29.03.2021 Views

Kırktuğ Dergisi 2. Sayısı

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


Zafer’e İthafen

“Kıvılcım çıkarmak için kırk kişi yeterdi bize” diyerek çıktık yola. Bu kutlu yolda akletmenin farziyetini

düstur edinerek, dosdoğru olmaya çalıştık. “Fitne öldürmekten kötüdür” buyrulmuştu, sakındık.

Mücadele edilecek mihraklar binbir çehreye bürünmüştü. Cehalet ve taassubla mücadele edecek

hür dimağlar yetişsin diye çabaladık. Yeri geldi yorulduk, azaldık, çoğaldık ama yalnızca hakikate

itaatten vazgeçmedik. Sevmenin imandan olduğunu ve kardeşlik hukukunu unutmadık. On iki yıl

boyunca birbirinden değerli akademisyenlerimizin ve azim dolu gençlerimizin katkı ve emekleriyle

bugünlere eriştik. “Şahıslar fani, dava bakidir” dedik, bir bayrak değişimi yaptık.

Çalışmalarımızı daha geniş kitlelere ulaştırabilmek amacı ile yeniden yayın hayatına başlayan Kırktuğ,

şanlı tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri olan büyük taarruzun sene-i devriyesi münasebetiyle

ikinci sayısı ile istifadelerinize sunduk. Dileriz Kırktuğ’un kıvılcımları gönüllerde umut

ateşleri alevlendirir. Alevlendirir de doksan altı yıl önce verdikleri mücadele ile bugün kalem oynatabilmemize

vesile olan kahramanların ruhları şad olur.

Gayret bizden, takdir Allah’tandır.

Tuba Sarı Çitil

Yönetim Kurulu Başkanı

2


Editör’den Sevgilerle

Tuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİ

Genç Akademisyenler Derneği Adına

Tuba Sarı Çitil

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ & EDİTÖR

Tuğba Dinç

YAZI KURULU

Alperen Arslan

Duygu Doğuş

Nermin Fatma Gülcük

Kağan Tüber

GRAFİK TASARIM

Alper Şenadam

SOSYAL MEDYA SORUMLUSU

Hamit Berat Kaya

ve emeği geçen hakemlerimize

teşekkür ederiz...

“Selam şanlı mazimize! Selam yarına!

Selam zafer ordusunun silahlarına!

Ey geçmişin yiğitleri! Selam sizlere

Ey yarının şehitleri! Selam sizlere!”

ATSIZ

Tarih 26 Ağustos 1071 Cuma günü, dirayetli ve

azimli bir Türk ordusu muhteşem bir lider Sultan Alparslan

ile Malazgirt Ovası’nda Anadolu’yu Türk milletine

vatan yapacak bir büyük zaferin kapılarını açar.

“Allahu Ekber” nidaları eşliğinde Turan taktiği Hilal’in

içine kıstırılan düşman büyük bir hücum ile ortadan

kaldırılır. Bu kutlu zaferi takip eden zaferler muazzam

bir tevafukla devam eder. Aradan geçen 800 yıl kadar

süre sonra aynı gün 26 Ağustos sabahı cesur ve kararlı

bir önder Mustafa Kemal Atatürk ve şanlı ordumuzun

azmi ile Büyük Taarruza gidilen yolda kazanılan zafer

ile Anadolu’nun Türklerin ebedi yurdu olduğu kesinleşir.

Orta Asya’dan başlayan serüvenin son durağı ve

asli vatanı Anadolu toprakları olur. Bu güzide vatanın

emanetlerine ve hudutlarına sahip çıkmak bizlerin yegâne

gayesi ve vazifesidir. Köklü ve kavi milli benliğimizi

zedeleyen, yıpratan her şeye zaferlerle onurlanan

asil tarihimizden ders alıp sağlam bir ati inşa etmeliyiz.

“Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa

olsun, kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir

ulus ilim ordusuna sahip değilse savaş meydanlarında

kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır. Bu nedenle bir an

önce büyük mükemmel bir ilim ordusuna sahip olma

zorunluluğu vardır.” Önderimizin, düsturumuz olan bu

sözü ile dimağımızdakini gönlümüzle harmanlayıp azığımızı

sağlamlaştırmalıyız. Çıkılan bu yolda, zaferlerin

şahlandığı bu vakitte bir şah daha kaldırmaktır emelimiz,

Kırktuğ’un yağız çerileri ile Türk milletinin zaferine

şan katmaktır ülkümüz.

3


15

28

6

16

Başbuğ Alparslan Türkeş’in Eğitim Sorununa İlişkin

Görüşleri ve Yapılması Gerekenler - Mustafa Altıntaş 06

Medeniyet Anlayışımız - Murat Emre Şahin 10

Bir Asır Öncesinden Bize Miras Ne Kaldı? - Emre Özsoy 12

Düş Kapanımız Mustafa Kemal - Alper Şenadam 15

Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran ile Zafer Haftası Söyleşisi 16

Veryansın - Kağan Tüber 21

Yalnızlık Paylaşımı - Ayşenur Akın 22

Kapitalizmin Getirdiği Öz Benliğe

Yabancılaşma Bozukluğu: Özsevicilik - Ayşegül Nisa Dur 24

Ardıç Ağacı - Tuğba Dinç 26

Veda - Yula 27

Ketaki Çiçeği - Nermin Fatma Gülcük 28

Distopya ya da Ütopya: Rüyayı Düşlemek - Sema Karakurt 30

Arıyorum - Samet Can Karakaya 32


52

56

54

61

Daimi Bir Dilemma - Babil İkra 33

Türkiye’nin Enerji Alanındaki Yatırımları ve

Mevcut Durumu - Hamit Berat Kaya 34

Yükselen Küresel Güç Çin ve

Belt And Arpad Projesi - Ömer Furkan Demirci 38

Bilmediğim Yerden - Sümeyra Arslan 43

Oğlumun Adı - Büşra Eroğlu 44

Hile - Recep Güçlü 48

Memleketimden İnsan Manzaraları:

Eber Gölü Saz İşçileri - Gültekin Kayalar 52

Saramago’nun Körlük Romanına

Hobbes’un Leviathan’ı Kapsamında Kısa Bir Bakış - Oğuz Atalay 54

Asfaltta Ata Binenler 2 - Ayaz 56

Küçük Ayı Kayı’nın Macerası - Sultan Kılıç 60

Biriktirmek - Göktürk Afşin Çitil 61


BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN

EĞİTİM SORUNUNA İLİŞKİN

GÖRÜŞLERİ ve YAPILMASI

GEREKENLER

Mustafa Altıntaş 1

1 Yüksek Lisans Öğrencisi, Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Anabilim Dalı

Giriş

Bu çalışmada Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası

için önemli görülen eğitim sorunu belirlenmiş

ve bu sorun için Sayın Başbuğ Alparslan Türkeş

Bey'in görüşleri çözüm olarak sunulmuştur. Belirlenen

bu sorun geçmişten geleceğe Türkiye'nin

içinde bulunduğu eğitim sorununa katkı sağlamak

amacıyla derleme niteliğindedir. Başbuğ

Alparslan Türkeş'in görüşleri, fikirleri doğrultusunda

öneriler sunulacaktır.

Eğitim ve Kültür Bağlamında

Bir toplumun geçmişten geleceğe geçen sürede

meydana getirdiği nesiller boyunca aktardığı

maddi ve manevi özelliklerin tümüne kültür denir.

Kültür, toplumların kimliğini oluştururken

onları diğerlerinden ayırt eder. Toplumların yaşama

biçimi ve düşünce şekilleri kültürdür.

Alparslan Türkeş farklı düşünceleriyle, yaşadığı

dönemde Türkiye'deki kültüre ait fikirlerini anlatmıştır.

Kültür en önemli kale olup eğitim ise

bu kale duvarlarını ayakta tutan ya da rahatça

yıkabilen önemli taşların bütünüdür. Bugün yeryüzünde

ve milletler arasında adına sessiz savaş

diyebileceğimiz kültür savaşı bütün şiddetiyle

devam etmektedir.

Milletler, kültür savaşında başka milletlerin

dilini, dinini, örf ve geleneklerini, milli ve

manevi değerlerini yıkmayı ve kendi kültürlerini

yerleştirmeyi hedef alırlar. Onun için kültür savaşı

alfabeyi ezberleme ve ezberletme davası değil;

nesillerin zihnini, gönlünü ve bedenini yetiştirme

ve geliştirme davasıdır. Bugün memleketimizde

Milli Eğitim Bakanlığının plan ve programları

milliyetçi bir gençlik yetiştirilmesi hedefinden

uzaktır.

Uluslar, kültür savaşlarında diğer milletlerin

dinini, dilini, örf ve adetlerini, milli ve manevi

değerlerini yıkmayı ve kendilerinin kültürlerini

oraya yerleştirmeyi hedef almaktadırlar. Bu yüzden

kültür savaşları alfabeyi ezberletme değil;

nesillerin zihinlerini, gönüllerini ve bedenlerini

yetiştirme davasıdır. Bugün ülkemizde eğitim

plan ve programları milliyetçi bir gençlik yetiştirilmesi

hedefinden uzaktır.

Alparslan Türkeş bir bakımda kültür yozlaşmasının

ülkemizin geleceği olan gençleri esir

almasından yakınmıştır. Bunun için de eğitim

kurumlarının yapması gereken davranışları

açıklamaya çalışmıştır. Alparslan Türkeş'e göre

eğitim kurumları ilkokuldan üniversiteye kadar

öğrencilere Türklük şuurunu verecek şekilde

düzenlenmesi gerekmektedir. Türkeş, özelde

üniversite gençliğinde, genelde ise tüm Türk toplumunda

görünen kusurların bol kültürlü bir eği-

6


tim sistemiyle giderileceğini belirtir. Üniversitede

bir takım teorik dersler alan öğrenciler milli

kültür, milli dünya görüşü bakımından boş bırakılmaktadır.

Oysa mevcut hasta bünyenin sebebi

de olan manevi boşluğa kapılma halinin giderilmesi,

bu savaşı kazanmanın da en önemli aşamasıdır.

Aksi halde boş kovanın içine ne konulursa

onu alacağı düşüncesi hâkimdir.

Türkiye'nin kısa sürede kalkınması amacıyla

seçilmiş olan yetenekli kişilerin özel olarak yetiştirilmesi

gerektiğini Türkeş geçmiş yıllarda

belirtmiştir. Millet ile "aydın" olarak atfedilen

kişilerin birbirinden kopuk olmaması gerektiğini

belirten Türkeş, aydın kişilerin yaptıkları faaliyetleri

halka açıklamalarını, verdikleri eserleri

halkın benimsemesini sağlamalarını ve topluma

kulak vererek onlarla iç içe olmalarını sağlaması

gerektiğini belirtmiştir. Bu konuyla ilgili de "aydın

zümreden" beklentilerini şu şekilde dile getirmiştir:

"Bu güne kadar olduğu gibi Türk milletini yalnız

kendi yazdığınız kitabı okumaya, yalnız kendi

söylediklerinizi dinlemeye çağırmayınız. Siz de

onun söylediklerini dinlemeye, onun okuduğu

kitabı okumaya, onu tanımaya, anlamaya koşunuz."

Türkiye'deki eğitim anlayışının ve politikalarının

genel çerçevelerinden birisi de aydın kişilerin

hangi şekillerde yetiştirileceği konusudur.

Önemli olan gereksinimlere hızlı cevaplar verebilecek

nitelikli insanlar yetiştirmektir. Bu itibarla

yapılması gereken, en son teknolojilerin

kullanıldığı üretim araçlarına eş değer şekilde

insan kaynağı yetiştirmektir. Burada geçmişte

de bahsedilen durum günümüzde de aynıdır.

Yönetim felsefesinde olduğu gibi ilk başlarda

makine olarak görülen insanın daha sonra bir

amaç olarak görülmesi, eğitimin verdiği bir sonuç

olarak karşımıza çıkmaktadır.

Alparslan Türkeş'e göre eğitimden beklenen, bir

ülkede yaşayan genç zihinleri bir araya getirmek,

onlara geçmişlerini ve ülkenin içinde bulunduğu

durumları öğretmek, milli olarak gelişmede

gerekli insan kaynağının faydalı bir şekilde

yetişmesine önem vermektir. Başka bir deyişle

eğitimin iki farklı görevi vardır. Birincisi milli

kültür ve şuuru oluşturmak, ikincisi ise çevrenin

kalkınmasına katkı sağlamaktır. Bu bilinçle gelişecek

Türk gençliği kültürel, sosyal ve ekonomik

olarak kalkınma amacımızın mimarları olacaktır.

Türkeş, Türk gençliğini geleceğin Türkiye'sinin

temel taşlarını oluşturan unsurlar ve yüksek yöneticileri

olarak gördüğünü dile getirmiştir.

7


Alparslan Türkeş teknik eğitim konusunda da

fikirler beyan etmiştir. Teknik eğitimin öncelikli

yer tutmasını, sadece orta öğretim değil yükseköğretimde

de ileri seviyede olmasını söylemiştir.

Yükseköğretim ile yetenekli kişiler aydın

insanlar olarak ve ülkenin sosyal, ekonomik ihtiyaçları

göz önünde bulundurularak yetiştirilmesi

gerektiğini belirtmiştir.

Türkeş eğitim için yapılması gereken şeyleri kısaca

özetlemiştir. İlk hedefleri olarak yönetimde

yenilikler yapılacaktır. Yapılan yeniliklerle eğitim

ve moral seferberliği oluşturulacaktır. Eğitimde

amaç hak, hakikat aşkı ve millet sevgisi,

milliyetçilik anlayışı olacaktır. Eğitimin diğer

amacı öğrencileri ekonomik hayat için üretici

olarak yetiştirmek olacaktır. Hem eğitimle hem

de ekonomi ile Türkiye'yi geleceğe taşımak en

önemli görevlerimizdendir.

Sonuç

Bu çalışmanın amacı milliyetçi bir kişiliğe sahip

olan Alparslan Türkeş Bey'in eğitim konusundaki

düşüncelerini bir araya getirerek değerlendirmelerde

bulunmaktır. Bu amaçla Türkeş'in yazdığı

eserlerden esinlenerek eğitim konusundaki

görüşleri aktarılmaya çalışılmıştır. Tabii burada

geçmişteki düşüncelerin günümüzdeki uygulanabilirliği

tartışmalı olabilir ama şu da bir gerçektir

ki milliyetçi düşünmek, ahlaklı olmak, kültürünü

yaşatmak aradan bin yıl da geçse değişmeyecek

bir olgudur. Alparslan Türkeş'in ilk amacı milliyetçi

bir ruh ve bilinçle gelecek nesiller yetiştirmek

olsa da Türkiye'nin geleceğe taşınmasında

sadece fikri olan durumların değil aynı zamanda

bütünsel olarak her alanda önemine vurgu yapmıştır.

Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu durumda

eğitim seviyesi geçmiş yıllara göre artmış durumdadır.

Fakat Türkeş Bey'in de belirttiği üzere

"nitelikli eğitim" denilen hadise günden güne

ortadan kalkmakta ve yok olmaya doğru gitmektedir.

Bunun en bariz örneği Türkiye'deki üniversite

sayılarıdır. Üniversite sayılarının artması

eğitimin kalitesinin artmasından çok düşmesine

sebep olmuştur. 1980'li veya 1990'lı yıllardaki

lise mezuniyeti bir ayrıcalık olmaktan çıkarak

üniversite mezuniyeti bir ayrıcalık olarak görülmeye

başlanmışken, günümüzde üniversite mezuniyeti

de artık bir ayrıcalık olmaktan çıkmıştır.

Gelecekte lisansüstü eğitimin ve doktora eğitimini

de ayrıcalıklı bir statü olmaktan çıkılacağı

düşülmektedir.

Naçizane yapılması gereken şeylerden bahsede-

8


cek olursak hangi hükümet olursa olsun eğitimin birinci önceliğe alınması gerekmektedir. Ayrıca

kaliteli ve nitelikli eğitimin oluşturulması için sorunun asıl kaynağına inilmeli, sadece bir kaç kişinin

önerileriyle sistem alt üst edilmemelidir. Yeni açılan üniversitelerdeki gereksiz bölümler bir daha

açılmamak üzere kapatılmalı, iş imkânı olmayan bölümler açılmamalıdır. Ayrıca sosyal bilimler, fen

bilimleri, sağlık bilimleri gibi alanlara ihtiyaç duyulduğu kadar teknik alanlara da ihtiyaç duyulmaktadır.

En azından iş imkânı olan (bazı özel üniversiteler örnek alınarak) bölümler açılarak öğrenciler

ve aileler teşvik edilmelidir. En önemlisi de geleceğimizin teminatı olan gençlerin; ilkeli, dürüst,

hakkaniyeti esas alan, ahlaklı, milli ve manevi değerleri benimseyen, inançlı ve çağın gerektirdiği

niteliklere sahip olduğu bir ülke temenni ediyoruz.

9


MEDENİYET

ANLAYIŞIMIZ

Murat Emre Şahin

Medeniyet, kolektif yaşantının ürünü olan akıl ve imanın estetik bir görünüme kavuşmasıdır.

Her insan belli bir kültür ortamında doğar, büyür

ve gelişir. Kültür ise insan ve toplum hayatının

maddi ve manevi hayatında ortaya koyduğu

bütün hususları içerisinde barındır. Dolayısıyla

insan kültür sayesinde tarihin ve coğrafyanın insana

kazandırdıklarının yanında örf, adet ve geleneklerden

beslenen bir inanç sistemi içerisinde

hayatını sürdürmektedir.

İnsanı ve toplumları birbirinden farklı kılan,

bireysel ve toplumsal kimliklerini oluşturan unsurlarına

baktığımızda madde ve mananın belirleyici

bir rolü bulunmaktadır. İnsanın, madde

ve mana ile olan ilişkisine göre kültür ve medeniyet

anlayışları değişmektedir. Kültürü oluşturan,

medeniyete derinlik katan, geleceğe yönelik

tasavvurlar ortaya koymasına imkân veren temel

dinamikler olarak madde ve mana arasındaki ilişkinin

boyutunu görebiliriz. Bu anlayış içerisinde

her toplumun kültür ve medeniyet anlayışının

farklı olduğunu söyleyebiliriz.

Türk Kültür ve Medeniyetinin dayandığı zeminin

sağlamlığı madde ve mana alanlarındaki ilişkiye

bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, insanın, ahlâklı,

toplumsal ve şahsiyet sahibi birer varlık olarak

hayatını sürdürebilmesi için bu iki unsurun yani

madde ve mana arasındaki dengenin korunabilmesine

bağlıdır.

Kültür ve medeniyet, kolektif yaşantının ürünüdürler.

Kültür, insanın ortaya koyduğu her şeydir.

Buna bağlı olarak kültür, toplumların yaşam

tarzlarını gösteren bütünlüğü ifade etmektedir.

Medeniyet ise insanın ve toplumun madde ve

mana arasındaki ilişkisinin bütünlüğünü gösterir.

Kültürlü insan, içinde yaşadığı toplumun yaşam

tarzını gösteren kişidir. Medeni insan ise kişinin

tavır ve davranışlarına, ortaya koyduğu eserlere

madde ve mana ekseninde anlam katan kişidir.

Bu anlamda medeniyet, insan ve toplumların

sadece teknik anlamdaki gelişimini ifade etmemektedir.

Dolayısıyla bir medeniyet unsurunun

maddi boyutu olduğu kadar, manevi boyutu da

muhakkak vardır.

Medeniyet kavramı, modernleşme, çağdaşlaşma,

batılılaşma gibi kavramların muadili gibi görenler,

kullananlar da bulunmaktadır. Medeniyet

kavramı, Arapça olan Medine kelimesinden tü-

10


retilmiş Türkçe bir kelimedir. Batı literatüründe

kullanılan modernleşme kavramı, insanın ve toplumun

maddi alandaki teknik gelişmelerini gösteren

bir kavramdır. Meselenin maddi boyutuyla

ilgilenmektedir. Ancak medeniyet kavramı, birey

ve toplumların madde ve mana eksenini birlikte

ele almaktadır.

Bir medeniyet unsurunun iki boyutu vardır. İçinde

hem maddi (akıl) hem de mana (iman) boyutu

vardır. Ve bir medeniyet unsurunun, yani madde

ve mana arasındaki bütünlüğün estetik bir karşılığı

olması gerekir. Örneğin, insanın konuşmasına

dikkat etmesi, İstanbul Türkçesine hâkim olması,

onun medeni bir insan oluşunun göstergelerinden

birisi olarak görebiliriz.

Bireyden topluma, ortaya konan bütün eserlerde

bu derinliğin, bütünlüğün izlerini görmek mümkündür.

Edebiyatta, sanatta, mimaride, teknolojik

olarak ortaya konan eserlerde, insan ilişkilerinde,

insan davranışında vs. medeniyet anlayışının izleri

vardır.

Her toplum, kendi medeniyet tasavvurunu oluştururken,

toplumu meydana getiren madde ve

mana unsurları arasındaki ilişkiye göre şekillendirir.

Türklerin medeniyet anlayışını oluşturan

dinamikler ile Batı ve Doğu toplumlarını oluşturan

dinamikler arasında farklılıkların olması doğaldır.

Çünkü Türklerin medeniyet anlayışı, Türk

kültür ve tarihinden beslenmektedir. Diğer bir

ifadeyle, medeniyet anlayışımız Türk tarihi, coğrafyası,

örf, adet, gelenek ve inançları ile Türk

insan aklının ortak ürünüdür.

Medeniyet tasavvurumuzun estetik bir karşılığı

olmak zorundadır. Çünkü her medeniyet

unsurunun estetik bir karşılığı muhakkak

vardır. Eğer bizler yeni bir medeniyet tasavvuru

oluşturacak isek, bizim medeniyet anlayışımızı

oluşturan temel dinamiklerin farkında olmak,

bireyin ve toplumun hem madde hem de mana

ekseninde gelişimine önem vermek hepimizin

ortak görevi olmalıdır.

11


Bir Asır Öncesinden

Bize Miras

Ne Kaldı?

(Kendimizi Sorguluyoruz)

Emre Özsoy

XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk çeyreği arasında

kalan zaman dilimi, bilhassa kuzey Türklüğü

tanımlaması içerisine sığdırabileceğimiz Rusya

Türkleri için en yoğun tarih aralığı idi. Bu devreye

yoğunluk sıfatını veren “Yenileşme Hareketi”

ya da daha fazla tercih edilen bir adlandırma olan

“Ceditçilik Hareketi”nden başka bir şey değildi.

Söz konusu hareket, o zamanın dili ile “ümmeti

içine düştüğü kötü durumdan kurtaracak reçeteleri”

öne sürmekteydi. Bu tanım kısa süre sonra

milli kimlik üzerinden yapılacak ve “çoğunluğu

Müslüman olan Türk-Tatar milletini modern dünyaya

ulaştırma” amacına hizmet edecektir. Ceditçilik

çatı bir kavram olmakla beraber içerisinde

iki büyük alana ayrılmaktaydı. Birincisi “Dinî”,

ikincisi ise “Eğitim”. Dinî alanda amaç; İslâm dinine

sonradan katılmış hurafeleri ortadan kaldırmak

ve İslâm’ı saf haline döndürmek. İkinci alan

da ise; İçerisinde pozitif bilimlerin de olduğu

çağın gereksinimlerine cevap veren eğitim kurumları

kurmak, umumi bir Türk dili meydana

getirmek, özellikle kadınların eğitim durumlarını

yükseltmek ve onları toplum içerisindeki hak ettikleri

yere ulaştırmak amacını taşımaktaydı. Bunun

dışında, özellikle 1905 Rus-Japon savaşı ve

akabinde Çarlık Rusya’da meydana gelen 1905

devrimi ve sınırlı özgürlük sonrasında hareket siyasi

alanda da kendisine yer edinecektir.

Ceditçi hareketin tarihi seyri ayrı bir konu olmakla

beraber, bizlere bırakılan miras asıl konuyu

oluşturuyor. Kullanılan “miras” kelimesinin iki

ayrı içeriği bulunmaktadır. Ben bunlar üzerinde

durmak istiyorum. Milliyetçi camianın ekseriyeti,

özellikle aydın-genç nesil, içerisinde bulundukları

durumdan memnun olmamakla birlikte,

bir şey yapmanın mücadelesini de vermektedirler.

Onların düşündüğü “an” dan ziyade büyük

bir “gelecek” tir. İşte söz konusu mirasın birisi

buna yönelik. Ceditçi aydınların Türk milliyetçilerine

bıraktığı büyük miras: “İnanç, mücadele,

zafer.” Bu üçleme mirasın ilk ayağı. Bir şeyler

yapmanın derdinde olan Türk gençliğine bırakılan

altın armağan. Düşünün; ortada bir avuç mücadele

veren insan. 25 milyon Türk’ün hakkını

koskoca Çarlık hükümetine karşı savunma derdinde.

Rus baskısı yetmezmiş gibi kendi ırk ve

dininden olanlar tarafından da zarara uğratılan bir

avuç kafası çalışan... Hemen burada bir parantez

açıyorum. Sizlere “içtenlik” kelimesinden bahsetmek

istiyorum. Kitabı hiç okumadım. Sadece

açık kalan sayfada altı çizili cümleye aklım uzun

süre takıldı. “İçtenlikli olmak”: özüyle sözü ya

da düşüncesiyle davranışı uyuşuyor olmak demektir.

İşte bu insanları anlatan en güzel tanım.

Hepsi içtenlikli insanlardı. İsmail Bey Gaspıralı,

Yusuf Akçura, Sadri Maksudi Arsal, Fatih Kerimî,

Musa Carullah Bigi, Rızaeddin Fahreddin…

Hepsi davalarına körü körüne bağlanandan ziyade

“inanç”lı insanlardı. Onlar en büyük mücadeleyi

vermişlerdi. Bakınız İsmail Bey Gaspıralı ne

diyor: “Beni kendi insanlarıma, hatta neredeyse

12


İslam’a ihanet etmekle suçluyorlar. Bir Moskovalı’dan

daha fazla Rus olduğumu söyleyenler

var.” İsmail Bey Gaspıralı’ya yapılan bu zulüm

kendi insanından gelmişti. Ama onlar yılmadılar

ve mücadelelerinden vazgeçmediler. Sonuçta ne

oldu? Burada bu soru sorulabilir. Elcevab: Bir

avuç insan koskoca Çarlık Rusya’ya, Mutaassıp

din tüccarlarına, İslam dinini bozan yobazlara,

milleti inkâr edenlere, cinsini peşkeş çekenlere

karşı galip geldi. Ceditçi hareket başarılı oldu.

