o birinci sınıf arkadaşa. Yiğitliğini bellietmek için buhar ibresine, su ibresine bakıyordu-dişleri de törpülüydü zavallının, kafasındaki kıvırcıksaçlar tuhaf biçimlerde kırpılmıştı, her iki yanağın-57


da da üçer dövme vardı. O da kıyıda olmalı, elleriniçırpıp ayaklarını yere vurmalıydı - ama bunun yerinekendini vererek çalışıyor, yeni bir büyüye kapılmış, bilgisiniartırıyordu. Eğitildiği için yararlıydı; öğrendiğide şuydu: Eğer o saydam şeydeki su yok olursa, susuzlukkazanın içindeki kötü ruhu çok öfkelendirecek, oda korkunç bir öc alacaktı. O da koluna paçavradanyapılma bir muska bağlamış, saat büyüklüğünde cilalıbir kemik alt dudağına geçirilmiş, ter döker, kazanıateşler, ibreye korkuyla bakarken, ağaçlıklı kıyılar yanımızdanyavaşça akıp gidiyor, kısa süren gürültü geridekalıyor, bitmeyen miller boyunca, sessizlik içinde,ağır ağır Kurtz'a doğru ilerliyorduk. Ama sudaki kütüklerçolüu, su sığdı ve güvenilmiyordu, kazanın içindesanki gerçekten öfkeli bir ruh vardı; bu yüzden dene ateşçi ne de ben, huzur kaçırıcı düşüncelerimizi kurcalayacakzamanı bulamıyorduk.((İç şubeye varmadan elli mil kadar önce sazlardanyapılmış bir kulübeye, üzerinden bir zamanlar bayrakolan, ama şimdi tanınması olanaksız paçavralar sarkanüzgün, yamuk bir direğe ve düzenle istif edilmiş birodun yığınına rastladık. Beklenmedik bir şeydi bu. Kıyıyayanaştığımızda odun yığının üstünde, üzerine kalemleyazılan yazılar silinmiş, düz bir tahta parçası bulduk.Güçlükle okuduk: 'Size odun. Acele edin. Dikkatleyanaşın.' Bir de imza vardı, ama okunmuyordu - Kurtzdeğil - daha uzun bir imza. 'Acele edin.' Nereye? Irmaktanyukarı mı? 'Dikkatle yanaşın'. Öyle yapmamıştık.Ama ancak yaklaşıldıktan sonra görülebileceğibir yerle ilgili olamazdı bu uyarı. Daha yukarılarda birterslik vardı. Ama neydi bu - ve ne kadar tersti? Sorunbuydu. Yazıda kullanılan telgraf üslubunun aptallığıylailgili bir kaç söz söyledik. Çevredeki çalılıklar yenibir şey öğretmiyordu bize, fazla ilerileri araştırma-58


mıza da izin vermiyordu. Kulübenin kapısında kaba kırmızıkumaştan, yırtık bir perde asılıydı. Üzgün üzgündalgalanıyordu karşımızda. Kulübe boşaltılmıştı, amayal{ın bir geçmişte bir beyazın orada yaşadığı belli oluyordu.Kaba bir masa kalmıştı - iki direk üzerine oturtulmuşdüz bir tahta - karanlık bir köşede bir çöp yığınıduruyordu; kapının yanında yerde de bir kitap buldum.Kapakları düşmüş, sayfaları çevrile çevrile pis biryumuşaklığa erişmişti; kitabın arkasıysa hala temiz görünenbeyaz pamuklu iplikle yeniden dikilmişti. Akılalmaz bir şeydi bu kitabı burada bulmak. Adı, DenizciliğinBazı Sorunları Üzerine İnceleme'ydi, yazarı daMajestelerinin Bahriyesinde Kaptan Tower, Towson- öyle bir ad. Oldukça sıkıcı bir kitaba benziyordu -açıklayıcı şemaları, sayılarla dolu iğrenç tabloları vardıve altını yıl önce basılmıştı. Ellerimin arasında erimemesiiçin bu olağanüstü antikayı büyük bir özenlekarıştırıyordum. Kitabında, Towson ya da Towser, gemizincirleriyle halatlarının gerilim ve kopma sınırlarıgibi konulardan söz ediyordu. Heyecan verici bir kitapdeğildi; ama ilk bakışta bir kararlılık, bir işi doğru yapmakiçin namuslu bir istek seziliyordu sayfalarında, buda, yıllarca önce düşünülmüş bu alçak gönüllü sayfalarayalnız mesleki olmayan, apayrı bir ışık veriyordu.Zincirden, alışverişten söz eden yaşlı denizci banaormanı, hacıları unutturdu, yadsınmaz biçimde gerçekolan bir şeyi bulmuş olmanın verdiği erişilmez zevkitattırdı. Böyle bir kitabın burada bulunması başlıbaşına olağanüstü bir şeydi, ama sayfaların kenarlarınakurşun kalemle yazılmış, metinle ilgili oldukları belliolan notlar daha da şaşırtıcıydı. Gözlerime inanamıyordum! Şifreyle yazılmışlardı ! Evet, şifreye benziyordu.Düşünün, adamın biri böyle bir kitabı bu unutulmuşyere getirip inceliyor, bir de not tutuyordu - üs-59


telik şifreyle ! İlginç bir gizemlilik vardı bu işte.«Bir süredir rahatsız edici bir gürültü geliyordu kulağıma.Başımı kaldırınca odun yığınının yok olduğunu,müdürün de tüm hacıların yardımıyla ırmak kenarındanbana bağırdığını far kettim. Kitabı cebime attun.Emin olun, o kitabı kapamak, kendimi eski ve sağlambir dosttan ayırmak gibi bir şeydi.«Topal motoru çalıştırdım. 'Rahatımızı kaçıran oallahın cezası tecimen olacak,' dedi müdür, ayrıldığımızyere öfkeyle bakarak. 'İngiliz olmalı,' dedim. 'Dikkatliolmazsa, başım belaya girmekten kurtaramayacak,İngiliz olması,' diye karanlık bir sesle mırıldandı. Sesimesaflık katarak bu dünyada herkesin başının belayagirebileceğini söyledim.«Akıntı hızlanmıştı şimdi, buharlı motor son soluğunuverecek gibiydi, kıçtaki çark tembel tembel dönüyor,ben de kulak kesilmiş, motorun atışını dinliyordum;doğrusunu söylemek gerekirse, zavallı tekneminişlemekten vazgeçmesini bekliyordum her an. Bir yaşamınso.n çırpınışlarını izlemek gibi bir şeydi bu. Amagene de karınca kararınca ilerliyorduk. Bazen, Kurtz'ayaklaşma hızımızı ölçmek için ileride bir ağaca gözlerimidikiyordum, ama daha yanına varamadan gözdenyitiriyordum ağacı. Tek bir cisme bu kadar uzun sürebakmak, insan sabrını aşan bir şeydi. Müdür akıl almazbir biçimde, her şeyi oluruna bırakmıştı. Bensekendi kendime mızmızlanıyor, kızıyor, kendimle tartışıyordum:Kurtz'la açıkça konuşacak mıydım, konuşmayacakmıydım? Ama bir sonuca varamadan, konuşsamda, sussam da -ne yaparsam yapayım her şeyinboş olacağını anladım. Kimin neyi bildiği ya dabilmediği ne farkederdi? Kimin müdür olduğu ne farkederdi?İnsan bazen böyle bir parıltıyla kavrayıverirher şeyin iç yüzünü. Bu sorunun temeli benim uzana-60


ileceğim, benim kanşabileceğimden çok daha derinlerdeyatıyordu.


!erinde küçük, alev alev bir top gibi duran güneşi gördük- hepsi kıpırtısızdı - ve sonra o beyaz perde, yağlıkazıklar üstünde kayıyormuşçasına indi gene. Almayabaşladığımız zinciri yeniden salıvermelerini söyledim.Zincirin tok bir tıkırtı çıkararak suya inmesi bitmeden,bir çığlık - sonsuz bir yalnızlıkla dolu çok tiz birçığlık - duru havalara yükseldi. Sustu. Yabanıl çırpınışlarladolu şikayetçi bir insan gürültüsü doldurdukulaklarımızı. Kasketimin altında dimdik oluverdi saçlarım,öylesine beklenmedik bir şeydi bu. Öbürlerini nasıletkilediğini bilmiyorum. Ama bu hüzünlü ve gürültülüşamata öyle bir patladı ki, sanki sisin kendisi atmıştıo çığlığı. Telaşlı, neredeyse dayanılmaz ölçüde aşırı,küçük çığlıklarla bitti bu gürültü - onlar da birdenbire kesildiklerinde salak salak donduk kaldık: Çığlıklarkadar aşırı ve şaşırtıcı sessizliği inatla dinliyorduk.'Aman Tanrım! Nedir im -' dedi dirseğimin dibindehacılardan biri - kumral saçlı, kızıl bıyıklı, çizmeleriyandan bağlı, pembe pijamaları çoraplarına tıkıştırılmış,kısa boylu, şişman bir adam. Hacılardanikisi daha, bir dakika süreyle ağızları açık kaldılar, sonraküçük kamaraya dalıp hemen dışarı fırladılar, ellerindeWinchester tüfekleri hazır, durup sağa sola korkuylabakmaya başladılar. Tüm görebildiğimiz, üzerindebulunduğumuz ve çizgileri eriyormuşçasına bulanıkduran tekneyle çevresindeki bir metre kadar enindepuslu bir suydu - o kadar. Gözlerimizle kulaklarımızakalsa, dünyanın geri kalanı yoktu. Yoktu. Gitmiş, yitmişti;ardında tek bir gölge, tek bir fısıltı bırakmaksızınsilinip gitmişti.«Burna gittim, gerekirse hemen demir alıp yola çıkabilmemiziçin zincirin kısaltılmasını söyledim. 'Saldıracaklarmı?' diye sordu korkmuş bir ses. 'Hepimizikeserler bu siste,' dedi bir başkası. Yüzler korkudan62


kasılıyor, eller titriyor, gözlerin kırpılması unutuluyordu.Beyazlarla, mürettebatımızdaki, - evleri buradansekiz yüz mil ötede olmasına karşın ırmağın bu gölgesinebizim kadar yabancı olan - zencilerin yüzleriarasındaki çelişkiyi görmek çok ilginçti. Beyazlar çokkorkmuşlardı tabii, üstelik de bu gürültüden çok acıduyuyormuş gibiydi yüzleri. Öbürlerininse uyanık, doğa]olarak ilgili bir tavırlan vardı; ama yüzleri - zincirialırken sırıtan bir iki tanesinin bile - genelliklesessizdi. Bazılan aralarında kısa, gırtlaktan gelme birkaç cümle söylediler, bu da sorunlarını çözümleyiverdisanki. Başları olan genç, geniş omuzlu, lacivert kumaşlarasarınmış, burun delikleri korkunç, saçları özenleküçük, yağlı halkacıklara bölünmüş zenci yanında duruyordu.'Hah!' dedim, dostluk olsun diye. 'Yakala onu,'dedi birden, kanlı gözleri büyüyüp dişleri panldayarak- 'Yakala onu. Bize ver.' 'Size ha?' diye sordum. 'Neyapacaksınız onları?' 'Yiyeceğiz,' dedi sertçe ve dirseğiniküpeşteye dayayıp gururlu, düşünceli bir tavırlagözlerini sise dikti. Onun ve arkadaşlarının çok aç olduklarınıdüşünmeseydim. dehşete düşebilirdim. Durmadanacıkmışlardı herhalde bu geçtiğimiz ay boyunca.Altı aylığına işe alınmışlardı (Hiç birinde, çağlarboyunca bizde geliştiği biçimde bir zaman kavramı olduğunusanmıyormn. Onlar hala zamanın ilk çağlarındaydılar- zamanı bilmelerini gerektiren kalıtımsaldeneyleri yoktu) ve ırmağın aşağı boylarında, saçma biryasaya uygun olarak düzenlenmiş bir kağıt parçası oldukçada, nasıl yaşayacakları kimseyi ilgilendirmiyordu.Hacılar tarafından çoğu büyük bir şamatayla ırmağaatılmamış olsaydı bile pek uzun süre dayanmayacakbir miktar çürük su aygın eti getirmislerdi gerçiyanlarında. Çok ayıp bir davranışa benziyordu hacılarınyaptıkları, ama aslında bir savunma eylemiydi. Ki-63


şi gezerken, uyurken, yemek yerken, hem ölü su aygırıeti soluyup hem de yaşamla arasındaki incecik bağlarıkoruyamaz. Üstelik de zencilere haftada üç kez, yirmibeş santimlik bakır tel maaş verilmişti. Bu parayla, ırmakkenarındaki köylerden erzak alacaklardı sözde. Buyöntemin nasıl işlediğini anlatmaya gerek yok. Ya köyyoktu, ya halkı düşmanca davranıyordu, ya da, bizimgibi konserve, arada sırada da teke eti yiyen müdür,belirsiz bir nedenle gemiyi durdurmak istemiyordu. Telleride yutamadıkları, ya da kanca yapıp balık tutamadıklarınagöre, bu cömert maaşların ne işe yarayabileceğiniaklım almıyordu. Büyük ve onurlu bir tecimşirketine yaraşır bir düzenlilikle ödendiklerini kabul etmeliyimama. Bunun dışında ellerinde yiyecek olarak- hiç de yiyeceğe benzemiyordu ya - gördüğüm tekşey, yapraklara sardıkları, pis bir mor renkte, yarı pişmişhamura benzeyen, arada sırada bir parça yuttuklarıbir şeydi - ama o kadar az yutuyorlardı ki bundan,karın doyurmaktan çok gösteriş için yapıldığı izleniminiveriyordu. Tüm kemirgen açlık şeytanlarınınadına, niçin bize saldırıp - biz beş kişiydik, onlar otuz -iyice karınlarını doyurmadıklarına haşa şaşarım. İşinsonunun ne olacağını düşünme yetileri pek olmayan iriyan, yürekli ve her ne kadar tenleri parlaklığını, kaslarısertliğini yitirmişse de, güçlü adamlardı. Ama onlarıengelleyen bir şeyin, olanak hesaplarını alt üst edeno insan gizlerinden birinin burada da da etkisini gösterdiğinianladım. İlgim birden artarak baktım onlara.Kısa bir süre sonra beni yiyebileceklerini düşündüğümdendeğil; ama birden, onlara yeni bir ışık altında bakıyormuşumgibi, hacıların ne kadar sağlıksız göründüklerinifarkettim ve umudum, evet, umudum, bımimde onlar kadar - nasıl diyeyim - iştah kaçırıcı olma·mamdı: O dönemdeki tüm günlerimi dolduran düşsellik.64


duygusuna çok iyi uyan akıl almaz bir kendini beğenmişliktibu . Belki biraz da ateşim vardı. Kişi hep elinabzında yaşayamaz. Sık sık 'biraz ateşim', ya da başkaküçük aksaklıklarım oluyordu - bunlar ormanınşakacı pençe atışları, zamanla gelecek olan gerçek saldırıdanönceki küçük oynaşmalardı. Evet; onlara herhangi. bir insana baktığınız gibi, tepkilerini, amaçlarını,yetilerini, zayıflıklarını, gövdenin amansız bir gerığiylekarşılaşınca nasıl olacaklarını merak ederek, bakıyordum.Çekinme ! Ne çekinmesi? Hurafe, iğrenme,sabır, korku - ya da ilkel bir onur duygusu muydu bu?Hiç bir korku açlığa karşı direnemez, hiç bir sabır onuaşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme varolamaz,hurafelere, inançlara, ilke diyebileceğimiz şeylere gelincede, bunlar rüzgarın savurduğu saman çöplerindenfarksızdırlar. Ağır ağır öldüren açlığın şeytanlığını,bıktırıcı acısını, kara düşüncelerini, karanlık ve suratsızyabanıllığını bilir misiniz? Ben bilirim. Açlığakarşı doğru dürüst savaşmak, insanın içindeki tüm içgüdüselgüçleri harcamasını gerektirir. Yokluğa, onursuzluğa,ruhsuzluğa dayanmak, bu uzayan açlığa dayanmaktandaha kolaydır. Üzüntü verici bir şey bu,ama gerçek. Bu adamların da kendilerini tutmaları içindünyada tek bir neden yoktu. Çekinmeymiş ! Bir savaşalanındaki ölülerin arasında gezinen bir sırtlanın daonlar kadar çekinmesini beklerdim. Ama gerçek karşımdaydıişte - bu gerçek, denizin dibindeki köpüklergibi, dipsiz bir gizin üstündeki kıpırtılar gibi, düşündüğümde,sisin ak körlülüğünün ötesinden, kıyıdaıı geleno yabanıl çığlıkların ardındaki hüzünden daha büyükbir gizemdi .«İki hacı telaşlı fısıltılarla çığlıkların hangi kıyıdangeldiğini tartışıyorlardı. 'Sol.' 'Hayır, hayır; nasıl.öyle dersin? Sağ1 sağ tabii.' 'Durum çok ciddi,' dedi65


