29.03.2021 Views

Kırktuğ Dergisi 1. Sayısı

  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.


YENİDEN BİSMİLLAH!!!

İnsan, umutlarıyla hayata tutunur ve her yeni başlangıç geleceğe dair umutları da içerisinde barındırıyordur.

Umutlarımız, değerlerimizden beslendiği ölçüde bir anlam ifade eder. Yeni şeyler söylemek, eski

ile zamanın ruhunu aslında örtüştürmek demektir.

Bizler yani Genç Akademisyenler yani namı diğer Kırktuğlar olarak on iki yıl önce çıktığımız bu kutlu

yolda, geleceğe dair umutlarımızı bu sefer Kırktuğ Dergisi ile yeniden tazeleyerek yolumuza devam ediyoruz.

Tarihe, coğrafyaya, kültür ve medeniyetimize ait ne varsa bunları edebiyat, şiir ve sanatla, fikirle, bilimsel

düşünceyle buluşturmak ve dahi kalemlerle savaşmak… Tıpkı Milli mücadelenin ruhunu besleyen

Genç Kalemler, Türk Yurdu Dergisi gibi…

Kırktuğ adına diktiğimiz fidanlar boy vermeye başladı. Tohum, toprak ile buluştu; yer de, gök de tohumu

kabul eyledi, benimsedi. Şimdi meyvelerini verme zamanı… Kökleri, toprağına sımsıkı bağlı; dalları

ise hak ve hakikat namına bütün cihana ulaşmanın mücadelesini verecek…

Makale, röportaj, şiir, deneme ve hikâyelerden oluşan Kırktuğ Dergisi, 3 Mayıs Türkçülük Bayramı

gününde, yeni formatında okurlarıyla yeniden buluşuyor. Bu vesileyle Kırktuğ Dergisi’nin oluşmasında

katkı sağlayan, destek veren Hocalarımıza ve Genç Kalemlerimize teşekkür ediyoruz.

Hayırlara vesile olması temennisiyle!...

Murat Emre Şahin

Yönetim Kurulu Başkanı


Editör’den Sevgilerle

Tuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİ

Genç Akademisyenler Derneği Adına

Murat Emre Şahin

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ & EDİTÖR

Tuğba Dinç

YAZI KURULU

Alperen Arslan

Duygu Doğuş

Nermin Fatma Gülcük

Kağan Tüber

GRAFİK TASARIM

Alper Şenadam

SOSYAL MEDYA SORUMLUSU

Hamit Berat Kaya

ve emeği geçen hakemlerimize

teşekkür ederiz...

“Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa dört yan

Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.”

Ciddi, disiplinli, samimi bir “milli şuur” bilinci ile

ilerleyen bir tutam umudun, bir çatı altında “Genç

Akademisyenler” çatısında birleşmesiyle başladı öykümüz.

Bu umudun yürütücü kuvveti her daim "ülkü" oldu.

Itri’nin, Tamburi Cemil Bey’ in gönlünden kopan nağmelerden,

Matrakçı Nasuh’un nakşından, Şeker Ahmet

Paşa’nın fırçasından, Reşit Rahmet Arat’ın Türkoloji’ye

kazandırdığı eserlerden, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun

kaleminden, Dede Korkut destanlarından, Mimar Sinan’ın

kubbesinden yankılanan ezandan beslenen umudumuzun

atlara binip nal sesleri eşliğinde naralarla Kürşat’ın izinden

Tanrı Dağlarına yol almasıdır, kızıl elmamız.

Bir hilal etrafında halelenen umudun bayram vaktidir.

Yıllardır filizlenmeyi bekleyen tohumun canlanma, tomurcuğun

patlama, emekle yoğurulmuş bulutların toprağı

neşelendirdiği o amansız yağmur sonrası torak kokusu eşliğinde,

aysız bir gecede küheylanları Vey Irmağı’nda soluklandırma

vaktidir. Yüreğimizde dolanın mürekkep ve

kağıtla buluşma zamanıdır.

Ahlak ve erdemle boy veren, milli ve insani hareketlerle

büyüyen, inançla, imanla kuvvetlenen yürek dirliği, huzur

derinliği ile harmanlanan bir kıvılcımı alevlendirmektir gayemiz.

Biz biliriz ki “Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister”

Atsız Ata’nın bu dizelerini düstur edinerek kavi gönüllerle

çıkılan bu yolda kalemlerle mücadele etmektir temennimiz.

Ve Allah’ın izniyle şahlandırmaktır Kırktuğ’umuzu…


10

16

6

14

6 Edanur Köse Manav – Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu İncelemesi

10 Ahmet Naim Sarı – Müslüman Türk Olmak

14 Davut Karataş – Turan Kanla Kurulur

16 Adeviyye Çam – Türkülerin Ülküsü

18 Ahmet Bican Ercilasun ile Röportaj

22 Alperen Gökçe – Kapı

23 Kağan Tüber – Vakit

24 Cengiz Atbaşı – Ortaöğretimden Liselere Geçiş

26 Ayşegül Nisa Dur - Empatiyle Uzakları Görmek Mi Yoksa Sempatiyle Yakındakileri Kaçırmak Mı?

28 Merve Korkmaz – Kalubela’dan Beri

29 Alper Şenadam – Hazine İçinde Hazine


18

52

48

54

30 Hilal Gül – İzlenenler

32 Oğuz Atalay – Kripto Para ve Ahlak

36 Hamit Berat Kaya – Türk Dünyasında Enerji İş Birliği

40 Hamza Agahoğlu – Paradigma Değişikliği: Satranç Tahtasından Takım Ruhuna

42 Alperen Arslan – Yazmak Üzerine Bir Yazı

44 Begüm Sönmez – Hem Çok Okuyan Hem Çok Gezen

48 Gültekin Kayalar – Memleketinden İnsan Manzaraları: Yemenici

52 Duygu Doğuş – Astopowa’da Bir Tren İstasyonu

54 Tuğba Dinç – Bir Distopya’nın Anatomisi: Dünyanın Geleceği ve Gelecekte Biz

56 Ayaz – Asfaltta At Binenler

58 Ecrin Atbaşı – İçimden Böcek Çıktı

60 Mehmet Sungur Kılıç – Hayvan Dostlarımız


Dirse Han Oğlu

Boğaç Han Boyu

İncelemesi

Edanur Köse Manav

Fuat Köprülü’nün Dede Korkut Hikâyeleri için

“Bütün Türk Edebiyatı’nıı terazinin bir gözüne,

Dede Korkut Destanı’nı öbür gözüne koysanız,

yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde yaptığı yorum,

bu hikâyelerin önemini anlamamız açısından

Köprülü’nün bize verdiği bir ipucudur. Ancak sıradan

bir okunuş bu yorumu anlamak için yeterli

olmamaktadır. Destanın önemini anlayabilmek

için tarih, kültür, din ve sosyal yaşam alanları üzerine

düşünmek ve boylarla birlikte bunları yorumlayabilmek

gerekir. Bu makalede, Dede Korkut

Destanı’nın ilk boyu olan “Dirse Han Oğlu Boğaç

Han” bir kurgu üzerinden ele alınacak, metin etnografyası

tekniği kullanılarak metin parçalara ayrılacaktır.

Önce zaman ve mekan incelenerek olaya

bir zemin hazırlanacak, ardından olay örgüsü çatışmalar

üzerinden ele alınacaktır. Olayların içinde

gündelik hayata dair ipuçları aranacak ve kişi analizleri

yapılarak tarihsel arka plan izleri aranacaktır.

Kurgudaki olağan ve olağanüstü durumlar ortaya

çıkarılarak anlam zenginliği ortaya çıkarılacaktır.

Son olarak metnin hedef kitlesinin kim olduğu sorularak

metinden çıkarmamız gereken sonuçlar bulunacaktır.

İncelemeye başlamak için, destanın yaratıldığı

dönem şartlarını anlayabilmek için ne zaman ve

nerede yaratıldığı sorusunun cevabı verilmelidir.

Çünkü bu sayede olayların hayalde canlanması çok

daha kolay olacaktır. Öncelikle Dede Korkut hikâyeleri

her boyutuyla, yüzyıllarca süregelmiş, birikmiş

ve çeşitlenmiş geleneklerin ürünüdür. Ayrıca

geniş bir alana yayılmıştır. Kimi yerde Orta Asya

izleri bulunurken, kimi yerde de Anadolu’nun doğusunda

destanı yaşamak mümkün olmaktadır.

Dirse Han oğlu Boğaç Han Boyu’nda coğrafi açıdan

varlığı kesin olan tek mekan Kazılık Dağı’dır.

Bu dağ Manas Destanı’nda da geçer. Manas’ın

Kırgız destanı olması ve Anadolu’ya yakın olamayacağı

gerçeğinden Boğaç Han boyunun Türkistan

coğrafyasında kurgulandığı sonucuna varılabilir. Bir

yüce dağ çevresinde kurulmuş bir oba hayal edilebilir.

Erkeklerin ava gitmesinden dağın eteklerinin

ormanlık olduğu sonucu çıkarılabilir. Ne zaman

yaratıldığı sorusunun cevabına gelindiğinde, Dede

Korkut Destanındaki her boyun ortak özelliklerinden

Türklerin İslamiyet’e geçiş evresinde bu

hikâyelerin ortaya çıktığı genel kabul görür. Çünkü

metin hem İslamiyet öncesi hem de İslami inanç

6


motiflerini bir arada bulundurur. Dirse Han Oğlu

Boğaç Han Boyu’nda toylarda şarap içilmesi halkın

İslam’ı henüz içselleştiremediğini gösterirken,

Boğaç Han’ın yaralandığında Hızır’ı görmesi veya

“Allah Teâla” ifadesi İslami ögelerin geleneğe girdiğini

kanıtlar. Türkistan’da İslamiyet 11.yüzyıl ile

birlikte yayılmıştır. Bu durumda metnin, bin yaşında

olma ihtimali epey yüksektir.

Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’nun olay örgüsü

de diğer birçok destan gibi çatışmalar üzerine

kuruludur. Burada ilk çatışma Dirse Han’ın bir evlat

sahibi olamaması üzerinedir. Kız-erkek evlat sahibi

olanlara ayrı otağlar kurulurken; çocuğu olmayanlara

kara otağın kurulması aşağılayıcı bir durum olarak

karşımıza çıkar. Boyun iki kahramanından biri

olan Dirse Han bu aşağılamaya maruz kalır. Dirse

Han bunun için önce hanlar hanı Bayındır Han’a

alınsa da onunla bir çekişmesi olmaz. Evine dönüp

eşine çıkışır. Hanımının verdiği tavsiyeleri dinleyerek

çocuk sahibi olduğunda bu ilk çatışma sona

erer. Hikâyede ikinci çatışma ikinci kahramanımız

olan han oğlunun ad ve beylik kazanması üzerinedir.

Han oğlu boğayla dövüşüp onu yenerek adını

kazanır. Boğaç Han adını almasıyla ikinci çatışma

da sona ererken, yavaş yavaş karakterin karizması

da oturmaya başlamıştır. Üçüncü çatışma ise zaten

hikâyenin temelini oluşturan baba-oğul mücadelesidir.

Bu bölüm önce oğulun babaya saygısızlık yaptığı

iddiasıyla başlar. Dirse Han’ın kırk kıskanç yiğidi

dedikodu yaparak onun kalbine fesatlık sokarlar ve

baba-oğul arasına nifak tohumları ekilir. Bu kırk kıskanç

yiğit işi ileri götürerek Boğaç Han’ın babasını

öldürmeye çalıştığını da ileri sürerler ve Dirse Han

için oğlunu öldürmekten başka bir yol kalmaz. Bu

hikâyenin temelini oluşturan baba-oğul mücadelesi

metni okuyanların gözünde Türk tarihinden kesitler

canlanmasına sebep olmuştur. Türk tarihinde baba

ile oğlu arasında Mete ile Teoman’dan başlayan iktidar

mücadelesi II. Bayezid- I. Selim ve Kanuni

Sultan Süleyman- Şehzade Mustafa gibi örneklerle

de karşımıza çıkar. Bu mücadele sadece burada değil,

Oğuz Kağan ve Manas gibi diğer Türk destanlarında

da sahnelenmiştir. Yani bu destanlar Türk

tarihine has özellikler taşırlar. Anlatıcının siyasi bir

olayı süsleyerek dinleyiciye aktardığı hayal edilebilir.

Hikâyenin bel kemiğini oluşturan Dirse Han-Boğaç

Han mücadelesi annenin öğütleri ve Boğaç Han’ın

ataya olan saygısı sayesinde son bulup, üçüncü ve

ortak bir düşmanın ortaya çıkmasıyla da normal bir

7


baba-oğul ilişkisine döner. Belki de burada söylenmek

istenen, baba-oğul kavgasına üçüncü ve kötü

niyetli kişilerce sebep olunduğu ve bu kavganın yersiz

olduğudur. Asıl düşman iyi tanınmalıdır. Dede

Korkut’un bu boyu halkın yönetici bir baba ile oğlu

arasındaki kavgayı nasıl yorumladığını gözler önüne

serer.

Hanın senede bir şölen düzenlemesi, beylerin

ava çıkması ve hanımlarının çeşitli hazırlıklarla onları

karşılamaları Türklerin gündelik hayatlarına dair

izler taşırlar. Ayrıca kız ve erkek evlatlara ayrı renklerde

de olsa ayrı çadırların kurulması sosyal içinde

cinsiyet ayrımının olmadığını kanıtlar niteliktedir.

Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’ndaki şahıs

kadrosu diğer boylara kıyasla daha kısıtlıdır.

Neredeyse bütün hikâyelerde var olan Bayındır

Han karakteri hiyerarşide en üstte bulunan kişidir.

Senede bir toy düzenleyerek beylerini bir araya

getirir. Aktif olarak savaşlara katılmaz. İki kahramandan

biri olan Dirse Han önemli bir beydir.

Hikâyenin başlangıcında Tanrı’nın onu cezalandırdığı

düşünülür ve Han’a acınır. Ancak daha sonra

yaptığı iyiliklerin karşılığını alır ve çocuk sahibi olur.

Böylece saygınlığını da geri kazanır. Ancak üçüncü

kişilere olan itimadı sebebiyle oğlunu gözden

çıkardığında Dirse Han tekrar acınan bir karakter

oluverir. Bir diğer önemli karakter Dirse Han’ın hanımıdır.

Bu hanım da önemli bir bey kızıdır. Dede

Korkut’un bütününde rastladığımız olgun, anlayışlı,

dürüst, hatta mükemmel diyebileceğimiz Türk kadınlarından

biridir. Ana karakterlerden Boğaç Han

da yine bizi şaşırtmayacak şekilde kahramanlığın

bütün özelliklerine sahiptir. Güçlü, çevik erdemli

ve hünerlidir. Hikâye ilerledikçe de yaptıklarıyla

bu özelliklerini sağlamlaştırır. Bu kadro içinde çok

küçük bir yerde geçmiş ama olaya yeni bir yön katmış

önemli bir karakter ise Hızır’dır. Boğaç Han’a

yaralı bir haldeyken görünmüş ve üç kez yarasını

sıvazlayarak onu ölümden kurtarmıştır. Burada

Hızır karakteri, iyi bir kurgu için çok önemlidir.

Kahramanın başına olabilecek en kötü şey gelmiştir,

ölümle burun burunadır. Hızır neredeyse her

şey bitecekken yetişip hikâyeye can katmıştır. Hızır

tipi Türk destanlarında sıkça kullanılan, kahramana

kılavuzluk eden yardımcı ve ilahî güçtür. Bu konuda

yine eski Türk destan tipinin varlığını sürdürdüğünü

görmekteyiz. İslamiyet’ten önce kahramana en

kötü anında gelip destek olan kılavuz bozkurt iken,

İslamiyet ile Hızır bozkurdun yerini almıştır. Ancak

ortak özellikler varlığını sürdürmüştür. “Oğlan orada

yıkıldığı vakit boz-atlı Hızır oğlana göründü…”

cümlesinde Hızır’ın boz atının olması ortak özelliklere

bir örnektir. Yine Oğuz Kağan Destanı’nın

Uygur versiyonunda da bozkurt Oğuz Kağan’a yol

gösterir. Yani Hızır tipi hikâye göçü ile bu Dede

Korkut boyundaki yerini almıştır. Dirse Han’ın kırk

yiğidinin kurgudaki yerleri ise baba ile oğlunun arasına

nifak sokmak olmuştur. Bu hikâyedeki kötüler

onlardır. Her hikâyede karşımıza çıkan Dedem

Korkut ise burada Boğaç Han’ın adını vermiş ve

boyu duasını ederek sonlandırmıştır.

Boyda, olağan olaylarla okuyucu metnin gerçekliğine

ikna olurken bir yandan da olağanüstü durumlarla

kurgunun dikkat çekici yönü kuvvetlendirilmiştir.

Boğaç Han’ın bir boğayla dövüşmesi ya da

yaralandığı anda Hızır’ın gelip onu kurtarması okuyucuyu

şaşırtırken, dedikoduyla karakterlerin aralarının

açılması onları gerçek hayata geri döndürür.

Kahramanımız Boğaç Han’ın ise bu olaylar sayesinde

karizmasının arttığı görülür. Boğayla dövüşüp

onu yenmenin her yiğide kısmet olmayacağı gibi,

Hızır gibi ilahi güçlerin sadece çok önemli insanlara

yardıma geldiği inancı Boğaç Han karakterine olan

bağlılığı kuvvetlendirir. Ayrıca babasına kindar davranmaması

ve ona olan sadakati bir evlat olarak da

ne kadar mükemmel olduğunu gösterir.

Metnin hedef kitlesinin, anlatım şekli sebebiyle

daha çok erkeklerin olduğu bir ortam olduğu anlaşılıyor.

Dede Korkut’un soylarında “Hanım Hey!”

seslenişini kullanması hanların bir arada oturduğu

bir yeri canlandırmamıza sebep oluyor. Hikâyeyi

okurken onun anlatıldığı ortamda bir otağın içinde

obanın beyleri ile elinde kopuzu olan bir anlatıcıyı

hayal etmek zor değildir. Öte yandan metni yazıya

döken bir aracının olduğunu da unutmamak gerekir.

Bu durumda yazıya dökenin hedef kitlesi de

düşünülmelidir. Destanın XIV.-XV. yüzyıl dolaylarında

yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Esasen

yazılı kültür geleneği olmayan Türklerin bu eseri

yazıya geçmiş olması, başka bir kültürden etkilendiğini

gösterebilir. Yazılı kaynaklarla siyasi otoritenin

kuvvetlendirildiğini düşünürsek, destanı yazıya

geçirenin hedef kitlesi devletin gelecek nesilleridir.

Sonuç olarak Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu,

Türkistan coğrafyasında hayat bulmuş ve diğer

Dede Korkut boyları gibi İslam öncesi ve İslami

8


unsurları bir arada yaşatmıştır. Metin etnografyası

tekniğiyle yapılan inceleme sayesinde inişli çıkışlı

olay örgüsü, iyi ve kötü karakterleri, olağan ve olağanüstü

durumlarıyla mükemmel bir destan örneği

olduğu ortaya çıkmıştır. Yine bu inceleme, bu kıssadan

çıkarılacak birçok hissenin olduğunu da göstermiştir.

Öncelikle obada hiyerarşi çok önemlidir.

Çünkü Dirse Han, Bayındır Han tarafından çocuğu

olmaması sebebiyle hakarete uğradığı halde ona

bunun şikâyetini etmemiştir. Ataya saygı her şeyden

önce gelir. Boğaç Han da uğradığı haksızlığa

rağmen babasına sahip çıkmıştır. Aslında burada

anlatıcı zaten baba ile oğul arasında bir kötülüğün

olamayacağını; eğer bir çatışma çıktıysa bunun sebebinin

mutlaka kıskanç üçüncü kişiler olduğunu

anlatmak istemiştir. Olayın hissesi ise dedikoduya

ve nifaka izin verilmemesi gerektiğidir. Ayrıca hem

eşine hem evladına sahip çıkacak yiğit ve dürüst

bir Türk kadınının toplumun belkemiğini oluşturduğunun

altı çizilmiştir. Hızır’ın Boğaç Han’a olan

yardımından ise ahlaklı olunduğunda Allah’ın elinin

mutlaka o kulunun üzerinde olacağı sonucuna varılabilir.

Bu sonuç ise, sözlü kültürdeyken dinleyenleri,

yazılı kültüre geçtiğinde ise okuyucuları ataya

saygılı, ahlaklı ve dürüst olmaya davet eder. İslam

öncesi kültleri ve İslam inancını bir arada yaşayan

bu Oğuz boyu yüzyıllar sonrasına böyle seslenmektedir.

Yapılan bu tahliller sayesindeyse Köprülü’nün

sözü nihayet anlam kazanmaktadır.

9


M Ü S L Ü M A N

. .

TURK

OLMAK

Ahmet Naim Sarı

Hz. Adem’den sonra insanoğlunun atası olarak

Hz. Nuh (as) bilinmektedir. Tufandan sonra Hz.

Nuh’un oğullarından, biri Avrupa Kıtası’na, biri

Afrika Kıtası’na ve diğeri ise Asya Kıtası’na yayılmıştır.

Asya kıtasına yerleşen oğlunun adı Yafes’tir.

Yafes’in yedi oğlundan biri olan,“edepli, ahlaklı,

dürüst, cesur ve iyi kalpli olma” özelliklerine sahip

olan Türk Han’dır ve Türklerin soyu Türk Han’dan

gelmektedir ve adını da Türk Han’dan almıştır.

“Türk”, kelime olarak “kudretli ve güçlü” anlamını

taşır.

1-Türkler tamamı esir edilememiş ve asla devletsiz

kalmamış yeryüzündeki tek millettir.

2-Türkler, yontulmuş Tanrısı olmayan, tarihinde

putperestlik olmayan tek millettir.

3-Türkler şehitleriyle övünen tek millettir. (Her

millet öldürdükleri ile övünür iken)

Mensubu olmanın onur olduğuna inandığım

Türk milleti, İslamî ve insani vasıfları ile emsal kabul

etmez bir millettir. Allah Rasulü'nün övgüsüne

ve Maide Suresi 54. ayetin işaretine mazhar olmuş

bir millettir.

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse,

Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah

onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere

karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler.

