Kırktuğ Dergisi 1. Sayısı
- No tags were found...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
YENİDEN BİSMİLLAH!!!
İnsan, umutlarıyla hayata tutunur ve her yeni başlangıç geleceğe dair umutları da içerisinde barındırıyordur.
Umutlarımız, değerlerimizden beslendiği ölçüde bir anlam ifade eder. Yeni şeyler söylemek, eski
ile zamanın ruhunu aslında örtüştürmek demektir.
Bizler yani Genç Akademisyenler yani namı diğer Kırktuğlar olarak on iki yıl önce çıktığımız bu kutlu
yolda, geleceğe dair umutlarımızı bu sefer Kırktuğ Dergisi ile yeniden tazeleyerek yolumuza devam ediyoruz.
Tarihe, coğrafyaya, kültür ve medeniyetimize ait ne varsa bunları edebiyat, şiir ve sanatla, fikirle, bilimsel
düşünceyle buluşturmak ve dahi kalemlerle savaşmak… Tıpkı Milli mücadelenin ruhunu besleyen
Genç Kalemler, Türk Yurdu Dergisi gibi…
Kırktuğ adına diktiğimiz fidanlar boy vermeye başladı. Tohum, toprak ile buluştu; yer de, gök de tohumu
kabul eyledi, benimsedi. Şimdi meyvelerini verme zamanı… Kökleri, toprağına sımsıkı bağlı; dalları
ise hak ve hakikat namına bütün cihana ulaşmanın mücadelesini verecek…
Makale, röportaj, şiir, deneme ve hikâyelerden oluşan Kırktuğ Dergisi, 3 Mayıs Türkçülük Bayramı
gününde, yeni formatında okurlarıyla yeniden buluşuyor. Bu vesileyle Kırktuğ Dergisi’nin oluşmasında
katkı sağlayan, destek veren Hocalarımıza ve Genç Kalemlerimize teşekkür ediyoruz.
Hayırlara vesile olması temennisiyle!...
Murat Emre Şahin
Yönetim Kurulu Başkanı
Editör’den Sevgilerle
Tuğba Dinç
İMTİYAZ SAHİBİ
Genç Akademisyenler Derneği Adına
Murat Emre Şahin
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ & EDİTÖR
Tuğba Dinç
YAZI KURULU
Alperen Arslan
Duygu Doğuş
Nermin Fatma Gülcük
Kağan Tüber
GRAFİK TASARIM
Alper Şenadam
SOSYAL MEDYA SORUMLUSU
Hamit Berat Kaya
ve emeği geçen hakemlerimize
teşekkür ederiz...
“Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.”
Ciddi, disiplinli, samimi bir “milli şuur” bilinci ile
ilerleyen bir tutam umudun, bir çatı altında “Genç
Akademisyenler” çatısında birleşmesiyle başladı öykümüz.
Bu umudun yürütücü kuvveti her daim "ülkü" oldu.
Itri’nin, Tamburi Cemil Bey’ in gönlünden kopan nağmelerden,
Matrakçı Nasuh’un nakşından, Şeker Ahmet
Paşa’nın fırçasından, Reşit Rahmet Arat’ın Türkoloji’ye
kazandırdığı eserlerden, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun
kaleminden, Dede Korkut destanlarından, Mimar Sinan’ın
kubbesinden yankılanan ezandan beslenen umudumuzun
atlara binip nal sesleri eşliğinde naralarla Kürşat’ın izinden
Tanrı Dağlarına yol almasıdır, kızıl elmamız.
Bir hilal etrafında halelenen umudun bayram vaktidir.
Yıllardır filizlenmeyi bekleyen tohumun canlanma, tomurcuğun
patlama, emekle yoğurulmuş bulutların toprağı
neşelendirdiği o amansız yağmur sonrası torak kokusu eşliğinde,
aysız bir gecede küheylanları Vey Irmağı’nda soluklandırma
vaktidir. Yüreğimizde dolanın mürekkep ve
kağıtla buluşma zamanıdır.
Ahlak ve erdemle boy veren, milli ve insani hareketlerle
büyüyen, inançla, imanla kuvvetlenen yürek dirliği, huzur
derinliği ile harmanlanan bir kıvılcımı alevlendirmektir gayemiz.
Biz biliriz ki “Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister”
Atsız Ata’nın bu dizelerini düstur edinerek kavi gönüllerle
çıkılan bu yolda kalemlerle mücadele etmektir temennimiz.
Ve Allah’ın izniyle şahlandırmaktır Kırktuğ’umuzu…
10
16
6
14
6 Edanur Köse Manav – Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu İncelemesi
10 Ahmet Naim Sarı – Müslüman Türk Olmak
14 Davut Karataş – Turan Kanla Kurulur
16 Adeviyye Çam – Türkülerin Ülküsü
18 Ahmet Bican Ercilasun ile Röportaj
22 Alperen Gökçe – Kapı
23 Kağan Tüber – Vakit
24 Cengiz Atbaşı – Ortaöğretimden Liselere Geçiş
26 Ayşegül Nisa Dur - Empatiyle Uzakları Görmek Mi Yoksa Sempatiyle Yakındakileri Kaçırmak Mı?
28 Merve Korkmaz – Kalubela’dan Beri
29 Alper Şenadam – Hazine İçinde Hazine
18
52
48
54
30 Hilal Gül – İzlenenler
32 Oğuz Atalay – Kripto Para ve Ahlak
36 Hamit Berat Kaya – Türk Dünyasında Enerji İş Birliği
40 Hamza Agahoğlu – Paradigma Değişikliği: Satranç Tahtasından Takım Ruhuna
42 Alperen Arslan – Yazmak Üzerine Bir Yazı
44 Begüm Sönmez – Hem Çok Okuyan Hem Çok Gezen
48 Gültekin Kayalar – Memleketinden İnsan Manzaraları: Yemenici
52 Duygu Doğuş – Astopowa’da Bir Tren İstasyonu
54 Tuğba Dinç – Bir Distopya’nın Anatomisi: Dünyanın Geleceği ve Gelecekte Biz
56 Ayaz – Asfaltta At Binenler
58 Ecrin Atbaşı – İçimden Böcek Çıktı
60 Mehmet Sungur Kılıç – Hayvan Dostlarımız
Dirse Han Oğlu
Boğaç Han Boyu
İncelemesi
Edanur Köse Manav
Fuat Köprülü’nün Dede Korkut Hikâyeleri için
“Bütün Türk Edebiyatı’nıı terazinin bir gözüne,
Dede Korkut Destanı’nı öbür gözüne koysanız,
yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde yaptığı yorum,
bu hikâyelerin önemini anlamamız açısından
Köprülü’nün bize verdiği bir ipucudur. Ancak sıradan
bir okunuş bu yorumu anlamak için yeterli
olmamaktadır. Destanın önemini anlayabilmek
için tarih, kültür, din ve sosyal yaşam alanları üzerine
düşünmek ve boylarla birlikte bunları yorumlayabilmek
gerekir. Bu makalede, Dede Korkut
Destanı’nın ilk boyu olan “Dirse Han Oğlu Boğaç
Han” bir kurgu üzerinden ele alınacak, metin etnografyası
tekniği kullanılarak metin parçalara ayrılacaktır.
Önce zaman ve mekan incelenerek olaya
bir zemin hazırlanacak, ardından olay örgüsü çatışmalar
üzerinden ele alınacaktır. Olayların içinde
gündelik hayata dair ipuçları aranacak ve kişi analizleri
yapılarak tarihsel arka plan izleri aranacaktır.
Kurgudaki olağan ve olağanüstü durumlar ortaya
çıkarılarak anlam zenginliği ortaya çıkarılacaktır.
Son olarak metnin hedef kitlesinin kim olduğu sorularak
metinden çıkarmamız gereken sonuçlar bulunacaktır.
İncelemeye başlamak için, destanın yaratıldığı
dönem şartlarını anlayabilmek için ne zaman ve
nerede yaratıldığı sorusunun cevabı verilmelidir.
Çünkü bu sayede olayların hayalde canlanması çok
daha kolay olacaktır. Öncelikle Dede Korkut hikâyeleri
her boyutuyla, yüzyıllarca süregelmiş, birikmiş
ve çeşitlenmiş geleneklerin ürünüdür. Ayrıca
geniş bir alana yayılmıştır. Kimi yerde Orta Asya
izleri bulunurken, kimi yerde de Anadolu’nun doğusunda
destanı yaşamak mümkün olmaktadır.
Dirse Han oğlu Boğaç Han Boyu’nda coğrafi açıdan
varlığı kesin olan tek mekan Kazılık Dağı’dır.
Bu dağ Manas Destanı’nda da geçer. Manas’ın
Kırgız destanı olması ve Anadolu’ya yakın olamayacağı
gerçeğinden Boğaç Han boyunun Türkistan
coğrafyasında kurgulandığı sonucuna varılabilir. Bir
yüce dağ çevresinde kurulmuş bir oba hayal edilebilir.
Erkeklerin ava gitmesinden dağın eteklerinin
ormanlık olduğu sonucu çıkarılabilir. Ne zaman
yaratıldığı sorusunun cevabına gelindiğinde, Dede
Korkut Destanındaki her boyun ortak özelliklerinden
Türklerin İslamiyet’e geçiş evresinde bu
hikâyelerin ortaya çıktığı genel kabul görür. Çünkü
metin hem İslamiyet öncesi hem de İslami inanç
6
motiflerini bir arada bulundurur. Dirse Han Oğlu
Boğaç Han Boyu’nda toylarda şarap içilmesi halkın
İslam’ı henüz içselleştiremediğini gösterirken,
Boğaç Han’ın yaralandığında Hızır’ı görmesi veya
“Allah Teâla” ifadesi İslami ögelerin geleneğe girdiğini
kanıtlar. Türkistan’da İslamiyet 11.yüzyıl ile
birlikte yayılmıştır. Bu durumda metnin, bin yaşında
olma ihtimali epey yüksektir.
Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’nun olay örgüsü
de diğer birçok destan gibi çatışmalar üzerine
kuruludur. Burada ilk çatışma Dirse Han’ın bir evlat
sahibi olamaması üzerinedir. Kız-erkek evlat sahibi
olanlara ayrı otağlar kurulurken; çocuğu olmayanlara
kara otağın kurulması aşağılayıcı bir durum olarak
karşımıza çıkar. Boyun iki kahramanından biri
olan Dirse Han bu aşağılamaya maruz kalır. Dirse
Han bunun için önce hanlar hanı Bayındır Han’a
alınsa da onunla bir çekişmesi olmaz. Evine dönüp
eşine çıkışır. Hanımının verdiği tavsiyeleri dinleyerek
çocuk sahibi olduğunda bu ilk çatışma sona
erer. Hikâyede ikinci çatışma ikinci kahramanımız
olan han oğlunun ad ve beylik kazanması üzerinedir.
Han oğlu boğayla dövüşüp onu yenerek adını
kazanır. Boğaç Han adını almasıyla ikinci çatışma
da sona ererken, yavaş yavaş karakterin karizması
da oturmaya başlamıştır. Üçüncü çatışma ise zaten
hikâyenin temelini oluşturan baba-oğul mücadelesidir.
Bu bölüm önce oğulun babaya saygısızlık yaptığı
iddiasıyla başlar. Dirse Han’ın kırk kıskanç yiğidi
dedikodu yaparak onun kalbine fesatlık sokarlar ve
baba-oğul arasına nifak tohumları ekilir. Bu kırk kıskanç
yiğit işi ileri götürerek Boğaç Han’ın babasını
öldürmeye çalıştığını da ileri sürerler ve Dirse Han
için oğlunu öldürmekten başka bir yol kalmaz. Bu
hikâyenin temelini oluşturan baba-oğul mücadelesi
metni okuyanların gözünde Türk tarihinden kesitler
canlanmasına sebep olmuştur. Türk tarihinde baba
ile oğlu arasında Mete ile Teoman’dan başlayan iktidar
mücadelesi II. Bayezid- I. Selim ve Kanuni
Sultan Süleyman- Şehzade Mustafa gibi örneklerle
de karşımıza çıkar. Bu mücadele sadece burada değil,
Oğuz Kağan ve Manas gibi diğer Türk destanlarında
da sahnelenmiştir. Yani bu destanlar Türk
tarihine has özellikler taşırlar. Anlatıcının siyasi bir
olayı süsleyerek dinleyiciye aktardığı hayal edilebilir.
Hikâyenin bel kemiğini oluşturan Dirse Han-Boğaç
Han mücadelesi annenin öğütleri ve Boğaç Han’ın
ataya olan saygısı sayesinde son bulup, üçüncü ve
ortak bir düşmanın ortaya çıkmasıyla da normal bir
7
baba-oğul ilişkisine döner. Belki de burada söylenmek
istenen, baba-oğul kavgasına üçüncü ve kötü
niyetli kişilerce sebep olunduğu ve bu kavganın yersiz
olduğudur. Asıl düşman iyi tanınmalıdır. Dede
Korkut’un bu boyu halkın yönetici bir baba ile oğlu
arasındaki kavgayı nasıl yorumladığını gözler önüne
serer.
Hanın senede bir şölen düzenlemesi, beylerin
ava çıkması ve hanımlarının çeşitli hazırlıklarla onları
karşılamaları Türklerin gündelik hayatlarına dair
izler taşırlar. Ayrıca kız ve erkek evlatlara ayrı renklerde
de olsa ayrı çadırların kurulması sosyal içinde
cinsiyet ayrımının olmadığını kanıtlar niteliktedir.
Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’ndaki şahıs
kadrosu diğer boylara kıyasla daha kısıtlıdır.
Neredeyse bütün hikâyelerde var olan Bayındır
Han karakteri hiyerarşide en üstte bulunan kişidir.
Senede bir toy düzenleyerek beylerini bir araya
getirir. Aktif olarak savaşlara katılmaz. İki kahramandan
biri olan Dirse Han önemli bir beydir.
Hikâyenin başlangıcında Tanrı’nın onu cezalandırdığı
düşünülür ve Han’a acınır. Ancak daha sonra
yaptığı iyiliklerin karşılığını alır ve çocuk sahibi olur.
Böylece saygınlığını da geri kazanır. Ancak üçüncü
kişilere olan itimadı sebebiyle oğlunu gözden
çıkardığında Dirse Han tekrar acınan bir karakter
oluverir. Bir diğer önemli karakter Dirse Han’ın hanımıdır.
Bu hanım da önemli bir bey kızıdır. Dede
Korkut’un bütününde rastladığımız olgun, anlayışlı,
dürüst, hatta mükemmel diyebileceğimiz Türk kadınlarından
biridir. Ana karakterlerden Boğaç Han
da yine bizi şaşırtmayacak şekilde kahramanlığın
bütün özelliklerine sahiptir. Güçlü, çevik erdemli
ve hünerlidir. Hikâye ilerledikçe de yaptıklarıyla
bu özelliklerini sağlamlaştırır. Bu kadro içinde çok
küçük bir yerde geçmiş ama olaya yeni bir yön katmış
önemli bir karakter ise Hızır’dır. Boğaç Han’a
yaralı bir haldeyken görünmüş ve üç kez yarasını
sıvazlayarak onu ölümden kurtarmıştır. Burada
Hızır karakteri, iyi bir kurgu için çok önemlidir.
Kahramanın başına olabilecek en kötü şey gelmiştir,
ölümle burun burunadır. Hızır neredeyse her
şey bitecekken yetişip hikâyeye can katmıştır. Hızır
tipi Türk destanlarında sıkça kullanılan, kahramana
kılavuzluk eden yardımcı ve ilahî güçtür. Bu konuda
yine eski Türk destan tipinin varlığını sürdürdüğünü
görmekteyiz. İslamiyet’ten önce kahramana en
kötü anında gelip destek olan kılavuz bozkurt iken,
İslamiyet ile Hızır bozkurdun yerini almıştır. Ancak
ortak özellikler varlığını sürdürmüştür. “Oğlan orada
yıkıldığı vakit boz-atlı Hızır oğlana göründü…”
cümlesinde Hızır’ın boz atının olması ortak özelliklere
bir örnektir. Yine Oğuz Kağan Destanı’nın
Uygur versiyonunda da bozkurt Oğuz Kağan’a yol
gösterir. Yani Hızır tipi hikâye göçü ile bu Dede
Korkut boyundaki yerini almıştır. Dirse Han’ın kırk
yiğidinin kurgudaki yerleri ise baba ile oğlunun arasına
nifak sokmak olmuştur. Bu hikâyedeki kötüler
onlardır. Her hikâyede karşımıza çıkan Dedem
Korkut ise burada Boğaç Han’ın adını vermiş ve
boyu duasını ederek sonlandırmıştır.
Boyda, olağan olaylarla okuyucu metnin gerçekliğine
ikna olurken bir yandan da olağanüstü durumlarla
kurgunun dikkat çekici yönü kuvvetlendirilmiştir.
Boğaç Han’ın bir boğayla dövüşmesi ya da
yaralandığı anda Hızır’ın gelip onu kurtarması okuyucuyu
şaşırtırken, dedikoduyla karakterlerin aralarının
açılması onları gerçek hayata geri döndürür.
Kahramanımız Boğaç Han’ın ise bu olaylar sayesinde
karizmasının arttığı görülür. Boğayla dövüşüp
onu yenmenin her yiğide kısmet olmayacağı gibi,
Hızır gibi ilahi güçlerin sadece çok önemli insanlara
yardıma geldiği inancı Boğaç Han karakterine olan
bağlılığı kuvvetlendirir. Ayrıca babasına kindar davranmaması
ve ona olan sadakati bir evlat olarak da
ne kadar mükemmel olduğunu gösterir.
Metnin hedef kitlesinin, anlatım şekli sebebiyle
daha çok erkeklerin olduğu bir ortam olduğu anlaşılıyor.
Dede Korkut’un soylarında “Hanım Hey!”
seslenişini kullanması hanların bir arada oturduğu
bir yeri canlandırmamıza sebep oluyor. Hikâyeyi
okurken onun anlatıldığı ortamda bir otağın içinde
obanın beyleri ile elinde kopuzu olan bir anlatıcıyı
hayal etmek zor değildir. Öte yandan metni yazıya
döken bir aracının olduğunu da unutmamak gerekir.
Bu durumda yazıya dökenin hedef kitlesi de
düşünülmelidir. Destanın XIV.-XV. yüzyıl dolaylarında
yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Esasen
yazılı kültür geleneği olmayan Türklerin bu eseri
yazıya geçmiş olması, başka bir kültürden etkilendiğini
gösterebilir. Yazılı kaynaklarla siyasi otoritenin
kuvvetlendirildiğini düşünürsek, destanı yazıya
geçirenin hedef kitlesi devletin gelecek nesilleridir.
Sonuç olarak Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu,
Türkistan coğrafyasında hayat bulmuş ve diğer
Dede Korkut boyları gibi İslam öncesi ve İslami
8
unsurları bir arada yaşatmıştır. Metin etnografyası
tekniğiyle yapılan inceleme sayesinde inişli çıkışlı
olay örgüsü, iyi ve kötü karakterleri, olağan ve olağanüstü
durumlarıyla mükemmel bir destan örneği
olduğu ortaya çıkmıştır. Yine bu inceleme, bu kıssadan
çıkarılacak birçok hissenin olduğunu da göstermiştir.
Öncelikle obada hiyerarşi çok önemlidir.
Çünkü Dirse Han, Bayındır Han tarafından çocuğu
olmaması sebebiyle hakarete uğradığı halde ona
bunun şikâyetini etmemiştir. Ataya saygı her şeyden
önce gelir. Boğaç Han da uğradığı haksızlığa
rağmen babasına sahip çıkmıştır. Aslında burada
anlatıcı zaten baba ile oğul arasında bir kötülüğün
olamayacağını; eğer bir çatışma çıktıysa bunun sebebinin
mutlaka kıskanç üçüncü kişiler olduğunu
anlatmak istemiştir. Olayın hissesi ise dedikoduya
ve nifaka izin verilmemesi gerektiğidir. Ayrıca hem
eşine hem evladına sahip çıkacak yiğit ve dürüst
bir Türk kadınının toplumun belkemiğini oluşturduğunun
altı çizilmiştir. Hızır’ın Boğaç Han’a olan
yardımından ise ahlaklı olunduğunda Allah’ın elinin
mutlaka o kulunun üzerinde olacağı sonucuna varılabilir.
Bu sonuç ise, sözlü kültürdeyken dinleyenleri,
yazılı kültüre geçtiğinde ise okuyucuları ataya
saygılı, ahlaklı ve dürüst olmaya davet eder. İslam
öncesi kültleri ve İslam inancını bir arada yaşayan
bu Oğuz boyu yüzyıllar sonrasına böyle seslenmektedir.
Yapılan bu tahliller sayesindeyse Köprülü’nün
sözü nihayet anlam kazanmaktadır.
9
M Ü S L Ü M A N
. .
TURK
OLMAK
Ahmet Naim Sarı
Hz. Adem’den sonra insanoğlunun atası olarak
Hz. Nuh (as) bilinmektedir. Tufandan sonra Hz.
Nuh’un oğullarından, biri Avrupa Kıtası’na, biri
Afrika Kıtası’na ve diğeri ise Asya Kıtası’na yayılmıştır.
Asya kıtasına yerleşen oğlunun adı Yafes’tir.
Yafes’in yedi oğlundan biri olan,“edepli, ahlaklı,
dürüst, cesur ve iyi kalpli olma” özelliklerine sahip
olan Türk Han’dır ve Türklerin soyu Türk Han’dan
gelmektedir ve adını da Türk Han’dan almıştır.
“Türk”, kelime olarak “kudretli ve güçlü” anlamını
taşır.
1-Türkler tamamı esir edilememiş ve asla devletsiz
kalmamış yeryüzündeki tek millettir.
2-Türkler, yontulmuş Tanrısı olmayan, tarihinde
putperestlik olmayan tek millettir.
3-Türkler şehitleriyle övünen tek millettir. (Her
millet öldürdükleri ile övünür iken)
Mensubu olmanın onur olduğuna inandığım
Türk milleti, İslamî ve insani vasıfları ile emsal kabul
etmez bir millettir. Allah Rasulü'nün övgüsüne
ve Maide Suresi 54. ayetin işaretine mazhar olmuş
bir millettir.
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse,
Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah
onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere
karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler.