arkamdan müdürün sesi. 'Biz varmadan Bay Kurtz'unbaşına bir şey gelirse, çok üzülürüm.' Yüzüne baktım:içtenliği konusunda en küçük bir kuşkum yoktu. Tamdış görünüşünü korumak isteyecek bir adamdı. Amahemen yola çıkmak konusunda bir şeyler mırıldandığında,karşılık vermek gereğini bile duymadım. Irmağındibini yakalamıştık ve bir bırakacak olsaydık ha vada- boşlukta - buluverecektik kendimizi. Nereye gittiğimizi- ileri mi ,geri mi, çapraz mı - bilemeyecektik,kıyılardan birine bindirene kadar; o zaman bile,hangi kıyıya çarptığımız bilemeyecektik bir süre. Hiçdavranmadım, tabii. Kaza yapmaya niyetim yoktu. Birgemi kazası için bundan daha öldürücü bir yer olamazdı.Hemen boğulmasak bile, çok kısa bir süre, şöyleya da böyle ölecektik. Tüm tehlikeleri göze almanızaizin veriyorum,' dedi müdür, kısa bir sessizliktensonra. 'Tehlikeye atılmayı reddediyorum,' dedim kısaca.Beklediği karşılık da buydu zaten, ama sesiminsertliği biraz şaşırtmış olabilirdi onu. 'Sizin kararınızaboyun eğmek zorundayım,' dedi aşırı bir kibarlıkla.'Kaptan sizsiniz.' Teşekkür anlamında omuzumu onadoğru çevirip gözlerimi sise diktim. Ne kadar sürecekti?Durum çok umutsuz görünüyordu. Allahın cezası ormandafildişi tırtıklayan bu Kurtz'a yaklaşmak, görkemlibir şatoda uyuyan büyülü bir prensese yaklaşmakkadar büyük tehlikelerle doluydu. 'Saldırırlar ını,ne dersiniz?' diye sordu müdür, yalnız benim işitebileceğimbiçimde.«Saldıracaklarını sanmıyordum, bunun da apaçıkbir kaç nedeni vardı. Birincisi, yoğun sisti. Biz nasılkımıldamaya kalkınca yolumuzu yitireceksek, onlar dakayıklarına binip kıYJ.dan ayrılmaya kalkarlarsa yiteceklerdi.Hoş, her iki kıyıda da ormanın kimsenin geçemeyeceğikadar sık olduğunu düşünmüştüm - ama ge-66


ne de gözler vardı ormanda, bizi gören gözler. Irmakkenarındaki çalılar çok sıktı, ama ardındaki ormanın_içinde yol alınabiliyordu, anlaşılan. Gene de, sis bir aniçin kalktığında, ne geminin yanında, ne de ırmağınhiç bir yerinde kayık görmemiştim. Ama bana bir saldırınınolanaksızlığını düşündüren, duyduğumuz gürültülerin- çığlıkların - niteliğiydi. Saldırgan, düşmancaamaçlar belirten bir havalan yoktu. Beklenmedik,yabanıl ve şiddet doluydular, ama dayanılmaz bir hüzünizlenimi uyandırmışlardı bende. Buharlı gemiyi görüvermek,nedense önüne geçilmez bir yas duygusuyladoldurmuştu o yabanıl adamları. Tehlike varsa eğer, diyedüşünüyordum, bu, insanların salıverilmiş şiddetliduygularına olan yakınlığımızdan geliyordu. Aşırı kederbile sonunda şiddet yoluyla boşalabilir -ama genellikleduygusuzluğa dönüşür.«Hacıların bakışlarını görecektiniz! Bana gülecek,hatta dövecek yürekleri yoktu; ama çıldırdığıma - oelkikorkudan çıldırdığıma - inandıklarını sanıyorum.Bayağı bir söylev çektim. Sevgili çocuklar, endişelenmeninhiç gereği yok. Gözümü açmak mı? Sisin yükselmesinigörmek için gözümü açmıştım tabii - bir kedininfareye baktığı gibi bakıyordum sisin içine, ama başkahiç bir işe yaramıyordu gözlerimiz. sanki kilometrelerboyunda bir pamuk yığınının altına gömülmüştük.Verdiği duygu da oydu sisin - ezici, sıcak. bof.·ucu. Üstelik de tüm söyJediklerim, ne kadar aşırı gibigelse, gerçcl:tl. Sonradan saldın diye adlandırdığımızeylem de aslında bir püskürtme denemesiydi. Saldırganolmaktan çok uzak bir eylemdi - alışılmış biçimdebir savunma bile değildi; çaresizliğin baskısıyla yapılmıştı,korunmaktı tek amacı.«Sis kalktıktan iki saat kadar sonra, Kurtz'un şubesininhemen hemen bir buçuk mil kadar altında bir67


noktada oluştu bu eylem. Bir dönemeci daha bin birgüçlükle aştıktan sonra, ırmağın tam ortasında bir adacık- parlak yeşil çimenlerle örtülü bir tümsek - gördüm.Irmak üstünde görülen tek toprak parçasıydı.ama yaklaştıkça, bunun uzun bir sığın, daha doğrusuırmağın ortasına doğru uzanan sığ çıkıntılardan oluşmuşbir zincirin başı olduğunu farkettim. Dalgalarınyıkadığı soluk renkli adacıklardı bunlar ve su düzeyinintam altında, bir insan omurgasının teninin tam altındagöründüğü gibi görünüyorlardı. Bunların sağındanda solundan da gidebilirdim, gördüğüm kadarıyla.Bu geçitlerin hiç birini tanımıyordum. tabii. İki kıyıda birbirine benziyordu, derinlik aynı gibi görünüyordu;ama şubenin batı yakada olduğunu bildiğim için,doğal olarak batı geçidine yöneldim.«Geçide girer girmez, sandığımdan çok daha darolduğunu farkettim. Solumuzda o kesintisiz sığlık, sağımızdada çalılarla kaplı, dik, yüksek kıyı vardı. Otlarınüstünde de içiçe girmiş ağaçlar duruyordu. Sıkçalılar taşıyordu akıntının üstüne, yer yer de ağaçlarınbüyük dalları kaskatı uzanıyorlardı ırmağa doğru. Öğledensonranın geç bir saati olmuştu, orman kararmış,geniş bir gölge şeridi suyun üzerine dü§müştü. Bu gölgedeçok yavaş ilerliyorduk. Önde sırıkla derinliği ölçenadamın söylediğine göre, kıyı yanında su daha derindi,ben de iyice yanaştım karaya.«Beni korkutan aç dostlarımdan biri tam altımda,burnnda durmuş, suyun derinliğini ölçüyordu. Tıpkı birşal gibiydi bu gemi. Güvertede pencereli kapılı iki küçukahşap kulübe vardı. Kazan başaltında, motor dasag kıçtaydı. Bütün bunları, direklerin tuttuğu küçükbir çatı örtüyordu. Baca bu çatıyı delip geçiyor. bacanınönünde ince kalaslardan yapılmış bir kulübe dekaptan köşkü görevini yapıyordu. İçinde bir döşek, iki68


katlanır tabure, bir köşeye dayalı dolu bir Martini -Henry tüfek, küçücük bir masa ve dümen vardı. önündegeniş bir kapı, iki yanında enli birer pancur vardı.Bunlar hep açık duruyorlardı, tabii. Günlerimi kapınınönünde, çatının en ileri ucunda oturarak geçiriyordum.Geceleri de döşeğin üstünde uyuyor, ya da uyumı:..yaçalışıyordum. Dümenci, zavallı öncelimin yetiştirdiği,deniz kıyısında yaşayan boylardan birinden gelme,iri yapılı bir zenciydi. Kulaklarına pirinçten ikiküpe takıyor, belinden ayak bileklerine uzayan mavibir kumaş parçasına sarınıyor, küçük dağları kendininyarattığını düşünüyordu. ömrümde bundan dahadengesiz bir aptal görmemiştim. Yakınlardaysaın, dümenibüyük bir gösterişle yönetiyor, ama gözden yittimmi de miskin bir korkaklığa kapılıp o topal tekneyehemen yeniliveriyordu.«Derinliği ölçmekte kullanılan sırığa bakıp, her batışındabiraz daha uzunca bir parçasının su üstündekalmasına sinirlenirken, sırığı tutan adam birden işinibıraktı, sırığı yukarı çekmeyi bile unutup güverteyeuzanıverdi. Hala elinde tuttuğu sırığın bir ucu sudaydı.Aynı anda, altımda duran ateşçi birden kazanınınönüne oturup başını öne eğdi. Şaşırmıştım. Sonra hemenbakışlarımı ırmağa çevirmek zorunda kaldım, çünküönümüze bir ağaç kütüğü çıkmıştı. Sopalar, küçüksopalar uçuşuyordu havada -çok vardı : Burnumunucundan vızıldayarak geçiyor, altımda güverteye düşüyor,arkamdaki kaptan köşküne çarpıyorlardı. Bu aradaırmak, kıyı, orman, çok sessizdi, çıt çıkmıyordu. Kütüğünyanından güçlükle geçtik. Oktu bunlar! Ok atıyorlardıbize! Kıyı yanındaki pancuru kapamak için hemeniçeri girdim. Salak dümenci elleriyle dümeninparmaklarını kavramış, gemi ağzına batan bir at gibidizlerini yükseklere kaldırarak ayaklarını yere vuruyor,69


dişlerini birbirine çarpıyordu. Allah cezasını versin ! Kıyınında on metre açığında sallanıp duruyorduk. Ağırpancuru çekmek için dışarı doğru eğilmem gerekti veyaprakların arasında, benimkiyle aynı düzeyde öfkeli,gözlerini dimdik bana dikmiş bir yüz gördüm. Sonrabirden, gözlerimden bir perde kalkmış gibi, o karmaşıkkaranlığın derinliklerinde çıplak göğüsler, kollar, bacaklar,parlayan gözler gördüm; çalılıklar kımıldayan,parıldayan, bakır rengi insanlarla kaynaşıyordu. Dallartitriyor, sallanıyor, hışırdıyor, aralarından oklar fışkırıyordu.Pancur sonunda kımıldandı. 'Dümdüz git,' dedimdümenciye. Yüzü öne dönük, kafası kaskatıydı ; amagözleri yuvarlanıyordu, hala ayaklarını usul usul kaldırıpindiriyor, ağzından da biraz köpük saçıyordu.'Kes !' dedim öfkeyle. Bir ağaca rüzgarda sallanmamasınısöyleseydim aynı sonucu alırdım. Altımda, demirgüvertenin üstünde ayak seslerinin gürültüsü, karmakarışıkbağırmalar işitildi; 'Geri dönebilir misin?' diyebir çığlık attı birisi. İleride, suda, V biçiminde dalgacıklargördüm. Bir kütük daha ! Ayaklarımın altındanbir sürü patlama işitildi. Hacılar Winchesterlerini ateşlemiş,çalılıklara kurşun yağdırıyorlardı. Bir duman bulutuyükselip ağır ağır ilerlemeye başladı. Sövdüm. Nedalgacıkları, ne de kütüğü görebiliyordum. Kapı aralığındadurup gözlerimi iyice diktim ileriye; sürü sürügeliyordu oklar. Belki de zehirliydiler, ama bir kediyibile öldüremezlermiş gibi görünüyorlardı. Çalılıklardanbağırışmalar gelmeye başladı. Oduncularımız birsavaş çığlığı attılar, tam arkamda kulaklarımı sağıredercesLrıe bir tüfek patladı. Omuzumun üstünden geriyebaktım: Kaptan köşkü gürültü ve dumanla doluydu,hemen dümene koştum. Aptal zenci her şeyi bırakmış,pancuru açıp Martini - Henry'yi ateşleyivermişti.Pencerenin önünde durmuş, gözlerini dışarı dikmişti.'70


Geminin rotasını düzeltmeye çalışırken, geri dönmesiiçin bağırdım. İsteseydim bile tekneyi döndürecek yeryoktu, kütük o allahın cezası dumanın arasında, ilerilerdebir yerdeydi, harcayacak vakit yoktu, ben de tekneyikıyıya yanaştırdım - iyice sürdüm kıyıya, çünküsuyun orada derin olduğunu biliyordum.«Irmaın üzerine sarkan çalıları parçalayarak, uçuşandalların, yaprakların arasından yavaşça ilerledik.Aşağıdaki atış birden kesildi - tüfekler boşalınca böyleolacağını biliyordum. Kafamı birden geri çektim, parıltılıbir vızıltı geçti önümden, pencerenin birinden girdi,öbüründen çıktı. Boş tüfeğini sallayarak kıyıya doğrubağıran deli dümencimin arkasından kıyıya baktığımdaiki büklüm koşan, sıçrayan, kayan, belli belirsiz,uçup yiten adamlar seçtim. Pancurun önünde havadabüyük bir şey belirdi, tüfek suya düştü, dümencibirden geriledi, omuzunun üstünden olağanüstü, derin,içten bir bakış baktı, ayaklarımın dibine düştü. Kafasıiki kez dümene çarptı, uzun bir bastonun sapınabenzer bir şey kulübenin içinde sağa sola sallanıp katlanırtaburelerden birini devirdi. O uzun sopayı kıyıdabirinin elinden söküp aldıktan sonra dengesini yitiripdüşmüş gibiydi. İnce duman katı yok olmuş, kütüğüaşmıştık. ve yüz metre kadar sonra kıyıdan geneuzaklaşabileceğimi görmüştüm; ama ayaklarım öylesineıslak ve sıcaktı ki, yere bakmak zorunda kaldım.Adam sırtüstü yatmış, gözlerini bana dikmişti. İki eliyleo bastonu kavramıştı. Bu, kıyıdan atıldıktan, ya dapencereden sokulduktan sonra, adamın böğründe kaburgalarınıntam altında büyük bir yarık açarak ucugövdesine yiten bir mızrağın sapıydı; ayakkabılarımdolmuştu ; dümenin altında kızıl kızıl parlayan, kımıl.tısız bir kan gölü vardı; akıl almaz bir parlaklık vardıadamın gözlerinde. Tüfekler patladı gene. Mızrağı de-71


ğerli bir şeymiş, elinden almaya kalkacağımdan korkuyormuşgibi tutuyor, endişeyle bana bakıyordu. Gözlerimibakışlarından güçlükle aymp dümene döndüm.Buharlı düdüğün başımın üstündeki ipini tek elimle bulupüstüste, hızlı hızlı çekip öttürdüm. Öfkeli, düşmancaçığlıkların gürültüsü birden kesildi ve ormanın derinliklerinden,ancak dünyada umulacak son şey de yokolduktan sonra işitilebilecek titrek, uzun, kederli umutsuzbir bağırış yükseldi. Çalılıkların arasında büyük birkargaşalık oldu, ok yağmuru kesildi, son bir iki el dahaateş edildi - sonra da kıçtaki çarkın tembel vuruşunuiyice duyuran bir sessizlik oldu. Dümeni tam sancağaçevirdiğimde, pembe pijamalı hacı, ter ve heyecaniçinde kapıda belirdi. 'Müdür gönderdi beni -' diye başladıresmi bir sesle, sonra birden sustu. 'Tanrım', dedi,yaralı adama bakarak.«İki beyaz yanıbaşında duruyorduk ve zencinin parlak,meraklı bakışı ikimizi de sarıyordu. Sanki birazdan.anlaşılır bir dille, bize bir soru soracakmış gibiydi;ama tek söz söyleyemeden, tek parmağı oynamadan,tek kaşı titremeden, öldü. Yalnız son anda, bizimgöremediğimiz bir işarete, ya da işitemediğimiz bir fısıltıyakarşılık verirmiş gibi yüzünü astı, asıklık da kara,ölü suratına akıl almaz ölçüde ters, saldırgan birduruş getirdi. Meraklı bakışının parlaklığı hızla soldu,boş bir donukluğa dönüştü. 'Dümeni kullanabilir misin?'diye umutla sordum temsilciye. Çok kararsız görünüyordu,ama hemen koluna sarılınca, kullanmasınıbilse de bilmese de dümene geçmesini istediğimi anladı.Doğrusunu isterseniz, ayakkaplarımla çoraplarımıdeğiştirmek için sağlıksız, dayanılmaz bir istek vardıiçimde. Çok etkilenmiş bir sesle, 'Ölmüş,' diye mırıldandıadam. 'Hiç kuşkun olmasın,' dedim, ayakkaplarımınbağcıklarına asılarak. 'Şimdiye dek Bay Kurtz'72


da ölmüştür herhalde.'


