Abant Tıp Dergisi Cilt: 1 - Sayı: 2 Yıl: 2012
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
e ISSN: 2147-1800<br />
Metabolik Sendrom ve Cinsiyet: Doku Doppler Çalışması<br />
Göktürk İpek, Emine Bilen, Mustafa Kurt, Mehmet Fatih Karakaş, Uğur Arslantaş, ve ark. 39-44<br />
Otozomal Resesif Non-Sendromik İşitme Kayıplarının Moleküler Tanısı<br />
Zeynep Ocak, Abdulgani Tatar, Ahmet Yesilyurt, Sıtkı Oztas 45-50<br />
Diyabette glisemik kontrolün serum biyokimyasal parametreleri ile ilişkisi<br />
Kübranur Karatoprak, Sema Uysal, Zeynep Seçkin Akkılık, Müjgan Ercan, Fatma Meriç <strong>Yıl</strong>maz 51-54<br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalsetin Serum Kalsiyum, Fosfor, ve Paratiroid Hormon<br />
Düzeylerine Etkisi<br />
Erkan Şengül, Selma Satılmışoğlu, Aysun Şengül, Sevim Dindar 55-60<br />
İdrar Yolu Enfeksiyonu Şüpheli Hastalarda Tam İdrar Analizi ve Kültür Sonuçlarının<br />
Performans Değerlendirmesi<br />
Aynur Gülcan, Gülperi Çelik, Erim Gülcan, Zeliha Cansever, Dursun Murat Aladağ 61-64<br />
EDİTÖR<br />
Prof. Dr. Hayrettin ÖZTÜRK<br />
Editör Yardımcıları<br />
Doç. Dr. Nadir GÖKSÜGÜR<br />
Yrd. Doç. Dr. Aytekin ALÇELİK<br />
Yrd. Doç. Dr. Furkan E. KARABEKMEZ<br />
Atriyoventriküler nodal reenteran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu uygulanan<br />
hastalarda farklı lokalizasyonların nüks yönünden karşılaştırılması<br />
Osman Can Yontar, Alim Erdem, Fatma Hızal Erdem 65-68<br />
Gastrointestinal ve Pankreatik Nöroendokrin Tümörlerde Prognostik Parametreler<br />
Gülzade Özyalvaçlı, Esra Paşaoğlu, Erol Rüştü Bozkurt 69-73<br />
Pulmoner Alveoler Proteinosis'li Bir Hastada Tüm Akciğer Lavajı<br />
Ümit Yaşar Tekelioğlu, Goksel Kiter, Hülya Sungurtekin, Ali Ekinci, Gokhan Yuncu 74-78<br />
Yenidoğan döneminde tanımlanan Goldenhar Sendromu: Olgu sunumu<br />
Özlem Elkıran, Erdal <strong>Yıl</strong>maz, Neşe Çıtak Kurt, Saadet Akarsu, Abdullah Kurt, Denizmen Aygün 79-82<br />
Tiroglossal kanal kisti zemininde gelişen tiroid papiller karsinomu; Nadir yerleşimli<br />
Havva Erdem, Nilüfer Kadıoğlu, Ali Kemal Uzunlar, Ümran <strong>Yıl</strong>dırım, Murat Oktay, ve ark. 86-88<br />
Kardiyovasküler risk faktörü olarak dislipidemilere yaklaşım<br />
Serkan Öztürk, Selçuk Öztürk 89-93<br />
Damar İçi Kateter İnfeksiyonlarına Güncel Yaklaşım<br />
İsmail Necati Hakyemez, Abdulkadir Küçükbayrak, Hayrettin Akdeniz 94-98<br />
www.abantmedj.com<br />
Sample Dilution in Omentin Measurement<br />
Mehmet Tosun 105-106<br />
ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ YAYIN ORGANI
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
<strong>Cilt</strong> / Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
SAHİBİ<br />
Prof. Dr. Hasan KOÇOĞLU<br />
EDİTÖR<br />
Prof. Dr. Hayrettin ÖZTÜRK<br />
EDİTÖR YARDIMCILARI<br />
Doç. Dr. Nadir GÖKSÜGÜR<br />
Yrd. Doç. Dr. Aytekin ALÇELİK<br />
Yrd. Doç. Dr. Furkan Erol KARABEKMEZ<br />
ULUSLARARASI YAYIN KURULU<br />
Muhammad ABDUL-GHANI, ABD<br />
Kazuo MATSUMOTO, Japonya<br />
William T. MCBRIDE, İngiltere<br />
Enver OZER, ABD<br />
Veysel TAHAN, ABD<br />
ULUSAL YAYIN KURULU<br />
Prof. Dr. Kenan GÜMÜŞTEKİN<br />
Prof. Dr. Erol KISMET<br />
Prof. Dr. Yalçın TÜZÜN<br />
Doç. Dr. Mesut ERDURMUŞ<br />
Doç. Dr. Safiye GÜREL<br />
Yrd. Doç. Dr. Alim ERDEM<br />
Yrd. Doç. Dr. Ümit Yaşar TEKELİOĞLU<br />
DİL EDİTÖRÜ<br />
Yrd. Doç. Dr. Tülay ÖZLÜ<br />
Yrd. Doç. Dr. Mehmet TOSUN<br />
BİYOİSTATİSTİK EDİTÖRÜ<br />
Yrd. Doç. Dr. Ali Evren TUFAN<br />
KAPAK DİZAYNI<br />
Doç. Dr. Nadir GÖKSÜGÜR<br />
PDF DİZGİ VE MONTAJ<br />
Doç. Dr. Nadir GÖKSÜGÜR<br />
SEKRETERYA<br />
Murat ERASLAN
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
<strong>Cilt</strong> / Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
BİLİMSEL KURUL<br />
Hayrettin AKDENİZ, Bolu<br />
Fuat AKPINAR, Bolu<br />
Tayfun APUHAN, Bolu<br />
Hüseyin ARINÇ, Kayseri<br />
Yusuf AYDIN, Düzce<br />
Mehmet Akif BÜYÜKBEŞE, K.Maraş<br />
Mehmet CESUR, Gaziantep<br />
Serdal ÇELEBİ, Bolu<br />
Fatih DEMİRCİOĞLU, Bolu<br />
Bünyamin DİKİCİ, Düzce<br />
Ahmet DİLEK, Samsun<br />
Ali İhsan DOKUCU, İstanbul<br />
Arif DURAN, Bolu<br />
Ahmet DUYMAZ, Antalya<br />
Melih Engin ERKAN, Düzce<br />
Ali Akçahan GEPDİREMEN, Bolu<br />
Hüseyin GÜNDÜZ, Sakarya<br />
Nimet KABAKUŞ, Bolu<br />
Mustafa KANAT, Bolu<br />
Başak KANDİ, Bolu<br />
İsmail Hamdi KARA, Düzce<br />
Kazım KARAARSLAN, İstanbul<br />
Oğuz KARABAY, Sakarya<br />
Mehtap KARAMEŞE, Konya<br />
Erkan KARATAŞ, Malatya<br />
Ahmet KAYA, Ordu<br />
Gökhan KIRBAŞ, Diyarbakır<br />
Esra KOÇOĞLU, Bolu<br />
Uğur KORKMAZ, Kocaeli<br />
Aysel KÜKNER, Bolu<br />
Fatih OĞHAN, Kütahya<br />
Hülya ÖZTÜRK, Bolu<br />
Fahrettin TALAY, Bolu<br />
Ali TAMER, Sakarya<br />
Ramazan TOPSAKAL, Kayseri<br />
Fatma TÖRE, Bolu<br />
İbrahim UYGUN, Diyarbakır<br />
Yusuf YAĞMUR, Diyarbakır<br />
Mehmet YAZICI, Bolu<br />
Cuma YILDIRIM, Gaziantep<br />
Nebil YILDIZ, Bolu<br />
Fahrettin YILMAZ, İstanbul
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
İçindekiler / Contents <strong>Cilt</strong> / Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
ORJİNAL MAKALE..………………………………………………………………………………………………….<br />
Metabolik Sendrom ve Cinsiyet: Doku Doppler Çalışması<br />
Göktürk İpek, Emine Bilen, Mustafa Kurt, Mehmet Fatih Karakaş, Uğur Arslantaş, İsa Öner Yüksel, Ayşe Saatci Yaşar, Mehmet Bilge 39-44<br />
Otozomal Resesif Non-Sendromik İşitme Kayıplarının Moleküler Tanısı<br />
Zeynep Ocak, Abdulgani Tatar, Ahmet Yesilyurt, Sıtkı Oztas 45-50<br />
Diyabette glisemik kontrolün serum biyokimyasal parametreleri ile ilişkisi<br />
Kübranur Karatoprak, Sema Uysal, Zeynep Seçkin Akkılık, Müjgan Ercan, Fatma Meriç <strong>Yıl</strong>maz 51-54<br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalsetin Serum Kalsiyum, Fosfor, ve Paratiroid Hormon Düzeylerine Etkisi<br />
Erkan Şengül, Selma Satılmışoğlu, Aysun Şengül, Sevim Dindar 55-60<br />
İdrar Yolu Enfeksiyonu Şüpheli Hastalarda Tam İdrar Analizi ve Kültür Sonuçlarının Performans Değerlendirmesi<br />
Aynur Gülcan, Gülperi Çelik, Erim Gülcan, Zeliha Cansever, Dursun Murat Aladağ 61-64<br />
Atriyoventriküler nodal reenteran taşikardi nedeniyle yavaş yol ablasyonu uygulanan hastalarda farklı lokalizasyonların<br />
nüks yönünden karşılaştırılması<br />
Osman Can Yontar, Alim Erdem, Fatma Hızal Erdem 65-68<br />
Gastrointestinal ve Pankreatik Nöroendokrin Tümörlerde Prognostik Parametreler<br />
Gülzade Özyalvaçlı, Esra Paşaoğlu, Erol Rüştü Bozkurt 69-73<br />
OLGU SUNUMU…..………………………………………………………………………………………………….<br />
Pulmoner Alveoler Proteinosis'li Bir Hastada Tüm Akciğer Lavajı<br />
Ümit Yaşar Tekelioğlu, Goksel Kiter, Hülya Sungurtekin, Ali Ekinci, Gokhan Yuncu 74-78<br />
Yenidoğan döneminde tanımlanan Goldenhar Sendromu: Olgu sunumu<br />
Özlem Elkıran, Erdal <strong>Yıl</strong>maz, Neşe Çıtak Kurt, Saadet Akarsu, Abdullah Kurt, Denizmen Aygün 79-82<br />
HBeAg Pozitif Kronik Hepatit B’li Bir Hastada Peginterferon α-2A İle İlişkili Tiroidit<br />
Abdulkadir Küçükbayrak, Keziban Demirli, Davut Özdemir, Zeynep Seçkin Küçükbayrak, İsmail Necati Hakyemez 83-85<br />
Tiroglossal kanal kisti zemininde gelişen tiroid papiller karsinomu; Nadir yerleşimli<br />
Havva Erdem, Nilüfer Kadıoğlu, Ali Kemal Uzunlar, Ümran <strong>Yıl</strong>dırım, Murat Oktay, Cem Şahiner, Süleyman <strong>Yıl</strong>maz 86-88<br />
DERLEME…………………………………………………………………………………………………..…..……….<br />
Kardiyovasküler risk faktörü olarak dislipidemilere yaklaşım<br />
Serkan Öztürk, Selçuk Öztürk 89-93<br />
Damar İçi Kateter İnfeksiyonlarına Güncel Yaklaşım<br />
İsmail Necati Hakyemez, Abdulkadir Küçükbayrak, Hayrettin Akdeniz 94-98<br />
Kardiyak Elektrofizyolojik Çalışma<br />
Alim Erdem, Mehmet Yazıcı 99-103<br />
EDİTÖRE MEKTUP...………………………………………………………………………………………………….<br />
Tek doz doksisiklin kullanımı sonrası gelişen özefagus ülseri<br />
Mustafa Şit, Gülali Aktaş, Edip Erdal <strong>Yıl</strong>maz 104<br />
TEKNİK ANALİZ...……………………………………………………………………………………………………….<br />
Sample Dilution in Omentin Measurement<br />
Mehmet Tosun 105-106
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.35744<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Metabolik Sendrom ve Cinsiyet: Doku Doppler Çalışması<br />
Metabolic syndrome and Gender Difference: Tissue Doppler Study<br />
Göktürk İpek 1 , Emine Bilen 2 , Mustafa Kurt 3 , Mehmet Fatih Karakaş 3 , Uğur Aslantaş 2 , İsa Öner Yüksel 2 , Ayşe Saatçi Yaşar 2 ,<br />
Mehmet Bilge 2<br />
1 Mardin Devlet Hastanesi, Mardin<br />
2<br />
Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara<br />
3<br />
Mustafa Kemal Üniversitesi, Araştırma Hastanesi, Hatay<br />
Özet<br />
Amaç: Metabolik sendrom (MS) kardiyak fonksiyonlar üzerine<br />
zararlı etkileri olan risk faktörleri kümesidir. Cinsiyet<br />
farkının metabolik sendromun kardiyak fonksiyonlar üzerinde<br />
farklı etkileri olduğu ve daha fazla etkilenme açısından<br />
belirleyici olduğu düşünülmektedir. Biz bu çalışmamızda MS<br />
hastalarında cinsiyet farkının kardiyak fonksiyonlar üzerine<br />
olan etkisini doku Doppler tekniği kullanarak araştırmayı<br />
amaçladık.<br />
Yöntem: Çalışmaya MS tanısı konan 83 kadın ve 87 erkek<br />
hasta alınmıştır. Bu hastalara ayrıntılı transtorasik ekokardiyografi<br />
yapılarak doku Doppler parametreleri olan sistolik<br />
miyokardiyal hız (Sm), erken diyastolik hız (Em) ve geç diyastolik<br />
hız (Am), septal, lateral ve sağ ventrikül bölgelerinden<br />
ölçüldü. Miyokard performans indeksi (MPİ) isovolümetrik<br />
kontraksiyon ve relaksasyon zamanlarının toplamının aortik<br />
ejeksiyon zamanına oranı olarak hesaplandı.<br />
Bulgular: Erken ve geç diyastolik hızlarda fark saptanmazken<br />
septal, lateral Sm değerleri ve septal MPI erkeklerde kadınlara<br />
göre anlamlı şekilde yüksek saptandı (p değeri sırasıyla<br />
0,007, 0,001 ve 0,027) Sağ ventrikül ve lateral MPI değerlerinde<br />
fark saptanmadı. Ayrıca septal ve lateral ejeksiyon<br />
zamanı değerleri erkeklerde anlamlı şekilde yüksek saptandı<br />
(p değeri sırasıyla 0,016 ve 0,012).<br />
Sonuç: Metabolik sendromlu hastalarda kardiyak fonksiyonlar<br />
cinsiyetler arasında farklılık göstermektedir. Metabolik<br />
sendromun farklı cinsiyetlerde etkisinin farklı olması, birey<br />
odaklı tedavi stratejileri geliştirmek açısından değerlendirildiğinde<br />
koroner arter hastalığı ve risk faktörlerinin tedavisinde<br />
farklı yaklaşımlar geliştirilmesinde önemlidir.<br />
Abstract<br />
Background: Metabolic syndrome (MS) is a cluster of cardiovascular<br />
risk factors. Gender difference has different effects<br />
on cardiac functions in MS and this has been thought<br />
to be decisive in terms of interference. In this study, we<br />
aimed to investigate the effect gender differences MS patients<br />
with tissue Doppler echocardiography.<br />
Method: The study population consisted of 83 females and<br />
87 males with the diagnosis of MS. All the study population<br />
underwent a detailed echocardiography with tissue Doppler<br />
parameters of systolic myocardial velocity (Sm), early diastolic<br />
velocity (Em) and late diastolic velocity (Am) were<br />
measured from septal, lateral, and right ventricular annulus.<br />
Myocardial performance index (MPI) was calculated by<br />
dividing the sum of isovolumetric relaxation and isovolumetric<br />
contractine times by ejection time.<br />
Results: While there were no significant differences in early<br />
and late diastolic velocities, septal, lateral Sm measurements<br />
and septal MPI were significantly higher in men than in<br />
women (p values: 0,007, 0,001 and 0,027 respectively). Right<br />
ventricle and lateral MPI were comparable between study<br />
groups. Besides septal and lateral ejection times were significantly<br />
higher in men when compared to women (p values:<br />
0,016 and 0,012 respectively).<br />
Conclusion: Cardiac functions in patients with metabolic<br />
syndrome differ between the sexes. The different effect of<br />
MS on sexes is important in the development of patientoriented<br />
treatment strategies in terms of improving the<br />
treatment of coronary artery disease and risk factors.<br />
Anahtar Kelimeler: Metabolik sendrom, cinsiyet, doku doppler.<br />
Keywords: Metabolic syndrome, gender, tissue doppler.<br />
Giriş<br />
Metabolik sendrom, son yıllarda özellikle yanlış<br />
beslenme tarzı ve artan obezite ile birlikte gelişmiş<br />
ülkelerde dikkat çeken bir sağlık sorunu haline<br />
gelmiştir (1). Kan basıncı (≥130/85), açlık kan<br />
şekeri (≥110mg/dl), bel çevresinde artış (erkeklerde<br />
>102cm; kadınlarda >88 cm), kan trigliserid<br />
düzeyi (≥150mg/dl) ve HDL düzeyleri (kadınlarda<br />
om, yeni bir kardiyovasküler risk faktörü olarak<br />
kabul edilmektedir (8). Aynı yaş grubundaki erkeklere<br />
oranla artmış mortalite ve morbidite<br />
oranları ve semptomların atipik prezentasyonu<br />
nedeniyle kardiyovasküler hastalıklar, kadınlarda<br />
çok ciddi bir problem teşkil etmektedir (9). Kadınlar,<br />
premenapozal dönemde kardiyovasküler<br />
hastalıklar açısından korunmuş gözükseler de<br />
mortalite oranları açısından her iki cinsiyet arasında<br />
fark yoktur (10). Kadınlarda diyabet, erkeklere<br />
oranla daha fazla ateroskleroz gelişme riski<br />
ile birliktedir ve bu risk orta yaşta en belirgindir<br />
(11). Bu farkların metabolik sendromun, kadınlar<br />
üzerindeki etkisini açıklayabileceği düşünülmektedir<br />
(12, 13). Obezite ve diyabet gibi kadınları<br />
erkeklerden daha fazla etkileyen risk faktörlerinin<br />
artan prevalansının, kalp hastalığının gelecekte<br />
erkeklere göre daha erken yaşlarda ortaya<br />
çıkmasına neden olacağı düşünülmektedir (8).<br />
Tüm bu bilgiler ışığında daha önce yapılan bazı<br />
çalışmalar da metabolik sendromlu kadın hastalarda,<br />
mortalite ve morbidite oranlarının erkeklere<br />
kıyasla daha yüksek oranlarda olduğunu göstermiştir<br />
(4, 14-15). Kadınlarda yüksek kardiyovasküler<br />
mortalite ve morbidite sonuçları nedeniyle,<br />
risk faktörlerinin ve iskemik semptomların<br />
erken tedavi ile ortadan kaldırılması ve erken<br />
tanı açısından dikkatli davranılması gerekmektedir.<br />
Daha önce metabolik sendromun kardiyovasküler<br />
fonksiyonlar üzerine olan etkisi konvansiyonel<br />
Doppler tekniği ile gösterilmiştir (16) . Ayrıca<br />
cinsiyet farkı üzerinde de durularak kadınların bu<br />
sendromdan, erkeklerle kıyaslandığında daha<br />
fazla etkilendikleri speküle edilmiştir. Çalışmamızla<br />
amaçladığımız metabolik sendromun kardiyak<br />
fonksiyonlar üzerine olan etkisini daha gelişmiş<br />
bir Doppler tekniği olarak kabul edilen doku<br />
Doppler ile göstermek ve özellikle cinsiyet farkının<br />
bu hasta grubunda kardiyak fonksiyonları<br />
nasıl etkilediğini araştırmaktır.<br />
Materyal ve Metod<br />
Çalışma grubu<br />
Bu çalışma, Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma<br />
Hastanesi Kardiyoloji Kliniği’ne 01 Ekim 2009- 01<br />
Kasım 2009 tarihleri arasında başvuran ve çalışmaya<br />
dahil olma kriterlerini karşılayan 170 hasta<br />
ile yapılmıştır. Metabolik sendrom NCEPIII tanı<br />
kriterlerini karşılayan ve dışlama kriterlerine dahil<br />
olmayan hastalar çalışmaya dahil edilmiştir.<br />
Bu hastalarda tansiyon arteriyel değerleri, kılavuz<br />
önerileri doğrultusunda sessiz bir ortamda 5 dakika<br />
istirahat sonrasında ölçülmüştür. Ayrıca bel<br />
çevreleri, ayakta alt kaburga kenarı ile krista iliaka<br />
arasındaki mesafenin ortasından ölçülmüştür.<br />
Araştırmaya sinüs ritmindeki hastalar dahil edilmiştir.<br />
Bu gruptaki hastalardan bilinen koroner<br />
arter hastalığı (koroner anjiografi ile >%50 stenoz,<br />
pozitif efor testi; iskemi ile uyumlu miyokard<br />
perfüzyon sintigrafisi bulguları, daha önce geçirilmiş<br />
revaskülarizasyon öyküsü, anjina öyküsü<br />
olması), ciddi kapak hastalığı, kalp yetersizliği,<br />
major sistemik hastalığı olanlar, gebe ve emziren<br />
hastalar ve EKO penceresi yetersiz olan hastalar<br />
çalışma dışı bırakılmıştır. Çalışmaya, etik kurul<br />
onayı alındıktan sonra başlanmıştır. Çalışmaya<br />
alınan deneklere rutin biyokimyasal tetkikler, kan<br />
sayımı yapılmıştır.<br />
Ekokardiyografik incelemeler<br />
Amerikan Ekokardiyografi Cemiyeti kriterlerine<br />
göre tüm hastaların ekokardiyografik incelemeleri<br />
yapıldı. Tüm ekokardiyografik incelemeler VI-<br />
VID 7 ekokardiyografi cihazıyla (General electric,<br />
Norway) 2. 5 mHz transduser kullanılarak gerçekleştirildi.<br />
Sol yan pozisyonda yatarken, M-mode,<br />
B- mode, renkli akım, pulse-sürekli dalga Doppler<br />
ve doku Doppler ölçümleri, parasternal uzun<br />
aks, parasternal kısa aks, apikal dört boşluk, apikal<br />
iki boşluk, apikal beş boşluk görüntüleri kullanılarak<br />
alındı. Eş zamanlı olarak, 100 mm/sn hızda<br />
EKG kaydı yapılarak akım hızları kaydedildi.<br />
Konvansiyonel Doppler parametreleri için mitral<br />
akım hızları apikal pencereden elde edilerek;<br />
sample volüm en iyi görüntünün alındığı mitral<br />
yaprakçıkların uçları arasına konuldu. Kürsör<br />
(İşaretçi-Belirteç) ile kan akımı arasında mümkün<br />
olan en küçük açı bulunmasına dikkat edilerek,<br />
kayıtlar alındı. Pre ve postekstrasistol vuru akımları<br />
alınmadı. Ölçümler 3 (üç) defa tekrarlanarak<br />
ortalamaları alındı. Mitral akım örneği, Doppler<br />
dalgasının yönü kan akımına paralel olacak şekilde<br />
mitral kapakçık uçları hizasından apikal görüntülerden<br />
alındı. Transmitral akım kullanılarak pik<br />
E ve A akım hızları, E/A oranı, deselerasyon zamanı<br />
(Erken diyastolik pik akım hızı seviyesinden<br />
akımın taban çizgisine varana kadar geçen süre),<br />
izovolümik releksasyon zamanı (Aortik akımın<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):39-44 40
sonundan mitral kapağın açılmasına kadar geçen<br />
süre), izovolümetrik kontraksiyon zamanı ölçüldü.<br />
Miyokardiyal performans indeksi izovolümetrik<br />
relaksasyon zamanı ile izovolümetrik kontraksiyon<br />
zamanının toplanıp ejeksiyon zamanına<br />
bölünmesiyle hesaplandı.<br />
Doku Doppler görüntüleme için mitral akım örneği<br />
apikal iki ve dört boşluktan pulse wave örneklem<br />
volümü sırasıyla, sol ventrikül septum,<br />
lateral, inferior ve anterior duvarların mitral annülüs<br />
ile kesiştiği noktalara konuldu. Örneklem<br />
volümünün duvar eksenine paralel olması sağlandı<br />
ve sistolik miyokardiyal hız (Sm), erken diyastolik<br />
hız (Em) ve geç diyastolik hız (Am) ölçüldü,<br />
Em/Am hesaplandı. Miyokard performans<br />
indeksi (MPİ) İVKZ ile İVRZ’nin toplanıp EZ değerine<br />
bölünmesiyle elde edildi (Resim 1).<br />
İstatistiksel Analiz<br />
Verilerin analizi SPSS for Windows 16.0 paket<br />
programında yapıldı. Sürekli değişkenlerin dağılımının<br />
normale yakın olup olmadığı Shapiro Wilk<br />
testi ile araştırıldı. Sürekli değişkenler ortalama ±<br />
standart sapma veya ortanca (minimummaksimum)<br />
şeklinde, nominal değişkenler ise<br />
vaka sayısı ve (%) olarak gösterildi. Gruplar arasında<br />
ortalamalar yönünden farkın önemliliği<br />
Student’s t testi ile ortanca değerler yönünden,<br />
gruplar arasında anlamlı farkın olup olmadığı ise<br />
Mann Whitney U testi ile araştırıldı. Nominal<br />
değişkenler Ki-Kare testi ile değerlendirildi.<br />
p
oranı erkeklerde istatistiksel açıdan anlamlı olmayacak<br />
şekilde yüksek saptandı. Konvansiyonel<br />
pulse wave Doppler ile hesaplanan veriler tablo<br />
2’ de özetlenmiştir.<br />
İki grup, doku Doppler parametreleri açısından<br />
karşılaştırıldığında, septal ve lateral Sm değeri<br />
erkeklerde, anlamlı olacak şekilde daha yüksek<br />
saptandı. Septal ve lateral Em ve Am değerleri<br />
arasında fark saptanmadı. Septal ve lateral İVRZ,<br />
İVKZ değerlerinde de fark saptanmamasına rağmen,<br />
erkeklerde septal ve lateral EZ değeri istatistiksel<br />
açıdan anlamlı olacak şekilde daha fazla<br />
saptandı. Septal MPI değerleri erkeklerde anlamlı<br />
olarak yüksek saptandı. Lateral MPI değerleri<br />
erkeklerde hafifçe artmış olmakla birlikte, bu<br />
artış istatistiksel açıdan anlamlı değildi. Sağ ventrikül<br />
Sm ve RV Em değerleri açısından kıyaslandı-<br />
ğında, her iki grup arasında fark saptanmadı. RV<br />
Am değeri ise erkeklerde daha yüksek saptandı.<br />
RV İVKZ, RV İVRZ, RV EZ değerleri her iki grup<br />
arasında anlamlı fark içermiyordu. RV MPI değerlerleri<br />
arasında da fark saptanmadı (Tablo 3).<br />
Tartışma<br />
Metabolik sendrom, özellikle yanlış beslenme ve<br />
sedanter yaşam koşullarının sonucu olarak giderek<br />
artan prevalansa sahip ve son yıllarda pek<br />
çok tıbbi uzmanlık dalında, komplikasyonları<br />
nedeniyle araştırmalara konu olmuş bir sendromdur<br />
(2).Bu doğrultuda metabolik sendrom, ilk<br />
defa 1988 yılında tanımlanan bir halk sağlığı<br />
problemi olarak değerlendirilmeye başlamıştır<br />
(17).<br />
Tablo 2. Konvansiyonel Doppler parametreleri<br />
Kadın Erkek P değeri<br />
Sol ventrikül diyastol sonu çapı (cm) 4.7±0.35 4.6±0.41 0.11<br />
Sol ventrikül sistol sonu çapı (cm) 2.8±0.39 2.7±0.35 0.72<br />
İnterventriküler septum kalınlığı (cm) 1.0±0.11 1.0±0.15 0.72<br />
Arka duvar kalınlığı (cm) 1.0±0.12 1.0±0.14 0.87<br />
Sol atriyum çapı (cm) 3.7±0.38 3.5±0.44 0.09<br />
Aort çapı (cm) 3.2±0.31 3.1±0.33 0,82<br />
E (cm/sn) 0.72±0.18 0.75±0.16 0.09<br />
A (cm/sn) 0.72±0.14 0.81±0.21 0.004<br />
E/A 0.98±0.29 1.07±0.37 0.69<br />
Deselerasyon zamanı (sn) 256±56.9 248±62.5 0.67<br />
İzovolumetrik relaksasyon zamanı (sn) 86±20.6 84±24.4 0.98<br />
İzovolumetrik konraksiyon zamanı (sn) 66±13.8 70±26.7 0.60<br />
Ejeksiyon zamanı (sn) 259±30.1 275±35.3 0.002<br />
Sistolik Pulmoner arter basıncı (mmHg) 30±5.6 30±5.5 0.75<br />
ATPIII kriterlerine göre metabolik sendrom, abdominal<br />
obezite, aterojenik dislipidemi, yüksek<br />
kan basıncı, insülin direnci ve/veya glukoz intoleransı,<br />
proinflamatuar durum ve protrombotik<br />
durumun oluşturduğu altı bileşen ile tanımlamıştır<br />
(17). Metabolik sendrom içerdiği risk faktörleri<br />
nedeniyle koroner arter hastalığı, kalp yetersizliği<br />
gibi kardiyovasküler olaylar ve dolayısıyla kardiyovasküler<br />
mortalite ve morbiditede artışa neden<br />
olur (3, 6). Tüm bu bilgiler doğrultusunda<br />
metabolik sendrom, yeni bir kardiyovasküler risk<br />
faktörü olarak kabul edilmektedir (8). Daha önce<br />
metabolik sendromun kardiyovasküler fonksiyon-<br />
lar üzerine olan etkisi konvansiyonel Doppler<br />
tekniği ile gösterilmiştir (16). Ayrıca cinsiyet farkı<br />
üzerinde de durularak kadınların bu sendromdan,<br />
erkeklerle kıyaslandığında daha fazla etkilendikleri<br />
speküle edilmiştir. Metabolik sendromlu<br />
kadınlarda, metabolik sendromlu erkeklerle<br />
kıyaslandığında subklinik koroner arter hastalığına<br />
daha sık rastlanmaktadır (18).Daha önce yapılan<br />
bazı çalışmalar, metabolik sendromlu kadın<br />
hastalarda mortalite ve morbidite oranlarının<br />
erkeklere kıyasla daha yüksek oranlarda olduğunu<br />
göstermiştir (4, 14- 15).<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):39-44 42
Hasan Turhan ve ark. 212 hastayla yaptıkları çalışmada,<br />
metabolik sendromda sol ventrikül global<br />
fonksiyonlarını yansıtan ve konvansiyonel<br />
ekokardiyografik yöntemle hesapladıkları MPI<br />
değerlerini, metabolik sendromu olmayan kontrol<br />
grubuyla kıyaslandığında anlamlı olarak daha<br />
yüksek saptamışlardır (16). Dursunoğlu ve ark.73<br />
hastayla yaptıkları konvansiyonel Doppler çalışmasıyla<br />
metabolik sendromlu kadınların sağlıklı<br />
kişilerle kıyaslandığında, hafif sol ventrikül diyastolik<br />
disfonkiyonu gösterdiklerini saptamışlardır<br />
(1). Marcello ve ark., 446 non-diyabetik adolesanda<br />
yaptıkları çalışmada metabolik sendromun<br />
normal popülasyona kıyasla daha yüksek sol atriyum,<br />
sol ventrikül ve aort kökü çapı ile birlikte<br />
olduğu; ayrıca artmış sol ventrikül duvar kalınlığı<br />
ve sol ventrikül kitlesiyle birlikte olduğunu belirtmiştir.<br />
Sol ventrikül hipertrofisi ve sol atriyum<br />
dilatasyonu sıklığının daha fazla olduğu da belirtilmiştir<br />
(19). Schillaci ve ark., 618 kontrolsüz<br />
hipertansiyonu olan hastada hemodinamik ve<br />
hemodinamik olamayan etkiler dışlandıktan sonra<br />
metabolik sendromun, kadınlarda erkeklere<br />
oranla daha fazla sol ventrikül duvar kalınlığı ve<br />
azalmış fraksiyonel kısalma ile birlikte olduğunu<br />
göstermişler ve metabolik sendromun kardiyovasküler<br />
etkilerinin, kadınlarda daha belirgin<br />
olarak gözlendiğini belirtmişlerdir (20). Bizim<br />
çalışmamız daha önce yapılan ve konvansiyonel<br />
Doppler kullanılan çalışmalardan farklı olarak,<br />
kardiyak fonksiyonları göstermede daha hassas<br />
bir yöntem olan doku Doppler tekniği ile yapılmış<br />
ve bu yöntemle MPI değerleri hesaplanmıştır.<br />
Yaptığımız bu çalışmanın sonucunda elde ettiğimiz<br />
verilerde sol ventrikül duvar kalınlıkları ve<br />
çapları arasında fark saptamadık. Benzer şekilde<br />
aort çapı ve sol atriyum çaplarının kıyaslanmasında<br />
da iki grup arasında anlamlı bir farklılık<br />
saptamadık. Bizim çalışmamızda her iki grubun<br />
da hem sol ventrikül hem de sağ ventrikül MPİ<br />
değerlerinin, normal değerlerin üstünde olduğunu<br />
saptadık. Ancak her iki grubun MPİ değerleri<br />
kıyaslandığında erkeklerde, sadece septal MPI<br />
değerinin kadınlara kıyasla anlamlı derecede<br />
yüksek olduğu saptadık. Doku Doppler incelemesinde<br />
Tablo 3. Doku Doppler parametreleri<br />
Kadın Erkek P değeri<br />
Septal Sm (cm/sn) 0.08±0.02 0.10±0.02 0.007 *<br />
Septal Em (cm/sn) 0.08±0.02 0.08±0.02 0.27<br />
Septal Am (cm/sn) 0.10±0.02 0.10±0.02 0.35<br />
Septal izovolumetrik relaksasyon zamanı (sn) 72±22.2 75±23.5 0.34<br />
Septal izovolumetrik kontraksiyon zamanı (sn) 71±14.6 67±16.0 0.23<br />
Septal ejeksiyon zamanı 269±28.4 283±26.5 0.016 *<br />
Lateral Sm (cm/sn) 0.10±0.02 0.08±0.02 0.001 *<br />
Lateral Em (cm/sn) 0.11±0.02 0.11±0.04 0.62<br />
Lateral Am (cm/sn) 0.11±0.02 0.11±0.03 0.43<br />
Lateral izovolumetrik relaksasyon zamanı (sn) 67±17.6 71±21.3 0.38<br />
Lateral izovolumetrik kontraksiyon zamanı (sn) 68±17.4 68±15.7 0.61<br />
Lateral ejeksiyon zamanı 262±40.0 277±15.7 0.012 *<br />
Sağ ventrikül Sm(cm/sn) 0.13±0.03 0.13±0.02 0.91<br />
Sağ ventrikül Em(cm/sn) 0.11±0.03 0.10±0.03 0.34<br />
Sağ ventrikül Am(cm/sn) 0.14±0.04 0.16±0.04 0.013 *<br />
Sağ vent. izovolumetrik relaksasyon zamanı (sn) 66±19.7 69±20.0 0.09<br />
Sağ vent.izovolumetrik kontraksiyon zamanı(sn) 65±13.7 67±19.3 0.70<br />
Sağ ventrikül ejeksiyon zamanı 268±24.7 277±38.7 0.052<br />
Septal MPI 0.50±0.12 0.55±0.11 0.027*<br />
Lateral MPI 0.50.12 0.52±0.11 0.20<br />
Sağ ventrikül MPI 0.55±0.34 0.49±0.11 0.62<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):39-44 43
erkek hasta grubunda, kadınlara kıyasla lateral ve<br />
septal ET değerleri daha fazla saptandı. Bu bulgu,<br />
konvansiyonel Doppler ile saptanan ET değerleri<br />
arasındaki fark ile uyumlu idi. Septal Sm ve Lateral<br />
Sm değerleri ve RV Am değerleri de yine erkeklerde,<br />
istatistiksel açıdan anlamlı düzeyde<br />
daha yüksek saptandı. Bu bulgular metabolik<br />
sendromlu kadınlarda, miyokard fonksiyonlardaki<br />
bozulmanın göstergesi olduğunu ve daha önce<br />
yapılan çalışmalarda saptanan bulguları desteklemekte<br />
olduğunu düşündürmektedir. Metabolik<br />
sendromun farklı cinsiyetlerde etkisinin farklı<br />
olması, birey odaklı tedavi stratejileri geliştirmek<br />
açısından değerlendirildiğinde koroner arter hastalığı<br />
ve risk faktörlerinin tedavisinde farklı yaklaşımlar<br />
geliştirilmesinde önemlidir. Zaten, kadınlarda<br />
mortalitenin yüksek olup semptomların<br />
atipik oluşu birey odaklı tedavide cinsiyetin önemini<br />
vurgulamaktadır.<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Dursunoğlu D, Evrengül H, Tanriverdi H, Kuru O, Gür S,<br />
Kaftan A, Kiliç M. Do female patients with metabolic<br />
syndrome have masked left ventricular dysfunction?<br />
Anadolu Kardiyol Derg, 2005; 5: p. 283-8.<br />
2. Ford ES., WH. Giles, and WH. Dietz. Prevalence of the<br />
metabolic syndrome among US adults: findings from the<br />
third National Health and Nutrition Examination Survey.<br />
JAMA, 2002. 287: p. 356-9.<br />
3. Lakka HM, Laaksonen DE, Lakka TA, Niskanen LK, Kumpusalo<br />
E, Tuomilehto J, Salonen JT. The metabolic syndrome<br />
and total and cardiovascular disease mortality in<br />
middle-aged men. JAMA. 2002:4;288:2709-16.<br />
4. Onat A, Ceyhan K, Başar O, Erer B, Toprak S, Sansoy V.<br />
Metabolic syndrome: major impact on coronary risk in a<br />
population with low cholesterol levels--a prospective<br />
and cross-sectional evaluation. Atherosclerosis, 2002.<br />
165: p. 285-92.<br />
5. Ozsahin AK, Gokcel A, Sezgin N, Akbaba M, Guvener N,<br />
Ozisik L, Karademir BM. Prevalence of the metabolic<br />
syndrome in a Turkish adult population. Diabetes Nutr<br />
Metab, 2004. 17: p. 230-4.<br />
6. Reaven GM. Banting lecture 1988. Role of insulin resistance<br />
in human disease. Diabetes, 1988. 37: p. 1595-<br />
607.<br />
7. Chinali M, Devereux RB, Howard BV, Roman MJ, Bella<br />
JN, Liu JE, Resnick HE, Lee ET, Best LG, de Simone G.<br />
Comparison of cardiac structure and function in American<br />
Indians with and without the metabolic syndrome<br />
(the Strong Heart Study). Am J Cardiol, 2004. 93: p. 40-<br />
4.<br />
8. Murphy JG., MA. Lloyd, and Mayo Clinic. Mayo Clinic<br />
cardiology: concise textbook. 3rd ed. 2007, Rochester,<br />
MN: Mayo Clinic Scientific Press: Informa Healthcare<br />
USA. XXIII, 1580 p.<br />
9. Eric J. Topol, Robert M. Califf, Jeffrey Isner, Eric N. Prystowsky,<br />
Judith Swain, James Thomas, Paul Thompson,<br />
James B. Young. Textbook of cardiovascular medicine.<br />
2nd ed. 2002, Philadelphia: Lippincott Williams & Wilkins.<br />
XXI, 2210 p.<br />
10. Knopp RH., X. Zhu, and B. Bonet. Effects of estrogens on<br />
lipoprotein metabolism and cardiovascular disease in<br />
women. Atherosclerosis, 1994. 110 Suppl: p. S83-91.<br />
11. Knopp R, Poirier P. Exaggerated lipoprotein abnormalities<br />
in diabetic women as compared with diabetic<br />
men:possible significan<br />
ce fo atherosclerosis. cardiovascular health and disease<br />
in women, 1993: p. 131-138<br />
12. Hokanson JE. and MA. Austin. Plasma triglyceride level<br />
is a risk factor for cardiovascular disease independent of<br />
high-density lipoprotein cholesterol level: a metaanalysis<br />
of population-based prospective studies. J Cardiovasc<br />
Risk, 1996. 3: p. 213-9.<br />
13. Gordon DJ, Probstfield JL, Garrison RJ, Neaton JD, Castelli<br />
WP, Knoke JD, Jacobs DR Jr, Bangdiwala S, Tyroler<br />
HA. High-density lipoprotein cholesterol and cardiovascular<br />
disease. Four prospective American studies. Circulation,<br />
1989. 79: p. 8-15.<br />
14. Schillaci G, Pirro M, Pucci G, Mannarino MR, Gemelli F,<br />
Siepi D, Vaudo G, Mannarino E.<br />
15. Different impact of the metabolic syndrome on left<br />
ventricular structure and function in hypertensive men<br />
and women. Hypertension, 2006. 47: p. 881-6.<br />
16. Hunt KJ, Resendez RG, Williams K, Haffner SM, Stern<br />
MP. San Antonio Heart Study., National Cholesterol<br />
Education Program versus World Health Organization<br />
metabolic syndrome in relation to all-cause and cardiovascular<br />
mortality in the San Antonio Heart Study. Circulation,<br />
2004. 110: p. 1251-7.<br />
17. Turhan H, Yasar AS, Yagmur J, Kurtoglu E, Yetkin E. The<br />
impact of metabolic syndrome on left ventricular function:<br />
evaluated by using the index of myocardial performance.<br />
Int J Cardiol, 2009. 132: p. 382-6.<br />
18. Third Report of the National Cholesterol Education<br />
Program (NCEP) Expert Panel on Detection, Evaluation,<br />
and Treatment of High Blood Cholesterol in Adults<br />
(Adult Treatment Panel III) final report. Circulation,<br />
2002. 106: p. 3143-421.<br />
19. Griffin Brian P; Topol Eric J. Manual of cardiovascular<br />
medicine. 3rd ed. 2009, Philadelphia: Wolters<br />
Kluwer/Lippincott Williams & Wilkins. xvii, 1015 p.<br />
20. Chinali M, de Simone G, Roman MJ, Best LG, Lee ET,<br />
Russell M, Howard BV, Devereux RB. Cardiac markers of<br />
preclinical disease in adolescents with the metabolic<br />
syndrome. JACC. 2008; 52:932-8<br />
21. Schillaci G, Pirro M, Pucci G, Mannarino MR, Gemelli F,<br />
Siepi D, Vaudo G, Mannarino E. Different impact of the<br />
metabolic syndrome on left ventricular structure and<br />
function in hypertention men and women. Hypertension.<br />
2006;47:881-886.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):39-44 44
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.02486<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Otozomal Resesif Non-Sendromik İşitme Kayıplarının Moleküler Tanısı<br />
Molecular Diagnosis of Autosomal Recessive Non-Syndromic Hearing Losses<br />
Zeynep Ocak, Abdulgani Tatar, Ahmet Yesilyurt, Sıtkı Oztas<br />
Atatürk Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Ve Genetik Anabilim Dalı, Erzurum<br />
Özet<br />
Amaç: Bu çalışmada, Erzurum ili ve çevresinde işitme bozukluklarının<br />
genetik yönden araştırılması, non-sendromik otozomal<br />
resesif işitme kaybına neden olan GJB2 gen mutasyonlarının<br />
belirlenmesi ve mutasyon profilinin çıkartılması amaçlanmıştır.<br />
Yöntem: Bu çalışmaya 50 işitme kayıplı hasta ve 50 sağlıklı<br />
gönüllü alınmıştır. KBB servisinde muayene ve işitme testleri<br />
yapılan hastalar, sendromik açıdan bölümümüzde değerlendirilmiştir.<br />
DNA ekstraksiyonunu takiben GJB2 geni Polimeraz<br />
zincir reaksiyonu (PCR) ile amplifiye edilmiş ve PCR-SSCP<br />
ve RFLP teknikleri kullanılarak; 35delG, 235delC, 167delT,<br />
176-191del16, V95M ve W77X mutasyonlarının varlığı araştırılmıştır.<br />
Bulgular: Çalışma grubumuzu oluşturan 50 hastanın GJB2<br />
gen incelemesinde 10 hastada (7 homozigot ve 3 heterozigot)<br />
35delG mutasyonu tespit edilmiştir. Bu 7 homozigot<br />
hastanın ulaşabildiğimiz iki tanesinin ebeveyninde heterozigot<br />
35delG mutasyonu saptanmıştır. Çalışılan 50 sağlıklı<br />
kontrolün bir tanesinde heterozigot 35delG mutasyonu<br />
saptanmış olup, genetik danışmanlık verilmiştir. GJB2 genine<br />
ait diğer mutasyonlar (V95M, 176-191Del16, 235DelC,<br />
167DelT, W77X) çalışılan her iki grupta da tespit edilememiştir.<br />
Sonuç: Çalışmamızın sonucunda Erzurum bölgesinde GJB2<br />
gen mutasyonlarının non-sendromik otozomal resesif işitme<br />
kaybı olan bireylerde hastalığın etiyolojisinde önemli bir<br />
neden olduğu saptanmıştır.<br />
Anahtar Kelimeler: GJB2, Non-sendromik işitme kaybı, SSCP.<br />