Allah yolunda cihat ederler ve dil uzatanların
kınamasından da korkmazlar. Bu Allahın lütfudur,
onu dilediğine verir. Allah geniş ihsan sahibidir, her
şeyi en iyi bilendir." (Mâide 54)
"Peygamber Efendimizin, Arap'ın Arap olmayan
(Acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap
olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük, sadece takvâ iledir.” (Cem’u'l-Fevâid,
1/510, hadis no: 3632) hadisini hatırlayacaksınız.
Türklüğü kavrayamamış olanların, biraz da Arap
sempatisi olanların Türk milliyetçilerinin karşısına
bu hadisi şerif ile dikilmişlerdir. Ancak üstünlüğün
takva ile olduğu ve kavmiyetçiliğin ne olduğu hep
görmezden gelinmiştir.
Kur’an karşısında ayaklarını uzatıp yatmayacak
kadar edepli, kızıldığında Hz.Peygambere saygısızlık
olur diye çocuğuna “Muhammed” ismini koymayacak
kadar saygılı, Haremeyn’in hadimi olmayı
onur kabul edecek kadar mukaddesatın hizmetkârı,
peygamberimiz gürültüden rahatsız olmasın diye
10
Medine’ye 20 km yaklaşınca tren raylarına keçi kılından
keçe serecek kadar ve Kabe’ye saygı için,
etrafına yapılan revakların yüksekliğinin Kabe’nin
yüksekliğini geçmemesine özen gösterecek kadar
ince ruha sahip, ila-yı kelimetullah’a canını adayacak
ve şehit olamadığına üzülecek kadar kendini hakka
adamış, yani takvanın her formunu, mukaddesatın
her alanına en hassas şekilde yansıtan bir başka
millet var mıdır? Ve hadisi şerife göre üstünlük de
TAKVA ile olduğuna göre üstünlük Türk milletindedir
ve bu millet Allah’ın sevdiği, ayeti kerime ile
haber verdiği Türk milletidir.. (Hollandalı bir tarihçinin
de yazdığı gibi; Avrupalı biri İslam'ı seçtiğinde
O’na “Türk oldu” diyorlardı ki, bu “Avrupalı gözünden
Türklerin İslam ile özdeşleştiğinin ifadesi”
olsa gerektir.)
Soyunun bu vasıfları ile övünmek, sevmek,
Resûlullah'ın men ettiği kavmiyetçilik değildir. Zira,
Rasûlullah (s.a.v.)'a soruldu: "Kişinin soyunu, sülâlesini
(kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik,
ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle
cevap verdi: "Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde
yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir"
(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten
7, hadis no: 3949)
Şeyh Sabahuddin-i Hüseyni, Iraklı ve muteber bir
alim ve veli kabul edilmektedir. 4. Murat'a "bizi Şia’nın
zulmünden kurtarın" diye name göndermiş, nihayetinde
Osmanlı'ya sığınmıştır. Dedesi Şeyh İbrahim
el Hüseyni’nin (ki, kendisi anne yönünden, Ahmet
Rufai'nin, baba yönünden Abdul Kadir Geylani'nin
torunu olduğu rivayet edilir) Hz. Peygamberimi rüyasında
gördüğünü, Efendimiz'in rüyasında, “ya
veledi hubbul Etrak minel iman, “evladım Türkleri
sevmek imandandır” dediğini nakletmiştir.
Muhittin-i Arabi, Ertuğrul Gazi doğmandan
25 yıl önce yazdığı Fütuhatı Mekke isimli eserinde,
“İnne eslahat düvel ba'de Sahabe Ed'devleti
Osmaniyye” “Sahabeden sonra devletlerin en düzgünü
Osmanlı Devleti olacak" demiş, Sultan Abdül
Aziz'in öldürüleceği, hatta Sultan Abdulhamid
Han'ın son padişah olacağına kadar, çok ince detaylara
yer vermiştir.
Kur’anı Kerim’de Maide Suresi 54. ayeti ,Türkleri
işaret eden ayet olduğu pek çok alim tarafından ka-
11
bul edilmektedir. “Ey iman edenler! İçinizden kim
dininden dönerse, Allah Müminlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları
seveceği, onların da kendisini seveceği bir kavim
getirir ki; Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir
kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın
lütfu inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah
ihsanı bol olan, en çok bilendir. (Maide suresi:54)
Bu ayet-i kerimenin, Vani Mehmed Efendi, Elmalılı
Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Said-i Nursi,
Fikri Yavuz,Celal Yıldırım ve Osman Keskioğlu başta
olmak üzere bir çok İslam alim ve mütefessire göre
Türkleri işaret ettiği kabul edilmektedir.
Elmalılı Hamdi Yazır, hak dini Kuran Dili'nde
Maide 54. ayetin tefsirinde "... bu defa Allah Türkleri
göndermiş; Arapların kadrini bilmeyip zayi ettikleri
devlet-i İslamı ele alarak İstanbul'a ve oradan kıtaatı
arzın her tarafına yaymışlar;" der.
Son devrin en büyük alimi kabul edilen müfessir
Celal Yıldırım, "binaenaleyh, ebnay-i Faris hadisinin
deleleti (beyaziti bestami, gazzali, İmamı Azam
bu bölgedendir); Fethi Kostantiniyye hadisinin serahati,
"fe asellahu en ye'tiye bil fethi" va'di ilahisinin
işareti ile; bu millet Türk milletidir ve bu vazife
halen Türk milletinin üzerindedir" demektedir.
Said Nursi "Ey Türk Kardeş, senin milliyetin
İslam ile imtizac etmiş, bütün senin mazideki mefahirin
İslamiyet defterine geçmiş, bu mefahir zemin
yüzeyde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen
şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri
kalbinden silme" Mektubaat 324
Türkler bu Milleti İslamiyye’nin kahraman bir
ordusudur. Emirdağ lahikası 2 (224), mücahit, kahraman
millettir. Şualar 1-514
Vani Mehmet Efendi eserinde “Kehf Suresi
85-92. ayetlerde kıssası geçen Zülkarneyn’in, Oğuz
Han olduğuna işaret etmiştir.
Kaşgarlı Mahmut Divanı Lügat-it Türk isimli
eserinde Buhara ve Nişabur hadis imamlarından
şu hadis-i kutsiyi rivayet etmektedir:” Ulu ve Aziz
olan Allah diyor ki; Benim Türk ismini verdiğim ve
doğuda yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki,
herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam
o Türk askerimi işte o kavmin üstüne saldırtırım.”
(Kaşgarlı Mahmut, Divanı Lügat-it Türk, C.1., 294
?1333 İst basımı)
Kostantiyye (İstanbul) mutlaka fethedilecektir.
Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır
ve o asker ne güzel askerdir. Buhari (et-Trah-ul
Kebir, cilt 1, kısım 2, sayfa: 81) Ahmed bin Hanbel
(Müctehittir ve bütün hadisleri sahihtir.) Müsned
IV/42, Kahire 1313) El-Hakim (el-Müstedrek
IV/42-422, Haydarabat 1335)
Benim ümmetimi öyle bir kavim sürüp, kovalayacaktır
ki; onların yüzleri (yuvarlak ve) enli,
gözleri (çekik ve) küçük, çehreleri sanki üzeri
derilerle kaplanmış kalkanlar gibidirler. Onlar
üç defa Arabistan Yarımadası’na kadar ilerleyeceklerdir…
İşte onlar Türklerdir. Nefsim yed-i
kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, Türkler
(çok yakın bir gelecekte) atlarını Müslüman
mescitlerinin direklerine bağlayacaklardır. Ebu
Davud (Nuseym b. Hammad, Kitabü'l Fiten,
Atıf Ktp. No: 602, V.121122)
Allah, zamanın süper güçleri olan Bizans, Pers
ve Habeşistan gibi ülkelere; Mekke, Medine, Taif
gibi kutsal şehirlerin fethedilmesini mucizelerle engellemiştir.
(Fil suresinden de anlaşıldığı gibi). Bu
üç şehir varolduklarından bu yana, hiçbir güç tarafından
ele geçirilememis iken;
1071'de Selçuklular tarafından feth ediliyor, ardından
1174'te Eyyubi (Türk devleti) tarafından
feth ediliyor, 1250'de Memlüklü Türk Devleti tarafından
feth ediliyor, 1517'de Osmanlı devleti tarafından
feth ediliyor.
Türkler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyiniz.
Çünkü milletimin mülkünü ve Allah'ın ona olan ihsanını
en evvel Kantura(Türk) nesli alacaktır. İmam
Taberani (Mu'cem'ül-Kebir ve Mu'cem'ül Evsat)
Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz de onlarla uğraşmayınız.
Hele Türkler size dokunmadığı sürece
siz de Türklere (sakın) dokunmayınız! Ebu Davud
(Sünen-i Davud, IV.s:112)
Hıfz, on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Türklerde,
biri diğer insanlardadır. (Ahmed Ziyaeddin
Gümüşhanevi (Ramuz'ul-Ehadis 4140 nolu hadis)
Hıfz kelimesi bazı kitaplarda hafızlık, kavrama
kabiliyeti olarak tercüme edilmiştir. Merhum Vani
Mehmed Efendi'ye göre ise muhafazakârlık yani
dinini, milletini, vatanını, maddi ve manevi değerlerini,
örf ve âdetlerini, namusunu koruma duygusunun
her milletten çok Türk milletindedir.
12
MÜSLÜMAN OLMAK
Resûlullah Efendimiz bir gece rüyasında peşine
önce siyah bir koyunun, sonrada bir beyaz
koyunun takıldığını görüyor. Sabahleyin mescid-i
saadete gelip namaz kıldırdıktan sonra sırf iltifat
olsun diye bu rüyanın yorumunu Ebubekir Sıddık
Hazretlerine bırakıyor. Bu iltifata hem sevinen,
hem de mahcup olan Ebubekir (r.a): "Mademki,
öyle arzu buyurdunuz, yorumunu yapayım. Ey
Allah'ın Peygamberi, peşinize ilk takılan siyah koyun
Arapları, sonra da takılan beyaz koyun beyaz
bir ırkı temsil eder. Yani önce Araplar size inanıp
peşinize takılacak, sonra da beyaz bir ırk İslam'a
girip size uyacak... rüyadaki siyah koyun Arapları,
beyaz koyun ise Türkleri işaret etmiştir. Çünkü bir
müddet sonra beyaz yüzlü olan Türkler İslam'a
girmişlerdir.
"İşte bu TÜRKLER, Abbasîler zamanından
beri bin senedir, Kur'ân-ı Kerimin bayraktarı olarak,
bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı
ilan etmiştir. Milliyetini, Kur'ân'a ve İslamiyet'e
kal'a yapmış, bütün dünyayı susturmuş ve "Ey
iman edenler! Sizden kim dininden dönerse,
Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki,
Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar
mü'minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet
sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve
dil uzatanların kınamasından da korkmazlar..."
(Mâide 54) âyetine güzel bir masaddak olmuştur...".
Ve bir Amerikalı araştırmacı yazar: Gene
Matlock, koyu bir Hristiyan dindar. 2008 yılında basılan
kitabının ismi “ey dünya insanları HEPİNİZ
TÜRKSÜNÜZ”. Yazar bu kitabında “hangi din
kitabını tarasam hep Türklerden bahsetmekte ve
olayın merkezinde hep Türkler var”
Kitapta şöyle iddialı bir ifade de var
“Dünyada insanlar ikiye ayrılır. Türk olduğunu
bilenler ve bilmeyenler. (Biz ayeti kerime ile
müjdelenen Türklerden olma onurunu tercih
ederiz.)
Bu cihetle “Türk olmak, Türk olmaktır, başka
bir tarifi yoktur”. Köprünün altından çok sular aktığı
tartışılabilir. Bu tartışma konusu olmuşsa, artık
öze dönme vakti gelmedi mi?. Sorusunun da sorulması
kaçınılmaz olur.
Farkında değil misin, Alem-i İslam yönünü sana
dönmüş, medet beklemekte? Milyonlarca mazlum,
“Türk beklenendir” diye seni beklemekte...
13
TÜRKÜLERİN
ÜLKÜSÜ
“Balığa çıkınca türkü söylerdik, göl anlardı bizi. Yürekten kopup gelen sözler onun da hoşuna giderdi.”
Adevviye Çam
Uluorta söylenmeyecek şeylerin uluorta söylendiği yer: Türkü… Daima söylenemeyeni ve belki de hiç
söylenemeyecek olanı anlatır türküler. Kalpte gizli olanı izhar etmek türkülerin işidir. Bütün zaman ve
mekân tefrikasına rağmen hep aynı hissiyat, hep aynı fikriyat yansır. Fani insan, sözün, türkünün ölümsüzlüğüne
tutunarak teselli bulur. Bu yönüyle türküler; uzakları yakın eden, geçmişi ana çeviren ölümsüz
değerlerdir. Binlerce yüreğin hissiyatını taşıyan türkülerdeki ruh, bu sebeple hep taze kalır ve daha binlerce
yüreği birleştirir.
Türküler bize, görüp öğrenilenin nesillerce uzayıp gitmesi için bırakılmış miraslardır. Mirastır çünkü
her türkü bir tarihtir, içinde hatırat barındırır. Ülkü değerlerimizi temsil eden türkülerin de bir ülküsü
vardır. Karanlığın içinde saklanılan, üstü örtük, korkulan, kaçınılan, felaket olan şeylere karşı da sığınılan
bir ülküdür türküler. Türkülerin ülküsü, Türk’ün ülküsüdür esasen. Ve çoğu zaman da “Türk’ü söyler
türküler.”
Türküler vardır; kimisi vatan, kimisi toprak, kimisi sevda olan. Uçan kuştan, esen yelden, yâr adı geçenden
yazılmış… Dağlar ardından, cetvelle çizilmiş sınırlar ötesinden söylenen,
“Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim, düşebilsem toprağına” sözleri bir ülkü değil midir bize? Sınırlar ötesi bile
olsa türküsünü söylediğimiz o yerler bizim değil midir hâlâ? Biz unutsak da türküler unutmaz ülkümüzü.
Zira türküler en sadık ülkücüdür.
Şairin dediği gibi; “Bütün bunların üstüne, hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim.” Türküler demişken,
yâr ile başlayıp yar ile biten sevda türkülerinden söz edelim. Keyfiniz yoktur, canınız sıkılmıştır,
oturmuşsunuzdur bir yere; iki çay söylemişsinizdir, biri açık. O sıra bir yerden bir türkü başlar:
“Seher vakti çaldım yârin kapısını
Baktım yârin kapıları sürmeli
Hoş bulmadım otağının yapısını
Çıkageldi bir gözleri sürmeli”
14
Türkünün içindeki bir söz sizi alır götürür, sınırlar ötesine belki. Uzakları yakın eder bir türkü. Bir türkü
ne kadar kudretlidir çoğu zaman.
“Gönül gurbet ele varma
Ya dönülür, ya dönülmez
Her güzele meyil verme
Ya sevilir, ya sevilmez” der ve sizi nice dönülmez gurbetlerden, sevmiş bulunulan bir güzelden çeker
alır bir türkü.
Bir türkü inceden inceye sızlanmaya başlar, yanmaya başlar bir türkü inceden inceye. Türkü dediğin
yakılır çünkü yakılacak ki yaksın dinleyeni.
“Taşa verdim yanımı
Toprak emdi kanımı
Azrail’e can vermezdim
Canan aldı canımı” deyiverir bir türkü. Bir türkü ne kadar çok şeydir çoğu zaman…
15
TURAN
KANLA
KURULUR
Davut
Karataş
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Yıllar
yılı bu sevdanın mecnunlarının hikâyelerini dinleyerek
büyüdük. Bu hikâyelerin kahramanlarının yanında
hayal ettik kendimizi ve de kendi hikâyelerimizin
hayalleriyle bu günlere geldik. Yaşımız biraz
daha ilerleyince bu sevdanın teoriği üzerinde kafa
yorduk. Bu bağlamda aklımızda en fazla yer eden
ifade merhum İsmail Gaspıralı Bey’in “Dilde, İşte,
Fikirde Birlik” sloganıydı. İsmail Gaspıralı bu ifadesini
hayata geçirmiş ve “Tercüman Gazetesi”ni
çıkarıp tüm Turan coğrafyasında okunur hale getirmiştir.
Bunun farkına varan emperyalist güçler dilde
birliği bozmak adına Kırgızca, Kazakça, Özbekçe
gibi diller uydurarak Türk dünyasının kendi arasındaki
bağı koparmak istemiş ve ne yazık ki bu anlamda
oldukça başarılı olmuştur. Bu günlerde merhum
İsmail Gaspıralı Bey’i hürmetle ve rahmetle
anıyor ve yeni sloganı ben dile getiriyorum: “Turan
kanla kurulur”. Bu slogan şahsıma aittir ve gelecek
her türlü sıkıntının müsebbibi ve sorumlusu olduğumu
dile getirmek istiyorum.
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Bu
sevdanın peşinde 2014 yılında Kurban Bayramı’nı
geçirmek ve vekâletlerini aldığımız kurbanları kesmek
üzere birkaç arkadaşımızla Güney Türkistan’a
(Afganistan’ın kuzey bölgesine) gittik. Hayatımda
yaptığım en önemli işlerden birisiydi bu ziyaret.
Bu ziyaret esnasında kurban kesimleri yapılıyordu,
her kurbanın üzerinde kurban sahibinin isminin olduğu
A4 kâğıdı konuyor ve kurban kesilirken fotoğraf
çekiliyordu. Bir isim çok dikkatimi çekti Ali
Vlademir İvanof bu kurban gelse gelse Hollanda
Türk Federasyonu’ndan gelmiştir diye düşündüm
ve federasyon görevlisi Erim kardeşime sordum.
Vekâletin kendisinde olduğu Bulgaristan asıllı
Hollanda’da yaşayan bir Türk kardeşimizin kurbanı
olduğunu söyledi. Bizim Turan’ımız böyle kurulur.
Bizim Turan’ımız bu kurbanın kanıyla kurulur.
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.2015
yılında Irak’ta çıkan kargaşadan sonra bir kısım
Türkmen evlerini yurtlarını terk ederek Türkiye’ye
ve ağırlıklı olarak da Ankara’ya gelmişlerdi. Bu
kardeşlerimize kardeşliğin gereğini göstermek için
elimizden geleni yapmaya çalıştık. Muayenelerini
yaptık; gıda, kıyafet, ev eşyası yardımlarımız oldu.
Binlercesinin ameliyatını, doğumlarını yaptırdık.
Çocuklarının sünnetini yaptık. Bu günlerde bir
Türkmen kardeşimiz yanımıza gelerek kendi halin-
16
ce teşekkür ettikten sonra; “Bizler size teşekkür etmek
için Türkiyeli kardeşlerimize Kızılay aracılığıyla
kan bağışı yapmak istiyoruz.” dedi. Araştırdığımda
2 yıldan daha kısa süre Türkiye’de kalan göçmenlerden
kan bağışı için kan alınamadığını öğrendim.
İşte Turan bağışlanamayan bu kanlarla kurulur.
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.
Ankara Solfasol semtinde Afganistan’dan gelen
Özbek kardeşlerimiz yaşamaktadır. Bu kardeşlerimize
elimizden geldiğince yardım etmekteyiz.
Bunlar hiçbir hukukî dayanağı olmadığı halde
Türkiye’ye kaçak yollarla girmişler ve burada yaşamaktadırlar.
Bu kardeşlerimiz sağlık hizmetlerinden
faydalanamamaktadır ve eğitim hizmetlerinden de
mahrumdurlar. Bu kardeşlerimize yardımcı olmak
için çocuklarının sünnetini yapmaya karar verdik
ve bu çocuklardan yirmisinin sünnetini geçen
haftalarda yaptık. Bizlere Irak’tan gelen Telaferli
sağlıkçı kardeşlerimiz yardım etti. Evet, işte Turan
Ankara’nın Solfasol’unda Iraklı Türkmen kardeşlerimizle
beraber akıttığımız Afganistan Özbek’i çocukların
sünnet kanıyla kurulur ve bu kanı da biz
dökeriz...
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.
Son üç dört yıl içerisinde Afganistan’da, Halep’te,
Türkmen Dağı’nda, Irak’ta, Suriye kırsalında ve
Türkiye’de yaşayan Türkmen ve Özbekler için binlerce
kurban kestirdik. İnsanlar yeni doğan çocuklarının
kurbanlarını, adak kurbanlarını ve diğer kurbanlarını
Turan coğrafyasında bir yerlere seve seve
gönderdiler. Oradaki kardeşlerimiz de bu kurbanlarla
bir nebze de olsa unutulmuşluklarını unuttular.
Kestirdiğimiz her kurbanın videosunu kurban
sahiplerine ulaştırmaya çalıştık ve gönüllerde bir
bağ kurmak için çabaladık. İşte bizim Turan’ımız
sizlerin bizlere verdiğiniz ve “Benim kurbanımı şu
Turan coğrafyasında kesin.” dediğiniz o kurbanların
kanlarıyla kurulur. Bizler bu sene de bu kurbanlara
talibiz. Kurbanlarınızla Turan binasına harç
taşımak isterseniz bize ulaşmanız yeterli.
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Eğer
birileri bu ifadelerimizi savaş çığırtkanlığı olarak
görüyorsa bizlerin kimsenin kanı üzerine kurulacak
bir saltanatımız olmadığını bilmeleri gerekir. Birileri
kan dökmek isterlerse buyursunlar döksünler eğer
bu esnada yaralanırlarsa bizler tedavilerini yapmak
için elimizden geleni yapmaya hazırız. Eğer bizler
Turan kurmak için insan kanı dökülmesi gerekliliğine
inanırsak ilk önce kendi kanlarımızı dökeriz,
kendimiz yapamadığımız hiçbir fedakârlığı başkalarından
beklemeyiz.
Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.
Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz derler. Kimselerin
olmadığı zaman bizler vardık ve kimselerin olmadığı
yerlere bizler gittik. Aslında yiğit yaptıklarını anlatmaz
derler bu hükmü birazcık deldik sayılır, o da
bizim yiğit olmamamıza verilsin. Niyetimiz sadece
yapmaya çalıştığımız hayır işlerinde sizlerin desteğini
almak Allah’tan gayrı kimseden bir beklentimiz
yok sadece çıktığımız yolda yol arkadaşları arıyoruz.