dım ... Kim o öyle iç çeken orada? Saçma mı? Saçmaolsun. Hey Tanrım! İnsan hiç . .. Hadi, biraz tütün verinbana ... ))Sustuğunda büyük bir sessizlik oldu. Sonra bir kibritparladı ve sarkık kırışıkları ve gözkapakları, yoğundikkat havasıyla, Marlow'un aşınmış, çökmüş, ince yüzügöründü. Piposuna hızla asıldıkça, yüzü sanki geceylekibritin düzenle titreyen yalazı arasında gidip geliyordu.Kibrit söndü.«Saçmaymış !» diye bağırdı. «Anlatmanın en güçyam da bu işte . .. Hepiniz buradasınız, çift demirli teknelergibi, ikişer adrese bağlamışsınız palamarlarınızı,bir köşeyi dönünce kasap, öbür köşeyi dönünce polis,iştahınız yerinde, ateşiniz de hep aynı - duyuyor musunuz?- aynı, yılın başından sonuna dek. Bir de 'Saçma',diyorsunuz! Saçmanın - cam cehenneme! Saçma !Sevgili dostlar, sırf sinirinden yepyeni bir çift ayal{]{abıyısuya fırlatan bir adamdan ne bekliyorsunuz ! Şimdidüşünüyorum da, gözyaşı dökmediğime şaşıyorum.Dayanıklılığımla övünürüm genellikle. Ama yetenekliKurtz'u dinleyebilmek gibi büyük bir ayrıcalığı kaçırmakbeni can evimden vurmuştu. Yanılıyordum, tabii.Bu ayrıcalık bekliyordu beni. Evet, gereğinden fazlasınıbile dinledim. Haklıydım da. Bir sesti o. Bir sestenbaşka pek bir şey değildi. Ve dinledim - onu - o sesi- sesleri - hiçbiri sesten başka pek bir şey değildiler- ve o dönemin anısı dolaşıyor hala çevremde, el·le tutulmaz, büyük bir şamatanın ön titreşimleri gibi,aptalca, korkunç, çirkin, yabanıl, ya da yalnızca kötü,tümüyle anlamsız. Sesler, sesler -kız bile - şimdi...»Uzun bir süre konuşmadı.«Yetilerini bir yalanla yok ettim sonunda,» diyebaşladı birden. «Kız ! Ne? Kızdan mı söz ettim? Kız bunlarındışındaydı. Tümüyle dışında. Onlar - kadınlar ya-74


ni - hep dışındadırlar -dışında olmalıdırlar. Onlarakendi güzel dünyalarında kalmaları için yardımcı olmalıyız,yoksa bizim dünyamız daha da kötüleşir. Tabii,bunların dışında olması gerekliydi onun. Bay Kurtz'­un mezardan çıkma gövdesini. 'Benim Sözlüm' derkenişitmeliydiniz. O zaman kendi gözlerinizle görürdünüz,nasıl her şeyin dışında olduğunu. Bir de Bay Kurtz'uno görkemli kafatası. Saçların bazen ölümden sonra dauzadığını söylerler, ama bu bu - bu - örnek, insanıetkileyecek kadar keldi. Orman dokunmuş ve birden birtop gibi, onu okşamıştı ve -Hop ! - pörsüyüvermişti;onu almış, sevmiş, kucaklamış, damarlarına girmiş, şeytancabir üyelik töreninin akıl almaz ayinleriyle ruhunu kendininkine bağlamıştı. Ormanın şımarık, üstünedüşülen gözdesiydi. Fildişi mi? Tabii. Yığınla, kümekfune. Eski kerpiç kulübe çatlayacaktı neredeyse, fildişinden.Tüm ülkede, yerin ne üstünde, ne altında, tekbir fildişi kalmamış sanırdınız. 'Çoğu fosil,' demişti müdür,küçümseyerek. Ben ne kadar fosilsem, onlar da okadar fosildi ; ama topraktan çıkan fildişine fosil diyorlar.Anlaşılan, zenciler fildişini gömerlermiş bazen- ama yetenekli Bay Kurtz'u alınyazısından kurtaracakkadar derine gömememişlerdi bu fildişi yığınını.Gemiyi fildişiyle doldurduk, bir çoğunu da güverteyeyığmak zorunda kaldık. Böylece, gözleri gördüğü sürecebakıp beğenilebilecekti fildişlerini, çünkü sonuna dekkorumuştu bu beğenme tutkusunu. 'Benim fildişlerim,'derken duymalıydınız onu. Evet, duyuyordum onu. 'BenimSözlüm, benim şubem, benim ırmağını, benim -'herşey onundu. Ormanın, birdenbire, yıldızları bile yerlerindenoynatacak kahkahalar atmasını bekliyordum.Soluğumu tuttum. Her şey onundu - ama önemsizdibu. Önemli olan, onun kimin olduğu, karanlığın hangigüçlerinin ona sahip çıktığıydı. İnsanın tüylerini diken75


diken eden düşünce de buydu. Bunu düşünmek olanaksızdı- sağlıksızdı da. Ülkenin iblisleri arasında yüksekbir yere oturmuştu - gerçekten. Anlayamazsınız.Nasıl anlarsınız? - ayağınızın altında sağlam kaldınm,çevrenizde sizi alkışlamaya, üstünüze düşmeye hazır iyiyürekli komşular, polisle kasabın arasında kibar adımlaratıp rezaletten, darağacından ve tımarhaneden korkarakyaşıyorsunuz ... Engel tanımayan ayakların insanıyalnızlık yoluyla - polissiz, tam yalnızlık, yani sessizlikyoluyla, iyi yürekli komşuların kamuoyundan sözedip uyarmadıkları, tam sessizlik yoluyla - ilkçağlarınhangi bölgelerine götüreceğini düşünebiliyor musunuz?Bu küçük ayrıntılar çok önemli. Yok oldukları zaman,insan kendi iç gücüne, kendi bağımlılık yeteneğine güvenmekzorunda kalıyor. Tabii, yanılamayacak kadar,karanlık güçlerin saldırısı karşısında olduğunu anlamayacakkadar aptal da olabilii kişi. Hiç bir aptal, şeytanlaruhunun pazarlığını yapmamıştır herhalde: Ya aptalfazla aptaldır, ya da şeytan fazla şeytan - hangisiolduğunu bilemiyorum. Ya da öylesine akıl almaz ölçüdeulu bir kişisindir ki, cennetten gelen tüm seslerlegörüntülerden başka her şeye karşı kör ve sağır gibisindir.O zaman da dünya senin için yalnızca ayaktadurmaya yarayan bir şeydir. Bu da senin kazancına mıdır,kaybına mıdır, bilemem. Ama çoğumuz bunlardanne birine, ne de ötekine benzeriz. Dünya bizim için yaşanacakbir yerdir, bu yüzden de dayamnamız gerek görünümlere,seslere, korkulara - Hey Tanrım ! Sıkıysasu aygırı ölüsünü kokla da pislenme. İşte gücünüz -o pislikleri gömmek için göze batmayacak delikler açmayeteneğinize olan güveniniz; kendinize değil, belirsizyorucu bir işe bağlanma gücünüz - orada belli ediyorkendini. Oldukça da zor bir şeydir bu. Aslında özüraramaya, hatta açıklamaya bile çalışmıyorum. Kendi-76


me hesap vermeye çalışıyorum, Bay - Bay Kurtz için- Bay Kurtz'un gölgesi için. Boşluğun ötelerinden gelenbu iblisleşmiş hayalet akıl almaz jtiraflarıyla onurlandırdıbeni, tümüyle yok olmadan. Benimle İngilizcekonuşabildiği içindi bu. Gerçek Kurtz eğitiminin bir bölümünüİngiltere'de görmüştü ve -kendi de kabullendiğigibi - niyetleri iyiydi. Anası yarı İngiliz, babasıyarı Fransızdı. Tüm Avrupa'mn katkısı vardı, Kurtz'unyaratılmasında. Sonradan öğrendiğime göre de, Yabanıl.Alışkanlıkları Yok Etme Uluslararası Derneği çokuygun bir iş yapmış, gelecekteki çalışmalarına ışık tutmasıiçin bir rapor yazmasını istemişti Kurtz'dan. O dayazmıştı raporu. Gördüm. Okudum. Çok iyi yazılmıştı,çok canlıydı, ama sanıyorum biraz fazla sinirliydi. SıkS!'ltırl·:ırıa yazılmış on yedi sayfayı dolduracak kadar vakitbulmuştu ! Ama bu herhalde - sinirleri, diyelim -bozulmadan, değişik dönemlerde işittiklerimden istemeyeistemeye anladığım kadarıyla ona - Bay Kurtz'a,anlıyor musunuz? - sunulan ve iğrenç ayinlerle son bulanbazı geceyarısı danslarını yönetmeye başlamasındanönceydi. Ama çok güzel yazılmıştı. Gene de, sonradanöğrendiğim bazı şeylerin ışığında, ilk paragTafıbana şimdi uğursuz geliyor. Başlangıçta, biz beyazlarınvardığı gelişme noktası açısından 'onlara (yerlilere) doğaüstü yaratıklar gibi.' göründüğümüzü, 'onlara birtanrı kadar güçlü' olarak yaklaştığımızı yazıyordu, falanfilan. 'Yalnız irademizi kullanarak, sınırsız denebilecekiyilikler yapmak için gücümüzü kullanabiliriz'vb., vb. Vardığı sonuç çok görkemliydi, ama akılda kalmıyordu,anlıyor musunuz? Yüce bir İyilik Gücü'nünyönettiği yabancı bir Sonsuzluğu düşündürüyordu bana.Heyecandan titriyordum. Güzel anlatımın - sözcüklerin- yakıcı, soylu sözcüklerin sınırsız gücüydü bu.Cümlelerin büyülü akışını kesecek kılgın bilgiler yok-77


tu, ancak son sayfanın dibine titrek bir elle çok sonralarıyazıldığı belli bir not yöntemini açıklıyor olabilirdi.Çok basitti, tüm yüce duyguları kamçılayan o seslenişinsonunda da, açık bir gökyüzünde çakan bir şimşekgibi korkunç, ışıl ışıl parlayıveriyordu insanın yüzünde:'Bu hayvanların kökünü kazıyın!' Asıl tuhafolanı, bu değerli haınişi - anlaşıldığı kadarıyla - unutmuşolmasıydı; çünkü sonraları, biraz kendine geldiğinde,'broşürüne' {kendi deyimiyle) iyi bakmam içinyalvardı; bu yazdıklarının gelecekte çalışma yaşamınınüzerinde olumlu bir etkisi olacağına inanıyordu.Bütün bu işler konusundaki bilgim tamdı; sonunda anısıda bana emanet edildi. Anısına o kadar iyilik ettimki, istesem onu şu anda gelişmenin çöplüğüne, uygarlığıntüm artıklarının, leşlerinin arasına, sonsuz bir uykuyayatırabilirim. Ama aslında seçeneğim yok. Unutulmayacako. Her ne idiyse, sıradan bir adam değildi. İlkelkafaları, kendi onuruna kötü bir cadı dansı yaptıracakkadar büyüleyici ya da korkutucu bir gücü vardı,hacıların küçük kafalarım da kuşkularla doldurabiliyordu.Hiç değilse bir de sadık dostu vardı ve bu dünyadane ilkel, ne de bencil olan bir kişiyi kazanmasınıbilm!&ti. Hayır, onu unutamam, ama ona ula şmak içinyitirdiğimiz cana değdiğini de söyleyemem. Eski dümencimiçok özlüyordum - ölüsü henüz kaptan köşkündeyatarken bile özlemeye başladım. Kara bir çölcle birkum tanesinden farksız bu zenciyi böyle özlememi garipseyebilirsiniz.Ama bir şey yapmıştı, anlıyor musunuz.dümeni kullanmıştı, aylarca sırt1mdaynı, bir yardımcı,bir araçtı. Bir tür ortaklıktı bu. O dümeni yönetiyordubenim için, ben de ona bakıyordum, zayıfnoktalarından endişe duyuyordum; böylece de, ancakbirden koptuğu zaman farkettiğim bir bağ kurulmuştuaramızda. Yarasını aldığı zaman bana bakışındaki o de-78


in yakınlık bugüne dek belleğimdedir - çok önemlibir anda doğrulanan uzak bir akrabalık bağı gibi.«Zavallı aptal! O pancura dokunmasaydı ... Tutamıyordukendini, hiç tutamıyordu - tıpkı Kurtz gibi,rüzgarda sallanan bir ağaçtı. Ayağıma kuru bir çiftterlik geçirdikten sonr kaptan köşkünün dışına çıkardımölüsünü, önceden de - gözlerimi sımsıkı yumarak- böğrüne saplı mızrağı söküp çıkardım. Küçükeşiği aşarken, topukları sıçrayıverdiler, omuzları göğsümebasıyordu, onu arkadan, güçlükle kavramıştım. Öff!Ağırdı, çok ağırdı ; dünyada bundan daha ağır bir adamyoktu herhalde. Sonra, işi uzatmadan ölüsünü ırmağayuvarladım. Akıntı onu bir ot parçasıymış gibi kaptı,sonsuza dek gözden yitmeden önce suda iki kez döndüğünügördüm. Müdürle tüm hacılar o sırada kaptanköşkünü çevreleyen üst güvertede toplanmışlar, heyecanlıbir saksağan sürüsü kadar çok gürültü çıkarıyorlardı.Katı yürekliliğime, acımasızlığıma tepki oluşturanbir mınltı dolaşıyordu havada. O ölünün teknededurmasını niçin böylesine istiyorlardı, bilemiyorum.Mumyalamak istiyorlardı belki de. Oduncu dostlarım datepki gösteriyorlardı ve tepkilerinin nedeni de dahasağlamdı - ama nedenin kendisini kabul etmek olanaksızdı.Evet ! Kararımı vermiştim: Eğer eski dümenciınyenecekse, balıklardan başka kimse yemeyecekti onu.Ölümünden önce çok ikinci sınıf bir dümenciydi, amaölümünden sonra birinci sınıf bir kışkırtma aracı olabilir,önemli sorunların doğmasına yol açabilirdi. üstelik,bir an önce dümenin başına geçmek istiyordum,çünkü pembe pijamalı adam bu işte akıl almaz bir ahmakolduğunu gösteriyordu.«Basit cenaze töreni biter bitmez geçtim dümene.Irmağın tam ortasından yarım-yol gidiyorduk, ben desöylenenleri dinliyordum. Kurtz'dan, şubeden, umudu79


kesmişlerdi; Kurtz ölmüştü - şube yanmıştı - falan filan.Kızıl saçlı hacı, hiç değilse zavallı Kurtz'un öcününalındıgını düşünerek kendinden geçiyordu. 'Ya ! Çalılıklardaiyi biçtik ama adamları. Ha? Ne dersiniz? Ya!'Keyiften oynayacaktı neredeyse, canına yandığımın kanasusamış namussuzu. Yaralı adamı gördüğünde debayılacaktı neredeyse ! Dayanamayıp, 'Hiç değilse ortalığıiyice dumana boğdunuz,' dedim. Çalılıkların üstyanlarının titreyişinden, uçuşmasından, attıklarınınhemen hepsinin yüksekten boşa gittiğini farketmiştim.İnsanın attığını vurabilmesi için tüfeği omuzuna dayayıpnişan alması gerekir, bu arkadaşlarsa gözleriniyumup kalçadan ateşliyorlardı tüfeklerini. Benim savım- haklıydım· da - yerlilerin geminin düdüğünüişitince kaçtıklarıydı. Bunun üezrine Kurtz'u unutup,bağıra çağıra söylediklerime ·karş çıkmaya başladılar.«Müdür dümenin yanında durmuş, alçak sesle banagece olmadan ırmaktan aşağı elimiz_den geldiğinceyol almamız gerektiğini anlatırken, uzakta, .ırmak kenarındabir açıklık ve bir yapıya benzer bir şeyler gördüm.'O ne?' diye sordum. Hayranlıkla ellerini çırptı.'Şube !' diye bağırdı. Yarım-yol hızını bozmadan hemenyanaştı m.«Dürbünle baüınca, seyrek ağaçlı, çalılıklardan tümüylearınmış bir tepe gördüm. Tepenin doruğunda,çoktandır çürümekte olan bir yapı yüksek otların arasındagömülü duruyordu. Sivri çatısındaki büyük deliklerkapkaranlık görünüyordu uzaktzın. Orma nın. baltagirmemiş ormanın karanlığıydı bu. Çite ya da narm ... k­lıP.;::ı. benzer hiç bir şey yoktu, ama eskiden oldu?!'u belliydi:Evin yakınında, kabaca yontulmuş, teneleri bireıküreyle süslü yarım düzine kadar ince kazık duruyordu.Parmaklıklar, ya da aralarında ne vardıysa, yok olmuştu.Orman sarıyordu her şeyi. Irmağın kıyısı açık-80