Abstract<br />
Background: : The aim of this study was to investigate the<br />
auditory disorders in or around Erzurum from the genetic<br />
aspects, to determine GJB2 gene mutations that lead to nonsyndromic<br />
autosomal recessive hearing loss and to determine<br />
mutation profile for this gene.<br />
Method: 50 patients with hearing loss and 50 healthy volunteers<br />
participated to this study. Patients whose examination<br />
and auditory tests were performed at the ear-nose-throat<br />
outpatient clinics were referred to us to be evaluated for an<br />
underlying syndrome. GJB2 gene was amplified with polymerase<br />
chain reaction (PCR) after DNA extraction and presence<br />
of 35delG, 235delC, 167delT, 176-191del16, V95M and<br />
W77X mutations were investigated by using PCR-SSCP and<br />
RFLP techniques.<br />
Results: As a result of the GJB2 gene studies of the 50 patients<br />
in the study group, 35delG mutation was detected in<br />
10 patients (7 homozygous and 3 heterozygous). Of these 7<br />
patients with homozygous mutations, we could reach the<br />
parents of 2 patients and heterozygous 35de1G mutation<br />
was detected in these. Among the 50 healthy control subjects,<br />
a heterozygous 35de1G mutation was detected in 1<br />
patient and this patient was given genetic counseling. The<br />
other mutations that belong to GJB2 gene (V95M, 176-<br />
191Del16, 235DelC, 167DelT, W77X) were not detected in<br />
either of the groups.<br />
Conclusion: As a result of our study, GJB2 gene mutations<br />
were detected to be an important etiological factor in patients<br />
with autosomal recessive hearing disorders residing in<br />
or around Erzurum.<br />
Keywords: GJB2, Non-sendromic hearing loss, SSCP.<br />
Giriş<br />
İnsanlar arasındaki iletişim yolları içinde en<br />
önemlisi ve en sık kullanılanı konuşarak anlaşma<br />
yoludur. Diğer koşulların varlığı halinde, konuşmanın<br />
öğrenilmesinde en önemli unsur işitmedir.<br />
İşitme kaybı sık karşılaşılan algılama bozukluklarından<br />
biri olup her 1000 çocuktan birinde görülmektedir<br />
(1).<br />
İşitme bozukluklarının yaklaşık olarak %50'sinin<br />
sebebini çevresel faktörler teşkil ederken, diğer<br />
yarısının %70'ini non-sendromik ve %30'unu<br />
sendromik olmak üzere tek gene bağlı bozukluklar<br />
oluşturmaktadır (2). Non-sendromik işitme<br />
bozukluklarının yaklaşık %80'i otozomal resesif,<br />
%20'si otozomal dominant, %1'i X'e bağlı ve %1<br />
'den azı mitokondriyal kalıtım göstermektedir (3-<br />
5). Non-sendromik işitme kaybı üzerine yapılan<br />
genetik çalışmalar sonucunda 2007 yılı itibariyle<br />
otozomal resesif işitme kaybına neden olan yaklaşık<br />
34 gen, 100’den fazla lokus ve 207 adet Gap<br />
Junction Beta-2 gen mutasyonu rapor edilmiştir<br />
(6). Ayrıca iki mitokondriyal gende (12S rRNA ve<br />
tRNASer) mutasyonlar gösterilmiş ve bu mitokondriyal<br />
mutasyonların özellikle aminoglikozit<br />
kullanım öyküsü olan işitme engellilerde taranması<br />
gerektiği önerilmiştir (4,5). Çeşitli toplumlarda<br />
yapılan mutasyon taramaları sonucunda<br />
otozomal resesif non-sendromik işitme kayıplı<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Zeynep Ocak <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Tıbbi Biyoloji Ve Genetik Anabilim Dalı, Bolu<br />
Telefon: 03742534568 E-posta: zeynep_ipek@yahoo.com<br />
Geliş tarihi / Received : Haziran / June 04, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 18, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
45
olguların yaklaşık %50'sinden GJB2 gen mutasyonlarının<br />
sorumlu olduğu gösterilmiştir (7,8).<br />
Bu çalışmada, Erzurum ili ve çevresinde işitme<br />
bozukluklarının genetik yönden araştırılması,<br />
non-sendromik otozomal resesif işitme kaybına<br />
neden olan GJB2 gen mutasyonların belirlenmesi<br />
ve mutasyon profilinin çıkartılması amaçlandı.<br />
Materyal ve Metod<br />
Bu çalışma 2005-2007 yılları arasında Atatürk<br />
Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim<br />
Dalı ve Kulak Burun Boğaz Anabilim Dallarında<br />
gerçekleştirilmiştir. Çalışmada, ailesinde birden<br />
fazla işitme engelli olan 15-35 yaş aralığında 60<br />
birey değerlendirilmeye alınmıştır. Ailelere ait<br />
pedigri örnekleri çıkartılarak, olgular ve ailelerinden<br />
alınan bilgiler doğrultusunda işitme kaybının<br />
otozomal resesif geçiş gösterdiği düşünülen bireyler<br />
belirlenmiştir. Bu bireylerin klinik muayeneleri<br />
yapılarak, hastaların dış kulak yolu ve zar<br />
yapıları değerlendirilmiştir. Klinik muayene sonuçlarına<br />
göre sendromik işitme kaybı olduğu<br />
düşünülen bireyler çalışma grubundan çıkartılmış<br />
ve non-sendromik otozomal resesif işitme kaybı<br />
olduğu düşünülen 50 birey çalışmaya dahil edilmiştir.<br />
Taşıyıcılık sıklığının saptanması için, akrabalık<br />
ilişkisi bulunmayan ve yapılan işitme testleri<br />
neticesi normal işitme frekansına sahip 50 birey<br />
çalışmaya kontrol grubu olarak dahil edilmiştir.<br />
DNA ekstraksiyonu için, hastalardan 2 ml periferik<br />
kan örneği alındı. Periferik kandan DNA izolasyon<br />
kiti (Gentra) ile firmanın vermiş olduğu<br />
protokole göre ekstraksiyon yapılmıştır. GJB2<br />
geni Polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile amplifiye<br />
edilmiştir. Connexin26 geninin amplifikasyonu<br />
için hazırlanan primerler<br />
“http://www.ncbi.nlm.nih. gov” adresli veri kaynağından<br />
gen dizileri esas alınarak hazırlanmıştır.<br />
Her bir primerle PCR sonucu elde edilen ürünler<br />
%1,5’lik Agaroz jelde marker DNA ile yürütülerek<br />
kontrol edilmiştir. Daha sonra, her bir amplikon<br />
%8’lik poliakrilamid jel elektroforezinde (PAGE),<br />
SSCP tekniği ile yürütülerek şüpheli bant paternine<br />
sahip hastalar kaydedilmiştir. SSCP ile farklı<br />
bant paterni veren 13 otozomal resesif nonsendromik<br />
işitme kayıplı bireyde PCR-RFLP tekniği<br />
kullanılarak; 35delG, 235delC, 167delT, 176-<br />
191del16, V95M ve W77X mutasyonlarının varlığı<br />
araştırılmıştır. PCR ürünlerine endonükleaz enzimlerinin<br />
uygulanması (RFLP) için 0.5 ml’lik<br />
ependorf tüpleri kullanılmıştır. Her olgu için firmanın<br />
verdiği protokoller uygulanmıştır. ECO72I<br />
(Fermantas) enzimi, GJB2geninin 283. pozisyonundaki<br />
V95M mutasyonunu saptamak için kullanılmıştır.<br />
GJB2geninde 176-191 arasındaki 16<br />
bazlık delesyon mutasyonunu saptamak için<br />
AFIIII (Fermantas) kullanılmıştır. ApaI (Fermantas)<br />
GJB2geninde 235delC mutasyonunu, BfmI<br />
(Fermantas) GJB2geninde 167delT mutasyonunu,<br />
EcoO1091(Takara) GJB2geninde W77X mutasyonunu<br />
saptamak için kullanılmıştır. GJB2geninde<br />
35delG mutasyonunu saptamak için Bsc4I (SibEnzyme)<br />
kullanılmıştır. PAGE elektroforez uygulaması<br />
ile fragmentler ethidium bromide ile görüntülenmiştir.<br />
Bulgular<br />
Çalışma kapsamında, Erzurum ili ve çevresinde<br />
otozomal resesif non sendromik işitme kaybı<br />
olan 50 bireyde GJB2 gen mutasyonları PCR-SSCP<br />
yöntemi ile taranmıştır. 50 bireyin 7'sinde homozigot<br />
ve 3’ünde heterozigot olarak 35delG mutasyonu<br />
belirlenmiştir (Şekil 1). Pedigri analizlerinin<br />
incelenmesi sonucu 35delG mutasyonunu<br />
homozigot olarak taşıyan her bireyin ebeveynleri<br />
arasında akraba evliliği olduğu da gözlenmiştir<br />
(Tablo 1). Kalan 3 hastamızda SSCP çalışması<br />
sonucu GJB2 geninin 5. primer bölgesine ait PCR<br />
ürününde mutasyon olduğuna işaret eden farklı<br />
bant paternleri olduğu gözlenmiştir (Şekil 2). Bu 3<br />
hastaya Bsc4I restriksiyon enzimi uygulanarak<br />
yapılan RFLP çalışması sonucunda enzim kesiminin<br />
tanımlanan yerden farklı bir bölgede olduğu<br />
ve bu mutasyonun Bsc4I enzimi için yeni bir kesim<br />
noktası oluşturduğu görülmüştür. Pedigri<br />
analizlerinin incelenmesi sonucunda bu üç bireyin<br />
anne-babası arasında akraba evliliği gözlenmemiştir.<br />
Mutasyon tespit edilen bireylerden yapılan pedigri<br />
analiz sonuçlarının otozomal resesif kalıtım<br />
modeli gösterdiği yani anne ve baba sağlıklı iken<br />
çocuklarında cinsiyet ayırt etmeksizin bir kısmında<br />
sağırlığın ortaya çıktığı gözlenmiştir. 35delG<br />
mutasyonlarını homozigot olarak taşıyan 3 bireyde<br />
bilateral derin işitme kaybı (Tablo 2 de 1.,3.,8.<br />
olgular), 4 bireyde bilateral total işitme kaybı<br />
(Tablo 2 de 2,5,6,7. olgular), 35delG mutasyonunu<br />
heterozigot olarak taşıyan 1 bireyde ise bilateral<br />
derin işitme kaybı saptanmıştır (Tablo 2 de<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):45-50 46
4. olgu). Taşıyıcılık sıklığının saptanması için, birbiri<br />
ile herhangi bir akrabalık ilişkisi bulunmayan<br />
ve yapılan işitme testleri neticesi normal işitme<br />
frekansına sahip 50 kontrol grubu bireyin bir<br />
tanesinde 35delG mutasyonu heterozigot olarak<br />
bulunmuştur.<br />
Sendromik işitme kaybı olan yedi hastanın değerlendirilmesi<br />
sonucu ise klinik tanı olarak, iki olguda<br />
Treacher-Collins sendromu, iki olguda Distal<br />
Renal Tubuler Asidoz ve işitme kaybı, iki olguda<br />
Apert sendromu ve bir olguda da Leopard sendromu<br />
düşünülmüştür.<br />
Tartışma<br />
Şekil 1. Hasta ve sağlıklı kontrollere ait PCR ürünlerinin,<br />
35delG mutasyonu varlığını tespit etmek için<br />
Bsc4I ile RFLP tekniği uygulandıktan sonra ethidium<br />
bromide ile boyanarak görüntülenmesi. Marker (M)<br />
DNA fragment büyüklükleri sırası ile 80, 100, 200, 300,<br />
400, 500, 600, 700, 800, 900, 1031 bp uzunluklarındadır.<br />
5 ve 6 numaralı örnekler 181 ve 26 bp lik iki fragmentlik<br />
farklı bant paternleri göstermektedir, 1 ve 10<br />
nolu örnekler sağlıklı kontrollere aittir. (Okun yönü<br />
jelin yürüme yönünü göstermektedir.)<br />
Şekil 2. Hasta ve sağlıklı kontrollere ait PCR ürünlerinin,<br />
SSCP tekniği uygulandıktan sonra ethidium bromide<br />
ile boyanarak görüntülenmesi. 5,11,17 numaralı<br />
örnekler farklı bant paternleri göstermektedir, 1 ve 22<br />
nolu örnekler sağlıklı kontrollere aittir.<br />
İşitme kayıplarına neden olan genetik faktörlerin<br />
yaklaşık %30'u sendromlarla birlikte gözlenirken,<br />
%70'ini non-sendromik işitme kayıpları oluşturmaktadır<br />
(9,10). Günümüze kadar işitme kaybının<br />
tanısında ve taşıyıcılığının belirlenmesinde<br />
35delG mutasyonunu ortaya koymaya yönelik<br />
farklı metotlar ortaya konmuştur. Bu metotlar<br />
içerisinde en popüler olanı, Kupka ve ark.’nın<br />
geliştirdiği ve 35delG için özel olarak hazırlatılan<br />
mutant primerlerin kullanılarak yapıldığı mutasyon<br />
analizidir. Normalde GJB2 genindeki 35delG<br />
bölgesinde herhangi bir restriksiyon enzim kesimi<br />
bulunmamaktadır. Fakat dizayn edilen mutant<br />
primerler ile üretilen PCR fragmentinde enzim<br />
kesim bölgesi oluşturularak, 35delG'nin homozigotluğu<br />
veya heterozigotluğu gösterilebilmiştir<br />
(11).<br />
Bizim çalışmamızda PCR-SSCP ile yapılan mutasyon<br />
taraması sonucunda otozomal resesif nonsendromik<br />
işitme kayıplı 50 bireyin 13’ünde farklı<br />
bant paterni görülmüştür. Elde ettiğimiz verilerin<br />
değerlendirilmesi sonucunda, GJB2 mutasyonları<br />
içinde en fazla 35delG mutasyonunun varlığı<br />
tespit edilmiştir. Bu mutasyonun 50 hasta bireyde<br />
test edilen 100 alleldeki görülme sıklığı %17<br />
olarak tespit edilmiştir. Bu mutasyonun 50 sağlıklı<br />
kontrolde test edilen 100 alleldeki görülme<br />
sıklığı ise 1:50 olarak saptanmıştır. Değişik ülkelerdeki<br />
35delG mutasyonunun taşıyıcılık sıklıkları<br />
Yunanistan'da 1:33, İspanya'da 1:40, Tunus'ta<br />
1:77, Malta'da 1:36 olarak bildirilmiştir (7,9,10).<br />
Bu oranın adı geçen ülkelerde yaygın olarak görülen<br />
ve kistik fibrozise yol açan CFTR genindeki<br />
ΔF508 mutasyondan daha sık olduğu rapor edilmiştir<br />
(3).<br />
Otozomal resesif non-sendromik işitme kayıplı<br />
bireylerin, Avrupa’da %46’sında, Japonya’da<br />
%12’sinde, Kore’de %8’inde GJB2 mutasyonları<br />
görülürken, Türkiye’de yapılan değişik çalışmalarda<br />
bu mutasyon oranları sırasıyla %19.7,<br />
%31.7, %64 ve %27.8 olarak rapor edilmiştir<br />
(3,12,13).<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):45-50 47
Tablo 1. 35delG mutasyonu saptanan 10 bireye ait yaş, moleküler genetik sonuç, akrabalık durumu.<br />
Olgu No Yaş Moleküler genetik sonuç Akrabalık durumu<br />
1 18 homozigot 35delG +<br />
2 20 homozigot 35delG +<br />
3 19 homozigot 35delG +<br />
4 22 homozigot 35delG +<br />
5 23 homozigot 35delG +<br />
6 24 homozigot 35delG +<br />
7 20 heterozigot 35delG -<br />
8 21 homozigot 35delG +<br />
9 16 heterozigot 35delG +<br />
10 18 heterozigot 35delG -<br />
Tablo 2. 35delG mutasyonu saptanan 8 bireyin odyometri sonuçları.<br />
Olgu No Odyometri Timpanometri Akustik refleks ve eşiği<br />
1 113 dB/95 dB<br />
NSİK<br />
N/N<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
2 Bileteral<br />
Total NSİK<br />
N/N<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
3 Bileteral<br />
100 dB NSİK<br />
N/N<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
4 110 dB/90 dB<br />
NSİK<br />
N/N<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
5 Bileteral<br />
Total NSİK<br />
N/N<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
6 Bileteral<br />
103 dB NSİK<br />
N/N<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
7 Bileteral N/N<br />
Ф/ Ф<br />
Total NSİK<br />
8 Bileteral<br />
100 dB NSİK<br />
N/N<br />
110dB/110 dB<br />
Ф/ Ф<br />
110dB/110 dB<br />
Bizim çalışmamızda ise bu oran %26 olarak tespit<br />
edilmiştir. Türkiye’deki çalışmalarda farklı sonuç<br />
arzeden Tekin ve ark.’nın 11 ailede yaptığı GJB2<br />
mutasyon taraması %64 olarak raporlanmıştır.<br />
Bu çalışmada sonucun diğerlerinden daha yüksek<br />
bulunması, incelenen hasta sayısının daha az<br />
olmasına bağlı olduğunu düşündürmektedir.<br />
Diğer taraftan otozomal resesif non-sendromik<br />
işitme kayıplı 50 bireyde Uyguner ve ark.’nın<br />
yaptığı çalışmada, bu oran % 27.8 olarak belirlenmiştir.<br />
Bu sonuç, hemen hemen aynı sayıda<br />
hasta ve kontrol grubuna sahip olması ve hasta<br />
ve kontrol grubu belirlenirken aynı kriterlerin göz<br />
önüne alınması nedeniyle bizim sonuçlarımızla<br />
paralellik göstermiştir (13).<br />
Çalışma grubumuzda otozomal resesif nonsendromik<br />
işitme kayıplı bireylerde CX26 geninde<br />
35delG mutasyonları, 7 homozigot ve 3 heterozigot<br />
yapıda olarak toplam 10 hastada tespit edilirken,<br />
Türkiye’de bu konuda yapılan diğer çalışmalarla<br />
paralel olarak V95M, 176-191 Del 16,<br />
235 Del C, 167Del T, W77X mutasyonları tespit<br />
edilememiştir.<br />
Türk toplumunda yaklaşık %20-25 arasında görülen<br />
akraba evliliği (15) çalışma grubumuzu oluşturan<br />
otozomal resesif işitme engelli ailelerde<br />
%60 olarak tespit edilmiştir. Bu durum diğer otozomal<br />
resesif hastalıklarda olduğu gibi non-<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):45-50 48
sendromik işitme kayıplarında da akraba evliliğinin<br />
hastalık insidansını arttırdığını göstermiştir.<br />
GJB2 mutasyonlarının genellikle şiddetli ve derin<br />
prelingual sensorinöral işitme kaybına neden<br />
olduğu gösterilmiştir (3). Bizim çalışmamızda<br />
GJB2 mutasyonunu homozigot olarak bulunduran<br />
hastalarımızın işitme seviyeleri karşılaştırıldığında<br />
bu mutasyonun, her iki kulakta asimetrik,<br />
derin ve şiddetli işitme kaybına neden olduğu<br />
gözlenmiştir. Wilcox ve ark.’nın (16,17) sonuçlarıyla<br />
uyumlu olarak GJB2 mutasyonlarının neden<br />
olduğu işitme kaybında işitme seviyelerinin ayırıcı<br />
tanı kriteri olamayacağı da görülmüştür. Bu<br />
durum moleküler tanı testlerinin önemini bir kez<br />
daha göstermiştir.<br />
Sonuç olarak bu çalışma ile elde ettiğimiz veriler<br />
bizlere, Erzurum ili ve çevresi ile Türk populasyonu<br />
ve diğer ülkelerdeki non-sendromik işitme<br />
kayıplarını karşılaştırma olanağı vermiştir. Bu<br />
çalışmanın bölgemizde non-sendromik otozomal<br />
resesif işitme kayıplarının genetiğinde etkili olan<br />
GJB2 mutasyonlarının taranması konusunda yapılmış<br />
ilk çalışma olması dolayısıyla literatüre<br />
önemli bir katkı sağlayacağını öngörmekteyiz.<br />
Daha sağlıklı nesiller için bu konuda yapılan çalışmaların<br />
kapsamlı hale getirilmesi ile çalışılan<br />
genlerin sayısının arttırılması ve çalışmaların<br />
rutine dönüştürülmesi oldukça önemlidir. Bu<br />
sayede elde edilecek sonuçların, işitme kayıplarının<br />
erken dönemde teşhis edilmesi, konjenital<br />
işitme kaybı öyküsü bulunan ailelerde prenatal<br />
tanının yapılabilmesi ve erken dönemde tedavinin<br />
başlatılması açısından büyük önem taşıyacağını<br />
düşünmekteyiz.<br />
KAYNAKLAR<br />
1- Peter Turnpenny, Sian Ellard. Emery’s Elements<br />
of Medical Genetics. Twelfth edition. Elsevier<br />
Churchchill Livingstone, London, 2005:161-79<br />
2- Man YK, Trolove C, Tattersall D, Thomas AC,<br />
Papakonstantinopoulou A, Patel D, Scott C,<br />
Chong J, Jagger DJ, O'toole EA, Navsaria H, Curtis<br />
MA, Kelsell DP. A Deafness-Associated Mutant<br />
Human Connexin 26 Improves the Epithelial Barrier<br />
In Vitro. Membr Biol. 2007; 218: 29-37.<br />
3- Petersen MB, Willems PJ. nonsyndromic autosomal<br />
recessive deafness. Clinical Genetics<br />
2006; 69: 371-92<br />
4- Prezant TR, Agapian JV, Bohlman MC, Bu X.<br />
Öztaş S, Qiu WQ, Arnos KS, Cortopassi GA, Jaber<br />
L, Rotter JI, Shohat M, and Fischel-Ghodsian N.<br />
Mitochondrial Ribosomal RNA Mutation Associated<br />
with Both Antibiotic-induced and Non-<br />
Syndromic Deafness, Nature Genetics 1993; 4:<br />
289-94.<br />
5- Fischel-Ghodsian N, Prezant TR, Bu X, Oztas S.<br />
Mitochondrial Ribosomal RNA Gene Mutation in<br />
a Patient With Sporadic Aminoglycoside Ototoxicity,<br />
American Journal of Otolaryngology<br />
1993; 14: 399-403.<br />
6- The Human Gene Mutation Database<br />
http://www.hgmd.cf.ac.uk/ac/index.php<br />
7- Sandra Iossa1,2, Elio Marciano2 and Annamaria<br />
Franzé GJB2 Gene Mutations in Syndromic Skin<br />
Diseases with Sensorineural Hearing Loss. Current<br />
Genomics 2011; 12: 475-85<br />
8- Nina Danilenko, Elena Merkulava, Marina Siniauskaya,<br />
Olga Olejnik, Anastasia Levaya-Smaliak,<br />
Alena Kushniarevich, Andrey Shymkevich, Oleg<br />
Davydenko Spectrum of Genetic Changes in Patients<br />
with Non- Syndromic Hearing Impairment<br />
and Extremely High Carrier Frequency of 35delG<br />
GJB2 Mutation in Belarus. PLoS One. <strong>2012</strong>; 7-5<br />
9- Morell RJ, Kim HJ, Hood JL, et al. Mutation in the<br />
connexin 26 gene (GJB2) among Ashkenazi Jews<br />
with nonsyndromic recessive deafness. New Eng<br />
J Med 1998; 19:1500-5.<br />
10- Lopez-Bigas N, Olive M, Rabionet R. Connexin 31<br />
(GJB3) is expressed in the peripheral and auditory<br />
nerves and causes neuropathy and hearing<br />
impairment. Hum Mol Genet 2001; 15: 947-52.<br />
11- Kupka S, Mirghomizadeh F, Haug T, Braun S,<br />
Leistenschneider P, Schmitz-Salue C, Arold R,<br />
Blin N, Zenner HP, Pfister, M. Mutational analysis<br />
of the connexin26 gene in sporadic cases of<br />
moderate to profound deafness. HNO, 2000; 48:<br />
671-4.<br />
12- Tekin M, Akar N, Cin S, Blanton SH, Xia XJ, Liu XZ,<br />
Nance WE, Pandya A. Connexin 26 (GJB2) mutations<br />
in the Turkish population: implications for<br />
the origin and high frequency of the 35delG mutation<br />
in Caucasians. Hum Genet 2001; 108:<br />
385-389.<br />
13- Uyguner O, Emiroglu M, Uzumcu A. Frequencies<br />
of gap- and tight-junction mutations in Turkish<br />
families with autosomal-recessive nonsyndromic<br />
hearing loss. Clin Genet 2003; 64: 65–<br />
69.<br />
14- L Van Laer, P Coucke, R F Mueller, G Caethoven,<br />
K Flothmann, S D Prasad, G P Chamberlin, M<br />
Houseman, G R Taylor, C M Van de Heyning, E<br />
Fransen, J Rowland, R A Cucci, R J H Smith, G<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):45-50 49
Van Camp. A common founder for the 35delG<br />
GJB2 gene mutation in connexin 26 hearing impairment<br />
J Med Genet 2001; 38:515-518<br />
15- ŞB Özvarış, GO Koçoğlu, AA. Hacettepe Üniversitesi<br />
Nüfus Etütleri Enstitüsü, 1983 Türkiye Nüfus<br />
ve Sağlık Araştırması Hacettepe Üniversitesi yayını,<br />
Ankara, 1987<br />
16- Wilcox SA, Saunders K, Osborn, AM, Arnold A,<br />
Wunderlich J, Kelly T, Collins V, Wilcox LJ,<br />
McKinlay, Gardner RJ, Kamarinos M, Cone-<br />
Wesson B, Williamson R, Dahl H High frequency<br />
hearing loss correlated with mutations in the<br />
GJB2 gene. Hum Genet 2000; 106:399-405.<br />
17- Wilcox ER, Burton QL, Naz S. Mutations in the<br />
gene encoding tight junction claudin 14 cause<br />
autosomal recessive deafness DFNB29. Cell<br />
2001; 12:104-165<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):45-50 50
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.36854<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Diyabette Glisemik Kontrolün Serum Biyokimyasal Parametreleri İle İlişkisi<br />
The Relationship Between Serum Biochemical Parameters And Glycaemic Control In Diabetes<br />
Kübranur Karatoprak, Sema Uysal, Zeynep Seçkin Akkılık, Müjgan Ercan, Fatma Meriç <strong>Yıl</strong>maz<br />
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara<br />
Özet<br />
Amaç: Bu çalışmanın amacı diyabetes mellitus hastalarını<br />
HbA1c düzeylerine göre iyi ve kötü kontrollü diyabet olarak<br />
sınıflandırarak glisemik kontrol ile bazı biyokimyasal parametrelerin<br />
ilişkisini araştırmaktır.<br />
Yöntem: Çalışmaya 24 iyi kontrollü diyabet (HbA1c6,5) ve diyabeti<br />
olmayan 29 sağlıklı birey katıldı. HbA1c seviyeleri HPLC<br />
yöntemiyle, açlık ve tokluk kan glukozu, kreatinin, trigliserid,<br />
total kolesterol ve HDL kolesterol seviyeleri fotometrik, idrar<br />
protein ve mikroalbumin düzeyleri türbidimetrik, TSH, sT3,<br />
sT4, B12 vitamini ve folik asit seviyeleri elektrokemilüminesans<br />
yöntemle ölçüldü.<br />
Bulgular: Kötü kontrollü diyabet hastalarının trigliserid düzeyleri<br />
kontrol gurubuna göre anlamlı derecede yüksek<br />
bulundu (p=0,003). İdrar mikroalbumin/kreatinin düzeyleri,<br />
kötü kontrollü diyabet hastalarında iyi kontrollü diyabet<br />
hastalarına göre anlamlı şekilde yüksek bulundu (p=0,05).<br />
Diğer parametreler açısından, gruplar arasında anlamlı bir<br />
farklılık tespit edilemedi.<br />
Sonuç: Diyabetik hastalarda glisemik kontrol, trigliserid ve<br />
mikroalbumin düzeyi ile ilişkili bulunmuştur. Bu veriler,<br />
diyabetli hastalarda glisemik kontrolün nefropati ve koroner<br />
kalp hastalığı gelişimini etkileyebileceğini düşündürmektedir.<br />
Anahtar Kelimeler: Glisemik kontrol, diyabetes mellitus,<br />
HbA1c, lipid profili, mikroalbumin.<br />
Abstract<br />
Background: We aimed this study to evaluate the relationship<br />
between some biochemical parameters and glycaemic<br />
control in diabetic patients categorized by HbA1c levels.<br />
Method: This study includes 24 good glycaemic control<br />
(HbA1c6.5)<br />
patients with diabetes mellitus and 29 healthy subjects.<br />
Plasma levels of HbA1c were measured by HPLC. Serum<br />
fasting and post-prandial glucose, creatinin, triglyceride,<br />
total cholesterol, HDL cholesterol concentrations were analyzed<br />
by photometric method. Urine protein and microalbumin<br />
levels were studied by turbidimetric method. Serum<br />
TSH, sT3, sT4, vitamin B12 and folic acid concentrations<br />
were measured by electrochemiluminescent assay.<br />
Results: Serum triglyceride levels of poorly glycaemic control<br />
group were higher than healthy subjects (p=0,003). Urine<br />
microalbumin/creatinine ratio was increased in patients<br />
with poorly glycaemic control when compared good glycaemic<br />
control group (p=0,05). There was no significant difference<br />
between groups and other biochemical parameters.<br />
Conclusion: The triglyceride and microalbumin levels were<br />
associated with glycemic control in diabetic patients. These<br />
data suggested that good glycemic control may affect development<br />
of nephropathy and coronary artery disease in<br />
patients with diabetes mellitus.<br />
Keywords: Glycaemic control, diabetes mellitus, HbA1c, lipid<br />
parameters, microalbumin.<br />
Giriş<br />
Diyabetes mellitus, dünya genelinde görülme<br />
sıklığı giderek artan bir hastalıktır. Diyabet, son<br />
dönem böbrek yetmezliğinin en sık sebebidir.<br />
Artmış kardiyovasküler hastalık riski ile ilişkili<br />
olup yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir<br />
(1). Mikroalbuminüri, diyabetik nefropatinin<br />
erken göstergelerinden biri olup, proteinüri<br />
progresyonunda da önemli bir risk faktörüdür<br />
(2). Hiperlipideminin diyabetli hastalarda albuminüri<br />
gelişimine katkıda bulunduğu bilinmektedir<br />
(3). Bazı çalışmalarda tip 2 diyabetli hastalarda<br />
hiperglisemi düzeyi ile makrovasküler ve mikrovasküler<br />
komplikasyon gelişme ve ölüm riski<br />
arasında ilişki olduğu ileri sürülmüştür (4-6). Sıkı<br />
bir glisemik kontrol ile fatal olmayan myokard<br />
enfarktüsü, mikrovasküler komplikasyonlar ve<br />
retinopati riski azaltılabilmektedir (7).<br />
Hemoglobin A1c (HbA1c), glukoz toleransını ve<br />
diyabette glukoz regülasyonunu gösteren, hemoglobinin<br />
yavaş ve non-enzimatik olarak glikozillenmesi<br />
ile oluşan bir belirteçtir (8). Günümüzde<br />
HbA1c’nin diyabetlilerde glisemik kontrolü<br />
göstermesi ile birlikte diyabetik komplikasyon<br />
gelişme riskini ve diyabetik bakımın kalitesini<br />
yansıttığı kabul edilmektedir (9). HbA1c testi,<br />
hemoglobin A1c’nin total hemoglobine oranı<br />
olarak raporlanır. HbA1c seviyesi diyabeti olmayan<br />
kişilerde 6%’nın altında iken, kontrolsüz diyabetik<br />
hastalarda 10%’u aşabilmektedir (10).<br />
Resmi organizasyonlara göre klinik uygulamalarda<br />
hedef HbA1c seviyesi genellikle
mortalite ve morbiditesi ile ilişkili faktörlerle<br />
ilişkisini incelemeyi amaçladık.<br />
Materyal ve Metod<br />
Bu çalışmaya Ankara Numune Eğitim ve Araştırma<br />
Hastanesine başvuran, tip 2 diyabetes mellitus<br />
tanısı almış 82 hasta ile 29 sağlıklı gönüllü<br />
dahil edildi. Böbrek yetmezliği, tiroid fonksiyon<br />
bozukluğu olan hastalar çalışma dışı bırakıldı.<br />
Hastalar HbA 1c değerine göre iyi (HbA 1c 6.5) glisemik kontrollü diyabet olarak<br />
iki gruba ayrıldı. 24 iyi kontrollü diyabet ve 58<br />
kötü kontrollü diyabet hastası ile 29 sağlıklı bireyin<br />
bir gecelik açlık sonrası venöz kanları jelli düz<br />
tüplere ve HbA 1c testi için EDTA’lı tüplere alındı.<br />
4000 devirde 10 dakika santrifüj edilerek ayrılan<br />
serumlar analiz edildi. Hemolizli ve lipemik serumlar<br />
çalışmaya alınmadı. Bu çalışma için yerel<br />
etik kurul izni alındı.<br />
HbA 1c düzeyleri Premier Hb9210 marka cihazda<br />
HPLC yöntemiyle orijinal kitleri kullanılarak analiz<br />
edildi. Açlık ve tokluk kan glukozu, kreatinin,<br />
trigliserid, total kolesterol ve HDL kolesterol değerleri<br />
hastanemiz rutin biyokimya laboratuvarında<br />
Roche PP800 otoanalizöründe Roche ticari<br />
kitleri kullanılarak fotometrik yöntemle tayin<br />
edildi. Serum LDL kolesterol düzeyleri ise Friedewald<br />
formulü [LDL-K=TK–(TG/5+HDL-K)] kullanılarak<br />
hesaplandı. İdrar protein ve mikroalbumin<br />
düzeyleri Roche PP800 otoanalizöründe<br />
orijinal Roche kitleri kullanılarak türbidimetrik<br />
yöntemle tayin edildi. TSH, serbest T3, serbest<br />
T4, B12 vitamini ve folik asit testleri Roche Cobas<br />
e-601 otoanalizöründe orijinal Roche kitleri kullanılarak<br />
elektrokemilüminesans yöntemle tayin<br />
edildi. Hemoglobin düzeyleri Sysmex XE-2100<br />
hemogram cihazında, sedimantasyon ise Diesse<br />
Ves cube matic 200 cihazında çalışıldı.<br />
Verilerin değerlendirilmesinde Statistical Package<br />
for the Social Sciences (SPSS, version 16.0, Chicago,<br />
IL, USA) istatistik programı kullanıldı. P
Tablo 1. Diyabetik hasta gruplarının ve sağlıklı kontrol grubunun demografik özellikleri ve biyokimyasal<br />
parametrelerinin karşılaştırılması<br />
Veriler<br />
Kontrol İyi kontrollü Kötü kontrollü p değeri<br />
(n=29) diyabet (n=24) diyabet (n=58)<br />
Yaş (yıl) 49,9±13,1 56,4±11,8 53,7±11,7 0,08<br />
HbA 1c (%) 4,9±0,34 5,96±0,37 8,4±1,67 0,00 a,b,c<br />
AKŞ (mg/dl) 90,13±14,63 107,41±21,57 186,84±72,03 0,00 a,b,c<br />
TKŞ (mg/dl) 95,3±15,69 153,53±63,47 282,65±98 0,00 a,b,c<br />
Kreatinin (mg/dl) 0,88±0,19 0,80±0,20 0,79±0,20 0,06<br />
Total Kolesterol (mg/dl) 190±44,09 194,33±44,39 193,91±43,34 0,78<br />
HDL Kolesterol (mg/dl) 48,31±10,7 52,9±14,89 46,46±15,16 0,24<br />
LDL Kolesterol (mg/dl) 116±35,47 114,87±37,80 111,08±36,07 0,80<br />
Trigliserid (mg/dl) 125,27±64 133,69±37,79 152,05±58,98 0,003 a<br />
Hemoglobin (g/dl) 14,40±2,21 14,13±1,69 13,86±1,95 0,41<br />
Mikroalbumin (mg/dl) - 9,2(1,19-243) 15,3(1,47-243,10) 0,05 b<br />
sT3 (pg/ml) 2,27±0,96 3,02±0,42 3,03±0,32 0,063<br />
sT4 (ng/dl) 1,8±1,07 1,2±0,14 1,2±0,2 0,482<br />
TSH (mIU/ml) 2,73±2,57 2,2±1,14 2,17±1,41 0,615<br />
Vitamin B12 (pg/ml) - 321±124 351±163 0.717<br />
Folik asit (ng/dl) - 9,7±1,7 10.28±4,08 0,371<br />
AKŞ: Açlık kan şekeri, HbA 1c: Hemoglobin A 1c, TKŞ: Tokluk kan şekeri, TSH: Tiroid stimulan hormonu, sT3: serbest T3, sT4: serbest<br />
T4<br />
a: Kontrol grubu ile kötü kontrollü diyabet grubu arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır.<br />
b: Kötü kontrollü diyabet grubu ile iyi kontrollü diyabet grubu arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır.<br />
c: Kontrol grubu ile iyi kontrollü diyabet grubu arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır. Mikroalbumin/kreatinin değeri<br />
median (min-max); diğer parametreler ortalama ± SD olarak ifade edilmiştir.<br />
Kontrol grubunun mikroalbumin, B12 vitamini ve folik asit düzeyleri ölçülmemiştir.<br />
Kardiyovasküler hastalık ve diyabetik nefropati<br />
için yüksek kan basıncı ile artmış HbA1c seviyeleri<br />
risk faktörüdür (15). Başarılı glisemik kontrol,<br />
diyabetik hastalarda kardiyovasküler ve renal<br />
hastalığı önlemede önemli bir rol oynamaktadır.<br />
Zarini ve arkadaşları (16), yaptıkları bir çalışmada<br />
tip 2 diyabeti olan hastalarda kötü glisemik kontrolün<br />
ve hipertansiyonun proteinüri veya son<br />
dönem böbrek hastalığı progresyonuna katkıda<br />
bulunduğunu ortaya koymuşlardır.<br />
Diyabetes mellitus, anormal lipid profili ile ilişkilidir<br />
(17). Yapılan çalışmalarda diyabetli hastalarda<br />
dislipidemi insidansının yüksek olduğu gösterilmiştir<br />
(18). Total kolesterol, trigliserid, HDL ve<br />
LDL kolesterol konsantrasyonları kardiyovasküler<br />
hastalık indikatörleridir (19). Tip 2 diyabetli hastaların<br />
çoğu ılımlı hipertrigliseridemi ve düşük<br />
HDL kolesterol seviyeleri ile karakterize olup,<br />
hipertrigliseridemi koroner arter hastalığı için<br />
bağımsız bir risk faktörüdür (20). Yaptığımız çalışmada<br />
kötü kontrollü diyabet grubunun triglise-<br />
rid düzeylerinin, iyi kontrollü diyabet grubu ve<br />
kontrol gurubunun trigliserid düzeylerine göre<br />
yüksek olduğu tespit edildi. Kötü kontrollü diyabet<br />
grubunun trigliserid düzeyleri kontrol grubuna<br />
göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti.<br />
Başarılı glisemik kontrolün diyabetli hastalarda<br />
gözlenen dislipideminin düzelmesine yardımcı<br />
olduğunu gösteren bir çalışmada iyi glisemik<br />
kontrolün aterosklerozu ertelediği ve koroner<br />
kalp hastalığını önlediği ileri sürülmektedir<br />
(21).<br />
Yapılan çalışmalarda sıkı glisemik kontrolün diyabetli<br />
hastalarda tüm mortalite nedenlerini azaltmamasına<br />
rağmen 10% veya daha fazla oranda<br />
göreceli riskin azaldığı tespit edilmiştir (7). Bu<br />
çalışmada elde ettiğimiz veriler bize, diyabetik<br />
hastalarda başarılı glisemik kontrolün, trigliserid<br />
ve mikroalbumin düzeyi başta olmak üzere birçok<br />
parametreyi olumlu yönde etkileyebileceğini<br />
düşündürmektedir.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):51-54 53
KAYNAKLAR<br />
1. de Zeeuw D, Ramjit D, Zhang Z, Ribeiro AB, Kurokawa K,<br />
Lash JP, Chan J, Remuzzi G, Brenner BM, Shahinfar S.<br />
Renal risk and renoprotection among ethnic groups with<br />
type 2 diabetic nephropathy: a post hoc analysis of RE-<br />
NAAL. Kidney Int. 2006; 69: 1675-82.<br />
2. Mogensen CE. Microalbuminuria predicts clinical proteinuria<br />
and early mortality in non-insulin-dependent<br />
diabetes. N Eng J Med. 1984; 310: 356-360.<br />
3. Rutledge JC, Ng KF, Aung HH, Wilson DW. Role of triglyceride-rich<br />
lipoproteins in diabetic nephropathy. Nat<br />
Rev Nephrol. 2010; 6: 361-370.<br />
4. Stratton IM, Adler AI, Neil HA, Matthews DR, Manley SE,<br />
Cull CA, Hadden D, Turner RC, Holman RR. Association<br />
of glycaemie with macrovascular and microvascular<br />
complications type 2 diabetes (UKPDS 35): prospective<br />
observational study. BMJ. 2000; 321: 405-12.<br />
5. Khaw KT, Wareham N. Glycated hemoglobin as a marker<br />
of cardiovascular risk. Curr opin Lipidol. 2006; 17: 637-<br />
43.<br />
6. Selvin E, Ning Y, Steffes MW, Bash LD, Klein R, Wong TY,<br />
Astor BC, Sharrett AR, Brancati FL, Coresh J. Glycated<br />
hemoglobin and the risk of kidney disease and retinopathy<br />
in adults with and without diabetes. Diabetes. 2011;<br />
60: 298-305.<br />
7. Hemmingsen B, Lund SS, Gluud C, Vaag A, Almdal T,<br />
Hemmingsen C, Wetterslev J. Intensive glycaemic control<br />
for patients with type 2 diabetes: systematic review<br />
with meta-analysis and trial sequential analysis of randomised<br />
clinical trials. BMJ. 2011;343:d6898.<br />
8. Koenig RJ, Peterson CM, Kilo C, Cerami A, Williamson JR.<br />
Hemoglobin A1c as an indicator of the degree of glucose<br />
intolerance in diabetes. Diabetes. 1976; 25: 230-232.<br />
9. Herman WH, Fajans SS. Hemoglobin A1c for the diagnosis<br />
of diabetes: practical considerations. Pol Arch Med<br />
Wewn. 2010; 120: 37-40.<br />
10. True MW. Circulating biomarkers of glycemia in diabetes<br />
management and implications for personalized medicine.<br />
J Diabetes Sci Technol. 2009 1; 3: 743-747.<br />
11. American Diabetes Association. Standarts of medical<br />
care in diabetes-2009. Diabetes Care. 2009; 32(Suppl<br />
1):S13-61.<br />
12. Rodbard HW, Blonde L, Braithwaite SS, Brett EM, Cobin<br />
RH, Handelsman Y, Hellman R, Jellinger PS, Jovanovic<br />
LG, Levy P, Mechanick JI, Zangeneh F. American Association<br />
of Clinical Endocrinologists medical guidelines for<br />
clinical practice for the management of diabetes mellitus.<br />
AACE Diabetes Mellitus Clinical Practice Guidelines<br />
Task Force. Endocr Pract. 2007; 13 Suppl 1: 1-68.<br />