Sefer bizim işimiz, zafer Allah’ın takdiri…
17
3 MAYIS
SÖYLEŞİSİ
TÜRÇÜLÜK GÜNÜ VE ATSIZ
Nermin Fatma Gülcük
Kağan Tüber
3 Mayıs'ın Cumhuriyet dönemi üzerine etkilerinden
biraz bahseder misiniz?
Ahmet Bican Ercilasun: 3 Mayıs, o zamanki
tek parti rejimine karşı ciddi bir gösteriydi.
3 Mayıs'ta Türk milliyetçileri o zamanki adliyenin
bulunduğu Anafartalar'da, Ulus Meydanı'nda
toplandılar. Yaklaşık dört bin kişilik bir gruptu.
Bunlar o zamanki hükümetin milliyetçilere karşı
olan tavrını protesto ettiler. Bu protesto tek parti
döneminde dört bin kişi de olsa çok önemliydi
çünkü o zaman insanlar bu tarz protesto yapmaya
pek cesaret edemiyorlardı. Bu bir cesaret işi olarak
aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin aksiyona geçişi
oldu. O zaman Atsız- Sabahattin Ali davasının
yargılaması vardı. Onlar da Sabahattin Ali'yi ve o
günkü hükümet politikalarını protesto ettiler. Fakat
bu hareketi hükümet bir nevi kalkışma, hükümeti
devirmeye yönelik bir isyan hatta gizli bir teşekkül
olarak algıladı. Ve 8 Mayıs'ta sıkıyönetim bildirgesi
yayınlandı, 9 Mayıs’tan itibaren de birçok Türkçüyü
tutukladılar. Sonrasında bildiğimiz 1944 hadiseleri,
Irkçılık- Turancılık Davası ile eylül ayında başladı.
Bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldılar. O zamanın belli
başlı Türkçüleri başta Nihal Atsız olmak üzere;
Zeki Velidi Togan, Atsız'ın kardeşi Necdet Sançar,
Alparslan Türkeş (O zamanlar teğmendi.), Fethi
Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Tümtürk ve
daha pek çoğu tutuklanıp yargılandılar. Yargılama
sonunda önce onlara bazı cezalar verildi fakat
(2.mahkemeye) temyize gidildi ve sonunda beraat
ettiler. Ama bu hareket dediğim gibi Türkçülerin
ilk aksiyonuydu. Hatta daha tutuklu iken 1. yılında
bunu kutladılar. O zamandan beri Türk milliyetçileri
3 Mayıs'ı Türkçülük Bayramı olarak kutluyorlar.
Bu hareket daha çok Harbiyeliler ve üniversite
öğrencileri tarafından oluşturuldu. Bunun nedeni
sizce nedir ?
O zaman üniversitede okuyan gençlerin çoğu
milliyetçiydi. Sonradan bu durum değişti. Bir kısmı
da Harbiyeli olan bu gençler hükümetin özelikle
18
Sovyet yanlısı olan Komünistleri devletin bazı hizmetlerinde
çalıştırmasına karşıydılar. Zaten dava da
bundan dolayı açılmıştı. Yani Atsız bu tutumu protesto
eden yazılar yazmıştı ve bundan dolayı Atsız
ile Sabahattin Ali arasında dava açılmıştı. O davanın
2.duruşması görülürken de bu hadiseler oluyor. (3
Mayıs) Üniversite gençliği ve Harbiyeliler Türkçü
çünkü Atatürk döneminde Türkçü bir eğitim politikası
izleniyor. Özellikle ortaokul ve lise müfredatları
tamamen Türkçü ideoloji ile hazırlanmıştı.
Başlıca dersler olarak tarih ve edebiyat
öğretilmekteydi. Orta Asya
tarihimiz, Türkçülük fikrimiz çok
iyi bir şekilde anlatılıyordu. Bu eğitimin
sonucu olarak da bu gençlik
Türkçü olmuştu. İnönü döneminin
başlarında bu eğitim politikası
değişti, başka bir yöne saptı. Ama
Atatürk döneminin eğitim politikasının
sonucu olarak üniversite
gençliği hâlâ Türkçüydü.
Siz Nihal Atsız ile nasıl tanıştınız?
Kendisini ilk ne zaman tanıdınız?
Öncelikle kendisini yazılarıyla
tanıdım. İlk defa Türk Ülküsü kitabını
lise 2. sınıfta öğretmenimin
tavsiyesiyle okudum. Bu kitabın etkisinde
kaldım çünkü Atsız söyleyeceği
şeyi doğrudan doğruya, dolandırmadan
ve açıkça söylüyor. Fikirleri de içinde
bulunduğumuz, mensubu olduğumuz milletin yararına
olan fikirler. Dolayısıyla o çarpıcı üslubunun
etkisinde kaldım. Sonrasında Atsız'ın diğer kitaplarını
da okudum. 1963 yılında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi'ni kazanıp İstanbul'a gelince
kendisini Süleymaniye Kütüphanesi'nde ziyaret
ettim. Kendisi orada uzman olarak çalışıyordu ve
Edebiyat Fakültesi kütüphaneye çok yakındı. Öğle
tatillerinde zaman zaman ziyarete gidiyordum. O,
kendisine gelen herkesi nezaketle ağırlayan bir insandı.
Gençler gelirdi, tanımadığı insanlar gelirdi.
Hafta sonları Maltepe’deki evine konuk olurlardı.
Hiç kimseye hayır demezdi. Belki bu kadar ziyaretçisi
olmasa daha çok eser bırakacaktı. Ben de kendisini
1963’te ziyaret etmeye başladım. Tabii ki iş saati
olmayacak şekilde öğle tatillerinde Süleymaniye
Kütüphanesi’ndeki yerine bazen hafta sonu da evine
giderdim. 4 yıl süreyle bu şekilde temasımız oldu.
Ondan sonra ben Erzurum'a asistan olarak gittim.
O sürede mektuplaşmalarımız oldu. Vefatına kadar
da ne zaman İstanbul'a gitsem kendisiyle görüştüm.
Büyük Doğu Dergisi'nde farklı görüşte pek çok
şahsiyet yazmış. Nihal Atsız da Büyük Doğu'da yazanlar
arasında.
1959 yılında Büyük Doğu’da yazdı. 2 yazı tefrikası
var. Biri gençlik dönemine ait hatıralarıdır.
Büyük Doğu dergisinde tefrika edildi. (Çok önemlidir
bu hatıralar, ben
Atsız kitabını yazarken
1.derece kaynak olarak
inceledim.)
Bir de Z Vitamini adlı
hiciv romanı var. O da
Büyük Doğu dergisinde
tefrika edildi. Atsız'ın
Büyük Doğu’da yazması
kısa bir dönemdir. Onun
dışında Büyük Doğu ve
onu çıkaran Necip Fazıl
Kısakürek ile yıldızları
barışmamıştır. Ayrıca
Selim Pusat adıyla yayınlandı
Z Vitamini. Çok
sonra kitap olarak çıktığında
kendi adını kullandı.
Atsız Ata'ya vefa eseri olarak gördüğümüz
“Atsız” adlı kitabınızda kendisini “Türkçülüğün
Mistik Önderi” olarak nitelendirmişsiniz. Neden
olduğunu açıklar mısınız ?
Kitabın son bölümünde “Atsız’ın Fikirleri” kısmı
var. Orada Atsız'ın fikirlerini sınıflandırarak adlandırdım.
Orada özellikle ilk iki bölümde Atsız'a
neden Mistik Önder dediğimi anlatıyorum. Mistik
insanların inandıkları şeye canlarını feda edercesine
bağlılıkları söz konusudur. Atsız'ın da ülkü anlayışı
böyledir. Yani ülkü kan ister, can ister, sabır
ister, vefa ister. Ülkü din gibi bir şeydir der ve bunu
yazılarında açıkça belirtir. Ortada bir din yok, herhangi
bir dini görüş yok, tasavvuf da söz konusu
değil ama Türkçülüğe adeta o mistik yaklaşım gibi
bir yaklaşım içindedir. Zaten Atsız, dini anlamdaki
mistisizme de tasavvufa da ciddi bir şekilde karşıdır.
Tasavvufun ve tarikatların Müslümanlığa uygun
19
olmadığını söyler. ( Kitapta, Atsız ve Din kısmında
bu konuya açıklık getirildi.)
Nihal Atsız önemli bir bilim insanı ve elbette bir
çalışma disiplinine sahipti. Kendisinin sizin çalışma
disiplininiz üzerinde bir etkisi oldu mu ?
Aslında Atsız benim hayatımı yönlendirdi. Yani
ben Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tercih ettiysem,
Atsız'ın üzerimdeki etkisi dolayısıyla tercih
ettim. Ben İmam-Hatip Okulu’nda okuyordum.
Yüksek İslam Enstitüsü'ne girebilirdim ama girmedim.
O zaman İmam-Hatip Okulu mezunlarının
üniversitede diğer bölümlere girebilmeleri için
liseden de mezun olmaları gerekiyordu. Ben bir
sene bekleyerek lise diploması da aldım. Liseden
sonra hukuk, iktisat gibi bölümleri kazandım fakat
Atsız’ın üzerimdeki tesiri dolayısıyla Türk Dili ve
Edebiyatı bölümünü tercih ettim. Yani meslek seçimimde
birinci derecede Atsız'ın rolü olmuştur.
Atsız bir Türkologtur. Türkoloji dendiği zaman sadece
dilci, edebiyatçı olarak anlamayalım. Aslında
Atsız daha çok tarihçidir. Hem Türk dili hem Türk
edebiyatı hem Türk tarihi üzerine bir uzmandır.
Hatta onun kuytuda kalmış, unutulmuş bir özelliği
daha vardır ki kendisi bir bibliyografya uzmanıdır.
Yani bizim Osmanlı Dönemi'nden kalan İstanbul
Kütüphaneleri’nde bulunan on binlerce el yazması
elinden geçmiştir. Bu yazmaları kendi nesli içinde
en iyi bilen Atsız'dır. Çünkü zaten Süleymaniye
Kütüphanesi’ndeki görevi de buydu. 18 yıl boyunca
o yazmaları elinden geçirdi. Osmanlı devrindeki
belli başlı bilim adamlarının mesela Gelibolulu
Ali'nin, Şeyhülislam Ebussuud'un, Birgili Mehmet
Efendi’nin bibliyografyalarını hazırladı.
Vaktiyle bu eser basılmıştı, şimdi yeniden
Ötüken Yayınları ile çıktı. Orada görürsünüz binlerce
yazma eseri inceleyip tanıtıyor.
Kitabın önsözünde Atsız'a bir borcum var demişsiniz.
Türkçü gençler olarak bizlerin de ona
borcu var bunu ödeyebilmek için bizler ne yapmalıyız?
Bize tavsiyeleriniz nelerdir?
Hayatıma yön veren bir kişi olarak Atsız'a bir
borcum var, Türkolog olarak ona bir borcum
var, Türk ve Türkçü olarak ona bir borcum var.
Kendisini Türkçü olarak tanımlayan herkesin ona
bir borcu var. Çünkü 1931-1970 yılları arasında
Türkçülüğün fikri ve mistik önderi Atsız'dır. Sizler
de onu okuyarak ve anlayarak bu borcu ödeyeceksiniz.
Türklüğe hizmet ederek ödeyeceksiniz.
Atsız Bey'in yazılarında dile getirdiği bir husus
var: “ Görev Ahlâkı” Her Türkçü hangi meslekte
ise bulunduğu meslekte, bulunduğu makamda en
yükseğe çıkmaya çalışmalıdır. Bu borç böyle ödenir.
20
21
KAPI
ALPEREN GÖKÇE
22
Adam, kurusun diye kalbini çıkardı ve güneş gören bir odaya bıraktı. Bir müddet sonra döndüğünde,
yerler, kalbinden süzülen damlalarla kaplanmıştı.
“Âh!” dedi, “Keşke kalbimin altına leğen koysaydım. Dağılmazdı içim böyle her yere.” Her damla bir
kelimeydi hâlbuki. Ağzını açar açmaz “keşke”den ve “âh” dan birer damla baloncuk olup uçmuştu mesela.
Ama tükenmemişti. Zira adamın içi keşke’lerle ve âh’larla doluydu.
Adam, “içim fazla yayılmasın” diye getirdiği kâğıtları damlaları çekmek için yere serdi. Burada yazılanlar
o kâğıtların birinden olsa gerek. Bilmiyorum.
“Bazen açılan bir kapı, aslında tamamen kapanacak olan, hatta bir tarafa kapanırken başka bir tarafa
açılacak olan bir kapının eşiği olabiliyor. Bilmiyoruz. Ama hayat da böyle bir eşik olsa gerek. İnsan, aklı bir
karış havada olduğu, “ölümüne seviyorum” dediği delikanlılık yaşlarında aslında ölümüne büyüyormuş.
Nice delikanlı arkadaşımın bir sebeple o büyük kapının diğer tarafına geçişinden olsa gerek delikanlılık
yaşı bahsim. Ölüm kapısını geçmek için biriktirilen bir şeymiş hayat. Âh yüklü, keşke yüklü.
Ne çok âh biriktirmişim. Sahi herkesin âh’ının biriktiği bir yer var mı?
Mesela o, küçük kardeşi abisinin kucağında, yanında babası, bomba düşen evinden annesinin cesedi
çıkartılırken ağlayan küçük çocuğun ah’ı, çığlığı.
Muhakkak bu âh’ların ve hıçkırıkların toplandığı bir kat var. Bilmiyorum, belki bu dünyada belki de
herkesin herkese hiç kimse olacağı o günde o kat üstümüze çökecek. Yaşarken dik tutamadığımız boyunlarımızın
altında kalacağız işte o an.
21. yüzyılda acılara mı yoksa insanlara mı yabancı bir şey kattılar, bunu da bilmiyorum ama artık hiçbir
acı hiçbir insana sekmiyor. Ayakkabımızı soksak dahi yine de yutkunabileceğimiz genişlikte boğazlarımızı
hiçbir şey tıkamıyor artık. Yaptıklarını konuşmayan adamların devrinden, konuşunca, konuştuğu şeyi yaptığını
zannetme devrine geldik. Ve daha da fenası bu devrin adamlarıyız.
“Allah’ım kahreyle” dediğimiz hiç kimse ve hiçbir ülke yahut ordu kahrolmuyor.
Kanepede okuduğumuz Fetih Suresi ile hiçbir coğrafya kurtulmuyor. Hoş; o surenin meclisi savaş
meydanıdır. Bir savaşımız mı var. Ya silahımız, ya zırhımız, atımız… Hiçbiri yok.
“her yiğit yüreğinden yonttuğu at’ına binsin” dediler Elimizi kalbimize götürdüğümüz vakit anladık;
Yayan kalacaktık. Yayan kaldık. Bak bu da kalbimin bir yerlerinden dökülmüş. Tortu gibi.
Bunca yok’un içerisinde, oturduğumuz yerden Allah’a olan dualarımızı bir aduket gibi kullanma
hadsizliğindeyiz. Bizler, sebebini işlemeden sonuç umuyoruz. Sebebin bir imtihan, sonucun belki mükâfat
belki de bambaşka bir imtihan olabileceğinden habersiz. Bilmiyorum.
Allah’ım; ne çok bilmiyorum.”
Adam kalbini koyduğu yerden aldı ve göğsüne kattı. Zannediyordu ki onu kurutmuştu. Hâlbuki yere o
damla damla dağılanlar, donmuş kalbine çöken buzların çözülüp bir serin su gibi akmasıydı…
Bilmiyordu.
VAKİT
Kağan Tüber
Tam vaktidir yaşamanın.
Yeşil yaprağında ağaçların,
Kuş olmanın…
Yağmurun serinliğinde
İçine çekmenin toprak kokusunu
Tam vaktidir.
Uzanmanın kırlarda ya da
Papatyalardan taç yapmanın
Sevdiğinin başına
Tam vaktidir
Vakit yaşamanın vaktidir dostlar
Sevdiklerinle doyasıya.
23
ORTAÖĞRETİMDEN
LİSELERE GEÇİŞ
Cengiz Atbaşı
Gelişen ve değişen dünyada eğitim, bireylere bilgiler
kazandırma amacının yanında, kazandırdığı bilgileri
kullanma, yaşama aktarma ve yeni durumlara
uyarlama amaçları doğrultusunda şekillenmektedir.
Bu durumu eğitim programlarında, öğretim teknik
ve yöntemlerinde ve değerlendirme aşamasındaki
ölçme araçlarındaki değişimlerde görmek mümkündür.
Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk milletinin
bütün fertlerini,
1. Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada
ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk
milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini
benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini,
vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan,
insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel
ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve
sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş
yurttaşlar olarak yetiştirmek;
2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından
dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve
karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir
dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik
ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk
duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;
3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli
bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı
kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların,
kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna
katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını
sağlamak;
Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk
toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte
yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal
ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak
ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı,
seçkin bir ortağı yapmaktır.( 1739 Milli Eğitim
Temel Kanunu, Madde 2)
Türk milli eğitiminin genel amaçlarında da belirtildiği
üzere sorumluluk sahibi iyi bireyler yetiştirebilmek
için çağın gereklilikleri göz önünde bulundurularak
ölçme ve değerlendirme kriterlerinin iyi
belirlenmesi, uygulanması ve sürekliliği gençliğimizin
geleceğe hazırlanmasında önemli bir rol oynamaktadır.
Ancak orta öğretimden liselere geçiş sisteminde
ülkemizin çok da başarılı olmadığı görülmektedir.
Popülizm, siyasetin eğitim üzerindeki baskıları, her
hükümetin kendi dünya görüşüne uygun eğitim politikaları
uygulamaya çalışması gibi sebepler. temel bir
Milli Eğitim politikamızın olmasını engellemektedir.
Oysaki gelişmiş toplumlarda eğitim siyaset üstü bir
kurumdur.
Türkiye'deki ortaöğretime geçiş sistemine ilişkin
SETA'nın hazırladığı rapor ve derlenen bilgilere
göre, sınavla öğrenci alan okulların tarihi çok eskilere
dayanıyor. 1955 yılından itibaren hizmet vermeye
başlayan ve yabancı dilde eğitim sunan kolejler
öğrencilerini sınavla seçiyordu. Daha sonra öğrencilerini
sınavla alan 1964 yılında itibaren fen lisesi,
1985 yılından itibaren Anadolu imam hatip liseleri,
1990 yılından itibaren anadolu öğretmen liseleri ile
2003 yılında faaliyete geçen sosyal bilimler lisesi kurulmaya
başladı. Kolej olarak açılan ve şimdilerde
“Anadolu Lisesi”olarak bilinen okullar ise 1999 yı-
24
lına kadar öğrencilerini ilkokuldan itibaren merkezi
sınavla aldı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasının
başlamasıyla anadolu liselerinin ortaokul kısmı
kapanmış, anadolu liseleri hazırlık ve üç yıllık lise eğitimi
vermeye başladı. Yeni düzenlemeyle öğrenciler,
8’inci sınıftan itibaren anadolu liselerine yerleşmek
için sınava girmeye başladı. (http://www.hurriyet.
com.tr/egitim/gecmisten-gunumuze-ortaogretimde-merkezi-sinavlar-24650666)
2000’lerde sınavla öğrenci alan ortaöğretim kurumlarına
Liselere Giriş Sınavı (LGS) ile yerleştirme
yapılıyordu. LGS, 2005 yılında kaldırılıp, yerine
Ortaöğretim Kurumlarına Giriş Sınavı (OKS) getirildi.
Ancak 2008 yılında bu sistem de kaldırıldı, yerine
üç aşamalı Seviye Belirleme Sınavı (SBS) getirildi.
SBS ile birlikte öğrenciler 6, 7 ve 8’inci sınıflarda lise
sınavlarına girmeye başladılar. Bu süreçte dershaneye
kayıt oranları arttı. Fakat bu değişikliğin ömrü
de kısa oldu; 2010’da yeniden tek sınav sistemine
dönüş yapıldı. Bu tek sınav da SBS olarak anılmaktaydı.
Ancak Milli Eğitim Bakanlığı 2013 yılında bir
kez daha sınav sistemi değişikliğine giderek, Temel
Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavını
duyurdu. Böylece 2004 ila 2013 yılları arasında ortaöğretime
geçişi sağlayan sınav sistemlerinde tam 5
kez değişiklik yaşandı (ERG 2013 İzleme Raporu).
2017 yılında sistem bir daha değişikliğe uğradı ve
TEOG yerine ‘’Eğitim Bölgesi ve Sınavsız Mahalli
Yerleştirme Sistemi’’ veya daha kısa adıyla "Liseye
Geçiş Sistemi" getirildi. Bu sisteme göre isteyen
öğrenciler sınava girebilecek ve aldığı puana göre
Bakanlığın belirlediği okullardan birini tercih edebilecektir.
Sınava girmeyen öğrenciler ise adrese dayalı
kayıt sistemine göre mahallesindeki okullardan birini
tercih edebilecektir.
Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumlarına
İlişkin Merkezî Sınav Başvuru ve Uygulama Kılavuzu
2018’e göre;
Merkezî Sınav, tüm il merkezleri ile başvuru sayısına
göre gerekli görülen ilçe merkezlerinde, yurt
dışında ise sınava girecek en az 10 (on) öğrenci olmak
kaydıyla belirlenen yurt dışı sınav merkezlerinde
Türkiye saatiyle birinci bölüm 09.30’da ve ikinci bölüm
11.30’da başlayacaktır.
Merkezî Sınav başvuruları isteğe bağlı olup sınava
katılmak isteyenler, başvurularını 11-18 Nisan 2018
tarihleri arasında elektronik ortam üzerinden öğrenim
gördükleri okullara yapacaktır.
Sınav, 8’inci sınıf öğretim programları esas alınarak
yapılacaktır. Sınav, iki bölüm hâlinde uygulanacak,
çoktan seçmeli 90 soru sorulacak ve aynı gün
yapılacaktır.
Birinci bölüm, 50 soruluk sözel alandan oluşacak
ve süresi 75 dakika; ikinci bölüm ise 40 soruluk sayısal
alandan oluşacak ve süresi 60 dakika olacaktır.
Sözel bölümde, 8’inci sınıf Türkçe, Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi, T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük
ile Yabancı Dil, sayısal bölümde ise Matematik ve
Fen Bilimlerinden sorular yöneltilecektir.