lıktı ve su kenarında, başında tekerlek gibi bir şapkayladurup habire kolunu bize doğru sallayan beyaz biradam gördüm. Yukarıya ve aşağıya, ormanın kenarlarınabakınca, bazı kıpırtılar gördüğümden emindim- orada burada belirip yok olan insan biçimleri. Dikkatlegeçtim bu yerlerin yanından, sonra motoru durdurdum,tekne kendi hızıyla yanaştı. 'Saldırıya uğradık,'diye bağırdı müdür. 'Biliyorum - biliyorum.Önemli değil,' diye bağırdı karadaki adam neşeyle. 'Gelin.Önemli değil. Sevindirdiniz.'((Görünüşü bir şey anımsatıyordu bana - bir yerdegördüğüm gülünç bir şeyi anımsatıyordu. Kıyıya yanaşmakiçin manevra yaparken 'Neye benziyor buadam?' diye soruyordum kendi kendime. Birden buldum.Bir harlequin'e (*) benziyordu. Hollanda bezine benzerkahverengi bir kumaştan yapılmıştı giysileri, ama yamalarlakaplıydı, parlak renkli, mavi, kırmızı, sarı yamalarla- arkası, önü, dirsekleri, dizleri hep yamalıydı;ceketinin çevresinde renkli bantlar, pantolonununpaçalarında kızıl şeritler vardı; güneş ışığında çok neşelive çok şık duruyordu, çünkü yamalarının ne kadardüzgün dikildikleri belliydi. Sakalsız, çocukça, çokaçık renkli bir yüz, soyulmuş bir burun, küçük, mavigözleri, ve bu apaçık yüzün üstünde, rüzgarın süpürdüğübir vadi üzerindeki güneşle gölge gibi kovalamacaoynayan gülümsemeler, somurtmalar. 'Dikkat edin,kaptan !' diye bağırdı, 'ırmak bir kütük attı buraya düngece! Ne? Gene mi kütük ! Sövme biçimimin utanç vericiolduğunu kabul ediyorum. Ama bu harika yolculuğunsonunda bir de topal teknemin dibini delecektimneredeyse. Kıyıdaki harlequin küçük küt burnunu bana(*) Harlequin: Eski ltatyan pandomima oyunlarında rengarenk yamalıgiysiler giyen palyaço.81


doğru kaldırdı. 'İngiliz misiniz?' diye sordu gülümseyerek.'Ya sen?' diye bağırdım dümenden. Gülüşü yokoldu, beni düş kırıklığına uğrattığı için üzülmüşçesinehayır anlamına başını salladı. Sonra yüzü aydınladı gene.'Boş ver !' diye bağırdı, beni yüreklendirmek istergibi. 'Yetişebildik mi?' diye sordum. Birden suratı asılarak'Yukarıda,' dedi ve başını o yana salladı. Sonbahardagökyüzü gibiydi suratı: Bir an bulutlu, bir anaydınlık.«Müdür tepeden tırnağa silahlı hacılarla birlikteeve doğru gidince, adamcağız tekneye çıktı. 'Durum pekhoşuma gitmiyor, çalılıklar yerli dolu,' dedim. Önemliolmadığını söyledi bana. 'Basit insanlardır,' diye ekledi.'Geldiğinize çok sevindim. Onları uzak tutmak tümvaktimi aldı.' 'Ama önemli olmadığını söylemiştin,' diyebağırdım. 'Niyetleri kötü- değildi, camın,' dedi; onahayretle baktığımı görünce de düzeltti sözlerini, 'Pekkötü değildi,' dedi. Sonra canlılıkla, 'Vay canına, sizinkaptan köşkü iyi bir temizlik ister !' dedi ve bir soluktada, bir sorun çıkarsa diye, kazanda geminin düdüğünüöttürecek kadar buhar bırakmamı salık verdi. 'İyice biröttürmek, bütün tüfeklerinizden daha çok işe yarar.Basit insanlar bunlar,' dedi gene. Öyle hızlı konuşuyorduki, başım döndü. Uzun bir suskunluğun acısını çıkarıyorgibiydi, hatta durumun gerçekten de öyle olduğunugülerek çıtlattı bana. 'Bay Kurtz'la konuşmazmısın?' dedin1. 'O adamla konuşulmaz - o dinlenir,'dedi aşırı bir coşkuyla. 'Ama şimdi -' Kolunu salladıve birden büyük bir karamsarlığın derinliklerine daldı.Sonra sıçrayarak toparlandı bir anda, iki elimi birdenkavrayıp bir yandan sallamaya, bir yandan da anlaşılmazşeyler söylemeye başladı: 'Denizci kardeş ...onur ... sevindim ... zevk ... tanıtayım kendimi. .. Rus ...başrahip oğlu ... Tambov hükümeti. Ne? Tütün ! İngi-82


liz tütünü, harika İngiliz tütünü. Kardeşçe bir şey. İçmekmi? Nerede tütün içmeyen denizci?'«Pipo sakinleştirdi onu, zamanla da okuldan kaçtığını,bir Rus gemisiyle denize açıldığını, gene kaçtığını;bir süre İngiliz gemilerinde çalıştığını ; başrahipbabasıyla şimdi barışmış olduğunu anladım. Bu sonnokta üzerinde önemle duruyordu. 'İnsan genç oluncadünyayı görmeli, deneyler, düşünceler edinmeli, dağarcığınıgenişletmeli.' 'Burada mı !' diye sözünü kestim.Gençliğinin ciddiliğiyle, sitem edercesine, 'Belli olmaz !'dedi, 'Bay Kurtz'la burada tanıştım.' Dilimi tuttumbundan sonra. Anladığım kadarıyla, deniz kıyısındakibir Hollandalı tecimeni, kendisine gerekli gereçlerle erzağıvermesi için kandırmış, sonra da başına geleceklerdenbir bebek kadar habersiz, iç bölgelere doğru yolaçıkmıştı. Herkesten ve herşeyden uzak, iki yıldır geziniyordubu ırmak dolaylarında. 'Göründüğüm kadargenç değilim. Yirmi beş yaşımdayım,' dedi. 'Önceleri ihtiyarVan Shuyten cehennemin dibine yollardı beni', diyeanlattı büyük bir zevkle, 'ama inat ettim, konuştum,sonunda gevezeliğimle en sevdiği köpeğini öldüreceğimdenkorktu, bazı ucuz şeylerle bir kaç silah verdi, birdaha da yüzümü görmek istemediğini söyledi. İyi birHollandalıydı, ihtiyar Van Shuyten. Döndüğümde banahırsız demesin diye bir yıl önce biraz fildişi göndermiştimona. Eline geçmiştir inşallah. Gerisine de hiçkulak asmıyorum. Size bir yığın odun bırakmıştım. Eskievimdi o. Gördünüz mü?'«Towson'un kitabını verdim ona. Beni öpecek sandım,ama tuttu kendini. 'Kalan tek kitabımdı, yitirdiğimisanmıştım,' dedi, kendinden geçercesine kitaba bakarak.'Tek başına yolculuk eden bir adamın başına nekazalar gelir, biliyor musunuz? Kayıklar devrilir bazen- bazen de insanlar öfkelenince çabucak gitmelı.: gere-83


kir.' Sayfalan karıştırdı. 'Rusça mı not tuttun?' dedim.Evet anlamına başını salladı. 'Ben anlan şifre sanmıştım,'dedim. Güldü, sonra ciddileşti. 'Çok zor oldu buinsanlan uzak tutmak,' dedi. 'Seni öldürmek mi istiyorlardı?'diye sordum. 'Yok, hayır !' diye bağırdı, sonratuttu kendini. 'Bize niçin saldırdılar?' diye sordum.Bir an durakladı, sonra utanarak, 'Onun gitmesini istemiyorlar,'dedi. 'Öyle mi?' dedim merakla. Gizemli vebilgiç bir havayla başını salladı. 'Söylediğim gerçek,'dedi, 'bu adam dağarcığımı genişletti.' Kollarını ikiyana açıp yusyuvarlak, küçük mavi gözlerini bana dikti.»84


111«Hayretle baktım ona. Bir pandomima kumpanyasındankaçmış gibi, gözalıcı, hevesli, rengarenk duruyordukarşımda. Varlığı bile olasının dışında, açıklanmaz,şaşırtıcı bir şeydi. Çözülmesi olanaksız bir sorundu.Nasıl yaşayabildiği, buraya kadar nasıl geldiği, nasılkaldığı - nasıl hemen yok olmadığı - akıl almazşeylerdi. 'Biraz daha ileri gittim,' dedi, 'sonra biraz daha- sonunda öylesine uzaklaştım ki, nasıl döneceğimibilemedim. Her neyse. Vakit çok. Bulurum bir yolunu.Siz Kurtz'u götürün çabuk -çabuk, anlıyor musunuz !'Rengarenk paçavralarını, yoksulluğunu, yalnızlığını,boş gezginliğinin temelindeki o çoraklığı, gençliğinin çekiciliğisarıyordu. Aylardır - yıllardır - yaşamının birgünlük bile değeri yoktu. Ama o, göründüğü kadarıyla,yaşının gençliği ve coşkun ataklığı sayesinde, güzel vedüşüncesiz bir yaşam sürüyordu. Hayranlık ya da imrenmegibi bir duygu uyandırdı bende. Onu· güden, yarasızberesiz kalmasını sağlayan, çekiciliğiydi. Doğadantüm istediği, soluk alacak ve ilerleyebilecek kadar biryerdi. Tüm gereksinmesi, varolmak, en büyük tehlikelerin,en büyük yoklukların içinde ilerlemekti. Eğer insandatemiz, art düşüncesiz, zorluklarla dolu bir serüventutkusu varolmuşsa, bu yamalı gençte varolmuştu.85


Bu alçak gönüllü, pırıl pırıl ;ıteşi içinde taşımasına imreniyordum,neredeyse. Bu ateş benliğiyle ilgili herşeyiöylesine yok etmişti ki, konuşurken bile, anlattıklarınınonun - karşınızda duran bu adamın - başındangeçtiğini unutuyordunuz. Kurtz'a olan bağlılığını imrenmiyordumama. Düşünmemişti bunun üzerinde. Heveslibir kadercilikle kabullenmişti, birden bire doğuverenbu bağlılığı. Şimdiye dek karşısına çıkan tehlikelerinen büyüğü de buydu, bana kalırsa.«Fırtınadan kaçıp aynı koya yanyana sığınan, hafifçebirbirine sürten iki gemi gibi, birleşmeleri kaçınılmazdı.Kurtz dinleyici arıyordu anlaşılan, çünkü birseferinde, ormanda kamp kurduklarında, bütün gecekonuşmuşlardı - daha doğrusu, Kurtz konuşmuştu.'Her şeyden konuştuk,' dedi, anısına kaptırarak kendini.'Uyku diye bir şeyin varlığını unuttum. Gece bir saatbile sürmedi sanki. Her şeyden konuştuk! Her şeyden!.. Sevgiden de.' 'Ya, demek sana sevgiden söz etti!'dedim, alaycı bir biçimde. 'DüŞündüğünüz gibi değil!'diye coşkuyla bağırdı. 'Genel olarak sevgiden sözettik. Bana bazı şeyler gösterdi - bazı şeyler.'«Kollarını havaya kaldırdı. Güvertede duruyordukve yakınımızda oturan oduncuların başı ağır, parlakgözlerini ona doğru çevirdi. Nedenini bilmiyorum, amabu ülke, bu ırmak, bu orman, yanan bu gökyüzü, oandaki kadar umutsuz, karanlık, insan düşüncesine kapalı,insan zayıflıklarına acımasız gelmemişti bana. 'Ogündür bu gündür de onunla birliktesin tabii, değilmi?' dedim.«Tam tersiydi. Çeşitli nedenler yüzünden, ilişkileriçok kopuk kopuk olmuştu. Bana, övünerek, Kurtz'a ikihastalığı boyunca baktığını anlattı (tehlikeli bir iş başarmışgibi söz ediyordu bundan) , ama Kurtz genellikletek başına dolaşıyor, ormanın derinliklerinde geziniyor-86


du. 'Bazen, bu şubeye vardığımda, günlerce beklerdimgelmesini' dedi. 'Beklediğime de değerdi ! - bazen.' 'Neyapıyordu ormanda? Araştırma falan mı?' diye sordum.'Evet, tabii.' Bir çok köy, bir de göl bulmuştu. Ne yandaolduğunu pek iyi bilmiyordu; fazla soru sormak tehlikeliydi- ama yolcu! uklannın çoğu fildişi bulmakiçindi. 'Ama değiş tokuş edecek mal yoktu elinde o sıralarda,'dedim. 'Bol mermi var daha, hepsi bitmedi' eledi,başını çevirerek. 'Açıkçası, talan etti her yeri,' dedim.Başını salladı. 'Tek başına yapmadı ya bunları!'Gölün çevresindeki köylerle ilgili bir şeyler mırıldandı.'Orada yaşayan boylar Kurtz'a yardım ettiler, öylemi?' dedim. 'Ona tapıyorlardı,' dedi. Öyle olağanüstü birbiçimde söyledi ki bunu, merakla yüzüne baktım. Kurtz'dan söz ederken yüzünü saran coşku ve çekingenlil{ karışımınıgörmek ilgi çekiciydi. Kurtz onun yaşamınıdolduruyor, düşüncelerini denetim altında tutuyor,duygularını etkiliyordu. 'Ne olmasını bekliyordunuz?'dedi birden. 'Elinde yıldırım ve şimşeklerle, korkunç birbiçimde gitti onlara - ömürlerinde böyle şey görmemişlerdi.Korkunç olurdu bazen. Sıradan bir adamı yargıladığınızgibi yargılayamazsınız Bay Kurtz'u. Hayır,hayır, olamaz ! Bakın - sırf anlatabilmek için size - çekinmedensöylüyorum, bir seferinde beni de vurmayakalktı - ama onu yargılamıyorum.' 'Seni mi vurmayakalktı !' diye bağırdım. 'Peki, ama niçin?' 'Evimin yakınındakiköyün başı bana bir kaç parça fildişi vermişti.Köylüler için ava çıkardım arada sırada. Fildişini istiyordu,ne desem de dinlemiyordu. Fildişini ona veripbu yöreden uzaklaşmazsam, beni vuracağını söyledi;vurabilirdi de, çünkü hoşlanıyordu bu işten ve canınınçektiğini öldürmesini engelleyecek hiç bir şey yoktudünyada. Doğruydu da bu. Verdim fildişini. Bana ne!Ama gitmedim. Hayır, gitmedim. Bırakamazdım onu.87


Yeniden dost olana dek bir süre dikkatli olmam gerektitabii. O sırada ikinci kez hastalandı. Sonraları uzakdurmam gerekti ondan, ama önem vermiyordum buna.Genellikle, göl kenarındaki o köylerde yaşıyordu. Irmağaindiğinde benden hoşlanırdı bazen; bazen de dikkatliolmamda yarar vardı. Fazla acı çekiyordu buadam. Nefret ediyordu bütün bunlardan, ama nedensebir türlü kaçamıyordu. Fırsat geçtikçe yalvarırdım ona,çok geç olmadan kaçmaya çalışması için; onunla birliktedömneyi önerirdim. O da peki derdi, sonra da kalırdı:fildişi avına çıkardı gene; haftalarca yok olurdu;kendini unuturdu bu insanların arasında - kendiniunuturdu, anlıyor musunuz?' 'Adam deli!' dedim. Karşıçıktı. Bay Kurtz deli olamazdı. Daha iki gün öncesöylediklerini dinlemiş olsaydım, bunu aklımdan bilegeçiremezdim ... O konuşurken dürbünümü almış, kıyıya,evin iki yanına ve arkasındaki ormanın sınırınabakıyordum. Dingin. sessiz duran -tepedeki yıkık evkadar dingin ve sessiz - ağaçların arasında insanlarolduğunu bilmek huzursuz ediyordu beni. Doğanın yüzünde,bana anlatılan değil, üzgün ünlemlerle, omuzsilkmelerle, kesik cümlelerle, uzun iç çekişlerinin tamamladığıipuçlarıyla sezdirilen bu öyküden hiç bir izyoktu. Orman etkilenmemişti; gizli bir bilgiçlik, sabırlıbir bekleyiş, yaklaşılmaz bir sessizlik havasıyla, birmaske gibi - kapalı bir hapishane kapısı gibi - ağır,bekliyordu. Rus, bana Bay Kurtz'un o göl boyu insanlarınıntüm savaşçılarını yanına alarak ırmağa dahayeni indiğini anlatıyordu. Bir kaç aydır yoktu -insanlarıkendine tapındırmakla geçirmişti o bir kaç ayı herhalde- ·">Onra birden bire gelivermişti; anlaşıldığı kadarıyla,ya karşı kıyıya, ya da ırmağın aşağı bölgelerinebir saldırıyla hazırlanıyordu. Daha çok fildişi bulmaisteği, daha az - nasıl diyelim - maddeci tutku-88