13. Niskanen L, Uusitupa M, Sarlund H, Siitonen O, Voutilainen<br />
E, Penttile I, Pyorala K. Microalbuminuria predicts<br />
the development of serum lipoprotein abnormalities favouring<br />
atherogenesis in newly diagnosed type 2 (noninsulin-dependent)<br />
diabetic patiens. Diabetologia. 1990;<br />
33: 237-43.<br />
14. Witte EC, Lambers Heerspink HJ, de Zeeuw D, Bakker SJ,<br />
de Jong PE, Gansevoort R. First morning voids are more<br />
reliable than spot urine samples to assess microalbuminuria.<br />
J Am Soc Nephrol. 2009; 20: 436-443.<br />
15. Ravid M, Brosh D, Ravid-Safran D, Levy Z, Rachmani R.<br />
Main risk factors for nephropathy in type 2 diabetes<br />
mellitus are plasma cholesterol levels, mean blood pressure,<br />
and hyperglycemia. Arch Intern Med. 1998 11;<br />
158: 998-1004.<br />
16. Zarini GG, Exebio JC, Gundupalli D, Nath S, Huffman FG.<br />
Hypertension, poor glycemic control, and microalbuminuria<br />
in Cuban Americans with type 2 diabetes. Int J<br />
Nephrol Renovasc Dis. 2011; 4: 35-40.<br />
17. AlAdsani A, Memon A, Suresh A. Pattern and Determinants<br />
of Dyslipedemia in Type 2 Diabetes Mellitus patients<br />
in Kuwait. Acta Diabetol. 2004; 41:1295.<br />
18. Naheed T, Khan A, Masood G, Yunus BB, Chaudry MA.<br />
Dyslipedemias in type II diabetes mellitus patients in a<br />
teaching hospital of Lahore, Pakistan. Pak J Sci. 2003;<br />
19: 2836.<br />
19. Thomas RM. Oxidative stress and lipid in diabetes. A<br />
role in endothelium vasodilator dysfunction. Vasc Med.<br />
2002; 1: 195–204.<br />
20. Ginsberg HN. Identification and treatment of hypertriglyceridemia<br />
as a risk factor for coronary heart disease.<br />
Curr Cardiol Rep. 1999; 1: 2337.<br />
21. Agbola Abu CF, Ohwovoriole AE, Akinlade KS. The effect<br />
of glycaemic control on the prevalence and pattern of<br />
dyslipedemia in Nigerian patients with newly diagnosed<br />
noninsulin dependent diabetes. West Afr J Med. 2000;<br />
19: 275.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):51-54 54
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.03522<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalsetin Serum Kalsiyum, Fosfor, ve Paratiroid<br />
Hormon Düzeylerine Etkisi<br />
The effect of Cinacalcet on Serum Calcium, Phosphorus and Parathyroid Hormone in<br />
Hemodialysis Patients<br />
Erkan Şengül 1 , Selma Satılmışoğlu 2 , Aysun Şengül 3 , Sevim Dindar 4<br />
1 Düzce Atatürk Devlet Hastanesi Nefroloji Bölümü, Düzce<br />
2 Özel Düzce Diyaliz Merkezi, Düzce<br />
3 Düzce Atatürk Devlet Hastanesi Göğüs Hastalıkları Bölümü, Düzce<br />
4 Kocaeli Derince Eğitim Ve Araştırma Hastanesi İç Hastalıkları Bölümü, Düzce<br />
Özet<br />
Amaç: Bu çalışmanın amacı hemodiyaliz hastalarında sinakalset<br />
kullanımının serum kalsiyum, fosfor ve paratiroid<br />
hormon üzerindeki etkisini incelemektir.<br />
Yöntem: Çalışma, 15 (9 E, 6 K) hemodiyaliz hastasında yapıldı.<br />
3 ay süre ile sinakalset kullanan hastaların retrospektif<br />
olarak dosyaları incelendi. Biyokimya tetkikleri ve kan basıncı<br />
kayıtları kaydedildi. İstatistiksel analizler SPSS v 15 ile gerçekleştirildi.<br />
Bulgular: Serum kalsiyum, kalsiyum x fosfor ürünü ve paratiroid<br />
hormon düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı azalmalar<br />
saptandı (sırasıyla P=0.001, P=0.04 ve P=0.009). Fosfor<br />
düzeyi azalmakla birlikte farklılık istatistiksel olarak anlamlı<br />
bulunmadı. Üç hastada bulantı, üç hastada ise bulantı ve<br />
kusma gözlendi. Ayrıca üç hastada kalsiyum seviyesi 8<br />
mg/dl’nin altına düştü.<br />
Sonuç: Sinakalset hemodiyaliz hastalarında serum kalsiyum,<br />
kalsiyum x fosfor ürünü ve paratiroid hormon düzeylerini<br />
anlamlı olarak azaltmaktadır. Tedavi sırasında bulantı, kusma<br />
ve hipokalsemi sık görülmektedir. Ancak, daha fazla hasta<br />
üzerinde yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır.<br />
Anahtar Kelimeler: Hiperparatiroidizm, sinakalset, hemodiyaliz.<br />
Abstract<br />
Background: The purpose of this study is to examine the<br />
effect of cinacalcet on serum calcium, phosphorus, and<br />
parathyroid hormone in hemodialysis patients.<br />
Method: This study was performed in 15 hemodialysis patients.<br />
The medical records of patients taking cinacalcet for<br />
three months were examined. Biochemical tests and blood<br />
pressure were recorded. The statistical analysis was performed<br />
using SPSS v 15.0. P< 0.05 was considered statistically<br />
significant.<br />
Results: There were statistically significant decreases in<br />
calcium, calcium x phosphorus product and parathyroid<br />
hormone levels (P=0.001, P=0.04 and P=0.009 respectively).<br />
Phosphorus level was reduced but not significantly. Nausea<br />
was observed in three patients, nausea and vomiting in<br />
three patients, as well as hypocalcaemia.<br />
Conclusion: Cinacalcet significantly reduced serum calcium,<br />
calcium x phosphorus product, and parathyroid hormone<br />
levels in hemodialysis patients. Nausea, vomiting, and hypocalcaemia<br />
often develop during the therapy. However,<br />
further studies are needed in larger patients.<br />
Keywords: Hyperparathyroidism, cinacalcet, hemodialysis.<br />
Giriş<br />
Kronik böbrek hastalığı (KBH) seyrinde gelişen<br />
mineral kemik bozukluklarında hipokalsemi, hiperfosfatemi,<br />
serum paratiroid hormon (PTH)<br />
düzeyinde yükselme ve paratiroid bez hiperplazisi<br />
gibi çeşitli biyokimyasal ve patolojik anomalilere<br />
sıklıkla rastlanmaktadır (1). Hemodiyaliz hastalarında,<br />
kalsiyum, fosfor ve PTH bozukluklarının<br />
morbidite ve mortalite artışı ile ilişkili olduğu<br />
bilinmektedir (2). Bu hasta grubunda sekonder<br />
hiperparatiroidizm genellikle fosfor bağlayıcı<br />
ilaçlar ve D vitamini ile tedavi edilmektedir (3).<br />
Ancak, D vitamininin intestinal kalsiyum ve fosfor<br />
emilimini artırması ve kalsiyum içeren fosfor<br />
bağlayıcılarının kullanımı ile hastaların önemli bir<br />
kısmında hedeflenen kalsiyum, fosfor ve PTH<br />
seviyelerine ulaşılamamaktadır (4).<br />
Kalsimimetik bir ilaç olan sinakalset, kalsiyum<br />
reseptörünün pozitif allosterik modulatörü olup,<br />
hücre dışı kalsiyuma reseptörün duyarlılığını artırarak<br />
etki etmektedir. Sonuçta, serum kalsiyum,<br />
fosfor, kalsiyum x fosfor (CaxP) ürününü artırmaksızın<br />
PTH salınımını azaltmaktadır (5,6). Sinakalset,<br />
2004 yılından itibaren yurtdışında kullanılmaktadır.<br />
Ülkemizde 2010 yılı Ekim ayında<br />
kullanılmaya başlanmıştır.<br />
Bu çalışmanın amacı, takip ettiğimiz hemodiyaliz<br />
hastalarında sinakalset kullanımının serum kalsiyum,<br />
fosfor, CaxP ürünü ve PTH seviyeleri üzerindeki<br />
etkilerini değerlendirmektir.<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Dr. Erkan ŞENGÜL, Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi / Kocaeli Telefon: : 0262 2335500 E-posta: dr.erkansengul@hotmail.com<br />
Geliş tarihi / Received : Şubat / Feb 11, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 05, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması / Conflict Of Interest: Yok /None<br />
55
Şengül E ve ark.<br />
Materyal ve Metod<br />
Hastalar<br />
Çalışmada son dönem böbrek yetmezliği (SDBY)<br />
nedeniyle en az 3 ay hemodiyalize giren ve 3 ay<br />
süre ile sinakalset kullanan 15 hastanın retrospektif<br />
olarak dosya incelemesi yapıldı. Hastaların<br />
rutin laboratuar bulguları kaydedildi. Hastalar<br />
haftada üç gün, dört saat süre ile sentetik polinefron<br />
yapıda, hastanın vücut yüzey alanına göre<br />
efektif yüzey alanı 1.5-1.9 m2 arasında değişen<br />
XENIUM XPH high-flux hemodiyalizör (150-190),<br />
standart heparinizasyon ve Fresenius 4008 S ve<br />
4008 B marka hemodiyaliz cihazları ile hemodiyalize<br />
alınmışlardı. Hastaların tamamı arteriyovenöz<br />
fistül yolu ile 300 ml/dakika ve üzerinde kan akımı<br />
ile diyalize girmişti.<br />
Hastaların tümü 1.2 gr/kg/gün protein, 4 gr NaCl,<br />
2 gr potasyum, 600 mg fosfor, 1000 mg kalsiyum<br />
içeren diyet, peroral B-C komplex vitamini, haftada<br />
3 gr levokarniten kullanmıştı. Bunun yanında<br />
aylık laboratuar ve klinik takiplerine göre;<br />
esansiyel aminoasit, oral fosfor bağlayıcıları, aktif<br />
D vitamini, antihipertansif tedavi ve intravenöz<br />
demir sükroz (2700 mg) ile tedavi edilmişti.<br />
Hastaların kan basıncı ölçümleri ERKA sphygmomanometer<br />
aleti ile yapılmıştı. Hemodiyaliz seansına<br />
başlamadan önce ölçülen kan basıncı değerleri<br />
olarak Korotkoff’un 1.sesi sistolik kan<br />
basıncı ve Korotkoff’un 5. sesi diastolik kan basıncı<br />
şeklinde kaydedilmişti.<br />
Sinakalset kullanım kriterleri 1.25 mmol/L kalsiyum<br />
içeren diyalizat kullanımına rağmen serum<br />
albumin düzeyine göre düzeltilmiş kalsiyum düzeyi<br />
>10.5 mg/dl ve PTH düzeyi>700 pgr/mmol<br />
veya serum fosfor ve kalsiyum x fosfor düzeyinden<br />
bağımsız olarak PTH düzeyinin 1000<br />
pgr/ml’nin üzerinde olması şeklinde belirlenmişti.<br />
Daha önce sinakalset kullanımı, son üç ay içinde<br />
paratiroidektomi öyküsü, Kt/V
Şengül E ve ark.<br />
mg olduğu, kusma yakınması olan bir hastada<br />
kalsiyum değerinin 8 mg/dl’nin altında olduğu<br />
saptandı. 30 mg kullanan hastalarda herhangi bir<br />
yakınma gelişmediği tespit edildi. Gastrointestinal<br />
(GIS) yakınmalarının kısa süreli olduğu ve ilaç<br />
dozunun azaltılması ile düzeldiği ve tedavinin<br />
kesilmesini gerektirmediği saptandı. Üç hastada<br />
kalsiyum seviyesinin 8 mg/dl’nin altına düştüğü<br />
ve ilacın kesildiği tespit edildi. Bu hastalardan<br />
ikisinde ilaç dozunun 60 mg/gün, birinde 30<br />
mg/gün olduğu ve iki hastanın D vitamini almakta<br />
olduğu gözlendi. Ancak, D vitamini kullanılan<br />
hastalarda sinakalset dozunun 60 mg/gün olduğu;<br />
D vitamini dozunun düşük (2 mcgr/hafta)<br />
olduğu ve aradaki farklılık istatistiksel olarak anlamlı<br />
olmasa da D vitamini alan grupta kalsiyum<br />
düzeyinin daha düşük olduğu saptandı.<br />
Verilerin analizinde, tedavi öncesi ve tedavi sonrası<br />
serum kreatinin, düzeltilmiş kalsiyum, Ca x P<br />
ürünü ve PTH düzeylerinde istatistiksel olarak<br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalset Kullanımı<br />
anlamlı azalmalar saptandı. Fosfor düzeyi azalmakla<br />
birlikte farklılık istatistiksel olarak anlamlı<br />
bulunmadı (Tablo 1). D vitamini kullanımına göre<br />
yapılan alt grup analizlerinde D vitamini kullanan<br />
hastalarda PTH seviyesindeki azalmanın daha<br />
fazla olduğu saptandı (Sırasıyla ortanca değerleri<br />
363.50 ve 190 pgr/ml). Ancak, aradaki farklılık<br />
istatistiksel olarak anlamlı değildi (P=0.64). Düzeltilmiş<br />
kalsiyum değerlerinin D vitamini almayan<br />
hastalarda daha fazla azalmakla birlikte (sırasıyla<br />
1.49±0.53 ve 1.04±1.04, ortanca değeri:<br />
1.08 mg/dl) aradaki farklılığın istatistiksel olarak<br />
anlamlı olmadığı gözlendi (P=0.42). CaxP ürününün<br />
D vitamini almayan hastalarda daha fazla<br />
azaldığı (10.75±11.19, ortanca değeri 7.23 ve<br />
9.92±21.88, ortanca değeri 7.46 mg/dl) saptandı.<br />
Ancak aradaki farklılık istatistiksel olarak anlamlı<br />
bulunmadı (P=0,72). D vitamini alan ve almayan<br />
hastaların klinik ve laboratuar bulguları tablo<br />
2’de sunulmuştur.<br />
Tablo 1. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası laboratuar bulguları ve kan basıncı değerleri<br />
Tedavi öncesi Tedavi sonrası P*<br />
BUN (mg/dl) 78.84±17.74 71.27±20.31 0.09<br />
Kreatinin (mg/dl) 9.94±1.85 8.44±1.10 0.002*<br />
Kt/V 1.68±0.33 1.55±0.26 0.06<br />
URR (%) 72.73±8.04 69.73±6.60 0.11<br />
Düzeltilmiş kalsiyum (mg/dl) 9.66±0.87 8.41±0.66 0.001*<br />
Fosfor (mg/dl) 5.95±1.44 5.66±1.58 0.46<br />
Kalsiyum x fosfor (mg 2 /dl 2 ) 58.03±16.78 47.72±15.22 0.041*<br />
Paratiroid hormon (pg/ml) 1715.9±723.4 1237.4±724.8 0.009*<br />
Albümin (gr/dl) 3.54±0.60 3.81±0.22 0.21<br />
Sistolik kan basıncı (mmHg) 125.33±17.26 122.00±18.20 0.52<br />
Diastolik kan basıncı (mmHg) 74.66±9.90 75.33±10.60 0.90<br />
* P
Şengül E ve ark.<br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalset Kullanımı<br />
Tablo 2. D vitamini alan ve almayan hastaların klinik ve laboratuar bulguları<br />
D vitamini almayan hastalar D vitamini alan hastalar<br />
Yaş (yıl) 55.00±13.11 43.00±12.87<br />
Süre (ay) 75.42±35.13 84.75±47.40<br />
BUN (mg/dl) 75.88±19.15 78.72±17.02<br />
Kreatinin (mg/dl) 9.18±1.92 10.60±1.61<br />
Kt/V 1.61±0.32 1.75±0.35<br />
URR (%) 71.57±8.81 73.75±7.27<br />
Düzeltilmiş kalsiyum (mg/dl) 10.08±0.62 9.31±0.93<br />
Fosfor (mg/dl) 6.41±1.68 5.54±1.14<br />
Kalsiyum x fosfor (mg2/dl2) 64.80±18.55 52.11±13.51<br />
Paratiroid hormon (pg/ml) 1389.85±271.30 2001.25±885.55<br />
Albumin (gr/dl) 3.50±0.71 3.57±0.52<br />
Sistolik kan basıncı (mmHg) 132.85±18.89 118.75±13.56<br />
Diastolik kan basıncı (mmHg) 77.14±11.12 72.50±8.86<br />
Kidney Foundation–Kidney Disease Outcomes<br />
Quality Initiative (K/DOQI) tarafından 2003 yılında<br />
yayınlanan KBH’da kemik metabolizması ve<br />
hastalıkları ile ilgili klavuzda SDBY hastalarında<br />
hedef düzeltilmiş kalsiyum, fosfor, kalsiyum fosfor<br />
ürünü ve PTH değerleri sırası ile 8.4-9.5<br />
mg/dl, 3.5-5.5 mg/dl, < 55 mg 2 /dl 2 ve 150-300<br />
pgr/ml olarak önerilmiştir ( 13).<br />
Ancak, bu hastalarda genellikle K/DOQI tarafından<br />
belirlenen hedeflere ulaşılamamaktadır (8).<br />
Diyette fosfor kısıtlanması ve diyaliz uygulanması<br />
hiperfosfatemi kontrolünde genellikle yetersiz<br />
olup çoğu hastanın fosfor bağlayıcı ilaçlara ihtiyacı<br />
olmaktadır. Aluminyum içeren fosfor bağlayıcılar<br />
anemi, miyopati, demans ve düşük döngülü<br />
kemik hastalığı nedeniyle artık kullanılmamaktadır.<br />
Hemodiyaliz hastalarında kalsiyum içeren<br />
fosfor bağlayıcıların arteriyel kalsifikasyon ile<br />
ilişkili olduğu saptanmıştır. Hiperfosfatemi ve<br />
hiperkalsemi gelişimi kalsitriol kullanımını sınırlandırmaktadır.<br />
D vitamini analoglarının kullanımında<br />
da hiperkalsemi ve Ca x P ürüründe artış<br />
gelişebilmektedir (4,14,15).<br />
Kalsimimetik ilaçlar, sekonder hiperparatiroidizm<br />
tedavisinde alternatif bir yaklaşım olmuştur.<br />
Paratiroid bezinde PTH salınımını düzenleyen<br />
kalsiyum duyarlı reseptörleri direkt uyararak etki<br />
etmektedir (16). Sinakalset ile yapılan çalışmalarda,<br />
kötü kontrollü diyaliz hastalarında PTH<br />
düzeyini anlamlı olarak azaltması yanında serum<br />
kalsiyum, fosfor ve Ca x P ürünü seviyesini de<br />
düşürdüğü saptanmıştır (17).<br />
Bizim çalışmamızdaki sonuçlar literatür ile uyumlu<br />
bulunmuştur. Çalışmamızdaki hastaların tedavi<br />
öncesi verileri incelendiğinde düzeltilmiş kalsiyum,<br />
fosfor, Ca x P ürünü ve PTH düzeylerinin<br />
K/DOQI hedeflerinin üzerinde olduğu görülmektedir.<br />
Tedavi sonrası sonuçlar kalsiyum ve Ca x P<br />
ürünü değerlerinin hedef sınırlar içinde olduğunu<br />
göstermektedir. Fosfor düzeyleri azalmakla birlikte<br />
hedef düzeylere gerilememiştir. PTH seviyesinde<br />
de anlamlı azalmalar sağlanmakla birlikte<br />
K/DOQI tarafından önerilen düzeye ulaşmamıştır.<br />
Sinakalset ile birlikte D vitamini kullanımı ile PTH<br />
düzeyinin daha fazla baskılandığı ve PTH ve Ca x<br />
P ürünü hedef değerlerine daha fazla hastada<br />
ulaşılabildiği belirtilmektedir (18). Bizim çalışmamızda<br />
istatistiksel olarak anlamlı olmasa da D<br />
vitamini alan hastalarda PTH düzeyinin daha<br />
azaldığı saptanmıştır. Bu sonuç, D vitamininin<br />
PTH sekresyonu üzerindeki etkisi ile ilişkilidir.<br />
Kalsiyum, fosfor ve Ca x P ürünü düzeyleri uygun<br />
olan hastalarda sinakalset ile birlikte D vitamini<br />
kullanımı ile hedef değerlere ulaşmak daha<br />
mümkün olabilir.<br />
Sinakalset ile tedavi edilen hastalarda, bulantı,<br />
kusma, diare, baş ağrısı, asteni ve hipokalsemi<br />
gibi çeşitli yan etkiler gelişmektedir. Bir çalışmada<br />
sinakalset kullanılan hastaların %30’unda bulantı,<br />
%23’de kusma ve %24’de ishal olmak üzere<br />
GIS yakınmaları gelişmiştir. Hastaların yakınmaları<br />
genellikle hafif orta düzeyde ve kısa süre devam<br />
etmiş; sadece, hastaların %9’unda tedavinin<br />
kesilmesi gerekmiştir. Hastaların %5’inde 7.5<br />
mg/dl’nin altında geçici hipokalsemi gelişmiş ve<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):55-60 58
Şengül E ve ark.<br />
tedavi planındaki değişiklikler ile düzelmiştir (17).<br />
Bir başka çalışmada da, plasebo grubuna göre<br />
GIS yakınmaları anlamlı olarak daha fazla bulunmuştur<br />
(bulantı %32, kusma %30). GIS yakınmaları<br />
hafif orta düzeyde ve kısa süreli gelişmiştir.<br />
Serum kalsiyumu %5 hastada 7.5 mg/dl’nin altına<br />
inmiştir. Hastaların %5’inden daha azında tedavinin<br />
kesilmesi gerekmiştir (6). Bizim hastalarımızın<br />
%40’ında bulantı, %20’sinde kusma ve %20’sinde<br />
hipokalsemi gözlenmiştir. İlaç dozunun azaltılması<br />
ile GIS yakınmaları düzelmiştir. Hipokalsemi<br />
gelişen hastalarda D vitamininin düşük dozlarda<br />
kullanılması; sinakalset dozunun daha yüksek<br />
olması ve D vitamini alan hastalarda kalsiyum<br />
düzeyinin daha düşük olmasının hipokalsemi<br />
gelişiminde etkili olduğu düşünülmektedir.<br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalset Kullanımı<br />
Sonuç olarak bulgularımız literatür ile uyumludur.<br />
Sinakalset hemodiyaliz hastalarında PTH<br />
baskılanmasında etkilidir. Ayrıca, CaxP ürünü<br />
düzeyini anlamlı olarak azaltmaktadır. Bulantı,<br />
kusma gibi kısa süreli yan etkiler gelişebilmektedir.<br />
Hipokalsemi açısından hastaların izlenmesi<br />
gerekmektedir. Ancak, daha fazla hasta üzerinde<br />
yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır.<br />
Çalışmanın sonuçlarında tedavi sonrası kreatinin<br />
düzeyindeki azalma ile ilgili olarak literatürde bir<br />
bilgi elde edilememiş ve bu sonuç yorumlanamamıştır.<br />
Çalışmamızın retrospektif planı, hasta sayısının az<br />
olması ve kontrol grubunun olmaması gibi sınırlayıcı<br />
özellikleri mevcuttur.<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Moe SM, Drüeke T, Lameire N, Eknoyan G. Chronic<br />
kidney disease-mineral-bone disorder: a new paradigm.<br />
Adv Chronic Kidney Dis 2007; 14: 3-12.<br />
2. Block GA, Klassen PS, Lazarus JM, Ofsthun N, Lowrie EG,<br />
Chertow GM. Mineral metabolism, mortality, and morbidity<br />
in maintenance hemodialysis. J Am Soc Nephrol<br />
2004; 15: 2208–2218.<br />
3. Manley HJ, Garvin CG, Drayer DK, Reid GM, Bender WL,<br />
Neufeld TK, Hebbar S, Muther RS. Medication prescribing<br />
patterns in ambulatory haemodialysis patients:<br />
comparisons of USRDS to a large not-for-profit dialysis<br />
provider. Nephrol Dial Transplant 2004; 19: 1842–1848.<br />
4. Komaba H, Tanaka M, Fukagawa M. Treatment of<br />
Chronic Kidney Disease-Mineral and Bone Disorder<br />
(CKD-MBD). Inter Med 2008; 47: 989-994.<br />
5. Nagano N. Pharmacological and clinical properties of<br />
calcimimetics: calcium receptor activators that afford an<br />
innovative approach to controlling hyperparathyroidism.<br />
Pharmacol Ther 2006; 109: 339–365.<br />
6. Block GA, Martin KJ, de Francisco AL, Turner SA, Avram<br />
MM, Suranyi MG, Hercz G, Cunningham J, Abu-Alfa AK,<br />
Messa P, Coyne DW, Locatelli F, Cohen RM, Evenepoel<br />
P, Moe SM, Fournier A, Braun J, McCary LC, Zani VJ, Olson<br />
KA, Drüeke TB, Goodman WG. Cinacalcet for secondary<br />
yperparathyroidism in patients receiving hemodialysis.<br />
N Engl J Med 2004; 350: 1516–1525.<br />
7. Ganesh SK, Stack AG, Levin NW, Hulbert-Shearon T, Port<br />
FK. Association of elevated serum PO(4), CaxPO(4)<br />
product, and parathyroid hormone with cardiac mortali<br />
ty risk in chronic haemodialysis patients. J Am Soc<br />
Nephrol 2001;12: 2131–2138.<br />
8. Noordzij M, Korevaar JC, Boeschoten EW, Dekker FW,<br />
Bos WJ, Krediet RT. The K/DOQI guideline for bone metabolism<br />
and disease in CKD: association with mortality<br />
in dialysis patients. Am J Kidney Dis 2005; 46: 925–932.<br />
9. London GM, Marty C, Marchais SJ, Guerin AP, Metivier<br />
F, de Vernejoul MC. Arterial calcifications and bone histomorphometry<br />
in end-stage renal disease. J Am Soc<br />
Nephrol 2004; 15: 1943–1951.<br />
10. Braun J, Oldendorf M, Moshage W, Heidler R, Zeitler E,<br />
Luft FC. Electron beam computed tomography in the<br />
evaluation of cardiac calcification in chronic dialysis patients.<br />
Am J Kidney Dis 1996; 27: 394–401.<br />
11. Wang AY, Wang M, Woo J, Lam CW, Li PK, Lui SF, Sanderson<br />
JE. Cardiac valve calcification as an important<br />
predictor for all-cause mortality and cardiovascular<br />
mortality in long-term peritoneal dialysis patients: a<br />
prospective study. J Am Soc Nephrol 2003; 14: 159–168.<br />
12. Moe SM, O'Neill KD, Duan D, Ahmed S, Chen NX, Leapman<br />
SB, Fineberg N, Kopecky K. Medial artery calcification<br />
in ESRD patients is associated with deposition of<br />
bone matrix proteins. Kidney Int 2002; 61: 638–647.<br />
13. National Kidney Foundation: K/DOQI Clinical Practice<br />
Guidelines for Bone Metabolism and Disease in Chronic<br />
Kidney Disease. Am J Kidney Dis 2003 (suppl 3); 42: S1-<br />
S202.<br />
14. Goodman WG, Goldin J, Kuizon BD, Yoon C, Gales B,<br />
Sider D, Wang Y, Chung J, Emerick A, Greaser L, Elashoff<br />
RM, Salusky IB. Coronary-artery calcification in young<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):55-60 59
Şengül E ve ark.<br />
Hemodiyaliz Hastalarında Sinakalset Kullanımı<br />
adults with end-stage renal disease who are undergoing<br />
dialysis. N Engl J Med 2000; 342: 1478-1483.<br />
15. Goodman WG. Recent developments in the management<br />
of secondary hyperparathyroidism. Kidney Int<br />
2001; 59: 1187–1201.<br />
16. Messa P, Macario F, Yaqoob M, et al. Assessing a New<br />
Cinacalcet (Sensipar/Mimpara) Treatment Algorithm for<br />
Secondary Hyperparathyroidism. Clin J Am Soc Nephrol<br />
2008; 3: 36–45.<br />
17. Lindberg JS, Culleton B, Wong G, Borah MF, Clark RV,<br />
Shapiro WB, Roger SD, Husserl FE, Klassen PS, Guo MD,<br />
Albizem MB, Coburn JW. Cinacalcet HCl, an oral calcimimetic<br />
agent for the treatment of secondary hyperparathyroidism<br />
in hemodialysis and peritoneal dialysis:<br />
A randomized double-blind, multicenter study. J Am<br />
Soc Nephrol 2005; 16: 800–807.<br />
18. Fishbane S, Shapiro WB, Corry DB, Vicks SL, Roppolo M,<br />
Rappaport K, Ling X, Goodman WG, Turner S, Charytan<br />
C. Cinacalcet HCl and concurrent low-dose vitamin D<br />
improves treatment of secondary hyperparathyroidism<br />
in dialysis patients compared with vitamin D alone: the<br />
ACHIEVE study results. Clin J Am Soc Nephrol 2008; 3:<br />
1718-1725.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):55-60 60
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.47955<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
İdrar Yolu Enfeksiyonu Şüpheli Hastalarda Tam İdrar Analizi ve Kültür Sonuçlarının<br />
Performans Değerlendirmesi<br />
Performance evaluation of urinanalysis and culture results in patients suspected urinary tract<br />
infection<br />
Aynur Gülcan 1 , Gülperi Çelik 2 , Erim Gülcan 3 , Zeliha Cansever 4 , Dursun Murat Aladağ 5<br />
1<br />
Erzurum Bölge Eğitim Araştırma Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarı, Erzurum<br />
2 Selçuk Üniversitesi Selçuklu <strong>Tıp</strong> Fakültesi. Nefroloji Ana Bilim Dalı, Konya<br />
3 Atatürk Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Yakutiye Araştırma Hastanesi Nefroloji Ana Bilim Dalı, Erzurum<br />
4 Atatürk Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, <strong>Tıp</strong> Eğitimi B.D. Erzurum.<br />
5 Atatürk Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı, Erzurum<br />
Özet<br />
Amaç: İdrar yolu enfeksiyonlarının (İYE) ön tanısında hızlı bir<br />
test olarak kullanılan tam idrar analizinin, daha uzun zaman<br />
alan kültür sonuçları ile karşılaştırılarak duyarlılık ve özgüllük<br />
oranlarının belirlenmesi.<br />
Yöntem: Kütahya Devlet Hastanesi nefroloji polikliniğine<br />
başvuran idrar yolu enfeksiyonu ön tanısı alan hastalara<br />
öncelikle idrarın kimyasal ve mikroskopik analizi uygulandı.<br />
Tam otomatik idrar analizörü (iQ 200 IRIS Diagnostics, U.S.A)<br />
kullanılarak yapılan lökosit esteraz, nitrit, proteinüri veya<br />
mikroskopik analiz sonuçlarından biri veya birkaçı pozitif<br />
olan hastalardan idrar kültürü istemi yapıldı. Piyüri varlığında<br />
>=10 3 cfu/ml üreme ve piyürili/piyürisiz >=10 5 cfu/ml saf<br />
üreme kültür (+) olarak kabul edildi. Sonuçlar istatistiksel<br />
olarak karşılaştırıldı.<br />
Bulgular: Tamamı semptomatik olan toplam 141 hastanın 75<br />
(%53,2)’inde idrar kültürü (+) idi. Lökosit esteraz, nitrit,<br />
piyüri ve proteinüri testlerinin pozitif prediktif değerleri<br />
sırasıyla %55.4, %78.5, %52.9, %48.2 olarak bulunurken<br />
negatif prediktif değerleri sırasıyla %60, %57, %40, %39.3<br />
olarak hesaplandı. Duyarlılık düzeyi en yüksek test piyüri<br />
(%96), özgüllük düzeyi en yüksek test ise (%86,4) nitrit testi<br />
idi.<br />
Sonuç: Klinik olarak İYE ile uyumlu hastalar için lökosit esteraz,<br />
piyüri ve nitrit testleri tek başlarına tanı koymak için<br />
yeterli olmayıp lökosit ve nitrit testleri birlikte değerlendirilmeli,<br />
kültür sonuçları ile mutlak korelasyon beklenmemelidir.<br />
Strip testlerinde yanlış pozitiflik ya da negatiflikler, muhtemel<br />
steril piyüri nedenleri ve kültürde değerlendirme dışı<br />
bırakılabilen çok düşük koloni sayıları (
Gülcan A ve ark.<br />
anomalisi veya sistemik hastalık bulunurken,<br />
nonkomplike olanda ise altta yatan bir hastalık<br />
veya anomali yoktur (2,3).<br />
ÜSİ genel toplumda en sık görülen bakteriyel<br />
enfeksiyon olduğu belirtilmektedir (3). Amerika<br />
Birleşik Devletlerinde yılda en az 250 000 akut<br />
pyelonefrit geliştiği bildirlmektedir. Genç ve seksüel<br />
aktif kadınlarda sistit sıklığı yaklaşık kişi başına<br />
yıllık 0,5 atak olup, bunun % 27-44’ü normal<br />
idrar yolu olan sağlıklı kadınlarda gelişir. Elli yaşın<br />
altındaki erkeklerde İYE sıklığı çok azdır ve 10 000<br />
kişide 5-8’ dir. Komplike İYE yaklaşık 1000’de 5<br />
oranında görülmektedir. Ve bunların % 88’ i kateterle<br />
ilişkili bulunmuştur. Nazokomiyal İYE ise 1<br />
milyondan fazla gelişmektedir (3).<br />
Yukarıdaki belirtilen oranlar göz önüne alındığında<br />
bu infeksiyonların tanısı, önlenmesi ve tedavisi<br />
büyük önem kazanmaktadır. Bir de bunlara<br />
ekonomik boyutta ilave olursa durum daha da<br />
önemli hale gelmektedir. Yapılan çalışmalarda 7<br />
000 000 polikliniğe başvuru, 1 000 000 acil kliniğine<br />
başvuru ve 100 000’den fazla yatışa neden<br />
oldukları ifade edilmektedir (4).<br />
ÜSİ’larının semptomları tanının konmasında<br />
önem taşımakla birlikte, semptomu olupta gerçekten<br />
infeksiyonu olmayan hastalarda olabilmektedir<br />
(2). Yani her zaman klinikle laboratuar<br />
uyumlu olmamaktadır. İYE’de pollaküri, idrara<br />
ani sıkışma hissi, dizüri, idrar akımında yavaşlama,<br />
noktüri, suprapubik ve/veya belde ağrı gibi<br />
yakınmalar görülebilmektedir (5). Laboratuar<br />
bulgular ise piyüri, bakteriüri, lökosit esteraz<br />
pozitifliği, nitrit pozitifliği ve idrar kültürü ve bakteriyemi<br />
düşünülüyorsa kan kültüründe patojen<br />
bakteri üremesidir (6,7).<br />
Yapılan çalışmalarda idrar analizi ile tespit edilen<br />
piyüri, proteinüri, nitrit ve lökosit esterazın pozitifliği<br />
ile kültürde üreme arasında her zaman<br />
pozitif korelasyonun olmayabileceği belirtilmektedir<br />
(8,9). Bizim bu çalışmadaki amacımız tam<br />
idrar analizi ile idrar kültürünün İYE’da tanısal<br />
değerlerinin ve performanslarının değerlendirilmesiydi.<br />
Materyal ve Metod<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):61-64<br />
İdrar yolu enfeksiyonlarında idrar kültürü<br />
Kütahya Devlet Hastanesi nefroloji polikliniğine<br />
Kasım 2009-Nisan 2010 tarihleri arasında başvuran<br />
semptomatik idrar yolu enfeksiyonu ön tanısı<br />
alan hastalara öncelikle tam otomatik idrar analizörü<br />
(iQ 200 IRIS Diagnostics, U.S.A) kullanılarak<br />
idrarın kimyasal ve mikroskopik analizi yapıldı.<br />
Dipstik testlerinden lökosit esteraz, nitrit, proteinüri<br />
veya mikroskopik analizde lökositüri testlerinden<br />
biri veya birkaçı pozitif olan hastalardan<br />
idrar kültürü istemi yapıldı.<br />
Piyüri ve hematüri için ayrıca idrar örnekleri manuel<br />
olarak 3000 devirde 3 dakika santrifüj edilerek,<br />
X400 büyütmede her alanda ≥5 beyaz küre,<br />
≥3 eritrosit varlığında bu testler pozitif kabul<br />
edildi. Ayrıca proteinüri, üriner dipstik testinde<br />
protein pozitifliği (1+ ile 3+ olanların tamamı)<br />
olarak tanımlandı. Piyüri varlığında ≥10 3 cfu/ml<br />
üreme olması veya piyüri (+) ya da (–) olan hastalarda<br />
≥10 5 cfu/ml koloni sayısı kültür (+) İYE olarak<br />
kabul edildi. İzole edilen bakteriler konvansiyonel<br />
yöntemlerle tanımlandı, bu şekilde tanımlanamayan<br />
izolatlar tam otomatize identifikasyon<br />
ve antibiyogram cihazı (VİTEK 2 compact Biomerioux,<br />
Fransa) ile tanımlandı.<br />
Sonuçlar SPSS 15,0 istatistik programında ki-kare,<br />
fisher-exact testleri ve Pearson korelasyon analizi<br />
ile değerlendirildi ve p değerinin
Gülcan A ve ark.<br />
İdrar yolu enfeksiyonlarında idrar kültürü<br />
Tablo 1. Tam idrar analizi ve kültür sonuçlarının karşılaştırılması<br />
KÜLTÜR (+) KÜLTÜR (-)<br />
% Duyarlılık<br />
(%95 güven aralığı)<br />
% Özgüllük<br />
(%95 güven aralığı)<br />
N (%) N (%) P değeri<br />
Lökosit esteraz<br />
Pozitif (n:121) 67 (55,4) 54 (44,6) 0,233 89,3 (80,0- 95,3) 18,2 (9,7 - 29,6)<br />
Negatif (n:20) 8 (40) 12 (60)<br />
Nitrit<br />
Pozitif (n:41) 32 (78) 9 (22)
Gülcan A ve ark.<br />
değerlere sahip olduğunu bulmuşlardır (13). Bizim<br />
çalışmamızda bu tetkikler arasında kültürle<br />
en yakından ilişkili olan test dipstick nitrit testi<br />
olarak belirlenmiştir.<br />
Sonuç olarak, kliniği İYE ile uyumlu hastalar için<br />
lökosit esteraz, piyüri ve nitrit testleri tek başlarına<br />
tanı koymak için yeterli olmayıp lökosit ve<br />
İdrar yolu enfeksiyonlarında idrar kültürü<br />
nitrit testleri birlikte değerlendirilmeli, kültür<br />
sonuçları ile mutlak korelasyon beklenmemelidir.<br />
Strip testlerinde yanlış pozitiflik ya da negatiflikler,<br />
muhtemel steril piyüri nedenleri ve kültürde<br />
değerlendirme dışı bırakılabilen çok düşük koloni<br />
sayıları (
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.87587<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Atriyoventriküler Nodal Reenteran Taşikardi Nedeniyle Yavaş Yol Ablasyonu Uygulanan<br />
Hastalarda Farklı Lokalizasyonların Nüks Yönünden Karşılaştırılması<br />
The Comparison of Recurrence For Different Localization In Slow Pathway Ablation In Patients With<br />
Osman Can Yontar 1 , Alim Erdem 2 , Fatma Hızal Erdem 1<br />
1 Numune Hastanesi, Kardiyoloji Ana Bilim Dalı, Sivas<br />
2 <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Bolu<br />
Atrioventricular Nodal Reentrant Tachycardia<br />
Özet<br />
Amaç: Çalışmamızda yavaş yolağın ablasyonu için kullanılmakta<br />
olan klasik hedef bölge ile daha yakın zamanda kullanılmaya<br />
başlanan koroner sinüs ostiumu anterior komşuluğundan<br />
yapılan ablasyonun takibinde görülen rekürrens<br />
oranlarını karşılaştırmayı amaçladık.<br />
Yöntem: Sivas Numune Hastanesi Kardiyoloji Kliniği’nde<br />
2010 yılından günümüze kadar elektrofizyolojik çalışma<br />
yapılmış ve AVNRT tanısı alıp radyofrekans ablasyon uygulanmış<br />
hastalar geriye dönük olarak taranarak bulundular.<br />
Bu hastaların işlem raporları ve intrakardiyak kayıtları incelenerek<br />
ablasyonda hangi hedef bölgelerin seçildiği ve işlemin<br />
başarılı olup olmadığı tespit edildi. Nüks takibinde ise<br />
hastaların dosyalarında ya da otomasyon sisteminde taşikardinin<br />
dökümante edildiği elektrokardiyogram/holter kaydının<br />
olup olmadığına; yada var olan şikayeti nedeniyle tekrar<br />
EPS işlemine alınıp taşikardi indüklenip indüklenmemesine<br />
göre tarandı.<br />
Bulgular: Retrospektif olarak taranan toplam 122 hastadan<br />
%24’ü erkek (n=30), %76’sı kadındı (n=92). Hastaların yaş<br />
ortalaması 29,23±12,12 yıl idi. Hastalardan %43,4’ünde<br />
(n=56) klasik yaklaşım, %51,2’sinde (n=66) alternatif yaklaşım<br />
kullanılmıştı. Klasik yaklaşımda nüks %5,6 (n=3) iken<br />
alternatif yaklaşımda %4,7 (n=3) idi (p=0.837). Hastaların<br />
ortalama takip süreleri klasik yaklaşım kullanılan grupta<br />
15,1±3,5 ay iken alternatif yaklaşım kullanılan grupta<br />
16,4±4,4 ay idi (p=0.082). Yapılan multivariate regresyon<br />
analizinde nüksü göstermede bağımsız bir prediktör saptanmadı.<br />
Sonuç: AVNRT ablasyonunda koroner sinüs ostium komşuluğunun<br />
tercih edilmesinin işlem başarısı, uzun süreli takiplerde<br />
nüks oranı açısından klasik yaklaşımdan aşağı olmadığını<br />
ve komplikasyon riskinin daha az olması nedeniyle tercih<br />
edilmesinin avantaj yaratacağını düşünüyoruz.<br />
Abstract<br />
Background: The recurrences and efficacy of classical approach<br />
and alternative approach (anterior localization of the<br />
coronary sinus ostium) for the slow pathway ablation using<br />
radiofrequency energy and a transcatheter technique in<br />
patients with atrioventricular nodal reentrant tachycardia<br />
(AVNRT) were evaluated.<br />
Method: We retrospectively reviewed all patients for AVNRT<br />
at the Sivas Numune Hospital from January 2010 to April<br />
<strong>2012</strong>. The localization of the slow pathway ablation using<br />
radiofrequency energy and successfully procedure was<br />
documented. AVNRT recurrence was documented from<br />
hospital automation system or induced AVNRT who underwent<br />
second electrophysiology study.<br />
Results: One hundred twenty two patients, (24% male<br />
(n=30), 76% female (n=92); age 29,23±12,12 years) who<br />
underwent radiofrequency ablation for AVNRT were included<br />
the study. Classical approach was used 43,4% (n=56);<br />
alternative approach was used 51,2% (n=66) of AVNRT patient.<br />
AVNRT recurrence was documented 5,6% (n=3) in<br />
classical approach; also 4,7% (n=3) in alternative approach<br />
(p=0.837). Follow-up was available for all patients at<br />
15,1±3,5 month in classical approach group, and 16,4±4,4<br />
month in alternative approach group (p=0.082). Multivariate<br />
analysis failed to identify any significant predictor of AVNRT<br />
recurrence.<br />
Conclusion: We could not identify any differences between<br />
recurrences ratio between classical approach and alternative<br />