Allah yolunda cihat ederler ve dil uzatanların

kınamasından da korkmazlar. Bu Allahın lütfudur,

onu dilediğine verir. Allah geniş ihsan sahibidir, her

şeyi en iyi bilendir." (Mâide 54)

"Peygamber Efendimizin, Arap'ın Arap olmayan

(Acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap

olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.

Üstünlük, sadece takvâ iledir.” (Cem’u'l-Fevâid,

1/510, hadis no: 3632) hadisini hatırlayacaksınız.

Türklüğü kavrayamamış olanların, biraz da Arap

sempatisi olanların Türk milliyetçilerinin karşısına

bu hadisi şerif ile dikilmişlerdir. Ancak üstünlüğün

takva ile olduğu ve kavmiyetçiliğin ne olduğu hep

görmezden gelinmiştir.

Kur’an karşısında ayaklarını uzatıp yatmayacak

kadar edepli, kızıldığında Hz.Peygambere saygısızlık

olur diye çocuğuna “Muhammed” ismini koymayacak

kadar saygılı, Haremeyn’in hadimi olmayı

onur kabul edecek kadar mukaddesatın hizmetkârı,

peygamberimiz gürültüden rahatsız olmasın diye

10


Medine’ye 20 km yaklaşınca tren raylarına keçi kılından

keçe serecek kadar ve Kabe’ye saygı için,

etrafına yapılan revakların yüksekliğinin Kabe’nin

yüksekliğini geçmemesine özen gösterecek kadar

ince ruha sahip, ila-yı kelimetullah’a canını adayacak

ve şehit olamadığına üzülecek kadar kendini hakka

adamış, yani takvanın her formunu, mukaddesatın

her alanına en hassas şekilde yansıtan bir başka

millet var mıdır? Ve hadisi şerife göre üstünlük de

TAKVA ile olduğuna göre üstünlük Türk milletindedir

ve bu millet Allah’ın sevdiği, ayeti kerime ile

haber verdiği Türk milletidir.. (Hollandalı bir tarihçinin

de yazdığı gibi; Avrupalı biri İslam'ı seçtiğinde

O’na “Türk oldu” diyorlardı ki, bu “Avrupalı gözünden

Türklerin İslam ile özdeşleştiğinin ifadesi”

olsa gerektir.)

Soyunun bu vasıfları ile övünmek, sevmek,

Resûlullah'ın men ettiği kavmiyetçilik değildir. Zira,

Rasûlullah (s.a.v.)'a soruldu: "Kişinin soyunu, sülâlesini

(kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik,

ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle

cevap verdi: "Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde

yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir"

(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten

7, hadis no: 3949)

Şeyh Sabahuddin-i Hüseyni, Iraklı ve muteber bir

alim ve veli kabul edilmektedir. 4. Murat'a "bizi Şia’nın

zulmünden kurtarın" diye name göndermiş, nihayetinde

Osmanlı'ya sığınmıştır. Dedesi Şeyh İbrahim

el Hüseyni’nin (ki, kendisi anne yönünden, Ahmet

Rufai'nin, baba yönünden Abdul Kadir Geylani'nin

torunu olduğu rivayet edilir) Hz. Peygamberimi rüyasında

gördüğünü, Efendimiz'in rüyasında, “ya

veledi hubbul Etrak minel iman, “evladım Türkleri

sevmek imandandır” dediğini nakletmiştir.

Muhittin-i Arabi, Ertuğrul Gazi doğmandan

25 yıl önce yazdığı Fütuhatı Mekke isimli eserinde,

“İnne eslahat düvel ba'de Sahabe Ed'devleti

Osmaniyye” “Sahabeden sonra devletlerin en düzgünü

Osmanlı Devleti olacak" demiş, Sultan Abdül

Aziz'in öldürüleceği, hatta Sultan Abdulhamid

Han'ın son padişah olacağına kadar, çok ince detaylara

yer vermiştir.

Kur’anı Kerim’de Maide Suresi 54. ayeti ,Türkleri

işaret eden ayet olduğu pek çok alim tarafından ka-

11


bul edilmektedir. “Ey iman edenler! İçinizden kim

dininden dönerse, Allah Müminlere karşı alçak gönüllü,

kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları

seveceği, onların da kendisini seveceği bir kavim

getirir ki; Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir

kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın

lütfu inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah

ihsanı bol olan, en çok bilendir. (Maide suresi:54)

Bu ayet-i kerimenin, Vani Mehmed Efendi, Elmalılı

Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Said-i Nursi,

Fikri Yavuz,Celal Yıldırım ve Osman Keskioğlu başta

olmak üzere bir çok İslam alim ve mütefessire göre

Türkleri işaret ettiği kabul edilmektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır, hak dini Kuran Dili'nde

Maide 54. ayetin tefsirinde "... bu defa Allah Türkleri

göndermiş; Arapların kadrini bilmeyip zayi ettikleri

devlet-i İslamı ele alarak İstanbul'a ve oradan kıtaatı

arzın her tarafına yaymışlar;" der.

Son devrin en büyük alimi kabul edilen müfessir

Celal Yıldırım, "binaenaleyh, ebnay-i Faris hadisinin

deleleti (beyaziti bestami, gazzali, İmamı Azam

bu bölgedendir); Fethi Kostantiniyye hadisinin serahati,

"fe asellahu en ye'tiye bil fethi" va'di ilahisinin

işareti ile; bu millet Türk milletidir ve bu vazife

halen Türk milletinin üzerindedir" demektedir.

Said Nursi "Ey Türk Kardeş, senin milliyetin

İslam ile imtizac etmiş, bütün senin mazideki mefahirin

İslamiyet defterine geçmiş, bu mefahir zemin

yüzeyde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen

şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri

kalbinden silme" Mektubaat 324

Türkler bu Milleti İslamiyye’nin kahraman bir

ordusudur. Emirdağ lahikası 2 (224), mücahit, kahraman

millettir. Şualar 1-514

Vani Mehmet Efendi eserinde “Kehf Suresi

85-92. ayetlerde kıssası geçen Zülkarneyn’in, Oğuz

Han olduğuna işaret etmiştir.

Kaşgarlı Mahmut Divanı Lügat-it Türk isimli

eserinde Buhara ve Nişabur hadis imamlarından

şu hadis-i kutsiyi rivayet etmektedir:” Ulu ve Aziz

olan Allah diyor ki; Benim Türk ismini verdiğim ve

doğuda yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki,

herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam

o Türk askerimi işte o kavmin üstüne saldırtırım.”

(Kaşgarlı Mahmut, Divanı Lügat-it Türk, C.1., 294

?1333 İst basımı)

Kostantiyye (İstanbul) mutlaka fethedilecektir.

Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır

ve o asker ne güzel askerdir. Buhari (et-Trah-ul

Kebir, cilt 1, kısım 2, sayfa: 81) Ahmed bin Hanbel

(Müctehittir ve bütün hadisleri sahihtir.) Müsned

IV/42, Kahire 1313) El-Hakim (el-Müstedrek

IV/42-422, Haydarabat 1335)

Benim ümmetimi öyle bir kavim sürüp, kovalayacaktır

ki; onların yüzleri (yuvarlak ve) enli,

gözleri (çekik ve) küçük, çehreleri sanki üzeri

derilerle kaplanmış kalkanlar gibidirler. Onlar

üç defa Arabistan Yarımadası’na kadar ilerleyeceklerdir…

İşte onlar Türklerdir. Nefsim yed-i

kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, Türkler

(çok yakın bir gelecekte) atlarını Müslüman

mescitlerinin direklerine bağlayacaklardır. Ebu

Davud (Nuseym b. Hammad, Kitabü'l Fiten,

Atıf Ktp. No: 602, V.121122)

Allah, zamanın süper güçleri olan Bizans, Pers

ve Habeşistan gibi ülkelere; Mekke, Medine, Taif

gibi kutsal şehirlerin fethedilmesini mucizelerle engellemiştir.

(Fil suresinden de anlaşıldığı gibi). Bu

üç şehir varolduklarından bu yana, hiçbir güç tarafından

ele geçirilememis iken;

1071'de Selçuklular tarafından feth ediliyor, ardından

1174'te Eyyubi (Türk devleti) tarafından

feth ediliyor, 1250'de Memlüklü Türk Devleti tarafından

feth ediliyor, 1517'de Osmanlı devleti tarafından

feth ediliyor.

Türkler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyiniz.

Çünkü milletimin mülkünü ve Allah'ın ona olan ihsanını

en evvel Kantura(Türk) nesli alacaktır. İmam

Taberani (Mu'cem'ül-Kebir ve Mu'cem'ül Evsat)

Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz de onlarla uğraşmayınız.

Hele Türkler size dokunmadığı sürece

siz de Türklere (sakın) dokunmayınız! Ebu Davud

(Sünen-i Davud, IV.s:112)

Hıfz, on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Türklerde,

biri diğer insanlardadır. (Ahmed Ziyaeddin

Gümüşhanevi (Ramuz'ul-Ehadis 4140 nolu hadis)

Hıfz kelimesi bazı kitaplarda hafızlık, kavrama

kabiliyeti olarak tercüme edilmiştir. Merhum Vani

Mehmed Efendi'ye göre ise muhafazakârlık yani

dinini, milletini, vatanını, maddi ve manevi değerlerini,

örf ve âdetlerini, namusunu koruma duygusunun

her milletten çok Türk milletindedir.

12


MÜSLÜMAN OLMAK

Resûlullah Efendimiz bir gece rüyasında peşine

önce siyah bir koyunun, sonrada bir beyaz

koyunun takıldığını görüyor. Sabahleyin mescid-i

saadete gelip namaz kıldırdıktan sonra sırf iltifat

olsun diye bu rüyanın yorumunu Ebubekir Sıddık

Hazretlerine bırakıyor. Bu iltifata hem sevinen,

hem de mahcup olan Ebubekir (r.a): "Mademki,

öyle arzu buyurdunuz, yorumunu yapayım. Ey

Allah'ın Peygamberi, peşinize ilk takılan siyah koyun

Arapları, sonra da takılan beyaz koyun beyaz

bir ırkı temsil eder. Yani önce Araplar size inanıp

peşinize takılacak, sonra da beyaz bir ırk İslam'a

girip size uyacak... rüyadaki siyah koyun Arapları,

beyaz koyun ise Türkleri işaret etmiştir. Çünkü bir

müddet sonra beyaz yüzlü olan Türkler İslam'a

girmişlerdir.

"İşte bu TÜRKLER, Abbasîler zamanından

beri bin senedir, Kur'ân-ı Kerimin bayraktarı olarak,

bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı

ilan etmiştir. Milliyetini, Kur'ân'a ve İslamiyet'e

kal'a yapmış, bütün dünyayı susturmuş ve "Ey

iman edenler! Sizden kim dininden dönerse,

Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki,

Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar

mü'minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet

sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve

dil uzatanların kınamasından da korkmazlar..."

(Mâide 54) âyetine güzel bir masaddak olmuştur...".

Ve bir Amerikalı araştırmacı yazar: Gene

Matlock, koyu bir Hristiyan dindar. 2008 yılında basılan

kitabının ismi “ey dünya insanları HEPİNİZ

TÜRKSÜNÜZ”. Yazar bu kitabında “hangi din

kitabını tarasam hep Türklerden bahsetmekte ve

olayın merkezinde hep Türkler var”

Kitapta şöyle iddialı bir ifade de var

“Dünyada insanlar ikiye ayrılır. Türk olduğunu

bilenler ve bilmeyenler. (Biz ayeti kerime ile

müjdelenen Türklerden olma onurunu tercih

ederiz.)

Bu cihetle “Türk olmak, Türk olmaktır, başka

bir tarifi yoktur”. Köprünün altından çok sular aktığı

tartışılabilir. Bu tartışma konusu olmuşsa, artık

öze dönme vakti gelmedi mi?. Sorusunun da sorulması

kaçınılmaz olur.

Farkında değil misin, Alem-i İslam yönünü sana

dönmüş, medet beklemekte? Milyonlarca mazlum,

“Türk beklenendir” diye seni beklemekte...

13


TÜRKÜLERİN

ÜLKÜSÜ

“Balığa çıkınca türkü söylerdik, göl anlardı bizi. Yürekten kopup gelen sözler onun da hoşuna giderdi.”

Adevviye Çam

Uluorta söylenmeyecek şeylerin uluorta söylendiği yer: Türkü… Daima söylenemeyeni ve belki de hiç

söylenemeyecek olanı anlatır türküler. Kalpte gizli olanı izhar etmek türkülerin işidir. Bütün zaman ve

mekân tefrikasına rağmen hep aynı hissiyat, hep aynı fikriyat yansır. Fani insan, sözün, türkünün ölümsüzlüğüne

tutunarak teselli bulur. Bu yönüyle türküler; uzakları yakın eden, geçmişi ana çeviren ölümsüz

değerlerdir. Binlerce yüreğin hissiyatını taşıyan türkülerdeki ruh, bu sebeple hep taze kalır ve daha binlerce

yüreği birleştirir.

Türküler bize, görüp öğrenilenin nesillerce uzayıp gitmesi için bırakılmış miraslardır. Mirastır çünkü

her türkü bir tarihtir, içinde hatırat barındırır. Ülkü değerlerimizi temsil eden türkülerin de bir ülküsü

vardır. Karanlığın içinde saklanılan, üstü örtük, korkulan, kaçınılan, felaket olan şeylere karşı da sığınılan

bir ülküdür türküler. Türkülerin ülküsü, Türk’ün ülküsüdür esasen. Ve çoğu zaman da “Türk’ü söyler

türküler.”

Türküler vardır; kimisi vatan, kimisi toprak, kimisi sevda olan. Uçan kuştan, esen yelden, yâr adı geçenden

yazılmış… Dağlar ardından, cetvelle çizilmiş sınırlar ötesinden söylenen,

“Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına

Ah ölmeden bir görseydim, düşebilsem toprağına” sözleri bir ülkü değil midir bize? Sınırlar ötesi bile

olsa türküsünü söylediğimiz o yerler bizim değil midir hâlâ? Biz unutsak da türküler unutmaz ülkümüzü.

Zira türküler en sadık ülkücüdür.

Şairin dediği gibi; “Bütün bunların üstüne, hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim.” Türküler demişken,

yâr ile başlayıp yar ile biten sevda türkülerinden söz edelim. Keyfiniz yoktur, canınız sıkılmıştır,

oturmuşsunuzdur bir yere; iki çay söylemişsinizdir, biri açık. O sıra bir yerden bir türkü başlar:

“Seher vakti çaldım yârin kapısını

Baktım yârin kapıları sürmeli

Hoş bulmadım otağının yapısını

Çıkageldi bir gözleri sürmeli”

14


Türkünün içindeki bir söz sizi alır götürür, sınırlar ötesine belki. Uzakları yakın eder bir türkü. Bir türkü

ne kadar kudretlidir çoğu zaman.

“Gönül gurbet ele varma

Ya dönülür, ya dönülmez

Her güzele meyil verme

Ya sevilir, ya sevilmez” der ve sizi nice dönülmez gurbetlerden, sevmiş bulunulan bir güzelden çeker

alır bir türkü.

Bir türkü inceden inceye sızlanmaya başlar, yanmaya başlar bir türkü inceden inceye. Türkü dediğin

yakılır çünkü yakılacak ki yaksın dinleyeni.

“Taşa verdim yanımı

Toprak emdi kanımı

Azrail’e can vermezdim

Canan aldı canımı” deyiverir bir türkü. Bir türkü ne kadar çok şeydir çoğu zaman…

15


TURAN

KANLA

KURULUR

Davut

Karataş

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Yıllar

yılı bu sevdanın mecnunlarının hikâyelerini dinleyerek

büyüdük. Bu hikâyelerin kahramanlarının yanında

hayal ettik kendimizi ve de kendi hikâyelerimizin

hayalleriyle bu günlere geldik. Yaşımız biraz

daha ilerleyince bu sevdanın teoriği üzerinde kafa

yorduk. Bu bağlamda aklımızda en fazla yer eden

ifade merhum İsmail Gaspıralı Bey’in “Dilde, İşte,

Fikirde Birlik” sloganıydı. İsmail Gaspıralı bu ifadesini

hayata geçirmiş ve “Tercüman Gazetesi”ni

çıkarıp tüm Turan coğrafyasında okunur hale getirmiştir.

Bunun farkına varan emperyalist güçler dilde

birliği bozmak adına Kırgızca, Kazakça, Özbekçe

gibi diller uydurarak Türk dünyasının kendi arasındaki

bağı koparmak istemiş ve ne yazık ki bu anlamda

oldukça başarılı olmuştur. Bu günlerde merhum

İsmail Gaspıralı Bey’i hürmetle ve rahmetle

anıyor ve yeni sloganı ben dile getiriyorum: “Turan

kanla kurulur”. Bu slogan şahsıma aittir ve gelecek

her türlü sıkıntının müsebbibi ve sorumlusu olduğumu

dile getirmek istiyorum.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Bu

sevdanın peşinde 2014 yılında Kurban Bayramı’nı

geçirmek ve vekâletlerini aldığımız kurbanları kesmek

üzere birkaç arkadaşımızla Güney Türkistan’a

(Afganistan’ın kuzey bölgesine) gittik. Hayatımda

yaptığım en önemli işlerden birisiydi bu ziyaret.

Bu ziyaret esnasında kurban kesimleri yapılıyordu,

her kurbanın üzerinde kurban sahibinin isminin olduğu

A4 kâğıdı konuyor ve kurban kesilirken fotoğraf

çekiliyordu. Bir isim çok dikkatimi çekti Ali

Vlademir İvanof bu kurban gelse gelse Hollanda

Türk Federasyonu’ndan gelmiştir diye düşündüm

ve federasyon görevlisi Erim kardeşime sordum.

Vekâletin kendisinde olduğu Bulgaristan asıllı

Hollanda’da yaşayan bir Türk kardeşimizin kurbanı

olduğunu söyledi. Bizim Turan’ımız böyle kurulur.

Bizim Turan’ımız bu kurbanın kanıyla kurulur.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.2015

yılında Irak’ta çıkan kargaşadan sonra bir kısım

Türkmen evlerini yurtlarını terk ederek Türkiye’ye

ve ağırlıklı olarak da Ankara’ya gelmişlerdi. Bu

kardeşlerimize kardeşliğin gereğini göstermek için

elimizden geleni yapmaya çalıştık. Muayenelerini

yaptık; gıda, kıyafet, ev eşyası yardımlarımız oldu.

Binlercesinin ameliyatını, doğumlarını yaptırdık.

Çocuklarının sünnetini yaptık. Bu günlerde bir

Türkmen kardeşimiz yanımıza gelerek kendi halin-

16


ce teşekkür ettikten sonra; “Bizler size teşekkür etmek

için Türkiyeli kardeşlerimize Kızılay aracılığıyla

kan bağışı yapmak istiyoruz.” dedi. Araştırdığımda

2 yıldan daha kısa süre Türkiye’de kalan göçmenlerden

kan bağışı için kan alınamadığını öğrendim.

İşte Turan bağışlanamayan bu kanlarla kurulur.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.

Ankara Solfasol semtinde Afganistan’dan gelen

Özbek kardeşlerimiz yaşamaktadır. Bu kardeşlerimize

elimizden geldiğince yardım etmekteyiz.

Bunlar hiçbir hukukî dayanağı olmadığı halde

Türkiye’ye kaçak yollarla girmişler ve burada yaşamaktadırlar.

Bu kardeşlerimiz sağlık hizmetlerinden

faydalanamamaktadır ve eğitim hizmetlerinden de

mahrumdurlar. Bu kardeşlerimize yardımcı olmak

için çocuklarının sünnetini yapmaya karar verdik

ve bu çocuklardan yirmisinin sünnetini geçen

haftalarda yaptık. Bizlere Irak’tan gelen Telaferli

sağlıkçı kardeşlerimiz yardım etti. Evet, işte Turan

Ankara’nın Solfasol’unda Iraklı Türkmen kardeşlerimizle

beraber akıttığımız Afganistan Özbek’i çocukların

sünnet kanıyla kurulur ve bu kanı da biz

dökeriz...

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.

Son üç dört yıl içerisinde Afganistan’da, Halep’te,

Türkmen Dağı’nda, Irak’ta, Suriye kırsalında ve

Türkiye’de yaşayan Türkmen ve Özbekler için binlerce

kurban kestirdik. İnsanlar yeni doğan çocuklarının

kurbanlarını, adak kurbanlarını ve diğer kurbanlarını

Turan coğrafyasında bir yerlere seve seve

gönderdiler. Oradaki kardeşlerimiz de bu kurbanlarla

bir nebze de olsa unutulmuşluklarını unuttular.

Kestirdiğimiz her kurbanın videosunu kurban

sahiplerine ulaştırmaya çalıştık ve gönüllerde bir

bağ kurmak için çabaladık. İşte bizim Turan’ımız

sizlerin bizlere verdiğiniz ve “Benim kurbanımı şu

Turan coğrafyasında kesin.” dediğiniz o kurbanların

kanlarıyla kurulur. Bizler bu sene de bu kurbanlara

talibiz. Kurbanlarınızla Turan binasına harç

taşımak isterseniz bize ulaşmanız yeterli.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Eğer

birileri bu ifadelerimizi savaş çığırtkanlığı olarak

görüyorsa bizlerin kimsenin kanı üzerine kurulacak

bir saltanatımız olmadığını bilmeleri gerekir. Birileri

kan dökmek isterlerse buyursunlar döksünler eğer

bu esnada yaralanırlarsa bizler tedavilerini yapmak

için elimizden geleni yapmaya hazırız. Eğer bizler

Turan kurmak için insan kanı dökülmesi gerekliliğine

inanırsak ilk önce kendi kanlarımızı dökeriz,

kendimiz yapamadığımız hiçbir fedakârlığı başkalarından

beklemeyiz.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.

Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz derler. Kimselerin

olmadığı zaman bizler vardık ve kimselerin olmadığı

yerlere bizler gittik. Aslında yiğit yaptıklarını anlatmaz

derler bu hükmü birazcık deldik sayılır, o da

bizim yiğit olmamamıza verilsin. Niyetimiz sadece

yapmaya çalıştığımız hayır işlerinde sizlerin desteğini

almak Allah’tan gayrı kimseden bir beklentimiz

yok sadece çıktığımız yolda yol arkadaşları arıyoruz.