ıarına ağır basmıştı. Ama birden çok kötüleşmişti. 'Yatağadüştüğünü duydum, geldim ben de - tehlikeyigöze aldım,' dedi Rus. Dürbünümü eve çevirdim. Hiçbir canlılık belirtisi yoktu evde, ama yıkık çatı, otlarınüzerinden görülen uzun kerpiç duvar, ayrı boylardakidört köşeli üç pencere ·deliği - hepsi uzanıp dokunabilecekmişimgibi yakında görünüyordu. Sonra ani birhareket yaptım ve o yıkık çitin direklerinden biri sıçrarcasınadürbünün görme alaiıına girdi. Bir yıkıntıyıçevreleyen bu direklerin tepelerini süsleme çabalarınışaşırtıcı bulduğumu söylemiştim size.Bu süsleri birdenbiredaha yakından görüyordum, ilk etkileri de, birisisuratıma vurmuş gibi kafamı geri çektirmek oldu.Sonra dürbünü, dikkatle, teker teker, bütün direklereçevirdim, yanıldığımı gördüm. Direklerin tepesindekiküreler birer süs değil, birer simgeydi; anlamlı, şaşırtıcı,çarpıcı, rahatsız edici, düşündürücüydüler, benim olduğukadar, gökteki akbabaların da ilgisini çekebilirlerdi,eğer gökte akbabalar olsaydı; ama direkleri tırmanacakkadar çalışkan olan karıncaların da ilgisiniçektikleri kesindi. Direklere geçirilmiş o kafalar, yüzlerieve dönük olmasaydı, daha da etkili olacaklardı.Bunlardan yalnız biri - ilk gördüğüm - bana dönüktü.Sandığınız kadar çarpmadı bu olay beni. Birdenkafamı geri çekmem, şaşkınlıktan çok bir anlık bir ürküntüyüzündendi, çünkü direğin tepesinde bir tahtaparçası göreceğimi sanıyordum, anlıyor musunuz? Gördüğümilk kafaya baktım gene - kara, kuru, pörsük,gözleri kapalı duruyordu orada. Sanki o direğin tepesindeuyuyor, çökük kuru dudaklarının arasından görünenince beyaz dişleriyle de o ölümsüz uykuda gördüğüsonsuz, neşeli bir düşe durmadan gülüyordu.«Meslek gizi açıklamıyorum. Müdür, Bay Kurtz'unyöntemlerinin aslında tüm o bölgeyi berbat ettiğini an-89


lattı, daha sonraları. Bu konuda bir görüşüm yok, amao kafaların orada durmalarının hiç bir kazanç sağlamadığınıanlamanızı istiyorum. Bunlar yalnızca BayKurtz'un, çeşitli tutkularını doyururken kendini yeterikadar denetleyemediğini, kişiliğinde bir eksiklik - gereğiniduyduğunda o görkemli sözlerin altından bulupçıkaramadığı küçük bir şey - olduğunu gösteriyordu.Kendisi bu eksikliğinin farkında mıydı, değil miydi, bilmiyorum.Sonunda farketti, sanıyorum - ama en sonunda.Orman onu erkenden yakalamış, bu akıl almazbaskının öcünü de çok kötü bir biçimde almıştı. Kendihakkında bilmediği, ancak o büyük yalnızlığıyla başbaşakalınca görebildiği şeyler fısıldamı olmalı ormankulağına - ve dayanılmaz ölçüde büyüleyici bir fısıltıolmalıydı bu. İçinde yankılandı, çünkü içi boştu ... Dürbünüindirdim ve dokunula,cak, konuşulacak kadar yakıngörünen kafa, birden erişilmez bir uzaklığa sıçrayıpgitti sanki.ccBay Kurtz'un hayranı biraz yılmış gibiydi. Aceleci,belirsiz bir sesle, bu - sin1geleri, diyelim - indirmeyigöze alamadığını söyledi. Yerlilerden korkmuyordu,Bay Kurtz söylemeden, yerlerinden bile kımıldamazlardı.Kurtz'un gördüğü saygı olağanüstü bir şeydi.Bu insanların köyleri çevreliyordu burayı ve boyba.şkanları her gün onu görmeye geliyorlardı. Yerlerdesürünerek gelirler ... 'Bay Kurtz'a yaklaşabilmek içingerekli törenleri bilmek istemiyorum,' diye bağırdım.Nedense, böyle ayrıntıların, Bay Kurtz'un pencerelerinindibindeki kazıkların tepesinde kuruyan o kafalardandaha dayanılmaz olacağını seziyordum. Onlar nede olsa yabanıl bir görünümden başka bir şey değil·lerdi; oysa birdenbire incelikli dehşetlerin egemen olduğuışıksız bir yöreye, yalın, dolaysız yabanlığın huzurverici, bu yüzden de güneş ışığında varolmaya hak ka-90


zanmış olduğu bir yere götürülmüş gibiydim. Genç adamhayretle baktı bana. Bay Kurtz'un hayranlarından olmadığımaklının köşesinden bile geçmiyordu, tabii. BayKurtz'un bu - neydi? - sevgi, tüze, yaşam biçimleri>falan üzerine verdiği parlak söylevleri dinlemediğimiunutuyordu. İş Bay Kurtz'un önünde sürünmekse, enyabanılları kadar o da sürünüyordu. Koşulları bilmediğimisöyledi: Bunlar, isyancıların kelleleriydi. Kahkahalaratmam onu çok bozdu. İsyancılar ! Daha ne tanımlarişiticektim, kim bilir? Düşman, hükümlü, işçidenmişti - bunlar da isyancıydı. Kazıkların üstündeduran bu isyancı kafaları pek uysal görünüyorlardı bana.'Böyle bir yaşantının Kurtz gibi bir adamı nasılhırpaladığını bilmiyorsunuz,' diye bağırdı, Kurtz'un sonhavarisi. 'Peki, ya sen?' dedim. 'Ben! Ben! Ben sıradanbir adamım. Büyük düşüncelerim yok. Kimseden birşey istemiyorum. Nasıl karşılaştırabilirsiniz beni? ..'Duygularının aşırılığı konuşmasını bile engelliyordu,birden yıkıldı. 'Anlamıyorum,' diye inledi. 'Elimden geleniyaptım onu yaşatmak için, bu da yeter. Benim hiçbir payım yok bunlarda. Yeteneğim yok benim. Buradaaylardır ne bir damla ilaç, ne de bir lokma hastayemeği var. Utanç verici bir biçimde terkedildi. Böyledüşünceleri olan, onun gibi bir adam. Utanç verici,utanç ! Son - son on gecedir uyumadım ...'«Akşamın dinginliğinde yitti sesi. Biz konuşurkenormanın uzun gölgesi tepeden aşağı kaymış, yıkık evi,simgesel kazık dizisini çoktan aşmıştı. Oralar karanlık,tayken, biz henüz güneşteydik. Kıyıdaki açıklığın ötesinde,ırmak durgun, göz kamaştırıcı bir görkemle ışıldıyordu;az ileride ve az gerideki iki dönemeç de karanlıkbir gölgeyle kaplıydılar. Tek bir canlı görünmüyordukıyıda. Çalılıklar kımıldamıyordu.«Birden bire, topraktan fışkırıvermiş gibi, evin kö-91


şesinden bir kaç adam göründü. Bellerine kadar yükselenotların arasından birbirlerine çok yakın yürüyorlar,omuzlarında uydurma bir sedye taşıyorlardı. O anda,doğanın boşluğundan bir çığlık yükseldi, tizliği, toprağınyüreğine saplanan bir ok gibi yırttı durgun havayı;birden bire, büyüleyici bir biçimde, küme kfuneinsanlar -çıplak insanlar -ellerinde mızraklar, yaylarve kalkanlarla, çılgın bakışlar ve yabanıl hareketlerlekaranlık yüzlü, düşünceli ormandan açıklığa aktılar.Çalılar titredi, otlar sallandı bir süre, sonra herşey tetikte bir durgunluk içinde hareketsiz kaldı.«'Onlara gerekenleri söylemezse, hepimizin işi bitik,'dedi yanımda duran Rus. Sedyeyi taşıyan insanlarınoluşturduğu küme de gemiye gelirken yarı yoldataşlaşmış gibi kaldı. Sedyedeki adamın, tek kolu havada,sedyeyi taşıyanların üzerinde gevşekçe oturduğunugördüm. 'Genel olarak sevgi üzerine böylesine güzel konuşanbir adam canımızı kurtarmak için geçerli bir nedenbulur, umarım,' dedim. O iğrenç hayaletin insafınakalmak onur kırıcı bir gereksinmeymiş gibi, durumumuzunsaçma tehlikeliliğine çok öfkeleniyordum. Tekses işitemiyordum, ama dürbünden, komut verircesinekaldırdığı cılız kolunu, kımıldayan çene kemiğini, iğrenççekilmelerle sallanan kemikli kafasında koyu koyuparlayan gözlerini görüyordum. Kurtz - Kurtz -Almanca'da kısa demek, değil mi? Yaşamındaki -veölümündeki - her şey ne kadar gerçekse, adı da o kadargerçekti. En aşağı iki buçuk metre boyunda görünüyordu.Üstünden örtüsü sıyrılmış, iğrenç, acınasıgövdesi bir kefenden çıkar gibi çıkmıştı ortaya. Kaburgalarıçalkalanıyor, kolundaki kemikler sallanıyordu.Fildişinden oyulmuş, hareketli bir ölüm heykeli elinitehdit edercesine, kara, parlak, kımıltısız, tunçtanbir insan kalabalığına sallıyormuş gibiydi. Ağzını ko-92


caman açtığını gördüm - sanki, bütün havayı, bütündünyayı, önündeki bütün insanları yutmak istiyormuşgibi tuhaf bir açlık havası verdi bu suratına. Uzaktan,derin bir ses geldi kulağıma. Bağırıyor olmalıydı. Birdenarka üstü devrildi. Taşıyıcılar gene ilerlemeye başlayıncasedye sarsıldı ve aynı anda yerlilerin, belirlitek bir hareket olmaksızın çekildiklerini farkettim ; buyaratıkları öyle birdenbire fırlatan orman, uzun bir solukalır gibi, onları içine çekmişti gene.«Sedyenin ardından gelen hacıların bazıları Kurtz'un silahlarını, o zavallı Zeus'un şimşeklerini taşıyorlardı:İki çifte, bir büyük yivli tüfek, bir de hafif karabina.Yanıbaşında yürüyen müdür, eğilip konuşuyorduonunla. Küçük kamaralardan birine yatırdılar - biryataklık, iki de taburelik yeri olan bir kamaraya. Birikmişmektuplarını getirmiştik, o yüzden bir çok yır·tık zarf, açılmış mektup vardı yatağının üstünde. Eligüçsüzce dolaşıyordu bu kağıtların arasında. Gözlerindekiateşle yüzündeki danışıklı bitkinlik çarptı beni.Hastahın verdiği bir yorgunluk değildi bu. Acı çeki·yor gibi değildi. Sanki şimdilik tüm heyecanlara toltmuşgibi, doymuş, dingin bir duruşu vardı bu insangölgesinin.«Mektuplardan birini sallayıp dimdik yüzüme baktı,'Sevindim,' dedi. Birisi ona mektuplarında bendensöz etmişti. Gene ortaya çıkıyordu bu özel kayırmalar.Çaba harcamadan, neredeyse dudaklarını oynatmadan,çıkarmayı başardığı ses şaşırttı beni. Bir sesi bir sesiFısıldayacak gücü bile yokmuş gibi görünen bu adamınsesi ciddi, derin, titreşimliydi. Gene de bizi neredeyseyok edecek ölçüde güç vardı içinde - ama yapaybir güçtü bu. Nasıl olduğunu şimdi anlatacağım.«Müdür sessizce kapıda belirdi. Hemen dışarı çıktım,o da arkamdan perdeyi çekti. Hacıların merakla iz-93


!edikleri Rus, kıyıya bakıyordu. Baktığı yere döndümben de.«Ormanın gölgeli sınırına karşı, uzakta ve ırmağınyakınında, belli belirsiz insan biçimleri seçiliyordu; uzunmızraklarına yaslanmış bakır rengi iki adam, benekliposttan gözalıcı başlıklarının altında, savaşa hazır birerheykel gibi duruyorlardı. Ve aydınlık kıyının sağındansoluna doğru yabanıl, görkemli bir kadın imgesi gidiyordu.«Çizgili ve saçaklı kumaşlara sarılıydı; toprağa gururlabasarak, barbarca süsleri hafifçe şıngırdayıp parlayarak,ölçülü adımlarla yürüyordu. Başı dimdikti, saçlarımiğfer biçiminde kesilmişti, bacaklarından sarkanpirinç dizlikleri, dirseğinde bakır telden sargıları, esmeryanağında kızıl bir leke, boynunda sayısız boncuktanyapılmış bir gerdanlığı' vardı; her adımda parlayıptitreyen tuhaf şeyler, muskalar, büyücü armağanlarıydıbunlar. Üstündeki süslerin değeri bir kaç fildişininkikadar ederdi herhalde. Yabanıl ve kUSlJrsuz, çılgınbakışlı ve görkemliydi; ağır ilerleyişinde korkutucu,saygı uyandırıcı bir hava · vardı. Ve tüm üzgün toprağın.sonsuz ormanın üzerine birdenbire iniveren sessizliğiniçinde, bu doğurgan ve gizemli yaşamın tümü,ona, düşünceli bir biçimde, kendi karanlık ve şehvetliruhunun bir görüntüsüne bakarcasına bakıyordu.«Geminin yanına geldi, durdu, yüzünü bize çevirdi.Uzun gö!gesi suyun kenarına düştü. Yüzünün, çabalayan,biçimlenmemiş bir karanlığın korkusuyla karışık,çılgın üzüntü ve sessiz acıyla dolu, hüzünlü, öfkelibir duruşu vardı. Orada durmuş, hiç kımıldamadan,çevremizi saran doğanınki gibi karanlık, anlaşılmaz birkararlılıkla bize bakıyordu. Bütün bir dakika geçti,sonra ileri bir adım attı. Hafif bir şıngırtı işitildi, sarıbir madenin parıltısı, saçaklı bir kumaşın sallanışı gö-94


ündü, sonra yüreği dayanamıyonnuşçasına durdu. Yanımdakidelikanlı hırladı. Arkamdaki hacılar mırıldandılar.Yaşamı, sanki bakışının sarsılmaz dikliğine bağlıymışgibi baktı bize. Birden, içinde göğe dokunmakiçin dayanılmaz bir istek varmış gibi, çıplak kollarınıaçıp başının üzerine dimdik kaldırdı, aynı anda da hızlıgölgeler toprağın üzerine fırladılar, ırmağı sanp gemiyigölge içinde bıraktılar. inanılmaz bir sessizlik sarmıştıortalığı.«Kadın yavaşça döndü, kıyı boyunca yürüyüp soldakiçalılıklara girdi. Yok olmadan önce, ağaçların gölgesinden,yalnız gözleri parladı bize doğru.«Yamalı adam, 'Tekneye gelmek isteseydi, onu gerçektenvurmaya çalışırdım sanıyorum,' dedi, sinirli birbiçimde. 'İki haftadır, onun eve girmesini önlemek içinyaşamımı tehlikeye attım. Bir gün gelip, giysilerimiyamamak için depodan aldığım o paçavralar yüzündenkavga çıkardı. Temiz değilmişim. Herhalde oydu derdi,çünkü ikide birde parmağıyla beni göstererek durmadaniki saat konuştu Kurtz'la. Bu boyun dilini anlamam.Kısmetliymişim, Kurtz o gün herhalde önem veremeyecekkadar hastaydı, yoksa bir olay çıkacaktı. Anlamıyorum. .. Hayır - beni aşıyor bunlar. Ama, neyse.Bitti artık hepsi.'ccO sırada, perdenin arkasından Kurtz'un derin sesiniduydum: 'Beni kurtarmak, ha ! -fildişini kurtarmakdemek istiyorsun. Böyle şeyler anlatma bana. Benikurtarmakmış ! Yahu, ben sizi kurtarmak zorunda kaldım.Benim tasarılarımı berbat ettiniz şimdi. Hasta !Hastaymışım ! Sizin sanmak istediğiniz kadar hasta değilim.Boş verin. Tasarılarımı gerçekleştireceğim - döneceğim.Neler yapabileceğimi göstereceğim sizlere. Sizler,bu küçük, önemsiz kavramlarınızla bana engel oluyorsunuz.Döneceğim ben. Ben . ..'95


