27.12.2020 Views

Kırktuğ Dergisi 11. Sayısı

"Zikr eder cinnü-melek hem insan, Yaşasın devletü #Azerbaycan. Hür azade yaşatsun hamunu, Hem hukuk olsun er ile nisvan."

"Zikr eder cinnü-melek hem insan,
Yaşasın devletü #Azerbaycan.
Hür azade yaşatsun hamunu,
Hem hukuk olsun er ile nisvan."

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.


Fotoğraf: Gültekin Kayalar


İMTİYAZ SAHİBİ

Genç Akademisyenler Derneği Adına

Tuba Sarı Çitil

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve EDİTÖR

Tuğba Dinç Günay

YAZI KURULU

Duygu Doğuş

Nermin Fatma Gülcük

Ayşe Göksu

Aykut Sungur

Alperen Arslan

GRAFİK TASARIM

Alper Şenadam

ve emeği geçen hakemlerimize

teşekkür ederiz...

Editör’den Sevgilerle

Tuğba Dinç Günay

“Zikr eder cinnü-melek hem insan

Yaşaşsın devletü Azerbaycan

Hür azade yaşatsun hamunu

Hem hukuk olsun er ile nisvan”

En ağır vedaların, en çetin tutsaklıkların, en

acımasız olayların yürek yangını olarak yerleştiği

dağların acılarla kavrulduğu toprağında filizlenen

bir Har-ı Bülbül’ün ilmek ilmek işlenip dilden dile

yası tutulan ağıtı değil midir bu destanın konusu?

Hüzün ve umudun hemhal olup hür vatan nidalarıyla

semada yankılanan vatan sevdası ile

kadın, erkek, yaşlı, genç demeden nefessiz verilen

mücadeledir bu seferin adı. Farklı coğrafyalara

yayılsa da bu milletin dalları bir tufan ile zedelense

bu dalların zerresi köklerinden aldıkları azim ile

bilirler ay yıldızın altında bir olmayı, birbirlerinin

yaralarını sarmayı. Söz konusu milletin istikbali ise

sökün gelir koca yüreklilerin kavi ruhları meydanlarda.

Yeter ki, acılarla karanlığa gark edilmeye

çalışılan insanlığı sırma bezeli neslin uyanış yolunun

seferberi olalım. Yeter ki Yaşasın Azerbaycan,

Yaşasın Türk milleti.

İşte bu eşsiz atmosferin ve kutsal ruhun yegane

emanetçileri biz Kırktuğ’un yağız çerilerinin baş

ülküsü;

“Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından

Koşar adım gitmeli onların arkasından” dır.

Yolumuz, dirliğimiz, duamız, mücadelemiz kutlu

ola.


07 14 22

Gönül Tezgahı – Tuğba Dinç Günay 6

Bizden Olmaz Kargosu – Alper Şenadam 7

Cumhuriyet Öncesi Kimlikli Bir Kent Olan İstanbul – Pelin Sultan Kara 8

Kafamda Cehennem – Muhammed Alpaslan Tandırcı Babil İkra 14

Doğmayan Günün Gurûbu – Muhammed Akif 17

Algı Yönetimi Üzerine – Aykur Sungur 18

Yakup Ömeroğlu ile Türk Dünyasında Kalem ve Gönül Kardeşliği İçin –

Röportaj: Tuğba Dinç Günay / Alper Şenadam 22

Huzursuz Hayat Sendromu – Hilal Gül 26

Anlamsızlık Üzerine – Mehmet Aylak 29


38 42 56

Feminizm ve Eğitimin Eleştirel Düşünceye Katkısı Üzerine Bir Deneme – Sinem Saka 30

Gettodan Çıkış: Alternatif Bir Yol Haritası Olarak

Sivil Toplum – Murat Pehlivanoğlu 34

Ankara’dan Taşraya Bakmak – Fatma Nazlı Atilla 38

Morcivert Yakalı Sevda – Suna Yıldız 41

Tartışmaların Odağındaki Sözleşme: İstanbul Sözleşmesi – Banu Balıbey 42

Türkiye’nin Enerji Güvenliği ve Üç Hilal Jeopolitiği – Hamit Berat Kaya 46

Geleceğimizden Sesler: Aile Olmak – Mehlika Kılıç 53

Meşe Palamutlarım Nerede ? – Sultan Kılıç 54

Kırktuğ Okumaları İnceleme: Bir İdam Mahkumunun Son Günü – Ayşe Göksu 56

Foto Öykü: Kaçkarlar – Feyza Nur Erdoğan 58

5


GÖNÜL TEZGAHI

Tuğba Dinç Günay

Çatılar karla örtülmüş, bacalarda duman tütmekte, sobada çıtır çıtır yanan odunlar, başında

hiçbir zaman eksik olmayan güğüm, yandaki bakırda kozalaklar, yeni yarılmış çam

odunları, duvarda üstünde geyiklerin olduğu örtü, üst tarafında boydan boya seren, serende

ibrik, güğüm, kazaneniği, yazma camekanları, ahşaptan çerçeveler, yerlerde minderler, işlemeli

örtüsü olan divanlar, üstünde potanlar, kapının yanında yüklük, düzgünce yerleştirilmiş

döşekler, yorganlar, yastıklar... İşte benim huzur kokan, insanı alıp zamana karıştıran evi.

Aaa bir de kilim ıstarı var. Yarıya kadar dokunmuş tamamlanmayı bekleyen kilim.Ninemle

avlunun işini bitirip başına geçeceğiz. Ninem hep “Yörüklerin evinde, barkında, çadırında

kilim ıstarı olmazsa olmaz.” der. Çok meşakkatli, sağlam sabır isteyen bir nevi de dinlendirici

bu uğraşı evin bütün kadınları bilmeliymiş yoksa kilim dokumayı bilmeyen kadınlar geçincemeden

anlamazmış.

Yazın kırkılan koyunların yünlerini ninem tengereği ile eğirir, halıcı ile büker sağlam ipler

üretir. Ağaç ve ot köklerinden elde edilen boyalara yatırırlar. Allı, morlu, gök, yeşil,sarı, kara

rengarenk ipler olur. Ardından ıstarın başına geçilir, ipler yerleştirilmeye başlanır, kirkitle

sağlamlaştırılır. İlk kilim dokuyanlar Türkmen motifiyle başlar. Elibelinde, deveboynu, kuşboynuzu,

çataldalı, yelek, sevdiler, kocayanlış gibi birbirinden farklı kilim desenleriyle devam

edilir. Kadınlar kilime hayallerini, umutlarını, sevinçlerini, kederlerini, üzüntülerini, sevdalarını,

ömürlerini dokurlar. Dağlarını, taşlarını, bahçelerini, yavrularını, ailelerini işlerler kilim

desenlerinde. Hayat veririler, anlam katarlar onlara. Her Yörük kızının çeyizinde mutlak bir

tane kilimi olur. Yıldan yıla değerini korur, ilk günkü canlılığını kaybetmez hiçbir zaman kilim.

Her baktığında seni alır memleketine, toprağına, vatanına götürür. Bende ninemle soğuğu sert

bu kış gününde hasret kokan hikayemi dokumaya başlarım.

Şöyle bir düşününce yurdumun dört bir yanında bizi biz yapan o kadar değerli örf, adet,

gelenek, alışkanlık var ki önemi bilinmeyen. Bu zengin kültür, birikim, bu saflık bu doğallık,

bu samimiyet benim , benim kimliğim, bizim kimliğimiz, hala toprağımızda değerleri için çabalayan

bir tutam insanın kimliği. Ahını, şahını, heyecanını, endamını kaybetmeyen koca bir

hazine, vatanımın tarifi.

Bütün insanlarımızla birlikte bir gönül tezgahında bizi biz yapan değerlerimizi kilim desenlerinde

buluşturmak en büyük temennim.

6


Bizden Olmaz Kargosu

Alper Şenadam

Yağmur temizlese yolumu

Derdimi bitirse rüzgar

Girsem evime

Uzunca geniş bir balkona

Soyunup uzansam

Atabilsem kendimi

Soyunsam da çıksam

Gözlesem yıldızları

Gözlerinin altında çillerde

Size şair kalbinden seslensem

Yıldız sefası gözler önünde

Sözler kalp

Yıldız sefası ölümün de ötesinde

Şair bedeniyle sesleniyorum

Kalemim çürük

Kalemi kırsam

Kalem incinir diye korkar

Yapamam

Uyuyup kalsam huzur içinde

Yıldızlar üstümü örtse

Kalbim aşiyanım

Bülbül sesi çok yabancı

Fısıldıyor yıldızlar parlatıp kendini

Bana masal

Bana ninni

Bana mutluluk

Gülüşünden hediye

Sofra vakti

Kaşığıma doluyor arkadaş kaybetmenin hüznü

Mermerleri çevirip soğutuyor unutmak

Yıldız sefası ışıltısı

Karşımda hayali

Çiçek koyduğum kenarlara siniyor

Her güneş doğuşunda Atatürk çiçeği selam duruyor

Yağmurun temizlediği yollarda

Yürüsek elele

Bu balkon uzunca cadde

Tren geçer ortasından

Bu balkon uzunca mektup

İlk mektup

Son söz,

7


CUMHURİYET

ÖNCESİ

KİMLİKLİ BİR

KENT OLAN

İSTANBUL

Pelin Sultan Kara

“Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır

Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedadır

Her bağçesi bir çemenistân-ı letafet

Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır”

(Nedim)

8


Yazımızın konusu olan İstanbul’un Osmanlı’daki

görüntüsüne kısaca bakacak olursak

şehir İstanbul, Galata ve Üsküdar olmak

üzere üç yerleşim bölümünden oluşmaktaydı.

İstanbul olarak adlandırılan bölüm minareler

ve anıtlarla bezeli ana kentti. Kentin en yoğun

yerleşme alanı doğu bölgesiydi. Kentin

merkezinde büyük çarşılar yer almaktaydı.

Burası ticaret bölgesiydi. Bu alanda tüm etnik

gruplardan kişiler bir arada ticaret yapmaktaydı.

Buranın dışında mahalleler milletlere

göre ayrılmıştı. Yarımadanın merkezinde

Müslümanlar yaşamaktaydı. Ermeni, Yahudi

ve Rumlar sahil kenarında yaşamaktaydılar.

Kent merkezinde büyük bir At Meydanı

bulunmaktaydı. Herkesin yararlanabileceği

bir başka açık alansa cami avlularıydı. Bu

avlular aynı zamanda dini ve dünyevi işlerin

birleştiği alanları oluşturmaktaydı. Gelişmiş

bir yol ağı yoktu. Dar sokaklar mevcuttu.

İstanbul bilindiği üzere tepeler üzerine

kurulu bir şehirdir. Birinci tepesinde Topkapı

Sarayı bulunmaktadır. Aynı tepede Ayasofya

ve Sultan I. Ahmet’in külliyesi de bulunmaktadır.

İkinci tepenin zirvesini Nuruosmaniye Camii

taçlandırmaktadır. Ayrıca bu tepede pek

çok han, Eminönü sahilinde de Valide Camii

(Yeni Cami) bulunmaktadır. Birinci ve ikinci

tepe arasında Kapalı Çarşı köprü konumundadır.

Üçüncü tepede Mimar Sinan’ın güzide

eseri Süleymaniye Külliyesi bulunmaktadır.

Bayezid Külliyesi de bu tepede bulunmaktadır.

Fatih’in fetihten sonra yaptırdığı ilk saray

bu iki külliye arasında bulunmaktadır. Dördüncü

tepede Fatih Külliyesi bulunmaktadır.

Beşinci tepede Kanuni Sultan Süleyman’ın

babası için yaptırdığı Sultan I. Selim Külliyesi

yükselmektedir. Altıncı ve yedinci tepelere

siluet kazandıran anıtsal bir yapı bulunmamaktadır

(Çelik, 2019).

İstanbul tarihte kurulan iki büyük

imparatorluğa başkentlik yapmış önemli bir

şehirdir. Kutsal Roma’nın başkentliğinden

Peygamber hadisine nail olmuş mukaddes

İslam kentine dönüşmüş ve süreçte çeşitli

çehrelere sahip olmuştur.

1950’lerde olan kazılarda İstanbul’daki ilk

yerleşimin M.Ö. 3. veya 2. bin yıllarda olduğuna

dair kanıtlar bulunmuştur. Kadıköy ve

Galata’da iki Megara kolonisi yaşamıştır. İlk

hükümdarlardan biri onuruna kente Bizantion

adı verilmiştir. Topkapı Sarayı’nın bulunduğu

yere akropolis inşa edilmiştir. Burada Zeus,

Apollo, Poseidon, Afrodit, Artemis ve Athena

tapınakları bulunmaktadır. M.S. 196’ da

Roma İmparatoru Septimius Severus tarafından

Bizantion’un orijinal surlarını yıkılıp yeni

surlar inşa edilmiştir (Çelik, 2019).

330’ da kent Romalıların eline geçmiş,

I. Constantinus Roma’nın başkentini buraya

taşımıştır. Daha sonra kentin adı bu hükümdarın

adıyla anılagelmiştir. Roma İmparatorluğu

kente yeni surlar inşa etmiştir. Kent Roma’dan

izler taşımakla birlikte Roma mimarisinin

birebir aynısı olmamıştır. İki, büyük ana cadde

yapmışlardır. I. Constantinus Roma’nın

kent yönetim şemasını buraya uyarlamaya

çalışmıştır. İmparator Roma’nın anıtsal mimari

yapısını başkente taşımıştır. Günümüze

Constantinus döneminden ulaşan tek eser

Çemberlitaş olarak bilinen sütundur. Constantinus

kente büyük kiliseler inşa ettirmiştir

lakin bunlar yıkılmıştır. Domi, tabernae ve insulae

diye üç konut tipi görülmüştür. Domide

varlıklı ve soylu aileler oturmuştur. Tabernae

sıradan halkın yaşamış olduğu evlerdir. İnsulae

ise çok katlı yoksul evleridir. 4. yüzyıldan

sonra Constantinus surların dışında oluşan

banliyölere konak ve orta sınıf konutları

inşa ettirmiştir. 5. yüzyılda Galata’da kilise,

tiyatro, hamamlar ve liman bulunmaktaydı.

6. Yüzyılda II. Tiberios Galata Kulesi’ni inşa

ettirmiştir. Kent 5. yüzyıldan sonra fazla

genişlememiş fakat nüfus, anıt binalar, konut

sayıları artmıştır. Kentin ilk imar yasağı 450

yılında çıkarılmıştır. Binaların on kattan fazla

olması yasaklanmıştır. Aynı yüzyılda su ihtiyacı

ortaya çıkmış ve su kemerleri yapılmıştır.

Halen bilinen Bozdoğan Kemeri o döneme

aittir. Ayrıca pek çok yeraltı ve yer üstü sarnıcı

yapmışlardır. II. Theodosios döneminde

kentin dört tepesi anıtlarla bezenmiştir. Augusteion,

Hipodrom, ilk Ayasofya Kilisesi,

Constantinus Forumu, Theodosius Forumu,

9


Havariyum Kilisesi tepeler üzerlerindeki anıtlardır.

Osmanlı döneminde kentin görünümü

bu dönemde başlayan sürecin devamı olmuştur.

Şehrin en önemli anıt eserlerinden bazıları

İustinianos döneminde yapılmıştır. Roma

mimarisi ile Helen kültürünün karması eserler

ortaya konmuştur. Bu dönemin en önemli

eseri Ayasofya Kilisesi olmuştur. İustinianos

döneminin mimari özelliği yükseltilmiş kubbeyle

örtülmüş merkezi mekanlardır. 11. yüzyıldan

itibaren kentte Akdeniz ve Karadeniz

ticaretinin artmasıyla yabancı cemaatler

yayılmıştır. Yabancılar imtiyazlar kazanmaya

başlamıştır. İtalyanlar, Venedikliler, Cenevizliler,

Araplar ve başka yabancılar yerleşmeye

başlamışlardır. Arapların ilk kuşatmasından

13. yüzyıla kadar kentte üç cami yapılmıştır

(Çelik, 2019).

Kent 30 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı

Devleti’nin egemenliğine girmiştir. Fatih Sultan

Mehmet merasimle kenti payitaht ilan

etmiş, imparatorluğun idari, iktisadi ve dini

merkezi yapmak için yeni bir imar süreci

başlatmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in yaptığı

ilk faaliyet Theodosios Surları’nın onarımı ve

kentin yeniden iskanı olmuştur. Fatih kenti

aldığında kentin nüfusu 50.000 idi. Fatih

kaçakları evlerine geri yerleştirmiş ve esirlerin

bir bölümünü Haliç’te iskân ettirmiştir. Kente

imparatorluğun çeşitli yerlerinden Müslüman,

Hristiyan ve Yahudi nüfus nakletmiştir. Ticari

hayatı canlandırmak için pek çok tacir kente

göç etmiştir. Fetihten sonraki temel hedef

Müslüman cemaatlerin İslami gereklere göre

yaşayabileceği gibi bir şehir yaratmak olmuştur.

Külliyeler çevresinde mahalleler gelişmiştir.

Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürülmüştür.

Fatih kenti on üç nahiyeye ayırmıştır.

Nahiyeler çeşitli mahallelerden oluşmaktadır.

Bizans’ta geniş meydanlar ve arterler vardı

ama 15. Yüzyılda bunların önemi azalmıştır.

Amaç İslam kenti yaratmak olduğu için en

büyük yatırımlar dini binalara yapılmıştır.

On yedi kilise camiye çevrilmiştir. Ebu Eyyub

el-Ensari’ye türbe yapılmıştır. Dördüncü tepedeki

Havariyun Kilisesi’nin yanına Fatih Külliyesi

yapılmıştır. Fatih döneminde 190 cami,

24 mektep ve medrese, 32 hamam, 12 han

10

ve bedesten inşa edilmiştir. Kapalıçarşı’nın

merkezi kısmı Fatih zamanında tamamlanmıştır

(Çelik, 2019). İslam kentinin önemli iki

unsuru vardır. Bunlar cami ve pazar alanıdır

(Kuban, 1968). Bu cami ve bedesten Ayasofya

ve Kapalıçarşı’da vücut bulmuştur. Osmanlı

imparatorluk sarayının inşası da Fatih

dönemindedir (Çelik, 2019).

16. yüzyılda İstanbul’da hızlı nüfus artışı

görülmüş olmakla birlikte Müslüman- gayrimüslim

oranı sabit kalmıştır. Mahalleler

genişlemiştir. Bizans’tan kalan caddeleri eritmişlerdir.

Bu yüzyılda inşaat sayısı artmıştır.

Anadolu-Türk mimari unsurları ve Bizans motifleri

karışımından İstanbul’un güzide mimarisi

oluşmuştur. Kanuni’nin uzun saltanatına

denk gelen bu süreçte kente birçok anıt inşa

edilmiştir. Mimar Sinan’ın etkisiyle Osmanlı

mimarisi zirveye ulaşmıştır. Süleymaniye Külliyesi

bu dönemde inşa edilmiştir. Süleymaniye

Külliyesi cami, beş medrese, bir darüşşifa,

bit tıp mektebi, bir imaret, bir kervansaray,

muhtelif türbeler, dükkanlar ve çeşmelerden

oluşmaktadır. Sinan Ayasofya’nın sistemini

Süleymaniye’de taklit etmiştir. Bu dönemde

İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi

olduğu algısı yerleşiklik kazanmıştır. Bu

dönemde ayrıca Sultan Selim Külliyesi, Şehzade

Külliyesi, Kara Ahmed Paşa Külliyesi,

Edirne Kapıdaki Mihrimah Sultan Külliyesi ve

Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi, Sinan tarafından

inşa edilmiştir. Sinan’ın eserleri sadece

İstanbul olarak bilinen bölgede değil Üsküdar

ve Haliç’te de bulunmaktadır (Çelik, 2019).

17 ve 18. yüzyılda İstanbul her ne kadar

önceki dönemlerin seyrinde ilerlemeye çalışsa

da ekonomik yetersizlikler baş göstermeye

başlamıştır. 17. yüzyıl İstanbul’a Sultanahmet

Külliyesi ve Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi

kazandırmıştır. 18. Yüzyıl kente anıtsal bir

yapı kazandıramamakla birlikte Avrupa

mimari modasının benimsenmesine yönelik

adımların atılmaya başlandığı yüzyıl olmuştur.

Yirmisekiz Mehmet Çelebi Fransa ziyaretinden

döndükten sonra Paris’teki askeri,

teknik yapıları incelemenin yanında park,

bahçe, sarayları da inceleyip bunlarla ilgili

yazı yazmıştır. Bu dönemde birçok yabancı


sanatçı ve mimar İstanbul’a davet edilmiştir.

Osmanlı Baroğu bu dönemde ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Baroğunun en iyi örnekleri Nuruosmaniye

ve Laleli Camileridir. Fransa’nın

şelale ve su oyunları da bu dönemde Osmanlı

çeşmelerine yansımıştır. Bu süreçte İstanbul

yarımadası durağan olsa da Galata fazlasıyla

büyümüştür (Çelik, 2019).

19. yüzyıl ise İstanbul’u etnik veya dini

olarak değiştirmemiş fakat kentteki kimliği,

yapılaşmayı derinden etkileyecek değişiklikler

getirmiştir. Bu yüzyıl aynı zamanda

Osmanlı’da büyük modernleşme adımlarının

da atıldığı yüzyıl olmuştur. 1838-1908 yılları

arasında pek çok siyasi ve ekonomik değişikler

olmuş, antlaşmalar imzalanmış, fermanlar

yayınlanmıştır. Süreci 1838’de Balta Limanı

Ticaret Antlaşması başlatmıştır. 1839’da Tanzimat

Fermanı, 1856’da Islahat Fermanları

ilan edilmiştir. 70 yıllık bu süreçte II. Mahmut,

Abdülmecid, Abdülaziz, V. Murat ve II. Abdülhamit

padişahlık yapmıştır. Yetmiş yıllık

bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme,

batılılaşma hareketlerinin en yoğun

olduğu süreç olmuştur. Yönetimden mimariye

kadar her alanda Avrupa örnek alınmaya

başlanmış. İstanbul’da dönemin başkentleri

ile benzeştirilmeye çalışılmıştır.

19. yüzyılda Avrupa tarzı belediyecilik

ve kent planları denenmeye çalışılıyordu.

İstanbul’da kentsel olarak dönüşümden

payına düşeni alıyordu. Bir yandan belediyecilik

deneniyordu, bir yandan yabancı tüccarların

ve sanayicilerin işlerini kolaylaştıracak

şekilde kent biçimleniyordu. Ulaşım şebekesi

Avrupalıların mallarını kolaylıkla taşıyabileceği

şekilde biçimleniyordu.

Yerli sanayinin zarar görmesini istemeyen

hükümet tarafından 1840larda bir imalathane

kurulmuştur. Theodosios Surları’nın

dışında, kentin batısında bir sanayi bölgesi

oluşturulmuştur. Zeytinburnu’nda dökümhane

kurulmuştur. Bu bölgeye yakın yerde pamuklu

çorap imalatı yapılmaktadır. Bu çevreye

sanayinin bir parçası olarak 200 metre uzunluğunda,

iki katlı barakalardan oluşan işçi

konutları yapılmıştır. Bakırköy’de tersane, dokuma

fabrikası, dökümhane, makine atölyesi

kurulmuştur. Üretim için devlet işletmelerinin

yanında bir takım Avrupalı şirketlere imtiyazlar

tanınmıştır. Bir Türk-İslam kenti olan İstanbul

adeta bir sanayi kentine dönüştürülmeye

başlanmıştır. İstanbul’da batıyı örnek alan

sanayi fuarları ve sanayi sergileri düzenlenmeye

başlamıştır.

Bir İslam devleti olan Osmanlı’nın klasik

kent yönetimi mümin bireyi ve cemaati esas

almıştır. Bu sebeple beledi hizmetler cemaatler

vakıflar tarafından yapılmıştır. Tanzimat’tan

sonra muhassallık meclisleri kurulmuştur.

Modern anlamda yerel yönetimlerin

çekirdeklerinin inşa edilme çalışması başlamıştır.

