Kırktuğ Dergisi 11. Sayısı
"Zikr eder cinnü-melek hem insan, Yaşasın devletü #Azerbaycan. Hür azade yaşatsun hamunu, Hem hukuk olsun er ile nisvan."
"Zikr eder cinnü-melek hem insan,
Yaşasın devletü #Azerbaycan.
Hür azade yaşatsun hamunu,
Hem hukuk olsun er ile nisvan."
- No tags were found...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Fotoğraf: Gültekin Kayalar
İMTİYAZ SAHİBİ
Genç Akademisyenler Derneği Adına
Tuba Sarı Çitil
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve EDİTÖR
Tuğba Dinç Günay
YAZI KURULU
Duygu Doğuş
Nermin Fatma Gülcük
Ayşe Göksu
Aykut Sungur
Alperen Arslan
GRAFİK TASARIM
Alper Şenadam
ve emeği geçen hakemlerimize
teşekkür ederiz...
Editör’den Sevgilerle
Tuğba Dinç Günay
“Zikr eder cinnü-melek hem insan
Yaşaşsın devletü Azerbaycan
Hür azade yaşatsun hamunu
Hem hukuk olsun er ile nisvan”
En ağır vedaların, en çetin tutsaklıkların, en
acımasız olayların yürek yangını olarak yerleştiği
dağların acılarla kavrulduğu toprağında filizlenen
bir Har-ı Bülbül’ün ilmek ilmek işlenip dilden dile
yası tutulan ağıtı değil midir bu destanın konusu?
Hüzün ve umudun hemhal olup hür vatan nidalarıyla
semada yankılanan vatan sevdası ile
kadın, erkek, yaşlı, genç demeden nefessiz verilen
mücadeledir bu seferin adı. Farklı coğrafyalara
yayılsa da bu milletin dalları bir tufan ile zedelense
bu dalların zerresi köklerinden aldıkları azim ile
bilirler ay yıldızın altında bir olmayı, birbirlerinin
yaralarını sarmayı. Söz konusu milletin istikbali ise
sökün gelir koca yüreklilerin kavi ruhları meydanlarda.
Yeter ki, acılarla karanlığa gark edilmeye
çalışılan insanlığı sırma bezeli neslin uyanış yolunun
seferberi olalım. Yeter ki Yaşasın Azerbaycan,
Yaşasın Türk milleti.
İşte bu eşsiz atmosferin ve kutsal ruhun yegane
emanetçileri biz Kırktuğ’un yağız çerilerinin baş
ülküsü;
“Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından
Koşar adım gitmeli onların arkasından” dır.
Yolumuz, dirliğimiz, duamız, mücadelemiz kutlu
ola.
07 14 22
Gönül Tezgahı – Tuğba Dinç Günay 6
Bizden Olmaz Kargosu – Alper Şenadam 7
Cumhuriyet Öncesi Kimlikli Bir Kent Olan İstanbul – Pelin Sultan Kara 8
Kafamda Cehennem – Muhammed Alpaslan Tandırcı Babil İkra 14
Doğmayan Günün Gurûbu – Muhammed Akif 17
Algı Yönetimi Üzerine – Aykur Sungur 18
Yakup Ömeroğlu ile Türk Dünyasında Kalem ve Gönül Kardeşliği İçin –
Röportaj: Tuğba Dinç Günay / Alper Şenadam 22
Huzursuz Hayat Sendromu – Hilal Gül 26
Anlamsızlık Üzerine – Mehmet Aylak 29
38 42 56
Feminizm ve Eğitimin Eleştirel Düşünceye Katkısı Üzerine Bir Deneme – Sinem Saka 30
Gettodan Çıkış: Alternatif Bir Yol Haritası Olarak
Sivil Toplum – Murat Pehlivanoğlu 34
Ankara’dan Taşraya Bakmak – Fatma Nazlı Atilla 38
Morcivert Yakalı Sevda – Suna Yıldız 41
Tartışmaların Odağındaki Sözleşme: İstanbul Sözleşmesi – Banu Balıbey 42
Türkiye’nin Enerji Güvenliği ve Üç Hilal Jeopolitiği – Hamit Berat Kaya 46
Geleceğimizden Sesler: Aile Olmak – Mehlika Kılıç 53
Meşe Palamutlarım Nerede ? – Sultan Kılıç 54
Kırktuğ Okumaları İnceleme: Bir İdam Mahkumunun Son Günü – Ayşe Göksu 56
Foto Öykü: Kaçkarlar – Feyza Nur Erdoğan 58
5
GÖNÜL TEZGAHI
Tuğba Dinç Günay
Çatılar karla örtülmüş, bacalarda duman tütmekte, sobada çıtır çıtır yanan odunlar, başında
hiçbir zaman eksik olmayan güğüm, yandaki bakırda kozalaklar, yeni yarılmış çam
odunları, duvarda üstünde geyiklerin olduğu örtü, üst tarafında boydan boya seren, serende
ibrik, güğüm, kazaneniği, yazma camekanları, ahşaptan çerçeveler, yerlerde minderler, işlemeli
örtüsü olan divanlar, üstünde potanlar, kapının yanında yüklük, düzgünce yerleştirilmiş
döşekler, yorganlar, yastıklar... İşte benim huzur kokan, insanı alıp zamana karıştıran evi.
Aaa bir de kilim ıstarı var. Yarıya kadar dokunmuş tamamlanmayı bekleyen kilim.Ninemle
avlunun işini bitirip başına geçeceğiz. Ninem hep “Yörüklerin evinde, barkında, çadırında
kilim ıstarı olmazsa olmaz.” der. Çok meşakkatli, sağlam sabır isteyen bir nevi de dinlendirici
bu uğraşı evin bütün kadınları bilmeliymiş yoksa kilim dokumayı bilmeyen kadınlar geçincemeden
anlamazmış.
Yazın kırkılan koyunların yünlerini ninem tengereği ile eğirir, halıcı ile büker sağlam ipler
üretir. Ağaç ve ot köklerinden elde edilen boyalara yatırırlar. Allı, morlu, gök, yeşil,sarı, kara
rengarenk ipler olur. Ardından ıstarın başına geçilir, ipler yerleştirilmeye başlanır, kirkitle
sağlamlaştırılır. İlk kilim dokuyanlar Türkmen motifiyle başlar. Elibelinde, deveboynu, kuşboynuzu,
çataldalı, yelek, sevdiler, kocayanlış gibi birbirinden farklı kilim desenleriyle devam
edilir. Kadınlar kilime hayallerini, umutlarını, sevinçlerini, kederlerini, üzüntülerini, sevdalarını,
ömürlerini dokurlar. Dağlarını, taşlarını, bahçelerini, yavrularını, ailelerini işlerler kilim
desenlerinde. Hayat veririler, anlam katarlar onlara. Her Yörük kızının çeyizinde mutlak bir
tane kilimi olur. Yıldan yıla değerini korur, ilk günkü canlılığını kaybetmez hiçbir zaman kilim.
Her baktığında seni alır memleketine, toprağına, vatanına götürür. Bende ninemle soğuğu sert
bu kış gününde hasret kokan hikayemi dokumaya başlarım.
Şöyle bir düşününce yurdumun dört bir yanında bizi biz yapan o kadar değerli örf, adet,
gelenek, alışkanlık var ki önemi bilinmeyen. Bu zengin kültür, birikim, bu saflık bu doğallık,
bu samimiyet benim , benim kimliğim, bizim kimliğimiz, hala toprağımızda değerleri için çabalayan
bir tutam insanın kimliği. Ahını, şahını, heyecanını, endamını kaybetmeyen koca bir
hazine, vatanımın tarifi.
Bütün insanlarımızla birlikte bir gönül tezgahında bizi biz yapan değerlerimizi kilim desenlerinde
buluşturmak en büyük temennim.
6
Bizden Olmaz Kargosu
Alper Şenadam
Yağmur temizlese yolumu
Derdimi bitirse rüzgar
Girsem evime
Uzunca geniş bir balkona
Soyunup uzansam
Atabilsem kendimi
Soyunsam da çıksam
Gözlesem yıldızları
Gözlerinin altında çillerde
Size şair kalbinden seslensem
Yıldız sefası gözler önünde
Sözler kalp
Yıldız sefası ölümün de ötesinde
Şair bedeniyle sesleniyorum
Kalemim çürük
Kalemi kırsam
Kalem incinir diye korkar
Yapamam
Uyuyup kalsam huzur içinde
Yıldızlar üstümü örtse
Kalbim aşiyanım
Bülbül sesi çok yabancı
Fısıldıyor yıldızlar parlatıp kendini
Bana masal
Bana ninni
Bana mutluluk
Gülüşünden hediye
Sofra vakti
Kaşığıma doluyor arkadaş kaybetmenin hüznü
Mermerleri çevirip soğutuyor unutmak
Yıldız sefası ışıltısı
Karşımda hayali
Çiçek koyduğum kenarlara siniyor
Her güneş doğuşunda Atatürk çiçeği selam duruyor
Yağmurun temizlediği yollarda
Yürüsek elele
Bu balkon uzunca cadde
Tren geçer ortasından
Bu balkon uzunca mektup
İlk mektup
Son söz,
7
CUMHURİYET
ÖNCESİ
KİMLİKLİ BİR
KENT OLAN
İSTANBUL
Pelin Sultan Kara
“Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedadır
Her bağçesi bir çemenistân-ı letafet
Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır”
(Nedim)
8
Yazımızın konusu olan İstanbul’un Osmanlı’daki
görüntüsüne kısaca bakacak olursak
şehir İstanbul, Galata ve Üsküdar olmak
üzere üç yerleşim bölümünden oluşmaktaydı.
İstanbul olarak adlandırılan bölüm minareler
ve anıtlarla bezeli ana kentti. Kentin en yoğun
yerleşme alanı doğu bölgesiydi. Kentin
merkezinde büyük çarşılar yer almaktaydı.
Burası ticaret bölgesiydi. Bu alanda tüm etnik
gruplardan kişiler bir arada ticaret yapmaktaydı.
Buranın dışında mahalleler milletlere
göre ayrılmıştı. Yarımadanın merkezinde
Müslümanlar yaşamaktaydı. Ermeni, Yahudi
ve Rumlar sahil kenarında yaşamaktaydılar.
Kent merkezinde büyük bir At Meydanı
bulunmaktaydı. Herkesin yararlanabileceği
bir başka açık alansa cami avlularıydı. Bu
avlular aynı zamanda dini ve dünyevi işlerin
birleştiği alanları oluşturmaktaydı. Gelişmiş
bir yol ağı yoktu. Dar sokaklar mevcuttu.
İstanbul bilindiği üzere tepeler üzerine
kurulu bir şehirdir. Birinci tepesinde Topkapı
Sarayı bulunmaktadır. Aynı tepede Ayasofya
ve Sultan I. Ahmet’in külliyesi de bulunmaktadır.
İkinci tepenin zirvesini Nuruosmaniye Camii
taçlandırmaktadır. Ayrıca bu tepede pek
çok han, Eminönü sahilinde de Valide Camii
(Yeni Cami) bulunmaktadır. Birinci ve ikinci
tepe arasında Kapalı Çarşı köprü konumundadır.
Üçüncü tepede Mimar Sinan’ın güzide
eseri Süleymaniye Külliyesi bulunmaktadır.
Bayezid Külliyesi de bu tepede bulunmaktadır.
Fatih’in fetihten sonra yaptırdığı ilk saray
bu iki külliye arasında bulunmaktadır. Dördüncü
tepede Fatih Külliyesi bulunmaktadır.
Beşinci tepede Kanuni Sultan Süleyman’ın
babası için yaptırdığı Sultan I. Selim Külliyesi
yükselmektedir. Altıncı ve yedinci tepelere
siluet kazandıran anıtsal bir yapı bulunmamaktadır
(Çelik, 2019).
İstanbul tarihte kurulan iki büyük
imparatorluğa başkentlik yapmış önemli bir
şehirdir. Kutsal Roma’nın başkentliğinden
Peygamber hadisine nail olmuş mukaddes
İslam kentine dönüşmüş ve süreçte çeşitli
çehrelere sahip olmuştur.
1950’lerde olan kazılarda İstanbul’daki ilk
yerleşimin M.Ö. 3. veya 2. bin yıllarda olduğuna
dair kanıtlar bulunmuştur. Kadıköy ve
Galata’da iki Megara kolonisi yaşamıştır. İlk
hükümdarlardan biri onuruna kente Bizantion
adı verilmiştir. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu
yere akropolis inşa edilmiştir. Burada Zeus,
Apollo, Poseidon, Afrodit, Artemis ve Athena
tapınakları bulunmaktadır. M.S. 196’ da
Roma İmparatoru Septimius Severus tarafından
Bizantion’un orijinal surlarını yıkılıp yeni
surlar inşa edilmiştir (Çelik, 2019).
330’ da kent Romalıların eline geçmiş,
I. Constantinus Roma’nın başkentini buraya
taşımıştır. Daha sonra kentin adı bu hükümdarın
adıyla anılagelmiştir. Roma İmparatorluğu
kente yeni surlar inşa etmiştir. Kent Roma’dan
izler taşımakla birlikte Roma mimarisinin
birebir aynısı olmamıştır. İki, büyük ana cadde
yapmışlardır. I. Constantinus Roma’nın
kent yönetim şemasını buraya uyarlamaya
çalışmıştır. İmparator Roma’nın anıtsal mimari
yapısını başkente taşımıştır. Günümüze
Constantinus döneminden ulaşan tek eser
Çemberlitaş olarak bilinen sütundur. Constantinus
kente büyük kiliseler inşa ettirmiştir
lakin bunlar yıkılmıştır. Domi, tabernae ve insulae
diye üç konut tipi görülmüştür. Domide
varlıklı ve soylu aileler oturmuştur. Tabernae
sıradan halkın yaşamış olduğu evlerdir. İnsulae
ise çok katlı yoksul evleridir. 4. yüzyıldan
sonra Constantinus surların dışında oluşan
banliyölere konak ve orta sınıf konutları
inşa ettirmiştir. 5. yüzyılda Galata’da kilise,
tiyatro, hamamlar ve liman bulunmaktaydı.
6. Yüzyılda II. Tiberios Galata Kulesi’ni inşa
ettirmiştir. Kent 5. yüzyıldan sonra fazla
genişlememiş fakat nüfus, anıt binalar, konut
sayıları artmıştır. Kentin ilk imar yasağı 450
yılında çıkarılmıştır. Binaların on kattan fazla
olması yasaklanmıştır. Aynı yüzyılda su ihtiyacı
ortaya çıkmış ve su kemerleri yapılmıştır.
Halen bilinen Bozdoğan Kemeri o döneme
aittir. Ayrıca pek çok yeraltı ve yer üstü sarnıcı
yapmışlardır. II. Theodosios döneminde
kentin dört tepesi anıtlarla bezenmiştir. Augusteion,
Hipodrom, ilk Ayasofya Kilisesi,
Constantinus Forumu, Theodosius Forumu,
9
Havariyum Kilisesi tepeler üzerlerindeki anıtlardır.
Osmanlı döneminde kentin görünümü
bu dönemde başlayan sürecin devamı olmuştur.
Şehrin en önemli anıt eserlerinden bazıları
İustinianos döneminde yapılmıştır. Roma
mimarisi ile Helen kültürünün karması eserler
ortaya konmuştur. Bu dönemin en önemli
eseri Ayasofya Kilisesi olmuştur. İustinianos
döneminin mimari özelliği yükseltilmiş kubbeyle
örtülmüş merkezi mekanlardır. 11. yüzyıldan
itibaren kentte Akdeniz ve Karadeniz
ticaretinin artmasıyla yabancı cemaatler
yayılmıştır. Yabancılar imtiyazlar kazanmaya
başlamıştır. İtalyanlar, Venedikliler, Cenevizliler,
Araplar ve başka yabancılar yerleşmeye
başlamışlardır. Arapların ilk kuşatmasından
13. yüzyıla kadar kentte üç cami yapılmıştır
(Çelik, 2019).
Kent 30 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı
Devleti’nin egemenliğine girmiştir. Fatih Sultan
Mehmet merasimle kenti payitaht ilan
etmiş, imparatorluğun idari, iktisadi ve dini
merkezi yapmak için yeni bir imar süreci
başlatmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in yaptığı
ilk faaliyet Theodosios Surları’nın onarımı ve
kentin yeniden iskanı olmuştur. Fatih kenti
aldığında kentin nüfusu 50.000 idi. Fatih
kaçakları evlerine geri yerleştirmiş ve esirlerin
bir bölümünü Haliç’te iskân ettirmiştir. Kente
imparatorluğun çeşitli yerlerinden Müslüman,
Hristiyan ve Yahudi nüfus nakletmiştir. Ticari
hayatı canlandırmak için pek çok tacir kente
göç etmiştir. Fetihten sonraki temel hedef
Müslüman cemaatlerin İslami gereklere göre
yaşayabileceği gibi bir şehir yaratmak olmuştur.
Külliyeler çevresinde mahalleler gelişmiştir.
Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülmüştür.
Fatih kenti on üç nahiyeye ayırmıştır.
Nahiyeler çeşitli mahallelerden oluşmaktadır.
Bizans’ta geniş meydanlar ve arterler vardı
ama 15. Yüzyılda bunların önemi azalmıştır.
Amaç İslam kenti yaratmak olduğu için en
büyük yatırımlar dini binalara yapılmıştır.
On yedi kilise camiye çevrilmiştir. Ebu Eyyub
el-Ensari’ye türbe yapılmıştır. Dördüncü tepedeki
Havariyun Kilisesi’nin yanına Fatih Külliyesi
yapılmıştır. Fatih döneminde 190 cami,
24 mektep ve medrese, 32 hamam, 12 han
10
ve bedesten inşa edilmiştir. Kapalıçarşı’nın
merkezi kısmı Fatih zamanında tamamlanmıştır
(Çelik, 2019). İslam kentinin önemli iki
unsuru vardır. Bunlar cami ve pazar alanıdır
(Kuban, 1968). Bu cami ve bedesten Ayasofya
ve Kapalıçarşı’da vücut bulmuştur. Osmanlı
imparatorluk sarayının inşası da Fatih
dönemindedir (Çelik, 2019).
16. yüzyılda İstanbul’da hızlı nüfus artışı
görülmüş olmakla birlikte Müslüman- gayrimüslim
oranı sabit kalmıştır. Mahalleler
genişlemiştir. Bizans’tan kalan caddeleri eritmişlerdir.
Bu yüzyılda inşaat sayısı artmıştır.
Anadolu-Türk mimari unsurları ve Bizans motifleri
karışımından İstanbul’un güzide mimarisi
oluşmuştur. Kanuni’nin uzun saltanatına
denk gelen bu süreçte kente birçok anıt inşa
edilmiştir. Mimar Sinan’ın etkisiyle Osmanlı
mimarisi zirveye ulaşmıştır. Süleymaniye Külliyesi
bu dönemde inşa edilmiştir. Süleymaniye
Külliyesi cami, beş medrese, bir darüşşifa,
bit tıp mektebi, bir imaret, bir kervansaray,
muhtelif türbeler, dükkanlar ve çeşmelerden
oluşmaktadır. Sinan Ayasofya’nın sistemini
Süleymaniye’de taklit etmiştir. Bu dönemde
İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi
olduğu algısı yerleşiklik kazanmıştır. Bu
dönemde ayrıca Sultan Selim Külliyesi, Şehzade
Külliyesi, Kara Ahmed Paşa Külliyesi,
Edirne Kapıdaki Mihrimah Sultan Külliyesi ve
Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi, Sinan tarafından
inşa edilmiştir. Sinan’ın eserleri sadece
İstanbul olarak bilinen bölgede değil Üsküdar
ve Haliç’te de bulunmaktadır (Çelik, 2019).
17 ve 18. yüzyılda İstanbul her ne kadar
önceki dönemlerin seyrinde ilerlemeye çalışsa
da ekonomik yetersizlikler baş göstermeye
başlamıştır. 17. yüzyıl İstanbul’a Sultanahmet
Külliyesi ve Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi
kazandırmıştır. 18. Yüzyıl kente anıtsal bir
yapı kazandıramamakla birlikte Avrupa
mimari modasının benimsenmesine yönelik
adımların atılmaya başlandığı yüzyıl olmuştur.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi Fransa ziyaretinden
döndükten sonra Paris’teki askeri,
teknik yapıları incelemenin yanında park,
bahçe, sarayları da inceleyip bunlarla ilgili
yazı yazmıştır. Bu dönemde birçok yabancı
sanatçı ve mimar İstanbul’a davet edilmiştir.
Osmanlı Baroğu bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Osmanlı Baroğunun en iyi örnekleri Nuruosmaniye
ve Laleli Camileridir. Fransa’nın
şelale ve su oyunları da bu dönemde Osmanlı
çeşmelerine yansımıştır. Bu süreçte İstanbul
yarımadası durağan olsa da Galata fazlasıyla
büyümüştür (Çelik, 2019).
19. yüzyıl ise İstanbul’u etnik veya dini
olarak değiştirmemiş fakat kentteki kimliği,
yapılaşmayı derinden etkileyecek değişiklikler
getirmiştir. Bu yüzyıl aynı zamanda
Osmanlı’da büyük modernleşme adımlarının
da atıldığı yüzyıl olmuştur. 1838-1908 yılları
arasında pek çok siyasi ve ekonomik değişikler
olmuş, antlaşmalar imzalanmış, fermanlar
yayınlanmıştır. Süreci 1838’de Balta Limanı
Ticaret Antlaşması başlatmıştır. 1839’da Tanzimat
Fermanı, 1856’da Islahat Fermanları
ilan edilmiştir. 70 yıllık bu süreçte II. Mahmut,
Abdülmecid, Abdülaziz, V. Murat ve II. Abdülhamit
padişahlık yapmıştır. Yetmiş yıllık
bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme,
batılılaşma hareketlerinin en yoğun
olduğu süreç olmuştur. Yönetimden mimariye
kadar her alanda Avrupa örnek alınmaya
başlanmış. İstanbul’da dönemin başkentleri
ile benzeştirilmeye çalışılmıştır.
19. yüzyılda Avrupa tarzı belediyecilik
ve kent planları denenmeye çalışılıyordu.
İstanbul’da kentsel olarak dönüşümden
payına düşeni alıyordu. Bir yandan belediyecilik
deneniyordu, bir yandan yabancı tüccarların
ve sanayicilerin işlerini kolaylaştıracak
şekilde kent biçimleniyordu. Ulaşım şebekesi
Avrupalıların mallarını kolaylıkla taşıyabileceği
şekilde biçimleniyordu.
Yerli sanayinin zarar görmesini istemeyen
hükümet tarafından 1840larda bir imalathane
kurulmuştur. Theodosios Surları’nın
dışında, kentin batısında bir sanayi bölgesi
oluşturulmuştur. Zeytinburnu’nda dökümhane
kurulmuştur. Bu bölgeye yakın yerde pamuklu
çorap imalatı yapılmaktadır. Bu çevreye
sanayinin bir parçası olarak 200 metre uzunluğunda,
iki katlı barakalardan oluşan işçi
konutları yapılmıştır. Bakırköy’de tersane, dokuma
fabrikası, dökümhane, makine atölyesi
kurulmuştur. Üretim için devlet işletmelerinin
yanında bir takım Avrupalı şirketlere imtiyazlar
tanınmıştır. Bir Türk-İslam kenti olan İstanbul
adeta bir sanayi kentine dönüştürülmeye
başlanmıştır. İstanbul’da batıyı örnek alan
sanayi fuarları ve sanayi sergileri düzenlenmeye
başlamıştır.
Bir İslam devleti olan Osmanlı’nın klasik
kent yönetimi mümin bireyi ve cemaati esas
almıştır. Bu sebeple beledi hizmetler cemaatler
vakıflar tarafından yapılmıştır. Tanzimat’tan
sonra muhassallık meclisleri kurulmuştur.
Modern anlamda yerel yönetimlerin
çekirdeklerinin inşa edilme çalışması başlamıştır.