«Müdür dışarı çıktı. Koluma girip bir köşeye çekmekleonurlandırdı beni. 'Kötü durumda, çok kötü' dedi.İç çekme gereğini duydu, ama üzgünlüğünü sürdürmeyiunuttu. 'Onun için yapabileceğimiz her şeyi yaptık- değil mi? Ama gerçeği gizlemenin anlamı yok,Bay Kurtz'un şirkete yarardan çok zararı dokunmuş·tur. Zamanın böyle kesin eylemlere elverişli olmadığımanlayamadı. Sakınganlık, sakıngan olmak - benim ilkembu. Sakıngan olmalıyız hala. Bu yöre bize uzunbir süre kapalı kalacak. Çok kötü! Tecim işlerimiz çoksarsılacak. Fildişinin bol olduğunu yads1mıyorum - ÇO·ğu fosil. Bunları kurtarmamız gerek, kesin bu - amabakın, durum ne kadar tehlikeli - niçin? Çünkü yöntemsağlıksız.' 'Buna,' dedim kıyıya bakarak, «sağlıksızyöntem» mi diyorsunuz?' 'Kuşkusuz,' dedi coşkuyla.'Siz öyle demiyor musunuz? ... '«Yöntem değil ki bu,' diye mırıldandım bir süresonra. 'Tamam işte,' dedi sevinçle. 'Böyle olacağını biliyordum.Tam bir sağduyu eksikliği. Bunu ilgili yetkililerebildirmek görevimdir.' 'Tamam,' dedim, 'o arkadaş- neydi adı? tuğlacı hani -okunaklı bir raporha.zırlar size.' Şaşkınlaştı bir an. Ömrümde böyle pis birhava solumamutım gibi geldi bana, rahatlamak içinde düşüncelerimi Kurtz'a çevirdim - kesinlikle rahatlamakiçin. 'Her şeye karşın, Bay Knrtz'un olağanüstübir adam olduğuna inanıyorum,' dedim. Ürktü, soğuk,ağır bir bakış attı bana. usulca 'Öyleydi.' dedi, ve arkasınıdöndü. Gözden düşmüştüm artık; birden Kurtz'la bir tutulmaya, zamanı henüz gelmemiş yöntemlerintaraftarlarmdan sayılmaya başlandım : Ben de sağlıksızdım! Ama hiç değilse istediğim karabasanı seçe bilmemde önemli bir şeydi.«Aslında, artık mezara girmiş gözüyle bakılabileceğinibenim de kabullendiğim Bay Kurtz'a değil, do-96


ğaya dönmüştüm. Bir an için, ben de ağza alınmaz gizlerledolu bir mezara gömülüymüşüm gibi geldi bana.Göğsüme basan dayanılmaz bir ağırlığı, yaş toprak kokusunu,savaşı kazanmış olan fesatın gözle görülmezvarlığını, koyu bir gecenin karanlığını duydum ... Russırtıma dokundu. Bir şeyler mırıldandığını işittim: 'De- ·nizci kardeş - gizleyemezdim - Bay Kurtz'un saygınlığınızedeleyecek konularda bilgi. ..' Bekledim. Ona göre,Bay Kurt henüz mezara girmemişti; ona göre, BayKurtz ölümsüzdü herhalde. 'Hadi !' dedim. 'Konuş. Aslındaben de Bay Kurtz'un arkadaşıyım - bir bakıma.'«Çok resmi bir biçimde, 'aynı meslekten olmasaydık',sonucu ne olursa olsun, bu konuyu kimseye açmayacağınısöyledi. 'Bu beyaz adamların kendisi hakkındakötü düşünceler' beslediklerinden kuşkulanıyorduve - 'Haklısın,' dedim, kulak konuğu olduğum bir konuşmayıanımsayarak. 'Müdür seni asmak gerektiğinidüşünüyor.' Bu haberin onda uyandırdığı endişeyi eğlendiricibuldum önce. 'Sessizce aradan çekilsem iyiolur öyleyse,' dedi ciddi bir biçimde. 'Kurtz'a artık yardımedemem, onlar da istediklerini yapmak için kolaycabir bahane bulabilirler. Onlara ne engel olabilir ki?En yakın askeri üs buradan üç yüz mil ötede.' 'Ne yalansöyleyeyim,' dedim, 'çevredeki yerlilerin arasındadostların varsa, gitmen daha iyi olur belki.' 'Çok var,'dedi. 'Basit insanlar bunlar - ben de hiç bir şey istemem,anlıyor musun?' Dudaklarını kemirmeyi bıraktı,sonra ekledi : 'Bu beyazlara bir zarar gelmesini istemiyorum,ama Bay Kurtz'un saygınlığını düşünüyorum- siz de kardeş bir denizcisiniz ve ... 'Peki,' dedim birsüre sonra. 'Bay Kurtz'un saygınlığı, benimle olduğusürece sağlamdadır.' Ne ölçüde doğru bir söz söylediğiminfarkında değildim.«Sesini alçaltarak, gemiye saldırılması komutunu97


Kurtz'un verdiğini söyledi. 'Götürülmek düşüncesindennefret ediyordu bazen - sonra bazen de . . . Ama anlamamben bu konuları. Basit bir adamım. Korkup kaçacağınızı,öldüğünü düşünüp vazgeçeceğinizi sandı.Durduramadım onu. Çok sıkıntı çektim bu geçtiğimizay boyunca.' 'Durumu iyi şimdi,' dedim. 'Eh, evet,' diyemırıldandı, pek inanmamış gibi. 'Sağol,' dedim, 'dikkatliolurum.' 'Ama kimseye ı:ıöylemeyin, e mi?' dedi endişeyle.'Saygınlığı çok zedelenir, eğer burada birisi -'Büyük bir ciddilikle, hiç kimseye söylemeyeceğime sözverdim. 'Yakınlarda beni bekleyen bir kayıkla üç zencivar. Gideceğim. Bana bir kaç Martini - Henry mermisiverebilir misiniz?' Verebilirdim, kimseye göstermedenverdim de. Bir göz kırpıp tütünümden de bir avuçaldı. 'Denizciler arasında olur, değil mi? - güzel İngiliztütünü.' Kaptan köşkijnün kapısında durup döndü.'Bağışlayın, ama fazla bir çift ayakkabınız var mıacaba?' Bacağının tekini kaldırdı. 'Bakın.' Pabucununaltı, sandalet gibi, çıplak ayağına değen iplerle örülmüştü.Bir yerlerden eski bir çift bulup çıkardım; pabuçlarahayranlıkla bakıp sol kolunun altına sıkıştırdı.Ceplerinden biri (parlak kırmızı) mermi doluydu,öbüründen (lacivert) Towson'un «Denizciliğin Bazı Sorunlarıııvb. nin ucu görünüyordu. Doğayla yeniden karşıkarşıya gelmek üzere çok iyi donanmış olduğunu düşünüyorolmalıydı. 'Ah, ah! Ömrümde böyle bir adamlakarşılaşamayacağım bir daha. Şiir okurken dinlemeliydinizonu - kendi şiirleriymiş üstelik, öyle dedi. Şiir!'Bu harikaları andıkça, gözleri oyuklarında yuvarlanıyordu.'Dağarcığımı genişletti.' 'Güle güle,' dedim. Elimisıkıp gecenin karanlığında yok oldu. Onu gerçelüengördüm mü, böyle bir yaratıkla tanışmanın olanağı varmıydı, diye hala sorarım bazen kendime !..«Gece yarısından az sonra uyandım. Yıldızlı gece-98


de, tehlikesi, bana ortalığa bir göz attıracak kadar gerçekgelen uyarısını anımsadım. Tepede büyük bir ateşyanıyor, yapının çarpık çurpuk bir köşesini aydınlatıyordu.Temsilcilerden biri, bizim zencilerden silahlandırılmışbir kaç kişiyle fildişlerinin başında nöbet tutuyordu;ama ormanın derinliklerinde sallanan, karmakarışık,karanlık, sütun gibi biçimlerin arasındantoprağa saplanıp çıkıyormuş gibi görünen kızıl parıltılar,Bay Kurtz'un hayranlarının da huzursuz nöbetlerinituttukları yeri tam olarak belirliyordu. Büyük birdavula vurulan darbeler havayı tok seslerle, kalıcı titreşimlerledolduruyordu. Bir çok adamın, her biri haşınabuyruk okudukları tuhaf bir teranenin biteviye vı­ZJltısı yükseliyordu ormanın düz, kara duvarından. Birarı kovnnmdan çıkan vızıltıyı andıran bu sesin, ynrıuvamkduyularım üzerinde uyuşturucu bir etkisi oldu.Küpeşteye yaslanırken sızdığımı sanıyorum, çünkü birdenbire patlayan çığlıklar - içe dönük, gizemli bir çılgınlığınakıl almaz patlaması - şaşkınlıkla uyandırdıbeni. Ses birden kesildi ve işitebilen, dinlendirici birsessizlik etkisi yaratarak sürdü vızıltı. Küçük kı:ımarayabir göz attım. İçeride bir ışık yanıyordu, ama BayKurtz yoktu.«Gözlerime inanabilseydim herkesi uyandırırdımsı:ınıyorum. Ama inanamadım önceleri - öylesine olanaksızgörünüyordu bu olay. Aslında, belirgin hiç birmaddesel biçime dayanmayan düpedüz bir korkuya, katıksız,soyut bir dehşete kapılmıştım. Bu duyg-uyu böylesinegüçlü kılan - nasıl anlatsam? - duyduğ"um manevidarbeydi, sanki baştan aşağı canavarca. düşünülmesiolanaksız, ruhu tiksindirici bir şey, beklenmedikbir biçimde üzerime itilmişti. Bir saniyeden az sürdübu. Onu izleyen sıradan, öldürücü tehlike korkusu, beklemeyebaşladığım ani saldın ve kıyımın, ya da ona99


enzer bir şeyin sezgisi, beni çok rahatlattı. Öylesinerahatlattı ki beni, tehlike işareti vermedim.«Bir metre ötemde, güvertedeki iskemlelerden birininüzerinde, gocuğuna sarınıp uyumuş bir temsilcivardı. Çığlıklardan uyanmamıştı, hafifçe horluyordu;onu uykusuyla başbaşa bırakıp kıyıya atladım. BayKurtz'a ihanet etmedim - ona ihanet etmemem buyrulmuştu;kendi seçtiğim karabasana bağımlı kalacağımyazılıydı. Bu gölgeyle tek başıma uğraşmak istiyordum;o deneyin karanlığını başkalarıyla paylaşmayı niçinböyle kıskandığımı bugüne dek de bilmiyorum.«Kıyıya çıkar çıkmaz bir patika gördüm - çimenlerinarasından giden genişçe bir keçi yolu. Kendi kendimenasıl bir coşkuyla, 'Yürüyemiyor - emekliyor -yakaladım onu,' dediğimi anımsıyorum. Çiğin ıslaklığıvardı çimenlerde. Yumruklarımı sıkmış, hızla yürüyordum.Üzerine çullanıp iyi bir sopa çekmeyi düşünüyorolmalıydım. Bilmiyorum. Salakça düşünceler vardıkafamda. Kucağında kedisiyle örgü ören o yaşlı kadnıngörüntüsü aklıma takıldı ve bu serüvenin öbürucunda onun oturmasının ne kadar uygunsuz olduğunudüşündüm. Kalçalarına dayadıkları Winchesterlerlehavaya kurşun fışkırtan bir sürü hacı gördüm. Gemiyebir daha dönemeyeceğimi, ormanda silahsız vetek başıma geçkin bir yaşa kadar yaşayacağımı düşündüm.Böyle saçmalıklar, işte. Bir de davulun vuruşuylayüreğimin atışını karşılaştırdığımı, yüreğimin düzgünlüğünesevindiğimi anımsıyorum.«Patikadan ayrılmadım - bir süre sonra da durupçevremi dinledim. Pırıl pırıl bir geceydi - kara şeylerinkıpırtısız durdukları, çiğ ve yıldızların parladığı lacivertbir hava. Önünde bir kıpırtı görür gibi oldum.Tuhaf bir güven duygusu vardı içimde o gece. Patikadanayrılıp o kıpırtının - kıpırtı varsa eğer - önüne100


geçmek için büyük bir yarım daire çizerek koştum (Sanıyorumkendi kendime de gülüyordum, bu arada) . Birçocuk oyunundaymışız gibi aldatıyordum Kurtz'u.«Kurtz'u yakaladım sonunda, geldiğimi duymasaydıda ayağım takılıp üstüne bile düşebilirdim, ama vaktindeayağa kalktı. Sarsılarak, toprağın soluduğu birbuhar gibi uzun, solgun, belirtisiz, ayağa kalktı, sisgibi sessiz, hafifçe sallanarak önümde durdu; arkamda,ağaçların arasında ateşler parıldıyor, kalabalık seslerinmırıltısı geliyordu ormandan. Kurnazca yolunukesmiştim, ama yüzyüze gelince aklım başıma geldi,karşı karşıya olduğum tehlikenin önemini kavradım.Tehlike bitmemişti henüz. Ya bağırmaya başlasaydı?Ayakta zor duruyordu, ama sesi güçlüydü hala. 'Git- gizlen,' dedi o derin sesiyle. Korkunç bir şeydi. Arkamabaktım. En yakın ateşten otuz metre kadar uzaktaydık.Bir karaltı ayağa kalktı, uzun kollarını parıltınınönünde sallayarak uzun kara bacaklarının üzerindeilerledi. Kafasında boynuzlar vardı - sanıyorum ceylanboynuzları. Bir büyücüydü kuşkusuz -yeteri kadarkorkunçtu görünüşte. 'Ne yaptığının farkında mısın?'diye fısıldadım. 'Evet,' dedi, o tek sözcüğü söylemekiçin sesini yükselterek. Bir megafondan gelmişgibi uzaktan, ama yüksek perdeden geldi sesi kulağıma.Bu gölgeyi - bu acı çeken, serseri varhğı - dövme düşüncesinekarşı duyduğum doğal tepkiden başka, kavgaedilecek bir durum da olmadığı apaçıktı. 'Perişanolursun,' dedim - 'çok perişan olursun.' Böyle bir esinleniverirbazen insan, bilirsiniz. Doğru sözü söylemiştim,oysa yakınlığımızın sürmek, sonuna dek - sonundanda ötede - sürmek üzere atılmakta olan temeli,şu andaki kadar perişan bir durumda olamazdı.c


dağıtırım şu ...' Ne bir sopa, ne de bir taş vardı yakınlarda.'Boğarım seni,' diye düzelttim sözümü. 'Büyükişlerin eşiğindeydim', diye yalvardı, kanımı donduranözlem dolu, istekli bir sesle, 'Şimdi de bu salak, alçakherif yüzünden . . . ' 'Ne olursa olsun, Avrupa'daki başarınkesin artık', dedim güvenle. Onu boğmak istemiyordum,anlıyor musunuz -üstelik hiç bir işe de yaramazdıbu. Onu, unutulmuş, hayvanca isteklerini, doygun,canavarca anılarını uyandırarak bağrına basanbüyüyü - ormanın ağır, suskun büyüsünü - bozmakistedim. Emindim : Yalnız buydu onu ormanın kıyısına,çalılıklara, ateşlerin parıltısına, davulların vuruşuna,tuhaf teranelerin vızıltısına çeken; başkaldıran ruhunuolağan özlemlerin ötesine çeken yalnız buydu. Anlıyormusunuz, bilmiyorum, ama durumun korkunçluğu saldırıyauğramam olasılığından değil (bu tehlikenin defarkındaydım) , önemli ya da önemsiz hiç bir şeyin adınayalvaramayacağım bir adamla karşı karşıya olmamdangeliyordu. Benim de, zenciler gibi, ona - kendisine- onun kendi yüceltilmiş, akıl almaz rezilliğine- sığınmam gerekiyordu. Ondan daha yüksek, ya dadaha alçak hiç bir şey yoktu, bunu biliyordum. Bir tekmeyleuzaklaşıvermişti dünyadan. Allah cezasını versin! dünyayı da paramparça etmişti. O tek başınaydı veben, karşısında, toprağın üzerinde nerede durduğumu,havada nerede uçtuğumu bilemiyordum. Size neler konuştuğumuzuanlatıyorum, hangi cümleleri söylediğimiziyineliyorum - ama neye yarar? Olağan, günlüksözcüklerdi bunlar, yaşam boyu karşılıklı çıkardığımızsıradan bazı sesler. Ama ne farkeder? Benim için, düşlerdeişitilen sözlerin, karabasanlarda söylenen cümlelerindehşet verici anlamlılığı vardı arkalarında. Birruhtu o! Bir ruhla savaşmış birisi varsa bu dünyada, obenim işte. Bir deliyle de tartışmıyordum üstelik. İster102


