You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Zafer’e İthafen
“Kıvılcım çıkarmak için kırk kişi yeterdi bize” diyerek çıktık yola. Bu kutlu yolda akletmenin farziyetini
düstur edinerek, dosdoğru olmaya çalıştık. “Fitne öldürmekten kötüdür” buyrulmuştu, sakındık.
Mücadele edilecek mihraklar binbir çehreye bürünmüştü. Cehalet ve taassubla mücadele edecek
hür dimağlar yetişsin diye çabaladık. Yeri geldi yorulduk, azaldık, çoğaldık ama yalnızca hakikate
itaatten vazgeçmedik. Sevmenin imandan olduğunu ve kardeşlik hukukunu unutmadık. On iki yıl
boyunca birbirinden değerli akademisyenlerimizin ve azim dolu gençlerimizin katkı ve emekleriyle
bugünlere eriştik. “Şahıslar fani, dava bakidir” dedik, bir bayrak değişimi yaptık.
Çalışmalarımızı daha geniş kitlelere ulaştırabilmek amacı ile yeniden yayın hayatına başlayan Kırktuğ,
şanlı tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri olan büyük taarruzun sene-i devriyesi münasebetiyle
ikinci sayısı ile istifadelerinize sunduk. Dileriz Kırktuğ’un kıvılcımları gönüllerde umut
ateşleri alevlendirir. Alevlendirir de doksan altı yıl önce verdikleri mücadele ile bugün kalem oynatabilmemize
vesile olan kahramanların ruhları şad olur.
Gayret bizden, takdir Allah’tandır.
Tuba Sarı Çitil
Yönetim Kurulu Başkanı
2
Editör’den Sevgilerle
Tuğba Dinç
İMTİYAZ SAHİBİ
Genç Akademisyenler Derneği Adına
Tuba Sarı Çitil
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ & EDİTÖR
Tuğba Dinç
YAZI KURULU
Alperen Arslan
Duygu Doğuş
Nermin Fatma Gülcük
Kağan Tüber
GRAFİK TASARIM
Alper Şenadam
SOSYAL MEDYA SORUMLUSU
Hamit Berat Kaya
ve emeği geçen hakemlerimize
teşekkür ederiz...
“Selam şanlı mazimize! Selam yarına!
Selam zafer ordusunun silahlarına!
Ey geçmişin yiğitleri! Selam sizlere
Ey yarının şehitleri! Selam sizlere!”
ATSIZ
Tarih 26 Ağustos 1071 Cuma günü, dirayetli ve
azimli bir Türk ordusu muhteşem bir lider Sultan Alparslan
ile Malazgirt Ovası’nda Anadolu’yu Türk milletine
vatan yapacak bir büyük zaferin kapılarını açar.
“Allahu Ekber” nidaları eşliğinde Turan taktiği Hilal’in
içine kıstırılan düşman büyük bir hücum ile ortadan
kaldırılır. Bu kutlu zaferi takip eden zaferler muazzam
bir tevafukla devam eder. Aradan geçen 800 yıl kadar
süre sonra aynı gün 26 Ağustos sabahı cesur ve kararlı
bir önder Mustafa Kemal Atatürk ve şanlı ordumuzun
azmi ile Büyük Taarruza gidilen yolda kazanılan zafer
ile Anadolu’nun Türklerin ebedi yurdu olduğu kesinleşir.
Orta Asya’dan başlayan serüvenin son durağı ve
asli vatanı Anadolu toprakları olur. Bu güzide vatanın
emanetlerine ve hudutlarına sahip çıkmak bizlerin yegâne
gayesi ve vazifesidir. Köklü ve kavi milli benliğimizi
zedeleyen, yıpratan her şeye zaferlerle onurlanan
asil tarihimizden ders alıp sağlam bir ati inşa etmeliyiz.
“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa
olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir
ulus ilim ordusuna sahip değilse savaş meydanlarında
kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır. Bu nedenle bir an
önce büyük mükemmel bir ilim ordusuna sahip olma
zorunluluğu vardır.” Önderimizin, düsturumuz olan bu
sözü ile dimağımızdakini gönlümüzle harmanlayıp azığımızı
sağlamlaştırmalıyız. Çıkılan bu yolda, zaferlerin
şahlandığı bu vakitte bir şah daha kaldırmaktır emelimiz,
Kırktuğ’un yağız çerileri ile Türk milletinin zaferine
şan katmaktır ülkümüz.
3
15
28
6
16
Başbuğ Alparslan Türkeş’in Eğitim Sorununa İlişkin
Görüşleri ve Yapılması Gerekenler - Mustafa Altıntaş 06
Medeniyet Anlayışımız - Murat Emre Şahin 10
Bir Asır Öncesinden Bize Miras Ne Kaldı? - Emre Özsoy 12
Düş Kapanımız Mustafa Kemal - Alper Şenadam 15
Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran ile Zafer Haftası Söyleşisi 16
Veryansın - Kağan Tüber 21
Yalnızlık Paylaşımı - Ayşenur Akın 22
Kapitalizmin Getirdiği Öz Benliğe
Yabancılaşma Bozukluğu: Özsevicilik - Ayşegül Nisa Dur 24
Ardıç Ağacı - Tuğba Dinç 26
Veda - Yula 27
Ketaki Çiçeği - Nermin Fatma Gülcük 28
Distopya ya da Ütopya: Rüyayı Düşlemek - Sema Karakurt 30
Arıyorum - Samet Can Karakaya 32
52
56
54
61
Daimi Bir Dilemma - Babil İkra 33
Türkiye’nin Enerji Alanındaki Yatırımları ve
Mevcut Durumu - Hamit Berat Kaya 34
Yükselen Küresel Güç Çin ve
Belt And Arpad Projesi - Ömer Furkan Demirci 38
Bilmediğim Yerden - Sümeyra Arslan 43
Oğlumun Adı - Büşra Eroğlu 44
Hile - Recep Güçlü 48
Memleketimden İnsan Manzaraları:
Eber Gölü Saz İşçileri - Gültekin Kayalar 52
Saramago’nun Körlük Romanına
Hobbes’un Leviathan’ı Kapsamında Kısa Bir Bakış - Oğuz Atalay 54
Asfaltta Ata Binenler 2 - Ayaz 56
Küçük Ayı Kayı’nın Macerası - Sultan Kılıç 60
Biriktirmek - Göktürk Afşin Çitil 61
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN
EĞİTİM SORUNUNA İLİŞKİN
GÖRÜŞLERİ ve YAPILMASI
GEREKENLER
Mustafa Altıntaş 1
1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Anabilim Dalı
Giriş
Bu çalışmada Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası
için önemli görülen eğitim sorunu belirlenmiş
ve bu sorun için Sayın Başbuğ Alparslan Türkeş
Bey'in görüşleri çözüm olarak sunulmuştur. Belirlenen
bu sorun geçmişten geleceğe Türkiye'nin
içinde bulunduğu eğitim sorununa katkı sağlamak
amacıyla derleme niteliğindedir. Başbuğ
Alparslan Türkeş'in görüşleri, fikirleri doğrultusunda
öneriler sunulacaktır.
Eğitim ve Kültür Bağlamında
Bir toplumun geçmişten geleceğe geçen sürede
meydana getirdiği nesiller boyunca aktardığı
maddi ve manevi özelliklerin tümüne kültür denir.
Kültür, toplumların kimliğini oluştururken
onları diğerlerinden ayırt eder. Toplumların yaşama
biçimi ve düşünce şekilleri kültürdür.
Alparslan Türkeş farklı düşünceleriyle, yaşadığı
dönemde Türkiye'deki kültüre ait fikirlerini anlatmıştır.
Kültür en önemli kale olup eğitim ise
bu kale duvarlarını ayakta tutan ya da rahatça
yıkabilen önemli taşların bütünüdür. Bugün yeryüzünde
ve milletler arasında adına sessiz savaş
diyebileceğimiz kültür savaşı bütün şiddetiyle
devam etmektedir.
Milletler, kültür savaşında başka milletlerin
dilini, dinini, örf ve geleneklerini, milli ve
manevi değerlerini yıkmayı ve kendi kültürlerini
yerleştirmeyi hedef alırlar. Onun için kültür savaşı
alfabeyi ezberleme ve ezberletme davası değil;
nesillerin zihnini, gönlünü ve bedenini yetiştirme
ve geliştirme davasıdır. Bugün memleketimizde
Milli Eğitim Bakanlığının plan ve programları
milliyetçi bir gençlik yetiştirilmesi hedefinden
uzaktır.
Uluslar, kültür savaşlarında diğer milletlerin
dinini, dilini, örf ve adetlerini, milli ve manevi
değerlerini yıkmayı ve kendilerinin kültürlerini
oraya yerleştirmeyi hedef almaktadırlar. Bu yüzden
kültür savaşları alfabeyi ezberletme değil;
nesillerin zihinlerini, gönüllerini ve bedenlerini
yetiştirme davasıdır. Bugün ülkemizde eğitim
plan ve programları milliyetçi bir gençlik yetiştirilmesi
hedefinden uzaktır.
Alparslan Türkeş bir bakımda kültür yozlaşmasının
ülkemizin geleceği olan gençleri esir
almasından yakınmıştır. Bunun için de eğitim
kurumlarının yapması gereken davranışları
açıklamaya çalışmıştır. Alparslan Türkeş'e göre
eğitim kurumları ilkokuldan üniversiteye kadar
öğrencilere Türklük şuurunu verecek şekilde
düzenlenmesi gerekmektedir. Türkeş, özelde
üniversite gençliğinde, genelde ise tüm Türk toplumunda
görünen kusurların bol kültürlü bir eği-
6
tim sistemiyle giderileceğini belirtir. Üniversitede
bir takım teorik dersler alan öğrenciler milli
kültür, milli dünya görüşü bakımından boş bırakılmaktadır.
Oysa mevcut hasta bünyenin sebebi
de olan manevi boşluğa kapılma halinin giderilmesi,
bu savaşı kazanmanın da en önemli aşamasıdır.
Aksi halde boş kovanın içine ne konulursa
onu alacağı düşüncesi hâkimdir.
Türkiye'nin kısa sürede kalkınması amacıyla
seçilmiş olan yetenekli kişilerin özel olarak yetiştirilmesi
gerektiğini Türkeş geçmiş yıllarda
belirtmiştir. Millet ile "aydın" olarak atfedilen
kişilerin birbirinden kopuk olmaması gerektiğini
belirten Türkeş, aydın kişilerin yaptıkları faaliyetleri
halka açıklamalarını, verdikleri eserleri
halkın benimsemesini sağlamalarını ve topluma
kulak vererek onlarla iç içe olmalarını sağlaması
gerektiğini belirtmiştir. Bu konuyla ilgili de "aydın
zümreden" beklentilerini şu şekilde dile getirmiştir:
"Bu güne kadar olduğu gibi Türk milletini yalnız
kendi yazdığınız kitabı okumaya, yalnız kendi
söylediklerinizi dinlemeye çağırmayınız. Siz de
onun söylediklerini dinlemeye, onun okuduğu
kitabı okumaya, onu tanımaya, anlamaya koşunuz."
Türkiye'deki eğitim anlayışının ve politikalarının
genel çerçevelerinden birisi de aydın kişilerin
hangi şekillerde yetiştirileceği konusudur.
Önemli olan gereksinimlere hızlı cevaplar verebilecek
nitelikli insanlar yetiştirmektir. Bu itibarla
yapılması gereken, en son teknolojilerin
kullanıldığı üretim araçlarına eş değer şekilde
insan kaynağı yetiştirmektir. Burada geçmişte
de bahsedilen durum günümüzde de aynıdır.
Yönetim felsefesinde olduğu gibi ilk başlarda
makine olarak görülen insanın daha sonra bir
amaç olarak görülmesi, eğitimin verdiği bir sonuç
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Alparslan Türkeş'e göre eğitimden beklenen, bir
ülkede yaşayan genç zihinleri bir araya getirmek,
onlara geçmişlerini ve ülkenin içinde bulunduğu
durumları öğretmek, milli olarak gelişmede
gerekli insan kaynağının faydalı bir şekilde
yetişmesine önem vermektir. Başka bir deyişle
eğitimin iki farklı görevi vardır. Birincisi milli
kültür ve şuuru oluşturmak, ikincisi ise çevrenin
kalkınmasına katkı sağlamaktır. Bu bilinçle gelişecek
Türk gençliği kültürel, sosyal ve ekonomik
olarak kalkınma amacımızın mimarları olacaktır.
Türkeş, Türk gençliğini geleceğin Türkiye'sinin
temel taşlarını oluşturan unsurlar ve yüksek yöneticileri
olarak gördüğünü dile getirmiştir.
7
Alparslan Türkeş teknik eğitim konusunda da
fikirler beyan etmiştir. Teknik eğitimin öncelikli
yer tutmasını, sadece orta öğretim değil yükseköğretimde
de ileri seviyede olmasını söylemiştir.
Yükseköğretim ile yetenekli kişiler aydın
insanlar olarak ve ülkenin sosyal, ekonomik ihtiyaçları
göz önünde bulundurularak yetiştirilmesi
gerektiğini belirtmiştir.
Türkeş eğitim için yapılması gereken şeyleri kısaca
özetlemiştir. İlk hedefleri olarak yönetimde
yenilikler yapılacaktır. Yapılan yeniliklerle eğitim
ve moral seferberliği oluşturulacaktır. Eğitimde
amaç hak, hakikat aşkı ve millet sevgisi,
milliyetçilik anlayışı olacaktır. Eğitimin diğer
amacı öğrencileri ekonomik hayat için üretici
olarak yetiştirmek olacaktır. Hem eğitimle hem
de ekonomi ile Türkiye'yi geleceğe taşımak en
önemli görevlerimizdendir.
Sonuç
Bu çalışmanın amacı milliyetçi bir kişiliğe sahip
olan Alparslan Türkeş Bey'in eğitim konusundaki
düşüncelerini bir araya getirerek değerlendirmelerde
bulunmaktır. Bu amaçla Türkeş'in yazdığı
eserlerden esinlenerek eğitim konusundaki
görüşleri aktarılmaya çalışılmıştır. Tabii burada
geçmişteki düşüncelerin günümüzdeki uygulanabilirliği
tartışmalı olabilir ama şu da bir gerçektir
ki milliyetçi düşünmek, ahlaklı olmak, kültürünü
yaşatmak aradan bin yıl da geçse değişmeyecek
bir olgudur. Alparslan Türkeş'in ilk amacı milliyetçi
bir ruh ve bilinçle gelecek nesiller yetiştirmek
olsa da Türkiye'nin geleceğe taşınmasında
sadece fikri olan durumların değil aynı zamanda
bütünsel olarak her alanda önemine vurgu yapmıştır.
Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu durumda
eğitim seviyesi geçmiş yıllara göre artmış durumdadır.
Fakat Türkeş Bey'in de belirttiği üzere
"nitelikli eğitim" denilen hadise günden güne
ortadan kalkmakta ve yok olmaya doğru gitmektedir.
Bunun en bariz örneği Türkiye'deki üniversite
sayılarıdır. Üniversite sayılarının artması
eğitimin kalitesinin artmasından çok düşmesine
sebep olmuştur. 1980'li veya 1990'lı yıllardaki
lise mezuniyeti bir ayrıcalık olmaktan çıkarak
üniversite mezuniyeti bir ayrıcalık olarak görülmeye
başlanmışken, günümüzde üniversite mezuniyeti
de artık bir ayrıcalık olmaktan çıkmıştır.
Gelecekte lisansüstü eğitimin ve doktora eğitimini
de ayrıcalıklı bir statü olmaktan çıkılacağı
düşülmektedir.
Naçizane yapılması gereken şeylerden bahsede-
8
cek olursak hangi hükümet olursa olsun eğitimin birinci önceliğe alınması gerekmektedir. Ayrıca
kaliteli ve nitelikli eğitimin oluşturulması için sorunun asıl kaynağına inilmeli, sadece bir kaç kişinin
önerileriyle sistem alt üst edilmemelidir. Yeni açılan üniversitelerdeki gereksiz bölümler bir daha
açılmamak üzere kapatılmalı, iş imkânı olmayan bölümler açılmamalıdır. Ayrıca sosyal bilimler, fen
bilimleri, sağlık bilimleri gibi alanlara ihtiyaç duyulduğu kadar teknik alanlara da ihtiyaç duyulmaktadır.
En azından iş imkânı olan (bazı özel üniversiteler örnek alınarak) bölümler açılarak öğrenciler
ve aileler teşvik edilmelidir. En önemlisi de geleceğimizin teminatı olan gençlerin; ilkeli, dürüst,
hakkaniyeti esas alan, ahlaklı, milli ve manevi değerleri benimseyen, inançlı ve çağın gerektirdiği
niteliklere sahip olduğu bir ülke temenni ediyoruz.
9
MEDENİYET
ANLAYIŞIMIZ
Murat Emre Şahin
Medeniyet, kolektif yaşantının ürünü olan akıl ve imanın estetik bir görünüme kavuşmasıdır.
Her insan belli bir kültür ortamında doğar, büyür
ve gelişir. Kültür ise insan ve toplum hayatının
maddi ve manevi hayatında ortaya koyduğu
bütün hususları içerisinde barındır. Dolayısıyla
insan kültür sayesinde tarihin ve coğrafyanın insana
kazandırdıklarının yanında örf, adet ve geleneklerden
beslenen bir inanç sistemi içerisinde
hayatını sürdürmektedir.
İnsanı ve toplumları birbirinden farklı kılan,
bireysel ve toplumsal kimliklerini oluşturan unsurlarına
baktığımızda madde ve mananın belirleyici
bir rolü bulunmaktadır. İnsanın, madde
ve mana ile olan ilişkisine göre kültür ve medeniyet
anlayışları değişmektedir. Kültürü oluşturan,
medeniyete derinlik katan, geleceğe yönelik
tasavvurlar ortaya koymasına imkân veren temel
dinamikler olarak madde ve mana arasındaki ilişkinin
boyutunu görebiliriz. Bu anlayış içerisinde
her toplumun kültür ve medeniyet anlayışının
farklı olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Kültür ve Medeniyetinin dayandığı zeminin
sağlamlığı madde ve mana alanlarındaki ilişkiye
bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, insanın, ahlâklı,
toplumsal ve şahsiyet sahibi birer varlık olarak
hayatını sürdürebilmesi için bu iki unsurun yani
madde ve mana arasındaki dengenin korunabilmesine
bağlıdır.
Kültür ve medeniyet, kolektif yaşantının ürünüdürler.
Kültür, insanın ortaya koyduğu her şeydir.
Buna bağlı olarak kültür, toplumların yaşam
tarzlarını gösteren bütünlüğü ifade etmektedir.
Medeniyet ise insanın ve toplumun madde ve
mana arasındaki ilişkisinin bütünlüğünü gösterir.
Kültürlü insan, içinde yaşadığı toplumun yaşam
tarzını gösteren kişidir. Medeni insan ise kişinin
tavır ve davranışlarına, ortaya koyduğu eserlere
madde ve mana ekseninde anlam katan kişidir.
Bu anlamda medeniyet, insan ve toplumların
sadece teknik anlamdaki gelişimini ifade etmemektedir.
Dolayısıyla bir medeniyet unsurunun
maddi boyutu olduğu kadar, manevi boyutu da
muhakkak vardır.
Medeniyet kavramı, modernleşme, çağdaşlaşma,
batılılaşma gibi kavramların muadili gibi görenler,
kullananlar da bulunmaktadır. Medeniyet
kavramı, Arapça olan Medine kelimesinden tü-
10
retilmiş Türkçe bir kelimedir. Batı literatüründe
kullanılan modernleşme kavramı, insanın ve toplumun
maddi alandaki teknik gelişmelerini gösteren
bir kavramdır. Meselenin maddi boyutuyla
ilgilenmektedir. Ancak medeniyet kavramı, birey
ve toplumların madde ve mana eksenini birlikte
ele almaktadır.
Bir medeniyet unsurunun iki boyutu vardır. İçinde
hem maddi (akıl) hem de mana (iman) boyutu
vardır. Ve bir medeniyet unsurunun, yani madde
ve mana arasındaki bütünlüğün estetik bir karşılığı
olması gerekir. Örneğin, insanın konuşmasına
dikkat etmesi, İstanbul Türkçesine hâkim olması,
onun medeni bir insan oluşunun göstergelerinden
birisi olarak görebiliriz.
Bireyden topluma, ortaya konan bütün eserlerde
bu derinliğin, bütünlüğün izlerini görmek mümkündür.
Edebiyatta, sanatta, mimaride, teknolojik
olarak ortaya konan eserlerde, insan ilişkilerinde,
insan davranışında vs. medeniyet anlayışının izleri
vardır.
Her toplum, kendi medeniyet tasavvurunu oluştururken,
toplumu meydana getiren madde ve
mana unsurları arasındaki ilişkiye göre şekillendirir.
Türklerin medeniyet anlayışını oluşturan
dinamikler ile Batı ve Doğu toplumlarını oluşturan
dinamikler arasında farklılıkların olması doğaldır.
Çünkü Türklerin medeniyet anlayışı, Türk
kültür ve tarihinden beslenmektedir. Diğer bir
ifadeyle, medeniyet anlayışımız Türk tarihi, coğrafyası,
örf, adet, gelenek ve inançları ile Türk
insan aklının ortak ürünüdür.
Medeniyet tasavvurumuzun estetik bir karşılığı
olmak zorundadır. Çünkü her medeniyet
unsurunun estetik bir karşılığı muhakkak
vardır. Eğer bizler yeni bir medeniyet tasavvuru
oluşturacak isek, bizim medeniyet anlayışımızı
oluşturan temel dinamiklerin farkında olmak,
bireyin ve toplumun hem madde hem de mana
ekseninde gelişimine önem vermek hepimizin
ortak görevi olmalıdır.
11
Bir Asır Öncesinden
Bize Miras
Ne Kaldı?
(Kendimizi Sorguluyoruz)
Emre Özsoy
XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk çeyreği arasında
kalan zaman dilimi, bilhassa kuzey Türklüğü
tanımlaması içerisine sığdırabileceğimiz Rusya
Türkleri için en yoğun tarih aralığı idi. Bu devreye
yoğunluk sıfatını veren “Yenileşme Hareketi”
ya da daha fazla tercih edilen bir adlandırma olan
“Ceditçilik Hareketi”nden başka bir şey değildi.
Söz konusu hareket, o zamanın dili ile “ümmeti
içine düştüğü kötü durumdan kurtaracak reçeteleri”
öne sürmekteydi. Bu tanım kısa süre sonra
milli kimlik üzerinden yapılacak ve “çoğunluğu
Müslüman olan Türk-Tatar milletini modern dünyaya
ulaştırma” amacına hizmet edecektir. Ceditçilik
çatı bir kavram olmakla beraber içerisinde
iki büyük alana ayrılmaktaydı. Birincisi “Dinî”,
ikincisi ise “Eğitim”. Dinî alanda amaç; İslâm dinine
sonradan katılmış hurafeleri ortadan kaldırmak
ve İslâm’ı saf haline döndürmek. İkinci alan
da ise; İçerisinde pozitif bilimlerin de olduğu
çağın gereksinimlerine cevap veren eğitim kurumları
kurmak, umumi bir Türk dili meydana
getirmek, özellikle kadınların eğitim durumlarını
yükseltmek ve onları toplum içerisindeki hak ettikleri
yere ulaştırmak amacını taşımaktaydı. Bunun
dışında, özellikle 1905 Rus-Japon savaşı ve
akabinde Çarlık Rusya’da meydana gelen 1905
devrimi ve sınırlı özgürlük sonrasında hareket siyasi
alanda da kendisine yer edinecektir.
Ceditçi hareketin tarihi seyri ayrı bir konu olmakla
beraber, bizlere bırakılan miras asıl konuyu
oluşturuyor. Kullanılan “miras” kelimesinin iki
ayrı içeriği bulunmaktadır. Ben bunlar üzerinde
durmak istiyorum. Milliyetçi camianın ekseriyeti,
özellikle aydın-genç nesil, içerisinde bulundukları
durumdan memnun olmamakla birlikte,
bir şey yapmanın mücadelesini de vermektedirler.
Onların düşündüğü “an” dan ziyade büyük
bir “gelecek” tir. İşte söz konusu mirasın birisi
buna yönelik. Ceditçi aydınların Türk milliyetçilerine
bıraktığı büyük miras: “İnanç, mücadele,
zafer.” Bu üçleme mirasın ilk ayağı. Bir şeyler
yapmanın derdinde olan Türk gençliğine bırakılan
altın armağan. Düşünün; ortada bir avuç mücadele
veren insan. 25 milyon Türk’ün hakkını
koskoca Çarlık hükümetine karşı savunma derdinde.
Rus baskısı yetmezmiş gibi kendi ırk ve
dininden olanlar tarafından da zarara uğratılan bir
avuç kafası çalışan... Hemen burada bir parantez
açıyorum. Sizlere “içtenlik” kelimesinden bahsetmek
istiyorum. Kitabı hiç okumadım. Sadece
açık kalan sayfada altı çizili cümleye aklım uzun
süre takıldı. “İçtenlikli olmak”: özüyle sözü ya
da düşüncesiyle davranışı uyuşuyor olmak demektir.
İşte bu insanları anlatan en güzel tanım.
Hepsi içtenlikli insanlardı. İsmail Bey Gaspıralı,
Yusuf Akçura, Sadri Maksudi Arsal, Fatih Kerimî,
Musa Carullah Bigi, Rızaeddin Fahreddin…
Hepsi davalarına körü körüne bağlanandan ziyade
“inanç”lı insanlardı. Onlar en büyük mücadeleyi
vermişlerdi. Bakınız İsmail Bey Gaspıralı ne
diyor: “Beni kendi insanlarıma, hatta neredeyse
12
İslam’a ihanet etmekle suçluyorlar. Bir Moskovalı’dan
daha fazla Rus olduğumu söyleyenler
var.” İsmail Bey Gaspıralı’ya yapılan bu zulüm
kendi insanından gelmişti. Ama onlar yılmadılar
ve mücadelelerinden vazgeçmediler. Sonuçta ne
oldu? Burada bu soru sorulabilir. Elcevab: Bir
avuç insan koskoca Çarlık Rusya’ya, Mutaassıp
din tüccarlarına, İslam dinini bozan yobazlara,
milleti inkâr edenlere, cinsini peşkeş çekenlere
karşı galip geldi. Ceditçi hareket başarılı oldu.