approach for the AVNRT slow pathway ablation. In addition;<br />
anterior localization of the coronary sinus ostium ablation<br />
may be used, because of low complication risk.<br />
Anahtar Kelimeler: atriyoventriküler nodal reenteran taşikardi,<br />
yavaş yol, ablasyon.<br />
Keywords: atrioventricular nodal reentrant tachycardia,<br />
slow pathway, ablation.<br />
Giriş<br />
Supraventriküler taşikardiler (SVT); tüm yaş gruplarını<br />
etkileyebilen, yaşam kalitesini kayda değer<br />
derecede kötüleştirebilen bir hastalık grubudur<br />
(1). Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir<br />
araştırmaya göre (2) SVT insidansı 36/100.000<br />
kişi/yıl, prevalansı ise 2,29/1000 kişidir. Buna<br />
göre sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde; yaklaşık<br />
570.000 SVT hastası varken bu hastalara<br />
yılda 89.000 kişinin daha eklendiği tahmin edilmektedir.<br />
SVT başlığı altında incelenen taşikardilerin<br />
prevalansı değişkenlik göstermektedir. 1991<br />
ve 2003 yılları arasında kateter ablasyonu yapılan<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Alim Erdem, AİBÜ <strong>Tıp</strong> Fakültesi Hastanesi Kardiyoloji AD, E-posta: cardiology14@gmail.com<br />
Geliş tarihi / Received : Haziran / June 27, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Temmuz / July 10, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
65
hastaların tarandığı bir çalışmada (3); Atriyal<br />
fibrilasyon, atriyal flutter ve uygunsuz sinüs taşikardisi<br />
dışlandığında, en sık gözlenen taşikardi<br />
%56 sıklıkla Atriyoventriküler nodal reentran<br />
taşikardi (AVNRT) olmuştur.<br />
Günümüzde, bu aritminin küratif tedavisi radyofrekans<br />
ablasyon sayesinde mümkündür. AV nodun<br />
atriyal yüzeyinde görülen tranzisyonel hücreler,<br />
atriyum miyokardı ile AV nod dokusu arasında<br />
sıkışmışlardır, AV nod distalinde ise His demeti<br />
içinde dallarına doğru yayılım gösteren özelleşmiş<br />
hücrelerden ve onları çevreleyen fibröz dokudan<br />
oluşmuş yolaklar bulunur (4). Bu yolakların<br />
basitçe yavaş ve hızlı olmak üzere iki tip olduğu<br />
kabul edilerek AVNRT reentry modeli oluşturulmuştur<br />
(5). Bu iki yolak; yapısal olarak özelleşmediklerinden<br />
histolojik incelemelerde diğer AV<br />
nod dokusundan ayrılamazlar, fonksiyonları nedeniyle<br />
ayrışmış olarak kabul edilirler (6). Radyofrekans<br />
ablasyon tedavisi yavaş yolağın ortadan<br />
kaldırılması ya da modifiye edilmesi esasına dayanır.<br />
Çalışmamızda yavaş yolağın ablasyonu için kullanılmakta<br />
olan klasik hedef bölge ile daha yakın<br />
zamanda kullanılmaya başlanan koroner sinüs<br />
ostiumu anterior komşuluğundan yapılan ablasyonun<br />
kısa ve uzun dönem takipte görülen rekürrens<br />
oranlarını karşılaştırmayı amaçladık.<br />
Materyal ve Metod<br />
Sivas Numune Hastanesi Kardiyoloji Kliniği’nde<br />
2010 yılından günümüze kadar elektrofizyolojik<br />
çalışma yapılmış ve AVNRT tanısı alıp radyofrekans<br />
ablasyon uygulanmış hastalar geriye dönük<br />
olarak otomasyon sisteminden ve dosyalarından<br />
taranarak bulundular. Bu hastaların işlem raporları<br />
ve intrakardiyak kayıtları incelenerek ablasyonda<br />
hangi hedef bölgelerin seçildiği ve işlemin<br />
başarılı olup olmadığı tespit edildi. AVNRT tanısı,<br />
işlem esnasında atriyoventriküler jump (A-H mesafesinde<br />
50 msn ve üzerinde ani uzama) ve takibinde<br />
eko vurusu sonrasında taşikardi oluşuyorsa<br />
ve taşikardinin V-A mesafesi His kateterinde 70<br />
msn altında ise konuldu. Hastalarda başlıca iki<br />
hedef bölge seçildiği görüldü: Koch üçgeni mid ve<br />
superior bölgelerinden oluşan klasik yaklaşım,<br />
Koch üçgeni inferior ve koroner sinüs ostium<br />
anterior komşuluğundaki böglelerden oluşan<br />
alternatif yaklaşım. Her iki bölgeden de ablasyon<br />
yapılan hastalarda kavşak ritminin ortaya çıktığı<br />
ve sonrasında atriyal ve ventriküler programlı<br />
stimülasyonla taşikardinin tekrar ortaya çıkartılamadığı,<br />
jump ve eko vurularının kaybolduğu<br />
görüldü. Nüks takibinde ise hastaların dosyalarında<br />
ya da otomasyon sisteminde taşikardinin<br />
dökümante edildiği elektrokardiyogram/holter<br />
kaydının olup olmadığına bakıldı. Bu kayıtlar olmamasına<br />
rağmen tipik şikayetleri olan hastaların<br />
tekrar elektrofizyolojik çalışmaya alınmış olmaları<br />
durumunda yine intrakardiyak elektrokardiyogramları<br />
incelendi. Taşikardi indüklenememiş<br />
ya da jump ve eko vuruları saptanmamış<br />
hastalarda nüks olmadığı kabul edildi. Elektrofizyolojik<br />
çalışmada atipik AVNRT ya da eksantrik<br />
VA iletili sol taraf AVNRT saptanmış veya tipik<br />
AVNRT ile beraber başka bir taşikardi tipi olan<br />
hastalar değerlendirmeye alınmadılar.<br />
Değişkenlerin ve testlerin değerlendirilmesinde<br />
SPSS (SPSS for Windows 16.0, USA)istatistik<br />
programı kullanıldı. Numerik değişkenler ortalama<br />
± standart sapma olarak, kategorik değişkenler<br />
yüzde olarak belirtildi. Mann-Whitney U testi<br />
ve Ki Kare testi kullanılarak istatistiksel analiz<br />
yapıldı. Değişken parametreler arasındaki korelasyonu<br />
göstermek amacıyla Pearson ve Spearmen<br />
korelasyon analiz testleri kullanıldı. Nüksü<br />
göstermede kullanılabilecek bağımsız anlamlı<br />
parametrelerin hesaplanmasında stepwise multiple<br />
regression analiz yöntemi kullanıldı. Anlamlı<br />
p değeri < 0,05 olarak alındı.<br />
Bulgular<br />
Retrospektif olarak taranan toplam 122 hastadan<br />
%24’ü erkek (n=30), %76’sı kadındı (n=92). Hastaların<br />
yaş ortalaması 29,23±12,12 yıl idi. Hastalardan<br />
%43,4’ünde (n=56) klasik yaklaşım,<br />
%51,2’sinde (n=66) alternatif yaklaşım kullanılmıştı.<br />
Her iki grup arasında yaş, diyabet ve hipertansiyon<br />
gibi risk faktörleri açısından istatistiksel<br />
fark yoktu (yaş için p=0,154, diyabet için<br />
p=0,172; hipertansiyon için p=0,157). Tüm hastalarda<br />
ablasyon esnasında kavşak ritmi ortaya<br />
çıkmıştı. Klasik yaklaşımda nüks %5,6 (n=3) iken<br />
alternatif yaklaşımda %4,7 (n=3) idi. Bu iki grup<br />
arasında istatistiksel açıdan anlamlı fark saptanmadı<br />
(p=0.837). Hastaların ortalama takip süreleri<br />
klasik yaklaşım kullanılan grupta 15,1±3,5 ay<br />
iken alternatif yaklaşım kullanılan grupta<br />
16,4±4,4 ay idi (p=0.082).<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):65-68 66
Sonuçların alt grup analizinde; kadınlarda nüks<br />
oranı toplamda % 5,4 (n=5) iken, erkeklerde ise<br />
% 3,3 (n=1) olarak saptandı. Bu iki grup arasında<br />
istatistiksel açıdan anlamlı fark saptanmadı<br />
(p=0.127) Kadınlarda nüks ile yaş arasında istatistiksel<br />
olarak anlamlı negatif korelasyon saptanırken<br />
(r=0.342; p=0.012) erkeklerde ise böyle bir<br />
korelasyon saptanmadı (r=0.121; p=0.213)<br />
Yapılan stepwise multiple regression analizinde<br />
nüksü göstermede; yaş, cinsiyet, hipertansiyon,<br />
diyabet ve sigara gibi faktörlerden hiçbiri bağımsız<br />
anlamlı belirteç olarak saptanmadı (Tablo 1).<br />
Hastalar kadın ve erkek olarak iki gruba ayrılarak<br />
yapılan lojistik regresyon analizinde nüksü göstermede<br />
hiçbir bağımsız anlamlı belirteç saptanmadı<br />
(p>0.05)<br />
Tablo 1. Nüksü göstermede; yaş, cinsiyet, hipertansiyon, diyabet ve sigara, faktörlerin stepwise multiple<br />
regression analizi ile değerlendirilmesi.<br />
Beta t p value<br />
Yaş (yıl) 0.032 0.264 0.793<br />
Cinsiyet 0.005 0.043 0.966<br />
Hipertansiyon 0.096 0.815 0.418<br />
Diyabetes Mellitus 0.064 0.528 0.600<br />
Sigara (adet/gün) 0.054 0.452 0.432<br />
Tartışma<br />
Atriyoventriküler nod; Todaro tendonu, koroner<br />
sinüs ostiumu ve triküspit kapak septal yaprakçığının<br />
oluşturduğu Koch Üçgeni içinde bulunan bir<br />
yapıdır (7, 8). Koch üçgeni lateral sınır kısmı yavaş<br />
yol ablasyonu ya da modifikasyonu için hedeflenen<br />
bölge olması nedeniyle işlemin daha<br />
rahat yapılabilmesi için anatomik olarak inferior,<br />
mid ve superior bölgelere hayali olarak ayrılmıştır.<br />
Klasik yaklaşım daha çok mid ve superior<br />
segmentleri tercih ettiğinden, ablasyon uygulanması<br />
sırasında ya da sonrasında kalıcı blok<br />
gelişme riski %1 civarı olarak belirlenmiştir (9).<br />
İşlem başarısı yüksek ve rekürrens oranı düşük<br />
olmasına rağmen atriyoventriküler bloktan kaçınma<br />
isteği operatörleri daha güvenilir hedef<br />
bölgeler aramaya itmiştir. Çalışmada alternatif<br />
yaklaşım olarak adlandırdığımız bu yöntemde ise,<br />
Koch üçgeninin inferior komşuluğunda çok komponentli<br />
atriyal elektrogramların kaydedildiği<br />
yerlerin yavaş yolağı temsil ettiği düşüncesiyle<br />
hareket edilmiştir (10). Ancak bu yöntemin blok<br />
riski daha düşük olsa da (%0,8) nüks oranlarının<br />
yüksek olduğu (%6,9) bir gerçektir (11).<br />
Yavaş yolağın ablasyonu esnasında kavşak ritminin<br />
ortaya çıkması bir başarı kriteri olsa da (12)<br />
ortaya çıkmaması başarısızlığı göstermez (13).<br />
Neden ortaya çıktığı konusunda kesin bir yargı<br />
olmasa da atriyoventriküler nodun ısı iletimine<br />
olan yanıtı olduğu konusundaki görüşler çoğunluktadır<br />
(14). Biz kendi laboratuvarımızda ablasyonun<br />
başarısı için mutlaka işlem esnasında kavşak<br />
ritmi oluşmasını hedefliyoruz. VA blok oluşmadığı<br />
sürece de kavşak ritmi esnasında enerji<br />
vermeye devam ediyoruz. Ablasyon esnasında sık<br />
kavşak vurularının gelmesi de kimi zaman görülebilse<br />
de, kişisel tecrübemiz her zaman kavşak<br />
ritminin ortaya çıkartılıncaya kadar ablasyona<br />
devam edilmesinin faydalı olduğu doğrultusundadır.<br />
Çalışmamızda klasik yol ile alternatif yol<br />
arasında taşikardi rekürrensi açısında anlamlı<br />
fark çıkmamasının sebebi koroner sinüs ostium<br />
komşuluğundaki ablayonlarda da kavşak ritmi<br />
elde etmek için ısrarcı olmamız olabilir. Ayrıca<br />
ablasyon sonrasında jump ve çoklu eko vurularının<br />
da görülmemesi yavaş yolağın modifiye edilmesinden<br />
çok komple hasar verilmiş olabileceğine<br />
dolayısıyla bunun da rekürrens oranlarına<br />
olumlu yansımış olabileceğine işaret edebilir.<br />
Alternatif yaklaşımın bu denli başarılı olmasının<br />
sebebi, farklı çalışmalarda öne sürüldüğü gibi<br />
atriyoventriküler nodun inferior bölgeye olan<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):65-68 67
uzantılarının hedef bölge içinde olması ve ortadan<br />
kaldırılmasına bağlı olabilir (15, 16).<br />
Çalışmamızda AVNRT hastalarını kadın ve erkek<br />
olarak iki gruba ayırdığımızda toplam 122 hastadan<br />
%24’ü erkek (n=30), %76’sı kadındı (n=92).<br />
Kadınlarda AVNRT sıklığının daha fazla olduğu<br />
konusundaki literatürdeki bilgilere benzer olarak<br />
bizim hasta popülasyonumuzda da benzer sonuçlar<br />
elde edilmiştir (2, 3). Ayrıca, yapılan alt grup<br />
analizinde genç yaştaki kadın grupta nüks oranının<br />
daha fazla olması, Stevan ve arkadaşlarının<br />
yapmış oldukları çalışma sonuçlarıyla birbirini<br />
desteklemektedir (10). Bu konuda genç yaşlardaki<br />
vücudun tamir mekanizmalarının daha güçlü<br />
olması ve bundan dolayı, daha etkin rol almasıyla<br />
ilişkili olduğunu düşünmekteyiz. Bu açıdan yavaş<br />
yolağın modifiye edilmesinden çok komple hasar<br />
verilmesinin daha önemli olduğu, dolayısıyla<br />
bunun da rekürrens oranlarına olumlu katkı yapacağını<br />
düşünmekteyiz.<br />
Çalışmamızın kısıtlılıklarından bahsetmek gerekirse,<br />
en önemlilerinin retrospektif yapısı ve nispeten<br />
kısa takip süresi oldukları söylenebilir.<br />
Ancak tüm hastaların operatörlerinin aynı olması<br />
ve operatörlerin hastaları bizzat takip etmeleri ve<br />
intrakardiyak kayıtların düzenli tutulması da bizce<br />
çalışmanın önemli avantajlarıdır.<br />
Sonuç olarak, çalışmamızın bulgularından yola<br />
çıkarak AVNRT ablasyonunda koroner sinüs ostium<br />
komşuluğunun tercih edilmesinin işlem<br />
başarısı, uzun süreli takiplerde nüks oranı açısından<br />
klasik yaklaşımdan aşağı olmadığını ve komplikasyon<br />
riskinin daha az olması nedeniyle tercih<br />
edilmesinin avantaj yaratacağını düşünüyoruz.<br />
KAYNAKLAR<br />
1. U.S. Department of Health & Human Services (DHHS):<br />
Centers for Disease Control Vital and Health Statistics. National<br />
Hospital Discharge Survey: annual summary with detailed<br />
diagnosis and procedure data (1999). DHHS Publication<br />
No. (PHS) 2001-1722, 2001.<br />
2. Orejarena LA, Vidaillet H Jr, DeStefano F, Nordstrom DL,<br />
Vierkant RA, Smith PN, Hayes JJ. F, et al. Paroxysmal supraventricular<br />
tachycardia in the general population. J Am Coll<br />
Cardiol 1998; 31:150-7.<br />
3. Porter MJ, Morton JB, Denman R, Lin AC, Tierney S, Santucci<br />
PA, Cai JJ, Madsen N, Wilber DJ. Influence of age and<br />
gender on the mechanism of supraventricular tachycardia.<br />
Heart Rhythm 2004; 1:393-6.<br />
4. Anderson RH, Ho SY. The architecture of the sinus node,<br />
the atrioventricular conduction axis, and the internodal<br />
atrial myocardium. J Cardiovasc Electrophysiol 1998;<br />
9:1233-48.<br />
5. Wu D, Yeh S-J, Wang C-C, Wen M-S, Chang H-J, Lin F-C.<br />
Nature of dual atrioventricular node pathways and the<br />
tachycardia circuit as defined by radiofrequency ablation<br />
technique. J Am Coll Cardiol 1992; 20:884–895.<br />
6. Keim S, Werner P, Jazayeri M, Akhtar M, Tchou P. Localization<br />
of the fast and slow pathways in atrioventricular nodal<br />
reentrant tachycardia by intraoperative ice mapping. Circulation<br />
1992; 86:919–925.<br />
7. Lev M, Widran J, Erickson EE. A method for the histopathologic<br />
study of the atrioventricular node, bundle, and<br />
branches. AMA Arch Pathol 1951; 52:73-83.<br />
8. Widran J, Lev M. The dissection of the atrioventricular<br />
node, bundle and bundle branches in the human heart. Circulation<br />
1951; 4:863-7.<br />
9. Spector P, Reynolds MR, Calkins H, Sondhi M, Xu Y, Martin<br />
A, Williams CJ, Sledge I. Meta-analysis of ablation of atrial<br />
flutter and supraventricular tachycardia. Am J Cardiol.<br />
2009; 104: 671-677.<br />
10. Steven D, Rostock T, Hoffmann BA, Servatius H, Drewitz I,<br />
Müllerleile K, Klemm H, Melchert C, Wegscheider K,<br />
Meinertz T, Willems S. Favorable outcome using an abbreviated<br />
procedure for catheter ablation of AVNRT: results<br />
from a prospective randomized trial. J Cardiovasc Electrophysiol.<br />
2009; 20: 522-525.<br />
11. Clague JR, Dagres N, Kottkamp H, Breithardt G, Borggrefe<br />
M. Targeting the slow pathway for atrioventricular nodal<br />
reentrant tachycardia: initial results and long-term followup<br />
in 379 consecutive patients. Eur Heart J. 2001; 22: 82-<br />
88.<br />
12. Jentzer JH, Goyal R, Williamson BD, Man KC, Niebauer M,<br />
Daoud E, Strickberger SA, Hummel JD, Morady F. Analysis<br />
of junctional ectopy during radiofrequency ablation of the<br />
slow pathway in patients with atrioventricular nodal reentrant<br />
tachycardia. Circulation. 1994; 90: 2820-2826.<br />
13. Hsieh MH, Chen SA, Tai CT, Yu WC, Chen YJ, Chang MS.<br />
Absence of junctional rhythm during successful slowpathway<br />
ablation in patients with atrioventricular nodal<br />
reentrant tachycardia. Circulation. 1998; 98: 2296-2300.<br />
14. Yu JC, Lauer MR, Young C, Liem LB, Hou C, Sung RJ. Localization<br />
of the origin of the atrioventricular junctional<br />
rhythm induced during selective ablation of slow-pathway<br />
conduction in patients with atrioventricular node reentrant<br />
tachycardia. Am Heart J. 1996; 131: 937-946.<br />
15. Reid MC, Billette J, Khalife K, Tadros R. Role of compact<br />
node and posterior extension in direction-dependent<br />
changes in atrioventricular nodal function in rabbit. J Cardiovasc<br />
Electrophysiol. 2003; 14: 1342-1350<br />
16. Katritsis DG, Becker AE, Ellenbogen KA, Karabinos I, Giazitzoglou<br />
E, Korovesis S, Camm AJ. The right and left inferior<br />
extensions of the atrioventricular node may represent<br />
the anatomic substrate of the slow pathway in the human.<br />
Heart Rhythm 2004; 1: 582-586.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):65-68 68
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.02411<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Gastrointestinal ve Pankreatik Nöroendokrin Tümörlerde Prognostik Parametreler<br />
The Prognostic Parameters in Gastrointestinal and Pancreatic Neuroendocrine Tumors<br />
Gülzade Özyalvaçlı 1 , Esra Paşaoğlu 2 , Erol Rüştü Bozkurt 2<br />
1 <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Patoloji Ana Bilim Dalı, Bolu<br />
2 İstanbul Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Bölümü, İstanbul<br />
Özet<br />
Amaç: Bu çalışmada, WHO’ya göre klasifiye edilen gastroenteropankreatik<br />
nöroendokrin tümörler(GEPNET) olgularında;<br />
çap, mitoz, nekroz, anjiyolenfatik invazyon, perinöral invazyon<br />
ve lenf nodu metastazı gibi prognostik parametreler<br />
açısından tümör grupları arasındaki farklılıkların ortaya<br />
konulması amaçlanmıştır.<br />
Yöntem: 2001-2009 yılları arasında İstanbul Eğitim ve Araştırma<br />
Hastanesi Patoloji Bölümünde tanı alan 41 adet gastroenteropankreatik<br />
nöroendokrin tümör olgusu yaş, cinsiyet,<br />
lokalizasyon, çap, mitoz, nekroz, anjiyolenfatik invazyon,<br />
perinöral invazyon ve lenf nodu metastazı durumu açısından<br />
incelendi.<br />
Bulgular: Tümör çapı benign grupta 0,76±0,78 cm olup<br />
malign grupta 2,82±2,86 cm olarak saptandı (p=0.006). İyi<br />
diferansiye tümör grubu ile iyi diferansiye karsinom grubu<br />
arasında mitoz sayısı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir<br />
farklılık bulunmazken (p>0,05), az diferansiye karsinom<br />
grubunda bu parametre diğer gruplardan anlamlı olarak<br />
yüksek bulunmuştur(p0,05), but poorly differantiated<br />
neuroendocrine carcinomas had significantly higher<br />
number of mitosis than the others (p
lendirmeye alındı. Olguların 1’i özefagus, 7’si<br />
mide, 3’ü ince barsak, 12’si kalın barsak, 15’i<br />
appendiks, 3’ü pankreas yerleşimliydi. 30 olgu<br />
rezeksiyon materyalinden, rektum lokalizasyonlu<br />
2 olgu ve duedonum yerleşimli 1 olgu polipektomi<br />
materyalinden, 8 olgu endoskopik biyopsi<br />
materyalinden oluşmaktaydı.<br />
Olguların arşivde bulunan H/E kesitleri yeniden<br />
incelenerek tüm olgular, Kromogranin A<br />
(LK2H10+PHE5, Neomarkers), ve Sinaptofizin<br />
(27G12, Novocastra) başta olmak üzere en az iki<br />
nöroendokrin belirleyici ile immünohistokimyasal<br />
işleme tabi tutuldu. En az iki nöroendokrin belirleyici<br />
ile %50’nin üzerinde ve kuvvetli pozitif boyanan<br />
41 olgu WHO 2000 kriterlerine göre iyi<br />
diferansiye nöroendokrin tümör (benign), iyi<br />
diferansiye nöroendokrin tümör (belirsiz davranışlı),<br />
iyi diferansiye nöroendokrin karsinom ve az<br />
diferansiye nöroendokrin karsinom olmak üzere<br />
4 ayrı grupta sınıflandırıldı<br />
Olgular yaş, cinsiyet, tümör lokalizasyonu, tümör<br />
çapı, nekroz, mitoz, anjiolenfatik invazyon, perinöral<br />
invazyon, bölgesel lenf düğümüne metastaz<br />
açısından değerlendirildi. Mitoz değerlendirilirken<br />
50 adet büyük büyütme sahası (BBA) sayılarak<br />
ortalaması alındı. Endoskopik biopsi materyalleri<br />
çap, nekroz, anjiyolenfatik invazyon, perinöral<br />
invazyon ve lenf nodu metastazı durumu<br />
acısından istatistiksel değerlendirmeye alınmadı.<br />
olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Toplam<br />
33 olgudan tümör çapının 1 cm’ye eşit ve 1<br />
cm’den küçük olduğu olgu sayısı 16 (%48,4), 1 cm<br />
ile 2 cm arasında olduğu olgu sayısı 7 (%21,2), 2<br />
cm’den büyük olduğu olgu sayısı 10 (%30,3)’dur.<br />
İyi diferansiye nöroendokrin tümör-benign (İD-<br />
NETB) grubundaki tümörlerin %100’u ≤1 cm iken;<br />
İyi diferansiye nöroendokrin tümör-belirsiz davranışla<br />
(İDNETBD) grubunun %66,6’sı ≤1 cm ve<br />
%33,3’u 1 cm ile 2 cm arasında; İyi diferansiye<br />
nöroendokrin karsinom (İDNEK) grubunun<br />
%29,4’u ≤1 cm, %29,4’u 1 cm ile 2 cm arasında,<br />
%41,1’i 2 cm’nin üzerindedir. Az diferansiye nöroendokrin<br />
karsinom (ADNEK) grubunun %100’ü<br />
2 cm’nin üzerindeki tümörlerden oluşmaktadır.<br />
41 hastanın %24,4’ü (n=10) İDNETB grubunda,<br />
%12,2’si (n=5) İDNETBD grubunda, %41,5’u<br />
(n=17) İDNEK ve %22’si (n=9) ADNEK grubundaydı.<br />
Tümör grupları arasında sayısal açıdan istatistiksel<br />
olarak anlamlı fark saptandı (p
lunmazken (p>0,05), az diferansiye karsinom<br />
grubunda (ADNEK) bu parametre diğer gruplardan<br />
anlamlı olarak yüksek bulunmuştur<br />
(p0,05). Toplam 33 olgunun 12’sinde<br />
(%36,3) lenf nodu metastazı mevcuttur. İDNEK’li<br />
grubun 9 (%52,9)’unda, ADNEK’li grubun 3<br />
(%100)’ünde lenf nodu metastazı mevcuttur.<br />
İDNEK grubunun appendiks lokalizasyonlular<br />
hariç tümünde lenf nodu metastazı mevcuttur.<br />
İDNEK ve ADNEK olguları arasında lenf nodu metastazı<br />
durumu acısından anlamlı bir farklılık bulunmamıştır.<br />
(p>0,05). Hastaların yaş ortalaması<br />
49,95±19,49’du. Kadınların yaş ortalaması<br />
53,1±21,12 iken, erkeklerinki 46,65±17,56 idi. İki<br />
grup arasında yaş açısından istatistiksel olarak<br />
anlamlı bir fark saptanmadı. Tümör çapı tüm<br />
hastalarda ortalama 2,06±2,50 cm olup kadınlarda<br />
1,57±1,02 cm, erkeklerde ise 2,53±3,37 olarak<br />
saptandı. Tümör çapı açısından benign (İDNETB +<br />
İDNETBD) ve malign (İDNEK+ADNEK) gruplar<br />
arasında anlamlı farklılık saptanırken (p0.05).<br />
Nekroz ile lenf nodu metastazı arasında pozitif<br />
ilişki saptandı (r=0,418, p=0,015). Anjiyolenfatik<br />
invazyon ile lenf nodu metastazı arasında pozitif<br />
ilişki saptandı (r=0,607, p=0.000). Perinöral invazyon<br />
ile lenf nodu metastazı arasında pozitif<br />
ilişki saptandı (r=0,345, p=0,049). Tümör çapı ile<br />
mitoz sayısı arasında pozitif ilişki saptandı<br />
(r=0,897, p=0,000). Appendiks lokalizasyonlu<br />
tümörlerde hastaların yaş ortalaması<br />
34,67±18,40 yıl, mide lokalizasyonlu olanların<br />
55,14±14,78 yıl, kolon lokalizasyonlu olanlarda<br />
54,8±15,19 yıl, çekum lokalizasyonlu olanların<br />
67,00±10,58 yıl, ileum lokalizasyonlu olanların<br />
74,00±12,73 yıl, rektum lokalizasyonlu olanların<br />
61,50±5,97 yıl, pankreas lokalizasyonlu olanların<br />
48,00±20,52 yıl olarak saptandı. Bu gruplar arasındaki<br />
fark istatistiksel olarak anlamlıydı<br />
(p
Ancak tümör çapının küçük olup, tümörün mukoza<br />
ve submukozada lokalize olması her zaman<br />
benign davranışın göstergesi değildir. Literatürde<br />
1 cm’den küçük çaplı, muskularis propria invazyonu<br />
yapmayan metastatik nöroendokrin tümör<br />
olguları bildirilmiştir (10,11,12). Bizim çalışmamızda<br />
da midede lokalize biri 1 cm’den küçük,<br />
diğeri 1 cm çaplı submukozada sınırlı iki tümörde<br />
lenf nodu metastazı mevcuttur (Resim 3). Ancak<br />
genel olarak tümör çapı açısından benign ve malign<br />
gruplar arasında ve malign olanların iyi ve az<br />
diferansiye grupları arasında istatistiksel olarak<br />
anlamlı farklılık saptanmıştır.<br />
Resim 3. Midede, submukozada lokalize, 1<br />
cm’den küçük, lenf nodu metastazı gösteren<br />
İDNEK.<br />
GEPNET’lerde proliferatif aktiviteyi gösteren<br />
mitoz prognostik öneme sahip bir parametredir.<br />
Geliştirilen yeni klasifikasyon sistemine (ENET)<br />
göre de derecelendirme mitoz ve Ki 67 indeksi<br />
dikkate alınarak yapılmaktadır. Hochwald ve<br />
arkadaşlarının 136 olguluk pankreas kaynaklı<br />
endokrin tümör çalışmasında, immünohistokimyasal<br />
tekniklerin üniversal olmamasından kaynaklanabilecek<br />
farklılıklardan dolayı proliferatif<br />
indeksi mitoz sayımı ile değerlendirmenin Ki 67<br />
ile değerlendirmekten daha pratik bir metod<br />
olduğunu ileri sürmüşlerdir (13). Çalışmamızda<br />
mitoz oranı İDNEK’lerin büyük kısmında İDNETB<br />
ve İDNETBD’de olduğu gibi düşük bulunmuştur.<br />
Az diferansiye karsinom grubunda bu parametre<br />
diğer gruplardan anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.<br />
Mitozun yüksek olması kötü prognoz ile<br />
ilişkilidir ancak proliferatif aktivitenin düşük olması<br />
benign davranışın göstergesi olarak değerlendirilmemelidir.<br />
Strozberg ve arkadaşlarının<br />
metastatik gastroenteropankreatik nöroendokrin<br />
tümörlerle ilgili 83 vakalık çalışmasında bizim<br />
çalışmamızda olduğu gibi mitozun GEPNET’lerde<br />
prognostik ve prediktif bir faktör olduğu ileri<br />
sürülmüştür(14).<br />
GEPNET’lerde tümörün nekroz içermesi malign<br />
davranışın kuvvetli göstergesidir. Hochwald ve<br />
arkadaşları nekroz içeren tümöre sahip hastalarda<br />
yaşam süresinin içermeyenlere göre anlamlı<br />
derecede daha düşük olduğunu görmüşlerdir.<br />
Çalışmamızda tümör nekrozu literatürle uyumlu<br />
olarak ADNEK’lerde anlamlı olarak yüksek bulunmuştur<br />
(1,3,6,15).<br />
Tümör çapının genel olarak 2 cm’den küçük olduğu,<br />
muskularis propria invazyonu izlenmeyen<br />
ve Ki 67 skoru düşük olan gastrointestinal endokrin<br />
tümörlerde anjiyolenfatik invazyon varlığı<br />
tümörü direkt olarak belirsiz davranışlı grubun<br />
içine sokar(3,4). Anjiyolenfatik invazyon ve perinöral<br />
invazyon varlığının malign davranış ve kötü<br />
prognoz ile ilişkili olduğunu gösteren çalışmalar<br />
mevcuttur(1,6,16). Bizim çalışmamızda ise İD-<br />
NETBD, İDNEK ve ADNEK grupları arasında anjiyolenfatik<br />
ve perinöral invazyon varlığı açısından<br />
anlamlı farklılık yoktur. Bunun nedeni bu parametrelerin<br />
41 olgudan yalnızca 33 tane olan rezeksiyon<br />
materyalinde incelenebilmesi olabilir. 8<br />
adet endoskopik biopsi materyali nekroz, anjiyolenfatik<br />
invazyon, perinöral invazyon ve lenf nodu<br />
metastaz durumu açısından istatistiksel çalışmaya<br />
dâhil edilmemiştir.<br />
GEPNET’lerde lenf nodu metastazı varlığı tümörü<br />
doğrudan karsinom grubuna dahil eden önemli<br />
bir paramatredir(4). Çalışmamızda literatür ile<br />
uyumlu olarak (4) İDNEK ve ADNEK olguları arasında<br />
lenf nodu metastazı durumu açısından<br />
anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Mitozu düşük<br />
İDNEK olgularının appendiks lokalizasyonlular<br />
hariç tümünde lenf nodu metastazı saptanmıştır.<br />
Ayrıca nekroz ile lenf nodu metastazı arasında,<br />
anjiyolenfatik invazyon ve perinöral invazyon ile<br />
lenf nodu metastazı arasında istatistiksel olarak<br />
anlamlı bir ilişki bulunmuştur.<br />
Tümörün gastrointestinal sistemdeki lokalizasyonu<br />
malign davranışın göstergesi olabilir. Kolonda<br />
lokalize nöroendokrin tümörler rektum ve appendiks<br />
kaynaklı tümörlere göre daha kötü prognoza<br />
sahiptirler (3). Panzuto ve arkadaşları 156<br />
olgudan oluşan, gastrointestinal trakt ve pank-<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):69-73 72
eas kaynaklı nöroendokrin tümörleri karşılaştırdığı<br />
çalışmada, pankreas yerleşimli olanların diğerlerine<br />
göre daha kötü prognoza sahip olduğunu<br />
göstermiştir (17). Yine appendiks kaynaklı<br />
NET’lerin diğer gastrointestinal sistem kaynaklı<br />
NET’lerden daha iyi prognoza sahip olduğunu<br />
gösteren çalışmalar az değildir (5,18,19,20). Bizim<br />
çalışmamızda appendiks kaynaklı tümörler<br />
15 adet olup bunların 7’si iyi differansiye nöroendokrin<br />
tümör, 8’i ise iyi diferansiye nöroendokrin<br />
karsinom tanısı almıştır. Çalışmamızda<br />
appendiks kaynaklı ADNEK olgusu bulunmamaktadır.<br />
Bu çalışmada tümör lokalizasyonu ile yaş arasında<br />
anlamlı farklılık saptanmıştır. Appendiks lokalizasyonlu<br />
tümörlerde hastaların yaş ortalaması<br />
34,67±18,40 yıl olarak bulunmuştur. Çalışmamızda<br />
appendiks lokalizasyonlu GEPNET’lerin genç<br />
popülasyonda daha fazla görülmesi literatür ile<br />
uyumludur (7,8).<br />
Sonuç olarak WHO 2000’e göre GEPNET’leri sınıflandırmada<br />
kullanılan prognostik parametrelerden<br />
tümör çapı, proliferatif aktivite indeksi, lenf<br />
nodu metastaz durumu ve anjiyolenfatik invazyon<br />
varlığının önemi hakkında literatürde hala<br />
birbiriyle çelişen çalışmalar mevcuttur. Güncel<br />
olarak GEPNET’leri sınıflamada hem gradeleme<br />
(ENET) hem de evreleme(TNM) sistemi kullanılmaya<br />
başlanmış ve bu durum tümörleri klasifiye<br />
etmede farklı bir bakış açısı getirmiştir (7, 8, 9).<br />
Yine de bu klasifikasyon sisteminde kullanılan<br />
prognostik parametreler WHO 2000 sınıflamasında<br />
kullanılanlardan çok farklı değildir.<br />
Bu nedenle GEPNET’lerle ilgili geniş serilerden<br />
oluşan yeni klasifikasyon sistemini de içeren<br />
prognostik parametrelerin yeniden gözden geçirildiği<br />
genetik ve immünohistokimyasal çalışmalara<br />
hala ihtiyaç vardır.<br />
KAYNAKLAR<br />
1-Alexiev BA, Drachenberg CB, Papadimitriou JC. Endocrine<br />
tumors of the gastrointestinal tract and pancreas: Grading,<br />
tumor size and proliferation index do not predict malignant<br />
behavior. Diagn Pathol 2007, 2:28.<br />
2-Modlin IM, Shapiro MD, Kidd M. Siegfried Obendorfer: origins<br />
and perspective of carcinoid tumors. Hum Pathol 2004: 35:1440-<br />
51<br />
3-Grame-Cook F, Neuroendocrine tumors of the gastrointestinal<br />
tract and appendix. In: Odse RD, Goldblum JR. Surgical Pathology<br />
of the GI Tract, Liver, Biliary Tract and Pancreas. 2nd reved.<br />
Philadelphia, 2009: 653-693<br />
4- Klöppel G, Rindi G, Anlauf M, Perren A, Komminoth P. Sitespecific<br />
biology and pathology of gastroenteropancreatic neuroendocrine<br />
tumors. Virchows Arch. 2007;451 Suppl 1:S9-27.<br />
5- Van Gompel JJ, Sippel RS, Warner TF, Chen H. Gastrointestinal<br />
carcinoid tumors: factors that predict outcome. World J Surg.<br />
2004;28:387-92.<br />
6-Rorstad O. prognostic indicators for cardinoid neuroendocrine<br />
tumors of the gastrointestinal tract. J. Surg. Oncol 2005;89:151-<br />
160<br />
7- Oberg K, Akerström G, Rindi G, Jelic S; ESMO Guidelines Working<br />
Group. Neuroendocrine gastroenteropancreatic tumours:<br />
ESMO Clinical Practice Guidelines for diagnosis, treatment and<br />
follow-up. Ann Oncol. 2010;21 Suppl 5:v223-7.<br />
8-Estrozi B, Bacchi CE. Neuroendocrine tumors involving the<br />
gastroenteropancreatic tract: a clinicopathological evaluation of<br />
773 cases. Clinics(Sau Paulo),2011;66:1671-5<br />
9-Rindi G. The ENETS guidelines: The new TNM classification<br />
system. Tumori 2010;96:806-809<br />
10-Soga J: Early-stage carcinoids of the gastrointestinal tract: An<br />
analysis of 1914 reported cases. Cancer 2005; 103:1587-1595.<br />
11-Xie SD, Vang LB, Song XY, Pan T. Minute gastric carcinoid<br />
tumour with regional lymph node metastasis: a case report and<br />
review of literature. World J Gastroenterol 2004;10:2461-3<br />
12-Kumashiro R, Naitoh H, Teshima K et al. Minute gastric carcinoid<br />
tumor with regional lymph node metastasis. Int Surg<br />
1989;74:198-200<br />
13-Hochwald SN, Zee S, Conlon KC, Colleoni R, Louie O, Brennan<br />
MF, Klimstra DS: Prognostic factors in pancreatic endocrine<br />
neoplasms: An analysis of 136 cases with a proposal for lowgrade<br />
and intermediate-grade groups. J Clin Oncol 2002, 20:2633-2642.<br />
14- Strosberg J, Nasir A, Coppola D, Wick M, Kvols L. Correlation<br />
between grade and prognosis in metastatic gastroenteropancreatic<br />
neuroendocrine tumors. Hum Pathol. 2009;40:1262-8.<br />
15-Rindi G, Kloppel G. Endocrine tumors of the gut and pancreas<br />
tumor biology and classification. Neuroendocrinology 2004;1:12-<br />
15<br />
16- Solcia E, Rindi G, Paolotti D, La Rosa S, Capella C, Fiocca R.<br />
Clinicopathological profile as a basis for classification of the<br />
endocrine tumours of the gastroenteropancreatic tract. Ann<br />
Oncol. 1999;10 Suppl 2:S9-15.<br />
17- Panzuto F, Nasoni S, Falconi M, Corleto VD, Capurso G,<br />
Cassetta S, Di Fonzo M, Tornatore V, Milione M, Angeletti S,<br />
Cattaruzza MS, Ziparo V, Bordi C, Pederzoli P, Delle Fave G.<br />
Prognostic factors and survival in endocrine tumor patients:<br />
comparison between gastrointestinal and pancreatic localization.<br />
Endocr Relat Cancer. 2005;12:1083-92.<br />
18-Solcia E, Kloppel G, Sobin LH (in collaboration with 9 pathologists<br />
from 4 countries). Histological Typing of Endocrine Tumours.<br />
WHO International Histological Classification of Tumours,<br />
2nd ed. Berlin, Germany: Springer;2000<br />
19- Rossi G, Valli R, Bertolini F, Sighinolfi P, Losi L, Cavazza A,<br />
Rivasi F, Luppi G. Does mesoappendix infiltration predict a worse<br />
prognosis in incidental neuroendocrine tumors of the appendix?<br />
A clinicopathologic and immunohistochemical study of 15 cases.<br />
Am J Clin Pathol. 2003;120:706-11.<br />
20- Moertel CG, Dockerty MB, Judd ES. Carcinoid tumurs of the<br />
vermiform appendix.<br />
Carcer 1968;21:270-278<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):69-73 73
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.87597<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Case Report / Olgu Sunumu Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Whole Lung Lavage In a Patient With Pulmonery Alveolary Proteinosis<br />
Pulmoner Alveoler Proteinosis'li Bir Hastada Tüm Akciğer Lavajı<br />
Umit Yasar Tekelioglu 1 , Goksel Kiter 2 , Hulya Sungurtekin 3 , Ali Ekinci 2 , Gokhan Yuncu 4<br />
1 Department Of Anesthesiology And Reanimation, <strong>Abant</strong> Izzet Baysal University Medical School, Bolu, Turkey<br />
2 Department Of Pulmonology, Pamukkale University Medical School, Denizli, Turkey<br />
3 Department Of Anesthesiology And Reanimation, Pamukkale University Medical School, Denizli, Turkey<br />
4 Department Of Thoracic Surgery, Pamukkale University Medical School, Denizli, Turkey<br />
Abstract<br />
42 year-old female with 4 months history of dyspnea was<br />
referred to our hospital for further examination with bilateral<br />
alveolar infiltration on chest X-Ray. For differential diagnosis,<br />
a bronchoalveolar lavage (BAL) was performed. The<br />
BAL fluid had a milky appearance and prepared smears<br />
showed proteinous material which contains periodic acid-<br />
Schiff (PAS) positive and diastase-PAS resistant globules. The<br />
patient was diagnosed as pulmonary alveolar proteinosis<br />
(PAP). Nine consecutive BAL was performed by a team including<br />
an anesthesiologist, a pulmonologist, and a thoracic<br />
surgeon. In this case report, we aimed to share our experiences<br />
on sequential whole lung lavage in a patient with<br />
PAP.<br />
Özet<br />
Kırk iki yaşındaki bayan hasta, 4 aydır devam eden nefes<br />
darlığı yakınması ve akciğer radyogramında bilateral alveoler<br />
infiltrasyon görünümü nedeniyle ileri tetkik için hastanemize<br />
gönderilmişti. Göğüs hastalıkları kliniğimizde yapılan tetkiklerle<br />
alveoler görünüm yapan hastalıklar yönünden<br />