Eski sistemde kadılar beledi işlerden

sorumluyken 1926’da İhtisap Nezareti’ne

yetkileri bırakılmıştır. 1836’da Evkaf Nezareti

kadıların başka görevi olan vakıf işlerini

üstlenmiştir. Kadıların yetkilerinin bu iki nezarete

devrinden sonra temizlik, aydınlatma

gibi beledi işler aksamaya başlamıştır. Bu

da batılı belediye isteyenlerin işine gelmiştir.

1855’de İstanbul’da ‘şehremaneti’ kurulmuştur

(Yaylı, 2018).

Tanzimat sonrası değişen bunca kurumsal

yapı etkisini kent dokusu ve özelde mimaride

göstermiştir. Osmanlı\İslam kent görüntüsü

Avrupaileştirilmeye başlamıştır. Mimaride

yaygın olarak kullanılan ahşap malzeme

kenti duyarlı hale getirmiştir. Eski ve çıkmaz

sokaklar yaygındı. Dönemin yönetimi

kentin dönüşümü için dışarıdan mimarlar,

mühendisler getirmişler ayrıca kendi talebelerimizi

yurt dışına eğitime yollamışlardır. Kent

planlaması ve inşaat işlerinin düzenlenmesi

yolunda atılan ilk adım 1848’de çıkarılan

nizamname olmuştur. 1848’de Ebniye Nizamnamesi,

1858’de Sokaklara dair Nizamname,

1863’te Turuk ve Ebniye Nizamnamesi,

1875’de İstanbul ve Belde-i Selasede

yapılacak Ebniye’nin Suret-i İnşaiyesine Dair

Nizamname, 1877 Dersaadet Belediye Kanunu

ve 1882’de Ebniye Kanunu çıkarılmıştır.

Bu kanunlar ulaşımı için yeni yollar, sokaklar

düzenlemiştir. Ayrıca ahşap olan binaların

tuğla, taş, kagire dönüştürülmesini içermiştir.

11


Sokakların genişliğiyle orantılı bina yükseklikleri

belirlemişlerdir (Çelik, 2019).

İstanbul’un ahşap bina yapısı tarihi

boyunca pek çok tehlikeli yangına sebep

olmuştur. 1663-1839 arası toplam 109

büyük yangın olmuşken, 1853-1906 arası

bu sayı 229’a yükselmiştir. Önceden yanan

binaların yerine aynı şeklide tekrar bina

yapılıyorken 19. yüzyılın ikinci yarısında

yanan binaların sonucu yeniden değişen

mimari yapıya göre binalar inşa edilmiştir.

Yangınlardan sonra yeni planlar oluşturulmuş

ve bu planlar sahil şeridi ve ana arterlere paralel

yürütülmüştür. 19. yüzyılın ortalarında

Pera’da nüfus tahammül edilemez boyuta

ulaşmıştır. Mekteb-i Harbiye’nin karşısında

bu nüfus için yeni yerleşim alanı açılmıştır.

Burası için yapılan plana göre on ana

cadde ve mimariye yeni giren kaldırımlar

tasarlanmıştır. Yapılacak inşaatlarda tuğla ve

çimento zorunlu kılınmıştır.

Yetmiş yıllık dönemde İstanbul kentinin

planlaması için üç büyük proje hazırlanmıştır.

Bu projelerin amaçları modern bir ulaşım ağı

kurmak ve batı teknolojisi ve kültürüne göre

bir kent çehresi oluşturmaktır. İlk plan Abdülmecit

zamanında Helmuth Von Moltke tarafından

yapılmıştır. Diğer iki proje ise Abdülhamit

zamanında F.Arnodin ve Joseph Antonie

Bouvard tarafından yapılmıştır (Çelik, 2019).

1840’lı yıllara kadar kentte anıtsal yapının

hâkimi İstanbul kısmı olmasına karşın 19. yüzyılın

ortalarından sonra Haliç’in kuzey yakası

12

anıtsal eserlerle bezenmiştir. İstanbul’da zaten

karmaşık bir mimari üslup hâkim olmuştu.

Buradaki yapılarda batının çağdaş mimari

üslubunu İstanbul’a sokmuşlardı. Klasik, gotik,

İslami üslup ve art nouveau kentte görülen

dört ayrı mimari üslubu oluşturmuştur (Çelik,

2019).

19. ve 20. yüzyıllarda batıya bu kadar

bağlı mimari Türk aydınlarında bir tedirginlik

yaratmıştır. Neticede Osmanlı Devleti’nin

Mimar Sinan gibi bir övünç kaynağı vardı.

Osmanlının yozlaşan mimarisini kurtarmak

için öneriler sunulmaya başlamıştır. Osmanlı

mimarisinin üstünlüklerini göstermek amacıyla

Montani Efendi, Boğos Şaşıyan Efendi

tarafından Viyana Sergisi için Usul-i Mimar-i

Osmani hazırlanmıştır. Bununla İstanbul, Edirne,

Bursa camileri tanıtılmıştır. Eserin sonunda

batılı mimarinin özgün Osmanlı mimarisini

yozlaştırdığı anlatılmıştır.

Osmanlı batı mimarisini biraz daha taklit

ederse kendi sonunu hazırlayacaktı. Sultan

Abdülaziz zamanında milli sanat için bazı

olumlu adımlar atıldı. Fenn-i Mimari-i Osmani

Osmanlı mimarisinin detaylarını ve özelliklerini

anlatmaya çalıştı. Çalışmanın başlıca amacı

Osmanlı mimarisiyle daha önce güzel eserler

ürettiğimizi gösterip buna devam etmemiz

gerektiğiydi. Neo-Türk üslubunun kullanılması

için mimarları cesaretlendirmek amacı

vardı. II. Abdülhamid döneminde Osmanlı

mimarisinin son durumunu göstermek için

Milli Sanayi-i Nefise’nin İnkişafı ve İmkanların


Tedarikine Dair İmzasız Umumi Layiha adında

bir vesika hazırlandı. Bu vesikaya göre özgün

son mimari yapı 1663’te bitmiş olan Valide

Sultan Camisi’dir. Vesika alafranga konut mimarisini

de eleştirmektedir. Mimarideki çöküşe

Türk mimarlar yerinde yabancı mimarların

projelerinin yapılmasının sebep olduğu belirtilmektedir.

Vesika sonucunda bazı binaların

İslami bazı binaların batılı üslupla yapılmasına

karar verildi. Avrupa’dan alınan üslup Rönesans

üslubu oldu. Tartışmalar çok oldu ama

etkili düzenleme olmadı. 1881’de Tanzimat

geleneğine uygun olarak Sanayi-i Nefise Mekteb-i

Alisi kuruldu. 1883’te Hendese-i Mülkiye

Mektebi açıldı. Mimari eğitime ağırlık verilmeye

başlandı. Tanzimat reformlarına kadar

mimari eğitimi Hassa Mimarlar Teşkilatı tarafından

yürütüldü. Bu teşkilat Umur-ı Nafia ve

Ticaret nezaretlerinin ortaya çıkışından sonra

dağıldı. Sonra kırk yıl boyunca mimari eğitim

veren kurum kurulmadı (Çelik, 2019).

İstanbul senelerce Bizans’a başkentlik

yapmış ve Bizans mimarisiyle biçimlendirilmiş

bir şehirdi. 1453’te fetihten sonra bir Osmanlı

şehri olmuştu. Osmanlı bir İslam devletiydi.

Osmanlı aynı zamanda Türk kültürünün de

sonucu olan bir devletti. Orta Asya’dan

kalma bir gelenek ve Anadolu’da oluşmuş

Selçuklu’dan kalma mimari gelenek ve kültür

vardı. İstanbul tüm bu geleneklerin ürünü

bir şehirdi. Özellikle mahalle örgütlenmesi,

geniş, büyük avlulu evler, dar ve çıkmaz sokaklar,

Cuma Camisi, pazaryeri Türk-İslam

kentinin belirgin özellikleriydi.

19. yüzyılda tasarlanan İstanbul kenti ise

genel olarak bu var olan yapının değişikliğini

getirmiştir. Geniş ve büyük caddeler, çok katlı

apartmanlar batı kültüründen Osmanlı’ya

geçmiştir. Ev insanın ömrünü geçirmiş olduğu

yer olarak ve kendi psikolojisini yansıtması

gerekmelidir. Ayrıca evlerin mimarisinde

gelenek, görenek, kültürel ve ahlaki yapıda

gözetilmelidir.

Müslüman aile ile Hristiyan ailenin yaşam

biçimleri haliyle aynı değildir. Fakat bu

dönemde bunlar göz ardı edilerek mimari

yabancıların eline bırakılmıştır. Turgut

Cansever evin mimar ve evde yaşayacak

kişilerin ortak psikolojik ürünü olması gerektiği

vurgulamıştır (Cansever, 2006). Fakat kendi

kültüründen olmayan bir mimar ile ortak

psikolojik paydada buluşmak çok da kolay

olmamaktadır.

Sözü Geçen Çalışmalar

Cansever, T. (2006). İslam’da Şehir ve Mimari.

İstanbul: Timaş.

Çelik, Z. (2019). 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti

Değişen İstanbul. (S. Deringil, Çev.) İstanbul:

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Kuban, D. (1968). Anadolu-Türk Şehri Tarihi

Gelişmesi, Sosyal ve Fiziksel Özellikleri üzerinde

Bazı Gelişmeler. Vakıflar Dergisi(7), 53-73.

Yaylı, H. (2018). Türkiye’de Yerel Yönetimlerin

Tarihi Gelişimi. K. Görmez, & H. Yaylı içinde, Yerel

Yönetimler (s. 60-108). Ankara: Orion.

13


KAFAMDA CEHENNEM 1

Sırf birilerinin bizi

okuduğu düşüncesi,

aklımızı kaçırmamıza

yeter. 2

Emil Michel Cioran

Muhammed Alpaslan Tandırcı

Babil İkra

Henüz sabah olmadığını zannettiren kandırıkçı

bir öğlen. Uyandı. Kolay vazgeçemediği

eski alışkanlıklarının biriyle, çalar saat

tokatlar gibi tokatladı telefonunu. Milyarlık

telefona inen darbenin ve ekranda arasına

iki nokta sıkışmış rakamların anlamını idrak

edince sıçradı. Palas ve pandıras çıkıverdi.

Yarımayak durağa koşmaya koyuldu. Lanetinden

yakayı kurtaramadı. Sürekliliğiyle

temayı korku filmine çevirebilecek olan müzik

kutusu gibi kurmaya başladı. “Sigara dumanı

eskiden yalnıza gri bir dumandan ibaretti.

Kötü kokulu, kimilerine göre griliğinden ötürü

dert yüklü küçük bulutlardı. Kimilerinin

dudaklarıyla şekil verebildiği yoğun, gri ve

yakınından geçen insanın üstüne sinen kötü

kokulu duman... Kimilerine göreyse sadece

pisliklerin bir türüydü. Ama artık öyle değil.

Çünkü sigara dumanının fark edilemeyen ve

bugünlere kadar pek de önemsenmemiş bir

yanı ortaya çıktı. Sigara dumanı artık hastalık

sahibi olma potansiyelini haiz bir kişinin

ciğerlerine giren, orada vakit geçiren, sonra

da oradan dışarıya üflenmek suretiyle çıkan

ve bu hasletleriyle pek çok insanın sağlığını

tehdit eden bir tür biyolojik silaha dönüştü.

Normal nefesten daha yoğun ve yayılmacı

oluşuyla artık eskisinden daha pis...”

14

Tarumar o akşamüstü. Vasıtalar değiştirdi.

Göz kepenklerini kadırışından itibaren türlü

korkuların etrafında örümcek ağı gibi örüldüğünü

düşündü. Kasıntıca. Kaçırılacak bir

metrodan dolayı yaşanan kaybın yalnızca

üç dakikadan ibaret olmadığını şehir hayatının

herkese bellettiği tespitinde bulundu. En

cahili bile kaçırılan bir metronun en az yirmi

dakikaya mal olduğunu bilirdi herhalde. Böylelikle

müzik kutusuna kapılıverdi. “Korku...

İnsan hayatının neredeyse tamamını oluşturan

süreç… Ekoloji düşüncesi ve ekolojik sorunlar

bile korkudan köklenip filizlenmektedir.

Ekolojik sorunları oluşturan faktörler artık

yaygınca bilinmektedir. Bu faktörler esasen

daha az kazanamamaktan veya daha aza

sahip olma halinden korkma ile daha hırslı

bir üretime girişme meselesidir. Doymamak

ve tatmin olmamak korkusuyla bolca tüketmek...

Hayata dair hemen hemen tüm halleri

bu çerçevede açıklamak mümkündür. Ekoloji

düşüncesi de benzer şekilde korkunun eseridir.

Dünyanın ve dolayısıyla insan yaşamının

yok olmasına dair bir korkunun eseri hem de.

Konu üremekle ve türün devamıyla ilgili hale

geliyor. İnsanoğlu bir yandan aynı yok olma

korkusuyla çılgınca tüketmek için çılgınca

üretiliyor. Bir yandan da aynı yok olma korkusundan

kaynaklanan başka bir yok olma


korkusuyla tüm yok olma korkularını bertaraf

etmek için ekoloji düşüncesini inşaa ediyor.

Enteresan bir paradoks. Korku insana neler

yaptırıyor...” Önceki duraktan hareket eden

metronun rüzgarıyla kendine geldi.

Üşengeç ve nöbetini geceye devretmeye

teşne bir akşam. Sövmedi. Fakülte çıkışı yakılan

sigaranın hatırına... Aynı vasıtaları donuklukla

değiştirdi. Derken üst geçitte ihtivası

buruk bir tutukluk peyda oldu. Derinlerde ise

müzik kutusunun kurulma tıkırtıları… “Bilgi

üretimi yalnızca atıf vererek, dipnot düşerek

yapılmaz, yapılamaz. Düşünerek, varsayımlar

aracılığıyla da bilgi üretilebilmektedir.

Ancak bu şartlarda bilginin peyda olması

için işçilik çok fazla olmaktadır. Buradaki

işçilikten kasıt düşünce işçiliğidir. Mevzu bahis

konuda okuma yapmak, kişiyi bir açıdan

zahmetten kurtarmaktadır. Zira çoğunlukla insanın

aklına gelen düşünceler, varsayımlar ve

neden-sonuç ilişkileri ile elde ettiğimiz bilgiler

ilk defa onun aklına gelmiş olmuyor (Tabii ki

bu durum kişinin hiçbir şeyi ilk kez düşünemeyeceği

anlamına gelmez). Tam bu noktada

okumak, faydalı bir eylem ve bir tür kestirme

yol olarak ortaya çıkmaktadır. Dışarıdan alım

olarak okumak ile iç üretim olarak düşünmek

arasında br denge olmazsa bilgi üretimi zayıflayacaktır.

Olması gereken hem okumak

hem düşünmek, düşünerek okumak ve okurken

düşünmektir. Düşündüğünü doğrulamak

için okumak ve okuduğunu doğrulamak için

düşünmekten kaçınılmalıdır. Akademik tahakküm

tam da burada ortaya çıkıveriyor.

Akademiciler, düşünerek okumak yerine ya

düşündüğünü doğrulamak için oku ya da

okuduğunu doğrulamak için düşün diyor çok

bilmişçe… Halbuki kişi bir seçim yapmak

zorunda değildir veya hiçbir şey seçmemeyi

seçebilir. İnsanoğlu sonuçta.” Hem Kemal

Tahir: “Nerede şekil muhtevadan önemli sayılıyorsa

orada muhteva yaşama gücünü yitirmiştir.

3 ” diyerek destekliyordu onu. Nietzsche

de iyi yazmanın aynı zamanda iyi düşünmek

anlamına geldiğini 4 söyleyerek kendini hatırlatıyordu.

Gece. Alelade. Bir sağa bir sola dönüşlerin

kaotik ritmi müzik kutusunu yutmakta.

Kontrol: Kayıp. “Ne zaman insan denen canlının

muktedirliğini soruşturmaya kalkışsam

insanın isterse kendi kalbini durduramamasından

başlarım. En basitinden bazı insanlar

kulaklarını oynatamaz, istese bile. Oysa kulağını

değil de kolunu oynatamazsa o insana

felçli denir. Kan dolaşımı insan vücudunun

her yerindedir ama her insan bunu salt beyin

gücü ile hızlandırıp yavaşlatamaz. Öyleyse

15


asıl patron beyin midir, insanın kendi midir?

İnsan tam olarak nedir? İnsan ve insan beyni

ayrı otoriteler olarak düşünülebilir mi? Öte

yandan bir insan başka bir insan üzerinde

mutlak iktidar sahibi olabilir. İsterse onun kalbini

durdurabilir. İsterse onun damarlarındaki

kanı hızlandırıp yavaşlatabilir. Ama kendi

kalbini isteyerek durduramaz. Öyleyse otorite

nedir ve otoriteden ne anlamalıyız?”

Zaman: Sabah. Yer: Masa. Hava Durumu:

Serin. Dönüp durmanın sonu: Yok. Harekete

geçmek: Lazım. Bir lanetle yaşamanın öğrenilmiş

çaresizliğiyle kendine ayıp etmemek

için yazılmaya girişilmiş birkaç satır:

“Sokrates’in savunmasından ilham alarak

yazıyorum bunları. Esir olmayan bu şehrin

insanları arasında mahpusum ve bir yol ayrımına

ihtiyacım var ey hayat! Zira bu yol, yol

olmaktan çıkıyor an be an. Bu yolda cennetin

dibinden cehenneme övgüler savuran biri ile

cehennemin dibinden cenneti kundaklayacağını

nefretle haykıran biri arasında gide gele

insan olmaya çalışılıyor. Bir yanım Atinalıların

içindeki şeytan ilan edilip recmediliyor. Bu

sözlü ve onursuz bir recm, arkadan konuşmak

suretiyle... Diğer yanım ise tatar çölünde yalnızlık

dolambacına yamuk bakarak bağdaş

kurup çürümenin kitabını okuyor. Öteki yanım

ise “Çok abarttık monşer bu insan olmak işini,

bir yeryüzü tanığı olarak gelmiş bulunduk,

üstü kalsın.” diyor. Öbür yanımsa düşünmenin

hem eylem hem bilim olduğunu iddia

edersem bu Atinalıların beni yine recmedeceğini

söyleyiveriyor dondan fırlar gibi.”

Kemal Tahir’den sonnot: “Nerede anlamsızlık

varsa orada kaytarma vardır, nerede

kaytarma varsa orada bunaltı olmasın olmaz.

5 ”

KAYNAKÇA:

1. Kayra, Kafamda Cehennem, 2019

2. Emil Michel Cioran, Zamana Düşüş,

Metis Yayınları, 2020, sf.32.

3. Kemal Tahir, Notlar Sanat – Edebiyat

1, İthaki Yayınları, 2016, sf.243.

4. Friedrich Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi

/ İnsanca, Pek İnsanca 2, İthaki Yayınları,

2005, sf.65.

5. Kemal Tahir, Notlar Sanat – Edebiyat

1, İthaki Yayınları, 2016, sf.240.

16


Doğmayan Günün Gurûbu

Fena bir dörtlük yazmaya meyyâl kalemim

Kâğıdım temiz ve hazır, sıcak fincanım

Amma sözlere sığar mı bilmem elemim

Ceviz kabuğunu mesken tutmuş bir canım

Benim elemim ki mâlûm Âdem’in hâli

Kurduğu dünya da insâniyetten hâli

Bende temerküz eden hâl-i pür melâli

Hakkıyla bilsem dahi çözmeye bîcanım

Ömrüm’ hiç edip bir ev, araba uğruna

Kocalıp adaletsiz ilimin kahrına

Ermeden insanlığın onurla fahrına

Ölüverip giden sanma yalnız bir canım

Bittabii her birimiz payı bir paydanın

Yahut aşığıyız bir berceste maydanın

Ve bendegânıyız en geçici faydanın

Ben de bir bendeyim, yapayalnız bir canım

Bu bedbaht yalnızlığın nicesi ortağı

Nice yuva bilen sıkıştığı kıstağı

Şangrağı bir an bile aymadan soğuk otağı

Gün görmeden gurûbu seyreden bir canım

Sanmayın sakın bu dert yalnız bir kişinin

Sağının nefesi kokusundan leşinin

Hasretinden, insanca yaşama düşünün

Sükût figânı âlemce mâlûm bir canım

Bir isem de bir değil her bir dertmend âdem

Ki biri toprak, biri yaprak, biri çiğdem

Yanaşmaz hürriyet kavgasına bir kadem

Anda bunca korkaklar içinde bir canım

Amma ben de bir canım mahdut takatim de

Ne kadar sevsem de haddinde şefkatim de

Umutlarım dahi yurdumla firkatimde

Bir olmuş en gencinden ihtiyar bir canım

Bu soluk umutların nicesi ortağı

Nicesi reddeden sıkıştığı kıstağı

Şangrağı bir an bile aymadan soğuk otağı

Gün görmeden gurûbu seyreden bir canım

Muhammed Âkif

17


Bireyin yaratılış gereği diğerleri üzerinde

güç ve üstünlük tahkim etme gayreti küçük

gruplara, topluluklara, milletlere, devletlere

de sirayet ederek haklılık elde etme ve üstünlük

kurma mücadelelerinin ön plana çıkmasına

neden olmuştur. Bu amaca ulaşma doğrultusunda

yaşanılan zaman diliminin imkanları

en iyi şekilde kullanılıp, kitleler üzerinde derin

izler bırakan faaliyetler kurgulanmıştır. Günümüz

teknoloji ve bilgi çağının gelişimine

paralel olarak medya, siyaset, eğitim, ticaret

gibi alanların da kendini revize etmesiyle bu

faaliyetler daha ustaca ortaya çıkarılmıştır.

Bilginin çabuk ulaşılır olması ve güvenilirliğini

yitirmesi pek tabi güç ve üstünlüğe ulaşmak

isteyen kişilerin ve toplulukların elini kuvvetlendirmiştir.

Bu noktada bilginin çok kısa

zamanda kontrol edilebilir ve yönlendirilebilir

olması kitleleri açık bir hedef haline getirmiştir.

Keza olta ile balık tutan bir balıkçı, suyun

berraklaşmasının ardından ağ yöntemine

geçerek hedefine çok daha kısa sürede ulaşması

mümkün olacaktır.

Tarih boyunca çeşitli mücadeleler içine giren

grupların, galip çıkma, gücü elinde tutma

18

Aykut Sungur

ALGI YÖNETİMİ ÜZERİNE

ve İktidarı zapt etme amaçlarıyla kullandığı

yöntemler arasında en etkin olanı şüphesiz

ki, hedef kitlenin bir amaç doğrultusunda

ikna edilmesi, bir diğer deyişle algı yönetimidir.

Çünkü toplulukların irade ve arzularının

kapsamına girmeyen şeyler doğrudan güç

sarfiyatını beraberinde getirmektedir. Bu ise

amaca giden yolu engebeli bir arazi haline

getirmektedir. Mezkûr olgu tarihte ilk olarak

M.Ö. 500’lü yıllarda Çinli komutan Sun Tzu

tarafından “Harp Sanatı” adlı eserde dile getirilmiştir.

Sun Tzu’nun bu eserinde bahsettiği

algı yönetimi ve buna bağlı olarak psikolojik

harp teknikleri halen geçerliliğini sürdürmekte,

algı yöneticileri tarafından içinde bulunulan

zamana uydurularak kullanılmaktadır.

Kitabında gücü gizlemek ve düşmana güçsüz

görünmek, düşmana yakınken uzakta olunduğunu,

uzaktayken yakında olunduğunu

hissettirmek, çabuk sinirlenen bir düşmanı

hata yapması için daha da sinirlendirmek,

düşmana zayıf görünerek onu yanıltmak

gibi uygulamalara yer vererek; zaten otorite

ve mutlak iktidar sahipleri olan Cengizhan,

Sezar, Hannibal tarihteki birçok büyük psiko-


lojik savaş ustasına yol göstermiştir. 1 “Tarihimizde

bunu en güzel biçimde kullananlardan

birisi, ünlü Kanije Kalesi savunması komutanı

Tiryaki Hasan Paşadır.” Meşhur sahte mektup

taktiği ile düşmanın algı yollarına hücum

ederek, içinden çıkılmaz bir hâl alan kale

savunmasından muvaffak olabilmesi, bu doğrultuda

iyi bir örnektir.