1917 Ekim Devrimi onların hareketini kesip, sonrasında
aydınları kırarak engel olmaya çalışsa da
bu inanç asla bitmedi. Bakınız 25 Aralık 1991 yılında
Sovyetler dağıldı. Bunun ardından Bağımsız
Türk Cumhuriyetleri ortaya çıktı. Rusya’ya
bağlı olmakla birlikte Tataristan ve Başkurdistan
Cumhuriyetleri de meydana geldi. Bu ülkelerde
ilk iş olarak Ceditçi dönemin, Sovyetler zamanında
adından söz edilemeyen-yasaklanan (Bir
kısmının iade-i itibarı Sovyetler dağılmadan önce
verilse de ) aydınlar tekrardan gün yüzüne çıktı.
Eserleri yeniden basıldı. Yüzlerce bilimsel kongre,
sempozyum, toplantı… düzenlendi. Kitaplar
yazıldı, basıldı. Çünkü onların bizlere en büyük
mirası inanç, mücadele ve zaferdi. Bu vaziyette
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu güzel sözünün
anlamı daha net ortaya çıkıyor: “Türk çocuğu
atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak
için kendinde kuvvet bulacaktır.” Hamasetten
uzak ve samimiyetle, köklü mazimizin sarsılmaz
taşlarını arkamıza alarak inançla mücadele etmek
İsmail Gaspıralı
ve zafere ulaşmak milli vicdanın en büyük sorumluluğudur.
Bu bize atalardan kalan mirastır.
Ceditçi dönemden bizlere kalan diğer bir miras
ise “sorumluluk” tur. Şimdi her şeyi bir kenara
bırakalım ve samimi bir şekilde kendimize soralım.
Sorumluluğumuzun farkında mıyız? Abartılı
cümleler yazmak niyetinde değilim. 21. Yüzyıl
dünyasının da farkındayız. “Pan” ile kurulmuş
“izm”lerden de bahsetmeyeceğim. Fakat bu insanlar
bizlere bir sorumluluk bıraktı. Şöyle ki,
bizlerin bir “Umumi Türk Dili” şiarı vardı. İsmail
Bey Gaspıralı Tercüman gazetesi ile onu gerçekleştirmek
için ne çileler çekmişti. Kızı Şefika
Hanım’ın anılarını okusanız içiniz yanar. Ne oldu
şimdi ona? Milyonlarca Türk bir kengeş içerisinde
muhtemelen İngilizce ya da Türkçe konuşuyor.
Bu hiç abartısız kardeşlerin konuştuklarını
anlamamaları gibi bir şey olsa gerek. Bu sorumluluk
için vermek zorunda olduğumuz mücadelenin
farkında mıyız? Başka bir şey daha var. Bizlere
“okumak” sorumluluğu da bırakıldı. Bugün,
en azından Türkiye için ortalamanın ne durumda
olduğunu söylemeye gerek yok. Bu oranı buraya
yazamayacağım. Ama çok şükür bunu aşacak
gibiyiz. Kitap fuarları bunun en güzel örneklerinden
biri olsa gerek. Bir başka sorumluluk da
”eğitim” alanında bırakılmıştı. Maalesef bugün
güzel ülkemizin kanayan yarası olan, hepimizin
de az çok malumu olan can sıkıcı durum. Lisans
yıllarımızda bir hocamız şöyle derdi: “Test ve
13
tost ile yıllarca okumuş cahil yetiştirdik.” Bugün
ülkemizde alt yapı yetersizliğinden dolayı beyin
göçü yapılmakta, gençlerimiz Avrupa ve ABD ülkelerinin
hayalini kurmaktadırlar.
Tercüman gazetesini hepimiz biliriz. Kırım’dan
Türk dünyasının her köşesine ulaşan bir gazete,
haberleşme aracı, bir güneş. Gaspıralı’nın ifadesi
ile “Boğazdaki kayıkçılardan, Kaşgar’daki
deve güdücülerine kadar” herkes anlayabiliyor
ve dünyadan haberdar olabiliyordu. Bir de şimdi
gazetelerimize bakalım. Var mı Türk dünyasında
Tercüman gazetesinin yerini tutan bir yazılı basın
ya da internet ortamında faaliyet gösteren bir haber
sitesi? Bugün hangi gazeteyi rahatça elimize
alabiliyoruz? Ne oldu da bize bu kadar kinci ve
birbirimizi istemez olduk?
Bir de “din ve milliyet” gerçekliğinin sorumluluğu
vardır üzerimizde. Ceditçi dönemde üzerinde
çok fazla mesai harcanmıştı. Özellikle din
tüccarı kesim, şimdi de mutaassıplığından bir
şey kaybetmeden pazarlarını kurmaktadırlar. Bu
tüccar kısmı “Tanrı'ya ve Muhammed'e inanan
herkesin Ceditçilerin düşmanı olması gerektiğini,
şeriatın Ceditçiler için ölüm cezasını uygun
gördüğünü” iddia ediyorlardı. Çok fazla değil iki
yıl önce bu tüccar kesiminin başımıza ördüğü çorabı
iyi biliyoruz. Hiç mi ders almayacağız? Hülasa
“din ve milliyet” konusunda dikkatli olalım.
Kendimizi ve geleceğimizi bunların satıcılarına
karşı iyi yetiştirelim. Çünkü bizim dünyamızda en
çok bu ikisinin tüccarlığı yapılmaktadır.
Yazımı Türklerin büyük muallimi İsmail Bey
Gaspıralı’nın sözleri ile bitirmek istiyorum: “ Ey
bunca ümidim ve her vakit iftiharım olan yaş
urum (genç kuşak) ve yaş dostlarım, vatanın
selameti muradınız ise iki ellep (iki elle) maarife
yapışınız; milletimizin terakkisi ve hoş hâli
efkâr-i âlîyeniz (yüce fikirleriniz; idealiniz) ise
maarif yolundan ayrılmanız: maarif yoluna
cehd ediniz (çabalayınız)! Zamanımız maarif
zamanıdır, âlem ise maarif meydanıdır, arif (bilgili,
irfan sahibi)olmayan meydana çıkamaz…
Bilirim sizler azsız (azsınız) velakin korkmanız;
zaman bizimdir, meydan bizimdir. Çoğalırmız,
azalmayız. Maarif manevî bir kuvvettir. Maddî
eşya gibi çokluk, köplük ile ölçülmez. Maarif,
bir kuvvettir ki andan hâsıl olan bir efkâr-ı
âlîyeye (yüce düşüncelere) milyonlar ile insanlar
tâbi olurlar… Korkmanız (korkmayınız)…”
Kaynaklar:
Edward J. Lazzerini, “Ismail Bey Gaspirinskii
(Gaspirali): The Discourse of Modernism and
Russians”, The Tatarrs of Crimea Return to the
Homeland, Ed. Allworth, Cenrtal Asia Book Series,
Duke University Press, Durham-London, 1998,
s.53, 64.
İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserler 4 (Eğitim
Yazıları), Haz. Yavuz Akpınar, Ötüken Neşriyat, İstanbul,
2017, s. 69.
Afşar Timuçin, Ahlaksızlık Üzerine, Bulut Yayınları,
2. Baskı, İstanbul, 2010, s.18.
14
DÜS KAPANIMIZ
,
MUSTAFA KEMAL
Alper Şenadam
İki nesnenin birbirine üstün gelmeye çalışmasıyla evren, insanlık ise bir kardeşin diğer kardeşinin çabasına
saldırmasıyla başladı. Kavgalar, savaşları doğurdu. Binlerce yıllık yazılı tarihte bildiği dünyanın hâkimi olmak
için çabaladı. Bazı milletler şehirlerde yaşadı. Onlar için savaş ikinci planda kalırdı. Ancak şehir kuramayan
ve yapı oluşturmanın zor olduğu yerlerde yaşayan milletler, avcılık ve savaşlardan ganimet kazanarak geçinen
bizler, hayatımızla savaşmayı karıştırmış Türk toplum düzeni denilebilecek bir sentezi ortaya koymuşuz.
Özellikle izlerimizin ilk bulunduğu yerlerin Sibirya ormanlarının içleri olmasıyla avladığımız hayvanları yememiz,
karşılaştığımız her topluluğa karşı baskın olabilmemizi sağladı. Şehirlinin önüne çıksa korkudan donup
kalacağı hayvanların peşine düşüp avlıyorlardı. Bu toplum düzeni çok küçük yaşlardan başlayarak devam
etmekteydi. Hayatının her dakikasını savaş içerisinde geçiren atalarımız öyle hal almışlardı ki gördükleri hiçbir
şey onları korkutamıyordu. Korkmak bir yana kalsın, komşu topluluklar çocuklarını korkutmak için Türk
kelimesini kullanıyorlardı.
Bunun yanı sıra korkulan tek biz değildik. Diğer göçebe topluluklardan da korkulurdu. Mesela Moğollar... Ancak
hem konumumuz hem de demiri daha iyi işleyip kullanabilmemiz bizi savaşın efendisi yapmıştı. Ne kadar
fazla savaş kazanırsan o kadar çok korkulan olabileceğin düzende yaşayan atalarımız, o devirleri alınlarının
aklarıyla geçip ruhlarını teslim ettiler.
Peki gördüklerinden korkmayan bu Asya milletleri nelerden korkardı. Tanrıdan, ruhlardan, öcüden, savaşmaya
kuvvetleri yetmediği için de doğa olaylarından korkuyorlardı. Küçükler öcülerden büyükler ise ruhlardan
ve doğa olaylarından korkarlardı. Ancak bunların üstünde göçebeliğin verdiği rahatlıktan yani esir olmaktan
korkarlardı. Milli simge olarak kurt, boy işareti olarak da keçiyi tercih etmeleri bu yüzdendir. Bir Türk ya da
göçebe Asyalı düşman ya da vahşi bir hayvan gördü mü hemen silahına sarılır ve saldırıya geçer. Ama ruhlara
ok işlemez. Mesela bu ruhlar kötü kabuslar olarak saldırırsa korunmak için alternatif çözümler lazım olacaktır.
Bu konuda din ve büyü işin içine giriyor. Özellikle de İslamiyet öncesi tek tanrılı eski Türklerin dinlerinin bir
kitabı olmaması, tamamıyla yaşayış biçimlerine göre şekil almasına neden olmuştur. Göçebe olmaları, inanışlarının
sabit kurallarının olmaması diğer topluluklarla kültür alışverişinde bulunurken büyü ve muska alıp
vermelerine sebep olmuştur.
Bütün Asya milletlerinin çeşitli şekillerde kullandığı ve şimdilerinin popüler bir süs eşyasına dönüşmüş olan,
Türklerin kullandığı adıyla düş kapanı, kötü rüyalardan korunmak için kullanılmıştır. Oğuz Türkleri olarak Asya’da
yaşamıyoruz ve Şamanizm’e yakın bir dinimiz de yok. Ancak eski inançların mecazı halen bünyemizde
yer almaktadır.
Haklı sebeplerle başlayan kendimizi büyük görmemiz zamanla bir hastalığa dönüşmüş ve derin bir uyku halini
almıştır. Özellikle de balkanlardaki toprak kayıplarımız uykularımıza kabusların musallat olmasına sebep
olmuştur. Son çağın en büyük düş kapanı sayın Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk beydir. Uykularımızı
temizlemiş ve bizleri uyandırmıştır.
Kırktuğ Dergisi yazı kurulu kafa kafaya verip zafer haftasına farklı bir bakış açısıyla bakarak kapağımızı böylece
şekillendirdik.
Düş kapanı artık bir simgedir. Aynı kâbusları görmememiz için çabalayan Kürşat Şad, Saltuk Buğra Han,
Sultan Alparslan, Enver Paşa, Başkomutan ve Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk gibi nice komutan ve
yöneticilerimizin ruhları şad olsun.
15
CEMALETTİN
TAŞKIRAN İLE
Hocam merhaba. Sultan Alparslan’ın Anadolu
coğrafyasını hedef belirlemesindeki nedenler
nelerdi? Bu zaferin siyasi, maddi ve manevi
getirileri neler oldu?
Türk tarihini dikkatle incelersek Türklerin ilerleme
yönünün hep batı olduğu görülür. Orta Asya’dan
sürekli batıya bir ilerleyiş vardır. Hatta 9.
10. yüzyıllarda Peçenekler, Uzlar, Oğuzlar gibi
bazı Türk boyları Hazar Denizi’nin kuzeyinden
Balkanlara gelmişlerdir. Bazı kollar da Hazar’ın
güneyinden Anadolu’ya doğru yönelmişlerdir.
Selçuklu Devleti’nin 1071 öncesinde de Anadolu’ya
akınları vardı. O yıllarda bu topraklara
hükmeden dönemin Bizans İmparatoru Roman
Diogenes ise bu akınları önlemek için uğraşmış
ve Doğu Anadolu üzerine ciddi bir kuvvetle sefere
çıkmağa karar vermiştir.
1071 yılındaki Bizans Ordusu, imparatorları komutasında
Türk güçlerinin Anadolu’daki yayılmasını
engellemek için sefere çıkmıştır.
Selçuklu Sultanı Alparslan ise bu sıralarda hedef
olarak Mısır’ı almak üzere sefere hazırlanmış
ve Mısır yolu üzerindeki bölgeleri fethetmeyi
ZAFER HAFTASI SÖYLEŞİSİ
de planlamıştır. Sultan Alparslan Urfa’ya geldiği
sırada kendisine teslim olmayı reddeden Halep
Emiri üzerine yönelmiştir. Bu arada Bizans
ordusunun geldiğini öğrenince Muş –Malazgirt
Ovası'na yönelmiştir. Malazgirt Savaşı, Bizans’ın
yenilmesiyle, Selçuklulara Anadolu’nun
yolunu açmıştır. İki tarafın savaş öncesi genel
düşünceleri bu şekildedir.
Hocam, Malazgirt Savaşı’nda Bizans saflarında
yer alırken taraf değiştiren Türkler ve Bizans
ordusunda savaşan yabancılar hakkında
bilgi verebilir misiniz?
Elbette. Önce şunu söyleyelim: Sultan Alparslan’ın
bizzat kendisinin ordusunun başında savaşa
katılması ve kendisinden yaklaşık 3 kat
fazla bir orduya karşı zafer kazanması Harp
Tarihinin önemli olaylarından biridir. Malazgirt
Savaşı’nın kaderini belirleyen iki temel husus
bulunmaktadır. Birincisi Sultan Alparslan’ın uyguladığı
aldatmaca olan ricat; ikincisi de bu geri
çekilme ile düşmanı bir hilal şeklinde çevirme
hamlesiyle kıskaca alması. Bu savaş sırasında
Bizans Ordusu’nda yer alan Balkanlardan ge-
16
len bazı Peçenek ve Uz Türk askerleri Selçuklu
Ordusu tarafına geçmişlerdir. Yani şöyle: Doğu
Roma, her ne kadar siyasi olarak Anadolu’nun
hakimi durumunda ise de, Anadolu toprakları,
en azından sosyal ve kültürel açıdan, Doğu
Roma medeniyetine tabi durumda değildi. Doğu
Roma bünyesinde yaşayan Ermeniler, Gürcüler,
Abhazlar, Slavlar ve Bulgar ve Hazar Devletleri
döneminde Trakya bölgesine yerleşen Peçenek
ve Uz Türkleri, Roma Devleti içerisinde yaşamakta
ve Paralı Asker olarak görev almaktaydılar.
Doğu Roma İmparatorluğu, bunlar üzerinde
kurduğu siyasi ve askeri baskılarla bu toprakları
yönetebilmekteydi. Yani Doğu Roma sınırları
kaleler ve surlarla korunmuyor, ileri karakollarla
ve olası tehditlere karşı gerektiğinde asker sevk
ederek hakimiyet sağlanıyordu. Malazgirt Savaşı’nda
da Bizans ordusunda az önce söylediğim
grupların, Ermenilerin, Gürcülerin, Abhazların,
Slavların ve Bulgar asıllı askerlerin de yer aldığını
görüyoruz. Türk asıllı askerlerin Selçuklulara
geçmesi, diğerlerinin de cesaretle savaşmaması
Bizans Ordusu için mağlubiyeti kaçınılmaz hale
getirmiştir. Biliyorsunuz savaş sonunda Bizans
İmparatoru da esir edilmiştir.
Türkler Malazgirt Savaşı'ndan önce de Anadolu'ya
seferler düzenlenmiş ve zaferler
kazanmış olmasına rağmen "Türk Milleti
Anadolu’nun kapılarını Malazgirt Zaferi ile
açmıştır." söyleminin nedeni nedir?
Daha önce söyledik. 1071 öncesinde de Türklerin
Anadolu üzerine seferleri vardır. Anadolu
üzerine ilk akınlar 11. yüzyılın ilk çeyreğinde
başlamıştır. Nitekim Çağrı Bey, 1016 yılında
Doğu Anadolu'ya ilk Türk akınını gerçekleştirmiştir.
Emrindeki 3.000 Türkmen ile Horasan ve
Azerbaycan yolunu takip ederek Gürcistan üzerinden
Doğu Anadolu'ya kadar uzanan bu seferde
büyük başarı da sağlanmıştır. 1029 yılında yine
Selçukluların Diyarbakır'a kadar yaptıkları sefer
Türklerin bölgeye olan bir diğer önemli seferi olmuştur.
Eylül 1049’da, Selçuklu ve Bizans Ordusu
arasında yine büyük bir savaş olmuştur. Pasinler
Savaşı olarak bilinen bu savaşı da Selçuklu
ordusu kazanmıştır.
Ama Malazgirt Savaşı’nın Selçuklulara
Anadolu’nun kapısını ardına kadar açtığını
söyleyebiliriz. Bu savaştan sonra Bizans yönetimi
artık bu kapıyı kontrol edemeyecektir. Savaştan
20-30 yıl sonra hızla Anadolu içlerine Türklerin
göç hareketleri başlatılacak, bölge süratle
Türkleştirilecek ve Türkleştirilen Anadolu, İç Asya’daki
diğer Türk devletlerinin de göçleriyle bir
Türk yurduna dönüşecektir. Malazgirt Savaşı’nın
asıl önemi buradadır.
Hocam, savaşın seyri hakkında ne diyeceksiniz?
26 Ağustos 1071’de, yani bundan 947 sene önce,
Anadolu’yu Türk milletine vatan yapacak bir büyük
zaferin kapıları açılmıştır. Dönemin en güçlü
devleti Bizans İmparatorluk ordusu Türk ordusunu
imha etmek üzere buraya gelmiştir. Bu haber
üzerine Sultan Alparslan da ordusunun başında
olarak Bizans’ın karşısına geçmiş ve iki taraf arasında
bir büyük savaş yaşanmıştır. İki ordu arasında
sayıca önemli bir dengesizlik görülmektedir.
Alparslan’ın 40 bin kişilik kuvvetine karşılık,
Bizans ordusu 160 bin kişiyi aşmaktadır.
Sultan Alparslan 26 Ağustos Cuma günü ordusuyla
birlikte Cuma namazını kılar, dua eder ve
sonrasında askerlerine dönerek tarihe geçen şu
konuşmasını gerçekleştirir:
“Burada Allah'u Teala'dan başka bir sultan yoktur.
Emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple
benimle birlikte cihat etmekte veya benden ayrılmakta
serbestsiniz...”
Selçuklu ordusu, sadakat nidalarıyla Sultan Alparslan’a
bağlılıklarını haykırır. Sultan Alparslan,
beyaz kefen elbisesini giyerek atının kuyruğunu
bağlar ve eline gürzünü alıp askerlerine
tekrar şöyle hitap eder:
“Askerlerim! Şehit olursam bu beyaz elbise kefenim
olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.
Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkarın ve
ona bağlı kalın. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir..."
Sultan Alparslan’ı kefeni giyip şehitliği kabullenmiş
vakur haliyle gören Selçuklu Ordusu hemen
savaş düzeni alır. Böylece Cuma namazının hemen
ardından müthiş bir çarpışma başlar. Türk
ordusunun dayanılmaz hamleleri ve Turan Taktiği
de denen Hilal içine alarak düşmanı çevirme
hareketi savaşın sonucunu belirler. Bizans ordusu
çembere alınmış ve mahvedilmiştir. İmparator da
esirler arasındadır.
Hocam yine Ağustos ayında gerçekleşen bir
başka zafere, Büyük Taarruza gelecek olursak
Türk Milleti bu muharebeye nasıl hazırlandı?
17
Bu süreçteki askeri ve siyasi dengeler nasıldı?
Evet, gerçekten de Ağustos ayı Türk tarihinde zaferler
ayıdır. Bunlardan biri de Cumhuriyetimizin
kuruluşunu sağlayan Büyük Taarruzdur.Büyük
Taarruz, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordularına
karşı başlatılan, 26 Ağustos ile 18 Eylül
1922 tarihleri arsında süren bir bağımsızlık hareketidir.
Birinci Dünya savaşı sonunda Anadolu’da
işgallerin başlamasından Büyük Taarruz’a
kadar geçen süreçte gerçekleşen İnönü Savaşları,
Kütahya-Eskişehir Savaşı ve Sakarya Savaşı,
savunma savaşı olarak nitelendirebileceğimiz
muharebelerdir. Bu muharebelerin tamamında
Yunan ordusu taarruz etmiş, Türk ordusu ise savunma
yaparak Yunan ordusunun ilerlemesini
engellemeye çalışmıştır. Savunma savaşı yapmak
ile taarruz etmek, birbirinden çok farklı usul ve
hazırlık içeren savaşlardır. Savunmaya çekilmiş
bir düşmana karşı alan hâkimiyeti elde etmeye
dayalı bir saldırı yapmak, tam ve eksiksiz bir hazırlık
gerektirir.
Sakarya Savaşı ile Büyük Taarruz arasında tam 1
yıllık bir süre vardır. Büyük Taarruz için Mustafa
Kemal Paşa 1 yıl boyunca ordunun eksikliklerini
gidermeye çalışmış ve askerleri taarruza hazırlamıştır.
Ancak eksikleri gidermek ve saldırmaya
hazır olmak da her zaman başarıyı getirmez. Bir
saldırının başarılı olabilmesi için hayati öneme
sahip 2 unsuru içermesi gerekir:1-Baskın 2- Takip
Hocam bunları biraz açalım mı?
Tabii. Baskından kasıt düşmanın beklemediği bir
zamanda beklemediği bir yerden saldırıdır. Büyük
Taarruzun başarılı olmasının altında yatan en
önemli unsurlardan biri budur. Batı, özellikle de
İngiliz desteği ile güçlendirilen Yunan ordusu ile
hâkim olduğu sahada lojistik destek alacak imkanı
bulunmayan Türk ordusu arasında uzun süreli
bir çatışma yaşanması, Türk ordusu için olumsuz
sonuçlar doğurabilirdi. Bunu çok iyi bilen
Mustafa Kemal Paşa, ordunun büyük güçlüklerle
toplayabildiği gücü ile Yunan ordusuna aniden,
beklenmedik bir anda yüklenerek bir darbe ile
sonuca gitmeyi planlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa, ordunun taarruza geçmesine
daha Sakarya Savaşı sonunda karar vermiş
ancak bunu İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Kazım
Paşa’dan ve 2 ordu komutanından başkasına bildirmemiştir.
Yıl boyunca eksikleri tamamlamaya
çalışmış, zaman zaman da hazırlıkları denetlemek
için bir takım bahaneler ile Ankara’dan ayrılmış
ve hazırlıkları yerinde incelemiştir.
Bu hazırlıklar Sakarya Savaşı’ndan sonra yaklaşık
1 yıl sürmüştür. Bu sürede hem ordunun eksiklikleri
tamamlanmış hem de ordunun büyük
kısmı Eskişehir bölgesinden Afyon’a kaydırılmıştır.
Çünkü dünya Türklerden bir saldırı beklememektedir.
Ama bir saldırı olursa da Eskişehir
yönünden beklenmektedir. Bu yüzden Yunanın
ağırlıklı savunma tertibatı o bölgededir.
Başarıyı getiren bir diğer unsur “gizlilik”tir.
Mustafa Kemal Paşa 28 Temmuz’da komutanları
taarruz planını görüşmek üzere bir futbol
maçı izlemek vesilesiyle Akşehir’e çağırmış
ve bu toplantıda taarruz planı tartışılarak kabul
edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın taarruz için
Ankara’dan ayrılması da gizlice olmuştur. Ayrılacağını
bilenler, sanki Paşa Ankara’daymış gibi
davranmış, hatta Ankara’da çay partisi düzenlediği
gazetelerde ilan edilmiştir.
Yunan ordusunu beklemediği bir noktadan vurmak
ve tam anlamıyla bir baskın gerçekleştirebilmek
için Türk ordusunun önemli bir kısmı olan
120.000 asker Eskişehir bölgesinden düşmana
fark ettirilmeden Afyon’un güneyine kaydırılmıştır.
Bu kaydırma işlemi büyük bir gizlilik içerisinde
Yunan keşif uçaklarının görmemesi için
14 Ağustos gecesinden itibaren gece yürüyüşleri
ile gerçekleştirilmiştir. Yunan ordusu bu yığınağı
ancak taarruzdan iki gün önce fark edebilmiş, ancak
iş işten geçmiştir.
Yunanlıların bu tür bir baskına maruz kalmalarında
savunma hatlarına duydukları güven de önemli
bir rol oynamıştır. Bu söz konusu savunma hatları
için Yunan tahkimatını inceleyen bir İngiliz
kurmay subayı: “Türkler bu mevzileri 4-5 ayda
düşürebilirlerse, bir günde düşürdüklerini iddia
edebilirler” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta ordunun taarruz
planını şöyle açıklıyor:
“Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini
düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün
olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha
meydan savaşı vermekti. Bunun için elverişli
bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi düşmanın
Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat
grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar
hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın
en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk
ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından
vurmakla mümkündü.”
26 Ağustos sabahı saat 05.30’da önce topçu ateşi
ve ardından süratle gelişen süngü hücumları Yunan
hatlarını dağıtmıştır.