Eski sistemde kadılar beledi işlerden
sorumluyken 1926’da İhtisap Nezareti’ne
yetkileri bırakılmıştır. 1836’da Evkaf Nezareti
kadıların başka görevi olan vakıf işlerini
üstlenmiştir. Kadıların yetkilerinin bu iki nezarete
devrinden sonra temizlik, aydınlatma
gibi beledi işler aksamaya başlamıştır. Bu
da batılı belediye isteyenlerin işine gelmiştir.
1855’de İstanbul’da ‘şehremaneti’ kurulmuştur
(Yaylı, 2018).
Tanzimat sonrası değişen bunca kurumsal
yapı etkisini kent dokusu ve özelde mimaride
göstermiştir. Osmanlı\İslam kent görüntüsü
Avrupaileştirilmeye başlamıştır. Mimaride
yaygın olarak kullanılan ahşap malzeme
kenti duyarlı hale getirmiştir. Eski ve çıkmaz
sokaklar yaygındı. Dönemin yönetimi
kentin dönüşümü için dışarıdan mimarlar,
mühendisler getirmişler ayrıca kendi talebelerimizi
yurt dışına eğitime yollamışlardır. Kent
planlaması ve inşaat işlerinin düzenlenmesi
yolunda atılan ilk adım 1848’de çıkarılan
nizamname olmuştur. 1848’de Ebniye Nizamnamesi,
1858’de Sokaklara dair Nizamname,
1863’te Turuk ve Ebniye Nizamnamesi,
1875’de İstanbul ve Belde-i Selasede
yapılacak Ebniye’nin Suret-i İnşaiyesine Dair
Nizamname, 1877 Dersaadet Belediye Kanunu
ve 1882’de Ebniye Kanunu çıkarılmıştır.
Bu kanunlar ulaşımı için yeni yollar, sokaklar
düzenlemiştir. Ayrıca ahşap olan binaların
tuğla, taş, kagire dönüştürülmesini içermiştir.
11
Sokakların genişliğiyle orantılı bina yükseklikleri
belirlemişlerdir (Çelik, 2019).
İstanbul’un ahşap bina yapısı tarihi
boyunca pek çok tehlikeli yangına sebep
olmuştur. 1663-1839 arası toplam 109
büyük yangın olmuşken, 1853-1906 arası
bu sayı 229’a yükselmiştir. Önceden yanan
binaların yerine aynı şeklide tekrar bina
yapılıyorken 19. yüzyılın ikinci yarısında
yanan binaların sonucu yeniden değişen
mimari yapıya göre binalar inşa edilmiştir.
Yangınlardan sonra yeni planlar oluşturulmuş
ve bu planlar sahil şeridi ve ana arterlere paralel
yürütülmüştür. 19. yüzyılın ortalarında
Pera’da nüfus tahammül edilemez boyuta
ulaşmıştır. Mekteb-i Harbiye’nin karşısında
bu nüfus için yeni yerleşim alanı açılmıştır.
Burası için yapılan plana göre on ana
cadde ve mimariye yeni giren kaldırımlar
tasarlanmıştır. Yapılacak inşaatlarda tuğla ve
çimento zorunlu kılınmıştır.
Yetmiş yıllık dönemde İstanbul kentinin
planlaması için üç büyük proje hazırlanmıştır.
Bu projelerin amaçları modern bir ulaşım ağı
kurmak ve batı teknolojisi ve kültürüne göre
bir kent çehresi oluşturmaktır. İlk plan Abdülmecit
zamanında Helmuth Von Moltke tarafından
yapılmıştır. Diğer iki proje ise Abdülhamit
zamanında F.Arnodin ve Joseph Antonie
Bouvard tarafından yapılmıştır (Çelik, 2019).
1840’lı yıllara kadar kentte anıtsal yapının
hâkimi İstanbul kısmı olmasına karşın 19. yüzyılın
ortalarından sonra Haliç’in kuzey yakası
12
anıtsal eserlerle bezenmiştir. İstanbul’da zaten
karmaşık bir mimari üslup hâkim olmuştu.
Buradaki yapılarda batının çağdaş mimari
üslubunu İstanbul’a sokmuşlardı. Klasik, gotik,
İslami üslup ve art nouveau kentte görülen
dört ayrı mimari üslubu oluşturmuştur (Çelik,
2019).
19. ve 20. yüzyıllarda batıya bu kadar
bağlı mimari Türk aydınlarında bir tedirginlik
yaratmıştır. Neticede Osmanlı Devleti’nin
Mimar Sinan gibi bir övünç kaynağı vardı.
Osmanlının yozlaşan mimarisini kurtarmak
için öneriler sunulmaya başlamıştır. Osmanlı
mimarisinin üstünlüklerini göstermek amacıyla
Montani Efendi, Boğos Şaşıyan Efendi
tarafından Viyana Sergisi için Usul-i Mimar-i
Osmani hazırlanmıştır. Bununla İstanbul, Edirne,
Bursa camileri tanıtılmıştır. Eserin sonunda
batılı mimarinin özgün Osmanlı mimarisini
yozlaştırdığı anlatılmıştır.
Osmanlı batı mimarisini biraz daha taklit
ederse kendi sonunu hazırlayacaktı. Sultan
Abdülaziz zamanında milli sanat için bazı
olumlu adımlar atıldı. Fenn-i Mimari-i Osmani
Osmanlı mimarisinin detaylarını ve özelliklerini
anlatmaya çalıştı. Çalışmanın başlıca amacı
Osmanlı mimarisiyle daha önce güzel eserler
ürettiğimizi gösterip buna devam etmemiz
gerektiğiydi. Neo-Türk üslubunun kullanılması
için mimarları cesaretlendirmek amacı
vardı. II. Abdülhamid döneminde Osmanlı
mimarisinin son durumunu göstermek için
Milli Sanayi-i Nefise’nin İnkişafı ve İmkanların
Tedarikine Dair İmzasız Umumi Layiha adında
bir vesika hazırlandı. Bu vesikaya göre özgün
son mimari yapı 1663’te bitmiş olan Valide
Sultan Camisi’dir. Vesika alafranga konut mimarisini
de eleştirmektedir. Mimarideki çöküşe
Türk mimarlar yerinde yabancı mimarların
projelerinin yapılmasının sebep olduğu belirtilmektedir.
Vesika sonucunda bazı binaların
İslami bazı binaların batılı üslupla yapılmasına
karar verildi. Avrupa’dan alınan üslup Rönesans
üslubu oldu. Tartışmalar çok oldu ama
etkili düzenleme olmadı. 1881’de Tanzimat
geleneğine uygun olarak Sanayi-i Nefise Mekteb-i
Alisi kuruldu. 1883’te Hendese-i Mülkiye
Mektebi açıldı. Mimari eğitime ağırlık verilmeye
başlandı. Tanzimat reformlarına kadar
mimari eğitimi Hassa Mimarlar Teşkilatı tarafından
yürütüldü. Bu teşkilat Umur-ı Nafia ve
Ticaret nezaretlerinin ortaya çıkışından sonra
dağıldı. Sonra kırk yıl boyunca mimari eğitim
veren kurum kurulmadı (Çelik, 2019).
İstanbul senelerce Bizans’a başkentlik
yapmış ve Bizans mimarisiyle biçimlendirilmiş
bir şehirdi. 1453’te fetihten sonra bir Osmanlı
şehri olmuştu. Osmanlı bir İslam devletiydi.
Osmanlı aynı zamanda Türk kültürünün de
sonucu olan bir devletti. Orta Asya’dan
kalma bir gelenek ve Anadolu’da oluşmuş
Selçuklu’dan kalma mimari gelenek ve kültür
vardı. İstanbul tüm bu geleneklerin ürünü
bir şehirdi. Özellikle mahalle örgütlenmesi,
geniş, büyük avlulu evler, dar ve çıkmaz sokaklar,
Cuma Camisi, pazaryeri Türk-İslam
kentinin belirgin özellikleriydi.
19. yüzyılda tasarlanan İstanbul kenti ise
genel olarak bu var olan yapının değişikliğini
getirmiştir. Geniş ve büyük caddeler, çok katlı
apartmanlar batı kültüründen Osmanlı’ya
geçmiştir. Ev insanın ömrünü geçirmiş olduğu
yer olarak ve kendi psikolojisini yansıtması
gerekmelidir. Ayrıca evlerin mimarisinde
gelenek, görenek, kültürel ve ahlaki yapıda
gözetilmelidir.
Müslüman aile ile Hristiyan ailenin yaşam
biçimleri haliyle aynı değildir. Fakat bu
dönemde bunlar göz ardı edilerek mimari
yabancıların eline bırakılmıştır. Turgut
Cansever evin mimar ve evde yaşayacak
kişilerin ortak psikolojik ürünü olması gerektiği
vurgulamıştır (Cansever, 2006). Fakat kendi
kültüründen olmayan bir mimar ile ortak
psikolojik paydada buluşmak çok da kolay
olmamaktadır.
Sözü Geçen Çalışmalar
Cansever, T. (2006). İslam’da Şehir ve Mimari.
İstanbul: Timaş.
Çelik, Z. (2019). 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti
Değişen İstanbul. (S. Deringil, Çev.) İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kuban, D. (1968). Anadolu-Türk Şehri Tarihi
Gelişmesi, Sosyal ve Fiziksel Özellikleri üzerinde
Bazı Gelişmeler. Vakıflar Dergisi(7), 53-73.
Yaylı, H. (2018). Türkiye’de Yerel Yönetimlerin
Tarihi Gelişimi. K. Görmez, & H. Yaylı içinde, Yerel
Yönetimler (s. 60-108). Ankara: Orion.
13
KAFAMDA CEHENNEM 1
Sırf birilerinin bizi
okuduğu düşüncesi,
aklımızı kaçırmamıza
yeter. 2
Emil Michel Cioran
Muhammed Alpaslan Tandırcı
Babil İkra
Henüz sabah olmadığını zannettiren kandırıkçı
bir öğlen. Uyandı. Kolay vazgeçemediği
eski alışkanlıklarının biriyle, çalar saat
tokatlar gibi tokatladı telefonunu. Milyarlık
telefona inen darbenin ve ekranda arasına
iki nokta sıkışmış rakamların anlamını idrak
edince sıçradı. Palas ve pandıras çıkıverdi.
Yarımayak durağa koşmaya koyuldu. Lanetinden
yakayı kurtaramadı. Sürekliliğiyle
temayı korku filmine çevirebilecek olan müzik
kutusu gibi kurmaya başladı. “Sigara dumanı
eskiden yalnıza gri bir dumandan ibaretti.
Kötü kokulu, kimilerine göre griliğinden ötürü
dert yüklü küçük bulutlardı. Kimilerinin
dudaklarıyla şekil verebildiği yoğun, gri ve
yakınından geçen insanın üstüne sinen kötü
kokulu duman... Kimilerine göreyse sadece
pisliklerin bir türüydü. Ama artık öyle değil.
Çünkü sigara dumanının fark edilemeyen ve
bugünlere kadar pek de önemsenmemiş bir
yanı ortaya çıktı. Sigara dumanı artık hastalık
sahibi olma potansiyelini haiz bir kişinin
ciğerlerine giren, orada vakit geçiren, sonra
da oradan dışarıya üflenmek suretiyle çıkan
ve bu hasletleriyle pek çok insanın sağlığını
tehdit eden bir tür biyolojik silaha dönüştü.
Normal nefesten daha yoğun ve yayılmacı
oluşuyla artık eskisinden daha pis...”
14
Tarumar o akşamüstü. Vasıtalar değiştirdi.
Göz kepenklerini kadırışından itibaren türlü
korkuların etrafında örümcek ağı gibi örüldüğünü
düşündü. Kasıntıca. Kaçırılacak bir
metrodan dolayı yaşanan kaybın yalnızca
üç dakikadan ibaret olmadığını şehir hayatının
herkese bellettiği tespitinde bulundu. En
cahili bile kaçırılan bir metronun en az yirmi
dakikaya mal olduğunu bilirdi herhalde. Böylelikle
müzik kutusuna kapılıverdi. “Korku...
İnsan hayatının neredeyse tamamını oluşturan
süreç… Ekoloji düşüncesi ve ekolojik sorunlar
bile korkudan köklenip filizlenmektedir.
Ekolojik sorunları oluşturan faktörler artık
yaygınca bilinmektedir. Bu faktörler esasen
daha az kazanamamaktan veya daha aza
sahip olma halinden korkma ile daha hırslı
bir üretime girişme meselesidir. Doymamak
ve tatmin olmamak korkusuyla bolca tüketmek...
Hayata dair hemen hemen tüm halleri
bu çerçevede açıklamak mümkündür. Ekoloji
düşüncesi de benzer şekilde korkunun eseridir.
Dünyanın ve dolayısıyla insan yaşamının
yok olmasına dair bir korkunun eseri hem de.
Konu üremekle ve türün devamıyla ilgili hale
geliyor. İnsanoğlu bir yandan aynı yok olma
korkusuyla çılgınca tüketmek için çılgınca
üretiliyor. Bir yandan da aynı yok olma korkusundan
kaynaklanan başka bir yok olma
korkusuyla tüm yok olma korkularını bertaraf
etmek için ekoloji düşüncesini inşaa ediyor.
Enteresan bir paradoks. Korku insana neler
yaptırıyor...” Önceki duraktan hareket eden
metronun rüzgarıyla kendine geldi.
Üşengeç ve nöbetini geceye devretmeye
teşne bir akşam. Sövmedi. Fakülte çıkışı yakılan
sigaranın hatırına... Aynı vasıtaları donuklukla
değiştirdi. Derken üst geçitte ihtivası
buruk bir tutukluk peyda oldu. Derinlerde ise
müzik kutusunun kurulma tıkırtıları… “Bilgi
üretimi yalnızca atıf vererek, dipnot düşerek
yapılmaz, yapılamaz. Düşünerek, varsayımlar
aracılığıyla da bilgi üretilebilmektedir.
Ancak bu şartlarda bilginin peyda olması
için işçilik çok fazla olmaktadır. Buradaki
işçilikten kasıt düşünce işçiliğidir. Mevzu bahis
konuda okuma yapmak, kişiyi bir açıdan
zahmetten kurtarmaktadır. Zira çoğunlukla insanın
aklına gelen düşünceler, varsayımlar ve
neden-sonuç ilişkileri ile elde ettiğimiz bilgiler
ilk defa onun aklına gelmiş olmuyor (Tabii ki
bu durum kişinin hiçbir şeyi ilk kez düşünemeyeceği
anlamına gelmez). Tam bu noktada
okumak, faydalı bir eylem ve bir tür kestirme
yol olarak ortaya çıkmaktadır. Dışarıdan alım
olarak okumak ile iç üretim olarak düşünmek
arasında br denge olmazsa bilgi üretimi zayıflayacaktır.
Olması gereken hem okumak
hem düşünmek, düşünerek okumak ve okurken
düşünmektir. Düşündüğünü doğrulamak
için okumak ve okuduğunu doğrulamak için
düşünmekten kaçınılmalıdır. Akademik tahakküm
tam da burada ortaya çıkıveriyor.
Akademiciler, düşünerek okumak yerine ya
düşündüğünü doğrulamak için oku ya da
okuduğunu doğrulamak için düşün diyor çok
bilmişçe… Halbuki kişi bir seçim yapmak
zorunda değildir veya hiçbir şey seçmemeyi
seçebilir. İnsanoğlu sonuçta.” Hem Kemal
Tahir: “Nerede şekil muhtevadan önemli sayılıyorsa
orada muhteva yaşama gücünü yitirmiştir.
3 ” diyerek destekliyordu onu. Nietzsche
de iyi yazmanın aynı zamanda iyi düşünmek
anlamına geldiğini 4 söyleyerek kendini hatırlatıyordu.
Gece. Alelade. Bir sağa bir sola dönüşlerin
kaotik ritmi müzik kutusunu yutmakta.
Kontrol: Kayıp. “Ne zaman insan denen canlının
muktedirliğini soruşturmaya kalkışsam
insanın isterse kendi kalbini durduramamasından
başlarım. En basitinden bazı insanlar
kulaklarını oynatamaz, istese bile. Oysa kulağını
değil de kolunu oynatamazsa o insana
felçli denir. Kan dolaşımı insan vücudunun
her yerindedir ama her insan bunu salt beyin
gücü ile hızlandırıp yavaşlatamaz. Öyleyse
15
asıl patron beyin midir, insanın kendi midir?
İnsan tam olarak nedir? İnsan ve insan beyni
ayrı otoriteler olarak düşünülebilir mi? Öte
yandan bir insan başka bir insan üzerinde
mutlak iktidar sahibi olabilir. İsterse onun kalbini
durdurabilir. İsterse onun damarlarındaki
kanı hızlandırıp yavaşlatabilir. Ama kendi
kalbini isteyerek durduramaz. Öyleyse otorite
nedir ve otoriteden ne anlamalıyız?”
Zaman: Sabah. Yer: Masa. Hava Durumu:
Serin. Dönüp durmanın sonu: Yok. Harekete
geçmek: Lazım. Bir lanetle yaşamanın öğrenilmiş
çaresizliğiyle kendine ayıp etmemek
için yazılmaya girişilmiş birkaç satır:
“Sokrates’in savunmasından ilham alarak
yazıyorum bunları. Esir olmayan bu şehrin
insanları arasında mahpusum ve bir yol ayrımına
ihtiyacım var ey hayat! Zira bu yol, yol
olmaktan çıkıyor an be an. Bu yolda cennetin
dibinden cehenneme övgüler savuran biri ile
cehennemin dibinden cenneti kundaklayacağını
nefretle haykıran biri arasında gide gele
insan olmaya çalışılıyor. Bir yanım Atinalıların
içindeki şeytan ilan edilip recmediliyor. Bu
sözlü ve onursuz bir recm, arkadan konuşmak
suretiyle... Diğer yanım ise tatar çölünde yalnızlık
dolambacına yamuk bakarak bağdaş
kurup çürümenin kitabını okuyor. Öteki yanım
ise “Çok abarttık monşer bu insan olmak işini,
bir yeryüzü tanığı olarak gelmiş bulunduk,
üstü kalsın.” diyor. Öbür yanımsa düşünmenin
hem eylem hem bilim olduğunu iddia
edersem bu Atinalıların beni yine recmedeceğini
söyleyiveriyor dondan fırlar gibi.”
Kemal Tahir’den sonnot: “Nerede anlamsızlık
varsa orada kaytarma vardır, nerede
kaytarma varsa orada bunaltı olmasın olmaz.
5 ”
KAYNAKÇA:
1. Kayra, Kafamda Cehennem, 2019
2. Emil Michel Cioran, Zamana Düşüş,
Metis Yayınları, 2020, sf.32.
3. Kemal Tahir, Notlar Sanat – Edebiyat
1, İthaki Yayınları, 2016, sf.243.
4. Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi
/ İnsanca, Pek İnsanca 2, İthaki Yayınları,
2005, sf.65.
5. Kemal Tahir, Notlar Sanat – Edebiyat
1, İthaki Yayınları, 2016, sf.240.
16
Doğmayan Günün Gurûbu
Fena bir dörtlük yazmaya meyyâl kalemim
Kâğıdım temiz ve hazır, sıcak fincanım
Amma sözlere sığar mı bilmem elemim
Ceviz kabuğunu mesken tutmuş bir canım
Benim elemim ki mâlûm Âdem’in hâli
Kurduğu dünya da insâniyetten hâli
Bende temerküz eden hâl-i pür melâli
Hakkıyla bilsem dahi çözmeye bîcanım
Ömrüm’ hiç edip bir ev, araba uğruna
Kocalıp adaletsiz ilimin kahrına
Ermeden insanlığın onurla fahrına
Ölüverip giden sanma yalnız bir canım
Bittabii her birimiz payı bir paydanın
Yahut aşığıyız bir berceste maydanın
Ve bendegânıyız en geçici faydanın
Ben de bir bendeyim, yapayalnız bir canım
Bu bedbaht yalnızlığın nicesi ortağı
Nice yuva bilen sıkıştığı kıstağı
Şangrağı bir an bile aymadan soğuk otağı
Gün görmeden gurûbu seyreden bir canım
Sanmayın sakın bu dert yalnız bir kişinin
Sağının nefesi kokusundan leşinin
Hasretinden, insanca yaşama düşünün
Sükût figânı âlemce mâlûm bir canım
Bir isem de bir değil her bir dertmend âdem
Ki biri toprak, biri yaprak, biri çiğdem
Yanaşmaz hürriyet kavgasına bir kadem
Anda bunca korkaklar içinde bir canım
Amma ben de bir canım mahdut takatim de
Ne kadar sevsem de haddinde şefkatim de
Umutlarım dahi yurdumla firkatimde
Bir olmuş en gencinden ihtiyar bir canım
Bu soluk umutların nicesi ortağı
Nicesi reddeden sıkıştığı kıstağı
Şangrağı bir an bile aymadan soğuk otağı
Gün görmeden gurûbu seyreden bir canım
Muhammed Âkif
17
Bireyin yaratılış gereği diğerleri üzerinde
güç ve üstünlük tahkim etme gayreti küçük
gruplara, topluluklara, milletlere, devletlere
de sirayet ederek haklılık elde etme ve üstünlük
kurma mücadelelerinin ön plana çıkmasına
neden olmuştur. Bu amaca ulaşma doğrultusunda
yaşanılan zaman diliminin imkanları
en iyi şekilde kullanılıp, kitleler üzerinde derin
izler bırakan faaliyetler kurgulanmıştır. Günümüz
teknoloji ve bilgi çağının gelişimine
paralel olarak medya, siyaset, eğitim, ticaret
gibi alanların da kendini revize etmesiyle bu
faaliyetler daha ustaca ortaya çıkarılmıştır.
Bilginin çabuk ulaşılır olması ve güvenilirliğini
yitirmesi pek tabi güç ve üstünlüğe ulaşmak
isteyen kişilerin ve toplulukların elini kuvvetlendirmiştir.
Bu noktada bilginin çok kısa
zamanda kontrol edilebilir ve yönlendirilebilir
olması kitleleri açık bir hedef haline getirmiştir.
Keza olta ile balık tutan bir balıkçı, suyun
berraklaşmasının ardından ağ yöntemine
geçerek hedefine çok daha kısa sürede ulaşması
mümkün olacaktır.
Tarih boyunca çeşitli mücadeleler içine giren
grupların, galip çıkma, gücü elinde tutma
18
Aykut Sungur
ALGI YÖNETİMİ ÜZERİNE
ve İktidarı zapt etme amaçlarıyla kullandığı
yöntemler arasında en etkin olanı şüphesiz
ki, hedef kitlenin bir amaç doğrultusunda
ikna edilmesi, bir diğer deyişle algı yönetimidir.
Çünkü toplulukların irade ve arzularının
kapsamına girmeyen şeyler doğrudan güç
sarfiyatını beraberinde getirmektedir. Bu ise
amaca giden yolu engebeli bir arazi haline
getirmektedir. Mezkûr olgu tarihte ilk olarak
M.Ö. 500’lü yıllarda Çinli komutan Sun Tzu
tarafından “Harp Sanatı” adlı eserde dile getirilmiştir.
Sun Tzu’nun bu eserinde bahsettiği
algı yönetimi ve buna bağlı olarak psikolojik
harp teknikleri halen geçerliliğini sürdürmekte,
algı yöneticileri tarafından içinde bulunulan
zamana uydurularak kullanılmaktadır.
Kitabında gücü gizlemek ve düşmana güçsüz
görünmek, düşmana yakınken uzakta olunduğunu,
uzaktayken yakında olunduğunu
hissettirmek, çabuk sinirlenen bir düşmanı
hata yapması için daha da sinirlendirmek,
düşmana zayıf görünerek onu yanıltmak
gibi uygulamalara yer vererek; zaten otorite
ve mutlak iktidar sahipleri olan Cengizhan,
Sezar, Hannibal tarihteki birçok büyük psiko-
lojik savaş ustasına yol göstermiştir. 1 “Tarihimizde
bunu en güzel biçimde kullananlardan
birisi, ünlü Kanije Kalesi savunması komutanı
Tiryaki Hasan Paşadır.” Meşhur sahte mektup
taktiği ile düşmanın algı yollarına hücum
ederek, içinden çıkılmaz bir hâl alan kale
savunmasından muvaffak olabilmesi, bu doğrultuda
iyi bir örnektir.