Algı yönetimi kavramının örgütlü, sürekli

ve sistemli olarak uygulanmaya başlandığı

ilk tarih, Papa 15. Gregory tarafından Protestanlığa

karşı Katolikliğin propagandasının

yapıldığı süreçtir. Bu tarihte ilk defa kullanılan

propaganda kelimesi yayma manasında kullanılmıştır.

Kilise o dönemde “Congragatio

de Propaganda Fide” isimli “İnancı Yayma

Cemiyeti” anlamına gelen bir organizasyon

oluşturmuştur. Kavramın siyasallaşarak günümüze

gelmesi ise Fransız İhtilali ile mümkün

olmuştur. Günümüzde ise bu olgu hüviyetini

değiştirerek multidisipliner bir kavram haline

gelmiştir. Başta iletişim, psikoloji, işletme ve

siyaset bilimi gibi alanlarda sık sık karşımıza

çıkarak arz ettiği önemi gözler önüne sermektedir.

Bilhassa 1.Dünya Savaşı’ndan itibaren

silahlı savaşın yanı sıra yumuşak güç unsurlarından

psikolojik savaş da düşman veya dost

ülkelerin tutum ve davranışlarını değiştirmek

için kullanılmıştır. 2

Barış dönemleri savaş dönemlerinin üvey

evladıdır. Her birimiz geçmişten günümüze

gelen bu algı savaşlarının, diğer bir deyişle

adı bilinmeyen üstü kapalı bir savaşın aktörleriyiz.

Haddizatında hepimiz birer “Truman

Show” karakterleriyiz. Bu aşamada içinde

bulunduğumuz harp içinde, her birey olayları

ve olguları tahayyül etme yeteneklerini birleştirerek

toplumsal algı gücünü ortaya çıkarmaktadır.

Bu yetenek, toplumun içinde bulunduğu

savaş karşısında direncini ve gücünü belirlemektedir.

Post modern dünyada, iç ve dış

politikayı birbirinden ayıran çizginin giderek

ortadan kalkması, medyanın gittikçe artan

önemi, uluslararası kuruluşların etkinliğinin

1 Çalış, Ayten, “Bir Kamuoyu Oluşturma ve Manipülasyon

Aracı Olarak Algı Yönetimi: Kurtlar Vadisi Örneği”, İstanbul,

2018, s.48-50

2 Demirci, Abdurrahim, “Yeni Düzen Algı Yönetimi”, Ankara,

2018, s.8-9

artması ve governmental-nongovernmental

örgütlerin ortaya çıkması ile kamuoyu faktörü

iç ve dış siyasette önemini büyük ölçüde

artırmıştır.

Amerikan Savunma Bakanlığı algı kavramını

şu şekilde açıklamıştır: “Kitlelerin

duygu, düşünce, amaç, mantık, istihbarat

sistemleri ve liderlerini etkileyerek seçili bilgilerin

yayılması ve/veya durdurulması; bunun

sonucunda hedef davranış ve düşüncelerinin

hedefleyenin istekleri doğrultusunda

yönlendirilmesi. Algı yönetimi gerçekler,

yansıtma, yanıltma ve psikolojik operasyonların

bir bütünüdür”. 3 Buna binaen yaşadığımız

dünyayı ve süreci anlatan, Henry

Kissinger’a atfedilen “Bir şeyin gerçek olması

pek o kadar önemli değildir; fakat gerçek

olarak algılanması çok önemlidir.” cümlesi

etrafımızdaki pek çok olayın muhtevasını

özetlemektedir. Ne yazık ki günümüzde

eğitim denilerek cehaletin yaygınlaştırıldığı,

sağlık denilerek hastalıkların üretildiği, kadın

hakları ve feminizm denilerek terörizmin

propagandasının yapıldığı, adalet denilerek

hukuksuzluğun bariyerlerinin kaldırıldığı,

özgürlük denilerek yığınların üstü kapalı

tutsak haline getirildiği bir döngünün girdabı

içinde boğulmaktayız. “Düşmanımızın bizim

gibi düşünmesini sağlayabilirsek, savaşmak

zorunda kalmayız.” düsturu ile hareket eden

algı yöneticileri, söz konusu kavramları sinema,

müzik, bilim, edebiyat, sanat vb. araçlar

yardımıyla ön plana çıkararak, hedeflerini

gerçekleştirmektedirler. 4

Algı yönetiminin en önemli ve altın kuralı

temel maksadın bir şekilde gizlenmesidir. Bu

ağa takılmış olan hedef kişinin gideceği yolu

bilip, yolun nereye çıkacağını bilmemesi “Neden”

sorusunun önündeki en büyük engeldir.

Bu doğrultuda manipülatör daima sahte bir

amaç üreterek bu sorunun sorulmasının önüne

geçmektedir. Çünkü sebepler var olanı

3 Özarslan, Melike Zeynep, “Kitleleri Harekete Geçirme

Aracı Olarak Sosyal Algı Yönetimi” İstanbul, 2014, s.30

4 Tunç, Ahmet & Atılgan, Ali, “Algı Üzerine Kurulu Yönetsel

Bir Anlayış: Algının Yönetimi”, International Journal of

Disciplines Economics & Administrative Sciences Studies,

Vol:3, Issue:3, 2017, s.233-235

19


bulmayı amaçlar, çıkarım yapmayı gerektirir.

Sigmund Freud’u hem anne hem de baba tarafından

yeğeni olan Bernays Lucky’nin kadınları

sigara bağımlılığına doğru adım attıran

kampanyası pek meşhurdur. Kampanyanın

yapıldığı tarihlerde, Avrupa ve Amerika’da

kadınların sigara kullanma oranı erkeklere

nazaran çok azdı. Bu tarihlerde kadınların

sigara içmesi ayıplanıyor, doğru bulunmuyordu.

1929 yılında bir sigara firması ile anlaşan

Lucky, sigara kullanımını kadınlar arasında

da yaygınlaştırarak ciroda büyük bir artış

yapacağını taahhüt etmişti. Bunun üzerinde

bir proje hazırlamıştı. Projenin temel maksadı

ise şuydu: Kadınlar Amerika’da erkekler

tarafından baskıya uğruyor, özgürlükleri kısıtlanıyordu.

Sigara bu erkek egemen baskıya

bir başkaldırı olarak lanse edilip, adeta kadınların

elinde birer özgürlük meşalesi olarak

tanımlanmıştı. Bu sloganlar hayata geçirilerek

her yıl düzenlenen Paskalya Geçidinde binlerce

kadının geçit esnasında sigara içmesi

istenmişti. Feminist topluluklardan da büyük

oranda destek alan Lucky, geçit esnasında

binlerce sigara içen kadının fotoğrafını ertesi

gün “kadınların özgürlüğü” olarak medyada

paylaşmıştı. Böylece toplumda yavaş yavaş

sigara içen kadın özgürdür anlayışı yerleşmişti.

Kampanya o kadar başarılı olmuştu ki

10 yıl öncesine kadar sigara içen kadınların

oranı %5’den, birkaç yıl içinde %12 ye yükselip

artarak devam etmişti. Böylece sahte bir

amaç ile, “neden” sorusunun önüne geçilerek

bir şirketin kasası doldurulmuştu. 5

Bir diğer altın kural ise güvenilirlik ve

saygınlığın kazanıldığı bir ortamın sağlanmasıdır.

Bir kişinin, bir toplumun güvenini

kazanmak uzun bir süreç gerektirmektedir.

Bu ise sürekli olarak tekrarı gerektirmektedir.

Tekrar edilen bilgi, insanın o noktaya dikkat

kesilmesini sağlamaktadır, bu bir kuraldır.

Eli kanlı bir teröristi bile defalarca bağlama

çalarken, şiir okurken yahut sanatla ilgili

şekilde göstermek, bu kuralın işlendiği anlamına

gelmektedir. Çünkü bu süreç sonunda

5 Gültekin, Mücahit, “Algı Yönetimi ve Manipülasyon:

Kanmanın ve Kandırmanın Psikolojisi”, Pınar Yayınları,

İstanbul, 2020, s.25-23

20

meşruiyet kazanılarak gerek yurtiçi gerekse

yurtdışında kamuoyu oluşturulmak istenmektedir.

İnsan bir tanıma göre kelime anlamı

olarak unutmak anlamına gelen “nisyan” ile

aynı kökten gelmektedir. Kitlelerin hafızasının

zayıf olduğunu farkında olan algı yöneticileri,

satılacak şeyin önemi ile aynı ölçüde tekrarını

da artırmaktadır. Maalesef ki satılan şeyin

kıymeti, talep edildiği kadardır. Uygun ortamı

sağlamak isteyen kanallar, bu tekrarlar

neticesinde arz ve talep eden ışığında “Karşılıklı

rıza varsa, problem yoktur” prensibiyle

hareket edip, kötülüğün yayılmasını perdeleyebilmektedirler.

Bu perde neticesinde eli

kanlı azılı bir katil, çok sevimli, hayat canlısı

bir bireye kolayca dönüştürülebilmektedir.

Bundan dolayı kötülüğün arzını talep meşru

kılmaz, kılmamalıdır. Meşruiyeti sağlayan

rıza kavramı tabiri caizse demokrasi helvasının

bir ürünüdür. Toplumsal meşruiyet elde

etmede kullanılan yegâne araçtır. Rızanın

üretilmesi, demokrasi içerisinde geniş toplum

kesimlerinin onayını almak için zora ve şiddete

başvurmadan, gerekirse gerçekleri profesyonelce

çarpıtarak, çeşitli iletişim kanallarıyla

ikna etme süreci olarak tanımlanabilir. Halkın

çeşitli kanallara gösterdiği rıza, bu meşruiyet

sayesinde gerçekleşmektedir. 6

Kelimeler, içine anlamlar serpiştirdiğimiz

ambalajlardır. Bu yüzden bu ambalajların

içerisinde neler olduğunu tahmin etmek kimi

zaman üzerinde derin düşünmeyi gerektirmektedir.

Algı yönetmenleri kelimelerin

anlamlarını tahrif etme konusunda gelişen

medya ağının da yardımıyla uzmanlaşmıştır.

Günümüz dünyasında bilhassa insan hakları,

özgürlük, eşitlik, cinsiyet eşitliği, barış

gibi kavramların altının oyularak şekillerinin

değiştirildiğini görmekteyiz. “Efradını cami,

ağyarını mâni” sözüyle işaret edildiği gibi kelimelerin

alanlarının da bir sınırı vardır. Fakat

bu anlamlar genişletilip tevil edilerek bir anlam

kaosuna neden olmaktadır. Misal olarak

“cinsiyet eşitliği” kavramı ülkemizde sık sık

feminist dernek ve topluluklar tarafından gün-

6 Güler, Meltem, “Bir manipülasyon aracı olarak rızanın

imalatı”, Abant Kültürel Araştırmalar Dergisi, ,101-75 :)5(3

2018, s.75-77


deme getirilmektedir. Gayet masumane bir

duruş barındıran bu kelimeler normal şartlar

altında “bireylerin cinsiyetlerine göre maruz

kaldıkları eşit olmayan davranışlar, tutumlar

ve algıları anlatmak için kullanılan bir kavram”

olarak kullanılmaktadır. Fakat kimi algı

kanalları bu kavramı genişleterek içerisine

cinsiyetsizliğin ve eşcinselliğin sadeleştirilerek

sunulduğu bir tabak haline getirmektedir.

Kimi zaman ise bu tevil etme biçimi karşımıza

özgürlük kelimesi ile çıkmıştır. Ne kadar yanlış

bir olgu olsa da günümüzde özgürlüğün

eş anlamı olarak karşımıza demokrasi sunulmaktadır.

Bu, neoliberal perspektif tarafından

birey olarak var olabilmemiz, kişiliğimizi ve

kimliğimizi koruyabilmemiz adına evrensel

ve tartışılmaz bir doğru olarak kabul edilmektedir.

Basın özgürlüğü, seyahat özgürlüğü,

ulaşım özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı

yapma özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü

gibi pek çok özgürlük günümüzde anayasa

ile güvence altına alınmaktadır. Basit mantıkla

düşündüğümüzde “Özgürlüğümüz, başkalarının

özgürlüğünün başladığı yerde biter”

prensibi ile bu kavram tanımlanmaktadır. Fakat

en basit mantık bile altı oyularak şu duruma

gelebilmektedir: “Benim özgürlüğüm, bir

başkasınınki ile sınırlanıyorsa o zaman özgür

değilim”. 7 Bu cümle toplumlara ise farklı şekilde

enjekte edilebilmektedir. Ülkemizde dahi

terör örgütleri ve onları temsil eden merciler,

özgürlüklerini sınırsız bir şekilde afişe ederek,

bölücülüğün yollarını rahat bir şekilde döşeyebilmektedirler.

Ambalajlanmış ve satışa hazır sunulan

bu kelimeler, bizlere yenilir yutulur olmayan

şeyleri yenilir yutulur hale getirilip sunulmaktadır.

Neyin doğru neyin yanlış; neyin kötü

neyin güzel olduğunu algı yöneticileri bu ambalajlar

içine istediği gibi saklayarak kendi

değerlerini pazarlamaktadırlar. Bunun adı

ise kimi zaman özgürlük, kimi zaman eşitlik,

kimi zaman ise adalet olarak karşımıza

çıkmaktadır. Eleştirel düşünme yetisi böylesi

bir süreçte adeta panzehir olarak işlev görmektedir.

Eleştiri kelime anlamı olarak “Bir

insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış

7 Gültekin, Mücahit, A.g.e. s.153-216

yönlerini bulup göstermek maksadıyla inceleme

işi” şeklinde tanımlanmaktadır. Buna göre

anılanın aksine eleştiri sadece yanlışları tespit

etme değil aynı zamanda doğruya ulaşma biçimidir.

Mantığın kaidelerine uymayan, yargıları,

genellemeleri, varsayımları, abartıları,

çelişkileri, tutarsızlıkları, çarpıtmaları, fark

etmemiz, bu gibi bilişsel becerilerin varlığına

bağlıdır. Nasıl ki vücudumuzdaki bağışıklık

sistemi organizmaya sızan yabancı maddeleri

hücre ve dokulardan ayırt edebiliyorsa,

eleştirel düşünme de aynı vazifeyi görerek

bizlere gelişmiş medya araçlar ile dayatılmaya

çalışılan virüsleri zihin dışına itebilmemize

olanak sağlamaktadır.

KAYNAKÇA:

Çalış, Ayten, “Bir Kamuoyu Oluşturma ve

Manipülasyon Aracı Olarak Algı Yönetimi:

Kurtlar Vadisi Örneği”, İstanbul, 2018

Demirci, Abdurrahim, “Yeni Düzen Algı

Yönetimi”, Ankara, 2018

Güler, Meltem, “Bir Manipülasyon Aracı

Olarak Rızanın İmalatı”, Abant Kültürel Araştırmalar

Dergisi, 3(5): 75-101, 2018

Gültekin, Mücahit, “Algı Yönetimi ve Manipülasyon:

Kanmanın ve Kandırmanın Psikolojisi”,

Pınar Yayınları, İstanbul, 2020

Özarslan, Melike Zeynep, “Kitleleri Harekete

Geçirme Aracı Olarak Sosyal Algı Yönetimi”

İstanbul, 2014

Tunç, Ahmet & Atılgan, Ali, “Algı Üzerine

Kurulu Yönetsel Bir Anlayış: Algının Yönetimi”,

International Journal of Disciplines Economics

& Administrative Sciences Studies,

Vol:3, Issue:3, 2017

21


Yakup Ömerlioğlu ile

Türk Dünyasında Kalem ve Gönül Kardeşliği İçin...

Tuğba Dinç Günay: Türk halkları tarih boyunca

çok geniş bir coğrafyaya yayılmış ve

bununla beraber birçok devlet yapılanmaları

altında yer almışlardır. Bu kadar geniş coğrafya

ve birçok devlet geçmişi edebiyatlarına

nasıl yansımıştır, edebiyatlarını sürdüren ruhu

neler oluşturur?

Yakup Ömeroğlu: Tarihte çok farklı coğrafyalarda

yaşamış olsalar da Türk halklarının

edebiyatlarının birbirleriyle gayet paralel ve

iç içe geliştiğini söylemek mümkündür. Bu

ortaklık destanlar döneminde daha yoğunken

sözlü ve yazılı edebiyat dönemlerinde de

yakınlıklarını hatta iç içe gelişlerini sürdürdüler.

Hakanî Türkçesinin ortak edebî dilinin

kullanıldığı dönemde de obalarda farklı Türk

lehçeleri, şiveleri konuşulsa da yazılı edebiyat

tek bir edebî dille gelişiyordu. Kutadgu

Bilig’in dili böyle bir dil. Sonraki yıllarda birbirine

çok yakın iki edebî dil gelişti ancak bu

edebî dillerde üretilen edebî ürünler şekil ve

muhteva bakımından birbirine çok yakındı.

Nitekim yakın zamana kadar iki edebî dil

22

Röportaj: Tuğba Dinç Günay - Alper Şenadam

üzerinden devam edildi, eserler karşılıklı olarak

okundu. Bu edebiyatları sürdüren elbette

farkı sebepler vardır ama aşkın değerleri

topluma ulaştırma, güzeli yakalama ve yaygınlaştırma

bu edebiyatların sürdürülmesinde

temel ruh olduğunu düşünüyorum.

Alper Şenadam: Türk Dünyasında özellikle

bağımsızlığını yakın geçmişte alan halklar

– Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan,

Türkmenistan- edebiyatında milli

kimlik, bağımsızlık, vatan gibi konuları işleyen

eserler ideolojik yönden aşama kaydedebilmiş

midir ve evrensel statüye ulaşabilmiş

midir?

YÖ:Türk devletlerinde bağımsızlık döneminde

tarihi roman ve hikayelerin arttığını söylemek

mümkün ancak bu durumun bağımsızlıkla

birlikte başladığını düşünmek çok doğru

olmaz. Şiirde de durum aynı. Örneğin Erkin

Vahitov’un Özbek millî ruhunu ayakta tutmak

için yazdığı Özbeğim şiiri, Sovyet döneminde

yazılmıştır. Bahtiyar Vahapzade’nin pek

çok şiiri yine bağımsızlık dönemi öncesinde


kaleme alınmıştır. Bugün Kazakistan Milli

Marşı olarak okunan şiir de Sovyet döneminde

tam da milli ruhu canlandırmak, vatan topraklarını

şiir ve müzikle korumak için yazılmış

ve bestelenmiştir. 1950’li yıllarda Sovyet yönetimi

Kazakistan’ın beş şehrini alıp Rusya’ya

bağlama niyetini açıklayınca bu eser yazılır.

Şiir ve müzik halkı vatan topraklarını vermemek

konusunda öyle birleştirir ki, Moskova bu

niyetinden vazgeçer. Nitekim bağımsızlıktan

sonra bu eser Kazakistan, bu eseri millî marş

olarak ilan edildi. Bağımsızlıktan sonra, önceki

yıllarda yasaklanan, adının anılması bile

sakıncalı olan millî yazar ve şairler toplumla

buluştular. Milli ruhun yükselmesinde o yazar

ve şairlerin eserlerinin de büyük katkıları oldu.

TDG: Yazın ve sanat dünyasındaki milli

ruh nedir, edebiyatta milli ruhu besleyen ana

damar kaynağını nereden alır, özellikle Turan

edebiyatının yazın hayatında milli ruh anlayışı

neden gereklidir?

YÖ: Edebiyat, yalnızca var olanı anlatmaz

yeni düşünce, anlayış ve ideallerin oluşması

ve yaşamasını da sağlar. Dünyadaki büyük

dönüşümler edebiyatla paralel olarak

sürmüştür. Bağımsızlık döneminde yıllarca

horlanmış, baskılara uğramış, hırpalanmış

kendi kültür ve tarihlerini öne çıkaran eserler

kaleme aldılar. Vatan duygusu, ana dil hassasiyeti,

tarihî kahramanlar, tarihî zaferler

üzerinden yeni oluşan sosyal duruma uygun

moral değerleri yükselttiler. Türk Dünyasının

dayanışması ve yakınlaşması da bunun içinde

vardı ama ağırlıklı olarak kendi devlet ve

halklarını daha öne çıkaran eserler yazıldı.

AŞ: Türk Dünyasında ufak bir gezintiye

çıkarsak; Azerbaycan’ da Ahmet Cevad,

23


Şehriyar, Bahtiyar Vahapzade, Uygur’ da

Abdurrehim Ötkür, Türkistan’da Mağcan Cumabay,

Kırgız’ da Cengiz Aytmatov, Tatarlarda

Cengiz Dağcı, Özbekler’ de Çolpan gibi

güzide şair ve yazarımızla rastlaşırız. Hocam

sizce bu şair ve yazarlarımızı ortak bir atmosferde

değerlendirebilir miyiz?

YÖ: Bu isimler ve daha pek çoğu aslında

aynı duygu ve düşünceleri, farklı coğrafyalarda

Türkçe’nin farklı renkleri ile ifade eden

aynı ruhun şair ve yazarlarıydı. Halkı uyandırmak,

derin uykulara girmiş Türk Dünyasını

harekete geçirmek için gayret ettiler. Kazak

şair Mirjakıp Dulat ilk Uyan şiirini yazdı.

Ardından Abdulhalık Uygur, Doğu Türkistanlılara

uyan dedi. Mehmet Akif, İstanbul’dan

Uyan diye seslendi. Mağcan da Çolpan da

Ahmet Cevad ve diğerleri de hem kendi halklarını

hem de tüm Türk Dünyasını harekete geçirecek

ruhun kalemleriydiler. Büyük ölçüde

başarılı da oldular hatta eserleri günümüze

bile tesir ediyor.

TDG: Hocam farklı bir pencereye yönelirsek

Kırım Tatarların mühim aydını olan Gaspıralı

Bey’in “ Dilde, fikirde, işte birlik” şiarı ile

yaptığı çalışmalar günümüz 21. yüzyılında

işlenmekte midir veyahut nasıl işleyebilir ya

da uyarlayabiliriz?

YÖ: Biraz önce isimlerini saydığımız ve

sayamadığımız daha yüzlercesi işte bu ruhun

-dilde fikirde işte birlik ruhunun- şair ve

yazarlarıydılar. Bugün de bu ruhu taşıyan yazarlarımız,

bilim adamlarımız, sanatçılarımız

toplumun her kesiminden insanlarımız var.

Aldığımız mesafeler var ama yapılması gerekenler

de çok fazla. II. Karabağ Savaşı’nda

Türkiye ile Azerbaycan’ın gösterdiği dayanışma

ve işbirliği bu şiarın günümüzde en üst

seviyesini oluşturdu. Bu işbirliklerinin artarak

devam etmesini arzu ediyoruz ve bunun için

kendi katkılarımızı yapma gayretindeyiz.

AŞ: Türk edebiyatının bütün dünyada

daha iyi tanıması gayesi, kültür ve edebiyatın

insanlar arasında yakınlaşma ve dostluk duyguları

oluşturduğu inancı ile yol alan AYB’ nin

(Avrasya Yazarlar Birliği) birçok faaliyetinin

- yazarlık atölyesi, Bengü Yayınevi, Kardeş

Kalemler, Kaşgarlı Mahmut Yarışması- içeriği

ve bu yelpazedeki etkileşimleri nelerdir?

YÖ: Birlik ruhunu, dostluk ve kardeşlik

anlayışını bu etkinliklerimizle canlı tutmaya,

yüreklerde zaten var olan bu duyguları güçlendirmeye

gayret ediyoruz. Türk Dünyasında

yazar ve şairlerin gönüllerin birleşmesi, halklarımızın

manevî yakınlaşmasının en büyük

zemini olacaktır. “Dergilerimizde birbirimizin

eserlerini yayınlamak, yayınevlerinde kitaplarını

basmak Türk halklarının birbirini tanıması

ve sevmesine vesile olacaktır.” ümidindeyiz.