18
Savaştaki bir diğer unsur da takiptir. Ani bir baskınla
gafil avlanan düşman ordusu yüksek ateş
gücü ile hırpalandıktan ve cephe yarıldıktan sonra
taarruzun başarılı olabilmesi için gerekli solan
takip devreye girmiştir. Hızlı hareket etmek,
panik halinde dağılan Yunan ordusuna yeniden
toparlanma imkanı vermemek ve yeni bir savunma
hattı oluşturmasını engellemek için kaçan
kuvvetler süratle takibe alınmıştır. 26/27 Ağustos
günlerinde düşmanın Afyon’un güneyindeki çok
güvendikleri müstahkem mevkileri ve cepheleri
yarılmıştır.
Hocam, sizce Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin
zaferine giden yolda en önemli eşik
noktası olan olay nedir?
26 Ağustos topçu ve piyade hücumu sonrası mağlup
olan düşman ordusunun bütün kuvvetleri, 30
Ağustos’a kadar geçen süre içerisinde kuşatıldı.
Yunanlıların geri çekilme yolları kapatılmış ve
kuşatılarak imha edilmeleri planlanmıştı. Bazı
Yunan birlikleri de imha ve esir olmadan geri
çekilmeyi başarmışlardı. Süvariler geri çekilen
Yunan ordusunu da amansızca takip ederek ve
sıkıştırarak yeni bir savunma hattı oluşturmalarını
engellemeye çalıştılar. Ancak kaçabilenler
son bir hamle olarak Yunanlarca bir direniş oluşturmak
için Dumlupınar mevkiinde toplandı ve
Türk ordusu bu kuvvetlerle durdurulmak istendi.
Dumlupınar’da 30 Ağustos’ta yapılan ve adına,
bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından komuta
edildiği için, “Başkumandan-Başkomutan Meydan
Muharebesi” denilen savaş sonunda Yunan
birliklerinin kalanları da bozulmuş ve düşmanın
ana kuvvetleri imha edilmişti.
Taarruz öncesi planlanan sonuç, beş gün gibi
kısa bir süre içinde alınmıştı. 31 Ağustos 1922
günü, Yunan kuvvetleri canlarını kurtarmak için
İzmir’e doğru çekilmeye başlamışlardı. Mustafa
Kemal Paşa, bu sırada orduya o meşhur beyannamesini
yayınladı:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları!
Afyon-Dumlupınar Büyük Meydan Savaşı’nda zalim
ve gururlu bir ordunun temel varlığını, inanılmayacak
kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve temiz
soylu ulusumuzun fedakârlıklarına layık olduğunuzu
ispatladınız. Sahibimiz olan Büyük Türk Milleti geleceğinden
güvenli olmaya haklıdır...
Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!”
9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden
kurtulmasıyla Türk toprakları düşmanlardan
temizlenmesine rağmen neden 30 Ağustos
günü, Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır?
Yani neden topraklarımızda hâlâ düşman
olmasına rağmen Başkomutanlık Meydan
Muharebesi’nin kazanıldığı tarih Zafer
Bayramı olarak kutlanır?
Başkomutan Meydan Muharebesi sonrası başlayan
takip harekâtı, Mustafa Kemal Paşa’nın gözetimi
altında yapılan çarpışmalarla Türk ordusu
lehine gelişmiştir. Ordularla işbirliği yaparak
ilerleyen süvari kuvvetlerinin kuşatıcı hareket-
19
leriyle Yunan ordusu
kalıntıları, hiçbir
önemli harekete yeltenemeden
7 Eylül
akşamına kadar Batı
Anadolu’ya doğru
düzensiz şekilde çekilmeye,
kaçmaya devam
ettiler. İşgal altındaki
yerleşim birimleri
birer birer kurtarılırken Yunan
ordusu geçtiği her yeri yıkıp ya- kıyordu.
Hızla ilerleyişini sürdüren Türk Ordusu, 9 Eylül
1922 günü İzmir’e girdi. Yani işgalci düşmana
asıl vurucu darbe 26-30 Ağustos tarihlerinde vurulmuştur
ve aslında zaferi kazandıran asıl savaş
budur. Bu tarihten 9 veya 18 Eylül’e kadar geçen
zamanda Yunan kuvvetleri kaçmış, işgal ettikleri
yerleri boşaltmış, yakmış, yıkmış ama İzmir’e
doğru sürekli kaçmıştır. Yani 30 Ağustos’tan
sonra yerel bazı çarpışmalar elbette olmuştur
ama zaferi getiren büyük savaş 26-30 Ağustos
arasındaki taarruzdur. O yüzden de kurtuluşun
başladığı gün olarak kabul edilir.
Büyük Türk Milletinin edindiği her zafer sonrası
yeni bir devlet ya da devletler kurulmuştur.
Fakat bu iki savaşı diğer savaşlardan daha
mühim kılan nokta nedir? Bu iki zaferin Türk
ve Dünya tarihi için sonuçları neler olmuştur?
Savaşın sonunda Türk ordusu büyük bir zafer kazandı.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları; ordunun
İzmir'e doğru kaçan Yunan asker kalıntılarının
peşine düşerek tamamen ortadan kaldırılması
gerektiği kararı aldılar. Mustafa Kemal Paşa’nın
yukarda söylediğim " Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir,
İleri!" emri ile Türk ordusu Yunan askerlerinin
peşine düştü. 1 Eylül 1922 tarihinde
başlayan büyük takip, 18 Eylül 1922 tarihinde
Yunan askerinin Balıkesir- Erdek limanından ülkeyi
tamamen terk etmesi ile son buldu. Türk ordusu
İzmir Valiliği binasına tekrar 3 yıldan fazla
bir zamandan sonra tekrar Türk Bayrağını çekti.
Bu zafer Türk ordusunun kahramanları tarafından
15 gün gibi bir zamanda en az 450
kilometrelik yolda, o günkü şartlarda atlı ve
yaya olarak savaşarak, düşman kovalayarak
kazanılmış bir büyük zaferdir.
Unutulmamalıdır ki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
temelleri burada atılmıştır. Türklerin kurtuluşu
burada taçlandırılmıştır. Bu bölgede akan
Türk kanları ve şehit ruhları devletimiz ve cumhuriyetimizin
ebedî muhafızlarıdır. Ruhları şad,
mekanları cennet olsun.
Malazgirt ve Büyük Taarruz. Bu iki muharebeyi
zafere götüren kahramanlarımız Sultan
Alparslan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ortak
noktaları ve özellikleri nelerdir?
Tabii arada 800 yıldan fazla bir zaman dilimi
var. Ama her ikisi de aynı kaynaktan, Türk-İslam
kaynağından beslenmiş komutanlardır. Her ikisi
de milletimize büyük hizmetler etmiştir. Her ikisi
de milletini seven cesur ve kararlı liderler olarak
çıkıyor karşımıza. Daha önce de söyledim; Sultan
Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun
Türkleşmesini sağladı. Malazgirt zaferiyle
Anadolu kısa bir sürede Türk yurdu haline
geldi. Anadolu tümüyle Türk Milleti’nin vatanı
yapıldı. Orta Asya’dan sonra ikinci “Ana Vatan”
oldu.
Atatürk de, Milli Mücadele ve 30 Ağustos Zaferlerinden
sonra Anadolu’nun ebedi Türk yurdu
olmasını kesinleştirdi ve işgal edilmiş, bölünmüş
ve parçalanmış Anadolu’ya yine bir bütünlük
sağlandı. 30 Ağustos zaferiyle Anadolu’nun sonsuza
kadar bir Türk yurdu olacağı dosta düşmana
gösterildi. Büyük Taarruz Cumhuriyet’e giden
yolda en önemli kilometre taşıdır.
Ancak biz Türkler çok dikkatli olmalıyız. Malazgirt
Zaferi'nden sonra olduğu gibi 30 Ağustos
Zaferi’nden sonra da Anadolu üzerinde, Türkiye
üzerinde Anadolu’daki Türk varlığını, Türk birliğini
bitirmek için hâlâ çeşitli oyunlar tezgahlanıyor.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Türklere ve
Türklüğe gizli ve açık bir saldırı var. Türkiye’de
Türkler ve Türklük yok edilmeye çalışılıyor. Biz
Türk Milleti ve Türk Gençliği olarak bu oyunları
bozmalıyız, bozacağız. Önümüzde Mustafa Kemal
Atatürk gibi muhteşem bir rehber, muhteşem
bir örnek var.
Hocam çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür eder ve başarılar dilerim.
20
VERYANSIN
Dizginlemeli içimdeki
Dörtnala giden yılkı atlarını
Durulmalı günaşırı köpüren
Yüreğimin çağlayanları
Silmeli anı defterinden
Geride bıraktığım hülyaları
Susturmalı çığlık çığlığa
Dile gelen tüm sorguları
Duyurmalı hislerime
Beynimi kemiren yorgunlukları
Koymalı her şeyi bir kenara
Her şeyi bir kenara koymalı
Koyup her şeyi bir kenara
Dikilmeli biraz daha
Hayatın tam karşısına
Devam etmeli şairin bıraktığı yerden
Devam etmeli sevmeye...
Kağan Tüber
21
YALNIZ-LIK
PAYLAŞIMI
Ayşenur Akın
‘’Tek bir yalnızlık vardır. O da yalnız kalamamaktır,
tamamen onunla olamamaktır.’’ diyor
Cemil Meriç. Peki, ne demek istiyor? Biz gerçekten
yalnızlık dediğimiz şeyi tam anlamıyla
yaşıyor muyuz? Yoksa yalnızlıkla aramıza giren
başka iyeler de mi var? ’’Bir ben vardır benden
içeri.’’ diyen Yûnus’un sözüne içerlenmeli mi?
Belki de içimize tıktığımız ve onlara kulağımızı
tıkadığımız bir ’’Ben’’ içerlemiştir bize. Olamaz
mı? Yalnızlığımızla bize iştirâk eden kalabalığımızın
elinden tutmalı ve gönlümüzün kuyularına,
kuytularına attığımız nice Yûsufları gün yüzüne
çıkarmalıyız diyorum. Belki o zaman dejenere
olmuş güzelliklerimizin ne bir kılıfa ne de bir
maskeye ihtiyacı olur.
Modernize olmaya temâyül edenler: “Biz modern
olmalıyız!” lafını pelesenk edip batırıyorlar
dillerinin çuvaldızını kafalarını kaldırdıkları her
yere. Kimi özüne batırılmamış sarı bir tenekeyi
asıyor boynuna medeniyet madalyası diye.
Tüm seçkin kalabalıklar, topluluklar içinde:
’’Ben artık yalnız değilim.’’ yalanını yamıyoruz
dilimize. Şimdi soruyorum: Şehirlere sıkışmış,
metropoller arasında ezilmiş; bir çocuğun dirseklerinden,
dizlerinden silinen o masum yaralar
mıydı yalnızlık?
Camekânların, alışveriş merkezlerinin, şirketlerin,
çok katlı gökdelenlerin içine sığdırılmaya zorlanmış
o büyük yalnızlıklar yerleşecek Bohemyalarını
ölü topraklara inşa ederler. Bedenimiz bize
emanet bırakacak yerlerimize öyle kötü şeyler
doldurur ki ruhumuzun anahtarını hep aynı paspas
altında saklamak zorunda kalır. Yalnızlık denilen
şey bu olmaz diyorlar. Hâlbuki kabalaşıyoruz,
kalıplaşıyoruz, kalabalıklaşıyoruz bir kaos
yaratırcasına. Birbirlerini kemiren oburlarımızın
diline sahip çıkamıyoruz; ilişkilerimiz sıska ve
güdük kalıyor. Bu bir bunalımdı belki de. Lime
lime edilmiş ruhlarımızın bir yerlere takılıp kalmış
tarafıydı. Bir yanımızdan teyellenmişken bir
daha hiç çözülemeyecek kadar kör bir düğüm
müydü bu yalnızlık?
Yalnızlık her yerde. Spot ışıklarının altında bile
var. Bir pandomima sanatçısını yahut bir palyaçoyu
hayal edin; perde açılır, oyun başlar.
Sahne kalabalıktır. Alkışlanırsınız, kıvanırsınız.
Böylece: ’’Ben artık kıvama geldim.’’ dersiniz.
Oyununuz bitmiş; büyük perdeler çekilmiştir yüzünüze.
Son perde de oynanmıştır. Salon boştur
artık. Sahnede sadece siz varsınızdır bir de spot
ışıkları. Birazdan onlar da söner ve bu sefer de
başka bir oyun sergilenir. Sahte kalabalığınızın
gölge oyunlarıyla baş başa kalırsınız. Trajedisi de
vardır yalnızlığın komedisi de olacaktır. Çünkü
22
hepsi kalabalığımızın bizden uzaklaşma serüvenini
anlatır. İçimizdeki kayıplar, Gratel’in yollara
döktüğü ekmeklerden evin yolunu bulabilme parodisini
yaşar. Hâlbuki insanın ilk macerası kendi
merkezine yolculuk etmeyi hasıl eder. İçten içe
bir seyr-ü sülûk halidir kendimizi kendimize getiren.
Yollarımıza koyduğumuz taşlardan da ellerimizi
koyduğumuz taşlardan da haberdar değil miyiz
aslında? Ne zaman yalnızdık biz? Yazarken yalnız
mıydık? Yazdıklarımızın kaderini kalemimizle
yaşamıyor muyduk? Hermann Hesse’in dediği
gibi:’’Yalnızlık, alın yazımızı kendi kendimize
ulaştırmak için başvurduğumuz yolumuzdur.’’
Ne zaman yalnız kaldık biz? Ahmet Cemil Lâmiâ’ya
kavuşamadığında bârân-ı elması yalnız
bırakmış mıydı onu? Samim Simeranya’ya
kaçtığında kendi ile karşılaşmamış mıydı yine?
Yalnızlıkta kendi cümlesi bile eşlik ediyor insana
diyor Nuri Pakdil. Bizimle hem dem olanları,
içimize sokulanları elimizin tersiyle öyle itiyoruz
ki: ’’Artık tamamen özgürüm!’’ yalanını uyduruveriyoruz.
Hâlbuki kalemi elimize aldığımızda
başlıyor hengâme; kimler kimler musallat oluyor
bize. Çekişip çekiştiriyoruz yakasına yapışarak:
’’Sen de nereden çıktın şimdi?’’ diye sitemimizi
de eksik etmiyoruz kelimelerimize.
‘’Birbirimize kıyamet kadar yakın, kıyamet kadar
uzak; ama kıyametler içindeyiz.’’ diyor Exupery.
Arafta mıyız bir bakıma? Kıyametler içinde bizi
kendimize getiren bir sûru bekliyor kulaklarımız.
Kimi zaman birileri ile kesişti yolumuz. Hayatımızın
çıkmaz sokaklarına çıkanlar da vardı, bizi
avucunun içi gibi bilenler de… Şimdi diyorum
ki: Ne çok tanımışlar beni yalnızlık dediğim şu
kalabalık hanemde. Soframda böldüğüm ekmeğime
katık, sırtımda taşıdığım bohçama azık oldular.
Seriyorum örtüsünü hayatın mükellef sofrasına,
doyuruyorum her gün doğan yalnızlarımı:
Bölüşüyoruz içimden gelen ne varsa!
23
KAPİTALİZMİN GETİRDİĞİ
ÖZBENLİĞE YABANCILAŞMA
BOZUKLUĞU:
SEVİ
ÖZCİLİK
Ayşegül Nisa Dur
“Efsaneye göre bir kâhin, Narkissos’un
kendi yüzünü görmediği sürece
yaşayabileceğini söyler. Narkissos
bir gün bir göl kenarına gelir ve eğilip
gölden su içmek ister. Bu esnada
sudaki yansımasını görür ve kendisine
âşık olur. Yansımasını seyretmekten
bir türlü kurtulamaz ve git gide
hissizleşir. Yaşama gözlerini yumar
ve bulunduğu yerde kök salarak Nergis
çiçeğine dönüşür.
1 Kişilik, bireyi diğerlerinden ayıran ruhsal ve
bilişsel özelliklerin tümüdür. Narsistik (Öz sevici)
kişilik bozukluğu ise kişinin zayıf benliğini
ortadan kaldıran, bunun yerine mükemmeliyetçi
kimliğini ortaya koyan, her anlamda kendisine
hayranlık duyulmasını isteyen bir kişilik bozukluğudur.
Dünya genelinde büyük bir artış gösteren
narsisizmin en büyük sebeplerinden biri
bireyleşmeyi ve rekabet ortamını yaratan kapitalizmdir.
Bireye sunulan şişirilmiş imajlar, idealize
edilen hayatlar, satılık yaşam vaatleri bireyleri
kendisi olmaktan çıkarır ve sahte bir kişiliğe bürünmelerine
sebep olur (Kocakula 2015: 1). Bireylere
toplumsallık yerine bireyselliği vurgular;
bencilleşmeyi, kendisinden başka hiçbir şeyin
öneminin olmadığını popüler medya aracılığıyla
empoze eder. Peki, kapitalizmin en büyük başarılarından
biri olan narsisizm bireylerde nasıl oluşur
ve nasıl seyreder?
Narsisizm; “Normal narsisizm” ve “Patolojik
Narsisizm” olarak ikiye ayrılır. Normal
narsisizm bireyin çevresiyle uyumu ve çevresinin
beklentilerine cevap verebileceğini deneyimlemesi
durumudur (Rozenblatt, 2002; Bolat, Ülker
ve Demir 2016: 2). Bireyin özgüveni oldukça
yüksektir, dolayısıyla çevreden gelen eleştiriler
bireyin özgüvenini zedelemez. Başkalarının düşünceleri
yerine kendi düşüncelerine odaklanarak
doyumunu sağlar. Patolojik narsisizmde ise
davranış ve tepki boyutlarında bozukluk görülür
(Bolat, Ülker ve Demir 2016: 3). Başlangıcı bebekliğe
kadar dayanabilmektedir. Bebekliğinden
itibaren çocuğunu pohpohlayarak büyüten, aşırı
ilgi gösteren ya da çocuğunu önemsemeyen
ebeveynler narsisizme davetiye çıkarır. Ebeveynlerinden
ilgi görmeyen çocuklar kendini ebeveynlerine
ispatlamak için büyük çaba harcar.
Başarısız oldukları her an ebeveynlerinin ve
toplumun gözünden düşecek olma ihtimali çocukların
sağlıklı gelişimini olumsuz etkileyerek
kendilerini değersiz hissetmelerine neden olur.
24
Yetersizliğini gizlemek için ise ya maske takıp
kendilerini olduklarından daha iyi durumda hayal
edip kendi iç dünyalarına kapanırlar ya da diğer
bireylerin ilgisine muhtaç duruma gelirler. Sürekli
“En iyi, en özel, en güzel, en başarılı” mesajlarını
alıp bunları içselleştiren çocuklar ise gerçek
dünyayla karşılaştıklarında diğer insanlar için
sıradan olmayı kaldıramazlar. Zamanla gerçek
kişilikleri haricinde, kendilerini olduklarından
daha yüce ve mükemmel gösteren bir sahte kendilik
oluşturarak kendilerini çevreye kabul ettirmeye
çalışırlar. Kendilerini başkalarından üstün
gören, sıradanlığı kaldıramayan, her zaman ilgi
odağı olmak isteyen ve başkalarının düşüncelerini
önemsemeyen bireyler olarak karşımıza çıkan
narsistler sanıldığının aksine toplumdaki diğer
bireylerin düşüncelerine, ilgilerine muhtaçtırlar.
Kendi değerlerini geçerli kılmak için başka kişilere
bağımlıdırlar. Yaptıkları her şeyde onaylanma
ihtiyacı hissederler. Bu bağımlılık sebebiyle
de çok kırılgan ve kıskanç kişilik yapıları geliştirirler.
Patolojik narsisizmi normal narsisizmden
ayıran en önemli nokta budur. Pohpohlanmak
mutlu ederken önemsenmemek acı çekmelerine
sebep olur. Önemsenmediklerini hissettikleri
zaman bastırma, yadsıma, değersizleştirme gibi
savunma mekanizmalarını kullanırlar; olayı görmezden
gelebilir, hissettiği duyguları değersizleştirerek
soğukkanlı olmaya çalışabilir, istek ve
dürtülerini bilinçaltına bastırabilirler. Kendini
beğenmiş tutumlar sergileyebilir; eleştirilere karşı
öfke, utanç ya da küçük düşürücü tepkilerde
bulunma gibi nevrotik semptomlar gösterebilirler.
Başkalarının başarılı, gözde olmasını, onların
gördüğü ilgiyi kıskanırlar fakat aslında kendileri
kıskanılıyormuş gibi düşünüp çevrelerine
buna göre cephe alabilirler. Diğer bireyleri sadece
kendi amaçlarına ulaşmak için kullanabilirler.
Bu sebeple ilişkileri yüzeysel ve kendileri tatmin
olana kadardır. Alıcı konumundadırlar ve aldıklarıyla
yetinmezler, doyumsuzlardır. Karşısındakine
empati duyamaz, değer veremez ve gerçekte
kimseyi sevemezler. Bu sebeple yalnız kalmaya
mahkûmdurlar. Yalnızlıklarını ise “Ulaşılmaz”
olarak görünmek için kullanabilirler. Kendilerini
buna inandırıp bu durumdan zevk alacak ve
başkalarına acı çektirecek hale gelebilirler. Bazı
araştırmacılar bu davranışları yaparken kişinin
farkında olmadığını, “Sahte benliğin gerçek benliğe
esir bir durumda” hayatını devam ettirdiğini
savunur. Bu davranış bozukluğu ise genelde kendisine
ya da çevresine zarar verme ile sonuçlanır.
Kapitalizm, toplumlarda narsistik bireylerin artışına
sebep olur ve toplumlarda uyum, birliktelik
ve değer yargıları bozulur. Hatta daha da kötü bir
hal alarak sapkın davranışlar, cinayetler, intiharlar
artarak önlem alınamaz duruma gelir, gelmektedir
(Battal 2014: 10). “Asrın Vebası 1 ” haline
gelen narsisizm tüm toplumları tehdit ederek toplum
sağlığını bozmaktadır. Toplumun değer yargıları
narsistik bireylerin içinde sindirilmektedir.
KAYNAKÇA
Battal, Fatma Betül (2014), “Gündelik Hayatta Narsisizmin
Toplumsal Görünümleri”. II. Türkiye Lisansüstü
Çalışmaları Kongresi – Bildiriler Kitabı V.
Bolat, Yavuz; Ülker, Müjgan; Demir, Cennet Güloğlu
(2016), “Kavramsal Açıdan Narsisizm ve
Eğitimde Narsistik Kişilik”. Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi 9 (46): 2-11
Kocakula, Özge (2015), “Türk Mitolojisindeki
Motifler Temelinde Narsistik Kişilik Bozukluğunun
Yeniden Okunması”. Akademik Bakış Dergisi 49:
1-16.
1.Jean M. Twenge Asrın Vebası: Narsisizm İlleti
25
i
ARDIÇ AĞAC
Tuğba Dinç
Ekin tarlalarının arasından arabasıyla geçen
kadın elini pencereden olabildiğince dışarı
uzattı. Rüzgarı avuçlar gibi bir hali vardı. Sanırsın
ekin tarlalarında koşturuyordu. Güneşini
önüne almış. Rüzgarı arkadaş edinmişti. Derin
ve buğulu bir gülümse ile ekin başaklarını selamlıyor,
onlarla bir oyuna başlar gibiydi adeta.
Bulanık bir zihni vardı. Gözleri ele veriyordu.
Tarlada süzülen başaklarla bir iç aleme dalmıştı.
Harman zamanı, ayrılık zamanı geliyordu. Bunları
düşününce kendine döndü, içinde giderek çoğalan
nice ayrılıklar barındırıyordu. İnsan içini
dökmekten vazgeçtiği zaman başlamaz mıydı ayrılık?
Onun da öyle başlamıştı, ayrılmıştı her şeyden
herkesten. Hüznü göze alan yüreğinin kuşları
çırpınıyordu göğüs kafesinde.
Kuşlar, birden ekin başaklarının arasında
öylece tek başına biçare ve bir o kadar dik duruşlu
olan ardıç ağacına takıldı. Burada soluk almak
isteyen bir halleri vardı kuşların. Nasıl da
heybetliydi, gölgesi huzur, duruşu sabırdı ardıcın.
Duyguları müphem hali tarumar bir haldeydi,
ona yürekten bakınca eşlik edivermişti haleti
ruhiyesine. Takılıvermişti ardıcın şahit olduğu
tüm olaylara, açıvermişti yıllarca çırpınan dünyasını.
Umuda insanlara inanmaların çağını es
geçmiştik artık yüreği dağlayarak. Çünkü sahip
oldukça azalıyor, sahip oldukça sığlaşıyorduk,
sahip oldukça kaybediyorduk. Acımasız takasların
yapıldığı bir vakitti uğranan. Sanırsın ekmek
alırken huzurun teslim edildiği acı bir takas. Zor
bir haldi garb alınan. Ama acı hissedilir, hissedildikçe
yaralanır, sızlardı. Bilinmeyen bir zamandaydı
sanırım dertlerin paylaşıldıkça azaldığı,
paylaşıldıkça feraha kavuşulduğu. Şimdilerde bir
de anlattığının dert edildiğin peşinden çırpınıyor.
Bu hali yaşayanlar ise derdi ile kalmayı yeğliyor.
İnsan elinde olmadan koyuveriyor bu zamana ve
bu zamanı yaşayanlara, benin başının çektiği üstesinden
gelirim başlıyor. Ne denli insanlık birbirine
kör sağır oldu bu denli.
Umuda, iyiliğe hasret bu alemde muhabbetten
daha ulvi ne olabilir ki? Orta bir yolda
ilerlemek varken birlerini sapa yollara itelemek
ne ara hedefe ulaşmanın kestirmesi oluverdi?
Kalplerini şöhretleriyle takas etmek insanlık sanatı
olalı daha bir asır olmadan asırlardır yaşanıyormuş
gibi benimsemesi bu işin neresinde yer
alır? Göstermelik sahipleri var duyguların hiçbir
zaman ardında durulmayan hakkı verilmeden yaşanan
hisler. İşte bunlar işgal eder tüm bedenleri.