Aynı kılavuzda yer alan okullara ilişkin istatistikler
de şöyledir;
Okul Türü Okul Sayısı Kontenjan
İmam Hatip ve 298 28.860
Anadolu İmam Hatip
Lisesi
Anadolu Lisesi 222 34.530
Fen Lisesi 309 34.500
Meslek Lisesi 449 19.170
Sosyal Bilimler 89 9.450
Toplam 1367 126.510
Tabloda da görüldüğü gibi; 298’i İmam Hatip ve
Anadolu İmam Hatip Lisesi, 222’si Anadolu Lisesi,
309’u Fen Lisesi, 449’u Mesleki ve Teknik Anadolu
Lisesi, 89’u Sosyal Bilimler Lisesi olmak üzere
Türkiye genelinde 1367 okul sınavla öğrenci alacaktır.
Sonuç olarak; 2000’li yıllardan günümüze ortaöğretimden
liselere geçişte birçok sistemin uygulandığı
fakat hiçbirinde başarı sağlanamadığı görülmektedir.
Son sistemin ne kadar başarılı olacağını ise zaman
gösterecektir. Ancak Türkiye şartları göz ardı edilerek,
Sayın Cumhurbaşkanının talimatlarıyla alelacele
uygulamaya konulmuş, bazı okul türlerinin önünü
açma ve öğrenci sayısını artırmaya yönelik olduğu
düşünüldüğünden, kanaatim bu sistemin de çok başarılı
olmayacağı yönündedir.
Geleceğimizin teminatı olan gençlerin sistem ne
olursa olsun; düşünen, üreten, eleştiren bireyler olarak
topluma kazandırılması en temel hedef olmalı,
milli ve yerli bir eğitim sistemi oluşturulmalı, köklü
ve kalıcı bir ortaöğretimden liselere geçiş sistemi kurulmalıdır.
25
EMPATİYLE UZAKLARI
GÖRMEK Mİ YOKSA
SEMPATİYLE YAKINDAKİLERİ
KAÇIRMAK MI?
Ayşegül Nisa Dur
Empatik olmak… Ne kadar sık karşılaştığımız
bir kavram değil mi? Anlamına vâkıf olmadığımız
hâlde çoğumuz çevremizdekilerden empatik olmalarını
bekliyoruz. Peki, bizim çevremizdekilerden
beklediğimiz, günlük hayatta bir kavram olarak oldukça
sık kullandığımız; fakat uygulamada sınıfta
kaldığımız empatik tutum nedir?
Empati denilince akla gelen ilk isim Carl
Rogers’tır. Rogers, Birey Merkezli Terapi’nin öncülerindendir.
Freud’un insanı güdüler temelli ele almasına
karşın Rogers insan doğasının iyi ve değerli
olduğunu savunur. Empati ise onun için “Değeri
anlaşılmamış bir var oluş şeklidir.”, hatta karşımızdaki
insanın içsel dünyasının en güvenilir dostu olabilecek
kadar insana değer verme sürecidir. “Seni
anlıyorum”, “Ben de senin gibi hissediyorum” gibi
yüzeysel durumlar asla empatik değildir, özveri ister
empati yapmak. Karşımızdakini dinlerken gözlerine
bakarak; duruşumuzla “Şu an bütün dikkatimle seni
dinlemekteyim,” mesajı vererek, jest ve mimikleri
kullanarak, anlatımı kesmeden dinleme süreci yapılır
empatik bir dinlemede. Bu süreçte mesaj aktarımı
gerçekleşir. Empati süreci bununla sınırlı mı? Hayır.
Karşımızdaki, anlatımını bitirdikten sonra anladıklarımızı
aktararak (bu aşamada ses tonunun kullanımı,
vurgu yapma, doğru yerde yükselip alçalmalar
oldukça önemlidir), yani içerik yansıtması yaparak
onu anladığımızı karşımızdakine iletiriz. “Evet, demek
istediğim bu,” şeklindeki bir dönüt almamız
bize doğru yolda olduğumuzu gösterir. Biz anlamışızdır
karşımızdakini, karşımızdaki de anlaşılmıştır
ve anlaşıldığının farkındadır. Karşımızdakinin dünyasına
girip, onun gözüyle bakabilmişizdir anlatılanlara.
Hatta belki de onun göremediği, üstü örtülü,
gizli veya hemen ulaşamadığı kör noktaları biz
görmüşüzdür. Kızılderililerin empatik olmayla ilgili
yaptıkları çok güzel bir benzetme vardır: “Birini
yargılamadan evvel yargılayacağın kişinin makosenleriyle
(ayakkabılarıyla) dolaşmak.” Başkasının
ayakkabısını giyebilmek için önce kendi ayakkabımızı
çıkarmamız gerekir. Kendimiz olmayı bir süreliğine
bir kenara bırakarak, karşımızdakini, karşımızdaki
olarak anlayabiliriz en iyi şekilde. Empatik
olma sürecinin tamamlanması için son bir aşama
kalmıştır artık: “Bireyin fenomenolojik alanından
çıkıp dışarıdan bir göz olarak değerlendirmek” yani
“giydiğimiz makosenleri çıkarmak”. Bireyin dünyasına
girip bir süreliğine o olup onun gibi düşünmek,
sürecin “sempati” olan kısmıdır. Çünkü bu süreçte
biz olmaktan ziyade “karşımızdaki”yizdir ama artık
geri dönüp kendimiz olma vakti gelmiştir. Hem o
dünyayı görmüş biri olarak hem de dışarıdan bir göz
olarak geri bildirim vermemiz gerekir ki farklı bakış
açıları ortaya çıksın. Karşımızdakine hak vermeyebiliriz,
hatta onu hatalı bulup duygularına ortak olmayabiliriz
ama ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini
anlarız. Onu yargılamadan, neden bu şekilde davrandığını
anladığımızı hissettiririz. Bu durum bireyi
rahatlatır, çünkü anlaşılmak bir ihtiyaçtır. “Senin
yerinde olsaydım şöyle yapardım” şeklindeki bir tu-
26
EMPATİ
tum empati değil öğüttür.
Çünkü onun yerinde değilsinizdir
ve hiçbir zaman
tam olarak karşınızdaki
kişi olamayacaksınızdır.
“Ben duruma senin bakış
açınla baktım ama buna
rağmen şöyle davranırdım”
anlamına gelebilir
ve biz karşımızdakini yargılamış
oluruz. Böyle bir
yargılamaya sebep olmak
yerine susup oturmak bile
iletişimi daha az engelleyecektir.
Sempati ile ilgili olarak,
yukarıda sürecin belli bir
aşamaya kadar olan kısmının
sempati olduğu belirtilmişti.
Birine sempati
duyduğumuzda sempati
duyduğumuz kişiyle duygu
ve düşüncelerimiz örtüşür;
tam bir uyum içinde
oluruz. Bu durum, bazen
sağlıklı düşünmenin
önünde engel teşkil edebilir.
Davranışlarının doğruluğunu
sorgulamadan
sempatinin etkisiyle yanlı
bir tutum sergileyebiliriz.
Empati ile sempatiyi
kıyasladığımızda, sempatinin
daha içten olmasına
karşın empatinin daha
objektif olduğunu söyleyebiliriz.
Birine karşı sempati
duymadan da empati
duymamız mümkündür.
Empatiyle sorunların daha
kolay çözüldüğünü, tartışmaların
daha az olduğunu,
yanlış anlaşılmaların önüne
geçilebildiğini görebiliriz.
Huzurlu olmanın yolunun
empatiden geçtiğini
hatırlatarak, daha anlayışlı
yaşantılar için empatiden
ayrılmamanız dileğiyle…
SEMPATİ
27
,
Dilaver Cebeci’nin Aziz Anısına
KALUBELÂ’DAN BERİ
Merve Korkmaz
Bir bahar günü öğlesinde kavuşmuştu o bin yıllık
hasretine. Uçsuz bucaksız bir bozkırda muradına
ermişti. Gün batısını vurup geri dönecek gücü
bulmuştu. Sevdasına kavuşmuştu ezelden kalan.
Yaşımı hatırlamam. Giydiğim mintanı, kenarında
oynadığım dereyi, söylediğim türküleri... Ama
hatırlıyorum aklıma her geldiğinde şah damarımdan
geçen kan gibi. Dedemler konuşurken durdum
bir anda: Türk… Donup kalmıştım. Dört harfin
ağırlığıyla sebepsizce…
-Kimdir o?
-Biziz, dedi.
-Türk nedir ya?
-Beklenendir kızım, dedi.
-Sevdalımız bekler, çok uzaktalar ama beklerler.
Ne kadar oldu dersen çok oldu, herhâl bin yıl geçti.
Dedemle, Dilaver ağabey hiç görmemiştir birbirini,
adlarını bile bilmezler birbirlerinin. Ama nasıl
bilirler aynı sevdanın türküsünü. İkisinin de dilinde
aynı türkü dolaşıp dururdu. Usul usul söylerdi diline
tutturduğu bir türküyü gözlerini açmadan. Ben
oturur dinlerdim onu ama Dilaver ağabey anasının
söylediği türküyü dayanamaz keserdi, sorardı.
Nedir ana bu, Turan nedir? Güzel Turan nerededir,
kimindir? Ben soracak gücü bulamazdım gözlerimi
açıp sormaya. Dinlerdim, kirpiklerimi hafif aralamış
gözlerimi kapatmaya çalışarak.
Öyleydi işte bizim bu sevdaya düşmemiz.
Ata yadigarı, baba emaneti, ana duasıydı. Her günün
ağarmasıyla alevleri şahlanan bir kordu. Anka
kuşundan kalan son kıvılcımdı. Ama hiç tükenmeyecek.
Ardımıza aldığımız türküler, ninniler, dualar
o kıvılcımdı hep. Yorulduk düşeceğiz artık derken
aklıma gelen bir çocuk gözleri olmasa ne yapardım
bilmem. Ben onları görmeyi çoktandır bekler dururum
ama ya onlar.
Bilemezdim Dilaver ağabey yakmayaydı içli bir
şiir onların da uzakları gözleyip bize bir türkü tutturduğunu.
Gitmeye çalışmak çok zormuş, ne zaman
varılır, gün ne zaman kavuşturur bizi bilinemezlik…
Ama ya beklemek…
Bin yıllık hasretini görünce demişti ya ‘Çoktandır
rahmet yağmazdı buralara, kavrulmuştuk, yanmıştık,
bereket geldi sen gelince’ diye vuslatına. Toprak
kokusu ata emanetidir. O kokuyu duyduğun diyar
unutulmazmış. O zamanlardı kendimi aradığım
yaşlar. Hava kararmış gök gürlüyor, bahar gelmiş
müjde verirdi. Çok korkmuş dedemin kucağında
kulaklarımızı iyice kapayıp duymak istemezdim.
Usul usul anlattı. Korkmayın bulutlar birbirine hasret
kalmıştı. Artık kavuştular, bahar geldi, sevinçlerinden
birbirlerine o kadar hızlı koşuyorlar ki gürlüyorlar.
Birbirlerine deli gibi koşan o bulutlar sen gelince
rahmet getirecek sonradan öğrenecektim. Ama
şimdi farkına varıyorum, her şey sen gelince anlam
kazanacak. Çok uzak diyarlara verdiğim sözün, bazen
bakıp ufuklara mahşer mi mahşer bir kızıllıkla
artık bakmaktan yorulmuş bir körpenin Tuna gözlerine
olduğunu.
Artık vakit tamam mı? İkiniz de kavuştunuz kuş
olan ruhlarınızla. Biz kaldık Esfel-î Safili’nde. Sizler
ahseni takvim üzere uçsuz bucaksız bozkıra, hâlâ
bizi bekleyen Vey’e uçtunuz…
28
HAZİNE İÇİNDE
HAZİNE
Alper Şenadam
Serap gözlerin
Çöl içre büyüyor önümde
Gecesi sabahı karışık
Meyveleri ölümsüzlük çengisi
Garip Lokmanı koşturuyor peşi sıra
Ölüyor içinde
Evren denilen yeniler eskiler
Gözlerin Serap
Öldürüyor kim varsa yanımda
En çok dönen kuşlara hasretim
Hasretim büyüyor gözlerinde Serap
Yeşil bir ip geriliyor boynuma
Gülüyorsun
Tekmeleniyor küçük bir iskemle
Parmak uçlarımın altında
29
İZLENENLER
*** Ali’nin yaşayışında oldukları ve olamadıkları
üzerine düşüncelere dalmıştım. Uyanır uyanmaz
daldığım bu düşünceler yatağımdan çıkmama engel
oldu. İşin içinden çıkamayışlarım kendimi sorgulamama
sebep olacaktı. Belki kendimi sorgulama
gerekliliğini neden hissettiğimi, size Ali’den bahsederek
anlatabilirim. Bu hikâye çiçeklerin cıvıldamadığını,
bulutların bir kuş olmadığını, yıldızların
ışığını asla kendinden almadığını anlatacaktır.
Uyandı. Alarmını güne lanet okuyarak kapattı ve
açılmayan gözlerini, yüzüne çarptığı buz gibi su ile
cezalandırdı. Üzerine hızlıca formalarını giyip anahtarını,
cüzdanını, telefonunu aldığı gibi evden dışarı
fırladı. Geç kalma korkusu açlığını bastırıyordu.
Soluk soluğa şirketin önüne geldi ve derin bir nefes
alıp kahverengi kulplu saatine baktı. Tam zamanında
diye içinden geçirdi ve gülümsedi. Bu gülümseyiş
odasına varana kadar sürecekti. Dudaklarının iki yanının
yukarıya doğru çekilmiş halini tam tersine çevirecek
olan şey odasındaki küçük bir farklılıktı. Ne
gerek vardı şimdi sinirleri öylesine yıpratan bir çift
gözün kendisine yaklaşmış olmasına? Evet, hiç gerek
yoktu ancak bunu düşünmek ya da değiştirmek
onun işi değildi. O şirketin hiçbir türlü sorunuyla
işi ile ilgili olmadığı sürece ilgilenmez ve ilgilenen
olursa onların dalkavukluk yaptıklarını düşünürdü.
Hilal Gül
Bu yüzden her ne kadar rahatsız olsa da içten içe
yaşar, asla sesini çıkarmazdı. Konusu açılırsa belki
değişme sebebi neymiş diye fısıltıyla karışık sorar,
öğrenir ama sonuç olarak eski haline gelmesi ya da
o çift gözü kendisinden uzaklaştırmak için hiçbir
şey yapmazdı.
Yapmaya çalışsa tıpkı onun düşündüğü gibi düşünen
birçok çalışan da onun hakkında ileri geri
şeyler düşünecek, kimse onun rahatsızlığına takılmayacak
ya da onunla duygudaşlık yapamayacaktı.
Belki de çiçekler bu yüzden açmıyordu burada.
Bu gerilimi bastırmaya çalışarak kahvesini aldı
ve masasına oturdu. Tam günlük rutinlerini yapacak,
dosyalarını kontrol edecek, maillerine bakacak,
cevaplayacak işlerini sıraya koyacaktı ki bu çift gözü
takip eden bir çift göz daha belirdi çok yakınlarında.
Keşke bunu görmeseydi, hiç fark etmeseydi
orada olduğunu ve bununla yaşasaydı. Allah aşkına
söyleyin bana kim iki çift göz hapsi ile çalışmak
hatta yaşamak ister ki? Mesela çocukken de sırf
yalnız olduğunu hissedebilmek için bütün kapıları
kapatırdı. Hatta sabah kalktığında hepsinin kapalı
olduğunu görmek ona tarifi olmayan bir mutluluk
verirdi. Küçüklüğünden beri yalnız çalışmaya, yaşamaya
özgürce hareket etmeye düşünmeye alışmış
biri şimdi... Odaklanmalıydı kulaklık ile denedi ol-
30
madı sandalyesini ters çevirdi denedi olmadı, bu sefer
de sırtına bakıyorlardı. Biri şunları uyarmalıydı
ancak bunu yapamıyor sorunun olmadığına hem
kendisini ikna etmek istiyor hem de sorun olsa bile
bunu kimsenin duymasını istemiyordu. O gün akşama
kadar Ali bu düzenli hayatında ilk defa çalışmadı
ve işlerini bitiremedi. Mesaiye mi kalmalıydı?
Herkes gittikten sonra kapatırdı ışıkları ve masa
lambası ile çalışabilirdi. Sonunda bir çözüm bulduğu
için oldukça mutluydu. Bu sefer bıyık altından
gülümsemişti. Hayat onu normal seyrinden zorla
alıp koparmış ve buna karşı koyamamıştı.
İnsanlar 17.25'te çoktan gitmişlerdi. Ali, ona
"Hadi çıkmıyor musun?" diyenler olmasın diye
eşyalarını toparlayıp çaktırmadan lavaboya gitti.
Çalışanlar gittikleri zaman yemek sonrası sigara
içen biri gibi rahatladı adeta. Hava karardı ve masa
lambasını açtı. Tek bir tıkırtının bile olmadığı, çok
merdivenli, suratsız, ketum binada hiç olmayacak
bir saatte yapayalnız kaldı ya da öyle sanıyordu.
Gözler yoktu etrafında, kimse onu izlemiyordu.
Sanki sessizlik her hareketinde ona sinirleniyor
"Neden beni rahatsız ediyorsun, bu saatte ses yapıyorsun?"
diye düşünüyor ve hırçınlaşıyordu. Ali
bunu biliyor ve olabildiğince gürültüsüz çalışmayı
deniyordu. Sabaha kadar çalıştı, işleri yoluna koydu
ve güneşin doğmasına 1-2 saat kala masasında uyuyakaldı.
Bu uyuyakalma onun hayatının bir parçası
olarak mı gerçekleşti yoksa tamamen tesadüf müydü
bilemiyoruz. Ali’nin derin bir uykuya dalmasından
kısa bir süre sonra diğerleri de işlerini bitirmenin
rahatlığına kavuştu. Şimdi merakla beklediğinizi
biliyorum. Kısaca sabah odanın ne hale geldiğini
gece aslında neler olduğunu size anlatacağım. O
gün aslında şirkette herkesi izleyen bir çift göz belirdi
ve herkes bunu dillendirip bu toplumu rahatsız
etmemek için sustu. Ölümüne bir susuştu bu.
Herkes bu talihsizliğin yaşandığı o gün geldiğinde
kendini izleyen iki çift göz yüzünden çocuklarının,
eşlerinin, annelerinin, babalarının ya da onları bekleyen
duvarların, kapıların hatırını kırıp gece ofiste
kaldı. Bu gece kimi kendine yedek anahtar çıkardı
kimi Ali gibi lavaboya saklandı kimi masanın altına
girdi. Ancak Ali gibi işlerini bitirip uyuyakalanlar
olduğu gibi masasından kalkıp birbirini fark edenlerde
oldu. Fark ediş olayların seyrini bir hayli değiştirecekti.
Bu fark ediş yalnız olmadıklarını onlara
apaçık gösterdi. Yaşamlarının gözetlenmesinden
başka neydi ki burada olmalarına sebep? Kocaman
gün hiçbiri bunun karşı çıkılması gereken bir zulüm
olduğunun farkına varamadı ya da korkuları onların
susturucuları oldu. Birbirlerine olan bakışları
hepsinin gözlerinde aynı gerginlik olduğunu güneş
gibi ortaya çıkardı. O an ilk hareketi yapanın hiç bir
önemi yoktu. Herhangi biri buna bir son vermeye
karar verecekti. O kişi belki de hayatında ilk defa
kendinde yanlış olana karşı çıkma esaretini buldu.
Ve işte oldu! Birden çerçevelerin içindeki bütün o
aşağılık gözleri paramparça ettiler. Her biri bundan
büyük zevk alıyordu. Onları rahatsız eden bu çerçevelerden
öç almak, doğru olduğunu düşündüğü bir
başkaldırıyı gerçekleştirebilmek; bu, tarif edilemez
bir umuttu hayata dair. İzlenenler, bir hayat memat
meselesi haline gelmiş gibi fırlatıyordu çerçeveleri.
Kimisi pencereden atıyor kimisi yere fırlatıp üstünde
zıplıyordu. Olayı bilmeyen birisi olanları görse
çıldırdıklarını düşünecekti. Ali ise işlerini bitirip
uyuyup uyandığında kendi odası da dâhil şirkette
tek bir fotoğraf dahi kalmadığını gördü. Nasıl bu
kadar derin bir uykuda olabilirdi? Sorgulamadı. Bu
durumda ne yapması gerektiğini biri ona söylemeliydi.
Yerinde kalmalı aynı hayatına devam mı etmeli
yoksa bu çılgınlığı yapanlar ile aynı safta mı bulunmalıydı?
Ali bunun cevabını veremediği için sadece
her zaman yaptıklarını yapmaya devam etti. Kırık
dökükler arasında lavaboya gitti elini yüzünü yıkadı,
bir şeyler atıştırmaya karar verdi. Sonrada mesai saatini
bekleyecekti.
Bu gece cinneti, tüm yıkılan kırılan çerçeveleri
nihayetinde sona erdirdi. Bir yandan özgürleşirken
tüm itaatkârlar, bu ani patlamanın, bu ani değişimin
şirket yöneticileri tarafından hoş karşılanmaması ve
bütün yöneticileri çileden çıkarmış olması kimini
üzecek kimini pişman edecek kimine ise hayatta
daha güçlü ve kendi olabilme fırsatı sunmuş olacaktı.
Yöneticiler safradan boşaltırcasına tüm kıran
dökenleri tek seferde kovdu, çalışanlara gerekli tazminatı
ödeyemeden iflas etti. Nasıl akılsız bir şirketti
bu? Ali ise ne çerçeve kırabilen ne de yönetici
olabilen ortada kalan tepkisiz bir çalışandı. Şimdi
kendine başka herhangi bir iş aramaktadır. Tek dikkat
ettiği şey ise odalarda çerçeve olup olmadığıdır.
Hoş, olsa da tekrar mesaiye kalır ve gece işlerini yoluna
koyar, sabahta yeni güne başlar, bu böyle bir
döngü halinde devam ederdi.
31
KRİPTO
BITCOIN DIGITAL DECENTRALIZED PEER TO PEER
PARA VE
1 TROYOZ 999 FINE COPPER MJB MONETARY METALS
AHLÂK
Oğuz Atalay
Giriş
“Zengin oğlan fakir kız” Yeşilçam filmlerinin klişe konularından birisidir ve zengin oğlan her zaman
ahlâksız, fakir kız ise her zaman ahlâklı bir birey olarak sunulmuştur. İzleyiciye verilen mesajda servetin,
malın, mülkün yahut paranın ahlâksızlığa yol açtığı izlenimi bütün o filmlerin gizli teması olarak görünmektedir.