incelemeler ve bronkoalveolar lavaj (BAL) yapıldı. BAL<br />
sıvısının süt görünümünde olduğu, hazırlanan yaymalarda<br />
PAS (periodic acid-Schiff ) pozitif ve d-PAS rezistan globüller<br />
içeren proteinöz materyalin görülmesi üzerine hastamız<br />
“Pulmoner alveoler proteinozis” tanısı aldı. Ardışık uygulamalar<br />
şeklinde toplam 9 kez tüm akciğer lavajı göğüs hastalıkları,<br />
anesteziyoloji ve göğüs cerrahisi doktorlarından<br />
oluşan bir ekip tarafından gerçekleştirildi. Bu olgu sunumunda,<br />
süreç içinde kazanılan deneyim ve işlem protokolünün<br />
hastamızın son durumu ile birlikte paylaşılması<br />
amaçlanmıştır.<br />
Keywords: Pulmonary alveolar proteinosis, whole lung<br />
lavage.<br />
Anahtar Kelimeler: Pulmoner alveoler proteinozis, tüm<br />
akciğer lavajı.<br />
Introduction<br />
Pulmonary alveolar proteinosis (PAP) is a rare<br />
lung disease with an unknown etiology that was<br />
first described by Rosen, Castseman and Liebow<br />
in 1958. In this disease, the alveoli are filled with<br />
periodic acid-Schiff (PAS) positive lipids and proteinaceous<br />
material (1,2). Macrophage dysfunction<br />
and an imbalance between the surfactant<br />
production and removal of the infiltrating material<br />
may play a role in the pathogenesis of the<br />
disease (3,4).<br />
In most cases, the underlying etiology of PAP<br />
cannot be detected. PAP can be seen in both its<br />
congenital or secondary forms. As previously<br />
reported, secondary PAP is associated with acute<br />
silicoproteinosis, hematologic malignancies, and<br />
AIDS (5, 6). Males are affected at least twice as<br />
often as females. PAP is generally seen in patients<br />
between the ages of 20 and 50 years (1).<br />
Slowly progressive dyspnea is the presenting<br />
feature of PAP (7). Clinicians use transbronchial<br />
biopsy and bronchoalveolar lavage (BAL) to diagnose<br />
PAP. In this disease, the BAL fluid is found<br />
to be milky (5). Whole lung lavage is the only<br />
effective and proven treatment modality that<br />
provides mechanical debridement of proteins<br />
and lipids in the alveoli (8).<br />
In this case report, we share our experiences<br />
with sequential whole lung lavage performed on<br />
a patient with PAP by a team, which included an<br />
anesthesiologist, a pulmonologist, and a thoracic<br />
surgeon.<br />
Case Report<br />
A 42-year-old female with dyspnea, cyanosis,<br />
and tiredness was referred to our chest disease<br />
department. She was a heavy-smoker who had<br />
smoked 20 pack/years until two months prior to<br />
the time she was applied to in our department.<br />
From her medical history, we learned that the<br />
dyspnea was slowly progressive; consequently,<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Umit Yasar Tekelioglu, <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon A.D. 14280 Bolu - Türkiye<br />
Telefon: +90374 253 46 56/3263 E-posta: drtekelioglu@yahoo.com<br />
Geliş tarihi / Received : Mayıs / May 06, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Mayıs / May 21, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
74
she had been unable to engage in daily activities<br />
for the prior month. The thoracic computed tomography<br />
(CT) taken four months prior to her<br />
visit to our department showed that her lungs<br />
had a ground glass appearance. With these findings,<br />
she was admitted to the hospital for further<br />
examination.<br />
(70% of anticipated); FEV1/FVC: 92%; PEF: 5.75<br />
L/sec (93% of anticipated); and FEF 25-75: 2.88<br />
L/sec (84% of anticipated). A restrictive respiration<br />
dysfunction was found.<br />
Upon examination her vital signs were stable.<br />
Her auscultation were normal except for inspiratory<br />
crackles on the inferior zone of her left lung.<br />
The systemic examination was normal except for<br />
the presence of clubbing. Her chest X-Ray<br />
showed bilateral diffuse infiltration particularly<br />
in the left lung (Figure 1). The thoracic CT<br />
showed diffuse interlobular septal thickening on<br />
both lung parenchyma and her lungs had a ground<br />
glass appearance (Figure 2).<br />
Figure 2. Thorax CT: a. Ground-glass density with<br />
significant interlobular septate on both lung paranchimes<br />
(crazy-paving configuration). b. Thorax<br />
CT after a year and consecutive 7 BAL procedure;<br />
minimal regression was determined. c.<br />
Significant regression during the last follow-up<br />
visit.<br />
Figure 1. Chest X-Ray (at the time of diagnosis):<br />
Diffuse parenchyma aeration deficiency on both<br />
side which was more subtle on the apex and<br />
perihilar infiltrates.<br />
The patient's first admission, blood samples,<br />
blood samples were taken and analyzed. The<br />
following results were found: WBC:14070/mm3;<br />
Hb: 14.5 g/dl; Htc: 42 g/dl; Plt: 77.000/mm3;<br />
ESR: 51 mm/1h; LDH: 302 IU/L; BUN: 12 mg/dl;<br />
Cr: 0.73 mg/dl; protein: 7.9 g/dl; Alb: 3.6 g/dl;<br />
AST: 18 IU/L; ALT: 18 U/L; Na: 140 mmol/L; K:<br />
4.56 mmol/L; Cl: 105 mmol/L; and CRP: 1.59. The<br />
arterial blood gas results were: pH: 7.44; pCO2:<br />
26 mmHg; pO2: 40 mmHg; HCO3: 18 mEq/L;<br />
SatO2%: 78%. The SpO2 measured by pulse<br />
oxymetry under 8-10 lt/min O2 therapy was<br />
90%. The respiration function test results were:<br />
FVC: 1.91 L (65% of anticipated); FEV1: 1.76 L<br />
No endobrochial lesion was detected during the<br />
bronchoscopy. The BAL fluid collected from the<br />
left lung lingula was milky. Pathologic and microbiologic<br />
examinations were performed. The BAL<br />
fluid culture showed Stenotrophonas maltophilia<br />
overgrowth. We began trimetoprimsulphametoksazol<br />
therapy, testing for antibiogram.<br />
Histopathological examination of the BAL<br />
fluid showed proteinaceous material, which contained<br />
PAS (+), diastase-PAS resistant globules, a<br />
few bronchial epithelial cells, alveolar macrophages,<br />
and neutrophils. These findings were consistent<br />
with PAP. The acid resistant bacilli (ARB)<br />
and polymerase chain reaction (PCR) were negative<br />
and the culture did not show mycobacterium<br />
overgrowth. The patient was referred to the<br />
hematology and rheumatology departments and<br />
no abnormality was detected. Primary PAP was<br />
diagnosed and whole lung lavage treatment was<br />
planned.<br />
As part of the treatment, the patient underwent<br />
BAL under general anesthesia. Intubation was<br />
performed using a left tube with a double lumen.<br />
After successful intubation, the location of the<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):74-78 75
tube was detected using auscultation and pediatric<br />
fiberoptic bronchoscopy. When both tubes<br />
were open, 100% O2 was inhaled for 10 min. The<br />
left tube was then clamped for 5 min and a collapse<br />
of the lung was observed. One liter (1 L) of<br />
isotonic physiological serum, heated to body<br />
temperature, was given to the patient through<br />
the left main bronchus tube. Passive removal of<br />
the fluid was performed by a nelaton catheter,<br />
which was incorporated into the intubation tube<br />
through the empty bottle placed on the floor<br />
(Figure 3).<br />
Figure 3. Passive removal of fluid which was given<br />
through endotracheal tube<br />
In all, a total of 14 L of isotonic physiological<br />
serum were given and 13.5 L were aspirated. The<br />
aspirated fluid was initially milky and the last<br />
aspirate was clearer. Decreased precipitates in<br />
the bottle were observed as well (Figure 4).<br />
Figure 4. Gradual decrease in density of the BAL<br />
fluid and precipitate amount in the same session<br />
(right bottle indicates the first lavage fluid and<br />
the left bottle indicates the last one).<br />
The procedure was terminated because the O2<br />
saturation decreased to 48% after 14 L of the<br />
isotonic physiological lavage had been administered.<br />
The first and the last aspirate samples<br />
were analyzed. The results of the first aspirated<br />
fluid analysis showed: protein: 0.9 g/dl; albumin:<br />
227 g/dl; LDH: 1473 IU/L; total cholesterol: 25<br />
mg/dl; and triglyceride: 25 mg/dl. Analysis results<br />
of the last aspirated fluid showed: protein:<br />
0.1 g/dl; albumin: 2 g/dl; LDH: 26 IU/L; total cholesterol:<br />
2 mg/dl; and triglyceride: 2 mg/dl. The<br />
patient’s dyspnea decreased during the hospital<br />
follow-ups. The patient’s necessity for O2 also<br />
decreased. When she was on 2 L/min O2, her<br />
arterial blood gas results showed: pH: 7.48;<br />
pCO2: 26 mmHg; pO2: 69 mmHg; HCO3: 19.6<br />
mEq/L; and SatO2%: 95.2%. After five days of<br />
observation in the clinic, she was discharged<br />
from the hospital with an O2 concentrator for<br />
Long Term Oxygen Therapy (LTOT).<br />
During the follow- up visit one month later, the<br />
patient reported that she was gradually feeling<br />
better and her effort capacity had increased so<br />
that she was able to climb two flights of stairs.<br />
Physical examination showed inspiratory crackles<br />
on the inferior zones of the both lungs, but was<br />
more significant on the right lobe. At room temperature<br />
air, her arterial blood results showed:<br />
pH: 7.42; pCO2: 27 mmHg; pO2: 40 mmHg;<br />
HCO3:17.8 mEq/L; and SatO2%: 77%. Her respiratory<br />
function test results were: FVC: 1.80<br />
(62%); FEV1: 1.67 (67%); and FEV1/FVC: 93%.<br />
Due to the radiological findings and the patient’s<br />
clinical status, right lung lavage was performed.<br />
In that session, 12 L of isotonic physiological<br />
serum were administered using the same method<br />
described above. A microbiologic culture of<br />
the BAL fluid showed Acinetobacter baumannii<br />
overgrowth and an antibiotic was started based<br />
on the antibiogram test results. Although the<br />
ARB and PCR were negative, atypical mycobacterium<br />
overgrowth was detected in that fluid. Therefore,<br />
the patient underwent triple antituberculosis<br />
(TB) therapy for six months. During subsequent<br />
BAL procedures no bacterial overgrowth<br />
was detected. Homogeneous density on the apical<br />
segment of the right superior lobe, which was<br />
seen on the first CT, was resolved.<br />
During the follow-up periods, a total of nine<br />
sequential BAL (left-right-left-right-right-left-<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):74-78 76
ight-left-right) procedures were performed. The<br />
administrated irrigation fluid amounts were: 9 L,<br />
18 L, 27 L, 27 L, 24 L, 23L, and 32 L, respectively.<br />
The patient’s dyspnea improved during the 12-<br />
month follow-up period at which time her O2<br />
saturation with pulse oxymetry was found to be<br />
98%. Her respiratory function tests results were:<br />
FVC: 2.34 L (82%); FEV1:1.86 L (76%); and<br />
FEV1/FVC: 79%. The Thoracic CT sections are<br />
displayed in Figure 2.<br />
Discussion<br />
PAP was first described in 1958. The pathophysiology<br />
of PAP involves the exaggerated surfactant<br />
production of type II pneumocytes and/or insufficient<br />
removal of the surfactant from the media<br />
by the alveoli macrophages (1). Primary, secondary,<br />
and congenital forms of PAP are described<br />
in the literature (9). Secondary PAP can be caused<br />
by exposure to gases (i.e., silica, aluminum,<br />
and titanium) and inorganic dust and insecticides,<br />
as well as by chronic infections, hematologic<br />
malignancies, and myeloproliferative diseases<br />
(3,4). In our case study, no gas or dust exposure<br />
was detected. At the end of the etiologic studies,<br />
and after 26 months of follow-up examinations,<br />
we could not detect the underlying cause. Therefore,<br />
primary PAP was diagnosed. Because we<br />
found a lack of microbial overgrowth during the<br />
first diagnostic examination and the sequential<br />
therapeutic BALs, we excluded secondary PAP<br />
due to an atypical mycobacterium infection.<br />
Even though patients with PAP may sometimes<br />
be asymptomatic, they may complain about<br />
dyspnea, persistent dry cough, pleuritic chest<br />
pain, weight loss, intermittent low-grade fever<br />
and/or night sweats (4). Upon physical examination,<br />
inspiratory crackles can be detected in 20%<br />
of cases. Cyanosis and clubbing may rarely accompany<br />
the clinical picture (5). In our case<br />
study, dyspnea, cyanosis, and cough complaints<br />
were present at the initial examination. Inspiratory<br />
crackles with auscultation, especially on the<br />
left side of the lungs, and clubbing were also<br />
present. The clinical findings, which can detect<br />
most forms of interstitial lung disease, were not<br />
diagnostic; however, clinical findings play a guiding<br />
role for physiologic and radiologic studies.<br />
Shunt develops in patients with PAP due to the<br />
accumulation of lipids and protein rich granular<br />
material in the alveoli. Eventually, a resistance to<br />
hypoxemia treatment develops (10-13). In the<br />
present case, hypoxemia, which was confirmed<br />
by laboratory findings, was present even when<br />
the patient was taking 8-10L/min O2 and her<br />
arterial blood gas pO2 was 40 mmHg.<br />
LDH levels are high in 80% of PAP patients. After<br />
cardiac, renal, and muscle diseases have been<br />
excluded, an increase in LDH values may provide<br />
clues about the severity level of PAP (3). In our<br />
patient, the serum LDH level was 302 IU/L and<br />
cardiac, renal, or muscle pathologies were not<br />
detected. The LDH level in the whole lung lavage<br />
fluid was 1473 IU/L and that level decreased to<br />
261 IU/L during the final procedure to remove<br />
the irrigation fluid.<br />
Characteristic radiographic findings of PAP patients<br />
show patchy and confluent nodular infiltrations,<br />
bat-wing configuration, and areas of ground<br />
glass density (3, 4). The literature reported<br />
superior and inferior zone affinity in the lesions.<br />
A high resolution thoracic CT may show reticulonodular<br />
and ground glass density, septal thickening,<br />
and a cobblestone appearance (14). This<br />
appearance is described as “crazy-paving.” In the<br />
present case study, a chest X-Ray showed bilateral<br />
diffuse infiltration, which was more prominent<br />
on the left side. The thoracic CT showed<br />
diffuse and uniform interlobular septal thickening<br />
on the lung parenchyma, a ground glass<br />
appearance, and a crazy-paving configuration.<br />
Spontaneous remission in PAP can be observed<br />
in up to 20% of patients. Currently, the treatment<br />
for PAP is therapeutic BAL of the lungs over<br />
the course of several sessions. Sequential lavages<br />
produce a fluid color that is more clear than<br />
milky. However, this treatment is not necessary<br />
for all patients. Close follow-up of patients may<br />
sometimes be sufficient. Treatment is indicated<br />
when the following parameters are found:<br />
PaO2< 65 mmHg; PO2> 40 mmHg; shunt fraction<br />
>12%; and the presence of dyspnea with minimal<br />
effort (15). In our case, the patient’s clinical status<br />
and blood gas values met the treatment indication<br />
criteria. After BAL, the patient’s clinical<br />
status and her laboratory values improved significantly.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):74-78 77
In conclusion, whole lung lavage is the most effective<br />
method and the only proven treatment<br />
modality for PAP. Whole lung lavage can be performed<br />
easily by clinicians working as a team<br />
utilizing careful preoperative management.<br />
REFERENCES<br />
1. Wang BM, Stern EJ, Schmidt RA, Pierson DJ. Diagnosis<br />
pulmonary alveolar proteinosis. Chest. 1997;11: 460-6.<br />
2. Kariman K, Kylstra JA, Spock A. Pulmonary alveolar<br />
proteinosis: Prospective clinical experience in 23 patients<br />
for 15 years. Lung. 1984;162:223-31.<br />
3. Menard KJ. Whole lung lavage in the treatment of pulmonary<br />
alveolar proteinosis. J Perianesth Nurs. 2005;20:<br />
114-26.<br />
4. Fraser RS, Müller NL, Colman N, Pare PD, eds. Fraser<br />
and Pare’s Diagnosis of Diseases of the Chest. 4th ed.<br />
Philadelphia, Pa: W.B. Saunders; 1999:2700-8.<br />
5. Tazi A, Soler P. Proteinose alveolaire. İn: Pneumologie,<br />
De Aubier M, Pariente R, eds. Paris, Flammarion:<br />
1996;961-4.<br />
6. Reyes JM, Butong PB. Association of pulmonary alveolar<br />
lipoproteinosis with mycobacterial infection. Am J Clin<br />
Pathol. 1980;74: 478-85.<br />
7. Prakash UB, Barham SS, Carpenter HA. Pulmonary alveolar<br />
phospholipoproteinosis: Experience With 34 Cases<br />
And A Review. Mayo Clin Proc. 1987;62: 499-503.<br />
8. Kay: Kavuru MS, Tracey L, Thomassen MJ. Pulmonary<br />
alveolar proteinosis. In: Murray JF, Nadel AJ; eds.<br />
Textbook of Respiratory Medicine. 4th ed. USA, W.B.<br />
Saunders; 2005:1716-31.<br />
9. Hamvas A, Cole FS, deMello DE, Moxley M, Whitsett JA,<br />
Colten HR, Nogee LM. Surfactant protein B deficiency:<br />
antenatal diagnosis and prospective treatment with surfactant<br />
replacement. J Pediatr 1994; 125:356-61.<br />
10. Persson A. Pulmonary alveolar proteinosis. In: Fishman<br />
AP(ed). Pulmonary diseases and disorders. New York,<br />
Mc Graw Hill Book Company; 1998:1225-30.<br />
11. Seaton A, Seaton D, Leitch AG. Some less common<br />
pulmonary diseases. Crofton and Douglas. Respiratory<br />
Diseases. 4th ed. Oxford, Blackwell Scientific Publications:<br />
1989:1043-61.<br />
12. Wasserman K, Mason GR. Pulmonary alveolar proteinosis.<br />
In: Murrey JF, Nadel JA (eds). Textbook of Respiratory<br />
Medicine, 2th ed. Philedelphia, W.B. Saunders<br />
Company: 1994:1933-46.<br />
13. Claypool WD, Rogers RM, Matuschak GM. Update on<br />
the clinical diagnosis, management and pathogenesis of<br />
pulmonary alveolar proteinosis. Chest. 1984; 85:550-8.<br />
14. Gülsün M, Arıyürek M, Demirkazık FB, Fırat P. Yüksek<br />
rezolüsyonlu bilgisayarlı tomografide Arnavut kaldırımı<br />
görünümü oluşturan bronkoalveoler kanser ve pulmoner<br />
alveoler proteinozis: iki olgu sunumu. Bilgisayarlı<br />
Tomografi Bülteni: 2002;7:38-40.<br />
15. Ulukavak Çiftçi M, Şipit T, Apaydın Z, Çoban G, Oğuz D.<br />
Pulmoner Alveoler Proteinozis. Solunum Hastalıkları.<br />
2001;12:71-4.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):74-78 78
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.54264<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Olgu Sunumu / Case Report Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Yenidoğan Döneminde Tanımlanan Goldenhar Sendromu: Olgu sunumu<br />
A Goldenhar Syndrome Described In Neonatal Period: Case Report<br />
Özlem Elkıran 1 , Erdal <strong>Yıl</strong>maz 2 , Neşe Çıtak Kurt 3 , Saadet Akarsu 4 , Abdullah Kurt 5 , Denizmen Aygün 6<br />
1 İnönü Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Kardiyoloji BD, Malatya<br />
2 Fırat Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Kardiyoloji BD, Elazığ<br />
3 Gazi Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Nöroloji BD, Ankara<br />
4 Fırat Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Hematoloji BD, Elazığ<br />
3 Başkent Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Neonatoloji BD, Ankara<br />
6 Fırat Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Elazığ<br />
Özet<br />
Goldenhar sendromu olarak da bilinen okülo-aurikulovertebral<br />
sendrom, ilk kez 1952 yılında Goldenhar tarafından<br />
tanımlanmıştır. Goldenhar sendromu birinci ve ikinci brankiyal<br />
yarıktan köken alan yapıların konjenital anomalilerini<br />
içerir. Kulak anomalileri, hemifasiyal mikrosomi ve vertebral<br />
anomaliler ile karakterizedir. Sendromun nedeni tam olarak<br />
bilinmemekle birlikte heterojen kaynaklı olduğu düşünülmektedir.<br />
Goldenhar sendromunun yönetimi, en uygun<br />
tedaviyi sağlamak için multidisipliner yaklaşım gerektirir.<br />
Burada sendromun tüm klasik bulgularına sahip Goldenhar<br />
sendromlu yenidoğan vakası sunuldu.<br />
Abstract<br />
Oculo-aurikulo-vertebral syndrome also referred to as Goldenhar<br />
Syndrome is a rare condition described initially by<br />
Goldenhar in 1952. Goldenhar Syndrome is a wide spectrum<br />
of congenital anomalies that involves structures arising from<br />
the first and second branchial arches. The syndrome is characterized<br />
by anomalies of the ear, hemifacial microsomia,<br />
and defects of the vertebral column. The etiology of this rare<br />
syndrome is not understood completely and seems to be<br />
heterogeneous. Management of Goldenhar syndrome requires<br />
a multidisciplinary approach to provide most appropriate<br />
treatment. Here we report a newborn with Goldenhar Syndrome<br />
who presented all classical signs of this rare condition.<br />
Anahtar Kelimeler: Goldenhar sendromu, yenidoğan, multidisipliner<br />
yaklaşım.<br />
Keywords: Goldenhar Syndrome, newborn, multidisciplinary<br />
approach.<br />
Giriş<br />
Okülo-aurikulo-vertebral sendrom klasik olarak<br />
yüz, göz ve kulak anomalilerini içeren ve heterojen<br />
özellikler gösteren konjenital bir bozukluktur.<br />
İlk kez Goldenhar tarafından tanımlanan sendrom<br />
(1), daha sonra 1963 yılında Gorlin ve arkadaşları<br />
tarafından ek vertebra anomalileri nedeniyle<br />
okülo-aurikulo-vertebral sendrom olarak<br />
adlandırılmıştır (2).<br />
Okülo-aurikulo-vertebral sendrom sıklığı 5000-45<br />
000 canlı doğumda 1 olarak bildirilmiştir. Sendrom,<br />
birinci ve ikinci brankiyal yarıktan köken<br />
alan yapıların konjenital defektlerinden oluşur (3-<br />
5).<br />
Sendrom, hemifasiyal mikrozomi, göz ve kulak<br />
anomalileri ve vertebral defektler ile karakterizedir.<br />
Heliks gelişim kusuru, preauriküler tag<br />
ve/veya pitler, dış kulak yolu atrezisi, mikrotia,<br />
anotia ve iç kulak yolu anomalileri sık görülen<br />
kulak anomalileridir. Sendromda sık görülen göz<br />
anomalileri lipodermoid, ptozis, kolobom ve mikroftalmidir.<br />
En sık görülen vertebra anomalileri<br />
ise hemivertebra veya vertebra hipoplazisidir.<br />
Spektrum içinde kardiyak, renal, genitoüriner<br />
sistem ve santral sinir sistemi anomalileri de<br />
bildirilmiştir (6, 7).<br />
Okülo-aurikulo-vertebral sendromun etyolojisi<br />
kesin olarak aydınlatılamamıştır. Blastogenez<br />
peryodunda birinci ve ikinci brankiyal yarıkların<br />
gelişim bölgesinde azalmış kan akımı ve fokal<br />
hemorajilerin etyolojide önemli olabileceği öne<br />
sürülmüştür (8). Vakaların büyük kısmı sporadik<br />
olmakla birlikte otozomal dominant ve resesif<br />
kalıtım da rapor edilmiştir. Ek olarak çeşitli kromozomal<br />
anomalilerin dökümente edildiği vakalar<br />
da vardır. Maternal diyabet ve gebelikte maruz<br />
kalınan bazı ilaçlar da etyolojide suçlanmıştır<br />
(3, 4).<br />
Sendromun nispeten nadir görülmesi ve tedavinin<br />
multidispliner yaklaşım gerektirmesi nedeni<br />
ile erken tanı oldukça önemlidir. Bu makalede<br />
yenidoğan döneminde tanı alan Goldenhar sendromlu<br />
olgunun sunumu yapılarak sendroma dikkat<br />
çekilmek istenmiş ve erken tanının önemi<br />
vurgulanmıştır.<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Özlem Elkıran, Turgut Özal <strong>Tıp</strong> Merkezi Pediatrik Kardiyoloji Bd 44200 Malatya – Türkiye E-posta: ozlemelkiran@yahoo.com<br />
Geliş tarihi / Received: Nisan / April 16, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Mayıs / May 07, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
79
Olgu Sunumu<br />
Otuzaltı yaşındaki annenin beşinci gebeliğinden<br />
miadında fetal distres nedeni ile sezaryen seksiyo<br />
ile doğan iki saatlik kız hasta kulak anomalisi ve<br />
yarık damak bulunması nedeni ile hastanemize<br />
gönderildi. Düzenli prenatal izlemi yoktu. Anne<br />
babası arasında akrabalık olmayan hastanın ailesinde<br />
benzer bulguları olan birey olmadığı öğrenildi.<br />
Fizik muayenesinde vücut ağırlığı 2700 gr<br />
(10-25p), boyu 46 cm (10-25p), baş çevresi 32 cm<br />
(10-25p) olup fasiyal asimetri ve inkomplet yarık<br />
damağı vardı. Her iki heliks hipoplazik ve deforme<br />
idi. Sol dış kulak yolunda atrezi vardı (Resim<br />
1, 2).<br />
tebra grafisinde birinci torakalde hemivertebra<br />
görüldü (Resim 3).<br />
Resim 3. Torakal 1.vertebrada hemivertebra<br />
görünümü<br />
Resim 1. Fasiyal asimetri görülmektedir.<br />
Kraniyal tomografisi, batın ve renal ultrasonografisi<br />
normal olarak değerlendirildi. Orta ve iç kulak<br />
yolunu değerlendirmek amacı ile çekilen temporal<br />
kemik tomografisi normaldi. İşitsel fonksiyonları<br />
değerlendirmek amacıyla yapılan beyinsapı<br />
işitsel uyarılmış potansiyeli incelemesinde solda<br />
işitme kaybı bulundu. Göz muayenesinde iris<br />
kolobomu saptandı. Bu bulgularla hastaya oküloaurikulo-vertebral<br />
sendrom tanısı konuldu.<br />
Tartışma<br />
İlk kez 1952 yılında Goldenhar tarafından tek<br />
taraflı kraniyofasiyal gelişim bozukluğu, epibulber<br />
dermoid ve kulak anomalisi olan 3 hastada<br />
tanımlanan Goldenhar sendromu (1) oldukça<br />
kompleks ve heterojen bir hastalık olup, semptom<br />
ve fiziksel özellikleri olgudan olguya oldukça<br />
büyük farklar göstermektedir. Okülo-aurikulovertebral<br />
sendrom sıklığı farklı toplumlarda değişiklik<br />
gösterir ve erkek/kız oranı 3:2’dir (4).<br />
Resim 2. Sol helikste deformasyon ve sol dış kulak<br />
yolunda atrezi görülmektedir.<br />
Hasta olası problemlerden dolayı kulak burun<br />
boğaz, göz, radyoloji, çocuk kardiyoloji bölümlerine<br />
konsülte edildi. Genetik incelemesinde karyotipi<br />
46 XX olarak saptandı. Hastamızın ekokardiyografisinde<br />
Fallot Tetralojisi tespit edildi. Ver<br />
Okülo-aurikulo-vertebral sendromun etyolojisi<br />
tam olarak bilinmemektedir. Etyolojiyi açıklamaya<br />
yönelik farklı teoriler öne sürülmüştür. Örneğin;<br />
gestasyonun 35-45. günleri arasında embriyoda<br />
brankiyal yarık yapılarının geliştiği bölgede<br />
bozulmuş vasküler akım ya da fokal hemorajilerin<br />
patofizyolojide rol oynadığı düşünülmüştür (8).<br />
Nöral krest hücrelerindeki gelişim bozukluğunun<br />
sendromun nedeni olabileceği öne sürülmüştür<br />
(4). Ek olarak, homeobox genlerinin bir sınıfından<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):79-82 80
olan Msx genlerinin etkilendiği farelerde birinci<br />
brankiyal yapılardan gelişen sistemlerin etkilendiği<br />
de gösterilmiştir (9).<br />
Olguların büyük bir kısmı sporadiktir ve yalnızca<br />
% 2’ sinde aile öyküsü vardır. Bununla birlikte,<br />
otozomal dominant ve otozomal resesif kalıtım<br />
da bildirilmiştir. Ayrıca çeşitli kromozom sayı<br />
veya yapı anomalilerinin eşlik ettiği hastalar rapor<br />
edilmiştir. Gebelikte annenin talidomid, retinoik<br />
asit gibi teratojen ilaçlara maruz kalması ve<br />
gestasyonel diyabet de etyolojide suçlanmıştır (3,<br />
4). Olgumuz 2 saatlik kız bebekti. Olgumuzda<br />
ailede benzer problemleri olan birey yoktu ve<br />
kromozom analizi normal olarak değerlendirildi.<br />
Etyolojide suçlanan maternal diyabet ve intrauterin<br />
dönemde teratojen ilaçlara maruz kalma<br />
öyküsü bizim olgumuzda yoktu.<br />
Okülo-aurikulo-vertebral sendromda anomaliler<br />
birinci ve ikinci brankiyal yarıktaki yapıların gelişim<br />
kusurundan kaynaklanır (3, 4, 6). Sendromun<br />
tanısını koymak için gereken minimal diagnostik<br />
kriterler açısından bir görüş birliği yoktur. Ancak,<br />
tek taraflı fasiyal gelişme azlığı, kulak ve vertebra<br />
anomalileri sendromun klasik bulguları olup vakaların<br />
çoğunda saptanır (5). Bizim olgumuzda da<br />
sendromun klasik bulguları mevcuttu.<br />
Kulak anomalileri sendromun en sık görülen bulgusudur.<br />
Kulak anomalileri arasında heliks gelişim<br />
kusuru, preaurklüler tag ve/veya pitler, dış<br />
kulak yolu atrezisi, mikrotia, anotia ve iç kulak<br />
yolu anomalileri sayılabilir. Dış kulak yolu malformasyonları,<br />
hafifçe dismorfik görünümden<br />
kulağın yokluğuna kadar değişebilir ve nadiren<br />
her iki kulak da etkilenebilir. En yaygın görülen<br />
minör kulak anomalileri olan preaurilüler tag<br />
ve/veya pitler tek veya iki taraflı olabilir ve olguların<br />
% 53-90’ında görülmektedir (8). Sendromda<br />
dış ve orta kulak anomalileri daha sık görülmesine<br />
ve daha iyi bilinmesine karşın, iç kulak yolu<br />
anomalileri de nadiren görülmektedir. Sıklıkla<br />
olguların dış, orta ve iç kulak yolu deformiteleri<br />
arasında ilişki yoktur. Bu nedenle, bu yapılar<br />
mutlaka komputerize tomografi gibi radyolojik<br />
tetkikler ile değerlendirilmelidir. Olgumuzda her<br />
iki heliks hipoplazik ve deforme idi. Sol dış kulak<br />
yolunda atrezi vardı. Orta ve iç kulak yolunu değerlendirmek<br />
amacı ile çekilen temporal kemik<br />
tomografisi normaldi. Olgularda görülen göz<br />
bulguları üst göz kapağı kolobomu, pitozis, farklı<br />
derecelerde mikroftalmi, nadiren iris ya da oküler<br />
kolobomlardır (8). Bizim olgumuzda da nadir<br />
görülen iris kolobomu saptandı.<br />
Literatürde vakaların % 60’ında spina bifidadan<br />
hemivertebraya kadar uzanan farklı vertebra<br />
anomalileri bildirilmiş olup bizim olgumuzda<br />
torakal birinci vertebrada hemivertebra görünümü<br />
vardı (5).<br />
Bazı vakalarda maksiller ve mandibuler hipoplazi,<br />
dil anomalileri, yarık dudak ve damak rapor edilmiştir.<br />
Yarık dudak ve damak olguların %5-<br />
25’inde gözlenmektedir (3, 5). Olgumuzda da<br />
inkomplet yarık damak saptandı.<br />
Sendrom başta kardiyovasküler, genitoüriner ve<br />
pulmoner sistemler olmak üzere diğer sistemleri<br />
de etkiler (3, 10). Literatürde Goldenhar sendromlu<br />
hastalarda konjenital kalp defektleri sıklığı<br />
% 5-58 arasında bildirilmiştir. En sık görülen kardiyak<br />
anomali ilk sırada konotrunkal anomalilerden<br />
olan Fallot Tetralojisi ve 2. sıklıkta ise septal<br />
defektlerdir (10). Bizim olgumuzda da literatürle<br />
uyumlu olarak Fallot Tetralojisi tespit edildi.<br />
Sendromda bildirilen santral sinir sistemi anomalisi<br />
sıklığı % 12-47 arasındadır ve anomaliler olgular<br />
arasında belirgin farklılık göstermektedir.<br />
Korpus kallozum agenezisi, diffüz serebral hipoplazi,<br />
asemptomatik hidrosefali en sık görülen<br />
santral sinir sistemi anomalileridir (7). Olgumuzda<br />
santral sinir sistemi anomalisi saptanmadı.<br />
Ayırıcı tanıda özellikle, birinci ve ikinci brankiyal<br />
yarıktan kaynaklanan anomalilerin görüldüğü<br />
Treacher-Collins sendromu gibi genetik bozukluklar<br />
dikkate alınmalıdır. Treacher-Collins sendromunda<br />
aşağı doğru eğilimli palpebral fissürler,<br />
kolobom, malar ve mandibular hipoplazi ve kulak<br />
anomalileri görülebilir. Goldenhar sendromunda,<br />
fasiyal asimetri ve malar kemiklerin daha az hipoplazik<br />
olması ayırıcı tanıda yardımcıdır (5).<br />
Sonuç olarak, literatürde bildirilen özellikler ile<br />
sendromun tanısını koymak zor olmamakla birlikte,<br />
sendromun klasik özelliklerinin olmadığı olgular<br />
veya sendromun klinik karakteristiklerinin<br />
bilinmediği durumlarda tanı gözden kaçabilir.<br />
Goldenhar sendromlu hastalarda erken tanı ile<br />
göz, kulak-burun-boğaz, pediatrik kardiyoloji,<br />
radyoloji ve sendroma eşlik eden ek bulgulara<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):79-82 81
REFERENCES<br />
1. Goldenhar M. Associations malformatives de l’oneil et de<br />
l’oreille, en particulier le syndrome epibulbaire-appendices<br />
auriculaires dermoide fistula auris congenita et ses relatons<br />
avec la dysostose mandibulo faciale. J Genet Hum<br />
1952;1:243-282.<br />
2. Gorlin RJ, Jue KL, Jacobsen U, Goldschmidt E. Oculoauriculovertebral<br />
Dysplasia. J Pediatr 1963;63:991-999.<br />
3. Tasse C, Bohringer S, Fischer S, Ludecke HJ, Albrecht B,<br />
Horn D, Janecke A, Kling R, Konig R, Lorenz B, Majewski F,<br />
Maeyens E, Meinecke P, Mitulla B, Mohr C, Preischl M,<br />
Umstadt H, Kohlhase J, Gillessen-Kaesbach G, Wieczorek D.<br />
Oculo-auriculo-vertebral spectrum (OAVS): clinical evaluation<br />
and severity scoring of 53 patients and proposal for a<br />
new classification. Eur J Med Genet 2005;48:397-411.<br />
4. Vinay C, Reddy RS, Uloopi KS, Madhuri V, Sekhar RC.<br />
Craniofacial features in Goldenhar syndrome. J Indian Soc<br />
Pedod Prev Dent 2009;27:121-124.<br />
5. Martelli H, Jr., Miranda RT, Fernandes CM, Bonan PR,<br />
Paranaiba LM, Graner E, Coletta RD. Goldenhar syndrome:<br />
göre ilgili bölümlerin multidispliner yaklaşımı ile<br />
en uygun tedavinin planlanması önemlidir. Hastalığın<br />
diğer kardeşlerde tekrarlama riski nedeni<br />
ile aileye uygun genetik danışmanlık verilmelidir.<br />
clinical features with orofacial emphasis. J Appl Oral Sci<br />
2010;18:646-649.<br />
6. Rollnick BR, Kaye CI, Nagatoshi K, Hauck W, Martin AO.<br />
Oculoauriculovertebral dysplasia and variants: phenotypic<br />
characteristics of 294 patients. Am J Med Genet<br />
1987;26:361-375.<br />
7. Rosa RF, Graziadio C, Lenhardt R, Alves RP, Paskulin GA,<br />
Zen PR. Central nervous system abnormalities in patients<br />
with oculo-auriculo-vertebral spectrum (Goldenhar syndrome).<br />
Arq Neuropsiquiatr 2010;68:98-102.<br />
8. Rosa RF, Silva AP, Goetze TB, Bier Bde A, Almeida ST,<br />
Paskulin GA, Zen PR. Ear abnormalities in patients with<br />
oculo-auriculo-vertebral spectrum (Goldenhar syndrome).<br />
Braz J Otorhinolaryngol 2011;77:455-460.<br />
9. Satokata I, Maas R. Msx1 deficient mice exhibit cleft<br />
palate and abnormalities of craniofacial and tooth development.<br />
Nat Genet 1994;6:348-356.<br />
10. Rosa RF, Dall'agnol L, Zen PR, Pereira VL, Graziadio C,<br />
Paskulin GA. Oculo-auriculo-vertebral spectrum and cardiac<br />
malformations. Rev Assoc Med Bras 2010;56:62-66.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):79-82 82
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.65375<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Olgu Sunumu / Case Report Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
HBeAg Pozitif Kronik Hepatit B’li Bir Hastada Peginterferon α-2A ile İlişkili Tiroidit<br />
Thyroiditis Associated With Peginterferon α-2A in a Patient with HBeAg Positive Chronic Hepatitis B<br />
Abdulkadir Küçükbayrak 1 , Keziban Demirli 2 , Davut Özdemir 2 , Zeynep Seçkin Küçükbayrak 3 , İsmail Necati Hakyemez 1<br />
1 <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı, Bolu<br />
2 Düzce Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı, Düzce<br />
3 Düzce Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Düzce<br />
Özet<br />
