15.07.2021 Views

Prizma 14-15

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Interkulturell

Samhällsmagasin på turkiska

PRIZMA

2004 Nr 14-15

10 000

exemplar

Kärlekens Triumf

Aşkın Zaferi

Göçmen kızın fendi dazlağı yendi!


Bästa svensklektionen:

– tüm kadinlarin dergisi

Bara

29:50

Amelia Adamo

İşte sizin seyahat acenteniz

Resecentrum i City AB

Sveavägen 39 .111 34 Stockholm

Telefon: 08-22 22 90 . Fax: 08-22 44 90

Postgiro: 56 32 94 - 8 . Bankgiro: 5670-3671

e-mail: info@resecentrum.se

Internet: www.resecentrum.se

www.dinler.com

Dinler Hotel Ürgüp ****

Telefon: +90 (0) 384 341 3030

Dinler Hotel Alanya ****

Telefon +90 (0) 242 526 2094

HOŞGELDİNİZ!

İsveç Radyosu Türkçe Yayınları

Merhaba’nın yayın saatleri

Salı 10.00 - 10.45

Cumartesi 17.35 - 18.00

Pazar 11.15 - 12.00 (Sadece Stockholm’e)

Yayınlar Stockholm ve çevresinde

P6 89,6 Mhz’den, İsveç’in diğer bölgelerinde ise

P2 96,2 Mhz’den dinlenebilir

İnternet üzerinden dinlemek için:

http://www.sr.se’den

önce ‘‘SR İnternational’’ı ardından ‘‘Türkçe’’yi

ve sonra ‘‘Dinle’’yi tıklayın

e-mail: merhaba@p6.sr.se

Tel: 08-784 59 41 - 4

Fax: 08-661 05 87


Efter många år i Sverige har författaren och poeten Hamdi

Özyurt har besökt sin by i Mus i Östra Turkiet. Han skriver

om sina nostalgiska känslor i en lyrisk berättelse om sin

by. Av Hamdi Özyurt. sid. 5

Ihsan Aydin är en känd målare. Hans konst med rötter i

Anatolien ger frukt i Sverige. Aydin är född och uppvuxen

i Istanbul men lever sedan 1953 i Sverige. En artikel om

hans konst och konstnärskap.

Av Muammer Özer sid. 6-7

Gürhan Uckan, turkisk författare, poet, forskare,

översättare, fotograf och journalist. Han har bidragit

till svensk och turkisk litteratur genom sina verk och

översättningar på turkiska och svenska.

Av Hamdi Özyurt . sid. 8-9

Den sista intervjun med Rasin Örsan innan han avled.

Örsan var turkisk arkitekt och författare och bodde sedan

1948 i Sverige. Han avled år 2002.

Av Rohat Alakom sid. 10-12

Föreningsliv sid. 13

Människans största hinder i livet är hon själv. Hur ska

man befria sig från sina begränsningar och fördomar?

Av Nil Gün sid. 14

Dikter av Ali Akis. sid.14

De lagom intellektuellas paradis. En kritisk analys av den

österländska mentaliteten. Av Zülfü Livanelli. sid. 15

Dikt av Baris Bicici sid. 15

PRİZMA

Prizma är fackligt, partipolitisk och religiöst

obunden tidning - Utgiven av Dilek Yaras

Ansvarig utgivare & Chefredaktör: Dilek Yaras

Grafisk formgivning: Produktion

Fotograf&redaktör: Muammer Özer

Medverkande i detta nummer: Hamdi Özyurt, Nil

Gün, Zülfü Livanelli, Rohat Alakom, Suat Mateqi, Hasan

Üstün, Orhan Sunar, Nuri Arslan, Ali Akış, Barış Biçici.

Prizma

Box 44067, 100 73 Stockholm

prizma@chello.se

Tel & fax

08 -18 40 69

INNEHÅLL

Kärlekens triumf. Den svensk-turkiske regissören Muammer

Özer har spelat in sin femte långfilm i Stockholm.

Filmen handlar om ungdomars identitetssökande i en kaotisk

miljö och om skinnskallen Mats och den svenskfödda

invandrarflickan Ekins kärlek. Kända svenska och invandrade

skådespelare spelar huvudrollerna. sid. 16-18

Novel om en ung turkisk man som lever i Stockholm.

Av Orhan Sunar. sid. 19

En ung flykting berättar om sina känslor, upplevelser

och livet i ett flyktingläger i Göteborgstrakten. Av Suat

Mateqi. sid. 20-21

Barbariska turkar. Om fördomar och fientliga attityder

mot turkar i Sverige och i andra europeiska länder i ett

historiskt perspektiv. Av Muammer Özer. sid. 22

Krönika om Knutbymordet Av Osman iIkiz. sid. 23

Om rökning. Det är inte längre trendigt att röka. Nuförtiden

är det häftigare att inte röka, åtminstone i Sverige. Artikel

om Folkhälsoinstitutets ”sluta röka kampanj”. sid. 24-25

Hälsosidan- Diabetes Mellitus av Hasan Ustun Sid. 26

Om två intressanta seminarier på Gotland där svenska

och turkiska experter diskuterade barnens kreativitet och

öarnas roll i folksagorna. Av Hamdi Özyurt. sid.27

Bokrecensioner. sid.28-29

Korta nyheter från det svenska och det turkiska samhället.

sid.30

Läsarbrev. sid. 31

Vi konkurrerar inte,

vi kompletterar

PRİZMA

Sveriges enda

samhällsmagasin på turkiska

10 000 exemplar

8 tusen ex direkt i brevlådan

Prizma når

turkar, kurder, assyrier som kommer från

Turkiet samt turkar som kommer från

Tryck

t.ex. Irak, Iran, Bulgarien, Makedonien...

Annonsering i Prizma är ett mycket

lönsamt komplement i er annonsering.

PRİZMA/14-15 3


Korkularla nereye kadar

Dilek Yaraş yaşanabilir ki?

Dünyanın gidişine bakınca durum hiç de iç acıcı

görünmüyor. İnsanlar, -insan denebilirse tabikoyun

boğazlar gibi birbirlerini boğazlayıp

duruyorlar.

Amerika’daki ikiz kulelere yapılan saldırı. Ardından

Amerika’nın fırsatı değerlendirip Irak’ı işgal etmesi ve

böylelikle Orta Doğu’da kimbilir nereye kadar sürecek

olan yaygın bir savaşın pimini çekmesi. Onun ardından

bizim anayurdumuzu da vuran terörist saldırılar. En son

İspanya...Ve bunları milyonlarca insanın kutsal kabul

ettiği kavramları kullanarak yapan yaratıklar...

Sadece yukarıda saydığım küresel olaylarla sınırlı

değil olumsuzluklar, toplumun her kesiminde görülen

bireysel şiddet en az küresel şiddet kadar etkiliyor

yaşamımızı. Sıradan insanların çılgınlıklarından söz ediyorum

burada: Burnumuzun dibinde, üç beş kuruş için

saldırıya uğrayan, öldürülen yaşlılar. Sapıkça zevkler

uğruna katledilen gençler, çocuklar.

İsveç’inki dahil kokuşan ve dolayısıyla çöken ya da

çökmek üzere olan sistemler. Sistemlerin çöküş sürecinin

bir yansıması olarak kaybolmaya yüz tutan insani

değerler.

İnsan bütün bunları düşününce ürperiyor. Üstelik

korkular sadece bunlarla da bitmiyor, eğer çok gamsız

bir yapıya sahip değilseniz irili ufaklı birçok korkunun

esiri olmamanın imkanı yok neredeyse. İstersek bizi gün

boyu dingildetecek, uykularımızı ve en sonunda aklımızı

kaçırtacak kadar sebep bulabiliriz korkmak için.

Ama, korkularla nereye kadar yaşanabilir ki? Yaşansa

da bu nasıl bir hayat olur? Korkuların güdümüne girmeyi

kabul edersek eğer yaşamaktan da vazgeçmemiz

gerekiyor. Bu da yetmez, sevdiklerimizin hayatını

da sınırlamamız kaçınılmaz olur. Kısacası hayatı

durdurmak ya da yaşamak denen sevinci sıradan bir

varoluşa indirgemek zorunda kalırız.

Danimarkalı filozof Soren Kierkegard’ın dediği gibi:

Hayatta en büyük risk risk almamaktır.

Yaşadığımız günlerse, bize hayatın bir risk alma projesi

olduğunu gözümüze sokarcasına anlatan günler.

Yaşamaktan korkmak asla bir çözüm olamaz elbette.

Ölümü engelleyeceğiz diye ölmek kadar saçma korkulara

esir olmak. Eskiler ’’korkunun ecele faydası yok’’ diye

boşuna dememişler sanırım.

İnadına ve dolu dolu yaşamamız gerek bu hayatı.

Nerede mutluysak orada. Nasıl mutluysak öyle.

Mutluluğumuzu çevremize yansıtarak, uzak yakın herkesle

paylaşarak. Mutsuzluk ve korku gibi, mutluluk ve

cesaret de bulaşıcıdır.

Hayatı saran bütün olumsuzluklara karşı bilinçli

ve kararlı bir biçimde bütün iyi değerlerimizi ortaya

çıkarmalı ve olabildiğince çok kişiyle paylaşmalıyız

bunları.

Dünyanın tümünü değişteremeyiz bir başımıza, ama

kendi bulunduğumuz noktayı etkileme gücüne sahibiz

pekala.

Çizgiler noktalardan oluşmuyor muydu sahi?

Bütün okuyucularımıza yürek dolusu mutluluk ve cesaret

diliyorum. Umutlarınızın asla kaybolmaması dileğiyle

bir dahaki Prizma’da buluşana kadar hoşçakalın.

Dilek

NOT: Siz Sevgili Prizma okuyucularına benim ve dergiye

emeği geçen çalışma arkadaşlarım adına teşekkür etmeliyim

yine. Bildiğiniz gibi oldukça uzun bir süre ara verdik

yayınımıza. Ama sizler, Prizma’nın nasılsa çıkacağına olan

güvencinizle, bize bu süre içinde gerek telefonlarınızla

gerekse mektuplarınızla her zaman olduğu gibi büyük

moral ve güç verdiniz. Umarız bu sayımızı da beğenirsiniz.

Sizlere olanaklarımız dahilinde elimizden gelen en kaliteli

dergiyi sunmaya çalıştık yine.

Sırça bir mektuptu kalbim. Hamdi Özyurt. 5

Ressam İhsan Aydın - Kökleri Anadolu’da meyveleri

İsveç’te. Muammer Özer. 6-7

Yazar Gürhan Uçkan - O bir edebiyat fedaisi.

Hamdi Özyurt. 8-9

Yazar Rasim Örsan - Dolu dolu geçen bir hayat.

Rohat Alakom. 10-12

Atatürkçü Düşünce Derneği. 13

Sınırlardan özgürleşmek. Nil Gün. 14

İÇİNDEKİLER

Şiirler. Ali Akış. 14 Barış Biçici. 15

Orta zekalılar cenneti. Zülfü Livanelli. 15

4 PRİZMA/14-15

Aşkın zaferi-sinema filmi çekimleri. 16 -18

Stockholm portreleri. Orhan Sunar. 19

Mülteci oğlu mülteci. Suat Mateqi. 20 - 21

Barbar Türkler. Muammer Özer. 22

Papaz, papazı buldu. Osman İkiz. 23

Sigarasız hayat ohhh ne rahat. 24 - 25

Şeker hastalığı. Dr. Hasan Üstün. 26

Visby etkinlikleri. Hamdi Özyurt. 27

Kitap tanıtımları. 28-29

Kısa haberler. 30

Okuyucu mektupları. 31


SIRÇA BİR

MEKTUPTU

KALBİM

Hamdi Özyurt

Defterimden hiç silmedim Muş’u. Çocukluğumun

kenti; yoksul, sıcak, sevecen insanların yurdu;

beni ben eden buğdayın, suyun doğduğu

toprak; içinde ağladığım, içinde güldüğüm

şehir… Rüyalarıma girdi, benliğimde yaşadı yıllarca. Gitmek

isteyip de gidemediğim, hasretini çektiğim Muş’u

ancak yirmi yıl sonra yeniden görme olanağım oldu.

Eski yakışıklılardan Naif Ağbi, bizi istasyonda ağırladı.

Onu bıraktığımda pembe yanaklı, gömleğinin bağrı açık,

yirmi beş yaşlarında bir delikanlıydı. Yıllar üst üste

buğular bindirmiş Naif Ağbi’nin gözlerine, bir daha kalkmayacak

karlar yağmış saçlarına.

Misafir söz konusu olunca, elmayla at gözünde birdir

Muş insanının. Varını yoğunu bir cevize sığdırıp bize

sunmaya hazırdı Bakkal Şebap. Aklımda kalan isimleri

sordum ona. Kavaz Dayı, Saraye Bibi, Kekil Kirve, Memedi,

Şazi… Birçoğu hayatta değildi artık. Herbiri bir

şekilde teslim olmuş: Kanser, kan davası, savaş; olur olmaz

araçlara binip saçma sapan kazalarda ölenler…

Doğduğum eve götürdüler bizi. Yarısı yıkılmış, yarısı

ayaktaydı. Bahçesi, boşa harcanan emek gibi yok olmuştu.

Karımla kızım bir yanımda, bir yanımda meraklı birkaç

kadın, hiçbiri görmüyordu benim gördüklerimi. Kanı

çekilmiş bir ölü gibi donmuştu zaman. Anılar, buzdan

heykeller gibi serpilmişti her yana. Daha babamın çaktığı

çivi duruyordu duvarda, annem çıkacakmış gibi aralıydı

kapı. Yıllar önce uçurduğum kumru başını uzattı çatıdan...

Postaya atsam kırılacak sırça bir mektuptu kalbim.

Muş’un yolu yokuştur, bilirsiniz. Bu tatlı yokuşu bir

kuş gibi yorulmadan inersiniz. İnişten bir santim bile

daha uzun değil, ama çık çık bir türlü bitmez yokuş.

Güneş dağların ardına başka türlü düşer Muş’ta. Sonra

firar ateşleri yanar, bağ evleri sanırsınız uzaktan. Sonra

yuvasına döner kurtkuş. Akşamları, anlatılması güç bir

keder konaklar kerpiç evlerde; kavaklarda, soğuk sularda.

Akşamları Muş’ta, başa tütün gibi vurur sevda.

Fidan isminde bir kız sevmiştim Baraka Mahallesi’nde.

Daha orta okuldaydık o zamanlar, ikimiz bir ayardaydık.

Yüzü ayın yüzü, gülün yüzü, sevincin yüzüydü. İki ucu

Fidan kokardı oturduğu sokağın. Cumbadaki sardunya,

pembe ortanca, ikindi ufuklarının şarabi hali… Her şey

Fidan gibiydi, her şey Fidan’dı sanki. Ben kapıdan geçerken

o cama çıkardı, perdeler aralanmasa canım çıkardı.

Baraka Mahallesi’ne yalnız gittim. Başka çöpler, başka

kediler, başka serseriler... Evleri yoktu yerinde, yeni binalar

yapılmıştı her tarafa. Sorsam tanıyan bulunur mu

acaba? Hikmeti Huda’ydı sanki, vurdu bir yaz yağmuru.

Eskisi gibi koktu toprak. Yıllar sonra yeniden tutuştu

içimde aynı orman. Fidan’ı nasıl bulsam, Fidan’ı nasıl

bulsam?!. Karım ve kızım beni bekliyorlardı amcamlarda,

öğle yemeği yiyecektik birlikte; karnım açtı. Kaç gün

aç kalsam daha incelirim aşktan?!.

Kendi kendimi doğurur gibi bir acı çektim memleketimi

gezerken. Yirmi yılda gelişme adına bir şey yok

Muş’ta. En büyük banknot on milyon lira, çocuk harçlığı

kadar değeri var, ama kimsede yok. Banka önlerinda para

kaptırmış mudiler bekliyordu, kahvelerde işsizler. Yüzleri

bir küf yeşili, bir mum sarısı. Dilenciler tutmuştu

kaldırımları. Demek ki şaklabanlıktan başka bir şey

değilmiş bu ülkede politika.

Hayat, en inandırıcı yalan, neler neler yaşatıyor insana!