1917 Ekim Devrimi onların hareketini kesip, sonrasında

aydınları kırarak engel olmaya çalışsa da

bu inanç asla bitmedi. Bakınız 25 Aralık 1991 yılında

Sovyetler dağıldı. Bunun ardından Bağımsız

Türk Cumhuriyetleri ortaya çıktı. Rusya’ya

bağlı olmakla birlikte Tataristan ve Başkurdistan

Cumhuriyetleri de meydana geldi. Bu ülkelerde

ilk iş olarak Ceditçi dönemin, Sovyetler zamanında

adından söz edilemeyen-yasaklanan (Bir

kısmının iade-i itibarı Sovyetler dağılmadan önce

verilse de ) aydınlar tekrardan gün yüzüne çıktı.

Eserleri yeniden basıldı. Yüzlerce bilimsel kongre,

sempozyum, toplantı… düzenlendi. Kitaplar

yazıldı, basıldı. Çünkü onların bizlere en büyük

mirası inanç, mücadele ve zaferdi. Bu vaziyette

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu güzel sözünün

anlamı daha net ortaya çıkıyor: “Türk çocuğu

atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak

için kendinde kuvvet bulacaktır.” Hamasetten

uzak ve samimiyetle, köklü mazimizin sarsılmaz

taşlarını arkamıza alarak inançla mücadele etmek

İsmail Gaspıralı

ve zafere ulaşmak milli vicdanın en büyük sorumluluğudur.

Bu bize atalardan kalan mirastır.

Ceditçi dönemden bizlere kalan diğer bir miras

ise “sorumluluk” tur. Şimdi her şeyi bir kenara

bırakalım ve samimi bir şekilde kendimize soralım.

Sorumluluğumuzun farkında mıyız? Abartılı

cümleler yazmak niyetinde değilim. 21. Yüzyıl

dünyasının da farkındayız. “Pan” ile kurulmuş

“izm”lerden de bahsetmeyeceğim. Fakat bu insanlar

bizlere bir sorumluluk bıraktı. Şöyle ki,

bizlerin bir “Umumi Türk Dili” şiarı vardı. İsmail

Bey Gaspıralı Tercüman gazetesi ile onu gerçekleştirmek

için ne çileler çekmişti. Kızı Şefika

Hanım’ın anılarını okusanız içiniz yanar. Ne oldu

şimdi ona? Milyonlarca Türk bir kengeş içerisinde

muhtemelen İngilizce ya da Türkçe konuşuyor.

Bu hiç abartısız kardeşlerin konuştuklarını

anlamamaları gibi bir şey olsa gerek. Bu sorumluluk

için vermek zorunda olduğumuz mücadelenin

farkında mıyız? Başka bir şey daha var. Bizlere

“okumak” sorumluluğu da bırakıldı. Bugün,

en azından Türkiye için ortalamanın ne durumda

olduğunu söylemeye gerek yok. Bu oranı buraya

yazamayacağım. Ama çok şükür bunu aşacak

gibiyiz. Kitap fuarları bunun en güzel örneklerinden

biri olsa gerek. Bir başka sorumluluk da

”eğitim” alanında bırakılmıştı. Maalesef bugün

güzel ülkemizin kanayan yarası olan, hepimizin

de az çok malumu olan can sıkıcı durum. Lisans

yıllarımızda bir hocamız şöyle derdi: “Test ve

13


tost ile yıllarca okumuş cahil yetiştirdik.” Bugün

ülkemizde alt yapı yetersizliğinden dolayı beyin

göçü yapılmakta, gençlerimiz Avrupa ve ABD ülkelerinin

hayalini kurmaktadırlar.

Tercüman gazetesini hepimiz biliriz. Kırım’dan

Türk dünyasının her köşesine ulaşan bir gazete,

haberleşme aracı, bir güneş. Gaspıralı’nın ifadesi

ile “Boğazdaki kayıkçılardan, Kaşgar’daki

deve güdücülerine kadar” herkes anlayabiliyor

ve dünyadan haberdar olabiliyordu. Bir de şimdi

gazetelerimize bakalım. Var mı Türk dünyasında

Tercüman gazetesinin yerini tutan bir yazılı basın

ya da internet ortamında faaliyet gösteren bir haber

sitesi? Bugün hangi gazeteyi rahatça elimize

alabiliyoruz? Ne oldu da bize bu kadar kinci ve

birbirimizi istemez olduk?

Bir de “din ve milliyet” gerçekliğinin sorumluluğu

vardır üzerimizde. Ceditçi dönemde üzerinde

çok fazla mesai harcanmıştı. Özellikle din

tüccarı kesim, şimdi de mutaassıplığından bir

şey kaybetmeden pazarlarını kurmaktadırlar. Bu

tüccar kısmı “Tanrı'ya ve Muhammed'e inanan

herkesin Ceditçilerin düşmanı olması gerektiğini,

şeriatın Ceditçiler için ölüm cezasını uygun

gördüğünü” iddia ediyorlardı. Çok fazla değil iki

yıl önce bu tüccar kesiminin başımıza ördüğü çorabı

iyi biliyoruz. Hiç mi ders almayacağız? Hülasa

“din ve milliyet” konusunda dikkatli olalım.

Kendimizi ve geleceğimizi bunların satıcılarına

karşı iyi yetiştirelim. Çünkü bizim dünyamızda en

çok bu ikisinin tüccarlığı yapılmaktadır.

Yazımı Türklerin büyük muallimi İsmail Bey

Gaspıralı’nın sözleri ile bitirmek istiyorum: “ Ey

bunca ümidim ve her vakit iftiharım olan yaş

urum (genç kuşak) ve yaş dostlarım, vatanın

selameti muradınız ise iki ellep (iki elle) maarife

yapışınız; milletimizin terakkisi ve hoş hâli

efkâr-i âlîyeniz (yüce fikirleriniz; idealiniz) ise

maarif yolundan ayrılmanız: maarif yoluna

cehd ediniz (çabalayınız)! Zamanımız maarif

zamanıdır, âlem ise maarif meydanıdır, arif (bilgili,

irfan sahibi)olmayan meydana çıkamaz…

Bilirim sizler azsız (azsınız) velakin korkmanız;

zaman bizimdir, meydan bizimdir. Çoğalırmız,

azalmayız. Maarif manevî bir kuvvettir. Maddî

eşya gibi çokluk, köplük ile ölçülmez. Maarif,

bir kuvvettir ki andan hâsıl olan bir efkâr-ı

âlîyeye (yüce düşüncelere) milyonlar ile insanlar

tâbi olurlar… Korkmanız (korkmayınız)…”

Kaynaklar:

Edward J. Lazzerini, “Ismail Bey Gaspirinskii

(Gaspirali): The Discourse of Modernism and

Russians”, The Tatarrs of Crimea Return to the

Homeland, Ed. Allworth, Cenrtal Asia Book Series,

Duke University Press, Durham-London, 1998,

s.53, 64.

İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserler 4 (Eğitim

Yazıları), Haz. Yavuz Akpınar, Ötüken Neşriyat, İstanbul,

2017, s. 69.

Afşar Timuçin, Ahlaksızlık Üzerine, Bulut Yayınları,

2. Baskı, İstanbul, 2010, s.18.

14


DÜS KAPANIMIZ

,

MUSTAFA KEMAL

Alper Şenadam

İki nesnenin birbirine üstün gelmeye çalışmasıyla evren, insanlık ise bir kardeşin diğer kardeşinin çabasına

saldırmasıyla başladı. Kavgalar, savaşları doğurdu. Binlerce yıllık yazılı tarihte bildiği dünyanın hâkimi olmak

için çabaladı. Bazı milletler şehirlerde yaşadı. Onlar için savaş ikinci planda kalırdı. Ancak şehir kuramayan

ve yapı oluşturmanın zor olduğu yerlerde yaşayan milletler, avcılık ve savaşlardan ganimet kazanarak geçinen

bizler, hayatımızla savaşmayı karıştırmış Türk toplum düzeni denilebilecek bir sentezi ortaya koymuşuz.

Özellikle izlerimizin ilk bulunduğu yerlerin Sibirya ormanlarının içleri olmasıyla avladığımız hayvanları yememiz,

karşılaştığımız her topluluğa karşı baskın olabilmemizi sağladı. Şehirlinin önüne çıksa korkudan donup

kalacağı hayvanların peşine düşüp avlıyorlardı. Bu toplum düzeni çok küçük yaşlardan başlayarak devam

etmekteydi. Hayatının her dakikasını savaş içerisinde geçiren atalarımız öyle hal almışlardı ki gördükleri hiçbir

şey onları korkutamıyordu. Korkmak bir yana kalsın, komşu topluluklar çocuklarını korkutmak için Türk

kelimesini kullanıyorlardı.

Bunun yanı sıra korkulan tek biz değildik. Diğer göçebe topluluklardan da korkulurdu. Mesela Moğollar... Ancak

hem konumumuz hem de demiri daha iyi işleyip kullanabilmemiz bizi savaşın efendisi yapmıştı. Ne kadar

fazla savaş kazanırsan o kadar çok korkulan olabileceğin düzende yaşayan atalarımız, o devirleri alınlarının

aklarıyla geçip ruhlarını teslim ettiler.

Peki gördüklerinden korkmayan bu Asya milletleri nelerden korkardı. Tanrıdan, ruhlardan, öcüden, savaşmaya

kuvvetleri yetmediği için de doğa olaylarından korkuyorlardı. Küçükler öcülerden büyükler ise ruhlardan

ve doğa olaylarından korkarlardı. Ancak bunların üstünde göçebeliğin verdiği rahatlıktan yani esir olmaktan

korkarlardı. Milli simge olarak kurt, boy işareti olarak da keçiyi tercih etmeleri bu yüzdendir. Bir Türk ya da

göçebe Asyalı düşman ya da vahşi bir hayvan gördü mü hemen silahına sarılır ve saldırıya geçer. Ama ruhlara

ok işlemez. Mesela bu ruhlar kötü kabuslar olarak saldırırsa korunmak için alternatif çözümler lazım olacaktır.

Bu konuda din ve büyü işin içine giriyor. Özellikle de İslamiyet öncesi tek tanrılı eski Türklerin dinlerinin bir

kitabı olmaması, tamamıyla yaşayış biçimlerine göre şekil almasına neden olmuştur. Göçebe olmaları, inanışlarının

sabit kurallarının olmaması diğer topluluklarla kültür alışverişinde bulunurken büyü ve muska alıp

vermelerine sebep olmuştur.

Bütün Asya milletlerinin çeşitli şekillerde kullandığı ve şimdilerinin popüler bir süs eşyasına dönüşmüş olan,

Türklerin kullandığı adıyla düş kapanı, kötü rüyalardan korunmak için kullanılmıştır. Oğuz Türkleri olarak Asya’da

yaşamıyoruz ve Şamanizm’e yakın bir dinimiz de yok. Ancak eski inançların mecazı halen bünyemizde

yer almaktadır.

Haklı sebeplerle başlayan kendimizi büyük görmemiz zamanla bir hastalığa dönüşmüş ve derin bir uyku halini

almıştır. Özellikle de balkanlardaki toprak kayıplarımız uykularımıza kabusların musallat olmasına sebep

olmuştur. Son çağın en büyük düş kapanı sayın Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk beydir. Uykularımızı

temizlemiş ve bizleri uyandırmıştır.

Kırktuğ Dergisi yazı kurulu kafa kafaya verip zafer haftasına farklı bir bakış açısıyla bakarak kapağımızı böylece

şekillendirdik.

Düş kapanı artık bir simgedir. Aynı kâbusları görmememiz için çabalayan Kürşat Şad, Saltuk Buğra Han,

Sultan Alparslan, Enver Paşa, Başkomutan ve Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk gibi nice komutan ve

yöneticilerimizin ruhları şad olsun.

15


CEMALETTİN

TAŞKIRAN İLE

Hocam merhaba. Sultan Alparslan’ın Anadolu

coğrafyasını hedef belirlemesindeki nedenler

nelerdi? Bu zaferin siyasi, maddi ve manevi

getirileri neler oldu?

Türk tarihini dikkatle incelersek Türklerin ilerleme

yönünün hep batı olduğu görülür. Orta Asya’dan

sürekli batıya bir ilerleyiş vardır. Hatta 9.

10. yüzyıllarda Peçenekler, Uzlar, Oğuzlar gibi

bazı Türk boyları Hazar Denizi’nin kuzeyinden

Balkanlara gelmişlerdir. Bazı kollar da Hazar’ın

güneyinden Anadolu’ya doğru yönelmişlerdir.

Selçuklu Devleti’nin 1071 öncesinde de Anadolu’ya

akınları vardı. O yıllarda bu topraklara

hükmeden dönemin Bizans İmparatoru Roman

Diogenes ise bu akınları önlemek için uğraşmış

ve Doğu Anadolu üzerine ciddi bir kuvvetle sefere

çıkmağa karar vermiştir.

1071 yılındaki Bizans Ordusu, imparatorları komutasında

Türk güçlerinin Anadolu’daki yayılmasını

engellemek için sefere çıkmıştır.

Selçuklu Sultanı Alparslan ise bu sıralarda hedef

olarak Mısır’ı almak üzere sefere hazırlanmış

ve Mısır yolu üzerindeki bölgeleri fethetmeyi

ZAFER HAFTASI SÖYLEŞİSİ

de planlamıştır. Sultan Alparslan Urfa’ya geldiği

sırada kendisine teslim olmayı reddeden Halep

Emiri üzerine yönelmiştir. Bu arada Bizans

ordusunun geldiğini öğrenince Muş –Malazgirt

Ovası'na yönelmiştir. Malazgirt Savaşı, Bizans’ın

yenilmesiyle, Selçuklulara Anadolu’nun

yolunu açmıştır. İki tarafın savaş öncesi genel

düşünceleri bu şekildedir.

Hocam, Malazgirt Savaşı’nda Bizans saflarında

yer alırken taraf değiştiren Türkler ve Bizans

ordusunda savaşan yabancılar hakkında

bilgi verebilir misiniz?

Elbette. Önce şunu söyleyelim: Sultan Alparslan’ın

bizzat kendisinin ordusunun başında savaşa

katılması ve kendisinden yaklaşık 3 kat

fazla bir orduya karşı zafer kazanması Harp

Tarihinin önemli olaylarından biridir. Malazgirt

Savaşı’nın kaderini belirleyen iki temel husus

bulunmaktadır. Birincisi Sultan Alparslan’ın uyguladığı

aldatmaca olan ricat; ikincisi de bu geri

çekilme ile düşmanı bir hilal şeklinde çevirme

hamlesiyle kıskaca alması. Bu savaş sırasında

Bizans Ordusu’nda yer alan Balkanlardan ge-

16


len bazı Peçenek ve Uz Türk askerleri Selçuklu

Ordusu tarafına geçmişlerdir. Yani şöyle: Doğu

Roma, her ne kadar siyasi olarak Anadolu’nun

hakimi durumunda ise de, Anadolu toprakları,

en azından sosyal ve kültürel açıdan, Doğu

Roma medeniyetine tabi durumda değildi. Doğu

Roma bünyesinde yaşayan Ermeniler, Gürcüler,

Abhazlar, Slavlar ve Bulgar ve Hazar Devletleri

döneminde Trakya bölgesine yerleşen Peçenek

ve Uz Türkleri, Roma Devleti içerisinde yaşamakta

ve Paralı Asker olarak görev almaktaydılar.

Doğu Roma İmparatorluğu, bunlar üzerinde

kurduğu siyasi ve askeri baskılarla bu toprakları

yönetebilmekteydi. Yani Doğu Roma sınırları

kaleler ve surlarla korunmuyor, ileri karakollarla

ve olası tehditlere karşı gerektiğinde asker sevk

ederek hakimiyet sağlanıyordu. Malazgirt Savaşı’nda

da Bizans ordusunda az önce söylediğim

grupların, Ermenilerin, Gürcülerin, Abhazların,

Slavların ve Bulgar asıllı askerlerin de yer aldığını

görüyoruz. Türk asıllı askerlerin Selçuklulara

geçmesi, diğerlerinin de cesaretle savaşmaması

Bizans Ordusu için mağlubiyeti kaçınılmaz hale

getirmiştir. Biliyorsunuz savaş sonunda Bizans

İmparatoru da esir edilmiştir.

Türkler Malazgirt Savaşı'ndan önce de Anadolu'ya

seferler düzenlenmiş ve zaferler

kazanmış olmasına rağmen "Türk Milleti

Anadolu’nun kapılarını Malazgirt Zaferi ile

açmıştır." söyleminin nedeni nedir?

Daha önce söyledik. 1071 öncesinde de Türklerin

Anadolu üzerine seferleri vardır. Anadolu

üzerine ilk akınlar 11. yüzyılın ilk çeyreğinde

başlamıştır. Nitekim Çağrı Bey, 1016 yılında

Doğu Anadolu'ya ilk Türk akınını gerçekleştirmiştir.

Emrindeki 3.000 Türkmen ile Horasan ve

Azerbaycan yolunu takip ederek Gürcistan üzerinden

Doğu Anadolu'ya kadar uzanan bu seferde

büyük başarı da sağlanmıştır. 1029 yılında yine

Selçukluların Diyarbakır'a kadar yaptıkları sefer

Türklerin bölgeye olan bir diğer önemli seferi olmuştur.

Eylül 1049’da, Selçuklu ve Bizans Ordusu

arasında yine büyük bir savaş olmuştur. Pasinler

Savaşı olarak bilinen bu savaşı da Selçuklu

ordusu kazanmıştır.

Ama Malazgirt Savaşı’nın Selçuklulara

Anadolu’nun kapısını ardına kadar açtığını

söyleyebiliriz. Bu savaştan sonra Bizans yönetimi

artık bu kapıyı kontrol edemeyecektir. Savaştan

20-30 yıl sonra hızla Anadolu içlerine Türklerin

göç hareketleri başlatılacak, bölge süratle

Türkleştirilecek ve Türkleştirilen Anadolu, İç Asya’daki

diğer Türk devletlerinin de göçleriyle bir

Türk yurduna dönüşecektir. Malazgirt Savaşı’nın

asıl önemi buradadır.

Hocam, savaşın seyri hakkında ne diyeceksiniz?

26 Ağustos 1071’de, yani bundan 947 sene önce,

Anadolu’yu Türk milletine vatan yapacak bir büyük

zaferin kapıları açılmıştır. Dönemin en güçlü

devleti Bizans İmparatorluk ordusu Türk ordusunu

imha etmek üzere buraya gelmiştir. Bu haber

üzerine Sultan Alparslan da ordusunun başında

olarak Bizans’ın karşısına geçmiş ve iki taraf arasında

bir büyük savaş yaşanmıştır. İki ordu arasında

sayıca önemli bir dengesizlik görülmektedir.

Alparslan’ın 40 bin kişilik kuvvetine karşılık,

Bizans ordusu 160 bin kişiyi aşmaktadır.

Sultan Alparslan 26 Ağustos Cuma günü ordusuyla

birlikte Cuma namazını kılar, dua eder ve

sonrasında askerlerine dönerek tarihe geçen şu

konuşmasını gerçekleştirir:

“Burada Allah'u Teala'dan başka bir sultan yoktur.

Emir ve kader O’nun elindedir. Bu sebeple

benimle birlikte cihat etmekte veya benden ayrılmakta

serbestsiniz...”

Selçuklu ordusu, sadakat nidalarıyla Sultan Alparslan’a

bağlılıklarını haykırır. Sultan Alparslan,

beyaz kefen elbisesini giyerek atının kuyruğunu

bağlar ve eline gürzünü alıp askerlerine

tekrar şöyle hitap eder:

“Askerlerim! Şehit olursam bu beyaz elbise kefenim

olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.

Benden sonra oğlum Melikşah’ı tahta çıkarın ve

ona bağlı kalın. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir..."

Sultan Alparslan’ı kefeni giyip şehitliği kabullenmiş

vakur haliyle gören Selçuklu Ordusu hemen

savaş düzeni alır. Böylece Cuma namazının hemen

ardından müthiş bir çarpışma başlar. Türk

ordusunun dayanılmaz hamleleri ve Turan Taktiği

de denen Hilal içine alarak düşmanı çevirme

hareketi savaşın sonucunu belirler. Bizans ordusu

çembere alınmış ve mahvedilmiştir. İmparator da

esirler arasındadır.

Hocam yine Ağustos ayında gerçekleşen bir

başka zafere, Büyük Taarruza gelecek olursak

Türk Milleti bu muharebeye nasıl hazırlandı?

17


Bu süreçteki askeri ve siyasi dengeler nasıldı?

Evet, gerçekten de Ağustos ayı Türk tarihinde zaferler

ayıdır. Bunlardan biri de Cumhuriyetimizin

kuruluşunu sağlayan Büyük Taarruzdur.Büyük

Taarruz, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordularına

karşı başlatılan, 26 Ağustos ile 18 Eylül

1922 tarihleri arsında süren bir bağımsızlık hareketidir.

Birinci Dünya savaşı sonunda Anadolu’da

işgallerin başlamasından Büyük Taarruz’a

kadar geçen süreçte gerçekleşen İnönü Savaşları,

Kütahya-Eskişehir Savaşı ve Sakarya Savaşı,

savunma savaşı olarak nitelendirebileceğimiz

muharebelerdir. Bu muharebelerin tamamında

Yunan ordusu taarruz etmiş, Türk ordusu ise savunma

yaparak Yunan ordusunun ilerlemesini

engellemeye çalışmıştır. Savunma savaşı yapmak

ile taarruz etmek, birbirinden çok farklı usul ve

hazırlık içeren savaşlardır. Savunmaya çekilmiş

bir düşmana karşı alan hâkimiyeti elde etmeye

dayalı bir saldırı yapmak, tam ve eksiksiz bir hazırlık

gerektirir.

Sakarya Savaşı ile Büyük Taarruz arasında tam 1

yıllık bir süre vardır. Büyük Taarruz için Mustafa

Kemal Paşa 1 yıl boyunca ordunun eksikliklerini

gidermeye çalışmış ve askerleri taarruza hazırlamıştır.

Ancak eksikleri gidermek ve saldırmaya

hazır olmak da her zaman başarıyı getirmez. Bir

saldırının başarılı olabilmesi için hayati öneme

sahip 2 unsuru içermesi gerekir:1-Baskın 2- Takip

Hocam bunları biraz açalım mı?

Tabii. Baskından kasıt düşmanın beklemediği bir

zamanda beklemediği bir yerden saldırıdır. Büyük

Taarruzun başarılı olmasının altında yatan en

önemli unsurlardan biri budur. Batı, özellikle de

İngiliz desteği ile güçlendirilen Yunan ordusu ile

hâkim olduğu sahada lojistik destek alacak imkanı

bulunmayan Türk ordusu arasında uzun süreli

bir çatışma yaşanması, Türk ordusu için olumsuz

sonuçlar doğurabilirdi. Bunu çok iyi bilen

Mustafa Kemal Paşa, ordunun büyük güçlüklerle

toplayabildiği gücü ile Yunan ordusuna aniden,

beklenmedik bir anda yüklenerek bir darbe ile

sonuca gitmeyi planlamıştır.

Mustafa Kemal Paşa, ordunun taarruza geçmesine

daha Sakarya Savaşı sonunda karar vermiş

ancak bunu İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Kazım

Paşa’dan ve 2 ordu komutanından başkasına bildirmemiştir.

Yıl boyunca eksikleri tamamlamaya

çalışmış, zaman zaman da hazırlıkları denetlemek

için bir takım bahaneler ile Ankara’dan ayrılmış

ve hazırlıkları yerinde incelemiştir.

Bu hazırlıklar Sakarya Savaşı’ndan sonra yaklaşık

1 yıl sürmüştür. Bu sürede hem ordunun eksiklikleri

tamamlanmış hem de ordunun büyük

kısmı Eskişehir bölgesinden Afyon’a kaydırılmıştır.

Çünkü dünya Türklerden bir saldırı beklememektedir.

Ama bir saldırı olursa da Eskişehir

yönünden beklenmektedir. Bu yüzden Yunanın

ağırlıklı savunma tertibatı o bölgededir.

Başarıyı getiren bir diğer unsur “gizlilik”tir.

Mustafa Kemal Paşa 28 Temmuz’da komutanları

taarruz planını görüşmek üzere bir futbol

maçı izlemek vesilesiyle Akşehir’e çağırmış

ve bu toplantıda taarruz planı tartışılarak kabul

edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın taarruz için

Ankara’dan ayrılması da gizlice olmuştur. Ayrılacağını

bilenler, sanki Paşa Ankara’daymış gibi

davranmış, hatta Ankara’da çay partisi düzenlediği

gazetelerde ilan edilmiştir.

Yunan ordusunu beklemediği bir noktadan vurmak

ve tam anlamıyla bir baskın gerçekleştirebilmek

için Türk ordusunun önemli bir kısmı olan

120.000 asker Eskişehir bölgesinden düşmana

fark ettirilmeden Afyon’un güneyine kaydırılmıştır.

Bu kaydırma işlemi büyük bir gizlilik içerisinde

Yunan keşif uçaklarının görmemesi için

14 Ağustos gecesinden itibaren gece yürüyüşleri

ile gerçekleştirilmiştir. Yunan ordusu bu yığınağı

ancak taarruzdan iki gün önce fark edebilmiş, ancak

iş işten geçmiştir.

Yunanlıların bu tür bir baskına maruz kalmalarında

savunma hatlarına duydukları güven de önemli

bir rol oynamıştır. Bu söz konusu savunma hatları

için Yunan tahkimatını inceleyen bir İngiliz

kurmay subayı: “Türkler bu mevzileri 4-5 ayda

düşürebilirlerse, bir günde düşürdüklerini iddia

edebilirler” demiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta ordunun taarruz

planını şöyle açıklıyor:

“Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini

düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün

olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha

meydan savaşı vermekti. Bunun için elverişli

bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi düşmanın

Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat

grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar

hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın

en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk

ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından

vurmakla mümkündü.”