inanın, ister inanmayın, kafasının içi pırıl pırıldı - korkunçbir biçimde kendine doğru yoğunlaştırmıştı düşüncelerini,doğrudur, ama pırıl pırıldı gene de; tekçıkar yolum da buydu işte - bir de onu hemen öldürmekvardı tabii, ama gürültü çıkması kaçınılmaz olduğundan,pek iyi bir çözüm değildi bu. Ama ruhu deliydi.Ormanın içinde, tek başınayken, kendi içine bakmışve çıldırmıştı! Günahlarımın cezası olacak, içinebakma işkencesinden benim de geçmem gerekti. Ustalıklasöylenmiş hiç bir söz onun o son, içten patlayışıkadar yıkamazdı kişinin insanlığa olan inancını. Kendikendine de savaşıyordu. Gördüm -işittim. Sınır, inan,korku bilmeyen, ama gene de kendi kendiyle kör birdövüşe girmiş bir ruhun akıl almaz gizemini gördüm.Aklım başımdaydı hep, ama sonunda onu yatağına yatırdığımda,ter içinde kalmıştım; sanki o tepeden aşağıyarım tonluk bir yük taşımışım gibi titriyordu dizlerim.Oysa ona destek olmuştum yalnızca, kemikli kolunuboynuma dolamıştı - bir çocuğunkinden de pekfazla olamazdı ağırlığı.«Ertesi gün öğleyin yola çıktığımızda, varlıklarınınsürekli olarak bilincinde olduğum, ağaçtan perdeninarkasındaki kalabalık, ormandan dışarı aktı gene,açıklığı, tepenin yamacını, çıplak, soluyan, titreyen,tunçtan gövdelerle doldurdu. İstimi arttırdım biraz,sonra tekneyi ırmaktan aşağı çevirdim ve iki bin göz, sularıçalkalandıran, gürültüler çıkaran korkunç ırmakcanavarının kuyruğuyla suyu dövüşünü, havaya karadumanlar soluyuşunu izledi. Irmak boyundaki ilk insansırasının başında, tepeden tırnağa kırmızı toprakla boyanmışüç adam sinirli sinirli bir aşağı, bir yukarı yürüyorlardı.Aynı düzeye geldiğimizde yüzlerini ırmağadönüp ayaklarını yere vurdular, boynuzlu başlarını, kızılgövdelerini salladılar, korkunç ırmak canavarına103


doğru bir yığın kara tüy, kuyruğu sarkan uyuz bir post- kurumuş bir su torbasına benzeyen bir şey - salladılar,zaman zaman her biri bir ağızdan, hiç bir insandiline benzemeyen akıl almaz sözler bağırdılar. Kalabalığınyer yer kesilen mırıltıları şeytanca bir nakaratgibiydi.«Kurtz'u kaptan köşküne taşımıştık, daha çok havaalıyordu orası. Döşeğe uzanmış, açık pancurdan dışarısınıseyrediyordu. İnsan gövdelerinin oluşturduğuyığın dalgalandı ve miğfer başlı, esmer yanaklı kadınırmağın tam kenarına kadar koşarak geldi. Kollarınıuzatıp bir şey bağırdı, tüm o azgın kalabalık da hepbir ağızdan aynı belirli, hızlı, soluk kesici sözleri kükrercesinebağırmaya başladılar.«'Dediklerini anlıyor musun?' diye sordum Kurtz'a.«Alev alev, özlem dolu gözlerle, istek ve kin karışımıbir bakışla benden öteye, dışarıya bakıyordu. Karşılıkvermedi, ama uçuk dudaklarında bir gülücüğün,anlamı belirsiz bir gülücüğün dolaştığını gördüm, sonradudakları çırpınırcasına titredi, 'Anlamaz olur muyum?'dedi yavaşça. Bu sözleri söylerken, doğaüstü birgüç içinden söküp almış gibi soluğu kesildi.«Düdüğün ipini çektim, çünkü güvertedeki hacılarınbüyük bir eğlenceye hazırlanıyormuş gibi tüfekleriniçıkardıklarını görmüştüm. Düdüğün birden bireötmesiyle, kımıltısız duran o yoğun gövde yığınında birdehşet kıpırtısı görüldü. 'Yapmayın ! Korkup kaçacaklar'diye üzüntüyle bağırdı güverteden biri. Bir daha,bir daha, durmadan çektim ipi. Dağılıp koştular, sıçradılar,çömeldiler, sallandılar, havada uçan sesin dehşetindensakınmaya çalıştılar. Kızıla boyalı üç adam vurulupölmüş gibi, kıyıda yüzüstü, dümdüz yere yatmışlardı.Yalnız o harika, barbar kadın kımıldamadı bile,104


karanlık, parıltılı ırmağın üzerinden çıplak kollarınıhüzünlü bir biçimde bize doğru uzattı.ccSonra güvertenin üstündeki o salak kalabalık, eğlencesinebaşladı, dumandan bir şey göremez oldum.«Kahverengi akıntı, karanlığın yüreğinden hızlaakarak bizi, ırmaktan yukarı çıkarkenki hızımızın ikikatı bir hızla denize doğru götürüyordu, Kurtz'un canıda hızla akıp gidiyor, yüreğinden zamanın acımasız denizinedoğru çekiliyor, çekiliyordu. Müdür çok sakinleşmişti.Artık önemli hiç bir endişesi kalmamıştı ve anlayışlı,doymuş bakışı ikimizi de sarıyordu; bu 'olay'isteklerine en uygun biçimde kapanmıştı. 'Sağlıksızyöntemliler' takımından tek benim kalacağım anın yaklaştığınıseziyordum. Hacıların gözünden düşmüştüm.Denebilirse, ölülerle birlikte sayılıyordum artık. Bu beklenınedikortaklığı, bu kötü ve açgözlü adamların işgalindekikaranlık ülkede seçmeye zorlandığım karabasaııınasıl kabul ettiğim ilginçtir.«Kurtz konuşuyordu. Ne ses! ne ses! Sonuna dekderin derin çınladı. Yüreğinin çorak karanlığını, güzelsözlerin görkemli katları arasına gizleyebilmek için dayandı.Savaşıyordu! Nasıl savaşıyordu! Gölgeli görüntülerinimgeleri dolaşıyordu şimdi, yorgun beyninin çöllerinde- sönmek bilmeyen soylu ve kibirli konuşmayeteneğinin çevresinde yaltaklanarak dönen ün ve zenginlikimgeleri. Benim Sözlüm, benim şubem, benimmeslek yaşamım, benim düşüncelerim - arada sıradadile getirdiği yüce duyguların konuları bunlardı. GerçekKurtz'un gölgesi, yazgısı kısa bir süre sonra ilkeltoprağın küflerine gömülmek olan bu hoş yalanın başucunageliyordu. Öğrendiği gizlere olan şeytanca sevgisive duyduğu doğa dışı kin, ilkel duygularla dolu yalancıbir üne, yapmacık bir saygınlığa, zenginliğin ve ünün105


tü.rn dış görünüşlerine susamış, o ruhu kazanmak içindövüştüler.«Bazen aşağılık bir biçimde çocuklaşıyordu. Büyükşeyler yapmayı amaçladığı bir boşluktan dönüşünde,kralların onu tren istasyonlarında karşılamalarını istiyordu.'İçinde gerçekten çıkar sağlanacak bir şey olduğunugösterirsen, yeteneğinin tanınmasına engel tümsınırlar ortadan kalkar', diyordu. 'Tabii, amaçlarına- amaçlarının doğruluğuna - dikkat etmelisin hep.'Irmağın birbirine benzeyen düzlükleri, biteviye kıvrımları,başka bir dünyanın pis bir parçacığı, değişikliğin,fetihlerin, tecimin, kıyımın, nimetlerin öncüsü olan bugemiye bakan yığın yığın asırlık ağaçlarıyla, akıp gidiyordu.Gözlerimi ileriye dikmiş, dümendeydim. Bir gün,Kurtz birden bire 'Kapa şu pancuru', dedi, 'bakmayadayanamıyorum.' Dediğini -yaptım. Bir sessizlik oldu.'Yüreğini yerinden sökeceğim!' diye bağırdı görünmeyenormana.


gibi baktım ona. Ama Kurtz'a ayıracak pek vaktim yoktu,sızıntı yapan silindirleri sökmek, eğrilmiş rotlarıdüzeltmek gibi işlerde makiniste yardımcı oluyordum.Pas, demiı tozu, vidalar, somunlar, anahtarlar, çekiç··Ier, delgilerle dolu bir cehennemde yaşıyordum - geçinemediğimiçin nefre t ettiğim şeylerdi bunlar. Neyse kiteknede küçük bir demirci ocağımız vardı, onun başındaduruyordum, allahın cezası bir hurda yığını içinde yorgunargın çalışıyordum - bazen de ayakta duramayacakkadar kötü titreme nöbetleri geçiriyordum.«Bir akşam elimde bir mumla içeri girdiğimde, hafif,titrek bir sesle, 'Burada karanlıkta uzanmış, ölümübekliyorum,' dediğini işittim. Işık gözlerinden otuz santimetrekadar uzaktaydı. Kendimi, 'Saçmalama', demeyezorladım, donup kaldım başucunda.«0 anda yüzüne gelen değişikliğe benzer hiç bir şeygörmemiştim daha önce, bir ·daha da görmeyeceğimiumarım. Hayır, dokunmadı bana gördüğüm. Büyüledibeni. Bir tül yırtılmıştı sanki. O fildişinden yüzde karanlıkbir gurur, acımasız bir güç, aşağılık bir korku,yoğun ve umutsuz bir bitkinlik gördüm. Her şeyi bildiğio yüce an boyunca ömrünü, isteklerinin, deneylerinin ·tüm ayrıntılarıyla yeniden yaşayıp öyle mi teslim oldu?Bir görüntüye, bir imgeye fısıldayarak bağırdı - ikikez bağırdı, bir soluktan farksız bir bağırışla -«'Ne dehşet ! Ne dehşet !'«Mumu söndürüp kamaradan çıktım. Hacılar yemekhanedeakşam yemeğini yiyorlardı. Karşısındaki yerimialırken, müdür gözlerini soru sorarcasına banadoğru çevirdi. Bakışım görmezlikten gelmeyi başardım.Sakin sakin arkasına yaslandı; o tuhaf gülücüğükötülüğünün ölçülmez derinliğini mühürlüyordu. Lambaya,örtüye, ellerimize, yüzlerimize durmadan küçüksinekler yağıyordu. Birden bire müdürün uşağı terbi·107


yesiz, kara başını kapıdan içeri soktu, aşağılayıcı birsesle konuştu,«'Bay Kurtz - ölmüş.'


ir adam olduğunu bu yüzden doğruluyorum. Söyleyecekbir sözü vardı. Söyledi. Uçurumun kenarından bende baktığını için, mum ışığını göremeyen, ama tüm evrenisaracak kadar geniş, karanlıkta çarpan tüm yürekleregirecek kadar delici olan bakışının anlamını kavrayabiliyorumşimdi.Özetlemişti - yargılamıştı. 'Nedehşet !' Olağanüstü bir adamdı. Bu, ne de olsa, bir çeşitinancın anlatılmasıydı, içtenliği vardı, inanı vardı,fısıldayışında bir başkaldırmanın titreşimleri vardı, biran için görünen bir gerçeğin üzücü yüzü vardı - isteklenefretin tuhaf bileşimi vardı içinde. En iyi anımsadığımda benim bulunduğum o son nokta - gövdeninduyduğu acıyla dolu biçimsiz bir pus ve herşeyin,acının bile, ağır ağır yokolmasına karşı umursamaz biraşağılama - değil. Hayır ! Onun son noktasını yaşadımsanki. Doğru: o son adımı atmış, uçurumun kenarındangitmiş, oysa benim kararsız ayağımı geri çekmemeizin verilmişti. Belki bütün ayrım burada; belki tümbilgiçlik, tüm gerçek tüm içtenlik, görünmeyenin eşiğiniaştığımız o kısacık anın içinde yoğunlaşmış. Belki !Benim yapacağım özetin umursamazca aşağılayıcı birsözcük olmayacağım düşünmek, hoşuma gidiyor. Onunçığlığı daha iyiydi - çok daha iyiydi. Bir doğrulama, sayısızyenilgiyle, iğrenç korkularla, iğrenç doyumlarla bedeliödenmiş bir ahlak zaferiydi. Ama bir zaferdi gene !Bu yüzden de Kurtz'a bağımlı kaldım, sonuna, hattadaha da öteye, kristalden bir uçurum gibi saf ve saydambir ruhtan onun kendi sesini değil, ama o güzelsözlerinin yankısını duyana dek.«Hayır, gömmediler beni. Ama gene de, bir sisiniçindeymiş gibi, titrek bir hayretle anımsadığım, içindene umut ne de istek olan bir dünyadan geçermişgibi anımsadıım bir dönem oldu. Kendimi gene o mezarkentinde buldum. Birbirlerinden biraz para yürüt-109


mek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksızbiralarını içmek ,o önemsiz, aptalca düşlerini görmekiçin sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum. Düşüncelerimesaygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgilerisinir bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar,çünkü benim bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğunainanıyordum. Tam bir güvenlik içinde kendi işleriyleuğraşan kişilerin davranışları bana, deliliğin,kavrayamadığı bir tehlike önündeki terbiyesizce aşırılıklarıgibi geliyor, beni öfkelendiriyordu. Onları aydınlatmakiçin bir istek yoktu içimde, ama kendilerineverdikleri o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemekiçin zor tutuyordum kendimi bazen. Aslında, osıralarda pek iyi değildim. Bayağı saygıdeğer insanlaraacı acı sırıtarak, sendeleye sendeleye dolaşıyordum sokaklarda- bitirmem gereken bir sürü iş vardı. Davranışlarımbağışlanamazdı, kabul ediyorum, ama o günlerdeateşim genellikle olağanın çok üstündeydi. Sevgiliteyzemin beni 'güçlendirme' çabaları hiç bir işe yaramworgibiydi. Aslında, gövdem bakılmak değil, düşgücüm yatıştırılmak istiyordu. Kurtz'un bana vermişolduğu kağıtlar hala elimdeydi, ne yapacağımı bileıni­ ordum onları. Yakınlarda annesi ölmüştü, duyduğumagöre de sözlüsü başucundaydı. Traşlı, resmi tavırlı, gözlükltrialtın çerçeveli bir adam geldi bir gün ve önceleridohı.rr:baçlı, sonraları da hoşsohbet, ama israrlı bir biçimde,'bazı belgeler' diye adlandırdığı şeyler konusundasorular sordu. Şaşmadım, çünkü orada da bu konudaiki kez tartışmıştım müdürle. Paketin içinden tekbir kağıt parçası bile vermeyi reddetmiştim, gözlüklüadama karşı da aynı tavrı takındım. Sonunda tehditetmeye başladı beni ve şirketin 'bölgeleri'yle ilgili herbilgiyi almaya hakkı olduğunu söyledi. Ve dedi ki: 'BayKurtz'un, üstün yetenekleri ve talihsizce atandığı yer110


gözönünde tutulursa, bu bilinmeyen bölgeler üzerindekibilgileri çok kapsamlı ve özel olmadıydı: Dolayısıylada . . .' Bay Kurtz'un bilgilerinin - ne kadar kapsamlıolurlarsa olsunlar - tecim ve yönetim konularıyla ilgiliolmadıklarını söyledim kendisine. Bunun üzerinebilimin adını andı. 'Ölçülmesi olanaksız bir kayıp olur,'vb. vb .. Dibindeki notu yırtarak 'Yabanıl AlışkanlıklarınYok Edilmesi' üzerine raporu sundum. Hevesle aldı,ama sonunda aşağılayıcı bir biçimde burun kıvırdıyazıya. 'Beklemeyi hakettiğiıniz şey bu değildi,' dedi.'Başka hiç bir şey beklemeyin,' dedim. 'Gerisi hep özelmektuplar.' Yasal yollara başvurmakla ilgili bir tehditdaha savurarak gitti, bir daha da görmedim onu. Amaiki gün sonra kendisini Kurtz'un amcasının oğlu olaraktanıtan bir adam daha geldi ve Kurtz'un son dakikalarıylailgili ayrıntıları büyük bir merakla sordu. Bu aradada bana Kurtz'un aslında büyük bir müzisyen olduğunusöyledi. Sanıyorum orgcu olan, uzun kır saçlarıceketinin yağlı yakasım aşan bu adam bana, 'Çok başanlıolabilirdi', dedi. Bu sözlerinden kuşkulanmam içinbir neden yoktu, bugüne dek de Kurtz'un mesleğininne olduğunu, hatta bir mesleği olup olmadığım - enönemli yeteneğinin ne olduğunu - bile bilmiyorum.Onun gazetelere yazı yazan bir ressam, ya da resimyapmasını bilen bir gazeteci olduğunu sanmıştım - amaamcasının oğlu bile (görüşmemiz sırasında durmadanenfiye çekti) tam olarak ne olduğunu bilemiyordu. Evrenselbir dahiydi, bu konuda benim de düşüncem aynıydı.Bunun üzerine ihtiyar amca oğlu kocaman pamuklubir mendilin içine sümkürüp bir kaç aile mektubuylaönemsiz bir kaç not aldı, bunakça bir heyecaniçinde çıkıp gitti. Sonradan da 'sevgili meslekdaş'ınınbaşına gelenleri öğrenmek isteyen bir gazeteci geldi. Bukonuk da . bana Kurtz'un aslında siyasal alanda -111