TDG:Türk Dünyasının bir ucundan diğer

ucuna kalem ve gönül kardeşliğine vesile

olan ve tek ortak edebiyat dergisi “Kardeş

Kalemler” in çıkış serüveni nedir, ilk andaki

coşku ve verimliliğini koruyan ruhu besleyen

etmenler nelerdir?

YÖ: Kardeş Kalemler benzeri olmayan bir

dergi. Her sayısında Türk Dünyasını sayfalarında

buluşturuyor. Dergiyi Türk Dünyasına

da gönderiyoruz dolayısıyla Kardeş Kalemler,

yayınladığı şair ve yazarları yalnızca Türkiye’de

değil bütün Türk dünyasında tanıtmış

oluyor. Gayelerimize hizmet edebildiğimizi

görmek heyecanımızı enerjimizi yeniliyor.

Ümit ve dua ederim ki uzun yıllar yayın hayatına

devam etsin.

24


BEN

Kahraman gibiyim şimdi

Sokakta.

Bir çocuğun önlük yakasında.

Saçlarına yaprak değmiş

Gençliğimin

Islak toprağında.

Yürüyen merdivenlerde yürüyorum.

Birkaç hit şarkı

Beni kovalıyor

Peşimdeler.

Birinden mendil alıyorum.

Gözlerime sular değmiş

Hemen silmeliyim.

Yoksa

Bu kızgın adamın treni

Rüzgarıyla beni üşütecek.

Hayattan yeni çıkmışım

Yorgunum.

Şimdiye tuttuğum eller

Büzüşmüştür çoktan

Kocalarının cansız bedeninde.

Birkaç adım sonra

Yıllar önce gittiğim tatil beldesi.

Evet, köyüm.

Sabahın güneşi tavukları koşturuyor.

Akşama doğru

Bahçeyi suluyorum.

Kim ki bu.

Karşımda

Bir ayet gibi.

Dudaklarım ilahi söylüyor.

Eşarbına dolandı kaderim.

İşte durgunum.

Evrenin sırrı çözüldü.

Yok oldu mayın tarlaları.

Çocuklar gülüyor

Evet.

Artık

Kürsüden bağırmak yok.

Ne o külçeler, benjaminler

Yok artık somunsuz günümüz.

Tek sermayemiz var şimdi

Dişler ve gözler.

Fevzi Mumcuoğlu

25


Hilal Gül

Şairin;

“Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını

Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver

Yitirdim çünkü onları da

İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık

Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler

Ne de geleceğime dair bir tasa.

Gelirken çan çalmıyor yalnızlık

Bir adam, bir sokak, bir ev

Yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca”

26


Dediği gibi… Yitirdiğini düşündü çünkü onları

da. Hayata dair sevinci, mutluluğu, gözyaşları,

acısı, kederi, umarsızlığa dönüştü.

Bu umarsızlık onu kocaman bir umutsuzluğa

sürükledi. Artık hissetmiyordu, hissetmiyordu

gözyaşı akıtan acının varlığını, ancak içinde

kocaman bir ölü yaşadığını düşündü. İçinden

şunları geçirdi; “Depremler, felaketler,

kötülükler ve iyilikler hiçbiri bize değmiyor

artık o kadar çok maruz kalınan bu deneyim

sonunda hissizleştiriyor olmalı hepimizi. Dünyanın

bir yanında yaşanan acı ile aramıza

giren tek şeyin bir cam ekran olması hepimizi

insanlıktan çıkarmış. Bünyemiz daha fazlasını

almıyor. Hayatımıza sığdıramayacağımız

kadar çok insanın acısına tanık olmak bize

göre değil. Bu ekran olsa olsa insanı öldüren

umutsuzluğunu kamçılayan bir kırbaç olabilir

oysa rahat koltuklarımızda otururken bunlara

şahit olmak zannettik ki bizleri daha iyi yapacak.

Daha çok insan tepki koyacak kötülüğe

derken daha çok insanın hislerini öldürdük.

İyi ve kötü hakkında bu düşündüklerim aslında

kötülük karşısında tepkisiz kalanlara ya

da onu umursamayanlara karşı bir eleştiri

değildir. İnsan kendine taşımayacağı yükler

yüklemeye başladığından bu yana bir dönüşüm

içerisine girdi. Bu dönüşüm bütün olumsuzlukların,

umutsuzlukların bombardımanı

sonucunda yaşanmış olmalı. İnsan ruhsal

olarak dayanamayacağı kadar olumsuz durum

ve olayın altında nasıl sağ kalabilir ki?

Sosyal medya bugün bizden aldığı en önemli

şey bu sebeple umudumuz oldu herhalde. Bu

koca karanlığın karşısında duramayacağımızı

bize her gün başka bir haber ve olayla hatırlatıyor.

Kendi kendimizi bile yaşatmamak

için elimizden geleni yapıyoruz. Hıncımızı,

acımızı yere düşenden çıkarıp sabah akşam

bütün nefretimizi onda kusuyoruz. Bir günah

keçisi bulup onu aç kurtlar gibi diri diri yiyor,

linç ediyoruz. Bir damla su kadar empati

kurmadan ve sanki hayatımız boyunca tek bir

hata yapmamışçasına bir kibirle yapıyoruz.

Huzursuz hayat sendromumuz buna neden

oluyor olmalı. Bir tarafta kaldıramayanlar bir

bir karanlıkta nefessiz kalıyor, bir tarafta da

hayatta kalmaya çalışanlar başkalarına kusuyor

nefretini. Ben bu düzenin içinde umudunu

kaybedenlerdenim. Allah’ım böyle bir düzenin

içinde nasıl gülümsenir ki aklım almıyor

aldığını da kusuyor artık.”

Bunları düşünürken saatin nasıl geçtiğini

fark etmedi. 15 yıllık işinden istifa etmişti bugün.

Ona 3 4 yıl kadar yetecek birikmişi ile

bir süre çalışmadan geçinmeye karar vermişti.

İnsanın böyle bir depresyona girmesi için

bile biraz birikmişi olmalıydı bu dünyada.

Yoksa işsiz güçsüz bir insanın bu tarz ruhsal

deneyimleri yaşaması oldukça lükstü. Meleniko

bunları düşünmüştü tabi ki farkında olmadan.

Sabah gidecek bir işi olmaması aynı şer

suratlı insanları görmeyecek olması yetmezdi.

Televizyonunu, bilgisayarını ve telefonunu

atmadan mekân değiştirmek ya da zamanın

akması bir işe yaramazdı. Hemen onlardan

kurtulmalıydı. Önce bir ikinci el alım satımı

yapan birini çağırdı eve. Televizyonu uygun

bir fiyata elden çıkardı. Daha sonra bilgisayar

ve telefonu için bir dükkâna gitti. Onları

da verdi. Önce bu durum onu biraz korkuttu.

Başına bir iş gelse arayabileceği kimse ve

aramak için kullanabileceği bir araç kalmamıştı.

Bu düşüncelerle birkaç hafta geçirdi.

Temel gereksinimlerini yerine getiriyor, içinde

azıcık yaşama sevincinin kırıntısından bulursa

babasından kalan piyanosunu çalıyor, bolca

düşünüyor ve yazıyordu bu zamanlarda. Ancak

insanlara olan ihtiyacını görmezden gelemezdi.

Bu yalnızlığın ve mutsuzluğun içinden

çıkmasa da yaşamaya devam edebilmek için

bir şey yapmak zorundaydı. Geçen birkaç

haftanın sonunda aklına yeni çıkan teknolojik

bir alet geldi. Dijital bir gözlük. Göğsüne

batan bu hayatından çıkıp başka bir hayatı

deneyimleyebilmesini sağlayan bir gözlük.

Taktığınızda istediğiniz yere gidip gezebildiğiniz

robot insanların; kasiyer, trafik polisi,

eczacı vs. olduğu bir dünyaydı bu. Adını da

konfor dünyası koymuşlar. Bunu denemek istediğini

fark etti ve evden hemen dışarı fırladı.

Günler sonra karşılaştığı güneş ışığı gözlerini

yakmıştı. Karşı apartmanda bir tanıdığı oturuyordu.

Kaçıncı kat olduğunu anımsadı ve hemen

çıkıp kapısını çaldı. Hâl hatır sorduktan

sonra bilgisayarda beş dakika işi olduğunu

27


kullanmasında bir mahsur olup olmadığı sordu.

Ev sahibi sorun olmadığı söyleyince hemen

bu gözlüklerden bir tane sipariş vermek

için bilgisayarın başına geçti. İşini halletti ve

heyecanla yeni hayatını beklemeye başladı.

Önyargılardan, ham nefretten ve ham kötülükten

uzak bir hayat. Konfor dünyası! Her

şey dozundaydı burada.

Ertesi gün akşam eline geçen kargoyu hemen

açtı. Ayarlamalarını yaptıktan sonra rahat

edebileceği bir koltuğa geçti. 24 saat boyunca

içeride kalınabildiğini biliyordu. Ancak birkaç

saat kalacağını düşünerek gözlüğü taktı. Geldiği

dünya ona hislerini ve hayatını geri verecek

miydi bilmiyordu ancak hiç yoktan gerçek

mi değil mi ayırt edilemeyen robot insanlar ile

sosyalleşecek ve insanlara olan mecburiyetini

bu şekilde aşabilecekti. Girer girmez içerinin

gerçekçiliği onu şaşırtmıştı. Ayırt edilmesi neredeyse

imkansızdı. Bu yeni umudu ile saatler

günler geçiriyordu. Onun cennetiydi belki de

burası. Arkadaşlar edinmiş yeteri kadar acı

yeteri kadar sevincin verildiği insanın kaldırabileceği

kadar yük yükleneceği büyüklü

küçüklü hedeflerle yaşanılan bir cennet. Bu

dünyada edinebileceği çevre elli kişi ile sınırlı

idi. Her birinin Meleniko’nun ihtiyacı olduğu

kadar duygu vardı. Kimi sevgi kimi mefret kimi

özlem kimi aşk kimi ise sevgiden sorumluydu.

Bunun yanında bazen ulaşabileceği bazen de

ulaşamayacağı hedefleri vardı. En az geçek

dünyadaki kadar inandığı bazı değerleri vardı.

Artık onun için gerçek dünyanın neresi olduğu

önemli değildi. Kalbinden sökülüp alınan

yaşama sevincine burada kavuşmuştu. Melekino

buradan hiç çıkmak istemiyor sadece temel

ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bu ağrılı

dünyaya dönüyordu.

Meleniko yemek yemek için bu dünyaya

döndüğünde hayatın tatsız ve tuzsuzluğunu

herkese duyurmaya karar vermişti. Bunun için

kısa bir mektup yazıp bütün dünyaya postalamaya

kara verdi. Dolabından kâğıt ve kalemini

alarak masaya geçti ve yamaya başladı.

Ağrılı Dünyalılar;

“Şairin dediği gibi; acınızı ödünç verin

bana gözyaşlarınızı yitirdim çünkü onları

da birer küle dönüştü bu yazdıklarım. Tatsız

tuzsuz bir sayfaya dönüştü. Bütün hatalarını

halı altı edenlerin bunları kazıya kazıya bulup

insanları linç edenlerin kronik mutsuzların

arasında bataklığa çekilen biri olmamak için

ne yapılır artık bilmiyorum. Umarım sizin hayalleriniz

hala vardır. Gerçi hoş hala varsa

bile bir gün kaybedeceksiniz onları. Yeşilçam

filmlerindeki mutlu sona belki ulaşırım ancak

sonuca gelmeden yaşananların hepsini bir bir

deneyimledikten sonra mutlu sonu yaşayacak

bir ruh kalır mı bilemiyorum. Bu dünya bize

göre değil. Ellerimizle yoğurduğumuz bu sistemde

bize yer kalmadı.”

Gönderen: Meleniko Sarsangiç

Gönderim Adresi: Konfor Dünyası

Gönderilen Adres: Dünyadaki Herkes

Hasta Bakıcı odaya girince Meleniko’nun

yanına gider ve şu oyuncak gözlüğü tekrar

takmak üzere olduğunu görür. Taktıktan sonra

yanına gider ve başını okşar. Onun için bir

şey yapamayacağını biliyordur. Melekino ise

konfor dünyasındaki arkadaşları ile mutlu bir

hayat sürmeye devam edecektir.

28


ANLAMSIZLIK ÜZERİNE

“Anlamıyorsunuz.

Ve de anlamayacaksınız beni.”

dedi içinden.

Dışına söyleseydi anlayacaklardı onu.

En azından belki..

Herkes içine içine söylediği için dışa söylenenler

pek anlamlı gelmiyordu artık,

ona..

Anlamsız olan da buydu aslında.

Kimseler anlamadı bunu..

Üzülmüştü genç adam.

Anlaşılmamış olmasına mı?

Yoksa, anlamsız olanı kimselerin anlamamış

olmasına mı?

Bilmiyordu.

Neye üzüldüğünü dahi bilmiyordu.

Acı bir tebessümle “elbet bir gün...” dedi.

Cümlesinin sonunu getirmeden.

Bu sefer dışına..

Etrafında kimseler yokken yapmıştı bunu.

ve bunca anlam karmaşası içinde

dalıp gitti uzaklara..

Yakınlaşsınlar diye yapmıştı belki de,

Bu da bilinmiyordu.

Zaten bildiği çok az şey vardı genç adamın.

Susmuştu.

Bir daha konuşmamak üzere.

İçindeki kendisiyle bile..

Mehmet Aylak

29


FEMİNİZM VE EĞİTİMİN

ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE

KATKISI

ÜZERİNE BİR DENEME

Sinem Saka

Kimileri için hak mücadelesi kimileri için

ise geleneklere açılmış bir savaş anlamı taşıyor

feminizm. Oysa feminist mücadelenin

tarihine baktığımızda bir isyan, bir başkaldırış

görmekteyiz. Yok sayılan, görmezden

gelinen, varlıkları kötü anılan kadınların ‘Artık

yeter. Biz de varız!’ diyerek ses çıkarması ile

başlıyor her şey.

Cennetten kovuluşun bile sebebi olarak

görülen kadınlar ne evlerinde ne çocuklarının

vesayetinde ne de vatandaşı olduğu ülkenin

seçimlerinde söz sahibi olamadılar uzunca

bir süre. Antik Yunan’da kadınlar kölelerle

eşdeğer tutulmuşlardı. Yaşam alanı olarak

evlere hapsedilen kadınlar eğitimden mahrum

bırakılmış, meslek sahibi olmalarının önü

kesilmişti. Nispeten şanslı olup eğitim alanlarının

ise belli başlı meslekten başka meslek

icra etmelerine izin verilmemişti. Peki, eğitim

neden bu kadar mühimdi?

Sadece feminizm özelinde değil genel

olarak insanın hayat için sahip olduğu, olabileceği

en mühim şey eleştirel düşüncedir.

30

Eleştirel düşünce kişiyi yargılara değil olgulara

götüreceği için manipüle edilmek istenen

şeylerin başında gelmektedir. Doğruların dile

getirilmemesi, kabul edilmesi zorunlu tutulan

şeylere itiraz edilmemesi ve salt itaat için

fertlerin eleştirel düşünceden mahrum bırakılması

tiranlar, despotlar ve otoriter güç sahibi

kişiler için son derece mühimdir. Düşüncenin

başladığı yerde eleştiri çok geçmeden kendini

gösterir. Mukayesenin başladığı noktada

ise değişim kaçınılmazdır. Kadın hakları için

de aynı durum söz konusu olmuştur. Eril tahakkümün

buyruklarını mutlak doğru olarak

sunanlar, bu düzenin değişmemesi için en

önemli araç olan eğitimden mahrum bırakmışlardır

kadınları. Eğitimsiz bırakılan ve sadece

itaat etmeye yönlendirilen kadınlar doğru ile

yanlışın ayrımını yapmak şöyle dursun doğru

nedir yanlış nedir tanımını yapma fırsatı bile

bulamamışlardır. Nesilden nesile son derece

kusursuz bir saygı ile aktarılan eril gelenek,

kadınlara uymaları gereken kurallar olarak

sunulmuş ve yaşamlarının, düşünce dünyalarının

sınırları bu eril gelenek ile çizilmiştir.


Kadına sosyal yaşantıda verilen görevler

ev idaresi ve çocuk bakımı ile sınırlı iken ev

üzerinde de çocuklar üzerinde de söz sahibi

değillerdi. Öyle ki vergi mükellefi tutulan kadınların

oy hakkının olmaması da aktarılabilecek

tezatlardan sadece biridir.

Eğitimden, sosyal yaşantıdan, iş hayatından

uzak tutulan kadınlar kendilerine

aktarılan kurallar doğrultusunda sadece süslenmeye,

mevcuttaki ve aday eşleri için güzelleşmeye

kendilerini adamış birçoğunun

yaşam gayesi bunlar olmuştur. Üst sınıf kadınların

hayatı böyle geçerken alt sınıf kadınların

yükü ise daha ağırdır. Onların süslenmek

için vakti ve parası olmadığı için kendilerini

mülk sahibi olamadıkları tarlalarında işçi

olarak bulmuşlardır. Hem evin bakımını hem

çocukların bakımını üstlenen kadınlar aynı zamanda

tarlalarda çalışıyor ve bunca emeğin

karşısında en ufak söz sahibi olamıyorlardı.

Düzeni itiraz etmeye değil itaat etmeye

yönelik kuranlar temel haklardan olan ifade

özgürlüğünü kırılması zor zincirler ile bağlamışlardı.

Kadınların bu zincirleri fark etmesiyle

beraber feminizmin tarihsel serüvenine

başlamış oldu. Eril düzenin cinsiyet ayrımı

öylesine keskindi ki Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde

‘insan’ ve ‘birey’ kavramları sadece

erkekleri kapsadığı gibi düşünceleri bir çok

filozofa kaynak olan John Locke’un ‘Hükümet

Üzerine İkinci İnceleme’ metninde geçen

insan kavramı da sadece erkekleri kapsamaktaydı.

Hatta öyle ki Locke gibi düşünürler

kadınların kocalarının himayesi altında aileye

ait bir varlık olduğu düşüncesini onaylamakla

birlikte erkeğin kadın üzerinde otorite kurması

gerektiğine de inanıyordu. Kadınların radikal

olarak bu gidişatın karşısında durdukları ilk

metin Elisabeth Cady Stanton tarafından kaleme

alınan ‘Declaration of Sentiments’ (Duygular

Bildirgesi) adlı metindir. Metinde kadın

ve erkeğin eşit yaratıldığı bu sebeple oy kullanma,

kamusal hizmetlere katılma hakkı ve

eğitim hakkı talep edilir. Feminist kadınların

eğitime bu denli önem verme sebepleri aklın

insanları erdemli ve hür kılacağı görüşünden

gelmektedir. Eğitimden mahrum bırakılan kadınlar

eleştirel düşünceden yoksun oldukları

için kendi etik anlayışlarını oluşturamıyor ve

erkeklerin kölesi haline geliyorlardı. Wollstonecraft’a

göre eğitimin önündeki bu engelin

kalkmasının istenmemesi bu durum ortadan

kalkarsa kadınların gerçeklere ulaşma karşısındaki

en büyük engelleyici olan erkekler ile

sürekli uğraşması anlamına gelmesiydi.

Peki, eğitimden mahrum bırakılan kadınlar

aile içerisinde ne ile eğitiliyordu? Bu sorunun

karşısında adeta bir put gibi yer alan ve her

devrin insanının özgürlüğünü belli oranda

kısıtlayan ‘gelenek’ ve ‘kültür’ yer almaktadır.

Burada kullanılan gelenek ve kültür kavramları

bir milletin değerlerinden ziyade toplumun

fertlerini belli bir kalıba koyup yönetmeye çalışan,

yozlaşmış bir otoriteyi ifade etmektedir.

Erkeklerin mutlak doğru olarak dile getirdiği

kendi düşünceleri toplum içerisinde zamanla

kültürün ve geleneğin özünü oluşturuyor ve

bir çatışmaya yol açıyordu. Kadınların yaşam

alanının sadece ev olması, görevlerinin ev ve

çocuk bakımı olması, yönetimde oy verecek

yetkinliğe sahip olmamaları ve bunun kadınların

erkekler kadar analitik düşünemeyeceği

olgusu yargılaşmış ve kültürel tutumların, gelenekçi

tavırların özünde yerini almıştır. Eğitimin

kadınlar ile buluşturulması ile beraber sadece

fiziken değil zihnen de özgürleşen kadınlar

doğduktan yıllar sonra kendileri ile tanışmaya

ve o zamana kadar bildikleri her şeyi yeniden

kendi düşünsel yetileri ile anlamlandırmaya

başlamışlardı. Bu, beraberinde erkeklerin de

öngördüğü gibi çatışmaları, başkaldırışları

ve kadınların hak mücadelesini getirmişti. Bu

anlamda kadınları cesaretlendirenler yine

eğitimli ve cesur kadınlar olmuşlardır. Batı’da

süfrajet olarak bilinen kadının oy kullanma

hareketi sebebi ile oy kullanma hakkı için

birçok kadın protestolarda şiddet görmüş, gözaltına

alınmış, hedef gösterilmiştir. Ama bu

mücadelenin sonunda kendi ülkelerinde belli

başlı hakları elde edebilmişlerdir. Eğitimli kadınların

varlığı eğitimsiz olanları örgütlemekle

kalmamış cesaretlendirmiştir de.

Türkiye’de bu tarz bir mücadeleden söz etmek

pek mümkün değildir. Gerek imparatorluk

kültürü gerekse dini olgular sebebi ile Tür-

31


kiye’nin Batı’dan daha farklı bir mücadelesi

olmuştur. Gazi Paşa’nın medeniyet inşası için

gerekli gördüğü toplumsal düzende kadınlar

erkeklerin sahip olduğu haklardan mahrum

bırakılmamış ve gerek eğitim hakkı gerekse

oy kullanma ve çalışma hakkı konusunda bir

mücadeleye gerek kalmadan gerekli adımlar

genç cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren

atılmaya başlanmıştı. Öyle ki Ulu Önder’in

manevi kızlarının yaşamları bile onun düşünce

dünyasında kadınların medeniyet inşasının

vazgeçilmez unsuru olduğunun göstergesi

idi. Fakat burada şuna değinmekte fayda var

çetin bir mücadele içerisine girilmemiş olması

Türk toplumunun feminizme ihtiyacı olmadığı

anlamına gelmemelidir. Öyle ki Ziya Gökalp

gibi mühim bir düşünür 20. yüzyılın başlarında

Türkçülüğünün Esasları adlı eserinde ‘Türk

Feminizmi’ni açıklamaktan ve Türk toplumunun

tarih boyu feminist olduğunu söylemekten

çekinmemiştir. Bizim idealize ettiğimiz

feminizm, çatışmadan ziyade tartışma, karşı

çıkmadan ziyade uzlaşma ve en mühimi güç

mücadelesinden ziyade bir medeniyet inşasına

dayanmaktadır. Türk feminizminin de en

büyük mücadelesi yine cehalete karşı olmakla

beraber bu karşı oluş bir yıkıcı unsur değil

ilerleyici tavrın temsilidir. Cehalet ile mücadele

edilmelidir çünkü kadınların eğitimle beraber

yükselişe geçişi sadece onlar için değil

toplumun geneli için faydalı olacaktır.

Hakikate ulaşmaktan mahrum bırakılmamak,

kadınların da erkeklerle aynı şartlarda

eşit koşullarda eğitim görebilmesini sağlamak

Türk feminizminin merkezinde yer alan olgulardan

biridir. Mazinin sorgulanamaz ve

kutsal olduğu dayatması eleştirel düşünce ile

beraber değişmeli ve mazi, âtinin selameti

32


için sorgulanmalıdır. Medeniyete giden yolun

taşlarının sağlam olabilmesi için fertlerin

hürriyetinin sağlanması toplumun sadece bir

cinsiyeti için değil iki cinsiyeti için de mühimdir.

Zira toplumu oluşturan da devletinin

devamlılığını sağlayan da kadın ve erkektir.

Hal böyle iken eşitlik bir talep değil bir zorunluluktur

Türk feminizmi için. Bu sebeple

Türkiye’de hak talebinden ziyade öze dönme

arzusu mevcuttur. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki

cehalet ile mücadelenin kararlılığına

geri dönülmeli ve Türk kadınlarının önündeki

putlar ve tabular Türk milleti tarafından yıkılmalıdır.