Aslında üst sınıf olan kalantor adamlar, alt sınıf olan emekçilerin sömürülmesi yoluyla, servetin
el değiştirdiği vurgusu ile ahlâkî bakış açımıza sunulmuşlardır. O halde, iktisadın en temel meselesi olan
bölüşüm ve dağıtım –filmlerde kullanılmasının sembol olarak bahsinden daha genel düşünmek kaydıylaahlâk
kavramından ayrı düşünülemez.
Bu hususta sorulacak ilk soru, doğrudan iktisat bir ilim olarak ahlâk ile iç içe mi değerlendirilmelidir
yahut da iktisadın yöntem ve araçlarında mı ahlâkîlik problemi gündeme gelecektir? Bu soruyu biraz daha
özelleştirirsek bir yöntemin ya da aracın ahlâklı veya ahlâksız oluşundan bahsetmek mümkün müdür?
Soruyu biraz daha özelleştirirsek “para ahlâksız mıdır?”, hatta bugün çok konuşulan bir meta (!) olan
kripto paralar (Bitcoin vs.) ahlâksız olarak değerlendirilebilir mi?
Bu soruların cevabına geçmeden önce 1) kripto para nedir, 2) ahlâk nedir, 3) klasik ekonominin ahlâk
felsefesi açısından ikisi arasında bir değerlendirme yapmak mümkün müdür sorularına cevap vermemiz
gerekmektedir.
Kripto Para Nedir?
İnsanoğlu yüzlerce yıldır değişim aracı olarak parayı kullanmaktadır. Tarih boyunca birçok nesne para
olarak kullanılmış, sadece değişime konu olmamış aynı zamanda değer biriktirme fonksiyonunu da yerine
getirmişlerdir. Dahası belki de insanoğlunun iktisadi manada en büyük keşiflerinden bir tanesi tasarruf
aracı paranın krediye konu edilmesi suretiyle “banka” aracılığı ile yaratılması yani “banka parası”nın ortaya
çıkmasıdır. “Banka parası”ndan kastım tamamen muhasebe kayıtlarından oluşan bir aktif/pasif yönetimidir,
dolayısıyla reel sermayenin misliyle fazlası olan bir finans sermaye meydana gelebilmiştir.
32
“Banka paralarının” kullanımı son 50 yılda “sanal
para” olma yolunda ilerlemiş, kredi kartları ve
elektronik transfer imkânları ile para bir meta ile
temsil edilmekten tamamen çıkmıştır. Basit bir işlemle
iki taraf arasında fizikî bir meta (para) olmadan
servet el değiştirebilmektedir. O halde, kripto
paranın “sanal para”dan farklı olan özelliği nedir?
“Sanal para”da bir banka aracılığı ile iki taraf
karşılıklı işlem yapmakta, banka da bir tarafı borçlandıran,
diğer tarafı alacaklandıran bir muhasebe
işlemi gerçekleştirmektedir. Alacaklanan taraf dilerse
muhasebe kaydını yapan bankadan söz konusu
meblağı kabul edilen bir para birimi üzerinden
tahsil etme imkânına sahiptir. Ancak kripto para dediğimiz
paralarda arada bir Banka bulunmamakta,
işlemler doğrudan iki kişi arasında gerçekleşmekte,
doğrulamayı ise “miner” denilen anonim sayısız
kullanıcı yapmaktadır. Milyonlarca bilgisayarda karşılıklı
bu işlem tutulmakta, tabir caizse, muhasebe
kaydını milyonlarca bilgisayar tutmaktadır. Bu paralara
kripto para denilmesinin sebebi ise kullanılan
blockchain teknolojisinden kaynaklanmaktadır.
Blockchain teknolojisi, bir verinin algoritmik
olarak şifrelenerek milyonlarca kullanıcıya dağıtıldığı
bir dağıtık veri tabanı teknolojisidir. Dolayısıyla
bir kaynaktan çıkan veri şifrelenip dağıtılarak, dağıtılan
verilerin ayrı ayrı şifre çözümleri doğrulanıp
karşı tarafa ulaşıyor. Bu aşamada kaynaktan çıkan
ve diğer kaynağa ulaşan veriye kimse ulaşamıyor,
kimse yönetemiyor, kimse müdahale edemiyor ve
kimse değiştiremiyor.
Kripto para bahsini kapatmadan önce en çok bilinen
şekli olan Bitcoin’e dair de birkaç cümle söylemek
yararlı olacaktır. Bu para biriminin kurucusu
olarak “Satoshi Nakamoto” isimli meçhul birisi ya
da birileri olduğu söyleniyor ve tedavüle çıkacak
Bitcoin miktarı 21 milyon ile sınırlı olacağı belirtiliyor.
Ahlâk Nedir?
Ahlâk kabaca ifade etmek gerekirse neyin doğru
neyin yanlış olduğunu ifade eden bir kurumdur.
İnsanlık tarihi boyunca felsefenin de ana konularından
birisi olmuş ahlâk hususunda en büyük tartışma
evrensel ahlâk kuralları olup olmadığıdır. Bir
toplumda var olan ahlâk kurallarının tamamı evrensel
özellik göstermese de evrensel özellik gösteren
birçok ahlâk kuralı da bulunmaktadır, hırsızlık yapmanın
ahlâksız bir eylem olarak tanımlanması gibi.
Bunun haricinde toplumlar yazılı hukuk kurallarını
oluştururken ahlâk kurallarını temel almışlardır,
birçok ahlâk kuralı bu sebeple hukuk kuralı haline
gelmiş, dolayısıyla ahlâksızlık birçok durumda gayrimeşru
da sayılmıştır.
Mesele elbette sadece hukuk zemini üzerinde
değerlendirilemez. İktisadî faaliyetlerde meşru olan
ancak erdemlere bağlı olmayan yani ahlâksız bir tavır
sergilemenin sonuçları üzerinedir. Günümüz iktisatçıları,
klasik dönemi ve Adam Smith’i değerlendirirken
onun meşhur fırıncı örneğinden hareketle
“kendi çıkarını düşünen insan”ın toplumsal refahı
artırdığını söylediğini belirtmektedirler. Bu doğrudur,
ancak kanaatimce eksiktir. Smith’in bu ifadesi
“kendi çıkarını düşünen insan”ın üretime katkı yapmak
suretiyle çıkarını gerçekleştirdiğinde yatmaktadır.
İktisadın rasyonel insanı, “kendi çıkarını düşünürken”
ahlâktan nasipsiz olamaz. “Kendi çıkarını
düşünme eylemi” üretim faaliyetine katılmada “hukuk
kuralları” çerçevesinde gerçekleşecektir.
Ancak, “hukuk kurallarına” uygun ancak gayri
ahlâkî olan bir eylemde ise piyasayı temizleyecek
olan sadece “görünmez el” olacaktır. Serbest piyasa,
üretici-tüketici ilişkisi çerçevesinde toplumsal
refahı sağlayacak şekilde “kendi çıkarını düşünen
insanların” hareketleri ile dengeye ulaşacaktır. Bu
dengede devletin rolünün asgari olması iktiza etmektedir.
Kripto Para ve Ahlâk Arasındaki İlişki
Öncelikle konuyu, klasik iktisadın varsayımları
çerçevesinde kısaca ele alıp nihayete erdireceğim.
Kripto paraların en önemli özelliği merkezileşmeyi
ortadan kaldırmasıdır. Haliyle, düzenleme ve
yönetme devletten alınıp piyasaya verilmektedir.
“Görünmez el”in devrede olacağı, merkezî olmayan
bir para sistemi devletin müdahale imkânlarını
kısıtlamış olacaktır. Ancak zaten Klasiklere göre
para peçedir ve yalnızca mübadele aracı olarak kullanılır.
Doğrudan mal ve hizmet ile ilişkili bir enstrümandan
ibarettir. Böylece, Klasikler açısından
desentralize edilmiş bir paranın serbest piyasa ekonomisi
açısından bir anlamının olmaması gerekir.
Yine de, kripto paralar yardımıyla devletin küçülmüş
olması Klasiklerin felsefesine uygundur.
Klasik varsayım çerçevesinde ikinci husus ise
Bitcoin çıkarılması (mining) yoluyla gelir elde edil-
33
mesinde ahlâkî tutarsızlık olduğu açıktır. Para üretim
sürecine “mining” denilmesi muhtemelen “altın
madenciliğine” yapılan bir atıftan ibarettir. Ancak,
kripto paraların basit bir mübadele aracından çıkarılıp
üretim yapılıyormuşçasına algılatılmasından
kaynaklanan ve gerçek manada bir üretimin olmadığı
hususuna rağmen kripto paralar bir tüketim
metası haline getirilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla
Klasiklerin felsefesine aykırı biçimde para artık bir
peçe değil, bir tüketim metası olarak sistemde yer
alacaktır.
O zaman, kripto paralar ile doğrudan ahlâk ile
bir ilişki kurmak mümkün mü? Kanaatimce değil
çünkü bir “şey”in ahlaki değerleri olduğu iddiası ile
konuşmak ahlâk kurumunun yapısıyla doğrudan
bağdaşacak bir husus değil. Ancak kripto paranın
kendisi ile değilse bile ortaya çıkardığı piyasa ve bu
piyasanın işleyişinin doğrudan ahlâk ile ilişkisi olacaktır.
Klasiklerin felsefesinin aksine artık bu para
(!) bir peçe değil ve tüketim metası ise ahlâk ile kripto
paranın ilişkisine de kendi perspektifimizden bakabiliriz.
Bunları da maddeler halinde sıralayalım:
Kripto para kullanımı denetim mekanizmalarını
ve devlet gözetimini ortadan kaldırdığı için
vergi kaçırmayı, kara para aklamayı ve yasadışı
faaliyetlerin para transferini çok kolay hale getirmiştir.
Kapitalizmin doğuşunda müşahede edilen servet
biriktirme süreçlerinin benzeri kripto paranın
piyasasının oluşturulmasında da görülmektedir.
Nasıl ki sömürge yoluyla altın ve gümüş madenleri
belli ellerde birikti ise kripto paraların büyük bir kısmı
da belli ellerde birikmiş durumda olmalıdır. Bu
da bizi basit bir mübadele aracı olduğu iddia edilen
bir sanal meta aracılığıyla servetin yine belli ellerde
toplanmış olduğu sonucuna götürecektir.
Bir para biriminin diğer para birimleri karşısında
aşırı dalgalanması/dalgalandırılması yine servetin
çok hızlı bir biçimde ve ahlâksız olarak el değiştirmesi
sonucunu doğurmaktadır. Serbest piyasa sisteminde
ideal olan dengede olmaktır. Kripto para
piyasasının dengeye geleceği meçhuldür. Tarihte
bu aşırı dalgalanmalara en güzel örnek lale piyasasıdır.
Kripto paralar, bu dalgalanma seyri içerisinde
ilk çıkış noktaları olan aracısız mübadele metası olmaktan,
çok riskli bir yatırım aracı haline şimdiden
gelmiştir.
Ekonominin aynı zamanda bir güven müessesesi
olduğu yadsınamaz ve para, bu güven ilişkisinde
işlem maliyetini düşüren ve güvenilecek tarafı
mübadele yapılan taraflardan çıkarıp her iki tarafın
da güveneceği ortak bir gücün varlığına havale etmiştir.
Meşru güç kullanımını tekelinde bulunduran
devletten bu güven unsurunun alınıp doğrudan paranın
kendisine verilmesi mübadele aracının aynı
zamanda güvence veren taraf olmasına sebep olacak
mantıksal bir tutarsızlık meydana getirecektir.
“Alışveriş yaparken kripto paraya niye güvenmeliyim
çünkü kripto paraya güvenmeliyim” argümanı
mantıksız olduğu kadar “güven”i ahlâkî bir erdem
olmaktan çıkaracaktır.
Sonuç
Kripto paraların yararları ve zararlarından ziyade
kripto para kullanımının mevcut şartlar içerisinde
ahlâk ile olan ilişkisine değindik. Ancak yarar ve zarar
konusunda da birkaç kelam etmekte yarar var.
Kripto parayı savunanların en büyük argümanı
blockchain teknolojisinin geleceğin teknolojisi olacağından
ötürü kripto paraların yararlı olacağına
ilişkin deterministik görüştür. Atomun parçalanması
da çok önemli bilimsel bir hamledir ve günümüz
teknolojilerine katkıları yadsınamaz ancak nükleer
silah kullanımı evrensel manada ahlâken kötüdür.
Kripto para kullanımının, sömürü düzeninin en
büyük aracı olarak görülen bankaları devre dışı bırakacağı
iddiası tamamıyla geçersiz değildir. Ancak
küçük tasarrufların biriktirilmesi ve bankalar aracılığı
ile para yaratılarak krediye dönüşmesi süreci göz
önüne alındığında, bankaların iktisadi kalkınmada
oynadıkları rol bakımından bankaların yerine neyin
konulacağı meçhuldür. Kripto parayı savunanlar
bankacılık sistemini topyekûn ahlâken kötü ilan etmektedir,
bu doğru bir iddia değildir. İşleyişin kötü
olması ve sömürüye izin vermesi bütün bir sistemin
kötü olacağı mantıksal sonucuna bizi götürmez ve
dahi bu da bir sistemin yerle bir edilmesini haklı
çıkarmaz.
Kripto paraların yararına söylenecek sözler, aslında
itiraz edilen noktaların argümanları içerisinde
yer almaktadır. İnsanların tarih boyunca kurdukları
birçok kurumun bir anda silinip yok edilmesi mümkün
değildir. Kaldı ki; mevcut şartlar içerisinde bu
yok etme fiili mevcuttan daha kötü durumlara sebep
olabilecektir.
34
FOTOĞRAF: EMEL BEYAZ
35
Türk Dünyasında
Enerji İş Birliği
Hamit Berat Kaya 1
1 Lisans Öğrencisi, Süleyman Demirel Üniversitesi
Türkiye’ nin 2023 hedeflerine varabilme yolunda
öncelikli adımın enerji olduğu, her geçen gün
daha da belirginleşmektedir. 2 trilyon $ milli gelir
ve 500 milyar $’lık ihracat hedefi enerji kaynaklarının
da artışı olmadan gerçekleşmeyeceği aşikardır.
Bu artış; amacınız büyümek ise “anlaşılabilir”
bir durumdur. Fakat “kabul edilebilir” olm ası için
talebe aynı oranda enerji arzında artışın sağlanıyor
olması gerekmektedir. Türkiye, geleneksel enerji
kaynaklarının (en azından görünür, bilinir, ulaşılabilir)
limitlerindedir. Örneğin; Fırat, Dicle nehirleri
üzerine kurulu barajlardan en fazla verimle enerji
sağlayabiliyor, Karadeniz bölgesine kurulu irili
ufaklı HES‘leri de enerji kaynağı potasında eritebiliyoruz.
Bunların yanı sıra ilk kullandığımız hidrokarbon
hammaddesi kömürü de (yerli ve ithal) artık
sadece ısıtma için değil sanayide de yoğun bir şekilde
kullanabiliyoruz. Yenilenebilir enerji kaynakları
(hidrotermal, rüzgâr, güneş) konusunda yapılan yatırımlar
da diğer enerji kaynaklarına göre mütevazı
oranlarda olsa da arza cevap verecek şekilde önemli
bir gelişme göstermektedir. Fakat Türkiye, geçmiş
95 yılda en iyimser bakışla dahi; enerjide dışa bağımlı
bir ülke konumundadır. Bu durumu düzeltmemiz
için önümüzde 2 yol olduğu görünmektedir.
Ya çevrecilerin dediği gibi daha az enerjiye ihtiyaç
duyacak yaşam tarzını seçmek zorundayız ki bu durumda
büyük ve güçlü Türkiye hedefinden vazgeçmek
zorundayız. Ya da yakın gelecekte kapımızı çalacak
enerji açığına bugünden tedbir geliştirmeliyiz.
Şekil 1. Türkiye İle İlişkili Yapılmış ve Yapılacak Enerji
Hatları
Bu minvalde Türkiye’ nin başka milletlerden
önce kendi karındaşlarına yönelmeli ve iş birliği
içine girmelidir. Türk milletinin yaşadığı diğer
coğrafyalara baktığımızda dünya üzerinde bu kadar
yayılmış ve kritik bölgelerde yaşayan bir millet daha
olmadığını göreceğiz. Türk milleti geniş coğrafyalarda,
farklı devlet organizasyonları içinde yaşamış
ve yaşamaktadır. Bu açıdan baktığımızda Türk milletini
bağlı bulunduğu devlet organizasyonlarında
yaşama biçimine göre üçe ayırabiliriz: Bağımsız
Türk Devletlerinde yaşayan Türkler, Özerk yapıda
36
bulunan devletlerde yaşayan Türkler ve başka
milletlerin hakimiyeti yaşayan Türkler.
Bağımsız Türk Devletleri, K.K.T.C ve Türkiye
dışında tüm Türk devletleri Asya (Ön Asya ve
Orta Asya) kıtasında yer almaktadır. Bağımsızlığını
1974 yılında kazanan K.K.T.C, ekonomik ve askeri
bakımdan Türkiye’ nin idaresi altında fakat siyasi
olarak kendi Cumhurbaşkanı ve meclisi bulunmaktadır.
Ayrıca sadece Türkiye tarafından tanınmaktadır.
Diğer beş Türk Devletine bakacak olursak,
bu devletler öncelikle devletleşme süreçlerini
tamamladılar. Sovyetlerin ilk dönemlerinde,
Stalin’in meşhur tanımlamasıyla “görünüşte
milli, özde sosyalist devletler” olarak kurulan bu
cumhuriyetler bağımsızlıklarından sonraki 20 yıl
içerisinde artık gerçek birer milli devlet haline gelmiş
durumdadırlar. Fakat yönetim sistemlerinde
bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Kırgızistan parlamenter
rejimi; diğer dört cumhuriyet ise başkanlık
rejimini seçmiştir. Başkanlık rejimlerini demokrasi
açısından değerlendirdiğimizde Kazakistan’ın
kısmen, diğer üç cumhuriyetin (Özbekistan,
Türkmenistan ve Tacikistan) ise bir hayli otokratik
yapılar haline dönüştüklerini görmekteyiz. Dünya
tarihi devletleşme uygulamaları açısından incelendiğinde,
her devletin oluşmasında etnik, coğrafi,
dini ve ideolojik faktörlerin rol oynadığı görülmektedir.
Devletleşme süreçlerinin içinden geçtiği
tarihsel ve sosyo-politik şartlara göre bunlardan
biri veya birkaçı ön plana çıkar ve sürükleyici nokta
olarak görev yapar. Sözgelimi Atatürk, Türkiye
Cumhuriyeti’ni Anadolu ile sınırlı Türk milliyetçiliği
kavramı üzerine inşa etmiştir. Benzer şekilde
Türkistan Türk Cumhuriyetlerindeki siyasi kadrolar
da ülkelerindeki devletleşme sürecini büyük ölçüde
etnik milliyetçilik ideolojisi etrafında şekillendirmeğe
çalıştığı görülmektedir. Kazakistan’da Kazak
milliyetçiliği, Özbekistan’da Özbek milliyetçiliği ve
Türkmenistan’da da Türkmen milliyetçiliği devletleşmenin
sürükleyici noktası oldu. Benzer şekilde
diğer iki cumhuriyette de Kırgız ve Tacik milletleri
kavramları ön plana çıkarıldı. Söz konusu sürede
bu ülkelerin uluslararası sisteme entegre olduklarını
görüyoruz. Ayrıca Şanghay İş birliği Örgütü gibi kıtasal
boyutta ve çok sayıda bölgesel kurumlaşmanın
üyesi oldular. Bu ülkelerin uluslararası entegrasyon
sürecinde ne kadar başarılı oldukları konusunda
en iyi örnek Kazakistan’ın 2011 yılında AGİT başkanlığını
yüklenmesi olarak gösterilebilir. Yalnızca
Türkmenistan, 1990’ların ortalarında Birleşmiş
Milletler tarafından da onaylanan “tarafsızlık” politikası
gereği, bu gibi bölgesel siyasi ve askeri iş birliği
yapılanmalarının dışında kalmaktadır.
Ekonomik yapı ve potansiyel açısından bu ülkelere
baktığımızda, 20 yıl sonra gelinen bu noktada,
bir karbon kaynakları ihraç eden enerji zengini
ülkeler, bir de enerji ithal eden ülkeler diye bir
ayrımın ortaya çıktığını görüyoruz. Tacikistan ve
Kırgızistan enerji ithal eden ülkeler, buna karşın
diğer ülkeler yani Kazakistan başta olmak üzere
Türkmenistan ve Özbekistan enerji ihraç eden
ülkeler haline gelmişlerdir. Bu ayrım, sadece ekonomik
anlamda değil, aynı zamanda söz konusu
ülkelerin uluslararası düzeyde ilişkilerini değerlendirebilecekleri
bir zemin oluşturmak açısından da
büyük önem taşıyor. Mesela Batı Avrupa Ülkeleri,
Çin, Hindistan gibi enerji ihtiyacının giderek arttığı
ülkeler için enerji zengini bir Kazakistan ile enerji
fakiri bir Kırgızistan çok farklı bir algıya sahiptir.
Şekil 2. Türk Devletleri Ticaret Yolu Haritası
Bu bilgilerin ışığında, Türk Devletlerinin siyasi
sınırları içerisinde bulunan enerji hammadde sahaları
politik-stratejik hamlelerin ana çizgilerinden
birini oluşturmakta ve büyük devletler kendi
petrol şirketlerini destekleyerek bu alanda sıkı
bir mücadele vermektedirler. Bu durumda, Türk
Devletleri bu paylaşımda yerini nasıl almalı? Çok
yönlü hamlelerin ve yönlendirmelerin yaşandığı bir
coğrafyada Türk Devletleri satrancı hangi araçlara
öncelik vererek oynamalıdır? Yeni jeo-politik harita
ve düzenleme üzerinde düşünüldüğünde Türk
Devletleri’nin içinde bulunduğu coğrafya, kültürel
ilişkiler, güç denklemi çerçevesinde çok yönlü bir
politika izlemesi gerektiğini göstermektedir.