Sefer bizim işimiz, zafer Allah’ın takdiri…

17


3 MAYIS

SÖYLEŞİSİ

TÜRÇÜLÜK GÜNÜ VE ATSIZ

Nermin Fatma Gülcük

Kağan Tüber

3 Mayıs'ın Cumhuriyet dönemi üzerine etkilerinden

biraz bahseder misiniz?

Ahmet Bican Ercilasun: 3 Mayıs, o zamanki

tek parti rejimine karşı ciddi bir gösteriydi.

3 Mayıs'ta Türk milliyetçileri o zamanki adliyenin

bulunduğu Anafartalar'da, Ulus Meydanı'nda

toplandılar. Yaklaşık dört bin kişilik bir gruptu.

Bunlar o zamanki hükümetin milliyetçilere karşı

olan tavrını protesto ettiler. Bu protesto tek parti

döneminde dört bin kişi de olsa çok önemliydi

çünkü o zaman insanlar bu tarz protesto yapmaya

pek cesaret edemiyorlardı. Bu bir cesaret işi olarak

aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin aksiyona geçişi

oldu. O zaman Atsız- Sabahattin Ali davasının

yargılaması vardı. Onlar da Sabahattin Ali'yi ve o

günkü hükümet politikalarını protesto ettiler. Fakat

bu hareketi hükümet bir nevi kalkışma, hükümeti

devirmeye yönelik bir isyan hatta gizli bir teşekkül

olarak algıladı. Ve 8 Mayıs'ta sıkıyönetim bildirgesi

yayınlandı, 9 Mayıs’tan itibaren de birçok Türkçüyü

tutukladılar. Sonrasında bildiğimiz 1944 hadiseleri,

Irkçılık- Turancılık Davası ile eylül ayında başladı.

Bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldılar. O zamanın belli

başlı Türkçüleri başta Nihal Atsız olmak üzere;

Zeki Velidi Togan, Atsız'ın kardeşi Necdet Sançar,

Alparslan Türkeş (O zamanlar teğmendi.), Fethi

Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Tümtürk ve

daha pek çoğu tutuklanıp yargılandılar. Yargılama

sonunda önce onlara bazı cezalar verildi fakat

(2.mahkemeye) temyize gidildi ve sonunda beraat

ettiler. Ama bu hareket dediğim gibi Türkçülerin

ilk aksiyonuydu. Hatta daha tutuklu iken 1. yılında

bunu kutladılar. O zamandan beri Türk milliyetçileri

3 Mayıs'ı Türkçülük Bayramı olarak kutluyorlar.

Bu hareket daha çok Harbiyeliler ve üniversite

öğrencileri tarafından oluşturuldu. Bunun nedeni

sizce nedir ?

O zaman üniversitede okuyan gençlerin çoğu

milliyetçiydi. Sonradan bu durum değişti. Bir kısmı

da Harbiyeli olan bu gençler hükümetin özelikle

18


Sovyet yanlısı olan Komünistleri devletin bazı hizmetlerinde

çalıştırmasına karşıydılar. Zaten dava da

bundan dolayı açılmıştı. Yani Atsız bu tutumu protesto

eden yazılar yazmıştı ve bundan dolayı Atsız

ile Sabahattin Ali arasında dava açılmıştı. O davanın

2.duruşması görülürken de bu hadiseler oluyor. (3

Mayıs) Üniversite gençliği ve Harbiyeliler Türkçü

çünkü Atatürk döneminde Türkçü bir eğitim politikası

izleniyor. Özellikle ortaokul ve lise müfredatları

tamamen Türkçü ideoloji ile hazırlanmıştı.

Başlıca dersler olarak tarih ve edebiyat

öğretilmekteydi. Orta Asya

tarihimiz, Türkçülük fikrimiz çok

iyi bir şekilde anlatılıyordu. Bu eğitimin

sonucu olarak da bu gençlik

Türkçü olmuştu. İnönü döneminin

başlarında bu eğitim politikası

değişti, başka bir yöne saptı. Ama

Atatürk döneminin eğitim politikasının

sonucu olarak üniversite

gençliği hâlâ Türkçüydü.

Siz Nihal Atsız ile nasıl tanıştınız?

Kendisini ilk ne zaman tanıdınız?

Öncelikle kendisini yazılarıyla

tanıdım. İlk defa Türk Ülküsü kitabını

lise 2. sınıfta öğretmenimin

tavsiyesiyle okudum. Bu kitabın etkisinde

kaldım çünkü Atsız söyleyeceği

şeyi doğrudan doğruya, dolandırmadan

ve açıkça söylüyor. Fikirleri de içinde

bulunduğumuz, mensubu olduğumuz milletin yararına

olan fikirler. Dolayısıyla o çarpıcı üslubunun

etkisinde kaldım. Sonrasında Atsız'ın diğer kitaplarını

da okudum. 1963 yılında İstanbul Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi'ni kazanıp İstanbul'a gelince

kendisini Süleymaniye Kütüphanesi'nde ziyaret

ettim. Kendisi orada uzman olarak çalışıyordu ve

Edebiyat Fakültesi kütüphaneye çok yakındı. Öğle

tatillerinde zaman zaman ziyarete gidiyordum. O,

kendisine gelen herkesi nezaketle ağırlayan bir insandı.

Gençler gelirdi, tanımadığı insanlar gelirdi.

Hafta sonları Maltepe’deki evine konuk olurlardı.

Hiç kimseye hayır demezdi. Belki bu kadar ziyaretçisi

olmasa daha çok eser bırakacaktı. Ben de kendisini

1963’te ziyaret etmeye başladım. Tabii ki iş saati

olmayacak şekilde öğle tatillerinde Süleymaniye

Kütüphanesi’ndeki yerine bazen hafta sonu da evine

giderdim. 4 yıl süreyle bu şekilde temasımız oldu.

Ondan sonra ben Erzurum'a asistan olarak gittim.

O sürede mektuplaşmalarımız oldu. Vefatına kadar

da ne zaman İstanbul'a gitsem kendisiyle görüştüm.

Büyük Doğu Dergisi'nde farklı görüşte pek çok

şahsiyet yazmış. Nihal Atsız da Büyük Doğu'da yazanlar

arasında.

1959 yılında Büyük Doğu’da yazdı. 2 yazı tefrikası

var. Biri gençlik dönemine ait hatıralarıdır.

Büyük Doğu dergisinde tefrika edildi. (Çok önemlidir

bu hatıralar, ben

Atsız kitabını yazarken

1.derece kaynak olarak

inceledim.)

Bir de Z Vitamini adlı

hiciv romanı var. O da

Büyük Doğu dergisinde

tefrika edildi. Atsız'ın

Büyük Doğu’da yazması

kısa bir dönemdir. Onun

dışında Büyük Doğu ve

onu çıkaran Necip Fazıl

Kısakürek ile yıldızları

barışmamıştır. Ayrıca

Selim Pusat adıyla yayınlandı

Z Vitamini. Çok

sonra kitap olarak çıktığında

kendi adını kullandı.

Atsız Ata'ya vefa eseri olarak gördüğümüz

“Atsız” adlı kitabınızda kendisini “Türkçülüğün

Mistik Önderi” olarak nitelendirmişsiniz. Neden

olduğunu açıklar mısınız ?

Kitabın son bölümünde “Atsız’ın Fikirleri” kısmı

var. Orada Atsız'ın fikirlerini sınıflandırarak adlandırdım.

Orada özellikle ilk iki bölümde Atsız'a

neden Mistik Önder dediğimi anlatıyorum. Mistik

insanların inandıkları şeye canlarını feda edercesine

bağlılıkları söz konusudur. Atsız'ın da ülkü anlayışı

böyledir. Yani ülkü kan ister, can ister, sabır

ister, vefa ister. Ülkü din gibi bir şeydir der ve bunu

yazılarında açıkça belirtir. Ortada bir din yok, herhangi

bir dini görüş yok, tasavvuf da söz konusu

değil ama Türkçülüğe adeta o mistik yaklaşım gibi

bir yaklaşım içindedir. Zaten Atsız, dini anlamdaki

mistisizme de tasavvufa da ciddi bir şekilde karşıdır.

Tasavvufun ve tarikatların Müslümanlığa uygun

19


olmadığını söyler. ( Kitapta, Atsız ve Din kısmında

bu konuya açıklık getirildi.)

Nihal Atsız önemli bir bilim insanı ve elbette bir

çalışma disiplinine sahipti. Kendisinin sizin çalışma

disiplininiz üzerinde bir etkisi oldu mu ?

Aslında Atsız benim hayatımı yönlendirdi. Yani

ben Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tercih ettiysem,

Atsız'ın üzerimdeki etkisi dolayısıyla tercih

ettim. Ben İmam-Hatip Okulu’nda okuyordum.

Yüksek İslam Enstitüsü'ne girebilirdim ama girmedim.

O zaman İmam-Hatip Okulu mezunlarının

üniversitede diğer bölümlere girebilmeleri için

liseden de mezun olmaları gerekiyordu. Ben bir

sene bekleyerek lise diploması da aldım. Liseden

sonra hukuk, iktisat gibi bölümleri kazandım fakat

Atsız’ın üzerimdeki tesiri dolayısıyla Türk Dili ve

Edebiyatı bölümünü tercih ettim. Yani meslek seçimimde

birinci derecede Atsız'ın rolü olmuştur.

Atsız bir Türkologtur. Türkoloji dendiği zaman sadece

dilci, edebiyatçı olarak anlamayalım. Aslında

Atsız daha çok tarihçidir. Hem Türk dili hem Türk

edebiyatı hem Türk tarihi üzerine bir uzmandır.

Hatta onun kuytuda kalmış, unutulmuş bir özelliği

daha vardır ki kendisi bir bibliyografya uzmanıdır.

Yani bizim Osmanlı Dönemi'nden kalan İstanbul

Kütüphaneleri’nde bulunan on binlerce el yazması

elinden geçmiştir. Bu yazmaları kendi nesli içinde

en iyi bilen Atsız'dır. Çünkü zaten Süleymaniye

Kütüphanesi’ndeki görevi de buydu. 18 yıl boyunca

o yazmaları elinden geçirdi. Osmanlı devrindeki

belli başlı bilim adamlarının mesela Gelibolulu

Ali'nin, Şeyhülislam Ebussuud'un, Birgili Mehmet

Efendi’nin bibliyografyalarını hazırladı.

Vaktiyle bu eser basılmıştı, şimdi yeniden

Ötüken Yayınları ile çıktı. Orada görürsünüz binlerce

yazma eseri inceleyip tanıtıyor.

Kitabın önsözünde Atsız'a bir borcum var demişsiniz.

Türkçü gençler olarak bizlerin de ona

borcu var bunu ödeyebilmek için bizler ne yapmalıyız?

Bize tavsiyeleriniz nelerdir?

Hayatıma yön veren bir kişi olarak Atsız'a bir

borcum var, Türkolog olarak ona bir borcum

var, Türk ve Türkçü olarak ona bir borcum var.

Kendisini Türkçü olarak tanımlayan herkesin ona

bir borcu var. Çünkü 1931-1970 yılları arasında

Türkçülüğün fikri ve mistik önderi Atsız'dır. Sizler

de onu okuyarak ve anlayarak bu borcu ödeyeceksiniz.

Türklüğe hizmet ederek ödeyeceksiniz.

Atsız Bey'in yazılarında dile getirdiği bir husus

var: “ Görev Ahlâkı” Her Türkçü hangi meslekte

ise bulunduğu meslekte, bulunduğu makamda en

yükseğe çıkmaya çalışmalıdır. Bu borç böyle ödenir.

20


21


KAPI

ALPEREN GÖKÇE

22

Adam, kurusun diye kalbini çıkardı ve güneş gören bir odaya bıraktı. Bir müddet sonra döndüğünde,

yerler, kalbinden süzülen damlalarla kaplanmıştı.

“Âh!” dedi, “Keşke kalbimin altına leğen koysaydım. Dağılmazdı içim böyle her yere.” Her damla bir

kelimeydi hâlbuki. Ağzını açar açmaz “keşke”den ve “âh” dan birer damla baloncuk olup uçmuştu mesela.

Ama tükenmemişti. Zira adamın içi keşke’lerle ve âh’larla doluydu.

Adam, “içim fazla yayılmasın” diye getirdiği kâğıtları damlaları çekmek için yere serdi. Burada yazılanlar

o kâğıtların birinden olsa gerek. Bilmiyorum.

“Bazen açılan bir kapı, aslında tamamen kapanacak olan, hatta bir tarafa kapanırken başka bir tarafa

açılacak olan bir kapının eşiği olabiliyor. Bilmiyoruz. Ama hayat da böyle bir eşik olsa gerek. İnsan, aklı bir

karış havada olduğu, “ölümüne seviyorum” dediği delikanlılık yaşlarında aslında ölümüne büyüyormuş.

Nice delikanlı arkadaşımın bir sebeple o büyük kapının diğer tarafına geçişinden olsa gerek delikanlılık

yaşı bahsim. Ölüm kapısını geçmek için biriktirilen bir şeymiş hayat. Âh yüklü, keşke yüklü.

Ne çok âh biriktirmişim. Sahi herkesin âh’ının biriktiği bir yer var mı?

Mesela o, küçük kardeşi abisinin kucağında, yanında babası, bomba düşen evinden annesinin cesedi

çıkartılırken ağlayan küçük çocuğun ah’ı, çığlığı.

Muhakkak bu âh’ların ve hıçkırıkların toplandığı bir kat var. Bilmiyorum, belki bu dünyada belki de

herkesin herkese hiç kimse olacağı o günde o kat üstümüze çökecek. Yaşarken dik tutamadığımız boyunlarımızın

altında kalacağız işte o an.

21. yüzyılda acılara mı yoksa insanlara mı yabancı bir şey kattılar, bunu da bilmiyorum ama artık hiçbir

acı hiçbir insana sekmiyor. Ayakkabımızı soksak dahi yine de yutkunabileceğimiz genişlikte boğazlarımızı

hiçbir şey tıkamıyor artık. Yaptıklarını konuşmayan adamların devrinden, konuşunca, konuştuğu şeyi yaptığını

zannetme devrine geldik. Ve daha da fenası bu devrin adamlarıyız.

“Allah’ım kahreyle” dediğimiz hiç kimse ve hiçbir ülke yahut ordu kahrolmuyor.

Kanepede okuduğumuz Fetih Suresi ile hiçbir coğrafya kurtulmuyor. Hoş; o surenin meclisi savaş

meydanıdır. Bir savaşımız mı var. Ya silahımız, ya zırhımız, atımız… Hiçbiri yok.

“her yiğit yüreğinden yonttuğu at’ına binsin” dediler Elimizi kalbimize götürdüğümüz vakit anladık;

Yayan kalacaktık. Yayan kaldık. Bak bu da kalbimin bir yerlerinden dökülmüş. Tortu gibi.

Bunca yok’un içerisinde, oturduğumuz yerden Allah’a olan dualarımızı bir aduket gibi kullanma

hadsizliğindeyiz. Bizler, sebebini işlemeden sonuç umuyoruz. Sebebin bir imtihan, sonucun belki mükâfat

belki de bambaşka bir imtihan olabileceğinden habersiz. Bilmiyorum.

Allah’ım; ne çok bilmiyorum.”

Adam kalbini koyduğu yerden aldı ve göğsüne kattı. Zannediyordu ki onu kurutmuştu. Hâlbuki yere o

damla damla dağılanlar, donmuş kalbine çöken buzların çözülüp bir serin su gibi akmasıydı…

Bilmiyordu.


VAKİT

Kağan Tüber

Tam vaktidir yaşamanın.

Yeşil yaprağında ağaçların,

Kuş olmanın…

Yağmurun serinliğinde

İçine çekmenin toprak kokusunu

Tam vaktidir.

Uzanmanın kırlarda ya da

Papatyalardan taç yapmanın

Sevdiğinin başına

Tam vaktidir

Vakit yaşamanın vaktidir dostlar

Sevdiklerinle doyasıya.

23


ORTAÖĞRETİMDEN

LİSELERE GEÇİŞ

Cengiz Atbaşı

Gelişen ve değişen dünyada eğitim, bireylere bilgiler

kazandırma amacının yanında, kazandırdığı bilgileri

kullanma, yaşama aktarma ve yeni durumlara

uyarlama amaçları doğrultusunda şekillenmektedir.

Bu durumu eğitim programlarında, öğretim teknik

ve yöntemlerinde ve değerlendirme aşamasındaki

ölçme araçlarındaki değişimlerde görmek mümkündür.

Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk milletinin

bütün fertlerini,

1. Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada

ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk

milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini

benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini,

vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan,

insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel

ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk

devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve

sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş

yurttaşlar olarak yetiştirmek;

2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından

dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve

karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir

dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik

ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk

duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;

3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli

bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı

kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların,

kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna

katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını

sağlamak;

Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk

toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte

yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal

ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak

ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı,

seçkin bir ortağı yapmaktır.( 1739 Milli Eğitim

Temel Kanunu, Madde 2)

Türk milli eğitiminin genel amaçlarında da belirtildiği

üzere sorumluluk sahibi iyi bireyler yetiştirebilmek

için çağın gereklilikleri göz önünde bulundurularak

ölçme ve değerlendirme kriterlerinin iyi

belirlenmesi, uygulanması ve sürekliliği gençliğimizin

geleceğe hazırlanmasında önemli bir rol oynamaktadır.

Ancak orta öğretimden liselere geçiş sisteminde

ülkemizin çok da başarılı olmadığı görülmektedir.

Popülizm, siyasetin eğitim üzerindeki baskıları, her

hükümetin kendi dünya görüşüne uygun eğitim politikaları

uygulamaya çalışması gibi sebepler. temel bir

Milli Eğitim politikamızın olmasını engellemektedir.

Oysaki gelişmiş toplumlarda eğitim siyaset üstü bir

kurumdur.

Türkiye'deki ortaöğretime geçiş sistemine ilişkin

SETA'nın hazırladığı rapor ve derlenen bilgilere

göre, sınavla öğrenci alan okulların tarihi çok eskilere

dayanıyor. 1955 yılından itibaren hizmet vermeye

başlayan ve yabancı dilde eğitim sunan kolejler

öğrencilerini sınavla seçiyordu. Daha sonra öğrencilerini

sınavla alan 1964 yılında itibaren fen lisesi,

1985 yılından itibaren Anadolu imam hatip liseleri,

1990 yılından itibaren anadolu öğretmen liseleri ile

2003 yılında faaliyete geçen sosyal bilimler lisesi kurulmaya

başladı. Kolej olarak açılan ve şimdilerde

“Anadolu Lisesi”olarak bilinen okullar ise 1999 yı-

24


lına kadar öğrencilerini ilkokuldan itibaren merkezi

sınavla aldı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasının

başlamasıyla anadolu liselerinin ortaokul kısmı

kapanmış, anadolu liseleri hazırlık ve üç yıllık lise eğitimi

vermeye başladı. Yeni düzenlemeyle öğrenciler,

8’inci sınıftan itibaren anadolu liselerine yerleşmek

için sınava girmeye başladı. (http://www.hurriyet.

com.tr/egitim/gecmisten-gunumuze-ortaogretimde-merkezi-sinavlar-24650666)

2000’lerde sınavla öğrenci alan ortaöğretim kurumlarına

Liselere Giriş Sınavı (LGS) ile yerleştirme

yapılıyordu. LGS, 2005 yılında kaldırılıp, yerine

Ortaöğretim Kurumlarına Giriş Sınavı (OKS) getirildi.

Ancak 2008 yılında bu sistem de kaldırıldı, yerine

üç aşamalı Seviye Belirleme Sınavı (SBS) getirildi.

SBS ile birlikte öğrenciler 6, 7 ve 8’inci sınıflarda lise

sınavlarına girmeye başladılar. Bu süreçte dershaneye

kayıt oranları arttı. Fakat bu değişikliğin ömrü

de kısa oldu; 2010’da yeniden tek sınav sistemine

dönüş yapıldı. Bu tek sınav da SBS olarak anılmaktaydı.

Ancak Milli Eğitim Bakanlığı 2013 yılında bir

kez daha sınav sistemi değişikliğine giderek, Temel

Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavını

duyurdu. Böylece 2004 ila 2013 yılları arasında ortaöğretime

geçişi sağlayan sınav sistemlerinde tam 5

kez değişiklik yaşandı (ERG 2013 İzleme Raporu).

2017 yılında sistem bir daha değişikliğe uğradı ve

TEOG yerine ‘’Eğitim Bölgesi ve Sınavsız Mahalli

Yerleştirme Sistemi’’ veya daha kısa adıyla "Liseye

Geçiş Sistemi" getirildi. Bu sisteme göre isteyen

öğrenciler sınava girebilecek ve aldığı puana göre

Bakanlığın belirlediği okullardan birini tercih edebilecektir.

Sınava girmeyen öğrenciler ise adrese dayalı

kayıt sistemine göre mahallesindeki okullardan birini

tercih edebilecektir.

Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumlarına

İlişkin Merkezî Sınav Başvuru ve Uygulama Kılavuzu

2018’e göre;

Merkezî Sınav, tüm il merkezleri ile başvuru sayısına

göre gerekli görülen ilçe merkezlerinde, yurt

dışında ise sınava girecek en az 10 (on) öğrenci olmak

kaydıyla belirlenen yurt dışı sınav merkezlerinde

Türkiye saatiyle birinci bölüm 09.30’da ve ikinci bölüm

11.30’da başlayacaktır.

Merkezî Sınav başvuruları isteğe bağlı olup sınava

katılmak isteyenler, başvurularını 11-18 Nisan 2018

tarihleri arasında elektronik ortam üzerinden öğrenim

gördükleri okullara yapacaktır.

Sınav, 8’inci sınıf öğretim programları esas alınarak

yapılacaktır. Sınav, iki bölüm hâlinde uygulanacak,

çoktan seçmeli 90 soru sorulacak ve aynı gün

yapılacaktır.

Birinci bölüm, 50 soruluk sözel alandan oluşacak

ve süresi 75 dakika; ikinci bölüm ise 40 soruluk sayısal

alandan oluşacak ve süresi 60 dakika olacaktır.

Sözel bölümde, 8’inci sınıf Türkçe, Din Kültürü

ve Ahlak Bilgisi, T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük

ile Yabancı Dil, sayısal bölümde ise Matematik ve

Fen Bilimlerinden sorular yöneltilecektir.