Bir düşün içinden geçer gibi geçtik eski çarşıdan, Kale

Mahallesi’nde bize türkü söyledi on yaşında bir çocuk,

şeker fabrikasında üç gece yattık.

Ağlayarak ayrıldık Muş’tan

Doğduğum eve götürdüler

bizi. Yarısı yıkılmış, yarısı

ayaktaydı. Bahçesi, boşa harcanan

emek gibi yok olmuştu.

Kanı çekilmiş bir ölü gibi

donmuştu zaman.

Anılar, buzdan heykeller gibi

serpilmişti her yana.

Daha babamın çaktığı çivi

duruyordu duvarda, annem

çıkacakmış gibi aralıydı

kapı. Yıllar önce uçurduğum

kumru başını uzattı çatıdan...

Postaya atsam kırılacak sırça

bir mektuptu kalbim.


Kökleri

Anadolu’da

meyveleri

İsveç’te

İhsan Aydın

İhsan Aydın Türkiye’de başlayıp İsveç’te

sürdürdüğü ressamlık hayatı boyunca

sayısını hatırlamadığı irili ufaklı yüzlerce

tablo yapmış. 1956 yılından başlayarak

günümüze kadar birçok yerde sergiler

açarak yada sergilere katılarak yapıtlarını

sanatseverlere ulaştırıp, Türkiye’yi ve

Türkleri İsveç’te en iyi şekilde tanıtmış

Türk sanat elçilerimizden biri.

6

Muammer Özer

İstanbul Büyükdere’de 1926 yılında doğup, Yeşilköy’de

fakir bir ailenin çocuğu olarak büyüyen İhsan Aydın,

sekiz yaşındayken babasını yitirir. Bir arkadaşının

ısrarlarını kıramayıp, gece boğazda balığa çıkan babası

bir daha geri dönmez. Öksüz kalan İhsanı şoförlük yapan

ağabeyi büyütür. Lise yıllarının ardından Güzel Sanatlar

Akademisine devam eder Aydın. Akademiden mezun

olduktan sonra da 1950 yılında burslu olarak Fransaya

gider ve önemli Fransız ressamların atölyelerinde pratik

yapar. Daha sonra gezmek için geldiği Kuzeyde güzel

kızları görünce 1953 yılında İsveç’e takılıp kalır. 1959 da

halen evli bulunduğu Hollanda kökenli eşi Ann ile tanışır

ve evlenirler. Perihan ve Teoman adında iki çocukları

olur. İhsan Aydın gençlik yıllarında başladığı ressamlığı

İsveç’te de sürdürür, ressamlığının yanı sıra resim hocalığı

da yapar.

İhsan Aydın, her göçmen kökenli sanatçı gibi kökleri

yurdunda, gövdesi ve dalları İsveçte meyva veren

değerli bir sanatçımız. Çocuk yaşta çok sevdiği babasını

yitiren, genç yaşta yurdundan kilometrelerce uzaklarda

göçmenliğe mahkum olan sanatçının eserleri çocukluğunu,

babasını, yurdunu, yani yitirilmiş güzellikleri ve

özlemlerini yansıtır. Resimlerinde denize gidip de geri

dönmeyen babasını bekleyen çocukluğunu çizerek çok

sevdiği babasına ve yitirilmiş çocukluğuna olan özlemini

duyarlı bir biçimde dile getirir.

PRİZMA/14-15

İhsan Aydın resmin yanısıra müzikle de yakından

ilgileniyor ve İrfan Sümer’in yönetimindeki Türk Klasik

Müzik korosuyla seyirci karşısına da çıkıyor.

İhsan Aydın büyük Türk şairi Nazım Hikmet ile 1958’de

Stockholm barış kongresi sırasında tanışıp, kısa süreli de

olsa arkadaşlık kurma olanağını bulmuş ve şairi evinde

ağırlamıştır.

İlerici, insancıl yapısı nedeniyle savaşa, ırkçılığa,

faşizme, sömürü ve haksızlıklara karşı yapılan hertürlü

gösteri ve yürüyüşlerde İhsan Aydın mutlaka vardır.

Mevlananın: Gel, gel; ne olursan ol yine gel / Kâfir,

putperest, mecusi olsan da, yine gel / Bizim dergâhımız

ümitsizlik dergâhı değildir / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan

da yine gel; dizeleri onun yaşam felsefesidir. İnsanlara

sevgi ile yaklaşıp dostluk bağları kuran, kimsenin kalbini

kırmayan, kötülük ve dedikodu yapmayan ender rastlanan

insanlardan biridir o.

İhsan Aydın’ın alçak gönüllülüğü, içtenliği, insan

sevgisi, umudu ve politik bilinci tüm yapıtlarına

damgasını vurmuştur. Onun yapıtları da, onun dostça ve

içten gülümsemesi gibi içinizi ısıtır, beyninizi eyleme

geçirip, düşünmeye yöneltir sizi. Yumuşak, yuvarlak

çizgileri, zaman zaman hüznü zaman zaman da umudu

vurgulayan ışık ve renk kullanımı ile resimlernde zengin

Anadolu klasik kültür ve sanat geleneğini sürdürdüğünü

görürüz. Anadolu kültürüyle beslenen köklerinden ürettiği


ürünlerinde Andolu’nun kokusunu hisseder, zengin

renk ve çizgilerini görürsünüz. Eserlerinde çoğunlukla

Anadolu insanını ve göçü anlatan Aydın emeği ve

emekçiyi yüceltir.

İhsan Aydın, sanatçı sorumluluğunun bilincinde olarak,

sanatı sanat için değil de insan için üretenlerdendir.

Resimleri geldiği sınıftan yana, ezilen, sömürülen sıradan

insanları ve toplumsal olayları anlatır. Resimlerindeki

içerik biçim kadar önemlidir ve bu ikisi ayrılmaz bir

ikili olarak uyum içinde birbirini tamamlar. İnsanı,

snıfsal yapısından, emekten, olaylardan ve duygulardan

soyutlamadan çizer. Tüm resimleri insandaki ve doğadaki

güzelliğin arayışıdır aslında. Onun resimlerinde renklerin

ve çizgilerin oluşturduğu bir güzellik, sevgi, umut,

başkaldırı, kısacası hayatın kendisi vardır.

‘’İsveç’te sanatçı olarak yaşamak çok zor, göçmen

kökenli sanatçılar için daha da zor. Sanatçılara karşı

ayrımcılık ve dışlama var. Ellili, altmışlı yıllarda durum

daha da kötüydü. İsveç Sanatçılar Federasyonu yetmişli

yıllara kadar göçmen kökenli santçılara kapalıydı. Şu

anda üyesi olduğum İsveç Santçılar Kulübü ise kapılarını

göçmen kökenli santçılara daha on yıl önce açtı.

Türkiye’ye sık sık gidemiyorum, ama resim atölyemde

çalışırken sürekli Türk müziği dinliyorum. Türkiye

özlemimi müzikle hafifletiyorum. Türkiye ve dünyadaki

olaylarla yakından ilgileniyorum, beni çok derinden

etkileyen ve ilham veren olayların da resmini yapıyorum’’

diyor İhsan Aydın.

Yıllarca bıkmadan, usanmadan, zengin içerikli yüzlerce

sanat eseri yaratan İhsan Aydın, 78 yaşına rağmen genç

bir delikanlı gibi içindeki yaratma gücü ve sanatçı ateşiyle

evinin giriş katındaki atelyesinde yeni resimler üreterek

çağına tanıklık etmeyi sürdürüyor

İhsan Aydın, her göçmen kökenli sanatçı gibi

kökleri yurdunda, gövdesi ve dalları İsveçte meyva

veren değerli bir sanatçımız. Çocuk yaşta çok

sevdiği babasını yitiren, genç yaşta yurdundan

kilometrelerce uzaklarda göçmenliğe mahkum olan

sanatçının eserleri çocukluğunu, babasını, yurdunu,

yani yitirilmiş güzellikleri ve özlemlerini yansıtır.

Sanatçı’nın eserlerini

21 Mart - 25 Nisan tarihleri arasında

Galleriet, Fittja gård’da görebilirsiniz.

T-bana: Norsborg.

1959 da halen

evli bulunduğu

Hollanda kökenli

eşi Ann ile tanışır

ve evlenirler.

Perihan ve

Teoman adında

iki çocukları olur.

İhsan Aydın

gençlik yıllarında

başladığı

ressamlığı

İsveç’te de

sürdürür,

ressamlığının

yanı sıra resim

hocalığı da yapar.

İhsan Aydın, eşi Ann, kızı Perihan, damadı Cergio ve torunları Max ve Emil

PRİZMA/14-15 7


8

O BİR EDEBİYAT FEDAİSİ

Hamdi Özyurt

Kendinden söz etmeyi sevmiyor o. Yapıtlarını

konuşturmayı yeğliyor. Üzerine titriyor basılı her

neşriyatın. Baskıdan yeni çıkmış kitap kokusuna

tutkun. Ha taze somun, ha yeni kitap... O kokuyu bilen

bilir. Bilen, sezen, hisseden bir insan o. Bir edebiyatçı,

bir edebiyat fedaisi. Çalışan her bireyi cenderede tutan iş

stresi, insanı geren kent yaşamı, dünyanın gailesi... Hiçbir

şey onu, onlarca ürüne imzasını atmaktan alıkoyamamış.

Şiir, öykü, roman, deneme, araştırma; gazetecilik,

fotoğrafçılık... Kanında sanat oranı oldukça yüksek onun.

Salt entelektüel değil, biyolojik olarak da kültür adamı;

doğuştan sanatçı, edebiyatçı Gürhan Ağbi; Gürhan

Uçkan. Doğuştan edebiyatçı olmayan biri, dünyanın

hiçbir ülkesinde kitap yazarak geçinen yazar sayısı iki

elin parmaklarını geçmezken, onca cefaya, zahmete katlanmaz.

Doğuştan edebiyatçı olmayan biri, sokaktaki

insanların bile sözcükleri yanlış kullanmasını kendine dert

edinmez; dilin, edebiyatın fedailiğini yapmaz, yapamaz.

Şu hacme bir bakın: 13 özgün eser, 13 çeviri olmak üzere

toplam 26 kitap. Kurduğu “Yarın Yayınları Stockholm”

isimli yayınevinde, bir bardak çayın, iki tatlı sözün hatırına

şairlerin, yazarların tam 29 dosyasını kitaplaştırıyor.

Bunlardan çoğu ilk kitap ve yazarlar tercihen kadın. Ayrıca

Türkiye’de ve İsveç’te fotoğraf sergileri, Ankara’da

öykü günleri, Cumhuriyet Gazetesi’ne Stockholm’den

yazılan “pazar yazıları”, ürünlerle desteklenen edebiyat

dergileri... Gürhan Uçkan, oturup bir fincan kahve içmeye

nasıl zaman buluyor, merak ediyor insan.

Hani biz hep insanların vefasızlığından şikayet

ederiz ya, her zaman öyle olmuyor tabii. 1997 yılında

Hacı Bektaş-i Veli şenliğinde öykü büyük ödülünü ona

verdiler. Natur och Kultur/İsveç Akademisi, 2002 yılının

çevirmeni olarak Gürhan Uçkan’ı seçti; çok iyi etti.

Gürhan Uçkan, ODTÜ İdari İlimler Fakültesi, İşletme

bölümünden 1971 yılında mezun oldu. Bir ara, Keçiören

Lisesi’nde İngilizce öğretmenliği yaptı. İsveç’e, haziran

1972 tarihinde trenle geldi. Upsala ve Stockholm

Üniversiteleri’nden, lisansüstü öğrenim için aldığı

“akseptans” vardı. O zamanki Stigberget Hastanesi’nde

hemen bir “öğrenci işi” edindi. Sonbaharda Stockholm

Üniversitesi’ne kayıt yaptırdı, ama o sıralar yalnızca

master olanağı yoktu, 4-5 yıllık doktora eğitimine yazılma

zorunluluğu vardı. Burslu değildi, çalışarak okumayı

düşünüyordu, ama üniversite programı ona hiç çekici

gelmemişti. Örneğin ona, o zamanlar apartheid rejimi

altında inlemekte olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nin

“ekonomi mucizisini” araştırması önerilmişti.

Doktora programına girmedi. İsveççe sınavını dışarıdan

verdi. Bir yıl sonra ilerici dergilere yazmaya başladı.

1974-76 yılları arası, Cumhuriyet’te yirmiye yakın yazısı

çıktı. Daha sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’ni araştırdı,

ama mucize olarak değil, sömürücü Batı’nın yüzkarası,

bir insanlık suçu olarak.

PRİZMA/14-15

Ben, Gürhan Uçkan’la yüz yüze hiç görüşmedim;

ama resimlerini gördüm, sesini işittim, şiirlerini

okudum. Şiirlerini, öykülerini okuyanlardan çok güzel

şeyler duydum. 97 yılında Visby’de bir mizah dergisi

çıkarıyordum. Aslında dergi değil de, fanzin demek daha

doğru olur. Adreslerini İsveç Yazarlar Sendikası’nın yazar

kataloğundan bulup fanzin yolladığım sekiz-on kişiden

biri de Gürhan Uçkan’dı. O da bana “Mutlu Kadınlar”

isimli şiir kitabını yolladı. Bir çırpıda okuyup bitirdiğim

kitapta karşılaştığım duyarlık bana o kadar yakın, o kadar

ortak geldi ki. Onun şiirlerinde damıtılmış bir hüzün,

ağırbaşlı bir keder var. Şu dizelerdeki inceliğe bakın:

“Siz geç kaldınız aslında/ biliyor musunuz/ hem de çok

geç kaldınız/ nereden bakarsanız bakın/ yanlış şafaklarda

uyandınız.” Geç kalmalara hayıflanırken bile paniğe

kapılmıyor Gürhan Uçkan, kırıp dökmüyor.

Bundan birkaç yıl önce İstanbul’da, bir bayan arkadaş

durup dururken, “Gürhan Uçkan’ın “Mutlu Kadınlar”

isimli şiir kitabını okudum, beni en çok etkileyen şiir

kitaplarından biriydi” dedi. Aynı bayan arkadaş, benim

şiirlerimi de okumuştu, biraz kıskandım.

Gürhan Uçkan, dili doğru kullanmaya özen gösteren

bir yazar. Türkçe yazım kurallarında son yıllarda yapılan

değişiklikleri olduğu gibi kabul etmek istemiyor. Özellikle

“â” nın üzerindeki inceltme işaretinin atılmasından

şikayetçi. Bunun, anlamda bozulmalara yol açtığını

söylüyor. Türkçedeki Arapça ve Farsça sözcükleri

kullanmamaya özen gösteriyor. Tabii bunu yaparken,

Türkçeyle kaynaşmış sözcüklere sözü yok. Ona göre

sanat, bir anlamda iç dünyayı dışa vurma eylemidir.

Sanat dalları ise farklı ifade yollarıdır. Kimisi kamerayla

yapar bunu, kimisi notalarla, kimisi resimle, kimisi de

yazıyla. O, İsveç’te daha rahat yazıyor, ama ürünlerinin

ipuçlarını Türkiye’den alıyor. Türkiye’de, yurt dışından

yazan yazarların ürünlerini “göçmen edebiyatı” olarak

adlandıran önyargılı bir yaklaşımın bulunduğunu

düşünüyor. Olgun yaşta yurt dışına çıkan ve yurt dışında

yazı yazan insanların, kendi durumlarını bir renk olarak

değerlendireceklerine,hemen “memleket hasreti”,

“geride bırakılanlar” gibi tipik konulara eğilmelerini, bu

tür önyargıları doğurup besleyen nedenler olarak görüyor.

İsveç’te ise sorun başka; renkliliğinden faydalanmak

yerine, İsveç’e göç eden yazardan İsveçliye öykünmesi

bekleniyor.

Gürhan Uçkan’ın, “Aşkın Yedinci Yüzü” isimli romanının

İsveççesi de bugünlerde yayınlanacak. Roman,

benim de içinde yaşadığım Visby’de başlayıp Visby’de

bitiyor. Bu roman, “Küreselleşen ve azgınca özelleştirilen

dünyada mutlu olmak var mı?” sorusunu da irdeleyen bir

aşk romanı.