Daha önce Türk milletini bağlı bulunduğu
devlet organizasyonlarına göre 3’ e ayırmış
37
ve Türk Devletlerinin mevcut durumu analiz
edilmişti. 2. olarak bakacağımız Özerk ve Federe
Cumhuriyetlerimiz toplam 16 tane olmakla birlikte
9 tanesi (Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan Tuva,
Yakutistan, Altay, Karaçay-Çerkes, Kabardin-
Balkar, Hakasya) Rusya Federasyonu, 2 tanesi Çin
(Uygur, Şunhua Salar), 1’ er tane ise Azerbaycan,
Moldovya, Ukrayna ve Özbekistan sınırları içinde
yer almaktadır.
Özellikle Rusya içerisinde bulunan Özerk
Cumhuriyetler yer altı zenginlikleri bakımında zengin
bir yapıya sahiptir. Öyle ki Rusya Federasyonu
doğalgaz ve petrol gelirlerinin neredeyse yarısını
bu bölgelerden karşılamaktadır. Bunu bilen Rus
yetkililer yer altı zenginliği olan bölgede yaşayan
Türklerin herhangi bir isyan vb. harekete kalkışmaması
için Türk kimliklerine karışmamış bilakis onlara
Türk kimliği ile ilgili çeşitli eğitimler vermektedir.
Diğer özerk cumhuriyetlerimize baktığımızda
yer altı zenginliği bakımından fakir diyebileceğimiz
topraklarda bulunmaktadır. Fakat Uygur Özerk
Bölgesi farklı bir durumdan dolayı Çin komünizmi
altında yıllardır zulüm görmekte ve kimliklerini
kaybetmeleri için türlü baskı ve asimilasyonlar
uygulanmaktadır. Bunun sebebi ise hem bölgenin
kömür rezervi bakımından bakir topraklar olması
hem de diğer beşerî sebeplerdir.
Herhangi bir devlet oluşumuna gidememiş
ve diğer milletlerin hakimiyeti altında yaşamlarını
sürdüren Türk ellerinin sayısı TURAN-SAM
verilerine göre 38 adettir. Bunların tamamına değinmekten
ziyade enerji hammaddesi çıkarılabilen
bölgelere değinilecektir. Örnek olarak; Güney
Azerbaycan (İran içinde), Hazar Türkleri, Doğu-
Batı Türkmeneli, Kazan Hanlığı ve Yakut(Saha)
Bölgesi verilebilir.
Güney Azerbaycan (İran içinde), Hazar
Türklerinin yaşadığı bölge, Doğu-Batı Türkmeneli
bölgeleri Ortadoğu ve Kafkasya bölgelerinde yer
almaktadır. Hem yer altı zenginlikleri hem de savaşların
fazla olduğu bu bölgelerde Türk varlığının
korunması hayati önem taşımaktadır. Türkiye’
nin Orta Asya ile gerek kültürel gerekse ekonomik
bağlarının kopmaması adına bu bölgelerde ki Türk
mevcudiyeti önem arz etmektedir. Kazan Hanlığı
Rusya Federasyonu sınırları içinde bulunmakta
olup Tatarların çoğunluğunu oluşturduğu bir bölgedir.
Yakut Bölgesi ise daha çok buzul alanların
bulunduğu ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin
bir bölgedir.
Bu bağlamda Türkiye özellikle Sovyetler
Birliği'nin dağılması siyasi açıdan önemli avantajlara
sahip olmasını sağlamıştır. Türkiye içerisinde
bulunduğu bölge siyaseti sayesinde uluslararası
ilişkilerde öne çıkmaya başlamıştır. Türkiye'yi öne
çıkaran olgular yalnızca jeopolitik konumu değildir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan
bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin de etkisi oldukça
fazladır. Öyle ki bu devletlerin Türk asıllı olmaları
din, dil, ırk ve tarih gibi ortak birliklerinin olması bu
devletler ile gerçekleştirilebilecek her türlü iş birliğine
zemin hazırlamakta, karşılıklı siyasi ve ekonomik
çıkarlar açısından güvenilirlik sağlamaktadır.
Bugünkü gelinen noktada gösterilen somut gelişmeler
ile Azerbaycan ve Kazakistan başta olmak
üzere Türkmenistan ve Özbekistan ile de yakın
ilişkiler içerisine girilmektedir. Bu devletlerin bölgede
etkin bir güç durumda olan, başta Rusya olmak
üzere Çin, ABD ve AB gibi dışarıdan baskı
unsurlarının kendi sistemlerini kurmaya çalışıyorlar.
Adına ''Yeni Dünya Düzeni'' dedikleri sömürgeciliğin
sevimli gösterilen diplomatik boyutlu politikalarına
boyun eğdirilmek durumda kalmaları oldukça
üzücü bir durumdur. Bu nedenle Türkiye'nin daha
gerçekçi ve gözle görülür adımlar atarak bölgeye
yönelmesi ve bu şekilde politikalar geliştirmesi
gerekmektedir. Yıllar boyunca Rus egemenliği altında
Sibirya bölgesinde bulunan Türk Devletleri,
Çin kontrolündeki Doğu Türkistan, Irak'ın Türk
bölgesi olan Kerkük ve İran' da Türklerin yoğun
şekilde yaşadıkları bölgelerde çıkarların petrol ve
doğal gaz rezervleri dünya yüzdesinin önemli bir
çoğunluğunu oluşturmaktadır. Genel olarak Türk
Dünyası dünya petrol rezervlerinin %20'sine, doğal
gaz rezervlerinin %50'sinden fazlasına sahip
konumdadır. Ancak petrol üretiminin %18'i, doğal
gaz üretiminin ise %30'luk kısmı Türk Dünyası
topraklarında gerçekleşmektedir. Özellikle bir Türk
gölü olan Hazar havzası, Türk Dünyasının Basra
Körfezi konumundadır. Hazar denizine kıyısı olan
başta Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'ın
petrol ve doğal gaz açısından dünyanın önemli ülkeleri
arasında yer alıyor olması bu ülkeler adına
sevindirici bir durumdur. Fakat gerçek anlamda
bağımsız ve güçlü bir devlet olabilmenin en önem-
38
Şekil 3. Türk Milletinin Yoğun Olarak Yaşadığı Bölge
li koşulu ekonomik anlamda bağımsız olabilmektir. Bu koşulu sağlayabilmeleri için ülkelerin Rusya'dan
geçerek uluslararası pazarlara çıkan tüm ihraç yolları ve sanayi alanındaki bağımlılıklarına yeni ve güvenilir
bir alternatif bulmaları gerekmektedir. Aksi takdirde Rusya hala kendisini Sovyetler, bu ülkeleri de
doğal uzantısı olarak görmeye devam edecektir. Türk Cumhuriyetlerinin tam olarak hem ekonomik hem
de siyasi bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için kendi petrol ve doğal gaz boru hatlarına sahip olmaları
gerekmektedir. Bunun için de en doğru alternatif Doğu-Batı Enerji Koridoru' nun merkez noktası durumunda
Türkiye hattıdır. Tengiz-Bakü-Ceyhan projesi ile Azerbaycan ve Kazakistan'ın doğal kaynaklarının
uluslararası pazarlara kesintisiz yollardan ulaşmasını sağlayarak Rusya'ya olan bağımlılığını bir ölçüde
azaltmaktır.
Bu durum sonucunda; Türkiye enerji kaynakları bakımından stratejik çeşitliliğe sahip olacak,
Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan petrol ve doğal gaz ihracatında doğal alternatiflere kavuşmuş
olacak ve Doğu-Batı Enerji Koridoru ile Türk Dünyası ülkeleri, Avrasya’nın stratejik öneme sahip, bölgede
söz sahibi devletleri konumuna geleceklerdir. Bu konumları ile gelecekte uluslararası siyasete yön
veren, petrol ve doğal gazla sınırlı olmayan, her alanda yetkin ve söz sahibi yumuşak güç unsuru bir ülkeler
topluluğu olacaklardır.
KAYNAKÇA
1. www.turansam.org Erişim tarihi: 07.03.2018
2. www.eia.gov Erişim tarihi: 07.03.2018
3. www.enerjienstitusu.com Erişim tarihi: 07.03.2018
4. KAYA, H.B., Enerji Güvenliği Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları
Ve Türk Dünyası, 14. Ulusal Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrencileri
Kongresi, Ankara Ufuk Üniversitesi
5. http://www.enerjigunlugu.net Erişim tarihi: 08.03.2018
6. http://www.tasam.org/ Erişim tarihi: 06.03.2018
7. Gelişen Dünya Düzeni İçerisinde Türk Dünyası Enerji Koridoru, Hakan
BEYAZ, Erişim Tarihi: 02.05.2018
39
PARADİGMA D
SATRANÇ TAHTASIND
Hamza Agahoğlu
“Dünya bir
satranç
tahtasıdır.”
Bu ifade ünlü hâkimiyet teorisi ile birlikte
Zbigniew Brzezinski'ye ait. Satranç tahtasının
kurulduğu yer, ülkemizin de içinde bulunduğu
Avrasya. Bütün dünya devlerinin at ve ajan koşturduğu,
hâkimiyet mücadelesinin şekillendiği topraklar.
Bugün belki satranç tahtasını, güncelliğini koruması
adına Ortadoğu'ya kaydırmak makul olacaktır.
Hayat insanın kabulleri ile birlikte okuduğu bir
bilmecedir. Kabulleriniz sizin olayları yorumlama
yetinizi belirler. Ekonomik olarak hayatı okuduğunuzda
insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi görür
ve insanların hareketlerini ekonomik gelişmelerle
değerlendirirsiniz.
Satranç tahtası teorisi, toplumun büyük bir kesiminde
kabul gördü. Bunu insanımız farklı şekillerde
ifade etse de ulaşılan nokta aynı. “Filler tepişir,
çimenler ezilir" derken kastedilen ile satranç
tahtasında kaleyi kurtarmak için piyonu yem olarak
sunmak farklı değil. Şimdi, güncellediğimiz hali ile
Ortadoğu'ya kurulan bir satranç tahtası düşünelim.
Şah ve vezirlerin kimler olduğu oldukça berrak
bir şekilde görülüyor. Piyonlar da belli. Kimin at
veya fil olduğu da kısa tartışmalarla cevaplandırılabilir.
Bu kabul ile yola çıktığımız zaman coğrafyamız
ve tarihi birikimlerimiz ile biz de oyunun içinde
kendimizi mecburen konumlandırmak zorunda kalırız.
Oyun içinde kimse piyon olarak kalmak istemeyecektir.
Bunun yanında piyon olmayan herkesin
40
EĞİŞİKLİĞİ:
AN TAKIM RUHUNA
de feda edecek piyonlar istediğinden şüphe duymamak
gerekir. Çünkü oyunun tabiatı bunu gerektirir.
Her ne kadar bazı piyonlar oyun akışı içinde vezir
olabilse de sık karşılaşılan bir durum olmadığından
istisna olarak değerlendirmek gerekir. Hem vezir
olabilmek adına en öne sürülmek, mayın tarlasına
koşturulmak da günümüz piyonlarının özelliği değil
midir?
Peki bu kabul ile hareket ettiğimiz takdirde biz
kimleri kullanacak, kimleri feda edeceğiz? Zihin
kodlarımız tarihi ve geleceği iktisadi yorumlarla
değerlendirmeyi reddetmeye nasıl zorluyorsa, aynı
şekilde satranç tahtasını da kabul etmekte zorlanıyoruz.
Bu kabul bizi insanlığımızdan çıkaracak tehlikeli
bir noktaya sürükleyecektir.
Tolstoy Savaş ve Barış’ta komutanların bir savaştaki
rolünün bir satranç oyuncusundan çok daha
az olduğunu ifade eder. Her savaş; yağmur, askerin
motivasyonu, üstündeki askerin düşüp yaralanmasına
neden olan ürkek bir at gibi bağımsız faktörler
içerir. Bu etki her olay için farklıdır. Kısacası tarihin
tekerrürden ibaret olmayacağını ve her olgunun,
durumun nevi şahsına münhasır olduğunu ortaya
koyan küçük dokunuşlar her zaman vardır.
Eş tutmamakla birlikte benzerliklerle ifade
edildiği takdirde bile dünya bir satranç tahtasına
benzetilemez. Bu kabul bizim sahip olduğumuz
değerleri yitirme noktasına getirir. Bu yüzden benzetilmemelidir
demek daha doğru ifade edecektir.
Kabullerimiz öyleyse bile değiştirmek gerekir.
“Bu böyle değildir” yargısı “peki nedir” sorusunu
da beraberinde getirir. Bir cevabımız olmalı!
Gelin kabullerimizi değiştirerek dünyayı, Ortadoğu
veya Avrasya olarak kısıtlamadan bir bütün halinde
futbol sahasına benzetelim. Sahadaki oyuncuların
hiçbirinin feda edilemediği, takımın saha içindekiler
bir yana on ikinci adam olarak nitelendirilen taraftarı
ile bir bütün olduğu, yanlış karar verilmiş bir
penaltıya zarar görenden önce kâr elde edenin itiraz
ettiği bir futbol sahası!
Daha yaşanabilir bir dünya için gelin yüksek sesle
söyleyelim:
“Dünya centilmenliğin hâkim olduğu bir futbol
sahasıdır.”
41
YAZMAK
ÜZERİNE
BİR YAZI
Alperen Arslan
Bir süredir bir yere yazı yazılması gerektiğinde
bana dönen bakışlar, beni gösteren parmaklar bana
yepyeni bir yazının kapısını araladı. Bu konuma nasıl
geldiğimi araştırmalı, hak etmediğimi düşündüğüm
bu imajın kaynaklarını bulmalıydım. Kendimi
değerlendiriyordum, yazdıklarımı ve onları ne zaman
yazdığımı çünkü bana göre yazı yazmaktan
anladığım iddiaları asılsızdı. Mesela, birçok insanın
dönem dönem denediğini gördüğüm günlük tutma
çabaları bir hayli uzaktı bana. Lise hayatım boyunca
bir, bilemedin iki kompozisyon anca yazmıştım
ve üniversite hayatımda da kimseye okutmadığım
Türkçe yazılarım dışında Gazete Bilkent’e yolladığım
birkaç yazı var ortada, iddia sahiplerinin de
onları okuyup okumadığına dair ciddi şüphelerim
var. Tüm bunları düşünürken neden bu kadar az
yazdığımı düşünmeye başladım. Başta dediğim kapı
da böylece aralanmış oldu.
Peki, neden bu yazı işlerinden uzaktım? Bir üşengeçlik
olduğunu inkâr edemem lakin asıl mesele bunun
çok daha ötesinde bir şeydi. Muhtemelen bu
üşengeçlik bir başka şeyin maskesiydi. Ben sanırım
yazmaktan korkuyordum, kelimelerin ağırlığı altında
kalmaktan korkuyordum. Bol bol kitap okuyan
ve kaliteli addedilebilecek eserleri seçebilme özelliğini
kazanabilmiş birisi olduğumu düşünürdüm
hep ama iş yazmaya gelince insan hakikaten zorlanıyor,
okumayla ilgili iddialar, söz konusu yazma
olunca yerini böylece tereddütlere bırakıyor. İşte bu
sebeple ani yükselen heveslerimden kolayca vazgeçiyordum
zira bunlar bambaşka mecralar, başka
nitelikler istiyor ve ben de bende bu yeteneklerin
bulunduğundan emin değildim, aslında hâlâ daha
emin değilim. Ne söylediğiniz, nasıl söylediğiniz
bu kadar önemliyken ve birbirinden güzel metinler
okumuşken yazmayla ilgili bir çekinceniz olması
doğal gibi duruyor. En azından kendimi bununla
avutabiliyorum. Ayrıca yazmak benim için dünyada
iz bırakmanın bir başka yolu, kim okur ya da
kime dokunur yazdıklarım bilemem ancak yazdığım
müddetçe bu dünyadan gelip geçtiğimin tek delili
mezar taşım olmayacaktır. Bir şeyler ortaya koyabilmenin
ve iz bırakmanın huzuru ise bambaşka.
Yazmak, diğer bir yandan birçok getirisi olan bir
iş, tabii nakdî kısmından bahsetmiyorum. Mesela,
yazmak öğrenmenin çok önemli bir parçası, yazdıkça
bir konuyu ne kadar bilmediğimi fark ediyorum,
bu yeni araştırmalara yol açıyor derken sonu gelmez
bir araştırma zinciri oluşuyor, birçok yeni şey
öğrenebiliyorum. İnsan bildiği şeyleri kâğıda döktükçe
bilgisini tertipli bir şekilde aktarmayı ve işe
yaramayacak detayları eleyerek bilginin özünü ver-
42
YAZMAK
ÜZERİNE
BİR YAZI
meyi de öğreniyor aynı zamanda. Bu durumun sadece
birileriyle paylaşılan yazılarda gerçekleştiği gibi
bir algı umarım oluşmamıştır çünkü insan sadece
kendisi için yazsa dahi bu durumu gözlemleyebilir.
Tabii, yazabilmek için motivasyonlar bulabilmek
gerekiyor. Yazmak, sadece yazmak için yazmak bile
bir hareket noktasına ihtiyaç duyuyor, güdülenmek,
bir şeylere odaklanmak ve onun için başlamak gerekiyor.
Bir kişiye ya da maddeye duyulan güçlü bir
his ya da soyut bir kavramı enine boyuna inceleyip
anlamlandırma isteği aynı zamanda bir yazının doğuşu
anlamını taşıyor.
İşte, yazmak evvelce bahsedildiği gibi birtakım
sıkıntılara neden olurken bir yandan da birçok faydayı
beraberinde getiriyor. Yine de bu yazma korkusu
yabana atılmaması gereken bir şey, mükemmeli
ararken bir şeyleri ertelememeli ve bir ucundan
yazın dünyasına girmeliyiz. Belki klişe bir lafız lakin
okuyan toplumlar gelişir, bir adım daha öteye
giderek söylüyorum ki yazan toplumlar daha çok
gelişir. Başta zikrettiğim kapıyı aralamak yani bu
yazıya başlamak aslında benim dağınık düşüncelerimi
toplama ve gerçek nedeni soruşturma aracımdı.
Birbirinden bağımsız duran ve üzerine eğilmediğim
düşüncelerimi az çok toplayabildiğimi ve bunları da
kâğıda aktarabildiğimi umut ediyorum.
43
HEM ÇOK OKUYAN
Klasikleşmiş (belki de klişeleşmiş) münazara konularının
başında “Çok okuyan mı bilir yoksa çok
gezen mi?” sorusunun geldiğini bilmeyen yoktur.
Klasikleşmiş demeyi uygun buldum; çünkü, bu
konu hâlâ gündemde, hala bu soruya cevap arayan
insanlara denk geliyoruz. Mesela bir arkadaşımız bu
soru üzerine bir yazı yazmış ve aşağıdaki satırları
internetin ücra köşelerinde dolaşıma sunmuş.
“İşin felsefesine girmeden bu yazının asıl amacına
gelmek istiyorum. Benim bu yazıyı yazmamın
sebebi, ‘LÜTFEN GEZMEYİN!’ diyebilmek.
Gezerseniz ölürüz. Turizm diye bir şey var ve hiç
de sanıldığı gibi hoş şeylere sebep olmuyor. Küresel
ısınmanın %10’a kadar turizm kaynaklı olduğu söylenmektedir.
Bu konuda çeşitli yayınlar mevcut
olup, masum bir seyahatin nasıl petrole ve çevre
kirliliğine sebep olduğunu araştırmanızı öneririm.”
(Kaynak vermeyeceğim, Google’a yazınca çıkıyor.)
Bu arkadaşımıza “Hiçbir elektronik cihazı kullanmazsan,
hiçbir toplu taşıma aracına binmezsen,
evinin hemen önündeki bahçende ürettiklerin dışında
gıda tüketmezsen ve yalnızca kendi beslediğin
hayvanların kürkünü giysi olarak giyersen sana hak
verebilirim.” diyerek, bu tartışmaya ben de katılmak
istiyorum.
Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?
Kavramların içinin boşaltıldığı bir çağda kavramlar
üzerinde anlaşmanın birçok konuda uzlaşmak
için temel zemin olduğunu düşünen bir insan
olarak öncelikle ‘okuyan’ ve ‘gezen’ kavramlarını
biraz açmak isterim.
İlk olarak ‘okuyan’ı ele alalım.
Üniversitedeyken hazırlamış olduğum bir sunumda
‘nitelikli okuma’ diye bir tanım kullanmıştım.
Aslında anlatmak istediğim şey okuduğumuz
kitapların ya da metinlerin bizlere ne kattığıydı.
Gösteriş için mi okuyorduk, sürü psikolojisi içinde
herkes okuyor diye mi okuyorduk yoksa gerçekten
yeni bir şeyler öğrenmek ya da öğrendiklerimizi pekiştirmek,
gündemden-dünyadan uzak kalmamak,
ufkumuzu genişletmek, edebi sanatın inceliklerini
farketmek için mi okuyorduk? Sunum sırasında çok
satan kitapları bazı noktalarda eleştirince (o zamanlar
hem pembe kapaklı-kadınlara özel hem de gri
kapaklı-erkeklere özel “Aşk-Elif Şafak” kitapları
çok popülerdi, tüm gazetelerde reklamları vardı,
ticari kaygı aşırı ön plandaydı ve ben Elif Şafak
sevmem.), sunumu değerlendiren hocam da Elif
Şafak’ın arkadaşı çıkınca notum bir (1) harf notu
düşük girilmiş olsa da nitelikli-niteliksiz okuma ayrımı
yapmaktan vazgeçmedim. Demek istiyorum ki
ben ‘Hüzünlü Bir Ponçik’ okuyarak nasıl nitelikli
bir bilgi elde edebilirim? Bu noktada sorumuza dönecek
olursak, bildiğini varsaydığımız okuyan kişiyi
‘nitelikli okuyan’ kişi olarak değerlendireceğim.
44
HEM ÇOK GEZEN
Begüm Sönmez
Şimdi de ‘gezen’e bakalım.
Sosyal medya kültürünün giderek hakim olduğu
ve birileriyle bir şeyleri sosyal ortamdan paylaşmadan
yaşayamadığımız, nefes alamadığımız bir dönemde
gezme eyleminin popülaritesinin bir hayli
arttığı aşikâr. İnsanlar ‘gezmek için’ gezer, ‘statü
için’ gezer hale geldi. Yine kendimden örnek verecek
olursam, geçen sene Barcelona’ya gideceğimi
söylediğim bir arkadaşım “Sagrada Familia’yı gör
mutlaka ama içeri girmeye çok gerek var mı bilmiyorum.