Aynı kılavuzda yer alan okullara ilişkin istatistikler

de şöyledir;

Okul Türü Okul Sayısı Kontenjan

İmam Hatip ve 298 28.860

Anadolu İmam Hatip

Lisesi

Anadolu Lisesi 222 34.530

Fen Lisesi 309 34.500

Meslek Lisesi 449 19.170

Sosyal Bilimler 89 9.450

Toplam 1367 126.510

Tabloda da görüldüğü gibi; 298’i İmam Hatip ve

Anadolu İmam Hatip Lisesi, 222’si Anadolu Lisesi,

309’u Fen Lisesi, 449’u Mesleki ve Teknik Anadolu

Lisesi, 89’u Sosyal Bilimler Lisesi olmak üzere

Türkiye genelinde 1367 okul sınavla öğrenci alacaktır.

Sonuç olarak; 2000’li yıllardan günümüze ortaöğretimden

liselere geçişte birçok sistemin uygulandığı

fakat hiçbirinde başarı sağlanamadığı görülmektedir.

Son sistemin ne kadar başarılı olacağını ise zaman

gösterecektir. Ancak Türkiye şartları göz ardı edilerek,

Sayın Cumhurbaşkanının talimatlarıyla alelacele

uygulamaya konulmuş, bazı okul türlerinin önünü

açma ve öğrenci sayısını artırmaya yönelik olduğu

düşünüldüğünden, kanaatim bu sistemin de çok başarılı

olmayacağı yönündedir.

Geleceğimizin teminatı olan gençlerin sistem ne

olursa olsun; düşünen, üreten, eleştiren bireyler olarak

topluma kazandırılması en temel hedef olmalı,

milli ve yerli bir eğitim sistemi oluşturulmalı, köklü

ve kalıcı bir ortaöğretimden liselere geçiş sistemi kurulmalıdır.

25


EMPATİYLE UZAKLARI

GÖRMEK Mİ YOKSA

SEMPATİYLE YAKINDAKİLERİ

KAÇIRMAK MI?

Ayşegül Nisa Dur

Empatik olmak… Ne kadar sık karşılaştığımız

bir kavram değil mi? Anlamına vâkıf olmadığımız

hâlde çoğumuz çevremizdekilerden empatik olmalarını

bekliyoruz. Peki, bizim çevremizdekilerden

beklediğimiz, günlük hayatta bir kavram olarak oldukça

sık kullandığımız; fakat uygulamada sınıfta

kaldığımız empatik tutum nedir?

Empati denilince akla gelen ilk isim Carl

Rogers’tır. Rogers, Birey Merkezli Terapi’nin öncülerindendir.

Freud’un insanı güdüler temelli ele almasına

karşın Rogers insan doğasının iyi ve değerli

olduğunu savunur. Empati ise onun için “Değeri

anlaşılmamış bir var oluş şeklidir.”, hatta karşımızdaki

insanın içsel dünyasının en güvenilir dostu olabilecek

kadar insana değer verme sürecidir. “Seni

anlıyorum”, “Ben de senin gibi hissediyorum” gibi

yüzeysel durumlar asla empatik değildir, özveri ister

empati yapmak. Karşımızdakini dinlerken gözlerine

bakarak; duruşumuzla “Şu an bütün dikkatimle seni

dinlemekteyim,” mesajı vererek, jest ve mimikleri

kullanarak, anlatımı kesmeden dinleme süreci yapılır

empatik bir dinlemede. Bu süreçte mesaj aktarımı

gerçekleşir. Empati süreci bununla sınırlı mı? Hayır.

Karşımızdaki, anlatımını bitirdikten sonra anladıklarımızı

aktararak (bu aşamada ses tonunun kullanımı,

vurgu yapma, doğru yerde yükselip alçalmalar

oldukça önemlidir), yani içerik yansıtması yaparak

onu anladığımızı karşımızdakine iletiriz. “Evet, demek

istediğim bu,” şeklindeki bir dönüt almamız

bize doğru yolda olduğumuzu gösterir. Biz anlamışızdır

karşımızdakini, karşımızdaki de anlaşılmıştır

ve anlaşıldığının farkındadır. Karşımızdakinin dünyasına

girip, onun gözüyle bakabilmişizdir anlatılanlara.

Hatta belki de onun göremediği, üstü örtülü,

gizli veya hemen ulaşamadığı kör noktaları biz

görmüşüzdür. Kızılderililerin empatik olmayla ilgili

yaptıkları çok güzel bir benzetme vardır: “Birini

yargılamadan evvel yargılayacağın kişinin makosenleriyle

(ayakkabılarıyla) dolaşmak.” Başkasının

ayakkabısını giyebilmek için önce kendi ayakkabımızı

çıkarmamız gerekir. Kendimiz olmayı bir süreliğine

bir kenara bırakarak, karşımızdakini, karşımızdaki

olarak anlayabiliriz en iyi şekilde. Empatik

olma sürecinin tamamlanması için son bir aşama

kalmıştır artık: “Bireyin fenomenolojik alanından

çıkıp dışarıdan bir göz olarak değerlendirmek” yani

“giydiğimiz makosenleri çıkarmak”. Bireyin dünyasına

girip bir süreliğine o olup onun gibi düşünmek,

sürecin “sempati” olan kısmıdır. Çünkü bu süreçte

biz olmaktan ziyade “karşımızdaki”yizdir ama artık

geri dönüp kendimiz olma vakti gelmiştir. Hem o

dünyayı görmüş biri olarak hem de dışarıdan bir göz

olarak geri bildirim vermemiz gerekir ki farklı bakış

açıları ortaya çıksın. Karşımızdakine hak vermeyebiliriz,

hatta onu hatalı bulup duygularına ortak olmayabiliriz

ama ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini

anlarız. Onu yargılamadan, neden bu şekilde davrandığını

anladığımızı hissettiririz. Bu durum bireyi

rahatlatır, çünkü anlaşılmak bir ihtiyaçtır. “Senin

yerinde olsaydım şöyle yapardım” şeklindeki bir tu-

26


EMPATİ

tum empati değil öğüttür.

Çünkü onun yerinde değilsinizdir

ve hiçbir zaman

tam olarak karşınızdaki

kişi olamayacaksınızdır.

“Ben duruma senin bakış

açınla baktım ama buna

rağmen şöyle davranırdım”

anlamına gelebilir

ve biz karşımızdakini yargılamış

oluruz. Böyle bir

yargılamaya sebep olmak

yerine susup oturmak bile

iletişimi daha az engelleyecektir.

Sempati ile ilgili olarak,

yukarıda sürecin belli bir

aşamaya kadar olan kısmının

sempati olduğu belirtilmişti.

Birine sempati

duyduğumuzda sempati

duyduğumuz kişiyle duygu

ve düşüncelerimiz örtüşür;

tam bir uyum içinde

oluruz. Bu durum, bazen

sağlıklı düşünmenin

önünde engel teşkil edebilir.

Davranışlarının doğruluğunu

sorgulamadan

sempatinin etkisiyle yanlı

bir tutum sergileyebiliriz.

Empati ile sempatiyi

kıyasladığımızda, sempatinin

daha içten olmasına

karşın empatinin daha

objektif olduğunu söyleyebiliriz.

Birine karşı sempati

duymadan da empati

duymamız mümkündür.

Empatiyle sorunların daha

kolay çözüldüğünü, tartışmaların

daha az olduğunu,

yanlış anlaşılmaların önüne

geçilebildiğini görebiliriz.

Huzurlu olmanın yolunun

empatiden geçtiğini

hatırlatarak, daha anlayışlı

yaşantılar için empatiden

ayrılmamanız dileğiyle…

SEMPATİ

27


,

Dilaver Cebeci’nin Aziz Anısına

KALUBELÂ’DAN BERİ

Merve Korkmaz

Bir bahar günü öğlesinde kavuşmuştu o bin yıllık

hasretine. Uçsuz bucaksız bir bozkırda muradına

ermişti. Gün batısını vurup geri dönecek gücü

bulmuştu. Sevdasına kavuşmuştu ezelden kalan.

Yaşımı hatırlamam. Giydiğim mintanı, kenarında

oynadığım dereyi, söylediğim türküleri... Ama

hatırlıyorum aklıma her geldiğinde şah damarımdan

geçen kan gibi. Dedemler konuşurken durdum

bir anda: Türk… Donup kalmıştım. Dört harfin

ağırlığıyla sebepsizce…

-Kimdir o?

-Biziz, dedi.

-Türk nedir ya?

-Beklenendir kızım, dedi.

-Sevdalımız bekler, çok uzaktalar ama beklerler.

Ne kadar oldu dersen çok oldu, herhâl bin yıl geçti.

Dedemle, Dilaver ağabey hiç görmemiştir birbirini,

adlarını bile bilmezler birbirlerinin. Ama nasıl

bilirler aynı sevdanın türküsünü. İkisinin de dilinde

aynı türkü dolaşıp dururdu. Usul usul söylerdi diline

tutturduğu bir türküyü gözlerini açmadan. Ben

oturur dinlerdim onu ama Dilaver ağabey anasının

söylediği türküyü dayanamaz keserdi, sorardı.

Nedir ana bu, Turan nedir? Güzel Turan nerededir,

kimindir? Ben soracak gücü bulamazdım gözlerimi

açıp sormaya. Dinlerdim, kirpiklerimi hafif aralamış

gözlerimi kapatmaya çalışarak.

Öyleydi işte bizim bu sevdaya düşmemiz.

Ata yadigarı, baba emaneti, ana duasıydı. Her günün

ağarmasıyla alevleri şahlanan bir kordu. Anka

kuşundan kalan son kıvılcımdı. Ama hiç tükenmeyecek.

Ardımıza aldığımız türküler, ninniler, dualar

o kıvılcımdı hep. Yorulduk düşeceğiz artık derken

aklıma gelen bir çocuk gözleri olmasa ne yapardım

bilmem. Ben onları görmeyi çoktandır bekler dururum

ama ya onlar.

Bilemezdim Dilaver ağabey yakmayaydı içli bir

şiir onların da uzakları gözleyip bize bir türkü tutturduğunu.

Gitmeye çalışmak çok zormuş, ne zaman

varılır, gün ne zaman kavuşturur bizi bilinemezlik…

Ama ya beklemek…

Bin yıllık hasretini görünce demişti ya ‘Çoktandır

rahmet yağmazdı buralara, kavrulmuştuk, yanmıştık,

bereket geldi sen gelince’ diye vuslatına. Toprak

kokusu ata emanetidir. O kokuyu duyduğun diyar

unutulmazmış. O zamanlardı kendimi aradığım

yaşlar. Hava kararmış gök gürlüyor, bahar gelmiş

müjde verirdi. Çok korkmuş dedemin kucağında

kulaklarımızı iyice kapayıp duymak istemezdim.

Usul usul anlattı. Korkmayın bulutlar birbirine hasret

kalmıştı. Artık kavuştular, bahar geldi, sevinçlerinden

birbirlerine o kadar hızlı koşuyorlar ki gürlüyorlar.

Birbirlerine deli gibi koşan o bulutlar sen gelince

rahmet getirecek sonradan öğrenecektim. Ama

şimdi farkına varıyorum, her şey sen gelince anlam

kazanacak. Çok uzak diyarlara verdiğim sözün, bazen

bakıp ufuklara mahşer mi mahşer bir kızıllıkla

artık bakmaktan yorulmuş bir körpenin Tuna gözlerine

olduğunu.

Artık vakit tamam mı? İkiniz de kavuştunuz kuş

olan ruhlarınızla. Biz kaldık Esfel-î Safili’nde. Sizler

ahseni takvim üzere uçsuz bucaksız bozkıra, hâlâ

bizi bekleyen Vey’e uçtunuz…

28


HAZİNE İÇİNDE

HAZİNE

Alper Şenadam

Serap gözlerin

Çöl içre büyüyor önümde

Gecesi sabahı karışık

Meyveleri ölümsüzlük çengisi

Garip Lokmanı koşturuyor peşi sıra

Ölüyor içinde

Evren denilen yeniler eskiler

Gözlerin Serap

Öldürüyor kim varsa yanımda

En çok dönen kuşlara hasretim

Hasretim büyüyor gözlerinde Serap

Yeşil bir ip geriliyor boynuma

Gülüyorsun

Tekmeleniyor küçük bir iskemle

Parmak uçlarımın altında

29


İZLENENLER

*** Ali’nin yaşayışında oldukları ve olamadıkları

üzerine düşüncelere dalmıştım. Uyanır uyanmaz

daldığım bu düşünceler yatağımdan çıkmama engel

oldu. İşin içinden çıkamayışlarım kendimi sorgulamama

sebep olacaktı. Belki kendimi sorgulama

gerekliliğini neden hissettiğimi, size Ali’den bahsederek

anlatabilirim. Bu hikâye çiçeklerin cıvıldamadığını,

bulutların bir kuş olmadığını, yıldızların

ışığını asla kendinden almadığını anlatacaktır.

Uyandı. Alarmını güne lanet okuyarak kapattı ve

açılmayan gözlerini, yüzüne çarptığı buz gibi su ile

cezalandırdı. Üzerine hızlıca formalarını giyip anahtarını,

cüzdanını, telefonunu aldığı gibi evden dışarı

fırladı. Geç kalma korkusu açlığını bastırıyordu.

Soluk soluğa şirketin önüne geldi ve derin bir nefes

alıp kahverengi kulplu saatine baktı. Tam zamanında

diye içinden geçirdi ve gülümsedi. Bu gülümseyiş

odasına varana kadar sürecekti. Dudaklarının iki yanının

yukarıya doğru çekilmiş halini tam tersine çevirecek

olan şey odasındaki küçük bir farklılıktı. Ne

gerek vardı şimdi sinirleri öylesine yıpratan bir çift

gözün kendisine yaklaşmış olmasına? Evet, hiç gerek

yoktu ancak bunu düşünmek ya da değiştirmek

onun işi değildi. O şirketin hiçbir türlü sorunuyla

işi ile ilgili olmadığı sürece ilgilenmez ve ilgilenen

olursa onların dalkavukluk yaptıklarını düşünürdü.

Hilal Gül

Bu yüzden her ne kadar rahatsız olsa da içten içe

yaşar, asla sesini çıkarmazdı. Konusu açılırsa belki

değişme sebebi neymiş diye fısıltıyla karışık sorar,

öğrenir ama sonuç olarak eski haline gelmesi ya da

o çift gözü kendisinden uzaklaştırmak için hiçbir

şey yapmazdı.

Yapmaya çalışsa tıpkı onun düşündüğü gibi düşünen

birçok çalışan da onun hakkında ileri geri

şeyler düşünecek, kimse onun rahatsızlığına takılmayacak

ya da onunla duygudaşlık yapamayacaktı.

Belki de çiçekler bu yüzden açmıyordu burada.

Bu gerilimi bastırmaya çalışarak kahvesini aldı

ve masasına oturdu. Tam günlük rutinlerini yapacak,

dosyalarını kontrol edecek, maillerine bakacak,

cevaplayacak işlerini sıraya koyacaktı ki bu çift gözü

takip eden bir çift göz daha belirdi çok yakınlarında.

Keşke bunu görmeseydi, hiç fark etmeseydi

orada olduğunu ve bununla yaşasaydı. Allah aşkına

söyleyin bana kim iki çift göz hapsi ile çalışmak

hatta yaşamak ister ki? Mesela çocukken de sırf

yalnız olduğunu hissedebilmek için bütün kapıları

kapatırdı. Hatta sabah kalktığında hepsinin kapalı

olduğunu görmek ona tarifi olmayan bir mutluluk

verirdi. Küçüklüğünden beri yalnız çalışmaya, yaşamaya

özgürce hareket etmeye düşünmeye alışmış

biri şimdi... Odaklanmalıydı kulaklık ile denedi ol-

30


madı sandalyesini ters çevirdi denedi olmadı, bu sefer

de sırtına bakıyorlardı. Biri şunları uyarmalıydı

ancak bunu yapamıyor sorunun olmadığına hem

kendisini ikna etmek istiyor hem de sorun olsa bile

bunu kimsenin duymasını istemiyordu. O gün akşama

kadar Ali bu düzenli hayatında ilk defa çalışmadı

ve işlerini bitiremedi. Mesaiye mi kalmalıydı?

Herkes gittikten sonra kapatırdı ışıkları ve masa

lambası ile çalışabilirdi. Sonunda bir çözüm bulduğu

için oldukça mutluydu. Bu sefer bıyık altından

gülümsemişti. Hayat onu normal seyrinden zorla

alıp koparmış ve buna karşı koyamamıştı.

İnsanlar 17.25'te çoktan gitmişlerdi. Ali, ona

"Hadi çıkmıyor musun?" diyenler olmasın diye

eşyalarını toparlayıp çaktırmadan lavaboya gitti.

Çalışanlar gittikleri zaman yemek sonrası sigara

içen biri gibi rahatladı adeta. Hava karardı ve masa

lambasını açtı. Tek bir tıkırtının bile olmadığı, çok

merdivenli, suratsız, ketum binada hiç olmayacak

bir saatte yapayalnız kaldı ya da öyle sanıyordu.

Gözler yoktu etrafında, kimse onu izlemiyordu.

Sanki sessizlik her hareketinde ona sinirleniyor

"Neden beni rahatsız ediyorsun, bu saatte ses yapıyorsun?"

diye düşünüyor ve hırçınlaşıyordu. Ali

bunu biliyor ve olabildiğince gürültüsüz çalışmayı

deniyordu. Sabaha kadar çalıştı, işleri yoluna koydu

ve güneşin doğmasına 1-2 saat kala masasında uyuyakaldı.

Bu uyuyakalma onun hayatının bir parçası

olarak mı gerçekleşti yoksa tamamen tesadüf müydü

bilemiyoruz. Ali’nin derin bir uykuya dalmasından

kısa bir süre sonra diğerleri de işlerini bitirmenin

rahatlığına kavuştu. Şimdi merakla beklediğinizi

biliyorum. Kısaca sabah odanın ne hale geldiğini

gece aslında neler olduğunu size anlatacağım. O

gün aslında şirkette herkesi izleyen bir çift göz belirdi

ve herkes bunu dillendirip bu toplumu rahatsız

etmemek için sustu. Ölümüne bir susuştu bu.

Herkes bu talihsizliğin yaşandığı o gün geldiğinde

kendini izleyen iki çift göz yüzünden çocuklarının,

eşlerinin, annelerinin, babalarının ya da onları bekleyen

duvarların, kapıların hatırını kırıp gece ofiste

kaldı. Bu gece kimi kendine yedek anahtar çıkardı

kimi Ali gibi lavaboya saklandı kimi masanın altına

girdi. Ancak Ali gibi işlerini bitirip uyuyakalanlar

olduğu gibi masasından kalkıp birbirini fark edenlerde

oldu. Fark ediş olayların seyrini bir hayli değiştirecekti.

Bu fark ediş yalnız olmadıklarını onlara

apaçık gösterdi. Yaşamlarının gözetlenmesinden

başka neydi ki burada olmalarına sebep? Kocaman

gün hiçbiri bunun karşı çıkılması gereken bir zulüm

olduğunun farkına varamadı ya da korkuları onların

susturucuları oldu. Birbirlerine olan bakışları

hepsinin gözlerinde aynı gerginlik olduğunu güneş

gibi ortaya çıkardı. O an ilk hareketi yapanın hiç bir

önemi yoktu. Herhangi biri buna bir son vermeye

karar verecekti. O kişi belki de hayatında ilk defa

kendinde yanlış olana karşı çıkma esaretini buldu.

Ve işte oldu! Birden çerçevelerin içindeki bütün o

aşağılık gözleri paramparça ettiler. Her biri bundan

büyük zevk alıyordu. Onları rahatsız eden bu çerçevelerden

öç almak, doğru olduğunu düşündüğü bir

başkaldırıyı gerçekleştirebilmek; bu, tarif edilemez

bir umuttu hayata dair. İzlenenler, bir hayat memat

meselesi haline gelmiş gibi fırlatıyordu çerçeveleri.

Kimisi pencereden atıyor kimisi yere fırlatıp üstünde

zıplıyordu. Olayı bilmeyen birisi olanları görse

çıldırdıklarını düşünecekti. Ali ise işlerini bitirip

uyuyup uyandığında kendi odası da dâhil şirkette

tek bir fotoğraf dahi kalmadığını gördü. Nasıl bu

kadar derin bir uykuda olabilirdi? Sorgulamadı. Bu

durumda ne yapması gerektiğini biri ona söylemeliydi.

Yerinde kalmalı aynı hayatına devam mı etmeli

yoksa bu çılgınlığı yapanlar ile aynı safta mı bulunmalıydı?

Ali bunun cevabını veremediği için sadece

her zaman yaptıklarını yapmaya devam etti. Kırık

dökükler arasında lavaboya gitti elini yüzünü yıkadı,

bir şeyler atıştırmaya karar verdi. Sonrada mesai saatini

bekleyecekti.

Bu gece cinneti, tüm yıkılan kırılan çerçeveleri

nihayetinde sona erdirdi. Bir yandan özgürleşirken

tüm itaatkârlar, bu ani patlamanın, bu ani değişimin

şirket yöneticileri tarafından hoş karşılanmaması ve

bütün yöneticileri çileden çıkarmış olması kimini

üzecek kimini pişman edecek kimine ise hayatta

daha güçlü ve kendi olabilme fırsatı sunmuş olacaktı.

Yöneticiler safradan boşaltırcasına tüm kıran

dökenleri tek seferde kovdu, çalışanlara gerekli tazminatı

ödeyemeden iflas etti. Nasıl akılsız bir şirketti

bu? Ali ise ne çerçeve kırabilen ne de yönetici

olabilen ortada kalan tepkisiz bir çalışandı. Şimdi

kendine başka herhangi bir iş aramaktadır. Tek dikkat

ettiği şey ise odalarda çerçeve olup olmadığıdır.

Hoş, olsa da tekrar mesaiye kalır ve gece işlerini yoluna

koyar, sabahta yeni güne başlar, bu böyle bir

döngü halinde devam ederdi.

31


KRİPTO

BITCOIN DIGITAL DECENTRALIZED PEER TO PEER

PARA VE

1 TROYOZ 999 FINE COPPER MJB MONETARY METALS

AHLÂK

Oğuz Atalay

Giriş

“Zengin oğlan fakir kız” Yeşilçam filmlerinin klişe konularından birisidir ve zengin oğlan her zaman

ahlâksız, fakir kız ise her zaman ahlâklı bir birey olarak sunulmuştur. İzleyiciye verilen mesajda servetin,

malın, mülkün yahut paranın ahlâksızlığa yol açtığı izlenimi bütün o filmlerin gizli teması olarak görünmektedir.