Bu kadar yıkıntıya rağmen kimse ayaklanmıyor
herkes sessiz, halinden memnun.
Ürkütücü sessizliğin içinde, içine dahi
küsen ben neyin suçlusuyum? İçimdeki çocuğun
bisikletten inip, uçurtmasını kırıp evine kapanması
neden? Penceresinden her zaman gülümseyen
Ömür teyzemin kepenkleri kapatması, tüm
bakkalların kapanması ve o yüreği bahar bakkal
amcaların sokağımızı terk etmesi neden? Söylesene
ardıç? diye ne çok cebelleşmişti içiyle ve
dertleşmişti ardıçla.
Aniden başlayan yağmur ile irkildi kadın.
Saatlerdir sırtını yasladığı ardıç ağacı nasıl da
dinlendirmişti onu. Ama yeniden bir veda gelip
çatmıştı. Buraya takılı kalan kuşlar ona “ Hoşça
kal “dedi. Gözü yaşlı kadın heybetli ardıcı geride
bırakarak arabaya ilerledi. Deştiği hasretlerine ve
ardıca selam verip toprak kokusu eşliğinde yola
devam etti. Kulaklarında ardıcın fısıldadıkları,
Taş kuşa vursa da kuş taşa vursa da nasıl hep kuş
yaralanıyorsa ben de öyle hissediyorum kendimi
1
ama sen heybende azığını yanından umudu ve
mücadeleyi noksan etme, sen bunları yanında tut
ki insanlık sarsılsın, özünü bulsun. Kim bilir belki
de bilmediğin birinin nefesi olursun…
1 Bkz. Ali AKBAŞ
26
Veda
Hoşçakal dedi dünyaya,
Son nefes, son bakışta, duyuşta.
Duyurmadan martılara öksürdü, çeviremezlerdi süzülürken başlarını,
Kanatları alıp götürebilir miydi adamı?
Hoşçakal dedi havaya,
Alıp götürdüğü tüm güneşlere selam verdi.
Aydınlığın karanlığa döndüğü renginde, başını kaldırdı saçlarını hiçe sayarak,
Bulutlar alıp götürebilir miydi adamı?
Hoşçakal dedi denize,
Dalgaların kıyıya vurduğu tüm balıklar selamladılar kol saatine bakan adamı.
Ölmüş balıklar zamanı anlamazdı, anlamadılar da,
Adam ise çok iyi anladı.
Birileri bekliyordu onu
Bekleyenler hep bekleyebilir miydi?
Hoşça kal dedi çocuğa,
Daha bir kez bile çiçek almamış,
Gitme diye kimseye yalvarmamış, tatlı düşlerinden çıkıp kâbuslarla karşılaşmamış,
Uzakların bile uzak kaldığı bir kayıkta
Hasretler, alıp götürebilir miydi adamı?
Hoşçakal dedi şehre,
Aklına ilk gelen ışıkları oldu,
Kaybettiği tüm yıldızların yerini doldurduğu.
Pencereden izlenen kaldırımlar vardı.
İçinde binlerce insanın yaşamayı kabul ettiği,
Mahkûm bırakıldığı.
İçinde binlerce yalnızın kaybolduğu,
Kaybedenler bulabilir miydi adamı?
Hoşçakal, hoşçakal sevgilim dedi kadına.
Sevginin de öldüğünü Erhan’ın bize yalan söylediğini
Sen bağırdın göklere.
Bu şiir ne bir umut ne de direniş,
Bu şiir baştan aşağı bir sonlanış,
Bu şiir hoş kalmaya bir veda.
YULA
27
Nermin Fatma Gülcük
KETAKİ ÇİÇEĞİ
“Başını eğmiş ve ahdetmişti: Kendisine ışık veren
yüksek ruhlara lâyık bir talebe olduğunu
hayatı ile ispat edecekti. Çünkü bu kadar yüksek
ve güzel şeyleri duymuş, öğrenmiş olmak insanı
borçlu kılar.”*
Aşk yangınlarına dayanıp tek başına son menzile
varan ve geri dönen küçücük bir çiçek: Ketaki Çiçeği.
Safiye Erol Hanımefendi, kendisini Hint efsanelerinde
yer alan bu küçük fakat dirayetli çiçeğe
benzetir. Ve devam eder:
“... ketaki çiçeğinin cüretini gösterdim. Bunu
yapmaya mecburdum çünkü ölüm diyarından diri
olarak geçmiş, kolayca yaşanamayan bu hârikalı
denemeyi tek başıma ve en güç yoldan başarmıştım.”**
1917’de henüz 13 yaşında iken tahsil için Almanya'ya
gider ve uzun yıllar orada kalır. Hindistanlı
bir genç ile birbirlerini severler ve evlilik hayali
ile tahsillerini tamamlarlar. Fakat ikisi de vatanına
hizmet aşkıyla yanmaktadır. 1926’da Hintli
genç, 'Gel gidelim beraber' dese de Safiye Hanım
yönünü İstiklal Harbi'nden yeni çıkmış, küllerinden
doğan vatanına çevirir ve “onların bana ihtiyacı
var” der.
Almanya'da felsefe ve edebiyat tahsilini yapmış,
Şarkiyat doktorasını tamamlamış, Almanca
ve Fransızca öğrenmiş ve bununla beraber Türk
İslam ahlakını yitirmemiş münevver kadın. Yüreğinde
dinmeyecek bir özlemin ağırlığı ile ona
ihtiyacı olan ülkesine döner.
Safiye Hanım Türk ve Müslüman kadınını, ona
zorla giydirilen kalıplarının dışına çıkarır ve bunu
tam da Türk İslam ahlâkına göre yapar.
“Bence İslâmiyet'in en muhteşem cephesi manevi
estetiktir, edeptir denilebilir. Fakat geniş muhitlerde
edep anlayışının pek kısır kalmış olduğunu
görüyorum. Mahcup ve itaatli tavır takınmayı
bir 'edep' sayıyorlar. Beni sarmıyor. Edep tacını
başımdan düşürmeden cüretkâr ve serkeş olabilirim,
yeter ki temizlik ve güzellik kültüründe köklenmiş
bulunayım.” ***
Okurken Türkçemizin dimağlarda musiki etkisi
bıraktığı bu paragraf ile Safiye Hanım şahsını ve
olması gereken münevver kadını en iyi şekilde
ifade etmiştir.
Her biri bir çiçek bahçesi olan eserlerinde de ketaki
çiçeği tüm zarafetiyle boy gösterir. Leylak
Mevsimi'nde yer alan Gel Seninle Dertleşelim
adlı öykünün kahramanı olan Doktor Handan
28
“Safiye Erol’un ‘Ciğerdelen’ adlı romanı da
dehanın yanında sıyrılıp geçen çok kuvvetli
bir eserdir ama rezilane solcu eserlerin furyası
arasında kaynayıp gitmiştir. Sinema için en iyi
eserlerden biri de budur.”
(Nihal Atsız, Ötüken Dergisi, sayı 96, Aralık 1971)
15 yaşında erken evlilik yapar. Fakat bu evlilik
uzun sürmez ve Handan Hanım 17 yaşında dul
bir kadın olarak Fransa'ya tahsile gider. Zamanla
Türkiye’nin en iyi çocuk doktorlarından biri olur.
Uzun yıllar geçer ve 1935 senesinde Handan Hanım'ın
yüreğinde yeniden kıpırdanmalar olur.
Bunu da: “Fakat ben onu seviyorum, seviyorum.
Belki de bu sevgi ezelden beri benim içimde idi de
ben şimdi fark ettim.” Şeklinde tanımlar. Fakat
âşık olduğu adam kanaatkâr bir saadet istemez ve
Handan Hanım'dan mesleğini terk etmesini, eve
bağlanmasını ister.
Kısacası bu macera pek çok münevver kadının
başına gelen hadisedir. Kahramanımız Handan
da mesleğinden vazgeçemez. “Turgut’un
dahi bundan sonra çocukları doğacakmış; fakat
benimkiler doğmuştur. Benim çocuklarım yüzlerce,
binlerce, milyonlarca...”
Handan eliyle Anadolu tarafını işaret ediyor,
bana memleketi dolduran çocuklarını gösteriyordu.
Küçük bir hüzün fakat büyük bir zaferle. Der
ve hikâye biter. Ketaki Çiçeği burada da yönünü
Anadolu’ya çevirmiştir.
Elbette Safiye Erol Hanımı evliliğe ve anneliğe
kendini kapatan, yalnızca mesleğine ve ülkesine
kendini adayan biri olarak düşünmemek lazım.
Bunu en iyi Ciğerdelen' de Cangüzel karakteri ile
görürüz. O hoyrat, o saraylara sığmayan Cangüzel;
beyi, oğlu ve ailesi için değişir; durulur, kuzu
huyu bağlar. Ve ardından oğlunu daha ilk defa
emzirirken her Türk anasının bellemesi gereken
düsturu diler: “Bismillah!.. Ya gazi ya şehit!..”
****
Kendisi şahsiyeti, eserleri ve de sürdürdüğü 62
senelik yaşamıyla Türk kadınına bir yol çizmiştir.
O yol üzere ilerlerken de mazide kalan Safiye
Erol Hanımefendi’yi istikbale taşımak da yine
bizlerin vazifesidir. Onu okumalı, onu yaşamalı
ve dahi yaşatmalıyız.
Ruhuna rahmet olsun.
1. * Safiye Erol, Ülker Fırtınası, Kubbealtı
Neşriyâtı
2. ** http://safiyeerol.org/safiye-erol-hakkinda-yazlanlar/66-hakkinda-yazilanlar/138-ketaki-cicegi.html
3. *** Safiye Erol, Çölde Biten Rahmet Ağacı,
Kubbealtı Neşriyâtı
4. **** Safiye Erol, Ciğerdelen, Kubbealtı
Neşriyâtı
29
DİSTOPYA YA DA
ÜTOPYA:
RÜYAYI DÜŞLEMEK
Sema Karakurt
İnsan sözlerden yapılırmış
Payıma düşen rüyayı
Gördüm bitirdim. 1
1 Şükrü Erbaş
İnsanın serüveni doğduğu andan itibaren
başlar. İnsanın serüveni cennetten kovulmasıyla
başlar. Ya da insanın serüveni toprağın suyla
buluşmasıyla başlar.H/er kişi kendi başlangıcını
kendi seçebilir fakat esas olan şu ki insanın trajik
ve kaçınılmaz yazgısı; dünyaya düşmek... Bu düşüş
Hz Adem'den tüm insanlara miras bir kaderi
de önümüze koyar aynı zamanda: Söze muhatap
olmak.
Hz. Adem'e kelimelerin öğretildiği bilgisi ilâhi
kelamla muhatap oluşumuzla sabitlenmiş. Bunu
hayal etmeye çabalıyorum bazen, muhteşem geliyor.
Her anlamın ilk muhatabı olmak, kirlenmemiş
kelimeler, kullanılmamış sesler, kendi
dünyanı oluşturmak... Hz Adem'e nasip olduğunu
düşündüğüm bu durumu benim hayallemem
veya durlanmamış kelimelere muhataplığımı engelleyen
nedir? Kendi kelimelerimin altını kendimin
doldurmasını engelleyen kimdir? Bu soruları
sorabildiğime göre dünya'ya düşmekten hissemi
aldım demektir.Halimin tespiti Safiye Erol'un Ciğerdelen'iyle
gelsin: "Adem Babamız gibi kendimi
cennetten attırmadan rahat edemedim. Boşlukta
yuvarlanıp gidiyoruz. Cennetten olduk; fakat yeryüzünü
henüz bulamadık."
Atıq Rahimi'nin Kahrolsun Dostoyevski romanında
kahraman Resul bir hukuk öğrencisidir
ve Dostoyevski'yi çok sevmektedir. Gel gör ki ülkesinde
Dostoyevski okumak komünizme inanmakla
eşdeğer sayıldığı için başına çok iş alır. Ne
iş aldığını merak eden elbet bu kitaba başvurabilir.
Fakat kendi olma yolunda savaşan Resul,
çektiği sıkıntıları yüceleştirirken zevk de almaktadır
aslında. Farkında olmasa da anlatacak hikayesi
vardır artık. Sonunun iyi veya kötü bitmesi
mühim değil. Mutluluktan ziyade acının sesinin
çıkması insanın hikayesine hayran olmaya başlamasından
kaynaklanır. Hikayesi olmayan insanlar
ise varmış gibi hayal edip daha çok ses çıkarabilirler.Bir
yazık öykünme durumu. Bu ise derdi
çeken ayrı türküsünü çığıran ayrı hesabına çıkar
ki bu hal düşman başına. Resul'e gelecek olursak
sonunda kendini Raskolnikov olarak görüp cana
kıyan Resul şu cümleye çarpar;
-Sen onu okuduğun için öldürmedin. Onu
okudun çünkü öldürmek istiyordun. Hepsi bu.
Eğer yaşasaydı seni intihalle suçlardı.
İnsan, neye talip olursa farkında olsun veya
olmasın yoluna çıkıveriyor. Hikaye istiyorsa hi-
30
kaye, ilim istiyorsa ilim, marifet istiyorsa marifet,
iltifat istiyorsa iltifat... Bunu taşıyıp taşıyamadığı
ise yürüdüğü yolun zorluğuyla değil sonuna kadar
varıp varamadığıyla tartılıyor. Sonunda kendi
hikayeni yazmak da var, intihalle suçlanmak da.
Yürüdüğü yolun sonuna yaklaştığını hisseden,
söyleyen; hafızası ve gözleri yorgun gönül
dilinden anlayan, Anadolu irfanıyla yoğrulmuş
bir dedenin torunu olarak ömrümün yetiştiği kadarıyla
bir yolcunun gözlemcisi oldum. Gözlük
yenileme tarihinden tutun da hangi şiirin hangi
dizesini hutbede kaçıncı kez okuduğuna kadar
işaretler koymuş geçtiği yollara. Elime kitaplarını
aldığımda ara ara biz evlatları ve torunlarına da
notlar düşmüş; burayı okursanız şuna dikkat
edin, beni de anın bir Fatiha ile diye. Yürünen yol
sadece bizi bağlamıyor.Olur da ardımızdan gelecek
olursa diye mihenk taşları koymak vebalimiz
oluyor. Ve insanın aklına ne kadar cesur ya da cahil
olduğu geliyor bir ayetle: Biz emaneti, göklere,
yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, (sorumluluğundan) korktular.
Onu insan yüklendi.
Hayat /dört şeyle kaimdir, derdi babam /su
ve ateş ve toprak./Ve rüzgâr./ona kendimi sonradan
ben ekledim diyen şair, zaten hayata eklenmiş
olan ben'le bizi yüz yüze getirmekten gayrı
bir şey yapmaz aslında. Dönüp ardına bakabilir
ya da bakmış gibi yapabilirsin. Gel gör ki gerçekten
bakmakla bakar gibi yapmak arasında fark
vardır. Ve Türkçe der ki "gibi" edatı kastedilen
şeyle ayniyet getirmez. Anlam sızması olur. O
sızı üstünkörü bir edat demek değil, insan olarak
yaradılışımızı ıskalamak demektir. Nasıl desem,
cennetten olduk ama belki yeryüzü o kadar uzakta
değildir vesselam...
31
RIYORUM
Ben böyleyim. Biraz kafası, biraz da ağzı bozuk. Biraz aile, biraz da sokak terbiyesi aldım. Bazen
Müslüm, bazen Neşet, bazen Ferdi Baba dinliyorum. Sigarayı bazen söndürüp atıyorum, bazen de
yanarak sönsün istiyorum. Bazen acıya acıyorum, bazen de acının bile canı acısın istiyorum. Bazen
korkuyorum, bazen korkuyu bile korkutuyorum. Yaralarıma bazen kabuk bağlatıyor, bazen de buna
müsaade etmeden ısrarla deşip duruyorum. Ara sıra kendimden geçiyorum fakat vazgeçemiyorum.
Toprağı da seviyorum, suyu da… Lakin çamuru sevmiyorum.
Şimdi ise kaybettim, yâren. Kendimi kaybettim. Bulamıyorum. Kendimi dahi kendi kendime arıyorum.
Öyle ya şu sıralar kendimi kalemin mürekkebinde, kâğıdın temizinde arıyorum. Arıyorum fakat
bulamıyorum. Bir şeylere rastladığım doğrudur fakat bunlar üç beş hayal kırıklığımdan başka bir şey
değiller. Kaybettim kendimi. Bulmak için hislerimi takip ediyorum.
Kendimi ne zaman kaybetmiştim acaba? Ne zaman ellerim titremeye, gözlerim bulanmaya başlamıştı?
Ne zaman bu küllük dolmuştu? Ne zaman ayları, günleri karıştırmaya başlamıştım? Ne zaman
dudaklarım çatlayıp, kanamaya başlamıştı? Ne zaman ölmek, yaşamaktan muteber olmuştu? Ne zaman
hoş rayihalı, pirüpak hayallerim vesveseye dönmüştü? Ne zaman yüzüm güleç, içim yas tutar
olmuştu? Ağladım, sustum, çürüdüm… Ne zaman ağladığıma değdi? Kim sustuğumda beni anladı?
Ruhum bu çürüyüşü ne zaman kabullendi? Aramak, bulmak için ne zaman kâfi gelmedi?
Epeydir rahat nefes alamıyorum. Düşünmek, ağır ve taşıması mecburi bir yük gibi sırtımda.
Mekânsızım. Nereye gitsem, nereye dalsam düşünmeden edemiyorum. İçine girdiğim düşüncelerin
içinden çıkamıyorum. Hayat bana hiç düşünmene lüzum yok demeyecek mi? Düşünmeden uykuya
dalmak mümkün olmayacak mı?
İçimde şu sıralar; çok kullanıp, eskittiği defterinde temiz bir sayfa arayan talebe telaşı var. Topyekûn
eskiye dönmek istiyorum. Aradığım ben ancak orada olabilir. Eski defterlerimde kalmış olmalıyım
diye düşünüyorum. Hala Müslüm Baba’nın bir şarkısında yahut kaldırımları bozulmuş bir ara sokakta
olabilirim. Yürüdüğüm yol değişse de adımlarım aynı. Yeni bir defter yahut yeni bir sokak istemiyorum.
Zaten bir Müslüm Baba daha gelir mi? Gelmez yâren. Gelmeyecek.
Çaresizce arıyorum kendimi. Bulduğum umduğuma değecek lakin bulmak güç, yıllar vefasız, takatim
az, vaktim dar… Bu ızdırap fazla. İşte gassal, işte gasil hane ve teneşir hazır…
Samet Can Karakaya
32
D
AİMİ BİR
İLEMMA
Babil İkra
Gece seyri ve neredeyse tüm yazarların veyahut içini dökenlerin gece hususuna dair klişeleri… Adeta cılkı
çıkarılmış bir gece edebiyatı mevcut. Kendi çapımda bir emek payım da söz konusudur elbet bu cılkın çıkartılış
eyleminde. Evet, bence de kısacık ve değeri tartışmaya açık olan hayat gündüzlere sığdırılamaz. Ancak
gecelere de sığdırılamaz. Hayat kendi kendine sığmayan, belki de sığamayan ne idiği meçhul bir maddemsidir.
Maddemsidir zira ne elle tutulup gözle görülebilir ne de elle tutulup gözle görülemezliği inkâr edilebilir. Tam
da bu noktada insan ile hayat kavramlarının ortak noktalarının sadece bir tanesi ile yine de şaşkınlık tesiri
veren bir karşılaşma içerisindeyiz. Çünkü insan da parçası olduğu hayat gibi duyularca algılanabilir iken elle
tutulup gözle görülemeyebilir hatta duyulmaya da bilir. Söz konusu hemhâllik hayat için riyakârlık teşkil etmez
iken insan için pek tabii teşkil edebilir.
Parça her zaman bütünün kopyası değildir. İnsan haricinde doğada yer alan ve hayatta kalanlar riyaya
meyletmezler. Lakin insan riya içerisinde olmaya mahkûmdur ve bu mahkûmiyete kendi istemiyle mecburdur.
Ayrıca insan kavramı özelinde de parça, bütünün kopyası olmadığından “tüm insanlar istisnasız bir biçimde
riyakârdır “ ifadesini yanlışlamak, riya yollarından sadece birisidir. Bu minvalde insan, kendi riyakârlığına
dahi riyakârlık edebilecek bir varlıktır. Üstelik en tehlikeli olan durum ise her zaman aksi olan duruma kendini
ikna etme içgüdüsüdür.
Daimi bir dilemma ezelden ebede kadar mutlak hâkimdir insan üzerinde. Mesela hüzün, gece ve sonbahar
gibi zaman dilimlerine mal edilmiş iken; gündüz, ilkbahar ve yaz gibi zaman dilimlerinde de hüzünlenebiliyoruz.
Yıldız ışıklarının kendi el yordamımızla canını okuyup aynı yıldızlarının ışıklarının altında kalan yerküresel
alanı edebi bir hale getirmekten asla geri kalmıyoruz. Zaman zaman ve birey birey farklılaşmalar mümkün
olsa dahi çelişki baki oluyor. En kolay şekilde kendine yalan söyleyebilen ve hakikat sonsuzluğunun içerisine
bir şekilde kendi ütopyasını yerleştirebilen bir canlıdan, hüzünlenebilmesini veya herhangi bir hissi hakiki bir
şekilde duyup hakiki bir şekilde ifade etmesini ummak da aynı gerçeklik sonsuzluğunda, aynı amaca hizmet
eden aynı ütopyaları bir şekilde yerleştirmektir. Esasen insan iç içe geçmiş çelişkiler içerisinde müphem bir
yerlerdedir. Dışsal bir çelişki üzerindeyken içsel bir çelişkinin içerisindedir. Öyleyse tek gerçek çelişkinin kendisidir
ve kendisiyle çelişebilmektedir. Çelişkilerin dahi kendileriyle çelişebildiği bir durumda insanın masum
olup olmadığı ise cevaplanması zor, belki de imkânsız bir sorudur.
33
Türkiye’nin Enerji
Alanındaki Yatırımları
ve Mevcut Durumu
Hamit Berat Kaya
Devletlerin gelişimlerinin sürükleyici unsurlarının
başında enerji tüketimi ve üretimi gelmektedir.
Enerji, günlük yaşamımızın ve üretimimizin
en önemli girdilerden bir tanesidir. Bu husustan
dolayı, ülkenin ve enerji sektörünün yönetimini
üstlenenler toplumun ve ekonominin gereksinim
duyduğu enerjiyi yeterli, kaliteli, sürekli, düşük
maliyetli ve çevre ile uyumlu bir şekilde sunmak
yükümlülüğündedirler. Ayrıca, ülkenin enerji arz
güvenliği açısından da bu kaynakları çeşitlendirmek
zorundadırlar.
Enerji, stratejik özelliği olan bir olgudur. Ülkemizde
enerji konusu ve politikaları incelendiğinde,
genelde enerjinin arzı birinci öncelikli
olarak gündeme gelmektedir. Hızlı bir gelişme ve
değişme sürecinin içinde bulunan ülkemiz uzun
dönemli ve kararlı enerji politikaları belirlemenin
yanı sıra dünyadaki gelişmeleri ve uzun dönemli
politikaları gözeten, ülkenin enerji potansiyelini
göz önünde tutan, teknolojik ve araştırma-geliştirme
faaliyetlerini destekleyen politikalar oluşturmak
zorundadır.
Ülkemizde öncelikli bütün yerli ve yenilenebilir
enerji kaynakları tespit edilerek, (çevre koşulları
da göz önünde bulundurularak) tüketime
sunulmasını amaçlayan, enerji kaynağı ve kaynak
ülke çeşitlemesi özelliğini gözeten, dışa bağımlılığının
sakıncalarını ülke içi önlemlerle ve stratejilerle
en aza indirgeyen, teknolojik araştırma
ve geliştirme çalışmalarını teşvik eden özelliklere
sahip bir politikanın benimsenmesi enerjinin arz
güvenliği açısında önem teşkil etmektedir.
Bu minvalde oluşturulan Türkiye Devleti’nin
Enerji Politikası , üç sac ayağı üzerine kuruludur.
Bu ayaklar, enerjiyi yerlileştirmek, enerji arz
güvenliği ve enerji piyasası oluşturulması gibi alt
başlıklardan oluşmaktadır. Bu üç aşamanın kapsamı
ve sorumlulukları, enerji sektörünün tüm
aktörlerini ilgilendirmektedir.
Yapılan Yatırımlar ve Enerji Diplomasisi
Bu başlık altında daha çok yapılan yatırımlar
ve atılan adımlara bakılacaktır. Çünkü günlük ve
polemik oluşturulan görüşlerden ziyade yapılan
veya yapılmak istenenin konuşulması hem ülkemize
hem de insanımıza yarar sağlayacaktır.
34
ENERJİ ARZ
DAĞILIMI
Yerli Üretim
Taş
Kömürü
(Bin
Ton)
Linyit
Tablo 1: 2017 Yılı Ulusal Enerji Denge Tablosu
Asfaltit
(Bin
Ton)
Kok
(Bin
Ton)
K.
Katranı
(Bin
Ton)
Ham
Petrol
(Bin Ton)
Petrol
Ürünleri
(Bin Ton)
Doğalgaz
(10 6 Sm 3 )
Biyoenerji
ve
Atıklar
(Bin Ton)
Rolik
(GWh)
Gar
(GWh)
Elekt-rik
Jeo.Isı ve
Diğer Isı
1.313 70.239 1.452 2.573 367 10.319 67.231 15.517 6.034 917
İthalat 36.216 590 24.957 24.669 46.352 6.330
İhracat 60 2 5 130 6.297 675 1.452
2017 yılında rüzgâr, güneş ve jeotermal kaynakların
toplam elektrik kurulu gücü içindeki
payı yüzde 10 düzeyini aştı. 2016 yılı sonunda
yüzde 9,4 olan pay, 2017 yılı Kasım ayı sonu itibariyle
toplam 9.745 MW ile yüzde 11,7 oldu.