İnterferon (IFN) lar antiviral etkinliğinden dolayı kronik viral<br />
hepatit tedavisinde kullanılan protein yapıdaki maddelerdir.<br />
Tedavi amacıyla kullanımları sırasında tiroid fonksiyon bozukluklarına<br />
sebep olabilmektedirler. Otuz üç yaşında erkek<br />
hastaya HBeAg (+) kronik hepatit B tanısıyla PEG- IFN α-2a<br />
120 mcg s.c./hafta tedavisi başlanıldı. Tedavi başlangıcında<br />
tiroid stimülan hormon (TSH), serbest T3 (ST3), serbest T4<br />
(ST4) düzeyleri normal, antinükleer antikor (ANA) negatif idi.<br />
Tedavinin altıncı ayında hastanın; TSH 60.52 (↑), FT3 4.06<br />
(N), FT4 4.48 (↓), Tiroglobulin (TG) 1.6 ng/ml (N), antitiroglobulin<br />
antikor (ATA) 631 IU/ml (↑), anti-mikrozomal<br />
antikor (AMA) 1000IU/ml (↑) olarak tespit edildi. Tiroid<br />
ultrasonografisinde; bilateral hipoekoik olan tiroid parenkimi<br />
içerisinde fibröz septalar (psödolobülasyon) ve artmış kanlanma<br />
(Hashimato tiroiditi ?) görüldü. Tiroid sintigrafisinde;<br />
non-homojen hiperplazik tiroid glandı ve sol lobta hiperaktif<br />
nodül tespit edildi. Tiroid biyopsisi; benin sitoloji olarak<br />
değerlendirildi. Hastada interferona bağlı hashimato tiroiditi<br />
düşünülerek IFN tedavisi kesildi ve lamivudin tedavisine<br />
geçildi. Hastaya iyatrojenik hipertiroidi nedeniyle levotiron<br />
1x1 tedavisi başlanıldı. Levotiron tedavisinin 3. ayında TSH<br />
0.190, ST3 5.6, ST4 21.24 olarak saptandı ve levotiron kesildi.<br />
İnterferon tedavisi kesildikten 6 ay sonra yapılan tetkiklerinde<br />
TSH 0.742, ST3 5.33, ST4 14.53 idi. Daha sonraki takiplerinde<br />
tiroid fonksiyonlarında bozukluk tespit edilmedi.<br />
Abstract<br />
Interferons are used to treat chronic viral hepatitis, due to<br />
antiviral activity, are substances of protein structure. IF can<br />
lead to disorders of thyroid function during their use for<br />
treatment. PEG-IFN α-2a 120 mcg sc / week to thirty-threeyear-old<br />
male patient was started with the diagnosis of<br />
HBeAg (+) chronic hepatitis B. In the beginning of treatment,<br />
thyroid stimulating hormone (TSH), free T3 (FT3), free T4<br />
(FT4) levels were normal and antinuclear antibody (ANA)<br />
was negative. In the sixth month of treatment the patient's;<br />
TSH was 60.52 (↑), FT3 was 4.06 (N), FT4 was 4.48 (↓),<br />
thyroglobulin (TG) was 1.6 ng / ml (N), anti-thyroglobulin<br />
antibody (ATA) was 631 IU / ml (↑), anti-microsomal antibody<br />
(AMA) was 1000IU/ml (↑). Thyroid ultrasonography<br />
revealed bilateral hypoechoic fibrous septa (pseudolobulation)<br />
and increased blood flow (Hashimoto's thyroiditis? ) in<br />
the thyroid parenchyma. In Thyroid scintigraphy; nonhomogeneous<br />
hyperplastic thyroid gland and hyperactive nodule<br />
in left lobe were seen. The result of thyroid biopsy were<br />
evaluated as benign cytology. Hashimoto's thyroiditis associated<br />
with interferon was thought. Later, IFN therapy was<br />
discontinued and lamivudine was started. Due to iatrogenic<br />
hyperthyroidism for the patient, levotiron 1x1 was started.<br />
In third months of levotiron therapy, TSH was 0.190, T3 was<br />
5.6, T4 was 21: 24. Levotiron treatment was stopped. In 6<br />
months after discontinuation of interferon therapy TSH was<br />
0742, FT3 was 5: 33, FT4 was 14: 53. There was no thyroid<br />
disfunction in follow-up of the patient.<br />
Anahtar Kelimeler: Kronik hepatit, PEG- İnterferon, Tiroidit.<br />
Keywords: Chronic hepatitis, PEG-Interferon, Thyroiditis.<br />
Giriş<br />
İnterferon (IFN) lar antijen, virüs, tümör veya<br />
bakteri gibi yabancı maddelere karşı vücut hücrelerinden<br />
salınan protein yapıdaki maddelerdir.<br />
IFN-α anti-tümör ve anti-viral özelliğe sahip bir<br />
yapıdadır. IFN-α; kronik viral hepatitler, multipl<br />
skleroz, solid veya hematolojik tümörler gibi<br />
birçok hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır (1).<br />
IFN-α çeşitli yan etkilere sahip olmakla birlikte;<br />
tiroid fonksiyon bozukluğu %6.2, hipotiroidi<br />
%2.3, hipertiroidi %3.9 oranında bildirilmiştir (2).<br />
Özellikle hepatit C virüs (HCV) enfeksiyonlu hastalarda<br />
interferon tedavisi sırasında tiroid fonksiyon<br />
bozuklukları veya daha sık olarak tiroid fonksiyon<br />
bozukluğu bulunmadan tiroid antikor yük<br />
seklikleri rapor edilmiştir. Hepatit B virüs (HBV)<br />
enfeksiyonlu hastalarında yapılan çalışma sayısı<br />
kısıtlıdır ve tiroid hastalıklarıyla olan ilişkisi hepatit<br />
C kadar açık değildir.<br />
Bu yazıda peginterferon (PEG-IFN) α-2a tedavisi<br />
sırasında hipotiroidi ve tiroidit gelişen HBeAg<br />
pozitif kronik hepatit B hastası sunduk.<br />
Olgu Sunumu<br />
Sekiz yıldır kliniğimizde hepatit B taşıyıcısı olarak<br />
takip edilen 33 yaşında erkek hastaya HBeAg (+)<br />
kronik HBV enfeksiyonu tanısıyla PEG-IFN α-2a<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Abdulkadir Küçükbayrak, Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı, <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Bolu E-posta: abdulbayrak@yahoo.com<br />
Geliş tarihi / Received: Haziran / June 30, 2011; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 20, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması / Conflict Of Interest: Yok /None<br />
83
120 mcg subkutan haftada bir tedavisi başlanıldı.<br />
Tedavi öncesinde; tiroid stimülan hormon (TSH)<br />
0.72 (0.25-1.45), serbest T3 (ST3) 5.8 (4-8), serbest<br />
T4 (ST4) 15.89 (12-20), aninükleer antikor<br />
(ANA) negatif, α-fetoprotein 2.3, HBV-DNA<br />
1.000.000 copy/ml idi. Tedavinin altıncı ayında<br />
TSH 60.52 (↑), FT3 4.06 (N), FT4 4.48 (↓), Tiroglobulin<br />
(TG) 1.6 ng/ml (N), anti-tiroglobulin antikor<br />
(ATA) 631 IU/ml (↑), anti-mikrozomal antikor<br />
(AMA) 1000IU/ml (↑) olarak belirlendi. Hastanın<br />
tiroid ultrasonografi (USG) sinde; bilateral<br />
tiroid parenkimleri hipoekoik ekoda ve parenkim<br />
içerisinde fibröz septalar (psödolobülasyon),<br />
bilateral tiroid kanlanması artmış (Hashimato<br />
tiroiditi ?) olarak izlendi. Tiroid sintigrafisi inhomojen<br />
hiperplazik tiroid glandı, sol lobta hiperaktif<br />
nodül olarak değerlendirilmesi üzerine ince<br />
iğne aspirasyon biyopsisi yapıldı. Biyopsi sonucu<br />
benin sitoloji olarak belirlendi. Bu bulgularla hastada<br />
interferona bağlı hashimato tiroiditi düşünüldü.<br />
İnterferon tedavisi kesilerek lamivudin<br />
tedavisine geçildi. İyatrojenik hipertiroidi nedeniyle<br />
hastaya levotiron 1x1 tedavisi başlanıldı. Üç<br />
ay sonra yapılan tetkiklerinde TSH 0.190, ST3 5.6,<br />
ST4 21.24 olarak saptandı. Levotiron kesilerek<br />
takiplere devam edildi. İnterferon tedavisi kesildikten<br />
6 ay sonra yapılan tetkiklerinde TSH 0.742,<br />
ST3 5.33, ST4 14.53 idi. Daha sonraki takiplerinde<br />
tiroid fonksiyonlarında bozukluk tespit edilmedi.<br />
Tartışma<br />
Kronik viral hepatitli hastalardaki en sık ekstrahepatik<br />
manifestasyonların; diyabetes mellitus,<br />
romatoid artrit ve tiroid hastalıkları olduğu kabul<br />
edilmektedir (3).<br />
Soto ve ark (4) tarafından yapılan bir çalışmada<br />
kronik hepatit B ve C hastalarında klasik IFN tedavisi<br />
öncesi, sonrası ve 6. ayında hipo ve hipertiroidi<br />
kliniği ile sT3, sT4, anti-tiroid peroksidaz<br />
antikor (ATPOA) ve anti-TG antikor (ATGA) düzeyleri<br />
değerlendirilmiştir. Tedavi öncesi hiçbir<br />
hastada hipo veya hipertiroidi bulgusu saptanmazken,<br />
TPOA ve TG antikorları kronik hepatit C<br />
virüs (HCV) enfeksiyonlu hastalarda kronik HBV’li<br />
hastalara göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.<br />
Aynı zamanda subklinik hipotiroidizm; kronik<br />
HCV’li hastaların %5’inde tespit edilirken, HBV’li<br />
hastalarda bildirilmemiştir. Aynı çalışmada IFN<br />
tedavisi sonrası HCV hastalarında tiroid disfonksiyon<br />
(TD) prevalansı %12 iken HBV’lilerde %5<br />
olarak saptanmıştır. HCV’li hastalarda tedaviden<br />
sonraki tirotropin düzeyleri öncesine göre anlamlı<br />
olarak farklı bulunurken HBV’lilerde benzer<br />
bulunmuştur. Tedavi sonrasında HCV’li 4 hastada<br />
klinik hipertiroidizm saptanmıştır. HCV’li hastalarda<br />
IFN tedavisi sonunda ATPOA ve ATA serum<br />
düzeyleri anlamlı olarak yükselmiş fakat HBV’li<br />
hastalarda fark bulunmamıştır. Tedavinin 6.<br />
ayında HBV’li hastaların tamamında, HCV’li hastaların<br />
%60’ında tiroid fonksiyonları normale<br />
dönmüştür. Anti-TPO düzeyleri HCV’li tüm hastalarda<br />
pozitif olarak kalmıştır. 422 hasta üzerinde<br />
yapılan başka bir çalışmada ise kronik viral hepatit<br />
B, C, D ve B-C birlikteliği olan hastalarda tiroid<br />
anormallikleri ve klasik IFN tedavisi ile ilişkisi<br />
incelenmiştir. Bu çalışmada özellikle kronik HCV’li<br />
bayan hastalarda otoimmün tiroidit oranı 3 kat<br />
yüksek bulunmuştur. Aynı zamanda IFN tedavisinin<br />
erken döneminde ve kesildikten sonraki 6.<br />
ayda başta hipotiroidizm olmak üzere tiroid disfonksiyonunda<br />
artış bulunmuştur. IFN ile indüklenen<br />
tiroid disfonksiyonu çoğu hastada geçici ve<br />
tedavi öncesi ATPOA düzeyleri ile ilişkili olduğu<br />
vurgulanmıştır. Bu çalışmada; özellikle kadın<br />
hastalar olmak üzere kronik viral hepatitli hastalarda,<br />
ATPOA ve tiroid fonksiyon testlerinin yapılması<br />
gerektiği ve tedavi sırasında ve sonrasında<br />
TSH ve ST4 düzeylerinin izlenmesi önerilmiştir<br />
(5).<br />
AMA; çeşitli otoimmün hastalıklarda pozitif olarak<br />
bulunmakla birlikte sağlıklı bireylerde de<br />
pozitif olarak tespit edilebilir. 70 yaş üstü sağlıklı<br />
bireylerde %15.4 oranında pozitif olmaktadır (6).<br />
Bu oran; 20-59 yaş grubundaki TSH ve ST4 normal<br />
bayanlarda ise %11 olarak bulunmuştur.<br />
Diğer taraftan AMA’nın otoimmün hastalıklar<br />
yanında HCV ve HBV ile de ilişkili olduğu düşünülmektedir<br />
(7).Sunduğumuz vakada; hipotiroidiile<br />
birlikte AMA pozitifliği vardı.<br />
Kronik HBV’li çocuklarda tiroid antikorlarının<br />
pozitif bulunabileceği, antikor pozitifliğinin IFN<br />
tedavisi ile ilişkili olduğu fakat bu durumun subklinik<br />
hipotiroidizim hariç organ disfonksiyonu ile<br />
ilişkili olmadığı öne sürülmektedir. Aynı zamanda<br />
kronik HBV’li çocuklarda antikorların pozitifliği<br />
veya tedavi sırasında pozitifleşmesinin otoimmün<br />
hastalıklar ile ilişkili olmadığı kabul edilmektedir<br />
(8).<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):83-85 84
Kronik viral hepatitli postpartum hastalardan<br />
HBV’li olanlarda postpartum tiroidit (PPT) gelişmesinin<br />
beklenmediği, HCV’li hastalarda ise PPT<br />
başta olmak üzere hipertiroidizm gelişebileceği<br />
düşünülmektedir (9).<br />
Jamil ve ark (10) 511 hasta üzerinden yaptıkları<br />
retrospektif bir çalışmada, kronik HCV’li IFN veya<br />
PEG-IFN α-2a (Ribavirin ile birlikte veya tek başına)<br />
almış hastalar değerlendirilmiştir. Toplam 45<br />
hastada TD tespit edilmiştir. Bu çalışmada PEG-<br />
IFN alan hastalarda TD (14.1), IFN alan hastalardan<br />
(%6.0) yüksek bulunmuştur. Kırkbeş hastanın<br />
13’üne sitolojik inceleme yapılmıştır. Hastaların<br />
8’inde benin folliküler patern, 3’ünde tiroidit<br />
bulguları ve 2 sinde normal bulgular saptanmıştır.<br />
TD için; Asyalı olmak, kadın olmak ve PEG-IFN<br />
kullanımı bağımsız risk faktörü olarak değerlendirilmiştir.<br />
Bu çalışmada PEG-IFN tedavisi sırasında<br />
ve sonrasında tüm hastaların TD açısından takip<br />
edilmesi önerilmiştir.<br />
Kronik hepatit B hastalarında PEG-IFN α-2a tedavisi<br />
alan hastaların %19’unda tedavi kesilmesini<br />
gerektirecek derecede TD tespit edilmiştir. Tiroidit<br />
gelişminin kronik hepatit hastalarının tedaviye<br />
yanıtsızlığında rolü olduğu belirtilmiştir (11).<br />
REFERENCES<br />
1. Trask PC, Esper P, Riba M, Redman B. Psychiatric side<br />
effects of interferon therapy: prevalence, proposed mechanisms,<br />
and future directions. J Clin Oncol 2000; 18: 2316-<br />
2326.<br />
2-. Monzani F, Caraccio N, Dardano A, Ferrannini E. Thyroid<br />
autoimmunity and dysfunction associated with type I interferon<br />
therapy. Clin Exp Med. 2004; 3: 199-210.<br />
3. Cesur S, Akin K, Albayrak F, Birengel S, Kurt H, Balik I.<br />
Prevalence of illnesses in patients with chronic hepatitis b<br />
and hepatitis c: retrospective study of 435 patients. Mikrobiyol<br />
Bul 2003; 37: 187-93<br />
4. Fernandez-Soto L, Gonzalez A, Escobar-Jimenez F, Vazquez<br />
R, Ocete E, Olea N, Salmeron J. Increased Risk of Autoimmune<br />
Thyroid Disease in Hepatitis C vs Hepatitis B Before,<br />
During, and After Discontinuing Interferon Therapy. Arch<br />
Intern Med 1998; 158:1445-1448.<br />
5. Deutsch M, Dourakis S, Manesis EK, Gioustozi A, Hess G,<br />
Horsch A, Hadziyannis S. Thyroid abnormalities in chronic<br />
viral hepatitis and their relationship to interferon alfa<br />
therapy. Hepatology 1997; 26: 206-210.<br />
6.Lazarus JH, Burr ML, McGregor AM, Weetman AP, Ludgate<br />
M, Woodhead JS, Hall R.. The prevalence and progression of<br />
autoimmune thyroid disease in the elderly. Acta Endocrinol<br />
1984; 106: 199 - 202.<br />
Friedrich-Rus ve ark. (12) yaptığı çalışmada PEG-<br />
IFN-α ve ribavirin tedavilerini alan 56 kronik HCV<br />
hastasının tedavi öncesi, 1, 3 ve 6. aylarda tiroid<br />
USG’sine, tiroid fonksiyonlarına ve otoimmün<br />
belirteçlerine bakılmıştır. Tedavi öncesinde ve<br />
sırasında toplam 12 hastada tiroid fonksiyon<br />
bozukluğu tespit edilmiş (9 hastada hipertiroidi,<br />
1 hastada hipotiroidi, bir hastada da hipotiroidiyi<br />
takiben hipertiroidi). Hipertiroidili bir hastada<br />
Graves hastalığı, 9 hastada destrüktif tiroidit<br />
bulunmuştur. Bu hastalarda TD için risk faktörleri<br />
olarak; yaş, bayan cinsiyet, tedavi öncesi tiroid<br />
bezi volümü, daha önceden var olan tiroglobulin/tiroid<br />
peroksidaz antikorları ve viral yük olarak<br />
belirlenmiştir. Ayrıca antiviral tedavi sırasında<br />
tarama ve izlem için USG yapılmasının tiroid bezi<br />
hakkında fikir vermesi açısından yararlı olacağı<br />
belirtilmiştir.<br />
Sonuç olarak; literatürde kronik HCV hastalarındaki<br />
IFN ilişkili tiroidit çalışmaları daha fazla olmakla<br />
birlikte; kronik hepatit C hastaları kronik<br />
hepatit B hastalarına göre tiroidit gibi otoimmün<br />
hastalıklara daha duyarlıdır. Bununla birlikte;<br />
klasik veya PEG-IFN’lar ile tedaviye başlamadan<br />
öncesinde, sırasında ve sonrasında tiroid otoimmün<br />
antikorları ve tiroid fonksiyon testlerinin<br />
takibi tiroid disfonksiyonunun erken tanınmasında<br />
faydalı olmaktadır.<br />
7. Sawin CT, Bigos ST, Land S, Bacharach P. The aging thyroid.<br />
Relationship between elevated serum thyrotropin<br />
level and thyroid antibodies in elderly patients. Am J Med.<br />
1985; 79: 591-595.<br />
8. Kansu A, Kuloğlu Z, Demirçeken F, Girgin N. Autoantibodies<br />
in children with chronic hepatitis B infection and the<br />
influence of interferon alpha. Turk J Gastroenterol 2004 15:<br />
213-218<br />
9. Elefsiniotis IS, Vezali E, Pantazis KD, Saroglou G. Postpartum<br />
thyroiditis in women with chronic viral hepatitis. J<br />
Clin Virol 2008; 41: 318-319.<br />
10. Jamil KM, Leedman PJ, Kontorinis N, Tarquinio L, Nazareth<br />
S, McInerney M, Connelly C, Flexman J, Burke V, Metcalf<br />
C, Cheng W. Interferon-induced thyroid dysfunction in<br />
chronic hepatitis C. J Gastroenterol Hepatol 2009; 24: 1017-<br />
1023.<br />
11. Kartal ED, Alpat SN, Ozgunes I, Usluer G. Adverse effects<br />
of high-dose interferon-alpha-2a treatment for chronic<br />
hepatitis B. Adv Ther 2007; 24: 963-71.<br />
12. Friedrich-Rust M, Theobald J, Zeuzem S, Bojunga J.<br />
Thyroid function and changes in ultrasound morphology<br />
during antiviral therapy with pegylated interferon and<br />
ribavirin in patients with chronic hepatitis C. Viral Hepat<br />
2009; 16: 168-77.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):83-85 85
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.09719<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Olgu Sunumu / Case Report Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Tiroglossal Kanal Kisti Zemininde Gelişen Tiroid Papiller Karsinomu; Nadir Yerleşimli<br />
Papillary Carcinoma Arising From Thyrogossal Duct Cyst; Rare location<br />
Havva Erdem 1 , Nilüfer Kadıoğlu 1 , Ali Kemal Uzunlar 1 , Ümran <strong>Yıl</strong>dırım 1 , Murat Oktay 1 , Cem Şahiner 1 , Süleyman <strong>Yıl</strong>maz 2<br />
1 Düzce Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı<br />
2 Düzce Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Anabilim Dalı<br />
Özet<br />
Konjenital boyun kistlerinden en sık karşılaşılan tiroglossal<br />
kanal kistidir (TKK) ve %1 oranında malign hale gelebilir. En<br />
sık görülen malign patoloji, tiroidin papiller karsinomasıdır.<br />
Tedavinin planlanması ve tanı için genellikle patolojik inceleme<br />
gereklidir. Burada, boyun sağ medial yerleşimli, 3x2 cm<br />
çaplı TKK’ i olan, transservikal eksizyon ile tedavi edilen 38<br />
yaşında erkek hasta sunuldu.<br />
Abstract<br />
The most common congenital neck masses, thyroglossal<br />
duct cyst (TDC) can give rise to a malignancy in 1% of the<br />
cases. Most common malignant pathology found in this rare<br />
entity is papillary carcinoma. Diagnosis in commonly made<br />
after pathologic examination for planning the treatment.<br />
Herein, we report a 3x2cm diameter isolated TDC of the<br />
right medial in a 38-year-old man who was treated by<br />
transcervical excision.<br />
Anahtar Kelimeler: Tiroglossal dukt kisti, boyun kistleri,<br />
papiller karsinom.<br />
Keywords: Thyroglossal duct cyst, neck cyst papillary carcinoma.<br />
Giriş<br />
Tiroglossal kanal kisti (TKK) tiroid glandının en<br />
sık görülen gelişimsel anomalisidir. Sıklıkla beningdirler.<br />
Tiroid glandı aşağı boyuna inerken<br />
köken aldığı dil köküne tiroglossal kanal ile bağlanmış<br />
haldedir. Normalde yaşamın 6.haftasında<br />
bu kanal geriler, gerilemezse kist ya da fistül haline<br />
gelir (1). TKK malign lezyon gelişimi oldukça<br />
nadirdir.<br />
Vakaların %1'i malign hale gelebilir (2). En sık<br />
görülen malign patoloji tiroidin papiller karsinomasıdır.<br />
Yurt dışı literatürlerde şimdiye kadar<br />
yayınlanan vaka sayısının 200 civarında olduğu<br />
belirtilmiştir (3). Türkiye <strong>Tıp</strong> Dizini’ne bakıldığında<br />
bu konuda yayınlanan vaka sayısının altı olduğunu<br />
görülmektedir (4-8). Burada TKK zeminide<br />
gelişen tiroid papiller karsinomlu olgunun sunulması<br />
amaçlandı.<br />
kist ön tanısı ile kitleye eksizyonel biyopsi yapıldı.<br />
Patoloji laboratuarına gönderildi. Gönderilen<br />
materyalde makroskobik olarak 2,8 x 2,5 x 1,5 cm<br />
ölçülerde, kahverengi renginde ve kesit yüzeyinde<br />
kistik yapı içinden sarı renkli seröz kıvamda<br />
sıvı boşaldığı izlendi. Kese duvarına yapışık, lümene<br />
uzanan sarı renkli 1 x 0,6 x 0,4 cm ölçülerde<br />
polipoid lezyonlar dikkati çekti. Mikroskobik<br />
incelemesinde kistik yapı içerisinde 1cm‘lik alanda<br />
papiller dallanmalar izlendi. Bu yapılarda şeffaf<br />
nukleuslu, yarıklanma ve inklüzyon içeren<br />
tirosit nukleusları görüldü (Resim 1,2). Olgu TKK<br />
zemininde gelişen papiller tiroid karsinom olarak<br />
raporlandı.<br />
Olgu Sunumu<br />
Boynunda şişlik şikayeti ile 38 yaşındaki erkek<br />
hasta kulak burun boğaz polikliniğine başvurdu.<br />
Fizik muayenesinde sağ sternokleidomasteideus<br />
kasının 1/3 orta kısmının medialinde yer alan<br />
3x2cm‘lik, mobil, yumuşak kıvamlı kitle palpe<br />
edildi. Diğer sistem muayeneleri normaldi. Tam<br />
kan ve biyokimyasal değerleri normaldi. Brankial<br />
Resim 1. Kist duvarına tutunmuş papiller yapılar izlendi<br />
(H&E X 100).<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Havva Erdem, Düzce <strong>Tıp</strong> Fak Patoloji AD Konuralp/Düzce E-posta: drhavvaerdem@hotmail.com<br />
Geliş tarihi / Received: Nisan / April 04, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 07, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
86
mikroskobik incelemesinde duvarında tiroid folikül<br />
epiteli mevcuttu.<br />
TKK zemininde kanser gelişimi, sıklıkla hayatın<br />
4.dekadında görülür. Vakaların büyük çoğunluğu<br />
lezyonun cerrahi olarak çıkarılmasından sonra<br />
tanı alır (10). TKK içerisinde, tiroid dokusu elemanlarından<br />
ve yassı hücreli epitelden gelişen 2<br />
tip karsinom bildirilmiştir. En sık görülen patoloji<br />
papiller karsinomdur (%85), folliküler karsinom<br />
(%15) ve yassı hücreli karsinom (%6) daha az<br />
oranda görülürler (11,12).<br />
Resim 2. Fibrovasküler stalka sahip, üst üste binme ve<br />
şeffaf nukleus içeren tirositler izlendi (H&E X 200).<br />
Olguya yapılan tiroid sintigrafisinde ve ultrasonografide<br />
özellik izlenmedi. Tiroid fonksiyon testleri<br />
normal sınırlardaydı. Patolojik incelemede<br />
malignite kist duvarlarını aşmadığından dolayı<br />
vakaya tiroidektomi planlanmadı.<br />
Tartışma<br />
Tiroid, embryolojik hayatta farenks tabanından<br />
boyuna doğru göç ederken tiroglossal kanalı kullanır.<br />
Bu kanal, zaman içinde kanal özelliğini yitirerek<br />
kaybolur. Ancak kanalın bazı kısımları persistan<br />
kalabilir ve kanalı oluşturan hücrelerin<br />
sekresyonlarına devam etmeleri sonucunda kist<br />
ortaya çıkar (1).<br />
TKK, brankial kleft kistlerinden iki kat daha fazladır.<br />
1534 vakalık bir inceleme çalışmasında vakaların<br />
%67’sinde kist, %33’ünde de fistül olduğu<br />
izlenmiştir. TKK yaklaşık %90'ı boyun orta hatta<br />
yerleşir bazıları paramedial olarak yerleşebilir,<br />
paramedial yerleşimliler genellikle solda olur (1).<br />
Bu olguda TKK orta hattın sağında yerleşmiş olup<br />
nadir görülen lokalizasyona sahipti.<br />
TKK genelde 1-5cm arasındadır. Mukoid ya da<br />
jelatinoz materyal içerir. Mikroskobisinde tiroid<br />
dokusu her zaman görülmez. Epiteli silli psodostrafiye<br />
kolumnar, kuboidal ya da stratifiye skuamöz<br />
epitel olabilir (9). Vakamızda lezyon yaklaşık<br />
3 cm çapındaydı, seröz kıvamda mayi içeriyordu,<br />
Bu vakada da preoperatif papiller karsinomu<br />
düşündürecek herhangi bir patoloji tespit edilmedi.<br />
Tanı kistin eksizyonunun patolojik incelenmesi<br />
ile konuldu.<br />
TKK’den gelişen papiller karsinomlar klinik olarak<br />
benign tiroglossal dukt kistinden farklı bir seyir<br />
göstermez. Ancak çok nadir olmakla birlikte ağrı,<br />
ses kısıklığı, boyutlarda ani artış, kilo kaybı, bölgesel<br />
lenfadenopati oluşumu maligniteyi akla<br />
getirmelidir (12). Tiroidin papiller karsinomunun<br />
tiroidde hiçbir belirgin lezyon olmaksızın metastaz<br />
yaptığı düşünüldüğünde tiroglossal kistte<br />
görülen papiller karsinomun primer olup olmadığını<br />
netleştirmek gereklidir. Kistin epitel duvarının<br />
olması, kistin içinde veya yakınında normal<br />
tiroid dokusunun olması ve tiroidin histopatolojik<br />
incelemesinin normal olması gerekmektedir (12).<br />
Bu vakalara tiroidektomi konusunda da fikir birliği<br />
yoktur. Bazı yazarlar cerrahiden yanayken bazıları<br />
da takip ya da kistin çıkarılmasının yeterli<br />
olduğu düşüncesindedirler. Kist duvarının invazyonu<br />
da tiroidektomi ve hatta boyun diseksiyonu<br />
için bir kriter olarak ileri sürülmüştür (10-12). Bu<br />
vakada kistin eksizyonu yeterli görülmüştür.<br />
Nadir görülmesi nedeniyle tiroglossal kist zemininde<br />
gelişen papiller tiroid karsinomlar gözden<br />
kaçabilir. Hızlı büyüyen boyun kitlelerinde boyun<br />
radyolojik ve sitolojik incelemeleri yapılmalıdır<br />
(13).<br />
Her vakada olduğu gibi kistik lezyonlarda da malignite<br />
akılda tutulmalı ve kliniko- patolojik değerlendirme<br />
yapılmalıdır.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):86-88 87
REFERENCES<br />
1. Antonio, Pieter J. Slootweg Patholoy of Head and Neck,<br />
Thyroglossal Duct Cyst and Ectopic Thyroid, Springer Germany;<br />
1 edition.2006; p.268.<br />
2. Albayrak Y, Albayrak F, Kaya Z, Kabalar E, Aylu B. A case of<br />
papillary carcinoma in a thyroglossal cyst without a carcinoma<br />
in the thyroid gland, Diagn Cytopathol. 2011;39:38-<br />
41.<br />
3. Kwon JK, Lee SM, Lee HM, Lee JC. Papillary thyroid carcinoma<br />
arising from a primary thyroglossal duct cyst with<br />
cervical node metastases. Thyroid. <strong>2012</strong>;22:330-1.<br />
4. Zeynep Şıklar, Merih Berberoğlu, Aydın Yağmurlu, Bülent<br />
Hacıhamdioğlu, Şenay Savaş Erdeve, Suat Fitöz, Metin Kır,<br />
Gönül Öçal. Synchronous Occurrence of Papillary Carcinoma<br />
in the Thyroid Gland and Thyroglossal Duct in an Adolescent<br />
with Congenital Hypothyroidism J Clin Res Pediatr Endocrinol<br />
<strong>2012</strong>;4:30-33.<br />
5. Emine Elif Altuntaş, Şahande Elagöz, Ersin Tuncer, Ayhan<br />
Koyuncu, Suphi Müderris. Tiroglossal kanal kistinde papiller<br />
karsinoma: İki olgu sunumu ve literatürün gözden geçirilmesi.<br />
Cumhuriyet <strong>Tıp</strong> Derg <strong>2012</strong>;34:107-12.<br />
6. Mehmet Akif Eryılmaz, Hatice Toy. Tiroglossal Ductus Kisti<br />
İçerisinde Primer Tiroid Papiller Karsinomu Ve Seksen Aydan<br />
Fazla Takibi . Eur j Gen Med 2011;8(1):69-71.<br />
7. Nuray Voyvoda, Nihat Taşdemir. Papillary Carcinoma<br />
Arising from Thyrogossal Duct Cyst Detected by Ultrasonography:<br />
a Case Report. Fırat <strong>Tıp</strong> <strong>Dergisi</strong> 2010;15(3):158-9.<br />
8. Hilmi Alper Şenkal, Ali Şefik Hoşal, Özay Gököz, Ahmet<br />
Bülent Sözeri.Tiroglossal Duktus Kistinde Papiller Karsinom.<br />
KBB ve BBC <strong>Dergisi</strong> 2009;17(2):82-4.<br />
9. Yuri E. Nikiforovr, Paul W. Biddinger, Lester D. R. Thompson.<br />
thyroglossal duct cyst.Embryology and Developmental<br />
Lesions. In: diagnostic pathology and molecular genetics of<br />
the thyroid, Yuri E. Nikiforovr, Paul W. Biddinger, Lester D.R.<br />
Thompson (eds). Philadelphia, JB Lippincott . 2009; p.18-20.<br />
10. Torcivia A, Polliand C, Ziol M, Dufour F, Champault G,<br />
Barrat C., papillary carcinoma of the thyroglossal duct cyst:<br />
report of two cases, Rom J Morphol Embryol 2010, 51:775–<br />
777.<br />
11. Wigley TL, Chonkich GD, Wat BY. Papillary Duct carcinoma<br />
arising in a thyroglosal duct cyst.otolaryngology H & n<br />
surgery 1997; 116:3:386-388.<br />
12. Martín-Pérez E, Larrañaga E, Marrón C, Monje F.: primary<br />
Papillary carcinoma arising in the thyroglossal Duct cyst.<br />
Eur J Surgery 1997; 163: 143 – 145.<br />
13. Balalaa N, Megahed M, Ashari MA, Branicki F, thyroglossal<br />
duct cyst papillary carcinoma case rep oncol. 2011 4: 39–<br />
43.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):86-88 88
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.88598<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Derleme / Review Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Kardiyovasküler Risk Faktörü Olarak Dislipidemilere Yaklaşım<br />
Approach of Dyslipidemia; As a Cardiovascular Risk Factor<br />
Serkan Öztürk, Selçuk Öztürk.<br />
1 <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi, <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Bolu.<br />
Özet<br />
Kalp ve damar hastalıkları tüm dünyada önde gelen mortalite<br />
nedeni olmaya devam etmektedir. Dislipidemi ise kalp ve<br />
damar hastalıklarında gerek yaşam tarzı değişiklikleri gerek<br />
ise ilaç tedavisi ile düzeltilebilen önemli bir risk faktörüdür.<br />
Gerek primer koruma amaçlı gerekse sekonder koruma<br />
amaçlı lipid düşürücü tedavi ile (yaşam tarzı değişiklikleri ve<br />
ilaç tedavisi birlikte) kardiyovasküler olay gelişiminde azalma<br />
olduğu gösterilmiştir. Dislipidemi tedavisinde önemli noktalardan<br />
birisi de hastaların risk skorlamasıdır. Bireyler kalp<br />
damar hastalıkları açısından risk gruplarına ayrılmalı ve<br />
dislipidemi yaklaşımı buna göre planlanmalıdır.<br />
Anahtar Kelimeler: Dislipidemi, kalp ve damar hastalığı, risk<br />
faktörleri.<br />
Abstract<br />
Cardiovascular diseases are the leading cause of mortality<br />
continues to be all over the world. Dyslipidemia is an important<br />
cardiovascular risk factor and preventable with<br />
lifestyle changes and drug therapy. Both primary prevention<br />
and secondary prevention with lipid-lowering therapy (along<br />
with lifestyle changes and drug therapy) has been shown to<br />
decrease the development of cardiovascular events. The risk<br />
scoring of patients is one of the important points in the<br />
treatment of dyslipidemia. Individuals must be separated<br />
according to risk scores for cardiovascular disease and<br />
dyslipidemia approach should be planned accordingly this<br />
risk scoring.<br />
Keywords: Dyslipidemia, cardiovascular disease, risk factors.<br />
Giriş<br />
Kalp ve damar hastalıkları tüm dünyada önde<br />
gelen mortalite nedeni olmaya devam etmektedir<br />
(1). 2020 yılına kadar da gelişmiş ülkelerde iş<br />
gücü kaybının ana nedeni olacağı tahmin edilmektedir<br />
(2). Sigara, sedanter yaşam, obezite,<br />
yüksek kan basıncı, dislipidemi (yüksek total kolesterol<br />
ve LDL kolesterol seviyeleri, düşük HDL<br />
ve artmış trigliserid düzeyleri), yüksek şeker seviyeleri<br />
ve aile öyküsü gibi risk faktörleri kalp ve<br />
damar hastalıklarının artması açısından yüksek<br />
oranda risk teşkil etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü<br />
verileri’ ne göre Avrupa ülkelerinde kalp ve<br />
damar hastalıklarının %8.7’sinde yüksek lipid<br />
seviyeleri ana etken olarak rol oynamaktadır (2).<br />
Yaş ve cinsiyetten bağımsız olarak sigara, yüksek<br />
kan basıncı ve yüksek kolesterol seviyeleri düzeltilebilen<br />
risk faktörlerinden olup kalp damar hastalarının<br />
%80’ inde görülmektedir. Bu risk faktörlerinin<br />
toplam etkisi erken yaşta koroner kalp<br />
hastalığı gelişmesinde büyük rol oynamaktadır<br />
(3). Kan kolesterol seviyeleri ile koroner arter<br />
hastalığı arasında lineer bir ilişki mevcuttur ve<br />
kolesterol seviyeleri değiştirilebilen risk faktörlerindendir<br />
(4). Günümüzde kan kolesterol seviyelerindeki<br />
azalmayla koroner kalp hastalığı riskinin<br />
önemli ölçüde azaldığı gösterilmiştir (4). Kan<br />
kolesterol seviyeleri; beslenme değişikliği, fiziksel<br />
aktivite ve ilaçlar ile düşürülebilir. Ancak hangi<br />
hastalara nasıl yaklaşım gösterileceği konusunda<br />
hala şüpheler bulunmaktadır. Bu yazıda kan kolesterol<br />
seviyelerinin koroner kalp hastalığı ile<br />
ilişkisi ve hangi risk grubunda nasıl bir yaklaşımda<br />
bulunulması gerektiği konusu ve ilaç tedavisi<br />
gözden geçirilmeye çalışılmıştır.<br />
Hiperlipidemi Primer ve Sekonder Koruma<br />
Kan kolesterol seviyeleri kalp damar hastalığıyla<br />
lineer bir ilişki içerisindedir ve düzeltilebilen risk<br />
faktörleri arasında anahtar rol oynamaktadır. Kan<br />
kolesterol seviyesi diyet alışkanlıklarının düzeltilmesi,<br />
fiziksel aktivite ve medikal tedaviyle azaltılabilir.<br />
Tedavi toplam kardiyovasküler riski<br />
azaltmayı amaçlamalıdır ve bir risk faktöründen<br />
ziyade birden fazla risk faktörünün düzeltilmeye<br />
çalışılması daha olumlu sonuçlar verecektir (5).<br />
Kalp ve damar hastalıklarında primer koruma için<br />
yüksek risk grubunda olan 40-74 yaş aralığındaki<br />
hastalar ayırt edilmeli ve bu hastalar kardiyovasküler<br />
risk açısından skorlama yöntemleri kullanılarak<br />
değerlendirilmelidirler (6,7). Hastalara primer<br />
koruma için lipid azaltıcı tedavi başlamadan<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Serkan Öztürk, <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi, <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Bolu Telefon: 037425354656 E-posta: drserkan69@hotmail.com<br />
Geliş tarihi / Received: Mayıs / May 31, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 06, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
89
önce diğer değiştirilebilir risk faktörleri de gözden<br />
geçirilmeli ve eğer mümkünse bunlarda düzeltilmelidir.<br />
Kan testleri ve klinik değerlendirme<br />
hastalara uygulandıktan sonra eş zamanlı hastalıklar<br />
ve lipid bozukluğuna bağlı oluşabilecek<br />
hastalıklar tedavi edilmelidir. Hastanın klinik<br />
değerlendirmesi şunları içermektedir: sigara ve<br />
alkol tüketimi, kan basıncı, beden kitle indeksi,<br />
açlık lipid parametreleri ve glukoz seviyesi, böbrek,<br />
tiroid bezi ve karaciğer fonksiyonları (5). On<br />
yıllık kalp damar hastalığı gelişme riski >%20 olan<br />
bireyler birincil korunma açısından statin tedavisi<br />
için değerlendirilmelidir (8). İkincil koruma<br />
için hastalar lipid azaltıcı tedavi için değerlendirilmelidir<br />
ve risk faktörlerinin azaltılması için beklenmemelidir.<br />
Kan testleri ve klinik değerlendirme<br />
uygulandıktan sonra eş zamanlı hastalıklar ve<br />
dislipideminin sebep olabileceği durumlar tedavi<br />
edilmelidir. Klinik değerlendirmede dikkat edilmesi<br />
gereken parametreler birincil koruma ile<br />
aynıdır. Klinik olarak kanıtlanmış kalp damar hastalığı<br />
olan bireylere statin tedavisi önerilmektedir.<br />
Akut koroner sendromlarda hastalar yüksek<br />
dozda statinler ile tedavi edilmelidir (9).<br />
Hem birincil hem de ikincil korumada LDL kolesterol<br />
seviyesini azaltmak ana hedef olmalıdır.<br />
Bazı hasta gruplarında LDL yüksekliği olmadan<br />
trigliserid yüksekliği gözlenebilir. Bu hasta gruplarında<br />
ise hedef trigliserid seviyelerini azaltıp<br />
HDL kolesterol seviyelerini yükseltmek olmalıdır<br />
(Şekil 1). Hangi ilaçla tedaviye başlanacağı birçok<br />
faktöre bağlıdır. Hastanın mevcut olan lipid değerleri,<br />
hedef değerlere ne kadar yakın olduğu,<br />
ek hastalıklardan dolayı ilaç kullanımı, lipid azaltıcı<br />
ilaçların yan etkileri gibi faktörler bunlardan<br />
bazılarıdır (10).<br />
Dislipidemi Tedavisinde Kardiyovasküler Risk<br />
Değerlendirilmesi<br />
Hiperlipidemi bulunan her hastada 10 yıllık süreçteki<br />
kalp ve damar hastalık riski mutlaka değerlendirilmelidir.<br />
NCEP ATP III’e göre aşağıdakilerden<br />
iki veya daha fazlasının bulunması, kalp ve<br />
damar hastalığı açısından yüksek risk teşkil etmektedir<br />
(11):<br />
▪ Erkek cinsiyet için 45 yaş ve üstü, kadın cinsiyet<br />
için 55 yaş ve üstü<br />
▪ Erken yaşta koroner kalp hastalığı öyküsü; erkek<br />
cinsiyet için 55 yaş ve altı, kadın cinsiyet için<br />
65 yaş ve altında olmak koşuluyla erkek cinsiyet<br />
için babada veya birinci derece erkek akrabada,<br />
kadın cinsiyet için annede veya kadın olan birinci<br />
derece akrabada MI veya ani kardiyak ölüm öyküsü<br />
▪ Aktif sigara içiciliği<br />
▪ Kan basıncının seri yapılan ölçümlerde 140/90<br />
mmHg ve üzerinde olması veya antihipertansif<br />
tedavi kullanım öyküsü<br />
▪ HDL kolesterol seviyelerinin 40 mg/ dL altında<br />
olması<br />