Aslında üst sınıf olan kalantor adamlar, alt sınıf olan emekçilerin sömürülmesi yoluyla, servetin

el değiştirdiği vurgusu ile ahlâkî bakış açımıza sunulmuşlardır. O halde, iktisadın en temel meselesi olan

bölüşüm ve dağıtım –filmlerde kullanılmasının sembol olarak bahsinden daha genel düşünmek kaydıylaahlâk

kavramından ayrı düşünülemez.

Bu hususta sorulacak ilk soru, doğrudan iktisat bir ilim olarak ahlâk ile iç içe mi değerlendirilmelidir

yahut da iktisadın yöntem ve araçlarında mı ahlâkîlik problemi gündeme gelecektir? Bu soruyu biraz daha

özelleştirirsek bir yöntemin ya da aracın ahlâklı veya ahlâksız oluşundan bahsetmek mümkün müdür?

Soruyu biraz daha özelleştirirsek “para ahlâksız mıdır?”, hatta bugün çok konuşulan bir meta (!) olan

kripto paralar (Bitcoin vs.) ahlâksız olarak değerlendirilebilir mi?

Bu soruların cevabına geçmeden önce 1) kripto para nedir, 2) ahlâk nedir, 3) klasik ekonominin ahlâk

felsefesi açısından ikisi arasında bir değerlendirme yapmak mümkün müdür sorularına cevap vermemiz

gerekmektedir.

Kripto Para Nedir?

İnsanoğlu yüzlerce yıldır değişim aracı olarak parayı kullanmaktadır. Tarih boyunca birçok nesne para

olarak kullanılmış, sadece değişime konu olmamış aynı zamanda değer biriktirme fonksiyonunu da yerine

getirmişlerdir. Dahası belki de insanoğlunun iktisadi manada en büyük keşiflerinden bir tanesi tasarruf

aracı paranın krediye konu edilmesi suretiyle “banka” aracılığı ile yaratılması yani “banka parası”nın ortaya

çıkmasıdır. “Banka parası”ndan kastım tamamen muhasebe kayıtlarından oluşan bir aktif/pasif yönetimidir,

dolayısıyla reel sermayenin misliyle fazlası olan bir finans sermaye meydana gelebilmiştir.

32


“Banka paralarının” kullanımı son 50 yılda “sanal

para” olma yolunda ilerlemiş, kredi kartları ve

elektronik transfer imkânları ile para bir meta ile

temsil edilmekten tamamen çıkmıştır. Basit bir işlemle

iki taraf arasında fizikî bir meta (para) olmadan

servet el değiştirebilmektedir. O halde, kripto

paranın “sanal para”dan farklı olan özelliği nedir?

“Sanal para”da bir banka aracılığı ile iki taraf

karşılıklı işlem yapmakta, banka da bir tarafı borçlandıran,

diğer tarafı alacaklandıran bir muhasebe

işlemi gerçekleştirmektedir. Alacaklanan taraf dilerse

muhasebe kaydını yapan bankadan söz konusu

meblağı kabul edilen bir para birimi üzerinden

tahsil etme imkânına sahiptir. Ancak kripto para dediğimiz

paralarda arada bir Banka bulunmamakta,

işlemler doğrudan iki kişi arasında gerçekleşmekte,

doğrulamayı ise “miner” denilen anonim sayısız

kullanıcı yapmaktadır. Milyonlarca bilgisayarda karşılıklı

bu işlem tutulmakta, tabir caizse, muhasebe

kaydını milyonlarca bilgisayar tutmaktadır. Bu paralara

kripto para denilmesinin sebebi ise kullanılan

blockchain teknolojisinden kaynaklanmaktadır.

Blockchain teknolojisi, bir verinin algoritmik

olarak şifrelenerek milyonlarca kullanıcıya dağıtıldığı

bir dağıtık veri tabanı teknolojisidir. Dolayısıyla

bir kaynaktan çıkan veri şifrelenip dağıtılarak, dağıtılan

verilerin ayrı ayrı şifre çözümleri doğrulanıp

karşı tarafa ulaşıyor. Bu aşamada kaynaktan çıkan

ve diğer kaynağa ulaşan veriye kimse ulaşamıyor,

kimse yönetemiyor, kimse müdahale edemiyor ve

kimse değiştiremiyor.

Kripto para bahsini kapatmadan önce en çok bilinen

şekli olan Bitcoin’e dair de birkaç cümle söylemek

yararlı olacaktır. Bu para biriminin kurucusu

olarak “Satoshi Nakamoto” isimli meçhul birisi ya

da birileri olduğu söyleniyor ve tedavüle çıkacak

Bitcoin miktarı 21 milyon ile sınırlı olacağı belirtiliyor.

Ahlâk Nedir?

Ahlâk kabaca ifade etmek gerekirse neyin doğru

neyin yanlış olduğunu ifade eden bir kurumdur.

İnsanlık tarihi boyunca felsefenin de ana konularından

birisi olmuş ahlâk hususunda en büyük tartışma

evrensel ahlâk kuralları olup olmadığıdır. Bir

toplumda var olan ahlâk kurallarının tamamı evrensel

özellik göstermese de evrensel özellik gösteren

birçok ahlâk kuralı da bulunmaktadır, hırsızlık yapmanın

ahlâksız bir eylem olarak tanımlanması gibi.

Bunun haricinde toplumlar yazılı hukuk kurallarını

oluştururken ahlâk kurallarını temel almışlardır,

birçok ahlâk kuralı bu sebeple hukuk kuralı haline

gelmiş, dolayısıyla ahlâksızlık birçok durumda gayrimeşru

da sayılmıştır.

Mesele elbette sadece hukuk zemini üzerinde

değerlendirilemez. İktisadî faaliyetlerde meşru olan

ancak erdemlere bağlı olmayan yani ahlâksız bir tavır

sergilemenin sonuçları üzerinedir. Günümüz iktisatçıları,

klasik dönemi ve Adam Smith’i değerlendirirken

onun meşhur fırıncı örneğinden hareketle

“kendi çıkarını düşünen insan”ın toplumsal refahı

artırdığını söylediğini belirtmektedirler. Bu doğrudur,

ancak kanaatimce eksiktir. Smith’in bu ifadesi

“kendi çıkarını düşünen insan”ın üretime katkı yapmak

suretiyle çıkarını gerçekleştirdiğinde yatmaktadır.

İktisadın rasyonel insanı, “kendi çıkarını düşünürken”

ahlâktan nasipsiz olamaz. “Kendi çıkarını

düşünme eylemi” üretim faaliyetine katılmada “hukuk

kuralları” çerçevesinde gerçekleşecektir.

Ancak, “hukuk kurallarına” uygun ancak gayri

ahlâkî olan bir eylemde ise piyasayı temizleyecek

olan sadece “görünmez el” olacaktır. Serbest piyasa,

üretici-tüketici ilişkisi çerçevesinde toplumsal

refahı sağlayacak şekilde “kendi çıkarını düşünen

insanların” hareketleri ile dengeye ulaşacaktır. Bu

dengede devletin rolünün asgari olması iktiza etmektedir.

Kripto Para ve Ahlâk Arasındaki İlişki

Öncelikle konuyu, klasik iktisadın varsayımları

çerçevesinde kısaca ele alıp nihayete erdireceğim.

Kripto paraların en önemli özelliği merkezileşmeyi

ortadan kaldırmasıdır. Haliyle, düzenleme ve

yönetme devletten alınıp piyasaya verilmektedir.

“Görünmez el”in devrede olacağı, merkezî olmayan

bir para sistemi devletin müdahale imkânlarını

kısıtlamış olacaktır. Ancak zaten Klasiklere göre

para peçedir ve yalnızca mübadele aracı olarak kullanılır.

Doğrudan mal ve hizmet ile ilişkili bir enstrümandan

ibarettir. Böylece, Klasikler açısından

desentralize edilmiş bir paranın serbest piyasa ekonomisi

açısından bir anlamının olmaması gerekir.

Yine de, kripto paralar yardımıyla devletin küçülmüş

olması Klasiklerin felsefesine uygundur.

Klasik varsayım çerçevesinde ikinci husus ise

Bitcoin çıkarılması (mining) yoluyla gelir elde edil-

33


mesinde ahlâkî tutarsızlık olduğu açıktır. Para üretim

sürecine “mining” denilmesi muhtemelen “altın

madenciliğine” yapılan bir atıftan ibarettir. Ancak,

kripto paraların basit bir mübadele aracından çıkarılıp

üretim yapılıyormuşçasına algılatılmasından

kaynaklanan ve gerçek manada bir üretimin olmadığı

hususuna rağmen kripto paralar bir tüketim

metası haline getirilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla

Klasiklerin felsefesine aykırı biçimde para artık bir

peçe değil, bir tüketim metası olarak sistemde yer

alacaktır.

O zaman, kripto paralar ile doğrudan ahlâk ile

bir ilişki kurmak mümkün mü? Kanaatimce değil

çünkü bir “şey”in ahlaki değerleri olduğu iddiası ile

konuşmak ahlâk kurumunun yapısıyla doğrudan

bağdaşacak bir husus değil. Ancak kripto paranın

kendisi ile değilse bile ortaya çıkardığı piyasa ve bu

piyasanın işleyişinin doğrudan ahlâk ile ilişkisi olacaktır.

Klasiklerin felsefesinin aksine artık bu para

(!) bir peçe değil ve tüketim metası ise ahlâk ile kripto

paranın ilişkisine de kendi perspektifimizden bakabiliriz.

Bunları da maddeler halinde sıralayalım:

Kripto para kullanımı denetim mekanizmalarını

ve devlet gözetimini ortadan kaldırdığı için

vergi kaçırmayı, kara para aklamayı ve yasadışı

faaliyetlerin para transferini çok kolay hale getirmiştir.

Kapitalizmin doğuşunda müşahede edilen servet

biriktirme süreçlerinin benzeri kripto paranın

piyasasının oluşturulmasında da görülmektedir.

Nasıl ki sömürge yoluyla altın ve gümüş madenleri

belli ellerde birikti ise kripto paraların büyük bir kısmı

da belli ellerde birikmiş durumda olmalıdır. Bu

da bizi basit bir mübadele aracı olduğu iddia edilen

bir sanal meta aracılığıyla servetin yine belli ellerde

toplanmış olduğu sonucuna götürecektir.

Bir para biriminin diğer para birimleri karşısında

aşırı dalgalanması/dalgalandırılması yine servetin

çok hızlı bir biçimde ve ahlâksız olarak el değiştirmesi

sonucunu doğurmaktadır. Serbest piyasa sisteminde

ideal olan dengede olmaktır. Kripto para

piyasasının dengeye geleceği meçhuldür. Tarihte

bu aşırı dalgalanmalara en güzel örnek lale piyasasıdır.

Kripto paralar, bu dalgalanma seyri içerisinde

ilk çıkış noktaları olan aracısız mübadele metası olmaktan,

çok riskli bir yatırım aracı haline şimdiden

gelmiştir.

Ekonominin aynı zamanda bir güven müessesesi

olduğu yadsınamaz ve para, bu güven ilişkisinde

işlem maliyetini düşüren ve güvenilecek tarafı

mübadele yapılan taraflardan çıkarıp her iki tarafın

da güveneceği ortak bir gücün varlığına havale etmiştir.

Meşru güç kullanımını tekelinde bulunduran

devletten bu güven unsurunun alınıp doğrudan paranın

kendisine verilmesi mübadele aracının aynı

zamanda güvence veren taraf olmasına sebep olacak

mantıksal bir tutarsızlık meydana getirecektir.

“Alışveriş yaparken kripto paraya niye güvenmeliyim

çünkü kripto paraya güvenmeliyim” argümanı

mantıksız olduğu kadar “güven”i ahlâkî bir erdem

olmaktan çıkaracaktır.

Sonuç

Kripto paraların yararları ve zararlarından ziyade

kripto para kullanımının mevcut şartlar içerisinde

ahlâk ile olan ilişkisine değindik. Ancak yarar ve zarar

konusunda da birkaç kelam etmekte yarar var.

Kripto parayı savunanların en büyük argümanı

blockchain teknolojisinin geleceğin teknolojisi olacağından

ötürü kripto paraların yararlı olacağına

ilişkin deterministik görüştür. Atomun parçalanması

da çok önemli bilimsel bir hamledir ve günümüz

teknolojilerine katkıları yadsınamaz ancak nükleer

silah kullanımı evrensel manada ahlâken kötüdür.

Kripto para kullanımının, sömürü düzeninin en

büyük aracı olarak görülen bankaları devre dışı bırakacağı

iddiası tamamıyla geçersiz değildir. Ancak

küçük tasarrufların biriktirilmesi ve bankalar aracılığı

ile para yaratılarak krediye dönüşmesi süreci göz

önüne alındığında, bankaların iktisadi kalkınmada

oynadıkları rol bakımından bankaların yerine neyin

konulacağı meçhuldür. Kripto parayı savunanlar

bankacılık sistemini topyekûn ahlâken kötü ilan etmektedir,

bu doğru bir iddia değildir. İşleyişin kötü

olması ve sömürüye izin vermesi bütün bir sistemin

kötü olacağı mantıksal sonucuna bizi götürmez ve

dahi bu da bir sistemin yerle bir edilmesini haklı

çıkarmaz.

Kripto paraların yararına söylenecek sözler, aslında

itiraz edilen noktaların argümanları içerisinde

yer almaktadır. İnsanların tarih boyunca kurdukları

birçok kurumun bir anda silinip yok edilmesi mümkün

değildir. Kaldı ki; mevcut şartlar içerisinde bu

yok etme fiili mevcuttan daha kötü durumlara sebep

olabilecektir.

34


FOTOĞRAF: EMEL BEYAZ

35


Türk Dünyasında

Enerji İş Birliği

Hamit Berat Kaya 1

1 Lisans Öğrencisi, Süleyman Demirel Üniversitesi

Türkiye’ nin 2023 hedeflerine varabilme yolunda

öncelikli adımın enerji olduğu, her geçen gün

daha da belirginleşmektedir. 2 trilyon $ milli gelir

ve 500 milyar $’lık ihracat hedefi enerji kaynaklarının

da artışı olmadan gerçekleşmeyeceği aşikardır.

Bu artış; amacınız büyümek ise “anlaşılabilir”

bir durumdur. Fakat “kabul edilebilir” olm ası için

talebe aynı oranda enerji arzında artışın sağlanıyor

olması gerekmektedir. Türkiye, geleneksel enerji

kaynaklarının (en azından görünür, bilinir, ulaşılabilir)

limitlerindedir. Örneğin; Fırat, Dicle nehirleri

üzerine kurulu barajlardan en fazla verimle enerji

sağlayabiliyor, Karadeniz bölgesine kurulu irili

ufaklı HES‘leri de enerji kaynağı potasında eritebiliyoruz.

Bunların yanı sıra ilk kullandığımız hidrokarbon

hammaddesi kömürü de (yerli ve ithal) artık

sadece ısıtma için değil sanayide de yoğun bir şekilde

kullanabiliyoruz. Yenilenebilir enerji kaynakları

(hidrotermal, rüzgâr, güneş) konusunda yapılan yatırımlar

da diğer enerji kaynaklarına göre mütevazı

oranlarda olsa da arza cevap verecek şekilde önemli

bir gelişme göstermektedir. Fakat Türkiye, geçmiş

95 yılda en iyimser bakışla dahi; enerjide dışa bağımlı

bir ülke konumundadır. Bu durumu düzeltmemiz

için önümüzde 2 yol olduğu görünmektedir.

Ya çevrecilerin dediği gibi daha az enerjiye ihtiyaç

duyacak yaşam tarzını seçmek zorundayız ki bu durumda

büyük ve güçlü Türkiye hedefinden vazgeçmek

zorundayız. Ya da yakın gelecekte kapımızı çalacak

enerji açığına bugünden tedbir geliştirmeliyiz.

Şekil 1. Türkiye İle İlişkili Yapılmış ve Yapılacak Enerji

Hatları

Bu minvalde Türkiye’ nin başka milletlerden

önce kendi karındaşlarına yönelmeli ve iş birliği

içine girmelidir. Türk milletinin yaşadığı diğer

coğrafyalara baktığımızda dünya üzerinde bu kadar

yayılmış ve kritik bölgelerde yaşayan bir millet daha

olmadığını göreceğiz. Türk milleti geniş coğrafyalarda,

farklı devlet organizasyonları içinde yaşamış

ve yaşamaktadır. Bu açıdan baktığımızda Türk milletini

bağlı bulunduğu devlet organizasyonlarında

yaşama biçimine göre üçe ayırabiliriz: Bağımsız

Türk Devletlerinde yaşayan Türkler, Özerk yapıda

36


bulunan devletlerde yaşayan Türkler ve başka

milletlerin hakimiyeti yaşayan Türkler.

Bağımsız Türk Devletleri, K.K.T.C ve Türkiye

dışında tüm Türk devletleri Asya (Ön Asya ve

Orta Asya) kıtasında yer almaktadır. Bağımsızlığını

1974 yılında kazanan K.K.T.C, ekonomik ve askeri

bakımdan Türkiye’ nin idaresi altında fakat siyasi

olarak kendi Cumhurbaşkanı ve meclisi bulunmaktadır.

Ayrıca sadece Türkiye tarafından tanınmaktadır.

Diğer beş Türk Devletine bakacak olursak,

bu devletler öncelikle devletleşme süreçlerini

tamamladılar. Sovyetlerin ilk dönemlerinde,

Stalin’in meşhur tanımlamasıyla “görünüşte

milli, özde sosyalist devletler” olarak kurulan bu

cumhuriyetler bağımsızlıklarından sonraki 20 yıl

içerisinde artık gerçek birer milli devlet haline gelmiş

durumdadırlar. Fakat yönetim sistemlerinde

bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Kırgızistan parlamenter

rejimi; diğer dört cumhuriyet ise başkanlık

rejimini seçmiştir. Başkanlık rejimlerini demokrasi

açısından değerlendirdiğimizde Kazakistan’ın

kısmen, diğer üç cumhuriyetin (Özbekistan,

Türkmenistan ve Tacikistan) ise bir hayli otokratik

yapılar haline dönüştüklerini görmekteyiz. Dünya

tarihi devletleşme uygulamaları açısından incelendiğinde,

her devletin oluşmasında etnik, coğrafi,

dini ve ideolojik faktörlerin rol oynadığı görülmektedir.

Devletleşme süreçlerinin içinden geçtiği

tarihsel ve sosyo-politik şartlara göre bunlardan

biri veya birkaçı ön plana çıkar ve sürükleyici nokta

olarak görev yapar. Sözgelimi Atatürk, Türkiye

Cumhuriyeti’ni Anadolu ile sınırlı Türk milliyetçiliği

kavramı üzerine inşa etmiştir. Benzer şekilde

Türkistan Türk Cumhuriyetlerindeki siyasi kadrolar

da ülkelerindeki devletleşme sürecini büyük ölçüde

etnik milliyetçilik ideolojisi etrafında şekillendirmeğe

çalıştığı görülmektedir. Kazakistan’da Kazak

milliyetçiliği, Özbekistan’da Özbek milliyetçiliği ve

Türkmenistan’da da Türkmen milliyetçiliği devletleşmenin

sürükleyici noktası oldu. Benzer şekilde

diğer iki cumhuriyette de Kırgız ve Tacik milletleri

kavramları ön plana çıkarıldı. Söz konusu sürede

bu ülkelerin uluslararası sisteme entegre olduklarını

görüyoruz. Ayrıca Şanghay İş birliği Örgütü gibi kıtasal

boyutta ve çok sayıda bölgesel kurumlaşmanın

üyesi oldular. Bu ülkelerin uluslararası entegrasyon

sürecinde ne kadar başarılı oldukları konusunda

en iyi örnek Kazakistan’ın 2011 yılında AGİT başkanlığını

yüklenmesi olarak gösterilebilir. Yalnızca

Türkmenistan, 1990’ların ortalarında Birleşmiş

Milletler tarafından da onaylanan “tarafsızlık” politikası

gereği, bu gibi bölgesel siyasi ve askeri iş birliği

yapılanmalarının dışında kalmaktadır.

Ekonomik yapı ve potansiyel açısından bu ülkelere

baktığımızda, 20 yıl sonra gelinen bu noktada,

bir karbon kaynakları ihraç eden enerji zengini

ülkeler, bir de enerji ithal eden ülkeler diye bir

ayrımın ortaya çıktığını görüyoruz. Tacikistan ve

Kırgızistan enerji ithal eden ülkeler, buna karşın

diğer ülkeler yani Kazakistan başta olmak üzere

Türkmenistan ve Özbekistan enerji ihraç eden

ülkeler haline gelmişlerdir. Bu ayrım, sadece ekonomik

anlamda değil, aynı zamanda söz konusu

ülkelerin uluslararası düzeyde ilişkilerini değerlendirebilecekleri

bir zemin oluşturmak açısından da

büyük önem taşıyor. Mesela Batı Avrupa Ülkeleri,

Çin, Hindistan gibi enerji ihtiyacının giderek arttığı

ülkeler için enerji zengini bir Kazakistan ile enerji

fakiri bir Kırgızistan çok farklı bir algıya sahiptir.

Şekil 2. Türk Devletleri Ticaret Yolu Haritası

Bu bilgilerin ışığında, Türk Devletlerinin siyasi

sınırları içerisinde bulunan enerji hammadde sahaları

politik-stratejik hamlelerin ana çizgilerinden

birini oluşturmakta ve büyük devletler kendi

petrol şirketlerini destekleyerek bu alanda sıkı

bir mücadele vermektedirler. Bu durumda, Türk

Devletleri bu paylaşımda yerini nasıl almalı? Çok

yönlü hamlelerin ve yönlendirmelerin yaşandığı bir

coğrafyada Türk Devletleri satrancı hangi araçlara

öncelik vererek oynamalıdır? Yeni jeo-politik harita

ve düzenleme üzerinde düşünüldüğünde Türk

Devletleri’nin içinde bulunduğu coğrafya, kültürel

ilişkiler, güç denklemi çerçevesinde çok yönlü bir

politika izlemesi gerektiğini göstermektedir.