26 Ağustos sabahı saat 05.30’da önce topçu ateşi

ve ardından süratle gelişen süngü hücumları Yunan

hatlarını dağıtmıştır.

18


Savaştaki bir diğer unsur da takiptir. Ani bir baskınla

gafil avlanan düşman ordusu yüksek ateş

gücü ile hırpalandıktan ve cephe yarıldıktan sonra

taarruzun başarılı olabilmesi için gerekli solan

takip devreye girmiştir. Hızlı hareket etmek,

panik halinde dağılan Yunan ordusuna yeniden

toparlanma imkanı vermemek ve yeni bir savunma

hattı oluşturmasını engellemek için kaçan

kuvvetler süratle takibe alınmıştır. 26/27 Ağustos

günlerinde düşmanın Afyon’un güneyindeki çok

güvendikleri müstahkem mevkileri ve cepheleri

yarılmıştır.

Hocam, sizce Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin

zaferine giden yolda en önemli eşik

noktası olan olay nedir?

26 Ağustos topçu ve piyade hücumu sonrası mağlup

olan düşman ordusunun bütün kuvvetleri, 30

Ağustos’a kadar geçen süre içerisinde kuşatıldı.

Yunanlıların geri çekilme yolları kapatılmış ve

kuşatılarak imha edilmeleri planlanmıştı. Bazı

Yunan birlikleri de imha ve esir olmadan geri

çekilmeyi başarmışlardı. Süvariler geri çekilen

Yunan ordusunu da amansızca takip ederek ve

sıkıştırarak yeni bir savunma hattı oluşturmalarını

engellemeye çalıştılar. Ancak kaçabilenler

son bir hamle olarak Yunanlarca bir direniş oluşturmak

için Dumlupınar mevkiinde toplandı ve

Türk ordusu bu kuvvetlerle durdurulmak istendi.

Dumlupınar’da 30 Ağustos’ta yapılan ve adına,

bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından komuta

edildiği için, “Başkumandan-Başkomutan Meydan

Muharebesi” denilen savaş sonunda Yunan

birliklerinin kalanları da bozulmuş ve düşmanın

ana kuvvetleri imha edilmişti.

Taarruz öncesi planlanan sonuç, beş gün gibi

kısa bir süre içinde alınmıştı. 31 Ağustos 1922

günü, Yunan kuvvetleri canlarını kurtarmak için

İzmir’e doğru çekilmeye başlamışlardı. Mustafa

Kemal Paşa, bu sırada orduya o meşhur beyannamesini

yayınladı:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları!

Afyon-Dumlupınar Büyük Meydan Savaşı’nda zalim

ve gururlu bir ordunun temel varlığını, inanılmayacak

kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve temiz

soylu ulusumuzun fedakârlıklarına layık olduğunuzu

ispatladınız. Sahibimiz olan Büyük Türk Milleti geleceğinden

güvenli olmaya haklıdır...

Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!”

9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgalinden

kurtulmasıyla Türk toprakları düşmanlardan

temizlenmesine rağmen neden 30 Ağustos

günü, Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır?

Yani neden topraklarımızda hâlâ düşman

olmasına rağmen Başkomutanlık Meydan

Muharebesi’nin kazanıldığı tarih Zafer

Bayramı olarak kutlanır?

Başkomutan Meydan Muharebesi sonrası başlayan

takip harekâtı, Mustafa Kemal Paşa’nın gözetimi

altında yapılan çarpışmalarla Türk ordusu

lehine gelişmiştir. Ordularla işbirliği yaparak

ilerleyen süvari kuvvetlerinin kuşatıcı hareket-

19


leriyle Yunan ordusu

kalıntıları, hiçbir

önemli harekete yeltenemeden

7 Eylül

akşamına kadar Batı

Anadolu’ya doğru

düzensiz şekilde çekilmeye,

kaçmaya devam

ettiler. İşgal altındaki

yerleşim birimleri

birer birer kurtarılırken Yunan

ordusu geçtiği her yeri yıkıp ya- kıyordu.

Hızla ilerleyişini sürdüren Türk Ordusu, 9 Eylül

1922 günü İzmir’e girdi. Yani işgalci düşmana

asıl vurucu darbe 26-30 Ağustos tarihlerinde vurulmuştur

ve aslında zaferi kazandıran asıl savaş

budur. Bu tarihten 9 veya 18 Eylül’e kadar geçen

zamanda Yunan kuvvetleri kaçmış, işgal ettikleri

yerleri boşaltmış, yakmış, yıkmış ama İzmir’e

doğru sürekli kaçmıştır. Yani 30 Ağustos’tan

sonra yerel bazı çarpışmalar elbette olmuştur

ama zaferi getiren büyük savaş 26-30 Ağustos

arasındaki taarruzdur. O yüzden de kurtuluşun

başladığı gün olarak kabul edilir.

Büyük Türk Milletinin edindiği her zafer sonrası

yeni bir devlet ya da devletler kurulmuştur.

Fakat bu iki savaşı diğer savaşlardan daha

mühim kılan nokta nedir? Bu iki zaferin Türk

ve Dünya tarihi için sonuçları neler olmuştur?

Savaşın sonunda Türk ordusu büyük bir zafer kazandı.

Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları; ordunun

İzmir'e doğru kaçan Yunan asker kalıntılarının

peşine düşerek tamamen ortadan kaldırılması

gerektiği kararı aldılar. Mustafa Kemal Paşa’nın

yukarda söylediğim " Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir,

İleri!" emri ile Türk ordusu Yunan askerlerinin

peşine düştü. 1 Eylül 1922 tarihinde

başlayan büyük takip, 18 Eylül 1922 tarihinde

Yunan askerinin Balıkesir- Erdek limanından ülkeyi

tamamen terk etmesi ile son buldu. Türk ordusu

İzmir Valiliği binasına tekrar 3 yıldan fazla

bir zamandan sonra tekrar Türk Bayrağını çekti.

Bu zafer Türk ordusunun kahramanları tarafından

15 gün gibi bir zamanda en az 450

kilometrelik yolda, o günkü şartlarda atlı ve

yaya olarak savaşarak, düşman kovalayarak

kazanılmış bir büyük zaferdir.

Unutulmamalıdır ki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin

temelleri burada atılmıştır. Türklerin kurtuluşu

burada taçlandırılmıştır. Bu bölgede akan

Türk kanları ve şehit ruhları devletimiz ve cumhuriyetimizin

ebedî muhafızlarıdır. Ruhları şad,

mekanları cennet olsun.

Malazgirt ve Büyük Taarruz. Bu iki muharebeyi

zafere götüren kahramanlarımız Sultan

Alparslan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ortak

noktaları ve özellikleri nelerdir?

Tabii arada 800 yıldan fazla bir zaman dilimi

var. Ama her ikisi de aynı kaynaktan, Türk-İslam

kaynağından beslenmiş komutanlardır. Her ikisi

de milletimize büyük hizmetler etmiştir. Her ikisi

de milletini seven cesur ve kararlı liderler olarak

çıkıyor karşımıza. Daha önce de söyledim; Sultan

Alparslan, Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’nun

Türkleşmesini sağladı. Malazgirt zaferiyle

Anadolu kısa bir sürede Türk yurdu haline

geldi. Anadolu tümüyle Türk Milleti’nin vatanı

yapıldı. Orta Asya’dan sonra ikinci “Ana Vatan”

oldu.

Atatürk de, Milli Mücadele ve 30 Ağustos Zaferlerinden

sonra Anadolu’nun ebedi Türk yurdu

olmasını kesinleştirdi ve işgal edilmiş, bölünmüş

ve parçalanmış Anadolu’ya yine bir bütünlük

sağlandı. 30 Ağustos zaferiyle Anadolu’nun sonsuza

kadar bir Türk yurdu olacağı dosta düşmana

gösterildi. Büyük Taarruz Cumhuriyet’e giden

yolda en önemli kilometre taşıdır.

Ancak biz Türkler çok dikkatli olmalıyız. Malazgirt

Zaferi'nden sonra olduğu gibi 30 Ağustos

Zaferi’nden sonra da Anadolu üzerinde, Türkiye

üzerinde Anadolu’daki Türk varlığını, Türk birliğini

bitirmek için hâlâ çeşitli oyunlar tezgahlanıyor.

Geçmişte olduğu gibi bugün de Türklere ve

Türklüğe gizli ve açık bir saldırı var. Türkiye’de

Türkler ve Türklük yok edilmeye çalışılıyor. Biz

Türk Milleti ve Türk Gençliği olarak bu oyunları

bozmalıyız, bozacağız. Önümüzde Mustafa Kemal

Atatürk gibi muhteşem bir rehber, muhteşem

bir örnek var.

Hocam çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür eder ve başarılar dilerim.

20


VERYANSIN

Dizginlemeli içimdeki

Dörtnala giden yılkı atlarını

Durulmalı günaşırı köpüren

Yüreğimin çağlayanları

Silmeli anı defterinden

Geride bıraktığım hülyaları

Susturmalı çığlık çığlığa

Dile gelen tüm sorguları

Duyurmalı hislerime

Beynimi kemiren yorgunlukları

Koymalı her şeyi bir kenara

Her şeyi bir kenara koymalı

Koyup her şeyi bir kenara

Dikilmeli biraz daha

Hayatın tam karşısına

Devam etmeli şairin bıraktığı yerden

Devam etmeli sevmeye...

Kağan Tüber

21


YALNIZ-LIK

PAYLAŞIMI

Ayşenur Akın

‘’Tek bir yalnızlık vardır. O da yalnız kalamamaktır,

tamamen onunla olamamaktır.’’ diyor

Cemil Meriç. Peki, ne demek istiyor? Biz gerçekten

yalnızlık dediğimiz şeyi tam anlamıyla

yaşıyor muyuz? Yoksa yalnızlıkla aramıza giren

başka iyeler de mi var? ’’Bir ben vardır benden

içeri.’’ diyen Yûnus’un sözüne içerlenmeli mi?

Belki de içimize tıktığımız ve onlara kulağımızı

tıkadığımız bir ’’Ben’’ içerlemiştir bize. Olamaz

mı? Yalnızlığımızla bize iştirâk eden kalabalığımızın

elinden tutmalı ve gönlümüzün kuyularına,

kuytularına attığımız nice Yûsufları gün yüzüne

çıkarmalıyız diyorum. Belki o zaman dejenere

olmuş güzelliklerimizin ne bir kılıfa ne de bir

maskeye ihtiyacı olur.

Modernize olmaya temâyül edenler: “Biz modern

olmalıyız!” lafını pelesenk edip batırıyorlar

dillerinin çuvaldızını kafalarını kaldırdıkları her

yere. Kimi özüne batırılmamış sarı bir tenekeyi

asıyor boynuna medeniyet madalyası diye.

Tüm seçkin kalabalıklar, topluluklar içinde:

’’Ben artık yalnız değilim.’’ yalanını yamıyoruz

dilimize. Şimdi soruyorum: Şehirlere sıkışmış,

metropoller arasında ezilmiş; bir çocuğun dirseklerinden,

dizlerinden silinen o masum yaralar

mıydı yalnızlık?

Camekânların, alışveriş merkezlerinin, şirketlerin,

çok katlı gökdelenlerin içine sığdırılmaya zorlanmış

o büyük yalnızlıklar yerleşecek Bohemyalarını

ölü topraklara inşa ederler. Bedenimiz bize

emanet bırakacak yerlerimize öyle kötü şeyler

doldurur ki ruhumuzun anahtarını hep aynı paspas

altında saklamak zorunda kalır. Yalnızlık denilen

şey bu olmaz diyorlar. Hâlbuki kabalaşıyoruz,

kalıplaşıyoruz, kalabalıklaşıyoruz bir kaos

yaratırcasına. Birbirlerini kemiren oburlarımızın

diline sahip çıkamıyoruz; ilişkilerimiz sıska ve

güdük kalıyor. Bu bir bunalımdı belki de. Lime

lime edilmiş ruhlarımızın bir yerlere takılıp kalmış

tarafıydı. Bir yanımızdan teyellenmişken bir

daha hiç çözülemeyecek kadar kör bir düğüm

müydü bu yalnızlık?

Yalnızlık her yerde. Spot ışıklarının altında bile

var. Bir pandomima sanatçısını yahut bir palyaçoyu

hayal edin; perde açılır, oyun başlar.

Sahne kalabalıktır. Alkışlanırsınız, kıvanırsınız.

Böylece: ’’Ben artık kıvama geldim.’’ dersiniz.

Oyununuz bitmiş; büyük perdeler çekilmiştir yüzünüze.

Son perde de oynanmıştır. Salon boştur

artık. Sahnede sadece siz varsınızdır bir de spot

ışıkları. Birazdan onlar da söner ve bu sefer de

başka bir oyun sergilenir. Sahte kalabalığınızın

gölge oyunlarıyla baş başa kalırsınız. Trajedisi de

vardır yalnızlığın komedisi de olacaktır. Çünkü

22


hepsi kalabalığımızın bizden uzaklaşma serüvenini

anlatır. İçimizdeki kayıplar, Gratel’in yollara

döktüğü ekmeklerden evin yolunu bulabilme parodisini

yaşar. Hâlbuki insanın ilk macerası kendi

merkezine yolculuk etmeyi hasıl eder. İçten içe

bir seyr-ü sülûk halidir kendimizi kendimize getiren.

Yollarımıza koyduğumuz taşlardan da ellerimizi

koyduğumuz taşlardan da haberdar değil miyiz

aslında? Ne zaman yalnızdık biz? Yazarken yalnız

mıydık? Yazdıklarımızın kaderini kalemimizle

yaşamıyor muyduk? Hermann Hesse’in dediği

gibi:’’Yalnızlık, alın yazımızı kendi kendimize

ulaştırmak için başvurduğumuz yolumuzdur.’’

Ne zaman yalnız kaldık biz? Ahmet Cemil Lâmiâ’ya

kavuşamadığında bârân-ı elması yalnız

bırakmış mıydı onu? Samim Simeranya’ya

kaçtığında kendi ile karşılaşmamış mıydı yine?

Yalnızlıkta kendi cümlesi bile eşlik ediyor insana

diyor Nuri Pakdil. Bizimle hem dem olanları,

içimize sokulanları elimizin tersiyle öyle itiyoruz

ki: ’’Artık tamamen özgürüm!’’ yalanını uyduruveriyoruz.

Hâlbuki kalemi elimize aldığımızda

başlıyor hengâme; kimler kimler musallat oluyor

bize. Çekişip çekiştiriyoruz yakasına yapışarak:

’’Sen de nereden çıktın şimdi?’’ diye sitemimizi

de eksik etmiyoruz kelimelerimize.

‘’Birbirimize kıyamet kadar yakın, kıyamet kadar

uzak; ama kıyametler içindeyiz.’’ diyor Exupery.

Arafta mıyız bir bakıma? Kıyametler içinde bizi

kendimize getiren bir sûru bekliyor kulaklarımız.

Kimi zaman birileri ile kesişti yolumuz. Hayatımızın

çıkmaz sokaklarına çıkanlar da vardı, bizi

avucunun içi gibi bilenler de… Şimdi diyorum

ki: Ne çok tanımışlar beni yalnızlık dediğim şu

kalabalık hanemde. Soframda böldüğüm ekmeğime

katık, sırtımda taşıdığım bohçama azık oldular.

Seriyorum örtüsünü hayatın mükellef sofrasına,

doyuruyorum her gün doğan yalnızlarımı:

Bölüşüyoruz içimden gelen ne varsa!

23


KAPİTALİZMİN GETİRDİĞİ

ÖZBENLİĞE YABANCILAŞMA

BOZUKLUĞU:

SEVİ

ÖZCİLİK

Ayşegül Nisa Dur

“Efsaneye göre bir kâhin, Narkissos’un

kendi yüzünü görmediği sürece

yaşayabileceğini söyler. Narkissos

bir gün bir göl kenarına gelir ve eğilip

gölden su içmek ister. Bu esnada

sudaki yansımasını görür ve kendisine

âşık olur. Yansımasını seyretmekten

bir türlü kurtulamaz ve git gide

hissizleşir. Yaşama gözlerini yumar

ve bulunduğu yerde kök salarak Nergis

çiçeğine dönüşür.

1 Kişilik, bireyi diğerlerinden ayıran ruhsal ve

bilişsel özelliklerin tümüdür. Narsistik (Öz sevici)

kişilik bozukluğu ise kişinin zayıf benliğini

ortadan kaldıran, bunun yerine mükemmeliyetçi

kimliğini ortaya koyan, her anlamda kendisine

hayranlık duyulmasını isteyen bir kişilik bozukluğudur.

Dünya genelinde büyük bir artış gösteren

narsisizmin en büyük sebeplerinden biri

bireyleşmeyi ve rekabet ortamını yaratan kapitalizmdir.

Bireye sunulan şişirilmiş imajlar, idealize

edilen hayatlar, satılık yaşam vaatleri bireyleri

kendisi olmaktan çıkarır ve sahte bir kişiliğe bürünmelerine

sebep olur (Kocakula 2015: 1). Bireylere

toplumsallık yerine bireyselliği vurgular;

bencilleşmeyi, kendisinden başka hiçbir şeyin

öneminin olmadığını popüler medya aracılığıyla

empoze eder. Peki, kapitalizmin en büyük başarılarından

biri olan narsisizm bireylerde nasıl oluşur

ve nasıl seyreder?

Narsisizm; “Normal narsisizm” ve “Patolojik

Narsisizm” olarak ikiye ayrılır. Normal

narsisizm bireyin çevresiyle uyumu ve çevresinin

beklentilerine cevap verebileceğini deneyimlemesi

durumudur (Rozenblatt, 2002; Bolat, Ülker

ve Demir 2016: 2). Bireyin özgüveni oldukça

yüksektir, dolayısıyla çevreden gelen eleştiriler

bireyin özgüvenini zedelemez. Başkalarının düşünceleri

yerine kendi düşüncelerine odaklanarak

doyumunu sağlar. Patolojik narsisizmde ise

davranış ve tepki boyutlarında bozukluk görülür

(Bolat, Ülker ve Demir 2016: 3). Başlangıcı bebekliğe

kadar dayanabilmektedir. Bebekliğinden

itibaren çocuğunu pohpohlayarak büyüten, aşırı

ilgi gösteren ya da çocuğunu önemsemeyen

ebeveynler narsisizme davetiye çıkarır. Ebeveynlerinden

ilgi görmeyen çocuklar kendini ebeveynlerine

ispatlamak için büyük çaba harcar.

Başarısız oldukları her an ebeveynlerinin ve

toplumun gözünden düşecek olma ihtimali çocukların

sağlıklı gelişimini olumsuz etkileyerek

kendilerini değersiz hissetmelerine neden olur.

24


Yetersizliğini gizlemek için ise ya maske takıp

kendilerini olduklarından daha iyi durumda hayal

edip kendi iç dünyalarına kapanırlar ya da diğer

bireylerin ilgisine muhtaç duruma gelirler. Sürekli

“En iyi, en özel, en güzel, en başarılı” mesajlarını

alıp bunları içselleştiren çocuklar ise gerçek

dünyayla karşılaştıklarında diğer insanlar için

sıradan olmayı kaldıramazlar. Zamanla gerçek

kişilikleri haricinde, kendilerini olduklarından

daha yüce ve mükemmel gösteren bir sahte kendilik

oluşturarak kendilerini çevreye kabul ettirmeye

çalışırlar. Kendilerini başkalarından üstün

gören, sıradanlığı kaldıramayan, her zaman ilgi

odağı olmak isteyen ve başkalarının düşüncelerini

önemsemeyen bireyler olarak karşımıza çıkan

narsistler sanıldığının aksine toplumdaki diğer

bireylerin düşüncelerine, ilgilerine muhtaçtırlar.

Kendi değerlerini geçerli kılmak için başka kişilere

bağımlıdırlar. Yaptıkları her şeyde onaylanma

ihtiyacı hissederler. Bu bağımlılık sebebiyle

de çok kırılgan ve kıskanç kişilik yapıları geliştirirler.

Patolojik narsisizmi normal narsisizmden

ayıran en önemli nokta budur. Pohpohlanmak

mutlu ederken önemsenmemek acı çekmelerine

sebep olur. Önemsenmediklerini hissettikleri

zaman bastırma, yadsıma, değersizleştirme gibi

savunma mekanizmalarını kullanırlar; olayı görmezden

gelebilir, hissettiği duyguları değersizleştirerek

soğukkanlı olmaya çalışabilir, istek ve

dürtülerini bilinçaltına bastırabilirler. Kendini

beğenmiş tutumlar sergileyebilir; eleştirilere karşı

öfke, utanç ya da küçük düşürücü tepkilerde

bulunma gibi nevrotik semptomlar gösterebilirler.

Başkalarının başarılı, gözde olmasını, onların

gördüğü ilgiyi kıskanırlar fakat aslında kendileri

kıskanılıyormuş gibi düşünüp çevrelerine

buna göre cephe alabilirler. Diğer bireyleri sadece

kendi amaçlarına ulaşmak için kullanabilirler.

Bu sebeple ilişkileri yüzeysel ve kendileri tatmin

olana kadardır. Alıcı konumundadırlar ve aldıklarıyla

yetinmezler, doyumsuzlardır. Karşısındakine

empati duyamaz, değer veremez ve gerçekte

kimseyi sevemezler. Bu sebeple yalnız kalmaya

mahkûmdurlar. Yalnızlıklarını ise “Ulaşılmaz”

olarak görünmek için kullanabilirler. Kendilerini

buna inandırıp bu durumdan zevk alacak ve

başkalarına acı çektirecek hale gelebilirler. Bazı

araştırmacılar bu davranışları yaparken kişinin

farkında olmadığını, “Sahte benliğin gerçek benliğe

esir bir durumda” hayatını devam ettirdiğini

savunur. Bu davranış bozukluğu ise genelde kendisine

ya da çevresine zarar verme ile sonuçlanır.

Kapitalizm, toplumlarda narsistik bireylerin artışına

sebep olur ve toplumlarda uyum, birliktelik

ve değer yargıları bozulur. Hatta daha da kötü bir

hal alarak sapkın davranışlar, cinayetler, intiharlar

artarak önlem alınamaz duruma gelir, gelmektedir

(Battal 2014: 10). “Asrın Vebası 1 ” haline

gelen narsisizm tüm toplumları tehdit ederek toplum

sağlığını bozmaktadır. Toplumun değer yargıları

narsistik bireylerin içinde sindirilmektedir.

KAYNAKÇA

Battal, Fatma Betül (2014), “Gündelik Hayatta Narsisizmin

Toplumsal Görünümleri”. II. Türkiye Lisansüstü

Çalışmaları Kongresi – Bildiriler Kitabı V.

Bolat, Yavuz; Ülker, Müjgan; Demir, Cennet Güloğlu

(2016), “Kavramsal Açıdan Narsisizm ve

Eğitimde Narsistik Kişilik”. Uluslararası Sosyal

Araştırmalar Dergisi 9 (46): 2-11

Kocakula, Özge (2015), “Türk Mitolojisindeki

Motifler Temelinde Narsistik Kişilik Bozukluğunun

Yeniden Okunması”. Akademik Bakış Dergisi 49:

1-16.

1.Jean M. Twenge Asrın Vebası: Narsisizm İlleti

25


i

ARDIÇ AĞAC

Tuğba Dinç

Ekin tarlalarının arasından arabasıyla geçen

kadın elini pencereden olabildiğince dışarı

uzattı. Rüzgarı avuçlar gibi bir hali vardı. Sanırsın

ekin tarlalarında koşturuyordu. Güneşini

önüne almış. Rüzgarı arkadaş edinmişti. Derin

ve buğulu bir gülümse ile ekin başaklarını selamlıyor,

onlarla bir oyuna başlar gibiydi adeta.

Bulanık bir zihni vardı. Gözleri ele veriyordu.

Tarlada süzülen başaklarla bir iç aleme dalmıştı.

Harman zamanı, ayrılık zamanı geliyordu. Bunları

düşününce kendine döndü, içinde giderek çoğalan

nice ayrılıklar barındırıyordu. İnsan içini

dökmekten vazgeçtiği zaman başlamaz mıydı ayrılık?

Onun da öyle başlamıştı, ayrılmıştı her şeyden

herkesten. Hüznü göze alan yüreğinin kuşları

çırpınıyordu göğüs kafesinde.

Kuşlar, birden ekin başaklarının arasında

öylece tek başına biçare ve bir o kadar dik duruşlu

olan ardıç ağacına takıldı. Burada soluk almak

isteyen bir halleri vardı kuşların. Nasıl da

heybetliydi, gölgesi huzur, duruşu sabırdı ardıcın.

Duyguları müphem hali tarumar bir haldeydi,

ona yürekten bakınca eşlik edivermişti haleti

ruhiyesine. Takılıvermişti ardıcın şahit olduğu

tüm olaylara, açıvermişti yıllarca çırpınan dünyasını.

Umuda insanlara inanmaların çağını es

geçmiştik artık yüreği dağlayarak. Çünkü sahip

oldukça azalıyor, sahip oldukça sığlaşıyorduk,

sahip oldukça kaybediyorduk. Acımasız takasların

yapıldığı bir vakitti uğranan. Sanırsın ekmek

alırken huzurun teslim edildiği acı bir takas. Zor

bir haldi garb alınan. Ama acı hissedilir, hissedildikçe

yaralanır, sızlardı. Bilinmeyen bir zamandaydı

sanırım dertlerin paylaşıldıkça azaldığı,

paylaşıldıkça feraha kavuşulduğu. Şimdilerde bir

de anlattığının dert edildiğin peşinden çırpınıyor.

Bu hali yaşayanlar ise derdi ile kalmayı yeğliyor.

İnsan elinde olmadan koyuveriyor bu zamana ve

bu zamanı yaşayanlara, benin başının çektiği üstesinden

gelirim başlıyor. Ne denli insanlık birbirine

kör sağır oldu bu denli.

Umuda, iyiliğe hasret bu alemde muhabbetten

daha ulvi ne olabilir ki? Orta bir yolda

ilerlemek varken birlerini sapa yollara itelemek

ne ara hedefe ulaşmanın kestirmesi oluverdi?

Kalplerini şöhretleriyle takas etmek insanlık sanatı

olalı daha bir asır olmadan asırlardır yaşanıyormuş

gibi benimsemesi bu işin neresinde yer

alır? Göstermelik sahipleri var duyguların hiçbir

zaman ardında durulmayan hakkı verilmeden yaşanan

hisler. İşte bunlar işgal eder tüm bedenleri.