Yakında “Gecikme” adlı yeni bir şiir toplamı çıkıyor

Gürhan Uçkan’ın. Bodil Malmsten’in, “Finistere’de Suyun

Fiyatı” adlı romanının çevirisi ve Tomas Tranströmer’ den


yaptığı “İzmir Saat Üç” isimli seçki, yayınlanmak üzere

Ankara’da bir yayınevinde şu an. Bunlar, Malmsten ve

Tranströmer’in Türkçede ikinci kitapları olacak.

Daha önce 2001 ve 2003 tarihlerinde Ankara’da açılan

Gürhan Uçkan’ın fotoğraf sergileri, bu kez İstanbul’da,

önümüzdeki haziran ayında açılacak. “Stockholm:

Fotoğraflar ve Çağrışımlar” adlı sergiyi gezenler

Stockholm’ü, Gürhan Uçkan’ın gözüyle ve onda yarattığı

edebi çağrışımlarla izleyecekler.

Gürhan Uçkan ortalıkta fazla dolaşan bir yazar değil.

Arada bir görüştüğü iki arkadaşı var. Bunlardan biri,

Mustafa Sönmez, diğeri ise eski iş arkadaşı İsveçli bir

beyefendi. Bir şeyler yazıyor olmanın, kimseye aile

içinde ayrıcalık sağlamaması gerektiği görüşünde Gürhan

Uçkan. Bu tür bencillikleri sevmiyor. Ve o, 17 yaşındaki

oğlundan hoşnut, 25 yaşındaki kızıyla arkadaş gibi bir

baba.

Kendisiyle yapılan uzun bir söyleşide Gürhan Uçkan

şöyle bir şey diyor: ”...55 yaşındayım. Babam da ağbim

de 56 yaşında öldü. O bakımdan uzun ömürlü bir projeye

vaktim olduğunu sanmıyorum...” 40 yaşını doldurmak

üzere olmanın hassasiyeti içinde bulunan ben, buna

üzülüyorum ve diyorum ki: İlahi Gürhan Ağbi, sen bir

edebiyat fedaisisin, yapacak daha çok işin var; 56, 66, 76

yaş ne ki? En azından yüz yıl yaşayıp bize, edebiyatın her

alanında birbirinden güzel yüzlerce ürün vermelisin

PRİZMA/14-15

KALSANA

gidersen bak yazarım ha

en hüzünlü şiirleri sana

kara kapaklı bir şiir kitabını

vallahi adarım sana

gidersen eğer bil ki

şiirlerim peşinden gelir

ansızın karşına çıkar

korlanır kalbindeki küller

hatta bir sergi bile açarım

içi boş çerçevelerle dolu

bir açılış bile yaparım

yokluğuna kadeh kaldırırım

gidilir mi hiç baksana

bir şair seni yazıyor

incilerden değil sözcüklerden

bir gerdanlık takıyor

kalırsan güzel şarkılar söyleriz

eski şiirleri okuyup efkârlanmayız

ne olmuş yani biraz mutlu olsak

çarşının ortasında elele dolaşsak

kalsana

Gürhan Uçkan - Stockholm 2004

Özgün yapıtlar:1982 Gabriel -(öykü), Sevdalar da

Geçici (şiir),1986 Haykıran Sessizlik (şiir), Güney

Afrika Cumhuriyeti (araştırma), 1990 Bir Demet

Özlem (şiir), 1993 Mutlu Kadınlar (şiir), 1994

Geceyarısı Güneşi (öykü), 1997 Kadınların İsveç’i

(araştırma .Oral Çalışlar ile birlikte), 2000 Sevginin

Çiçek Açtığı Yerde (öykü), 2001 Aşkın Yedinci Yüzü

(roman), 2002 Kalıcı Kuşlar da üşür (deneme),

Hoşgeldin (şiir), 2003 Kärlekens Sjunde Ansikte

(roman)

Çeviri: 1987 Marta Traba - Güneyde Söyleşiler

(roman), 1991 Sven O Bergkvist - Gunnar Fridman’ın

İsyanı (roman), Dan Mellin - Yanlış Adım (öykü),

Gece Treninde Aşk (13 öyküden oluşan seçki), 1994

Torgny Lindgren - Arı Balı, Yılanın Yolu (roman),

Bodil Malmsten - Bana Bundan Sonra İlk Dokunanın

(roman), 1998 Tomas Tranströmer - Hüzün Gondolu

(şiir), 1998 Astrid Lindgren - Uzunçorap Pippi (çocuk

romanı), 2003 Bodil Malmsten - Finistere’de Suyun

Fiyatı (roman), Tomas Tranströmer - İzmir Saat Üç

(şiir

Türkçeden İsveççeye: Ali Cengizkan - Den Grekiska

Dossieren (şiir) - 1988

İsveççe ve İngilizceden Türkçeye: Üç Kıtadan

Sesler (Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan 113 şairin

şiirlerinden oluşan seçki.

Ödüller: Hacı Bektaş Veli Şenliği Öykü Büyük Ödülü

1997, Natur och Kultur / İsveç Akademisi, Yılın

Çevirmeni Ödülü

179


FOTO:ANN ERIKKSON

10

Rohat Alakom

RASİN ÖRSAN

dolu dolu

geçen

renkli bir

hayat

Türkiye’den İsveç’e yönelik göçün öyküsü

benim büyük ilgi alanlarımdan birisini

oluşturduğu için, İsveç’e ilk gelen Türkiyelilerden

olan Rasin Örsan ile ölümünden bir

yıl önce bir söyleşi yapmıştım.

Örsan, 1928 yılında İstanbul’da doğdu ve

Galatasaray Lisesi’nin bitirdikten sonra 20

yaşında geldiği Stockholm’de 25 Ocak 2002

günü öldü.

Ölümünden önce çocuklarına: ’’Öldüğümde

benim hakkımda hiç bir şey yazmayın,

gazetelere ölüm ilanları vermeyin, bu

dünyadan sessizce göçüp gitmek istiyorum’’

demiş.

Çocukları da babalarının isteğine uyarak

acı haberi aile yakınları dışında kimseye

duyurmamış. Bunu kendisiyle yaptığım

söyleşiden aylar sonra bir raslantı sonucu

ortak bir dostun evinde tanıştığım oğlu Karl

Örsan’dan öğrendim.

Aşağıda Rasin Örsan’la yaptığım bu söyleşiyi

okuyacaksınız. Ama önce onun başarılarla

dolu renkli hayatını kısaca anlatmak

istiyorum.

1948 yılında İsveç’e gelen Örsan, Kraliyet Teknik Yüksek

Okulu’nda inşaat mühendisliği eğitimi aldı, 1953 yılında

yüksek inşaat mühendisi oldu. Çorlu’da istihkam subayı

olarak askerliğini yaptıktan sonra tüm hayatını İsveç’te

geçirdi.

Mesleğine Stockholm Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü’nde

başladı. 1950-60 yılları Stockholm metro inşaatının

en faal dönemi idi. Rasin Örsan çiçeği burnunda

bir mühendis olarak birkaç metro tren köprüsü projesinin

yapımına katıldı. Daha sonra “Essingeleden” denilen

ve Stockholm sitesini güneybatıdan çevreleyen ekspres

çevre yolu planlamasında, yol üzeri köprü (viyadük)

projeleri çizdi. Başta Västerås şehri olmak üzere çeşitli

vilayetlerdeki köprü inşaatlarında da emeği ve göz nuru

vardır.

PRİZMA/14-15

Rasin Örsan, mesleğinde çok başarılı

olmakla yetinmedi, Türkçe ve İsveççe

kitaplar da yazdı. İsveççe yazdığı

kitaplar şunlardır:

İstanbul – Gönlümdeki Şehir (1976),

Antalya – Hazine Dairem (1978),

Kaybolan Bakırköy (1989).

Hançerin Gölgesi,(1997)

Bakırköy (İstanbul), yazarın çocukluğunu,

ilk gençliğini yaşarken tanıdığı

yerdir. Antalya’yı ise 1970’lerde bir

seyahat şirketi kurup Türkiye’ye buradan

turist taşıdığı dönemde yakından

tanımış.

Rasin Örsan’ın en büyük tutkusu

gezmek ve görmekti. Birçok dil bilirdi,

bu nedenle her kültürden insanlarla

ve değişik toplumlarla sürekli ilişki

halindeydi. Özellikle emekli olduktan

sonra dünyanın yüz kadar ülkesini

gezmiş, odasındaki duvara asılı dünya

haritasında gittiği her ülkenin üzerine

kırmızı başlıklı bir toplu iğne

yerleştirmişti. Daha uzun yaşasa, belli ki dünyadaki her

ülkenin üzerinde bir toplu iğne olacaktı. Gezdiği yerlerde

çektiği fotoğrafların ise haddi hesabı yoktu.

Son kitabınız “Hançerin Gölgesi” tarihi bir macera

romanı. Bizans hizmetinde bir İsveçli Vikingin

Bağdat’a seyahatini anlatıyorsunuz.

Tarihi bir roman yazmaya uzun zamandır heves etmiştim.

Çok karışık Bizans tarihinin bir safhasını dile

getirdim:13 üncü asır, 1200 yılları, Selçuklar, Moğollar,

Haçlı Seferleri, Moğol Hakanı Hulagu, Selçuklu Sultanı

Alaattin Keykubat, büyük hümanist Celaleddin Rumı.

Terörizmin Yakın Doğu’da kök saldığı devir ve bu

ortamda İsveçli bir silahşor…

Bu romanınız sizin İsveç’e kadar uzanan hayat

öykünüzün bir yansıması olarak algılanabilir mi?

Yani yolu İsveç’e değil de Yakın Doğu’ya düşen bir

Rasin Örsan’ dan bahsedilebilir mi?

Zannetmiyorum. Ataları Viking olan bu roman kahramanı

benim karakterime biraz uyuyor ise de ben

öyle iri yarı, dövüşçü bir adam değilim. Hayatımın

son yarısında hem Türklerin, hem İsveçlilerin iyi taraflarını

benimsemeye gayret ettim. Beğenmediğim

taraflarından da uzak kalmaya çalıştım. Her iki toplumun

içinde yaşayıp,halkların sosyal ve kültürel vasıflarına

nüfuz edebilmenin, hayatta orta yolu bulmaya yardımcı

olabileceği inancındayım. Bundan dolayıdır ki, hem

Türk hem de İsveç vatandaşıyım.

4 Kasım 1958 tarihli Milliyet gazetesinde sizin ve

Urfa doğumlu Selahattin Rastgeldi’nin İsveç’teki

başarılarınızdan söz ediliyor. Bu Kürt asıllı Selahattin

Bey’den biraz bahseder misiniz?

1949’da İsveç’teki Türkiyeli vatandaşların sayısı 40’ı

geçmiyordu. Selahattin Rastgeldi İstanbul’da Amerikan

Koleji’ni bitirip benden bir yıl önce İsveç’e gelmişti.


Rasim Örsan’ın en

büyük tutkusu gezmek

ve görmekti.Özellikle

emekli olduktan sonra

dünyanın yüz kadar

ülkesini gezmiş,

odasındaki duvara asılı

dünya haritasında gittiği

her ülkenin üzerine

kırmızı başlıklı bir toplu

iğne yerleştirmişti.

Daha uzun yaşasa, belli

ki dünyadaki her ülkenin

üzerinde bir toplu iğne

olacaktı.

Gezdiği yerlerde çektiği

fotoğrafların ise haddi

hesabı yoktu.

Çok yakın arkadaşlık kurduk. Üçüncü bir genç daha,

-şimdi rahmetli olan- İsmail Mumcu da aramıza katıldı.

Bir arada gündüzlü geceli hoşça vakit geçirirdik

Selahattin Rastgeldi, çok iyi kalpli, son derece nazik

bir insandı. Herkesin yardımına koşar, herkesin iyiliğini

isterdi. Meslek hayatında da başarı kazandı, iyi bir uzman

doktor oldu. İngilizcenin yanı sıra mükemmel

İsveççe konuşurdu. İsveçliler Selahattin’i çok severlerdi.

Hele bayanlar bu centilmen erkeğe bayılırlardı. Gençken,

59 yaşında vefat eden arkadaşımın mezarı şimdi

Urfa’dadır.

Evet şimdi de merak ettiğim asıl konuya gelelim.

Dünya seyahatleriniz…Siz de eski Vikingler gibi deniz

aşırı uzun yolculuklar yapıyorsunuz. Şimdiye kadar

hangi ülkeleri ziyaret ettiniz?

Henüz ziyaret etmediğim tek tük ülke kaldı. Bunun

haricinde bütün dünyayı dolaştım diyebilirim. Kuzey

Kutbu yakınlarındaki Spitsbergen adalarından Güney

Amerika’nın ucundaki Cape Horn’a, Karayip Denizi’nden

Hawaii’ye, Güney Afrika’nın ucundaki Ümit Burnu’ndan

Japonya’ya, Hindistan’dan Meksika’ya, Peru’dan Çin’e,

Afrika’nın Serengeti savanasından Avustralya’nın tropik

ormanlarına,Tahiti’den İzlanda’ya, Süveyş Kanalı’ndan

Panama’ya kadar dünyayı döndüm durdum.

Avrupa dışındaki gezilerim 1978’de Tayland ile başladı.

Son olarak da Brezilya’da Amazon Nehri boyunca gemi

ile efsanevi Manauas şehrine kadar uzandım. Efsanevi,

çünkü 19uncu asrın sonlarına doğru balta girmemiş

ormanların ortasında bir opera binası inşa etmişler.

Yılda kaç memleketi ziyaret ediyorsunuz?

İlkbaharda ve sonbaharda iki uzun yolculuk yaparım.Yaz

aylarında Avrupa’dan ayrılmam. Fransa’ya sık giderim.

Galatasaray’da Fransız kültürü aldım. Mektebime

çok müteşekkirim. Her yıl Haziranın ilk Pazar günü

Galatasaray’ın pilav gününde bulunmaya çalışırım.

Ziyaret ettiğiniz ülkerden en çok hangilerini sevdiniz,

hangilerinin etkisi altında kaldınız?

En başta Avustralya’yı söyleyebilirim. Kıta gibi büyük

bir memleket. Sydney’de İstanbul’un havası var. Opera

binası çok enteresan. Büyük Bariyer Denizi, yağmur

ormanları, çölleri…Halk grupları arasında gerginlik yok,

ahenk içinde bir arada yaşıyorlar. Zaten herkes göçmen

olarak gelmiş, 40 bin senelik yerli Aborijin halkına

saygı gösteriyorlar. Irkçılık yok. Japonya’yı, Arjantin’i,

Meksika’yı da beğenirim. ABD şöyle böyle, ama San

Francisco şirindir, orada da İstanbul’un havası vardır.

Dünya’da yine de en cazip olanı Avrupa’dır. Avrupa

şehirleri, Avrupa insanları, Akdeniz sahilleri, İstanbul’un

Boğaziçi emsalsizdir. Hele Stockholm ve adaları…

Yaşadığınız maceraları anlatır mısınız bize?

Orta Avustralya’da çölün ortasında 350 metrelik bir

monolit kaya vardır: Ayers Rock! Onun tepesine kadar

tırmandım. Çok dik. Zincirlere asılarak çıkılıyor. Yıl

1989, 61 yaşında idim.

Peru’da Machu Piechu İnka şehrinin yanında da

Hırayna Piechu denilen böyle bir dik kaya vardır. Onun

tepesine de ulaştım. Yıl 1998.

Meksika’da Acapulco açıklarında Büyük Okyanus’ta

15 kiloluk bir kılıçbalığı tuttum.Yarım saat uğraştım.

Fotoğraflarla dökümante edilmiştir. Yıl 1989.

Avustralya’da Büyük Bariyer Koral denizinde bir

dev roka (Mantle Ray) ile karşılaştım. Etrafında köpek

balıkları dolanıyordu. Zararsız hayvanlar. Elimde sualtı

fotoğraf makinesi vardı. Fotoğraflarını çekmeye muvaffak

oldum, yıl 1989.

O yıllarda Türkiye’den İsveç’e gelen vatandaşların

sayısı çok azdı. Eski gazeteleri karıştırdığımzda 4

Kasım 1958 tarihli Milliyet gazetesinde Rasin Örsan ve

Urfalı Selahaddin Rastgeldi’nin (sağda) İsveç’teki üstün

başarılarından söz edilmektedir. 1947 yılında İsveç’e

gelen Selahaddin Rastgeldi özellikle tıp alanında yaptığı

buluşlarla tanınmıştır.