Daha önce Türk milletini bağlı bulunduğu

devlet organizasyonlarına göre 3’ e ayırmış

37


ve Türk Devletlerinin mevcut durumu analiz

edilmişti. 2. olarak bakacağımız Özerk ve Federe

Cumhuriyetlerimiz toplam 16 tane olmakla birlikte

9 tanesi (Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan Tuva,

Yakutistan, Altay, Karaçay-Çerkes, Kabardin-

Balkar, Hakasya) Rusya Federasyonu, 2 tanesi Çin

(Uygur, Şunhua Salar), 1’ er tane ise Azerbaycan,

Moldovya, Ukrayna ve Özbekistan sınırları içinde

yer almaktadır.

Özellikle Rusya içerisinde bulunan Özerk

Cumhuriyetler yer altı zenginlikleri bakımında zengin

bir yapıya sahiptir. Öyle ki Rusya Federasyonu

doğalgaz ve petrol gelirlerinin neredeyse yarısını

bu bölgelerden karşılamaktadır. Bunu bilen Rus

yetkililer yer altı zenginliği olan bölgede yaşayan

Türklerin herhangi bir isyan vb. harekete kalkışmaması

için Türk kimliklerine karışmamış bilakis onlara

Türk kimliği ile ilgili çeşitli eğitimler vermektedir.

Diğer özerk cumhuriyetlerimize baktığımızda

yer altı zenginliği bakımından fakir diyebileceğimiz

topraklarda bulunmaktadır. Fakat Uygur Özerk

Bölgesi farklı bir durumdan dolayı Çin komünizmi

altında yıllardır zulüm görmekte ve kimliklerini

kaybetmeleri için türlü baskı ve asimilasyonlar

uygulanmaktadır. Bunun sebebi ise hem bölgenin

kömür rezervi bakımından bakir topraklar olması

hem de diğer beşerî sebeplerdir.

Herhangi bir devlet oluşumuna gidememiş

ve diğer milletlerin hakimiyeti altında yaşamlarını

sürdüren Türk ellerinin sayısı TURAN-SAM

verilerine göre 38 adettir. Bunların tamamına değinmekten

ziyade enerji hammaddesi çıkarılabilen

bölgelere değinilecektir. Örnek olarak; Güney

Azerbaycan (İran içinde), Hazar Türkleri, Doğu-

Batı Türkmeneli, Kazan Hanlığı ve Yakut(Saha)

Bölgesi verilebilir.

Güney Azerbaycan (İran içinde), Hazar

Türklerinin yaşadığı bölge, Doğu-Batı Türkmeneli

bölgeleri Ortadoğu ve Kafkasya bölgelerinde yer

almaktadır. Hem yer altı zenginlikleri hem de savaşların

fazla olduğu bu bölgelerde Türk varlığının

korunması hayati önem taşımaktadır. Türkiye’

nin Orta Asya ile gerek kültürel gerekse ekonomik

bağlarının kopmaması adına bu bölgelerde ki Türk

mevcudiyeti önem arz etmektedir. Kazan Hanlığı

Rusya Federasyonu sınırları içinde bulunmakta

olup Tatarların çoğunluğunu oluşturduğu bir bölgedir.

Yakut Bölgesi ise daha çok buzul alanların

bulunduğu ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin

bir bölgedir.

Bu bağlamda Türkiye özellikle Sovyetler

Birliği'nin dağılması siyasi açıdan önemli avantajlara

sahip olmasını sağlamıştır. Türkiye içerisinde

bulunduğu bölge siyaseti sayesinde uluslararası

ilişkilerde öne çıkmaya başlamıştır. Türkiye'yi öne

çıkaran olgular yalnızca jeopolitik konumu değildir.

Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan

bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin de etkisi oldukça

fazladır. Öyle ki bu devletlerin Türk asıllı olmaları

din, dil, ırk ve tarih gibi ortak birliklerinin olması bu

devletler ile gerçekleştirilebilecek her türlü iş birliğine

zemin hazırlamakta, karşılıklı siyasi ve ekonomik

çıkarlar açısından güvenilirlik sağlamaktadır.

Bugünkü gelinen noktada gösterilen somut gelişmeler

ile Azerbaycan ve Kazakistan başta olmak

üzere Türkmenistan ve Özbekistan ile de yakın

ilişkiler içerisine girilmektedir. Bu devletlerin bölgede

etkin bir güç durumda olan, başta Rusya olmak

üzere Çin, ABD ve AB gibi dışarıdan baskı

unsurlarının kendi sistemlerini kurmaya çalışıyorlar.

Adına ''Yeni Dünya Düzeni'' dedikleri sömürgeciliğin

sevimli gösterilen diplomatik boyutlu politikalarına

boyun eğdirilmek durumda kalmaları oldukça

üzücü bir durumdur. Bu nedenle Türkiye'nin daha

gerçekçi ve gözle görülür adımlar atarak bölgeye

yönelmesi ve bu şekilde politikalar geliştirmesi

gerekmektedir. Yıllar boyunca Rus egemenliği altında

Sibirya bölgesinde bulunan Türk Devletleri,

Çin kontrolündeki Doğu Türkistan, Irak'ın Türk

bölgesi olan Kerkük ve İran' da Türklerin yoğun

şekilde yaşadıkları bölgelerde çıkarların petrol ve

doğal gaz rezervleri dünya yüzdesinin önemli bir

çoğunluğunu oluşturmaktadır. Genel olarak Türk

Dünyası dünya petrol rezervlerinin %20'sine, doğal

gaz rezervlerinin %50'sinden fazlasına sahip

konumdadır. Ancak petrol üretiminin %18'i, doğal

gaz üretiminin ise %30'luk kısmı Türk Dünyası

topraklarında gerçekleşmektedir. Özellikle bir Türk

gölü olan Hazar havzası, Türk Dünyasının Basra

Körfezi konumundadır. Hazar denizine kıyısı olan

başta Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'ın

petrol ve doğal gaz açısından dünyanın önemli ülkeleri

arasında yer alıyor olması bu ülkeler adına

sevindirici bir durumdur. Fakat gerçek anlamda

bağımsız ve güçlü bir devlet olabilmenin en önem-

38


Şekil 3. Türk Milletinin Yoğun Olarak Yaşadığı Bölge

li koşulu ekonomik anlamda bağımsız olabilmektir. Bu koşulu sağlayabilmeleri için ülkelerin Rusya'dan

geçerek uluslararası pazarlara çıkan tüm ihraç yolları ve sanayi alanındaki bağımlılıklarına yeni ve güvenilir

bir alternatif bulmaları gerekmektedir. Aksi takdirde Rusya hala kendisini Sovyetler, bu ülkeleri de

doğal uzantısı olarak görmeye devam edecektir. Türk Cumhuriyetlerinin tam olarak hem ekonomik hem

de siyasi bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için kendi petrol ve doğal gaz boru hatlarına sahip olmaları

gerekmektedir. Bunun için de en doğru alternatif Doğu-Batı Enerji Koridoru' nun merkez noktası durumunda

Türkiye hattıdır. Tengiz-Bakü-Ceyhan projesi ile Azerbaycan ve Kazakistan'ın doğal kaynaklarının

uluslararası pazarlara kesintisiz yollardan ulaşmasını sağlayarak Rusya'ya olan bağımlılığını bir ölçüde

azaltmaktır.

Bu durum sonucunda; Türkiye enerji kaynakları bakımından stratejik çeşitliliğe sahip olacak,

Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan petrol ve doğal gaz ihracatında doğal alternatiflere kavuşmuş

olacak ve Doğu-Batı Enerji Koridoru ile Türk Dünyası ülkeleri, Avrasya’nın stratejik öneme sahip, bölgede

söz sahibi devletleri konumuna geleceklerdir. Bu konumları ile gelecekte uluslararası siyasete yön

veren, petrol ve doğal gazla sınırlı olmayan, her alanda yetkin ve söz sahibi yumuşak güç unsuru bir ülkeler

topluluğu olacaklardır.

KAYNAKÇA

1. www.turansam.org Erişim tarihi: 07.03.2018

2. www.eia.gov Erişim tarihi: 07.03.2018

3. www.enerjienstitusu.com Erişim tarihi: 07.03.2018

4. KAYA, H.B., Enerji Güvenliği Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları

Ve Türk Dünyası, 14. Ulusal Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrencileri

Kongresi, Ankara Ufuk Üniversitesi

5. http://www.enerjigunlugu.net Erişim tarihi: 08.03.2018

6. http://www.tasam.org/ Erişim tarihi: 06.03.2018

7. Gelişen Dünya Düzeni İçerisinde Türk Dünyası Enerji Koridoru, Hakan

BEYAZ, Erişim Tarihi: 02.05.2018

39


PARADİGMA D

SATRANÇ TAHTASIND

Hamza Agahoğlu

“Dünya bir

satranç

tahtasıdır.”

Bu ifade ünlü hâkimiyet teorisi ile birlikte

Zbigniew Brzezinski'ye ait. Satranç tahtasının

kurulduğu yer, ülkemizin de içinde bulunduğu

Avrasya. Bütün dünya devlerinin at ve ajan koşturduğu,

hâkimiyet mücadelesinin şekillendiği topraklar.

Bugün belki satranç tahtasını, güncelliğini koruması

adına Ortadoğu'ya kaydırmak makul olacaktır.

Hayat insanın kabulleri ile birlikte okuduğu bir

bilmecedir. Kabulleriniz sizin olayları yorumlama

yetinizi belirler. Ekonomik olarak hayatı okuduğunuzda

insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi görür

ve insanların hareketlerini ekonomik gelişmelerle

değerlendirirsiniz.

Satranç tahtası teorisi, toplumun büyük bir kesiminde

kabul gördü. Bunu insanımız farklı şekillerde

ifade etse de ulaşılan nokta aynı. “Filler tepişir,

çimenler ezilir" derken kastedilen ile satranç

tahtasında kaleyi kurtarmak için piyonu yem olarak

sunmak farklı değil. Şimdi, güncellediğimiz hali ile

Ortadoğu'ya kurulan bir satranç tahtası düşünelim.

Şah ve vezirlerin kimler olduğu oldukça berrak

bir şekilde görülüyor. Piyonlar da belli. Kimin at

veya fil olduğu da kısa tartışmalarla cevaplandırılabilir.

Bu kabul ile yola çıktığımız zaman coğrafyamız

ve tarihi birikimlerimiz ile biz de oyunun içinde

kendimizi mecburen konumlandırmak zorunda kalırız.

Oyun içinde kimse piyon olarak kalmak istemeyecektir.

Bunun yanında piyon olmayan herkesin

40


EĞİŞİKLİĞİ:

AN TAKIM RUHUNA

de feda edecek piyonlar istediğinden şüphe duymamak

gerekir. Çünkü oyunun tabiatı bunu gerektirir.

Her ne kadar bazı piyonlar oyun akışı içinde vezir

olabilse de sık karşılaşılan bir durum olmadığından

istisna olarak değerlendirmek gerekir. Hem vezir

olabilmek adına en öne sürülmek, mayın tarlasına

koşturulmak da günümüz piyonlarının özelliği değil

midir?

Peki bu kabul ile hareket ettiğimiz takdirde biz

kimleri kullanacak, kimleri feda edeceğiz? Zihin

kodlarımız tarihi ve geleceği iktisadi yorumlarla

değerlendirmeyi reddetmeye nasıl zorluyorsa, aynı

şekilde satranç tahtasını da kabul etmekte zorlanıyoruz.

Bu kabul bizi insanlığımızdan çıkaracak tehlikeli

bir noktaya sürükleyecektir.

Tolstoy Savaş ve Barış’ta komutanların bir savaştaki

rolünün bir satranç oyuncusundan çok daha

az olduğunu ifade eder. Her savaş; yağmur, askerin

motivasyonu, üstündeki askerin düşüp yaralanmasına

neden olan ürkek bir at gibi bağımsız faktörler

içerir. Bu etki her olay için farklıdır. Kısacası tarihin

tekerrürden ibaret olmayacağını ve her olgunun,

durumun nevi şahsına münhasır olduğunu ortaya

koyan küçük dokunuşlar her zaman vardır.

Eş tutmamakla birlikte benzerliklerle ifade

edildiği takdirde bile dünya bir satranç tahtasına

benzetilemez. Bu kabul bizim sahip olduğumuz

değerleri yitirme noktasına getirir. Bu yüzden benzetilmemelidir

demek daha doğru ifade edecektir.

Kabullerimiz öyleyse bile değiştirmek gerekir.

“Bu böyle değildir” yargısı “peki nedir” sorusunu

da beraberinde getirir. Bir cevabımız olmalı!

Gelin kabullerimizi değiştirerek dünyayı, Ortadoğu

veya Avrasya olarak kısıtlamadan bir bütün halinde

futbol sahasına benzetelim. Sahadaki oyuncuların

hiçbirinin feda edilemediği, takımın saha içindekiler

bir yana on ikinci adam olarak nitelendirilen taraftarı

ile bir bütün olduğu, yanlış karar verilmiş bir

penaltıya zarar görenden önce kâr elde edenin itiraz

ettiği bir futbol sahası!

Daha yaşanabilir bir dünya için gelin yüksek sesle

söyleyelim:

“Dünya centilmenliğin hâkim olduğu bir futbol

sahasıdır.”

41


YAZMAK

ÜZERİNE

BİR YAZI

Alperen Arslan

Bir süredir bir yere yazı yazılması gerektiğinde

bana dönen bakışlar, beni gösteren parmaklar bana

yepyeni bir yazının kapısını araladı. Bu konuma nasıl

geldiğimi araştırmalı, hak etmediğimi düşündüğüm

bu imajın kaynaklarını bulmalıydım. Kendimi

değerlendiriyordum, yazdıklarımı ve onları ne zaman

yazdığımı çünkü bana göre yazı yazmaktan

anladığım iddiaları asılsızdı. Mesela, birçok insanın

dönem dönem denediğini gördüğüm günlük tutma

çabaları bir hayli uzaktı bana. Lise hayatım boyunca

bir, bilemedin iki kompozisyon anca yazmıştım

ve üniversite hayatımda da kimseye okutmadığım

Türkçe yazılarım dışında Gazete Bilkent’e yolladığım

birkaç yazı var ortada, iddia sahiplerinin de

onları okuyup okumadığına dair ciddi şüphelerim

var. Tüm bunları düşünürken neden bu kadar az

yazdığımı düşünmeye başladım. Başta dediğim kapı

da böylece aralanmış oldu.

Peki, neden bu yazı işlerinden uzaktım? Bir üşengeçlik

olduğunu inkâr edemem lakin asıl mesele bunun

çok daha ötesinde bir şeydi. Muhtemelen bu

üşengeçlik bir başka şeyin maskesiydi. Ben sanırım

yazmaktan korkuyordum, kelimelerin ağırlığı altında

kalmaktan korkuyordum. Bol bol kitap okuyan

ve kaliteli addedilebilecek eserleri seçebilme özelliğini

kazanabilmiş birisi olduğumu düşünürdüm

hep ama iş yazmaya gelince insan hakikaten zorlanıyor,

okumayla ilgili iddialar, söz konusu yazma

olunca yerini böylece tereddütlere bırakıyor. İşte bu

sebeple ani yükselen heveslerimden kolayca vazgeçiyordum

zira bunlar bambaşka mecralar, başka

nitelikler istiyor ve ben de bende bu yeteneklerin

bulunduğundan emin değildim, aslında hâlâ daha

emin değilim. Ne söylediğiniz, nasıl söylediğiniz

bu kadar önemliyken ve birbirinden güzel metinler

okumuşken yazmayla ilgili bir çekinceniz olması

doğal gibi duruyor. En azından kendimi bununla

avutabiliyorum. Ayrıca yazmak benim için dünyada

iz bırakmanın bir başka yolu, kim okur ya da

kime dokunur yazdıklarım bilemem ancak yazdığım

müddetçe bu dünyadan gelip geçtiğimin tek delili

mezar taşım olmayacaktır. Bir şeyler ortaya koyabilmenin

ve iz bırakmanın huzuru ise bambaşka.

Yazmak, diğer bir yandan birçok getirisi olan bir

iş, tabii nakdî kısmından bahsetmiyorum. Mesela,

yazmak öğrenmenin çok önemli bir parçası, yazdıkça

bir konuyu ne kadar bilmediğimi fark ediyorum,

bu yeni araştırmalara yol açıyor derken sonu gelmez

bir araştırma zinciri oluşuyor, birçok yeni şey

öğrenebiliyorum. İnsan bildiği şeyleri kâğıda döktükçe

bilgisini tertipli bir şekilde aktarmayı ve işe

yaramayacak detayları eleyerek bilginin özünü ver-

42


YAZMAK

ÜZERİNE

BİR YAZI

meyi de öğreniyor aynı zamanda. Bu durumun sadece

birileriyle paylaşılan yazılarda gerçekleştiği gibi

bir algı umarım oluşmamıştır çünkü insan sadece

kendisi için yazsa dahi bu durumu gözlemleyebilir.

Tabii, yazabilmek için motivasyonlar bulabilmek

gerekiyor. Yazmak, sadece yazmak için yazmak bile

bir hareket noktasına ihtiyaç duyuyor, güdülenmek,

bir şeylere odaklanmak ve onun için başlamak gerekiyor.

Bir kişiye ya da maddeye duyulan güçlü bir

his ya da soyut bir kavramı enine boyuna inceleyip

anlamlandırma isteği aynı zamanda bir yazının doğuşu

anlamını taşıyor.

İşte, yazmak evvelce bahsedildiği gibi birtakım

sıkıntılara neden olurken bir yandan da birçok faydayı

beraberinde getiriyor. Yine de bu yazma korkusu

yabana atılmaması gereken bir şey, mükemmeli

ararken bir şeyleri ertelememeli ve bir ucundan

yazın dünyasına girmeliyiz. Belki klişe bir lafız lakin

okuyan toplumlar gelişir, bir adım daha öteye

giderek söylüyorum ki yazan toplumlar daha çok

gelişir. Başta zikrettiğim kapıyı aralamak yani bu

yazıya başlamak aslında benim dağınık düşüncelerimi

toplama ve gerçek nedeni soruşturma aracımdı.

Birbirinden bağımsız duran ve üzerine eğilmediğim

düşüncelerimi az çok toplayabildiğimi ve bunları da

kâğıda aktarabildiğimi umut ediyorum.

43


HEM ÇOK OKUYAN

Klasikleşmiş (belki de klişeleşmiş) münazara konularının

başında “Çok okuyan mı bilir yoksa çok

gezen mi?” sorusunun geldiğini bilmeyen yoktur.

Klasikleşmiş demeyi uygun buldum; çünkü, bu

konu hâlâ gündemde, hala bu soruya cevap arayan

insanlara denk geliyoruz. Mesela bir arkadaşımız bu

soru üzerine bir yazı yazmış ve aşağıdaki satırları

internetin ücra köşelerinde dolaşıma sunmuş.

“İşin felsefesine girmeden bu yazının asıl amacına

gelmek istiyorum. Benim bu yazıyı yazmamın

sebebi, ‘LÜTFEN GEZMEYİN!’ diyebilmek.

Gezerseniz ölürüz. Turizm diye bir şey var ve hiç

de sanıldığı gibi hoş şeylere sebep olmuyor. Küresel

ısınmanın %10’a kadar turizm kaynaklı olduğu söylenmektedir.

Bu konuda çeşitli yayınlar mevcut

olup, masum bir seyahatin nasıl petrole ve çevre

kirliliğine sebep olduğunu araştırmanızı öneririm.”

(Kaynak vermeyeceğim, Google’a yazınca çıkıyor.)

Bu arkadaşımıza “Hiçbir elektronik cihazı kullanmazsan,

hiçbir toplu taşıma aracına binmezsen,

evinin hemen önündeki bahçende ürettiklerin dışında

gıda tüketmezsen ve yalnızca kendi beslediğin

hayvanların kürkünü giysi olarak giyersen sana hak

verebilirim.” diyerek, bu tartışmaya ben de katılmak

istiyorum.

Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?

Kavramların içinin boşaltıldığı bir çağda kavramlar

üzerinde anlaşmanın birçok konuda uzlaşmak

için temel zemin olduğunu düşünen bir insan

olarak öncelikle ‘okuyan’ ve ‘gezen’ kavramlarını

biraz açmak isterim.

İlk olarak ‘okuyan’ı ele alalım.

Üniversitedeyken hazırlamış olduğum bir sunumda

‘nitelikli okuma’ diye bir tanım kullanmıştım.

Aslında anlatmak istediğim şey okuduğumuz

kitapların ya da metinlerin bizlere ne kattığıydı.

Gösteriş için mi okuyorduk, sürü psikolojisi içinde

herkes okuyor diye mi okuyorduk yoksa gerçekten

yeni bir şeyler öğrenmek ya da öğrendiklerimizi pekiştirmek,

gündemden-dünyadan uzak kalmamak,

ufkumuzu genişletmek, edebi sanatın inceliklerini

farketmek için mi okuyorduk? Sunum sırasında çok

satan kitapları bazı noktalarda eleştirince (o zamanlar

hem pembe kapaklı-kadınlara özel hem de gri

kapaklı-erkeklere özel “Aşk-Elif Şafak” kitapları

çok popülerdi, tüm gazetelerde reklamları vardı,

ticari kaygı aşırı ön plandaydı ve ben Elif Şafak

sevmem.), sunumu değerlendiren hocam da Elif

Şafak’ın arkadaşı çıkınca notum bir (1) harf notu

düşük girilmiş olsa da nitelikli-niteliksiz okuma ayrımı

yapmaktan vazgeçmedim. Demek istiyorum ki

ben ‘Hüzünlü Bir Ponçik’ okuyarak nasıl nitelikli

bir bilgi elde edebilirim? Bu noktada sorumuza dönecek

olursak, bildiğini varsaydığımız okuyan kişiyi

‘nitelikli okuyan’ kişi olarak değerlendireceğim.

44


HEM ÇOK GEZEN

Begüm Sönmez

Şimdi de ‘gezen’e bakalım.

Sosyal medya kültürünün giderek hakim olduğu

ve birileriyle bir şeyleri sosyal ortamdan paylaşmadan

yaşayamadığımız, nefes alamadığımız bir dönemde

gezme eyleminin popülaritesinin bir hayli

arttığı aşikâr. İnsanlar ‘gezmek için’ gezer, ‘statü

için’ gezer hale geldi. Yine kendimden örnek verecek

olursam, geçen sene Barcelona’ya gideceğimi

söylediğim bir arkadaşım “Sagrada Familia’yı gör

mutlaka ama içeri girmeye çok gerek var mı bilmiyorum.