2017 yılında ülkemiz enerji sektöründe meydana
gelen en çarpıcı 7 gelişmeyi alt alta sıralayacak
olursak (tarih sırasına göre):
1) Çayırhan Kömür Sahası İhalesi
Elektrik Üretim Anonim Şirketi’ne ait Ankara-Çayırhan’daki
enerji üretim alanı ile kömür
rezerv alanlarının işletme hakkının verilmesine
ilişkin Şubat ayında gerçekleştirilen ihaleyi kazanan
grup yaklaşık 1,1 milyar dolarlık yatırım
yapacak ve Çayırhan’da 800 megavat gücünde bir
kömür santrali kuracak ve yılda yaklaşık 5,5 milyar
kilovat-saat elektrik üretecek.
2) Tuz Gölü Doğal Gaz Depolama Tesisi
Tuz Gölü'nün altına inşa edilen ve 1,2 milyar
metreküp depolama kapasitesine sahip olan tesis,
gerektiğinde günlük 44 milyon metreküp doğalgazın
şebekeye verilebileceği bir gaz rezervi depolayabilecek.
3) Konya Karapınar YEKA-GES İhalesi
Mart ayında bin megavat bağlantı kapasite tahsisli
Konya Karapınar Yenilenebilir Enerji Kaynak
Alanı Güneş Enerjisi Santrali (YEKA-GES) ihalesi
yapıldı.
Tesisin en geç üç yıl içinde işletmeye alacağı ve
yerlilik oranı ilk 500 megavatta yüzde 60, ikinci
500 megavatta ise yüzde 70 olmasının yanı sıra
santral için yaklaşık 1,3 milyar dolar tutarında
yatırım yapılması ve yılda 1,7 milyar kilovat-saat
elektrik üretilmesi planlanıyor.
(Bin Tep)
4) YEKA-RES İhalesi
Bin megavatlık YEKA ihalesini kazanan grup,
bin megavat büyüklüğündeki rüzgâr santrallerinin
yanında her biri en az 2,3 megavat gücündeki
rüzgâr türbinlerinden yılda 300 ile 450 adet arasında
üretecek bir fabrikayı da sözleşme tarihinden
itibaren 21 ay içerisinde kuracak.
5) Zetes-Hattat Yerli Kömüre Dönüşüm
Zonguldak-Çatalağzı’nda ithal kömür santrali
çalıştırmakta olan tesis ile Amasra’da yerli kömür
üretim projesini hayata geçirmeye çalışan tesis
arasında Kasım ayı başlarında “Yerli Kömüre Dönüşüm
Protokolü” imzalandı.
Protokole göre; Zonguldak-Çatalağzı’nda üretim
yapan tesis, Türkiye’nin yıllık elektrik ihtiyacının
yaklaşık yüzde 7,5’unu üreten 2.800 MW
gücündeki santralinde ithal kömür yerine yerli
kömür kullanacak.
6) Doğu Akdeniz Doğal Gaz Boru Hattı
Doğu Akdeniz’de ki enerji alanlarıyla ilgili
Rum kesiminde yapılan zirvede, Rum lider Nikos
Anastasiadis, Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras
ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah El Sisi
Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynaklarının paylaşımı
ve Türkiye dışındaki farklı yollardan Avrupa’ya
transferi konuları görüşüldü ve bu alanda
aralarındaki stratejik işbirliğinin genişletilmesi
kararlaştırıldı.
Bu görüşmeden birkaç gün sonra ise; Avrupa
Birliği Komisyonu’nun da katıldığı bir toplantıda
Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve İtalya arasında
Doğu Akdeniz Boru Hattı için bir işbirliği anlaşması
imzalandı.
Doğu Akdeniz enerji kaynaklarıyla ilgili 2017
yılı boyunca süren ittifak görüşmeleri, Türkiye’nin
dış politikası ve enerji öncelikleri bakımından
gelecek yıllarda ciddi olumsuzluklar doğuracağı
öngörülmektedir.
7) TürkAkım Projesi
2014 yılının sonlarına doğru Ankara’da yapılan
toplantıda, Güney Akım Doğal Gaz Boru Hat-
Hid-
Rüz-
Güneş
(Bin
Tep)
35
tı Projesi’nin iptal edildiği ve yerine TürkAkım
doğalgaz boru hattının yapılacağı Rusya Devlet
Başkanı Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan
tarafından sürpriz bir şekilde ilan edilmişti.
Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’yle
Rus doğalgazı önce Karadeniz’in altından borularla
Bulgaristan’a, oradan da Güneydoğu Avrupa
piyasalarına taşınması planlanmıştı. Fakat TürkAkım
Projesi’yle gazın Avrupa bağlantı noktası
Bulgaristan yerine Türkiye’nin Trakya kıyıları
olarak değiştirildi ve 2016’nın Ekim ayında İstanbul’da
anlaşma imzalandı.
Proje, tamamlandığında, her biri yılda 15,8
milyar metreküp taşıma kapasitesine sahip birbirine
paralel iki boru hattından oluşacağı; hatlardan
birinin Türkiye piyasası için, diğeri ise Güney
ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin doğalgaz
ihtiyacını karşılayacak şekilde planlanmıştır.
İkinci hat gerçekleştiğinde, Türkiye ilk defa
Rus gazında “nihai ülke” konumundan “aracı
ülke” konumuna geçmiş olacak.
İlk gaz akışının 2019 yılı sonlarında
gerçekleşmesi hedeflenmektedir
Sonuç Ve Öneriler
Dünyada enerji kadar belirsizliklerle dolu çok
az olgu vardır. Gelişmekte olan ülkemiz için de
enerji, tüm dünyada olduğu gibi en önemli stratejik
konulardan biridir. Enerji sektöründe yasa
ve yönetmeliklerde özellikle AB’ye uyum kapsamında
önemli çalışmalar gerçekleştirilmektedir.
Ancak piyasada, denetimin sağlanması, maliyeti
yansıtan fiyat oluşumunun etkinleştirilmesi, kayıp/kaçak
oranlarının azaltılması ve enerji verimliliğinin
artırılması konularında yeterli ve kapsamlı
çalışmalar yapılamamıştır.
AB ülkeleri, Türkiye’yi doğu, güney ve kuzeyimizde
yer alan petrol ve doğalgaz zengini
komşularımızın enerji kaynaklarının kendilerine
boru hatlarıyla ulaştırılmasında bir geçiş ülkesi
görmektedir. Türkiye ise bu tür boru hatlarından
gelen petrol ve doğalgazla artan enerji ihtiyacının
bir kısmını sağlamayı ve arz güvenliğini geliştirmeyi
planlamaktadır.
Enerji sektöründe yerli katma değer arttırılmalıdır.
Bu amaca yönelik olarak, yerli ve yenilenebilir
kaynaklardan üretilen enerjinin payı
yükseltilmelidir. Yenilenebilir enerji kaynaklarından
enerji üretimi için ulusal firmalara destek-teşvik
yöntemleri geliştirilmeli ve var olan
teşvikler de cazip hale getirilmelidir. Biyoenerji,
güneş, jeotermal ve rüzgar başta olmak üzere,
yenilenebilir enerji kaynaklarından daha fazla
yararlanılmalı ve teşvik edilmelidir. Mevcut Yenilenebilir
Enerji Yasası’ndaki teşvikler daha da
arttırılmalıdır.
36
Doğalgazda arz güvenliğinin sağlanması için,
ulusal depolama sisteminin hızla devreye sokulması
ve ayrıca il bazında doğalgaz dağıtım şirketleri
tarafından bölgelerindeki günlük ihtiyacının
en az 20 katı kadar bir miktarı depolaması için
gerekli yasal düzenleme yapılmalıdır. Doğalgazda
kaynak ülke çeşitlendirmesine gitmek, Rusya’ya
olan bağımlılıktan kurtulmak için gereklidir.
Ülkemizde kullanılan bütün enerji çeşitlerinde
vergi oranlarının azaltılması, ayrıca yerli kaynaklardan
üretilen biyoenerjiden hiç vergi alınmaması
gerekmektedir.
Kesikli ve kalitesiz olduğu iddia edilen ve üretim-dağıtım
sistemiyle paralel çalışmayan izole
rüzgar enerjisi üretim tesislerinden elde edilen
elektriğin hidrojen enerjisi üretiminde kullanılması
daha verimli olacaktır. Bu alan çalışma
yapacak olan özel sektör tesislerini özendirecek
teşvik verilmelidir. Böylelikle rüzgar enerjisinin
hidrojen enerjisi yardımıyla depolanması sağlanacaktır.
Enerji kaynağı çeşitliliği ve teknolojinin kazanılması
açısından nükleer santrallerle ilgili yasanın
bir an önce meclisten geçirilerek yürürlüğe
girmesi gerekmektedir.
Enerji sorunlarının çözümlerinde, doğru
enerji politikası ve stratejilerinin geliştirilmesinde
üniversitelerin de sürece dahil edilmesi
gerekmektedir. Enerji sektöründe yaşanan ve
önümüzdeki yıllarda artarak yaşanacak teknik
eleman (mühendis, ara eleman) açığını karşılayabilmek
amacıyla eğitim politikaları bir an önce
oluşturulmalıdır.
Kaynaklar
http://www.eigm.gov.tr/tr-TR/Denge-Tablolari/Denge-Tablolari
www.seta.org
http://www.enerjigunlugu.net
37
YÜKSELEN
KÜRESEL GÜÇ
ÇİN ve BELT and
ROAD Projesi
Ömer Furkan Demirci
Kazakistan’da yapılan yeni bir tren terminali, Sri
Lanka'da tamamlanan gemi limanı, Balkanlara
yapılan yeni fabrikalar, Cibuti'de kurulan Askeri
Üs. Her ne kadar farklı coğrafyalarda bulunsalar
da, tüm bu yatırımlar aslında 3 kıtaya yayılan ve
Dünya nüfusunun %60’ını kapsayan bir projenin
parçası: Belt and Road Initiative (BRI).
SSCB’nin yıkılması ile birlikte tek kutuplu hale
gelen dünyada Amerika’ya tehdit oluşturabilecek
bir ülke düşünüldüğünde akıllara gelen ilk ülke
Rusya olsa da, Amerika için asıl tehdit yayılmacı
ve globalist Çin politikalarıdır. 21.yy’ın en büyük
yapım projesi olan ve Türkçe olarak ‘Kuşak ve
Yol Girişimi’ adlandırılan proje Çin’i tek kutuplu
dünyanın gelecek diğer kutbu haline getirmeyi
38
hedeflemekte.
Çin başkanı Xi Jinping 2013 yılında Kazakistan’da
‘İpek yolunu canlandıracak yeni bir ekonomik
kuşak oluşturmalıyız.'(1) demesi ve bir
ay sonra Sri Lanka’da ‘İki taraf birlikte 21.yy’ın
yeni İpek Deniz Yolunu oluşturmalı.'(2) demesi
üzerine başlatılan ‘Kuşak ve Yol Girişimi’ projesi
günümüzde 60’dan fazla ülkede faaliyet gösteren
ve $8-10 trilyon bütçeye sahip bir proje haline
gelmiştir. Londra’dan Pekin’e kadar altı farklı kol
üzerinden uzayan projenin bu kadar ilgi çekmesinin
sebebi, Çin’in yatırım çekemeyen veya yatırım
yapmakta güçlük çeken ülkeler başta olmak
üzere birçok ülke ile birlikte karşılıklı kazancın
güdüldüğü anlaşmalar sağlamayı seçmesidir. Gaz
ve Petrol kaynağı olan ülkelere boru hattı, Güney
Doğu Asya ülkelerine hızlı tren yolu, Afrika
ülkelerine alt yapı sağlayan Çin bu yolla sadece
ekonomik değil, politik nüfuzunu da beraberinde
götürmektedir.
2016 yılında Gayrisafi Milli Hasıla'da (GMH) 173.
sırada bulunan(3) ve Dünya yolsuzluk indeksinde
117. sırada yer alan(4) Pakistan’ın Gwadar şehrinde
(BRI) kapsamında deniz limanı ve bu deniz
limanını Çin’e bağlayan otobanlar yapan Çin,
küçük bir balıkçı kasabasını 2016 yılına geldiğimizde
yıllık $62 milyar ticaret yapan bir şehir
haline getirdi(5). Sadece Pakistan’ı geliştirmekle
kalmayan Çin, aynı zamanda devlet tarafından
yönlendirilen ve sahip olunan şirketlerin yurtdışında
ihaleler kazanmasını sağlayarak yatırım
seçeneklerini de çoğaltmış oldu. Bu yatırımdan
sonra Pakistan’ın GMH’si 2010’lu yılların en yüksek
seviyesine gelirken(6) , Dünyanın en büyük
10 inşaat firmasının 7’si Çin firmaları oldu. Çin
aynı zamanda başka ülkelere yatırım yaparken
kendi işçileri için de iş alanı oluşturmakta ve yapılan
inşaatlarda kendi işçilerine de yer açıp işsizliği
düşürmekte.
Batı yatırım yapmak için bazı gereksinimleri tamamlamanızı
beklese ve bürokratik ihtiyaçlar
ortaya koysa da, Çin daha rahat ve esnek bir standart
koyarak bürokratik engellere takılan ülkelere
sıkıntı yaşamadan yatırım çekme olanağı sağlamakta.
Bu da Afrika, Asya, Doğu Avrupa gibi
bölgelerde Çin’in nüfuzunun artmasına olanak
sağlamakta. Batı tarafından otoriter ya da yarı
demokratik görülen veya iç savaş ile savrulan ülkeler
ve liderler yatırımcı çekmek için sıkıntılar
çekerken Çin, tereddütsüz bir şekilde bu liderler
ve ülkeler ile anlaşmalar sağlayıp onları kendi safına
çekmekte.
Bu ülkelerin birçoğu verilen kredileri ödeyememe
sıkıntısına sahip ülkeler olduğu halde neden Çin
yatırım yapmaya devam ediyor? Çünkü bu yatırımlar
sadece ekonomik olmaktan çok öte. Çin
(BRI) kapsamında aynı zamanda kendi nüfuzunu
da arttırmanın çabasında, bu sebeple yatırım
39
yaptığı ülkelerin kredi borçlarını ödeyememesi
durumunda stratejik öneme sahip olan yerlerdeki
liman ve istasyonların işletimini belli bir yıllığına
alıp (Sri Lanka – 99 yıllığına liman Çin'e verildi,
Pakistan 40 yıllığına Gwadar Limanı Çin'e verildi)
ya da borç karşılığında toprak alıp üs kurmakta
(Cibuti – İlk kıta dışındaki askeri deniz üssü).
Bu limanların güvenliğini sağlamak üzere Çin savaş
gemilerini ve askerlerini ülke sınırları dışında
bulundurarak hem ticari rotaların kontrolünü ve
güvenliğini sağlarken hem de uluslararası sularda
hâkimiyetini arttırmakta.
America First / Önce Amerika
2017 yılında Amerika başkanı olarak seçilen
Trump’ın seçim sloganı ‘America First’ idi, bu slogan
ile amacı yatırımların dışarıya gitmesinden
ziyade yurt içinde tutup iş olanaklarını ve Amerika
anayurdunu geliştirmekti. Trump Başkanlığa
başlayış konuşmasında ‘Dış ilişkililerden mülteci
sorunlarına, terörle mücadeleden vergilere atacağımız
her adım Amerika için, Amerikan aileleri
için ve Amerikan şirketleri olacaktır’ demişti.
Bu açıklamanın ardından Trump önderliğindeki
Amerika küresel anlaşmalardan çekilirken (NAF-
TA – Kuzey Amerika Ticaret anlaşması, TPP
– Trans Pasifik İş birliği, PCA – Paris İklim Anlaşması),
yavaşça ama emince gelen düşmanı Çin
için hareket alanı açıyordu. Çin Amerikanın boşalttığı
her rolü doldurmak için kendini alternatif
olarak sundu ve geçtiğimiz 5 yıl boyunca, özellikle
Trump sonrası dönemde, Çin kendi nüfuzunu
giderek zorlanmadan arttırdı. Çin nüfuzunu
başta Asya, Çin Denizi, Okyanusya gibi alanlarda
arttırırken aynı zamanda Balkanlar, Afrika ve
Amerika’nın arka bahçesi olarak bilinen Güney
Amerika ülkelerine kadar nüfuzunu genişletti.
Çin tarihsel miras olarak gördüğü Güney Çin
Denizinde gün gittikçe nüfuzunu arttırmakta ve
yapay adalar oluşturarak bu adalara askeri üsler
kurmakta. Bu yolla deniz üzerinde daha fazla
hak iddia edip, diğer hak iddia eden ülkeleri
ekonomik ve askeri olarak baskı altına almakta. Bu
durumun karşısında yeterli gücü olmayan Güney
Doğu Asya ülkeleri Amerikan yardımı istese de,
Amerika bu baskıyı azaltmakta yeterli olacakmış
gibi görünmüyor. Çin kimi zaman diğer ülke
askerlerini tutuklayıp, kimi zaman askeri üslerine
erişimi savaş gemileri yerleştirerek engelliyor.
Bölgede artan Çin Nüfuzuna karşı Filipinler
gibi bazı ülkeler Çin ile ortak noktada anlaşıp,
Çinin varlığından yararlanmayı düşünüyor. Bu
ise Güney Doğu Asya’daki ülkeleri gün geçtikte
Amerika'dan koparıp Çin'e yaklaştırıyor. Çin bir
yandan da Kuzey Kore’ye nispeten sessiz kalarak
Kuzey Kore'yi Amerika'ya ve onun Güney Doğu
Asya'daki dost ülkeleri olan Güney Kore ve
Japonya’ya karşı bir koz olarak kullanıyor. Amerika’nın,
Güney Asya ülkeleri olan Japonya, Güney
Kore gibi ülkelere Kuzey Kore tehdidine karşı
yerleştirdiği hava savunma füzeleri (HSS) ve askerlerden
rahatsız olan Çin, Amerika ile askeri
ortaklık anlaşması imzalayan ülkelere siyasi, bürokratik,
ekonomik ve akademik ambargolar uyguluyor.
Güney Koreli esnaf ‘Eskiden günde 100
Çinli turist varken, THAAD HSS’den sonra artık
neredeyse hiç yok’ diyor. Güney Koreli firmaların
önemli bir çoğunluğunun satışlarında %58’e varan
düşüş olurken, Çinli turist sayısında %87’lik
bir azalma oldu. Ünlü araba firması Hyundai
2017’nin Ocak ve Şubat aylarında satış oranları
artarken Mayıs ayında %63’lük bir düşüş yaşamaları
Güney Kore üzerine uygulanan ambargonun
ne kadar ciddi olduğunu gözler önüne sermekte.
(7)
Büyüyen Çin aynı zamanda büyüyen bir talep ile
gelmekte ve bu talebi karşılayacak arzı da farklı
coğrafyalardan, örneğin Afrika, Güney Amerika,
Orta Asya gibi ülkelerden karşılamakta. Yer altı
madenleri bakımından zengin olan ve kolonicilik
dönemlerinden bu yana isim değiştirse de
farklı biçimler altında Batılı ülkeler tarafından
sömürülen Afrika bu sefer Çin’in merceği
altında. Kimsenin yatırım yapmadığı, yapmaktan
40
çekindiği, yabani bir toprak bıraktığı Afrika’ya
Çin farklı bir bakış açısı ile yaklaşıyor. Çin Afrikalı
ülkelerin yer altı kaynaklarını alırken bir yandan
da yer altı sistemlerini, binalarını ve tren yollarını
yapmakta veya yenilemekte. Öte yandan Afrikalı
gençleri burslu bir şekilde Çin Üniversitelerinde
yetiştirip kendi ülkelerine yetişmiş eleman olarak
geri göndermekte. Bu gençler sadece eğitimli
bir eleman olarak değil aynı zamanda Çin
değerlerine göre yetiştirilmiş ve bu yönde çalışan
misyonerler olarak da görev almakta. Afrika'da
her geçen gün Çin Lobisi güçlenmekte ve ihaleler
Çinli şirketler tarafından alınmakta. Bunun
karşısında Afrika'daki üstünlüğünü kaybeden
Amerika ve Avrupa Afrikalı ülkelerin yolsuzlukla
boğulan veya diktatör olarak adlandırdıkları
kişilerle yönetilen ülkeleri ile öncekinden daha
fazla ilgilenmeye ve ilişkileri geliştirmeye başladı
lakin ivme kazanan Çin önü kesilmesi zor bir
güç olarak her geçen gün Afrika kıtasında daha
fazla nüfuza erişmekte. Afrika artık Amerikalılar
tarafından Çin’in ikinci kıtası olarak anılmakta.
Çin’in ardından Hindistan, Brezilya ve Türkiye de
artık batılı devletlerin yerini almak için kollarını
sıvamış bulunmakta. Geleceğin taşıyıcı iş gücü
olacak Afrika’dan Çin kadar Türkiye de yararlanmak
istemekte. Lakin çevre kirliliği ve Çin’in
sadece ham madde alıp işlenmiş madde satması
ve kendine bağlı hale getirmesi Afrikalıların
eleştirisini çekmekte. Bunun üzerine Çin Dışişleri
Bakanı Wang Yi bir konuşmasında ‘Biz eski Emperyalist
devletlerin yaptıkları hatayı tekrarlamayacağız’(8)
diyerek, farklı bir yol izleyeceklerinin
sinyalini verdi.
Güney Amerika ülkeleri ile son 10 yıldır ekonomik
ilişkilerini geliştiren Çin, 2008’li yıllarda
daha çok ham madde anlaşması yaparken şimdilerde
inşaat anlaşmaları ve telekomünikasyon
anlaşmaları yapmakta. Artan Çin nüfuzu sadece
Amerika'yı değil aynı zamanda onunla ticaret
yapan Güney Amerika ülkelerini de rahatsız
etmekte. Çin Güney Amerika ülkelerinden
ucuz ham madde alıp işlenmiş ürünler satarak
Güney Amerika Sanayisinin istikrarını bozmuş
durumda. Aynı zamanda Amerika’nın çekilmesi
ile duraklayan (TPP)’ye alternatif olarak Hindistan
ve Japonya’nın da içinde bulunduğu ama
Amerika’nın olmadığı bir Pasifik Anlaşması
kurma çabasında. Çin gelecek on yıl için Latin
Amerika ülkelerine $250 milyar yatırım yapmayı
planlıyor. Bunun yanında Güney Amerikalı ülkelerle
serbest ticaret anlaşmaları imzalayarak gün
gittikçe ağırlığını iyice arttırmakta.
Çin başkanı Xi Jinping ünlü lider Mao’dan sonra
en etkili başkan olarak anılmakta. Kabinesi birbirinden
güçlü teknokratlarla dolu Xi Jinping’e bu
yıl ‘Sınırsız süre iktidarda kalma’ yetkisi verildi, bu
ne kadar batı tarafından diktatörlük olarak anılsa
da Xi Jinping açık ara dünyadaki en güçlü siyasi
lider olarak tahtını korumakta. Çin Komünist
Partisi son kurulunda kendi felsefesini ve yolunu
izleyeceğini söyleyen ve bunu Belt and Road Initiative
ile taçlandıran Xi Jinping Çin’i global bir
güç haline getirmede önemli etkenlerden biri.
Çin sadece ekonomik ve askeri olarak nüfuzunu
arttırmakla kalmıyor, aynı zamanda istihbarat
ve lobicilik olarak da kendini geliştiriyor. Avustralya'da
geçtiğimiz yıl bir milletvekili Çin'den
41
para almak ve Çin adına çalışmak suçundan tutuklandı,
aynı zamanda geçtiğimiz yıl içerisinde
Almanya ve Balkanlardaki ülkelerde birçok milletvekili
Çin için çalıştığı gerekçesi ile suçlandı ve
görevinden alındı. Çin başka ülkelerde bulunan
parlamento üyeleri, öğretim görevlileri, siyasetçileri
fonlayıp onlara destek sağlamakta. Türkiye'de
de akla gelen ilk isimlerden birisi Vatan Partisi
lideri Doğu Perinçek’tir. Çin aynı zamanda dünya
genelinde aleyhine paylaşılan her gönderiyi,
protestoyu takip edip bunlara katılan isimleri
fişlemektedir. Düzenlenecek olan protesto veya
okunacak bildirileri önceden devlet kanalları ile
engelleyip bu gibi çalışmalara katılan kişileri ülkeye
girmekten, kütüphaneleri kullanmaktan,
güçlü olduğu alanlarda hizmet almaktan men
ederek kendi güçlerini kendilerine karşı yapılan
gösteriler üzerinde kullanmaktadırlar. Çin aynı
zamanda ülke dışında okuyan öğrencilerin ne zaman
nereye girdiğine, paralarını nerede harcayıp
kimlerle muhatap olduklarına kadar her şeylerini
incelemektedir.
Türkiye bu bulmacanın neresinde?
Son yıllarda ekonomik ve politik nedenlerle yatırımcı
çekmekte güçlük çeken Türkiye kredi almak
için düşük faizle kredi veren Çin bankalarını
tercih ediyor. Yatırımları ve projeleri bu fon ile
yönlendiriyor. Aynı zamanda Türkiye Amerika’ya
alternatif olarak Çin sermayesini ve BRI projesini
Türkiye’ye sokmaya çalışıyor. ABD Türkiye’ye
HSS sistemi olan Patriotları satmayınca, Türkiye
Çin'den muadili olan HSS sistemini almaya çalışsa
da ağır bir politik baskıdan sonra vazgeçmek
zorunda kaldı. Ardından Türkiye tekrar birkaç
Patriot alma veya kendi sistemini üretme teşebbüsüne
girdiyse de yine başarısızlıkla sonuçlandı.
Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alması yine politik
ve ekonomik baskı olarak Türkiye’ye geri yansıdı
ve bu anlaşmadan çekilmesini, Patriot konusunda
uzlaşabilecekleri öne sürüldü ki bu yine batının
bir oyalamasıdır.
Türkiye Çin’den ilham alıp inşaat sektörü üzerine
kurulu bir ekonomik yol izlese de, Çin sadece
inşaat sektöründen oluşan bir ülke değil, aynı zamanda
diğer sektörlerde de gelişmekte ve bu da
ekonominin sıkıntıya girmesini engellemekte. Şu
sıralar Türkiye inşaat bazlı ekonominin duraksaması
üzerine bir buhrana girmek üzere.