12

’’ Hayatımın son yarısında hem Türklerin, hem

İsveçlilerin iyi taraflarını benimsemeye gayret ettim.

Beğenmediğim taraflarından da

uzak kalmaya çalıştım.

Her iki toplumun içinde yaşayıp, halkların sosyal ve

kültürel vasıflarına nüfuz edebilmenin, hayatta orta

yolu bulmaya yardımcı olabileceği inancındayım.

Bundan dolayıdır ki,

hem Türk hem de İsveç vatandaşıyım.’’

Güney Afrika’da Hint Okyanusu’nun ılık sularında

yüzerken surf dalgalarına kapıldım. Beni açığa çekmeye

başladılar. Az daha hayata istifanamemi veriyordum.

Canımı dişime takıp bir kaya parçasına kulaçladım.

Kayaya sarıldım ama midye ve istiridye ile kaplı.

Vücudum kan içinde kaldı.Yüz metre açıkta köpek

balıkları bekliyordu! Onlar kan kokusunu almadan son

dakikada canımı kurtarabildim. Kıyıda millet dehşet

içinde bu sahneyi seyrediyordu. Tekne, kayık yoktu

yardıma gelecek.Yıl 1992.

Serengeti savanasında safari otobüsü ile dolaşırken

pencereden uzanıp dişi aslanların yavruları ile akşam

üstü zebra sürüsüne doğru yaklaşmalarının fotoğrafını

çekmek istedim. Çektim de. Diğer otobüslerden telefon

ettiler. ”Çabuk içeri çekil, bir aslan üzerine geliyor” diye.

Son anda kaçabildim. Aslanla aramda 20 metre kalmıştı.

O aslanın da resmini çektim camın arkasından. Avını

kaybettiği için bana çok kızgın bakıyordu.Yıl 1996.

Taj Mahal’in güneş doğarken fotoğrafını çekmek

için gece karanlığında otelden çıktım. İnce asfalt bir

yol tarlaların içinden geçiyordu. İn cin yok. Birdenbire

ekinlerin arasından üç kişi çıktı. Bana koşup yanımda

yürümeye başladılar. Ben durdum, onlar da durdu.

’’Ben Taj Mahal’e gidiyorum.Niçin yanıma geldiniz?’’

cevap yok. ’’Üzerimde para yok, beni bırakınız.’’ cevap

yok. ’’Sizi polise söyleyeceğim’’ dedim. O zaman cevap

verdiler: ’’Buralarda polis yoktur!’’ ’Eyvah, hapı yuttum’,

diye düşündüm. En azından fotoğraf makinemi alırlar, bir

güzel de dayak atarlar. O anda, ilerde askeri bir nöbetçi

kulübesi gördüm. Koşmaya başladım. İdmanlıyımdır.

Kulübeye sığındım. Hintli askerler heriflere bağırıp

kovdular. Benim de yanıma bir süngülü takıp Taj Mahal’in

bulunduğu köyün başına kadar götürdüler. Yıl 1995.

Ben de Selahattin Rastgeldi gibi, ama ona göre daha

uzun ve daha enternasyonal bir hayatın verdiği fırsatlardan

istifade ediyorum. Bağımsız bir hayat sürmekte olmam da

işi kolaylaştırıyor. Bu yüzden değişik ülkelerde pek çok

hanımla tanışma şansına sahip oldum. Fransa, İngiltere,

Amerika, Meksika, Brezilya, Karayip Adaları, Hawaii,

Endonezya ve bu gibi yerlerin temsilcileri ile yakın

arkadaşlıklar kurdum. Son 10 yıldan beri turistik gemilerle

okyanusları aşıyorum. O büyük transatlantiklerde günler

geceler eğlenceli geçiyor. Cazibeli, şuh hanımlar, dünya

görmüş efendi beyler, nefis yemekler, deniz havası,

mehtap, şampanya, dans…Darısı herkesin başına. Ama

muhite intibak edebilmek ve biraz da hali vakti yerinde

olmak lazım.

PRİZMA/14-15

Daha daha neler yaptınız?

Daha daha neler mi yaptım? Buenos Aires’te profesyonel

dansözlerden tango dersleri aldım. Kyoto şehrinde

geyşalardan kitarada çalınabilen Japonca şarkılar

öğrendim. Java adasında Yogykarta şehrinde bir lüks

otelde orkestra refakatinde Fransızca şarkılar söyledim

ve para kazandım, vesaire vesaire....

Gezdiğiniz diyarların fotoğrafları zengin bir resim

koleksiyonu oluşturmuş. Gördüğüm kadarı ile bu

albümlerin sayısı 60’a varmış durumda. Biraz da bu

koleksiyondan bahseder misiniz?

Ben doğmadan önceki aile fertlerimin resimlerini de

değerlendirerek ve hayatım boyunca çekilen fotoğrafları

ayıklayıp sıralayarak albümler tertip ettim. On binden

fazla resim…1900’ün ilk yıllarından 21 inci asra kadar

100 yıllık bir devri kapsıyor. İstanbul’daki “31 Mart

Vakası”ndan Amazon sularındaki Anaconda yılanları

ve parçalayıcı Piranha balıklarına kadar…Kızım Neşe

“Baba, Allah göstermesin ama bir yangın halinde

yapacağın ilk iş, şu albümleri balkondan sokağa atmak

olsun” der.

Bütün bu anlattıklarınızı dikkatle dinledim ve istifade

ettim Rasin Bey. Çok teşekkür ederim ve size uzun

ömürler dilerim efendim.

Bana zamanınızı ayırdığınız için ben de size teşekkür

ederim Rohat Bey

Rasin Örsan

ve eşi

1950’li

yıllarda


Atatürkçü

Düşünce

Derneği

Soldan saga: Hürriyet Demirörs, İhsan Hakyemez, Dursun atılgan

(Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Fed.bşk.), İsmail Akan, Musa Erdal,

Sadık Kutlu, Mustafa Sönmez.

Stockholm’de 2003 yılının Mart ayında İsveç- sonra bir ivme gözlenmektedir. Genç beyinler daha altı

Atatürkçü Düşünce Derneği kuruldu. Amaçlarını yedi yaşlarından itibaren anlamadıkları ve hiçbir zaman

Avrupa’nın ortasında yetişen gençlerimizin da anlayamayacakları bir dilde şartlandırılmaktadırlar.

düşünce dünyalarının ve yaratıcı güçlerinin bilincine Genel geçerliliği olmayan bilgileri öğrenmek ya da

varmalarını sağlamak olduğunu söyleyen dernek öğrenebilmek için çok fazla zaman harcamaktadırlar.

başkanı Mustafa Sönmez gençlerimiz için seminerler,

konferanslar ve derslerle (dil, edebiyat, tarih, toplum

bilimi...vbg.) bilgilendirme çalışmaları yapmayı, sergiler

açmayı ve yine gençlere yönelik kamp türü etkinlikler

düzenlemeyi hedeflediklerini söylüyor.

Neden Atatürkçü Düşünce derneği?

Sizce Atatürkçülük nedir?

Atatürkçülük, insan düşüncesinin özgürleşmesi ve toplum

bireylerinin ümmetçilik anlayışından çağdaş birer

birey olma aşamasına ulaşma sorunudur. Bu hem ülkemiz

hem de yurtdışında yaşayan insanlarımız için olmazsa

olmaz bir koşuldur.

Çünkü Atatürkçülüğün aydınlanma felsefesinde; çağdışı, Ülkemizde özellikle 1950’li yıllardan itibaren

karanlık, köhnemiş düşüncelere yer yok demektir. Türk

insanı için henüz aydınlanma süreci tamamlanmadı.

Bugün çekilen toplumsal sıkıntılarımızın, sancılarımızın

arkasında tamamlanamayan bu aydınlanma süreci

yatmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir

ülkede insanlarımız varsa; orada aydınlığın karanlıklarla

mücadelesi de kaçınılmaz olarak var demektir.

Neden şimdi?

İsveç, Avrupa içerisinde -belki de kuzeyde kalmasından

dolayı- değişik bir konuma sahip ve bu durum biz

göçmenleri farklı etkiliyor. Burada, Atatürkçü Düşünce

Derneği’nin gecikmeli olarak kurulmasında bu farklı

kültürel yapının da katkısı olsa gerek.

Fakat asıl sorun kendisini aydın olarak tanımlayan

insanlarımızın böyle bir toplum yapısı içerisinde pasifize

olmalarıdır. İsveç’te aydın kesim, ‘’bana dokunmayan

yılan bin yaşasın’’ hesabıyla kış uykusu mahmurluğunu

yaşamaktadır.

Türkiye’de kapitalizme ve emek sömürüsüne karşı tavır

koyan ve özellikle de 1980 sonrası yurtdışına çıkmak

durumunda kalan solcu aydınlarımızın büyük bir çoğunluğu

İsveç’te kapitalist olmanın hayallerine daldıkları

ve bu uğurda emek sömürüsünü mübah saydıkları zaman

zaman acı gerçekler olarak karşımıza çıkmaktadır. Aydın

olmanın gereği bellidir. Burada tartışmanın anlamı

yoktur.

Nedir aydın olmanın gereği?

sürdürülmeye çalışılan çağın karanlıklarına geri dönüş

politikalarının bir yansıması olarak dinci güçler iktidara

gelebilecek kadar güçlenmişlerdir. Çağdaşlığı besleyen

ırmakların suyunu geriye akıtmanın çabası içerisindedirler.

Bunları görmemek için mutlaka bakar kör olmaya gerek

yoktur.

İsveç’te böyle bir oluşuma neden gerek gördünüz?

Atatürk ve aydınlanma düşmanlığının sınırları yurtdışına

işçi olarak çıkan emekçi insanlarımız ve onların

çocukları arasında da son 20-25 yıldır yaygınlaştırılmaya

çalışılıyor.

Bu konuda Batı dünyasında da ikiyüzlülük gözlenmektedir.

Yerden mantar gibi biten tarikatlar genç beyinlere

karanlığın tohumlarını ekmektedirler. ‘‘Kafir’’e karşı

İslam adına savaşmak için Afganistan’a, Filipinler’e ya

da başka diyarlara, Avrupa’da yetişen gençler gitmesini

başka nasıl açıklayabiliriz?

Avrupa’da yetişen gençlik ki, İsveç bu eksenin dışında

değil; başta Atatürk olmak üzere Türkiye konusunda

yeterli bilgilere sahip değil. Özellikle de Atatürk’ü yanlış

tanıyor.

Burada bizlere düşen görev yanlış bilgiler üzerine

kurulmuş düşünceleri ortadan kaldırmak, olumlu yönde

gençlerimizi ayrıca da İsveçli kamuoyunu Atatürk

ve Türkiye konusunda aydınlatmak olacaktır. Elbette

bunları yapabilmek için hem bilgisel hem de ekonomik

donanıma gereksinim vardır. Umarım bu tür sorunların

Aydın içinde yaşadığı çağın düşünsel felsefesi üstesinden sağduyulu insanlarmızın katkılarıyla

doğrultusunda çevresini bilgisel olarak sürekli aydınlatan

kişidir. Buna karşılık dinci tarikatlar ve bunlara bağlı

olarak dinci hareketlerde özellikle de AKP iktidarından

gelebiliriz. Derneğimize üye olmak isteyenler 070-529

24 00 numaralı telefonu arayarak bizden daha geniş bilgi

alabilirler

PRİZMA/14-15

13


Sınırlardan

özürleşmek

Nil Gün

Filler nasıl eğitiliyor biliyor musunuz? Daha yavruyken, kalın bir

zincirle hayvanın bacağı bir direğe bağlanıyor. Önceleri hayvan

kaçmaya çalışıyor ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın ne zinciri koparabiliyor

ne de direği yerinden oynatabiliyor. Fil yavrusu ayağında

zincirle büyüyor ve kaçamayacağını kabulleniyor. Özgürlük kavramını

yitirmiş oluyor. İşte bu noktada ayağındaki zincir çözülüyor ve yerine

konulan ince bir halatla birkaç santimetre boyunda tahtadan bir çubuğa

bağlanıyor. Fil, bu koşullarda kolaylıkla kaçabilecek olmasına rağmen

olduğu yerde kalıyor. Çünkü hala var olduğunu sandığı zincirini asla

kıramayacağına inanıyor.

Çoğumuzun yaşamı, tıpkı bu fil gibi çocukluğumuzda koşullandığımız

düşünce, duygu ve inanç kalıplarının esaretinde sürüyor. Kendi

yarattığımız sınırlarımızdan özgürleşmedikçe, kendi potansiyelimizi,

gücümüzü ve özel yeteneklerimizi de keşfedemeyiz.

Olağanüstü yetenekleriniz, olağanüstü gücünüz var ve kullanılmayı

bekliyor. Eğer yapabileceklerinizin hepsini yapmış olduğunuzu görebilseydiniz

çok şaşırırdınız.

Yapamam deyip yapabileceklerinizi engellemeyin. Bu dünyada tek

bir insan bile yapmak istediğinizi başarmışsa aynı güç sizde de var.

Ne kadar hızlı koşabileceğinizi bilmek istiyorsanız, olimpiyatlarda en

hızlı koşan insanı gözleyin, sokakta yürüyen insanı değil. Olimpiyat

şampiyonu da bu başarayı hak etmek için uzun süre kaslarını, bedenini,

düşüncelerini eğitti ve yarıştan önce koçu ona motive edici sözler

söyledi, değil mi?

Binlerce tonu kaldırabileceği halde, gücünü bilmediği için tahta

çubuğun esaretinde yaşayan fil gibi, kendinize empoze ettiğiniz

sırlarınız var; farkında olun. Siz yeteneklerle dolu bir güç deposusunuz.

Gücünüzün ve yeteneklerinizin farkında olduğunuzda, kendinize olan

inancınız da artacaktır. Bu güçle, bu inançla dağları devirebilirsiniz.

Her şey olup bittikten sonra, ’’bunu ben de yapabilirdim’’ dedi

adam. Oysa önceleri, ’’yapamam’’ diyordu. Sonra, ’’belki yapabilirim’’

demeye başladı. ’’Peki bir deneyeyim’’ noktasına geldiğinde, biri

’’yapmıştı’’ bile.

Çünkü yapan bir kişi, daha en başından yapabileceğine inanıyordu.

Başarılı insan yaratıcı ve üretkendir. Bir şeyi ancak ’’yaparak’’ yapabilirsiniz.

Sadece yapabileceğinizi düşünmek yetmez.

Başarılı insan başarının bir günde oluşmayacağını bilir. Adım adım

hedefe yaklaşır. Ve hedefin de ötesine geçer. Sizi olabileceğinizin en

iyisi olmaktan, istediklerinize sahip olmaktan ve yapabileceklerinizden

alıkoyan ne?

Tembellik mi? Risk alma korkusu mu? Başarısızlık korkusu mu?

Başarı korkusu mu? Tüm bu korkular daha başlamadan bizi bitirir.

Mazeret üretme yeteneğinizi, gerçek üretkenliğe dönüştürebilirsiniz.

Ürettiğiniz mazeretlerin çeşitliliğine bakın.

Ne kadar yaratıcı olduğunuzu görmüyor musunuz?

14 PRİZMA/14-15

şiirler

1.

bir gül kurudu kimsesizlikte

hey gidi dağlar ses verir misiniz?

bu gönül bir kuştu soğuk iklimde

hey gidi aşklar yerinir misiniz?

2.

benim de bir bahçem var dedim bu

dünyada

benim de bir gülüm var.

bulamamış da olsam o yeri,

koklamamış da olsam o çiçeği,

benim de bir bahçem ve bir gülüm var

bu dünyada.

3.

kullanılmıs hayatların,

bitmiş, tükenmiş aşkların,

tel örgülerdeki kuşların diyarındayım:

kopmuşluktayım.

parça parça

kıymık kıymık savrulmadayım.

yanım/yönüm/kıblem duvar!

ben bir yusuf;

kuyuda, durulmadayıim.

4.

sattığımız emek değil mi kurban,

yürek değil mi,

sevda degil mi gurbet ellerde?

geriye kalan ne?

ne kaldı geriye

geriye kaldı mı birşey.