Algı yönetimi kavramının örgütlü, sürekli
ve sistemli olarak uygulanmaya başlandığı
ilk tarih, Papa 15. Gregory tarafından Protestanlığa
karşı Katolikliğin propagandasının
yapıldığı süreçtir. Bu tarihte ilk defa kullanılan
propaganda kelimesi yayma manasında kullanılmıştır.
Kilise o dönemde “Congragatio
de Propaganda Fide” isimli “İnancı Yayma
Cemiyeti” anlamına gelen bir organizasyon
oluşturmuştur. Kavramın siyasallaşarak günümüze
gelmesi ise Fransız İhtilali ile mümkün
olmuştur. Günümüzde ise bu olgu hüviyetini
değiştirerek multidisipliner bir kavram haline
gelmiştir. Başta iletişim, psikoloji, işletme ve
siyaset bilimi gibi alanlarda sık sık karşımıza
çıkarak arz ettiği önemi gözler önüne sermektedir.
Bilhassa 1.Dünya Savaşı’ndan itibaren
silahlı savaşın yanı sıra yumuşak güç unsurlarından
psikolojik savaş da düşman veya dost
ülkelerin tutum ve davranışlarını değiştirmek
için kullanılmıştır. 2
Barış dönemleri savaş dönemlerinin üvey
evladıdır. Her birimiz geçmişten günümüze
gelen bu algı savaşlarının, diğer bir deyişle
adı bilinmeyen üstü kapalı bir savaşın aktörleriyiz.
Haddizatında hepimiz birer “Truman
Show” karakterleriyiz. Bu aşamada içinde
bulunduğumuz harp içinde, her birey olayları
ve olguları tahayyül etme yeteneklerini birleştirerek
toplumsal algı gücünü ortaya çıkarmaktadır.
Bu yetenek, toplumun içinde bulunduğu
savaş karşısında direncini ve gücünü belirlemektedir.
Post modern dünyada, iç ve dış
politikayı birbirinden ayıran çizginin giderek
ortadan kalkması, medyanın gittikçe artan
önemi, uluslararası kuruluşların etkinliğinin
1 Çalış, Ayten, “Bir Kamuoyu Oluşturma ve Manipülasyon
Aracı Olarak Algı Yönetimi: Kurtlar Vadisi Örneği”, İstanbul,
2018, s.48-50
2 Demirci, Abdurrahim, “Yeni Düzen Algı Yönetimi”, Ankara,
2018, s.8-9
artması ve governmental-nongovernmental
örgütlerin ortaya çıkması ile kamuoyu faktörü
iç ve dış siyasette önemini büyük ölçüde
artırmıştır.
Amerikan Savunma Bakanlığı algı kavramını
şu şekilde açıklamıştır: “Kitlelerin
duygu, düşünce, amaç, mantık, istihbarat
sistemleri ve liderlerini etkileyerek seçili bilgilerin
yayılması ve/veya durdurulması; bunun
sonucunda hedef davranış ve düşüncelerinin
hedefleyenin istekleri doğrultusunda
yönlendirilmesi. Algı yönetimi gerçekler,
yansıtma, yanıltma ve psikolojik operasyonların
bir bütünüdür”. 3 Buna binaen yaşadığımız
dünyayı ve süreci anlatan, Henry
Kissinger’a atfedilen “Bir şeyin gerçek olması
pek o kadar önemli değildir; fakat gerçek
olarak algılanması çok önemlidir.” cümlesi
etrafımızdaki pek çok olayın muhtevasını
özetlemektedir. Ne yazık ki günümüzde
eğitim denilerek cehaletin yaygınlaştırıldığı,
sağlık denilerek hastalıkların üretildiği, kadın
hakları ve feminizm denilerek terörizmin
propagandasının yapıldığı, adalet denilerek
hukuksuzluğun bariyerlerinin kaldırıldığı,
özgürlük denilerek yığınların üstü kapalı
tutsak haline getirildiği bir döngünün girdabı
içinde boğulmaktayız. “Düşmanımızın bizim
gibi düşünmesini sağlayabilirsek, savaşmak
zorunda kalmayız.” düsturu ile hareket eden
algı yöneticileri, söz konusu kavramları sinema,
müzik, bilim, edebiyat, sanat vb. araçlar
yardımıyla ön plana çıkararak, hedeflerini
gerçekleştirmektedirler. 4
Algı yönetiminin en önemli ve altın kuralı
temel maksadın bir şekilde gizlenmesidir. Bu
ağa takılmış olan hedef kişinin gideceği yolu
bilip, yolun nereye çıkacağını bilmemesi “Neden”
sorusunun önündeki en büyük engeldir.
Bu doğrultuda manipülatör daima sahte bir
amaç üreterek bu sorunun sorulmasının önüne
geçmektedir. Çünkü sebepler var olanı
3 Özarslan, Melike Zeynep, “Kitleleri Harekete Geçirme
Aracı Olarak Sosyal Algı Yönetimi” İstanbul, 2014, s.30
4 Tunç, Ahmet & Atılgan, Ali, “Algı Üzerine Kurulu Yönetsel
Bir Anlayış: Algının Yönetimi”, International Journal of
Disciplines Economics & Administrative Sciences Studies,
Vol:3, Issue:3, 2017, s.233-235
19
bulmayı amaçlar, çıkarım yapmayı gerektirir.
Sigmund Freud’u hem anne hem de baba tarafından
yeğeni olan Bernays Lucky’nin kadınları
sigara bağımlılığına doğru adım attıran
kampanyası pek meşhurdur. Kampanyanın
yapıldığı tarihlerde, Avrupa ve Amerika’da
kadınların sigara kullanma oranı erkeklere
nazaran çok azdı. Bu tarihlerde kadınların
sigara içmesi ayıplanıyor, doğru bulunmuyordu.
1929 yılında bir sigara firması ile anlaşan
Lucky, sigara kullanımını kadınlar arasında
da yaygınlaştırarak ciroda büyük bir artış
yapacağını taahhüt etmişti. Bunun üzerinde
bir proje hazırlamıştı. Projenin temel maksadı
ise şuydu: Kadınlar Amerika’da erkekler
tarafından baskıya uğruyor, özgürlükleri kısıtlanıyordu.
Sigara bu erkek egemen baskıya
bir başkaldırı olarak lanse edilip, adeta kadınların
elinde birer özgürlük meşalesi olarak
tanımlanmıştı. Bu sloganlar hayata geçirilerek
her yıl düzenlenen Paskalya Geçidinde binlerce
kadının geçit esnasında sigara içmesi
istenmişti. Feminist topluluklardan da büyük
oranda destek alan Lucky, geçit esnasında
binlerce sigara içen kadının fotoğrafını ertesi
gün “kadınların özgürlüğü” olarak medyada
paylaşmıştı. Böylece toplumda yavaş yavaş
sigara içen kadın özgürdür anlayışı yerleşmişti.
Kampanya o kadar başarılı olmuştu ki
10 yıl öncesine kadar sigara içen kadınların
oranı %5’den, birkaç yıl içinde %12 ye yükselip
artarak devam etmişti. Böylece sahte bir
amaç ile, “neden” sorusunun önüne geçilerek
bir şirketin kasası doldurulmuştu. 5
Bir diğer altın kural ise güvenilirlik ve
saygınlığın kazanıldığı bir ortamın sağlanmasıdır.
Bir kişinin, bir toplumun güvenini
kazanmak uzun bir süreç gerektirmektedir.
Bu ise sürekli olarak tekrarı gerektirmektedir.
Tekrar edilen bilgi, insanın o noktaya dikkat
kesilmesini sağlamaktadır, bu bir kuraldır.
Eli kanlı bir teröristi bile defalarca bağlama
çalarken, şiir okurken yahut sanatla ilgili
şekilde göstermek, bu kuralın işlendiği anlamına
gelmektedir. Çünkü bu süreç sonunda
5 Gültekin, Mücahit, “Algı Yönetimi ve Manipülasyon:
Kanmanın ve Kandırmanın Psikolojisi”, Pınar Yayınları,
İstanbul, 2020, s.25-23
20
meşruiyet kazanılarak gerek yurtiçi gerekse
yurtdışında kamuoyu oluşturulmak istenmektedir.
İnsan bir tanıma göre kelime anlamı
olarak unutmak anlamına gelen “nisyan” ile
aynı kökten gelmektedir. Kitlelerin hafızasının
zayıf olduğunu farkında olan algı yöneticileri,
satılacak şeyin önemi ile aynı ölçüde tekrarını
da artırmaktadır. Maalesef ki satılan şeyin
kıymeti, talep edildiği kadardır. Uygun ortamı
sağlamak isteyen kanallar, bu tekrarlar
neticesinde arz ve talep eden ışığında “Karşılıklı
rıza varsa, problem yoktur” prensibiyle
hareket edip, kötülüğün yayılmasını perdeleyebilmektedirler.
Bu perde neticesinde eli
kanlı azılı bir katil, çok sevimli, hayat canlısı
bir bireye kolayca dönüştürülebilmektedir.
Bundan dolayı kötülüğün arzını talep meşru
kılmaz, kılmamalıdır. Meşruiyeti sağlayan
rıza kavramı tabiri caizse demokrasi helvasının
bir ürünüdür. Toplumsal meşruiyet elde
etmede kullanılan yegâne araçtır. Rızanın
üretilmesi, demokrasi içerisinde geniş toplum
kesimlerinin onayını almak için zora ve şiddete
başvurmadan, gerekirse gerçekleri profesyonelce
çarpıtarak, çeşitli iletişim kanallarıyla
ikna etme süreci olarak tanımlanabilir. Halkın
çeşitli kanallara gösterdiği rıza, bu meşruiyet
sayesinde gerçekleşmektedir. 6
Kelimeler, içine anlamlar serpiştirdiğimiz
ambalajlardır. Bu yüzden bu ambalajların
içerisinde neler olduğunu tahmin etmek kimi
zaman üzerinde derin düşünmeyi gerektirmektedir.
Algı yönetmenleri kelimelerin
anlamlarını tahrif etme konusunda gelişen
medya ağının da yardımıyla uzmanlaşmıştır.
Günümüz dünyasında bilhassa insan hakları,
özgürlük, eşitlik, cinsiyet eşitliği, barış
gibi kavramların altının oyularak şekillerinin
değiştirildiğini görmekteyiz. “Efradını cami,
ağyarını mâni” sözüyle işaret edildiği gibi kelimelerin
alanlarının da bir sınırı vardır. Fakat
bu anlamlar genişletilip tevil edilerek bir anlam
kaosuna neden olmaktadır. Misal olarak
“cinsiyet eşitliği” kavramı ülkemizde sık sık
feminist dernek ve topluluklar tarafından gün-
6 Güler, Meltem, “Bir manipülasyon aracı olarak rızanın
imalatı”, Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi, ,101-75 :)5(3
2018, s.75-77
deme getirilmektedir. Gayet masumane bir
duruş barındıran bu kelimeler normal şartlar
altında “bireylerin cinsiyetlerine göre maruz
kaldıkları eşit olmayan davranışlar, tutumlar
ve algıları anlatmak için kullanılan bir kavram”
olarak kullanılmaktadır. Fakat kimi algı
kanalları bu kavramı genişleterek içerisine
cinsiyetsizliğin ve eşcinselliğin sadeleştirilerek
sunulduğu bir tabak haline getirmektedir.
Kimi zaman ise bu tevil etme biçimi karşımıza
özgürlük kelimesi ile çıkmıştır. Ne kadar yanlış
bir olgu olsa da günümüzde özgürlüğün
eş anlamı olarak karşımıza demokrasi sunulmaktadır.
Bu, neoliberal perspektif tarafından
birey olarak var olabilmemiz, kişiliğimizi ve
kimliğimizi koruyabilmemiz adına evrensel
ve tartışılmaz bir doğru olarak kabul edilmektedir.
Basın özgürlüğü, seyahat özgürlüğü,
ulaşım özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı
yapma özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü
gibi pek çok özgürlük günümüzde anayasa
ile güvence altına alınmaktadır. Basit mantıkla
düşündüğümüzde “Özgürlüğümüz, başkalarının
özgürlüğünün başladığı yerde biter”
prensibi ile bu kavram tanımlanmaktadır. Fakat
en basit mantık bile altı oyularak şu duruma
gelebilmektedir: “Benim özgürlüğüm, bir
başkasınınki ile sınırlanıyorsa o zaman özgür
değilim”. 7 Bu cümle toplumlara ise farklı şekilde
enjekte edilebilmektedir. Ülkemizde dahi
terör örgütleri ve onları temsil eden merciler,
özgürlüklerini sınırsız bir şekilde afişe ederek,
bölücülüğün yollarını rahat bir şekilde döşeyebilmektedirler.
Ambalajlanmış ve satışa hazır sunulan
bu kelimeler, bizlere yenilir yutulur olmayan
şeyleri yenilir yutulur hale getirilip sunulmaktadır.
Neyin doğru neyin yanlış; neyin kötü
neyin güzel olduğunu algı yöneticileri bu ambalajlar
içine istediği gibi saklayarak kendi
değerlerini pazarlamaktadırlar. Bunun adı
ise kimi zaman özgürlük, kimi zaman eşitlik,
kimi zaman ise adalet olarak karşımıza
çıkmaktadır. Eleştirel düşünme yetisi böylesi
bir süreçte adeta panzehir olarak işlev görmektedir.
Eleştiri kelime anlamı olarak “Bir
insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış
7 Gültekin, Mücahit, A.g.e. s.153-216
yönlerini bulup göstermek maksadıyla inceleme
işi” şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre
anılanın aksine eleştiri sadece yanlışları tespit
etme değil aynı zamanda doğruya ulaşma biçimidir.
Mantığın kaidelerine uymayan, yargıları,
genellemeleri, varsayımları, abartıları,
çelişkileri, tutarsızlıkları, çarpıtmaları, fark
etmemiz, bu gibi bilişsel becerilerin varlığına
bağlıdır. Nasıl ki vücudumuzdaki bağışıklık
sistemi organizmaya sızan yabancı maddeleri
hücre ve dokulardan ayırt edebiliyorsa,
eleştirel düşünme de aynı vazifeyi görerek
bizlere gelişmiş medya araçlar ile dayatılmaya
çalışılan virüsleri zihin dışına itebilmemize
olanak sağlamaktadır.
KAYNAKÇA:
Çalış, Ayten, “Bir Kamuoyu Oluşturma ve
Manipülasyon Aracı Olarak Algı Yönetimi:
Kurtlar Vadisi Örneği”, İstanbul, 2018
Demirci, Abdurrahim, “Yeni Düzen Algı
Yönetimi”, Ankara, 2018
Güler, Meltem, “Bir Manipülasyon Aracı
Olarak Rızanın İmalatı”, Abant Kültürel Araştırmalar
Dergisi, 3(5): 75-101, 2018
Gültekin, Mücahit, “Algı Yönetimi ve Manipülasyon:
Kanmanın ve Kandırmanın Psikolojisi”,
Pınar Yayınları, İstanbul, 2020
Özarslan, Melike Zeynep, “Kitleleri Harekete
Geçirme Aracı Olarak Sosyal Algı Yönetimi”
İstanbul, 2014
Tunç, Ahmet & Atılgan, Ali, “Algı Üzerine
Kurulu Yönetsel Bir Anlayış: Algının Yönetimi”,
International Journal of Disciplines Economics
& Administrative Sciences Studies,
Vol:3, Issue:3, 2017
21
Yakup Ömerlioğlu ile
Türk Dünyasında Kalem ve Gönül Kardeşliği İçin...
Tuğba Dinç Günay: Türk halkları tarih boyunca
çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve
bununla beraber birçok devlet yapılanmaları
altında yer almışlardır. Bu kadar geniş coğrafya
ve birçok devlet geçmişi edebiyatlarına
nasıl yansımıştır, edebiyatlarını sürdüren ruhu
neler oluşturur?
Yakup Ömeroğlu: Tarihte çok farklı coğrafyalarda
yaşamış olsalar da Türk halklarının
edebiyatlarının birbirleriyle gayet paralel ve
iç içe geliştiğini söylemek mümkündür. Bu
ortaklık destanlar döneminde daha yoğunken
sözlü ve yazılı edebiyat dönemlerinde de
yakınlıklarını hatta iç içe gelişlerini sürdürdüler.
Hakanî Türkçesinin ortak edebî dilinin
kullanıldığı dönemde de obalarda farklı Türk
lehçeleri, şiveleri konuşulsa da yazılı edebiyat
tek bir edebî dille gelişiyordu. Kutadgu
Bilig’in dili böyle bir dil. Sonraki yıllarda birbirine
çok yakın iki edebî dil gelişti ancak bu
edebî dillerde üretilen edebî ürünler şekil ve
muhteva bakımından birbirine çok yakındı.
Nitekim yakın zamana kadar iki edebî dil
22
Röportaj: Tuğba Dinç Günay - Alper Şenadam
üzerinden devam edildi, eserler karşılıklı olarak
okundu. Bu edebiyatları sürdüren elbette
farkı sebepler vardır ama aşkın değerleri
topluma ulaştırma, güzeli yakalama ve yaygınlaştırma
bu edebiyatların sürdürülmesinde
temel ruh olduğunu düşünüyorum.
Alper Şenadam: Türk Dünyasında özellikle
bağımsızlığını yakın geçmişte alan halklar
– Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan,
Türkmenistan- edebiyatında milli
kimlik, bağımsızlık, vatan gibi konuları işleyen
eserler ideolojik yönden aşama kaydedebilmiş
midir ve evrensel statüye ulaşabilmiş
midir?
YÖ:Türk devletlerinde bağımsızlık döneminde
tarihi roman ve hikayelerin arttığını söylemek
mümkün ancak bu durumun bağımsızlıkla
birlikte başladığını düşünmek çok doğru
olmaz. Şiirde de durum aynı. Örneğin Erkin
Vahitov’un Özbek millî ruhunu ayakta tutmak
için yazdığı Özbeğim şiiri, Sovyet döneminde
yazılmıştır. Bahtiyar Vahapzade’nin pek
çok şiiri yine bağımsızlık dönemi öncesinde
kaleme alınmıştır. Bugün Kazakistan Milli
Marşı olarak okunan şiir de Sovyet döneminde
tam da milli ruhu canlandırmak, vatan topraklarını
şiir ve müzikle korumak için yazılmış
ve bestelenmiştir. 1950’li yıllarda Sovyet yönetimi
Kazakistan’ın beş şehrini alıp Rusya’ya
bağlama niyetini açıklayınca bu eser yazılır.
Şiir ve müzik halkı vatan topraklarını vermemek
konusunda öyle birleştirir ki, Moskova bu
niyetinden vazgeçer. Nitekim bağımsızlıktan
sonra bu eser Kazakistan, bu eseri millî marş
olarak ilan edildi. Bağımsızlıktan sonra, önceki
yıllarda yasaklanan, adının anılması bile
sakıncalı olan millî yazar ve şairler toplumla
buluştular. Milli ruhun yükselmesinde o yazar
ve şairlerin eserlerinin de büyük katkıları oldu.
TDG: Yazın ve sanat dünyasındaki milli
ruh nedir, edebiyatta milli ruhu besleyen ana
damar kaynağını nereden alır, özellikle Turan
edebiyatının yazın hayatında milli ruh anlayışı
neden gereklidir?
YÖ: Edebiyat, yalnızca var olanı anlatmaz
yeni düşünce, anlayış ve ideallerin oluşması
ve yaşamasını da sağlar. Dünyadaki büyük
dönüşümler edebiyatla paralel olarak
sürmüştür. Bağımsızlık döneminde yıllarca
horlanmış, baskılara uğramış, hırpalanmış
kendi kültür ve tarihlerini öne çıkaran eserler
kaleme aldılar. Vatan duygusu, ana dil hassasiyeti,
tarihî kahramanlar, tarihî zaferler
üzerinden yeni oluşan sosyal duruma uygun
moral değerleri yükselttiler. Türk Dünyasının
dayanışması ve yakınlaşması da bunun içinde
vardı ama ağırlıklı olarak kendi devlet ve
halklarını daha öne çıkaran eserler yazıldı.
AŞ: Türk Dünyasında ufak bir gezintiye
çıkarsak; Azerbaycan’ da Ahmet Cevad,
23
Şehriyar, Bahtiyar Vahapzade, Uygur’ da
Abdurrehim Ötkür, Türkistan’da Mağcan Cumabay,
Kırgız’ da Cengiz Aytmatov, Tatarlarda
Cengiz Dağcı, Özbekler’ de Çolpan gibi
güzide şair ve yazarımızla rastlaşırız. Hocam
sizce bu şair ve yazarlarımızı ortak bir atmosferde
değerlendirebilir miyiz?
YÖ: Bu isimler ve daha pek çoğu aslında
aynı duygu ve düşünceleri, farklı coğrafyalarda
Türkçe’nin farklı renkleri ile ifade eden
aynı ruhun şair ve yazarlarıydı. Halkı uyandırmak,
derin uykulara girmiş Türk Dünyasını
harekete geçirmek için gayret ettiler. Kazak
şair Mirjakıp Dulat ilk Uyan şiirini yazdı.
Ardından Abdulhalık Uygur, Doğu Türkistanlılara
uyan dedi. Mehmet Akif, İstanbul’dan
Uyan diye seslendi. Mağcan da Çolpan da
Ahmet Cevad ve diğerleri de hem kendi halklarını
hem de tüm Türk Dünyasını harekete geçirecek
ruhun kalemleriydiler. Büyük ölçüde
başarılı da oldular hatta eserleri günümüze
bile tesir ediyor.
TDG: Hocam farklı bir pencereye yönelirsek
Kırım Tatarların mühim aydını olan Gaspıralı
Bey’in “ Dilde, fikirde, işte birlik” şiarı ile
yaptığı çalışmalar günümüz 21. yüzyılında
işlenmekte midir veyahut nasıl işleyebilir ya
da uyarlayabiliriz?
YÖ: Biraz önce isimlerini saydığımız ve
sayamadığımız daha yüzlercesi işte bu ruhun
-dilde fikirde işte birlik ruhunun- şair ve
yazarlarıydılar. Bugün de bu ruhu taşıyan yazarlarımız,
bilim adamlarımız, sanatçılarımız
toplumun her kesiminden insanlarımız var.
Aldığımız mesafeler var ama yapılması gerekenler
de çok fazla. II. Karabağ Savaşı’nda
Türkiye ile Azerbaycan’ın gösterdiği dayanışma
ve işbirliği bu şiarın günümüzde en üst
seviyesini oluşturdu. Bu işbirliklerinin artarak
devam etmesini arzu ediyoruz ve bunun için
kendi katkılarımızı yapma gayretindeyiz.
AŞ: Türk edebiyatının bütün dünyada
daha iyi tanıması gayesi, kültür ve edebiyatın
insanlar arasında yakınlaşma ve dostluk duyguları
oluşturduğu inancı ile yol alan AYB’ nin
(Avrasya Yazarlar Birliği) birçok faaliyetinin
- yazarlık atölyesi, Bengü Yayınevi, Kardeş
Kalemler, Kaşgarlı Mahmut Yarışması- içeriği
ve bu yelpazedeki etkileşimleri nelerdir?
YÖ: Birlik ruhunu, dostluk ve kardeşlik
anlayışını bu etkinliklerimizle canlı tutmaya,
yüreklerde zaten var olan bu duyguları güçlendirmeye
gayret ediyoruz. Türk Dünyasında
yazar ve şairlerin gönüllerin birleşmesi, halklarımızın
manevî yakınlaşmasının en büyük
zemini olacaktır. “Dergilerimizde birbirimizin
eserlerini yayınlamak, yayınevlerinde kitaplarını
basmak Türk halklarının birbirini tanıması
ve sevmesine vesile olacaktır.” ümidindeyiz.