Çin zulmü altında yaşayan Uygur Türklerinin
dertlerine çare olmak maalesef ki gün gittikçe
daha da zorlaşmakta. Kendi iç olaylarında
karartmaya giden, bunların dış dünyaya
yansımasını engelleyen ve otoriter bir rejim olan
Çin'e, bir iç politika sorunu olarak kabul ettikleri
Uygur Türkleri konusunda yaptırım uygulaması
ve onları bu zulümden kurtarma çabası gün
geçtikçe daha da zor hale gelmektedir.
Kaynakça
1) 'Xi proposes a 'new Silk Road' with Central
Asia' China Daily. Alındı: 04.06.2018.
2) 'China's Maritime Silk Road Gamle' The Diplomat.
Alındı: 04.06.2018.
3) 'PPP (current international $)' World Development
Indicators Database, World Bank. Alındı: 04.06.2018.
4) '2016 Table' Transparency International. Alındı:
04.06.2018.
5) 'The Danger in the deep near China's multibillion-dollar
port in Pakistan' Diploacy & Defence. Alındı:
04.06.2018.
6) 'Pakistan GDP Growth Rate' Trading Economics.
Alındı: 04.06.2018.
7) 'A geopolitical row with China damages South Korean
business further' The Economist. Alındı: 04.06.2018.
8) 'One among many' The Economist. Alındı:
04.06.2018.
42
BİLMEDİĞİM YERDEN
Şimdi seyrine çokça daldığın dünyaya bakan gözlerinden
bir şeyler anlatacağım. Çoğu hayal, birazı gerçekleştirilebilir
ama inanması hep umut veren gözlerden,
gözlerimizden olacak anlatacaklarım. Tam bir tur dön
etrafında, ne manzaralar var mananda gizli, kalbine
kazılı. Temizlenmesi tövbe ile mümkün ne kadar günahımız
var, dünyaya sürtünmüş tozlu sayfalarımızda.
Dertli yüzümüze vur hayatı, kaârlı çıkar belki de yaşadıklarımızın
yanında. Bilmiyorum tahmin ediyorum,
durup bir sokak ortasında ağladın mı mesela? Ya da bu
türkü benim için yazılmış dedin mi? Ayakların geri, sen
mecbur hep ileri gittin mi? Koca bir kahkaha sakladın
mı cebinde, nereye uygun düşer diye? Bilmiyorum,
tahmin ediyorum. Muhtemelen geceleri gökyüzüne
bakarak çok dua etmişsindir. Çay kaynayana kadar dumanına
sarmışsındır hayallerini. Süslediğin, bezediğin
hiç kimseninkine benzemeyen biricik hayallerini. "Hayat
sen planlar yaparken yaşadıklarındır." Ne de doğru
söylenmiş bir söz. Biz insanoğlu bahar gelse hayal
kuruyor, kuş ötse konuştu sanıyoruz. Biz isteğimize
kendimizi tutukluyoruz. Ya da muhtemelen istemeyi
bilmiyoruz. Bilmediğimiz binlerce şeye biri daha ekleniyor.
Bir dağ sırtında kara kışa özeniyor bir papatya.
Kış geliyor, yaza hayal kuruyor. Bilseydi ki onun
mevsimi bahar hiç ister miydi üstüne yağsın kar? Bilmiyor,
bilmiyoruz. Neyin hayalini kuruyorsanız şu an,
her ne için çarpıyorsa kalbiniz, yüreğinizin en sessiz
yerine bir döşek serin, yatırın oraya. Kalbinizin sükûtuna
saklayın. Gecenin ayazına gömün siteminizi, özenip
de çıkmasın bir kış sabahına. Seherine dualar dağıtın,
güneşli sabahların. En sessiz vakitlerin peşinde, bir
dilenci gibi koşalım. Belki koşarken öğreniriz, koşarken
yaşarız. Ve tüm yaşadıklarımız hayallerimizin çok
ötesinde olur. Bilmiyorum, tahmin ediyorum. O vakur
duruşlu gözlerinden, çekingen kaçamak bakışlarından,
sırasını şaşmayan nefesinin düzeninin bozulmasından,
boynunu sağ yanına hafifçe eğişinden, başını kaldıramayışından.
Külünü ateşe verme, suyun hazırken sol
tarafında ve kaşlarını çatma dünyaya. Nefes aldığın
kadar şişiriyor ciğerin, güldüğün kadar kısılıyor gözlerin,
adımların büyüdükçe, serpiliyor kaderin. Serpilen
kimi zaman hayallerin, kimi zaman dertlerin. Büyüyorsun
koca bir ağaç oluyorsun, dalların, budakların,
yere sımsıkı bağlı köklerin. Sen oluyorsun, hiçbir şeyin
büyümesi kolay değil. Bizim de öyle. Ağırdan ağırdan
sevgiyle yoğurup, dertle kavurup, üstüne su gezdirdiğin
türden. Senden, benden, ondan. Hepimiz aynı türden,
aynı yerden.
Kalp kalbi görür, göz iletişimsel bir temastır. Ben
gözlerimizden anlatıyorum. Kendi gözümle ulaşabildiğim
kalplerden. Aslında güvensizim ama bir tek şu
yaratılışındaki harikalıktan ötürü ona güveniyorum.
Göze. Sözlerimin manasızlaştığı çok yerde, gökyüzünü
içirmişliğim var onlara, baharı bahçelerde izlettirmişliğim.
Bunu ilk anladığımda bir şiir yazıyordum.
Bir akşamüzeri bankta başladığım bir şiiri, evde sonlandıramadım.
Çünkü önümde çocuklar koşmuyordu,
biri diğerini iteklemiyordu, anlamadığım cümleleri
tekrarlamıyordu. Ve gözüne aşina olmadığım, bir bakış
bana top atmıyordu, oynayalım diye. O şiiri hala
tamamlayamadım. Bence yarım kalmalı, bana gördüklerimin
değerini anlatmalı. Gördüklerime tutuklu
kalışımı ve görmeden yazamayışımı. Ona olan muhtaçlığımı.
Göremeden çıkarabildiğiniz yangınlar varsa
işte onlarda yanın. Mümkünse kül edin kendinizi.
Tam orada bir varoluş hikâyesi yazılıyor çünkü bizden
habersiz. Göz manaya gördüğünde mi açılıyor?
Nefes gördüğünde mi kesilir? Görmek şiir yazdırıyor.
Görmeden şiir yazmak mı? Bir gün belki.
Görüyoruz, seviyoruz, istiyoruz ve tutukluyoruz
kendimizi. Hepsinin koca değerleri var özümüze verilmiş.
Gördüğümüz her şey gerçek değil. Emin olun
sevdiğimiz de. Tutuklayacak kadar bizi kendine değerli
değil hiçbir şey. Seyrine hayran kaldığınız bir
hayatınız olsun, derdine boyun büküşünüz, getirdiğine
eyvallahınız, götürdüğüne tebessümünüz olsun.
Cebinizde bir dünya saklayın ve son sözü size
ait olsun. Sizin dışınızda size ait. Yandığınız ateşteki
dumana ait, gördüklerinize bağlılığınızın aklınıza
iliştirdiği görmediklerinizin merakına ait. Sizden öte
ona ait. İlla ait olacaksak bir şeye, aidiz o halde. Her
an her dakika bir kafa karışıklığı içinde. Bilmiyorum,
tahmin ediyorum. Hiç aradın mı yanacak bir ateş?
Perdesini kaldırdın mı hayallerinin? At zehrini, uyanamamışlığının,
hoyratça yaşamışlığının. Bir mucize
yaşamak başlı başına. Bekleme, al eline değneği güt
şu koyunları. Zafer her daim kafa karışıklığınındır.
Bilmiyorum, tahmin ediyorum.
Sümeyra Arslan
43
Oğlumun
Adı
Büşra Eroğlu
Yatağımın başında beni her sabah aynı vakitte
uyandırmaya yeltenen saat benim için önemliydi.
Onun sesiyle irkiliyor ve yine onun sesiyle penceremden
sızan güneşin kızıllığını hissedebiliyordum.
Uykusuzluğun da vermiş olduğu ağırlıkla
yavaş yavaş doğruldum. Bir süre yerde acıyla yatan
defterime takıldı gözlerim. Oysa hiç ihmal etmez,
kalemimden, düşlerimden ayırmazdım onu.
Fakat onu yeniden yaşatacak ne cesaretim ne de
yüreğim vardı artık.
Hava güzel görünüyordu. Güvercinlerin penceredeki
seyri doyulur gibi değildi. Az ötede bulunan
denizin kokusu, haşin dalgalarının verdiği
gürültü beni kendime getirmeye yetti. Pencerenin
bulunduğu yere doğru yöneldim. Gökyüzü, denize
olan sevdasını anlatıyor gibiydi. Öyle güzel,
öyle aydınlık… Arada tek bir bulut bile yoktu onlara
engel. Derken penceredeki iki güvercine ilişti
gözlerim. Ne de güzel bakıyorlardı birbirlerine.
Öyle saf, öyle beyaz… Aralarındaki minik şey
dikkatimi çekti. Yeni olmalıydı. Ne gözleri açılmış
ne de tüyleri vücudunu etraflıca sarmıştı. Bana
o hiç tatmadığım babalık duygusunu hatırlattı.
Birden Asya’yı anımsadım. Sahi Asya neredeydi?
Uyandığımda da yoktu yanımda. Tabi ya… Salonda,
masanın başında beni bekliyor olmalıydı.
Ah Asya! Nasıl unuturum seni? Doğruca salonun
yolunu tuttum. Attığım adımlar çoğalıyor, yol bir
türlü bitmek bilmiyordu. Belki de korkuyordum
onu orada görememekten. Neyse ki orada, masanın
etrafındaki sandalyelerden birinde oturmuş,
bekliyordu. Her sabah beni yerle bir eden bu
duygu yavaş yavaş yerini gözlerimdeki aşka bırakıyor,
ona bakmakla doyamıyordum. Annemden
sonra sevdiğim ilk kadındı Asya. Beni görünce
oturduğu yerden yavaşça kalkarak bana doğru
yaklaştı. Etrafımda döndü birkaç kez. Anlam veremiyordum
bu hâline. Sonra arkamda olduğunu
hissettim. Omuzlarımdan sarıldı bana. Boynuma
dökülen saçları simsiyahtı. Kollarımı sardı elleriyle.
Elleri… Elleri çok güzeldi Asya’nın. Ama
anlamsız bir soğukluk vardı teninde. Önemsemedim.
Çünkü biliyordum içimde yanan yüreğin
ona yeteceğini. Konuşmadık hiç. Gözlerinden yanağına
dökülen incileri hissedebiliyordum. Fakat
o inciler ki tebessüm deryasında kum tanesi gibi
yok oluyordu tenimde. İçimdeki acı bedenime
doğru yayılıyordu. Dayanamıyordum gidişlerine.
Ellerimle yüzünü avuçlayıp sormak istiyordum:
“Eskiden olduğu gibi neden hep yanımda
değilsin? Biraz daha kalsan ya… Hani gitmesen
artık o çok sevdiğin papatyaların dünyasına. Taşıyamıyorum
bu yükü. Her sabah o en son kurduğun
saatin sesiyle uyanmak istemiyorum artık.
Sahi çok mu seviyorsun onları?”. Konuşmadı hiç.
Yorgundu belki de. Yüzünde yayılan tebessüm
öfkemi yatıştırıyor, az da olsa acımı dindiriyordu.
Çok geçmeden avuçlarımın arasından kayıp gitti-
44
ğini hissettim. Gitmişti…
Düşüncelerin içinde boğuluyor, kendimi bile
tanıyamaz hâle geliyordum artık. Sahi onu bu
hale getiren neydi? Defalarca kollarımın arasında
onu bulamayışım nedendi? Bin bir cevapsız
soruyla baş başa kalmıştım yine. Her defasında
aklımın ermediği, gözümün görmediği bir
biçimde ortalıktan kayboluyordu. İyi ama neyin
gidişiydi ki bu? Affedemez miydi beni? İsteyerek
olmamıştı ki. Bilseydim hiç çıkar mıydım evden?
Alır mıydım o arabayı?
Neredeyse yıl oldu ama Asya hâlâ aynı. O günden
beri hep aynı. Ne eskisi gibi eve geliyor ne de
konuşuyordu. Ne gelişine ne de gidişine eriyordu
aklım. Bazen oluyor en zor anımda ellerime dokunuyor,
bazen evin yolunu hiç bulmuyordu.
Neredeyse yıl oldu gözlerimin güne olan hasreti.
Neredeyse yıl oldu Asya’nın sesini duymayalı.
Olsun… Gözünden dökülen yaşta kabulüm.
Konuşmasın ama yanı başımda olsun.
Bazı akşamlar Atıf geliyor, ellerinde bir sürü
torbayla. Evden çıkarmaya çalışıyor beni. İstemiyorum.
Çünkü biliyorum ki Asya her an vurabilir
kapıya. Atıf da biliyor aslında onu beklediğimi.
Ama nedenini bilmediğim bir tavırla kabullenemiyor
bir türlü. Uzun zamandır etrafımdaki herkes
bir tuhaf zaten. Başta Asya... Sonra Atıf… Hoş
öyle kapımı çalan da yok zaten. Olmasın da…
Atıf her defasında geçiyor karşıma ve yine başlıyor
o günden:
“ Fırat… Yorulmadın mı artık? Ben çok yoruldum
her defasında onun adıyla açılan kapılardan.
O gün! O günü hatırlasana. Birlikteydik hani. Çok
içmiştik. Ahu, sen, ben, Asya… Hatırlasana o karanlık
geceyi. Baba olacağın haberini aynı anda
öğrenmiştik onun ağzından. Çok mutluyduk,
mutluydunuz. Yedik, içtik, eğlendik. Gecenin sonunda
sen kullanmak istemiştin arabayı. Kızmıştı
hani sana. İnatla bir şeyin olmadığını, kullanabileceğini
söylemiştin. Asya’nın bütün çabaları
boşaydı. Bense kendimde değildim. Sana karşı
çıkacak gücü kendimde bulamıyordum. Sonra
sen direksiyona, Asya yan koltuğa, bizde arkaya
geçmiştik Ahu’yla. Asya… Sürekli yavaş olmanı,
iyi görünmediğini söylüyordu. Sense gayet iyi
olduğunu tekrarlayıp duruyordun. Oğlumuz diyordun
bir de. Bir ara gözümü açar gibi oldum.
Sen neşeyle şarkılar söylüyordun. Ahu… Yıllardır
sevdiğimi söyleyemediğim kadın, kollarımdaydı,
uyuyordu. Asya… Oğlunun adını sayıklıyor, seni
ikna etmeye çalışıyordu. Bir an gözlerin yoldan
ayrılıp Asya’ya takıldı. Sadece bir kaç saniye… O
gün, o yol ne sana ne de bana hiç bitmedi Fırat. O
geceden bu yana hatırladığım tek şey Ahu’nun o
korku dolu çığlıkları oldu. Fırat! Ne olur kendine
gel! Sana çok ihtiyacım var. Kabullen… Onlar gelemez
artık.”
O cümlelerin sonu gelsin istemiyordum. Birden
ayağa fırlayıp bağırdım: “Git artık, bu söylediklerinin
hiçbiri doğru değil!” Beni duymuyordu
bile. Amansızca çabalıyor, kazadan yalnız ikimizin
sağ çıktığını söylüyordu. Atıf ’a ne oluyordu
45
böyle. Söylediği her cümle diğerinden daha acı
geliyordu. Sesi kulaklarımı yakıyor, içime kadar
işliyordu. “Nerdesin Asya? Gel de görsün nefesini.”
diye geçiriyordum içimden. O ara Asya’nın
sesini duyar gibi oldum. Arkamdaydı, hissettim.
Geleceğini biliyordum. Atıf ’ı kolundan tutup Asya’nın
karşısına getirdim. “Söylediklerinin saçmalıktan
öte olmadığını söylemiştim sana. Bak
geldi, sapasağlam duruyor işte.”
Atıf, Asya ya bakıyor, iyice süzüyordu. “Gördün
mü, inandın mı şimdi?” dedim. Cevap vermedi.
Öylece izliyordu. Bir ara bana takıldı
gözleri. Dudakları titriyor, gözlerinden yağmur
iniyordu. Sonra bir daha hiç göremeyecekmiş gibi
sarıldı.
Bir derdi vardı Atıf ’ın, bana diyemediği. Çocukluğumdu
Atıf. Hem annem hem babamdı o
yıllarda. Bir kıyı kasabasının ücra bir köşesinde,
yetimhanede büyüdük. Arka bahçenin duvarları
onun yazdığı şiirlerle doluydu. Anlardı o beni.
İyi tanırdık. Ne oldu da Atıf beni bilmez, anlayamaz
oldu. Belli ki vardı bir derdi. Sahi… Ahu da
gelmiyordu artık. “İnandım kardeşim, sen haklıydın.
Kendine iyi bak, gene geleceğim.” dedi ve
gitti. Hiç anlatamadım Atıf ’a kazadan sonrasını.
Ne zaman anlatacak olsam ya karşı çıktı ya da
kabullenmedi. Hâlbuki hastanedeyken bile Asya
hep yanımdaydı. Tamam, konuşmuyordu ama elleri
hep avuçlarımdaydı. Acaba hasta mıydı Atıf?
Asya’ya bir bir anlattım Atıf ’ın söylediklerini.
Beni soluksuz dinliyor, derin derin bakıyordu.
Ona âşıktım. Onunlayken hiç durmadan konuşabilir,
türlü cümlelerle onu anlatabilirdim. Ezbere
bildiğim tek hayat onunkiydi. Annem, babam…
Çizdiğim kâğıtlardan öte gitmedi hayalleri.
Ama Asya öyle miydi? Yüzündeki çizgilerin
bile bir anlamı vardı bende. Belki de defalarca
her defasında birebir aynısını tutturamadığım
annemdi, babamdı onlar.
Gözlerim buğulanmış Atıf ’ın hatırlattığı evladım
gelmişti aklıma. Sonra o güvercinler… Bir an
kaçmak istedim Asya’dan. Beni bu halde görsün,
üzülsün istemedim. Ardıma bakmadan koşarak
çıktım o merdivenleri. Sonra odanın kapısını kilitleyip
saatlerce ağladım. Utandım adamlığımdan.
Asya’nın verdiği o haber, gecesinde geçirilen
kaza, ardından geçen bir yıl… Nasıl olur da sormazdı
bir baba evladını. Asya hiç getirmemişti
onu. Ölmüş müydü yoksa? Öfkem geçtiğinde Asya’yla
konuşmak, o geceden sonra neler olduğunu
bir de ondan dinlemek istemiştim. Neredeyse
bütün evi aradım. Gitmişti yine… Bir daha ne zaman
gelirdi kim bilir.
Sabahki havadan eser yoktu. Gökyüzü yağmur
damlalarıyla bir olmuş denizine karışıyor,
rüzgâr bütün gücüyle ağaçtaki yaprakları dallarından
ayırıyordu. Bu amansız hava, acıma ortak
olmak istercesine beni benden ediyor, sanki
ölürcesine sonsuzluğa çağırıyordu. Bütün bunlara
dayanamayıp kendimi yere attım. Birkaç dakika
içimdeki sızının geçmesini bekledim. Öyle de
oldu. Yavaş yavaş gözlerim açılıyor, kendime gelmeye
başlıyordum. Atıf ’ın söylediklerini sindirip
Asya’yı düşündüm. Yerde acıyla yatan, bir türlü
açmaya cesaret edemediğim defterim öylece bana
bakıyordu. Önce cesaret edemedim yine. Sonra
titreyen ellerimle uzanıp aldım. Hiç de kolay
değildi her sayfasını karıştırmak, geçmişe ait ne
varsa tekrardan yaşamak. Belki de iyi gelecekti.
Kendimi toplayıp yetimhanenin ilk gününden bu
yana attığım her tarihi bir bir okudum. Atıf ’ı ilk
tanıdığım anları, onun Ahu’ya olan aşkını, yetimhaneyi,
arka bahçeyi, kazandığım ilk alın terini,
renkli kalemlerden öte gitmeyen annemi, babamı,
Asya’yı her şeyi yazmıştım. Sayfaları bir solukta
okudum. Son sayfaya geldiğimde öldüm sandım.
Ruhum çekiliyor, nefesim kesiliyordu. Yüreğimin
parçalara ayrıldığını hissettim. O gece… Atıflarla
buluşmadan belki birkaç saat önce… Asya’nın
düşleri kalemimle bir olup kelime kelime akmıştı
defterime:
“Fırat’ım.
Bu defteri ailen gibi gördüğünü biliyorum. O
yüzden bugün sana vereceğim haberi önce annenle
paylaşmak istedim.
‘Anneciğim; adınızı, yaşınızı, şu an ne hâlde
olduğunuzu bilmiyorum. Ama hissediyorum ki
Fırat hep yüreğinizde. Sizin kadar olmasa da onu
hep seveceğime ve sonsuzluk uykusuna daldığımda
bile hiç yalnız bırakmayacağıma dair söz
veriyorum. Bugün sizin babaanne, Fırat’ın
da baba oluşunun ilk günü…’
Şimdiden sevinç çığlıklarını duyar gibiyim.
Seni çok seviyorum hayatım.
Asya…”
Sonrası yoktu. Birkaç günüm yine Asya’yı beklemekle
geçti. Atıf ’ın sözleri kulaklarımdan çık-
46
mıyor, “Artık gelemezler.” deyişi yüreğimi parçalıyordu.
Saatlerce yazdığı kelimeleri hiç durmadan
tekrarlıyordum.
Dördüncü günün sonunda Asya gelmişti.
Bakmadım yüzüne… Çünkü biliyordum yine gidecekti.
Yavaşça sokuldu yanıma. “Fırat?” dedi.
Aylardır hasretiyle yandığım ses… Onun sesi.
Asya gelmiş ve o kazadan sonra ilk defa konuşmuş,
adımı söylemişti. Nefesim kesildi. Saatlerdir
soluksuz oturduğum sandalyeden kalkıp onu sarmam
zaman almadı.
Asya konuşuyordu artık. Kucağında anlam
veremediğim bembeyaz bir şeyle gelmişti. Belki
de affetmişti, vazgeçmişti papatyalardan. Cevap
veremiyordum. Güçsüzdüm. Oysa hasrettim sesine.
Ağzından çıkan her kelime tekrarım olmuştu.
Kolay değildi sevdiğin kadının sesini unutmak
üzere olmak. Sonra devam etti:
“Bekleme artık. Bu sondu.”
Kafamı yere çevirdim. Sanki bu kadar acı yetmezmiş
gibi bir daha gelmeyeceğini söylüyordu.
Hissizleşen kalbim kucağındaki beyazlığa takıldı.
Gözlerimdeki merakı anlamış olacak ki o yüzüne
her dem giden tebessümüyle: “Oğlumuz.” dedi.
O an bütün kelimeler anlamını yitirmiş, dudaklarım
birbirine kenetlenmişti. Uzunca bir süre
karıma ve oğluma takılı kalmıştı gözlerim. Birden
nasıl olduğunu anlayamadığım bir hızla kucağıma,
kollarıma bırakıverdi. Ben hiç böylesini görmemiştim.
Baktıkça yüzü belirginleşiyor, hareket
ediyordu. Kalbimin sesi çığlık olup akıyordu
gözlerimden. Asya’nın hasret dolu gözleriyle bizi
izlediğini hissedebiliyordum. Elime dokunup,
yavaşça bebeğin yüzüne götürdü. Oğlumun belirginleşen
yüzünde tebessüm çiçekleri açıyordu.
Sonra o minicik elleriyle parmağımı kavradı. Hiç
olmadığım kadar güvende hissediyordum kendimi.
O zeytin karası gözleri Asya’nınki ile aynıydı.
Çok mutluydum. Defalarca kokladım, öptüm. İstedim
ki zaman dursun; Asya’m, oğlum hiç gitmes
in. Ne yazık ki Asya’nın sözleriyle bütün hayallerim
küle dönmüştü. “ Vakit geldi. Artık gitmemiz
gerekiyor. Biliyorsun papatyalar…”cümlesi ağzından
dökülürken zorlandığını hissediyor, onun da
hiç gitmek istemediğini biliyordum. “Gitme” sözcüğünün
işe yararlılığına inanmıyordum artık.
Bir şey diyemedim. Gözleri buğulu : “Oğlumuzla
birlikte seni orada bekleyeceğim. Bizi merak etme
ve kendine çok iyi bak. Seni çok seviyoruz.”
Son kez sarıldım Asya’ma. Oğlanı kucağına
verdim. Öptüm, kokladım. “Atıf ’a git. O haklıydı.”
diyerek son kez gözden kayboldu. Olduğum
yerde kalakaldım. Az önce yaşadıklarım neydi
diye düşüncelere vurdum kendimi. Sonrasında
defteri yerden kaldırıp, karımın kaldığı yerden
devam ettim oğlumu anlatmaya. Artık kabullenmiş,
kaderime razı gelmiştim.
Birkaç gün sonra kendimi epey toparladım.
Sanki Asya her an yanımdaymış gibi eski hayatıma,
düzenime döndüm. Tabi bunların başında
ilk işim Atıf ’a gitmek oldu. Aylar sonra ilk kez çıkıyordum
sokağa. Bir güzellik doluyordu yüreğime
şiirden. Bütün sokak rengârenk görünüyordu
gözüme. Ve gökyüzü bembeyaz… Sanki gökyüzü
rengini yeniden almış, kuşlar uçmayı yeniden öğrenmişti.
Biliyordum… Biliyordum mavinin bin
bir tonunda beni izlediklerini.
Beni görenler şaşkınlıkla bakıyor, tek kelime
edemiyorlardı. Arkamdan birinin bana seslendiğini
işittim. Sesinden Rıfat ağabey olduğunu
anlamıştım. Koşarak geliyor, elinde ne varsa savuruyordu.
Yanıma gelmesiyle sarılması bir oldu.
Belli ki beni görmek onu mutlu etmişti. Bende
sevinmiştim gördüğüme. Babam gibiydi bendeki
yeri. Soluk soluğa: “Fırat… Oğlum yengenle çok
merak ettik. Atıf gittiğini söylemişti buralardan.
Çok aradık. Duyunca çok üzüldük. Hadi gel bize
gidelim. Böyle tek başına olmaz.” Sesindeki üzüntüden
beni ne denli sevdiklerini, merak ettiklerini
anlayabiliyordum. Öncelikle Atıf ’ı görmem
gerektiğini, akşama kabul ederlerse birlikte geleceğimizi
söyleyerek Atıf ’ın evinin yolunu tuttum.