5.

biz ki bir avuç köksüz tohumuz

yurdumuzdan acıyla savrulmuşuz

vurulmuşuz,soyulmuşuz,yolunmuşuz

çöl iklimlerinde çaresizlikten

durdurulmuşuz.

sosyo-ekonomik fırtınalarında

yurdumuzun

baska limanlara doldurulmuşuz.

ve işte buralarda, gurbet ellerde

kurutulmuş da konservelere

doldurulmuşuz.

birer çınar gibiyken kesilip

soğuk evleri ısıtmaya gark olunmuşuz.

bire ferhatın deli gürzü

dağıtsan ne olurdu şu yüreğimizin

kamburunu!

bizler,türkünün ve Türkiye’nin

sevdalıları,

ana ocağından ayrı düşenler,

bir tatlı söz ve bir parça ekmek uğruna

dövüşenler, vuruşanlar, buharlaşanlar

gençliklerini gurbet cehenneminde

dağlayanlar!

deli miydik yoksa veli mi?

yanarken dağıldık,

seviyorken ayrıldık.

kalbimiz memlekette atarken

ekmek derdine buralara çakıldık.

Ali Akış


Bende yurduma benzerim….

Her insan

geldiği yere benzermiş biraz

doğduğu yere,

kökleşip filizlendiği

dallanıp yapraklaştığı

çiçeklerini açtığı yere benzermiş.

Hatta bazen kuruduğu yere.

Bu nedenle yermeyin beni

ağlayınca yurdumu

her andığımda,

sormayın neden ayrılığın

bu kadar zor olduğunu.

Bende geldiğim yere

Dersime, İstanbul’a, Urfa’ya…

yani Anadolu’ya benzerim işte öyle.

En umulmadık yerlerden

ümit çıkarsam da keyiflenmek için,

aslında hüzün doludur içim.

Yüreğimdeki sevgiyi

göstermem çoğu zaman,

tıpkı içimdeki kızgınlığı

göstermediğim gibi ele güne karşı.

Bende biraz Anadolu’ya

benzerim işte böyle.

Ne sevdiğim belli nede sevmediğim.

Pamuk olurum Çukurova’da

yakarlar tarla tarla beni.

Tütün olurum Bitlis’te

hükümet yasaklar beni.

Şeker olurum, çay olurum… da

Ankara duymamıştır sesimi.

Ama sanmayın ki bütün bunlar

dört nala koşturur bedenimi

meşeliklerin arkasından

meydanlara.

Çünkü cesaret edip

göstermem, gösteremem

ne sevgimi nede öfkemi.

Şimdi anladınız mı Neden?

Sokakta yürüyünce başımı eğerim,

Anladınız mı Neden?

Başımı yastığa ölü gibi koyarım.

Her günün bir ümit

olduğuna inanırım.

kandırdığımı bilsem de kendimi.

Şimdi anladınız mı Neden?

Barışıda savaşta ölenler

arasında sayarım.

Çünkü ben de

Anadolu’ya benzerim biraz

hiç yoktan kahraman yaratıp

kendimi ise ölü sanırım...

Barış Biçici

Orta

zekâlılar

cenneti

Zülfü Livanelli

Yıllar önce Sabah’ta ”Orta zekâlılar cenneti” başlıklı bir yazı

yayınlamıştım. Daha sonra bu başlık bir kitabımın da adı oldu.

Çünkü sevgili Türkiye’mizin bir orta zekâlılar cenneti olduğuna

yürekten inanıyordum. Bu inancım yapılan bir araştırma ile de

belgelenmiş oldu.

Dünya çapındaki bir araştırma sonucunda, Türkler zekâ katsayısı

bakımından orta sıralarda yer almışlar. Arapların durumu bizden de

kötüymüş.

Bir toplumun çoğunluğunu ileri zekâlı bireyler oluşturuyorsa, orada

uyum vardır. Çünkü zeki insan, kendi payına düşen kısacık ömür

dilimini hır gürle, kavgayla, birbirini aşağılamayla geçirmenin ne kadar

saçma bir iş olduğunun bilincine varır.

Çabasını ve hırslarını, başkalarını karalamaya değil, kendisini ve

çevresini mutlu kılmaya yönlendirir.

Zekâ düzeyi düştükçe insanın uyumsuzluğu, kavgacılığı ve kıskançlığı

artar.

Bu yüzden ilkel toplumlarda öç alma, intikam, kan davası gibi

gelenekler çok yaygındır. Bir söz uğruna ölme ve öldürme doğal sayılır.

Oysa sonsuzdan gelip sonsuza giden evren içinde zavallı insanoğlunun

ancak bir göz kırpmaya yetecek ömrü var. Bu kısacık ömrü birbirini yok

etmek için harcamaya değer mi?

İşte bu soruyu kendine sorabilmek için gelişmiş insan olmak gereklidir.

Türkiye’nin, orta zekâlıları yücelten bir ülke konumunda oluşunun en

önemli göstergesi, bu ülkede bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen iç

kavga ve hır gürdür.

Türkler birbirini sevmez. Köylüler kentlilere, kentliler köylülere,

sağcılar solculara, solcular sağcılara, siyasal İslamcılar laiklere,

laikler şeriatçılara, askerler sivillere, siviller askerlere, mülkiyeliler

hukukçulara, hukukçular mülkiyelilere iyi gözle bakmazlar.

Aynı mesleğin mensuplan bile birbirinden hazzetmez.

Gazetelere bir göz atın. Gazetecilerin diğer gazetecilere ne kadar

düşman olduğunun yüzlerce örneğini göreceksiniz.

”Aydın”ları ise hiç sormayın. Bu kesim ömrünü birbirinin kanına ekmek

doğramakla geçirir.

Bir Arap şair, Adonis’in Fransız şairlerinden etkilendiğini ispat etmek

için bin sayfalık kitap yazmış.

Diyeceksin ki; ”Behey sersem adam, ömrünü bu saçmalığa

harcayacağına bin sayfalık yaratıcı bir eser bıraksan olmaz mıydı?”

Ama söylesen de anlamaz.

Çünkü bu kavrayış bir zekâ katsayısı meselesidir.

İbni Rüşd, Ömer Hayyam, İbni Sina, Gazali, Leonardo Da Vinci, Galile,

Lorca, Nazım gibi zekâ katsayısı yüksek insanlar bu Arap’in yaptığını

yapmazlardı.

Hele tasavvuf ehli katiyen böyle bir çabaya tenezzül etmez, güler

geçerdi.

Gülüp geçmek bir zekâ göstergesidir.

Einstein’in dilini çıkarmış resmini hatırlayın.

Kasım kasım kasılan hiçbir orta zekâlı böyle bir fotoğraf çektiremez.

PRİZMA/14-15

15 15


AŞKIN Z

Kärlekens

Dazlak bir gençle göçmen bir kızın

Film setinden görüntüler, İsveç ve Tü

Dazlak Mats

(Tuna Özer)

annesi Şilili

babası Türk

Ekin‛e (Sibel

Ekin Özer)

aşık olunca

işler karışır.

Tuna Özer ve Sibel Ekin Özer

Bunak Kalle (Lennart Älg) huzur evinde yaşayan eski

bir nazi, dazlakların yakın arkadaşı, küçük Linus (Emil

Stüfle) dazlaklara hayran, o da onlar gibi olmak istiyor,

Olof (Stefan Mellberg) genç dazlakların lideri.

Petter Thorson, Ludde

Stefan Mellberg, T

Tho

16 PRİZMA/14-15


AFERİ

Triumf

aşk öyküsü sinema filmi oldu.

rk basınında ilk defa Prizma‛da

Bert

(Thomas

Atterbom,

oturan)

dazlakların

ortalarda

pek

görünmeyen

beyni.

Mona (Malin

Lundblad),

çetenin tek

kız üyesi.

Erkeklerden

daha

acımasız,

daha sert.

Çekim hatırası: Filip Berg (Pelle, Mats‛ı

dazlaklara çeken en yakın arkadaşı).

Berat Güneri (asistan), Muammer Özer

(yönetmen) ve Tuna Özer.

İlk olarak ‛‛Ondskan‛‛ filminde kendini

gösteren, ardından ‛Hip Hip Hora‛‛ filminde

rol alan Filip Berg‛in üçüncü uzun filmi

Aşkın Zaferi.

Hip Hip Hora‛nın İsveç sinemalarında

gösterime girmesiyle birlikte Filip‛in

yıldızı da iyice parladı.

Thomas Pickelin, Richard Tomson,

im Drougge, Malin Lundblad,

mas Atterbom,

Çekime 10 dakika kala, sahne hazırlanmış,

film ekibi ve oyuncular filmin makyözü

Melek Özberk‛in Filip Berg‛e kavga sahnesi

için yaptığı makyajın bitmesini bekliyor.

PRİZMA/14-15 17


Aşkın Zaferi

-Göçmen kızın fendi

dazlağı yendi

Film yönetmeni Muammer Özerin senaryosunu

yazıp, yapımcılık ve yönetmenliğini yaptığı beşinci

uzun sinema filmi ’Kärlekens Triumf – Aşkın

Zaferi’ adlı filmin çekimleri tamamlandı.

İsveç’teki nazizm ve dazlaklarla ilgili uzun bir

araştırmanın sonunda ve bir yıldan fazla bir süre içinde

senaryosu yazılan fılm, altı aylık bir dönemde Stockholm

ve çevresinde çekildi.

Filmin konusu: İsveç doğumlu, babası Türk (Fikret

Çeşmeli), annesi Şilili (Ani Guinez) onbeş yaşındaki Ekin

adında genç bir kız (Sibel Ekin Özer) ile, annesi İsveçli

babası Yahudi nazi dazlak bir genç Mats (Tuna Özer)

arasındaki aşk öyküsünü ve gençlerin kimlik arayışlarını

anlatıyor. Ekin’in yeni taşındığı semtte Mats’ın da içinde

olduğu bir grup nazi dazlak Ekini ve ailesini terörize edip

yaşadıkları eve saldırırlar.

İsveçli ve göçmen kökenli gençlerin güncel sorunlarını

anlatan filmde aşk, arkadaşlık, ve dayanışma nazizme

üstün gelir. Mats, Ekine olan aşkı yüzünden nazi arkadaşlarını

terkeder ve onlara karşı tavır alır. Mats’ın nazi

arkadaşları ’’davadan döneni vurun’’ mantığıyla Mats’ı

cezlandırmaya karar verirler...

Muammer Özer’e neden böyle bir film yapmaya gerek

duyduğunu sorduğumuzda: ’’Son onbeş yıl içinde yirminin

üstünde insan naziler tarafında öldürüldü. Aynı

dönemde onbinlerce insan yaralandı, ölümle tehdit edildi

ve değişik biçimlerde terörize edildi. İsveçte her yıl bin

ile iki bin arasında nazi bağlantılı suç işleniyor. Böyle bir

ortamda bu filmin çok gerekli olduğuna inandığım için

yaptım.’’ yanıtını alıyoruz.

Türk, İsveçli, Şilili ve İranlı oyuncuların önemli

rolleri paylaştığı filmin başrollerinde Tuna Özer, Sibel

Ekin Özer, Filip Berg ve Fikret Çeşmeli oynuyor. Diğer

önemli rollerde ise: Ani Guinez, Hasan Brijany, Eva

Lena Björkman, Lennart Älg, Staffan Göethe, Thomas

Atterbom, Malin Lundblad, Cem Şen, Stefan Mellberg,

Lamin Touray, Richard Tomson, Tim Drougge, ve Emil

Stüfle oynuyorlar.

’’Kamera arkasında ve önünde çalışan herkesin ve bazı

kuruluşların filmin oluşmasında çok büyük katkıları ve

destekleri oldu. Onların dayanışması sayesinde bu film

ortaya çıktı.’’ diyor M. Özer.

1975 yılından beri Stockholm’de yaşayan Muammer

Özer; ilk filmini 1966 yılında Kıbrıst’a yapmıştı. Özer,

bugüne dek tanınmış oyuncuların rol aldığı Parçalanma,

Bir Avuç Cennet, Kara Sevdalı Bulut ve Hollywood

Kaçakları gibi ödüller kazanmış uzun sinema filmlerinin

yanısıra otuza yakın kısa metrakjlı fılm yapmıştır.

Şu günlerde kurgu aşamasında olan filmin yıl sonunda

gösterime girerek, öncelikle İsveç, Türkiye sinema

ve televizyonları ile film festivallerinde gösterilmesi

planlanıyor.

Aşkın Zafer’inde

Ekin’in babasını oynayan

müzisyen ve tiyatro

oyuncusu Fikret Çeşmeli

daha önce dört kısa sinema,

iki de televizyon filminde

rol almıştı. 1996

yılında oynadığı kısa

film ‘’Midsommarafton’’

Fikret Çeşmeli da oynadığı taksi şoförü

rolü için en iyi yardımcı oyuncu ödülü almıştı. Çeşmeli;

‘‘Filmin gençleri konu alması güzel. Ayrıca güncel bir

konu. Son derece kısıtlı imkanlarla çalışıyoruz. Bunun

getirdiği kolaylıklar ve zorluklar oluyor. Ekonomisi ve

teknik kadrosu zengin yapımlarda olduğu gibi etrafımızda

fırıldak gibi dönen asistanlar yoktu. Buna rağmen

çekimler iyi gitti.’’ diyor.

Tiyatro oyunculuğu ile sinema oyunculuğu arasında

nasıl bir fark var?

Tiyatro oyunculuğunda sahneden seyirciye bir mesaj

vermek için biraz büyük jestlerle oynamak gerekiyor.

Örneğin kolunuzu kaldırıyorsunuz birşeyler ifade

edebilmek için salondaki seyirciye. Filmde ise çok doğal

olmak, daha gerçekçi oynamak gerekiyor

Avni Onur, Filip Berg, Tobbe Jager

çekim arasında

Tuna Özer ve annesi rolünde Eva Lena

Björkman. Eva Lena İsveç televizyon dizilerinin

tanınmış oyuncusu.

18 PRİZMA/14-15


öykü

Stockholm’den Portreler I

Orhan Sunar

Tanıştığımızdan beri ‘’abi!’’ derdi bana. Çalıştığım

işyerine geldiğinde, sırça ve yüzük parmakları

ile orta parmağı arasını hafif aralıyarak açtığı

elini uzatır, tokalaşır, yanaklarımızdan öpmeyi

ihmal etmezdi. Bıçkın halini zaman zaman açığa vurur,

inceliğinden ise hiç fire vermezdi.

Karagöz perdesi kadar ince ve yumuşak *sayalı

ayakkabılarının tabanları iskanbil kağıdı gibi, görünüşü

ise Goya, Tanca, kokardı. Bıçak gibi ütülü pantolonlarının

rengine ahenk bir süeter, bir gömlek daima o çok sevdiği

pabuçlarının mizanseni olurdu.

Tatlı bir Osmanlı kabadayılılığı tipi, gençliğimdeki

bıçkın İstanbul külhanbeylerini hatırlatırdı bana.

Raconu, kendi deyimi ile sadece ‘’Kartal çekmek’’

değildi. Lumpen İngilizcesini, sevdiklerine sempati

tezahürü olarak gösterir, her telefon konuşmasına

‘’Goodmorning, how are you’’ diye başlardı.

Her insan gibi sevgi ve hobileri vardı. Hayvan sevgisi

ülkesinde başlamış hala devam ediyordu, ama haşır neşir

olamıyordu. Çünkü o atlar burada yoktu. Sadece, dostlarının

hiç ihmal etmeden gönderdikleri yarış mecmualarından isim

ve resimlerini izler, içini özlem alevi sarar, her birinin adını,

yaşını, anasını, babasını sayar, sonradan da ‘’Ben bunların

hepsinin cemazül evvelini bilirim.’’ derdi.

Nekre*, sohbeti zevkli, ödün vermeyen inançları içinde

zaman zaman politikaya takar, günlük gazete haberlerinden

kendi görüşü doğrultusunda yorumlar yapar, kızar, tatlı bir

küfürle rahatlar, her çıranın alevini yanışına göre üflerdi.