Giriş ücreti pahalıydı, ben girmemiştim.
Önünde fotoğraf çektirsen yeter.” diyerek Sagrada
Familia’nın önünde çekilmiş olduğu fotoğrafı göstermişti.
Halbuki kilisenin içinin dışından kat be
kat daha güzel olduğunu göremediğini bilmiyordu.
İç mekanının uzun boylu ağaçlardan oluşan bir ormandan
ilham alınarak tasarlandığını, süslemelerin
ilham kaynağının hangi çiçekler olduğunu bilmiyordu.
‘Bitmeyen Kilise’ olarak anıldığını biliyordur
belki ama kilisenin içerisinde, çalışmaları sürdüren
mühendislerin camlarla çevrili büyük ofisini
göremediğini bilmiyordu. (Adamların ofisi kilise.
İnternetten sipariş verseler, kargo adresine ‘Sagrada
Familia, Barcelona-ESPAÑA’ yazıyorlar. Bence çok
ilginçti.) Kilisenin içindeki müzede, kilise inşaatının
200 yıldır hangi aşamalardan geçerek bugünkü haline
geldiğinin gösterildiğini, “Bu mimariyi nasıl böyle
yapmışlar? Hangi fizik kurallarıyla? Newton’la bir
akrabalıkları var mıydı?” sorularına cevap alabileceğini
bilmiyordu. Bu sebeple ‘fotoğraf çekip, instagrama
koyma amacıyla gezenler’i, ‘gezmek için gezenleri’,
yeni şeyler öğrenmek/deneyimlemek, yeni
kültürler tanımak ya da bildiği bir kültürün-kendi
kültürünün inceliklerini öğrenmek, uçsuz bucaksız
manzaralar görmek, yaratanın ve yaratılanın elinden
çıkan hayranlık uyandırıcı eserleri-sanatı görmek
için gezenlerden yani ‘nitelikli gezenlerden’
ayıracağım ve bildiğini varsaydığımız gezen kişiyi
‘nitelikli gezen’ kişi olarak değerlendireceğim.
Yukarıdaki açıklamalardan sonra soruyu şu şekilde
tekrar soralım.
Nitelikli ve çok okuyan mı bilir yoksa nitelikli
ve çok gezen mi?
Çoğu insan gibi uzun yıllar boyunca bu soruya
pek fazla düşünmeden “Elbette ki çok okuyan.”
şeklinde cevap verdim. Halbuki bu cevabı verdiğim
zamanlarda daha çok geziyordum. Babamın mesleği
gereği her yaz ülkemizin bir ya da iki şehrinde
ikamet etme ve çevre illeri gezme imkanımız oluyordu.
Annemlerle birlikte Türkiye’nin 55 ilini gezme,
gerek kültürel gerek doğal güzelliklerini görme
imkanım oldu. Fakat ben yine de kesinlikle çok
okuyanın daha çok bileceğine inanıyordum. Çünkü
“gezme-seyahat etme” kavramını şimdiki gibi değerlendiremiyordum,
yeterli olgunluğa ve farkındalığa
ulaşamamıştım. Örneğin, annemin ısrarla götürdüğü
Antik Yunan eserlerinin sergilendiği müzelere
45
bakış açım “Birini görsek yeterli, hepsi aynı değil
mi bunların? Bu müzeler hep kafası kopuk heykellerle*
dolu.” şeklindeydi. Ne zamanki hayata atıldım,
seyahatin masraflı bir şey olduğunu ve kolay
olmadığını, zamanımın kısıtlı olduğunu farkettim,
nitelikli gezmeye, yeni kültürler tanıma ya da kendi
kültürümün inceliklerini öğrenme odaklı gezmeye
karar verdim. Cümlelerimi birinci tekil şahıs olarak
kurmuş olsam da eşimin geniş vizyonunun ve bir
miktar da gözü karalığının katkısını kesinlikle yok
sayamam. Seyahat etme konusunda belli bir bilinç
seviyesine ulaştıktan sonra (kendimce nitelikli okuduğumu
da varsayarak) yıllanmış münazara sorusuna
objektif bir cevap verebileceğimi düşünüyorum.
Soruyu tekrar cevaplamaya çalışacağım. Tekrar diyorum
çünkü cevabım değişti.
Çok (ve nitelikli) okuyan da bilir, çok (ve nitelikli)
gezen de bilir ama hem çok okuyan hem de çok
gezen bir başka bilir. Okumak ve gezmek birbirini
besleyen iki eylem. Kitaplarda okuduğumuz bilgileri
gözle görerek, yakından işiterek ya da dokunarak
tecrübe etmek apayrı bir durum. Çok bildiğimi iddia
etmiyorum ama bildiğim kadarıyla okumanın ve
gezmenin birbirini nasıl beslediğini bazı örneklerle
açıklamak isterim.
-İttihat ve Terakki’nin meşhur sloganı “Hürriyet,
Musavat, Uhuvvet ve Adalet”i hepimiz biliriz.
Orijinali ise “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” yani
‘Adalet’ yok. ‘Adalet’i bizimkiler eklemiş diye düşünüyordum.
Orijinal haliyle “Liberté (özgürlük),
Égalité (eşitlik), Fraternité (kardeşlik)” olarak
Sorbonne Üniversite’si hukuk fakültesinin dış cephesi
üzerinde görünce “Adalet”in slogana eklenmiş
olması çok daha anlamlı hale geldi.
-Hristyanlıkta Hz. İsa’yı kul bir peygamber olarak
gören bir mezhebin varlığından, Tokyo’daki
Türk camisinde Müslüman olan bir Japon sayesinde
haberdar oldum. Araştırıp okuyunca bu mezhebin
M.S. 300’lü yıllarda ortaya çıktığını, Aryanizm
ya da Ariusçuluk olarak bilindiğini, çok tanrıcılığı
reddettiklerini, ciddi mücadele vermelerine rağmen
Kilise tarafından mahkum edildiklerini ve din dışı
sayıldıklarını öğrendim.
-Kayseri mantısının bir kaşığa kırk adet sığacak
şekilde yapıldığını okumuştum. Kayseri’deki bir
mantıcıda mantı yediğimde bunun sadece efsaneden
ibaret olduğunu öğrendim. Efsane değilse de
kaşığın boyutunu belirterek kitabı güncellemeleri
gerektiğini düşünüyorum.
-Tuna Nehri’nin “Yeşil Tuna” olarak anıldığını
Jules Verne’in “Tuna Kılavuzu” kitabı da dahil olmak
üzere birkaç yerde okumuştum. Aktığı yatağın
etrafındaki uçsuz bucaksız ormanlar sayesinde gökyüzünün
mavisinin, ormanın yeşili karşısında nasıl
yenik düştüğünü, Tuna’nın nasıl yeşile boyandığını
görüp “Yeşil Tuna” sıfatını uygun görenlere hak
verdim.
-Rize’de “Hamsi Kolonyası” satıldığını görmüştüm
ve cesaret edip kolonyanın kokusuna bile bakamamıştım.
Çünkü gerçek hamsili sanıyordum.
(Yiğit Özgür’ün gerçek eşek eti parçacıklı dondurma
karikatürü gibi**.) Meğerse, dikkat çekici olsun
diye bu isim verilmiş ve kolonya eldeki hamsi kokusunu
gidersin diye üretiliyormuş. Bunu da (nedendir
bilmiyorum) mağazadaki görevliye sormak
yerine okuyarak öğrenmiştim.
-Japonya’daki aşırı teknolojik tuvaletler hakkında
birçok şey okumuştum ama klozetlerin adeta
uçaklardaki gibi bir kontrol paneline sahip olabileceği
kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Utangaç
insanlar için düşünülmüş, su tasarrufu amaçlı, sifon
sesi çıkaran tuş bile mevcut. İsterseniz müzik çalıyor,
isterseniz su sesi çıkarıyor. Müzik dediysem
8-bit atari oyunu jenerik müziği.
-Bitlis’te yer alan Nemrut Yanardağı’nın krater
gölünün içindeki adacığı görüp çok etkilenmiştim.
Dünyada başka örneklerinin de olduğunu hatta en
meşhurunun Filipinler’de yer aldığını, Vulcan Point
Adası’nın okyanusun içindeki adanın içindeki gölün
içindeki adanın içindeki gölün içindeki ada olduğunu
okuyarak öğrendim ve bir yaşıma daha girdim.
-Avrupa Birliği’nde sınırların olmadığını biliyordum.
Ama Tuna Nehri’nin üzerindeki bir köprünün
bir ayağında Avusturya bayrağını, karşı kıyıdaki
ayağında Almanya bayrağını görmesem “O
kadar da olur mu canım. Ne yani hiç mi kontrol
yok? Abartıyorlar.” demeye devam ederdim. İşin
ilginci köprü dediğim yer aslında bir hidroelektrik
santralinin üzeriydi. Santral mimarisini öyle bir tasarlamışlardı
ki nehir üzerinde ilerleyen yolcu gemilerinin
geçişine imkan tanıyordu. Yani sınırdan
hem gemiler, hem bisikletliler hem de elini kolunu
sallaya sallaya biz geçebiliyorduk. Gözümle görmesem
inanmazdım.
46
-Her ne kadar sayıları az da olsa gün geçtikçe
sınırlarını zorlayan, İslam dini konusunda radikal
yorumlarda bulunan ve M.S. 2000’li yıllarda yaşamakta
olan bazı kişilerin sözde fetvalarını, (Allah
kimsenin başına vermesin ama) “Kadının boşanma
hakkı yoktur çünkü kadın duygusaldır. Duygularına
hakim olamayıp bu ciddi kararı yanlış verebilir. Bu
sebeple boşanma hakkı kadına tanınmamıştır.”
gibi iddialarını okudum. Anadolu Medeniyetler
Müzesi’nde sergilenen, M.Ö. 2000’li yıllarda yazılmış,
Hititler döneminden kalma bir çivi yazılı tablette
anlaşmalı boşanma protokolünün yer aldığını
görünce şaşırmadan edemedim.
Sonuç olarak hem çok gezenin hem de çok okuyanın
daha ‘güzel’ bileceğini düşünüyorum. Ama
münazara için takım seçmem gerekirse de çok okuyanı
savunanların olduğu takımda olmak isterim.
Çünkü eski alışkanlıklar kolay unutulmaz.
Yazının başına dönecek olursak, bu yazıyı okuyarak
vaktinizi çöpe mi attınız yoksa size ufak da
olsa bir şeyler kattı mı?
*Paris’te Louvre Müzesi’ni gezdiğim zaman anladım
ki Anadolu’daki tüm kafası kopuk olmayan,
bozulmadan bu günlere gelebilmiş heykelleri toplayıp
Louvre’a (ve British Museum gibi diğer ünlü
müzelere) götürmüşler. Güzelce nereden geldiklerini
de yazmışlar. Bize de kafası, eli, kolu, bacağı
kopuk olanlar kalmış. Define avcıları, bu sistematik
ve profesyonel tarihi eser kaçakçılarından daha masum
kalıyor.
**
https://tumkarikaturler.blogspot.
com/2015/09/essek-etinden-dondurma-yigit-ozgur.html
47
MEMLEKETİMDEN İNSAN
MANZARALARI: [1]
YEMENİCİ
48
Memleketimden İnsan Manzaraları: Yemenici
Yemeni: Kalıpla basılıp elle boyanan, kadınların
başlarına bağladıkları tülbent veya altı kösele, üstü
yumuşak deri, bir tür hafif ve kaba ayakkabıdır.
Yemeni yapan ve satanlar da yemenici olarak adlandırılır.
Teknolojik gelişmelerle hayat kalitesinin ve konforunun
yükselmesi ile birlikte pek çok değerin
kaybolmaya ve unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde
bu eskimeyen güzellikleri yine teknolojinin nimetleri
olan fotoğraf makinaları, bilgisayarlar, photoshop
uygulamaları ile belgeleyebilmek; hatırlayabilmek
günümüzün tezatlarından olsa gerek.
Geçmişte zanaat olarak hayat bulan bir meslek
iken günümüzde adeta sanata dönüşmüş mesleklerden
birisidir yemenicilik. Sayıları bir elin parmakları
kadar az olan zanaatkarlar tarafından yurdumuzun
belli bölgelerinde -Gaziantep, Kahramanmaraş,
Elazığ, Tokat gibi birkaç şehrimizde- adeta bir sanatkar
edasıyla icra edilmektedir.
Tabi bu gibi güzelliklerin son ustalarını ve ürünlerini
belgelemek, yansıtmak fotoğraf sevenler için
eşsiz bir çalışma alanı oluşturmaktadır. Fotoğrafçılar
için gözde şehirlerden olan Gaziantep’in bakırcılar
çarşısı civarındaki birkaç yemeni atölyesi ve ustası
da güzel fotografik sunumlarda bulunmaktadır.
Gaziantep’te yemeniciliğe ‘’köşgercilik’’ yemeni
dikenlere ‘’köşger’’ denilmektedir. “Köşger” kelimesi
Farsça “keşger” kelimesinden gelmiş olup,
ayakkabı yapan anlamına gelmektedir. Yemeni ilk
defa Yemen’de Yemen-i Ekber isminde bir kişi tarafından
üretilmiş ve üreticisi bu ayakkabı çeşidine
kendi ismini vermiştir. Yemeni esas olarak gön ve
yüz olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Çok
sağlıklı bir ayakkabıdır, ayak kokusu yapmaz, teri
dışarıya atar ve vücudu rahatlatır. Yaklaşık 700 yıllık
geçmişe sahip olan meslek, günümüzde bu güzel
işleri yapan güzel insanlar tarafından büyük bir özveri
ve sevgi ile yapılmaktadır. Mesleğin devamlılığı
da genellikle bu işlerle uğraşan kişilerin ‘’babadan
oğula, dededen toruna’’ el vermesiyle, işin devredilmesiyle
sağlanır.
UNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Mirasın
Korunması Sözleşmesi ile insanlığın binlerce yıllık
yaşam deneyimi ve üretkenliğinin bugüne ulaşmış
kalıntıları olan kültürel miras tanımlamaları içerisine
ülkemizden ‘’Yemenicilik Geleneği’’01.0103 envanter
numarası ile Somut Olmayan Kültürel Miras
Ulusal Envanterine dahil olmuştur.
Sahip olduğumuz bu güzelliklere hakkıyla sahip
olabilmek dileğiyle…
‘’Sahipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.’’[2]
[1]- Memleketimden İnsan Manzaraları; şiir, roman,
öykü, oyun, senaryo hepsini içeren yeni bir türün
habercisi beş kitaptan oluşan, Nazım Hikmet’in
1939-1947 yılları arasında yazdığı eser.
[2]- Mehmet Akif ’in 14 Mart 1913 tarihinde
yazdığı Ye’s adlı şiirinden alıntı.
49
50
51
52
TİYATRO KÖŞEMİZ
ASTOPOWO’DA BİR TREN İSTASYONU
Duygu Doğuş
Oyun, Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş ve
birçok eserin yazarı, 19. yüzyılda yazdığı eserlerle
tüm zamanları aydınlatmış ve tüm zamanlara ulaşmış
fakat aynı zamanda çok küçük yaşlarda anne
kokusundan ve baba şefkatinden uzak kalmış, zengin
bir ailenin çocuğu ve kont unvanına sahip fakat
tüm bu zenginlikten, ailesinden, şöhretinden kaçarak
Astapova’da bir tren istasyonunda karşılaştığımız
Lev Tolstoy’un ciğerden öksürüğü ile başlıyor.
Tolstoy’un yanında anne kokusunu barındıran bir
yastık, nerede olduğunu yazdığı bir defteri, kalemi
ve o şiddetli öksürüğünü yatıştırmak için taşıdığı su
matarasından başka hiçbir şeyi yok. Yastığını başının
altına koyup uzanıyor ama onu ne yazık ki geçmişi
ve iç sesi yalnız bırakmıyor.
Tolstoy’un aforoz edileceğini, isyanlarını sorgulayan
kiliseden bir sesle irkiliyoruz ve anlamaya
çalışıyoruz. Tolstoy’un bu kadar karşı çıktığı, kabul
etmediği, tartıştığı ses nedir? Bunları anlamak için
kendi iç mahkememizi kuruyoruz ve zaten tüm
oyun boyunca bu mahkeme hiç bitmiyor. “Oyunun
adı Anna ve Tolstoy peki Anna nerede?” dediğinizi
duyar gibiyim. Hay hay… pelerini ve gitarıyla güzeller
güzeli Anna trenden iniyor ve Tolstoy ile karşılaşıyor.
Anna’nın gitarıyla gelme nedeninin yakınlardaki
köy düğünü olduğunu biraz sonra anlıyoruz.
Anna, ara ara o köy düğününe bahaneler uydurup
kaçmaktan kendini alamıyor. Çünkü vazgeçemediği
tutkusuna hayır diyemiyor. Tolstoy bundan şikâyetçi
olup eğer gücü yerinde olsaydı Anna’nın tutkusu
ile düello bile yapabileceğini duyuyoruz ve bir yanımız
da bu aşkı kıskanmıyor değil. Bu aşkın yanında
Tolstoy’un neden Sofya’yı tercih ettiğini kendimize
soracakken buna da yanıt buluyor. Ha, Sofya demişken;
13 çocuk doğurmuş, tüm malı mülkü yönetmeye
çalışmış, onun en iyi eleştirmeni, destekçisi
ve Tolstoy’u yardımcısından bile kıskanan Sofya’sı
hiç bırakır mı? Neden bıraksın dediğinizi duyar gibiyim.
Sofya da tıpkı sizin gibi düşünüyor. “Neden
bıraktın bizi?” diyor, sevgili, onu her zaman koruyup
kolladığı kocasına. İşte belki de Tolstoy için bir
neden de bu. Sofya’nın onu bir çocuk gibi koruyup
kollaması. Burada da insan bundan neden kaçar, sıkılır
diye kendine sormadan edemiyor.
Anna, Tolstoy’un hayalleri Sofya ise gerçekleridir.
Sofya’da yaşadığı gerçekleri ve Anna’da yaşadığı
hayal kırıklığını köylülerde de yaşamaktadır. Yani
köy düğünü ile Tolstoy’un bir başka yönünün de es
geçilmediğini görüyoruz. Tolstoy ne kadar köylünün
haklarını savunsa da ailesi ve çevresindekiler
tarafından olduğu gibi onlar tarafından da anlaşılmadığına
şahit oluyor ve yüreğimiz burkuluyor.
Bir de sahnenin iki yanında Rus Hanedanı
Romanovların son çarı II. Nikolay’ın fotoğrafı gözümüze
çarpıyor. Başlarda uzak bir ilişki kuruyoruz
ama oyunun ilerleyen zamanlarında Tolstoy’un ağzından
II. Nikolay’ın Tolstoy’un evini bastırdığını
ve günlüklerine el koydurduğunu duyuyoruz. Ama
o da Tolstoy’un son saatlerini yaşadığı gibi iktidarının
son yıllarını yaşamaktadır. Yani Tolstoy, kilise
ve II. Nikolay gibi baskı unsuru olan her şeye bir
başkaldırı içerisindedir. Son reddetmeyi de 82 yaşında
kaçıp bir tren istasyonuna gelerek yapmıştır.
Ne kadar fiziksel olarak yalnız olsa da iç mahkemesindeki
sesler buna izin vermemiştir. Son olarak da
birçoğumuzun bildiği “Bütün mutlu aileler birbirine
benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir
mutsuzluğu vardır.”sözünü hem kulaklarımızı hem
de yüreklerimizi çınlatmasıyla oyuncuları 19. yüzyıla
geri gönderiyoruz.
53
KIRKTUĞ OKUMALARI
BİR DİSTOPYANIN ANATOMİSİ:
DÜNYANIN GELECEĞİ
VE GELECEKTE
“BİZ”
Tuğba Dinç
İnsanın varoluşundan itibaren öncelikli gayesi
içinde bulunduğu dünyayı değiştirme, kendine has
bir yaşam alanı geliştirme olmuştur. Sınırsız hayal
gücüne sahip insanın, hayallerinin en başında her
daim ideal bir toplum oluşturma çabası yer alır.
Ucu bucağı olmayan mutluluk, özgürlük, bolluk,
rahatlık özellikle de geçim ve düşünce genişliği arzulanmıştır.
Bahsettiğimiz bu toplum ve dünya sistemi
ütopya olarak adlandırılmıştır. Lakin ütopyalar
uzun soluklu olamadıkları veyahut pek gerçekçi sayılmadıkları
için hicvedilmiş, küçük düşürülmüştür.
Karşıt ve karamsar ütopyalar üretilmiştir. Bunlara
anti- ütopya denmiştir.
Distopyalar; mutlak kötülük, felaket, baskıcı
bir sistem, karanlık bir gelecek, totaliter bir devlet
modeli çizen kötü bir düştür. İnsanları kalıplara
sokar; özgürlük, düşünce, duygu, özel hayat, mahremiyet
gibi kavramları yok eder. Adalet, tarih,
edebiyat gibi olguları sıfırlar. İyi ve güzel bir dünyanın
yok olduğu bu kabus özellikle 20.yy edebiyatında
oldukça yer edinmiştir. Kontrolsüz sanayileşme,
dengesiz kapitalist düzen, 2. Dünya Savaşı
ve sonrası hızlı teknoloji gelişimi, makineleşmenin
had safhada olduğu, tek kutuplu dünya düzeninin
ağır basması ile korkunun egemen olduğu distopyalar
çoğalmıştır.
Distopya geleneği ilk olarak Rus yazar Yevgeni
Zamyatin'in "Biz" romanı ile ortaya çıkmıştır. 1921
yılında kaleme alınan roman, döneminin totaliter
yönetim anlayışı ve yayılması ile eş zamanlılık göstermiştir.
Roman; 26. yy' da geçmekte olup uzun
süren yüzyıl savaşları sonunda Tek Devlet'in baskısını
anlatmaktadır. İnsanlar artık doğadan, bireysellikten
ve duygulardan arındırılmıştır. Doğayı
tamamen hayattan çıkarmak için tasvir edilen bu
dünyanın etrafı devasa duvarlarla çevrilmiştir. Her
54
şeyin devletin kontrolü altında olduğu bu dünyada
insanlar numaralar ile adlandırılmaktadır. Artık bireyler
yok, sayılar vardır. Hayat; kusursuz eşitlikte
bir denklem inancının olduğu bir ipin üzerindedir.