TDG:Türk Dünyasının bir ucundan diğer
ucuna kalem ve gönül kardeşliğine vesile
olan ve tek ortak edebiyat dergisi “Kardeş
Kalemler” in çıkış serüveni nedir, ilk andaki
coşku ve verimliliğini koruyan ruhu besleyen
etmenler nelerdir?
YÖ: Kardeş Kalemler benzeri olmayan bir
dergi. Her sayısında Türk Dünyasını sayfalarında
buluşturuyor. Dergiyi Türk Dünyasına
da gönderiyoruz dolayısıyla Kardeş Kalemler,
yayınladığı şair ve yazarları yalnızca Türkiye’de
değil bütün Türk dünyasında tanıtmış
oluyor. Gayelerimize hizmet edebildiğimizi
görmek heyecanımızı enerjimizi yeniliyor.
Ümit ve dua ederim ki uzun yıllar yayın hayatına
devam etsin.
24
BEN
Kahraman gibiyim şimdi
Sokakta.
Bir çocuğun önlük yakasında.
Saçlarına yaprak değmiş
Gençliğimin
Islak toprağında.
Yürüyen merdivenlerde yürüyorum.
Birkaç hit şarkı
Beni kovalıyor
Peşimdeler.
Birinden mendil alıyorum.
Gözlerime sular değmiş
Hemen silmeliyim.
Yoksa
Bu kızgın adamın treni
Rüzgarıyla beni üşütecek.
Hayattan yeni çıkmışım
Yorgunum.
Şimdiye tuttuğum eller
Büzüşmüştür çoktan
Kocalarının cansız bedeninde.
Birkaç adım sonra
Yıllar önce gittiğim tatil beldesi.
Evet, köyüm.
Sabahın güneşi tavukları koşturuyor.
Akşama doğru
Bahçeyi suluyorum.
Kim ki bu.
Karşımda
Bir ayet gibi.
Dudaklarım ilahi söylüyor.
Eşarbına dolandı kaderim.
İşte durgunum.
Evrenin sırrı çözüldü.
Yok oldu mayın tarlaları.
Çocuklar gülüyor
Evet.
Artık
Kürsüden bağırmak yok.
Ne o külçeler, benjaminler
Yok artık somunsuz günümüz.
Tek sermayemiz var şimdi
Dişler ve gözler.
Fevzi Mumcuoğlu
25
Hilal Gül
Şairin;
“Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
Yitirdim çünkü onları da
İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık
Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
Ne de geleceğime dair bir tasa.
Gelirken çan çalmıyor yalnızlık
Bir adam, bir sokak, bir ev
Yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca”
26
Dediği gibi… Yitirdiğini düşündü çünkü onları
da. Hayata dair sevinci, mutluluğu, gözyaşları,
acısı, kederi, umarsızlığa dönüştü.
Bu umarsızlık onu kocaman bir umutsuzluğa
sürükledi. Artık hissetmiyordu, hissetmiyordu
gözyaşı akıtan acının varlığını, ancak içinde
kocaman bir ölü yaşadığını düşündü. İçinden
şunları geçirdi; “Depremler, felaketler,
kötülükler ve iyilikler hiçbiri bize değmiyor
artık o kadar çok maruz kalınan bu deneyim
sonunda hissizleştiriyor olmalı hepimizi. Dünyanın
bir yanında yaşanan acı ile aramıza
giren tek şeyin bir cam ekran olması hepimizi
insanlıktan çıkarmış. Bünyemiz daha fazlasını
almıyor. Hayatımıza sığdıramayacağımız
kadar çok insanın acısına tanık olmak bize
göre değil. Bu ekran olsa olsa insanı öldüren
umutsuzluğunu kamçılayan bir kırbaç olabilir
oysa rahat koltuklarımızda otururken bunlara
şahit olmak zannettik ki bizleri daha iyi yapacak.
Daha çok insan tepki koyacak kötülüğe
derken daha çok insanın hislerini öldürdük.
İyi ve kötü hakkında bu düşündüklerim aslında
kötülük karşısında tepkisiz kalanlara ya
da onu umursamayanlara karşı bir eleştiri
değildir. İnsan kendine taşımayacağı yükler
yüklemeye başladığından bu yana bir dönüşüm
içerisine girdi. Bu dönüşüm bütün olumsuzlukların,
umutsuzlukların bombardımanı
sonucunda yaşanmış olmalı. İnsan ruhsal
olarak dayanamayacağı kadar olumsuz durum
ve olayın altında nasıl sağ kalabilir ki?
Sosyal medya bugün bizden aldığı en önemli
şey bu sebeple umudumuz oldu herhalde. Bu
koca karanlığın karşısında duramayacağımızı
bize her gün başka bir haber ve olayla hatırlatıyor.
Kendi kendimizi bile yaşatmamak
için elimizden geleni yapıyoruz. Hıncımızı,
acımızı yere düşenden çıkarıp sabah akşam
bütün nefretimizi onda kusuyoruz. Bir günah
keçisi bulup onu aç kurtlar gibi diri diri yiyor,
linç ediyoruz. Bir damla su kadar empati
kurmadan ve sanki hayatımız boyunca tek bir
hata yapmamışçasına bir kibirle yapıyoruz.
Huzursuz hayat sendromumuz buna neden
oluyor olmalı. Bir tarafta kaldıramayanlar bir
bir karanlıkta nefessiz kalıyor, bir tarafta da
hayatta kalmaya çalışanlar başkalarına kusuyor
nefretini. Ben bu düzenin içinde umudunu
kaybedenlerdenim. Allah’ım böyle bir düzenin
içinde nasıl gülümsenir ki aklım almıyor
aldığını da kusuyor artık.”
Bunları düşünürken saatin nasıl geçtiğini
fark etmedi. 15 yıllık işinden istifa etmişti bugün.
Ona 3 4 yıl kadar yetecek birikmişi ile
bir süre çalışmadan geçinmeye karar vermişti.
İnsanın böyle bir depresyona girmesi için
bile biraz birikmişi olmalıydı bu dünyada.
Yoksa işsiz güçsüz bir insanın bu tarz ruhsal
deneyimleri yaşaması oldukça lükstü. Meleniko
bunları düşünmüştü tabi ki farkında olmadan.
Sabah gidecek bir işi olmaması aynı şer
suratlı insanları görmeyecek olması yetmezdi.
Televizyonunu, bilgisayarını ve telefonunu
atmadan mekân değiştirmek ya da zamanın
akması bir işe yaramazdı. Hemen onlardan
kurtulmalıydı. Önce bir ikinci el alım satımı
yapan birini çağırdı eve. Televizyonu uygun
bir fiyata elden çıkardı. Daha sonra bilgisayar
ve telefonu için bir dükkâna gitti. Onları
da verdi. Önce bu durum onu biraz korkuttu.
Başına bir iş gelse arayabileceği kimse ve
aramak için kullanabileceği bir araç kalmamıştı.
Bu düşüncelerle birkaç hafta geçirdi.
Temel gereksinimlerini yerine getiriyor, içinde
azıcık yaşama sevincinin kırıntısından bulursa
babasından kalan piyanosunu çalıyor, bolca
düşünüyor ve yazıyordu bu zamanlarda. Ancak
insanlara olan ihtiyacını görmezden gelemezdi.
Bu yalnızlığın ve mutsuzluğun içinden
çıkmasa da yaşamaya devam edebilmek için
bir şey yapmak zorundaydı. Geçen birkaç
haftanın sonunda aklına yeni çıkan teknolojik
bir alet geldi. Dijital bir gözlük. Göğsüne
batan bu hayatından çıkıp başka bir hayatı
deneyimleyebilmesini sağlayan bir gözlük.
Taktığınızda istediğiniz yere gidip gezebildiğiniz
robot insanların; kasiyer, trafik polisi,
eczacı vs. olduğu bir dünyaydı bu. Adını da
konfor dünyası koymuşlar. Bunu denemek istediğini
fark etti ve evden hemen dışarı fırladı.
Günler sonra karşılaştığı güneş ışığı gözlerini
yakmıştı. Karşı apartmanda bir tanıdığı oturuyordu.
Kaçıncı kat olduğunu anımsadı ve hemen
çıkıp kapısını çaldı. Hâl hatır sorduktan
sonra bilgisayarda beş dakika işi olduğunu
27
kullanmasında bir mahsur olup olmadığı sordu.
Ev sahibi sorun olmadığı söyleyince hemen
bu gözlüklerden bir tane sipariş vermek
için bilgisayarın başına geçti. İşini halletti ve
heyecanla yeni hayatını beklemeye başladı.
Önyargılardan, ham nefretten ve ham kötülükten
uzak bir hayat. Konfor dünyası! Her
şey dozundaydı burada.
Ertesi gün akşam eline geçen kargoyu hemen
açtı. Ayarlamalarını yaptıktan sonra rahat
edebileceği bir koltuğa geçti. 24 saat boyunca
içeride kalınabildiğini biliyordu. Ancak birkaç
saat kalacağını düşünerek gözlüğü taktı. Geldiği
dünya ona hislerini ve hayatını geri verecek
miydi bilmiyordu ancak hiç yoktan gerçek
mi değil mi ayırt edilemeyen robot insanlar ile
sosyalleşecek ve insanlara olan mecburiyetini
bu şekilde aşabilecekti. Girer girmez içerinin
gerçekçiliği onu şaşırtmıştı. Ayırt edilmesi neredeyse
imkansızdı. Bu yeni umudu ile saatler
günler geçiriyordu. Onun cennetiydi belki de
burası. Arkadaşlar edinmiş yeteri kadar acı
yeteri kadar sevincin verildiği insanın kaldırabileceği
kadar yük yükleneceği büyüklü
küçüklü hedeflerle yaşanılan bir cennet. Bu
dünyada edinebileceği çevre elli kişi ile sınırlı
idi. Her birinin Meleniko’nun ihtiyacı olduğu
kadar duygu vardı. Kimi sevgi kimi mefret kimi
özlem kimi aşk kimi ise sevgiden sorumluydu.
Bunun yanında bazen ulaşabileceği bazen de
ulaşamayacağı hedefleri vardı. En az geçek
dünyadaki kadar inandığı bazı değerleri vardı.
Artık onun için gerçek dünyanın neresi olduğu
önemli değildi. Kalbinden sökülüp alınan
yaşama sevincine burada kavuşmuştu. Melekino
buradan hiç çıkmak istemiyor sadece temel
ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bu ağrılı
dünyaya dönüyordu.
Meleniko yemek yemek için bu dünyaya
döndüğünde hayatın tatsız ve tuzsuzluğunu
herkese duyurmaya karar vermişti. Bunun için
kısa bir mektup yazıp bütün dünyaya postalamaya
kara verdi. Dolabından kâğıt ve kalemini
alarak masaya geçti ve yamaya başladı.
Ağrılı Dünyalılar;
“Şairin dediği gibi; acınızı ödünç verin
bana gözyaşlarınızı yitirdim çünkü onları
da birer küle dönüştü bu yazdıklarım. Tatsız
tuzsuz bir sayfaya dönüştü. Bütün hatalarını
halı altı edenlerin bunları kazıya kazıya bulup
insanları linç edenlerin kronik mutsuzların
arasında bataklığa çekilen biri olmamak için
ne yapılır artık bilmiyorum. Umarım sizin hayalleriniz
hala vardır. Gerçi hoş hala varsa
bile bir gün kaybedeceksiniz onları. Yeşilçam
filmlerindeki mutlu sona belki ulaşırım ancak
sonuca gelmeden yaşananların hepsini bir bir
deneyimledikten sonra mutlu sonu yaşayacak
bir ruh kalır mı bilemiyorum. Bu dünya bize
göre değil. Ellerimizle yoğurduğumuz bu sistemde
bize yer kalmadı.”
Gönderen: Meleniko Sarsangiç
Gönderim Adresi: Konfor Dünyası
Gönderilen Adres: Dünyadaki Herkes
Hasta Bakıcı odaya girince Meleniko’nun
yanına gider ve şu oyuncak gözlüğü tekrar
takmak üzere olduğunu görür. Taktıktan sonra
yanına gider ve başını okşar. Onun için bir
şey yapamayacağını biliyordur. Melekino ise
konfor dünyasındaki arkadaşları ile mutlu bir
hayat sürmeye devam edecektir.
28
ANLAMSIZLIK ÜZERİNE
“Anlamıyorsunuz.
Ve de anlamayacaksınız beni.”
dedi içinden.
Dışına söyleseydi anlayacaklardı onu.
En azından belki..
Herkes içine içine söylediği için dışa söylenenler
pek anlamlı gelmiyordu artık,
ona..
Anlamsız olan da buydu aslında.
Kimseler anlamadı bunu..
Üzülmüştü genç adam.
Anlaşılmamış olmasına mı?
Yoksa, anlamsız olanı kimselerin anlamamış
olmasına mı?
Bilmiyordu.
Neye üzüldüğünü dahi bilmiyordu.
Acı bir tebessümle “elbet bir gün...” dedi.
Cümlesinin sonunu getirmeden.
Bu sefer dışına..
Etrafında kimseler yokken yapmıştı bunu.
ve bunca anlam karmaşası içinde
dalıp gitti uzaklara..
Yakınlaşsınlar diye yapmıştı belki de,
Bu da bilinmiyordu.
Zaten bildiği çok az şey vardı genç adamın.
Susmuştu.
Bir daha konuşmamak üzere.
İçindeki kendisiyle bile..
Mehmet Aylak
29
FEMİNİZM VE EĞİTİMİN
ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE
KATKISI
ÜZERİNE BİR DENEME
Sinem Saka
Kimileri için hak mücadelesi kimileri için
ise geleneklere açılmış bir savaş anlamı taşıyor
feminizm. Oysa feminist mücadelenin
tarihine baktığımızda bir isyan, bir başkaldırış
görmekteyiz. Yok sayılan, görmezden
gelinen, varlıkları kötü anılan kadınların ‘Artık
yeter. Biz de varız!’ diyerek ses çıkarması ile
başlıyor her şey.
Cennetten kovuluşun bile sebebi olarak
görülen kadınlar ne evlerinde ne çocuklarının
vesayetinde ne de vatandaşı olduğu ülkenin
seçimlerinde söz sahibi olamadılar uzunca
bir süre. Antik Yunan’da kadınlar kölelerle
eşdeğer tutulmuşlardı. Yaşam alanı olarak
evlere hapsedilen kadınlar eğitimden mahrum
bırakılmış, meslek sahibi olmalarının önü
kesilmişti. Nispeten şanslı olup eğitim alanlarının
ise belli başlı meslekten başka meslek
icra etmelerine izin verilmemişti. Peki, eğitim
neden bu kadar mühimdi?
Sadece feminizm özelinde değil genel
olarak insanın hayat için sahip olduğu, olabileceği
en mühim şey eleştirel düşüncedir.
30
Eleştirel düşünce kişiyi yargılara değil olgulara
götüreceği için manipüle edilmek istenen
şeylerin başında gelmektedir. Doğruların dile
getirilmemesi, kabul edilmesi zorunlu tutulan
şeylere itiraz edilmemesi ve salt itaat için
fertlerin eleştirel düşünceden mahrum bırakılması
tiranlar, despotlar ve otoriter güç sahibi
kişiler için son derece mühimdir. Düşüncenin
başladığı yerde eleştiri çok geçmeden kendini
gösterir. Mukayesenin başladığı noktada
ise değişim kaçınılmazdır. Kadın hakları için
de aynı durum söz konusu olmuştur. Eril tahakkümün
buyruklarını mutlak doğru olarak
sunanlar, bu düzenin değişmemesi için en
önemli araç olan eğitimden mahrum bırakmışlardır
kadınları. Eğitimsiz bırakılan ve sadece
itaat etmeye yönlendirilen kadınlar doğru ile
yanlışın ayrımını yapmak şöyle dursun doğru
nedir yanlış nedir tanımını yapma fırsatı bile
bulamamışlardır. Nesilden nesile son derece
kusursuz bir saygı ile aktarılan eril gelenek,
kadınlara uymaları gereken kurallar olarak
sunulmuş ve yaşamlarının, düşünce dünyalarının
sınırları bu eril gelenek ile çizilmiştir.
Kadına sosyal yaşantıda verilen görevler
ev idaresi ve çocuk bakımı ile sınırlı iken ev
üzerinde de çocuklar üzerinde de söz sahibi
değillerdi. Öyle ki vergi mükellefi tutulan kadınların
oy hakkının olmaması da aktarılabilecek
tezatlardan sadece biridir.
Eğitimden, sosyal yaşantıdan, iş hayatından
uzak tutulan kadınlar kendilerine
aktarılan kurallar doğrultusunda sadece süslenmeye,
mevcuttaki ve aday eşleri için güzelleşmeye
kendilerini adamış birçoğunun
yaşam gayesi bunlar olmuştur. Üst sınıf kadınların
hayatı böyle geçerken alt sınıf kadınların
yükü ise daha ağırdır. Onların süslenmek
için vakti ve parası olmadığı için kendilerini
mülk sahibi olamadıkları tarlalarında işçi
olarak bulmuşlardır. Hem evin bakımını hem
çocukların bakımını üstlenen kadınlar aynı zamanda
tarlalarda çalışıyor ve bunca emeğin
karşısında en ufak söz sahibi olamıyorlardı.
Düzeni itiraz etmeye değil itaat etmeye
yönelik kuranlar temel haklardan olan ifade
özgürlüğünü kırılması zor zincirler ile bağlamışlardı.
Kadınların bu zincirleri fark etmesiyle
beraber feminizmin tarihsel serüvenine
başlamış oldu. Eril düzenin cinsiyet ayrımı
öylesine keskindi ki Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde
‘insan’ ve ‘birey’ kavramları sadece
erkekleri kapsadığı gibi düşünceleri bir çok
filozofa kaynak olan John Locke’un ‘Hükümet
Üzerine İkinci İnceleme’ metninde geçen
insan kavramı da sadece erkekleri kapsamaktaydı.
Hatta öyle ki Locke gibi düşünürler
kadınların kocalarının himayesi altında aileye
ait bir varlık olduğu düşüncesini onaylamakla
birlikte erkeğin kadın üzerinde otorite kurması
gerektiğine de inanıyordu. Kadınların radikal
olarak bu gidişatın karşısında durdukları ilk
metin Elisabeth Cady Stanton tarafından kaleme
alınan ‘Declaration of Sentiments’ (Duygular
Bildirgesi) adlı metindir. Metinde kadın
ve erkeğin eşit yaratıldığı bu sebeple oy kullanma,
kamusal hizmetlere katılma hakkı ve
eğitim hakkı talep edilir. Feminist kadınların
eğitime bu denli önem verme sebepleri aklın
insanları erdemli ve hür kılacağı görüşünden
gelmektedir. Eğitimden mahrum bırakılan kadınlar
eleştirel düşünceden yoksun oldukları
için kendi etik anlayışlarını oluşturamıyor ve
erkeklerin kölesi haline geliyorlardı. Wollstonecraft’a
göre eğitimin önündeki bu engelin
kalkmasının istenmemesi bu durum ortadan
kalkarsa kadınların gerçeklere ulaşma karşısındaki
en büyük engelleyici olan erkekler ile
sürekli uğraşması anlamına gelmesiydi.
Peki, eğitimden mahrum bırakılan kadınlar
aile içerisinde ne ile eğitiliyordu? Bu sorunun
karşısında adeta bir put gibi yer alan ve her
devrin insanının özgürlüğünü belli oranda
kısıtlayan ‘gelenek’ ve ‘kültür’ yer almaktadır.
Burada kullanılan gelenek ve kültür kavramları
bir milletin değerlerinden ziyade toplumun
fertlerini belli bir kalıba koyup yönetmeye çalışan,
yozlaşmış bir otoriteyi ifade etmektedir.
Erkeklerin mutlak doğru olarak dile getirdiği
kendi düşünceleri toplum içerisinde zamanla
kültürün ve geleneğin özünü oluşturuyor ve
bir çatışmaya yol açıyordu. Kadınların yaşam
alanının sadece ev olması, görevlerinin ev ve
çocuk bakımı olması, yönetimde oy verecek
yetkinliğe sahip olmamaları ve bunun kadınların
erkekler kadar analitik düşünemeyeceği
olgusu yargılaşmış ve kültürel tutumların, gelenekçi
tavırların özünde yerini almıştır. Eğitimin
kadınlar ile buluşturulması ile beraber sadece
fiziken değil zihnen de özgürleşen kadınlar
doğduktan yıllar sonra kendileri ile tanışmaya
ve o zamana kadar bildikleri her şeyi yeniden
kendi düşünsel yetileri ile anlamlandırmaya
başlamışlardı. Bu, beraberinde erkeklerin de
öngördüğü gibi çatışmaları, başkaldırışları
ve kadınların hak mücadelesini getirmişti. Bu
anlamda kadınları cesaretlendirenler yine
eğitimli ve cesur kadınlar olmuşlardır. Batı’da
süfrajet olarak bilinen kadının oy kullanma
hareketi sebebi ile oy kullanma hakkı için
birçok kadın protestolarda şiddet görmüş, gözaltına
alınmış, hedef gösterilmiştir. Ama bu
mücadelenin sonunda kendi ülkelerinde belli
başlı hakları elde edebilmişlerdir. Eğitimli kadınların
varlığı eğitimsiz olanları örgütlemekle
kalmamış cesaretlendirmiştir de.
Türkiye’de bu tarz bir mücadeleden söz etmek
pek mümkün değildir. Gerek imparatorluk
kültürü gerekse dini olgular sebebi ile Tür-
31
kiye’nin Batı’dan daha farklı bir mücadelesi
olmuştur. Gazi Paşa’nın medeniyet inşası için
gerekli gördüğü toplumsal düzende kadınlar
erkeklerin sahip olduğu haklardan mahrum
bırakılmamış ve gerek eğitim hakkı gerekse
oy kullanma ve çalışma hakkı konusunda bir
mücadeleye gerek kalmadan gerekli adımlar
genç cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
atılmaya başlanmıştı. Öyle ki Ulu Önder’in
manevi kızlarının yaşamları bile onun düşünce
dünyasında kadınların medeniyet inşasının
vazgeçilmez unsuru olduğunun göstergesi
idi. Fakat burada şuna değinmekte fayda var
çetin bir mücadele içerisine girilmemiş olması
Türk toplumunun feminizme ihtiyacı olmadığı
anlamına gelmemelidir. Öyle ki Ziya Gökalp
gibi mühim bir düşünür 20. yüzyılın başlarında
Türkçülüğünün Esasları adlı eserinde ‘Türk
Feminizmi’ni açıklamaktan ve Türk toplumunun
tarih boyu feminist olduğunu söylemekten
çekinmemiştir. Bizim idealize ettiğimiz
feminizm, çatışmadan ziyade tartışma, karşı
çıkmadan ziyade uzlaşma ve en mühimi güç
mücadelesinden ziyade bir medeniyet inşasına
dayanmaktadır. Türk feminizminin de en
büyük mücadelesi yine cehalete karşı olmakla
beraber bu karşı oluş bir yıkıcı unsur değil
ilerleyici tavrın temsilidir. Cehalet ile mücadele
edilmelidir çünkü kadınların eğitimle beraber
yükselişe geçişi sadece onlar için değil
toplumun geneli için faydalı olacaktır.
Hakikate ulaşmaktan mahrum bırakılmamak,
kadınların da erkeklerle aynı şartlarda
eşit koşullarda eğitim görebilmesini sağlamak
Türk feminizminin merkezinde yer alan olgulardan
biridir. Mazinin sorgulanamaz ve
kutsal olduğu dayatması eleştirel düşünce ile
beraber değişmeli ve mazi, âtinin selameti
32
için sorgulanmalıdır. Medeniyete giden yolun
taşlarının sağlam olabilmesi için fertlerin
hürriyetinin sağlanması toplumun sadece bir
cinsiyeti için değil iki cinsiyeti için de mühimdir.
Zira toplumu oluşturan da devletinin
devamlılığını sağlayan da kadın ve erkektir.