En hoşa gidilecek tarafı dobra dobra oluşu idi. Siyaset

dünyasının göbeğine oturmuş gibi, günlük çerçeveden

ve görüşüne göre ahkâm keser hem nalına hem mıhına

vururdu. Hele bazen, sinirlenip de tepedeki politikacılara

kızarsa; ‘’kurtaramazlar bu ülkeyi abi!’’ diye dert yanar,

Doğu olaylarına değinmek isteyince de;’’Evvela Suriye’yi

dümdüz edeceksin abi!’’ der, o sinirle yerinden kalkar, çay

almak için mutfağa giderken bile ‘’Pezevenkler!’’ diyerek

rahatlamaya çalışırdı. Bazan kendisini öyle kaptırırdı ki, su

içerken, tuvalete giderkenbile küfürle politika konuşurdu.

Söz arasında siyaset çevrelerinden bir iki isim söylesem, ya

‘’Partal herif!’’ diye tanımlar veya ‘’O da davar abi, dana

dana!’’ diyerek hayvan sevgisine çifte bahis oynardı.

Bir gelişinde günlük veya aylık ekonomi balansını

sağlayamadığı için, ‘’Yandık valla abi! Öldük.’’ der, ertesi

gün aynı mevzuda; ‘’Bizi dağda eşkiyalar soymadı abi, bende

para bok gibi.’’ diyerek evellki yakınmasını süngerlemeye

kalkardı.

Çok sevdiği talih oyunlarından ahım şahım kazanamazdı

ama her hafta milyoner olma hayaliyle kendine ve beraberlerindekine

ümit verirdi. ‘’Bu hafta yırtıcaz abi!’’ diye

içeri girer, ‘’ama şu Liverpoll maçına çok fena takılıyorum,

sen ona bir bak abi!’’ lafıyla yükünü biraz hafifletmek isterdi.

Bazan, ‘’Sen bana bırak onları abi, ben bu işlerin raconunu

bilirim. Hele bu hafta iki direk koycam abi, milletin ağzı açık

kalacak.’’ diye tutturur, bir süre sonra da; ‘’Ah be abi, nasıl

kaçırdık on üçü geçen hafta.’’ diyerek hayıflanırdı.

Telefon etmediği Cumartesi akşamları, spor talih oyununun

O’na yine oyun oynadığını anlardım. Çünkü, az da olsa

kazandığı haftalar muhakkak telefon eder, neticesini

bilemediği maçların uzun uzun kritiğini yapar, bazan

oyunculara, bazan oyunlara kızardı.

Her şeyde olduğu gibi yemeklerinde de zevk sahibi idi. Gün

geçmez ‘’Bu gün de Konyalı da yedim.’’ diye ikramlarımızı

eliyle iterdi. Uzun zaman İstanbul’daki meşhur Konyalı

lokantası ile karşılaştırmalar yaparak, dost-u şefiki Konyalı

bir arkadaşının evinde nefsi körelttiğini anlardık.

İkinci ve de değiştirmeyi aklından geçirmediği hobisi

de yüzmekti. Bu nedenle şehirdeki yüzme havuzlarına

dadanmıştı. Öylesine dakik idi ki, iki eli kanda olsa saatinde

oralarda bulunurdu. Böylesine bir hobi tutkunluğunu başka

kimsede göremezdiniz. Sonradan öğrendim ki, gittiği yüzme

havuzları o saatlerde huriler ve su perileri ile dolarmış.

Saçları ve dişleri için çalmıyacağı kapı, aramıyacağı hekim

ve ilaç yoktu. En çok korktuğu ve onu ürküten alın üstü

bölgesinin, gelecekte Cumaovası havaalanına dönüşmesi

kaygusu idi. Saçları dökülebilir, berber ücretinden

kurtulabilirdi ama şimşir tarağı nereden bulacaktı.

Bazan, yerli yabancı gazete ve mecmualardan kesitiği

küpürleri getirir ‘’Abi!’’ derdi, ‘’Benim kafam hafızama

yeter ama saçlarım yetmez, şunlara bir bak bakalım’’ diye

masama bırakır, ‘’Eksik organı olan çok üşür ben şimdi

I’m going to Swimming-pool, sonra görüşürüz.’’ Der, ateş

almaya gelmiş gibi oturmadan giderdi.

Dişlerinin geleceğini dişçiye bağlamıştı. Zaman zaman

beraber gittiğimiz klinikte, kuştüyü yatak gibi rahat ettiği

koltuğa yayılıp da sırt üstü uzanınca ümitle sorardı. ‘’iyi

olacak mı’’ diye. Dişleri de az saçları gibi rüyasına girer,

hatta onlar için kafiyeli laflar bile düzenler, sohbetlerinde

sıkıldığı mevzulardan atlamak için; ‘’Bırak bu işleri, fırçala

alt dişleri.’’ diyerek, dişlerini hatırlar ve hatırlatırdı.

Her haliyle sevimli idi. Öylesine ki; eşinin sempatik bir

eleştiri sözüne bile hemen kafiyeli bir cümlecik bulur.

Mesela, ‘’Ben zor olsam bile rengârengim, senin gibi tekdüze

değilim.’’ Diyerek tatlı bir tebessüm ile gönül alırdı. Hararetli

konuşmaları arasına başka bir kelâm girse, akabinde ’’Abi,

nerde galdık.’’ Lafı ile sohbetini tamamlamaya çalışır, eğriye

eğri, doğruya doğru konuşmasını severdi.

Bir gün, ‘’M...bey!’’ dedim. ‘’Türkiye’ye gittiğimde bir

günlüğüne olsa Ankara’ya seni görmeye geleceğim. Bakalım

beni orada nasıl karşılayacaksın.’’ Hemen oturduğu yerden

ayağa kalktı, bana doğru bir yarım devrildi ve ‘’Abi, sen

yanılıp da bi gel Ankara’ya, sana kral bir hayat yaşatayım

aklın dursun.’’ diyerek hem bana olan sempatisini ve hem de

oradaki yaşamını vurgulamak istedi.

O günden beri, O Ankara’ya dönüşü, ben ise yaşayacağım

bir günlük kral hayatı düşlüyor ve bekliyoruz

Stockholm, Mart 1990

*Saya: Ayakkabının tabandan yukarı olan yumuşak bölümü.

*Nekre:Beklenmedik hoş ve şaşırtıcı cevapları ya da düşünceleri

olan kimse (TDK)

PRİZMA/14-15 19


Aynada yansıyan aksine baktı ve ”mülteci olduğuma

inanamıyorum” diye mırıldandı. Yutkunmak istedi,

yutkunamadı. Ağlamak, gözyaşlarına boğulmak,

hıçkırıklara nağme katıp, kaderini sorgulamak istiyordu

aslında; ”Neydi günahım, Allahım! Ben ne yaptım da

bana bu acıyı yaşattın?” diye söylenirken adının İsveç

şivesiyle çağırıldığını duyup lavabodan çıktı.

Oysa üç ay önce Göteborg’a geldiğinde ne mutluydu.

Hem Avrupa Şampiyonasını, izleyecek, hem de yıllardır

görmediği akrabalarıyla özlem giderecekti.

Bursa’dan gelen haber, ikilem hatta üçlem içerisinde

bırakmıştı O’nu. Akrabaları önüne üç alternatif

koymuştu, karar verip seçmesi için: Ya geri dönüp

kaderiyle yüzleşecekti, ya kalabildigi kadar kaçak

kalacaktı; ya da... O, ’’ya da’’ yı seçti.

Kaderin bir tecellisi mi nedir bilinmez, yıllarca önce,

İkinci Dünya savaşının hemen ardından başlayan

Balkanlar’dan Türkiye’ye göç furyası, 1950’li yılların

başında babasını ve annesini Türkiye’ye mülteci

yapmıştı. Eski Yugoslavya’da Tito döneminde, şimdiki

Makedonya sınırları icerisinde kalan Kumanova

kasabasının Mateq ve Slipcan köylerinden, baskılara

dayanamayıp, topraklarını, yerlerini, yurtlarını bırakıp

gözü kapalı Anadolu’ya kaçan mülteci bir ailenin çocuğu

olarak, doğup büyüdüğü Türkiye’de yaşadığı tüm düş

kırıklıklarına, acı tatlı gözyaşlarına rağmen, hiçbir

zaman Türkiye’yi terk edip kaçmayı düşünmediğini

anımsadı.

Çoğunluğu ellili yaşlardaki bayan görevliler, parmak

izlerini alıyor, dijital fotografını çekiyor, hakkında

ayrıntılı bilgiler alıyordu. O’nun aklı ise hala geride

bıraktıklarındaydı...

O, diger ilticacılarla birlikte, özel bir otobüsle Göteborg’a

bir saat uzak, en yakın yerlesim yerine yedi kilometre

mesafede Varberg yakınlarındaki Mäshult isimli bir

mülteci kampına getirildi. 13 numaralı koğuşa girdiğinde,

Filistinli Bessam’ın sürekli gülümseyen ve yardıma

hazır yüzüyle karşılaştı. Bessam’ın yıllarca İsrail baskısı

altında yaşayıp da hâlâ gülümsemeyi becerebilmesi

O’nu umutlandırmıştı. ”Öyle ya da böyle, hayat devam

ediyor.” diye düşündü.

Beş vakit namazını doğuracaktı.

hissediyordu.

20 PRİZMA/14-15

mülteci

oğlu

m ü l t e

Yazı, resimler ve şiir: Suat Mateqi

Anlaşmak ve uyum sağlamak için ille de aynı dili

konuşmak gerekmiyordu. Aynı Dünya’da, aynı atmosferi

soluyup da ilk kez karşılaştığı insanları incelemeye

başladı.

İki Azerbaycanlı Azeri, bir İranlı Azeri, bir Filistinli,

dokuz Sırp Çingene, iki Hırvat, bir Bosnalı Hırvat, bir

Nijeryalı, bir Liberyalı, altı Somalili, beş Makedonyalı

Türk, on yedi Bulgar Çingenesi, bir Burneolu,

iki Gürcistanlı Azeri, bir Rumen, üç Afgan, dört

Iraklı Arap, dört Türkiyeli Kürt, toplam altmış bir

Dünyalıyla kader birliği yapıyordu.

Trajedinin çok büyük olduğunu düşündü ilk defa.

Oysa, daha önceleri, mesleği ve kişiliği gereği bir

çok haber izlemiş, okumuş ve gözlemlemişti. Yıllar

önce Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçıp okullarda ve

camilerde barınarak sefalet çeken mültecileri anımsadı.

Türkiye’den, kamyon, tır, gemi ya da salla kaçarken

yakalanan mültecileri de... İnsan tacirlerinin insafına

kalmış kaderleriyle buralara kadar gelebilen, ya bir

başka yere gitmeyi hayal ederken kendini Mäshult

kampında bulmuş, ya da İstanbul’da, belki de Ege

denizinin serin sularında son bulmuş hikayeleri.”Bu

insanların kültürsüz, eğitimsiz, parasız, pulsuz, yarınsız

ve umutsuz bırakılması onların suçu değil. Bu bir kader

mi? Peki ya çocukların, bebelerin günahı ne?” diye

düşünürken, kendi çocukları ve sevdikleri geldi aklına,

”Ben olsam böyle bir riske girmeyi göze alamazdım...

Aileme bu cefayı çektirmeye ne hakkım olurdu, ne de

cesaretim”

Kampa ilk geldikleri gün takvim yaprakları 23

Aralık’ı gösteriyordu. Dünya yeni bir yıla girmenin

hazırlıklarını yaparken o bu mülteci kampında, yeni yıl

coşkusundan uzak, dipsiz bir kuyuya inmekte olduğunu


c i

Sven’i,”Elhamdulilah Hıristiyanım?” diyerek Türkleri

ti’ye alan Liberyalı Dallas’ı, Iraklı vurdum duymaz

Haydar’ın hamileliğine rağmen pofur pofur sigara

içen karısını, dünya umurlarında olmayan Çingeneleri,

sürekli ağlayan Burneo’lu on sekiz yaşındaki genç kız

Siri’yi ve mülteci sorununu aklından çıkaramıyordu.

Yurtlarından çeşitli bahaneler ve gerekçelerle

kaçan insanlar insan tacirlerine beş ile on bin arası

dolar ya da euro ödüyorlardı. Umut tacirlerinin, insan

kaçakçılığından cebine giren bu paraların kaba taslak bir

hesabını yaptı.”Sadece İsveç’e günde 100 kişi iltica

için girse, 365 günden, yılda 36 bin 500 kişi yapar. Bu

insanlar buralara gelmek icin ortalama 6 bin dolar

ödese, yılda 219 milyon dolar eder. Bu parayla neler

yapılmaz ki? Bu sadece İsveç’e gelenlerin hesabı...Peki

ya Norveç, Danimarka, İngiltere, Almanya, Fransa’ya

gelenler...”

O, şimdi dilinde yeni yazdığı bir şiirle diğer mülteciler

gibi Göteborg yakınlarındaki Nödinge’de hakkında karar

verilmesini bekliyor.

Bu yazı yayınlandığında ya dipsiz kuyunun içine

çakılmış olacak, ya da kendisine uzatılan ipe tutunup

aydınlığa çıkacak

Noel tatiline rağmen 61 kişilik kampta kendilerine

hizmet eden, herhalde sabırlı İsveçliler’in en çarpıcı

örneği olan yemekhane görevlisi Sven, asistanı bir

bayanla birlikte uzun yıllardır bu işi yapıyor olmalıydı.

Zaman zaman Sven’in on yaşlarında ki oğlu Erik de

onlara yardım ediyordu.

”Ama biz onu şurada bir kaç gündür tanıyoruz!” diye

düşündü. ” Bir ara beni de sinirlendirse bile, diğer

mültecileri, vurdum duymaz ve kendine göre haklı

tavırlarıyla çileden çıkarsa da, o bu işi iyi yapıyor ve

kime nasıl davranacağını biliyor. Kim bilir yıllarca

ne insanlarla karşılaştı ve başından neler geçti. Biz

onun için, hiçbir zaman anımsamayacağı gereksiz birer

ayrıntıdan öte ne olabiliriz ki?”

Yılbaşından bir kaç gece önce, kamptaki Hıristiyanları

almaya bir araç geldi. Yedi kilometre ötedeki köy

kilisesinde Noel ayini yapılacakmış. Hıristiyan

mültecilerle birlikte Müslüman Bessam, Iraklı Haydar

ve hamile eşi, Azeriler ve O. ayini izlemek için kiliseye

gittiler. İsveçliler dua ederken, O. da kendi dini inancına

ve düşüncesine göre dipsiz kuyunun içinden Tanrısına

seslendi.

Kiliseden sonra, Filistinli Bessam’ın ısrarıyla,

kampta Cuma namazı kılmaya karar verdiler. Bessam’ın

imamlığında, Somalili, Azeri, Gürcü, Türkiyeli Kürt C.

ile birlikte namaz kıldı O.

Bir hafta kaldığı Mäshult kampındaki son gününde,

Arnavut, Kürt, Rus, Moğol, Afgan ve Burundulu yirmi

yedi kişi daha geldi. O. Toplam seksen yedi kişiyi

bulan kamptan yılbaşından iki gün önce ayrıldı. Ama,

yemekhanede omuzuna dokunarak ketçap istediği

Somalili kadının İngilizce”D’ont touch mi... I’am

Muslim Women!” (Dokunma bana. Ben Müslüman

kadınım) şeklindeki tepkisini, yemekhane görevlisi

PRİZMA/14-15

Burada günler kısa, gölgeler uzun oluyor bebegim!

kışları soğuk ve karanlık...

Biraz çıkınca güneş, uzyayıveriyor gölgeler;

gri adamlar gibi, yayılıyor kar üzerine...

Ben gölgeden hiç korkmadım bebeğim;

varsın gölge korkakları yavşak olsun!

ben asla korkmam:

ne gölgeden, ne yalnızlıktan,

ne de yalancıdan...

lakin yalandır, zemberek olan

zemberek çözülüp, yalan soktu mu?

yılanı da, seni de, beni de zehirler bebeğim...

yalan gerçeğin zehri, zehrin gerçeği!

ben senin kadar gerçek, gerçek kadar zehirim...

yılan beni ısıramaz,

benim gölgem burada daha da uzuyor, çünkü...

unuttun mu, yoksa?

boyum 1.94`tü, bebeğim!