Bu yıkım kız çocuklarının okullaşma

oranını yükseltmekle kalmamalı, milli eğitim

müfredatı ile Türk çocuklarını küçük yaşta

medeniyetin ve Cumhuriyetin neferi yapacak

şekilde tekrardan düzenlenmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı

ile bağlı olmanın ötesinde idealleri ile bağlı

olan Türk milleti sadece kendisi için değil

gelecek nesillere medeni bir toplum ve refah

bir düzen bırakabilmek adına topyekün bir

mücadele göstermeli soyut düşmanlarla somut

bir şekilde baş etmelidir. Cehalet insanlarda

vücut bulabilir fakat ölümü zihinlerde gerçekleşecektir.

Cehaletin ölümü ise medeniyete

gebe olacak ve bu ölümün doğurganlığı Türk

toplumunun ilerleyişine katkı sunacaktır. Eril

düzenin yıkıcılığı dişil mücadelenin istikrarı

ile son bulacaktır.

33


34

Murat Pehlivanoğlu


Dilimize pelesenk olmuş “bizim mahallenin

çocuğu” kavramını ilgiyi çekmek ve merak

uyandırmak açısından “getto” ile özdeşleştirerek

tanımlamayı tercih ettim. Türk milliyetçileri

1944 davalarından sonra kaygılarını ve

önerilerini siyaset üzerinden açıklamayı, siyaset

üzerinden açılacak alanın gerekliliğini benimsemeyi

tercih ettiler. Bugün gelinen nokta

da siyaseten kırgınlıklar ve yorgunlukları olan

mahallenin sakinleri yeni bir alan arayışı içindeler.

12 Eylül darbesi ülkemizde sivil alanın önünü

tıkamayı başarmıştır. Aileler çocuklarının

hiçbir grupla anılmasını istememeye hatta sadece

günlük rutinlerinin dışına çıkmadan sağ

salim evlerine gidip gelmelerini arzu etmiştir.

Çocuklukları o döneme denk gelen bugünün

anne babaları ise aynı endişeleri daha da

derin şekilde içselleştirmiştir. Türkiye’de sivil

alan bu kırılmaların yansımalarını her zaman

üzerinde hissetmiş ve memleket derneklerinin

ötesine geçilemeyen girişimlerle yolunu bulmaya

çalışmıştır.

2000 sonrası özellikle Avrupa Birliği uyum

sürecinin etkileri ve Türk demokrasisinin sivil

aktörlere yeni beklentiler üretmesi sonrasında

süreç iyileşme yolunda ciddi ilerlemeler katetmiştir.

Bu süre zarfında ülkemizde bilinen

farklı ideolojik gruplar arasında sivil ataklar

yapılsa da Türk milliyetçileri için sivil toplum

üzerinden çözüm arayışı birinci tercih olmayı

başaramamıştır. Avrupa Birliği süreçleri ile

ekonomik kaynakların çeşitlenmesi ve sürdürülebilir

iş modellerinin ortaya koyulabilme

potansiyelinin artması ülkemizde bu alana

olan alakanın olumlu değişim göstermesine

neden olmuştur.

15 Temmuz süreci yine sivil toplum için insanların

yeniden çekinceyle baktığı, şerh düştüğü

bir konuma geçmesine sebebiyet verdi.

İnsanlar isimlerinin bir zümre ile anılmasının

kendileri için neler getirebileceğini hesaplayamaz

hale geldiklerinde ilk olarak sivil alandan

çekilme tepkisini gösterebiliyorlar.

Kısa bir tarihsel perspektif çizmeye çalıştığımız

ülkemizde sivil toplum sahasının yaşadığı

evreler ve gelişim süreci hikayesinde farklı

ideolojik pencerelerin yaklaşımlarını ayrı ayrı

değerlendirmemekle birlikte genel bir izlenim

çizmeye gayret ettim. Devlet ve sivil toplum

arasındaki problemli tarihin “devletçilik” ilkesini

benimsemiş milliyetçi kimliklerin sivil topluma

karşı çekinceli durmasına neden olduğu

ise cumhuriyet tarihi süresince farklı etkenlerle

gözlemlenmiştir.

Türk milliyetçileri için sivil sahanın farklı

mecralarına yönelme gereksinimi iki binli yılların

başlangıcından sonraya tekabül ediyor.

İşte bu zamana kadar geçen sürede tabirde

hata olmamak kıssası ile kendi çizdikleri siyasi

çizgiler içinde kalan Türk milliyetçileri gettolarını

terk etmemekte ısrarcıydılar. Getto, bir

kentin herhangi bir azınlıkça yerleşilen bölümüne

genel olarak verilen ad. Ortaçağda şehirlerde

yabancılar gözlem altında ve hususi

mahallerde yaşamak zorundaydılar. Yahudiler

gibi gruplar kamusal haklardan mahrum

olarak şehrin periferisinde (kenar mahallesinde)

yaşıyordu. Getto, amacı ne olursa olsun

her azınlığın sığınma veya sürülme (örneğin

Varşova gettosu) yeridir. Ayrıca II. Dünya

Savaşı sırasında Adolf Hitler önderliğinde

üstün kabul edilen Aryan ırkını, alt ırk diye

tabir edilen Yahudi ırkından ayırmak için tüm

Yahudileri ayrı bir küçük mahalleye yerleştirme

işidir. Bu yazıda Türk milliyetçilerinin kendi

sahalarını terk etmedikleri alanı kast etmek

maksadı ile ifadeleri güçlendirmek ve çarpıcılık

kazanması için kullanılmıştır.

Sivil toplum- devlet ikileminde siyasi çıkmazların

karşılığını farklı alanlarda sivil insiyatif

alarak üretmek isteyen bizim mahallenin

çocukları sivil alana yönelmeye başladılar.

Bu deneyim bir anlamda gettoyu terk etmek

ve “diğer” ile bir arada olmak için farklı fırsatları

da bir araya getirmişti. Aslında İttihat-Terakki’den,

kuruluş fikrinin alevlerinin yandığı

Türk Ocağı’na, Tıbbiyelilerin birlikteliklerine

kadar farklı zaman ve ruhlarda Türk milliyetçileri

sivil çözümler üretmeyi ve buradan devletine

faydalı olmayı arzu etmiş ve başarmıştır.

Fakat çok partili sistem ile artık devlete faydalı

olmak siyaset yapmaktan geçiyor algısı belki

de yanılgısı bu kesimin insanlarını “siyasetle

iç içe” olmak zorunda bırakmaya başlamıştır.

Siyaseten yaşanan çözüm arayışları ve siyasileşme

evreleri homojen bir alanda kendi

ve kendi gibi düşünenler ile yaratılan bir kendi

mahallesinden çıkmama pratiğine dönüşmüştür.

Diğer ile bağlantılar azalırken menfaatler

devletin yekununu değil bağlı olduğu

35


zümreyi dürtmek kaygısından beslenmiştir.

Dünya genelinde kabul gören STK katılımı ile

demokrasi arasındaki bağlantılı ilişki ülkemizde

benimsenmemiştir. Kendi ruhu ve iç gelişmeleri

ile değerlendirildiğinde bu paralelliği,

Türk demokrasisinin neden gösteremediği sorusuna

yanıt bulunacaktır. Genelin yargıları

mahallenin çocukları içinde geçerlilik göstermiş,

hal böyle olunca bizim mahallenin kapısı

içeriden kitlenmiştir.

Milliyetçiliği etnik kimlik sorunlarına sıkışmış,

radikal sağ partiler ve şiddetli çatışmalar

ile anılmasının önlenmesi için sivil toplum içinden

bir cevap üretmek hem diğere ulaşmayı

kolaylaştıracak hem de siyasi ön yargılardan

arındırılmış birlikteliklerle kısa vadede kalıcı

çözümler üretebilecektir. Bu kapsamda sivil

alana yapılan yatırımlar önemsenmeli ve buradan

üretilecek cevaplar Türk milliyetçileri

için yeni bir arayışa kapı aramalıdır. Böylelikle

farklı sahaları tanımak mümkün olacağı

gibi farklı zümrelerin insanlarının çekincelerini

anlamak kolaylaşacaktır. Bu sürecin gelişiminde

katkı üretmek çekincelerle değil yüreklilikle

devam etmelidir ki kapısını içeriden

kilitlediğimiz gettomuzun problemlerini merkeze

taşıyabilelim.

36

Milliyetçiliğin yalnızca kaos ortamlarının

ürünü olarak görülmesinin önlenmesi için sivil

alan yeni alternatifler üretecek. Gettonun

ana kaygıları genele nüfus edecektir. Gündelik

problemlere ve tüm dünyayı ilgilendiren

sosyal konulara yorumlar getirilmesi, milliyetçiliğin

yalnızca savaş dönemi politikası

olmadığını ve kolektif aklın önemli bir parçası

olarak algılanması zorundalığını toplumun

tamamına kavratacaktır. Örneğin iklim krizi

için milliyetçilerin bir bakış açısı benimsemesi

sivil alandan çıkarılabilir, olası bir salgında

alınacak önlemlere politikanın çıkar

çatışmasının dışında ama doğrudan politikayı

etki altında bırakacak gerçek öneriler yine bu

alandan yanıtlanabilecek şu an örnek açısından

akla gelecek ilk kavramlardır.

Güvenlik kaygılarının ötesine taşınacak

sivil öneriler ile Türk milliyetçileri bulunduğu

dönem ve insanlığın tümüne verilecek mesajların

hazırlanması için yeni bir çaba alanı

açacaktır. Bu sayede yalnızca korumacı olan

tutum yapıcılığa çevrilerek alternatif olmayı

başarabilecektir. “Korumak ve gerekirse korumak

için yıkmak” olarak ön kabullere girmiş

çizginin dışına taşılacaktır. Bu çaba diğer için

alışagelmediği önerileri ortaya koyduğunda

ön yargı duvarları ile milliyetçiliğe karşı geliştirilmiş

antikor hücreleri kendisi için yaşam

alanı bulamayacaktır.

Kendi meselelerini, değer dünyasını ve

kültürel kavrayışını güncel ve evrensel meseleleri

yorumlayarak ötekinin hayatına taşıyabilmek

sivil toplum aracılığı ile mümkün

olacaktır. Kavramları ve sorunları ait hissettiği

fikir dünyasından eleminize ederken siyasetin

aşamadığı sınırları aşarak ortaya yeni ürün

koymak da yine sivil alanda gösterilecek

farklı iradeler ile karşılık bulacaktır. Bu süreç

yayınlar, organizasyonlar ve diğer ile bir

araya gelebilecek ortamlar kurularak inşa

edilebilecektir.

Kamunun ortak yararının gözetildiği sivil

alan siyasetin dışında devlet-birey ilişkisinde

yeni başlıkları ortaya çıkarabilecek özgür

ve kendine münhasır önerilere açık bir bölgedir.

Burada siyasi kutuplaştırılmalardan

arındırılmış ortamların hoşgörü ve karşılıklı

konuşma kültürünü sağlaması ile kendisi gibi

olmayanla karşılaşıp ona karşı fikri mücadele

verme zorunluluğu da yine Türk milliyetçileri

için gelişim kaynağına dönüştürülebilecektir.

Siyasetin ari ve tek tipliği yerine burada

heterojen katılımlı yapılarla kendi fikrini

temellendirecek argümanlar üretmek

zorunluluk arz edecektir.

Tüm bu farklı görüş ve kaynaklardan beslenerek

yeni bir söz söyleme sahası ve siyaseten

yorgun isimlerin sahada aktif şekilde istifadesinin

sağlanması için sivil alan, önemli ve

güçlü bir deneyim olacaktır. Burada atılacak

adımlara aynı kilitli kapının ardından çıkmış

insanların karşılıklı destek ve iş birliği üretmeleri

yine sivil alanda açılacak bir cephenin

sağlam ve ayağı yere basan ilerlemelerine

vesile olacaktır. Siyasi kaygılar ile yapılamayan

iş birlikleri, bu sahada her grubun kendi

kurumsal kimliği ve katkıları ile alternatif çözüm

önerilerine kapı aralayacaktır.


37


“…Yıkılıpdur bu cihan, sanma ki bizde düzele

Devleti çarh-ı deni verdi kamu mübtezele

Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep

İşimiz kaldı hemen merhamet-i Lemyezel’e! ...” (Koçu, 2016)

Taşra; adeta üstat Neşet Ertaş’ın bir ayrılık,bir gariplik demesiyle vücut bulan bir yokluk ve

yokluklar diyarı (Toptaş, 2018). Semantatik olarak taşra; dışarıda bulunan;merkezden uzak

demektir ya da Edward Shils’in deyişiyle bir periferi. Bizim izanımızın lisanıyla yazıldığında

ülkemizin, siyasi tarihimizin öyküsü (Shils, 2002)...

Edward Shils merkez-çevre ilişkisini ele aldığında kavramları şu şekilde açıklar: Her toplumun

bir merkezi vardır ve bu merkez; değer yaratan, kültür inşa eden kurumsal bir tasarruftur.

Özellikle kültür yaratma ve bu kültürü dışarıya yani bizim deyişimizle taşraya entegre etme

görevine merkez haiz görülür (Shils, 2002). Peki merkez nasıl değer yaratmaktadır diye sorulacak

olursa, cevabı kültür ve toplum ilişkisinde aranmalıdır. Kültür; sembollerle ve kişi davranışlarıyla

harmanlanan, değişen ihtiyaçlara inat kendi kendisini yaratan ve devam ettiren

özerk bir küldür (Mardin, 2019). Yani Shils’in de vurguladığı üzere merkez ve taşra geometrik

şekillerden müphem, kurumsallaşmış bir değer yaratım mekanıdır. Bu mekan içerisinde sevinçler,

hüzünler ve bazen de umutlar vardır bizim öykümüzde. Harvey’nin de ifade ettiği üzere:

Mekan anlaşılmak isteniyorsa coğrafi ve sosyolojik muhayyileler kaynaştırılmalıdır (Harvey,

2013). Bu da çeşitli yöntem ve araçlar vasıtasıyla mümkün olmaktadır. Bize bu kapıyı aralayan

yöntemin anahtarı merkez-çevre yaklaşımı olmuştur. Özellikle ülkemiz özelinde merkez

ve çevre ilişkisi güçlü bir hiyerarşi ve ayrışmayı temsil etmektedir. Ülkemiz özelinde düşünüldüğünde

İstanbul birçok açıdan merkezi özellikleri bünyesinde taşımaktadır, örneğin ekonomi

ve ticaretin başkenti İstanbul dememiz gibi. Elbette semtten semte, mahalleden mahalleye

38

Fatma Nazlı Atilla


değişen bir atmosfere sahip olsa da İstanbul,

psikolojik olarak merkez olma şerefine,

klasik dönem Osmanlı Devleti anlayışından

beri, sahiptir. Yani coğrafi muhayyile tarihle

ahenkle dans ederek sosyal muhayyileye el

vermektedir bu kentte. Bürokrasinin dahi bu

kentte yeşertilip Ankara’ya nakledildiğini

düşünürsek bu hiyerarşi daha net bir şekilde

hissedilecektir.

Peki biz bu kaynaştırma, ayrışma ya da

hiyerarşi içerisinde neyi irdeliyoruz sorusunun

yanıtı ise başlığımızda saklı. Bir kente

özgü anonimliğin hakim olduğu tiyatrolarıyla,

operalarıyla ve dahi kozmopolit dokusuyla

başımızı döndüren fakat öte yandan, sahip

olduğu ahi kültürüyle bize taşranın o sıcacık

elini uzatan organik bağlarıyla bir Ankara,

bir başkent...

Kente Konya Yolu üzerinden giriş yapıldığında

tipik bir Anadolu kentinden pek de

ayırt edilememektedir. Sonsuz bir bozkırın

kucağında bir vaha gibi duran Gölbaşı karşılar

sizi. Kent içine göre yeşil ve müsterihtir.

Aşti’ ye girmeden evvel görünen o çok katlı

plazalar, gökdelenler sanki bir avazda bizi

yutuverecekmiş izlenimi verir. Bir kentin azametini,

o çok katlı demir kulelerle ispatladığını

zanneder mimarlar; fakat yanılırlar. Sıhhiye’ye,

Kızılay’a uğramaktan hicâp duyan, bu

üst sınıf kültür ideologları sadece kentin gerçekliğinden

kaçarak, süslü bir fildişi kuleye

hapsolurlar. Aslen Ankara’yı anlatan ise, tüm

mevcudiyeti ve kudretiyle Ankara Kalesi’dir.

Kale, Ankaralının aşkıdır, kavgasıdır, tasasıdır,

şikayetidir; kendisine çizilen öteki konumuna

karşı. Kaleden Hamamönü’ne giderken

huzurun rotasını çizmeye çalışırsınız, kimliğiyle

boğuşan bir kentin akislerinde. Az ileride

Atakule’yi görürsünüz uzaktan. Bu uzak, mesafeyle

de ölçülecek türden değildir üstelik.

Bazen de kalabalığıyla boğar sizi o koca

boşluklar üstelik de denizi yok diye şikayet

edilirken boğar. Zihniniz o hengameye yetişmek

için uğraşırken bir keşmekeş olur, çıkar.

Ama sonra oturup, şöyle bir bakınca Hacı

Bayram Veli Camii’nden, ne kadar mutavassıt

bir kent olduğunu görürsünüz. Her şeyin

uçlarda yaşandığı bir çağda, bir orta görürsünüz.

Kısacası Ankara’da hem merkezi hem

de taşrayı görürsünüz. Denizi olmasa dahi İstanbul

gibi bir merkezin sahip olduğu kent dokusu

kendini hissettirir. Alışılmış bir elitizm ile

ayrılan da çoktur bakınca ama babacan ve

kucaklayan tarafı da aynı nispettedir. Ankara

39


görünen cemiyetin aksine görünmezde tahtını

böyle inşa eder gönüllerde. Dikimevi, Mamak

denildiğinde gözler hep bir kaçış yolu arar,

Ulus örneğin, sadece eski meclis binasını bünyesinde

bulunduran bir mekan değildir; taşranın

tam da merkezin göbeği denen yerde

inşa ettiği bir bibliyografyadır. Öte yandan

Sıhhiye’den Kızılay’a yürüdükçe bir harman

görürsünüz, Kızılay gerçekten de Türkiye’nin

kalbidir. Sonra Kuğulu- Dikmen tarafına geçtiğinizde

her imkanla sınanan kitapçılar, yeşile

hasret bu başkentte yeşil parklar görürsünüz.

İmkanın sınırları zorlanarak mutluluk aranır

buralarda. Sonra Maltepe’den Tandoğan’a

yürürsünüz, son derece organik eğlence mekanlarının

içerisinden. Tandoğan’da huzur

bulur, sönmeyen bir güneşin ışığına Anıtkabir’de

teslim olursunuz. Sonra Keçiören’e

düşer yolunuz, savrulan bu değer yargılarının

arasında ancak muhafazakarlıkla ifade eder

kendini bu ilçe. Çünkü Çankaya’nın zoraki,

alışılmış elitizmine inat yarattıkları miğfer dini

muhafazakarlıktır.

Velhasılı kelam, aynı kentin içinde çok

farklı hayatlar yaşanır, iki taraf da birbirini

görmezden gelerek kabullendim zanneder ve

siz bu iki gerçekliğin tam da ortasında keyfe

değer bir izlence edinirsiniz. Hele ki orta

sınıf bir ailenin taşralı evladıysanız, Ankara

sizin kalbinizin ortasındaki cumhuriyetin de

başkenti olma payesini alır. Varlığıyla sınayan,

yokluğunda bağrınızda hasret çiçekleri

açtıran bir kılavuz olur. Çünkü o, hayal ettiğiniz

taşra-merkez çatışmasının didinmesi

de sükunu da burada gizlidir (Tahir, 2019).

İstanbul da buradadır Ankara da. Kızılay da

buradadır, Bebek de burada. Olabilirlerin

sakındığı tüm olmazları bir seçenek olarak

sunan bir yol ayrımıdır. İçindeyken yaşadığımız

kargaşanın yegane sebebi budur belki

de (Tahir, 2019). Zira cemiyet istikrardan

hoşlanır, inadına hayat daima yeni iddialar

peşindedir. Merkez ile çevre de böyledir,

alışılmışa inat hep bir kavga içerisinde ısrarlı

bir çekişme. Bizleri körelten karanlığımıza

biat etmektir; öyle ki parlayan yıldızları dahi

yangın zannedip söndürmek isteriz. Ama

yaşamak ilerlemek bu değildir ki. İlerlemek,

40

menzile ulaşmak genele mahsus kanaate

baş eğmemekle mümkündür (Meriç, 2018).

Belki de bu öğütleri zihnimize nakşettiğin için

seviyoruz seni başkent Ankara, denizlerden

engin özlemimizin sebebi budur belki de. Taşrada

bulunmak sıkıntısı artık bir var olma kavgası

haline gelince somutlaşır bizlerdeki yerin

(Özçınar, 2018). O zaman anlarız senin

hikayeni, seni tam da kaybedince buluruz.

Sayılmayız parmakla,

Tükenmeyiz kırmakla,

Taşramızdan sormakla,

Kimse bilmez ahvalimiz (Bora, 2018)...

Kaynakça

Bora, T. (2018). Taşraya Bakmak. İstanbul:

İletişim Yayınları.

Harvey, D. (2013). Sosyal Adalet ve Şehir.

İstanbul: Metis Yayınları.

Koçu, R. E. (2016). Kabakçı Mustafa Bir

Serserinin Romanlaştırılmış Hayatı. İstanbul:

Doğan Kitap.

Mardin, Ş. (2019). Din ve İdeoloji. İstanbul:

İletişim Yayınları.

Meriç, C. (2018). Jurnal 1. İstanbul: İletişim

Yayınları.

Özçınar, M. (2018). TAŞRA-MERKEZ

İKİLEMİ BAĞLAMINDA AHLAT AĞACI FİLMİ-

NİN ÇÖZÜMLENMESİ. SOCIAL MENTALITY

AND RESEARCHER THINKERS JOURNAL ,

1339-1345.

Shils, E. (2002). Merkez ve Çevre. Türkiye

Günlüğü Dergisi (70), 86-96.

Tahir, K. (2019). Esir Şehrin Mahpusu.

İstanbul: İthaki Yayınları.

Tahir, K. (2019). Yol Ayrımı. İstanbul: İthaki

Yayınları.

Toptaş, H. A. (2018). Taşranın da Ötesinde.

T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 259-

271). İstanbul: İletişim Yayınları.


MORCİVERT YAKALI SEVDA

Suna Yıldız

Ben de isterdim küçük bir kuş olup uçmayı,

Acıyla yoğrulan kalbimi Kaf Dağı’nın ötesine

bırakmayı

Harisleşen kalbimi soğuk suyla yumayı

Sevgi kaçan gözlerimi sahibine teslim etmeyi

Ayaklarımı yerden kesip göğe kaçmayı.

Ben de isterdim

Morcivert yakalı sevdayı

Gökkubbeye sermeyi,

Çıkmazların en sarpında

Göğü kucaklamayı.

Gökte bulduğum sevgiyi yere sermeyi,

Sevgiyi sevip sevip içime katmayı.

Ben de isterdim

Uzaklık denen lakırtıyı lügatten atmayı

Kelimelerin mesafeyi yıktığını,

Yıkıp da gönül mülkünü düzlediğini

Göstermek.

Kavuşamamanın bu dünyaya mahsus kaldığını

Ellerin bir avuç sevgi avuntusuna

Hasret kaldığını,

Yollar gözlediğini.

Aşkın bir adının da mahşer olduğunu

Göğercinlerin göklere ecirler savurduğunu

Şenlendirdiğini canları

Tutup kanadını sevdanın

Bilinmez ufuklara göç aldığını

Söylemek isterdim.

Öyle ya

“Gerçek adın bir fısıltı gibi kaldı ağızlarda,

dudaklarda” *

Başımızdan ırılmıyor bu sevda türküsü ya,

Bu türküleri tutturanlara

Son gücümle eşlik ettiğimi

Bilmeni isterdim.