Hal böyle iken eşitlik bir talep değil bir zorunluluktur
Türk feminizmi için. Bu sebeple
Türkiye’de hak talebinden ziyade öze dönme
arzusu mevcuttur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki
cehalet ile mücadelenin kararlılığına
geri dönülmeli ve Türk kadınlarının önündeki
putlar ve tabular Türk milleti tarafından yıkılmalıdır.
Bu yıkım kız çocuklarının okullaşma
oranını yükseltmekle kalmamalı, milli eğitim
müfredatı ile Türk çocuklarını küçük yaşta
medeniyetin ve Cumhuriyetin neferi yapacak
şekilde tekrardan düzenlenmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı
ile bağlı olmanın ötesinde idealleri ile bağlı
olan Türk milleti sadece kendisi için değil
gelecek nesillere medeni bir toplum ve refah
bir düzen bırakabilmek adına topyekün bir
mücadele göstermeli soyut düşmanlarla somut
bir şekilde baş etmelidir. Cehalet insanlarda
vücut bulabilir fakat ölümü zihinlerde gerçekleşecektir.
Cehaletin ölümü ise medeniyete
gebe olacak ve bu ölümün doğurganlığı Türk
toplumunun ilerleyişine katkı sunacaktır. Eril
düzenin yıkıcılığı dişil mücadelenin istikrarı
ile son bulacaktır.
33
34
Murat Pehlivanoğlu
Dilimize pelesenk olmuş “bizim mahallenin
çocuğu” kavramını ilgiyi çekmek ve merak
uyandırmak açısından “getto” ile özdeşleştirerek
tanımlamayı tercih ettim. Türk milliyetçileri
1944 davalarından sonra kaygılarını ve
önerilerini siyaset üzerinden açıklamayı, siyaset
üzerinden açılacak alanın gerekliliğini benimsemeyi
tercih ettiler. Bugün gelinen nokta
da siyaseten kırgınlıklar ve yorgunlukları olan
mahallenin sakinleri yeni bir alan arayışı içindeler.
12 Eylül darbesi ülkemizde sivil alanın önünü
tıkamayı başarmıştır. Aileler çocuklarının
hiçbir grupla anılmasını istememeye hatta sadece
günlük rutinlerinin dışına çıkmadan sağ
salim evlerine gidip gelmelerini arzu etmiştir.
Çocuklukları o döneme denk gelen bugünün
anne babaları ise aynı endişeleri daha da
derin şekilde içselleştirmiştir. Türkiye’de sivil
alan bu kırılmaların yansımalarını her zaman
üzerinde hissetmiş ve memleket derneklerinin
ötesine geçilemeyen girişimlerle yolunu bulmaya
çalışmıştır.
2000 sonrası özellikle Avrupa Birliği uyum
sürecinin etkileri ve Türk demokrasisinin sivil
aktörlere yeni beklentiler üretmesi sonrasında
süreç iyileşme yolunda ciddi ilerlemeler katetmiştir.
Bu süre zarfında ülkemizde bilinen
farklı ideolojik gruplar arasında sivil ataklar
yapılsa da Türk milliyetçileri için sivil toplum
üzerinden çözüm arayışı birinci tercih olmayı
başaramamıştır. Avrupa Birliği süreçleri ile
ekonomik kaynakların çeşitlenmesi ve sürdürülebilir
iş modellerinin ortaya koyulabilme
potansiyelinin artması ülkemizde bu alana
olan alakanın olumlu değişim göstermesine
neden olmuştur.
15 Temmuz süreci yine sivil toplum için insanların
yeniden çekinceyle baktığı, şerh düştüğü
bir konuma geçmesine sebebiyet verdi.
İnsanlar isimlerinin bir zümre ile anılmasının
kendileri için neler getirebileceğini hesaplayamaz
hale geldiklerinde ilk olarak sivil alandan
çekilme tepkisini gösterebiliyorlar.
Kısa bir tarihsel perspektif çizmeye çalıştığımız
ülkemizde sivil toplum sahasının yaşadığı
evreler ve gelişim süreci hikayesinde farklı
ideolojik pencerelerin yaklaşımlarını ayrı ayrı
değerlendirmemekle birlikte genel bir izlenim
çizmeye gayret ettim. Devlet ve sivil toplum
arasındaki problemli tarihin “devletçilik” ilkesini
benimsemiş milliyetçi kimliklerin sivil topluma
karşı çekinceli durmasına neden olduğu
ise cumhuriyet tarihi süresince farklı etkenlerle
gözlemlenmiştir.
Türk milliyetçileri için sivil sahanın farklı
mecralarına yönelme gereksinimi iki binli yılların
başlangıcından sonraya tekabül ediyor.
İşte bu zamana kadar geçen sürede tabirde
hata olmamak kıssası ile kendi çizdikleri siyasi
çizgiler içinde kalan Türk milliyetçileri gettolarını
terk etmemekte ısrarcıydılar. Getto, bir
kentin herhangi bir azınlıkça yerleşilen bölümüne
genel olarak verilen ad. Ortaçağda şehirlerde
yabancılar gözlem altında ve hususi
mahallerde yaşamak zorundaydılar. Yahudiler
gibi gruplar kamusal haklardan mahrum
olarak şehrin periferisinde (kenar mahallesinde)
yaşıyordu. Getto, amacı ne olursa olsun
her azınlığın sığınma veya sürülme (örneğin
Varşova gettosu) yeridir. Ayrıca II. Dünya
Savaşı sırasında Adolf Hitler önderliğinde
üstün kabul edilen Aryan ırkını, alt ırk diye
tabir edilen Yahudi ırkından ayırmak için tüm
Yahudileri ayrı bir küçük mahalleye yerleştirme
işidir. Bu yazıda Türk milliyetçilerinin kendi
sahalarını terk etmedikleri alanı kast etmek
maksadı ile ifadeleri güçlendirmek ve çarpıcılık
kazanması için kullanılmıştır.
Sivil toplum- devlet ikileminde siyasi çıkmazların
karşılığını farklı alanlarda sivil insiyatif
alarak üretmek isteyen bizim mahallenin
çocukları sivil alana yönelmeye başladılar.
Bu deneyim bir anlamda gettoyu terk etmek
ve “diğer” ile bir arada olmak için farklı fırsatları
da bir araya getirmişti. Aslında İttihat-Terakki’den,
kuruluş fikrinin alevlerinin yandığı
Türk Ocağı’na, Tıbbiyelilerin birlikteliklerine
kadar farklı zaman ve ruhlarda Türk milliyetçileri
sivil çözümler üretmeyi ve buradan devletine
faydalı olmayı arzu etmiş ve başarmıştır.
Fakat çok partili sistem ile artık devlete faydalı
olmak siyaset yapmaktan geçiyor algısı belki
de yanılgısı bu kesimin insanlarını “siyasetle
iç içe” olmak zorunda bırakmaya başlamıştır.
Siyaseten yaşanan çözüm arayışları ve siyasileşme
evreleri homojen bir alanda kendi
ve kendi gibi düşünenler ile yaratılan bir kendi
mahallesinden çıkmama pratiğine dönüşmüştür.
Diğer ile bağlantılar azalırken menfaatler
devletin yekununu değil bağlı olduğu
35
zümreyi dürtmek kaygısından beslenmiştir.
Dünya genelinde kabul gören STK katılımı ile
demokrasi arasındaki bağlantılı ilişki ülkemizde
benimsenmemiştir. Kendi ruhu ve iç gelişmeleri
ile değerlendirildiğinde bu paralelliği,
Türk demokrasisinin neden gösteremediği sorusuna
yanıt bulunacaktır. Genelin yargıları
mahallenin çocukları içinde geçerlilik göstermiş,
hal böyle olunca bizim mahallenin kapısı
içeriden kitlenmiştir.
Milliyetçiliği etnik kimlik sorunlarına sıkışmış,
radikal sağ partiler ve şiddetli çatışmalar
ile anılmasının önlenmesi için sivil toplum içinden
bir cevap üretmek hem diğere ulaşmayı
kolaylaştıracak hem de siyasi ön yargılardan
arındırılmış birlikteliklerle kısa vadede kalıcı
çözümler üretebilecektir. Bu kapsamda sivil
alana yapılan yatırımlar önemsenmeli ve buradan
üretilecek cevaplar Türk milliyetçileri
için yeni bir arayışa kapı aramalıdır. Böylelikle
farklı sahaları tanımak mümkün olacağı
gibi farklı zümrelerin insanlarının çekincelerini
anlamak kolaylaşacaktır. Bu sürecin gelişiminde
katkı üretmek çekincelerle değil yüreklilikle
devam etmelidir ki kapısını içeriden
kilitlediğimiz gettomuzun problemlerini merkeze
taşıyabilelim.
36
Milliyetçiliğin yalnızca kaos ortamlarının
ürünü olarak görülmesinin önlenmesi için sivil
alan yeni alternatifler üretecek. Gettonun
ana kaygıları genele nüfus edecektir. Gündelik
problemlere ve tüm dünyayı ilgilendiren
sosyal konulara yorumlar getirilmesi, milliyetçiliğin
yalnızca savaş dönemi politikası
olmadığını ve kolektif aklın önemli bir parçası
olarak algılanması zorundalığını toplumun
tamamına kavratacaktır. Örneğin iklim krizi
için milliyetçilerin bir bakış açısı benimsemesi
sivil alandan çıkarılabilir, olası bir salgında
alınacak önlemlere politikanın çıkar
çatışmasının dışında ama doğrudan politikayı
etki altında bırakacak gerçek öneriler yine bu
alandan yanıtlanabilecek şu an örnek açısından
akla gelecek ilk kavramlardır.
Güvenlik kaygılarının ötesine taşınacak
sivil öneriler ile Türk milliyetçileri bulunduğu
dönem ve insanlığın tümüne verilecek mesajların
hazırlanması için yeni bir çaba alanı
açacaktır. Bu sayede yalnızca korumacı olan
tutum yapıcılığa çevrilerek alternatif olmayı
başarabilecektir. “Korumak ve gerekirse korumak
için yıkmak” olarak ön kabullere girmiş
çizginin dışına taşılacaktır. Bu çaba diğer için
alışagelmediği önerileri ortaya koyduğunda
ön yargı duvarları ile milliyetçiliğe karşı geliştirilmiş
antikor hücreleri kendisi için yaşam
alanı bulamayacaktır.
Kendi meselelerini, değer dünyasını ve
kültürel kavrayışını güncel ve evrensel meseleleri
yorumlayarak ötekinin hayatına taşıyabilmek
sivil toplum aracılığı ile mümkün
olacaktır. Kavramları ve sorunları ait hissettiği
fikir dünyasından eleminize ederken siyasetin
aşamadığı sınırları aşarak ortaya yeni ürün
koymak da yine sivil alanda gösterilecek
farklı iradeler ile karşılık bulacaktır. Bu süreç
yayınlar, organizasyonlar ve diğer ile bir
araya gelebilecek ortamlar kurularak inşa
edilebilecektir.
Kamunun ortak yararının gözetildiği sivil
alan siyasetin dışında devlet-birey ilişkisinde
yeni başlıkları ortaya çıkarabilecek özgür
ve kendine münhasır önerilere açık bir bölgedir.
Burada siyasi kutuplaştırılmalardan
arındırılmış ortamların hoşgörü ve karşılıklı
konuşma kültürünü sağlaması ile kendisi gibi
olmayanla karşılaşıp ona karşı fikri mücadele
verme zorunluluğu da yine Türk milliyetçileri
için gelişim kaynağına dönüştürülebilecektir.
Siyasetin ari ve tek tipliği yerine burada
heterojen katılımlı yapılarla kendi fikrini
temellendirecek argümanlar üretmek
zorunluluk arz edecektir.
Tüm bu farklı görüş ve kaynaklardan beslenerek
yeni bir söz söyleme sahası ve siyaseten
yorgun isimlerin sahada aktif şekilde istifadesinin
sağlanması için sivil alan, önemli ve
güçlü bir deneyim olacaktır. Burada atılacak
adımlara aynı kilitli kapının ardından çıkmış
insanların karşılıklı destek ve iş birliği üretmeleri
yine sivil alanda açılacak bir cephenin
sağlam ve ayağı yere basan ilerlemelerine
vesile olacaktır. Siyasi kaygılar ile yapılamayan
iş birlikleri, bu sahada her grubun kendi
kurumsal kimliği ve katkıları ile alternatif çözüm
önerilerine kapı aralayacaktır.
37
“…Yıkılıpdur bu cihan, sanma ki bizde düzele
Devleti çarh-ı deni verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep
İşimiz kaldı hemen merhamet-i Lemyezel’e! ...” (Koçu, 2016)
Taşra; adeta üstat Neşet Ertaş’ın bir ayrılık,bir gariplik demesiyle vücut bulan bir yokluk ve
yokluklar diyarı (Toptaş, 2018). Semantatik olarak taşra; dışarıda bulunan;merkezden uzak
demektir ya da Edward Shils’in deyişiyle bir periferi. Bizim izanımızın lisanıyla yazıldığında
ülkemizin, siyasi tarihimizin öyküsü (Shils, 2002)...
Edward Shils merkez-çevre ilişkisini ele aldığında kavramları şu şekilde açıklar: Her toplumun
bir merkezi vardır ve bu merkez; değer yaratan, kültür inşa eden kurumsal bir tasarruftur.
Özellikle kültür yaratma ve bu kültürü dışarıya yani bizim deyişimizle taşraya entegre etme
görevine merkez haiz görülür (Shils, 2002). Peki merkez nasıl değer yaratmaktadır diye sorulacak
olursa, cevabı kültür ve toplum ilişkisinde aranmalıdır. Kültür; sembollerle ve kişi davranışlarıyla
harmanlanan, değişen ihtiyaçlara inat kendi kendisini yaratan ve devam ettiren
özerk bir küldür (Mardin, 2019). Yani Shils’in de vurguladığı üzere merkez ve taşra geometrik
şekillerden müphem, kurumsallaşmış bir değer yaratım mekanıdır. Bu mekan içerisinde sevinçler,
hüzünler ve bazen de umutlar vardır bizim öykümüzde. Harvey’nin de ifade ettiği üzere:
Mekan anlaşılmak isteniyorsa coğrafi ve sosyolojik muhayyileler kaynaştırılmalıdır (Harvey,
2013). Bu da çeşitli yöntem ve araçlar vasıtasıyla mümkün olmaktadır. Bize bu kapıyı aralayan
yöntemin anahtarı merkez-çevre yaklaşımı olmuştur. Özellikle ülkemiz özelinde merkez
ve çevre ilişkisi güçlü bir hiyerarşi ve ayrışmayı temsil etmektedir. Ülkemiz özelinde düşünüldüğünde
İstanbul birçok açıdan merkezi özellikleri bünyesinde taşımaktadır, örneğin ekonomi
ve ticaretin başkenti İstanbul dememiz gibi. Elbette semtten semte, mahalleden mahalleye
38
Fatma Nazlı Atilla
değişen bir atmosfere sahip olsa da İstanbul,
psikolojik olarak merkez olma şerefine,
klasik dönem Osmanlı Devleti anlayışından
beri, sahiptir. Yani coğrafi muhayyile tarihle
ahenkle dans ederek sosyal muhayyileye el
vermektedir bu kentte. Bürokrasinin dahi bu
kentte yeşertilip Ankara’ya nakledildiğini
düşünürsek bu hiyerarşi daha net bir şekilde
hissedilecektir.
Peki biz bu kaynaştırma, ayrışma ya da
hiyerarşi içerisinde neyi irdeliyoruz sorusunun
yanıtı ise başlığımızda saklı. Bir kente
özgü anonimliğin hakim olduğu tiyatrolarıyla,
operalarıyla ve dahi kozmopolit dokusuyla
başımızı döndüren fakat öte yandan, sahip
olduğu ahi kültürüyle bize taşranın o sıcacık
elini uzatan organik bağlarıyla bir Ankara,
bir başkent...
Kente Konya Yolu üzerinden giriş yapıldığında
tipik bir Anadolu kentinden pek de
ayırt edilememektedir. Sonsuz bir bozkırın
kucağında bir vaha gibi duran Gölbaşı karşılar
sizi. Kent içine göre yeşil ve müsterihtir.
Aşti’ ye girmeden evvel görünen o çok katlı
plazalar, gökdelenler sanki bir avazda bizi
yutuverecekmiş izlenimi verir. Bir kentin azametini,
o çok katlı demir kulelerle ispatladığını
zanneder mimarlar; fakat yanılırlar. Sıhhiye’ye,
Kızılay’a uğramaktan hicâp duyan, bu
üst sınıf kültür ideologları sadece kentin gerçekliğinden
kaçarak, süslü bir fildişi kuleye
hapsolurlar. Aslen Ankara’yı anlatan ise, tüm
mevcudiyeti ve kudretiyle Ankara Kalesi’dir.
Kale, Ankaralının aşkıdır, kavgasıdır, tasasıdır,
şikayetidir; kendisine çizilen öteki konumuna
karşı. Kaleden Hamamönü’ne giderken
huzurun rotasını çizmeye çalışırsınız, kimliğiyle
boğuşan bir kentin akislerinde. Az ileride
Atakule’yi görürsünüz uzaktan. Bu uzak, mesafeyle
de ölçülecek türden değildir üstelik.
Bazen de kalabalığıyla boğar sizi o koca
boşluklar üstelik de denizi yok diye şikayet
edilirken boğar. Zihniniz o hengameye yetişmek
için uğraşırken bir keşmekeş olur, çıkar.
Ama sonra oturup, şöyle bir bakınca Hacı
Bayram Veli Camii’nden, ne kadar mutavassıt
bir kent olduğunu görürsünüz. Her şeyin
uçlarda yaşandığı bir çağda, bir orta görürsünüz.
Kısacası Ankara’da hem merkezi hem
de taşrayı görürsünüz. Denizi olmasa dahi İstanbul
gibi bir merkezin sahip olduğu kent dokusu
kendini hissettirir. Alışılmış bir elitizm ile
ayrılan da çoktur bakınca ama babacan ve
kucaklayan tarafı da aynı nispettedir. Ankara
39
görünen cemiyetin aksine görünmezde tahtını
böyle inşa eder gönüllerde. Dikimevi, Mamak
denildiğinde gözler hep bir kaçış yolu arar,
Ulus örneğin, sadece eski meclis binasını bünyesinde
bulunduran bir mekan değildir; taşranın
tam da merkezin göbeği denen yerde
inşa ettiği bir bibliyografyadır. Öte yandan
Sıhhiye’den Kızılay’a yürüdükçe bir harman
görürsünüz, Kızılay gerçekten de Türkiye’nin
kalbidir. Sonra Kuğulu- Dikmen tarafına geçtiğinizde
her imkanla sınanan kitapçılar, yeşile
hasret bu başkentte yeşil parklar görürsünüz.
İmkanın sınırları zorlanarak mutluluk aranır
buralarda. Sonra Maltepe’den Tandoğan’a
yürürsünüz, son derece organik eğlence mekanlarının
içerisinden. Tandoğan’da huzur
bulur, sönmeyen bir güneşin ışığına Anıtkabir’de
teslim olursunuz. Sonra Keçiören’e
düşer yolunuz, savrulan bu değer yargılarının
arasında ancak muhafazakarlıkla ifade eder
kendini bu ilçe. Çünkü Çankaya’nın zoraki,
alışılmış elitizmine inat yarattıkları miğfer dini
muhafazakarlıktır.
Velhasılı kelam, aynı kentin içinde çok
farklı hayatlar yaşanır, iki taraf da birbirini
görmezden gelerek kabullendim zanneder ve
siz bu iki gerçekliğin tam da ortasında keyfe
değer bir izlence edinirsiniz. Hele ki orta
sınıf bir ailenin taşralı evladıysanız, Ankara
sizin kalbinizin ortasındaki cumhuriyetin de
başkenti olma payesini alır. Varlığıyla sınayan,
yokluğunda bağrınızda hasret çiçekleri
açtıran bir kılavuz olur. Çünkü o, hayal ettiğiniz
taşra-merkez çatışmasının didinmesi
de sükunu da burada gizlidir (Tahir, 2019).
İstanbul da buradadır Ankara da. Kızılay da
buradadır, Bebek de burada. Olabilirlerin
sakındığı tüm olmazları bir seçenek olarak
sunan bir yol ayrımıdır. İçindeyken yaşadığımız
kargaşanın yegane sebebi budur belki
de (Tahir, 2019). Zira cemiyet istikrardan
hoşlanır, inadına hayat daima yeni iddialar
peşindedir. Merkez ile çevre de böyledir,
alışılmışa inat hep bir kavga içerisinde ısrarlı
bir çekişme. Bizleri körelten karanlığımıza
biat etmektir; öyle ki parlayan yıldızları dahi
yangın zannedip söndürmek isteriz. Ama
yaşamak ilerlemek bu değildir ki. İlerlemek,
40
menzile ulaşmak genele mahsus kanaate
baş eğmemekle mümkündür (Meriç, 2018).
Belki de bu öğütleri zihnimize nakşettiğin için
seviyoruz seni başkent Ankara, denizlerden
engin özlemimizin sebebi budur belki de. Taşrada
bulunmak sıkıntısı artık bir var olma kavgası
haline gelince somutlaşır bizlerdeki yerin
(Özçınar, 2018). O zaman anlarız senin
hikayeni, seni tam da kaybedince buluruz.
Sayılmayız parmakla,
Tükenmeyiz kırmakla,
Taşramızdan sormakla,
Kimse bilmez ahvalimiz (Bora, 2018)...
Kaynakça
Bora, T. (2018). Taşraya Bakmak. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Harvey, D. (2013). Sosyal Adalet ve Şehir.
İstanbul: Metis Yayınları.
Koçu, R. E. (2016). Kabakçı Mustafa Bir
Serserinin Romanlaştırılmış Hayatı. İstanbul:
Doğan Kitap.
Mardin, Ş. (2019). Din ve İdeoloji. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2018). Jurnal 1. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Özçınar, M. (2018). TAŞRA-MERKEZ
İKİLEMİ BAĞLAMINDA AHLAT AĞACI FİLMİ-
NİN ÇÖZÜMLENMESİ. SOCIAL MENTALITY
AND RESEARCHER THINKERS JOURNAL ,
1339-1345.
Shils, E. (2002). Merkez ve Çevre. Türkiye
Günlüğü Dergisi (70), 86-96.
Tahir, K. (2019). Esir Şehrin Mahpusu.
İstanbul: İthaki Yayınları.
Tahir, K. (2019). Yol Ayrımı. İstanbul: İthaki
Yayınları.
Toptaş, H. A. (2018). Taşranın da Ötesinde.
T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 259-
271). İstanbul: İletişim Yayınları.
MORCİVERT YAKALI SEVDA
Suna Yıldız
Ben de isterdim küçük bir kuş olup uçmayı,
Acıyla yoğrulan kalbimi Kaf Dağı’nın ötesine
bırakmayı
Harisleşen kalbimi soğuk suyla yumayı
Sevgi kaçan gözlerimi sahibine teslim etmeyi
Ayaklarımı yerden kesip göğe kaçmayı.
Ben de isterdim
Morcivert yakalı sevdayı
Gökkubbeye sermeyi,
Çıkmazların en sarpında
Göğü kucaklamayı.
Gökte bulduğum sevgiyi yere sermeyi,
Sevgiyi sevip sevip içime katmayı.
Ben de isterdim
Uzaklık denen lakırtıyı lügatten atmayı
Kelimelerin mesafeyi yıktığını,
Yıkıp da gönül mülkünü düzlediğini
Göstermek.
Kavuşamamanın bu dünyaya mahsus kaldığını
Ellerin bir avuç sevgi avuntusuna
Hasret kaldığını,
Yollar gözlediğini.
Aşkın bir adının da mahşer olduğunu
Göğercinlerin göklere ecirler savurduğunu
Şenlendirdiğini canları
Tutup kanadını sevdanın
Bilinmez ufuklara göç aldığını
Söylemek isterdim.