21


Muammer Özer

Barbar

Türkler

Avrupalı yüzyıllarca çiğnediği ‘’barbar Türkler’’

sakızını günümüzde de modern medya

aracılığıyla çiğnemeye devam ediyor? Istanbulun

fethi midelerine öylesine oturmuş ki hâlâ haritalarında

konuşma ve yazılarında İstanbul için Konstantinapolis

adını kullanmayı sürdürüyorlar. Ya Avrupa haritasının

sınırlarının Kafkaslara kadar gelip Anadolu’yu içine

almadan Balkanlardan geçirilmesine ne demeli?

Bunlara benzer Türkiye veTürkler aleyhine bir yığın

gariplikler vardır Avrupa’nın dağarcığında. Osmanlı’nın

hüküm sürdüğü Avrupa ülkelerindeki okul kitaplarında

yakın zamana kadar Türk düşmanlığı yapılıyordu ve

yaramazlık yapan çocuklarını‘Sus yoksa seni Türklere

veririm’’ ya da ‘‘Türkler geliyor’’ diyerek korkutan ana

babalar vardı.

Türklere ‘’barbar’’ adını takan Avrupalı, birinci ve

ikinci dünya savaşını başlatıp yetmiş milyona yakın

insanın ölümüne neden olmadı mı? Geri kalmış ülkelerin

doğal kaynaklarını acımasızca yüzyıllarca sömürenler,

mazlum ülkelerin halklarını katleden, gerektiğinde

oralarda askeri darbeler düzenleyenler de Avrupalılar

değil mi. Kısacası, Türklere barbar damgasını vuranlar,

insanlık tarihinin en acımasız barbarlıklarını yapmış

ve yapmaya günümüzde de devam eden USA ve Batılı

gelişmiş kapitalist ülkelerdir.

İsveç’te 1949 yılından beri yaşayan ve İsveççe’de

‘’Turkduvan’’ dedikleri Türkiye kökenli bir göçmen

güvercin türü olduğunu çok kişi bilir. Osmanlıların

Avrupa’da işgal ettikleri ülkelere de götürdüğü bu

güvercinleri, Osmanlı Avrupa’dan çekilince, o ülkelerdeki

yerli halk Türklerin sembolü olarak gördükleri

güvercinlerin tamamını Türklere olan hınçlarını almak

için katletmişler. İşte bu katliamlardan kurtulabilen

güvercinlerden bir kısmı İsveçi mesken seçmişler.

Yugoslavya’nın parçalanmasıyla Avrupa’nın göbeğinde

yaşanan korkunç soy kırımı da bu Türk güvercinin

kırımının bir devamıdır ve özünde aynı neden vardır. Sırp

ve Boşnak asıllı onbinlerce Müslüman azınlık, barbarca

“Türk” niyetine katledilmişlerdir.

Yüzyıllarca Türklere karşı kinle beslenen insanlar

güvercinleri, insanları katletmekle kalmamış, Türklerden

kalan cami, mezar, kütüphane (içindeki kitaplarla beraber),

okul, köprü gibi tüm insanlığa malolmuş tarihi yapıtları

da yakıp yıkmışlardır. Hemde iki bin yılının eşiğinde ve

batılı ülkelerin ve Birleşmiş Milletlerin gözü önünde.

Avrupa’nın göbeğine kadar savaşarak gelip yerleşen

Türkler dört yüz yıl boyunca Avrupalı’nın korkulu rüyası

olmuştur. Avrupa’da, dört yüz yıldan fazla iyi kötü Osmanlı

22

PRİZMA/14-15

yönetimi altında kalan ülkelerin halklarının barbarlığa

varan Türk düşmanlığını onaylamak değil ama anlamak

mümkündür. Bizim anlamadığımız, Türkiye’den beş

bin kilometre uzakta, Kuzey Kutbunun dibinde yaşayan

İsveçli Vikinglerin Türkiye ve Türk düşmanlığı. Beş yüz

yıldan fazla bir süredir devam eden bu Türk düşmanlığı

ateşinin buralarda bile hâlâ yandığını ve kara bir dumanla

havayı kirlettiğini görmek üzücü. En kötüsü de Türk

düşmanlığını burada doğma, büyüme çocuklarımıza da

yansıtmaları.

İsveç, Türkiye aleyhtarlığını ilkokullara kadar sokmuştur.

Okul kitaplarında ve okullarda açılan sergilerde

Türkiye’nin baskıcı bir ülke olduğunu bunları analiz edemeyecek

kadar küçük çocukların kafalarına işlemektedir.

Aynı okullarda eğitim gören Türkiye kökenli çocukların

duygularını ve tepkilerini hiçe saymışlar ve bu yolla

ırkçılığa yeşil ışık yakmışlardır.

Yıllardır, başta Dagens Nyheter olmak üzere İsveç

medyası ve politikacılar zaman zaman pireyi deve

yaparak Türkiye’ye çamur atmayı alışkanlık haline

getirmiştir. Türkiye ve Türklerle ilgili her türlü olumsuz

olay abartılarak verilirken olumlu gelişmeler hasıraltı

edilmiştir. Türk futbol takımının dünya kupasındaki

başarısından, Eurovision birinciliğine, Türkiye’nin dış

politikasında zaman zaman gösterdiği tutarlı tavrına kadar

birçok olumlu gelişmeyi ya görmemezlikten geliyorlar ya

da gölge düşürüyorlar.

2003 yılının son aylarında İstanbul’dan halen

Kostantinopolis diye bahseden İsveçli radyo programcısının

acaba hiç mi yakın tarih bilgisi yoktu?

Medyada başlayan bu Türk düşmanlığı okullara,

sokaklardaki duvar yazılarına, çocukların konuşmalarına

kadar yansıyor. Olumsuz ya da aşağılayıcı durum ve

davranışlar kişiler söz konusu olduğunda hemen Türk

olarak niteleniyorlar. Üstelik bu eğilim sadece Türklere

karşı var, başka ülkelerden gelen insanlara karşı yok.

Stockholm’de geçtiğimiz yılın son ayında ‘‘Soykırımına

Hayır’’ konferansının dördüncü ve sonuncusu

düzenlendi. Bu konferansta, Ermeni soykırımı da ele

alındı. Bu konuyu bilinen kalıplar içinde ele alan Klas-

Göran Karlsson adındaki bir araştırmacı, dünyadaki

devrimleri iyi ve kötü diye iki bölüme ayırmış. Kurtuluş

savaşı sonucu gerçekleştirilen Atatürk devrimlerini,

Stalinizm, Hitler nazizmi ve Kamboçya’nın kızıl Kramer

devrimleri ile beraber kötü devrimler sınıfına koymuş.

Dünyada batı emperyalizmine karşı ilk kurtuluş

mücadelesini başarıyla vermiş, monarşiyi yıkıp

cumhuriyeti kurarak laik çağdaş Türkiye’nin temellerini

atmış mazlum bir toplumun gerçekleştirdiği

devrimleri karalayan bu araştırmada, binlerce insanın

öldürülmesine, onbinlercesinin ülkeyi terketmesine

neden olan ve ülkeyi ortaçağ karanlığına büründüren İran

devriminin ve benzerlerinin sözü bile edilmiyor.

Karlsson gibi Atatürk devrimlerini kötü görenler,

Kurtuluş Savaşında yenilgeye uğrayan işgalci batılı

emperyalist ülkelerle, yurdumuzu emperyalistlere peşkeş

çeken Omanlı son padişahı ve şeriat isteyen yobazlardı.


Özellikle darbe sonrası 80’li yıllardaki

Türkiye’nin asker, polis ve politikacılarının

çağdaş olmayan davranış ve uygulamaları

Türkiye düşmanlığını en çok azdıran

nedenlerin başında geliyordu. Kıbrıs, Kürt,

Süryani, Ermeni sorununun yanı sıra aşırı

milliyetçi Türk, Kürt, Süryani ve Ermenilerin

de bu düşmanlığı besledikleri bir gerçek.

Türkiye’deki antidemoktatik uygulamalar,

işkence, insan hak ve özgürlüklerinin

çiğnenmesi tabii ki eleştirilmeli. Türkiye ’de

yaşayan etnik grupların hakları, özgürlükleri

ve demokrasi savunulmalı, ama bu eleştiriler

Türk düşmanlığı noktasına çekilmemeli.

Barabar Türk imajını en çok besleyen

belli başlı nedenlerden biri de bizim

kendi aramızdaki her türlü suçu işleyen,

huysuz, hırsız, tecavüzcü, katil, saldırgan,

esrar ve kadın tüccarlığı yapan kişilerdir.

Diyeceksiniz ki ’’her toplumda vardır

böyleleri.’’ Çok doğru, fakat, sokaktaki

İsveçli bunu böyle düşünmüyor, Türklere

karşı yapılan bu karalama kampanyalarının

da etkisinde kalmış olarak bütün Türkiye

kökenlileri aynı kefeye koyuveriyor.

‘‘Çocuklarımız Türk

olduklarını

utanmadan

söyleyebilmeli

ve

başları dik

yaşayabilmeliler’’

Türk ve Türkiye düşmanlığının sinsice kol

gezdiği bu ortamda sanatçı, edebiyatçı, aydın

ve demokrat insanların da işi zor. Çünkü;

sanatçı ve aydınlar Türkiye’deki demokrasi

dışı uygulamaları, baskıları, sömürü ve

haksızlıkları eleştirdiklerinde Türkiye’yi

karalamak için fırsat kollayan bu çevrelere

istemeyerek de olsa alet olma riskleri var.

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli insanlar

olarak sadece sanatçı ve aydınlara değil,

hepimize görev düşüyor. Varolan Türk

düşmanlığının panzehiri sanatçılarımızın,

aydınlarımızın, sporcularımızın, işadamlarımızın,

öğretmenlerimizin ve sıradan

vatandaşlarımızın başarıları, yaşadıkları

toplumla ilişkilerindeki medeni tutum ve

davranışlardır.

Çocuklarımız her yerde Türkiye kökenli

olduklarını gizlemeden, utanmadan söyleyebilmeli

ve başları dik yaşayabilmeliler.

Osman İkiz

Papaz,

papazı

buldu

Knutby köyü papazı bütün pazar ayinlerinde kadınların

kocalarına köle, özellikle de cinsellikle ilgili olarak köle

olmalarını vaaz etmesine rağmen koca cemaat adamdan hiç

kuşkulanmamış. Şimdi karısının öldürülmesinde parmağı bulunduğu

iddiasıyla tutuklu. Önceki karısını da öldürmüş olduğundan

şüpheleniliyor. Polis, son cinayette papazın suçlu olduğunu gösteren

yeterli teknik kanıtın elde edildiğini açıkladı.

Cinayet ocak ayının ilk yarısında işlenmişti. Bir cumartesi günü

Knutby köyü papazının karısının yatağında ölü bulunduğu, komşusu

30 yaşlarında bir adamın da aldığı kurşun yaralarından ağır durumda

olduğu haberi geldi.

Akşam da aynı cemaatten genç bir kadının cinayetle bağlantılı

olarak yakalandığını öğrendik. Bu arada ağır yaralı adamın 26

yaşındaki karısı ile papazın gizli aşk yaşadıkları ortaya çıktı. Bu

söylentiyle birlikte ikisi de gözaltına alındı.

Cinayet akşamı yakalanan genç kadın daha önce papazın evinde

çocuk bakıcısı olarak çalışmış. Çalıştığı sırada da papazın karısına

çekiçle saldırmış. Ruhi dengesinin pek yerinde olmadığı söylenen

çocuk bakıcısı birkaç gün sonra cinayeti işlediğini itiraf etti. Silahı

köprüden denize attığını da söyledi.

Çocuk bakıcısı cinayeti üslendi ama papaz serbest bırakılmadı.

Zaten karısı öldürüldüğü sırada yan odada uyuyormuş ve silah sesini

duymamış. Baştan kuşku uyandırmıştı bu. Polis papazı içerde tutup

26 yaşındaki sevgilisini serbest bıraktı.

Knutby köyünde olan biteni ondan sonra öğrendik. İsveç serbest

kiliselerinden Pingst denen tarikat mensuplarından bir bölümü gelip

bu köyü mekan tutmuş. Tarikat mensupları tabii ki her pazar gidip

papazın vaazını dinliyor. 30 yaşlarındaki papazın ayinlerde üzerinde

en çok durduğu konu kadınların kocalarıyla ilişkileri. İlişki demek

de aslında tam doğru değil. Kadınlara kocalarına tam itaat etmeleri,

özellikle cinsel yaşamlarında köle olmalarını telkin ediyor papaz.

Papaza göre dindar kadınlar öyle davranırmış. Allah da böyle

istiyormuş. Köyün bir de papazdan bile etkili kadını var. O da

kendini İsa’nın karısı ilan etmiş. İsa’nın karısı cinsellik meselesinde

papazı da geçmiş. Kadınlara yatakta nasıl davranıp, nasıl pozisyon

almaları gerektiğine kadar talimat veriyormuş. Tıpkı Amerika’daki

deli tarikatları hatırlatırlatan cinsten yani. Bunları cinayetten sonra

öğrendik tabii.

Gene bulvar gazetelerinin haberlerine göre papaz ifadesinde cinayet

emrini İsa’nın karısından aldığını itiraf etmiş. Hatırlayacaksınız Anna

Lindh’in katili de cinayet emrini İsa’dan aldığını ileri sürmüştü.

Benim anlayamadığım bütün bir cemaatin kafayı kadınlara ve

cinselliğe takmış bu papaza nasıl itaat ettikleri.

Tabii şimdi papazın daha önceki karısının ölümü üzerinde de

duruluyor. 23 yaşındaki karısı da güya banyoda düşüp başını vurmuş

ve ölmüş. Polis dosyayı tekrar açtı. Papaz karısı diye cinayet ihtimali

üzerinde hiç durulmamış. Sizin anlayacağınız yobazlar ortalıkta kol

geziyor, bütün köy uyuyor, polis de yutuyor.

Bu yazı www.ntv.com sayfasında da yayınlanmıştır

PRİZMA/14-15 23


‛‛Sigarasız hayat‛‛

Hamdi Özyurt

ohhh ne rahat!

Sigarayı bırakmak çok mu kolay?

Yoksa siz de defalarca bırakıp sonra

yine başlayanlardan mısınız?

O halde size yeni bir fırsat,

2 Mayıs‛ta dünyanın 100 ülkesinde

1 milyon kişi sigarasını bir daha

yakmamak üzere söndürecek.

24

Gün geçtikçe daha fazla sayıda

tiryaki sigarayı bırakmayı seçiyor.

1970‛li yıllarda özellikle gençler

arasında sigara içmek modaydı. Ama artık

bu modanın yerini sağlıklı, enerjik ve

temiz bir hayat seçimi aldı.

Gençler gün geçtikçe daha bilinçli oluyorlar. Örneğin

en son araştırmalara göre 9. sınıfa gidip de sigara

içen kızların oranı 1999’de yüzde 18 iken bu sayı 2003’te

yüzde 13’e düştü. Oğlanlarda ise bu oran yüzde 10’dan

yüzde 7’ye düştü. Artık sigara içenlere hayranlık duyulmuyor.

Tam tersi acımayla karışık bir küçümseme tiryakilerin

karşılaştığı. Özellikle de İsveç ve diğer Avrupa

ülkelerinde.

Yine de, dünya sağlık örgütü WHO’nun rakamlarına

göre, bütün dünyada yılda 3,5 milyon kişi sigaradan

dolayı erken ölüyor. Önlem alınmazsa bu sayı 25-30 yıl

içince 10 milyona çıkabilir, bu sayının 7 milyonu ise geri

kalmış ülkelerin insanlarına ait.

Sigaradan dolayı erken ölenlerin yarısı 35-69 yaş arası

erkekler. İsveç’te her yıl 6 bin 400 kişinin sigaradan ötürü

erken öldüğü biliniyor. Bütün bunları düşününce de sigara

tiryakilerinin yüzde 85’inin sigarayı bırakmak istemesine

şaşmamak gerek.

İsveç’te sigara bağımlılığını en aza indirgemek için

sadece sigaraya zam yapmakla yetinilmiyor. Hükümet,

restoran ve kafeteryalarda sigara yasağı uygulanması için

kanun önergesinde bulundu. Yasağın 1 Haziran 2005 tarihinden

itibaren uygulanmaya koyulması bekleniyor.