İstikbâlde mevsimleri karşılamayı

Merdümümden düşen giryelerin

Mercû hâl aldığını

Bir okyanustan ihraç olup

Diğer okyanusa ithal olduğunu

Kayalıkların dibinde yosun tuttuğunu,

Bir gün tevâsulât olur diye beklediğini

Bil isterdim.

İsterdim ben de tevazu ile

“Senin adın kavuşmak olsun.” **

*Sezai Karakoç

**Sabahattin Ali

41


TARTIŞMALARIN ODAĞINDAKİ SÖZLEŞME:

İSTANBUL

SÖZLEŞMESİ

Banu Balıbey

Modern devletlerde hak ve kanun arasında sıkı bir ilişki vardır; haklar kanunlarla korunmadığı

sürece yok sayılmaktadır. Adil bir toplumsal düzen de ancak hakları korumaya yönelik

mevzuatların oluşturulması ile sağlanabilecektir. Adil kanunlar her zaman toplumsal düzeni

koruyan değil, zaman zaman toplumsal düzene karşı dahi olsa hak edene hakkını verebilen;

korunmasını gerekeni koruyabilen kanunlardır. Toplumsal düzene karşı olduğu miktarda direnişle

karşılaşılır bu düzenlemelere yönelik, ancak adalet elbette herkesi değil; hakkı çiğneneni

memnun etmektedir. Hukukun amacı popülizm değil, adalettir. Son zamanlarda, adil olmasına

rağmen bir kesim tarafından karşı çıkılan bir düzenleme sıklıkla gündeme gelmektedir:

İstanbul Sözleşmesi. Bu kadar gündemde olmasına rağmen, hakkında yapılan yorumların sıklıkla

bilgi temelinde uzak olduğu, birtakım önyargılara dayandığı görülmektedir. Bu yazıda,

sözleşmenin bilgi temelinde incelenmesi amaçlanmıştır.

Sözleşmenin giriş kısmında, böyle bir düzenlemeye neden ihtiyaç duyulduğu oldukça

güzel bir biçimde açıklanmaktadır. Giriş bölümüne kadına karşı şiddet ve ev içi şiddetin her

türü kınanarak başlanmış ve “Kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete

dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları

en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğu”na yönelik sahip olunan farkındalık

dile getirilmiş; “kadınların ve genç kızların erkeklerden daha fazla oranda toplumsal cinsiyete

dayalı şiddet riskine maruz kaldıklarının ve erkeklerin de ev içi şiddetin mağdurları olabileceği”

hususu da ifade edilmiştir. Dolayısıyla, sözleşmede “kadına karşı şiddet” ifadesi ile toplumsal

bir grup olarak kadınların maruz kaldığı şiddet tanımlanmış; özel alanda yaşanan şiddetin

erkek mağdurlarının da olabileceği gözden kaçırılmayarak sözleşmenin kapsamının bu şiddet

türlerindeki mağdurları koruyacak kadar genişletilmiştir. Sıkça çarpıtılan toplumsal cinsiyet

kavramı sözleşmenin 3. maddesinde “herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun

olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler”

42


şeklinde tanımlanmış, kadına yönelik şiddetin

temel sebebi olarak gösterilmiştir. “Kızını

dövmeyen dizini döver” “Kadının karnından

sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”

türevlerinden dile yerleşmiş ifadeler, bu yaklaşımın

doğruluğunu kanıtlar niteliktedir.

Sözleşmede, “kadına karşı şiddet” ve

“ev içi şiddet” olmak üzere iki şiddet türü

tanımlanmıştır. Kadına karşı şiddet deyimiyle,

kadının kamusal veya özel alanda

karşılaştığı ayrımcılık, şiddet ve hak ihlalleri

anlaşılmalıdır. Ev içi şiddet deyimiyle ise

bireylerin özel hayatlarında karşılaştıkları şiddet

deneyimleri tanımlanmıştır. Aile içi şiddet

tabirinden farklı olan ev içi şiddet tabiriyle, kişilerin

şiddet gördükleri kişi/kişiler ile evli olmamaları

halinde, örneğin boşanmış olmaları

halinde veya nişanlı olmaları halinde veya

birbirlerini tanıma devresinde olmaları halinde

veya hiç tanımadıkları fakat ısrarlı takibe

maruz kaldıkları kişilerden şiddet görmeleri

halinde de şiddete karşı korunmaları sağlanmıştır.

Ev içi şiddet tabiriyle, kişilerin özel hayatlarında

gördükleri şiddetin yalnızca “aile”

kurumu içinde olmadığı hukukun gözünde

tanınmıştır. Bunun dışında, gerek kamusal

gerek özel hayattaki şiddetin; fiziksel şiddet

ve cinsel şiddet dışında, psikolojik şiddet

veya ekonomik şiddet şeklinde olabileceği

kabul edilmiştir. 1 Bu ise şiddetin görünmez

ancak bir o kadar yıpratıcı türlerinin hukuken

tanınmasıyla şiddete maruz kalan kişilerin bu

şiddet türlerinden korunabilmesine olanak tanımıştır.

Eşitsizliği ortadan kaldırmanın amaçlandığı

bu sözleşmede, eşitsizliği güçlendiren

ve eşitsizlikten aldığı güçle uygulanabilen şiddetin,

çeşitli türleriyle birlikte tanımlanmasıyla

etkili koruma mekanizmalarının oluşturulması

amaçlanmıştır.

Şiddete yönelik koruma mekanizmaları,

hukuki sürecin yanı sıra mağdura verilen

her türlü desteği içermektedir. Bu, ikincil

1 İstanbul Sözleşmesi m.3/1-b: “aile içi şiddet”, eylemi

gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta

olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun

veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya

mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler

arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik

veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.

mağduriyetlerin önlenmesinden başlayarak,

mağdur ve tanıkların korunmasına yönelik

etkili tedbirlerin alınması gerekliliğini kapsamaktadır.

2 Bunların dışında, sözleşmede

genel destek hizmetlerinin de sağlanması

gerektiğinden bahsedilmiştirBu hizmetler,

mağdurların yasal ve psikolojik danışmanlığın

sağlanmasının yanı sıra finansal yardım,

ev ve iş bulmasına yardım olunması,

eğitiminin sağlanması gibi noktaları da içermektedir.

3 Bunların, şiddetten kurtulmak

isteyen ancak ekonomik bağımlılık gibi sebeplerle

bunu yapamayan kişilerin şiddetten

kurtulmasına yardımcı olma amacı taşıdığı

söylenebilecektir. Bunun yanı sıra, şiddetin

her türünün buna maruz kalan kişilerde

oluşturduğu psikolojik hasarın önüne geçme

noktasında psikolojik danışmanlık hizmeti en

az kişinin yasal haklarını kullanabilmesi noktasında

sunulacak olan hukuki danışmanlık

hizmeti kadar büyük bir önem arz etmektedir.

Bunun dışında, şiddet mağduru kişilerin kalacakları

güvenli yer oluşturan barınakların kurulması

yükümlülüğü de sözleşme kapsamında

belirlenen koruma mekanizmalarındandır.

Sözleşmenin koruma ve destek başlığı altında

öngördüğü yükümlülüklerin tamamının yerine

getirildiğini söylemek şu aşamada mümkün

değildir. Ancak gerek devlet kuruluşları gerek

sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle şiddet

mağduru kişilerin kalabileceği barınakların

oluşturulması noktasında büyük çalışmalar

görülmektedir. Keza, hukuki danışmanlık hizmeti

sunulması noktasında da ulaşılabilir pek

çok hat oluşturulmaya başlanmıştır.

Sözleşme, koruma ve destek yükümlülüklerinin

yanı sıra, şiddeti henüz gerçekleşmeden

önleme noktasında da taraf devletlere

birtakım yükümlülükler getirmiştir. 4 Bu nokta-

2 Koruma ve desteğe ilişkin düzenlemeler madde 18 ile

madde 28 arasında bulunabilecektir.

3 İstanbul Sözleşmesi m.20/1: Taraflar mağdurların

şiddet eylemi sonrasında iyileşmelerini kolaylaştıracak

hizmetlere erişimini sağlayacak gerekli yasal veya diğer

tedbirleri alacaklardır. Bu tedbirlere gerektiğinde, yasal

ve psikolojik danışmanlık hizmetleri, finansal yardım,

konut sağlama, eğitim, öğretim ve iş bulma yardımı da

dahil olacaktır.

4 Önleme başlığı madde 12 ile madde 17 arasında

düzenlenmiştir.

43


da, kadının toplumsal olarak daha aşağıda

görülmesinden yola çıkarak geliştirilen gelenek,

töre, uygulama ve davranış kalıplarının

değiştirilmesi yükümlülüğünü yüklemiştir. 5 Bu,

sözleşme karşıtlarınca “geleneğe karşı savaş”

olarak lanse edilmeye çalışılsa da, kadının

aşağı görülerek şiddete zemin hazırlayan geleneklere

karşı bir savaştır aslında. Kadınların

geleneğe, töreye dayanılarak öldürülmesi ve

sanıkların cezai indirimlerden yararlanabilmesinin

önünü alan bir maddedir. Kaldı ki Türk

hukuk sisteminde, töre saikinin cezada indirim

sebebi olarak yorumlanabilmesinin önüne

geçebilmek için TCK m.82/1-k bendinde töre

saiki ağırlaştırıcı neden olarak da sayılmıştır.

Bunun dışında, “aldattığını düşündüm, gözüm

döndü” türevlerinde açıklamalarla haksız

tahrik indirimi uygulanmasının da önünde bir

engel teşkil etmektedir. Ne yazık ki mevcut

durumda Türk yargı sisteminde özellikle

“erkeklik gururu”na verilen büyük önem neticesinde

yaygın bir biçimde uygulanan haksız

tahrik indirimlerine rastlanmaktadır. Bunun

ise ceza hukukunun temel ve en önemli ilkelerinden

olan caydırıcılık ilkesini ortadan

kaldırmak ve kadının yaşam hakkının erkeklik

karşısında öneminin azaltılması sonuçlarını

ortadan kaldırdığını görmemiz gerekmektedir.

Eşitliğin tesis edilmesi ve kadının yaşam

hakkının erkeğin yaşam hakkı kadar önemli

bir noktaya getirilmesi ancak şiddete destek

veren toplumsal ve hukuki uygulamaların değiştirilmesi

ile mümkündür. Bunun dışında, önleme

ile ilgili noktalar, şiddete karşı farkındalığın

artırılması ile ilgili yapılacak çalışmaları

destekleme yükümlülüğünü, eğitim müfredatına

eşitliğe ilişkin noktaların dahil edilmesini,

medyanın kadına yönelik şiddeti önlemeye ve

kadının onuruna saygı duymaya yönelik politikalar

oluşturmasını içermektedir. 6 Eşitsizlik

5 İstanbul Sözleşmesi m.12/1: Taraflar kadınların daha

aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve

erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı

ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların

kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin

sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine

yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.

6 İstanbul Sözleşmesi m.13/1: Taraflar bu Sözleşme

kapsamındaki her türlü şiddet eyleminin ortaya farklı şekillerde

çıkışı ve bu eylemlerin çocuklar üzerindeki etkisi

ve bu şiddet eylemlerinin önlenmesi ihtiyacı konusunda

44

fikri, düşüncelerde başlayarak eylemlere

dökülmek suretiyle şiddeti oluşturmaktadır.

Yine düşünceler yoluyla şiddetin başlamadan

önüne geçmek mümkündür. Bu ise kişilerin

eğitimi ve davranış kalıplarının öğrenimi

noktasında oldukça etkili olan medya

aracılığıyla gerçekleştirilebilecektir.

İstanbul Sözleşmesi ile birlikte incelenmesi

gereken bir diğer kanun, 6284 sayılı

kanundur. Bu kanun, İstanbul Sözleşmesi’nin

imzalanmasını müteakiben, sözleşmenin taraf

devletlere yüklediği yükümlülüklerin yerine

getirilmesini sağlamak amacıyla çıkarılmıştır.

Bu kanun, sözleşmenin “Soruşturma, Kovuşturma,

Usul Hukuku ve Koruyucu Tedbirler”

başlıklı 6. Bölümünde yer alan koruma tedbirlerini

düzenlemektedir. Bu noktada, kadına

karşı şiddetin veya genel anlamda ev içi şiddetin

içerdiği özel durumlar sebebiyle, uzun

süren yargısal süreci yanı sıra hızlı bir şekilde

karar alınabilecek tedbir mekanizmasının

gereksinim olduğu belirtilmelidir. 6284 sayılı

kanunun bu gereksinimi karşılamaya yönelik

oluşturulduğu söylenebilecektir. Bu kanun

halk arasındaki farkındalığın ve anlayışın arttırılması

için, yerine göre ulusal insan hakları kuruluşları ve eşit

haklar kuruluşları, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de

kadın örgütleriyle işbirliği de dahil olmak üzere, düzenli

olarak ve her düzeyde farkındalık arttırıcı kampanya ve

programları yaygınlaştıracak veya uygulayacaktır.

Madde 14: Taraflar, yerine göre, tüm eğitim seviyelerinde

resmi müfredata, kadın erkek eşitliği, toplumsal klişelerden

arındırılmış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı

saygı, kişisel ilişkilerde çatışmaların şiddete başvurmadan

çözüme kavuşturulması, kadınlara karşı toplumsal

cinsiyete dayalı şiddet ve kişilik bütünlüğüne saygı gibi

konuların, öğrencilerin zaman içinde değişen öğrenme

kapasitelerine uyarlanmış bir biçimde dahil edilmesi için

gerekli tedbirleri alacaklardır.

Taraflar 1. fıkrada belirtilen ilkeleri yaygın eğitimin yanı

sıra, spor, kültür ve eğlence tesislerinde ve medyada

yaygınlaştırılmasına yönelik gerekli tedbirleri alacaklardır.

Madde 17 : Taraflar, özel sektörü, bilgi ve iletişim teknolojisi

sektörünü ve medyayı, bu sektörlerin ifade özgürlüğüne

ve bağımsızlığına gerekli saygıyı göstererek, kadına

yönelik şiddeti önlemeye ve kadın onuruna saygıyı

arttırmaya yönelik politikaların oluşturulmasına ve uygulanmasına

ve bu konularda kılavuzların oluşturulmasına

ve kendi kendini düzenleyici standartların belirlenmesine

katılmaya teşvik edecektir.

Taraflar özel sektör aktörleriyle işbirliği içinde, çocuklar,

anne babalar ve eğitimciler arasında, zararlı olabilecek,

cinsel ve şiddet içeren aşağılayıcı içeriklere erişim

sağlayan bilgi ve iletişim ortamıyla nasıl baş edileceğine

yönelik beceriler geliştirip yaygınlaştıracaktır.


kapsamında, şiddet uygulayan eski eş, evli

olunan kişi, birlikte yaşanılan kişi, sevgili,

eski sevgili veya ısrarlı takibe maruz bırakan

kişilere karşı koruma tedbiri almak için; Aile

mahkemelerine, Cumhuriyet Başsavcılıklarına,

Şiddet Önleme Merkezlerine, en yakın

karakollara başvuru yapılabilecektir. 7 Bu

bağlamda, şiddet uygulayan kişinin şiddet

mağduruna, bu kişinin yaşadığı konuta, işyerine

okuluna yaklaşması, kişiye ulaşarak

hakaret, tehdit, aşağılayıcı söz veya davranışlarda

bulunması yasaklanabilecektir. 8

Her hukuki mekanizma gibi bunun da kötüye

kullanılması ihtimali her zaman mevcuttur. Ancak,

bu mekanizmanın ihlal olmadığı sürece

şiddet uyguladığı iddia edilen kişiye yönelik

bir yaptırımı bulunmamaktadır. İhlal edildiği

durumlarda ise 3 günlük zorlama hapsi gündeme

gelmektedir. Bunun dışında, tarafların

aynı konutta yaşaması durumunda iddianın

kişileri zor duruma düşürmesi durumu mümkündür.

Ancak, böylesi bir mekanizmayı

aleyhe kullanan ve şiddetin bir türünü uygulayan

kişilerle tekrar aynı konutta yaşamaya

istekli olup olunmama noktasında kişilerin bir

değerlendirme yapması gerekmektedir. Bunu

aleyhe kullanma olasılığı ve aleyhe kullanılma

durumunda ortaya çıkabilecek sorunların “yaşam

hakkı” karşısındaki değeri düşünüldüğü

zaman bu mekanizmanın değeri görülebilecek,

bu mekanizmayı değersizleştirmeye

çalışan argümanların tutarsızlığı görülecektir.

Bunun dışında, bu mekanizmanın şiddeti

artırdığı iddiaları mevcuttur, ancak koruma

tedbirine rağmen şiddet uygulayan kimsenin,

tedbir kararı alınmadığı durumda şiddet uygulamayacağı

düşüncesi fazlasıyla iyimser

ve gerçekçi olmayan bir varsayımdan ibarettir

yalnızca. Dolayısıyla, yargısal süreçlerin

kadınları korumaya geç kaldığı durumlarda,

6284 sayılı kanun ile getirilen koruma tedbirleri

oldukça önemli ve hayati bir görev

üstlenmektedir.

Tüm bunlar göz önüne alındığı zaman,

İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin bütün spekülasyonların

temelinde “eşitsiz sürecin devamı”

yönündeki taleplerin olduğu görülmektedir.

Kadına şiddet gerçeği mevcuttur. Bu şiddeti

önlemek için yapılması gerekenler, şiddete

uğrayan kişilerin koruma altına alınması ve

şiddeti besleyen kaynakların kurutulmasıdır.

İstanbul Sözleşmesi, tüm bunların farkında

olarak kaleme alınmış ve geniş çaplı araştırmaların

sonucu olarak ortaya çıkarılmıştır.

Kadınların hayat hakkı, şiddeti besleyen ve

şiddet eğilimli kimseleri cesaretlendiren gelenek,

töre ve kavramlardan üstündür. Bu noktada,

yaşam hakkını korumak ve kadınlara

korkusuzca yaşayabilecekleri bir hayat tesis

etmekten kaçınıldığı müddetçe kadın cinayetlerinin

siyasi ve toplumsal bir tercih olduğu

tespiti yapılabilecektir! İstanbul Sözleşmesi,

kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti

en aza indirgemek adına etkili bir araçtır.

Bu noktada, kadınların içinde yaşadığı korku

atmosferini güçlendirmek veya yaşam hakkını

öncelemek arasında tercih yapmak söz konusunu

dahi olmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi,

henüz tam anlamıyla uygulanmamış olmasına

rağmen kadınları ve şiddet mağdurlarını

yaşatmakta ve onlara korkusuz bir yaşam

umudu sunmaktadır. Bu noktada, tartışılması

gereken nokta, şiddeti önlemek adına nelerin

yapılabileceği, şiddete karşı nasıl daha etkili

savaşılabileceğidir. Sözleşmenin etkili uygulanmasının

nasıl talep edilebileceği, şiddet

mağdurlarının hayatının nasıl güzelleştirilebileceğidir.

Herkes şiddet arınmış bir yaşamı

hak etmektedir.

7 6284 s. Kanun m.8/1: Tedbir kararı, ilgilinin talebi,

Bakanlık veya kolluk görevlileri ya da Cumhuriyet

savcısının başvurusu üzerine verilir. Tedbir kararları en

çabuk ve en kolay ulaşılabilecek yer hâkiminden, mülkî

amirden ya da kolluk biriminden talep edilebilir.

8 6284 s. Kanun m.5

45


TÜRKİYE’NİN ENERJİ

GÜVENLİĞİ ve

ÜÇ HİLAL JEOPOLİTİĞİ

Dilde, Fikirde, İşte ve Enerjide Birlik!

Hamit Berat Kaya

Enerjinin kullanımı ile insanlığın gelişimi aynı düzeyde artış göstermiştir. Yaşamın temel

maddelerinden biri olan enerji kaynakları çağlar içinde değişim ve dönüşüm geçirmiştir.

Farklı kaynaklardan üretilen enerji, insan yaşamını kolaylaştıran ve geliştiren bir güç olarak

yaşamımızda yer almıştır. Sanayi devrimi ile enerji kaynakları önemini başta askeri ve sanayi

olmak üzere birçok alanda hissettirmiştir. 21. yy’ a gelindiğinde ise enerji yaşamın en temel

gereksinimi olmuştur.

Özellikle hidrokarbon bileşenli enerji kaynaklarının önemi anlaşıldığından bu yana dünya

tarihinde var olan bütün savaşların temelinde, enerjinin var olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde,

toplum refahı ve ekonomik yapısı, sürdürülebilir kalkınma vb. kavramlar enerji ve

enerji kaynaklarına bağlıdır. Dünya siyasetinin enerji üzerine şekillendiği 21. yy’ da ülkeler

arasında, enerji kaynaklarını bulunduran bölgeler üzerinde direkt ya da dolaylı hakimiyet

kurabilmek için büyük bir rekabet yaşanmaktadır.

Bu çalışmada ise Üç Hilal Jeopolitiği kavramı, bu kavramı kapsayan bölgelerin enerji potansiyeli

ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin enerji güvenliği için uyguladığı bölgesel politikalar

incelenecektir.

1. Enerji Güvenliği: Bölgesel Enerji Merkezi Türkiye

Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni güvenlik tehditleri ortaya çıkmış ve bu tehditlerin

ana odak noktasını enerji nakil hatları oluşturmuştur. Bu durum Türkiye gibi transit geçiş

güzergâhında bulunan ülkeleri yeni mücadele yolları ve yeni güvenlik politikaları üretmeye

itmiştir. 20. yy. petrol sahalarına hâkim olmak için yapılan enerji savaşları ile geçmiştir. Bu

minvalde enerji coğrafyasının merkezinde yer alan Türkiye yakın ve uzak çevresindeki ener-

46


ji yatırımlarını ve üretimini yakından izlemesi

gerekmektedir.

Dünya petrol talebi her yıl %2 artmaktadır.

Endüstriyel gelişmeler ve eğilimler dikkate

alındığında 2030 yılı itibarıyla günlük petrol

ihtiyacının 105 milyon varile ulaşması beklenmektedir.

Ortadoğu’nun en önemli aktörlerinden

Türkiye; Hazar, Türkistan ve Ortadoğu

bölgelerindeki petrol ve doğal gaz üreticileri

için bölgedeki en önemli müşteri olduğu gibi,

Batı’daki uluslararası pazarlar için de transit

boru hatlarına ev sahipliği rolünü de üstlenen

güvenilir ve önemli bir transit geçiş ülkesidir.

Türkiye’nin bu özelliğinden ve bölgede oynamış

olduğu rol itibariyle terör örgütleri tarafından

hedef ülke haline gelmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’ya

yapmış olduğu müdahaleler, Arap

Baharı süreci ve doğalgaz ve petrol kaynaklarına

sahip Irak’taki istikrarsızlık bölgenin

enerji güvenliği üzerinde önemli bir tehdit

oluşturmaktadır. Ayrıca Rusya’nın Kafkasya

ve Türkistan coğrafyasına yönelik politikaları

da bölgenin enerji güvenliği için riskli bir

duruma sebebiyet vermektedir. Türkiye’nin

diğer bölgelerden farklı olarak Doğu Akdeniz’de

yaşadığı enerji güvenliği sorunu tüketici

veya doğal köprü olması değil üretici olma

yolunda attığı adımlardan başta GKRY ve

Yunanistan olmak üzere bölge dinamiklerinin

rahatsız olmasıdır. Türk Devletinin Kıbrıs Barış

Harekâtı ile elde ettiği imtiyazlar alınmaya

ve bölgede kabuğuna çekilip süreci izlemesi

istenmektedir. Son yaşanan Libya meselesi de

bunun en somut göstergesidir.

Enerji güvenliği, enerji üretim, iletim ve

dağıtım organizasyonun alt yapısına yönelik

olası terör saldırıları önemle üzerinde durulması

gereken bir husustur. Yeni enerji jeopolitiğinde

tüketicilerin iki temel kaygısı ‘Kaynak

Milliyetçiliği ve Enerji Terörü’ dür. Türkiye

kendi enerji altyapısını koruma konusunda

eksikleri giderebilecek kabiliyette ve güçtedir.