Öyle ya
“Gerçek adın bir fısıltı gibi kaldı ağızlarda,
dudaklarda” *
Başımızdan ırılmıyor bu sevda türküsü ya,
Bu türküleri tutturanlara
Son gücümle eşlik ettiğimi
Bilmeni isterdim.
İstikbâlde mevsimleri karşılamayı
Merdümümden düşen giryelerin
Mercû hâl aldığını
Bir okyanustan ihraç olup
Diğer okyanusa ithal olduğunu
Kayalıkların dibinde yosun tuttuğunu,
Bir gün tevâsulât olur diye beklediğini
Bil isterdim.
İsterdim ben de tevazu ile
“Senin adın kavuşmak olsun.” **
*Sezai Karakoç
**Sabahattin Ali
41
TARTIŞMALARIN ODAĞINDAKİ SÖZLEŞME:
İSTANBUL
SÖZLEŞMESİ
Banu Balıbey
Modern devletlerde hak ve kanun arasında sıkı bir ilişki vardır; haklar kanunlarla korunmadığı
sürece yok sayılmaktadır. Adil bir toplumsal düzen de ancak hakları korumaya yönelik
mevzuatların oluşturulması ile sağlanabilecektir. Adil kanunlar her zaman toplumsal düzeni
koruyan değil, zaman zaman toplumsal düzene karşı dahi olsa hak edene hakkını verebilen;
korunmasını gerekeni koruyabilen kanunlardır. Toplumsal düzene karşı olduğu miktarda direnişle
karşılaşılır bu düzenlemelere yönelik, ancak adalet elbette herkesi değil; hakkı çiğneneni
memnun etmektedir. Hukukun amacı popülizm değil, adalettir. Son zamanlarda, adil olmasına
rağmen bir kesim tarafından karşı çıkılan bir düzenleme sıklıkla gündeme gelmektedir:
İstanbul Sözleşmesi. Bu kadar gündemde olmasına rağmen, hakkında yapılan yorumların sıklıkla
bilgi temelinde uzak olduğu, birtakım önyargılara dayandığı görülmektedir. Bu yazıda,
sözleşmenin bilgi temelinde incelenmesi amaçlanmıştır.
Sözleşmenin giriş kısmında, böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyulduğu oldukça
güzel bir biçimde açıklanmaktadır. Giriş bölümüne kadına karşı şiddet ve ev içi şiddetin her
türü kınanarak başlanmış ve “Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete
dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları
en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğu”na yönelik sahip olunan farkındalık
dile getirilmiş; “kadınların ve genç kızların erkeklerden daha fazla oranda toplumsal cinsiyete
dayalı şiddet riskine maruz kaldıklarının ve erkeklerin de ev içi şiddetin mağdurları olabileceği”
hususu da ifade edilmiştir. Dolayısıyla, sözleşmede “kadına karşı şiddet” ifadesi ile toplumsal
bir grup olarak kadınların maruz kaldığı şiddet tanımlanmış; özel alanda yaşanan şiddetin
erkek mağdurlarının da olabileceği gözden kaçırılmayarak sözleşmenin kapsamının bu şiddet
türlerindeki mağdurları koruyacak kadar genişletilmiştir. Sıkça çarpıtılan toplumsal cinsiyet
kavramı sözleşmenin 3. maddesinde “herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun
olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler”
42
şeklinde tanımlanmış, kadına yönelik şiddetin
temel sebebi olarak gösterilmiştir. “Kızını
dövmeyen dizini döver” “Kadının karnından
sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”
türevlerinden dile yerleşmiş ifadeler, bu yaklaşımın
doğruluğunu kanıtlar niteliktedir.
Sözleşmede, “kadına karşı şiddet” ve
“ev içi şiddet” olmak üzere iki şiddet türü
tanımlanmıştır. Kadına karşı şiddet deyimiyle,
kadının kamusal veya özel alanda
karşılaştığı ayrımcılık, şiddet ve hak ihlalleri
anlaşılmalıdır. Ev içi şiddet deyimiyle ise
bireylerin özel hayatlarında karşılaştıkları şiddet
deneyimleri tanımlanmıştır. Aile içi şiddet
tabirinden farklı olan ev içi şiddet tabiriyle, kişilerin
şiddet gördükleri kişi/kişiler ile evli olmamaları
halinde, örneğin boşanmış olmaları
halinde veya nişanlı olmaları halinde veya
birbirlerini tanıma devresinde olmaları halinde
veya hiç tanımadıkları fakat ısrarlı takibe
maruz kaldıkları kişilerden şiddet görmeleri
halinde de şiddete karşı korunmaları sağlanmıştır.
Ev içi şiddet tabiriyle, kişilerin özel hayatlarında
gördükleri şiddetin yalnızca “aile”
kurumu içinde olmadığı hukukun gözünde
tanınmıştır. Bunun dışında, gerek kamusal
gerek özel hayattaki şiddetin; fiziksel şiddet
ve cinsel şiddet dışında, psikolojik şiddet
veya ekonomik şiddet şeklinde olabileceği
kabul edilmiştir. 1 Bu ise şiddetin görünmez
ancak bir o kadar yıpratıcı türlerinin hukuken
tanınmasıyla şiddete maruz kalan kişilerin bu
şiddet türlerinden korunabilmesine olanak tanımıştır.
Eşitsizliği ortadan kaldırmanın amaçlandığı
bu sözleşmede, eşitsizliği güçlendiren
ve eşitsizlikten aldığı güçle uygulanabilen şiddetin,
çeşitli türleriyle birlikte tanımlanmasıyla
etkili koruma mekanizmalarının oluşturulması
amaçlanmıştır.
Şiddete yönelik koruma mekanizmaları,
hukuki sürecin yanı sıra mağdura verilen
her türlü desteği içermektedir. Bu, ikincil
1 İstanbul Sözleşmesi m.3/1-b: “aile içi şiddet”, eylemi
gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta
olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun
veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya
mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler
arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik
veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.
mağduriyetlerin önlenmesinden başlayarak,
mağdur ve tanıkların korunmasına yönelik
etkili tedbirlerin alınması gerekliliğini kapsamaktadır.
2 Bunların dışında, sözleşmede
genel destek hizmetlerinin de sağlanması
gerektiğinden bahsedilmiştirBu hizmetler,
mağdurların yasal ve psikolojik danışmanlığın
sağlanmasının yanı sıra finansal yardım,
ev ve iş bulmasına yardım olunması,
eğitiminin sağlanması gibi noktaları da içermektedir.
3 Bunların, şiddetten kurtulmak
isteyen ancak ekonomik bağımlılık gibi sebeplerle
bunu yapamayan kişilerin şiddetten
kurtulmasına yardımcı olma amacı taşıdığı
söylenebilecektir. Bunun yanı sıra, şiddetin
her türünün buna maruz kalan kişilerde
oluşturduğu psikolojik hasarın önüne geçme
noktasında psikolojik danışmanlık hizmeti en
az kişinin yasal haklarını kullanabilmesi noktasında
sunulacak olan hukuki danışmanlık
hizmeti kadar büyük bir önem arz etmektedir.
Bunun dışında, şiddet mağduru kişilerin kalacakları
güvenli yer oluşturan barınakların kurulması
yükümlülüğü de sözleşme kapsamında
belirlenen koruma mekanizmalarındandır.
Sözleşmenin koruma ve destek başlığı altında
öngördüğü yükümlülüklerin tamamının yerine
getirildiğini söylemek şu aşamada mümkün
değildir. Ancak gerek devlet kuruluşları gerek
sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle şiddet
mağduru kişilerin kalabileceği barınakların
oluşturulması noktasında büyük çalışmalar
görülmektedir. Keza, hukuki danışmanlık hizmeti
sunulması noktasında da ulaşılabilir pek
çok hat oluşturulmaya başlanmıştır.
Sözleşme, koruma ve destek yükümlülüklerinin
yanı sıra, şiddeti henüz gerçekleşmeden
önleme noktasında da taraf devletlere
birtakım yükümlülükler getirmiştir. 4 Bu nokta-
2 Koruma ve desteğe ilişkin düzenlemeler madde 18 ile
madde 28 arasında bulunabilecektir.
3 İstanbul Sözleşmesi m.20/1: Taraflar mağdurların
şiddet eylemi sonrasında iyileşmelerini kolaylaştıracak
hizmetlere erişimini sağlayacak gerekli yasal veya diğer
tedbirleri alacaklardır. Bu tedbirlere gerektiğinde, yasal
ve psikolojik danışmanlık hizmetleri, finansal yardım,
konut sağlama, eğitim, öğretim ve iş bulma yardımı da
dahil olacaktır.
4 Önleme başlığı madde 12 ile madde 17 arasında
düzenlenmiştir.
43
da, kadının toplumsal olarak daha aşağıda
görülmesinden yola çıkarak geliştirilen gelenek,
töre, uygulama ve davranış kalıplarının
değiştirilmesi yükümlülüğünü yüklemiştir. 5 Bu,
sözleşme karşıtlarınca “geleneğe karşı savaş”
olarak lanse edilmeye çalışılsa da, kadının
aşağı görülerek şiddete zemin hazırlayan geleneklere
karşı bir savaştır aslında. Kadınların
geleneğe, töreye dayanılarak öldürülmesi ve
sanıkların cezai indirimlerden yararlanabilmesinin
önünü alan bir maddedir. Kaldı ki Türk
hukuk sisteminde, töre saikinin cezada indirim
sebebi olarak yorumlanabilmesinin önüne
geçebilmek için TCK m.82/1-k bendinde töre
saiki ağırlaştırıcı neden olarak da sayılmıştır.
Bunun dışında, “aldattığını düşündüm, gözüm
döndü” türevlerinde açıklamalarla haksız
tahrik indirimi uygulanmasının da önünde bir
engel teşkil etmektedir. Ne yazık ki mevcut
durumda Türk yargı sisteminde özellikle
“erkeklik gururu”na verilen büyük önem neticesinde
yaygın bir biçimde uygulanan haksız
tahrik indirimlerine rastlanmaktadır. Bunun
ise ceza hukukunun temel ve en önemli ilkelerinden
olan caydırıcılık ilkesini ortadan
kaldırmak ve kadının yaşam hakkının erkeklik
karşısında öneminin azaltılması sonuçlarını
ortadan kaldırdığını görmemiz gerekmektedir.
Eşitliğin tesis edilmesi ve kadının yaşam
hakkının erkeğin yaşam hakkı kadar önemli
bir noktaya getirilmesi ancak şiddete destek
veren toplumsal ve hukuki uygulamaların değiştirilmesi
ile mümkündür. Bunun dışında, önleme
ile ilgili noktalar, şiddete karşı farkındalığın
artırılması ile ilgili yapılacak çalışmaları
destekleme yükümlülüğünü, eğitim müfredatına
eşitliğe ilişkin noktaların dahil edilmesini,
medyanın kadına yönelik şiddeti önlemeye ve
kadının onuruna saygı duymaya yönelik politikalar
oluşturmasını içermektedir. 6 Eşitsizlik
5 İstanbul Sözleşmesi m.12/1: Taraflar kadınların daha
aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve
erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı
ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların
kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin
sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine
yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.
6 İstanbul Sözleşmesi m.13/1: Taraflar bu Sözleşme
kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin ortaya farklı şekillerde
çıkışı ve bu eylemlerin çocuklar üzerindeki etkisi
ve bu şiddet eylemlerinin önlenmesi ihtiyacı konusunda
44
fikri, düşüncelerde başlayarak eylemlere
dökülmek suretiyle şiddeti oluşturmaktadır.
Yine düşünceler yoluyla şiddetin başlamadan
önüne geçmek mümkündür. Bu ise kişilerin
eğitimi ve davranış kalıplarının öğrenimi
noktasında oldukça etkili olan medya
aracılığıyla gerçekleştirilebilecektir.
İstanbul Sözleşmesi ile birlikte incelenmesi
gereken bir diğer kanun, 6284 sayılı
kanundur. Bu kanun, İstanbul Sözleşmesi’nin
imzalanmasını müteakiben, sözleşmenin taraf
devletlere yüklediği yükümlülüklerin yerine
getirilmesini sağlamak amacıyla çıkarılmıştır.
Bu kanun, sözleşmenin “Soruşturma, Kovuşturma,
Usul Hukuku ve Koruyucu Tedbirler”
başlıklı 6. Bölümünde yer alan koruma tedbirlerini
düzenlemektedir. Bu noktada, kadına
karşı şiddetin veya genel anlamda ev içi şiddetin
içerdiği özel durumlar sebebiyle, uzun
süren yargısal süreci yanı sıra hızlı bir şekilde
karar alınabilecek tedbir mekanizmasının
gereksinim olduğu belirtilmelidir. 6284 sayılı
kanunun bu gereksinimi karşılamaya yönelik
oluşturulduğu söylenebilecektir. Bu kanun
halk arasındaki farkındalığın ve anlayışın arttırılması
için, yerine göre ulusal insan hakları kuruluşları ve eşit
haklar kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de
kadın örgütleriyle işbirliği de dahil olmak üzere, düzenli
olarak ve her düzeyde farkındalık arttırıcı kampanya ve
programları yaygınlaştıracak veya uygulayacaktır.
Madde 14: Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde
resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden
arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı
saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan
çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal
cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi
konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme
kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için
gerekli tedbirleri alacaklardır.
Taraflar 1. fıkrada belirtilen ilkeleri yaygın eğitimin yanı
sıra, spor, kültür ve eğlence tesislerinde ve medyada
yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır.
Madde 17 : Taraflar, özel sektörü, bilgi ve iletişim teknolojisi
sektörünü ve medyayı, bu sektörlerin ifade özgürlüğüne
ve bağımsızlığına gerekli saygıyı göstererek, kadına
yönelik şiddeti önlemeye ve kadın onuruna saygıyı
arttırmaya yönelik politikaların oluşturulmasına ve uygulanmasına
ve bu konularda kılavuzların oluşturulmasına
ve kendi kendini düzenleyici standartların belirlenmesine
katılmaya teşvik edecektir.
Taraflar özel sektör aktörleriyle işbirliği içinde, çocuklar,
anne babalar ve eğitimciler arasında, zararlı olabilecek,
cinsel ve şiddet içeren aşağılayıcı içeriklere erişim
sağlayan bilgi ve iletişim ortamıyla nasıl baş edileceğine
yönelik beceriler geliştirip yaygınlaştıracaktır.
kapsamında, şiddet uygulayan eski eş, evli
olunan kişi, birlikte yaşanılan kişi, sevgili,
eski sevgili veya ısrarlı takibe maruz bırakan
kişilere karşı koruma tedbiri almak için; Aile
mahkemelerine, Cumhuriyet Başsavcılıklarına,
Şiddet Önleme Merkezlerine, en yakın
karakollara başvuru yapılabilecektir. 7 Bu
bağlamda, şiddet uygulayan kişinin şiddet
mağduruna, bu kişinin yaşadığı konuta, işyerine
okuluna yaklaşması, kişiye ulaşarak
hakaret, tehdit, aşağılayıcı söz veya davranışlarda
bulunması yasaklanabilecektir. 8
Her hukuki mekanizma gibi bunun da kötüye
kullanılması ihtimali her zaman mevcuttur. Ancak,
bu mekanizmanın ihlal olmadığı sürece
şiddet uyguladığı iddia edilen kişiye yönelik
bir yaptırımı bulunmamaktadır. İhlal edildiği
durumlarda ise 3 günlük zorlama hapsi gündeme
gelmektedir. Bunun dışında, tarafların
aynı konutta yaşaması durumunda iddianın
kişileri zor duruma düşürmesi durumu mümkündür.
Ancak, böylesi bir mekanizmayı
aleyhe kullanan ve şiddetin bir türünü uygulayan
kişilerle tekrar aynı konutta yaşamaya
istekli olup olunmama noktasında kişilerin bir
değerlendirme yapması gerekmektedir. Bunu
aleyhe kullanma olasılığı ve aleyhe kullanılma
durumunda ortaya çıkabilecek sorunların “yaşam
hakkı” karşısındaki değeri düşünüldüğü
zaman bu mekanizmanın değeri görülebilecek,
bu mekanizmayı değersizleştirmeye
çalışan argümanların tutarsızlığı görülecektir.
Bunun dışında, bu mekanizmanın şiddeti
artırdığı iddiaları mevcuttur, ancak koruma
tedbirine rağmen şiddet uygulayan kimsenin,
tedbir kararı alınmadığı durumda şiddet uygulamayacağı
düşüncesi fazlasıyla iyimser
ve gerçekçi olmayan bir varsayımdan ibarettir
yalnızca. Dolayısıyla, yargısal süreçlerin
kadınları korumaya geç kaldığı durumlarda,
6284 sayılı kanun ile getirilen koruma tedbirleri
oldukça önemli ve hayati bir görev
üstlenmektedir.
Tüm bunlar göz önüne alındığı zaman,
İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin bütün spekülasyonların
temelinde “eşitsiz sürecin devamı”
yönündeki taleplerin olduğu görülmektedir.
Kadına şiddet gerçeği mevcuttur. Bu şiddeti
önlemek için yapılması gerekenler, şiddete
uğrayan kişilerin koruma altına alınması ve
şiddeti besleyen kaynakların kurutulmasıdır.
İstanbul Sözleşmesi, tüm bunların farkında
olarak kaleme alınmış ve geniş çaplı araştırmaların
sonucu olarak ortaya çıkarılmıştır.
Kadınların hayat hakkı, şiddeti besleyen ve
şiddet eğilimli kimseleri cesaretlendiren gelenek,
töre ve kavramlardan üstündür. Bu noktada,
yaşam hakkını korumak ve kadınlara
korkusuzca yaşayabilecekleri bir hayat tesis
etmekten kaçınıldığı müddetçe kadın cinayetlerinin
siyasi ve toplumsal bir tercih olduğu
tespiti yapılabilecektir! İstanbul Sözleşmesi,
kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti
en aza indirgemek adına etkili bir araçtır.
Bu noktada, kadınların içinde yaşadığı korku
atmosferini güçlendirmek veya yaşam hakkını
öncelemek arasında tercih yapmak söz konusunu
dahi olmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi,
henüz tam anlamıyla uygulanmamış olmasına
rağmen kadınları ve şiddet mağdurlarını
yaşatmakta ve onlara korkusuz bir yaşam
umudu sunmaktadır. Bu noktada, tartışılması
gereken nokta, şiddeti önlemek adına nelerin
yapılabileceği, şiddete karşı nasıl daha etkili
savaşılabileceğidir. Sözleşmenin etkili uygulanmasının
nasıl talep edilebileceği, şiddet
mağdurlarının hayatının nasıl güzelleştirilebileceğidir.
Herkes şiddet arınmış bir yaşamı
hak etmektedir.
7 6284 s. Kanun m.8/1: Tedbir kararı, ilgilinin talebi,
Bakanlık veya kolluk görevlileri ya da Cumhuriyet
savcısının başvurusu üzerine verilir. Tedbir kararları en
çabuk ve en kolay ulaşılabilecek yer hâkiminden, mülkî
amirden ya da kolluk biriminden talep edilebilir.
8 6284 s. Kanun m.5
45
TÜRKİYE’NİN ENERJİ
GÜVENLİĞİ ve
ÜÇ HİLAL JEOPOLİTİĞİ
Dilde, Fikirde, İşte ve Enerjide Birlik!
Hamit Berat Kaya
Enerjinin kullanımı ile insanlığın gelişimi aynı düzeyde artış göstermiştir. Yaşamın temel
maddelerinden biri olan enerji kaynakları çağlar içinde değişim ve dönüşüm geçirmiştir.
Farklı kaynaklardan üretilen enerji, insan yaşamını kolaylaştıran ve geliştiren bir güç olarak
yaşamımızda yer almıştır. Sanayi devrimi ile enerji kaynakları önemini başta askeri ve sanayi
olmak üzere birçok alanda hissettirmiştir. 21. yy’ a gelindiğinde ise enerji yaşamın en temel
gereksinimi olmuştur.
Özellikle hidrokarbon bileşenli enerji kaynaklarının önemi anlaşıldığından bu yana dünya
tarihinde var olan bütün savaşların temelinde, enerjinin var olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde,
toplum refahı ve ekonomik yapısı, sürdürülebilir kalkınma vb. kavramlar enerji ve
enerji kaynaklarına bağlıdır. Dünya siyasetinin enerji üzerine şekillendiği 21. yy’ da ülkeler
arasında, enerji kaynaklarını bulunduran bölgeler üzerinde direkt ya da dolaylı hakimiyet
kurabilmek için büyük bir rekabet yaşanmaktadır.
Bu çalışmada ise Üç Hilal Jeopolitiği kavramı, bu kavramı kapsayan bölgelerin enerji potansiyeli
ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin enerji güvenliği için uyguladığı bölgesel politikalar
incelenecektir.
1. Enerji Güvenliği: Bölgesel Enerji Merkezi Türkiye
Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni güvenlik tehditleri ortaya çıkmış ve bu tehditlerin
ana odak noktasını enerji nakil hatları oluşturmuştur. Bu durum Türkiye gibi transit geçiş
güzergâhında bulunan ülkeleri yeni mücadele yolları ve yeni güvenlik politikaları üretmeye
itmiştir. 20. yy. petrol sahalarına hâkim olmak için yapılan enerji savaşları ile geçmiştir. Bu
minvalde enerji coğrafyasının merkezinde yer alan Türkiye yakın ve uzak çevresindeki ener-
46
ji yatırımlarını ve üretimini yakından izlemesi
gerekmektedir.
Dünya petrol talebi her yıl %2 artmaktadır.
Endüstriyel gelişmeler ve eğilimler dikkate
alındığında 2030 yılı itibarıyla günlük petrol
ihtiyacının 105 milyon varile ulaşması beklenmektedir.
Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden
Türkiye; Hazar, Türkistan ve Ortadoğu
bölgelerindeki petrol ve doğal gaz üreticileri
için bölgedeki en önemli müşteri olduğu gibi,
Batı’daki uluslararası pazarlar için de transit
boru hatlarına ev sahipliği rolünü de üstlenen
güvenilir ve önemli bir transit geçiş ülkesidir.
Türkiye’nin bu özelliğinden ve bölgede oynamış
olduğu rol itibariyle terör örgütleri tarafından
hedef ülke haline gelmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’ya
yapmış olduğu müdahaleler, Arap
Baharı süreci ve doğalgaz ve petrol kaynaklarına
sahip Irak’taki istikrarsızlık bölgenin
enerji güvenliği üzerinde önemli bir tehdit
oluşturmaktadır. Ayrıca Rusya’nın Kafkasya
ve Türkistan coğrafyasına yönelik politikaları
da bölgenin enerji güvenliği için riskli bir
duruma sebebiyet vermektedir. Türkiye’nin
diğer bölgelerden farklı olarak Doğu Akdeniz’de
yaşadığı enerji güvenliği sorunu tüketici
veya doğal köprü olması değil üretici olma
yolunda attığı adımlardan başta GKRY ve
Yunanistan olmak üzere bölge dinamiklerinin
rahatsız olmasıdır. Türk Devletinin Kıbrıs Barış
Harekâtı ile elde ettiği imtiyazlar alınmaya
ve bölgede kabuğuna çekilip süreci izlemesi
istenmektedir. Son yaşanan Libya meselesi de
bunun en somut göstergesidir.
Enerji güvenliği, enerji üretim, iletim ve
dağıtım organizasyonun alt yapısına yönelik
olası terör saldırıları önemle üzerinde durulması
gereken bir husustur. Yeni enerji jeopolitiğinde
tüketicilerin iki temel kaygısı ‘Kaynak
Milliyetçiliği ve Enerji Terörü’ dür. Türkiye
kendi enerji altyapısını koruma konusunda
eksikleri giderebilecek kabiliyette ve güçtedir.