Saydam cam duvarların içinde yaşamlarını idame
ettiren bu insanların her anı sistem tarafından denetlenmekte,
Tek Devlet tarafından görevlendirilen
Koruyucular tarafından kontrol edilmektedir. Özel
mülkiyet ve özel hayat sıfırlanmıştır. İnsanların
bu dünyadan ayrılabildikleri tek zaman, sistemin
onayladığı sayıların çiftleşme zamanıdır. Bu karanlık
ütopyada toplum gelişmiş, teknoloji ilerlemiş,
gezegenlere yolculuk başlamıştır." Ben" olgusu tamamen
ortadan kalkmış, yerini "Biz"e bırakmıştır.
Aynı fikirler ve idealler egemen olmuş, tek tip insan
profili ortaya çıkmıştır. Herkesin aynı zamanda
hareket ettiği bir yaşamda toplum bir bütün olarak
ele alınmıştır. Ortak bir dünya görüşünü topluma
dayatan bir sisteme konmuştur.
Romanda olup bitenlere var olan sisteme körü
körüne bağlı olan matematikçi D-503' ün tuttuğu
günlük ile şahit oluruz. D- 503, komşu gezegenlere
mutlak iyiliğin yayılması için yaptırılan İntegral adlı
uzay gemisinin mühendislerindendir. Onun başına
gelen olaylarla roman şekillenmektedir. D-503 günlüğünde;
mutluluğun, düzenin, güzelliğin, iyiliğin,
özgürlüğün olmadığı, insanların ilkel tutku ve güdülerinin
bastırıldığı, matematiksel bir mantığın egemen
olması ve dikte ettirilmesiyle başlar. Devlete ve
onun idelojisine bağlılık, onun günlüğünde sistemi
durmadan övmesi ile devam eder. Mühendisin aldığı
notlar dışında yeteneği olan herkes Tek Devlet'e
sözde güzelliği ve büyüklüğü konusunda, şiirler,
şarkılar, marşlar, manifestolar, methiyeler yazmıştır.
Bunlar; edebi anlamda hiçbir anlam ifade etmeyen,
içi boşaltılmış, soğuk, makineleşmiş bir havanın
kapladığı, kuru laf kırıntılarından ibaret yazılardır.
Zamanla planlanan hiçbir şey yolunda gitmez.
İçinde bulunulan sisteme muhalif güzel ve alımlı
bir kadın olan I-330' la karşılaşıp ona aşık olan
D-503'ün hayatı değişir. I- 330' a duyduğu şiddetli
duyguları ile yasaları çiğnemiş, yasayı çiğnemenin
verdiği huzursuzluk D-503 için çekilmez bir hal
almış ve bütün işlerini aksatmıştır. Bu süreçte matematiksel
mantığın yetersizliğini, bütün insanların
ihtiyacını karşılayacak olan kusursuz sözde mükemmel
sisteme inancını kaybetmiştir. Bu düzeni sorgulamaya
başlamış ve bunu günlükteki dilinde de
göstermiştir.
D- 503 ilkel insanların "ruh" dediği şeyi keşfetmiş,
hayal gücünü kullanmıştır. Lakin hayal gücü ve
ruh, Tek Devlet' in amansız hastalığıdır. Bir devrim,
bir isyan girişimi içinde bulunulmuş ve başarısız
olunmuştur. Buna karşın sistem D- 503' ün
hayal gücünü yok etmiş ve hafızasını sıfırlayan bir
işlemden geçirmiştir. Böylelikle okuyucuların umut
ettikleri son gerçekleşememiştir. Her şey eski haline
dönmüş, sistem kaldığı yerden devam etmiş, günlük
eski üslubuna geri dönmüştür.
İronik bir dil kullanan Yevgeni Zamyatin; adalet,
özgürlük, eşitlik, ruh, hayalgücü gibi kavramların
sömürüldüğü, ideal toplumun prototip olarak
tasavvur edilen yapının nasıl totaliter bir kontrolün
altına girdiğini hicvederek anlatır. Bireylerin yok,
sayıların var olduğu, matematiğin kusursuz bir hayat
için vazgeçilmez olduğu, doğaya bile boyun
eğdirmenin mevcut olduğu bu sisteme müthiş bir
eleştiri barındırır roman. Doğadan ve benlikten koparılan
bireylerin sözde amansız hastalığının hayal
gücü olduğu düşünülen bu toplum, tam anlamıyla
korkunç bir ütopyadır. Geleceğe yönelik bir uyarı
olan bu distopya modern dünyanın hesapsız ilerleyişine
ve günümüzün şuursuz, düşüncesiz eğilimlerine
bir başkaldırı özelliği taşır ve eleştirir. İnsanın,
insan olmaktan sıyrıldığı, bireysel kimliğin ortadan
kaldırıldığı, dünyaya tamamıyla hükmedeceği düşünülen
bir iktidarın oluşturduğu acımasız, anlamsız
bir sistemdir.
Bireyin ihmal edildiği, devrimin yarıda kaldığı başarısızlığın
ön planda olduğu bu romanda Zamyatin
bunu kabul etmez. "Nihai devrim yoktur, devrimler
sonsuzdur." diyerek herhangi bir sonun olmadığı
umuduna da yer verir. "Gerçek edebiyat güvenilir
ve gayretkeş görevliler tarafından değil ancak aykırı
ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebilir."
diyerek bir distopyanın anatomisini
irdelemiştir.TURAN KANLA KURULUR
55
Asfaltta Ata Binenler
AYAZ
Derneğin kapısını kapattı, dışarı çıktı. Hava
soğumuştu epey. Sokak aydınlık ama dumanlıydı.
Karşıdan gelen Göktürk, Sungur, Bilge Kağan,
Arda ve Ali Kemal'i gördü. "Hayırdır gençler?" diye
merakla sordu. Arda cevap verecek oldu veremedi.
" Özel eğitim grubu toplantımız var amca" diye
cevapladı Göktürk. Amca hiç bozuntuya vermedi
"diğerleri nerede ?" diye sordu. Elif ve Ecrin' in final
sınavları yeni bitmiş memleketlerine gitmişlerdi.
Gökalp okul çıkışında arada babasının dükkânına
uğrayıp yardım ediyordu. Elif Asya'nın haftanın
tam bugünü Fransızca kursu vardı. Arda mahcubiyetinden
kurtuldu "yukarıda konuşalım en iyisi
amca" dedi ve derneğin ışıkları yeniden yandı, çayın
demlenmesi 20 dakikaya bulmadan Sungur olan biten
her şeyi bir bir anlatmaya başladı.
Sungur çayından bir yudum aldı ve merakla beklenen
meseleye giriş yaptı:
-Amca, biliyorsun sene başında Kağan Reis özel
eğitim grubunu oluşturdu. İleri bilgi teknolojileri,
üç boyutlu yazıcılar, edebiyat-şiir ve nihayet sene
sonunda Bakü, Kırım ve Musul'daki arkadaşlarımızla
video konferans yöntemiyle yapacağımız "Ay'a
Seyahat Projesi" ile programı tamamlayacağız.
Arda ekledi:
-Tasarım yarışmasını unutma
Sungur:
-Lakin bir sorun var. Dinç Bey son zamanlarda
fakültede adım atmamıza izin vermiyor. Amca
konuşmanın bundan sonraki kısmını dinleyemedi.
Kulağındaki uğultu, beynindeki zonklamalar arttı
adeta; Dinç Bey! İstikbali okyanusun ötesindeki
devletin kontrolünde ve himayesinde gören müptezel
diye geçirdi içinden. Gençlerin çoğunlukta
olduğu İktisadi ve İdari Bilimler fakültesine dekan
olmuştu kendileri.
Amca:
-Arkadaşlarınız ile birbirinizi fakültede yalnız
bırakmayın. Dinç'e pabuç bırakacak değilsiniz.
Hatta önemsemeyin bile. Derslerinize düzenli girip
çıkın ve okumalarınızı asla aksatmayın. Demek
Dinç Bey'in sırtı tekrar minder görmek istiyor he!
Konuyu değiştirmek için döndü, Göktürk, İlto ne
yapıyor, yoksa sizin kantinde mi geziyor yine kerata?
-Gezmek mi? Bizden çok geliyor okula amca
İlto maşallah... Seneye sınava girecek. Bulduğu her
fırsatta ya soluğu dayımın yanında alıyor ya da bizim
fakültede. Sürekli sorular sorup bunaltıyor bizi.
Tutturmuş savcı olacağım ben diye.
Göktürk'ün kardeşi İlteriş gelecek sene sınava
girecekti. Duygusal ve asil bir çocuktu. Müftü dedesinden
aldığı duadan olsa gerek bir tılsım vardı
üzerinde; onunla beraberken sessizlik çökerdi etrafa,
ışıklar çekilir gibi olurdu. Abisi Göktürk başta
olmak üzere Sungur ve Arda, İlto diye çağırırdı
onu. İlteriş kızardı bazen ama hoşuna da giderdi.
Sohbet devam ederken Ali Kemal elinde tazelenmiş
çaylarla geldi. Aralarında en küçük olduğundan
çay servisini o yapıyordu. Usulca amcanın
yanında oturdu ve sohbete katıldı. Okuldaki durumlardan,
özel eğitimden hatta Sungur'un babası
Gara Dayı'dan bile konuştular.
Yaklaşık bir saat sohbetten sonra dernekten ayrıldılar.
Amca 2018 eski model Volvo aracına binerken,
arabanın camına iliştirilmiş bir not buldu.
Katlanmış kâğıdı yırtarcasına açtı ve dudaklarından
şu cümle döküldü:
"Nokta nokta birleştiğinde bir memleket resmine
dönüşen, Anadolu'nun ıssız dağ başlarında karanlığa
inat yanan çoban ateşleri gibi gece.."
Martalı Matyas
Mesajı anlamıştı amca. Kâğıdı tekrar katlayıp
cebine koydu. Buluşma adresine, ateşe doğru yola
çıktı...
56
57
GELECEĞİMİZDEN SESLER
İÇİMDEN
BÖCEK
ÇIKTI
Ecrin Atbaşı
Mert uyandığında saat sekizi geçiyordu anlaşılan
yine okula geç kalmıştı. Hızlıca kalkıp üstünü giyindikten
sonra karnının gurultusu ile aşağıya indi.
Annesi de yeni kalkmışa benziyordu. Annesine ‘’
Anne çok acıktım ama yine okula geç kaldım. ‘diyerek
kahvaltısını yaptı. Servisi kaçırdığından bu gün
onu okula babası götürecekti.
Okula gittiğinde mahcup bir şekilde’ “Geç kaldığım
için özür dilerim öğretmenim.” ’diyerek yerine
geçti. Dersleri Türkçe’ydi. Konu ise çok eğlenceliydi;
‘’Korkak” isimli bir metin okuyacaklardı.
Öğretmen okutmadan önce ‘’Evet çocuklar, sizin
en çok korktuğunuz şey nedir? ’diye bir soru sordu.
İlk cevabı veren Banu’ydu ‘’Benim en çok korktuğum
şey karanlıktır. Geceleri gece lambası olmadan
uyuyamam.’’ deyince bütün sınıfı bir kahkaha
aldı. İkinci cevap veren Mert’ti. Mert’in “Benim en
çok korktuğum şey böcektir öğretmenim” demesiyle
kahkahalar arttı. Öğretmenin “çocuklar artık
metni okuyun” demesiyle tüm sınıf metni okumaya
başladı.
Okuldan yorgun bir biçimde dönen Mert o yorgunlukla
uyuya kaldı. Uyandığında her şey şaşırtıcı
bir biçimde büyüktü. Hemen duvar aynasına giden
Mert aynada böcek görünce ‘’Aaa böcek! ‘’diye
çığlık attı. Hemen geriye bir adım attı ama Mert ne
yapsa böcekte aynısını yapıyordu. Durum aşikârdı
Mert böcek olmuştu.
Dışarıya ilk defa böcek olarak çıkan Böcek Mert
ezilmekten çok korkuyordu. Kimseye görünmeme
çabası boşaydı. Her gören kişi ‘’Aaa böcek, anne
böcek, öldürelim o böceği!’’ diyordu. İnsanların
korkutucu bakışlarına maruz kalmak çok kötü bir
duyguydu.
İnsanlar tarafından dışlanalı 2 gün olan Böcek
Mert çok üzgündü. Sanki bir kaya parçasının
üzerinde sağa sola, yukarı aşağı gidiyordu ve her
yerde kendisinden korkan ve öldürmeye çalışan
insanlarla karşılaşıyordu. Eskiden en çok korktuğu
hayvan olan böcek şuan en çok acıdığı hayvan
oluvermişti. Evet, insanlar korkuyor olabilir ama bu
kadar korkak ve acımasız olmamalıydılar.
58
Hemen yola koyulan Böcek Mert az gitti, uz gitti
dere tepe düz gitti. Ama unuttuğu bir şey vardı. Bir
böcek ancak kendi gözünde az gidip uz gidebilirdi.
Gittiği yer topu topu bir metre uzaklıktaki otobüs
durağıydı. “Off Off,” diye zıpladı! Olamaz zıpladığı
yer öğretmeninin ayağıydı. Aklına bugün okulda
düzenlenecek bahar şenliği geldi, öğretmeni oraya
gidiyor olmalıydı. Dün okulda yaptıkları kâğıttan
kelebeklerin arasına saklanabileceğini düşündü.
Okula vardıklarında hızlıca kelebeklerin bulunduğu
yere gitti. Onu ilk fark eden karşı sınıftaki Gıcık
Hasan’dı. Gıcık Hasan herkes gibi ‘’Aaa, böcek
var!’’ diye bağırdı. Ama bu nasıl olabiliyordu küçücük
bir hayvandan korkuyorlardı. Hızlıca okuldan
çıkmaya çalışan Böcek Mert’in üzerine kozalaklar
yağmaya başladı. Bir kozalak sağ bacağını sıyırıp
zıpladı. Son anda kurtulmuştu. Okul bahçesinden
kaçmayı başaran Böcek Mert ne yazık ki sınıfa saklanmak
zorunda kaldı. Çok yorgun ve üzgün olan
Böcek Mert’in iki gündür unuttuğu bir şey vardı hiç
yemek yememişti. En kısa sürede yemek bulması
gerekiyordu. Aklına Banu’nun tavşanı geldi. Ne alakası
mı var? Var çünkü ona verilen yemeklerin bir
kısmını yiyebilirdi. Ama bu hiç kolay olmayacaktı.
Çünkü böcek olduğundan bu yana hayat çok zordu.
Hemen Banu’nun çantasına saklandı ve Banuların
evine gitti. Eve gittikten sonra Banu’nun çantasından
atlayıp hızla evin dışına çıktı. Beton duvarın yanından
yavaşça kulübeye ilerledi. Tam bir adım kalmıştı
ki Banu’nun evden çıktığını gördü. Banu’nun
tavşanını alıp eve geri dönmesi tam isabetti. Tavşana
verilen marulun bir kısmını yedikten sonra hemen
geri döndü. İstikamet parktı. “Çimlere basmak
yasaktır” adlı tabelanın arka kısmına yani çimlere
gitti. En güvenli yer orasıydı çünkü hiçbir insan yasayı
çiğnemediği müddetçe ezilme olasılığı yoktu.
Oraya gider gitmez en sevdiği ağaç olan meşe
ağacının altına gitti. Kaç gündür yürümekten helak
olan Böcek Mert tam yatacaktı ki yaralı olan sağ
bacağından biri tutup onu cam kavanozun içine
hapsetti. Yine canı yanan Böcek Mert hızlıca kavanozun
içinden çıkmaya çalışsa da her seferinde denemesi
başarısızlıkla sonuçlandı. Anlaşılan buradan
çıkma ihtimali çok düşüktü. Cam kavanozun içinde
ağlamaya başladı. Tam o sırada kavanozun kapağı
açıldı ve yanına bir tutam marul koyuldu. Her ne
kadar burada olmaktan üzülse de en azından karnını
doyurabilecekti.
Tam bir gününü cam kavanozda geçiren Böcek
Mert’in yemeği bitmiş havası tükenmek üzereydi.
Onu buraya koyan sınıflarındaki Ali’ydi. Son nefeslerini
alırken Ali’nin geldiğini gördü. Arkadaşları ile
birlikte geliyordu. Çok korkmaya başlayan böcek
Mert yerin de duramadı. Ali, arkadaşlarına göstermek
üzere kavanozu yukarı kaldırdı. Ama kavanozu
kaldırır kaldırmaz elinden kayıp yere düşen
kavanozun ağız kısmı kırıldı. Böcek Mert kırılan
kavanozdan hızlıca kaçıp kanepenin altına girdi.
O da neydi? Karşısında başka bir böcek duruyordu.
Karşısındaki böcek ona ‘’Merhaba benim adım
Yeliz. Sende mi onun elinden kaçtın? Peki senin
adın ne?’’ gibi bir sürü soru sordu. Böcek Mert
‘’Benim adım Mert. Evet, onun yani sınıf arkadaşımın
elinden kaçtım. ‘’deyince Yeliz: ‘’Sınıf arkadaşım
derken? Sen okula mı gidiyorsun? ‘’dedi. Kısa
bir düşündükten sonra Böcek Mert “Ben eskiden
insandım. Bir sabah kalktığımda kendimi böcek
olarak buldum.’’ demesinin üzerine Yeliz ‘’Şaka yapıyor
olmalısın, bu nasıl oluyor ki? Neyse şu anda
bundan daha önemli bir sorunumuz var. Bu evden
nasıl çıkacağız?’’ der demez Böcek Mert “tabii ki
de birlik olarak. İkimiz beraber hızlıca aşağıya inip
çıkışa gideceğiz. Birisi kapıyı açana kadar bekleyeceğiz.
Zaten gerisi çok kolay.” dedi ve yola koyuldular.
Planları sonuna kadar işlemiş olan ikililerin
şimdiki yolları otobüs durağıydı. Otobüse binip ‘’
KELEBEK DİYARI’’ adlı yere gidip hayatlarının
devamını orda geçireceklerdi. Ama oraya gitmek
için o koca kara yolunu geçmeleri gerekiyordu.
Geçmeye başladılar fakat yol bir türlü bitmek bilmiyordu.
Hızla giderlerken büyük bir kamyonun
üstlerine geldiğini gördü. Mert’in son duyduğu sözcük
Yeliz’in ‘’Uyan lütfen uyan’’ idi.
Mert zorla da olsa gözlerini açabilmişti. Fakat etrafta
ne yol, ne kamyon ne de Yeliz vardı. Karşısında
onu uyandırmaya çalışan birazda telaşlı annesi vardı.
Annesinin sesi ona çWok iyi gelmişti. Derin bir
nefes aldı. Ne yani yaşadığı her şey rüya mıydı?
59
GELECEĞİMİZDEN SESLER
HAYVAN
DOSTLARIMIZ
Mehmet Sungur Kılıç
Gergedan Sivriboynuz, genç ve meraklı bir
gergedandı. Afrika’da diğer hayvanlarla birlikte
birbirlerinin hakkına saygı duyarak huzurlu bir
yaşam sürüyorlardı.
Sivriboynuz bir gün su içmek için en yakınındaki
su birikintisine gitti. Oraya vardığında
gördükleri karşısında çok şaşırdı. İki insan bu civarda
elinde tüfeklerle dolaşıyordu. Sivriboynuz
hemen saklandı. İnsanlar oradan uzaklaşınca
hemen suyunu içti ve arkadaşlarına gördüklerini
anlatmaya gitti. Arkadaşları olanları duyunca ne
yapacaklarını bilemediler ve bağırmaya, koşmaya
başladılar. Sonra Kral Aslan:
-Durun! Diye bağırdı.
-Birlikte çalışırsak onları yenebiliriz.
Oradan Zebra Hızlı şöyle dedi:
-Ama bizim onları durduracak kadar gücümüz
yok. Onlarda tüfek var bizlerde ise hiçbir şey
yok, dedi.
Oradan Deve Kuşu Tüylü söze girdi:
-Zebra Hızlı haklı ama birlikten kuvvet doğar
bunu unutmayın, dedi Tüylü.
Sonra bir çift silah sesi duyuldu. Herkes tekrar
bağırmaya, koşmaya başladı.
Kral Aslan:
-Susun! Herkes silah sesinin geldiği yere gitsin,
dedi Kral Aslan.
Silah sesinin nereden geldiğini gören herkes çok
şaşırdı. Orada Leopar Benekli’nin yattığını gördüklerinde
çok üzüldüler. En çok da Benekli’nin
yavrusu Turuncu üzüldü. Yavru leopar Turuncu
çok küçük olduğu için annesinin neden uyanmadığını
bir türlü anlayamıyordu. Diğer hayvanlar
onu oradan uzaklaştırdılar. Sonra da insanlar
Benekli’yi götürdüler.
Sivriboynuz artık dolaşmaktan korkuyordu.
Yine bir gün Sivriboynuz su içmeye giderken
açık kahverengi kıyafetli bir insan gördü, o insan
diğerleri gibi değildi. O adam yaralı hayvanlara
yardım ediyordu. Suyunu içerken açık kahverengi
kıyafetli o kişi Sivriboynuz’u gördü ve şaşırdı
onu korkutmadan yaklaştı ve onu okşadı. Sivriboynuz
o adamı görünce onu tanıdı ve kendisini
okşamasına izin verdi. Sonra o insan gitti. Sivri
boynuz da evine gitti. Ve olanları arkadaşlarına
anlattı.
Kral Aslan:
-Demek ki bizi seven insanlar da varmış, bütün
insanlar kötü değilmiş, dedi.
Birkaç gün sonra Sivriboynuz gezerken tel bir
duvar gördü. O duvarın üstünde “Nesli tükenmekte
olan hayvanlar bölgesi izinsiz girmeyin.”
yazıyordu. Sivriboynuz bu yazıyı görünce hem
çok mutlu oldu hem de çok üzüldü. İçinden,
keşke bu önlem Leopar Benekli ölmeden önce
alınsaydı, diye düşündü. Geç de olsa hayvanların
öneminin anlaşılmasına ise sevindi.
60
FOTOĞRAF: EMEL BEYAZ
61
“Bir millete geçmişini unutturmak, onu yok etmenin ilk şartıdır.”
Hüseyin Nihal Atsız