Enerji nakil hatlarına yapılan sabotaj ve saldırılar

sonucunda hem petrol ve doğal gaz

akışı yavaşlamakta hem de milyonlarca TL’lik

zararlar meydana gelmektedir. Ayrıca bu durum

ulusal güvenliğimizi de tehdit etmektedir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız devlet

adamı Georges Clemenceau, “bir damla petrolün

değeri askerlerimizin bir damla kanına

eşittir” sözleri enerji kaynakları ve enerji nakil

hatlarının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

2. Bir Kavram Olarak Türk Dünyası: “Üç

Hilâlin Jeopolitiği”

Coğrafyanın siyasî anlamları üzerine dikkatleri

çekmek için kullanılan jeopolitik kavramı

itibarını her ne kadar soğuk savaş ile

kaybetmişse de zenginleşen içeriğiyle özellikle

1980’lerin ortalarından itibaren akademik

çevrelerde yeniden rağbet görmeye başlamıştır.

“Jeopolitik” kavramı, siyasî haritalara

bakarak incelendiğinde siyasî dinamikler,

güç merkezleriyle olan ilişkiler, jeokültür gibi

diğer değişkenler de tahlillere dahil edilmektedir.

Bu yüzden, “Türk dünyası jeopolitiği”

ele alınırken de “Türk dünyası” kavramının

ifade ettiği manaya uygun bir bakış açısı

geliştirilmelidir. “Türk dünyası”, “Anadolu”

gibi doğrudan coğrafî bir kavrama tekâmül

etmemekte, ancak coğrafî anlamlar da

içermektedir. Türk dünyası coğrafyasından

bahsedebilmemizi mümkün kılan şey, değişmez

bir coğrafî konum değildir, coğrafyayı

üzerinde yaşayan nüfusu merkeze alarak

tarif etmemize imkân veren jeokültürdür. Yani

“Türk dünyası” tanımlamasına esas olan Türk

milleti ve Türk kültürüdür, coğrafya bu beşerî

kavramlarla anlam kazanmaktadır. İlk bakışta

oldukça teknik bir noktaya işaret etmekteymiş

gibi görünen bu tanımlama, bağımsız bir

devlete sahip olmayan yahut hâlen bir Türk

devletinin vatandaşı olmakla birlikte başka

bir ülkede gurbetçi olarak tanımladığımız

Türk varlığının da Türk dünyası jeopolitiğinin

içerisine işlevsel bir şekilde dahil edilmesine

imkân vermektedir.

Farklı milletlerin strateji uzmanları aynı

dünya haritasına bakmakta, fakat bu haritayı

her biri kendi anadilinde okumaktadır. Türk

dünyasında birlik arayışları çerçevesinde jeopolitiğin

Türkçe okunması, üç tane hilâl şek-

47


linde yayılmış, birbirleriyle ilişkilendirilmeyi

bekleyen yoğun enerji hatlarına da sahip bu

bölgeler üzerine düşünmeyi mecbur kılmaktadır.

Yazının kalan kısmında Balkanlar, Doğu

Akdeniz ve Kıbrıs, Türkistan ve Kafkasya’nın

oluşturduğu jeopolitik bölgeler ile Türkiye’nin

enerji güvenliği üzerinde değerlendirmelerde

bulunulacaktır.

2.1. Balkanlar: Avrupa’ya Açılan Kapı

Balkanlar gerek Türkiye’nin enerji politikasın

da gerekse tarihi ve kültürel bağlar

bakımında en önemli meselelerinden birisidir.

Şöyle ki, Ortadoğu, Kafkasya ve Türkistan

coğrafyasında çıkarılan enerji kaynaklarının

taşınması konusunda ülkelerin yaşamış olduğu

en büyük sorun, enerji kaynağının güvenilir

bir şekilde en büyük pazar olan Avrupa’ya

ulaştırılması olarak görülmektedir. Türkiye’yi

karadan Avrupa’ya bağlaması ve enerji nakil

hatlarının devamlılığı açısından Bulgaristan

ve Yunanistan bu manada çok kritik bir konumdadır.

Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan süreçte

gerilen Türk ve Yunan ilişkileri Atatürk

döneminde yerini sulha bırakmıştır. Fakat Yunanistan

içerisinde yaşayan Türklerin sorunları

ve Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerden dolayı

uzun yıllar yumuşak diplomasi ve buna bağlı

olarak herhangi bir ticari anlaşma yakın tarihe

kadar olmamıştır.

Fakat iki ülkenin enerji ihtiyacı doğrultusunda

son yıllarda çeşitli ekonomik anlaşmalar

yapılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda 7 Temmuz

2000 tarihinde AB, Yunanistan ve Türkiye

arasında imzalanan Türkiye ile Yunanistan

Doğalgaz Boru Antlaşması bu gelişmelerin

temelini oluşturmaktadır.

Son yılların enerji arz ve taşınması açısından

en değerli projelerden biri olarak görülen,

Rusya ve Türkiye arasında imzalanan,

Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak Mavi

Akım Projesi ise bölge açısından yaşanan

en önemli gelişmelerden biri olarak göze

çarpmaktadır. Türkiye, bu antlaşma ile hem

iç piyasa ihtiyacını karşılamak hem de bu hat

üzerinden Yunanistan’a, yılda 3 milyar m³,

48

İtalya’ya yıllık 8 milyar m³ doğal gazı kendi

üzerinden ulaştırarak enerji koridoru olma

yolunda büyük bir adım atmayı hedeflemektedir.

Türkiye ve Yunanistan arasında enerji

alanında yapılan anlaşmalar Türkiye’nin

hedefleri doğrultusunda önemli bir yer tutmaktadır.

Türkiye, Avrupa’ya açılan bir diğer kapısı

Bulgaristan ile kültürel ve tarihsel bir geçmişi

olmasının yanı sıra Bulgaristan’ın ihracatında

ikinci sırada bulunduğundan Bulgaristan için

önemli bir ticari ortaktır. Bulgaristan, enerji

arzını kömür ve nükleer santralleri ile sağlamasından

dolayı enerji bağımlılığı nispeten

az bir ülkedir. Buna rağmen petrol ve doğalgaza

olan bağımlılığı devam etmektedir. Bu

bağlamda Rusya ile imzaladığı Güney Akım

ve Yunanistan ile imzaladığı Burgaz-Dedeağaç

projeleri ile enerji talebine kaynak oluşturma

çabasındadır.

Bulgaristan’ın enerji ve işgücü maliyetleri

açısından göreceli bir işgücü üstünlüğünün

bulunmasından dolayı oluşacak enerji projeleri

için Türkiye ve Bulgaristan arasında iş

birliğinin artacağı öngörülmektedir. Nitekim

son dönemde Türkiye ve Bulgaristan Hükümetleri

arasında yapılan 5 milyar dolar hacimli

ticaret anlaşması bu bağlamda önemli bir

açılımdır. Bulgaristan enerji ihracatında da

Türkiye için önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye,

enerji kaynaklarının ihracatının %11,1’ini

Bulgaristan’a yapmaktadır.

Bulgaristan aynı zamanda Türkiye’nin

Enerji koridoru olma hedefi açısından fazlasıyla

önem arz eden TANAP ve Nabucco

Doğalgaz Hattı Projesi’nin Avrupa’ya ulaştırılması

için kritik bir öneme sahiptir. İki

ülkenin ticari ve enerji arz güvenliğindeki

ortak menfaatlerinin örtüşmesinden dolayı

yapılan görüşmeler sonucu Bulgaristan ile

Haziran 2004 yılında Nabucco Uluslararası

Şirketi’nde ortaklık kurulmuştur. Böylece Türkiye,

ilerde gelişebilecek bir sıkıntıda, Avrupa

ülkelerinden de enerji ithal etmesinin önünü

açmıştır.

Türkiye ile Bulgaristan arasında imzalanan

son antlaşma olan ve 3 milyar m³ kapasi-


teye sahip olması hedeflenen Doğal Gaz

Bağlantı Hattı Projesi ile ise teknik bakımdan

çift yönlü akış imkanlarının sağlanmasıyla

Bulgartransgaz EAD ile BOTAŞ A.Ş. ağları

arasındaki mevcut bağlantıların geliştirilmesi

amaçlanmaktadır. Konuya ilişkin mutabakat

zaptı iki ülke yetkili bakanlıkları tarafından

imzalanmış olup 28 Mart 2014 tarihinde

yürürlüğe girmiştir. Proje kapsamında, teknik

ve finansal parametreleri içeren ve AB

finansman imkanlarını değerlendiren bir ön

araştırmayı yapacak ortak bir çalışma grubu

oluşturulmuştur.

2.2. Türkiye’nin Yeni Mücadele Alanı:

Doğu Akdeniz ve Kıbrıs

Akdeniz ve Kıbrıs tarihin çeşitli dönemlerinde

sürekli bir mücadele alanı olmuştur.

Özellikle ticaret yolları üzerinde olması bu

mücadelenin artarak devam etmesini sağlamıştır.

Coğrafi keşiflerin artması ile ise önemini

kaybetmiştir. Fakat sanayileşmenin ve

teknolojinin gelişmesi Akdeniz’in de kaderini

değiştirmiştir. 1800’lü yıllarda açılan Süveyş

Kanalı bölgeyi tekrar canlandırmıştır.

Son yıllarda Doğu Akdeniz’de yapılan

doğal gaz ve petrol rezervlerinin keşifleri

bölgeyi yeniden canlı kılmış ve bölgeye hem

küresel aktörlerin hem de bölgenin güçlü aktörlerinin

yönelmesini sağlamıştır. Bu süreç

içerisinde Doğu Akdeniz’in ortasında stratejik

bir öneme ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika’ya

da hâkim bir konuma sahip Kıbrıs adasına da

ilgi artmıştır. Kıbrıs adası Akdeniz’de ki Türk

varlığı açısından da hayati öneme sahiptir.

Tarih boyunca stratejik önemini koruyan

ve çeşitli misyonlar yüklenen Doğu Akdeniz

ve Kıbrıs son yaşanan keşifler ile enerji üssü

profili de çizmektedir. Bölgede ilk doğalgaz

rezervi 1999 yılında İsrail tarafından Leviathan

isimli sahada bulunmuştur. Bölgede

en kapsamlı çalışmayı ise Amerikan Jeolojik

Araştırma Merkezi (USGS) 2010 yılında yayınlamıştır.

Yapılan araştırmalara göre Kıbrıs

adası civarında 8 milyar varillik petrol yatağı

49


10-15 trilyon metreküp doğal gaz rezervi

bulunmuştur. Ayrıca keşfedilmeyi bekleyen

büyük rezervlerin olduğu öne sürülmektedir.

Uluslararası raporlarda Doğu Akdeniz’in

dünya doğalgaz rezervlerinin %47’sine sahip

olduğu dile getirilmiştir. Doğu Akdeniz’deki

enerji rezervleri için verilen mücadele de bu

rapor ve tespitlerin ardından başlamıştır.

Bu mücadeleye Rum ve Yunan tarafı diğer

bölge ülkelerine göre daha önce başlamıştır.

Bu bağlamda; Rumlar ve Yunanlılar bölgeye

İngiltere, Fransa, ABD ve İtalya gibi önemli

küresel aktörleri davet etmiştir. Bunun yanında

GKRY, 17 Şubat 2003’te Mısır’la, 17 Ocak

2007’de Lübnan’la, 17 Aralık 2010’da ise

İsrail ile ‘’MEB Sınırlandırma Antlaşmaları’’

imzalayarak Doğu Akdeniz’i diğer devletler

ile paylaşmıştır. Münhasır Ekonomik Bölge

(MEB), 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku

Sözleşmesinde düzenlenmiştir. MEB, kıyı devletine;

kıyıdan başlayarak açık denize doğru

en fazla 200 deniz mili (320 km) kadar

uzanan bölgede gerek deniz yatağı altında

gerek içerisinde egemenlik hakları içeren bir

kavramdır.

GKRY, Yunanistan, İtalya, İsrail, Mısır ve

Ürdün; Ocak 2019’da Kahire’de, gerçekleştirdikleri

toplantıda imzaladıkları iş birliği

anlaşmaları ile Türkiye ve KKTC’yi mücadelenin

dışında bırakan Doğu Akdeniz Gaz

50

Forumu’nu kurdu. Yine bu toplantıda Rumlar,

ABD-AB-İngiltere ve İsrail-Mısır-Lübnan bloklarının

oluşmasını sağladı. Yapılan anlaşmalarda

ne Türkiye ne KKTC dikkate alınmıştır.

Oysa söz konusu olan sahalarda çıkarılacak

olan doğal gaz ve petrol üzerinde bölge ülkeleri

olan Türkiye, KKTC, Mısır, Lübnan, GKRY,

Suriye, İsrail ve Filistin hak sahibidir. Buna

karşılık GKRY, Doğu Akdeniz’de Münhasır

Ekonomik Bölge olduğunu öne sürdüğü Afrodit

sahasını 13 parsele ayırmıştır. Daha sonra

bu sahaları uluslararası katılım ile ihaleye

açmıştır. Fakat bu karar Türkiye ve KKTC tarafından

BM’ye götürülmüş ve KKTC’nin hakları

Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilmiştir.

Hem siyasi hem de egemenlik konusunda eşit

haklar tanınmıştır.

GKRY’ nin tek taraflı ve hukuksuz anlaşmaları

sonucu Türkiye ve KKTC harekete geçmiş

ve 21 Eylül 2011’de kıta sahanlığı sınırlandırma

anlaşması imzalamıştır. TPAO’ya

petrol ve doğal gaz arama izni verilmiştir.

2011’den beri bölgede sismik araştırma ve

derin deniz sondaj gemilerimiz arama çalışmaları

yapmaktadır. Türkiye, dünyada yeraltı

sondajı yapabilecek yeni nesil gemilere sahip

olan 10 ülkeden biridir. Türkiye, GKRY’ nin

hukuka aykırı kararlarına karşılık, 18 Mart

2019 tarihinde Birleşmiş Milletler’ e gönderdiği

mektupta, Akdeniz’deki kıta sahanlığını


sınırlarını 32 derece, 16 dakika, 18 saniye

doğu meridyeni ile 28 derece batı meridyeni

arasında kalan bölge olduğunu belirtmiştir.

Ayrıca Türkiye ile Mısır deniz yetki alanının

orta hattının Türkiye’nin kıta sahanlığının sınırı

olduğu belirtmiştir.

Doğalgazda %99, petrolde %89 dışa

bağımlılığı olan Türkiye için Doğu Akdeniz

ve Kıbrıs enerji açısından artık hayati öneme

sahiptir. Türkiye’nin enerji arz güvenliğini

sağlama alması gerekmektedir. Ayrıca Türkiye,

Doğu Akdeniz enerji rezervlerinin Avrupa

enerji piyasasına ulaştırılmasında en güvenli

ve en ucuz güzergâhtır. Bunun yanında Türkiye’nin

artan enerji ihtiyacından dolayı Doğu

Akdeniz gazı için de en uygun pazarlardan

biridir.

BM kararlarına rağmen ABD, Avrupa Birliği,

İngiltere ve İsrail, Türkiye’nin ve KKTC’nin

Doğu Akdeniz ile Kıbrıs’taki yetki alanlarını

tanımama tavrını artan bir şekilde devam

ettirmektedir. Türkiye ise 27 Şubat- 8 Mart

2019 tarihleri arasında Karadeniz, Ege ve

Akdeniz’de aynı anda 103 geminin katılımı

ile gerçekleştirdiği ‘’Mavi Vatan-2019’’ deniz

tatbikatı ile bölgede Türkiye’ siz ve KKTC’ siz

bir girişime izin verilmeyeceğini ilgili devletlere

ve tüm dünyaya duyurmuştur.

2.3. Atavatan: Türkistan ve Kafkasya

Türkistan ve Kafkasya Türk milletinin millet

olduğu, ilk kazanımlarını elde ettiği kadim

topraklardır. Türk milleti, bölgede uzun yıllar

hakimiyeti tek başına elinde bulundurmasına

rağmen gerek Anadolu’ya yaşanan göçler

gerekse zaman içinde yaşanan politik ve

ekonomik sebepler ile 1900’lü yılların başından

itibaren Rusların hakimiyeti altına girmiştir.

Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve

SSCB’nin dağılmasının ardından bölgede beş

Türk Cumhuriyeti bağımsızlığını kazanmıştır.

Bu gelişme özellikle Alparslan Türkeş’in

liderliğini yaptığı Ülkücü Türk milliyetçileri

arasında yeni bir heyecan yaratmıştır. Fakat

bağımsızlık sonrası hem ekonomik, teknolojik,

siyasi ve askeri birtakım imkansızlıklar

hem de Türkiye’nin proaktif bir politika izleyememesinden

kaynaklı olarak ABD, AB, Rusya,

Çin gibi büyük güçler ve çok uluslu enerji

firmaları bölge dinamiklerini daha çok etkiler

hale gelmiştir. Bölge ülkeleri de bu bağlamda

“multi-vectorizm” olarak tabir edilen, ideolojik

değil pragmatik temellere dayanan ve ülke

çıkarlarını ön planda tutan gerçekçi bir dış

politika izlemeye başlamış ve ABD, Rusya ve

Çin’e eşit mesafede durmaya çalışmıştır.

Petrol ve doğalgaz rezervlerini çıkarmak

için yeterli teknik imkanlara ve finansal güce

sahip olmayan bölge ülkeleri çok uluslu enerji

şirketleri ile iş birliği arayışına içine girmiştir.

Bu minvalde; Azerbaycan, ABD ve Türkiye’nin

siyasi desteğiyle, BP öncülüğündeki konsorsiyumla

anlaşmalar yapmış, Bakü-Tiflis-Ceyhan

petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz

boru hattı projeleri hayata geçirilmiştir.

Nabucco Projesi ile ilgili anlaşmanın imzalanması

da ABD, AB, Türkiye ve çokuluslu enerji

şirketlerinin destekleriyle gerçekleşmiştir.

Türkiye’nin bölgede uyguladığı politikalar

yaşanan gelişmelere paralel olarak zaman

içinde değişime uğramıştır. 1990’larda Türkiye,

Türkmenistan ve Kazakistan petrol ve

doğalgazını Hazar Denizi’nden geçirerek

Azerbaycan’a ulaştıracak Trans-Hazar projesini

ve bu petrol ve doğalgazı Azerbaycan

petrol ve doğalgazı ile birleştirerek Gürcistan

üzerinden Türkiye’ye taşıyacak Bakü-Tiflis-Ceyhan

ve Bakü-Tiflis-Erzurum projelerini

desteklemiştir. BTC ve BTE petrol ve doğalgaz

boru hattı projeleri ABD’nin de desteğiyle gerçekleşmesine

rağmen bölge için çok kritik bir

proje olan Trans-Hazar projesi gerek bölge

dinamikleri gerekse Rusya ve Çin gibi devletlerin

etkisi ile sekteye uğramış ve hayata

geçirilememiştir. Bu bağlamda; Trans-Hazar

projesinin hayata geçirilmesinin önündeki

bölgesel ve küresel engelleri gören Türkiye

2000’li başından itibaren yeni bir strateji

izlemeye başlamıştır. Yürüttüğü bu politika ile

bölge ülkeleri arasındaki sorunları en aza indirmeyi

ve bölgeden en üst seviyede istifade

etmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda Türk Keneşi’

ni faal bir kuruluş haline getirmiş, TÜRK-

SOY ve TİKA’yı bölgede daha aktif kılmıştır.

51


Uyguladığı politikalar sonucunda Türkiye,

Avrupa pazarına Kafkaslar ve Türkistan’dan

gelecek olan petrol ve doğalgazın yanı sıra

başta İran ve Irak olmak üzere Ortadoğu

petrol ve doğalgazını da kendi üstünden

taşımanın önünü açmıştır. Bu şekilde Türkmenistan

gazının Hazar’ın statü problemi

çözülmeden de İran üzerinden Türkiye’ye

oradan da Avrupa’ya taşınmasının mümkün

olabileceği düşünülmüştür. Türkiye, Türkistan

ve Kafkasya’da bulunan petrol ve doğalgazın

kendi üzerinden Avrupa’ya taşınması, Rusya

doğalgazının inşa edilecek Mavi Akım-2 hattı

ve Samsun-Ceyhan petrol boru hattının yapılmasıyla

doğu-batı, kuzey-güney hatlarında

bir enerji koridoru olabilecek, jeopolitik önemini

daha da artırabilecektir.

Sonuç

1990’larda aralarında Alvin Toffler’in de

bulunduğu birçok Batılı gözlemci, Kıbrıs’tan

Çin sınırındaki Kırgızistan’a kadar Türkçe konuşan

herkes ile yeni bir Osmanlı İmparatorluğu

kurma hayâli kuran bazı Türkleri, dünya siyasetinin

akışını etkileyecek aktörler arasında

görmekteydi. Batı dünyasında alarm zillerini

çaldırma maksadıyla kullanılan imparatorluk

benzetmesi bir kenara bırakacak olsak bile,

Türk dünyasında birleşmenin gerçekleşmesinin

yalnızca Türk devletleri açısından değil,

uluslararası dengeler bakımından da ciddî

sonuçlar doğuracağı apaçık bir hakikattir.

Türk dünyasında birlik arayışlarının en güçlü

motivasyonunu tarih, soy ve kültür ortaklığı

oluşturmaktadır. Ancak ortak gövdeden ayrılarak

geniş bir coğrafya üzerinde yayılmış bulunan

Türk toplulukları farklı tarihî tecrübelere

de sahiptirler. Farklı çevrelerde yaşamakta

ve farklı imkânlarla donanmıştır. Geleceğe

dönük projelerin başarısı, ortaklıklar kadar

farklılıkların da bir enerji kaynağı hâline dönüştürülebilmesine

bağlıdır.

Türk devletleri arasında hızla artan kültürel

etkileşimin yanı sıra henüz istenen seviyede

olmamakla birlikte enerji ekonomisinde de

gelişme gözlenmektedir. 11 Eylül’ün ardından

büyük bir belirsizlik iklimine giren uluslararası

sistemin dinamikleri de Türk birliğine

52

duyulan ihtiyacı bütün taraflar açısından

arttırmaktadır.

Bütün göstergeler, Türk dünyasında bütünleşme

yönünde atılacak adımların kaderinin

Türkiye’nin güç ve imkânlarına bağlı

olduğunu göstermektedir. Güçlü ekonomisi,

artan siyasî etkinliği ile “Lider Ülke Türkiye”

idealinin hayata geçirilerek Türkiye’nin bir

câzibe merkezi hâline getirilmesi, günümüz

şartlarında “Turan ideali”ne giden yolun kapısını

açacaktır. Türkiye’nin her şeyden önce

adım adım kendisini çevreleyen zihnî ve fiilî

kuşatmayı yarması, sarsılan millî özgüvenini

yeniden kazanarak teslimiyetçiliğin zincirlerini

kırması gerekmektedir. Bu tarihî vazife, her

zaman olduğu gibi Türk Milliyetçilerine, ülkücülere

düşmektedir. Bir başka deyişle, enerji

kaynakları ve jeopolitik konumunun önemi

üzerine yapılan değerlendirme sonucunda

da görülmektedir ki “üç hilâlin kaderi”, “üç

hilâlin kaderi”ne sımsıkı bağlı olmaya devam

etmektedir.

Kaynakça

1. Ener, Meliha-Ahmedov, Orhan,2007.

“Türkiye-Azerbaycan Petrol-Doğal Gaz Boru

Hattı Projelerinin Ülke Ekonomileri ve Avrupa

Birliği Açısından Önemi” 2.Ulusal İktisat

Kongresi, 2(2), ss 117-136.

2. Ediger, V.Ş., 2007. “Enerji Arz Güvenliği

ve Ulusal Güvenlik Arasındaki İlişki” Enerji

Arz Güvenliği Sempozyumu. Ankara.

3. Akdemir,İlhan Oğuz, 2012. “Küresel

Enerji Eksenleri ve Türkiye’nin Coğrafi Konumu”

Marmara Coğrafya Dergisi 26, ss

82-107.

4. Çolak,A.Batur ve İlbaş, Mustafa 2010.

“Enerji Koridoru ve Terminal Olarak Türkiye’nin

Rolü” 16.Uluslararası Enerji ve Çevre

Fuarı ve Konferansı Bildiriler Kitabı, ss. 18-

21.