Bu kadar yıkıntıya rağmen kimse ayaklanmıyor

herkes sessiz, halinden memnun.

Ürkütücü sessizliğin içinde, içine dahi

küsen ben neyin suçlusuyum? İçimdeki çocuğun

bisikletten inip, uçurtmasını kırıp evine kapanması

neden? Penceresinden her zaman gülümseyen

Ömür teyzemin kepenkleri kapatması, tüm

bakkalların kapanması ve o yüreği bahar bakkal

amcaların sokağımızı terk etmesi neden? Söylesene

ardıç? diye ne çok cebelleşmişti içiyle ve

dertleşmişti ardıçla.

Aniden başlayan yağmur ile irkildi kadın.

Saatlerdir sırtını yasladığı ardıç ağacı nasıl da

dinlendirmişti onu. Ama yeniden bir veda gelip

çatmıştı. Buraya takılı kalan kuşlar ona “ Hoşça

kal “dedi. Gözü yaşlı kadın heybetli ardıcı geride

bırakarak arabaya ilerledi. Deştiği hasretlerine ve

ardıca selam verip toprak kokusu eşliğinde yola

devam etti. Kulaklarında ardıcın fısıldadıkları,

Taş kuşa vursa da kuş taşa vursa da nasıl hep kuş

yaralanıyorsa ben de öyle hissediyorum kendimi

1

ama sen heybende azığını yanından umudu ve

mücadeleyi noksan etme, sen bunları yanında tut

ki insanlık sarsılsın, özünü bulsun. Kim bilir belki

de bilmediğin birinin nefesi olursun…

1 Bkz. Ali AKBAŞ

26


Veda

Hoşçakal dedi dünyaya,

Son nefes, son bakışta, duyuşta.

Duyurmadan martılara öksürdü, çeviremezlerdi süzülürken başlarını,

Kanatları alıp götürebilir miydi adamı?

Hoşçakal dedi havaya,

Alıp götürdüğü tüm güneşlere selam verdi.

Aydınlığın karanlığa döndüğü renginde, başını kaldırdı saçlarını hiçe sayarak,

Bulutlar alıp götürebilir miydi adamı?

Hoşçakal dedi denize,

Dalgaların kıyıya vurduğu tüm balıklar selamladılar kol saatine bakan adamı.

Ölmüş balıklar zamanı anlamazdı, anlamadılar da,

Adam ise çok iyi anladı.

Birileri bekliyordu onu

Bekleyenler hep bekleyebilir miydi?

Hoşça kal dedi çocuğa,

Daha bir kez bile çiçek almamış,

Gitme diye kimseye yalvarmamış, tatlı düşlerinden çıkıp kâbuslarla karşılaşmamış,

Uzakların bile uzak kaldığı bir kayıkta

Hasretler, alıp götürebilir miydi adamı?

Hoşçakal dedi şehre,

Aklına ilk gelen ışıkları oldu,

Kaybettiği tüm yıldızların yerini doldurduğu.

Pencereden izlenen kaldırımlar vardı.

İçinde binlerce insanın yaşamayı kabul ettiği,

Mahkûm bırakıldığı.

İçinde binlerce yalnızın kaybolduğu,

Kaybedenler bulabilir miydi adamı?

Hoşçakal, hoşçakal sevgilim dedi kadına.

Sevginin de öldüğünü Erhan’ın bize yalan söylediğini

Sen bağırdın göklere.

Bu şiir ne bir umut ne de direniş,

Bu şiir baştan aşağı bir sonlanış,

Bu şiir hoş kalmaya bir veda.

YULA

27


Nermin Fatma Gülcük

KETAKİ ÇİÇEĞİ

“Başını eğmiş ve ahdetmişti: Kendisine ışık veren

yüksek ruhlara lâyık bir talebe olduğunu

hayatı ile ispat edecekti. Çünkü bu kadar yüksek

ve güzel şeyleri duymuş, öğrenmiş olmak insanı

borçlu kılar.”*

Aşk yangınlarına dayanıp tek başına son menzile

varan ve geri dönen küçücük bir çiçek: Ketaki Çiçeği.

Safiye Erol Hanımefendi, kendisini Hint efsanelerinde

yer alan bu küçük fakat dirayetli çiçeğe

benzetir. Ve devam eder:

“... ketaki çiçeğinin cüretini gösterdim. Bunu

yapmaya mecburdum çünkü ölüm diyarından diri

olarak geçmiş, kolayca yaşanamayan bu hârikalı

denemeyi tek başıma ve en güç yoldan başarmıştım.”**

1917’de henüz 13 yaşında iken tahsil için Almanya'ya

gider ve uzun yıllar orada kalır. Hindistanlı

bir genç ile birbirlerini severler ve evlilik hayali

ile tahsillerini tamamlarlar. Fakat ikisi de vatanına

hizmet aşkıyla yanmaktadır. 1926’da Hintli

genç, 'Gel gidelim beraber' dese de Safiye Hanım

yönünü İstiklal Harbi'nden yeni çıkmış, küllerinden

doğan vatanına çevirir ve “onların bana ihtiyacı

var” der.

Almanya'da felsefe ve edebiyat tahsilini yapmış,

Şarkiyat doktorasını tamamlamış, Almanca

ve Fransızca öğrenmiş ve bununla beraber Türk

İslam ahlakını yitirmemiş münevver kadın. Yüreğinde

dinmeyecek bir özlemin ağırlığı ile ona

ihtiyacı olan ülkesine döner.

Safiye Hanım Türk ve Müslüman kadınını, ona

zorla giydirilen kalıplarının dışına çıkarır ve bunu

tam da Türk İslam ahlâkına göre yapar.

“Bence İslâmiyet'in en muhteşem cephesi manevi

estetiktir, edeptir denilebilir. Fakat geniş muhitlerde

edep anlayışının pek kısır kalmış olduğunu

görüyorum. Mahcup ve itaatli tavır takınmayı

bir 'edep' sayıyorlar. Beni sarmıyor. Edep tacını

başımdan düşürmeden cüretkâr ve serkeş olabilirim,

yeter ki temizlik ve güzellik kültüründe köklenmiş

bulunayım.” ***

Okurken Türkçemizin dimağlarda musiki etkisi

bıraktığı bu paragraf ile Safiye Hanım şahsını ve

olması gereken münevver kadını en iyi şekilde

ifade etmiştir.

Her biri bir çiçek bahçesi olan eserlerinde de ketaki

çiçeği tüm zarafetiyle boy gösterir. Leylak

Mevsimi'nde yer alan Gel Seninle Dertleşelim

adlı öykünün kahramanı olan Doktor Handan

28


“Safiye Erol’un ‘Ciğerdelen’ adlı romanı da

dehanın yanında sıyrılıp geçen çok kuvvetli

bir eserdir ama rezilane solcu eserlerin furyası

arasında kaynayıp gitmiştir. Sinema için en iyi

eserlerden biri de budur.”

(Nihal Atsız, Ötüken Dergisi, sayı 96, Aralık 1971)

15 yaşında erken evlilik yapar. Fakat bu evlilik

uzun sürmez ve Handan Hanım 17 yaşında dul

bir kadın olarak Fransa'ya tahsile gider. Zamanla

Türkiye’nin en iyi çocuk doktorlarından biri olur.

Uzun yıllar geçer ve 1935 senesinde Handan Hanım'ın

yüreğinde yeniden kıpırdanmalar olur.

Bunu da: “Fakat ben onu seviyorum, seviyorum.

Belki de bu sevgi ezelden beri benim içimde idi de

ben şimdi fark ettim.” Şeklinde tanımlar. Fakat

âşık olduğu adam kanaatkâr bir saadet istemez ve

Handan Hanım'dan mesleğini terk etmesini, eve

bağlanmasını ister.

Kısacası bu macera pek çok münevver kadının

başına gelen hadisedir. Kahramanımız Handan

da mesleğinden vazgeçemez. “Turgut’un

dahi bundan sonra çocukları doğacakmış; fakat

benimkiler doğmuştur. Benim çocuklarım yüzlerce,

binlerce, milyonlarca...”

Handan eliyle Anadolu tarafını işaret ediyor,

bana memleketi dolduran çocuklarını gösteriyordu.

Küçük bir hüzün fakat büyük bir zaferle. Der

ve hikâye biter. Ketaki Çiçeği burada da yönünü

Anadolu’ya çevirmiştir.

Elbette Safiye Erol Hanımı evliliğe ve anneliğe

kendini kapatan, yalnızca mesleğine ve ülkesine

kendini adayan biri olarak düşünmemek lazım.

Bunu en iyi Ciğerdelen' de Cangüzel karakteri ile

görürüz. O hoyrat, o saraylara sığmayan Cangüzel;

beyi, oğlu ve ailesi için değişir; durulur, kuzu

huyu bağlar. Ve ardından oğlunu daha ilk defa

emzirirken her Türk anasının bellemesi gereken

düsturu diler: “Bismillah!.. Ya gazi ya şehit!..”

****

Kendisi şahsiyeti, eserleri ve de sürdürdüğü 62

senelik yaşamıyla Türk kadınına bir yol çizmiştir.

O yol üzere ilerlerken de mazide kalan Safiye

Erol Hanımefendi’yi istikbale taşımak da yine

bizlerin vazifesidir. Onu okumalı, onu yaşamalı

ve dahi yaşatmalıyız.

Ruhuna rahmet olsun.

1. * Safiye Erol, Ülker Fırtınası, Kubbealtı

Neşriyâtı

2. ** http://safiyeerol.org/safiye-erol-hakkinda-yazlanlar/66-hakkinda-yazilanlar/138-ketaki-cicegi.html

3. *** Safiye Erol, Çölde Biten Rahmet Ağacı,

Kubbealtı Neşriyâtı

4. **** Safiye Erol, Ciğerdelen, Kubbealtı

Neşriyâtı

29


DİSTOPYA YA DA

ÜTOPYA:

RÜYAYI DÜŞLEMEK

Sema Karakurt

İnsan sözlerden yapılırmış

Payıma düşen rüyayı

Gördüm bitirdim. 1

1 Şükrü Erbaş

İnsanın serüveni doğduğu andan itibaren

başlar. İnsanın serüveni cennetten kovulmasıyla

başlar. Ya da insanın serüveni toprağın suyla

buluşmasıyla başlar.H/er kişi kendi başlangıcını

kendi seçebilir fakat esas olan şu ki insanın trajik

ve kaçınılmaz yazgısı; dünyaya düşmek... Bu düşüş

Hz Adem'den tüm insanlara miras bir kaderi

de önümüze koyar aynı zamanda: Söze muhatap

olmak.

Hz. Adem'e kelimelerin öğretildiği bilgisi ilâhi

kelamla muhatap oluşumuzla sabitlenmiş. Bunu

hayal etmeye çabalıyorum bazen, muhteşem geliyor.

Her anlamın ilk muhatabı olmak, kirlenmemiş

kelimeler, kullanılmamış sesler, kendi

dünyanı oluşturmak... Hz Adem'e nasip olduğunu

düşündüğüm bu durumu benim hayallemem

veya durlanmamış kelimelere muhataplığımı engelleyen

nedir? Kendi kelimelerimin altını kendimin

doldurmasını engelleyen kimdir? Bu soruları

sorabildiğime göre dünya'ya düşmekten hissemi

aldım demektir.Halimin tespiti Safiye Erol'un Ciğerdelen'iyle

gelsin: "Adem Babamız gibi kendimi

cennetten attırmadan rahat edemedim. Boşlukta

yuvarlanıp gidiyoruz. Cennetten olduk; fakat yeryüzünü

henüz bulamadık."

Atıq Rahimi'nin Kahrolsun Dostoyevski romanında

kahraman Resul bir hukuk öğrencisidir

ve Dostoyevski'yi çok sevmektedir. Gel gör ki ülkesinde

Dostoyevski okumak komünizme inanmakla

eşdeğer sayıldığı için başına çok iş alır. Ne

iş aldığını merak eden elbet bu kitaba başvurabilir.

Fakat kendi olma yolunda savaşan Resul,

çektiği sıkıntıları yüceleştirirken zevk de almaktadır

aslında. Farkında olmasa da anlatacak hikayesi

vardır artık. Sonunun iyi veya kötü bitmesi

mühim değil. Mutluluktan ziyade acının sesinin

çıkması insanın hikayesine hayran olmaya başlamasından

kaynaklanır. Hikayesi olmayan insanlar

ise varmış gibi hayal edip daha çok ses çıkarabilirler.Bir

yazık öykünme durumu. Bu ise derdi

çeken ayrı türküsünü çığıran ayrı hesabına çıkar

ki bu hal düşman başına. Resul'e gelecek olursak

sonunda kendini Raskolnikov olarak görüp cana

kıyan Resul şu cümleye çarpar;

-Sen onu okuduğun için öldürmedin. Onu

okudun çünkü öldürmek istiyordun. Hepsi bu.

Eğer yaşasaydı seni intihalle suçlardı.

İnsan, neye talip olursa farkında olsun veya

olmasın yoluna çıkıveriyor. Hikaye istiyorsa hi-

30


kaye, ilim istiyorsa ilim, marifet istiyorsa marifet,

iltifat istiyorsa iltifat... Bunu taşıyıp taşıyamadığı

ise yürüdüğü yolun zorluğuyla değil sonuna kadar

varıp varamadığıyla tartılıyor. Sonunda kendi

hikayeni yazmak da var, intihalle suçlanmak da.

Yürüdüğü yolun sonuna yaklaştığını hisseden,

söyleyen; hafızası ve gözleri yorgun gönül

dilinden anlayan, Anadolu irfanıyla yoğrulmuş

bir dedenin torunu olarak ömrümün yetiştiği kadarıyla

bir yolcunun gözlemcisi oldum. Gözlük

yenileme tarihinden tutun da hangi şiirin hangi

dizesini hutbede kaçıncı kez okuduğuna kadar

işaretler koymuş geçtiği yollara. Elime kitaplarını

aldığımda ara ara biz evlatları ve torunlarına da

notlar düşmüş; burayı okursanız şuna dikkat

edin, beni de anın bir Fatiha ile diye. Yürünen yol

sadece bizi bağlamıyor.Olur da ardımızdan gelecek

olursa diye mihenk taşları koymak vebalimiz

oluyor. Ve insanın aklına ne kadar cesur ya da cahil

olduğu geliyor bir ayetle: Biz emaneti, göklere,

yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten

çekindiler, (sorumluluğundan) korktular.

Onu insan yüklendi.

Hayat /dört şeyle kaimdir, derdi babam /su

ve ateş ve toprak./Ve rüzgâr./ona kendimi sonradan

ben ekledim diyen şair, zaten hayata eklenmiş

olan ben'le bizi yüz yüze getirmekten gayrı

bir şey yapmaz aslında. Dönüp ardına bakabilir

ya da bakmış gibi yapabilirsin. Gel gör ki gerçekten

bakmakla bakar gibi yapmak arasında fark

vardır. Ve Türkçe der ki "gibi" edatı kastedilen

şeyle ayniyet getirmez. Anlam sızması olur. O

sızı üstünkörü bir edat demek değil, insan olarak

yaradılışımızı ıskalamak demektir. Nasıl desem,

cennetten olduk ama belki yeryüzü o kadar uzakta

değildir vesselam...

31


RIYORUM

Ben böyleyim. Biraz kafası, biraz da ağzı bozuk. Biraz aile, biraz da sokak terbiyesi aldım. Bazen

Müslüm, bazen Neşet, bazen Ferdi Baba dinliyorum. Sigarayı bazen söndürüp atıyorum, bazen de

yanarak sönsün istiyorum. Bazen acıya acıyorum, bazen de acının bile canı acısın istiyorum. Bazen

korkuyorum, bazen korkuyu bile korkutuyorum. Yaralarıma bazen kabuk bağlatıyor, bazen de buna

müsaade etmeden ısrarla deşip duruyorum. Ara sıra kendimden geçiyorum fakat vazgeçemiyorum.

Toprağı da seviyorum, suyu da… Lakin çamuru sevmiyorum.

Şimdi ise kaybettim, yâren. Kendimi kaybettim. Bulamıyorum. Kendimi dahi kendi kendime arıyorum.

Öyle ya şu sıralar kendimi kalemin mürekkebinde, kâğıdın temizinde arıyorum. Arıyorum fakat

bulamıyorum. Bir şeylere rastladığım doğrudur fakat bunlar üç beş hayal kırıklığımdan başka bir şey

değiller. Kaybettim kendimi. Bulmak için hislerimi takip ediyorum.

Kendimi ne zaman kaybetmiştim acaba? Ne zaman ellerim titremeye, gözlerim bulanmaya başlamıştı?

Ne zaman bu küllük dolmuştu? Ne zaman ayları, günleri karıştırmaya başlamıştım? Ne zaman

dudaklarım çatlayıp, kanamaya başlamıştı? Ne zaman ölmek, yaşamaktan muteber olmuştu? Ne zaman

hoş rayihalı, pirüpak hayallerim vesveseye dönmüştü? Ne zaman yüzüm güleç, içim yas tutar

olmuştu? Ağladım, sustum, çürüdüm… Ne zaman ağladığıma değdi? Kim sustuğumda beni anladı?

Ruhum bu çürüyüşü ne zaman kabullendi? Aramak, bulmak için ne zaman kâfi gelmedi?

Epeydir rahat nefes alamıyorum. Düşünmek, ağır ve taşıması mecburi bir yük gibi sırtımda.

Mekânsızım. Nereye gitsem, nereye dalsam düşünmeden edemiyorum. İçine girdiğim düşüncelerin

içinden çıkamıyorum. Hayat bana hiç düşünmene lüzum yok demeyecek mi? Düşünmeden uykuya

dalmak mümkün olmayacak mı?

İçimde şu sıralar; çok kullanıp, eskittiği defterinde temiz bir sayfa arayan talebe telaşı var. Topyekûn

eskiye dönmek istiyorum. Aradığım ben ancak orada olabilir. Eski defterlerimde kalmış olmalıyım

diye düşünüyorum. Hala Müslüm Baba’nın bir şarkısında yahut kaldırımları bozulmuş bir ara sokakta

olabilirim. Yürüdüğüm yol değişse de adımlarım aynı. Yeni bir defter yahut yeni bir sokak istemiyorum.

Zaten bir Müslüm Baba daha gelir mi? Gelmez yâren. Gelmeyecek.

Çaresizce arıyorum kendimi. Bulduğum umduğuma değecek lakin bulmak güç, yıllar vefasız, takatim

az, vaktim dar… Bu ızdırap fazla. İşte gassal, işte gasil hane ve teneşir hazır…

Samet Can Karakaya

32


D

AİMİ BİR

İLEMMA

Babil İkra

Gece seyri ve neredeyse tüm yazarların veyahut içini dökenlerin gece hususuna dair klişeleri… Adeta cılkı

çıkarılmış bir gece edebiyatı mevcut. Kendi çapımda bir emek payım da söz konusudur elbet bu cılkın çıkartılış

eyleminde. Evet, bence de kısacık ve değeri tartışmaya açık olan hayat gündüzlere sığdırılamaz. Ancak

gecelere de sığdırılamaz. Hayat kendi kendine sığmayan, belki de sığamayan ne idiği meçhul bir maddemsidir.

Maddemsidir zira ne elle tutulup gözle görülebilir ne de elle tutulup gözle görülemezliği inkâr edilebilir. Tam

da bu noktada insan ile hayat kavramlarının ortak noktalarının sadece bir tanesi ile yine de şaşkınlık tesiri

veren bir karşılaşma içerisindeyiz. Çünkü insan da parçası olduğu hayat gibi duyularca algılanabilir iken elle

tutulup gözle görülemeyebilir hatta duyulmaya da bilir. Söz konusu hemhâllik hayat için riyakârlık teşkil etmez

iken insan için pek tabii teşkil edebilir.

Parça her zaman bütünün kopyası değildir. İnsan haricinde doğada yer alan ve hayatta kalanlar riyaya

meyletmezler. Lakin insan riya içerisinde olmaya mahkûmdur ve bu mahkûmiyete kendi istemiyle mecburdur.

Ayrıca insan kavramı özelinde de parça, bütünün kopyası olmadığından “tüm insanlar istisnasız bir biçimde

riyakârdır “ ifadesini yanlışlamak, riya yollarından sadece birisidir. Bu minvalde insan, kendi riyakârlığına

dahi riyakârlık edebilecek bir varlıktır. Üstelik en tehlikeli olan durum ise her zaman aksi olan duruma kendini

ikna etme içgüdüsüdür.

Daimi bir dilemma ezelden ebede kadar mutlak hâkimdir insan üzerinde. Mesela hüzün, gece ve sonbahar

gibi zaman dilimlerine mal edilmiş iken; gündüz, ilkbahar ve yaz gibi zaman dilimlerinde de hüzünlenebiliyoruz.

Yıldız ışıklarının kendi el yordamımızla canını okuyup aynı yıldızlarının ışıklarının altında kalan yerküresel

alanı edebi bir hale getirmekten asla geri kalmıyoruz. Zaman zaman ve birey birey farklılaşmalar mümkün

olsa dahi çelişki baki oluyor. En kolay şekilde kendine yalan söyleyebilen ve hakikat sonsuzluğunun içerisine

bir şekilde kendi ütopyasını yerleştirebilen bir canlıdan, hüzünlenebilmesini veya herhangi bir hissi hakiki bir

şekilde duyup hakiki bir şekilde ifade etmesini ummak da aynı gerçeklik sonsuzluğunda, aynı amaca hizmet

eden aynı ütopyaları bir şekilde yerleştirmektir. Esasen insan iç içe geçmiş çelişkiler içerisinde müphem bir

yerlerdedir. Dışsal bir çelişki üzerindeyken içsel bir çelişkinin içerisindedir. Öyleyse tek gerçek çelişkinin kendisidir

ve kendisiyle çelişebilmektedir. Çelişkilerin dahi kendileriyle çelişebildiği bir durumda insanın masum

olup olmadığı ise cevaplanması zor, belki de imkânsız bir sorudur.

33


Türkiye’nin Enerji

Alanındaki Yatırımları

ve Mevcut Durumu

Hamit Berat Kaya

Devletlerin gelişimlerinin sürükleyici unsurlarının

başında enerji tüketimi ve üretimi gelmektedir.

Enerji, günlük yaşamımızın ve üretimimizin

en önemli girdilerden bir tanesidir. Bu husustan

dolayı, ülkenin ve enerji sektörünün yönetimini

üstlenenler toplumun ve ekonominin gereksinim

duyduğu enerjiyi yeterli, kaliteli, sürekli, düşük

maliyetli ve çevre ile uyumlu bir şekilde sunmak

yükümlülüğündedirler. Ayrıca, ülkenin enerji arz

güvenliği açısından da bu kaynakları çeşitlendirmek

zorundadırlar.

Enerji, stratejik özelliği olan bir olgudur. Ülkemizde

enerji konusu ve politikaları incelendiğinde,

genelde enerjinin arzı birinci öncelikli

olarak gündeme gelmektedir. Hızlı bir gelişme ve

değişme sürecinin içinde bulunan ülkemiz uzun

dönemli ve kararlı enerji politikaları belirlemenin

yanı sıra dünyadaki gelişmeleri ve uzun dönemli

politikaları gözeten, ülkenin enerji potansiyelini

göz önünde tutan, teknolojik ve araştırma-geliştirme

faaliyetlerini destekleyen politikalar oluşturmak

zorundadır.

Ülkemizde öncelikli bütün yerli ve yenilenebilir

enerji kaynakları tespit edilerek, (çevre koşulları

da göz önünde bulundurularak) tüketime

sunulmasını amaçlayan, enerji kaynağı ve kaynak

ülke çeşitlemesi özelliğini gözeten, dışa bağımlılığının

sakıncalarını ülke içi önlemlerle ve stratejilerle

en aza indirgeyen, teknolojik araştırma

ve geliştirme çalışmalarını teşvik eden özelliklere

sahip bir politikanın benimsenmesi enerjinin arz

güvenliği açısında önem teşkil etmektedir.

Bu minvalde oluşturulan Türkiye Devleti’nin

Enerji Politikası , üç sac ayağı üzerine kuruludur.

Bu ayaklar, enerjiyi yerlileştirmek, enerji arz

güvenliği ve enerji piyasası oluşturulması gibi alt

başlıklardan oluşmaktadır. Bu üç aşamanın kapsamı

ve sorumlulukları, enerji sektörünün tüm

aktörlerini ilgilendirmektedir.

Yapılan Yatırımlar ve Enerji Diplomasisi

Bu başlık altında daha çok yapılan yatırımlar

ve atılan adımlara bakılacaktır. Çünkü günlük ve

polemik oluşturulan görüşlerden ziyade yapılan

veya yapılmak istenenin konuşulması hem ülkemize

hem de insanımıza yarar sağlayacaktır.

34


ENERJİ ARZ

DAĞILIMI

Yerli Üretim

Taş

Kömürü

(Bin

Ton)

Linyit

Tablo 1: 2017 Yılı Ulusal Enerji Denge Tablosu

Asfaltit

(Bin

Ton)

Kok

(Bin

Ton)

K.

Katranı

(Bin

Ton)

Ham

Petrol

(Bin Ton)

Petrol

Ürünleri

(Bin Ton)

Doğalgaz

(10 6 Sm 3 )

Biyoenerji

ve

Atıklar

(Bin Ton)

Rolik

(GWh)

Gar

(GWh)

Elekt-rik

Jeo.Isı ve

Diğer Isı

1.313 70.239 1.452 2.573 367 10.319 67.231 15.517 6.034 917

İthalat 36.216 590 24.957 24.669 46.352 6.330

İhracat 60 2 5 130 6.297 675 1.452

2017 yılında rüzgâr, güneş ve jeotermal kaynakların

toplam elektrik kurulu gücü içindeki

payı yüzde 10 düzeyini aştı. 2016 yılı sonunda

yüzde 9,4 olan pay, 2017 yılı Kasım ayı sonu itibariyle

toplam 9.745 MW ile yüzde 11,7 oldu.