Adımlarım gitgide hızlanıyor bir süre sonra koşmaya
başlıyordum. Çok heyecanlıydım. Beni en
iyi o anlardı. Merdivenleri üçer beşer çıkmış nihayetinde
kapıya varmıştım. Zile basmadan önce
birden Ahu’nun yokluğu düşmüştü aklıma. Çok
beklemeden zile bastım. Birkaç dakika sonra Atıf
açtı kapıyı. Beni görünce afalladı. Beklemiyordu.
“Kardeşim!” diyerek atıldı boynuma “Nihayet.”.
Sımsıkı sarıldım çocukluğuma. Ve dedim ki: “Sen
haklıydın. Onlar artık gelmeyecek.”. Yüzündeki
şaşkınlık ifadesi yerini hüzünle karışık sevince
bıraktı. Sonra içeri geçtik. Ben karımı, oğlumu
anlattım ona. O da hiç kavuşamadığı Ahu’sunu.
O günden sonra düşündüğüm tek şey oğlumun
adı oldu.
47
E
HİL
1
Recep Güçlü
Alacakaranlıkta, zemin kattaki balkonunun karşısında bulunan ince, seyrek ağaçlara ve çalılara bakarak
içinden şunları geçirdi: "Ulan her şeyi içinden geçiriyorsun be. Yahu bu sözleri bile içinden
geçiriyorsun. Bunu bile. Bunu..." böyle devam etti. Sonra bir süre ağrıyan yerini düşündü, bir süre
üzerimize düşeni yaptık diyen bir adam düşledi, biraz da ağaçların siyahlığı ardındaki gökyüzüne
bakarak "hiçbir şey düşünmemek" adlı düşünceyi düşündü. Düşüncelerle bir yere varılamıyor diye
düşündüğü sırada kendini dışarıda buldu. (Demek ki bir yere varılabiliyordu.) Ana yola bağlanan sokakları
yavaş yürüdü. Keşke yürümeye devam etmese, bir şey olsa ve geri dönse, hikâye burada bitse.
Ama bitmedi. Yürümeye devam edip ana yola bağlandı (sokak). Bu şehirde gece yarısı da insanlar
oluyordu. Belki benim gibi bile yüzlerce insan vardır dedi. Demedi. Belki benim gibi bile yüzlerce
insan vardır. Karanlıkta böyle yürüyordur. Ağrıyan yerini eliyle yokluyordur. Orası ağrımıyordu ki,
ağrıyormuş gibi yapıyordun. Hayır be, kaç kere anlatacağım. Kaç kere anlatacaktı? Orası gerçekten
ağrıyordu ama bilerek ağrımıyormuş gibi yapıyordu. Sanki ağrımıyor da, ağrıyor gibi yapmış olmak
için elini oraya koyuyormuş izlenimi vermeye çalışıyordu. Bunun ona ne yararı vardı? Size dedim
keşke hikaye az önce bitseydi diye. Bunun ona yararı şuydu: Hadi ordan be! Kimi kandırıyorsun.
Oranın acıdığı falan yok. Besbelli numara yapıyorsun, diyen biri karşısında bir anda gerçek acıyı ortaya
çıkaracak ve galip gelecekti. (Hayalinde bile böyle, kazanma hissini yaşamak için küçük hileler
yapıyordu.) Sıkıldı. Ağrıyı unuttu. Sol kaburga kemiklerinin biraz üzerinde duran elini cebine attı.
Terk etmek kadar kolay bir şey mi vardı?
Anlatmak da kolaylaşıyordu. Mesela caddenin köşesindeki durakta bir çift, kavga ediyordu. (Rüya.)
Hatta biri diğerini öldürüyordu desek daha gerçekçi olur. (Rüya.) Yanında iki kedi kavga ediyordu.
(Rüya.) Büfeyi yeni açan adam (hava ne ara aydınlandı?) kendisiyle kavga ediyordu. (Rüya.) Kedisiyle
değil, kendisiyle. Hayat Kavgası’ydı. Kavgalarım’dı. Kavgam’dı. Hepsi Rüya’ydı. Nerede bir
kavga varsa Rüya oradaydı. Ama hatırlamak istemedi şimdi. Önemli değildi. Önemli olan, bu adamın
şu an yıkıma doğru gidiyor oluşuydu. Ömrünü bir düsturun, kendi deyimiyle bir hilenin üzerine kuran
bu adam, biraz da o hile yüzünden mahvolacaktı.
O mahva doğru yürüdü. Çift yönlü geniş yolu dikkatle geçti. Bankaya yürümesi beş dakikaydı.
2
Hayata karşı bir hile olarak, beklentiyi hep düşük tutmuştu. Ömrü bununla geçti. O kadar kötü, düşük
bekliyordu ki, illa beklediğinden yüksek ve iyi şeyler çıkıyordu ortaya.
48
Ama bu sefer öyle olmadı. Sarsılmıştı. Nereye
gittiğini bilmeden, farkında olmadan yürüyor
saatlerdir. Uzaklaşıyor git gide. Bu sefer ne
oldu? Beklentiyi yeterince düşük tutmamış mıydı
acaba? Hayır, bu olamaz. (Aslında tam da öyle
oldu.) Çünkü bu işi özenle yapıyordu. Mesela ne
zaman bankadan para çekecek olsa, içerde on on
beş lira vardır, diyordu. Sonra elli yetmiş lirayla
dönüyordu bankadan. Ya da ne zaman bankaya
biri gelse onun soyguncu veya katil olduğunu düşünüyordu.
Sonra soygun veya cinayet olmayınca
seviniyordu. Durduk yere sevinmek gibi bir
şeydi bu. Bir galibiyet.
Bu hileyle epey bir işten kazançlı çıktı. Ama şimdiye
kadar çeşitli aksaklıklar olmadı değil. Bunlar
da genellikle küçük talihsizlikler veya teknik
sıkıntılardan kaynaklandı. Mesela lise yıllarında
"yok canım, kalırım" dediği fakat iyiden iyiye
geçeceğine inandığı derslerden kaldığı oldu. İlk
defa aşık olduğu bir kıza yine aynı yöntemi uygulayarak
açılırken de hile tutmamıştı. "Hiç şansım
yok, yüzüme bile bakmaz," demişti arkadaşlarına.
Gerçekten de yüzüne bakmamıştı kız. Yine de
yenilgiyi kabullenmemek için, zaten onu pek de
sevmediğini düşünmüştü. Güzel de değildi zaten.
Âşık olmak neymiş? Böyle kurtuluyordu işte yenilgisinden.
Ama böylesi başına hiç gelmemişti. Bu bir 'vaka'ydı
onun için. Bilimsel bir vakaydı. Neredeyse
her şeyini kaybetmişti. İşini kaybetmişti bir kere.
Zaten şu an işini veya başka bir şeyini düşünecek
durumda değildi. Kaybettiği şey belki de varlığıydı.
Rüya’yı kaybetmişti, hem de ikinci kez.
Evini kaybetmişti. Çünkü o kadar uzaklaşmıştı
ki, geri dönmesi mümkün değildi. Ailesini zaten
kaybetmişti. (Başka nedenlerden dolayı, uzun bir
süre önce.) Belinde bir tabanca, üzerinde üniforma,
cebinde bir miktar parayla kalakalmıştı. Hilesi
anlaşılmıştı demek ki. Hayat, böyle yaşanılmasına
izin vermemişti. (Korkuyla bekleyen biri
olmadığı için, bu 'demek ki'ler de onu rahatlatmıyor,
aksine rahatsız ediyordu.)
Uzun uzun yürüyüp uzaklaştıktan sonra bir ara,
gülümsedi. Güldü hatta. Bir şey görmüştü çünkü.
Gülerek, gördüğü şeye doğru yürüdü.
3.
“İnsan tanıdık birini arıyor kötü kararlar verirken.”
Bankaya girerken böyle diyordu en son.
Üniformasını giydikten sonra fark etti bu sözü
içinden geçirdiğini. Nerden duymuştum bunu?
Takılmadı. Daha banka açılmadan kapının önünde
sıraya girmiş müşteriler numaralarını alırken
yüzlerindeki ve ellerindeki bıkkınlıkla ilgilenmedi.
Koridorun ortasında onları izleyedurdu. Şu,
bankayı soyacak. Arkasındaki üç kişinin bellerinde
silah var. Biri kameraları patlatacak, sakallı
olan beni öldürürken, hah işte şimdi sıra alıyor o
da paraları isteyecek çığlık atarken diğer müşteriler
ve görevliler. (Yok canım, beklenti bu kadar
da düşük tutulmaz ki. Milyonda bir ihtimal
bu dediğin. Hile yapıyorsun. Şimdi onlar bankayı
soymazsa, bu düşündüklerin gerçekleşmezse rahatlayacak
mısın öyle olmadığı için.) “Abartma,”
dedi. Bir an herkes dönüp ona baktı. Özellikle
sıra alan, sözün kendisine söylendiğini düşündüğü
için daha çok dönüp baktı ona. Küçük bir
gerginlik. İyi oluyor böyle arada.
Çocuklarının ellerinden tutarak ve onları susturmaya
çalışarak içeri giren kadını görünce ailesini
hatırladı. Zaten ne zaman çocuklu birilerini görse
ailesini hatırlıyordu. Hatta ailesini hatırlamak
için aklından bir kadını ve çocuklarını geçirip -ki
bunlar genelde kendi karısı ve çocukları olurduhüzünlenirdi.
Arada bir hüzünlenmek lazımdı.
Yoksa Rüya’yı özlediğim filan yok tabii. (Kendini
kandırmayı da pek beceremiyordu.)
Evliliği, küçük bir hata, bir mantık hatasına kurban
gitmişti. Bunun hilemle bir ilgisi var mıydı
acaba? Yok canım, dedi. Evlilik gibi özel bir
müessese bile... Ne olmuştu? Ayrılığın üzerinden
geçen onca zamandan sonra hatırlamak biraz zor
oluyordu ayrıntıları. Zaten o evliliği yaşadım mı,
yoksa sadece bir düşünceden mi ibaretti bunu da
bilemiyorum şimdi. Ben de bilemiyorum. Ama
nasıl yaşadıysa, yaşadı o kısa evliliği. Yüzünde
bir maskeyle.
“Bakar mısınız?” dedi gençten biri. Bir gencin
sıra almayı beceremiyor oluşuna şaşırdı. Nasıl
yapacağını göstermek üzere yürürken gencin
arka cebinden bıçağı çıkarmak suretiyle kendine
saldıracağını düşündü. Sıra alma işlemi olaysız
sonuçlandı. Tabancasını ve copunu kontrol edip
yerine döndü.
Karısıyla tanıştığında yüzünde bir maske vardı.
Rüya, önce onu farklı bulmuş, sevmişti. İnanılacak
şey değildi belki ama maskenin altındaki
yüzü hiç merak etmedi. Koyu, siyaha çalan bir
kızıllık, hatsız bir yüz vardı karşısında. Bir maskeyle
evlenmişti.
Rüyayla buluşmadan önceki telefon konuşmala-
49
rında, Rüya’nın beklentisini düşük tutmak üzere
-ah şu hile- çok çirkin olduğunu söyleyip durmuştu.
Aslında fena değildi, yakışıklıydı hatta.
Ama nedense buluşmaya giderken, o maskeyi
takmak istemişti yüzüne. Başı tamamen kavrayan
bir şeydi. Rahattı. Nefes alırken sorun çıkarmıyordu.
Öyle gitti buluşmaya.
O, kanlı bir yüzü andıran maske, evliliğin ikinci,
üçüncü aylarında sorun çıkarmıştı ilk defa. Sorun
da denemez. “Yüzünü görmek istiyorum.”
demişti Rüya sadece. Ama öyle laf olsun diye,
görmesem de olur, der gibi.
Evde veya karısıyla bir yerde olduğu müddetçe
hep taktı maskeyi. Artık, yüzü oydu. Rüya da
alıştı. Kocasının bir maske taktığını düşünmüyordu
hiç. Yaşadılar. İki tane bebekleri oldu. Onlar
da çok sevmişlerdi bu kızıl yüzü. Hayat iyi
gidiyordu. Ama bir gece, Rüya farklılaştı, garip
bir şey yapmaya kalkıştı.
“162 numara burada mı?” diye seslendi görevlilerden
biri. Gözleriyle etrafı izledi o da. Sıkıntı
yapacak bir şey yoktu. (Düşünmeye devam edebilirdi.)
Rüya, kocasının maske taktığının ayrımına varmıştı
bir gün. Bir nevi aydınlanmaydı. Kocası,
yani ben uyurken, yani uyandığımda, Rüya’yı
maskemi çıkarmaya çalışırken gördüm. Birden
ayaklandım. Bağırdım. Karımla büyük bir kavga
etmiştik. Attığı onca tokat, maskemi öyle acıtmıştı
ki.
Sonra Rüya’nın olmadığı, Rüya’nın olmadığı ve
Rüya’nın olmadığı günlerde maskeyle bakışmıştı
uzun uzun. Başka bir gün de durumun anlamsızlığını
fark etmiş ve maskeyi yakıp yok etmişti.
Elinde sigarasıyla, “162 geçti mi?” diyerek bağıran
bir adam girdi içeri. Adama yaklaştı. Uzun
bir aradan sonra ailesini, Rüya’yı ve ayrılıklarını
düşündüğü için biraz mahzunlaşmış, biraz
sinirlenmişti. “Beyefendi,” dedi hiddetle, “önce
şu sigaranızı dışarı atın, sonra da yeni sıra alın.”
Copuna davrandı. Hâlbuki adam, dalgınlıkla girmişti
içeriye, elinde sigara olduğunun farkında
değildi. Zaten bağırmamıştı da. Sadece merakla,
sırasının geçip geçmediğini sormuştu.
Copu çıkardı. Ne yaptığını bilmiyordu. Adamın
kafasına, ciğerlerine, yere düştüğünde sırtına indirirken
copu -bir karışıklık olmuştu bankanın
içinde, bir uğultu- kendini kaybetmişçesine bağırıyordu.
“Ah Rüya. Niye çıkarmadım o maskeyi.
Niye, gül gibi hayatımı mahvettim bir maske
uğruna.” Bunlar olurken, bu sözleri dökerken
bağırarak, Rüya’nın bankanın içinde bir yerde
olduğunu düşlüyor, gelip kocasının koynuna atlayacağını
hayal ediyor, sonra alkışlar, bankamatiklerden
fışkıran banknot şeklinde güller eşliğinde
kucağında kızı...
“Sen!” dedi Rüya. İşte, olmuştu. Sabahleyin yanında
çocuklarıyla bankaya giren kadın, ona Rüya’yı
hatırlatan kadın, Rüya’nın kendisiydi ve
“sen!” diyordu keskin bir sesle. “Sen. Sen? Sen,
sen!”
Yerde, yediği copun acısıyla sızlanan bir adam.
Yaşadıkları şoktan dolayı yerlerinde donup kalmış
bir avuç insan. Elindeki copu yere düşürürken;
sen, sen, sen diye bağıran öfkeli yüzün, karısının
yüzü olduğunu yeni fark eden bir güvenlik
görevlisi: Ben, ben, ben!
4.
Hile karıştı. Karısının bankada olduğunu hayal
etmiş, sevinçle boynuna atladığını düşünmüştü.
Ama bu, düşük bir beklenti değil, aksine hedefi
yüksek tutmaktı. Rüya, çocukları bir kenara iliştirip
bana doğru gelirken, -karıcığım mı demiştim
tam o sırada?- yıllar önce maskeye indirdiği
tokatların mislini yüzüme uygulamak için elini
hazırlıyordu. Ağlıyordu(m). Akşam olduğunda
bankadan, evinden, yaşadığı ilçeden ya da ilden,
epey uzakta olduğunu fark etti. Belinde bir tabanca,
üzerinde üniforma, cebinde bir miktar parayla
kalakalmıştı. Anın duygusal ağırlığından olsa gerek,
felsefi düşünceler ve sözler geçirdi içinden.
“Sokayım böyle işe lan.”
Bu sözleri yeni bir duygusal travma, bir yıkım
etkisiyle gözyaşı boşalmasına neden oldu. Ayaklarını
sürüye sürüye yürürken hiç bilmediği, tanımadığı
bir yerde, birden gülümsedi. Güldü hatta.
Burnunu çekti. Gözyaşlarını sildi. İçeriye girdi.
Elini cebine attı endişeyle -içinde biraz para olduğunu
bilmesine rağmen, endişeyle. Sonra vitrinde
gördüğü şeyi göstererek, çocuksu bir mutlulukla
sordu: “Bu, ne kadar?”
Adam da şaşkın, parmağın işaret ettiği yere bakarak:
“Hangisi, şu, kızıl olanı mı?”
50
Fotoğraf: Emel Beyaz
51
MEMLEKETİMDEN
İNSAN MANZARALARI:
. .
Eber Gölü Saz İşçileri
Gültekin Kayalar
FOTO ÖYKÜ-2
52
Eber Gölü, coğrafi olarak Afyonkarahisar’ın Bolvadin ilçesi sınırları içerisinde yer alan Emirdağları
ile Çay ilçesi sınırları içerisinde yer alan Sultandağları arasında bulunur. 104 km 2 ’lik yüzölçümü ile
Türkiye’nin en büyük 12. gölüdür. Eber Gölü ilkbahardan kışa her mevsimde ayrı güzelliklere sahip,
yaşayan bir göl. Kuş popülasyonu, sazlıkları, saz işçileri ve her mevsim farklı renkleri ile mutlaka
görülmesi gereken bir yer.
Eber Gölü civarında yaşayan köylüler sabahın erken ve soğuk saatlerinde göle açılarak kamış
biçiyor ve öğlene doğru kıyıya dönerek biçip desteledikleri kamışları destesi 1,5-2 liradan satarak
geçimlerini temin etmeye çalışıyorlar.
Gölün içinde kesilip biçilerek kıyıya getirilmiş ve destelenmiş saz demetleri göl kıyısında farklı
yerlere taşınıyor. Bu yerlerden biri de Derebağ Köyü. Kamışların ince ve zayıf olanları kabukları
ayıklanarak, temizlenerek, boyları eşitlenerek yeniden bağlanıyor ve istifleniyor. Çalışanlar bu
kamış destelerinin temizlenmesi ve istiflenmesi işlemini 80 kuruşa yapıyorlar. Daha sonra bu kamış
demetleri sevkiyatçılar tarafından alınıp Mersin Limanı’na gönderilerek buradan da İngiltere,
Almanya, Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor. Bu kamışlar çatı izolasyonu,
ısı yalıtımı, gölgelik, hasır yastık yapımında kullanılıyor.
Biçme işlemi tamamlandıktan sonra; her yıl doğal olarak kendini yenileyebilen sazlıklar, ertesi yıl
tekrar biçilmek için kendilerini usta ellere teslim etmek üzere kimi sıcak kimi soğuk, kimi dingin
kimi rüzgarlı günlerde bazen sessiz sakin bazen de rüzgarla fısıldaşarak çeşitli kuşlara, böceklere,
balıklara ev sahipliği yaparak gelecek sezonu beklemeye başlıyorlar.
Fotoğrafçılar için çok güzel, özel ve cömert sunumların yanı sıra pek çok kuş ve balık çeşidi için
doğal yaşam alanı olan bu güzide gölümüz, maalesef ki Seyfe Gölü, Amik Gölü, Akgöl gibi göllerle
aynı kaderi paylaşarak aşırı sulama ve barajlar sebebi ile kuruma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş;
su yüzeyinde ve derinliğinde ciddi kayıplar olmuş; kuş ve balık çeşitliliğinde azalmalar, yok olmalar
gerçekleşmiş; suların çekildiği kıyılar bataklığa dönüşmüş ve atık suların Eber Gölü’ne akıtılması
sonucu çevresine nahoş kokular yaymaya başlamıştır.
Pek çok güzelliğimizi ve değerlerimizi müsrif bir şekilde yok ettiğimiz gibi Eber Gölü’nü de yok
etmek üzereyiz.
İnşallah ilgilenen, sahiplenen ehil ve yetkili kişilerin önlem alan, duyarlı davranışları ile Eber Gölü ve
diğer güzelliklerimizin uzun seneler memleketimize ve doğal hayatımıza katkıları devam eder.
53
SARAMAGO’NUN KÖRLÜK ROMANINA
HOBBES’UN LEVIATHAN’I KAPSAMINDA
KISA BİR BAKIŞ
Oğuz Atalay
Giriş
Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun en bilinen
kitabı Körlük, bir kişinin aniden kör olması ile başlayıp
akabinde bütün insanlığın kör olmasını konu
edinen ve akıl hastanesinde karantinaya alınanların
hikâyesini insan doğasına vurgular yaparak anlatan
bir roman… Şimdiye dek insan doğası kapsamında –
en azından dilimizde- irdelenmemiş bu romana dair,
kısa bir çalışma yaparak edebiyata bir nebze katkıda
bulunmayı amaç ediniyorum.
Romandaki olgu ve olayları Hobbes’un Leviathan’da
tarif ettiği doğa durumu ile ilişkilendirebilir
miyiz? Saramago’nun Körlük romanında “Hobbesian”
felsefeye dair anıştırmalar neler?
Doğa Durumu ve Körlük
Hobbes’un doğa durumunda, herhangi bir yönetim
olmadan her insan kendi özgürlüğünü korumayı
ve başkaları üzerinde de hâkimiyet kurmayı arzu eder.
Bu iki arzunun kaynağı ise insanın kendini koruma
dürtüsüdür. Bundan da herkesin herkesle savaşı ortaya
çıkar ve bu doğa durumunda mülkiyet ya da adalet
yoktur, yalnızca savaş vardır. 1
Romanda körlük olgusu, doğuştan görme engeli
olan bireylerin ışığı algılamamalarının aksine siyah/
karanlık değil beyazdır. Dolayısıyla romanın birçok
yerine serpilmiş olan imalarla da anlamaktayız ki; yaşanan
körlük salgını insanlığın bildiği görme engelinden
farklı bir anlamda karşımıza çıkıyor: “körlük böyle
bir şey değil” 2 Saramago, zamanı ve mekânı bilinmeyen
hatta kişilerin isimlerini zikretmeyerek anonimleştiren
kurgusunda körlük olgusunu insanları eşitlemek
için kullanmış görünüyor. “Kimse böyle birdenbire
kör olmaz” 3 , “körlük bulaşmaz, Ölüm de bulaşmaz,
1 Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, 3. Cilt, Modern Felsefe,
3. baskı, s. 109.
2 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 11.
3 ibid, s. 17.
buna rağmen herkes ölür.” 4 Ölümün herkesi eşitlediği
dünyada körlüğün yayılması da herkesi eşitleyecektir:
“şimdi iyinin de kötünün de karşısında hepimiz
eşitiz” 5 diyerek yazar da bu niyetini açığa vuruyor.
Dahası, Saramago insan doğasına dair konuşmak
için de körlük metaforundan yararlanmış görünüyor.
Bütün insanların eşitlendiği, farklılıkların yok edildiği
bir sosyal deney sahasında buluyoruz kendimizi:
“dünyada ne varsa tamamı burada” 6 ve “muhtemelen
her şey gerçek haline körler dünyasında kavuşuyor.” 7
Saramago insanlığın eşitlendiği ve dünyanın doğa
durumunun ufak bir temsili biçiminde sunduğu karantinada
kör olarak yaşamayı, Hobbes’un devlet ile
son bulan doğa durumundan daha ileri götürüyor:
“aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”
8 Hatta doğa durumunun henüz bitmediğini
ilan ediyor: “Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük.” 9
Yine romanın bir yerinde Hobbes’un meşhur sözünün
farklı bir ifadesini okuyoruz: “insanların içinde doğal
olarak bulunan insan sevmezlik yüzünden.” 10 Aynen
Hobbes’un dediği gibi “homo homini lupus.”
Karantinadaki uygulamalarda Hobbes’un insan
doğasına dair görüşlerini Saramago’nun da paylaştığı
bir kurgu görürüz. Hobbes’a göre doğa durumunda
yaşamak mecburiyeti hâsıl olursa, gerektiğinde
hırsızlık yapıp birisini öldürebileceğinizi, en azından
hayatta kalmak için bunu yapmak zorunda olacağınızı
11 anlarız. Romanda da karakterler hayatta kalmak
için her türlü aşağılanmaya katlanmaktadırlar, yeter ki
kursaklarından bir lokma ekmek geçsin. İnsani olma-
4 ibid, s. 41.
5 ibid, s. 277.
6 ibid, s. 105.
7 ibid, s. 133.
8 ibid, s. 213.
9 ibid, s. 330.
10 ibid, s. 330.
11 Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, 27. baskı, s. 93-94.
54
KIRKTUĞ OKUMALARI
yan koşullarda yaşamanın manası olmayacağı üzerine
gerçekleşen her ifade teşebbüsü, bir karakter tarafından
yeter ki hayatta kalalım ifadesiyle cevaplandırılır.
Hobbes’a göre devletin olmadığı bir ortam kavga
ve kaos ortamıdır ki; karantinada da kavga ve kaos
ortamını görürüz. Hobbes’a göre ölüm korkusu, insanları
bir toplum olmaya itecek, herkesin birbiriyle
savaşmasından ziyade güçlü bir otoritenin olduğu durumda
insanlar daha iyi olacaktır. 12 Saramago, Hobbes
gibi düşünmekle birlikte, güçlü bir otorite yerine
örgütlenmenin olduğu durumu savunur görünür: “ilk
başta önerilen, her yatakhaneden bir sorumlu seçilmesi
düşüncesi yardımcı olabilirdi” 13 ve “Bir körler toplumu
yaşamını sürdürebilmek için nasıl örgütlenebilir,
örgütlenmek yeter, örgütlenmek bir bakıma görmeye
başlamak demektir.” 14
“Kaynakların kıt olduğu bir dünyada hayatta kalmak
için yiyecek ve su bulma mücadelesi veriyorsanız,
diğer insanlar sizi öldürmeden önce onları öldürmek
gerçekten akıllıca olabilirdi.” 15 Romanın şaşırtan
karakteri “Doktorun Karısı”nın birisini öldürmesini
de bu şekilde yorumlayabiliriz.