5. Pamir, N. 2005. “Küreselleşmenin Enerji

Sektöründe Yapısal Değişim Programı ve

Enerji Politikaları” Enerji Politikaları ve Küresel

Gelişmeler ve Enerji Sempozyumu Bildiri

Kitabı, ss 61.


GELECEĞİMİZDEN SESLER

AİLE OLMAK

Mehlika KILIÇ

Bir gün yalnız bir çocuk yaşarmış. Babası hep işe gidermiş. Sonra büyükbabası gelmiş.

Annesi demiş ki:

-Hoş geldin, babacığım. Gel, sana çay ikram edeyim.

Büyükbaba çayını içtikten sonra “Ben biraz torunumla oynayayım.” demiş. Gidip torunu

ile oynamış. Mehlika dedesine “Dede gitme!” demiş. Sonra dedesi de “Yavrum Mehlika, çok

kalamayacağım.” demiş. Sonra dede demiş ki:

-Mehlika seni çok seviyorum ama gitmem gerek. Şimdilik bu kadar yeter oynadığımız. Yarın

yine oynarız.

Dedesi gitmiş. Mehlika “Acaba dedemle görüşecek miyim?” demiş. Yarın olmuş. Yemek yemişler.

Bir bakmışlar lapa lapa kar yağıyor. Dedesi de gelmiş, kar oynamışlar. Dede demiş ki:

-Artık hep burada kalacağım Mehlika.

Mehlika çok sevinmiş. Yılbaşı gecesi babası da gelmiş. Geri sayım yapmışlar.

10,9,8,7,6,5,4,3,2,1! Artık 2021 yılındalardı ve çok mutlulardı. SON.

53


Sultan Kılıç

54

Yemyeşil Sincap ormanında yaz aylarının

son günleri yaşanmaktaymış. Sivri Diş de

dahil ormandaki tüm genç sincapları kışlık hazırlama

telaşı sarmış. Kendilerinden daha çok

kış görmüş büyüklerini izleyerek neler yapmaları

gerektiğini öğrenmeye çalışıyorlarmış.

Her sincap toplayabildiği kadar meşe palamudu,

ceviz, fındık topluyor, bunları da evlerindeki

kilerlerinde depoluyorlarmış. Kışın aç

kalma korkusundan bazı kötü niyetli sincaplar

komşularının yemeklerine göz dikebiliyor, onların

kilerlerinden binbir güçlükle topladıkları

ürünleri onlardan habersiz alabiliyormuş.

Sivri Diş’in de bu yıl ilk kışı olacakmış.

Heyecanından o kadar çok meşe palamudu

toplamış ki artık evinin kileri bu yiyecekleri

alamayacak duruma gelmiş. Sivri Diş’in bir

de Açık Göz adlı bir komşusu varmış. Açık

Göz, adından da anlaşılacağı üzere biraz

kurnaz ve meraklı bir sincapmış. Sivri Diş çalışırken

komşusu Açık Göz de büyük bir merak

ve dikkatle onu izliyormuş. Sivri Diş izlendi-


ğinin farkındaymış ama yapabileceği birşey

olmadığı için onun bakışları altında çalışmaya

devam ediyormuş. Onun bakışlarından rahatsız

olduğu için de kilerine sığmayan meşe

palamutlarını kimsenin bulamayacağı yerlere

gömmüş, aradığında rahatça bulabilmek için

sakladığı yerlerin üzerine de yaprak koymuş.

Beklenen kış günleri gelip çatmış. Toprağın

üzerini sapsarı yapraklardan sonra bembeyaz

kar örtüsü kaplamış. O yıl kış diğer yıllardan

daha sert geçmiş. Sincaplar hiç dışarı

çıkamamış. Hep depolarındaki yiyeceklerle

beslenmişler. Açık Göz de Sivri Diş de ilk kışları

olmasına rağmen kışı sorunsuz bir şekilde

geçirmeyi başarmışlar. Karlar erimeye, ilkbahar

güneşinin ılıklığıyla sincap ormanı tekrar

yeşermeye başlamış. Havaların ısınmasıyla

Sivri Diş’in aklına ilk gelen toprağın altına

sakladığı meşe palamutları olmuş. Hemen onları

kontrole gitmiş. Ama o da ne? Palamutları

işaret koyduğu yerlerde değillermiş. Her yer

bakmış ama yok, yok yokmuş! Onları toplamak

için ne kadar uğraştığı gelmiş aklına.

Çılgına dönmüş. Komşusu Açık Göz‘ün o çalışırken

onu nasıl da dikkatli izlediği gözünde

canlanıvermiş. Yoksa o mu aldı benim güzel

palamutlarımı, diye düşünmüş. Ağaçtan ağaca

sıçrayarak komşunun evine gitmiş.

Açık Göz’e: “Söyle bakalım meşe palamutlarım

nerede?” demiş. Zavallı sincap hiçbir

şeyden habersiz onun ne demek istediğini

anlamaya çalışıyormuş. “Ne bileyim komşum

neredeler, sonbaharda özenle saklayan sendin.”

demiş.

Sivri Diş de: “Yalan söylüyorsun, gözün

hep benim yiyeceklerimin üzerindeydi, sürekli

beni izliyordun, senden başkası almış

olamaz.” demiş.

Açık Göz: “Bana haksızlık ediyorsun, tamam

seni dikkatlice izledim ama inan kötü

bir niyetim yoktu. Sadece işini çok özenle

yapıyordun, sırf merakımdan izledim seni.

Beni haksız yere suçladığın için çok üzüldüm.

Kanıtın olmadan, gözünle görmeden böyle

bir konuda kimseyi suçlamaya hakkın yok.

Hem istersen palamutlarını bulmanda sana

yardım da edebilirim.” demiş.

Açık Göz suçsuzluğunu ispatlamak istiyor,

Sivri Diş ise palamutlarını bulmak istiyormuş.

Başlamışlar Sincap ormanında palamutları

aramaya. Sivri Diş aklındaki her yere tekrar

tekrar bakıyormuş ama yine yok, yine yok.

Tüm aramalarına rağmen palamutları bulamamışlar.

Onların bu telaşını uzaktan izleyen

ve onlardan daha yaşlı olan bir sincap dayanamayıp

ne aradıklarını sormuş. Sivri Diş

olanları tek tek anlatmış. Yaşlı komşu onu

dinledikten sonra bu acemi sincaplara gülmeden

edememiş. Onlar bu ihtiyarın neden

güldüğüne anlam veremeden şakın şaşkın

ona bakıyorlarmış. Kusuruma bakmayın genç

arkadaşlar demiş size gülmüyorum sadece

gençliğimde aynı hatayı ben de yapmıştım

onu hatırladım, demiş.

Yaşlı Sincap: “Bakın gençler bu bir çevre

döngüsüdür. Biz sincaplar her sonbaharda tohumları

kışın yiyebilmek için toplarız. Bazen

evimize bazen de toprağın altına saklarız.

Kışın yiyemediğimiz ya da yerlerini unuttuğumuz

bu tohumlar ilkbahar eriyen kar suları ve

ilkbahar yağmurlarının etkisiyle fidana dönüşür.

Bu unutkanlığımız aslında ormanımızın

daha da büyümesini sağlar. Bak görüyor musun,

palamutlarını sakladığın yerlerde küçük

meşe palamudu fidanları var.” demiş.

İki genç, acemi sincap bu tecrübeli komşularını

dinlerken ne kadar az şey bildiklerini

düşünüyorlarmış. Tabii Sivri Diş bir şey daha

düşünüyormuş. Açık Göz’den nasıl özür dileyeceğini.

Ona dönmüş ve “Sana çok büyük

haksızlık ettim lütfen beni bağışla.” demiş.

Açık Göz arkadaşının özrünü kabul etmiş.

Böylece iki komşu arasında sıkı bir dostluk

başlamış. Gökten üç meşe palamudu düşmüş.

Birisi bu iki arkadaşın başına, birisi bu masalı

dinleyenlere, birisi de kaybettiğini sandığı

anda daha çok şey kazananların başına!

55


KIRKTUĞ OKUMALARI

Ayşe Göksu

Elimize ilk aldığımızda adı yüzümüze bir

tokat gibi çarpan, Romantizmin en önemli

temsilcilerinden birisi olan Victor Hugo’nun

1829 yılında yayımlanan bu eseri bizlere

ölüm, idam ve adalet kavramlarını sorgulatmış

ve şartlar ne olursa olsun nefes aldığımız

her anının kıymetini gözler önüne sermiştir.

Batı’nın karanlık tarihinden izler sunan

Bir İdam Mahkumunun Son Günü okurken

bizlere, ölüme giden bir insanın çaresizliğini,

acınının ve hüznün tarif edilmez derinliğini

yaşatmıştır.

Edebi veya maddi kaygılar güdülerek

yazılmamış olan bu eser, esasında sisteme

bir başkaldırı niteliğinde olup, yazarın henüz

26 yaşındayken Grève Meydanı’nda şahit

olduğu olaylar neticesinde, insanlık onurunu

hiçe sayan uygulamalar karşısında vicdanının

sesini durduramadığından doğmuştur. Bu

yüzden de yazarın dönemin şartları ve baskı

ortamı düşünüldüğünde kitabın ilk baskısında

adına yer vermemesi keyfiyetten değil, zaruretten

kaynaklanmıştır.

56

Belki de yazarın kellesini koltuğunun

altına alıp bu eseri ortaya koyarken tek istediği

şey: artık dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir

meydanında insanların hayatlarının her ne

suç işlenirse işlensin karanlık bir ölüme terk

edilmemesi gerektiği olmuştur. Zaten yazılıştaki

temel maksat da idam cezasını zevkli

bir eğlence imiş gibi izleyen insan yığınlarını

eleştirmek, ayrıca idam cezasının trajik taraflarını

ortaya çıkarmak olmuştur.

Günümüzde halen idam konusu tartışılırken

ve halen “İdam geri gelsin!” diyen bir

güruh varlığını sürdürürken, Hugo bize çağlar

ötesinden, sesini duyurmayı başarabilmiştir.

Ortaya koymuş olduğu eseriyle bütün toplumlara

ve zamanlara hitap etmiş, hukuk ve adalet

kavramlarının önemini, idamın vahşetini

dile getirmiştir.

Kitap esasında üç bölümden oluşmuş ve

bizi, Hugo’nun idam hakkındaki görüşlerini

paylaştığı uzunca bir önsöz karşılamıştır.

Önsözde yer alan “Öfkeyle cezalandırılan

kötülük şefkatle tedavi edilecek.” ifadesi ile


yazar suçun aslında bir çeşit hastalık olduğunu

ve bu hastalığın ıslah edilebileceğini,

bunun için tek yolun idam olmadığını savunmuştur.

İdam cezasının sadece suçu işleyene

değil aynı zamanda kişinin ailesine de verildiği,

geride kalan ailenin toplumdan tecrit

edilerek kaderlerine terk edildiği bir sistem.

Geride kalan masum insanların hayatında kapanmaz

bir yara olarak kalacak, kiminin eşinin,

kiminin babasının kanıyla yıkanmış olan

bir meydan. Şüphesiz bu meydan uygarlığın

esamesinin dahi okunmadığı yer olsa gerek.

Hugo bu düzenin böyle gitmeyeceğini

muhakkak bir devrimin yaşanacağını öngörmüştür.

Ceza hukuku uzmanlarına, ceza

yasasının “İntikam almak için cezalandırmak

yerine iyiliğe yöneltmek ” şeklinde dönüşmesi

gerektiğini bu vahşetin ancak bu şekilde

durdurulabileceğini dile getirmiştir. Ve son

olarak ise “İntikam almak bireyseldir, cezalandırmak

ise Tanrı’nın işidir.” Diyerek konuya

ilişkin net bir tavır sergilemiştir.

Beraberinde kitabın 3. baskısında yer almış

olan Trajedi Hakkında Bir Komedi başlıklı

diyalog türündeki önsöz dikkat çekicidir. Bu

bölümde toplumun çeşitli kesimlerinden insanların

konuşturularak kitabın basıldığı dönemde

aldığı eleştirileri, insanların idamı nasıl

körü körüne savunduklarını ortaya konmuştur.

Kitabın 3. ve esas bölümü ise mahkumun

idama sürüklenişinin anlatıldığı bölümdür.

Burada adını tam olarak bilemediğimiz kahramanımızın

kâğıt kürek işlerinin tamamlanması

yaklaşık 6 hafta sürdüğünden, kendisine biçilmiş

olan bu 6 haftalık hayata, giyotine giden

yolda yaşadığı o korkunç sürece ve koskoca

bir toplumun koyun misali bu vahşete nasıl

seyirci kaldıklarına bir bedenin can verişi

karşısında adeta bir futbol maçı izlercesine

coşkulu oluşlarına anlam veremeyerek şahit

oluyoruz. Her dönemde vazgeçilmez bir

öneme sahip olan kitle hareketleri burada

da aşırılıklardan beslenmiş, hayatı boyunca

kendisine verilmeyen değer, mahkûmun son

gününde verilmiş ve adeta bir kral gibi karşılanmıştı.

Hatta yazarın ifadesiyle ”Ne kadar

sevilirse sevilsin bir kral bile böyle büyük bir

coşkuyla karşılanamazdı.” bu değerin bedeli

elbetteki ağır olmuştu insanlar ona şapkalarını

çıkartıp saygı duyarken kendisi ise kellesini

çıkartıyordu. Sebebi çok açıktı ortada sefil

yasalar ve bozuk bir adalet sistemi vardı.

İdam mahkumunun canı caydırıcılık niyetiyle

alınmamıştı, alınan bu canların suç oranlarını

düşürdüğü falan da yoktu. Belki de hâkimin

adalet terazisi o gün bozuk saat misali bir

kez doğruyu gösterseydi söz konusu idam

gerçekleşmeyebilirdi.

Grève Meydanı’nda “Her zamanki gibi:

Örnek olsun! ” denilen kaçıncı hayattı acaba?

Önsözde de bahsedildiği gibi: “Olayların

kaynağını binlerce fersah ötede aramak ve

caddenizi yıkayan suyun Nil’den geldiğini

varsaymak ilginç bir saplantıydı.” Malesef ki

bu eserin türlü benzerleri bu topraklarda da

yazılmış ve onulmaz acılar çekilmişti. Aradaki

tek fark meydanların adı olmuş, o can alıcı

mekanizmaya ise giyotin değil de darağacı

denmişti.

57


KAÇKARLAR

Foto Öykü

Feyza Nur Erdoğan

Kaçkarlar; Türkiye’nin kuzey kısmında yer

alan Doğu Karadeniz’i boylu boyunca saran

dağ sırasının adıdır. Kaçkarlar benim için ise,

kendimi bildim bileli hep gitmek istediğim fakat

kısmet dedikleri vaktin bu zaman olduğu

bir hayaldi. Hayallerimden birisini daha gerçekleştirmenin

verdiği mutlulukla bu yazıyı siz

okuyucularla paylaşıyorum. Öncelikle amacım

gitmek istediğiniz bir yer varsa bu yazı,

okurken size cesaret versin. Bu yazının diğer

amacıysa rotayı merak edenlere...

22 Temmuz 2020 tarihinde Rize’nin Pazar

ilçesinde bir grup arkadaş buluşup taksi

kiraladık. Eğrisu Yaylası’na 3 kilometre kala

bir yere kadar kiraldığımız taksi ile geldik.

Temmuz ayında Kaçkarlar yağışlı olurmuş

ilk deneyim olduğu için bilemedik. Kaçkarlar’da

yürümek için en ideal ayın Ağustos olduğunu

yerel halktan öğrendik. 2107 metre

yükseklikteki Eğrisu Yaylası’na varana kadar

ıslandık. Yaylada yardımsever bir yaylacının

58

barakasında ısındık ve geceyi orada geçirdik.

23 Temmuz’da sabah yola koyulduk. Yine

sisli ve yağmurlu hava eşliğinde Eğrisu Gölü’nde

mola vererek Ambar Gölü’ne kadar

devam ettik. Bu rota da epey zorladı bizi.

Ambar, diğer bir adıyla Balıklı Göl, Rize il sınırları

içerisindeki en büyük buzul göl. Eğrisu

Yaylası ve Ambar Gölü arası 4 km’lik rotayı

4 saatte bitirdik. Sisli bir havada olduğumuz

için çadırı rastgele düz bir alana kurduk.

Gece yıldızların eşliğinde Ambar Gölü’nü

görünce heyecanlandık.

24 Temmuz, güneşli bir sabaha göl kenarında

uyandığımızda ise Altıparmak Dağları’nın

eteğinde olduğumuzu farkettik. 2721

metre yükseklikteki buzul gölüne girip ardından

kahvaltı yaptıktan sonra yola koyulduk.

Önceden belirlediğimiz 2700 metre yükseklikteki

Dadala Pansiyona 1 saatlik sürede

vardık. Ambar Gölü – Dadala Pansiyon arası


2,78 km idi. Dadala’da 3 günlük yorgunluğu

atıp evimizde gibi dinlendik.

25 Temmuz, Dadala’ya yakın olan bir

diğer buzul gölü Kaçkar Gölü’ne yürüdük.

2781 metre yüksekliğindeki Kaçkar Gölü

1,69 kilometreydi. Bu minik rotayı dinlene

dinlene 1 saatte tamamladık. Kaçkar Gölü,

Rize il sınırları içindeki en derin buzul göl.

Kaçkar Gölü de bize bir gecelik ev sahipliği

yaptı. Kaçkar Gölü’ne vardığımızda saat

öğlen 12 civarındaydı. Bu rotamızda patika

yol bile vardı. Ufak zorluğu ise göle iniş

kısmı idi. Kaçkar Gölü’nde suya girerek,

Kaçkarlar’ın en derin gölünü deneyimlemiş

olduk. Sudan çıktık güneş bizi kuruttu, yemek

yaparken yağmur başladı, ardından çok kısa

bir süre dolu yağdı ardından da sis... Kaçkar

Gölü’nün yanında iken 4 mevsim yaşadık

diyebilirim. Sis bulutları manzarası ile güneşi

batırdık. Son güne kadar doğanın ev sahipleri

olan yırtıcı canlılardan hiçbirine rastlamadık.

Akşam üzeri Kaçkar Gölü etrafında yürüyüş

yaparken biraz ses yapmış olacağız ki yaşlı

bir kurt uzun uzun uluyarak bizi uyardı.

26 Temmuz sabahı çadırları toplar toplamaz

yola koyulduk. Dadala Pansiyon’da Hatice

Abla bize kahvaltı hazırlamıştı. Çayımızı

çorbamızı içip yola koyulduk, yolda bize

Hatice Abla eşlik etti. Kendisinin de yayladan

alacakları vardı. Gps kapattık çünkü en

iyi rehber yerel rehberdir. Dadala Pansiyon

- Avusor Yaylası arası 3,7 km’yi yürüdük.

Yolda yürürken kurutup çay yapmak için çiçek

topladım, o esnada kendimi Heidi gibi

hissettim. Bu arada telefon sadece Dadala

Pansiyon yakınlarında bir tepede ve Kaçkar

Gölü’nün tepesinde çekti. Avusor Yaylası’nda

biraz dinlendikten sonra 11 km yol yürüyerek

Ayder Yaylası’na geldik. Ayder’ de yöresel

yemeklerden (kuymak ve sütlaç) tattıktan sonra

pazar dolmuşuna binerek 4 günlük eşsiz

manzaralı Kaçkar gezimizi tekrar başka rotalarda

görüşmek üzere sonlandırdık. Bu kısa

ve keyifli rota umarım siz okurlara bir ilham

olur.

ROTADAN BANA KALANLAR

Yeri geldi ellerimdeki çamurla mücadele

ettim; tutunmak için toprağa, kayaya sıkı sıkı

dokundum. Yeri geldi akşamdan ördüğüm

saçlarımı papatyalarla süsledim. Sis, yağmur

derken ardından açan güneş gülümsetti yüzümü.

Yüksekten kendimi bildim bileli korktum.

Hep üstüne gittim, gideceğimde... Bu gezide

birçok uçurum kenarına yaklaştım, bazen sırf

uçurum kenarı boyunca yürüdük. Kendimi aştım.

Çıkamam yapamam demedim. Yapacağım

dedim. Yol çetin, yola çıkılanlar güzeldi.

Evet Kaçkarlar’da bir ekip halinde bir avuç

insan yürüdük ama çoğu zaman içsel bi yolculukta

gibiydim. O kadar başkalaşıyorsunuz

ki herkes normal hayatını rutin sıkıcılığı yaşarken

bi maceranın içine girip kendi hayatınız

için kendiniz için bir şeyler yaptığınızı hissetmeye

başlıyorsunuz. Başkalaştım; kendimi

daha çok sevdim. Dünya nimetlerinden uzak,

hayatta kalma, o günlük rotana ulaşma ve

mutlu son... Öyle anlat anlat olacak işler değil.

Eğer bir şeyler yapmaya cesaretin yoksa

veya bahanelerin ardına gizleniyorsan; bu

yazıyı okuyorsan, kendini bir daha sorgula.

Sence de kendini sevmek için, teşekkürler kendim

demek için bir şeyler yapmanın zamanı

gelmedi mi?

59


Ambar Gölü 2721m

60


61


62


3000M (ALTIPARMAK GÖRÜNTÜSÜ)

63


Dadala Pansiyon

64


65


66


67


2 0 1 7 - 2 0 1 8

B i z – Y e v g e n i y İ v a n o v i ç Z a m y a t i n

K ö r l ü k – J ó s e S a r a m a g o

B u B ö y l e d i r – M u s t a f a K u t l u

S a t r a n ç – S t e f a n Z w e i g

S o k a k t a / K ö s e K a d ı / U ç t a k i A d a m / G ö ç Z a m a n ı – B a h a e d d i n Ö z k i ş i

A m a t – İ h s a n O k t a y A n a r

D ö n ü ş ü m – F r a n z K a f k a

K ö p e k K a l b i – M i h a i l B u l g a k o v

M ü l k s ü z l e r – U r s u l a K . L e G u i n

2 0 1 8 - 2 0 1 9

S a a t l e r i A y a r l a m a E n s t i t ü s ü – A h m e t H a m d i T a n p ı n a r

A ç l ı k – K n u t H a m s u n

O b l o m o v – İ v a n G o n ç a r o v

C i ğ e r d e l e n – S a f i y e E r o l

E s i r Ş e h r i n İ n s a n l a r ı / E s i r Ş e h r i n M a h p u s u / Y o l A y r ı m ı – K e m a l T a h i r

B o z k ı r k u r d u – H e r m a n n H e s s e

R u h A d a m – H ü s e y i n N i h a l A t s ı z

Y e r a l t ı n d a n N o t l a r – F y o d o r M i h a y l o v i ç D o s t o y e v s k i

A y l a k A d a m – Y u s u f A t ı l g a n

G ü l ü n A d ı – U m b e r t o E c o

2 0 1 9 - 2 0 2 0

T u t u n a m a y a n l a r – O ğ u z A t a y

B ü l b ü l ü Ö l d ü r m e k - H a r p e r L e e

S a n c ı - E m i n e I ş ı n s u

T a t a r Ç ö l ü – D i n o B u z z a t i

A n a h t a r / K i l i t – M u s t a f a N e c a t i S e p e t ç i o ğ l u

S i n e k l e r i n T a n r ı s ı – W i l l i a m G o l d i n g

V e b a – A l b e r t C a m u s

M a t m a z e l N o r a l i y a ' n ı n K o l t u ğ u – P e y a m i S a f a

G a z a p Ü z ü m l e r i – J o h n S t e i n b e c k

İ s i m l e A t e ş A r a s ı n d a – N a z a n B e k i r o ğ l u

B i r İ d a m M a h k u m u n u n S o n G ü n ü – V i c t o r H u g o

2 0 2 0 - 2 0 2 1

B e n i K ö r K u y u l a r d a – H a s a n A l i T o p t a ş

G ü n d e n K a l a n l a r – K a z u o İ s h i g u r o

S o d o m v e G o m o r e - Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u

D r i n a K ö p r ü s ü - I v o A n d r i ç

68

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!