2017 yılında ülkemiz enerji sektöründe meydana

gelen en çarpıcı 7 gelişmeyi alt alta sıralayacak

olursak (tarih sırasına göre):

1) Çayırhan Kömür Sahası İhalesi

Elektrik Üretim Anonim Şirketi’ne ait Ankara-Çayırhan’daki

enerji üretim alanı ile kömür

rezerv alanlarının işletme hakkının verilmesine

ilişkin Şubat ayında gerçekleştirilen ihaleyi kazanan

grup yaklaşık 1,1 milyar dolarlık yatırım

yapacak ve Çayırhan’da 800 megavat gücünde bir

kömür santrali kuracak ve yılda yaklaşık 5,5 milyar

kilovat-saat elektrik üretecek.

2) Tuz Gölü Doğal Gaz Depolama Tesisi

Tuz Gölü'nün altına inşa edilen ve 1,2 milyar

metreküp depolama kapasitesine sahip olan tesis,

gerektiğinde günlük 44 milyon metreküp doğalgazın

şebekeye verilebileceği bir gaz rezervi depolayabilecek.

3) Konya Karapınar YEKA-GES İhalesi

Mart ayında bin megavat bağlantı kapasite tahsisli

Konya Karapınar Yenilenebilir Enerji Kaynak

Alanı Güneş Enerjisi Santrali (YEKA-GES) ihalesi

yapıldı.

Tesisin en geç üç yıl içinde işletmeye alacağı ve

yerlilik oranı ilk 500 megavatta yüzde 60, ikinci

500 megavatta ise yüzde 70 olmasının yanı sıra

santral için yaklaşık 1,3 milyar dolar tutarında

yatırım yapılması ve yılda 1,7 milyar kilovat-saat

elektrik üretilmesi planlanıyor.

(Bin Tep)

4) YEKA-RES İhalesi

Bin megavatlık YEKA ihalesini kazanan grup,

bin megavat büyüklüğündeki rüzgâr santrallerinin

yanında her biri en az 2,3 megavat gücündeki

rüzgâr türbinlerinden yılda 300 ile 450 adet arasında

üretecek bir fabrikayı da sözleşme tarihinden

itibaren 21 ay içerisinde kuracak.

5) Zetes-Hattat Yerli Kömüre Dönüşüm

Zonguldak-Çatalağzı’nda ithal kömür santrali

çalıştırmakta olan tesis ile Amasra’da yerli kömür

üretim projesini hayata geçirmeye çalışan tesis

arasında Kasım ayı başlarında “Yerli Kömüre Dönüşüm

Protokolü” imzalandı.

Protokole göre; Zonguldak-Çatalağzı’nda üretim

yapan tesis, Türkiye’nin yıllık elektrik ihtiyacının

yaklaşık yüzde 7,5’unu üreten 2.800 MW

gücündeki santralinde ithal kömür yerine yerli

kömür kullanacak.

6) Doğu Akdeniz Doğal Gaz Boru Hattı

Doğu Akdeniz’de ki enerji alanlarıyla ilgili

Rum kesiminde yapılan zirvede, Rum lider Nikos

Anastasiadis, Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras

ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah El Sisi

Doğu Akdeniz’deki doğalgaz kaynaklarının paylaşımı

ve Türkiye dışındaki farklı yollardan Avrupa’ya

transferi konuları görüşüldü ve bu alanda

aralarındaki stratejik işbirliğinin genişletilmesi

kararlaştırıldı.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra ise; Avrupa

Birliği Komisyonu’nun da katıldığı bir toplantıda

Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve İtalya arasında

Doğu Akdeniz Boru Hattı için bir işbirliği anlaşması

imzalandı.

Doğu Akdeniz enerji kaynaklarıyla ilgili 2017

yılı boyunca süren ittifak görüşmeleri, Türkiye’nin

dış politikası ve enerji öncelikleri bakımından

gelecek yıllarda ciddi olumsuzluklar doğuracağı

öngörülmektedir.

7) TürkAkım Projesi

2014 yılının sonlarına doğru Ankara’da yapılan

toplantıda, Güney Akım Doğal Gaz Boru Hat-

Hid-

Rüz-

Güneş

(Bin

Tep)

35


tı Projesi’nin iptal edildiği ve yerine TürkAkım

doğalgaz boru hattının yapılacağı Rusya Devlet

Başkanı Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan

tarafından sürpriz bir şekilde ilan edilmişti.

Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’yle

Rus doğalgazı önce Karadeniz’in altından borularla

Bulgaristan’a, oradan da Güneydoğu Avrupa

piyasalarına taşınması planlanmıştı. Fakat TürkAkım

Projesi’yle gazın Avrupa bağlantı noktası

Bulgaristan yerine Türkiye’nin Trakya kıyıları

olarak değiştirildi ve 2016’nın Ekim ayında İstanbul’da

anlaşma imzalandı.

Proje, tamamlandığında, her biri yılda 15,8

milyar metreküp taşıma kapasitesine sahip birbirine

paralel iki boru hattından oluşacağı; hatlardan

birinin Türkiye piyasası için, diğeri ise Güney

ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin doğalgaz

ihtiyacını karşılayacak şekilde planlanmıştır.

İkinci hat gerçekleştiğinde, Türkiye ilk defa

Rus gazında “nihai ülke” konumundan “aracı

ülke” konumuna geçmiş olacak.

İlk gaz akışının 2019 yılı sonlarında

gerçekleşmesi hedeflenmektedir

Sonuç Ve Öneriler

Dünyada enerji kadar belirsizliklerle dolu çok

az olgu vardır. Gelişmekte olan ülkemiz için de

enerji, tüm dünyada olduğu gibi en önemli stratejik

konulardan biridir. Enerji sektöründe yasa

ve yönetmeliklerde özellikle AB’ye uyum kapsamında

önemli çalışmalar gerçekleştirilmektedir.

Ancak piyasada, denetimin sağlanması, maliyeti

yansıtan fiyat oluşumunun etkinleştirilmesi, kayıp/kaçak

oranlarının azaltılması ve enerji verimliliğinin

artırılması konularında yeterli ve kapsamlı

çalışmalar yapılamamıştır.

AB ülkeleri, Türkiye’yi doğu, güney ve kuzeyimizde

yer alan petrol ve doğalgaz zengini

komşularımızın enerji kaynaklarının kendilerine

boru hatlarıyla ulaştırılmasında bir geçiş ülkesi

görmektedir. Türkiye ise bu tür boru hatlarından

gelen petrol ve doğalgazla artan enerji ihtiyacının

bir kısmını sağlamayı ve arz güvenliğini geliştirmeyi

planlamaktadır.

Enerji sektöründe yerli katma değer arttırılmalıdır.

Bu amaca yönelik olarak, yerli ve yenilenebilir

kaynaklardan üretilen enerjinin payı

yükseltilmelidir. Yenilenebilir enerji kaynaklarından

enerji üretimi için ulusal firmalara destek-teşvik

yöntemleri geliştirilmeli ve var olan

teşvikler de cazip hale getirilmelidir. Biyoenerji,

güneş, jeotermal ve rüzgar başta olmak üzere,

yenilenebilir enerji kaynaklarından daha fazla

yararlanılmalı ve teşvik edilmelidir. Mevcut Yenilenebilir

Enerji Yasası’ndaki teşvikler daha da

arttırılmalıdır.

36


Doğalgazda arz güvenliğinin sağlanması için,

ulusal depolama sisteminin hızla devreye sokulması

ve ayrıca il bazında doğalgaz dağıtım şirketleri

tarafından bölgelerindeki günlük ihtiyacının

en az 20 katı kadar bir miktarı depolaması için

gerekli yasal düzenleme yapılmalıdır. Doğalgazda

kaynak ülke çeşitlendirmesine gitmek, Rusya’ya

olan bağımlılıktan kurtulmak için gereklidir.

Ülkemizde kullanılan bütün enerji çeşitlerinde

vergi oranlarının azaltılması, ayrıca yerli kaynaklardan

üretilen biyoenerjiden hiç vergi alınmaması

gerekmektedir.

Kesikli ve kalitesiz olduğu iddia edilen ve üretim-dağıtım

sistemiyle paralel çalışmayan izole

rüzgar enerjisi üretim tesislerinden elde edilen

elektriğin hidrojen enerjisi üretiminde kullanılması

daha verimli olacaktır. Bu alan çalışma

yapacak olan özel sektör tesislerini özendirecek

teşvik verilmelidir. Böylelikle rüzgar enerjisinin

hidrojen enerjisi yardımıyla depolanması sağlanacaktır.

Enerji kaynağı çeşitliliği ve teknolojinin kazanılması

açısından nükleer santrallerle ilgili yasanın

bir an önce meclisten geçirilerek yürürlüğe

girmesi gerekmektedir.

Enerji sorunlarının çözümlerinde, doğru

enerji politikası ve stratejilerinin geliştirilmesinde

üniversitelerin de sürece dahil edilmesi

gerekmektedir. Enerji sektöründe yaşanan ve

önümüzdeki yıllarda artarak yaşanacak teknik

eleman (mühendis, ara eleman) açığını karşılayabilmek

amacıyla eğitim politikaları bir an önce

oluşturulmalıdır.

Kaynaklar

http://www.eigm.gov.tr/tr-TR/Denge-Tablolari/Denge-Tablolari

www.seta.org

http://www.enerjigunlugu.net

37


YÜKSELEN

KÜRESEL GÜÇ

ÇİN ve BELT and

ROAD Projesi

Ömer Furkan Demirci

Kazakistan’da yapılan yeni bir tren terminali, Sri

Lanka'da tamamlanan gemi limanı, Balkanlara

yapılan yeni fabrikalar, Cibuti'de kurulan Askeri

Üs. Her ne kadar farklı coğrafyalarda bulunsalar

da, tüm bu yatırımlar aslında 3 kıtaya yayılan ve

Dünya nüfusunun %60’ını kapsayan bir projenin

parçası: Belt and Road Initiative (BRI).

SSCB’nin yıkılması ile birlikte tek kutuplu hale

gelen dünyada Amerika’ya tehdit oluşturabilecek

bir ülke düşünüldüğünde akıllara gelen ilk ülke

Rusya olsa da, Amerika için asıl tehdit yayılmacı

ve globalist Çin politikalarıdır. 21.yy’ın en büyük

yapım projesi olan ve Türkçe olarak ‘Kuşak ve

Yol Girişimi’ adlandırılan proje Çin’i tek kutuplu

dünyanın gelecek diğer kutbu haline getirmeyi

38


hedeflemekte.

Çin başkanı Xi Jinping 2013 yılında Kazakistan’da

‘İpek yolunu canlandıracak yeni bir ekonomik

kuşak oluşturmalıyız.'(1) demesi ve bir

ay sonra Sri Lanka’da ‘İki taraf birlikte 21.yy’ın

yeni İpek Deniz Yolunu oluşturmalı.'(2) demesi

üzerine başlatılan ‘Kuşak ve Yol Girişimi’ projesi

günümüzde 60’dan fazla ülkede faaliyet gösteren

ve $8-10 trilyon bütçeye sahip bir proje haline

gelmiştir. Londra’dan Pekin’e kadar altı farklı kol

üzerinden uzayan projenin bu kadar ilgi çekmesinin

sebebi, Çin’in yatırım çekemeyen veya yatırım

yapmakta güçlük çeken ülkeler başta olmak

üzere birçok ülke ile birlikte karşılıklı kazancın

güdüldüğü anlaşmalar sağlamayı seçmesidir. Gaz

ve Petrol kaynağı olan ülkelere boru hattı, Güney

Doğu Asya ülkelerine hızlı tren yolu, Afrika

ülkelerine alt yapı sağlayan Çin bu yolla sadece

ekonomik değil, politik nüfuzunu da beraberinde

götürmektedir.

2016 yılında Gayrisafi Milli Hasıla'da (GMH) 173.

sırada bulunan(3) ve Dünya yolsuzluk indeksinde

117. sırada yer alan(4) Pakistan’ın Gwadar şehrinde

(BRI) kapsamında deniz limanı ve bu deniz

limanını Çin’e bağlayan otobanlar yapan Çin,

küçük bir balıkçı kasabasını 2016 yılına geldiğimizde

yıllık $62 milyar ticaret yapan bir şehir

haline getirdi(5). Sadece Pakistan’ı geliştirmekle

kalmayan Çin, aynı zamanda devlet tarafından

yönlendirilen ve sahip olunan şirketlerin yurtdışında

ihaleler kazanmasını sağlayarak yatırım

seçeneklerini de çoğaltmış oldu. Bu yatırımdan

sonra Pakistan’ın GMH’si 2010’lu yılların en yüksek

seviyesine gelirken(6) , Dünyanın en büyük

10 inşaat firmasının 7’si Çin firmaları oldu. Çin

aynı zamanda başka ülkelere yatırım yaparken

kendi işçileri için de iş alanı oluşturmakta ve yapılan

inşaatlarda kendi işçilerine de yer açıp işsizliği

düşürmekte.

Batı yatırım yapmak için bazı gereksinimleri tamamlamanızı

beklese ve bürokratik ihtiyaçlar

ortaya koysa da, Çin daha rahat ve esnek bir standart

koyarak bürokratik engellere takılan ülkelere

sıkıntı yaşamadan yatırım çekme olanağı sağlamakta.

Bu da Afrika, Asya, Doğu Avrupa gibi

bölgelerde Çin’in nüfuzunun artmasına olanak

sağlamakta. Batı tarafından otoriter ya da yarı

demokratik görülen veya iç savaş ile savrulan ülkeler

ve liderler yatırımcı çekmek için sıkıntılar

çekerken Çin, tereddütsüz bir şekilde bu liderler

ve ülkeler ile anlaşmalar sağlayıp onları kendi safına

çekmekte.

Bu ülkelerin birçoğu verilen kredileri ödeyememe

sıkıntısına sahip ülkeler olduğu halde neden Çin

yatırım yapmaya devam ediyor? Çünkü bu yatırımlar

sadece ekonomik olmaktan çok öte. Çin

(BRI) kapsamında aynı zamanda kendi nüfuzunu

da arttırmanın çabasında, bu sebeple yatırım

39


yaptığı ülkelerin kredi borçlarını ödeyememesi

durumunda stratejik öneme sahip olan yerlerdeki

liman ve istasyonların işletimini belli bir yıllığına

alıp (Sri Lanka – 99 yıllığına liman Çin'e verildi,

Pakistan 40 yıllığına Gwadar Limanı Çin'e verildi)

ya da borç karşılığında toprak alıp üs kurmakta

(Cibuti – İlk kıta dışındaki askeri deniz üssü).

Bu limanların güvenliğini sağlamak üzere Çin savaş

gemilerini ve askerlerini ülke sınırları dışında

bulundurarak hem ticari rotaların kontrolünü ve

güvenliğini sağlarken hem de uluslararası sularda

hâkimiyetini arttırmakta.

America First / Önce Amerika

2017 yılında Amerika başkanı olarak seçilen

Trump’ın seçim sloganı ‘America First’ idi, bu slogan

ile amacı yatırımların dışarıya gitmesinden

ziyade yurt içinde tutup iş olanaklarını ve Amerika

anayurdunu geliştirmekti. Trump Başkanlığa

başlayış konuşmasında ‘Dış ilişkililerden mülteci

sorunlarına, terörle mücadeleden vergilere atacağımız

her adım Amerika için, Amerikan aileleri

için ve Amerikan şirketleri olacaktır’ demişti.

Bu açıklamanın ardından Trump önderliğindeki

Amerika küresel anlaşmalardan çekilirken (NAF-

TA – Kuzey Amerika Ticaret anlaşması, TPP

– Trans Pasifik İş birliği, PCA – Paris İklim Anlaşması),

yavaşça ama emince gelen düşmanı Çin

için hareket alanı açıyordu. Çin Amerikanın boşalttığı

her rolü doldurmak için kendini alternatif

olarak sundu ve geçtiğimiz 5 yıl boyunca, özellikle

Trump sonrası dönemde, Çin kendi nüfuzunu

giderek zorlanmadan arttırdı. Çin nüfuzunu

başta Asya, Çin Denizi, Okyanusya gibi alanlarda

arttırırken aynı zamanda Balkanlar, Afrika ve

Amerika’nın arka bahçesi olarak bilinen Güney

Amerika ülkelerine kadar nüfuzunu genişletti.

Çin tarihsel miras olarak gördüğü Güney Çin

Denizinde gün gittikçe nüfuzunu arttırmakta ve

yapay adalar oluşturarak bu adalara askeri üsler

kurmakta. Bu yolla deniz üzerinde daha fazla

hak iddia edip, diğer hak iddia eden ülkeleri

ekonomik ve askeri olarak baskı altına almakta. Bu

durumun karşısında yeterli gücü olmayan Güney

Doğu Asya ülkeleri Amerikan yardımı istese de,

Amerika bu baskıyı azaltmakta yeterli olacakmış

gibi görünmüyor. Çin kimi zaman diğer ülke

askerlerini tutuklayıp, kimi zaman askeri üslerine

erişimi savaş gemileri yerleştirerek engelliyor.

Bölgede artan Çin Nüfuzuna karşı Filipinler

gibi bazı ülkeler Çin ile ortak noktada anlaşıp,

Çinin varlığından yararlanmayı düşünüyor. Bu

ise Güney Doğu Asya’daki ülkeleri gün geçtikte

Amerika'dan koparıp Çin'e yaklaştırıyor. Çin bir

yandan da Kuzey Kore’ye nispeten sessiz kalarak

Kuzey Kore'yi Amerika'ya ve onun Güney Doğu

Asya'daki dost ülkeleri olan Güney Kore ve

Japonya’ya karşı bir koz olarak kullanıyor. Amerika’nın,

Güney Asya ülkeleri olan Japonya, Güney

Kore gibi ülkelere Kuzey Kore tehdidine karşı

yerleştirdiği hava savunma füzeleri (HSS) ve askerlerden

rahatsız olan Çin, Amerika ile askeri

ortaklık anlaşması imzalayan ülkelere siyasi, bürokratik,

ekonomik ve akademik ambargolar uyguluyor.

Güney Koreli esnaf ‘Eskiden günde 100

Çinli turist varken, THAAD HSS’den sonra artık

neredeyse hiç yok’ diyor. Güney Koreli firmaların

önemli bir çoğunluğunun satışlarında %58’e varan

düşüş olurken, Çinli turist sayısında %87’lik

bir azalma oldu. Ünlü araba firması Hyundai

2017’nin Ocak ve Şubat aylarında satış oranları

artarken Mayıs ayında %63’lük bir düşüş yaşamaları

Güney Kore üzerine uygulanan ambargonun

ne kadar ciddi olduğunu gözler önüne sermekte.

(7)

Büyüyen Çin aynı zamanda büyüyen bir talep ile

gelmekte ve bu talebi karşılayacak arzı da farklı

coğrafyalardan, örneğin Afrika, Güney Amerika,

Orta Asya gibi ülkelerden karşılamakta. Yer altı

madenleri bakımından zengin olan ve kolonicilik

dönemlerinden bu yana isim değiştirse de

farklı biçimler altında Batılı ülkeler tarafından

sömürülen Afrika bu sefer Çin’in merceği

altında. Kimsenin yatırım yapmadığı, yapmaktan

40


çekindiği, yabani bir toprak bıraktığı Afrika’ya

Çin farklı bir bakış açısı ile yaklaşıyor. Çin Afrikalı

ülkelerin yer altı kaynaklarını alırken bir yandan

da yer altı sistemlerini, binalarını ve tren yollarını

yapmakta veya yenilemekte. Öte yandan Afrikalı

gençleri burslu bir şekilde Çin Üniversitelerinde

yetiştirip kendi ülkelerine yetişmiş eleman olarak

geri göndermekte. Bu gençler sadece eğitimli

bir eleman olarak değil aynı zamanda Çin

değerlerine göre yetiştirilmiş ve bu yönde çalışan

misyonerler olarak da görev almakta. Afrika'da

her geçen gün Çin Lobisi güçlenmekte ve ihaleler

Çinli şirketler tarafından alınmakta. Bunun

karşısında Afrika'daki üstünlüğünü kaybeden

Amerika ve Avrupa Afrikalı ülkelerin yolsuzlukla

boğulan veya diktatör olarak adlandırdıkları

kişilerle yönetilen ülkeleri ile öncekinden daha

fazla ilgilenmeye ve ilişkileri geliştirmeye başladı

lakin ivme kazanan Çin önü kesilmesi zor bir

güç olarak her geçen gün Afrika kıtasında daha

fazla nüfuza erişmekte. Afrika artık Amerikalılar

tarafından Çin’in ikinci kıtası olarak anılmakta.

Çin’in ardından Hindistan, Brezilya ve Türkiye de

artık batılı devletlerin yerini almak için kollarını

sıvamış bulunmakta. Geleceğin taşıyıcı iş gücü

olacak Afrika’dan Çin kadar Türkiye de yararlanmak

istemekte. Lakin çevre kirliliği ve Çin’in

sadece ham madde alıp işlenmiş madde satması

ve kendine bağlı hale getirmesi Afrikalıların

eleştirisini çekmekte. Bunun üzerine Çin Dışişleri

Bakanı Wang Yi bir konuşmasında ‘Biz eski Emperyalist

devletlerin yaptıkları hatayı tekrarlamayacağız’(8)

diyerek, farklı bir yol izleyeceklerinin

sinyalini verdi.

Güney Amerika ülkeleri ile son 10 yıldır ekonomik

ilişkilerini geliştiren Çin, 2008’li yıllarda

daha çok ham madde anlaşması yaparken şimdilerde

inşaat anlaşmaları ve telekomünikasyon

anlaşmaları yapmakta. Artan Çin nüfuzu sadece

Amerika'yı değil aynı zamanda onunla ticaret

yapan Güney Amerika ülkelerini de rahatsız

etmekte. Çin Güney Amerika ülkelerinden

ucuz ham madde alıp işlenmiş ürünler satarak

Güney Amerika Sanayisinin istikrarını bozmuş

durumda. Aynı zamanda Amerika’nın çekilmesi

ile duraklayan (TPP)’ye alternatif olarak Hindistan

ve Japonya’nın da içinde bulunduğu ama

Amerika’nın olmadığı bir Pasifik Anlaşması

kurma çabasında. Çin gelecek on yıl için Latin

Amerika ülkelerine $250 milyar yatırım yapmayı

planlıyor. Bunun yanında Güney Amerikalı ülkelerle

serbest ticaret anlaşmaları imzalayarak gün

gittikçe ağırlığını iyice arttırmakta.

Çin başkanı Xi Jinping ünlü lider Mao’dan sonra

en etkili başkan olarak anılmakta. Kabinesi birbirinden

güçlü teknokratlarla dolu Xi Jinping’e bu

yıl ‘Sınırsız süre iktidarda kalma’ yetkisi verildi, bu

ne kadar batı tarafından diktatörlük olarak anılsa

da Xi Jinping açık ara dünyadaki en güçlü siyasi

lider olarak tahtını korumakta. Çin Komünist

Partisi son kurulunda kendi felsefesini ve yolunu

izleyeceğini söyleyen ve bunu Belt and Road Initiative

ile taçlandıran Xi Jinping Çin’i global bir

güç haline getirmede önemli etkenlerden biri.

Çin sadece ekonomik ve askeri olarak nüfuzunu

arttırmakla kalmıyor, aynı zamanda istihbarat

ve lobicilik olarak da kendini geliştiriyor. Avustralya'da

geçtiğimiz yıl bir milletvekili Çin'den

41


para almak ve Çin adına çalışmak suçundan tutuklandı,

aynı zamanda geçtiğimiz yıl içerisinde

Almanya ve Balkanlardaki ülkelerde birçok milletvekili

Çin için çalıştığı gerekçesi ile suçlandı ve

görevinden alındı. Çin başka ülkelerde bulunan

parlamento üyeleri, öğretim görevlileri, siyasetçileri

fonlayıp onlara destek sağlamakta. Türkiye'de

de akla gelen ilk isimlerden birisi Vatan Partisi

lideri Doğu Perinçek’tir. Çin aynı zamanda dünya

genelinde aleyhine paylaşılan her gönderiyi,

protestoyu takip edip bunlara katılan isimleri

fişlemektedir. Düzenlenecek olan protesto veya

okunacak bildirileri önceden devlet kanalları ile

engelleyip bu gibi çalışmalara katılan kişileri ülkeye

girmekten, kütüphaneleri kullanmaktan,

güçlü olduğu alanlarda hizmet almaktan men

ederek kendi güçlerini kendilerine karşı yapılan

gösteriler üzerinde kullanmaktadırlar. Çin aynı

zamanda ülke dışında okuyan öğrencilerin ne zaman

nereye girdiğine, paralarını nerede harcayıp

kimlerle muhatap olduklarına kadar her şeylerini

incelemektedir.

Türkiye bu bulmacanın neresinde?

Son yıllarda ekonomik ve politik nedenlerle yatırımcı

çekmekte güçlük çeken Türkiye kredi almak

için düşük faizle kredi veren Çin bankalarını

tercih ediyor. Yatırımları ve projeleri bu fon ile

yönlendiriyor. Aynı zamanda Türkiye Amerika’ya

alternatif olarak Çin sermayesini ve BRI projesini

Türkiye’ye sokmaya çalışıyor. ABD Türkiye’ye

HSS sistemi olan Patriotları satmayınca, Türkiye

Çin'den muadili olan HSS sistemini almaya çalışsa

da ağır bir politik baskıdan sonra vazgeçmek

zorunda kaldı. Ardından Türkiye tekrar birkaç

Patriot alma veya kendi sistemini üretme teşebbüsüne

girdiyse de yine başarısızlıkla sonuçlandı.

Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alması yine politik

ve ekonomik baskı olarak Türkiye’ye geri yansıdı

ve bu anlaşmadan çekilmesini, Patriot konusunda

uzlaşabilecekleri öne sürüldü ki bu yine batının

bir oyalamasıdır.

Türkiye Çin’den ilham alıp inşaat sektörü üzerine

kurulu bir ekonomik yol izlese de, Çin sadece

inşaat sektöründen oluşan bir ülke değil, aynı zamanda

diğer sektörlerde de gelişmekte ve bu da

ekonominin sıkıntıya girmesini engellemekte. Şu

sıralar Türkiye inşaat bazlı ekonominin duraksaması

üzerine bir buhrana girmek üzere.