Doktorun Karısı ve Mesih İmgesi
Bütün insanlığın kör olduğu romanda “kör olmayan”
bir kişi vardır: Doktorun karısı. Romanda Hristiyanların
İsa Mesih’i olarak tasvir edilmiş olduğuna
dair ciddi emareler olduğu kanaatindeyim. Romandaki
bir diyalogda “ama bana öyle geliyor ki biz çoktan
ölmüşüz, körüz çünkü ölüyüz, öbür türlü de söyleyebilirim,
ölüyüz çünkü körüz, ikisi de aynı” lafına
karşılık Doktorun Karısı “ben hâlâ görüyorum” 16 cevabını
verir. Hobbes’a göre ise Kurtarıcı ikinci gelişinde
müminlere layık oldukları ölümsüzlüğü yaşasınlar
diye insanları ikna edecektir 17 ve inanan o insanlar
“Tanrı’nın gözünde yaşıyorlardı.” 18 Doktorun Karısı’nın
kendisini tasviri de Hobbes’un Mesih’e bakışı ile
uyumludur. Doktorun Karısı, “ben bir kraliçe değilim,
hayır, yalnızca dehşeti görsün diye dünyaya gelmiş bir
kadınım” 19 sözlerini ise Hobbes’ta da görürüz. Hobbes,
Kurtarıcımız, yeryüzünde bedenen var olduğu
sırada kurtardıklarının kralı değildi der. 20 Saramago’nun
Doktorun Karısı'nı Mesih ile özdeşleştirdiği
en net alıntı ise şudur: “Doktorun Karısı, çukur kazdıktan
sonra, ağrıyan belini doğrultup alnında biriken
terleri koluyla silerken fark etti onları. Bunun üzerine,
içinden gelen dürtüye uyarak, hiç düşünmeden hem o
körlere hem de dünyanın bütün körlerine, Yeniden ortaya
çıkacak, diye bağırdı, dikkat edin, Dirilecek, demedi,
sözlükler bu iki sözcüğün tamı tamına ve kesinlikle
eş anlamlı olduğunu ileri sürse de, bunu iddia ya da
ima etse de, bu doğru değildir.” 21 Romanda, karakterleri
12 ibid, s. 96.
13 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 96.
14 ibid, s. 297.
15 Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, 27. baskı, s. 94
16 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 253.
17 Thomas Hobbes, Leviathan, 8. baskı, s. 357.
18 ibid, s. 333.
19 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 278.
20 Thomas Hobbes, Leviathan, 8. baskı, s. 356.
21 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 304.
cendereden kurtaran zaten bizzat Doktorun Karısı’dır,
Kurtarıcıdır.
Romanda kilisenin ikonalarının gözlerinin bağlanmış
olduğunun uzun uzun anlatıldığı bir kısım
vardır. Kilise ve kilisedeki ikona eleştirisinin yapıldığı
bu bölüm Hobbes’un putperestlik hakkındaki düşüncelerini
akla getirir. Hobbes’a göre Roma Kilisesi’nde
azizlere, suretlere ve antikalara tapınmak bir pagan
geleneğidir ve Tanrı kelamı ile müsaade edilmiş bir
şey değildir. 22 Zaten Hobbes’a göre Tanrı Krallığı Hz.
Musa ile kurulmuş İsa Mesih’in yeniden ortaya çıkması
ile tekrar kurulacaktır: “Kilise henüz karanlıktan
tam olarak kurtulmuş değildir.” 23
Sonuç
Körlük romanı, belki de Saramago’ya Nobel ödülü
kazandıran romanıdır. Romanda işlenen ana tema,
düzenin ve devletin olmadığı doğa durumunda insanın
doğasına ilişkin görüşlerden oluşur. Söz konusu
fikir ve felsefe doğa durumu fikrinin Hobbes’tan
süregeldiğini göstermektedir.
Saramago’nun yalnızca doğa durumu düşüncesinden
değil, Hobbes’un dine dair görüşlerinden
de etkilendiği açıktır. Bu durum, belki Saramago’yu
“Hobbesian” felsefenin ateşli bir savunucusu yapmaz
ama kitabın ana temasının da Hobbes’tan ayrı şekilde
düşünülmesini engeller.
Kitaba dair yalnızca doğa durumu ve dine dair
çok kısa bir analiz yapıldı. Romanda, gücü elinde
bulunduran körler çetesinin zorla ve ahlâksızca hiçbir
işlerine yaramayacaklarını bildikleri halde değerli
eşya biriktirmelerinin sermaye birikimine yönelik
ciddi bir eleştiri olduğunu, gücü ve silahı elinde
bulunduranların yemeklere el koymasının yine servet
dağılımı üzerindeki adaletsizliğe yönelik eleştiri olduğunu
da ekleyelim. Yani doğa durumunda mülkiyet
ve servet ile ilişkili kısımların da ihmal edilmediği bir
kurgu görüyoruz. Akıl hastanesinin karantina merkezi
olmasını Foucault ile yine birçok Rönesans ressamının
eserlerine romanda selam çakılmasını da Aydınlanma
Felsefesi ile ilişkilendirmek zor olmasa gerek.
Sonuçta, Körlük romanı Hobbes’u merkeze alan
bir felsefeyi yansıtsa da Rönesans ve Aydınlanma’dan
etkilenmiş, birçok filozofun fikirlerini anıştıran düşünceler
ile edebiyat tarihinde yerini almıştır.
KAYNAKÇA
Hobbes, T., Leviathan, 8. baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
Ocak 2010.
Russell, B., Batı Felsefesi Tarihi, 3. Cilt, Modern Felsefe,
3. baskı, Alfa Yayınları, Haziran 2017.
Saramago, J., Körlük, 2. baskı, İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınları,
Eylül 2017.
Warburton, N. Felsefenin Kısa Tarihi, 27. Baskı, Alfa Yayınları,
Temmuz 2017.
22 Thomas Hobbes, Leviathan, 8. baskı, s. 481.
23 ibid, s. 445.
55
ASFALTTA
OI
ATA
BINENLER 2
AYAZ
I
…
Arabasının içinde âleme inat CD çalar kullanan
Amca, yıllar önce Ozan Kılıç'a bir konser sonrası
imzalattığı
CD’yi taktı. Üçüncü şarkıyı açtı.
"Emri ilahi gelende
Her yan gamhaneye döndü
Giderken dostun elinde
Canlar mihmaneye döndü
Yiğit ölmez vurmaynan
Hatır bitmez sormaynan
Bu derde derman mı olur
Bir kenarda durmaynan"
Amca bu şarkıyı ilk defa Sıtkı ile beraber İstanbul'a
giderken dinlemişti. Epeyce bir zaman dillerinden
düşürmediler. Ozan Kılıç çıkardığı ilk
albümünde Sefai'den bu türküyü seslendirdi.
Buluşmaya giderken geçtiği yollar yıllar öncesinde
tarlaydı. Sanki şimdi koca koca plazaların,
rezidansların arasından yol alırken onları
eziyormuş hissene kapıldı ve gaz pedalına daha
fazla yüklendi. Havadaki bulutlardan şehrin
ışıkları yine şehre yansıdığından gecenin karanlığını
bozuyor, sinirleri geren bir aydınlığa
sebep oluyordu. Kısa süreliğine kafayı taktı
Amca bu duruma. "Şehirdeki tüm insanlar havaya
üfleyip şu bulutları dağıtsa, yıldızları izlesek
ne olurdu sanki" diye güldürdü kendini.
Ateşin yanına geldiğinde uzaktan üç, yaklaşınca
onu bekleyen dört kişinin olduklarını fark etti.
Mütemadiyen öksüren Pala üçünün arasında
kaybolmuştu. Üşüdüğü her halinden belliydi. Selamlaştılar,
sarıldılar. Davudi sesli Ak Saçlı:
-Bir araya geldiğimiz iyi oldu beyler. Son makalemi
okuma imkânınız oldu mu, diye sorarak konuya
giriş yaptı.
Genel tavrı bu yöndeydi Ak Saçlı'nın. Kendine atfettiği
saygıdan dolayı işlerini aksatmaz, işlerinin
en ince detayına kadar mükemmel olmasını isterdi.
Her şeyden önce bir insan kendisine saygılı
olmalıydı ki başkalarının yaptığı işe saygı duysun.
Bu yüzden bir araya geldiklerinde, daha öncesinde
hazırlanıp geldiği konuyu laf kalabalığına izin
vermeden hemen açardı. Ak Saçlı son zamanlarda
ekibiyle birlikte Türkiye'deki doğal gaz üretimi
ve pazarlanması üzerine çalışmalar yapıyor ve
belli aralıklarla çalışmalarıyla ilgili makalelerini
kurucusu olduğu Sayaç Dergisinde yayınlıyordu.
- Benim pek fırsatım olmadı diye cevapladı Doktor.
İşten güçten yine fırsat bulamadığı belliydi. Zordu
dört çocuk babası olmak. Ayda dört veya beş
gece nöbet tutar, haftalık en az iki ameliyata girerdi.
Allah'tan ameliyatlar eskisi kadar zor değildi.
Çoğu ameliyatı fonksiyonel eldiveni yardımıyla
kan görmeden hallederdi. Kendine hayran bırakan
tavrıyla ameliyathaneden çıkarken ilk göz
ağrısı kızını görüntülü aramayı asla ihmal etmez
"babacık o iş tamam" der, telefonda gülüşürdü kızıyla.
O kadar nöbetin, çalışmanın üzerine yor-
56
gunluk kelimesi sanki lügatinde yokmuşçasına
hafta sonları ailesiyle beraber atlar karavana, şehir
dışına çıkar dolaşırdı.
Pala yüksek sesle konuşmaya başladı:
-Ben okudum Ak Saçlı'nın yazısını. Oğlum yıllar
geçti değişmedin Ak Saçlı. Bu makaleler iyi, güzel,
hoş. E yıllardır raflarda be gözüm. Projeleriniz iş
yapar ama hangi kurullardan geçtiğini bilmez değilsin.
Hala anlamadın değil mi? Bir ormanda kral
her zaman aslandır. Alış buna! Zamanında dedim
sana yazma bırak artık diye. İşe aldıracaktım seni
ne güzel bizim şirkette. Önce uzman nihayetinde
bir gün finans müdürü olurdun. Sen müdür
olduktan sonra zaten ben çalışmazdım. Sen bana
bakardın artık dedi Pala. Son cümlesini söylerken
hem güldü, hem de öksürdü. Ak Saçlı içerledi orman
ve kralı meselesine.
Ak Saçlı:
-Ben ne orman bilirim ne aslan. Ulan bir kere senin
aslanla kaplanla ne işin olur be! Ne alaka aslan
falan? Bırak şimdi sen beni anlamamışsın hiç. Gelecek
hafta kongre var gel aday yapalım seni Pala.
Sohbetin başından beri suskun olan Bay Vicdan
irkildi. Onun irkiltisinden ateş de nasibini aldı.
Daha gür yanmaya, yüzleri aydınlatmaya başladı.
Ne de olsa mevzu futbol ve Beşiktaş'tı. Ak Saçlı,
Pala ve Bay Vicdan gelecek hafta yapılacak Beşiktaş
kongresinde oy kullanacaklardı ki, bu sefer
destekledikleri aday başkan olacaktı onlara göre.
Beşiktaşlılığı senelik kombine almak seviyesinde
kalmış, daha da ilerisine gidememişti Amca’nın.
Bay Vicdan:
-Pala'ya dil dökmekten bir hal olduk zaten. Boş
ver bu saatten sonra şakasını bile yapma Ak Saçlı.
Onun başkanlığa oldum olası niyeti yok.
Amcanın kendini güldürdüğü şakası gerçek olmuştu
sanki havada bulut kalmamıştı ve yıldızlar
çırılçıplak tepelerinde ışıldıyordu. Doktor ellerini
cebine atıp ıslık çalmaya başladı. Islık melodi
oldu. Ardından dördü beraber Doktor’un çalmaya
başladığı ıslıktan bir türkü tutturdular. Bay
Vicdan, Amca’nın arabasının camına bıraktırdığı
ve diğerlerine de gönderdiği nota atıfta bulunmak
için bıçak gibi kesti türküyü.
-Bugün Uçtaki Adam'ın ölüm yıl dönümü.
Buza döndüler aniden durdukları yerde.
İntihar edercesine düşüyordu yıldızlar tepelerine
şimdi. O güne gitti hepsinin zihinleri; Uçtaki
Adam'ın öldüğü güne. Yıldızların altında ezildiler,
ne ateşi ne de soğuğu hissediyorlardı artık. Ak
Saçlı'nın dudağından "kalemim”, Pala'nın "aklım",
Bay Vicdan'ın "saflığım", Doktor’un "cesaretim"
ve Amca’nın dudağından "yüreğim" kelimeleri
çıktı aynı anda. Birbirlerine baktılar. Doktor,
Uçtaki Adam'ın otopsisine katılmış ve eşyalarını
teslim almıştı o kara günde. Cüzdanından kanlı
mektubu hiç ayırmaz, Uçtaki Adam'ın ölüm yıl
dönümünde açar okurdu. Geleneği bozmadılar.
"MEKTUP"
Mektubun bitiminde Ak Saçlı ateşi içine çekecek
gibi oldu, derin bir nefes aldı ve yıllar öncesinde
yazdığı bir şiirin içinden şu kelimeleri bıraktı geriye:
" babalarımızın nasihatiydi birbirimizin arkasında
saf tutmak
… birimizin güneşine diğerimiz gölgeydik."
*Âşık Sefai
Ateşin başından en son Doktor ayrıldı. Arabasının
içine oturdu. Bir süre hareketsiz kaldı, telefonunu
çıkardı. Anlamsızca rehberini karıştırdı.
Sağ elin başparmağıyla rehberden aşağı doğru
indi. Uçtaki Adam’ın numarasını üzerinde durdu.
Arayacak oldu. Arayamadı. Mesaj attı. Yanıt
gelmeyeceğini bile bile uzun bir süre bekledi. Bu
arada radyoyu açtı. Niyeti sağlam bir türkü bulup
geceye biraz daha anlam kazandırıp sonra ağırdan
yola çıkıp, soluğu evde almaktı. Aradığı türküyü
buldu. Garip’in bağlamasıydı bu;
“Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa
Gör ki neler geldi o garip başa
Hasret etti bizi gama gardaşa
Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm”
Arabasını çalıştırdı, yola koyuldu. Arka cebindeki
cüzdan rahatsız etti. Cüzdanı cebinden çıkarıp
sağındaki konsola koyarken eline cüzdandan kan
aktığını gördü. Aniden frene bastı. Arabanın lastikleri
asfaltta acı bir ses çıkardı. Olduğu yere saplar
gibi durdurdu aracı. Ellerini hızlı hızlı, korkar
gibi ovuşturdu ve defalarca baktı. Ürperdi ve hemen
ardından etrafı kolaçan etme gereği duydu.
Ellerine tekrar baktı, kan yoktu.
Eve geldiğinde saat sabaha karşı dört olmuştu.
Eşini ve çocuklarını rahatsız etmek istemezdi eve
geç geldiği zaman. Mutfak balkonunda bir sigara
yaktı. Balkondan görünen Ankara'nın ikinci havalananına
doğru dumanı üfledi. Ailesiyle beraber
evde kaldığı tatil günlerinde balkondan uçakları
izler “uçak saymaca”, “iç hat mı dış hat mı” gibi
oyunlar uydurur, sıkılmadan beraberce oynarlardı.
Sigarasını söndürdü. Mutfaktan salona geçti.
58
Gözlüğünü usulca salondaki kahverengi masanın
bir köşesine bıraktı. Kanepenin altındaki yastığı
ve pikeyi aldı, yastığı başının altına koydu, pikeyi
üstüne çekti. Başka zaman olsa hemen uyurdu.
Uyuyamadı. Ellerini yüzüne sürdü aynı arabadaki
ürpertiyi tekrar yaşadı. Son zamanlarda sıkça oluyordu
bu. Cebinde taşıdığı mektup sanki onunla
konuşuyordu. Mektubun “… cesaretini kaybetmeyeceksin.
İlk ateşi yakacak her zaman sen olacaksın.
Ateşin etrafında toplanacaklara gönlünü
açacak, onların gözlerine ışık olacaksın. Sokakta
üşüyen bir çocuğu elini tuttuğunda veya hayır diyebildiğinde
haksızlığa karşı, kalbindeki atışın cesaretin
olduğunu anlayacaksın” kısmını hatırladı.
Sabah gözünü açtığında alnında sıcak bir el hissetti.
Karısı şaşkın gözlerle ona bakıyor ve sürekli
sakin olmasını söylüyordu. “Canım” diyordu karşısındaki
telaşla. Ne olduğunu bilmediği halde
“Tamam canım sorun yok, günaydın” dedi Doktor.
Son zamanlardaki hali karısını da rahatsız
ediyordu. Sakallarını kaşıyarak yerinden kalktı,
banyoya gidip yüzünü yıkadı. Bir süre aynada
kendine baktı. “Çirkinim ama karizmam yerinde”
diye geçirdi içinden. Karısı ise onu hem yakışıklı
hem karizmatik bulurdu ama son zamanlarda
öyle derin nefes alırken yahut uykusunda kendi
kendine konuşurken rastlıyordu ona. Birbirleriyle
fazla konuşmadan, ilk günkü aşk ile çocukların
uyanmasını beklemeden beraber kahvaltı yaptılar.
Kahvaltının ardından sigarasını yaktı ve tam
bitirmeden geri söndürdü. Hızlıca duşa girip çıktı.
Açık mavi önlüğünün üstüne montunu giydi
ve evden ayrılırken her zaman yaptığı gibi karısının
alnından öptükten dışarı çıktı.
Arabasını çalıştırdı, sabah haberlerini arabanın
ön camına yansıttı. Direksiyondaki kumanda
yardımıyla gazete sayfalarını birer birer değiştirdi.
Bir haberde takıldı; Uçtaki Adam cinayetinde
flaş gelişme. Biraz afalladı bu defa kontrolü kaybetmedi.
Hastaneye kadar gitti, arabayı otoparka
çekti. Ön camı ikiye böldü, bir yanda Uçtaki
Adam’la ilgili haber diğer yanda görüntülü arama
programı. Amca’yı aradı. Gözlerini cama dikti ve
Amca’nın aramaya cevap vermesini sabırsızlıkla
bekledi.
-Amca günaydın. Haberleri gördün mü?
-Ne haberi?
Amca buluşmadan sonra hemen eve gidememişti
besbelli. Acele bir tavırla Amca’ya:
-Uyandıktan sonra beni ara dedi.
İnemedi arabadan. Mesaisi çoktan başlamasına
rağmen “kesin duymuştur bizimki” diye geçirdi
içinden ve Süleyman’ı aradı. Süleyman sanki bekliyormuş
gibi hemen cevap verdi telefona. Arabanın
camında yüzü normale göre biraz daha geniş,
yanakları daha kırmızı görünüyordu. Hâlbuki
sert esen rüzgârda savrulacak gibi duran bir vücuda,
kiloya sahipti Süleyman. Geceleri pek fazla
uyumaz, çok fazla soru sormaz, sıkça “anlaşıldı,
gereken yapılır” kelimelerini kurduğu cümlelerin
sonuna bir yolunu bulur eklerdi. Ona göre dünya
tek, hayat tek, duygular da tekti. Mesela aşk denilen
ayrı hayat yoktu onun için. Bu yüzden halen
evlenecek birini bulamamış, bulduklarıyla konuşmalarının
sonuna “gereken yapılır, ne demek
olmaz” laflar ettiği için muhabbetleri kısa sürmüştü.
Keyfine düşkün, arkadaş canlısı, gezmeyi
seven biriydi. Merak etmekten pek hazzetmezdi.
Enteresan şekilde insanların meraklarını, meraklarını
giderip gidermediklerini öğrenirdi. Bu hal
zamanla herkesten önce haber alma durumuna
dönüştü. “Süleyman'a sor, o duymuştur” cümlesi
onu tanıyanlar tarafından sıkça zikredilirdi.
-Abi nasılsın, diye sordu Süleyman önce davranıp.
-Ne olsun be. Sabah gazeteleri karıştırırken bir
habere rast geldim. Duymuşsundur sen bir şeyler.
Malumat vermeyi bekliyormuşçasına:
-Maili araştırıyorum, dedi Süleyman bıyık altından
gülerek ve kendinden emin bir havayla.
-Ne maili diye gerilerek cevap verdi Doktor.
-Abi haberi konu yapan gazeteciye dün gece bir
mail gelmiş. Uçtaki Adam cinayetinin Gothtslvania
Operasyonlarının bir devamı olduğu yönünde
bilgi var.
Mail dün gece gelmişti. “Bir mesaj olabilir mi”
diye düşündü.
-Saçmalama lan, ne alaka, diye şaşırdı Doktor. Bu
Gothslvanialılar en son on yıl iki önce, 2020’de bitirilmemiş
miydi?
-Abi yazarla görüşmeye gideceğim. Sana haber
veririm dedi ve telefonu kapadı Süleyman.
Süleyman tavrına biraz gıcık oldu. “Adam gibi
açıklasan ne var sanki? Şak diye kapatıp telefonu
ne diye gizem katıyorsun” diye söylendi arabanın
içinde Doktor. Arabasından inip biraz uzaklaştıktan
sonra kapıyı kilitlemediğini fark etti. Olduğu
yerde geri döndü. Arabasına bir çocuğa “hoşça
kal” der gibi el salladı böylece arabasını kilitlemiş
oldu. Ofise çıkmak için binanın otoparkından
asansöre doğru yürüdü.
59
KÜÇÜK AYI KAYI’NIN
MACERASI
Küçük ayı Kayı annesinin sıcak koynunda
Uyumak değil, oynamak istiyor bu
koca mağarada.
Kış geldi çattı, uyumalı ki büyümeli Kayı
Nerden bilsin bu minik, uykunun onu
büyüteceğini
Kahverengi post, ışıl ışıl gözler
Annesinin uyumasını bekler,
Anne ayı da yanamaz yorgunluğa usulca
kapanır gözleri.
Küçük Kayı fark edince annesinin uyuduğunu
Çıkar mağaradan minik patileriyle hiç
ses çıkarmadan.
Hava soğuk, yerler bembeyaz.
Aman Allah’ım nasıl da ayaz!
Mağaranın ağzında onun gibi bir yavru,
bembeyaz.
Göz göze geldiler iki haylaz.
Karlar altında kalmış yavru bir tilki
Hadi çık ininden gezelim der gibi!
Kayı bulmuş böyle bir arkadaş durur mu?
Annesi uyuyor nasılsa uyanmaz akşama.
Yavru tilki önde bizim Kayı arkada
Haydi, kaçalım ormana!
İki haylaz nasıl da şen
Ormanın iki yavru için tehlikelerini bilmeden
Ama dur biraz birileri izliyor sanki bizi!
Ağaçların arkasında kocaman, korkunç
bir çift göz
Bu küçük yavrular nasıl da gürbüz
Küçük ayı arkadaşına bakıp
Haydi gitmeliyiz buradan!
Bu hain adam bizi yakalamadan
Karda koşmak yuvarlanmaktan daha
zor
Annesini dinlemeliydi Kayı
Ayrılmamalıydı güvenli mağarasından
Küçük tilki de korkmuş
Arkadaşına diyor, Kayı koş koş
Zalim avcı peşlerinde, yılmadan koşuyor
Bu iki yavrudan ne istiyor?
Oysa istediği belli!
Ne de güzel iki yavru
Parlak postları benim olmalı!
Avcının elinde metalden bir çubuk
Tam doğrultuyor üzerlerine
İki küçük korkudan sokulmuş birbirlerine
Nefes nefese!
O anda gerçekleşiyor bir mucize.
Avcının arkasında heybetli mi heybetli Ayı anne
Görünce bu hain, anne ayıyı
Bırakıp kaçıyor her şeyini
Bu defa kovalanma sırası avcıda
Eeee ettiğini çekmesi gerekir kötülerin,
masalın sonunda.
Anne ayı korkmuş biraz, biraz da kızmış
minik yavruya
Anneni dinlemezsen düşürürler seni pusuya
Gelin bakalım, götüreyim sizi yuvamıza
Karda yuvarlanmak, oynamak çok eğlenceli Yavru tilki annesinin güvenli sıcak koynunda
Kayı da huzurun kollarında
Ne yapmalı, dinlemeli her zaman anne
sözü
Onlar daha iyi bilir, bizim için ne iyi ne
kötü.
Sultan Kılıç
GELECEĞİMİZDEN SESLER
Birik
tir
mek
Göktürk Afşin Çitil
Mehmet, 19 yaşında fakir bir çocukmuş. Bir simit arabası varmış. Ne bir evi ne de yatağı varmış.
Bir gün birkaç kişi simit almış ve Mehmet’in biraz parası olmuş. Bu parayı biriktirmeden daha
fazla simit almış, daha fazla para kazanmış Mehmet. Bir işe başlayıp ev almış ve pastane açıp
zengin olmuş ve çalışmayı bırakmış. Arkadaş edinmiş kendine. Bu arkadaşlarıyla yemek yemeğe
gitmişler. Arkadaşları Mehmet’in parası olduğunu görünce plan kurmuşlar. Orada bir fakir para dilenmiş,
arkadaşları git buradan demiş ama Mehmet ona para vermiş. Arkadaşları kurdukları planla
her zaman Mehmet’e bir şey aldırmışlar ve Mehmet para biriktirmediği için eve haciz gelmiş,
parası bitmiş, pastanesine el koyulmuş ve Mehmet fakir kalmış. Arkadaşlarının evine gittiğinde
arkadaşları onu tanımıyor numarası yapmış. Kapüşonlu bir adam gelip Mehmet’e beni takip et
demiş ve adam Mehmet’i villaya götürmüş. Adam yüzünü açınca Mehmet, para verdiği fakir adam
olduğunu hatırlamış.
Mehmet: Nasıl bu kadar zengin oldun, sen çok fakirdin.
Adam: Biriktirdim. Sen biriktirmediğin için yine sokağa düştün. Bak biriktirmek bu kadar
önemli!
61
"Kazanmanın sırrını bilmiyorsan, git, ara;
Çanakkale ufkunda, Sakarya toprağında...."
Atsız