Enerji nakil hatlarına yapılan sabotaj ve saldırılar
sonucunda hem petrol ve doğal gaz
akışı yavaşlamakta hem de milyonlarca TL’lik
zararlar meydana gelmektedir. Ayrıca bu durum
ulusal güvenliğimizi de tehdit etmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız devlet
adamı Georges Clemenceau, “bir damla petrolün
değeri askerlerimizin bir damla kanına
eşittir” sözleri enerji kaynakları ve enerji nakil
hatlarının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
2. Bir Kavram Olarak Türk Dünyası: “Üç
Hilâlin Jeopolitiği”
Coğrafyanın siyasî anlamları üzerine dikkatleri
çekmek için kullanılan jeopolitik kavramı
itibarını her ne kadar soğuk savaş ile
kaybetmişse de zenginleşen içeriğiyle özellikle
1980’lerin ortalarından itibaren akademik
çevrelerde yeniden rağbet görmeye başlamıştır.
“Jeopolitik” kavramı, siyasî haritalara
bakarak incelendiğinde siyasî dinamikler,
güç merkezleriyle olan ilişkiler, jeokültür gibi
diğer değişkenler de tahlillere dahil edilmektedir.
Bu yüzden, “Türk dünyası jeopolitiği”
ele alınırken de “Türk dünyası” kavramının
ifade ettiği manaya uygun bir bakış açısı
geliştirilmelidir. “Türk dünyası”, “Anadolu”
gibi doğrudan coğrafî bir kavrama tekâmül
etmemekte, ancak coğrafî anlamlar da
içermektedir. Türk dünyası coğrafyasından
bahsedebilmemizi mümkün kılan şey, değişmez
bir coğrafî konum değildir, coğrafyayı
üzerinde yaşayan nüfusu merkeze alarak
tarif etmemize imkân veren jeokültürdür. Yani
“Türk dünyası” tanımlamasına esas olan Türk
milleti ve Türk kültürüdür, coğrafya bu beşerî
kavramlarla anlam kazanmaktadır. İlk bakışta
oldukça teknik bir noktaya işaret etmekteymiş
gibi görünen bu tanımlama, bağımsız bir
devlete sahip olmayan yahut hâlen bir Türk
devletinin vatandaşı olmakla birlikte başka
bir ülkede gurbetçi olarak tanımladığımız
Türk varlığının da Türk dünyası jeopolitiğinin
içerisine işlevsel bir şekilde dahil edilmesine
imkân vermektedir.
Farklı milletlerin strateji uzmanları aynı
dünya haritasına bakmakta, fakat bu haritayı
her biri kendi anadilinde okumaktadır. Türk
dünyasında birlik arayışları çerçevesinde jeopolitiğin
Türkçe okunması, üç tane hilâl şek-
47
linde yayılmış, birbirleriyle ilişkilendirilmeyi
bekleyen yoğun enerji hatlarına da sahip bu
bölgeler üzerine düşünmeyi mecbur kılmaktadır.
Yazının kalan kısmında Balkanlar, Doğu
Akdeniz ve Kıbrıs, Türkistan ve Kafkasya’nın
oluşturduğu jeopolitik bölgeler ile Türkiye’nin
enerji güvenliği üzerinde değerlendirmelerde
bulunulacaktır.
2.1. Balkanlar: Avrupa’ya Açılan Kapı
Balkanlar gerek Türkiye’nin enerji politikasın
da gerekse tarihi ve kültürel bağlar
bakımında en önemli meselelerinden birisidir.
Şöyle ki, Ortadoğu, Kafkasya ve Türkistan
coğrafyasında çıkarılan enerji kaynaklarının
taşınması konusunda ülkelerin yaşamış olduğu
en büyük sorun, enerji kaynağının güvenilir
bir şekilde en büyük pazar olan Avrupa’ya
ulaştırılması olarak görülmektedir. Türkiye’yi
karadan Avrupa’ya bağlaması ve enerji nakil
hatlarının devamlılığı açısından Bulgaristan
ve Yunanistan bu manada çok kritik bir konumdadır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan süreçte
gerilen Türk ve Yunan ilişkileri Atatürk
döneminde yerini sulha bırakmıştır. Fakat Yunanistan
içerisinde yaşayan Türklerin sorunları
ve Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerden dolayı
uzun yıllar yumuşak diplomasi ve buna bağlı
olarak herhangi bir ticari anlaşma yakın tarihe
kadar olmamıştır.
Fakat iki ülkenin enerji ihtiyacı doğrultusunda
son yıllarda çeşitli ekonomik anlaşmalar
yapılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda 7 Temmuz
2000 tarihinde AB, Yunanistan ve Türkiye
arasında imzalanan Türkiye ile Yunanistan
Doğalgaz Boru Antlaşması bu gelişmelerin
temelini oluşturmaktadır.
Son yılların enerji arz ve taşınması açısından
en değerli projelerden biri olarak görülen,
Rusya ve Türkiye arasında imzalanan,
Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak Mavi
Akım Projesi ise bölge açısından yaşanan
en önemli gelişmelerden biri olarak göze
çarpmaktadır. Türkiye, bu antlaşma ile hem
iç piyasa ihtiyacını karşılamak hem de bu hat
üzerinden Yunanistan’a, yılda 3 milyar m³,
48
İtalya’ya yıllık 8 milyar m³ doğal gazı kendi
üzerinden ulaştırarak enerji koridoru olma
yolunda büyük bir adım atmayı hedeflemektedir.
Türkiye ve Yunanistan arasında enerji
alanında yapılan anlaşmalar Türkiye’nin
hedefleri doğrultusunda önemli bir yer tutmaktadır.
Türkiye, Avrupa’ya açılan bir diğer kapısı
Bulgaristan ile kültürel ve tarihsel bir geçmişi
olmasının yanı sıra Bulgaristan’ın ihracatında
ikinci sırada bulunduğundan Bulgaristan için
önemli bir ticari ortaktır. Bulgaristan, enerji
arzını kömür ve nükleer santralleri ile sağlamasından
dolayı enerji bağımlılığı nispeten
az bir ülkedir. Buna rağmen petrol ve doğalgaza
olan bağımlılığı devam etmektedir. Bu
bağlamda Rusya ile imzaladığı Güney Akım
ve Yunanistan ile imzaladığı Burgaz-Dedeağaç
projeleri ile enerji talebine kaynak oluşturma
çabasındadır.
Bulgaristan’ın enerji ve işgücü maliyetleri
açısından göreceli bir işgücü üstünlüğünün
bulunmasından dolayı oluşacak enerji projeleri
için Türkiye ve Bulgaristan arasında iş
birliğinin artacağı öngörülmektedir. Nitekim
son dönemde Türkiye ve Bulgaristan Hükümetleri
arasında yapılan 5 milyar dolar hacimli
ticaret anlaşması bu bağlamda önemli bir
açılımdır. Bulgaristan enerji ihracatında da
Türkiye için önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye,
enerji kaynaklarının ihracatının %11,1’ini
Bulgaristan’a yapmaktadır.
Bulgaristan aynı zamanda Türkiye’nin
Enerji koridoru olma hedefi açısından fazlasıyla
önem arz eden TANAP ve Nabucco
Doğalgaz Hattı Projesi’nin Avrupa’ya ulaştırılması
için kritik bir öneme sahiptir. İki
ülkenin ticari ve enerji arz güvenliğindeki
ortak menfaatlerinin örtüşmesinden dolayı
yapılan görüşmeler sonucu Bulgaristan ile
Haziran 2004 yılında Nabucco Uluslararası
Şirketi’nde ortaklık kurulmuştur. Böylece Türkiye,
ilerde gelişebilecek bir sıkıntıda, Avrupa
ülkelerinden de enerji ithal etmesinin önünü
açmıştır.
Türkiye ile Bulgaristan arasında imzalanan
son antlaşma olan ve 3 milyar m³ kapasi-
teye sahip olması hedeflenen Doğal Gaz
Bağlantı Hattı Projesi ile ise teknik bakımdan
çift yönlü akış imkanlarının sağlanmasıyla
Bulgartransgaz EAD ile BOTAŞ A.Ş. ağları
arasındaki mevcut bağlantıların geliştirilmesi
amaçlanmaktadır. Konuya ilişkin mutabakat
zaptı iki ülke yetkili bakanlıkları tarafından
imzalanmış olup 28 Mart 2014 tarihinde
yürürlüğe girmiştir. Proje kapsamında, teknik
ve finansal parametreleri içeren ve AB
finansman imkanlarını değerlendiren bir ön
araştırmayı yapacak ortak bir çalışma grubu
oluşturulmuştur.
2.2. Türkiye’nin Yeni Mücadele Alanı:
Doğu Akdeniz ve Kıbrıs
Akdeniz ve Kıbrıs tarihin çeşitli dönemlerinde
sürekli bir mücadele alanı olmuştur.
Özellikle ticaret yolları üzerinde olması bu
mücadelenin artarak devam etmesini sağlamıştır.
Coğrafi keşiflerin artması ile ise önemini
kaybetmiştir. Fakat sanayileşmenin ve
teknolojinin gelişmesi Akdeniz’in de kaderini
değiştirmiştir. 1800’lü yıllarda açılan Süveyş
Kanalı bölgeyi tekrar canlandırmıştır.
Son yıllarda Doğu Akdeniz’de yapılan
doğal gaz ve petrol rezervlerinin keşifleri
bölgeyi yeniden canlı kılmış ve bölgeye hem
küresel aktörlerin hem de bölgenin güçlü aktörlerinin
yönelmesini sağlamıştır. Bu süreç
içerisinde Doğu Akdeniz’in ortasında stratejik
bir öneme ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika’ya
da hâkim bir konuma sahip Kıbrıs adasına da
ilgi artmıştır. Kıbrıs adası Akdeniz’de ki Türk
varlığı açısından da hayati öneme sahiptir.
Tarih boyunca stratejik önemini koruyan
ve çeşitli misyonlar yüklenen Doğu Akdeniz
ve Kıbrıs son yaşanan keşifler ile enerji üssü
profili de çizmektedir. Bölgede ilk doğalgaz
rezervi 1999 yılında İsrail tarafından Leviathan
isimli sahada bulunmuştur. Bölgede
en kapsamlı çalışmayı ise Amerikan Jeolojik
Araştırma Merkezi (USGS) 2010 yılında yayınlamıştır.
Yapılan araştırmalara göre Kıbrıs
adası civarında 8 milyar varillik petrol yatağı
49
10-15 trilyon metreküp doğal gaz rezervi
bulunmuştur. Ayrıca keşfedilmeyi bekleyen
büyük rezervlerin olduğu öne sürülmektedir.
Uluslararası raporlarda Doğu Akdeniz’in
dünya doğalgaz rezervlerinin %47’sine sahip
olduğu dile getirilmiştir. Doğu Akdeniz’deki
enerji rezervleri için verilen mücadele de bu
rapor ve tespitlerin ardından başlamıştır.
Bu mücadeleye Rum ve Yunan tarafı diğer
bölge ülkelerine göre daha önce başlamıştır.
Bu bağlamda; Rumlar ve Yunanlılar bölgeye
İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya gibi önemli
küresel aktörleri davet etmiştir. Bunun yanında
GKRY, 17 Şubat 2003’te Mısır’la, 17 Ocak
2007’de Lübnan’la, 17 Aralık 2010’da ise
İsrail ile ‘’MEB Sınırlandırma Antlaşmaları’’
imzalayarak Doğu Akdeniz’i diğer devletler
ile paylaşmıştır. Münhasır Ekonomik Bölge
(MEB), 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku
Sözleşmesinde düzenlenmiştir. MEB, kıyı devletine;
kıyıdan başlayarak açık denize doğru
en fazla 200 deniz mili (320 km) kadar
uzanan bölgede gerek deniz yatağı altında
gerek içerisinde egemenlik hakları içeren bir
kavramdır.
GKRY, Yunanistan, İtalya, İsrail, Mısır ve
Ürdün; Ocak 2019’da Kahire’de, gerçekleştirdikleri
toplantıda imzaladıkları iş birliği
anlaşmaları ile Türkiye ve KKTC’yi mücadelenin
dışında bırakan Doğu Akdeniz Gaz
50
Forumu’nu kurdu. Yine bu toplantıda Rumlar,
ABD-AB-İngiltere ve İsrail-Mısır-Lübnan bloklarının
oluşmasını sağladı. Yapılan anlaşmalarda
ne Türkiye ne KKTC dikkate alınmıştır.
Oysa söz konusu olan sahalarda çıkarılacak
olan doğal gaz ve petrol üzerinde bölge ülkeleri
olan Türkiye, KKTC, Mısır, Lübnan, GKRY,
Suriye, İsrail ve Filistin hak sahibidir. Buna
karşılık GKRY, Doğu Akdeniz’de Münhasır
Ekonomik Bölge olduğunu öne sürdüğü Afrodit
sahasını 13 parsele ayırmıştır. Daha sonra
bu sahaları uluslararası katılım ile ihaleye
açmıştır. Fakat bu karar Türkiye ve KKTC tarafından
BM’ye götürülmüş ve KKTC’nin hakları
Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilmiştir.
Hem siyasi hem de egemenlik konusunda eşit
haklar tanınmıştır.
GKRY’ nin tek taraflı ve hukuksuz anlaşmaları
sonucu Türkiye ve KKTC harekete geçmiş
ve 21 Eylül 2011’de kıta sahanlığı sınırlandırma
anlaşması imzalamıştır. TPAO’ya
petrol ve doğal gaz arama izni verilmiştir.
2011’den beri bölgede sismik araştırma ve
derin deniz sondaj gemilerimiz arama çalışmaları
yapmaktadır. Türkiye, dünyada yeraltı
sondajı yapabilecek yeni nesil gemilere sahip
olan 10 ülkeden biridir. Türkiye, GKRY’ nin
hukuka aykırı kararlarına karşılık, 18 Mart
2019 tarihinde Birleşmiş Milletler’ e gönderdiği
mektupta, Akdeniz’deki kıta sahanlığını
sınırlarını 32 derece, 16 dakika, 18 saniye
doğu meridyeni ile 28 derece batı meridyeni
arasında kalan bölge olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca Türkiye ile Mısır deniz yetki alanının
orta hattının Türkiye’nin kıta sahanlığının sınırı
olduğu belirtmiştir.
Doğalgazda %99, petrolde %89 dışa
bağımlılığı olan Türkiye için Doğu Akdeniz
ve Kıbrıs enerji açısından artık hayati öneme
sahiptir. Türkiye’nin enerji arz güvenliğini
sağlama alması gerekmektedir. Ayrıca Türkiye,
Doğu Akdeniz enerji rezervlerinin Avrupa
enerji piyasasına ulaştırılmasında en güvenli
ve en ucuz güzergâhtır. Bunun yanında Türkiye’nin
artan enerji ihtiyacından dolayı Doğu
Akdeniz gazı için de en uygun pazarlardan
biridir.
BM kararlarına rağmen ABD, Avrupa Birliği,
İngiltere ve İsrail, Türkiye’nin ve KKTC’nin
Doğu Akdeniz ile Kıbrıs’taki yetki alanlarını
tanımama tavrını artan bir şekilde devam
ettirmektedir. Türkiye ise 27 Şubat- 8 Mart
2019 tarihleri arasında Karadeniz, Ege ve
Akdeniz’de aynı anda 103 geminin katılımı
ile gerçekleştirdiği ‘’Mavi Vatan-2019’’ deniz
tatbikatı ile bölgede Türkiye’ siz ve KKTC’ siz
bir girişime izin verilmeyeceğini ilgili devletlere
ve tüm dünyaya duyurmuştur.
2.3. Atavatan: Türkistan ve Kafkasya
Türkistan ve Kafkasya Türk milletinin millet
olduğu, ilk kazanımlarını elde ettiği kadim
topraklardır. Türk milleti, bölgede uzun yıllar
hakimiyeti tek başına elinde bulundurmasına
rağmen gerek Anadolu’ya yaşanan göçler
gerekse zaman içinde yaşanan politik ve
ekonomik sebepler ile 1900’lü yılların başından
itibaren Rusların hakimiyeti altına girmiştir.
Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve
SSCB’nin dağılmasının ardından bölgede beş
Türk Cumhuriyeti bağımsızlığını kazanmıştır.
Bu gelişme özellikle Alparslan Türkeş’in
liderliğini yaptığı Ülkücü Türk milliyetçileri
arasında yeni bir heyecan yaratmıştır. Fakat
bağımsızlık sonrası hem ekonomik, teknolojik,
siyasi ve askeri birtakım imkansızlıklar
hem de Türkiye’nin proaktif bir politika izleyememesinden
kaynaklı olarak ABD, AB, Rusya,
Çin gibi büyük güçler ve çok uluslu enerji
firmaları bölge dinamiklerini daha çok etkiler
hale gelmiştir. Bölge ülkeleri de bu bağlamda
“multi-vectorizm” olarak tabir edilen, ideolojik
değil pragmatik temellere dayanan ve ülke
çıkarlarını ön planda tutan gerçekçi bir dış
politika izlemeye başlamış ve ABD, Rusya ve
Çin’e eşit mesafede durmaya çalışmıştır.
Petrol ve doğalgaz rezervlerini çıkarmak
için yeterli teknik imkanlara ve finansal güce
sahip olmayan bölge ülkeleri çok uluslu enerji
şirketleri ile iş birliği arayışına içine girmiştir.
Bu minvalde; Azerbaycan, ABD ve Türkiye’nin
siyasi desteğiyle, BP öncülüğündeki konsorsiyumla
anlaşmalar yapmış, Bakü-Tiflis-Ceyhan
petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz
boru hattı projeleri hayata geçirilmiştir.
Nabucco Projesi ile ilgili anlaşmanın imzalanması
da ABD, AB, Türkiye ve çokuluslu enerji
şirketlerinin destekleriyle gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin bölgede uyguladığı politikalar
yaşanan gelişmelere paralel olarak zaman
içinde değişime uğramıştır. 1990’larda Türkiye,
Türkmenistan ve Kazakistan petrol ve
doğalgazını Hazar Denizi’nden geçirerek
Azerbaycan’a ulaştıracak Trans-Hazar projesini
ve bu petrol ve doğalgazı Azerbaycan
petrol ve doğalgazı ile birleştirerek Gürcistan
üzerinden Türkiye’ye taşıyacak Bakü-Tiflis-Ceyhan
ve Bakü-Tiflis-Erzurum projelerini
desteklemiştir. BTC ve BTE petrol ve doğalgaz
boru hattı projeleri ABD’nin de desteğiyle gerçekleşmesine
rağmen bölge için çok kritik bir
proje olan Trans-Hazar projesi gerek bölge
dinamikleri gerekse Rusya ve Çin gibi devletlerin
etkisi ile sekteye uğramış ve hayata
geçirilememiştir. Bu bağlamda; Trans-Hazar
projesinin hayata geçirilmesinin önündeki
bölgesel ve küresel engelleri gören Türkiye
2000’li başından itibaren yeni bir strateji
izlemeye başlamıştır. Yürüttüğü bu politika ile
bölge ülkeleri arasındaki sorunları en aza indirmeyi
ve bölgeden en üst seviyede istifade
etmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda Türk Keneşi’
ni faal bir kuruluş haline getirmiş, TÜRK-
SOY ve TİKA’yı bölgede daha aktif kılmıştır.
51
Uyguladığı politikalar sonucunda Türkiye,
Avrupa pazarına Kafkaslar ve Türkistan’dan
gelecek olan petrol ve doğalgazın yanı sıra
başta İran ve Irak olmak üzere Ortadoğu
petrol ve doğalgazını da kendi üstünden
taşımanın önünü açmıştır. Bu şekilde Türkmenistan
gazının Hazar’ın statü problemi
çözülmeden de İran üzerinden Türkiye’ye
oradan da Avrupa’ya taşınmasının mümkün
olabileceği düşünülmüştür. Türkiye, Türkistan
ve Kafkasya’da bulunan petrol ve doğalgazın
kendi üzerinden Avrupa’ya taşınması, Rusya
doğalgazının inşa edilecek Mavi Akım-2 hattı
ve Samsun-Ceyhan petrol boru hattının yapılmasıyla
doğu-batı, kuzey-güney hatlarında
bir enerji koridoru olabilecek, jeopolitik önemini
daha da artırabilecektir.
Sonuç
1990’larda aralarında Alvin Toffler’in de
bulunduğu birçok Batılı gözlemci, Kıbrıs’tan
Çin sınırındaki Kırgızistan’a kadar Türkçe konuşan
herkes ile yeni bir Osmanlı İmparatorluğu
kurma hayâli kuran bazı Türkleri, dünya siyasetinin
akışını etkileyecek aktörler arasında
görmekteydi. Batı dünyasında alarm zillerini
çaldırma maksadıyla kullanılan imparatorluk
benzetmesi bir kenara bırakacak olsak bile,
Türk dünyasında birleşmenin gerçekleşmesinin
yalnızca Türk devletleri açısından değil,
uluslararası dengeler bakımından da ciddî
sonuçlar doğuracağı apaçık bir hakikattir.
Türk dünyasında birlik arayışlarının en güçlü
motivasyonunu tarih, soy ve kültür ortaklığı
oluşturmaktadır. Ancak ortak gövdeden ayrılarak
geniş bir coğrafya üzerinde yayılmış bulunan
Türk toplulukları farklı tarihî tecrübelere
de sahiptirler. Farklı çevrelerde yaşamakta
ve farklı imkânlarla donanmıştır. Geleceğe
dönük projelerin başarısı, ortaklıklar kadar
farklılıkların da bir enerji kaynağı hâline dönüştürülebilmesine
bağlıdır.
Türk devletleri arasında hızla artan kültürel
etkileşimin yanı sıra henüz istenen seviyede
olmamakla birlikte enerji ekonomisinde de
gelişme gözlenmektedir. 11 Eylül’ün ardından
büyük bir belirsizlik iklimine giren uluslararası
sistemin dinamikleri de Türk birliğine
52
duyulan ihtiyacı bütün taraflar açısından
arttırmaktadır.
Bütün göstergeler, Türk dünyasında bütünleşme
yönünde atılacak adımların kaderinin
Türkiye’nin güç ve imkânlarına bağlı
olduğunu göstermektedir. Güçlü ekonomisi,
artan siyasî etkinliği ile “Lider Ülke Türkiye”
idealinin hayata geçirilerek Türkiye’nin bir
câzibe merkezi hâline getirilmesi, günümüz
şartlarında “Turan ideali”ne giden yolun kapısını
açacaktır. Türkiye’nin her şeyden önce
adım adım kendisini çevreleyen zihnî ve fiilî
kuşatmayı yarması, sarsılan millî özgüvenini
yeniden kazanarak teslimiyetçiliğin zincirlerini
kırması gerekmektedir. Bu tarihî vazife, her
zaman olduğu gibi Türk Milliyetçilerine, ülkücülere
düşmektedir. Bir başka deyişle, enerji
kaynakları ve jeopolitik konumunun önemi
üzerine yapılan değerlendirme sonucunda
da görülmektedir ki “üç hilâlin kaderi”, “üç
hilâlin kaderi”ne sımsıkı bağlı olmaya devam
etmektedir.
Kaynakça
1. Ener, Meliha-Ahmedov, Orhan,2007.
“Türkiye-Azerbaycan Petrol-Doğal Gaz Boru
Hattı Projelerinin Ülke Ekonomileri ve Avrupa
Birliği Açısından Önemi” 2.Ulusal İktisat
Kongresi, 2(2), ss 117-136.
2. Ediger, V.Ş., 2007. “Enerji Arz Güvenliği
ve Ulusal Güvenlik Arasındaki İlişki” Enerji
Arz Güvenliği Sempozyumu. Ankara.
3. Akdemir,İlhan Oğuz, 2012. “Küresel
Enerji Eksenleri ve Türkiye’nin Coğrafi Konumu”
Marmara Coğrafya Dergisi 26, ss
82-107.
4. Çolak,A.Batur ve İlbaş, Mustafa 2010.
“Enerji Koridoru ve Terminal Olarak Türkiye’nin
Rolü” 16.Uluslararası Enerji ve Çevre
Fuarı ve Konferansı Bildiriler Kitabı, ss. 18-
21.