Çin zulmü altında yaşayan Uygur Türklerinin

dertlerine çare olmak maalesef ki gün gittikçe

daha da zorlaşmakta. Kendi iç olaylarında

karartmaya giden, bunların dış dünyaya

yansımasını engelleyen ve otoriter bir rejim olan

Çin'e, bir iç politika sorunu olarak kabul ettikleri

Uygur Türkleri konusunda yaptırım uygulaması

ve onları bu zulümden kurtarma çabası gün

geçtikçe daha da zor hale gelmektedir.

Kaynakça

1) 'Xi proposes a 'new Silk Road' with Central

Asia' China Daily. Alındı: 04.06.2018.

2) 'China's Maritime Silk Road Gamle' The Diplomat.

Alındı: 04.06.2018.

3) 'PPP (current international $)' World Development

Indicators Database, World Bank. Alındı: 04.06.2018.

4) '2016 Table' Transparency International. Alındı:

04.06.2018.

5) 'The Danger in the deep near China's multibillion-dollar

port in Pakistan' Diploacy & Defence. Alındı:

04.06.2018.

6) 'Pakistan GDP Growth Rate' Trading Economics.

Alındı: 04.06.2018.

7) 'A geopolitical row with China damages South Korean

business further' The Economist. Alındı: 04.06.2018.

8) 'One among many' The Economist. Alındı:

04.06.2018.

42


BİLMEDİĞİM YERDEN

Şimdi seyrine çokça daldığın dünyaya bakan gözlerinden

bir şeyler anlatacağım. Çoğu hayal, birazı gerçekleştirilebilir

ama inanması hep umut veren gözlerden,

gözlerimizden olacak anlatacaklarım. Tam bir tur dön

etrafında, ne manzaralar var mananda gizli, kalbine

kazılı. Temizlenmesi tövbe ile mümkün ne kadar günahımız

var, dünyaya sürtünmüş tozlu sayfalarımızda.

Dertli yüzümüze vur hayatı, kaârlı çıkar belki de yaşadıklarımızın

yanında. Bilmiyorum tahmin ediyorum,

durup bir sokak ortasında ağladın mı mesela? Ya da bu

türkü benim için yazılmış dedin mi? Ayakların geri, sen

mecbur hep ileri gittin mi? Koca bir kahkaha sakladın

mı cebinde, nereye uygun düşer diye? Bilmiyorum,

tahmin ediyorum. Muhtemelen geceleri gökyüzüne

bakarak çok dua etmişsindir. Çay kaynayana kadar dumanına

sarmışsındır hayallerini. Süslediğin, bezediğin

hiç kimseninkine benzemeyen biricik hayallerini. "Hayat

sen planlar yaparken yaşadıklarındır." Ne de doğru

söylenmiş bir söz. Biz insanoğlu bahar gelse hayal

kuruyor, kuş ötse konuştu sanıyoruz. Biz isteğimize

kendimizi tutukluyoruz. Ya da muhtemelen istemeyi

bilmiyoruz. Bilmediğimiz binlerce şeye biri daha ekleniyor.

Bir dağ sırtında kara kışa özeniyor bir papatya.

Kış geliyor, yaza hayal kuruyor. Bilseydi ki onun

mevsimi bahar hiç ister miydi üstüne yağsın kar? Bilmiyor,

bilmiyoruz. Neyin hayalini kuruyorsanız şu an,

her ne için çarpıyorsa kalbiniz, yüreğinizin en sessiz

yerine bir döşek serin, yatırın oraya. Kalbinizin sükûtuna

saklayın. Gecenin ayazına gömün siteminizi, özenip

de çıkmasın bir kış sabahına. Seherine dualar dağıtın,

güneşli sabahların. En sessiz vakitlerin peşinde, bir

dilenci gibi koşalım. Belki koşarken öğreniriz, koşarken

yaşarız. Ve tüm yaşadıklarımız hayallerimizin çok

ötesinde olur. Bilmiyorum, tahmin ediyorum. O vakur

duruşlu gözlerinden, çekingen kaçamak bakışlarından,

sırasını şaşmayan nefesinin düzeninin bozulmasından,

boynunu sağ yanına hafifçe eğişinden, başını kaldıramayışından.

Külünü ateşe verme, suyun hazırken sol

tarafında ve kaşlarını çatma dünyaya. Nefes aldığın

kadar şişiriyor ciğerin, güldüğün kadar kısılıyor gözlerin,

adımların büyüdükçe, serpiliyor kaderin. Serpilen

kimi zaman hayallerin, kimi zaman dertlerin. Büyüyorsun

koca bir ağaç oluyorsun, dalların, budakların,

yere sımsıkı bağlı köklerin. Sen oluyorsun, hiçbir şeyin

büyümesi kolay değil. Bizim de öyle. Ağırdan ağırdan

sevgiyle yoğurup, dertle kavurup, üstüne su gezdirdiğin

türden. Senden, benden, ondan. Hepimiz aynı türden,

aynı yerden.

Kalp kalbi görür, göz iletişimsel bir temastır. Ben

gözlerimizden anlatıyorum. Kendi gözümle ulaşabildiğim

kalplerden. Aslında güvensizim ama bir tek şu

yaratılışındaki harikalıktan ötürü ona güveniyorum.

Göze. Sözlerimin manasızlaştığı çok yerde, gökyüzünü

içirmişliğim var onlara, baharı bahçelerde izlettirmişliğim.

Bunu ilk anladığımda bir şiir yazıyordum.

Bir akşamüzeri bankta başladığım bir şiiri, evde sonlandıramadım.

Çünkü önümde çocuklar koşmuyordu,

biri diğerini iteklemiyordu, anlamadığım cümleleri

tekrarlamıyordu. Ve gözüne aşina olmadığım, bir bakış

bana top atmıyordu, oynayalım diye. O şiiri hala

tamamlayamadım. Bence yarım kalmalı, bana gördüklerimin

değerini anlatmalı. Gördüklerime tutuklu

kalışımı ve görmeden yazamayışımı. Ona olan muhtaçlığımı.

Göremeden çıkarabildiğiniz yangınlar varsa

işte onlarda yanın. Mümkünse kül edin kendinizi.

Tam orada bir varoluş hikâyesi yazılıyor çünkü bizden

habersiz. Göz manaya gördüğünde mi açılıyor?

Nefes gördüğünde mi kesilir? Görmek şiir yazdırıyor.

Görmeden şiir yazmak mı? Bir gün belki.

Görüyoruz, seviyoruz, istiyoruz ve tutukluyoruz

kendimizi. Hepsinin koca değerleri var özümüze verilmiş.

Gördüğümüz her şey gerçek değil. Emin olun

sevdiğimiz de. Tutuklayacak kadar bizi kendine değerli

değil hiçbir şey. Seyrine hayran kaldığınız bir

hayatınız olsun, derdine boyun büküşünüz, getirdiğine

eyvallahınız, götürdüğüne tebessümünüz olsun.

Cebinizde bir dünya saklayın ve son sözü size

ait olsun. Sizin dışınızda size ait. Yandığınız ateşteki

dumana ait, gördüklerinize bağlılığınızın aklınıza

iliştirdiği görmediklerinizin merakına ait. Sizden öte

ona ait. İlla ait olacaksak bir şeye, aidiz o halde. Her

an her dakika bir kafa karışıklığı içinde. Bilmiyorum,

tahmin ediyorum. Hiç aradın mı yanacak bir ateş?

Perdesini kaldırdın mı hayallerinin? At zehrini, uyanamamışlığının,

hoyratça yaşamışlığının. Bir mucize

yaşamak başlı başına. Bekleme, al eline değneği güt

şu koyunları. Zafer her daim kafa karışıklığınındır.

Bilmiyorum, tahmin ediyorum.

Sümeyra Arslan

43


Oğlumun

Adı

Büşra Eroğlu

Yatağımın başında beni her sabah aynı vakitte

uyandırmaya yeltenen saat benim için önemliydi.

Onun sesiyle irkiliyor ve yine onun sesiyle penceremden

sızan güneşin kızıllığını hissedebiliyordum.

Uykusuzluğun da vermiş olduğu ağırlıkla

yavaş yavaş doğruldum. Bir süre yerde acıyla yatan

defterime takıldı gözlerim. Oysa hiç ihmal etmez,

kalemimden, düşlerimden ayırmazdım onu.

Fakat onu yeniden yaşatacak ne cesaretim ne de

yüreğim vardı artık.

Hava güzel görünüyordu. Güvercinlerin penceredeki

seyri doyulur gibi değildi. Az ötede bulunan

denizin kokusu, haşin dalgalarının verdiği

gürültü beni kendime getirmeye yetti. Pencerenin

bulunduğu yere doğru yöneldim. Gökyüzü, denize

olan sevdasını anlatıyor gibiydi. Öyle güzel,

öyle aydınlık… Arada tek bir bulut bile yoktu onlara

engel. Derken penceredeki iki güvercine ilişti

gözlerim. Ne de güzel bakıyorlardı birbirlerine.

Öyle saf, öyle beyaz… Aralarındaki minik şey

dikkatimi çekti. Yeni olmalıydı. Ne gözleri açılmış

ne de tüyleri vücudunu etraflıca sarmıştı. Bana

o hiç tatmadığım babalık duygusunu hatırlattı.

Birden Asya’yı anımsadım. Sahi Asya neredeydi?

Uyandığımda da yoktu yanımda. Tabi ya… Salonda,

masanın başında beni bekliyor olmalıydı.

Ah Asya! Nasıl unuturum seni? Doğruca salonun

yolunu tuttum. Attığım adımlar çoğalıyor, yol bir

türlü bitmek bilmiyordu. Belki de korkuyordum

onu orada görememekten. Neyse ki orada, masanın

etrafındaki sandalyelerden birinde oturmuş,

bekliyordu. Her sabah beni yerle bir eden bu

duygu yavaş yavaş yerini gözlerimdeki aşka bırakıyor,

ona bakmakla doyamıyordum. Annemden

sonra sevdiğim ilk kadındı Asya. Beni görünce

oturduğu yerden yavaşça kalkarak bana doğru

yaklaştı. Etrafımda döndü birkaç kez. Anlam veremiyordum

bu hâline. Sonra arkamda olduğunu

hissettim. Omuzlarımdan sarıldı bana. Boynuma

dökülen saçları simsiyahtı. Kollarımı sardı elleriyle.

Elleri… Elleri çok güzeldi Asya’nın. Ama

anlamsız bir soğukluk vardı teninde. Önemsemedim.

Çünkü biliyordum içimde yanan yüreğin

ona yeteceğini. Konuşmadık hiç. Gözlerinden yanağına

dökülen incileri hissedebiliyordum. Fakat

o inciler ki tebessüm deryasında kum tanesi gibi

yok oluyordu tenimde. İçimdeki acı bedenime

doğru yayılıyordu. Dayanamıyordum gidişlerine.

Ellerimle yüzünü avuçlayıp sormak istiyordum:

“Eskiden olduğu gibi neden hep yanımda

değilsin? Biraz daha kalsan ya… Hani gitmesen

artık o çok sevdiğin papatyaların dünyasına. Taşıyamıyorum

bu yükü. Her sabah o en son kurduğun

saatin sesiyle uyanmak istemiyorum artık.

Sahi çok mu seviyorsun onları?”. Konuşmadı hiç.

Yorgundu belki de. Yüzünde yayılan tebessüm

öfkemi yatıştırıyor, az da olsa acımı dindiriyordu.

Çok geçmeden avuçlarımın arasından kayıp gitti-

44


ğini hissettim. Gitmişti…

Düşüncelerin içinde boğuluyor, kendimi bile

tanıyamaz hâle geliyordum artık. Sahi onu bu

hale getiren neydi? Defalarca kollarımın arasında

onu bulamayışım nedendi? Bin bir cevapsız

soruyla baş başa kalmıştım yine. Her defasında

aklımın ermediği, gözümün görmediği bir

biçimde ortalıktan kayboluyordu. İyi ama neyin

gidişiydi ki bu? Affedemez miydi beni? İsteyerek

olmamıştı ki. Bilseydim hiç çıkar mıydım evden?

Alır mıydım o arabayı?

Neredeyse yıl oldu ama Asya hâlâ aynı. O günden

beri hep aynı. Ne eskisi gibi eve geliyor ne de

konuşuyordu. Ne gelişine ne de gidişine eriyordu

aklım. Bazen oluyor en zor anımda ellerime dokunuyor,

bazen evin yolunu hiç bulmuyordu.

Neredeyse yıl oldu gözlerimin güne olan hasreti.

Neredeyse yıl oldu Asya’nın sesini duymayalı.

Olsun… Gözünden dökülen yaşta kabulüm.

Konuşmasın ama yanı başımda olsun.

Bazı akşamlar Atıf geliyor, ellerinde bir sürü

torbayla. Evden çıkarmaya çalışıyor beni. İstemiyorum.

Çünkü biliyorum ki Asya her an vurabilir

kapıya. Atıf da biliyor aslında onu beklediğimi.

Ama nedenini bilmediğim bir tavırla kabullenemiyor

bir türlü. Uzun zamandır etrafımdaki herkes

bir tuhaf zaten. Başta Asya... Sonra Atıf… Hoş

öyle kapımı çalan da yok zaten. Olmasın da…

Atıf her defasında geçiyor karşıma ve yine başlıyor

o günden:

“ Fırat… Yorulmadın mı artık? Ben çok yoruldum

her defasında onun adıyla açılan kapılardan.

O gün! O günü hatırlasana. Birlikteydik hani. Çok

içmiştik. Ahu, sen, ben, Asya… Hatırlasana o karanlık

geceyi. Baba olacağın haberini aynı anda

öğrenmiştik onun ağzından. Çok mutluyduk,

mutluydunuz. Yedik, içtik, eğlendik. Gecenin sonunda

sen kullanmak istemiştin arabayı. Kızmıştı

hani sana. İnatla bir şeyin olmadığını, kullanabileceğini

söylemiştin. Asya’nın bütün çabaları

boşaydı. Bense kendimde değildim. Sana karşı

çıkacak gücü kendimde bulamıyordum. Sonra

sen direksiyona, Asya yan koltuğa, bizde arkaya

geçmiştik Ahu’yla. Asya… Sürekli yavaş olmanı,

iyi görünmediğini söylüyordu. Sense gayet iyi

olduğunu tekrarlayıp duruyordun. Oğlumuz diyordun

bir de. Bir ara gözümü açar gibi oldum.

Sen neşeyle şarkılar söylüyordun. Ahu… Yıllardır

sevdiğimi söyleyemediğim kadın, kollarımdaydı,

uyuyordu. Asya… Oğlunun adını sayıklıyor, seni

ikna etmeye çalışıyordu. Bir an gözlerin yoldan

ayrılıp Asya’ya takıldı. Sadece bir kaç saniye… O

gün, o yol ne sana ne de bana hiç bitmedi Fırat. O

geceden bu yana hatırladığım tek şey Ahu’nun o

korku dolu çığlıkları oldu. Fırat! Ne olur kendine

gel! Sana çok ihtiyacım var. Kabullen… Onlar gelemez

artık.”

O cümlelerin sonu gelsin istemiyordum. Birden

ayağa fırlayıp bağırdım: “Git artık, bu söylediklerinin

hiçbiri doğru değil!” Beni duymuyordu

bile. Amansızca çabalıyor, kazadan yalnız ikimizin

sağ çıktığını söylüyordu. Atıf ’a ne oluyordu

45


böyle. Söylediği her cümle diğerinden daha acı

geliyordu. Sesi kulaklarımı yakıyor, içime kadar

işliyordu. “Nerdesin Asya? Gel de görsün nefesini.”

diye geçiriyordum içimden. O ara Asya’nın

sesini duyar gibi oldum. Arkamdaydı, hissettim.

Geleceğini biliyordum. Atıf ’ı kolundan tutup Asya’nın

karşısına getirdim. “Söylediklerinin saçmalıktan

öte olmadığını söylemiştim sana. Bak

geldi, sapasağlam duruyor işte.”

Atıf, Asya ya bakıyor, iyice süzüyordu. “Gördün

mü, inandın mı şimdi?” dedim. Cevap vermedi.

Öylece izliyordu. Bir ara bana takıldı

gözleri. Dudakları titriyor, gözlerinden yağmur

iniyordu. Sonra bir daha hiç göremeyecekmiş gibi

sarıldı.

Bir derdi vardı Atıf ’ın, bana diyemediği. Çocukluğumdu

Atıf. Hem annem hem babamdı o

yıllarda. Bir kıyı kasabasının ücra bir köşesinde,

yetimhanede büyüdük. Arka bahçenin duvarları

onun yazdığı şiirlerle doluydu. Anlardı o beni.

İyi tanırdık. Ne oldu da Atıf beni bilmez, anlayamaz

oldu. Belli ki vardı bir derdi. Sahi… Ahu da

gelmiyordu artık. “İnandım kardeşim, sen haklıydın.

Kendine iyi bak, gene geleceğim.” dedi ve

gitti. Hiç anlatamadım Atıf ’a kazadan sonrasını.

Ne zaman anlatacak olsam ya karşı çıktı ya da

kabullenmedi. Hâlbuki hastanedeyken bile Asya

hep yanımdaydı. Tamam, konuşmuyordu ama elleri

hep avuçlarımdaydı. Acaba hasta mıydı Atıf?

Asya’ya bir bir anlattım Atıf ’ın söylediklerini.

Beni soluksuz dinliyor, derin derin bakıyordu.

Ona âşıktım. Onunlayken hiç durmadan konuşabilir,

türlü cümlelerle onu anlatabilirdim. Ezbere

bildiğim tek hayat onunkiydi. Annem, babam…

Çizdiğim kâğıtlardan öte gitmedi hayalleri.

Ama Asya öyle miydi? Yüzündeki çizgilerin

bile bir anlamı vardı bende. Belki de defalarca

her defasında birebir aynısını tutturamadığım

annemdi, babamdı onlar.

Gözlerim buğulanmış Atıf ’ın hatırlattığı evladım

gelmişti aklıma. Sonra o güvercinler… Bir an

kaçmak istedim Asya’dan. Beni bu halde görsün,

üzülsün istemedim. Ardıma bakmadan koşarak

çıktım o merdivenleri. Sonra odanın kapısını kilitleyip

saatlerce ağladım. Utandım adamlığımdan.

Asya’nın verdiği o haber, gecesinde geçirilen

kaza, ardından geçen bir yıl… Nasıl olur da sormazdı

bir baba evladını. Asya hiç getirmemişti

onu. Ölmüş müydü yoksa? Öfkem geçtiğinde Asya’yla

konuşmak, o geceden sonra neler olduğunu

bir de ondan dinlemek istemiştim. Neredeyse

bütün evi aradım. Gitmişti yine… Bir daha ne zaman

gelirdi kim bilir.

Sabahki havadan eser yoktu. Gökyüzü yağmur

damlalarıyla bir olmuş denizine karışıyor,

rüzgâr bütün gücüyle ağaçtaki yaprakları dallarından

ayırıyordu. Bu amansız hava, acıma ortak

olmak istercesine beni benden ediyor, sanki

ölürcesine sonsuzluğa çağırıyordu. Bütün bunlara

dayanamayıp kendimi yere attım. Birkaç dakika

içimdeki sızının geçmesini bekledim. Öyle de

oldu. Yavaş yavaş gözlerim açılıyor, kendime gelmeye

başlıyordum. Atıf ’ın söylediklerini sindirip

Asya’yı düşündüm. Yerde acıyla yatan, bir türlü

açmaya cesaret edemediğim defterim öylece bana

bakıyordu. Önce cesaret edemedim yine. Sonra

titreyen ellerimle uzanıp aldım. Hiç de kolay

değildi her sayfasını karıştırmak, geçmişe ait ne

varsa tekrardan yaşamak. Belki de iyi gelecekti.

Kendimi toplayıp yetimhanenin ilk gününden bu

yana attığım her tarihi bir bir okudum. Atıf ’ı ilk

tanıdığım anları, onun Ahu’ya olan aşkını, yetimhaneyi,

arka bahçeyi, kazandığım ilk alın terini,

renkli kalemlerden öte gitmeyen annemi, babamı,

Asya’yı her şeyi yazmıştım. Sayfaları bir solukta

okudum. Son sayfaya geldiğimde öldüm sandım.

Ruhum çekiliyor, nefesim kesiliyordu. Yüreğimin

parçalara ayrıldığını hissettim. O gece… Atıflarla

buluşmadan belki birkaç saat önce… Asya’nın

düşleri kalemimle bir olup kelime kelime akmıştı

defterime:

“Fırat’ım.

Bu defteri ailen gibi gördüğünü biliyorum. O

yüzden bugün sana vereceğim haberi önce annenle

paylaşmak istedim.

‘Anneciğim; adınızı, yaşınızı, şu an ne hâlde

olduğunuzu bilmiyorum. Ama hissediyorum ki

Fırat hep yüreğinizde. Sizin kadar olmasa da onu

hep seveceğime ve sonsuzluk uykusuna daldığımda

bile hiç yalnız bırakmayacağıma dair söz

veriyorum. Bugün sizin babaanne, Fırat’ın

da baba oluşunun ilk günü…’

Şimdiden sevinç çığlıklarını duyar gibiyim.

Seni çok seviyorum hayatım.

Asya…”

Sonrası yoktu. Birkaç günüm yine Asya’yı beklemekle

geçti. Atıf ’ın sözleri kulaklarımdan çık-

46


mıyor, “Artık gelemezler.” deyişi yüreğimi parçalıyordu.

Saatlerce yazdığı kelimeleri hiç durmadan

tekrarlıyordum.

Dördüncü günün sonunda Asya gelmişti.

Bakmadım yüzüne… Çünkü biliyordum yine gidecekti.

Yavaşça sokuldu yanıma. “Fırat?” dedi.

Aylardır hasretiyle yandığım ses… Onun sesi.

Asya gelmiş ve o kazadan sonra ilk defa konuşmuş,

adımı söylemişti. Nefesim kesildi. Saatlerdir

soluksuz oturduğum sandalyeden kalkıp onu sarmam

zaman almadı.

Asya konuşuyordu artık. Kucağında anlam

veremediğim bembeyaz bir şeyle gelmişti. Belki

de affetmişti, vazgeçmişti papatyalardan. Cevap

veremiyordum. Güçsüzdüm. Oysa hasrettim sesine.

Ağzından çıkan her kelime tekrarım olmuştu.

Kolay değildi sevdiğin kadının sesini unutmak

üzere olmak. Sonra devam etti:

“Bekleme artık. Bu sondu.”

Kafamı yere çevirdim. Sanki bu kadar acı yetmezmiş

gibi bir daha gelmeyeceğini söylüyordu.

Hissizleşen kalbim kucağındaki beyazlığa takıldı.

Gözlerimdeki merakı anlamış olacak ki o yüzüne

her dem giden tebessümüyle: “Oğlumuz.” dedi.

O an bütün kelimeler anlamını yitirmiş, dudaklarım

birbirine kenetlenmişti. Uzunca bir süre

karıma ve oğluma takılı kalmıştı gözlerim. Birden

nasıl olduğunu anlayamadığım bir hızla kucağıma,

kollarıma bırakıverdi. Ben hiç böylesini görmemiştim.

Baktıkça yüzü belirginleşiyor, hareket

ediyordu. Kalbimin sesi çığlık olup akıyordu

gözlerimden. Asya’nın hasret dolu gözleriyle bizi

izlediğini hissedebiliyordum. Elime dokunup,

yavaşça bebeğin yüzüne götürdü. Oğlumun belirginleşen

yüzünde tebessüm çiçekleri açıyordu.

Sonra o minicik elleriyle parmağımı kavradı. Hiç

olmadığım kadar güvende hissediyordum kendimi.

O zeytin karası gözleri Asya’nınki ile aynıydı.

Çok mutluydum. Defalarca kokladım, öptüm. İstedim

ki zaman dursun; Asya’m, oğlum hiç gitmes

in. Ne yazık ki Asya’nın sözleriyle bütün hayallerim

küle dönmüştü. “ Vakit geldi. Artık gitmemiz

gerekiyor. Biliyorsun papatyalar…”cümlesi ağzından

dökülürken zorlandığını hissediyor, onun da

hiç gitmek istemediğini biliyordum. “Gitme” sözcüğünün

işe yararlılığına inanmıyordum artık.

Bir şey diyemedim. Gözleri buğulu : “Oğlumuzla

birlikte seni orada bekleyeceğim. Bizi merak etme

ve kendine çok iyi bak. Seni çok seviyoruz.”

Son kez sarıldım Asya’ma. Oğlanı kucağına

verdim. Öptüm, kokladım. “Atıf ’a git. O haklıydı.”

diyerek son kez gözden kayboldu. Olduğum

yerde kalakaldım. Az önce yaşadıklarım neydi

diye düşüncelere vurdum kendimi. Sonrasında

defteri yerden kaldırıp, karımın kaldığı yerden

devam ettim oğlumu anlatmaya. Artık kabullenmiş,

kaderime razı gelmiştim.

Birkaç gün sonra kendimi epey toparladım.

Sanki Asya her an yanımdaymış gibi eski hayatıma,

düzenime döndüm. Tabi bunların başında

ilk işim Atıf ’a gitmek oldu. Aylar sonra ilk kez çıkıyordum

sokağa. Bir güzellik doluyordu yüreğime

şiirden. Bütün sokak rengârenk görünüyordu

gözüme. Ve gökyüzü bembeyaz… Sanki gökyüzü

rengini yeniden almış, kuşlar uçmayı yeniden öğrenmişti.

Biliyordum… Biliyordum mavinin bin

bir tonunda beni izlediklerini.

Beni görenler şaşkınlıkla bakıyor, tek kelime

edemiyorlardı. Arkamdan birinin bana seslendiğini

işittim. Sesinden Rıfat ağabey olduğunu

anlamıştım. Koşarak geliyor, elinde ne varsa savuruyordu.

Yanıma gelmesiyle sarılması bir oldu.

Belli ki beni görmek onu mutlu etmişti. Bende

sevinmiştim gördüğüme. Babam gibiydi bendeki

yeri. Soluk soluğa: “Fırat… Oğlum yengenle çok

merak ettik. Atıf gittiğini söylemişti buralardan.

Çok aradık. Duyunca çok üzüldük. Hadi gel bize

gidelim. Böyle tek başına olmaz.” Sesindeki üzüntüden

beni ne denli sevdiklerini, merak ettiklerini

anlayabiliyordum. Öncelikle Atıf ’ı görmem

gerektiğini, akşama kabul ederlerse birlikte geleceğimizi

söyleyerek Atıf ’ın evinin yolunu tuttum.