Obezite ve fiziksel inaktivite risk faktörü olarak<br />
değerlendirilmemektedir fakat bu hastalarda<br />
tedavi için değerlendirilmelidir. Obezite; hipertansiyon,<br />
DM, dislipidemi gibi risk faktörlerini<br />
doğrudan etkilediği için bu hastalarda tedavi<br />
açısından mutlaka değerlendirilmelidir. Eğer HDL<br />
kolesterol 60 mg/ dL ve üzerinde ise negatif risk<br />
faktörü olarak değerlendirilmektedir, çünkü HDL<br />
kolesterol koroner arter hastalık riskini azaltmaktadır.<br />
Örneğin, hasta 3 adet risk faktörü içermekte<br />
ve HDL kolesterol 60 mg/dL üzerinde ise bir<br />
risk fakörü silinir. Böylece hasta 2 adet risk faktörü<br />
varmış gibi değerlendirilir (11,12). CRP ve homosistein<br />
düzeylerinin yüksek olmasının kalp ve<br />
damar hastalığı risk değerlendirmesinde tanısal<br />
rolünün olduğu belirlenmiştir (13), fakat bunun<br />
risk faktörü olarak tanımlanmasında elimizde<br />
henüz yeterli veri bulunmamaktadır.<br />
WOSCOPS çalışması verilerine göre kolesterol<br />
seviyelerindeki yükseklik ile yüksek riskli erkeklerin<br />
tedavisi sonrasında kalp krizi ve kalp hastalığına<br />
bağlı ölüm riskinde belirgin azalma olduğu<br />
gösterilmiştir. Randomize yapılan çift kör çalışmada<br />
bazal ortalama LDL seviyesi 193 mg/ dL<br />
olan 6600 sağlıklı bireye ortalama 5 yıl boyunca<br />
pravastatin (40 mg/gün) veya plasebo verilmiş ve<br />
ölümcül olmayan MI veya kalp hastalığına bağlı<br />
ölümlerin insidansında %31 azalma olduğu gösterilmiştir<br />
(14). Son zamanlarda yayınlanan verilere<br />
göre ek takip dönemindeki hastalarda sadece<br />
üçte birinin statin tedavisi almaya devam etmesine<br />
rağmen, 10 senelik süreçten sonra da statin<br />
kullanan grupta daha düşük kardiyovasküler<br />
ölüm oranları gösterilmiştir (15).<br />
2002 yılında yayınlanan PROSPER çalışmasında<br />
70-82 yaş aralığındaki 5804 hasta plasebo veya<br />
pravastatine randomize edilmiş ve bu hastaların<br />
hepsinin kalp damar hastalığı için risk faktörü<br />
mevcutmuş (16). Üç yıllık inceleme sonucunda<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):89-93 90
koroner nedenli ölüm, ölümcül olmayan MI, inme<br />
oranlarında %15 azalma olduğu gösterilmiştir.<br />
Bu çalışmada yaşlılarda birincil ve ikincil korumanın<br />
önemi vurgulanmıştır (16).<br />
ASCOT çalışmasında hipertansiyon ve en az üç<br />
kardiyovasküler risk faktörü olan ve bazal ortalama<br />
LDL kolesterol seviyesi 133 mg/dL olan<br />
10305 hasta atorvastatin 10 mg/ gün veya plaseboya<br />
randomize edilmiş (17). Plasebo grubunda<br />
birincil sonlanım noktasının anlamlı şekilde daha<br />
yüksek olmasından dolayı çalışma erken sonlandırılmış<br />
(17). 1994 yılında sonuçlanan 4S, 1996<br />
yılında yayımlanan CARE, 1998 yılında LIPID ve<br />
2004 yılında yayımlanan PROVE-IT-TIMI 22 çalışmaları<br />
sekonder korumada statinlerin önemine<br />
vurgu yapan çalışmalardır ve bu çalışmalarda<br />
gösterilmiştir ki statin tedavisi altındaki bireylerde<br />
kalp hastalığına bağlı ölüm anlamlı derecede<br />
daha düşüktür (18-21). 2005 yılında yayınlanan<br />
TNT çalışması stabil koroner arter hastalarında<br />
yoğun lipid düşürücü tedavinin yararını göstermeyi<br />
hedeflemiş (15). Çalışma koroner arter hastalığı<br />
olan ve bazal LDL kolesterol seviyeler 130<br />
mg/dL altında olan 10001 hastayı 10 mg/gün ve<br />
80 mg/gün atorvastatine randomize etmiş. Yaklaşık<br />
5 yıllık takip sonrasında 80 mg/gün atorvasttain<br />
alan grupta KAH nedeniyle ölüm, ölümcül<br />
olmayan MI, kardiyak arresten sonra resusitasyon<br />
veya ölümcül ve ölümcül olmayan inmeden<br />
oluşan birincil birleşik sonlanım noktasında %22<br />
göreceli risk azalması görülmüş. Şaşırtıcı şekilde<br />
iki grup arasında myalji ve rabdomyoliz oranları<br />
benzer bulunmuş (15).<br />
Kolesterol Tedavisinde Kullanılan İlaç Tedavileri<br />
2005 yılında Lancet' te yayınlanan bir metanalize<br />
göre LDL kolesterol seviyesindeki her 1 mmol/L<br />
(39 mg/ dL) LDL azalmasıyla tüm nedenlere bağlı<br />
mortalitede anlamlı %12 azalma gösterilmiş (22).<br />
Koroner nedenli mortalitede %19 azalma, MI,<br />
koroner revaskularizasyon ve inmede %21 azalma<br />
görülmüş. Statinlerin kullanımının ilk yılında<br />
faydası görülmüş ve sonraki yıllarda daha da<br />
artmış. Statinler ayrıca anlamlı derecede kanser<br />
artışı olmadan tedavi kullanımında güvenli görülmüştür.<br />
Ayrıca dislipidemilere genel yaklaşım şekil 1’de<br />
gösterilmektedir (Lipid management in adults 12.<br />
baskısından uyarlanmıştır).<br />
Yaşam Tarzı Değişiklikleri<br />
Hiperlipidemi tedavisinde agresif tedavi önerilmekle<br />
birlikte bir çok medikasyon önümüzde<br />
seçenek olarak gözüküyor olsa da yaşam tarzı<br />
değişiklikleri hiperlipidemi tedavisinde köşe taşını<br />
oluşturmaktadır. Yaşam tarzı değişikliklerini aerobik<br />
egzersiz, kilo yönetimi, sigara bırakılması,<br />
alkol tüketiminin azaltılması, sitostanol esterlerinden<br />
oluşan besin destekleri, bitkisel yağlardan<br />
oluşan diyetler içermektedir. Fazla kiloları olan<br />
hastalar kilo verilmesi ve daha az kalori alması<br />
yönünde cearetlendirilmelidir. Hedef LDL değerlerine<br />
ulaşmak için hastalara diyet ve egzersiz<br />
programı önerilmelidir. Doymuş yağlar ve trans<br />
yağlardan fakir, lifli gıdalardan zengin diyetler<br />
önerilmekle birlikte E vitamini desteği önerilmemektedir.<br />
Bu hastalarda diyette günlük iki gram<br />
bitkisel sterollerde önerilmektedir (23).<br />
Statinler LDL kolesterol seviyesini azaltmak için<br />
ilk seçenek olup hastalara risk skorlaması yapılarak<br />
endikasyon dâhilinde tedavi uygulanmalıdır.<br />
Mevcut olan yedi adet statin vardır: atorvastatin,<br />
fluvastatin, lovastatin, pravastatin, rosuvastatin,<br />
simvastatin ve pitavastatin. Statinlerin trigliserid<br />
seviyelerini azaltmak ve HDL kolesterol seviyelerini<br />
arttırmak gibi özellikleride vardır. Primer ve<br />
sekonder koruma amacıyla statin kullanımını<br />
destekleyen bir çok klinik çalışma mevcuttur (15-<br />
21). Statinler dışında lipid azaltıcı tedavi amacıyla<br />
kullanılmakta olan niacin, gemfibrozil, fenofibrate,<br />
ezetimibe, safra asid reçineleri gibi tedavi<br />
seçenekleri de mevcuttur.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):89-93 91
KAYNAKLAR<br />
1. World Health Organization. Cardiovascular diseases<br />
(CVDs) [ online ]. Available from URL: http://<br />
www.who.int/mediacentre/ factsheets/fs317/en/inex.html<br />
2. Murray CJL, Lopez AD Alternative projections of mortality<br />
and disability by cause 1990-2020: Global burden of disease<br />
study Lancet 1997; 349: 1498-1504.<br />
3. Emberson JR, Whincup PH, Morris RW Walker M. Reassessing<br />
the contribution of serum total cholesterol, blood<br />
pressure and cigarette smoking to the aetiology of coronary<br />
heart disease: impact of regression dilution bias. European<br />
Heart Journal 2003; 24: 1719–26.<br />
4. World Health Organization. Reducing risks, promoting<br />
healthy life. The world health report 2002.<br />
5. World Health Organization: Gaining Health: The European<br />
Strategy for the Prevention and Control of noncommunicable<br />
diseases. WHO Regional Committee for<br />
Europe www.euro.whu.int/Document/RC56/edoc08.<br />
6. De Backer G; EUROASPIRE II Study Group. Evidence-based<br />
goals versus achievement in clinical practice in secondary<br />
prevention of coronary heart disease: findings in EUROAS-<br />
PIRE II. Atheroscler Suppl. 2002; 13-6;16-7.<br />
7. De Sutter J, De Bacquer D, Kotseva K, Sans S, Pyorala K,<br />
Wood D, De Backer G; EUROASPIRE II Study Group. Screening<br />
of family members of patients with premature coronary<br />
heart disease; results from the EUROASPIRE II family<br />
survey. Eur Heart J. 2003; 24: 249-57.<br />
8. De Backer G, Ambrosioni E, Borch-Johnsen K, Brotons C,<br />
Cifkova R, Dallongeville J, Ebrahim S, Faergeman O, Graham<br />
I, Mancia G, Cats VM, Orth-Gomér K, Perk J, Pyörälä K,<br />
Rodicio JL, Sans S, Sansoy V, Sechtem U, Silber S, Thomsen<br />
T, Wood D; European Society of Cardiology Committee for<br />
Practice Guidelines. European guidelines on cardiovascular<br />
disease prevention in clinical practice: third joint task force<br />
of European and other societies on cardiovascular disease<br />
prevention in clinical practice (constituted by representatives<br />
of eight societies and by invited experts). Eur J Cardiovasc<br />
Prev Rehabil. 2003; 10(4):S1-S10.<br />
9. Cannon CP, Braunwald E, McCabe CH, Rader DJ, Rouleau<br />
JL, Belder R, Joyal SV, Hill KA, Pfeffer MA, Skene AM; Pravastatin<br />
or Atorvastatin Evaluation and Infection Therapy-<br />
Thrombolysis in Myocardial Infarction 22 Investigators.<br />
Intensive versus moderate lipid lowering with statins after<br />
acute coronary syndromes. N Engl J Med. 2004 Apr<br />
8;350(15):1495-504.<br />
10. Van Ganse E, Laforest L, Alemao E, Davies G, Gutkin S,<br />
Yin D. Lipid-modifying therapy and attainment of cholesterol<br />
goals in Europe: the Return on Expenditure Achieved for<br />
Lipid Therapy (REALITY) study. Curr Med Res Opin. 2005; 21:<br />
1389-99.<br />
11. Grundy SM, Cleeman JI, Merz CN, Brewer HB Jr, Clark LT,<br />
Hunninghake DB, Pasternak RC, Smith SC Jr, Stone NJ; National<br />
Heart, Lung, and Blood Institute;American College of<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):89-93 92
Cardiology Foundation; American Heart Association.Implications<br />
of recent clinical trials for the National<br />
Cholesterol Education Program Adult Treatment Panel III<br />
guidelines. Circulation. 2004; 110: 227-39.<br />
12. De Backer G, Ambrosioni E, Borch-Johnsen K, Brotons C,<br />
Cifkova R, Dallongeville J, Ebrahim S, Faergeman O, Graham<br />
I, Mancia G, Manger Cats V, Orth-Gomér K, Perk J, Pyörälä<br />
K, Rodicio JL, Sans S, Sansoy V, Sechtem U, Silber S, Thomsen<br />
T, Wood D; Third Joint Task Force of European and<br />
Other Societies on Cardiovascular Disease Prevention in<br />
Clinical Practice. European guidelines on cardiovascular<br />
disease prevention in clinical practice. Third Joint Task Force<br />
of European and Other Societies on Cardiovascular Disease<br />
Prevention in Clinical Practice. Eur Heart J. 2003; 24 :1601-<br />
10.<br />
13. Pineda J, Marín F, Marco P, Roldán V, Valencia J, Ruiz-<br />
Nodar JM, Romero DH, Sogorb F, Lip GY. The prognostic<br />
value of biomarkers after a premature myocardial infarction.<br />
Int J Cardiol. 2010; 143: 249-54.<br />
14. Streja L, Packard CJ, Shepherd J, Cobbe S, Ford I; WOS-<br />
COPS Group. Factors affecting low-density lipoprotein and<br />
high-density lipoprotein cholesterol response to pravastatin<br />
in the West Of Scotland Coronary Prevention Study (WOS-<br />
COPS). Am J Cardiol. 2002; 90: 731-6.<br />
15. Shepherd J, Barter P, Carmena R, Deedwania P, Fruchart<br />
JC, Haffner S, Hsia J, Breazna A, LaRosa J, Grundy S, Waters<br />
D.Effect of lowering LDL cholesterol substanitially below<br />
currently recommended levels in patients with coronary<br />
heart disease and diabetes: The Treating to New Targets<br />
(TNT) Study. Diabetes Care. 2006; 29: 1220-1226.<br />
16. Ford I, Blauw GJ, Murphy MB, Shepherd J, Cobbe SM,<br />
Bollen EL, Buckley BM, Jukema JW, Hyland M, Gaw A, Lagaay<br />
AM, Perry IJ, Macfarlane P, Norrie J, Meinders AE,<br />
Sweeney BJ, Packard CJ, Westendorp RG, Twomey C, Stott<br />
DJ; The PROSPER Study Group. A Prospective Study of Pravastatin<br />
in the Elderly at Risk (PROSPER): Screening Experience<br />
and Baseline Characteristics. Curr Control Trials<br />
Cardiovasc Med. 2002: 20; 8.<br />
17. Williams B, Lacy PS, Cruickshank JK, Collier D, Hughes<br />
AD, Stanton A, Thom S, Thurston H; CAFE and ASCOT Investigators.<br />
Impact of statin therapy on central aortic pressures<br />
and hemodynamics: principal results of the Conduit Artery<br />
Function Evaluation-Lipid-Lowering Arm (CAFE-LLA) Study.<br />
Circulation. 2009; 119:53-61.<br />
18. Spaulding C, Weber S. Scandinavian simvastatin study<br />
(4S). Lancet. 1994; 344:8939-8940.<br />
19. Plehn JF, Davis BR, Sacks FM, Rouleau JL, Pfeffer MA,<br />
Bernstein V, Cuddy TE, Moyé LA, Piller LB, Rutherford J,<br />
Simpson LM, Braunwald E. Reduction of stroke incidence<br />
after myocardial infarction with pravastatin: the Cholesterol<br />
and Recurrent Events (CARE) study. The Care Investigators.<br />
Circulation. 1999; 19: 216-23.<br />
20. MacMahon S, Sharpe N, Gamble G, Hart H, Scott J,<br />
Simes J, White H. Effects of lowering average of belowaverage<br />
cholesterol levels on the progression of carotid<br />
atherosclerosis: results of the LIPID Atherosclerosis<br />
Substudy. LIPID Trial Research Group. Circulation. 1998; 97:<br />
1784-90.<br />
21. Scirica BM, Morrow DA, Cannon CP, Ray KK, Sabatine<br />
MS, Jarolim P, Shui A,<br />
McCabe CH, Braunwald E; PROVE IT-TIMI 22 Investigators.<br />
Intensive statin therapy and the risk of hospitalization for<br />
heart failure after an acute coronary syndrome in the PRO-<br />
VE IT-TIMI 22 study. J Am Coll Cardiol. 2006; 47: 2326-31.<br />
22. Baigent C, Keech A, Kearney PM, Blackwell L, Buck G,<br />
Pollicino C, Kirby A, Sourjina T, Peto R, Collins R, Simes R;<br />
Cholesterol Treatment Trialists' (CTT) Collaborators. Efficacy<br />
and safety of cholesterol-lowering treatment: prospective<br />
meta-analysis of data from 90,056 participants in 14 randomised<br />
trials of statins. Lancet. 2005; 8: 366(9493):1267-<br />
78.<br />
23. Hockley T, Pollard S, Smedley M. Lifestyle and risk factor<br />
management and the use of drug therapies in coronary<br />
patients from 15 countries. Principal results from EUROAS-<br />
PIRE II. European Heart Journal 2001; 22: 554-572.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):89-93 93
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.33042<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Derleme / Review Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Damar İçi Kateter İnfeksiyonlarına Güncel Yaklaşım<br />
Current Approach To Intravascular Catheter Infection<br />
İsmail Necati Hakyemez, Abdulkadir Küçükbayrak, Hayrettin Akdeniz.<br />
<strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi, İnfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı, Bolu<br />
Özet<br />
Hastanelerin riskli ünitelerinde yatan hastalarda nozokomiyal<br />
kan dolaşımı infeksiyonlarının önemli bir kısmı damar içi<br />
kateter infeksiyonlarından kaynaklanmaktadır. Kateterle<br />
ilişkili kan dolaşımı infeksiyonu (KİKDİ), önemli bir morbidite<br />
ve mortalite nedenidir. Hastanede kalış süresi ve bakım<br />
maliyetlerini artırır. İnfeksiyon sıklıkla kateter giriş yeri ve<br />
birleşim yerinden kaynaklanmaktadır. KİKDİ için en sık etken<br />
mikroorganizmalar koagülaz-negatif stafilokok, Staphylococcus<br />
aureus, Enterokoklar ve Candida türleridir. Kateter ile<br />
periferik kanda aynı etkenin üremesi tanının temelini oluşturur.<br />
Tedavide, genellikle kateter çıkarılır ve sistemik antibiyotik<br />
başlanır. Kanıta dayalı stratejiler eşliğinde paket önlemlerin<br />
uygulanması, multidisipliner eğitimlerin verilmesi, geriye<br />
dönük bildirimlerin sağlanması, infeksiyon kontrol sürveyansının<br />
düzgün çalışması ve kalite açısından akreditasyonun<br />
sağlanması KİKDİ’lerin önlenmesi için zorunludur.<br />
Abstract<br />
A great majority of nosocomial bloodstream infections in<br />
hospitalized patients in risky departments of hospitals originate<br />
from an infected central venous catheter (CVC). Catheter-related<br />
bloodstream infection (CRBSI) is one of the considerable<br />
reason for morbidity and mortality and causes an<br />
increase in both duration and cost of hospital care. CRBSI<br />
usually arises around the catheter inserion site and at the<br />
hub of the catheters. Coagulase-negative staphylococci,<br />
Staphylococcus aureus, enterococci, and Candida species are<br />
the most common causative organisms for CRBSI. Isolation<br />
of the same organism from the catheter and peripheral<br />
blood contitutes the basis for the diagnosis of CRBSI. CRBSI<br />
is usually treated by withdrawal of the catheter and using<br />
systemic antibiotics. Applying prevention bundles accompanied<br />
with the evidence based strategies, planning multidisciplinary<br />
trainings, analysing retrospective data of the cases,<br />
doing infection control surveyances properly and providing<br />
acreditation in terms of quality is compulsory to avoid from<br />
CRBSI.<br />
Anahtar Kelimeler: kateter, infeksiyon, tanı, önlem.<br />
Keywords: catheter, infection, diagnosis, prevention.<br />
Giriş<br />
Günümüz tıp uygulamalarında tedavi amaçlı çok<br />
çeşitli kateterler kullanılmaktadır. Yoğun bakım<br />
üniteleri içerdikleri özellikli hasta popülasyonu<br />
nedeniyle damar içi kateter uygulamalarının en<br />
sık yapıldığı ünitelerdir. Bu hastalarda santral<br />
venöz kateterler yaşam desteği ve tedavi anlamında<br />
büyük öneme sahip araçlardır (1). Amerika<br />
Birlesik Devletleri’nde (ABD) her yıl 150 milyondan<br />
fazla damar içi kateter kullanılmaktadır. Bunların<br />
yaklaşık olarak 15 milyonunun santral venöz<br />
kateter (SVK) olduğu ve yoğun bakım ünitelerinde<br />
80.000 kateter ilişkili kan dolaşımı infeksiyonu<br />
(KİKDİ) saptandığı belirtilmektedir (2).<br />
Kateter kullanımına bağlı başta infeksiyon olmak<br />
üzere çeşitli komplikasyonlar oluşabilmektedir.<br />
Alınan tüm önlemlere karşın kateterlerin daha sık<br />
kullanımıyla doğru orantılı olarak, kateter infeksiyonlarında<br />
bir artış söz konusudur. Bu durum<br />
morbidite/mortalite hızlarının artışının yanında<br />
hastalara ve kurumlara ek maliyet getirmektedir<br />
(3).<br />
Patogenez<br />
Kateter ilişkili infeksiyonların patogenezinde pekçok<br />
faktör rol almaktadır. Kateter infeksiyonları;<br />
konak, yabancı bir cisim olan kateterin fizik özellikleri<br />
ve patojen mikroorganizmadan oluşan<br />
üçleme arasındaki etkileşim sürecinde oluşur.<br />
SVK kolonizasyonu infeksiyon için bir ön koşuldur.<br />
Konak glikoproteinleri, kateter takıldıktan<br />
kısa bir süre sonra kateter yüzeyine adsorbe olarak<br />
mikroorganizmaların tutunabilmelerini kolaylaştırmaktadır<br />
(4). Bu mikroorganizmaların çoğunluğu<br />
yabancı cisimlere yapışmalarını kolaylaştıran<br />
ve kendilerini savunmalarını sağlayan biyofilm<br />
olarak bilinen mukopolisakkarid yapıda bir<br />
madde üreterek infeksiyon gelişimine önemli bir<br />
katkı yapmaktadır (5).<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. İsmail Necati Hakyemez, <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi, <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji AD, Bolu Telefon: 037425354656<br />
E-posta: drhakyemez@hotmail.com<br />
Geliş tarihi / Received: Mayıs / May 01, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Mayıs / May 12, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
94
Kolonizasyon en sık cilt-kateter arayüzü (ekstraluminal<br />
yol) boyunca mikroorganizmaların<br />
göçüyle ya da bir kateter birleşme yerinin (hub)<br />
kontaminasyonu (endoluminal yol) ile oluşur (6).<br />
Kısa süreli kullanılan SVK’lerde (7-10 günden az<br />
süreli) giriş yeri etrafındaki deri sıklıkla infeksiyon<br />
kaynağını oluştururken, uzun süreli SVK’lerde en<br />
sık infeksiyon kaynağı kateter birleşme yeridir<br />
(7).<br />
Kateter infeksiyonlarının nadir bir nedeni yapım<br />
veya uygulama esnasında kontamine olan infüzatlardır.<br />
Bu sekilde özellikle yoğun bakım ünitelerinde<br />
salgın yapan nozokomiyal infeksiyonlar<br />
görülmektedir (8). Bir çalışmada kontamine infüzatın<br />
KİKDİ’lerin %7’sinden sorumlu olduğu belirtilmekte<br />
ve tedavi ünitelerinde damar içi sıvı<br />
hazırlanan hastanelerde Gram-negatif bakteri<br />
üremesi saptanması durumunda rutin olarak<br />
infüzat kültürü bakılması önerilmektedir (9).<br />
Risk Faktörleri<br />
Damar içi kateter ilişkili infeksiyon için risk faktörleri<br />
konak, kateter, hastane ve ekiple ilgili<br />
duruma göre değişiklik göstermektedir. Santral<br />
venöz kateter ilişkili kan dolaşımı infeksiyonu için<br />
risk faktörleri kateterizasyon öncesi uzamış yatış<br />
süresi, uzun süreli kateterizasyon, kateterin acil<br />
şartlarda takılması, hub ve giriş yerinde yoğun<br />
mikrobiyal kolonizasyon, internal juguler kateterizasyon,<br />
granülositopeni, altta yatan hastalığın<br />
ciddiyeti, başka odakta aktif infeksiyon, cilt bütünlüğünün<br />
bozulması, erken doğum, kateter<br />
yoluyla total parenteral beslenme ve standart<br />
dışı kateter bakımını (örneğin, aşırı kateter manipülasyonu<br />
veya düşük hemşire-hasta oranı)<br />
içermektedir (3,10). Kısa süreli SVK’lerde subklavian<br />
yerleşim femoral bölgeye göre daha düşük<br />
kolonizayon ve tromboemboli riski taşıdığından<br />
kateterizasyonda subklavian yerleşim tercih edilir.<br />
Uzun süreli santral venöz kateteri olan kanser<br />
hastalarında juguler ve subklavian yerleşimin her<br />
ikisi benzer risk taşır (11). Derialtı venöz port<br />
kullanılarak implante edilen kateterler için infeksiyon<br />
riski, kısa süreli tünelsiz SVK’lerden çok<br />
daha düşük olduğu için uzun süreli venöz girişim<br />
gerektiren hastalarda, port kateterler daha çok<br />
tercih edilir (12).<br />
Etiyoloji<br />
Başta cilt flora mikroorganizmaları olmak üzere,<br />
çesitli bakteriler ve mantarlar etiyolojide rol alır<br />
(13). Kateter tipi, kateter yeri, konağın durumu,<br />
hastanın bulunduğu ünite ve hastane gibi faktörlere<br />
göre etkenler farklılık gösterebilir. Başta<br />
koagülaz negatif stafilokok (KNS)'lar (deri florasının<br />
en baskını olması ve slime oluşturma yeteneği<br />
sebebiyle) olmak üzere, Staphylococcus aureus,<br />
Enterococcus ve Candida türleri kateter<br />
infeksiyonlarından en sık üretilen etkenlerdir<br />
(14). Pseudomonas aeruginosa, Klebsiella spp.,<br />
Escherichia coli, Enterobacter spp. ve diğer<br />
Gram-negatif bakteriler etiyolojide daha az oranda<br />
saptanmaktadır (15). İmmünsüpresyon ve<br />
geniş spektrumlu antibiyotik kullanımı durumunda<br />
diğer nadir saptanan bakteri ve funguslar da<br />
etken olabilmektedirler. Bütün kateter tiplerinde<br />
KNS'ler en sık etkendir, ama femoral kateterde<br />
en sık etken Gram-negatif çomaklar ve enterokoklardır<br />
(16).<br />
Tanı<br />
Klinik bulgular (kateterli hastalarda lokal ve sistemik<br />
bulgular) ve mikrobiyolojik testler tanının<br />
temelini oluşturur. Başka bir infeksiyon odağı<br />
yokluğunda kateterli bir hastada ateş, üşüme,<br />
titreme, hipotansiyon, hiperventilasyon, solunum<br />
yetmezliği bulguları kateter infeksiyonunu düşündürmelidir<br />
(17). Standart dışı kateter bakımının<br />
yapılması, kateter girişinde inflamasyon varlığı,<br />
kateter ucu kültüründe kanlı besiyerinde ≥15<br />
mikroorganizma kolonisi varlığı, tipik mikroorganizmalara<br />
(KNS, S.aureus, Candida spp. vb) bağlı<br />
bakteriyemi, total parenteral beslenenlerde hematojen<br />
Candida endoftalmiti varlığı, tedaviye<br />
dirençli bakteriyemi, kateterin çıkarılmasıyla<br />
kliniğin düzelmesi ve infüzat ilişkili kümesel infeksiyon<br />
durumunda KİKDİ akla getirilmelidir.<br />
Sistemik bulgu olmaksızın kateter giriş yerinde<br />
inflamasyon varlığı lokal infeksiyonu düşündürmelidir<br />
(18). Kateter bakteriyemi kaynağı olsa<br />
bile çoğu zaman görünür bir infeksiyon bulgusu<br />
saptanmayabilir. Kesin tanı için mikrobiyolojik<br />
incelemelere gereksinim vardır (10).<br />
Kateterin çıkarılmasını gerektiren yöntemler: En<br />
sık kullanılanı yarı kantitatif kültür yöntemdir.<br />
Kateterin 5 cm’lik uç kısmının kanlı besiyerinde<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):94-98 95
Maki yöntemiyle ekimi sonrası ≥15 mikroorganizma<br />
kolonisi üremesi kateterin anlamlı derecede<br />
kolonize olduğunu gösterir. Dezavantajı sadece<br />
kateter dış yüzeyinin kültürüne olanak tanımasıdır<br />
(19). Tam kantitatif kateter kültür yöntemiyle<br />
hem kateter dış yüzeyi hem de kateter<br />
lümenindeki biyofilme yapışık mikroorganizmaları<br />
izole etmek mümkündür. Sonikatör ve vorteks<br />
yardımıyla yapılan tam kantitatif kültürde ≥10²<br />
kob (koloni oluşturan birim)/ml üremesi anlamlı<br />
olarak kateterin infekte olduğunu gösterir (18).<br />
Kateterin çıkarılmasını gerektirmeyen yöntemler:<br />
Uzun süreli SVK gereken hastalarda kateter değişimi<br />
zordur. Bu durumda kateter çıkarılmaksızın<br />
infeksiyonun tanısını sağlayan yöntemler geliştirilmiştir.<br />
Kantitatif kan kültürü yöntemi, kateterden<br />
alınan kan örneği ile periferik venden alınan<br />
kan kültürü örneklerinin koloni sayılarının karşılaştırılmasına<br />
dayanmaktadır. Kateterden alınan<br />
kan kültüründeki üremede saptanan koloni sayısı/ml<br />
periferik venöz kana göre 5 kattan daha<br />
fazlaysa kateter infeksiyonu tanısı konur. Diğer<br />
bir yöntem de üreme zamanlarının karşılaştırlmasına<br />
dayanmakta ve otomatize sistemlerde<br />
kateterden alınan kan kültürünün aynı anda alınan<br />
periferik ven kan kültüründen iki saat daha<br />
önce üreme sinyali vermesi kateter infeksiyonuna<br />
işaret eder (20,21). Kateter giriş yerinde akıntı<br />
olan durumlarda, kateter hub ve giriş yerinden<br />
yapılan sürüntü kültürünün değerlendirilmesi<br />
kateter çekilmesini gerektirmeyen diğer bir yöntemdir.<br />
Katetere bağlı sepsis tanısında en az iki<br />
set kan kültürü alınmalıdır. Kan kültürü alırken<br />
deri asepsisine özel önem göstermek gerekir.<br />
Çünkü kontaminasyona bağlı kan kültüründe<br />
olabilecek bir üreme gereksiz tedavi ve yatış süresinin<br />
uzamasına neden olacaktır (10).<br />
Tedavi<br />
Kateterle ilişkili infeksiyonlara yaklaşımda sıklıkla<br />
kateterin çıkarılması, sonrasında ampirik antibiyotik<br />
başlanması ve kültür sonuçlarına göre değişiklik<br />
planlanması tedavinin temelini oluşturur.<br />
Kateterin çıkarılması hastalarda iyileşme sağlamakla<br />
birlikte beraberinde antimikrobiyal tedavi<br />
uygulanmalıdır (22). Kritik hastalarda kateterin<br />
değişimi komplikasyon nedeniyle güçlük gösterebilir.<br />
KNS gibi virülansı düşük mikroorganizmaların<br />
etken olduğu durumlarda kateter çıkarıl<br />
maksızın tedavi yapılabilir. Kateterin çıkarılma<br />
kararı etken mikroorganizmaya, infeksiyonun<br />
seyrine, kateter tipine ve konağın durumuna<br />
göre verilmelidir (18).<br />
Kateteri çıkarılmayan hastalarda sistemik antibiyoterapi<br />
yanında 7-14 gün süreyle intraluminal<br />
antibiyotik uygulaması (antibiyotik kilitleme yöntemi)<br />
yapılmalıdır. Perifer kan kültüründe üreme<br />
olmaksızın santral kateterden alınan kan kültürlerinde<br />
birden fazla üreme varsa sistemik tedavi<br />
olmaksızın 10-14 gün süreyle sadece antibiyotik<br />
kilit tedavisi yapılabilir (10). Bu uygulama, kateter<br />
lümeninin antibiyotik solüsyonu ile doldurulup<br />
etkinliğini göstermesi için burada belli bir süre<br />
kilitlenmesi esasına dayanmaktadır (23). Kateter<br />
infeksiyonundan şüphelenildiğinde hızlıca ampirik<br />
tedavi başlanmalıdır. Ampirik tedavide metisiline<br />
dirençli stafilokoklar dikkate alınmalı ve ilk<br />
seçenekte glikopeptidler yer almalıdır. Özel konak<br />
durumunda Gram negatif etkinliği olan bir<br />
antibiyotik ve/veya antifungal ajan tedaviye eklenmelidir<br />
(24). Ampirik tedavi mikrobiyolojik<br />
kültür sonuçlarına göre yeniden düzenlenmelidir<br />
(17).<br />
Sistemik infeksiyöz komplikasyon gelişmeyen ve<br />
tedaviye iki gün içinde yanıt alınan kısa süreli<br />
kullanılan santral kateterli hastalarda etken KNS<br />
ise ve kateter yerinde kalacaksa sistemik tedavi<br />
yanında antibiyotik kilit tedavisi 10-14 gün sürdürülmelidir.<br />
Ancak, kateter çıkarılacaksa tedavi<br />
süresi 5-7 gündür. S.aures’ta kateter çıkarıldıktan<br />
sonra tedavi 14 günden uzun sürdürülmelidir.<br />
Gram negatif bakteri ve Enterekok türlerinde ise<br />
7-14 gün süreyle verilmelidir. Candida türlerinde<br />
negatif kan kültüründen sonra 14 gün tedaviye<br />
devam edilmelidir. Katetere bağlı sistemik infeksiyöz<br />
komplikasyon gelişen hastalarda ise tedavi<br />
süresi 4-8 haftadır (10).<br />
Korunma<br />
Yüksek mortalite-morbidite oranı ve maliyeti<br />
nedeniyle kateter ilişkili kan dolaşımı infeksiyonlarının<br />
önlenmesine ve kanıta dayalı sıfır riske<br />
yönelik çalışmalar ön plana çıkarılmalıdır (25).<br />
ABD’de Sağlık Bakımını İyileştirme Enstitüsü,<br />
sağlık bakımı sürecindeki uygulamaların iyileştirilmesi<br />
için demetler kavramını geliştirmiştir.<br />
Demetler kanıta dayalı önlem kılavuzlarına eşlik<br />
eden, ideal pratik uygulamaların gruplandırılma<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):94-98 96
sıdır. Hastaların prognozuna olumlu katkı sağlar.<br />
Bu demetler; el hijyeni, kateterizasyon sırasında<br />
maksimum bariyer önlemlerinin alınması (Maske,<br />
bone, steril önlük, steril eldiven ve steril hasta<br />
örtüsü kullanımı), kateter giriş yeri ve çevresine<br />
klorheksidinle cilt antisepsisi uygulanması, en<br />
uygun kateter yerleşim yerinin seçilmesi (femoral<br />
bölgeye kateter yerleştirilmesinden kaçınılması),<br />
günlük olarak santral kateter gereksiniminin değerlendirilmesidir<br />
(3,26).<br />
Kateter yerleştirilmeden önce endikasyon gerekliliği<br />
ayrıntılı değerlendirilmelidir. Kateterizasyon<br />
sonrasında önlem demetlerini içeren uygulama<br />
listesinin değerlendirilerek alınması gereken önlemlere<br />
uyumun kontrolü sağlanmalıdır. Uyumun<br />
artırılmasına yönelik infeksiyon kontrol komitesi<br />
sürveyans verileri eşliğinde infeksiyon oranları<br />
geriye dönük bilgilendirme yoluyla hastane ünitelerine<br />
iletilmelidir (27). KİKDİ’ye yönelik kanıta<br />
dayalı infeksiyon kontrol kılavuzlarının kullanılması<br />
ile önemli ölçüde eliminasyon sağlanabilir<br />
(28). Günlük endikasyon değerlendirilmesi ile<br />
gereksiz olduğu saptanan kateter en kısa sürede<br />
çıkarılmalıdır. Uzun süreli kateterizasyon infeksiyonu<br />
tetikler. Sürekli eğitim programlarının düzenlenmesi<br />
ile önlem demetlerinin sağlık personeline<br />
anlatılması, kateterizasyon sırasındaki<br />
önlemlere uyumun kontrolü ve geri dönük bildirimlerin<br />
sonucunda infeksiyon oranlarında belirgin<br />
ölçüde azalma olduğu görülmüştür (29).<br />
Kateterizasyon sonrasında kateter bakımının<br />
pratik ve uygun bir şekilde yapılması, personele<br />
ileri düzeyde verilen bir eğitimden daha önemlidir<br />
(30). Uygulama öncesi eller yıkanmalı veya el<br />
antiseptiği ile ovulmalıdır. Santral kateter uygulamalarında<br />
steril eldiven giyilmelidir. Kateter<br />
giriş yeri gazlı bez, şeffaf yarı geçirgen örtüler ile<br />
kapatılmalıdır. Kateter giriş yeri örtüleri, nemlenme,<br />
gevşeme, kirlenme durumunda değiştirilmelidir.<br />
Kısa süreli kateterlerde gazlı bez örtüler<br />
iki günde bir, yarı şeffaf örtüler ise yedi günde<br />
bir değiştirilmelidir. Antibiyotikli lokal pomatlar<br />
kolonizasyonu artırdığından kateter bakımında<br />
kullanılmamalıdır (31).<br />
Maksimum steril bariyer önlemleri ve kateterizasyon<br />
sırasında klorheksidin uygulaması yapılmasına<br />
rağmen KİKDİ oranları yüksek seyrederse<br />
infeksiyonun önlenmesi açısından antisep<br />
tik/antibiyotik emdirilmiş kateterlerin kullanılması<br />
önerilir. Bu amaçla Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi<br />
tarafından onaylanmış olan iç ve dış yüzeyleri<br />
minosiklin ve rifampinle kaplanmış kateterler<br />
kullanılmaktadır (32).<br />
Santral venöz kateterler rutin olarak belirli periyodda<br />
değiştirilmemelidir. Ancak kateter takılması<br />
sırasında asepsiyi bozan bir durum varsa<br />
kısa sürede değiştirilmelidir. Enjeksiyon sırasında<br />
önce % 70 alkol veya iyodofor solüsyonu ile silinmeli,<br />
uygulamada kullanılan alet steril olmalı,<br />
kullanılmayan tüm lümenler kapalı tutulmalıdır<br />
(33).<br />
Gelişmekte olan ülkelerde KİKDİ hızı, gelişmiş<br />
ülkelere göre daha yüksektir (34). Yetersiz sayıda<br />
eğitimli sağlık personeli, infeksiyon kontrol kurallarına<br />
uyum sorunu, infeksiyon kontrol sürveyansı<br />
ve akreditasyonunun hastanelerde zorunlu<br />
tutulmaması bu durumun başlıca nedenleridir.<br />
Önlem demetlerinin daha kapsamlı uygulanması<br />
yönünde bilincin oluşturulması, bize kateter infeksiyonlarının<br />
sıfır düzeyine çekilmesinde önemli<br />
bir katkı sağlayacaktır.<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Seifert H, Jansen B, Widmer AF, Farr BM: Central-<br />
Venous Catheters. In: Seifert H, Jansen B, Farr BM (Eds):<br />
Catheter-Related Infections. 2th edition, New York, Marcel<br />
Dekker 2005: 293-326.<br />
2. O'Grady NP, Alexander M, Burns LA, Dellinger EP, Garland<br />
J, Heard SO, Lipsett PA, Masur H, Mermel LA, Pearson<br />
ML, Raad II, Randolph AG, Rupp ME, Saint S; Healthcare<br />
Infection Control Practices Advisory Committee. Guidelines<br />
for the prevention of intravascular catheterrelated<br />
infections. Am J Infect Control 2011; 39: 1-34.<br />
3. Beekmann SE, Henderson DK: Infections caused by<br />
percutaneous intravascular devices. In: Mandell GL, Bennett<br />
JE, Dolin R (Eds): Mandell, Douglas, and Bennett's<br />
Principles and Practice of Infectious Diseases. 7th edition,<br />
Philadelphia, PA: Churchill, Livingstone, Elsevier 2010:<br />
3347-62.<br />
4. Pascual A. Pathogenesis of catheter-related infections:<br />
lessons for new designs. Clin Microbiol Infect 2002; 8:<br />
256-64.<br />
5. Zhang L, Gowardman J, Rickard CM. Impact of microbial<br />
attachment on intravascular catheter-related infections.<br />
Int J Antimicrob Agents 2011; 38: 9-15.<br />
6. Bouza E, Burillo A, Munoz P. Catheter-related infections:<br />
diagnosis and intravascular treatment. Clin Microbiol<br />
Infect 2002; 8: 265-74.<br />
7. Edgeworth J. Intravascular catheter infections. J Hosp<br />
Infect 2009; 73: 323-30.<br />
8. Safdar N, Maki DG. The pathogenesis of catheterrelated<br />
bloodstream infection with noncuffed short-term<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):94-98 97
central venous catheters. Intensive care med 2004; 30:<br />
62-7.<br />
9. Macias AE, Huertas M, de Leon SP, Munoz JM, Chavez<br />
AR, Sifuentes-Osornio J, Romero C, Bobadilla M. Contamination<br />
of intravenous fluids: a continuing cause of hospital<br />
bacteremia. Am J Infect Control 2010; 38: 217-21.<br />
10. Weber DJ, Rutala WA. Central line-associated bloodstream<br />
infections: prevention and management. Infect Dis<br />
Clin North Am 2011; 25: 77-102.<br />
11. Ge X, Cavallazzi R, Li C, Pan SM, Wang YW, Wang FL.<br />