Giriş ücreti pahalıydı, ben girmemiştim.

Önünde fotoğraf çektirsen yeter.” diyerek Sagrada

Familia’nın önünde çekilmiş olduğu fotoğrafı göstermişti.

Halbuki kilisenin içinin dışından kat be

kat daha güzel olduğunu göremediğini bilmiyordu.

İç mekanının uzun boylu ağaçlardan oluşan bir ormandan

ilham alınarak tasarlandığını, süslemelerin

ilham kaynağının hangi çiçekler olduğunu bilmiyordu.

‘Bitmeyen Kilise’ olarak anıldığını biliyordur

belki ama kilisenin içerisinde, çalışmaları sürdüren

mühendislerin camlarla çevrili büyük ofisini

göremediğini bilmiyordu. (Adamların ofisi kilise.

İnternetten sipariş verseler, kargo adresine ‘Sagrada

Familia, Barcelona-ESPAÑA’ yazıyorlar. Bence çok

ilginçti.) Kilisenin içindeki müzede, kilise inşaatının

200 yıldır hangi aşamalardan geçerek bugünkü haline

geldiğinin gösterildiğini, “Bu mimariyi nasıl böyle

yapmışlar? Hangi fizik kurallarıyla? Newton’la bir

akrabalıkları var mıydı?” sorularına cevap alabileceğini

bilmiyordu. Bu sebeple ‘fotoğraf çekip, instagrama

koyma amacıyla gezenler’i, ‘gezmek için gezenleri’,

yeni şeyler öğrenmek/deneyimlemek, yeni

kültürler tanımak ya da bildiği bir kültürün-kendi

kültürünün inceliklerini öğrenmek, uçsuz bucaksız

manzaralar görmek, yaratanın ve yaratılanın elinden

çıkan hayranlık uyandırıcı eserleri-sanatı görmek

için gezenlerden yani ‘nitelikli gezenlerden’

ayıracağım ve bildiğini varsaydığımız gezen kişiyi

‘nitelikli gezen’ kişi olarak değerlendireceğim.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra soruyu şu şekilde

tekrar soralım.

Nitelikli ve çok okuyan mı bilir yoksa nitelikli

ve çok gezen mi?

Çoğu insan gibi uzun yıllar boyunca bu soruya

pek fazla düşünmeden “Elbette ki çok okuyan.”

şeklinde cevap verdim. Halbuki bu cevabı verdiğim

zamanlarda daha çok geziyordum. Babamın mesleği

gereği her yaz ülkemizin bir ya da iki şehrinde

ikamet etme ve çevre illeri gezme imkanımız oluyordu.

Annemlerle birlikte Türkiye’nin 55 ilini gezme,

gerek kültürel gerek doğal güzelliklerini görme

imkanım oldu. Fakat ben yine de kesinlikle çok

okuyanın daha çok bileceğine inanıyordum. Çünkü

“gezme-seyahat etme” kavramını şimdiki gibi değerlendiremiyordum,

yeterli olgunluğa ve farkındalığa

ulaşamamıştım. Örneğin, annemin ısrarla götürdüğü

Antik Yunan eserlerinin sergilendiği müzelere

45


bakış açım “Birini görsek yeterli, hepsi aynı değil

mi bunların? Bu müzeler hep kafası kopuk heykellerle*

dolu.” şeklindeydi. Ne zamanki hayata atıldım,

seyahatin masraflı bir şey olduğunu ve kolay

olmadığını, zamanımın kısıtlı olduğunu farkettim,

nitelikli gezmeye, yeni kültürler tanıma ya da kendi

kültürümün inceliklerini öğrenme odaklı gezmeye

karar verdim. Cümlelerimi birinci tekil şahıs olarak

kurmuş olsam da eşimin geniş vizyonunun ve bir

miktar da gözü karalığının katkısını kesinlikle yok

sayamam. Seyahat etme konusunda belli bir bilinç

seviyesine ulaştıktan sonra (kendimce nitelikli okuduğumu

da varsayarak) yıllanmış münazara sorusuna

objektif bir cevap verebileceğimi düşünüyorum.

Soruyu tekrar cevaplamaya çalışacağım. Tekrar diyorum

çünkü cevabım değişti.

Çok (ve nitelikli) okuyan da bilir, çok (ve nitelikli)

gezen de bilir ama hem çok okuyan hem de çok

gezen bir başka bilir. Okumak ve gezmek birbirini

besleyen iki eylem. Kitaplarda okuduğumuz bilgileri

gözle görerek, yakından işiterek ya da dokunarak

tecrübe etmek apayrı bir durum. Çok bildiğimi iddia

etmiyorum ama bildiğim kadarıyla okumanın ve

gezmenin birbirini nasıl beslediğini bazı örneklerle

açıklamak isterim.

-İttihat ve Terakki’nin meşhur sloganı “Hürriyet,

Musavat, Uhuvvet ve Adalet”i hepimiz biliriz.

Orijinali ise “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” yani

‘Adalet’ yok. ‘Adalet’i bizimkiler eklemiş diye düşünüyordum.

Orijinal haliyle “Liberté (özgürlük),

Égalité (eşitlik), Fraternité (kardeşlik)” olarak

Sorbonne Üniversite’si hukuk fakültesinin dış cephesi

üzerinde görünce “Adalet”in slogana eklenmiş

olması çok daha anlamlı hale geldi.

-Hristyanlıkta Hz. İsa’yı kul bir peygamber olarak

gören bir mezhebin varlığından, Tokyo’daki

Türk camisinde Müslüman olan bir Japon sayesinde

haberdar oldum. Araştırıp okuyunca bu mezhebin

M.S. 300’lü yıllarda ortaya çıktığını, Aryanizm

ya da Ariusçuluk olarak bilindiğini, çok tanrıcılığı

reddettiklerini, ciddi mücadele vermelerine rağmen

Kilise tarafından mahkum edildiklerini ve din dışı

sayıldıklarını öğrendim.

-Kayseri mantısının bir kaşığa kırk adet sığacak

şekilde yapıldığını okumuştum. Kayseri’deki bir

mantıcıda mantı yediğimde bunun sadece efsaneden

ibaret olduğunu öğrendim. Efsane değilse de

kaşığın boyutunu belirterek kitabı güncellemeleri

gerektiğini düşünüyorum.

-Tuna Nehri’nin “Yeşil Tuna” olarak anıldığını

Jules Verne’in “Tuna Kılavuzu” kitabı da dahil olmak

üzere birkaç yerde okumuştum. Aktığı yatağın

etrafındaki uçsuz bucaksız ormanlar sayesinde gökyüzünün

mavisinin, ormanın yeşili karşısında nasıl

yenik düştüğünü, Tuna’nın nasıl yeşile boyandığını

görüp “Yeşil Tuna” sıfatını uygun görenlere hak

verdim.

-Rize’de “Hamsi Kolonyası” satıldığını görmüştüm

ve cesaret edip kolonyanın kokusuna bile bakamamıştım.

Çünkü gerçek hamsili sanıyordum.

(Yiğit Özgür’ün gerçek eşek eti parçacıklı dondurma

karikatürü gibi**.) Meğerse, dikkat çekici olsun

diye bu isim verilmiş ve kolonya eldeki hamsi kokusunu

gidersin diye üretiliyormuş. Bunu da (nedendir

bilmiyorum) mağazadaki görevliye sormak

yerine okuyarak öğrenmiştim.

-Japonya’daki aşırı teknolojik tuvaletler hakkında

birçok şey okumuştum ama klozetlerin adeta

uçaklardaki gibi bir kontrol paneline sahip olabileceği

kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Utangaç

insanlar için düşünülmüş, su tasarrufu amaçlı, sifon

sesi çıkaran tuş bile mevcut. İsterseniz müzik çalıyor,

isterseniz su sesi çıkarıyor. Müzik dediysem

8-bit atari oyunu jenerik müziği.

-Bitlis’te yer alan Nemrut Yanardağı’nın krater

gölünün içindeki adacığı görüp çok etkilenmiştim.

Dünyada başka örneklerinin de olduğunu hatta en

meşhurunun Filipinler’de yer aldığını, Vulcan Point

Adası’nın okyanusun içindeki adanın içindeki gölün

içindeki adanın içindeki gölün içindeki ada olduğunu

okuyarak öğrendim ve bir yaşıma daha girdim.

-Avrupa Birliği’nde sınırların olmadığını biliyordum.

Ama Tuna Nehri’nin üzerindeki bir köprünün

bir ayağında Avusturya bayrağını, karşı kıyıdaki

ayağında Almanya bayrağını görmesem “O

kadar da olur mu canım. Ne yani hiç mi kontrol

yok? Abartıyorlar.” demeye devam ederdim. İşin

ilginci köprü dediğim yer aslında bir hidroelektrik

santralinin üzeriydi. Santral mimarisini öyle bir tasarlamışlardı

ki nehir üzerinde ilerleyen yolcu gemilerinin

geçişine imkan tanıyordu. Yani sınırdan

hem gemiler, hem bisikletliler hem de elini kolunu

sallaya sallaya biz geçebiliyorduk. Gözümle görmesem

inanmazdım.

46


-Her ne kadar sayıları az da olsa gün geçtikçe

sınırlarını zorlayan, İslam dini konusunda radikal

yorumlarda bulunan ve M.S. 2000’li yıllarda yaşamakta

olan bazı kişilerin sözde fetvalarını, (Allah

kimsenin başına vermesin ama) “Kadının boşanma

hakkı yoktur çünkü kadın duygusaldır. Duygularına

hakim olamayıp bu ciddi kararı yanlış verebilir. Bu

sebeple boşanma hakkı kadına tanınmamıştır.”

gibi iddialarını okudum. Anadolu Medeniyetler

Müzesi’nde sergilenen, M.Ö. 2000’li yıllarda yazılmış,

Hititler döneminden kalma bir çivi yazılı tablette

anlaşmalı boşanma protokolünün yer aldığını

görünce şaşırmadan edemedim.

Sonuç olarak hem çok gezenin hem de çok okuyanın

daha ‘güzel’ bileceğini düşünüyorum. Ama

münazara için takım seçmem gerekirse de çok okuyanı

savunanların olduğu takımda olmak isterim.

Çünkü eski alışkanlıklar kolay unutulmaz.

Yazının başına dönecek olursak, bu yazıyı okuyarak

vaktinizi çöpe mi attınız yoksa size ufak da

olsa bir şeyler kattı mı?

*Paris’te Louvre Müzesi’ni gezdiğim zaman anladım

ki Anadolu’daki tüm kafası kopuk olmayan,

bozulmadan bu günlere gelebilmiş heykelleri toplayıp

Louvre’a (ve British Museum gibi diğer ünlü

müzelere) götürmüşler. Güzelce nereden geldiklerini

de yazmışlar. Bize de kafası, eli, kolu, bacağı

kopuk olanlar kalmış. Define avcıları, bu sistematik

ve profesyonel tarihi eser kaçakçılarından daha masum

kalıyor.

**

https://tumkarikaturler.blogspot.

com/2015/09/essek-etinden-dondurma-yigit-ozgur.html

47


MEMLEKETİMDEN İNSAN

MANZARALARI: [1]

YEMENİCİ

48


Memleketimden İnsan Manzaraları: Yemenici

Yemeni: Kalıpla basılıp elle boyanan, kadınların

başlarına bağladıkları tülbent veya altı kösele, üstü

yumuşak deri, bir tür hafif ve kaba ayakkabıdır.

Yemeni yapan ve satanlar da yemenici olarak adlandırılır.

Teknolojik gelişmelerle hayat kalitesinin ve konforunun

yükselmesi ile birlikte pek çok değerin

kaybolmaya ve unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde

bu eskimeyen güzellikleri yine teknolojinin nimetleri

olan fotoğraf makinaları, bilgisayarlar, photoshop

uygulamaları ile belgeleyebilmek; hatırlayabilmek

günümüzün tezatlarından olsa gerek.

Geçmişte zanaat olarak hayat bulan bir meslek

iken günümüzde adeta sanata dönüşmüş mesleklerden

birisidir yemenicilik. Sayıları bir elin parmakları

kadar az olan zanaatkarlar tarafından yurdumuzun

belli bölgelerinde -Gaziantep, Kahramanmaraş,

Elazığ, Tokat gibi birkaç şehrimizde- adeta bir sanatkar

edasıyla icra edilmektedir.

Tabi bu gibi güzelliklerin son ustalarını ve ürünlerini

belgelemek, yansıtmak fotoğraf sevenler için

eşsiz bir çalışma alanı oluşturmaktadır. Fotoğrafçılar

için gözde şehirlerden olan Gaziantep’in bakırcılar

çarşısı civarındaki birkaç yemeni atölyesi ve ustası

da güzel fotografik sunumlarda bulunmaktadır.

Gaziantep’te yemeniciliğe ‘’köşgercilik’’ yemeni

dikenlere ‘’köşger’’ denilmektedir. “Köşger” kelimesi

Farsça “keşger” kelimesinden gelmiş olup,

ayakkabı yapan anlamına gelmektedir. Yemeni ilk

defa Yemen’de Yemen-i Ekber isminde bir kişi tarafından

üretilmiş ve üreticisi bu ayakkabı çeşidine

kendi ismini vermiştir. Yemeni esas olarak gön ve

yüz olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Çok

sağlıklı bir ayakkabıdır, ayak kokusu yapmaz, teri

dışarıya atar ve vücudu rahatlatır. Yaklaşık 700 yıllık

geçmişe sahip olan meslek, günümüzde bu güzel

işleri yapan güzel insanlar tarafından büyük bir özveri

ve sevgi ile yapılmaktadır. Mesleğin devamlılığı

da genellikle bu işlerle uğraşan kişilerin ‘’babadan

oğula, dededen toruna’’ el vermesiyle, işin devredilmesiyle

sağlanır.

UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Mirasın

Korunması Sözleşmesi ile insanlığın binlerce yıllık

yaşam deneyimi ve üretkenliğinin bugüne ulaşmış

kalıntıları olan kültürel miras tanımlamaları içerisine

ülkemizden ‘’Yemenicilik Geleneği’’01.0103 envanter

numarası ile Somut Olmayan Kültürel Miras

Ulusal Envanterine dahil olmuştur.

Sahip olduğumuz bu güzelliklere hakkıyla sahip

olabilmek dileğiyle…

‘’Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.’’[2]

[1]- Memleketimden İnsan Manzaraları; şiir, roman,

öykü, oyun, senaryo hepsini içeren yeni bir türün

habercisi beş kitaptan oluşan, Nazım Hikmet’in

1939-1947 yılları arasında yazdığı eser.

[2]- Mehmet Akif ’in 14 Mart 1913 tarihinde

yazdığı Ye’s adlı şiirinden alıntı.

49


50


51


52


TİYATRO KÖŞEMİZ

ASTOPOWO’DA BİR TREN İSTASYONU

Duygu Doğuş

Oyun, Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş ve

birçok eserin yazarı, 19. yüzyılda yazdığı eserlerle

tüm zamanları aydınlatmış ve tüm zamanlara ulaşmış

fakat aynı zamanda çok küçük yaşlarda anne

kokusundan ve baba şefkatinden uzak kalmış, zengin

bir ailenin çocuğu ve kont unvanına sahip fakat

tüm bu zenginlikten, ailesinden, şöhretinden kaçarak

Astapova’da bir tren istasyonunda karşılaştığımız

Lev Tolstoy’un ciğerden öksürüğü ile başlıyor.

Tolstoy’un yanında anne kokusunu barındıran bir

yastık, nerede olduğunu yazdığı bir defteri, kalemi

ve o şiddetli öksürüğünü yatıştırmak için taşıdığı su

matarasından başka hiçbir şeyi yok. Yastığını başının

altına koyup uzanıyor ama onu ne yazık ki geçmişi

ve iç sesi yalnız bırakmıyor.

Tolstoy’un aforoz edileceğini, isyanlarını sorgulayan

kiliseden bir sesle irkiliyoruz ve anlamaya

çalışıyoruz. Tolstoy’un bu kadar karşı çıktığı, kabul

etmediği, tartıştığı ses nedir? Bunları anlamak için

kendi iç mahkememizi kuruyoruz ve zaten tüm

oyun boyunca bu mahkeme hiç bitmiyor. “Oyunun

adı Anna ve Tolstoy peki Anna nerede?” dediğinizi

duyar gibiyim. Hay hay… pelerini ve gitarıyla güzeller

güzeli Anna trenden iniyor ve Tolstoy ile karşılaşıyor.

Anna’nın gitarıyla gelme nedeninin yakınlardaki

köy düğünü olduğunu biraz sonra anlıyoruz.

Anna, ara ara o köy düğününe bahaneler uydurup

kaçmaktan kendini alamıyor. Çünkü vazgeçemediği

tutkusuna hayır diyemiyor. Tolstoy bundan şikâyetçi

olup eğer gücü yerinde olsaydı Anna’nın tutkusu

ile düello bile yapabileceğini duyuyoruz ve bir yanımız

da bu aşkı kıskanmıyor değil. Bu aşkın yanında

Tolstoy’un neden Sofya’yı tercih ettiğini kendimize

soracakken buna da yanıt buluyor. Ha, Sofya demişken;

13 çocuk doğurmuş, tüm malı mülkü yönetmeye

çalışmış, onun en iyi eleştirmeni, destekçisi

ve Tolstoy’u yardımcısından bile kıskanan Sofya’sı

hiç bırakır mı? Neden bıraksın dediğinizi duyar gibiyim.

Sofya da tıpkı sizin gibi düşünüyor. “Neden

bıraktın bizi?” diyor, sevgili, onu her zaman koruyup

kolladığı kocasına. İşte belki de Tolstoy için bir

neden de bu. Sofya’nın onu bir çocuk gibi koruyup

kollaması. Burada da insan bundan neden kaçar, sıkılır

diye kendine sormadan edemiyor.

Anna, Tolstoy’un hayalleri Sofya ise gerçekleridir.

Sofya’da yaşadığı gerçekleri ve Anna’da yaşadığı

hayal kırıklığını köylülerde de yaşamaktadır. Yani

köy düğünü ile Tolstoy’un bir başka yönünün de es

geçilmediğini görüyoruz. Tolstoy ne kadar köylünün

haklarını savunsa da ailesi ve çevresindekiler

tarafından olduğu gibi onlar tarafından da anlaşılmadığına

şahit oluyor ve yüreğimiz burkuluyor.

Bir de sahnenin iki yanında Rus Hanedanı

Romanovların son çarı II. Nikolay’ın fotoğrafı gözümüze

çarpıyor. Başlarda uzak bir ilişki kuruyoruz

ama oyunun ilerleyen zamanlarında Tolstoy’un ağzından

II. Nikolay’ın Tolstoy’un evini bastırdığını

ve günlüklerine el koydurduğunu duyuyoruz. Ama

o da Tolstoy’un son saatlerini yaşadığı gibi iktidarının

son yıllarını yaşamaktadır. Yani Tolstoy, kilise

ve II. Nikolay gibi baskı unsuru olan her şeye bir

başkaldırı içerisindedir. Son reddetmeyi de 82 yaşında

kaçıp bir tren istasyonuna gelerek yapmıştır.

Ne kadar fiziksel olarak yalnız olsa da iç mahkemesindeki

sesler buna izin vermemiştir. Son olarak da

birçoğumuzun bildiği “Bütün mutlu aileler birbirine

benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir

mutsuzluğu vardır.”sözünü hem kulaklarımızı hem

de yüreklerimizi çınlatmasıyla oyuncuları 19. yüzyıla

geri gönderiyoruz.

53


KIRKTUĞ OKUMALARI

BİR DİSTOPYANIN ANATOMİSİ:

DÜNYANIN GELECEĞİ

VE GELECEKTE

“BİZ”

Tuğba Dinç

İnsanın varoluşundan itibaren öncelikli gayesi

içinde bulunduğu dünyayı değiştirme, kendine has

bir yaşam alanı geliştirme olmuştur. Sınırsız hayal

gücüne sahip insanın, hayallerinin en başında her

daim ideal bir toplum oluşturma çabası yer alır.

Ucu bucağı olmayan mutluluk, özgürlük, bolluk,

rahatlık özellikle de geçim ve düşünce genişliği arzulanmıştır.

Bahsettiğimiz bu toplum ve dünya sistemi

ütopya olarak adlandırılmıştır. Lakin ütopyalar

uzun soluklu olamadıkları veyahut pek gerçekçi sayılmadıkları

için hicvedilmiş, küçük düşürülmüştür.

Karşıt ve karamsar ütopyalar üretilmiştir. Bunlara

anti- ütopya denmiştir.

Distopyalar; mutlak kötülük, felaket, baskıcı

bir sistem, karanlık bir gelecek, totaliter bir devlet

modeli çizen kötü bir düştür. İnsanları kalıplara

sokar; özgürlük, düşünce, duygu, özel hayat, mahremiyet

gibi kavramları yok eder. Adalet, tarih,

edebiyat gibi olguları sıfırlar. İyi ve güzel bir dünyanın

yok olduğu bu kabus özellikle 20.yy edebiyatında

oldukça yer edinmiştir. Kontrolsüz sanayileşme,

dengesiz kapitalist düzen, 2. Dünya Savaşı

ve sonrası hızlı teknoloji gelişimi, makineleşmenin

had safhada olduğu, tek kutuplu dünya düzeninin

ağır basması ile korkunun egemen olduğu distopyalar

çoğalmıştır.

Distopya geleneği ilk olarak Rus yazar Yevgeni

Zamyatin'in "Biz" romanı ile ortaya çıkmıştır. 1921

yılında kaleme alınan roman, döneminin totaliter

yönetim anlayışı ve yayılması ile eş zamanlılık göstermiştir.

Roman; 26. yy' da geçmekte olup uzun

süren yüzyıl savaşları sonunda Tek Devlet'in baskısını

anlatmaktadır. İnsanlar artık doğadan, bireysellikten

ve duygulardan arındırılmıştır. Doğayı

tamamen hayattan çıkarmak için tasvir edilen bu

dünyanın etrafı devasa duvarlarla çevrilmiştir. Her

54


şeyin devletin kontrolü altında olduğu bu dünyada

insanlar numaralar ile adlandırılmaktadır. Artık bireyler

yok, sayılar vardır. Hayat; kusursuz eşitlikte

bir denklem inancının olduğu bir ipin üzerindedir.