Adımlarım gitgide hızlanıyor bir süre sonra koşmaya

başlıyordum. Çok heyecanlıydım. Beni en

iyi o anlardı. Merdivenleri üçer beşer çıkmış nihayetinde

kapıya varmıştım. Zile basmadan önce

birden Ahu’nun yokluğu düşmüştü aklıma. Çok

beklemeden zile bastım. Birkaç dakika sonra Atıf

açtı kapıyı. Beni görünce afalladı. Beklemiyordu.

“Kardeşim!” diyerek atıldı boynuma “Nihayet.”.

Sımsıkı sarıldım çocukluğuma. Ve dedim ki: “Sen

haklıydın. Onlar artık gelmeyecek.”. Yüzündeki

şaşkınlık ifadesi yerini hüzünle karışık sevince

bıraktı. Sonra içeri geçtik. Ben karımı, oğlumu

anlattım ona. O da hiç kavuşamadığı Ahu’sunu.

O günden sonra düşündüğüm tek şey oğlumun

adı oldu.

47


E

HİL

1

Recep Güçlü

Alacakaranlıkta, zemin kattaki balkonunun karşısında bulunan ince, seyrek ağaçlara ve çalılara bakarak

içinden şunları geçirdi: "Ulan her şeyi içinden geçiriyorsun be. Yahu bu sözleri bile içinden

geçiriyorsun. Bunu bile. Bunu..." böyle devam etti. Sonra bir süre ağrıyan yerini düşündü, bir süre

üzerimize düşeni yaptık diyen bir adam düşledi, biraz da ağaçların siyahlığı ardındaki gökyüzüne

bakarak "hiçbir şey düşünmemek" adlı düşünceyi düşündü. Düşüncelerle bir yere varılamıyor diye

düşündüğü sırada kendini dışarıda buldu. (Demek ki bir yere varılabiliyordu.) Ana yola bağlanan sokakları

yavaş yürüdü. Keşke yürümeye devam etmese, bir şey olsa ve geri dönse, hikâye burada bitse.

Ama bitmedi. Yürümeye devam edip ana yola bağlandı (sokak). Bu şehirde gece yarısı da insanlar

oluyordu. Belki benim gibi bile yüzlerce insan vardır dedi. Demedi. Belki benim gibi bile yüzlerce

insan vardır. Karanlıkta böyle yürüyordur. Ağrıyan yerini eliyle yokluyordur. Orası ağrımıyordu ki,

ağrıyormuş gibi yapıyordun. Hayır be, kaç kere anlatacağım. Kaç kere anlatacaktı? Orası gerçekten

ağrıyordu ama bilerek ağrımıyormuş gibi yapıyordu. Sanki ağrımıyor da, ağrıyor gibi yapmış olmak

için elini oraya koyuyormuş izlenimi vermeye çalışıyordu. Bunun ona ne yararı vardı? Size dedim

keşke hikaye az önce bitseydi diye. Bunun ona yararı şuydu: Hadi ordan be! Kimi kandırıyorsun.

Oranın acıdığı falan yok. Besbelli numara yapıyorsun, diyen biri karşısında bir anda gerçek acıyı ortaya

çıkaracak ve galip gelecekti. (Hayalinde bile böyle, kazanma hissini yaşamak için küçük hileler

yapıyordu.) Sıkıldı. Ağrıyı unuttu. Sol kaburga kemiklerinin biraz üzerinde duran elini cebine attı.

Terk etmek kadar kolay bir şey mi vardı?

Anlatmak da kolaylaşıyordu. Mesela caddenin köşesindeki durakta bir çift, kavga ediyordu. (Rüya.)

Hatta biri diğerini öldürüyordu desek daha gerçekçi olur. (Rüya.) Yanında iki kedi kavga ediyordu.

(Rüya.) Büfeyi yeni açan adam (hava ne ara aydınlandı?) kendisiyle kavga ediyordu. (Rüya.) Kedisiyle

değil, kendisiyle. Hayat Kavgası’ydı. Kavgalarım’dı. Kavgam’dı. Hepsi Rüya’ydı. Nerede bir

kavga varsa Rüya oradaydı. Ama hatırlamak istemedi şimdi. Önemli değildi. Önemli olan, bu adamın

şu an yıkıma doğru gidiyor oluşuydu. Ömrünü bir düsturun, kendi deyimiyle bir hilenin üzerine kuran

bu adam, biraz da o hile yüzünden mahvolacaktı.

O mahva doğru yürüdü. Çift yönlü geniş yolu dikkatle geçti. Bankaya yürümesi beş dakikaydı.

2

Hayata karşı bir hile olarak, beklentiyi hep düşük tutmuştu. Ömrü bununla geçti. O kadar kötü, düşük

bekliyordu ki, illa beklediğinden yüksek ve iyi şeyler çıkıyordu ortaya.

48


Ama bu sefer öyle olmadı. Sarsılmıştı. Nereye

gittiğini bilmeden, farkında olmadan yürüyor

saatlerdir. Uzaklaşıyor git gide. Bu sefer ne

oldu? Beklentiyi yeterince düşük tutmamış mıydı

acaba? Hayır, bu olamaz. (Aslında tam da öyle

oldu.) Çünkü bu işi özenle yapıyordu. Mesela ne

zaman bankadan para çekecek olsa, içerde on on

beş lira vardır, diyordu. Sonra elli yetmiş lirayla

dönüyordu bankadan. Ya da ne zaman bankaya

biri gelse onun soyguncu veya katil olduğunu düşünüyordu.

Sonra soygun veya cinayet olmayınca

seviniyordu. Durduk yere sevinmek gibi bir

şeydi bu. Bir galibiyet.

Bu hileyle epey bir işten kazançlı çıktı. Ama şimdiye

kadar çeşitli aksaklıklar olmadı değil. Bunlar

da genellikle küçük talihsizlikler veya teknik

sıkıntılardan kaynaklandı. Mesela lise yıllarında

"yok canım, kalırım" dediği fakat iyiden iyiye

geçeceğine inandığı derslerden kaldığı oldu. İlk

defa aşık olduğu bir kıza yine aynı yöntemi uygulayarak

açılırken de hile tutmamıştı. "Hiç şansım

yok, yüzüme bile bakmaz," demişti arkadaşlarına.

Gerçekten de yüzüne bakmamıştı kız. Yine de

yenilgiyi kabullenmemek için, zaten onu pek de

sevmediğini düşünmüştü. Güzel de değildi zaten.

Âşık olmak neymiş? Böyle kurtuluyordu işte yenilgisinden.

Ama böylesi başına hiç gelmemişti. Bu bir 'vaka'ydı

onun için. Bilimsel bir vakaydı. Neredeyse

her şeyini kaybetmişti. İşini kaybetmişti bir kere.

Zaten şu an işini veya başka bir şeyini düşünecek

durumda değildi. Kaybettiği şey belki de varlığıydı.

Rüya’yı kaybetmişti, hem de ikinci kez.

Evini kaybetmişti. Çünkü o kadar uzaklaşmıştı

ki, geri dönmesi mümkün değildi. Ailesini zaten

kaybetmişti. (Başka nedenlerden dolayı, uzun bir

süre önce.) Belinde bir tabanca, üzerinde üniforma,

cebinde bir miktar parayla kalakalmıştı. Hilesi

anlaşılmıştı demek ki. Hayat, böyle yaşanılmasına

izin vermemişti. (Korkuyla bekleyen biri

olmadığı için, bu 'demek ki'ler de onu rahatlatmıyor,

aksine rahatsız ediyordu.)

Uzun uzun yürüyüp uzaklaştıktan sonra bir ara,

gülümsedi. Güldü hatta. Bir şey görmüştü çünkü.

Gülerek, gördüğü şeye doğru yürüdü.

3.

“İnsan tanıdık birini arıyor kötü kararlar verirken.”

Bankaya girerken böyle diyordu en son.

Üniformasını giydikten sonra fark etti bu sözü

içinden geçirdiğini. Nerden duymuştum bunu?

Takılmadı. Daha banka açılmadan kapının önünde

sıraya girmiş müşteriler numaralarını alırken

yüzlerindeki ve ellerindeki bıkkınlıkla ilgilenmedi.

Koridorun ortasında onları izleyedurdu. Şu,

bankayı soyacak. Arkasındaki üç kişinin bellerinde

silah var. Biri kameraları patlatacak, sakallı

olan beni öldürürken, hah işte şimdi sıra alıyor o

da paraları isteyecek çığlık atarken diğer müşteriler

ve görevliler. (Yok canım, beklenti bu kadar

da düşük tutulmaz ki. Milyonda bir ihtimal

bu dediğin. Hile yapıyorsun. Şimdi onlar bankayı

soymazsa, bu düşündüklerin gerçekleşmezse rahatlayacak

mısın öyle olmadığı için.) “Abartma,”

dedi. Bir an herkes dönüp ona baktı. Özellikle

sıra alan, sözün kendisine söylendiğini düşündüğü

için daha çok dönüp baktı ona. Küçük bir

gerginlik. İyi oluyor böyle arada.

Çocuklarının ellerinden tutarak ve onları susturmaya

çalışarak içeri giren kadını görünce ailesini

hatırladı. Zaten ne zaman çocuklu birilerini görse

ailesini hatırlıyordu. Hatta ailesini hatırlamak

için aklından bir kadını ve çocuklarını geçirip -ki

bunlar genelde kendi karısı ve çocukları olurduhüzünlenirdi.

Arada bir hüzünlenmek lazımdı.

Yoksa Rüya’yı özlediğim filan yok tabii. (Kendini

kandırmayı da pek beceremiyordu.)

Evliliği, küçük bir hata, bir mantık hatasına kurban

gitmişti. Bunun hilemle bir ilgisi var mıydı

acaba? Yok canım, dedi. Evlilik gibi özel bir

müessese bile... Ne olmuştu? Ayrılığın üzerinden

geçen onca zamandan sonra hatırlamak biraz zor

oluyordu ayrıntıları. Zaten o evliliği yaşadım mı,

yoksa sadece bir düşünceden mi ibaretti bunu da

bilemiyorum şimdi. Ben de bilemiyorum. Ama

nasıl yaşadıysa, yaşadı o kısa evliliği. Yüzünde

bir maskeyle.

“Bakar mısınız?” dedi gençten biri. Bir gencin

sıra almayı beceremiyor oluşuna şaşırdı. Nasıl

yapacağını göstermek üzere yürürken gencin

arka cebinden bıçağı çıkarmak suretiyle kendine

saldıracağını düşündü. Sıra alma işlemi olaysız

sonuçlandı. Tabancasını ve copunu kontrol edip

yerine döndü.

Karısıyla tanıştığında yüzünde bir maske vardı.

Rüya, önce onu farklı bulmuş, sevmişti. İnanılacak

şey değildi belki ama maskenin altındaki

yüzü hiç merak etmedi. Koyu, siyaha çalan bir

kızıllık, hatsız bir yüz vardı karşısında. Bir maskeyle

evlenmişti.

Rüyayla buluşmadan önceki telefon konuşmala-

49


rında, Rüya’nın beklentisini düşük tutmak üzere

-ah şu hile- çok çirkin olduğunu söyleyip durmuştu.

Aslında fena değildi, yakışıklıydı hatta.

Ama nedense buluşmaya giderken, o maskeyi

takmak istemişti yüzüne. Başı tamamen kavrayan

bir şeydi. Rahattı. Nefes alırken sorun çıkarmıyordu.

Öyle gitti buluşmaya.

O, kanlı bir yüzü andıran maske, evliliğin ikinci,

üçüncü aylarında sorun çıkarmıştı ilk defa. Sorun

da denemez. “Yüzünü görmek istiyorum.”

demişti Rüya sadece. Ama öyle laf olsun diye,

görmesem de olur, der gibi.

Evde veya karısıyla bir yerde olduğu müddetçe

hep taktı maskeyi. Artık, yüzü oydu. Rüya da

alıştı. Kocasının bir maske taktığını düşünmüyordu

hiç. Yaşadılar. İki tane bebekleri oldu. Onlar

da çok sevmişlerdi bu kızıl yüzü. Hayat iyi

gidiyordu. Ama bir gece, Rüya farklılaştı, garip

bir şey yapmaya kalkıştı.

“162 numara burada mı?” diye seslendi görevlilerden

biri. Gözleriyle etrafı izledi o da. Sıkıntı

yapacak bir şey yoktu. (Düşünmeye devam edebilirdi.)

Rüya, kocasının maske taktığının ayrımına varmıştı

bir gün. Bir nevi aydınlanmaydı. Kocası,

yani ben uyurken, yani uyandığımda, Rüya’yı

maskemi çıkarmaya çalışırken gördüm. Birden

ayaklandım. Bağırdım. Karımla büyük bir kavga

etmiştik. Attığı onca tokat, maskemi öyle acıtmıştı

ki.

Sonra Rüya’nın olmadığı, Rüya’nın olmadığı ve

Rüya’nın olmadığı günlerde maskeyle bakışmıştı

uzun uzun. Başka bir gün de durumun anlamsızlığını

fark etmiş ve maskeyi yakıp yok etmişti.

Elinde sigarasıyla, “162 geçti mi?” diyerek bağıran

bir adam girdi içeri. Adama yaklaştı. Uzun

bir aradan sonra ailesini, Rüya’yı ve ayrılıklarını

düşündüğü için biraz mahzunlaşmış, biraz

sinirlenmişti. “Beyefendi,” dedi hiddetle, “önce

şu sigaranızı dışarı atın, sonra da yeni sıra alın.”

Copuna davrandı. Hâlbuki adam, dalgınlıkla girmişti

içeriye, elinde sigara olduğunun farkında

değildi. Zaten bağırmamıştı da. Sadece merakla,

sırasının geçip geçmediğini sormuştu.

Copu çıkardı. Ne yaptığını bilmiyordu. Adamın

kafasına, ciğerlerine, yere düştüğünde sırtına indirirken

copu -bir karışıklık olmuştu bankanın

içinde, bir uğultu- kendini kaybetmişçesine bağırıyordu.

“Ah Rüya. Niye çıkarmadım o maskeyi.

Niye, gül gibi hayatımı mahvettim bir maske

uğruna.” Bunlar olurken, bu sözleri dökerken

bağırarak, Rüya’nın bankanın içinde bir yerde

olduğunu düşlüyor, gelip kocasının koynuna atlayacağını

hayal ediyor, sonra alkışlar, bankamatiklerden

fışkıran banknot şeklinde güller eşliğinde

kucağında kızı...

“Sen!” dedi Rüya. İşte, olmuştu. Sabahleyin yanında

çocuklarıyla bankaya giren kadın, ona Rüya’yı

hatırlatan kadın, Rüya’nın kendisiydi ve

“sen!” diyordu keskin bir sesle. “Sen. Sen? Sen,

sen!”

Yerde, yediği copun acısıyla sızlanan bir adam.

Yaşadıkları şoktan dolayı yerlerinde donup kalmış

bir avuç insan. Elindeki copu yere düşürürken;

sen, sen, sen diye bağıran öfkeli yüzün, karısının

yüzü olduğunu yeni fark eden bir güvenlik

görevlisi: Ben, ben, ben!

4.

Hile karıştı. Karısının bankada olduğunu hayal

etmiş, sevinçle boynuna atladığını düşünmüştü.

Ama bu, düşük bir beklenti değil, aksine hedefi

yüksek tutmaktı. Rüya, çocukları bir kenara iliştirip

bana doğru gelirken, -karıcığım mı demiştim

tam o sırada?- yıllar önce maskeye indirdiği

tokatların mislini yüzüme uygulamak için elini

hazırlıyordu. Ağlıyordu(m). Akşam olduğunda

bankadan, evinden, yaşadığı ilçeden ya da ilden,

epey uzakta olduğunu fark etti. Belinde bir tabanca,

üzerinde üniforma, cebinde bir miktar parayla

kalakalmıştı. Anın duygusal ağırlığından olsa gerek,

felsefi düşünceler ve sözler geçirdi içinden.

“Sokayım böyle işe lan.”

Bu sözleri yeni bir duygusal travma, bir yıkım

etkisiyle gözyaşı boşalmasına neden oldu. Ayaklarını

sürüye sürüye yürürken hiç bilmediği, tanımadığı

bir yerde, birden gülümsedi. Güldü hatta.

Burnunu çekti. Gözyaşlarını sildi. İçeriye girdi.

Elini cebine attı endişeyle -içinde biraz para olduğunu

bilmesine rağmen, endişeyle. Sonra vitrinde

gördüğü şeyi göstererek, çocuksu bir mutlulukla

sordu: “Bu, ne kadar?”

Adam da şaşkın, parmağın işaret ettiği yere bakarak:

“Hangisi, şu, kızıl olanı mı?”

50


Fotoğraf: Emel Beyaz

51


MEMLEKETİMDEN

İNSAN MANZARALARI:

. .

Eber Gölü Saz İşçileri

Gültekin Kayalar

FOTO ÖYKÜ-2

52


Eber Gölü, coğrafi olarak Afyonkarahisar’ın Bolvadin ilçesi sınırları içerisinde yer alan Emirdağları

ile Çay ilçesi sınırları içerisinde yer alan Sultandağları arasında bulunur. 104 km 2 ’lik yüzölçümü ile

Türkiye’nin en büyük 12. gölüdür. Eber Gölü ilkbahardan kışa her mevsimde ayrı güzelliklere sahip,

yaşayan bir göl. Kuş popülasyonu, sazlıkları, saz işçileri ve her mevsim farklı renkleri ile mutlaka

görülmesi gereken bir yer.

Eber Gölü civarında yaşayan köylüler sabahın erken ve soğuk saatlerinde göle açılarak kamış

biçiyor ve öğlene doğru kıyıya dönerek biçip desteledikleri kamışları destesi 1,5-2 liradan satarak

geçimlerini temin etmeye çalışıyorlar.

Gölün içinde kesilip biçilerek kıyıya getirilmiş ve destelenmiş saz demetleri göl kıyısında farklı

yerlere taşınıyor. Bu yerlerden biri de Derebağ Köyü. Kamışların ince ve zayıf olanları kabukları

ayıklanarak, temizlenerek, boyları eşitlenerek yeniden bağlanıyor ve istifleniyor. Çalışanlar bu

kamış destelerinin temizlenmesi ve istiflenmesi işlemini 80 kuruşa yapıyorlar. Daha sonra bu kamış

demetleri sevkiyatçılar tarafından alınıp Mersin Limanı’na gönderilerek buradan da İngiltere,

Almanya, Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerine ihraç ediliyor. Bu kamışlar çatı izolasyonu,

ısı yalıtımı, gölgelik, hasır yastık yapımında kullanılıyor.

Biçme işlemi tamamlandıktan sonra; her yıl doğal olarak kendini yenileyebilen sazlıklar, ertesi yıl

tekrar biçilmek için kendilerini usta ellere teslim etmek üzere kimi sıcak kimi soğuk, kimi dingin

kimi rüzgarlı günlerde bazen sessiz sakin bazen de rüzgarla fısıldaşarak çeşitli kuşlara, böceklere,

balıklara ev sahipliği yaparak gelecek sezonu beklemeye başlıyorlar.

Fotoğrafçılar için çok güzel, özel ve cömert sunumların yanı sıra pek çok kuş ve balık çeşidi için

doğal yaşam alanı olan bu güzide gölümüz, maalesef ki Seyfe Gölü, Amik Gölü, Akgöl gibi göllerle

aynı kaderi paylaşarak aşırı sulama ve barajlar sebebi ile kuruma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş;

su yüzeyinde ve derinliğinde ciddi kayıplar olmuş; kuş ve balık çeşitliliğinde azalmalar, yok olmalar

gerçekleşmiş; suların çekildiği kıyılar bataklığa dönüşmüş ve atık suların Eber Gölü’ne akıtılması

sonucu çevresine nahoş kokular yaymaya başlamıştır.

Pek çok güzelliğimizi ve değerlerimizi müsrif bir şekilde yok ettiğimiz gibi Eber Gölü’nü de yok

etmek üzereyiz.

İnşallah ilgilenen, sahiplenen ehil ve yetkili kişilerin önlem alan, duyarlı davranışları ile Eber Gölü ve

diğer güzelliklerimizin uzun seneler memleketimize ve doğal hayatımıza katkıları devam eder.

53


SARAMAGO’NUN KÖRLÜK ROMANINA

HOBBES’UN LEVIATHAN’I KAPSAMINDA

KISA BİR BAKIŞ

Oğuz Atalay

Giriş

Nobel ödüllü yazar Jose Saramago’nun en bilinen

kitabı Körlük, bir kişinin aniden kör olması ile başlayıp

akabinde bütün insanlığın kör olmasını konu

edinen ve akıl hastanesinde karantinaya alınanların

hikâyesini insan doğasına vurgular yaparak anlatan

bir roman… Şimdiye dek insan doğası kapsamında –

en azından dilimizde- irdelenmemiş bu romana dair,

kısa bir çalışma yaparak edebiyata bir nebze katkıda

bulunmayı amaç ediniyorum.

Romandaki olgu ve olayları Hobbes’un Leviathan’da

tarif ettiği doğa durumu ile ilişkilendirebilir

miyiz? Saramago’nun Körlük romanında “Hobbesian”

felsefeye dair anıştırmalar neler?

Doğa Durumu ve Körlük

Hobbes’un doğa durumunda, herhangi bir yönetim

olmadan her insan kendi özgürlüğünü korumayı

ve başkaları üzerinde de hâkimiyet kurmayı arzu eder.

Bu iki arzunun kaynağı ise insanın kendini koruma

dürtüsüdür. Bundan da herkesin herkesle savaşı ortaya

çıkar ve bu doğa durumunda mülkiyet ya da adalet

yoktur, yalnızca savaş vardır. 1

Romanda körlük olgusu, doğuştan görme engeli

olan bireylerin ışığı algılamamalarının aksine siyah/

karanlık değil beyazdır. Dolayısıyla romanın birçok

yerine serpilmiş olan imalarla da anlamaktayız ki; yaşanan

körlük salgını insanlığın bildiği görme engelinden

farklı bir anlamda karşımıza çıkıyor: “körlük böyle

bir şey değil” 2 Saramago, zamanı ve mekânı bilinmeyen

hatta kişilerin isimlerini zikretmeyerek anonimleştiren

kurgusunda körlük olgusunu insanları eşitlemek

için kullanmış görünüyor. “Kimse böyle birdenbire

kör olmaz” 3 , “körlük bulaşmaz, Ölüm de bulaşmaz,

1 Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, 3. Cilt, Modern Felsefe,

3. baskı, s. 109.

2 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 11.

3 ibid, s. 17.

buna rağmen herkes ölür.” 4 Ölümün herkesi eşitlediği

dünyada körlüğün yayılması da herkesi eşitleyecektir:

“şimdi iyinin de kötünün de karşısında hepimiz

eşitiz” 5 diyerek yazar da bu niyetini açığa vuruyor.

Dahası, Saramago insan doğasına dair konuşmak

için de körlük metaforundan yararlanmış görünüyor.

Bütün insanların eşitlendiği, farklılıkların yok edildiği

bir sosyal deney sahasında buluyoruz kendimizi:

“dünyada ne varsa tamamı burada” 6 ve “muhtemelen

her şey gerçek haline körler dünyasında kavuşuyor.” 7

Saramago insanlığın eşitlendiği ve dünyanın doğa

durumunun ufak bir temsili biçiminde sunduğu karantinada

kör olarak yaşamayı, Hobbes’un devlet ile

son bulan doğa durumundan daha ileri götürüyor:

“aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”

8 Hatta doğa durumunun henüz bitmediğini

ilan ediyor: “Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük.” 9

Yine romanın bir yerinde Hobbes’un meşhur sözünün

farklı bir ifadesini okuyoruz: “insanların içinde doğal

olarak bulunan insan sevmezlik yüzünden.” 10 Aynen

Hobbes’un dediği gibi “homo homini lupus.”

Karantinadaki uygulamalarda Hobbes’un insan

doğasına dair görüşlerini Saramago’nun da paylaştığı

bir kurgu görürüz. Hobbes’a göre doğa durumunda

yaşamak mecburiyeti hâsıl olursa, gerektiğinde

hırsızlık yapıp birisini öldürebileceğinizi, en azından

hayatta kalmak için bunu yapmak zorunda olacağınızı

11 anlarız. Romanda da karakterler hayatta kalmak

için her türlü aşağılanmaya katlanmaktadırlar, yeter ki

kursaklarından bir lokma ekmek geçsin. İnsani olma-

4 ibid, s. 41.

5 ibid, s. 277.

6 ibid, s. 105.

7 ibid, s. 133.

8 ibid, s. 213.

9 ibid, s. 330.

10 ibid, s. 330.

11 Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, 27. baskı, s. 93-94.

54

KIRKTUĞ OKUMALARI


yan koşullarda yaşamanın manası olmayacağı üzerine

gerçekleşen her ifade teşebbüsü, bir karakter tarafından

yeter ki hayatta kalalım ifadesiyle cevaplandırılır.

Hobbes’a göre devletin olmadığı bir ortam kavga

ve kaos ortamıdır ki; karantinada da kavga ve kaos

ortamını görürüz. Hobbes’a göre ölüm korkusu, insanları

bir toplum olmaya itecek, herkesin birbiriyle

savaşmasından ziyade güçlü bir otoritenin olduğu durumda

insanlar daha iyi olacaktır. 12 Saramago, Hobbes

gibi düşünmekle birlikte, güçlü bir otorite yerine

örgütlenmenin olduğu durumu savunur görünür: “ilk

başta önerilen, her yatakhaneden bir sorumlu seçilmesi

düşüncesi yardımcı olabilirdi” 13 ve “Bir körler toplumu

yaşamını sürdürebilmek için nasıl örgütlenebilir,

örgütlenmek yeter, örgütlenmek bir bakıma görmeye

başlamak demektir.” 14

“Kaynakların kıt olduğu bir dünyada hayatta kalmak

için yiyecek ve su bulma mücadelesi veriyorsanız,

diğer insanlar sizi öldürmeden önce onları öldürmek

gerçekten akıllıca olabilirdi.” 15 Romanın şaşırtan

karakteri “Doktorun Karısı”nın birisini öldürmesini

de bu şekilde yorumlayabiliriz.