Central venous access sites for the prevention of venous<br />
thrombosis, stenosis and infection in patients requiring<br />
long-term intravenous therapy. Cochrane Database Syst<br />
Rev <strong>2012</strong>; 3: CD004084.<br />
12. Maki DG, Kluger DM, Crnich CJ. The risk of bloodstream<br />
infection in adults with different intravascular devices; a<br />
systematic review of 200 published prospective studies.<br />
Mayo Clin Proc 2006; 81: 1159-71.<br />
13. Eggimann P, Pittet D. Overview of catheter-related<br />
infections with special emphasis on prevention based on<br />
educational programs. Clin Microbiol Infect 2002; 8: 295-<br />
309.<br />
14. Walz JM, Memtsoudis SG, Heard SO. Prevention of<br />
central venous catheter bloodstream infections. J Intensive<br />
Care Med 2010; 25: 131-8.<br />
15. Mermel LA, Farr BM, Sherertz RJ, Raad II, O'Grady N,<br />
Harris JS, Craven DE. Guidelines for the management of<br />
intravascular catheter-related infections. Clin Infect Dis<br />
2001; 32: 1249-72.<br />
16. Polderman KH, Girbes AR. Mechanical and infectious<br />
complications of central venous catheters. Minerva Anestesiol<br />
2003; 69: 330-2.<br />
17. Öncü S. İnravenöz kateter infeksiyonları. ANKEM Derg<br />
<strong>2012</strong>; 26: 180-3.<br />
18. Öztürk R: Damar içi kateterlere bağlı infeksiyonlar ve<br />
korunma. Hastane İnfeksiyonları (Ed): Hastane infeksiyonları<br />
derneği yayını No:1, bilimsel tıp yayınevi, Ankara<br />
2003:489-517.<br />
19. Crump JA, Collignon PJ. Intravascular catheterassociated<br />
infections. Eur J Clin Microbiol Infect Dis 2000;<br />
19: 1-8.<br />
20. Bouza E, Alvarado N, Alcala L, Perez MJ, Rincon C, Munoz<br />
P. A randomized and prospective study of 3 procedures<br />
for the diagnosis of catheter-related bloodstream infection<br />
without catheter withdrawal. Clin Infect Dis 2007;<br />
44: 820-6.<br />
21. Eggimann P. Diagnosis of intravascular catheter infection.<br />
Curr Opin Infect Dis 2007; 20: 353-9.<br />
22. Paiva JA, Pereira JM. Treatment of the afebrile patient<br />
after catheter withdrawal: drugs and duration. Clin Microbiol<br />
Infect 2002; 8: 290-4.<br />
23. Carratala J. The antibiotic-lock technique for therapy of<br />
‘highly needed’ infected catheters. Clin Microbiol Infect<br />
2002; 8: 282-9.<br />
24. Bouza E, Burillo A, Munoz P. Catheter-related infections:<br />
diagnosis and intravascular treatment. Clin Microbiol<br />
Infect 2002; 8: 265-74.<br />
25. McLaws ML, Burrell AR. Zero risk for central lineassociated<br />
bloodstream infection: are we there yet?. Crit<br />
Care Med <strong>2012</strong>; 40: 388-93.<br />
26. Marwick C, Davey P. Care bundles: The holy grail of<br />
infectious risk management in hospital? Curr Opin Infect<br />
Dis 2009; 22: 364-9.<br />
27. Güner R. Kateter ilişkili kan dolaşımı infeksiyonlarından<br />
korunmada paket önlemler. ANKEM Derg 2011; 25: 25-7.<br />
28. Berenholtz SM, Pronovost PJ, Lipsett PA, Hobson D,<br />
Earsing K, Farley JE, Milanovich S, Garrett-Mayer E, Winters<br />
BD, Rubin HR, Dorman T, Perl TM. Eliminating catheter-related<br />
bloodstream infections in the intensive care<br />
unit. Crit Care Med 2004; 32: 2014-20.<br />
29. Bizzarro MJ, Sabo B, Noonan M, Bonfiglio MP, Northrup<br />
V, Diefenbach K. A quality improvement initiative to reduce<br />
central line-associated bloodstream infections in a neonatal<br />
intensive care unit. Infect Control Hosp Epidemiol<br />
2010; 31: 241-8.<br />
30. Shapey IM, Foster MA, Whitehouse T, Jumaa P, Bion JF.<br />
Central venous catheter-related bloodstream infections:<br />
improving postinsertion catheter care. J Hosp Infect 2009;<br />
71:117-22.<br />
31. Peredo R, Sabatier C, Villagrá A, González J, Hernández<br />
C, Pérez F, Suárez D, Vallés J. Reduction in catheterrelated<br />
bloodstream infections in critically ill patients<br />
through a multiple system intervention. Eur J Clin Microbiol<br />
Infect Dis 2010; 29: 1173-7.<br />
32. Vergidis P, Patel R. Novel approaches to the diagnosis,<br />
prevention, and treatment of medical device-associated<br />
infections. Infect Dis Clin North Am <strong>2012</strong>; 26: 173-86.<br />
33. Mermel LA, Allon M, Bouza E, Craven DE, Flynn P,<br />
O'Grady NP, Raad II, Rijnders BJ, Sherertz RJ, Warren DK.<br />
Clinical practice guidelines for the diagnosis and management<br />
of intravascular catheter-related infection: 2009<br />
Update by the Infectious Diseases Society of America. Clin<br />
Infect Dis 2009; 49: 1-45.<br />
34. Rosenthal VD, Maki DG, Jamulitrat S, Medeiros EA, Todi<br />
SK, Gomez DY, Leblebicioglu H, Abu Khader I, Miranda<br />
Novales MG, Berba R, Ramírez Wong FM, Barkat A, Pino<br />
OR, Dueñas L, Mitrev Z, Bijie H, Gurskis V, Kanj SS, Mapp<br />
T, Hidalgo RF, Ben Jaballah N, Raka L, Gikas A, Ahmed A,<br />
Thu le TA, Guzmán Siritt ME. International Nosocomial<br />
Infection Control Consortium (INICC) report, data summary<br />
for 2003-2008, issued June 2009. Am J Infect Control<br />
2010; 38: 95-104.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):94-98 98
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.03521<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Orijinal Makale / Original Article Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Kardiyak Elektrofizyolojik Çalışma<br />
The Cardiac Electrophysiologic Study<br />
Alim Erdem, Mehmet Yazıcı<br />
<strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi, <strong>Tıp</strong> Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı, Bolu<br />
Özet<br />
Kardiyak Elektrofizyolojik çalışma (EPS) kalbin elektriksel ileti<br />
sisteminin inceleyen invaziv bir işlemdir. Kalbin elektriksel<br />
aktivitesi ve ileti yollarının değerlendirilmesinde kullanılır.<br />
EPS işlemiyle anormal kalp ritimlerinin tanısı, nedenleri,<br />
orijin aldığı lokalizasyon ve tedavi yöntemleri belirlenir. Bu<br />
derlememizde klinik kardiyak elektrofizyolojik çalışmanın<br />
temel esasları ve klinik kullanımlarından literatürler eşliğinde<br />
bahsedilecektir.<br />
Anahtar Kelimeler: Kardiyak, elektrofizyoloji, aritmi.<br />
Çarpıntı şikayeti kardiyoloji kliniklerinde en sık<br />
karşılaşılan şikayetlerden bir tanesi olup, son<br />
yıllarda bu şikayetlerle başvuran hasta sayısında<br />
ciddi artışlar gözlenmektedir. Çarpıntı şikayeti ile<br />
acil servise yapılan başvurular genel başvuruların<br />
% 7’sini oluştururken, kardiyolojiye yapılan başvuruların<br />
ise %20’sini oluşturmaktadır (1,2,3).<br />
Çarpıntı şikayetinin etiyolojik tanısının konması<br />
için her ne kadar kullanılan EKG, Holter gibi noninvaziv<br />
metotlar olsa da kesin tanı koymada,<br />
Elektro Fizyolojik Çalışma(EPS) kullanılmaktadır<br />
(4). EPS her ne kadar çarpıntı tanısında kullanılsa<br />
da, aynı oranda senkop, presenkop, ölümcül<br />
aritmilerin etiyolojik tanısı, kalıcı pil ve kalıcı defibrilatör<br />
takılma ihtiyacının belirlenmesinde de<br />
kullanılmaktadır (4,5).<br />
20. yüzyılın başlarında hayvan deneylerinde, ilk<br />
kez kalp hücrelerindeki elektriksel enerjiler kaydedilmiştir<br />
(6) 1914 yılında Lewis tarafından kalbin<br />
elektriksel haritalaması yapılmıştır. Durrer ve<br />
Wellens ilk olarak aritmilerin oluşturulması amacıyla<br />
programlı elektriksel stimülasyon işlemini<br />
gerçekleştirmişlerdir (6). İnsanlardaki His potansiyeli<br />
ölçümü ilk kez Scherlag ve arkadaşları tarafından<br />
başarılmıştır (7). Bu his potansiyellerinin<br />
kaydı aritmilerin tanısında EPS işleminin kullanılmasının<br />
kapısını açmıştır, bir grup araştırmacı<br />
yaptıkları çalışmalar sonucunda programlı stimülasyonla<br />
atriyo-ventriküler ileti defektleri, supraventriküler<br />
ve ventriküler taşikardilerin tanısının<br />
konacağını bulmuşlardır. 1970’ler ve 1980’ler<br />
boyunca bu konuda yapılan birçok çalışmanın<br />
Abstract<br />
The cardiac electrophysiology study (EPS) is an invasive<br />
procedure which tests the electrical conduction system of<br />
the heart to assess the electrical activity and conduction<br />
pathways of the heart. The EPS is indicated to investigate<br />
the cause, location of origin, and best treatment for various<br />
abnormal heart rhythms. In this report, we present a review<br />
of current literature about the basic principles and clinical<br />
uses of the cardiac electrophysiologic study.<br />
Keywords: Hyperparathyroidism, cinacalcet, hemodialysis.<br />
sonucunda kalp içinde farklı lokalizasyonlara<br />
yerleştirilen kateterler ile programlı stimülasyon<br />
esasına dayanan genel bir protokol oluşturulmuştur.<br />
Tüm dünyada son 40 yıldır giderek kullanım alanı<br />
ve miktarı artan EPS işlemi, ülkemizde de son 10<br />
yıldır, birçok merkezde başarıyla uygulanmaktadır.<br />
EPS işlemi, intrakardiyak alınan elektrogram<br />
kayıtlarının değerlendirilmesi esasına dayanan<br />
invaziv bir işlemidir (Resim 1).<br />
Resim 1. Elektrofizyolojik çalışma laboratuvarı<br />
EPS işlemi genel olarak noninvaziv tanı yöntemlerinin<br />
tanı koymada yetersiz kaldıkları durumlarda<br />
gerçekleştirilir (8,9). EPS işlemi genel olarak; Hispurkinje<br />
sistem blokları, Sinüs-AV nod disfonksiyonları,<br />
paroksismal supraventriküler taşiaritmiler<br />
ve yapısal kalp hastalığı olanlarda ventriküler<br />
taşikardilerin (VT) tanısında kullanılır (10-12).<br />
Yapılan çalışmaların sonucunda EPS işlemine<br />
alınanların %30-%86’sında pozitif sonuçlar elde<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
<strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Hastanesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Gölköy 14270 Bolu E-posta: cardiology14@gmail.com<br />
Geliş tarihi / Received : Mayıs/ May 26, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 05, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
99
Erdem A ve ark.<br />
edildiği gösterilmiştir (13-15) EPS işlemi sonucu<br />
normal değerler saptanan kişilerin yapılan uzun<br />
dönem takipleri sonucunda %4’lik kısmında kardiyak<br />
ritm patolojileri saptanmıştır (15) Bu çalışmaların<br />
sonucunda EPS işleminin sensitivitesi ve<br />
spesifitesinin yapan klinisyene bağlı olarak yüksek<br />
olduğu ifade edilmiştir. Bu yüksek değerlerin<br />
yakalanması için EPS işleminin standardizasyonu<br />
amaçlı kılavuzlar hazırlanmıştır (16) Bu kılavuzlar<br />
doğrultusunda tecrübeli ellerde yapılan EPS işleminin<br />
tanısal tıp açısından yüksek başarı oranlarına<br />
sahip faydalı bir işlem olduğu açıktır.<br />
Kardiyak Elektrofizyolojik Çalışma<br />
Standart olmamakla beraber birçok merkezde<br />
koroner sinüse takılan kateter yardımıyla kalbin<br />
sol tarafından kardiyak elektriksel potansiyellerin<br />
alınması sağlanır (Resim 3). Yerleştirilen bu kateterler<br />
sonucunda hem kalp içinden intrakardiyak<br />
elektrogramlar (İKEKG) alınıp, hem de uyarım<br />
(pacing) yapılabilmektedir.<br />
Geniş çaplı yapılan çalışmalar sonucunda dökümante<br />
edilememiş tipik çarpıntı şikayeti ile gelen<br />
hastalarda takılan 24 saatlik ritm holteriyle ancak<br />
%25’lik kısmının tanısı konabilirken, yapılan EPS<br />
işlemi ile bu hastaların %90-96’lık kısmında tanı<br />
konabilmektedir (17-19).<br />
Kateter yerleştirilmesi ve Elektriksel Uyarım<br />
(Pacing)<br />
EPS işleminde kateter yerleştirilmesi amacıyla<br />
genellikle sağ femoral ven kullanılır. Hastanın<br />
taşıdığı özelliklere ve klinisyenin tercihine göre<br />
sol femoral ve sağ juguler vende kullanılabilmektedir.<br />
Özellikle bazı merkezlerde, koroner sinüs<br />
kateterinin takılması amacıyla sağ juguler ven<br />
tercih edilebilmektedir. Farklı merkezlerde farklı<br />
sayılarda katater takılabilmekle beraber standart<br />
olarak yüksek sağ atriyum, his bölgesi (triküspid<br />
anulus) ve sağ ventrikül apeksine yerleştirilir (19)<br />
Bu yerleştirilen kateterler vasıtasıyla sinüs nodu<br />
ve sağ atriyum, AV nod (his potansiyeli) ve sağ<br />
ventrikülden kardiyak elektriksel potansiyeller<br />
alınır (Resim 2).<br />
Resim 3. Koroner sinüs kateteri yerleşimi<br />
İKEKG kalp içinden kaydedilen EKG’ler olup, sayesinde<br />
kardiyak aritmilerin patofizyolojik mekanizmalar<br />
saptanarak, tedavi prosedürlerinin kararı<br />
verilir. İKEKG’lerin yüzeyel EKG ile arasındaki<br />
fark; yüzeyel EKG kalpte oluşan elektriksel aktivitenin<br />
toplamını verirken, İKEKG sadece lokalize<br />
bir bölgenin elektriksel aktivitesini yani kateterin<br />
en yakın olduğu kalp dokusunun elektrik aktivitesini<br />
kaydeder.<br />
Elektriksel uyarım (pacing); Eksternal bir pacemaker’ın<br />
ürettiği elektrik akımının kalp içi dokulara<br />
taşınarak kateter elektrodunun hemen yanındaki<br />
kalp hücresinin depolarizasyonunun sağlanmasıdır.<br />
EPS’de pacing ile erken uyarılar yoluyla<br />
aritmi indüksiyonunda kullanılır (programlı<br />
uyarı). İyi zamanlanmış erken vurular; değişik<br />
kalp dokularının refrakter periyotlarının ölçümünde,<br />
iki bölge arasındaki kalp dokusunun ileti<br />
özelliklerinin tayininde, Otomatik odağın ve reentri<br />
halkalarının varlığı ve özelliklerinin incelenmesinde<br />
yardımcı olur (20).<br />
Resim 2. Kalpteki EPS kateterleri<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):99-103 100
Erdem A ve ark.<br />
Temel Elektrofizyoloji Protokolü<br />
Kateterlerin yerleştirilmesi sonrasında kılavuzlar<br />
tarafından belirlenen protokoller doğrultusunda<br />
standart işlemler gerçekleştirilir (16). Bu esnada<br />
hastanın genelde sedatize edilmesi istenmez.<br />
Sedasyon işleminde kullanılan ajanların altta<br />
yatan aritmilerin uyarılmasını engellediği bilinmekle<br />
beraber klinisyenin tercihine ve hastanın<br />
taşıdığı özelliklere bağlı olarak bazı sedatif ajanlar<br />
kullanılabilir (Tablo 1). Özellikle dökümante edilememiş<br />
hastaların işleminde klinisyenin işlem<br />
esnasında hasta ile diyalog halinde olmasının<br />
faydalı olduğu bazı klinisyenler tarafından kabul<br />
edilmektedir.<br />
Tablo 1. EPS işlemi esnasında kullanılan ajanlar<br />
İlaç<br />
Diazepam<br />
Midazolam<br />
Fentanil<br />
Morfin<br />
Meperidin<br />
Doz<br />
5-10 mg/IV (total doz 20 mg)<br />
2 mg/IV (total doz 5 mg)<br />
0,5-1 mg/1-2 dk/IV<br />
1-1,5 mg/IV<br />
2-10 mg/IV(total doz 15 mg)<br />
EPS işleminde uygulanan temel elektrofizyoloji<br />
protokolü sırasıyla; Bazal ileti zamanı aralıklarının<br />
ölçülmesi, SA düğümün otomatisite ve iletiminin<br />
değerlendirilmesi, AV düğümün ileti ve refrakterliğinin<br />
değerlendirilmesi, His-Ventrikül (Purkinje)<br />
sisteminin ileti ve refrakterliğinin değerlendirilmesi,<br />
Supraventriküler aritmilerin uyarılması ve<br />
Ventriküler aritmilerin uyarılması basamaklarından<br />
oluşmaktadır (16). İşlem esnasında kullanılan<br />
ilaçların başlıcaları isoproterenol, dobutamin ve<br />
atropindir. Atropin 1-3 mg dozunda kullanılır.<br />
Normal yanıt için kalp hızının 90/dk veya bazal<br />
hızın %20 üzerine çıkması beklenir. İsoproterenol<br />
1-3 mg/dk verilerek kalp hızında %25 lik bir artış<br />
olana kadar arttırılır, en yüksek doz 20-25 mg’dır<br />
(16,21).<br />
Kardiyak Elektrofizyolojik Çalışma<br />
hastalığının tesbitinde HV süresindeki uzama<br />
daha değerlidir. Ölçülen bu zamanlar yaş ve cinsiyete<br />
bağlı olarak değişiklik gösterebilmekle<br />
beraber normal değerler AH 65-140 msn, HV 35-<br />
55 msn olarak kabul edilmektedir (16).<br />
Resim 4.EPS işlemindeki İntrakardiyak elektrogramlar<br />
(PA = Intra-atriyal ileti zamanı, A= Atrial Aktivite, AH =<br />
Atriyal-His ileti zamanı, H = His dalı aktivite, HV = His–<br />
Ventrikül ileti zamanı, V=Ventriküler Aktivite<br />
Sinüs düğüm fonksiyonlarının değerlendirilmesi<br />
Atriyumdan sinüs nodundan daha hızlı pace yapılması<br />
sinus düğümünü susturur. Pace kapatıldığında<br />
ise kalpteki en hızlı uyarı çıkaran odak olan<br />
sinüs tekrar devreye girer. Eksternal uyarı kesildikten<br />
sonra ilk sinüs vurusu çıkana kadar geçen<br />
süre “sinüs düğümü toparlanma zamanıdır”.<br />
Sinüs düğümü toparlanma zamanı normal aralığı<br />
yetişkinlerde < 500-550 msn, çocuklarda ise
Erdem A ve ark.<br />
Atriyoventriküler nod ve His-Purkinje fonksiyonlarının<br />
değerlendirilmesi<br />
Atriyoventriküler nod fonksiyonlarının değerlendirilmesinde<br />
bazal ileti zamanlarından özellikle<br />
Atriyal-His (AH) ve His-Ventriküler (HV) süreleri<br />
kullanılır, bunlardan HV süresindeki patolojik<br />
uzama klinik karar açısından daha önemlidir. Kalp<br />
içinde uyarı iletme özelliğine sahip bir dokunun<br />
artık uyarıyı iletemediği anın belirlenmesine<br />
“Refrakter periyodun ölçülmesi” denir. Atriyoventriküler<br />
noddaki refrakter periyodun ölçülmesine<br />
“AV Wenchebach” adı verilir. Bunu test etmek<br />
için atriyumdan giderek artan hızlarda pace<br />
vuruları çıkarılır. AV noda uyarının iletilemediği<br />
hız AV nodun refrakter periyodu yani AV Wenchebach’dır<br />
(Resim 6). Cinsiyet ve yaşa bağlı olarak<br />
bazı ufak değişiklikler göstermekle beraber<br />
normal değer olarak 450 msn altı kabul edilir.<br />
Kardiyak Elektrofizyolojik Çalışma<br />
Atriyum ve ventriküler kateterler ile yapılan iyi<br />
zamanlanmış erken vurular sayesinde supraventriküler<br />
taşiaritmilerin patofizyolojik mekanizmasında<br />
yer alan reentran ve otomatisite mekanizmalarının<br />
uyarılması ile taşikardilerin oluşturulması<br />
prensibine dayanır. Bunlar arasında en sık<br />
gözlenen tip olan Atriyoventriküler nodal reentran<br />
taşikardide nodal kısımda yer alan dual yolağın<br />
saptanması ve tedavide yavaş yolun ablasyonu<br />
amacıyla lokalizasyonun belirlenmesi işlemi<br />
gerçekleştirilir. Aynı şekilde ikinci sıklık da gözlenen<br />
atriyum ve ventrikül arasında AV nod dışında<br />
aksesuar bir yol bulunması esasına dayanan Atriyoventriküler<br />
reentran halkanın indüklenerek<br />
taşikardinin oluşturulması ve bu duruma yol açan<br />
aksesuar yolun lokalizasyonun belirlenmesi, özellikle<br />
koroner sinüs kateteri yardımıyla, böylece<br />
tedavide uygulanacak ablasyon bölgesinin saptanması<br />
sağlanır. Diğer supraventriküler taşikardi<br />
tipleri olan Atriyal flutterın tipi ve ablasyon hedefi<br />
olarak isthmus bölgesinin saptanması, Atriyal<br />
taşikardinin uyarılması ve lokalizasyonu tespiti<br />
işlemleri gerçekleştirilir.<br />
Ventriküler aritmilerin uyarılması<br />
Ventrikülün özellikle apeks kısmından, uyarılamama<br />
durumunda farklı iki bölgeden de yapılabilen<br />
kontrollü pacing ile iyi zamanlanmış erken<br />
vurular sayesinde ventriküler taşikardilerin patofizyolojik<br />
mekanizmasında yer alan reentran ve<br />
fokal odakların aktive edilmesi esasına dayanır.<br />
Bu sayede uyarılan ventriküler taşikardi ve fibrilasyonun<br />
tedavi metodunun belirlenmesinde<br />
kullanılır.<br />
Resim 6. Atriyoventriküler noddaki refrakter periyodun<br />
ölçülmesine “AV Wenchebach”<br />
Supraventriküler aritmilerin uyarılması<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):99-103 102
Erdem A ve ark.<br />
Kardiyak Elektrofizyolojik Çalışma<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Nyrnes A, Mathiesen EB, Njølstad I, Wilsgaard T, Løchen<br />
ML. Palpitations are predictive of future atrial fibrillation.<br />
An 11-year follow-up of 22,815 men and women:<br />
the Tromso Study. Eur J Prev Cardiol. <strong>2012</strong> May 15.<br />
2. Reagan BW, Huang RL, Clair WK. Palpitations: an annoyance<br />
that may require clairvoyance. Circulation.<br />
<strong>2012</strong>;125:958-65.<br />
3. Schweizer PA, Korosoglou G, Thomas D, Aulmann S,<br />
Remppis A, Witzens-Harig M, Katus HA. Chest pain,<br />
shortness of breath, and palpitations unmask an unexpected<br />
diagnosis. Circulation. <strong>2012</strong>;125:843-6.<br />
4. Prystowsky EN, Klein GJ. Techniques in electrophysiologic<br />
testing. In: Cardiac arrhythmias: an integrated approach<br />
for the clinician. New York (NY): McGraw-Hill;<br />
1994. p. 299–333.<br />
5. Josephson ME. Electrophysiologic investigation: General<br />
concepts. In: Clinical cardiac electrophysiology. Philadelphia<br />
(PA): Lea & Febiger; 1993. p. 22–70.<br />
6. Rosen MR, Wit AL, Hoffman BF. Electrophysiology and<br />
pharmacology of cardiac arrhythmias. IV. Cardiac antiarrhythmic<br />
and toxic effects of digitalis. Am Heart J.<br />
1975;89:391-9.<br />
7. 7.Rosen MR, Hordof AJ, Hodess AB, Verosky M, Vulliemoz<br />
Y. Ouabain-induced changes in electrophysiologic<br />
properties of neonatal, young and adult canine cardiac<br />
Purkinje Fibers. J Pharmacol Exp Ther. 1975;194:255-<br />
63.<br />
8. Muller T, Roy D, Talajic M, Lemery R, Nattel S, Cassidy D.<br />
Electrophysiologic evaluation and outcome of patients<br />
with syncope of unknown origin. Eur Heart J 1991; 12:<br />
139–43.<br />
9. Click RL, Gersh BJ, Sugrue DD, Holmes DR Jr, Wood DL,<br />
Osborn MJ, Hammill SC. Role of invasive electrophysiologic<br />
testing in patients with symptomatic bundle<br />
branch block. Am J Cardiol 1987; 59: 817–23.<br />
10. Denniss AR, Ross DL, Richards DA, Uther JB. Electrophysiologic<br />
studies in patients with unexplained syncope. Int<br />
J Cardiol 1992; 35: 211–7.<br />
11. Bachinsky WB, Linzer M, Weld L, Estes NA 3rd. Usefulness<br />
of clinical characteristics in predicting the outcome<br />
of electrophysiologic studies in unexplained syncope.<br />
Am J Cardiol 1992; 69: 1044–9.<br />
12. Twidale N, Heddle WF, Ayres BF, Tonkin AM. Clinical<br />
implications of electrophysiology study findings in patients<br />
with bifascicular block and syncope. Aust N Z J<br />
Med 1988; 18: 841–7.<br />
13. Olshansky B, Mazuz M, Martins JB. Significance of inducible<br />
tachycardia in patients with syncope of unknown<br />
origin: a long-term follow-up. J Am Coll Cardiol 1985; 5:<br />
216–23.<br />
14. Teichman SL, Felder SD, Matos JA, Kim SG, Waspe LE,<br />
Fisher JD. The value of electrophysiologic studies in syncope<br />
of undetermined origin: report of 150 cases. Am<br />
Heart J 1985; 110: 469–79<br />
15. Doherty JU, Pembrook-Rogers D, Grogan EW, Falcone<br />
RA, Buxton AE, Marchlinski FE, Cassidy DM, Kienzle MG,<br />
Almendral JM, Josephson ME. Electrophysiologic evaluation<br />
and follow-up characteristics of patients with recurrent<br />
unexplained syncope and presyncope. Am J<br />
Cardiol 1985; 55: 703–8.<br />
16. Zipes DP, DiMarco JP, Gillette PC, Jackman WM, Myerburg<br />
RJ, Rahimtoola SH, Ritchie JL, Cheitlin MD, Garson<br />
A Jr, Gibbons RJ. Guidelines for clinical intracardiac<br />
electrophysiological and catheter ablation procedures: a<br />
report of the American College of Cardiology/American<br />
Heart Association Task Force on Practice Guidelines<br />
(Committee on Clinical Intracardiac Electrophysiologic<br />
and Catheter Ablation Procedures). J Am Coll Cardiol<br />
1995; 26: 555–73.<br />
17. Gibson TC, Heitzman MR. Diagnostic efficacy of 24-hour<br />
electrocardiographic monitoring for syncope. Am J Cardiol<br />
1984; 53: 1013–7.<br />
18. Clark PI, Glasser SO, Spoto E. Arrhythmias detected by<br />
ambulatory monitoring: lack of correlation with symptoms<br />
of dizziness and syncope. Chest 1980; 77: 722–5.<br />
19. Marco JP, Philbrick JT. Use of ambulatory electrocardiographic<br />
(Holter) monitoring. Ann Intern Med 1990; 113:<br />
53–68.<br />
20. Sheahan RG, Krahn AD, Le Feuvre C. To pace or not to<br />
pace? Pacing Clin Electrophysiol 1995; 18: 1584–5.<br />
21. Stellbrink C, Diem B, Schauerte P, Brehmer K, Schuett H,<br />
Hanrath P. Differential effects of atropine and isoproterenol<br />
on inducibility of atrioventricular nodal reentrant<br />
tachycardia. J Interv Card Electrophysiol.<br />
2001;5:463-9.<br />
22. Zimetbaum P, Josephson ME. Evaluation of patients<br />
with palpitations. N Engl JMed 1998;338:1369–1373.<br />
23. Graff B, Graff G, Koźluk E, Tokarczyk M, Piątkowska A,<br />
Budrejko S, Kozłowski D, Dąbrowska-Kugacka A, Lewicka<br />
E, Swiątecka G, Raczak G. Electrophysiological features<br />
in patients with sinus node dysfunction and vasovagal<br />
syncope. Arch Med Sci. 2011;7:963-70.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):99-103 103
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.77486<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Editöre Mektup / Letter to Editor Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Tek Doz Doksisiklin Kullanımı Sonrası Gelişen Özefagus Ülseri<br />
Esophageal Ulcer Development after a Single Dose of Doxycycline<br />
Mustafa Şit 1 , Gülali Aktaş 2 , Edip Erdal <strong>Yıl</strong>maz 1<br />
1 <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Bolu<br />
2 <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Bolu<br />
<strong>Sayı</strong>n Editör,<br />
İlaca bağlı özofageal ülser gelişiminden sıklıkla<br />
antibiyotikler ve antiviral ilaçlar sorumlu tutulmaktadır<br />
(1). İlacın az miktarda su ile alınması ve<br />
hemen sonrasında sırtüstü yatar pozisyona geçilmesinin<br />
özofageal hasara zemin hazırlamaktadır<br />
(2,3). Sorumlu ilaç çoğunlukla doksisiklin olup<br />
özofagusta direkt etki ile mukozal hasar oluşturur.<br />
Ülkemizde endemik olan brusellozun tedavisinde<br />
ilk seçenektir ve yaygın dispeptik şikayet<br />
yapması nedeniyle ilaç sıklıkla kesilmektedir (4).<br />
Mukozal hasar gelişimi ile ilaç kullanımı arasındaki<br />
süre hakkında literatürde yeterli veri bulunmamaktadır.<br />
Bir vaka serisi raporunda doksisiklinin<br />
oral alımından sonra semptomların gelişme<br />
süresinin ortalama 2.5 gün (1-5 gün) olduğu ve<br />
ilacın kesilmesini takiben 7-14 gün (ortalama 10<br />
gün) içinde tüm vakaların düzeldiği belirtilmektedir<br />
(5).<br />
Şiddetli retrosternal ağrı yakınması ile polikliniğimize<br />
başvuran 23 yaşında erkek hasta. Anamnez<br />
sorgulamasında akne vulgaris nedeniyle doksisiklin<br />
100 mg kapsülü ağızdan az miktarda suyla<br />
ve tek dozda kullandığı öğrenildi. Son aylarda<br />
herhangi bir ilaç kullanımı ya da dispeptik yakınması<br />
yoktu. Fizik muayenesinde patolojik özellik<br />
saptanmadı. Hastanın yapılan üst gastrointestinal<br />
sistem endoskopi incelemesinde orta özofagus<br />
kesiminde ön ve arka duvarda geniş ülsere alanlar<br />
izlendi (Resim 1). Hastanın mevcut antibiyotik<br />
tedavisi kesilerek ülsere yönelik medikal tedavi<br />
düzenlendi.<br />
İlaca bağlı özofageal ülser, bol miktarda suyla<br />
ilacın alınması ve sonrasında en az 10 dakika<br />
süreyle yatılmaması gibi postüral değişiklikleri<br />
içeren basit yaklaşımlarla önlenebilir bir hastalıktır.<br />
Olgumuzda olduğu gibi, ilacın süresinden<br />
bağımsız olarak tek doz kullanım sonrasında dahi<br />
özofageal ülser gelişebilmektedir. Sonuç olarak;<br />
doksisiklin reçetelenen hastalara yan etkileri ve<br />
önlenmesi konusunda gerekli uyarıların yapılması,<br />
ilaca bağlı ülser gelişimini azaltmada oldukça<br />
etkili olacaktır.<br />
Kaynaklar<br />
1. Kikendall JW. Pill-induced esophagitis. Gastroenterol<br />
Hepatol 2007; 3: 275-276.<br />
2. Akbayir N, Alkim C, Erdem L, Sakiz D, Sokmen HM. A<br />
case report of doxycycline induced esophageal and<br />
gasric ulcer. Turk J Gastroenterol 2002; 13: 232-235.<br />
3. Aytaç Ş, Türkay C. İlaç kullanımına bağlı gelişen özofagus<br />
hasarı. Akademik Gastroenteroloji 2005; 4: 43-45.<br />
4. Aktuğ-Demir N, Ural O. Doksisiklin kullanımına bağlı<br />
gelişen özofajit. İnfeksiyon <strong>Dergisi</strong> 2007; 21: 205-209.<br />
5. Fernandopulle AN, Navarathne NM.Oesophageal injury<br />
suspected to be due to doxycycline ingestion. Ceylon<br />
Med J 2011; 56: 162-163.<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yard. Doç. Dr. Mustafa ŞIT, <strong>Abant</strong> İzzet Baysal Üniversitesi <strong>Tıp</strong> Fakültesi Genel Cerrahi AD Merkez / Bolu. Telefon: 03742534656/3513<br />
E-posta: drmustafasit@yahoo.com.tr<br />
Geliş tarihi / Received : Mayıs / May 31, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Haziran / June 08, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
104
doi: 10.5505/abantmedj.<strong>2012</strong>.03511<br />
<strong>Abant</strong> Medical Journal<br />
Technical Analysis / Teknik Analiz Volume 1 | <strong>Sayı</strong> / Issue 2 | Ağustos / Agust <strong>2012</strong><br />
Sample Dilution in Omentin Measurement<br />
Mehmet Tosun<br />
<strong>Abant</strong> Izzet Baysal University, Faculty of Medicine, Department of Medical Biochemistry, Turkey.<br />
Adipose tissue is regarded as an endocrine organ<br />
no longer because it secretes many adipokines.<br />
Many of these adipokines are hormone-like effects.<br />
The relationships between the adipokines<br />
secreted by adipose tissue and the pathophysiological<br />
processes of inflammation, metabolic<br />
syndrome and diabetes mellitus have been<br />
extensively investigated in recent years.<br />
Omentin which has plasma amount variation in<br />
the insulin resistance associated with conditions<br />
such as diabetes mellitus, obesity, endothelial<br />
dysfunction and atherosclerosis is a novel adipokine,<br />
synthesized in the visceral adipose tissue.<br />
As in many adipokine, omentin measurement in<br />
routine clinical laboratories is not made. Instead,<br />
the levels are determined for research purposes.<br />
Therefore reference range interval studies have<br />
not been enough.<br />
In the studies, specific enzyme linked immunoassay<br />
(ELISA) method is generally used to determinate<br />
the plasma omentin level (1,2). There may<br />
be matrix effect interferences the omentin measurement.<br />
According to international union of<br />
pure and applied chemistry, matrix effect is the<br />
combined effect of all components of the sample<br />
other than the analyte on the measurement of<br />
the quantity. In standard laboratory procedures<br />
to determinate the plasma omentin by ELISA<br />
method, various proportions of dilution should<br />
be applied to the samples to reduce matrix interference<br />
effect. If the dilution operation is performed<br />
for any reason, the measured value must<br />
be multiplied by the dilution factor in good laboratory<br />
practice. The dilution factor will be 5, if 5-<br />
fold dilution is applied to samples to reduce the<br />
matrix effect. If the sought parameter is measured<br />
23 ng/mL in diluted sample, this value is multiplied<br />
by a dilution factor and 115 ng/mL should<br />
be reported which is the real value. In one of<br />
ours study, we used the BioVendor (BioVendor-<br />
Laboratomi Medicina, Brno, Czech Republic)<br />
Human Omentin-1 ELISA reagent. In standard<br />
laboratory procedure, 40-fold dilution had been<br />
applied to the samples. In this case, the results<br />
had to be multiplied by 40. In this study, the<br />
average omentin values of the patients and control<br />
group were found 606.6±313.0 ng/mL and<br />
357.5±147.4 ng/mL respectively (3). Although<br />
study of the Omentin-1 reference range not<br />
enough, manufacturer of the reagent we used in<br />
ours study has reported the omentin-1 level approximately<br />
480±21 ng/mL in precision analysis. It<br />
has seen that the dilution factor was taking into<br />
account in some other similar studies, when the<br />
omentin levels were analyzed (4, 5).<br />
However, in some studies when omentin levels<br />
examined, it might be thought that dilution factor<br />
was not taken into account. For example, the<br />
study conducted by Ismail SA et al, the values of<br />
omentin were found 15.9 ng/mL, 23.9 ng/mL,<br />
17.6 ng/mL and 8.26 ng/mL in mild, moderate,<br />
severe psoriasis patients and control group respectively<br />
(6). Compared with the values we found<br />
and similar other studies, it may suggest that<br />
in this study the dilution factor might been<br />
unaccounted for to calculate the omentin levels.<br />
Dilution factor was not taken into account in<br />
some similar studies (7,8). In these studies,<br />
omentin levels have been reported approximately<br />
40-50 ng/mL.<br />
Not to consider the dilution factor prevents to<br />
know the precise omentin values of the patient<br />
and control groups. Good laboratory practices<br />
should be implemented to avoid these. Operator<br />
should be examine the standard operating procedures<br />
by detailed. If dilution is necessary, the<br />
measured value must be multiplied by the dilution<br />
factor.<br />
References<br />
1. Shibata R, Ouchi N, Kikuchi R, Takahashi R, Takeshita<br />
K, Kataoka Y, Ohashi K, Ikeda N, Kihara S, Murohara<br />
T. Circulating omentin is associated with coronary<br />
İletisim Bilgisi / Correspondence<br />
Yrd. Doç. Dr. Mehmet TOSUN, <strong>Abant</strong> Izzet Baysal University, Faculty of Medicine, Department of Medical Biochemistry,Turkey. Telefon: +903742534656<br />
E-posta: tosundr@yahoo.com<br />
Geliş tarihi / Received : Haziran / June 28, <strong>2012</strong>; Kabul tarihi / Accepted: Temmuz / July 04, <strong>2012</strong> Çıkar Çatışması /Conflict Of Interest: Yok /None<br />
105
artery disease in men. Atherosclerosis. 2011 Dec;<br />
219(2):811-4.<br />
2. Zhong X, Zhang HY, Tan H, Zhou Y, Liu FL, Chen FQ,<br />
Shang DY. Association of serum omentin-1 levels with<br />
coronary artery disease. Acta Pharmacol Sin. 2011 Jul;<br />
32(7):873-8. doi: 10.1038/aps.2011.26. Epub 2011<br />
May 23.<br />
3. Alcelik A, Tosun M, Ozlu MF, Eroglu M, Aktas G,<br />
Kemahli E, Savli H, Yazici M. Serum Levels of Omentin<br />
in End-Stage Renal Disease Patients. Kidney Blood<br />
Press Res <strong>2012</strong>;35:511-516<br />
4. Shibata R, Ouchi N, Kikuchi R, Takahashi R, Takeshita<br />
K, Kataoka Y, Ohashi K, Ikeda N, Kihara S, Murohara<br />
T. Circulating omentin is associated with coronary<br />
artery disease in men. Atherosclerosis. 2011 Dec;<br />
219(2):811-4.<br />
5. Zhong X, Zhang HY, Tan H, Zhou Y, Liu FL, Chen FQ,<br />
Shang DY. Association of serum omentin-1 levels with<br />
coronary artery disease. Acta Pharmacol Sin. 2011 Jul;<br />
32(7):873-8. DOI: 10.1038/aps.2011.26. Epub 2011<br />
May 23.<br />
6. Ismail SA, Mohamed SA. Serum levels of visfatin<br />
and omentin-1 in patients with psoriasis and their<br />
relation to disease severity. Br J Dermatol. <strong>2012</strong> Apr<br />
5; DOI: 10.1111/j.1365-2133.<strong>2012</strong>.10980.x.<br />
7. Mahde A, Shaker M, Al-Mashhadani Z. Study of<br />
Omentin1 and Other Adipokines and Hormones in<br />
PCOS Patients. Oman Med J. 2009 Apr; 24(2):108-18.<br />
8. Moreno-Navarrete JM, Catalán V, Ortega F, Gómez-<br />
Ambrosi J, Ricart W, Frühbeck G, Fernández-Real JM.<br />
Circulating omentin concentration increases after<br />
weight loss. Nutr Metab (Lond). 2010 Apr; 9;7:27.<br />
<strong>Abant</strong> Med J <strong>2012</strong>;1(2):105-106 106