Saydam cam duvarların içinde yaşamlarını idame

ettiren bu insanların her anı sistem tarafından denetlenmekte,

Tek Devlet tarafından görevlendirilen

Koruyucular tarafından kontrol edilmektedir. Özel

mülkiyet ve özel hayat sıfırlanmıştır. İnsanların

bu dünyadan ayrılabildikleri tek zaman, sistemin

onayladığı sayıların çiftleşme zamanıdır. Bu karanlık

ütopyada toplum gelişmiş, teknoloji ilerlemiş,

gezegenlere yolculuk başlamıştır." Ben" olgusu tamamen

ortadan kalkmış, yerini "Biz"e bırakmıştır.

Aynı fikirler ve idealler egemen olmuş, tek tip insan

profili ortaya çıkmıştır. Herkesin aynı zamanda

hareket ettiği bir yaşamda toplum bir bütün olarak

ele alınmıştır. Ortak bir dünya görüşünü topluma

dayatan bir sisteme konmuştur.

Romanda olup bitenlere var olan sisteme körü

körüne bağlı olan matematikçi D-503' ün tuttuğu

günlük ile şahit oluruz. D- 503, komşu gezegenlere

mutlak iyiliğin yayılması için yaptırılan İntegral adlı

uzay gemisinin mühendislerindendir. Onun başına

gelen olaylarla roman şekillenmektedir. D-503 günlüğünde;

mutluluğun, düzenin, güzelliğin, iyiliğin,

özgürlüğün olmadığı, insanların ilkel tutku ve güdülerinin

bastırıldığı, matematiksel bir mantığın egemen

olması ve dikte ettirilmesiyle başlar. Devlete ve

onun idelojisine bağlılık, onun günlüğünde sistemi

durmadan övmesi ile devam eder. Mühendisin aldığı

notlar dışında yeteneği olan herkes Tek Devlet'e

sözde güzelliği ve büyüklüğü konusunda, şiirler,

şarkılar, marşlar, manifestolar, methiyeler yazmıştır.

Bunlar; edebi anlamda hiçbir anlam ifade etmeyen,

içi boşaltılmış, soğuk, makineleşmiş bir havanın

kapladığı, kuru laf kırıntılarından ibaret yazılardır.

Zamanla planlanan hiçbir şey yolunda gitmez.

İçinde bulunulan sisteme muhalif güzel ve alımlı

bir kadın olan I-330' la karşılaşıp ona aşık olan

D-503'ün hayatı değişir. I- 330' a duyduğu şiddetli

duyguları ile yasaları çiğnemiş, yasayı çiğnemenin

verdiği huzursuzluk D-503 için çekilmez bir hal

almış ve bütün işlerini aksatmıştır. Bu süreçte matematiksel

mantığın yetersizliğini, bütün insanların

ihtiyacını karşılayacak olan kusursuz sözde mükemmel

sisteme inancını kaybetmiştir. Bu düzeni sorgulamaya

başlamış ve bunu günlükteki dilinde de

göstermiştir.

D- 503 ilkel insanların "ruh" dediği şeyi keşfetmiş,

hayal gücünü kullanmıştır. Lakin hayal gücü ve

ruh, Tek Devlet' in amansız hastalığıdır. Bir devrim,

bir isyan girişimi içinde bulunulmuş ve başarısız

olunmuştur. Buna karşın sistem D- 503' ün

hayal gücünü yok etmiş ve hafızasını sıfırlayan bir

işlemden geçirmiştir. Böylelikle okuyucuların umut

ettikleri son gerçekleşememiştir. Her şey eski haline

dönmüş, sistem kaldığı yerden devam etmiş, günlük

eski üslubuna geri dönmüştür.

İronik bir dil kullanan Yevgeni Zamyatin; adalet,

özgürlük, eşitlik, ruh, hayalgücü gibi kavramların

sömürüldüğü, ideal toplumun prototip olarak

tasavvur edilen yapının nasıl totaliter bir kontrolün

altına girdiğini hicvederek anlatır. Bireylerin yok,

sayıların var olduğu, matematiğin kusursuz bir hayat

için vazgeçilmez olduğu, doğaya bile boyun

eğdirmenin mevcut olduğu bu sisteme müthiş bir

eleştiri barındırır roman. Doğadan ve benlikten koparılan

bireylerin sözde amansız hastalığının hayal

gücü olduğu düşünülen bu toplum, tam anlamıyla

korkunç bir ütopyadır. Geleceğe yönelik bir uyarı

olan bu distopya modern dünyanın hesapsız ilerleyişine

ve günümüzün şuursuz, düşüncesiz eğilimlerine

bir başkaldırı özelliği taşır ve eleştirir. İnsanın,

insan olmaktan sıyrıldığı, bireysel kimliğin ortadan

kaldırıldığı, dünyaya tamamıyla hükmedeceği düşünülen

bir iktidarın oluşturduğu acımasız, anlamsız

bir sistemdir.

Bireyin ihmal edildiği, devrimin yarıda kaldığı başarısızlığın

ön planda olduğu bu romanda Zamyatin

bunu kabul etmez. "Nihai devrim yoktur, devrimler

sonsuzdur." diyerek herhangi bir sonun olmadığı

umuduna da yer verir. "Gerçek edebiyat güvenilir

ve gayretkeş görevliler tarafından değil ancak aykırı

ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebilir."

diyerek bir distopyanın anatomisini

irdelemiştir.TURAN KANLA KURULUR

55


Asfaltta Ata Binenler

AYAZ

Derneğin kapısını kapattı, dışarı çıktı. Hava

soğumuştu epey. Sokak aydınlık ama dumanlıydı.

Karşıdan gelen Göktürk, Sungur, Bilge Kağan,

Arda ve Ali Kemal'i gördü. "Hayırdır gençler?" diye

merakla sordu. Arda cevap verecek oldu veremedi.

" Özel eğitim grubu toplantımız var amca" diye

cevapladı Göktürk. Amca hiç bozuntuya vermedi

"diğerleri nerede ?" diye sordu. Elif ve Ecrin' in final

sınavları yeni bitmiş memleketlerine gitmişlerdi.

Gökalp okul çıkışında arada babasının dükkânına

uğrayıp yardım ediyordu. Elif Asya'nın haftanın

tam bugünü Fransızca kursu vardı. Arda mahcubiyetinden

kurtuldu "yukarıda konuşalım en iyisi

amca" dedi ve derneğin ışıkları yeniden yandı, çayın

demlenmesi 20 dakikaya bulmadan Sungur olan biten

her şeyi bir bir anlatmaya başladı.

Sungur çayından bir yudum aldı ve merakla beklenen

meseleye giriş yaptı:

-Amca, biliyorsun sene başında Kağan Reis özel

eğitim grubunu oluşturdu. İleri bilgi teknolojileri,

üç boyutlu yazıcılar, edebiyat-şiir ve nihayet sene

sonunda Bakü, Kırım ve Musul'daki arkadaşlarımızla

video konferans yöntemiyle yapacağımız "Ay'a

Seyahat Projesi" ile programı tamamlayacağız.

Arda ekledi:

-Tasarım yarışmasını unutma

Sungur:

-Lakin bir sorun var. Dinç Bey son zamanlarda

fakültede adım atmamıza izin vermiyor. Amca

konuşmanın bundan sonraki kısmını dinleyemedi.

Kulağındaki uğultu, beynindeki zonklamalar arttı

adeta; Dinç Bey! İstikbali okyanusun ötesindeki

devletin kontrolünde ve himayesinde gören müptezel

diye geçirdi içinden. Gençlerin çoğunlukta

olduğu İktisadi ve İdari Bilimler fakültesine dekan

olmuştu kendileri.

Amca:

-Arkadaşlarınız ile birbirinizi fakültede yalnız

bırakmayın. Dinç'e pabuç bırakacak değilsiniz.

Hatta önemsemeyin bile. Derslerinize düzenli girip

çıkın ve okumalarınızı asla aksatmayın. Demek

Dinç Bey'in sırtı tekrar minder görmek istiyor he!

Konuyu değiştirmek için döndü, Göktürk, İlto ne

yapıyor, yoksa sizin kantinde mi geziyor yine kerata?

-Gezmek mi? Bizden çok geliyor okula amca

İlto maşallah... Seneye sınava girecek. Bulduğu her

fırsatta ya soluğu dayımın yanında alıyor ya da bizim

fakültede. Sürekli sorular sorup bunaltıyor bizi.

Tutturmuş savcı olacağım ben diye.

Göktürk'ün kardeşi İlteriş gelecek sene sınava

girecekti. Duygusal ve asil bir çocuktu. Müftü dedesinden

aldığı duadan olsa gerek bir tılsım vardı

üzerinde; onunla beraberken sessizlik çökerdi etrafa,

ışıklar çekilir gibi olurdu. Abisi Göktürk başta

olmak üzere Sungur ve Arda, İlto diye çağırırdı

onu. İlteriş kızardı bazen ama hoşuna da giderdi.

Sohbet devam ederken Ali Kemal elinde tazelenmiş

çaylarla geldi. Aralarında en küçük olduğundan

çay servisini o yapıyordu. Usulca amcanın

yanında oturdu ve sohbete katıldı. Okuldaki durumlardan,

özel eğitimden hatta Sungur'un babası

Gara Dayı'dan bile konuştular.

Yaklaşık bir saat sohbetten sonra dernekten ayrıldılar.

Amca 2018 eski model Volvo aracına binerken,

arabanın camına iliştirilmiş bir not buldu.

Katlanmış kâğıdı yırtarcasına açtı ve dudaklarından

şu cümle döküldü:

"Nokta nokta birleştiğinde bir memleket resmine

dönüşen, Anadolu'nun ıssız dağ başlarında karanlığa

inat yanan çoban ateşleri gibi gece.."

Martalı Matyas

Mesajı anlamıştı amca. Kâğıdı tekrar katlayıp

cebine koydu. Buluşma adresine, ateşe doğru yola

çıktı...

56


57


GELECEĞİMİZDEN SESLER

İÇİMDEN

BÖCEK

ÇIKTI

Ecrin Atbaşı

Mert uyandığında saat sekizi geçiyordu anlaşılan

yine okula geç kalmıştı. Hızlıca kalkıp üstünü giyindikten

sonra karnının gurultusu ile aşağıya indi.

Annesi de yeni kalkmışa benziyordu. Annesine ‘’

Anne çok acıktım ama yine okula geç kaldım. ‘diyerek

kahvaltısını yaptı. Servisi kaçırdığından bu gün

onu okula babası götürecekti.

Okula gittiğinde mahcup bir şekilde’ “Geç kaldığım

için özür dilerim öğretmenim.” ’diyerek yerine

geçti. Dersleri Türkçe’ydi. Konu ise çok eğlenceliydi;

‘’Korkak” isimli bir metin okuyacaklardı.

Öğretmen okutmadan önce ‘’Evet çocuklar, sizin

en çok korktuğunuz şey nedir? ’diye bir soru sordu.

İlk cevabı veren Banu’ydu ‘’Benim en çok korktuğum

şey karanlıktır. Geceleri gece lambası olmadan

uyuyamam.’’ deyince bütün sınıfı bir kahkaha

aldı. İkinci cevap veren Mert’ti. Mert’in “Benim en

çok korktuğum şey böcektir öğretmenim” demesiyle

kahkahalar arttı. Öğretmenin “çocuklar artık

metni okuyun” demesiyle tüm sınıf metni okumaya

başladı.

Okuldan yorgun bir biçimde dönen Mert o yorgunlukla

uyuya kaldı. Uyandığında her şey şaşırtıcı

bir biçimde büyüktü. Hemen duvar aynasına giden

Mert aynada böcek görünce ‘’Aaa böcek! ‘’diye

çığlık attı. Hemen geriye bir adım attı ama Mert ne

yapsa böcekte aynısını yapıyordu. Durum aşikârdı

Mert böcek olmuştu.

Dışarıya ilk defa böcek olarak çıkan Böcek Mert

ezilmekten çok korkuyordu. Kimseye görünmeme

çabası boşaydı. Her gören kişi ‘’Aaa böcek, anne

böcek, öldürelim o böceği!’’ diyordu. İnsanların

korkutucu bakışlarına maruz kalmak çok kötü bir

duyguydu.

İnsanlar tarafından dışlanalı 2 gün olan Böcek

Mert çok üzgündü. Sanki bir kaya parçasının

üzerinde sağa sola, yukarı aşağı gidiyordu ve her

yerde kendisinden korkan ve öldürmeye çalışan

insanlarla karşılaşıyordu. Eskiden en çok korktuğu

hayvan olan böcek şuan en çok acıdığı hayvan

oluvermişti. Evet, insanlar korkuyor olabilir ama bu

kadar korkak ve acımasız olmamalıydılar.

58


Hemen yola koyulan Böcek Mert az gitti, uz gitti

dere tepe düz gitti. Ama unuttuğu bir şey vardı. Bir

böcek ancak kendi gözünde az gidip uz gidebilirdi.

Gittiği yer topu topu bir metre uzaklıktaki otobüs

durağıydı. “Off Off,” diye zıpladı! Olamaz zıpladığı

yer öğretmeninin ayağıydı. Aklına bugün okulda

düzenlenecek bahar şenliği geldi, öğretmeni oraya

gidiyor olmalıydı. Dün okulda yaptıkları kâğıttan

kelebeklerin arasına saklanabileceğini düşündü.

Okula vardıklarında hızlıca kelebeklerin bulunduğu

yere gitti. Onu ilk fark eden karşı sınıftaki Gıcık

Hasan’dı. Gıcık Hasan herkes gibi ‘’Aaa, böcek

var!’’ diye bağırdı. Ama bu nasıl olabiliyordu küçücük

bir hayvandan korkuyorlardı. Hızlıca okuldan

çıkmaya çalışan Böcek Mert’in üzerine kozalaklar

yağmaya başladı. Bir kozalak sağ bacağını sıyırıp

zıpladı. Son anda kurtulmuştu. Okul bahçesinden

kaçmayı başaran Böcek Mert ne yazık ki sınıfa saklanmak

zorunda kaldı. Çok yorgun ve üzgün olan

Böcek Mert’in iki gündür unuttuğu bir şey vardı hiç

yemek yememişti. En kısa sürede yemek bulması

gerekiyordu. Aklına Banu’nun tavşanı geldi. Ne alakası

mı var? Var çünkü ona verilen yemeklerin bir

kısmını yiyebilirdi. Ama bu hiç kolay olmayacaktı.

Çünkü böcek olduğundan bu yana hayat çok zordu.

Hemen Banu’nun çantasına saklandı ve Banuların

evine gitti. Eve gittikten sonra Banu’nun çantasından

atlayıp hızla evin dışına çıktı. Beton duvarın yanından

yavaşça kulübeye ilerledi. Tam bir adım kalmıştı

ki Banu’nun evden çıktığını gördü. Banu’nun

tavşanını alıp eve geri dönmesi tam isabetti. Tavşana

verilen marulun bir kısmını yedikten sonra hemen

geri döndü. İstikamet parktı. “Çimlere basmak

yasaktır” adlı tabelanın arka kısmına yani çimlere

gitti. En güvenli yer orasıydı çünkü hiçbir insan yasayı

çiğnemediği müddetçe ezilme olasılığı yoktu.

Oraya gider gitmez en sevdiği ağaç olan meşe

ağacının altına gitti. Kaç gündür yürümekten helak

olan Böcek Mert tam yatacaktı ki yaralı olan sağ

bacağından biri tutup onu cam kavanozun içine

hapsetti. Yine canı yanan Böcek Mert hızlıca kavanozun

içinden çıkmaya çalışsa da her seferinde denemesi

başarısızlıkla sonuçlandı. Anlaşılan buradan

çıkma ihtimali çok düşüktü. Cam kavanozun içinde

ağlamaya başladı. Tam o sırada kavanozun kapağı

açıldı ve yanına bir tutam marul koyuldu. Her ne

kadar burada olmaktan üzülse de en azından karnını

doyurabilecekti.

Tam bir gününü cam kavanozda geçiren Böcek

Mert’in yemeği bitmiş havası tükenmek üzereydi.

Onu buraya koyan sınıflarındaki Ali’ydi. Son nefeslerini

alırken Ali’nin geldiğini gördü. Arkadaşları ile

birlikte geliyordu. Çok korkmaya başlayan böcek

Mert yerin de duramadı. Ali, arkadaşlarına göstermek

üzere kavanozu yukarı kaldırdı. Ama kavanozu

kaldırır kaldırmaz elinden kayıp yere düşen

kavanozun ağız kısmı kırıldı. Böcek Mert kırılan

kavanozdan hızlıca kaçıp kanepenin altına girdi.

O da neydi? Karşısında başka bir böcek duruyordu.

Karşısındaki böcek ona ‘’Merhaba benim adım

Yeliz. Sende mi onun elinden kaçtın? Peki senin

adın ne?’’ gibi bir sürü soru sordu. Böcek Mert

‘’Benim adım Mert. Evet, onun yani sınıf arkadaşımın

elinden kaçtım. ‘’deyince Yeliz: ‘’Sınıf arkadaşım

derken? Sen okula mı gidiyorsun? ‘’dedi. Kısa

bir düşündükten sonra Böcek Mert “Ben eskiden

insandım. Bir sabah kalktığımda kendimi böcek

olarak buldum.’’ demesinin üzerine Yeliz ‘’Şaka yapıyor

olmalısın, bu nasıl oluyor ki? Neyse şu anda

bundan daha önemli bir sorunumuz var. Bu evden

nasıl çıkacağız?’’ der demez Böcek Mert “tabii ki

de birlik olarak. İkimiz beraber hızlıca aşağıya inip

çıkışa gideceğiz. Birisi kapıyı açana kadar bekleyeceğiz.

Zaten gerisi çok kolay.” dedi ve yola koyuldular.

Planları sonuna kadar işlemiş olan ikililerin

şimdiki yolları otobüs durağıydı. Otobüse binip ‘’

KELEBEK DİYARI’’ adlı yere gidip hayatlarının

devamını orda geçireceklerdi. Ama oraya gitmek

için o koca kara yolunu geçmeleri gerekiyordu.

Geçmeye başladılar fakat yol bir türlü bitmek bilmiyordu.

Hızla giderlerken büyük bir kamyonun

üstlerine geldiğini gördü. Mert’in son duyduğu sözcük

Yeliz’in ‘’Uyan lütfen uyan’’ idi.

Mert zorla da olsa gözlerini açabilmişti. Fakat etrafta

ne yol, ne kamyon ne de Yeliz vardı. Karşısında

onu uyandırmaya çalışan birazda telaşlı annesi vardı.

Annesinin sesi ona çWok iyi gelmişti. Derin bir

nefes aldı. Ne yani yaşadığı her şey rüya mıydı?

59


GELECEĞİMİZDEN SESLER

HAYVAN

DOSTLARIMIZ

Mehmet Sungur Kılıç

Gergedan Sivriboynuz, genç ve meraklı bir

gergedandı. Afrika’da diğer hayvanlarla birlikte

birbirlerinin hakkına saygı duyarak huzurlu bir

yaşam sürüyorlardı.

Sivriboynuz bir gün su içmek için en yakınındaki

su birikintisine gitti. Oraya vardığında

gördükleri karşısında çok şaşırdı. İki insan bu civarda

elinde tüfeklerle dolaşıyordu. Sivriboynuz

hemen saklandı. İnsanlar oradan uzaklaşınca

hemen suyunu içti ve arkadaşlarına gördüklerini

anlatmaya gitti. Arkadaşları olanları duyunca ne

yapacaklarını bilemediler ve bağırmaya, koşmaya

başladılar. Sonra Kral Aslan:

-Durun! Diye bağırdı.

-Birlikte çalışırsak onları yenebiliriz.

Oradan Zebra Hızlı şöyle dedi:

-Ama bizim onları durduracak kadar gücümüz

yok. Onlarda tüfek var bizlerde ise hiçbir şey

yok, dedi.

Oradan Deve Kuşu Tüylü söze girdi:

-Zebra Hızlı haklı ama birlikten kuvvet doğar

bunu unutmayın, dedi Tüylü.

Sonra bir çift silah sesi duyuldu. Herkes tekrar

bağırmaya, koşmaya başladı.

Kral Aslan:

-Susun! Herkes silah sesinin geldiği yere gitsin,

dedi Kral Aslan.

Silah sesinin nereden geldiğini gören herkes çok

şaşırdı. Orada Leopar Benekli’nin yattığını gördüklerinde

çok üzüldüler. En çok da Benekli’nin

yavrusu Turuncu üzüldü. Yavru leopar Turuncu

çok küçük olduğu için annesinin neden uyanmadığını

bir türlü anlayamıyordu. Diğer hayvanlar

onu oradan uzaklaştırdılar. Sonra da insanlar

Benekli’yi götürdüler.

Sivriboynuz artık dolaşmaktan korkuyordu.

Yine bir gün Sivriboynuz su içmeye giderken

açık kahverengi kıyafetli bir insan gördü, o insan

diğerleri gibi değildi. O adam yaralı hayvanlara

yardım ediyordu. Suyunu içerken açık kahverengi

kıyafetli o kişi Sivriboynuz’u gördü ve şaşırdı

onu korkutmadan yaklaştı ve onu okşadı. Sivriboynuz

o adamı görünce onu tanıdı ve kendisini

okşamasına izin verdi. Sonra o insan gitti. Sivri

boynuz da evine gitti. Ve olanları arkadaşlarına

anlattı.

Kral Aslan:

-Demek ki bizi seven insanlar da varmış, bütün

insanlar kötü değilmiş, dedi.

Birkaç gün sonra Sivriboynuz gezerken tel bir

duvar gördü. O duvarın üstünde “Nesli tükenmekte

olan hayvanlar bölgesi izinsiz girmeyin.”

yazıyordu. Sivriboynuz bu yazıyı görünce hem

çok mutlu oldu hem de çok üzüldü. İçinden,

keşke bu önlem Leopar Benekli ölmeden önce

alınsaydı, diye düşündü. Geç de olsa hayvanların

öneminin anlaşılmasına ise sevindi.

60


FOTOĞRAF: EMEL BEYAZ

61


“Bir millete geçmişini unutturmak, onu yok etmenin ilk şartıdır.”

Hüseyin Nihal Atsız

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!