5. Pamir, N. 2005. “Küreselleşmenin Enerji
Sektöründe Yapısal Değişim Programı ve
Enerji Politikaları” Enerji Politikaları ve Küresel
Gelişmeler ve Enerji Sempozyumu Bildiri
Kitabı, ss 61.
GELECEĞİMİZDEN SESLER
AİLE OLMAK
Mehlika KILIÇ
Bir gün yalnız bir çocuk yaşarmış. Babası hep işe gidermiş. Sonra büyükbabası gelmiş.
Annesi demiş ki:
-Hoş geldin, babacığım. Gel, sana çay ikram edeyim.
Büyükbaba çayını içtikten sonra “Ben biraz torunumla oynayayım.” demiş. Gidip torunu
ile oynamış. Mehlika dedesine “Dede gitme!” demiş. Sonra dedesi de “Yavrum Mehlika, çok
kalamayacağım.” demiş. Sonra dede demiş ki:
-Mehlika seni çok seviyorum ama gitmem gerek. Şimdilik bu kadar yeter oynadığımız. Yarın
yine oynarız.
Dedesi gitmiş. Mehlika “Acaba dedemle görüşecek miyim?” demiş. Yarın olmuş. Yemek yemişler.
Bir bakmışlar lapa lapa kar yağıyor. Dedesi de gelmiş, kar oynamışlar. Dede demiş ki:
-Artık hep burada kalacağım Mehlika.
Mehlika çok sevinmiş. Yılbaşı gecesi babası da gelmiş. Geri sayım yapmışlar.
10,9,8,7,6,5,4,3,2,1! Artık 2021 yılındalardı ve çok mutlulardı. SON.
53
Sultan Kılıç
54
Yemyeşil Sincap ormanında yaz aylarının
son günleri yaşanmaktaymış. Sivri Diş de
dahil ormandaki tüm genç sincapları kışlık hazırlama
telaşı sarmış. Kendilerinden daha çok
kış görmüş büyüklerini izleyerek neler yapmaları
gerektiğini öğrenmeye çalışıyorlarmış.
Her sincap toplayabildiği kadar meşe palamudu,
ceviz, fındık topluyor, bunları da evlerindeki
kilerlerinde depoluyorlarmış. Kışın aç
kalma korkusundan bazı kötü niyetli sincaplar
komşularının yemeklerine göz dikebiliyor, onların
kilerlerinden binbir güçlükle topladıkları
ürünleri onlardan habersiz alabiliyormuş.
Sivri Diş’in de bu yıl ilk kışı olacakmış.
Heyecanından o kadar çok meşe palamudu
toplamış ki artık evinin kileri bu yiyecekleri
alamayacak duruma gelmiş. Sivri Diş’in bir
de Açık Göz adlı bir komşusu varmış. Açık
Göz, adından da anlaşılacağı üzere biraz
kurnaz ve meraklı bir sincapmış. Sivri Diş çalışırken
komşusu Açık Göz de büyük bir merak
ve dikkatle onu izliyormuş. Sivri Diş izlendi-
ğinin farkındaymış ama yapabileceği birşey
olmadığı için onun bakışları altında çalışmaya
devam ediyormuş. Onun bakışlarından rahatsız
olduğu için de kilerine sığmayan meşe
palamutlarını kimsenin bulamayacağı yerlere
gömmüş, aradığında rahatça bulabilmek için
sakladığı yerlerin üzerine de yaprak koymuş.
Beklenen kış günleri gelip çatmış. Toprağın
üzerini sapsarı yapraklardan sonra bembeyaz
kar örtüsü kaplamış. O yıl kış diğer yıllardan
daha sert geçmiş. Sincaplar hiç dışarı
çıkamamış. Hep depolarındaki yiyeceklerle
beslenmişler. Açık Göz de Sivri Diş de ilk kışları
olmasına rağmen kışı sorunsuz bir şekilde
geçirmeyi başarmışlar. Karlar erimeye, ilkbahar
güneşinin ılıklığıyla sincap ormanı tekrar
yeşermeye başlamış. Havaların ısınmasıyla
Sivri Diş’in aklına ilk gelen toprağın altına
sakladığı meşe palamutları olmuş. Hemen onları
kontrole gitmiş. Ama o da ne? Palamutları
işaret koyduğu yerlerde değillermiş. Her yer
bakmış ama yok, yok yokmuş! Onları toplamak
için ne kadar uğraştığı gelmiş aklına.
Çılgına dönmüş. Komşusu Açık Göz‘ün o çalışırken
onu nasıl da dikkatli izlediği gözünde
canlanıvermiş. Yoksa o mu aldı benim güzel
palamutlarımı, diye düşünmüş. Ağaçtan ağaca
sıçrayarak komşunun evine gitmiş.
Açık Göz’e: “Söyle bakalım meşe palamutlarım
nerede?” demiş. Zavallı sincap hiçbir
şeyden habersiz onun ne demek istediğini
anlamaya çalışıyormuş. “Ne bileyim komşum
neredeler, sonbaharda özenle saklayan sendin.”
demiş.
Sivri Diş de: “Yalan söylüyorsun, gözün
hep benim yiyeceklerimin üzerindeydi, sürekli
beni izliyordun, senden başkası almış
olamaz.” demiş.
Açık Göz: “Bana haksızlık ediyorsun, tamam
seni dikkatlice izledim ama inan kötü
bir niyetim yoktu. Sadece işini çok özenle
yapıyordun, sırf merakımdan izledim seni.
Beni haksız yere suçladığın için çok üzüldüm.
Kanıtın olmadan, gözünle görmeden böyle
bir konuda kimseyi suçlamaya hakkın yok.
Hem istersen palamutlarını bulmanda sana
yardım da edebilirim.” demiş.
Açık Göz suçsuzluğunu ispatlamak istiyor,
Sivri Diş ise palamutlarını bulmak istiyormuş.
Başlamışlar Sincap ormanında palamutları
aramaya. Sivri Diş aklındaki her yere tekrar
tekrar bakıyormuş ama yine yok, yine yok.
Tüm aramalarına rağmen palamutları bulamamışlar.
Onların bu telaşını uzaktan izleyen
ve onlardan daha yaşlı olan bir sincap dayanamayıp
ne aradıklarını sormuş. Sivri Diş
olanları tek tek anlatmış. Yaşlı komşu onu
dinledikten sonra bu acemi sincaplara gülmeden
edememiş. Onlar bu ihtiyarın neden
güldüğüne anlam veremeden şakın şaşkın
ona bakıyorlarmış. Kusuruma bakmayın genç
arkadaşlar demiş size gülmüyorum sadece
gençliğimde aynı hatayı ben de yapmıştım
onu hatırladım, demiş.
Yaşlı Sincap: “Bakın gençler bu bir çevre
döngüsüdür. Biz sincaplar her sonbaharda tohumları
kışın yiyebilmek için toplarız. Bazen
evimize bazen de toprağın altına saklarız.
Kışın yiyemediğimiz ya da yerlerini unuttuğumuz
bu tohumlar ilkbahar eriyen kar suları ve
ilkbahar yağmurlarının etkisiyle fidana dönüşür.
Bu unutkanlığımız aslında ormanımızın
daha da büyümesini sağlar. Bak görüyor musun,
palamutlarını sakladığın yerlerde küçük
meşe palamudu fidanları var.” demiş.
İki genç, acemi sincap bu tecrübeli komşularını
dinlerken ne kadar az şey bildiklerini
düşünüyorlarmış. Tabii Sivri Diş bir şey daha
düşünüyormuş. Açık Göz’den nasıl özür dileyeceğini.
Ona dönmüş ve “Sana çok büyük
haksızlık ettim lütfen beni bağışla.” demiş.
Açık Göz arkadaşının özrünü kabul etmiş.
Böylece iki komşu arasında sıkı bir dostluk
başlamış. Gökten üç meşe palamudu düşmüş.
Birisi bu iki arkadaşın başına, birisi bu masalı
dinleyenlere, birisi de kaybettiğini sandığı
anda daha çok şey kazananların başına!
55
KIRKTUĞ OKUMALARI
Ayşe Göksu
Elimize ilk aldığımızda adı yüzümüze bir
tokat gibi çarpan, Romantizmin en önemli
temsilcilerinden birisi olan Victor Hugo’nun
1829 yılında yayımlanan bu eseri bizlere
ölüm, idam ve adalet kavramlarını sorgulatmış
ve şartlar ne olursa olsun nefes aldığımız
her anının kıymetini gözler önüne sermiştir.
Batı’nın karanlık tarihinden izler sunan
Bir İdam Mahkumunun Son Günü okurken
bizlere, ölüme giden bir insanın çaresizliğini,
acınının ve hüznün tarif edilmez derinliğini
yaşatmıştır.
Edebi veya maddi kaygılar güdülerek
yazılmamış olan bu eser, esasında sisteme
bir başkaldırı niteliğinde olup, yazarın henüz
26 yaşındayken Grève Meydanı’nda şahit
olduğu olaylar neticesinde, insanlık onurunu
hiçe sayan uygulamalar karşısında vicdanının
sesini durduramadığından doğmuştur. Bu
yüzden de yazarın dönemin şartları ve baskı
ortamı düşünüldüğünde kitabın ilk baskısında
adına yer vermemesi keyfiyetten değil, zaruretten
kaynaklanmıştır.
56
Belki de yazarın kellesini koltuğunun
altına alıp bu eseri ortaya koyarken tek istediği
şey: artık dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir
meydanında insanların hayatlarının her ne
suç işlenirse işlensin karanlık bir ölüme terk
edilmemesi gerektiği olmuştur. Zaten yazılıştaki
temel maksat da idam cezasını zevkli
bir eğlence imiş gibi izleyen insan yığınlarını
eleştirmek, ayrıca idam cezasının trajik taraflarını
ortaya çıkarmak olmuştur.
Günümüzde halen idam konusu tartışılırken
ve halen “İdam geri gelsin!” diyen bir
güruh varlığını sürdürürken, Hugo bize çağlar
ötesinden, sesini duyurmayı başarabilmiştir.
Ortaya koymuş olduğu eseriyle bütün toplumlara
ve zamanlara hitap etmiş, hukuk ve adalet
kavramlarının önemini, idamın vahşetini
dile getirmiştir.
Kitap esasında üç bölümden oluşmuş ve
bizi, Hugo’nun idam hakkındaki görüşlerini
paylaştığı uzunca bir önsöz karşılamıştır.
Önsözde yer alan “Öfkeyle cezalandırılan
kötülük şefkatle tedavi edilecek.” ifadesi ile
yazar suçun aslında bir çeşit hastalık olduğunu
ve bu hastalığın ıslah edilebileceğini,
bunun için tek yolun idam olmadığını savunmuştur.
İdam cezasının sadece suçu işleyene
değil aynı zamanda kişinin ailesine de verildiği,
geride kalan ailenin toplumdan tecrit
edilerek kaderlerine terk edildiği bir sistem.
Geride kalan masum insanların hayatında kapanmaz
bir yara olarak kalacak, kiminin eşinin,
kiminin babasının kanıyla yıkanmış olan
bir meydan. Şüphesiz bu meydan uygarlığın
esamesinin dahi okunmadığı yer olsa gerek.
Hugo bu düzenin böyle gitmeyeceğini
muhakkak bir devrimin yaşanacağını öngörmüştür.
Ceza hukuku uzmanlarına, ceza
yasasının “İntikam almak için cezalandırmak
yerine iyiliğe yöneltmek ” şeklinde dönüşmesi
gerektiğini bu vahşetin ancak bu şekilde
durdurulabileceğini dile getirmiştir. Ve son
olarak ise “İntikam almak bireyseldir, cezalandırmak
ise Tanrı’nın işidir.” Diyerek konuya
ilişkin net bir tavır sergilemiştir.
Beraberinde kitabın 3. baskısında yer almış
olan Trajedi Hakkında Bir Komedi başlıklı
diyalog türündeki önsöz dikkat çekicidir. Bu
bölümde toplumun çeşitli kesimlerinden insanların
konuşturularak kitabın basıldığı dönemde
aldığı eleştirileri, insanların idamı nasıl
körü körüne savunduklarını ortaya konmuştur.
Kitabın 3. ve esas bölümü ise mahkumun
idama sürüklenişinin anlatıldığı bölümdür.
Burada adını tam olarak bilemediğimiz kahramanımızın
kâğıt kürek işlerinin tamamlanması
yaklaşık 6 hafta sürdüğünden, kendisine biçilmiş
olan bu 6 haftalık hayata, giyotine giden
yolda yaşadığı o korkunç sürece ve koskoca
bir toplumun koyun misali bu vahşete nasıl
seyirci kaldıklarına bir bedenin can verişi
karşısında adeta bir futbol maçı izlercesine
coşkulu oluşlarına anlam veremeyerek şahit
oluyoruz. Her dönemde vazgeçilmez bir
öneme sahip olan kitle hareketleri burada
da aşırılıklardan beslenmiş, hayatı boyunca
kendisine verilmeyen değer, mahkûmun son
gününde verilmiş ve adeta bir kral gibi karşılanmıştı.
Hatta yazarın ifadesiyle ”Ne kadar
sevilirse sevilsin bir kral bile böyle büyük bir
coşkuyla karşılanamazdı.” bu değerin bedeli
elbetteki ağır olmuştu insanlar ona şapkalarını
çıkartıp saygı duyarken kendisi ise kellesini
çıkartıyordu. Sebebi çok açıktı ortada sefil
yasalar ve bozuk bir adalet sistemi vardı.
İdam mahkumunun canı caydırıcılık niyetiyle
alınmamıştı, alınan bu canların suç oranlarını
düşürdüğü falan da yoktu. Belki de hâkimin
adalet terazisi o gün bozuk saat misali bir
kez doğruyu gösterseydi söz konusu idam
gerçekleşmeyebilirdi.
Grève Meydanı’nda “Her zamanki gibi:
Örnek olsun! ” denilen kaçıncı hayattı acaba?
Önsözde de bahsedildiği gibi: “Olayların
kaynağını binlerce fersah ötede aramak ve
caddenizi yıkayan suyun Nil’den geldiğini
varsaymak ilginç bir saplantıydı.” Malesef ki
bu eserin türlü benzerleri bu topraklarda da
yazılmış ve onulmaz acılar çekilmişti. Aradaki
tek fark meydanların adı olmuş, o can alıcı
mekanizmaya ise giyotin değil de darağacı
denmişti.
57
KAÇKARLAR
Foto Öykü
Feyza Nur Erdoğan
Kaçkarlar; Türkiye’nin kuzey kısmında yer
alan Doğu Karadeniz’i boylu boyunca saran
dağ sırasının adıdır. Kaçkarlar benim için ise,
kendimi bildim bileli hep gitmek istediğim fakat
kısmet dedikleri vaktin bu zaman olduğu
bir hayaldi. Hayallerimden birisini daha gerçekleştirmenin
verdiği mutlulukla bu yazıyı siz
okuyucularla paylaşıyorum. Öncelikle amacım
gitmek istediğiniz bir yer varsa bu yazı,
okurken size cesaret versin. Bu yazının diğer
amacıysa rotayı merak edenlere...
22 Temmuz 2020 tarihinde Rize’nin Pazar
ilçesinde bir grup arkadaş buluşup taksi
kiraladık. Eğrisu Yaylası’na 3 kilometre kala
bir yere kadar kiraldığımız taksi ile geldik.
Temmuz ayında Kaçkarlar yağışlı olurmuş
ilk deneyim olduğu için bilemedik. Kaçkarlar’da
yürümek için en ideal ayın Ağustos olduğunu
yerel halktan öğrendik. 2107 metre
yükseklikteki Eğrisu Yaylası’na varana kadar
ıslandık. Yaylada yardımsever bir yaylacının
58
barakasında ısındık ve geceyi orada geçirdik.
23 Temmuz’da sabah yola koyulduk. Yine
sisli ve yağmurlu hava eşliğinde Eğrisu Gölü’nde
mola vererek Ambar Gölü’ne kadar
devam ettik. Bu rota da epey zorladı bizi.
Ambar, diğer bir adıyla Balıklı Göl, Rize il sınırları
içerisindeki en büyük buzul göl. Eğrisu
Yaylası ve Ambar Gölü arası 4 km’lik rotayı
4 saatte bitirdik. Sisli bir havada olduğumuz
için çadırı rastgele düz bir alana kurduk.
Gece yıldızların eşliğinde Ambar Gölü’nü
görünce heyecanlandık.
24 Temmuz, güneşli bir sabaha göl kenarında
uyandığımızda ise Altıparmak Dağları’nın
eteğinde olduğumuzu farkettik. 2721
metre yükseklikteki buzul gölüne girip ardından
kahvaltı yaptıktan sonra yola koyulduk.
Önceden belirlediğimiz 2700 metre yükseklikteki
Dadala Pansiyona 1 saatlik sürede
vardık. Ambar Gölü – Dadala Pansiyon arası
2,78 km idi. Dadala’da 3 günlük yorgunluğu
atıp evimizde gibi dinlendik.
25 Temmuz, Dadala’ya yakın olan bir
diğer buzul gölü Kaçkar Gölü’ne yürüdük.
2781 metre yüksekliğindeki Kaçkar Gölü
1,69 kilometreydi. Bu minik rotayı dinlene
dinlene 1 saatte tamamladık. Kaçkar Gölü,
Rize il sınırları içindeki en derin buzul göl.
Kaçkar Gölü de bize bir gecelik ev sahipliği
yaptı. Kaçkar Gölü’ne vardığımızda saat
öğlen 12 civarındaydı. Bu rotamızda patika
yol bile vardı. Ufak zorluğu ise göle iniş
kısmı idi. Kaçkar Gölü’nde suya girerek,
Kaçkarlar’ın en derin gölünü deneyimlemiş
olduk. Sudan çıktık güneş bizi kuruttu, yemek
yaparken yağmur başladı, ardından çok kısa
bir süre dolu yağdı ardından da sis... Kaçkar
Gölü’nün yanında iken 4 mevsim yaşadık
diyebilirim. Sis bulutları manzarası ile güneşi
batırdık. Son güne kadar doğanın ev sahipleri
olan yırtıcı canlılardan hiçbirine rastlamadık.
Akşam üzeri Kaçkar Gölü etrafında yürüyüş
yaparken biraz ses yapmış olacağız ki yaşlı
bir kurt uzun uzun uluyarak bizi uyardı.
26 Temmuz sabahı çadırları toplar toplamaz
yola koyulduk. Dadala Pansiyon’da Hatice
Abla bize kahvaltı hazırlamıştı. Çayımızı
çorbamızı içip yola koyulduk, yolda bize
Hatice Abla eşlik etti. Kendisinin de yayladan
alacakları vardı. Gps kapattık çünkü en
iyi rehber yerel rehberdir. Dadala Pansiyon
- Avusor Yaylası arası 3,7 km’yi yürüdük.
Yolda yürürken kurutup çay yapmak için çiçek
topladım, o esnada kendimi Heidi gibi
hissettim. Bu arada telefon sadece Dadala
Pansiyon yakınlarında bir tepede ve Kaçkar
Gölü’nün tepesinde çekti. Avusor Yaylası’nda
biraz dinlendikten sonra 11 km yol yürüyerek
Ayder Yaylası’na geldik. Ayder’ de yöresel
yemeklerden (kuymak ve sütlaç) tattıktan sonra
pazar dolmuşuna binerek 4 günlük eşsiz
manzaralı Kaçkar gezimizi tekrar başka rotalarda
görüşmek üzere sonlandırdık. Bu kısa
ve keyifli rota umarım siz okurlara bir ilham
olur.
ROTADAN BANA KALANLAR
Yeri geldi ellerimdeki çamurla mücadele
ettim; tutunmak için toprağa, kayaya sıkı sıkı
dokundum. Yeri geldi akşamdan ördüğüm
saçlarımı papatyalarla süsledim. Sis, yağmur
derken ardından açan güneş gülümsetti yüzümü.
Yüksekten kendimi bildim bileli korktum.
Hep üstüne gittim, gideceğimde... Bu gezide
birçok uçurum kenarına yaklaştım, bazen sırf
uçurum kenarı boyunca yürüdük. Kendimi aştım.
Çıkamam yapamam demedim. Yapacağım
dedim. Yol çetin, yola çıkılanlar güzeldi.
Evet Kaçkarlar’da bir ekip halinde bir avuç
insan yürüdük ama çoğu zaman içsel bi yolculukta
gibiydim. O kadar başkalaşıyorsunuz
ki herkes normal hayatını rutin sıkıcılığı yaşarken
bi maceranın içine girip kendi hayatınız
için kendiniz için bir şeyler yaptığınızı hissetmeye
başlıyorsunuz. Başkalaştım; kendimi
daha çok sevdim. Dünya nimetlerinden uzak,
hayatta kalma, o günlük rotana ulaşma ve
mutlu son... Öyle anlat anlat olacak işler değil.
Eğer bir şeyler yapmaya cesaretin yoksa
veya bahanelerin ardına gizleniyorsan; bu
yazıyı okuyorsan, kendini bir daha sorgula.
Sence de kendini sevmek için, teşekkürler kendim
demek için bir şeyler yapmanın zamanı
gelmedi mi?
59
Ambar Gölü 2721m
60
61
62
3000M (ALTIPARMAK GÖRÜNTÜSÜ)
63
Dadala Pansiyon
64
65
66
67
2 0 1 7 - 2 0 1 8
B i z – Y e v g e n i y İ v a n o v i ç Z a m y a t i n
K ö r l ü k – J ó s e S a r a m a g o
B u B ö y l e d i r – M u s t a f a K u t l u
S a t r a n ç – S t e f a n Z w e i g
S o k a k t a / K ö s e K a d ı / U ç t a k i A d a m / G ö ç Z a m a n ı – B a h a e d d i n Ö z k i ş i
A m a t – İ h s a n O k t a y A n a r
D ö n ü ş ü m – F r a n z K a f k a
K ö p e k K a l b i – M i h a i l B u l g a k o v
M ü l k s ü z l e r – U r s u l a K . L e G u i n
2 0 1 8 - 2 0 1 9
S a a t l e r i A y a r l a m a E n s t i t ü s ü – A h m e t H a m d i T a n p ı n a r
A ç l ı k – K n u t H a m s u n
O b l o m o v – İ v a n G o n ç a r o v
C i ğ e r d e l e n – S a f i y e E r o l
E s i r Ş e h r i n İ n s a n l a r ı / E s i r Ş e h r i n M a h p u s u / Y o l A y r ı m ı – K e m a l T a h i r
B o z k ı r k u r d u – H e r m a n n H e s s e
R u h A d a m – H ü s e y i n N i h a l A t s ı z
Y e r a l t ı n d a n N o t l a r – F y o d o r M i h a y l o v i ç D o s t o y e v s k i
A y l a k A d a m – Y u s u f A t ı l g a n
G ü l ü n A d ı – U m b e r t o E c o
2 0 1 9 - 2 0 2 0
T u t u n a m a y a n l a r – O ğ u z A t a y
B ü l b ü l ü Ö l d ü r m e k - H a r p e r L e e
S a n c ı - E m i n e I ş ı n s u
T a t a r Ç ö l ü – D i n o B u z z a t i
A n a h t a r / K i l i t – M u s t a f a N e c a t i S e p e t ç i o ğ l u
S i n e k l e r i n T a n r ı s ı – W i l l i a m G o l d i n g
V e b a – A l b e r t C a m u s
M a t m a z e l N o r a l i y a ' n ı n K o l t u ğ u – P e y a m i S a f a
G a z a p Ü z ü m l e r i – J o h n S t e i n b e c k
İ s i m l e A t e ş A r a s ı n d a – N a z a n B e k i r o ğ l u
B i r İ d a m M a h k u m u n u n S o n G ü n ü – V i c t o r H u g o
2 0 2 0 - 2 0 2 1
B e n i K ö r K u y u l a r d a – H a s a n A l i T o p t a ş
G ü n d e n K a l a n l a r – K a z u o İ s h i g u r o
S o d o m v e G o m o r e - Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u
D r i n a K ö p r ü s ü - I v o A n d r i ç
68