Doktorun Karısı ve Mesih İmgesi

Bütün insanlığın kör olduğu romanda “kör olmayan”

bir kişi vardır: Doktorun karısı. Romanda Hristiyanların

İsa Mesih’i olarak tasvir edilmiş olduğuna

dair ciddi emareler olduğu kanaatindeyim. Romandaki

bir diyalogda “ama bana öyle geliyor ki biz çoktan

ölmüşüz, körüz çünkü ölüyüz, öbür türlü de söyleyebilirim,

ölüyüz çünkü körüz, ikisi de aynı” lafına

karşılık Doktorun Karısı “ben hâlâ görüyorum” 16 cevabını

verir. Hobbes’a göre ise Kurtarıcı ikinci gelişinde

müminlere layık oldukları ölümsüzlüğü yaşasınlar

diye insanları ikna edecektir 17 ve inanan o insanlar

“Tanrı’nın gözünde yaşıyorlardı.” 18 Doktorun Karısı’nın

kendisini tasviri de Hobbes’un Mesih’e bakışı ile

uyumludur. Doktorun Karısı, “ben bir kraliçe değilim,

hayır, yalnızca dehşeti görsün diye dünyaya gelmiş bir

kadınım” 19 sözlerini ise Hobbes’ta da görürüz. Hobbes,

Kurtarıcımız, yeryüzünde bedenen var olduğu

sırada kurtardıklarının kralı değildi der. 20 Saramago’nun

Doktorun Karısı'nı Mesih ile özdeşleştirdiği

en net alıntı ise şudur: “Doktorun Karısı, çukur kazdıktan

sonra, ağrıyan belini doğrultup alnında biriken

terleri koluyla silerken fark etti onları. Bunun üzerine,

içinden gelen dürtüye uyarak, hiç düşünmeden hem o

körlere hem de dünyanın bütün körlerine, Yeniden ortaya

çıkacak, diye bağırdı, dikkat edin, Dirilecek, demedi,

sözlükler bu iki sözcüğün tamı tamına ve kesinlikle

eş anlamlı olduğunu ileri sürse de, bunu iddia ya da

ima etse de, bu doğru değildir.” 21 Romanda, karakterleri

12 ibid, s. 96.

13 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 96.

14 ibid, s. 297.

15 Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, 27. baskı, s. 94

16 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 253.

17 Thomas Hobbes, Leviathan, 8. baskı, s. 357.

18 ibid, s. 333.

19 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 278.

20 Thomas Hobbes, Leviathan, 8. baskı, s. 356.

21 Jose Saramago, Körlük, 2. baskı, s. 304.

cendereden kurtaran zaten bizzat Doktorun Karısı’dır,

Kurtarıcıdır.

Romanda kilisenin ikonalarının gözlerinin bağlanmış

olduğunun uzun uzun anlatıldığı bir kısım

vardır. Kilise ve kilisedeki ikona eleştirisinin yapıldığı

bu bölüm Hobbes’un putperestlik hakkındaki düşüncelerini

akla getirir. Hobbes’a göre Roma Kilisesi’nde

azizlere, suretlere ve antikalara tapınmak bir pagan

geleneğidir ve Tanrı kelamı ile müsaade edilmiş bir

şey değildir. 22 Zaten Hobbes’a göre Tanrı Krallığı Hz.

Musa ile kurulmuş İsa Mesih’in yeniden ortaya çıkması

ile tekrar kurulacaktır: “Kilise henüz karanlıktan

tam olarak kurtulmuş değildir.” 23

Sonuç

Körlük romanı, belki de Saramago’ya Nobel ödülü

kazandıran romanıdır. Romanda işlenen ana tema,

düzenin ve devletin olmadığı doğa durumunda insanın

doğasına ilişkin görüşlerden oluşur. Söz konusu

fikir ve felsefe doğa durumu fikrinin Hobbes’tan

süregeldiğini göstermektedir.

Saramago’nun yalnızca doğa durumu düşüncesinden

değil, Hobbes’un dine dair görüşlerinden

de etkilendiği açıktır. Bu durum, belki Saramago’yu

“Hobbesian” felsefenin ateşli bir savunucusu yapmaz

ama kitabın ana temasının da Hobbes’tan ayrı şekilde

düşünülmesini engeller.

Kitaba dair yalnızca doğa durumu ve dine dair

çok kısa bir analiz yapıldı. Romanda, gücü elinde

bulunduran körler çetesinin zorla ve ahlâksızca hiçbir

işlerine yaramayacaklarını bildikleri halde değerli

eşya biriktirmelerinin sermaye birikimine yönelik

ciddi bir eleştiri olduğunu, gücü ve silahı elinde

bulunduranların yemeklere el koymasının yine servet

dağılımı üzerindeki adaletsizliğe yönelik eleştiri olduğunu

da ekleyelim. Yani doğa durumunda mülkiyet

ve servet ile ilişkili kısımların da ihmal edilmediği bir

kurgu görüyoruz. Akıl hastanesinin karantina merkezi

olmasını Foucault ile yine birçok Rönesans ressamının

eserlerine romanda selam çakılmasını da Aydınlanma

Felsefesi ile ilişkilendirmek zor olmasa gerek.

Sonuçta, Körlük romanı Hobbes’u merkeze alan

bir felsefeyi yansıtsa da Rönesans ve Aydınlanma’dan

etkilenmiş, birçok filozofun fikirlerini anıştıran düşünceler

ile edebiyat tarihinde yerini almıştır.

KAYNAKÇA

Hobbes, T., Leviathan, 8. baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,

Ocak 2010.

Russell, B., Batı Felsefesi Tarihi, 3. Cilt, Modern Felsefe,

3. baskı, Alfa Yayınları, Haziran 2017.

Saramago, J., Körlük, 2. baskı, İstanbul, Kırmızı Kedi Yayınları,

Eylül 2017.

Warburton, N. Felsefenin Kısa Tarihi, 27. Baskı, Alfa Yayınları,

Temmuz 2017.

22 Thomas Hobbes, Leviathan, 8. baskı, s. 481.

23 ibid, s. 445.

55


ASFALTTA

OI

ATA

BINENLER 2

AYAZ

I

Arabasının içinde âleme inat CD çalar kullanan

Amca, yıllar önce Ozan Kılıç'a bir konser sonrası

imzalattığı

CD’yi taktı. Üçüncü şarkıyı açtı.

"Emri ilahi gelende

Her yan gamhaneye döndü

Giderken dostun elinde

Canlar mihmaneye döndü

Yiğit ölmez vurmaynan

Hatır bitmez sormaynan

Bu derde derman mı olur

Bir kenarda durmaynan"

Amca bu şarkıyı ilk defa Sıtkı ile beraber İstanbul'a

giderken dinlemişti. Epeyce bir zaman dillerinden

düşürmediler. Ozan Kılıç çıkardığı ilk

albümünde Sefai'den bu türküyü seslendirdi.

Buluşmaya giderken geçtiği yollar yıllar öncesinde

tarlaydı. Sanki şimdi koca koca plazaların,

rezidansların arasından yol alırken onları

eziyormuş hissene kapıldı ve gaz pedalına daha

fazla yüklendi. Havadaki bulutlardan şehrin

ışıkları yine şehre yansıdığından gecenin karanlığını

bozuyor, sinirleri geren bir aydınlığa

sebep oluyordu. Kısa süreliğine kafayı taktı

Amca bu duruma. "Şehirdeki tüm insanlar havaya

üfleyip şu bulutları dağıtsa, yıldızları izlesek

ne olurdu sanki" diye güldürdü kendini.

Ateşin yanına geldiğinde uzaktan üç, yaklaşınca

onu bekleyen dört kişinin olduklarını fark etti.

Mütemadiyen öksüren Pala üçünün arasında

kaybolmuştu. Üşüdüğü her halinden belliydi. Selamlaştılar,

sarıldılar. Davudi sesli Ak Saçlı:

-Bir araya geldiğimiz iyi oldu beyler. Son makalemi

okuma imkânınız oldu mu, diye sorarak konuya

giriş yaptı.

Genel tavrı bu yöndeydi Ak Saçlı'nın. Kendine atfettiği

saygıdan dolayı işlerini aksatmaz, işlerinin

en ince detayına kadar mükemmel olmasını isterdi.

Her şeyden önce bir insan kendisine saygılı

olmalıydı ki başkalarının yaptığı işe saygı duysun.

Bu yüzden bir araya geldiklerinde, daha öncesinde

hazırlanıp geldiği konuyu laf kalabalığına izin

vermeden hemen açardı. Ak Saçlı son zamanlarda

ekibiyle birlikte Türkiye'deki doğal gaz üretimi

ve pazarlanması üzerine çalışmalar yapıyor ve

belli aralıklarla çalışmalarıyla ilgili makalelerini

kurucusu olduğu Sayaç Dergisinde yayınlıyordu.

- Benim pek fırsatım olmadı diye cevapladı Doktor.

İşten güçten yine fırsat bulamadığı belliydi. Zordu

dört çocuk babası olmak. Ayda dört veya beş

gece nöbet tutar, haftalık en az iki ameliyata girerdi.

Allah'tan ameliyatlar eskisi kadar zor değildi.

Çoğu ameliyatı fonksiyonel eldiveni yardımıyla

kan görmeden hallederdi. Kendine hayran bırakan

tavrıyla ameliyathaneden çıkarken ilk göz

ağrısı kızını görüntülü aramayı asla ihmal etmez

"babacık o iş tamam" der, telefonda gülüşürdü kızıyla.

O kadar nöbetin, çalışmanın üzerine yor-

56



gunluk kelimesi sanki lügatinde yokmuşçasına

hafta sonları ailesiyle beraber atlar karavana, şehir

dışına çıkar dolaşırdı.

Pala yüksek sesle konuşmaya başladı:

-Ben okudum Ak Saçlı'nın yazısını. Oğlum yıllar

geçti değişmedin Ak Saçlı. Bu makaleler iyi, güzel,

hoş. E yıllardır raflarda be gözüm. Projeleriniz iş

yapar ama hangi kurullardan geçtiğini bilmez değilsin.

Hala anlamadın değil mi? Bir ormanda kral

her zaman aslandır. Alış buna! Zamanında dedim

sana yazma bırak artık diye. İşe aldıracaktım seni

ne güzel bizim şirkette. Önce uzman nihayetinde

bir gün finans müdürü olurdun. Sen müdür

olduktan sonra zaten ben çalışmazdım. Sen bana

bakardın artık dedi Pala. Son cümlesini söylerken

hem güldü, hem de öksürdü. Ak Saçlı içerledi orman

ve kralı meselesine.

Ak Saçlı:

-Ben ne orman bilirim ne aslan. Ulan bir kere senin

aslanla kaplanla ne işin olur be! Ne alaka aslan

falan? Bırak şimdi sen beni anlamamışsın hiç. Gelecek

hafta kongre var gel aday yapalım seni Pala.

Sohbetin başından beri suskun olan Bay Vicdan

irkildi. Onun irkiltisinden ateş de nasibini aldı.

Daha gür yanmaya, yüzleri aydınlatmaya başladı.

Ne de olsa mevzu futbol ve Beşiktaş'tı. Ak Saçlı,

Pala ve Bay Vicdan gelecek hafta yapılacak Beşiktaş

kongresinde oy kullanacaklardı ki, bu sefer

destekledikleri aday başkan olacaktı onlara göre.

Beşiktaşlılığı senelik kombine almak seviyesinde

kalmış, daha da ilerisine gidememişti Amca’nın.

Bay Vicdan:

-Pala'ya dil dökmekten bir hal olduk zaten. Boş

ver bu saatten sonra şakasını bile yapma Ak Saçlı.

Onun başkanlığa oldum olası niyeti yok.

Amcanın kendini güldürdüğü şakası gerçek olmuştu

sanki havada bulut kalmamıştı ve yıldızlar

çırılçıplak tepelerinde ışıldıyordu. Doktor ellerini

cebine atıp ıslık çalmaya başladı. Islık melodi

oldu. Ardından dördü beraber Doktor’un çalmaya

başladığı ıslıktan bir türkü tutturdular. Bay

Vicdan, Amca’nın arabasının camına bıraktırdığı

ve diğerlerine de gönderdiği nota atıfta bulunmak

için bıçak gibi kesti türküyü.

-Bugün Uçtaki Adam'ın ölüm yıl dönümü.

Buza döndüler aniden durdukları yerde.

İntihar edercesine düşüyordu yıldızlar tepelerine

şimdi. O güne gitti hepsinin zihinleri; Uçtaki

Adam'ın öldüğü güne. Yıldızların altında ezildiler,

ne ateşi ne de soğuğu hissediyorlardı artık. Ak

Saçlı'nın dudağından "kalemim”, Pala'nın "aklım",

Bay Vicdan'ın "saflığım", Doktor’un "cesaretim"

ve Amca’nın dudağından "yüreğim" kelimeleri

çıktı aynı anda. Birbirlerine baktılar. Doktor,

Uçtaki Adam'ın otopsisine katılmış ve eşyalarını

teslim almıştı o kara günde. Cüzdanından kanlı

mektubu hiç ayırmaz, Uçtaki Adam'ın ölüm yıl

dönümünde açar okurdu. Geleneği bozmadılar.

"MEKTUP"

Mektubun bitiminde Ak Saçlı ateşi içine çekecek

gibi oldu, derin bir nefes aldı ve yıllar öncesinde

yazdığı bir şiirin içinden şu kelimeleri bıraktı geriye:

" babalarımızın nasihatiydi birbirimizin arkasında

saf tutmak

… birimizin güneşine diğerimiz gölgeydik."

*Âşık Sefai

Ateşin başından en son Doktor ayrıldı. Arabasının

içine oturdu. Bir süre hareketsiz kaldı, telefonunu

çıkardı. Anlamsızca rehberini karıştırdı.

Sağ elin başparmağıyla rehberden aşağı doğru

indi. Uçtaki Adam’ın numarasını üzerinde durdu.

Arayacak oldu. Arayamadı. Mesaj attı. Yanıt

gelmeyeceğini bile bile uzun bir süre bekledi. Bu

arada radyoyu açtı. Niyeti sağlam bir türkü bulup

geceye biraz daha anlam kazandırıp sonra ağırdan

yola çıkıp, soluğu evde almaktı. Aradığı türküyü

buldu. Garip’in bağlamasıydı bu;

“Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa

Gör ki neler geldi o garip başa

Hasret etti bizi gama gardaşa

Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm”

Arabasını çalıştırdı, yola koyuldu. Arka cebindeki

cüzdan rahatsız etti. Cüzdanı cebinden çıkarıp

sağındaki konsola koyarken eline cüzdandan kan

aktığını gördü. Aniden frene bastı. Arabanın lastikleri

asfaltta acı bir ses çıkardı. Olduğu yere saplar

gibi durdurdu aracı. Ellerini hızlı hızlı, korkar

gibi ovuşturdu ve defalarca baktı. Ürperdi ve hemen

ardından etrafı kolaçan etme gereği duydu.

Ellerine tekrar baktı, kan yoktu.

Eve geldiğinde saat sabaha karşı dört olmuştu.

Eşini ve çocuklarını rahatsız etmek istemezdi eve

geç geldiği zaman. Mutfak balkonunda bir sigara

yaktı. Balkondan görünen Ankara'nın ikinci havalananına

doğru dumanı üfledi. Ailesiyle beraber

evde kaldığı tatil günlerinde balkondan uçakları

izler “uçak saymaca”, “iç hat mı dış hat mı” gibi

oyunlar uydurur, sıkılmadan beraberce oynarlardı.

Sigarasını söndürdü. Mutfaktan salona geçti.

58


Gözlüğünü usulca salondaki kahverengi masanın

bir köşesine bıraktı. Kanepenin altındaki yastığı

ve pikeyi aldı, yastığı başının altına koydu, pikeyi

üstüne çekti. Başka zaman olsa hemen uyurdu.

Uyuyamadı. Ellerini yüzüne sürdü aynı arabadaki

ürpertiyi tekrar yaşadı. Son zamanlarda sıkça oluyordu

bu. Cebinde taşıdığı mektup sanki onunla

konuşuyordu. Mektubun “… cesaretini kaybetmeyeceksin.

İlk ateşi yakacak her zaman sen olacaksın.

Ateşin etrafında toplanacaklara gönlünü

açacak, onların gözlerine ışık olacaksın. Sokakta

üşüyen bir çocuğu elini tuttuğunda veya hayır diyebildiğinde

haksızlığa karşı, kalbindeki atışın cesaretin

olduğunu anlayacaksın” kısmını hatırladı.

Sabah gözünü açtığında alnında sıcak bir el hissetti.

Karısı şaşkın gözlerle ona bakıyor ve sürekli

sakin olmasını söylüyordu. “Canım” diyordu karşısındaki

telaşla. Ne olduğunu bilmediği halde

“Tamam canım sorun yok, günaydın” dedi Doktor.

Son zamanlardaki hali karısını da rahatsız

ediyordu. Sakallarını kaşıyarak yerinden kalktı,

banyoya gidip yüzünü yıkadı. Bir süre aynada

kendine baktı. “Çirkinim ama karizmam yerinde”

diye geçirdi içinden. Karısı ise onu hem yakışıklı

hem karizmatik bulurdu ama son zamanlarda

öyle derin nefes alırken yahut uykusunda kendi

kendine konuşurken rastlıyordu ona. Birbirleriyle

fazla konuşmadan, ilk günkü aşk ile çocukların

uyanmasını beklemeden beraber kahvaltı yaptılar.

Kahvaltının ardından sigarasını yaktı ve tam

bitirmeden geri söndürdü. Hızlıca duşa girip çıktı.

Açık mavi önlüğünün üstüne montunu giydi

ve evden ayrılırken her zaman yaptığı gibi karısının

alnından öptükten dışarı çıktı.

Arabasını çalıştırdı, sabah haberlerini arabanın

ön camına yansıttı. Direksiyondaki kumanda

yardımıyla gazete sayfalarını birer birer değiştirdi.

Bir haberde takıldı; Uçtaki Adam cinayetinde

flaş gelişme. Biraz afalladı bu defa kontrolü kaybetmedi.

Hastaneye kadar gitti, arabayı otoparka

çekti. Ön camı ikiye böldü, bir yanda Uçtaki

Adam’la ilgili haber diğer yanda görüntülü arama

programı. Amca’yı aradı. Gözlerini cama dikti ve

Amca’nın aramaya cevap vermesini sabırsızlıkla

bekledi.

-Amca günaydın. Haberleri gördün mü?

-Ne haberi?

Amca buluşmadan sonra hemen eve gidememişti

besbelli. Acele bir tavırla Amca’ya:

-Uyandıktan sonra beni ara dedi.

İnemedi arabadan. Mesaisi çoktan başlamasına

rağmen “kesin duymuştur bizimki” diye geçirdi

içinden ve Süleyman’ı aradı. Süleyman sanki bekliyormuş

gibi hemen cevap verdi telefona. Arabanın

camında yüzü normale göre biraz daha geniş,

yanakları daha kırmızı görünüyordu. Hâlbuki

sert esen rüzgârda savrulacak gibi duran bir vücuda,

kiloya sahipti Süleyman. Geceleri pek fazla

uyumaz, çok fazla soru sormaz, sıkça “anlaşıldı,

gereken yapılır” kelimelerini kurduğu cümlelerin

sonuna bir yolunu bulur eklerdi. Ona göre dünya

tek, hayat tek, duygular da tekti. Mesela aşk denilen

ayrı hayat yoktu onun için. Bu yüzden halen

evlenecek birini bulamamış, bulduklarıyla konuşmalarının

sonuna “gereken yapılır, ne demek

olmaz” laflar ettiği için muhabbetleri kısa sürmüştü.

Keyfine düşkün, arkadaş canlısı, gezmeyi

seven biriydi. Merak etmekten pek hazzetmezdi.

Enteresan şekilde insanların meraklarını, meraklarını

giderip gidermediklerini öğrenirdi. Bu hal

zamanla herkesten önce haber alma durumuna

dönüştü. “Süleyman'a sor, o duymuştur” cümlesi

onu tanıyanlar tarafından sıkça zikredilirdi.

-Abi nasılsın, diye sordu Süleyman önce davranıp.

-Ne olsun be. Sabah gazeteleri karıştırırken bir

habere rast geldim. Duymuşsundur sen bir şeyler.

Malumat vermeyi bekliyormuşçasına:

-Maili araştırıyorum, dedi Süleyman bıyık altından

gülerek ve kendinden emin bir havayla.

-Ne maili diye gerilerek cevap verdi Doktor.

-Abi haberi konu yapan gazeteciye dün gece bir

mail gelmiş. Uçtaki Adam cinayetinin Gothtslvania

Operasyonlarının bir devamı olduğu yönünde

bilgi var.

Mail dün gece gelmişti. “Bir mesaj olabilir mi”

diye düşündü.

-Saçmalama lan, ne alaka, diye şaşırdı Doktor. Bu

Gothslvanialılar en son on yıl iki önce, 2020’de bitirilmemiş

miydi?

-Abi yazarla görüşmeye gideceğim. Sana haber

veririm dedi ve telefonu kapadı Süleyman.

Süleyman tavrına biraz gıcık oldu. “Adam gibi

açıklasan ne var sanki? Şak diye kapatıp telefonu

ne diye gizem katıyorsun” diye söylendi arabanın

içinde Doktor. Arabasından inip biraz uzaklaştıktan

sonra kapıyı kilitlemediğini fark etti. Olduğu

yerde geri döndü. Arabasına bir çocuğa “hoşça

kal” der gibi el salladı böylece arabasını kilitlemiş

oldu. Ofise çıkmak için binanın otoparkından

asansöre doğru yürüdü.

59


KÜÇÜK AYI KAYI’NIN

MACERASI

Küçük ayı Kayı annesinin sıcak koynunda

Uyumak değil, oynamak istiyor bu

koca mağarada.

Kış geldi çattı, uyumalı ki büyümeli Kayı

Nerden bilsin bu minik, uykunun onu

büyüteceğini

Kahverengi post, ışıl ışıl gözler

Annesinin uyumasını bekler,

Anne ayı da yanamaz yorgunluğa usulca

kapanır gözleri.

Küçük Kayı fark edince annesinin uyuduğunu

Çıkar mağaradan minik patileriyle hiç

ses çıkarmadan.

Hava soğuk, yerler bembeyaz.

Aman Allah’ım nasıl da ayaz!

Mağaranın ağzında onun gibi bir yavru,

bembeyaz.

Göz göze geldiler iki haylaz.

Karlar altında kalmış yavru bir tilki

Hadi çık ininden gezelim der gibi!

Kayı bulmuş böyle bir arkadaş durur mu?

Annesi uyuyor nasılsa uyanmaz akşama.

Yavru tilki önde bizim Kayı arkada

Haydi, kaçalım ormana!

İki haylaz nasıl da şen

Ormanın iki yavru için tehlikelerini bilmeden

Ama dur biraz birileri izliyor sanki bizi!

Ağaçların arkasında kocaman, korkunç

bir çift göz

Bu küçük yavrular nasıl da gürbüz

Küçük ayı arkadaşına bakıp

Haydi gitmeliyiz buradan!

Bu hain adam bizi yakalamadan

Karda koşmak yuvarlanmaktan daha

zor

Annesini dinlemeliydi Kayı

Ayrılmamalıydı güvenli mağarasından

Küçük tilki de korkmuş

Arkadaşına diyor, Kayı koş koş

Zalim avcı peşlerinde, yılmadan koşuyor

Bu iki yavrudan ne istiyor?

Oysa istediği belli!

Ne de güzel iki yavru

Parlak postları benim olmalı!

Avcının elinde metalden bir çubuk

Tam doğrultuyor üzerlerine

İki küçük korkudan sokulmuş birbirlerine

Nefes nefese!

O anda gerçekleşiyor bir mucize.

Avcının arkasında heybetli mi heybetli Ayı anne

Görünce bu hain, anne ayıyı

Bırakıp kaçıyor her şeyini

Bu defa kovalanma sırası avcıda

Eeee ettiğini çekmesi gerekir kötülerin,

masalın sonunda.

Anne ayı korkmuş biraz, biraz da kızmış

minik yavruya

Anneni dinlemezsen düşürürler seni pusuya

Gelin bakalım, götüreyim sizi yuvamıza

Karda yuvarlanmak, oynamak çok eğlenceli Yavru tilki annesinin güvenli sıcak koynunda

Kayı da huzurun kollarında

Ne yapmalı, dinlemeli her zaman anne

sözü

Onlar daha iyi bilir, bizim için ne iyi ne

kötü.

Sultan Kılıç


GELECEĞİMİZDEN SESLER

Birik

tir

mek

Göktürk Afşin Çitil

Mehmet, 19 yaşında fakir bir çocukmuş. Bir simit arabası varmış. Ne bir evi ne de yatağı varmış.

Bir gün birkaç kişi simit almış ve Mehmet’in biraz parası olmuş. Bu parayı biriktirmeden daha

fazla simit almış, daha fazla para kazanmış Mehmet. Bir işe başlayıp ev almış ve pastane açıp

zengin olmuş ve çalışmayı bırakmış. Arkadaş edinmiş kendine. Bu arkadaşlarıyla yemek yemeğe

gitmişler. Arkadaşları Mehmet’in parası olduğunu görünce plan kurmuşlar. Orada bir fakir para dilenmiş,

arkadaşları git buradan demiş ama Mehmet ona para vermiş. Arkadaşları kurdukları planla

her zaman Mehmet’e bir şey aldırmışlar ve Mehmet para biriktirmediği için eve haciz gelmiş,

parası bitmiş, pastanesine el koyulmuş ve Mehmet fakir kalmış. Arkadaşlarının evine gittiğinde

arkadaşları onu tanımıyor numarası yapmış. Kapüşonlu bir adam gelip Mehmet’e beni takip et

demiş ve adam Mehmet’i villaya götürmüş. Adam yüzünü açınca Mehmet, para verdiği fakir adam

olduğunu hatırlamış.

Mehmet: Nasıl bu kadar zengin oldun, sen çok fakirdin.

Adam: Biriktirdim. Sen biriktirmediğin için yine sokağa düştün. Bak biriktirmek bu kadar

önemli!

61


"Kazanmanın sırrını bilmiyorsan, git, ara;

Çanakkale ufkunda, Sakarya toprağında...."

Atsız

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!