'halkçı bir hareketin içinde' - başarılı olabileceğini söyledi.Sık ve düz kaşları, kısa kesilmiş, diken gibi saçları,enli bir şerite bağlı gözlükleri vardı. Konuştukça açıldıve sonunda Kurtz'un aslında hiç de iyi yazmadığınısöyledi - 'Ama nasıl da konuşurdu o adam, hey Tanrımı Coşturuverirdi kalabalık toplulukları. İnanç vardıiçinde - anlıyor musunuz? - inanıyordu. Her şeyeinanmaya zorlayabilirdi kendini - her şeye. Aşırı birpartinin başkanlığını çok iyi yapardı.' 'Hangi partinin?'diye sordum. 'Her hangi bir partinin', dedi öteki.'O - o aşırı bir adamdı.' Ben de öyle düşünmüyor muydum?Doğruladım. Birden meraklanıp sordu, 'oralaragitmesinin nedeni neydi', biliyor muydum? 'Evet', dedimve isterse yayımlayabileceğini söyleyerek ünlü raporuuzattım. Durmadan kendi kendine mırıldanarakkarıştırdı yazıyı, 'işe yaraı;' yargısına vardı ve ganimetlerinialıp gitti.«Sonunda, elimde ince bir deste mektupla kızın fotoğrafıkaldı. Çok güzel görünüyordu kız bana -duruşuçok güzeldi, demek istiyorum. Güneşe de yalan söyletilebileceğinibiliyorum, gene de, ışıkla ne kadar oynansa,ne kdar poz verdirilse, yüzündeki o ince doğrulukgörünüşünün yapmacık olamayacağı seziliyordu.Kafasında hiç bir önyargı olmaksızın, kuşku duymaksızın,kendini hiç düşünmeksizin her şeyi dinlemeye hazırgibiydi. Sonunda, resmiyle mektuplarını kendim götürmeyekarar verdim. Merak mı? Evet, ama belki birduygu daha vardı içimde. Kurtz'un olan her şey elimdengçmiş, gitmişti : Ruhu, gövdesi, şubesi, tasarıları,fildişleri, meslek yaşamı. Yalnız anısıyla, sözlüsü kalmıştı- onları da, bir bakıma, geçmişe vermek, bendeondan kalan her şeyi, ortak yazgımızın son sözü olanunutuşa teslim etmek istiyordum. Kendimi savunmuyorum.Gerçekten ne istediğimi tam olarak bilemiyordum.112


Belki bilinçaltımdaki bir bağımlılıkgüdüsü, belki deinsan varlığının gerçeklerinde yatan o alaycı gereksinmelerdenbiriydi bu. Bilmiyorum. Bilemiyorum. Amagittim.«Onun anısının da, her insanın yaşamında birikenölü anıları gibi, son ve hızlı geçişlerinde dfüüp kalangölgelerin bellekte bıraktıkları, belirsiz bir izlenim olacağınısanıyordum. Ama bakımlı bir mezarlık yolu kadardurgun ve şatafatlı sokağa dönük yüksek evlerinarasındaki büyük, ağır kapıların önüne gelince, birdenbireonu bir sedye üzerinde, ağzını tüm dünyayı, tüminsanlığı yutacakmış gibi açmış gördüm. O and31 yaşadıgözlerimin önünde. Gerçekte ne kadar yaşamış idiyseo kadar yaşadı - görkemli g-örünüslerclen. korkunçgerçeklerden oluşmuş doymak bilmez bir gölge. çok güzelsözlerin soylu kıvrımlarına sarınmış, gecenin kar::ınlıP"ındımdı:ıha karanlık bir gölgeydi o. İmgesi de benimlebirlikte eve girdi sanki - sedye, hayalet t8şıyıcıları,saygılı hayranlard::ı n oluşan çılgın k!'llrıb.,.lıl


dilerinin olduğunu söyleyip el koymaya kalkacaklardır.Evet. Güç bir durum. Ne yapayım dersin - direneyimmi? Adalet istiyorum, o kadar.' . .. Adalet istiyordu,o kadar - adalet, o kadar. Birinci kattaki maunkaplı kapının zilini çaldım, beklerken de kapının camındanbana bakıyormuş gibi geldi, tüm evreni saran, suç·layan, ondan nefret eden o geniş, büyük bakışlarıyla;fısıltılı çığlığını işitir gibi oldum: 'Ne dehşet! Ne deh·şet!'«Akşam oluyordu. Işıklı ve perdeli üç sütuna benzeyen,yerden tavana uzanan üç pencerenin aydınlat·tığı yüksek tavanlı bir oturma odasında bekledim. Eş·yaların altın renkli ayaklarıyla arkaları, belirsiz kıvrımlarçizerek parlıyordu. Mermer kaplı yüksek şömineninsoğuk, anıtsal bir aklığı vardı. Büyük bir piyano,tüm ağırlığıyla duruyordu bir köşede; düz bölümleri koyu,cilalı bir tabut gibi, karanlık karanlık parlıyordu.Büyük bir kapı açıldı - kapandı. Ayağa kalktım.«Karalara bürünmüş, solgun yüzüyle, alacakaran·lık havada yüzüyormuşçasına bana doğru ilerledi. Biryıldan çok geçmişti Kurtz'un ölümünün, ölüm haberininalınmasının üstünden ; onu sonsuza dek anacak, yasınıtutacakmış gibi görünüyordu. İki elimi ellırininarasına alıp 'Geleceğinizi duymuştum', dedi. Pek gençolmadığını - yani çocuksu olmadığını - farkettirn. Bağımlılığa,inanca, acıya, olgunluktan gelen bir açıklığıvardı. Bulutlu akşamın tüm üzgün ışıkları alnında toplanmışgibi, oda daha da karanlıklaştı sanki. Koyu gözlerisanki bu sarı saçları, bu solgun yüzü, bu pürüzsüzalnı çevreleyen külden bir halenin içinden bakıyordubana. Bakışları hilesiz, derin, kendine ve başkalarınagüvenliydi. O hüzünlü başını, üzüntüsüyle övünüyormuşgibi tutuyordu, sanki. Ben -yalnız ben onun yasını gerektiğigibi tutuyorum, diyordu. Ama el sıkışırken bir114


perişanlık çöküverdi üzerine, ben de onun, zamanınoyuncağı olamayan yaratıklardan biri olduğunu kavradıın. Onun gözünde Kurtz daha dün ölmüştü. Ne yalarısöyleyeyim, bu izlenim öylesine güçlüydü ki, sankibenim için de daha dün - hayır, şu dakikada ölmüşgibiydi. İkisini de zaman içinde aynı anda gördüm birden:Onun ölümüyle bunun hüznünü - Kurtz'un ölümüanındaki hüznünü gördüm. Anlıyor musunuz? Onlarıbirlikte gördüm - birlikte işittim. Soluğu derinlerebir yerlere takılarak, 'Ben kaldım', diyordu, kulaklarımda o sırada, onun umutsuz pişmanlığıyla birlikte,Kurtz'un sonsuz yargısını özetleyen fısıltıyı açıkça duyuyordu.İnsanın görmemesi gereken, acımasız, olağanüstügizlerle dolu bir yere yanlışlıkla düşmüş gibi yüreğimisarıveren telaşla, burada ne işim var diye sordumkendi kendime. Bir iskemle gösterdi bana. Oturduk.Paketi usulca küçük bir masanın üzerine bıraktnn,elini koydu üstüne ... 'Onu iyi tanıyordunuz,' dedi,bir anlık yaslı sessizlikten sonra.


nız sevginin ve inancın sönmez ışığıyla parıldayan düz,beyaz alnı parlıyordu.«'Onun arkadaşıydınız,' dedi. 'Arkadaşıydınız', diyeyineledi, az daha yüksek bir sesle. 'Bunları bana sizinlegönderdiğine göre, arkadaşıydınız kesinlikle. Sitinie.konuşabileceğimi seziyorum - konuşmam da gerekiyor! Sizin - son sözlerini duyan sizin - ona layıkolduğumu bilmenizi istiyorum . .. Gururdan değil bu ...Evt., gururdan! Onu dünyada herkesten daha iyi tanıdığımiçin gurur duyuyorum -kendisi söyledi bunubana. Annesi öldüğünden beri de kimsem yok - kimsem.. .'«Dinliyordum. Karanlık derinleşti. Kurtz'un banadoğru paketi verdiğinden bile emin değildim. Aslında,ölümünden sonra, müdürün _bir lamba ışığında karıştırdığınıgördüğ·üm bir başka desteyi vermek istiyordu sanıyorum.Ve kız konuşuyor, anlayışımdan emjn, acılarınıdağıtıyordu; susamış insanların su içtikleri gibi,kana kana konuşuyordu. Ailesinin Kurtz'la nişanlanmasınakarşı çıktığını öğrendim. Gerektiği kadar varlıklıdeğildi -- ya da buna benzer bir şey. Gerçektende, yaşamı boyunca yoksulluk çekip çekmediğini bilmiyordum.Onu oralara gitmeye, göreli bir yoksulluğakarşı duyduğu sabırsızlığın zorladığını sezdirmişti bana.«'Bir kez konuştuğunu duyup arkadaşı olmayan varmıydı?' diyordu kız. 'İnsanları, en iyi yanlarından tutup,kendine çekerdi.' Bakışları yoğunlaşmıştı. 'Büyükinsanlara özgü bir yeti bu', dedi. Alçak sesine, sankiduymuş olduğum tüm öbür sesler eşlik ediyorlardı - ırmağınşırıltısı, rüzgarın salladığı ağaçların sesi, kalabalığınmırıldanışı, uzaktan bağırılan sözlerin hafif çınlayış,sonsuz bir karanlığın eşiğinin ötesinden konuşan116


ir sezin fsıltısı ... 'Ama dinlediniz onu l Biliyorsunuz!'diye bağırdı.«'Evet, biliyorum', dedim. Umtusuzluğa benzer birşey vardı yüreğimde, ama içindeki inancın, karanlıkta- onu, hatta kendimi bile koruyamayacağım o her şeydenüstün karanlıkta - doğadışı bir ışıltıyla parlayano yüce, kurtarıcı düşün önünde, boynum büküktü.«'Ne büyük bir kayıp benim için - bizim için! -'diye büyük bir cömertlikle düzeltti sözünü, sonra fısıldayarakekledi: 'Dünya için.' Günbatımının son ışıklarındayaşlarla - dökülmeyecek yaşlarla - dolu gözlerininparıltısını görüyordum.c< 'Çok mutluydum - çok kısmetliydim - çok gururduyuyordum', dedi. 'Fazla kısmetliydim. Fazla mutluydumkısa bir süre için. Şimdiyse mutsuzum - ömürboyu mutsuz olacağım.'«Ayağa kalktı. Sarı saçları altın gibi parladı ve kalantüm ışığı kendine çekti sanki. Ben de kalktım.«'Ve bütün bunlardan,' dedi yaslı sesiyle, 'uyandırdığıtüm umutlardan, tüm büyüklüğünden, cömert zekasından,soylu yüreğinden, hiç bir şey kalmadı - biranı dışında hiç bir şey. Siz ve ben -'«'Hep anacağız onu', dedim, aceleyle.«'Hayır !' diye bağırdı. 'Bütün bunların yitmesi,böyle bir yaşamın yok olup ardında hüzünden başkahiç bir şey bırakmaması olanaksız. Ne büyük tasarılarıvardı, biliyorsunuz. Ben de biliyordum - anlayamıyordumbelki - ama başkaları da biliyordu. Bir şeyler kalmalı.Hiç değilse sözleri ölmedi.'«'Sözleri kalacak', dedim.c


«'Doğru', dedim. 'Verdiği örnek de. Evet, verdiği örnek.Unutmuştum onu.'«'Ama ben unutmuyorum. İ nanamıyorum da - halainanamıyorum. Onu bir daha göremeyeceğime, kimseninonu bir daha hiç, hiç, hiç görmeyeceğine inanamıyorum.'((Giden biıinin arkasından uzatıyormuş gibi, uçlarındabirbirine kenetli solgun elleriyle, karaya bürünmüşkollarını dar pencerenin yiten parıltısının önündeuzattı. Onu bir daha hiç görmemek ! Apaçık gördümonu o sırada. Bu güzel sözlü hayaleti yaşadığım sürecegöreceğim, kızı da, o hüzünlü, tanıdık gölgeyi de göreceğim:Bu hareketiyle o da hüzün dolu başka birisine,güçsüz büyülerle bezenmiş çıplak esmer kollarını o cehennemırmağının, o karanlıklar ırmağının parıltısınınüzerine uzatmış birisine benziyordu. Birden, çok alçakbir sesle, 'Yaşadığı gibi öldü', dedi.«Kör bir öfke kımıldandı içimde. 'Sonu', dedim, 'yaşamınaçok uygundu.'«'Ve ben yanında yoktum', diye mırıldandı. Sonsuzacısının karşısında yok oldu öfkem.«'Yapılabilecek her şeyi. ..• dedim.«'Evet, ama ben ona dünyada herkesten çok inanankişiydim - kendi anasından da, kendisinden de çok.Ben gerekliydim ona ! Ben! Her iç çekişine, her sözüne,her işaretine, her bakışına büyük değer verirdim.'«Buz gibi bir şey sardı sanki göğsümü. 'Yapmayın'dedim, kısık bir sesle.«'Bağışlayın. Ö yle uzun bir süre sessizlik içinde tuttumki yasımı - sessizlik içinde ... Onunlaydınız - sonunadek onunlaydınız, değil mi? Yalnızlığını düşünüyorum.Yanında onu benim anlayabileceğim gibi anlayacakkimse yok. Belki dinleyecek kimse bile yok ...'118


«'Sonuna dek onunlaydım', dedim titrek bir sesle.'Son sözlerini duydum .. .' Korkuyla durdum.cc'Söyleyin onları bana', dedi, yüreği parçalanıyormuşgibi . 'Yaşamama - yaşamama yardımcı olacak birşey istiyorum .. .'«Bağırmak üzereydim ona, 'Duymuyor musun o sözleri?'diye. Alacakaranlık, çevremizde ısrarla fısıldayarakyineliyordu o sözleri - şiddetlenen bir rüzgarın ilkfısıltısı gibi tehdit edici bir şeydi bu: 'Ne dehşet ! Nedehşet !'«'Son sözlerini -yaşayabilmem için', dedi. 'Anlamıyormusunuz, seviyordum onu - seviyordum - seviyordum!'«Kendimi toparlayıp ağır ağır konuştum.«'Son söylediği söz - sizin admızdı.'«Hafif bir iç çekişi duydum, sonra yüreğim duruverdi: Zaferle dolu, korkunç bir çığlık, akıl almaz bir başarıyla,ağza alınmaz bir acıyla dolu bir çığlık dondurduyüreğimi. «Biliyordum - Emindim! . .' Biliyordu.Emindi. Ağladığını duydum; yüzünü elleriyle örtmüştü.Kaçamadan ev üstüme çökecek, gökyüzü başıma düşecekgibi geldi bana. Ama hiç bir şey olmadı. Böyleönemsiz şeyler için düşmüyor gökyüzü. Kurtz'a hakettiğiniverseydim düşer miydi acaba? Yalnız adalet istediğinisöylememiş miydi? Ama yapamadım. Söyleyemedimkıza. Çok karanlık bir şey olurdu söyleseydim- fazla karanlık olurdu . .. »Marlow sustu, düşünen bir Buda görünümünde,herkesten uzakta, belirsiz, sessiz, kaldı. Bir süre kimsekımıldamadı. 'Gelgitin başını kaçırdık' dedi Müdürbirden. Başımı kaldırdım. Açık denizi J{ara bulutlar kaplamıştı.Dünyanın son noktalarına dek giden dingin suYolu, bulutlu göğün altında koyu koyu akıyor - sankiçok büyük bir karanlığın yüreğine akıyordu.119


DOST KİTABEViYAYINLARIYAPISALCILIKJean Plaget/Çev : Füsun AkatlrORTAÇAG KENTLERİHenri Pirenne I Çev : Şadan KaradenizFEODAL TOPLUMDAN YİRMİNCİ YüzyILALeo Huberman / Çev : Murat Belge***JPSİKANALİZ AÇISINDAN EDEBİYATFreud - Jung - Adler I Çev : Sefahattin Hi!avMÜZİK ve YABANCILAŞMAÜnsal OskayDENEYSEL TİYATROBertolt Brecht / Çev : Kaya Oztaç***DÜŞKÜNThomas Mann I Çev. : Nasuh Barın***TAZİYEMurathan MunganALMAN FAŞİZMİNİN KURAMLARIWalter Benjamin / Çev. : Onsa! Oskay


Ülkemizde çok az tanınan Joseph Conrad modem edebiyatınkurucularından biri olarak tanınır. Radikal bir dünya görüşüne sahıpolma98f.l... ama, bireysel ve toplumsal bağlamlarda ahlak sorununabüyük bir ilgiyle eğilen Conrad yapıtlarında bı'.ı so ru$hesaplaşmaya çalışmıştır." 'Gerçekçi bir yazar olan Conrad yapıtlarında genellikle "sömürgeci·lik" ilişkilerini işlemiştir. Bu ilişkilerin işleniş tarzı günümüzdeki bazıolayları kavramak açısmdan son derece önem taşır."Karanlığın Yüreği" yazarın roman boyutunda işlediği uzun biröyküsüdür. "Sömürgecilik" ve "ahlk" sorunuyla ayrıntılı birbiçimde hesaplaştığı en güçlü yapıtlarından biri olarak tanınır.175.TL.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!