İnsan, her ne kadar yasakçı zihniyetlere karşı olsa da bu

konudaki bir yasağa itiraz etmek çok zor. Öyle ya kendini

yavaş yavaş da olsa öldürmenin yasaklanmasına kim

karşı çıkabilir ki?

Onun için en iyisi sigarayı kendi seçimimizle bırakıp

bunun gururunu yaşamak. Üstelik bu hem kendimizin

hem çevremizin yüzde yüz kazançlı çıktığı bir gelecek

yatırımı, hem de olumlu sonuçlarının daha ilk günlerden

görülmeye başlandığı türden.

PRİZMA/14-15

Sigarayı bırakmanın yararları!

Gelin sigarayı bırakınca hayatınızda ne gibi olumlu

değişiklikler oluyor bir göz atalım.

- Sağlığınız düzelir.

- Tad duyunuz yerine gelir.

. Cildiniz güzelleşir, renginiz düzelir

- Kokuları daha iyi ayırt edebilirsiniz.

- Yılda aşağı yukarı 13 bin kron tasarrufunuz olur.

- Kendinize saygınız artar.

- Kalp damar hastalıkları riskiniz azalır

- Kan dolaşımınız düzelir

- Nefesiniz, eviniz, arabanız, giysileriniz daha iyi kokar.

- Sigarayı hâlâ bırakamadığınız için kendinize kızmaktan

kurtulursunuz.

- Çocuklarımız için iyi bir örnek olursunuz.

- Yakınlarınızı sigara dumanından kurtarırsınız.

- Fiziksel olarak daha iyi hissedersiniz. Canlanırsınız.

- Spordaki performansınız artar.

- Zamandan kazanırsınız. Hem de her gün en az 1,5 saat.

- Daha iyi bir eş ve sevgili olursunuz.

- Güzelleşirsiniz.

Peki ama nasıl bırakacağız?

Halk Sağlığı Enstitüsünün Sigarayı Bırakma kampanyası

projesinin sorumlusu psikolog Barbro Holm Ivarsson 8

yıl boyunca sigara bırakmak isteyen yüzlerce kişiye tedavi

uygulayarak onların sigarayı bırakmasını sağladı.

Ivarsson, sigarayı bırakabilmeniz için şunları öğütlüyor:

1- Başarının yarı yolu bırakma tarihinizi planlamaktan

geçer. Sigarayı bırakmak için 3-6 hafta sonrasına bir tarih

belirlerseniz başarı şansınız büyük olur.

2- Bırakma tarihinize kadar olan sürece, sadece açık alanlarda

sigara için, ya da sigaraya ayrılmış özel alanlarda.

Bu tutum, sizin sigara içme alışkanlığınızın yavaş yavaş

değişmesine yardım. eder.

3- Bütün bunlardan öte sigarayı bırakma motivasyonunuz

çok önemlidir. Neden bırakmak istiyorsunuz

sigarayı? Bırakınca kazancınız ne olacak?


3- Her isteyen sigarayı bırakabilir. Ama bunun için,

sigaranın günlük hayatınıza renk ve zevk kattığı

yanılsamasından kurtulmanız gerekir. Ayrıca, bu

yanılsama sadece sigara tiryakilerine aittir. Çevrenizdeki

sigara içmeyenlere bir bakın. Sigara içmedikleri için

hayatlarında bir eksiklik var gibi görünüyor mu?

Barbro Holm Ivarson 8 yıl boyunca kendisine

sevkedilen sigara bağımlılarının sigaradan

kurtulmasına yardım etti.

Çocuklarınızın sigara içmesine

kesinlikle izin vermeyin.

Hatta, YASAKLAYIN! diyor Ivarson.

Sigarayı bırakmak için 020-84 00 00 numaralı telefondan

ücretsiz sağlık danışma hattını arayabilirsiniz. Ayrıca;

internete girme olanağınız varsa, www.cancerfonden.se/

slutaroka veya www.halsolinjen.nu adreslerini tıklarsanız

konuyla ile ilgili her türlü bilgiye ulaşabilirsiniz. Bireysel

yardıma gereksinme duyuyorsanız, bölgenizdeki sağlık

ocağına danışabilirsiniz.

Biraz motive olmaya ne dersiniz?

- Daha sağlıklı, daha canlı, daha güzel ve daha dayanıklı

olmak istiyor musunuz?

-Daha çok yaşamak istiyor musunuz?

-Çocuklarınıza daha iyi bir örnek olmak istiyormusunuz?

-Daha yararlı ve eğlenceli şeyler yapmaya daha çok zaman

kalsın istiyor musunuz?

-20 yıl içinde en az çeyrek milyon kron kazanmak istiyor

musunuz?

Bu soruların hepsine evet yanıtı verdiyseniz yapacağınız

tek şey sigarayı bırakmaktır. Çünkü sigarayı bırakınca

bütün bunlar hayatınızın gerçek bir parçası olacaktır.

Zaman gelince tamamen bırakın!

1- Nikotin krizinden korkmayın. Dayanın. Bir süre sonra

kurtulacaksınız. Sigara içtiğiniz sürece nikotin canavarının

yaşamasına katkıda bulunmuş olur-sununuz. Nikotin krizinin

en yaygın belirtileri; baş dönmesi, konsantrasyon

zorluğu ve sinirdir. Ama bütün bu belirtileri vücudunuzdaki

canavarın can çekişmekte olmasına bir işaret olarak

yorumlarsanız kendinizi daha güçlü hissedersiniz. Gerçekten

de, bu gelip geçici sıkıntılar bedeninizin zehiri

atmaya ve iyileşmeye başladığının bir göstergesidir.

Sigaralarınızı ve sigarayla ilgili herşeyi çöpe atın.

Bir tek nefes bile çekmeyin bıraktıktan sonra. Ara

sıra içmeye kalkarsanız, sigara ihtiyacından asla

kurtulamazsınız.

Canınız sigara içmek istediği an, hayalinizde bir oyun

oynayarak zamanı geriye doğru kaydırın ve sigaranızı

daha yeni söndürdüğünüzü varsayın.

2- Düzenli yemek yemelisiniz. Bu özellikle sigarayı

bıraktığınız ilk günlerde çok önemlidir. Çünkü,

olabildiğince iyi hissetmelisiniz kendinizi. Üç öğün yemek

yemek, ara öğünlerde ise meyve, sebze yemek çok

yararlıdır. Kilo almak istemiyorsanız yağlı yiyeceklerden

uzak durun. Bol bol su için. Canınız sigara çektiğinde birkaç

bardak su iyi gelecektir. Sigara arzusu sadece birkaç

dakikalık geçici bir arzudur. Bu arzuyu hissettiğiniz an

hareket etmeniz dayanmanızı kolaylaştırır.

PRİZMA/14-15

Sigarayı bırakma kampanyası

çerçevesindeki etkinlikler

*İlham verici, okuması kolay bir dergi,

’’Sluta röka’’. Bu dergi, 1 milyon

400 bin adet basılarak, ICA marketlerine,

eczanelere ve sağlık ocaklarına

dağıtılacak.

*100 ülkenin katıldığı Uluslararası ’’Quit

and Win 2004’’ yarışması ile ortaklaşa

bir ’’Bırak ve kazan’’ yarışması.

Yarışmanın amacı, dünya çapında 1 milyon sigara

tiryakisinin 2 Mayıs’ta sigarayı bırakarak en az 4

hafta boyunca, yani 29 Mayıs’a kadar sigara içmeden

durmaları. Yarışmaya 18 yaşını dolduran herkes

katılabilir. İsveç’teki yarışmaya katılan uluslarası

yarışmaya da katılmış sayılacak. Katılımcılara

değişik gezi ödülleri dağıtılacak. Yarışmaya www.

slutaochvinn.org adresinden katılınabilir.

*Kanal 4+’ta Nisan ayı ortalarında başlaması

düşünülen ’’Big Brother’’ tipi bir programında izleyiciler

kameraların karşısında sigara bırakan toplumun

değişik kesimlerinden 4-5 kişinin sigara bırakma

mücadelesini izleyecekler. 6 bölümlük bu dizi nikotin

ve sigara endüstrisi ile ilgili en son araştırmalarla

bitecek.

*Büyük bir akşam gazetesi, gazetenin halkla ilişkiler

kampanyasında ’’sigara bırakıyoruz’’ sloganını

kullanacak, aynı gazete web sayfasında sigarayı

bırakanlar klubü kurmayı da planlıyor.

*Kanser Fonu’nun sigarayı bırakma sayfası www.

cancerfonden.se/slutaroka geliştirilip daha ilgi çekici

hale getirilecek ve kampanya boyunca iyice göz

önünde olacak.

*Birden fazla radyo kanalıyla işbirliği yapılarak.

Sigarayı bırakma yolları hakkında dinleyicilere bilgi

verilecek. Yarışmalar yapılacak.

*Nisan ayı boyunca pek çok sendika ve işveren

organizasyonları üyelerine sigara bırakma konusunda

bilgilendirme toplantıları düzenleyecekler. İş yerinde

sigarayı bırakmak isteyen elemanlarına yardım

etmek isteyen işverenlere yardımcı olacaklar.

25


Dr. Hasan Üstün

İç Hastalıkları Uzmanı

DIABETES MELLITUS

Şeker

hastalığı

Şeker hastalığı olan hastalar hastalıklarını değişik

şekillerde ifade ederler. Kimisi şekerinin, kimisi

diyabetinin olduğunu söylerken, yaşlıların bir kısmı

da kendilerinde tatlı hastalığı olduğunu söyler.Şeker

hastalığı çok eskiden beri bilinen bir hastalık olmakla

birlikte bugün dahi nedeni tam olarak anlaşılamamıştır.

Dünyanın bazı bölgelerinde çok, bazı bölgelerinde de az

görülmektedir. Bugün için dünyada yaklaşık 160 milyon

olan şeker hastası sayısının 2020 yılında 220 milyon

olacağı tahmin edilmektedir. Avrupa ülkelerinde şeker

hastalığı her 100 kişiden 1 veya 2’sinde görülürken,

İsveç’te 3’ünde görülmektedir.

Şeker Hastalığının Tanımlanması

Normalde pankreastan kandaki şeker düzeyine göre

insulin adlı bir hormon salgılanır ve şekerin hücre içine

alınmasını sağlar.

Şeker hastalığı insulin salgılanmasında veya insulinin

etkisinde olan bozukluklar sonucunda gelişen kan şekeri

yüksekliği ile karakterize, metabolik bir hastalıktır. Uzun

süreli yüksek şeker düzeyi özellikle gözler, böbrekler,

sinirler, kalp ve kan damarları gibi bazı organlarda uzun

dönemde hasar, işlev bozukluğu ve yetmezliğe neden

olur.

Kanda şeker yüksekliğine bağlı olarak hastalarda idrara

fazla çıkma, çok susama, kilo kaybı, yutmada güçlük

ve görme bozukluğu gelişebilmektedir. Çocuklarda

büyüme bozukluğu görülebilir. Hastalarda genel olarak

enfeksiyonlara karşı bir yatkınlık gelişmekte ve yara

iyileşmesinde gecikme olmaktadır.

Bazı şeker hastalarında kan şekerinin çok yüksek olmasına

bağlı olarak şeker koması gelişebilmekte ve uygun tedavi

edilmezse ölümle sonuçlanabilmektedir.

Uzun dönemde ise görme kaybı, böbrek yetmezliği,

iyileşmeyen ayak yaralarına bağlı olarak ayak kesilmesi,

sinirlerin tutulmasına bağlı olarak his kaybı, idrar

tutamama, ishal gibi sorunlar ortaya çıkabilmektedir.

Şeker hastalarında kalp ve beyin damar hastalıkları

artmakta, hipertansiyon, kan lipid yüksekliği ve diş

hastalıkları da daha fazla görülmektedir.

Sınıflandırılması

Tip 1 ve tip 2 olmak üzere başlıca iki tip şeker hastalığı

vardır. Tip 1’de insulin üretimi kesin olarak azalmışken;

tip 2’de ise hücrelerin insuline olan yanıtı bozulmuş ve

insulin üretimi ise normal veya azalmıştır.

26

PRİZMA/14-15

Şeker Hastalığının Sebepleri

Tip1 şeker hastalığı insulin üreten pankreas hücrelerinin

vücudun bağışıklık sistemi tarafından yok edilmesi

sonucu gelişir. Hastalığın oluşmasında genetik faktörler,

bağışıklık sistemi ve çevresel faktörler rol oynamaktadır.

Son zamanlarda çevresel faktörler olarak özellikle bazı

virüslerin üzerinde durulmaktadır.

Tip 2 şeker hastalığında ailesel yatkınlık sözkonusudur.

Hastaların büyük çoğunluğu fazla kilolu olup hücrelerde

insuline karşı direnç vardır ve hücreler kandaki

şekeri yeterince alamadığından kanda şeker düzeyi

yükselmektedir.

Şeker Hastalığının Tedavisi

Günümüzde şeker hastalığı için tam bir iyileşme söz

konusu değildir. Uzun süreli bir hastalık olduğundan

tedavinin amacı hastanın yaşam standardının korunması

ve hastalığa bağlı olarak çıkacak olan problemlerin

önlenmesi veya en aza indirilmesidir. Tanı konulduktan

sonra zaman kaybedilmeden tedaviye başlanmalıdır.

Seçilecek tedavi hastalığın tipine göre değişiklik

göstermektedir.

Tip 1’de tedavi insulindir. Çeşitli insulin türleri bulunmakta

ve etki sürelerine göre değişiklik göstermektedirler. İnsulin

ciltaltı dokuya veya damar içine uygulanabilmektedir.

Ağızdan alınarak etkili olabilecek insulin konusunda

çalısmalar sürmektedir. Pankreas transplantasyonu ile tip

1 şeker hastalığının tedavisi ümit vadetmektedir.

Tip 2’de diyet, egzersiz ve yaşam şeklinin değiştirilmesi

çok önemlidir. Hastanın alacağı kalori azaldığında

hücrelerin insuline olan direnci azalmaktadır. Egzersizin

insulin direncini azalttığı, kan yağlarını düşürdüğü ve

kalp hastalıkları riskini azalttığı bilinmektedir. Tip 2’de

ağızdan alınan ve etkili olan çeşitli ilaçlar bulunmaktadır.

Ancak hastaların bir kısmında bir süre sonra ağızdan

alınan ilaçlar yeterli gelmez ve insulin kullanımı zorunlu

olabilir.

Şeker Hastalığının Önlenmesi

Tip 1 şeker hastalığının önlenmesinde bağışıklık sistemini

baskılayıcı ilaçlar kullanılmış, ancak olumlu sonuçlar

elde edilememiştir. Tip 2 şeker hastalığının oluşumunda

genetik faktörler, kilo fazlalığı ve obezite en önemli

etkenlerdir. Genetik yatkınlık olsa da diyet tedavisi ve

fiziksel aktivite arttırımı içeren bir programla yaşam

tarzı değiştirilerek fazla kilolardan kurtulup, tip 2 şeker

hastalığının önlenebileceği düşünülmektedir. Sahlgrenska

Üniversitesi Hastanesi’nden (Göteborg-İsveç) Dr.

Torgerson ve arkadaşlarının Diabetes Care dergisinin

Ocak ayı sayısında yayınlanan çalısmasında Orlistat

kullanımı ile tip 2 şeker hastalığı riskinin azaltabileceği

gösterilmiştir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse şeker hastalığı uzun

süreli bir hastalık olup kişinin kendi hayat tarzını yeniden

gözden geçirmesi ve şekil vermesini gerektirmektedir.

Başka bir deyişle kişi hayatını yeniden şekillendirme ve

düzenleme şansını yakalamaktadır.


VISBY

Hamdi Özyurt

ETKİNLİKLERİ

Yaz aylarında sanat, bilim ve

siyasette İsveç’in kalbinin vurduğu

yer olan Visby, giderek uluslararası

bir platform, bir buluşma yerine

dönüşüyor. Avrupa’nın, hatta

dünyanın her yerinden bilim

adamları, akademisyenler,

sanatçılar ve siyasetçilerin akınına

uğrayan güzel Gotland adasının

başşehri Visby’ye Türkiye’den de

gelenler oluyor. En son, geçtiğimiz

yaz aylarında Türkiye’den gelen

entelektüellerin katkı sunduğu iki

ayrı etkinlik gerçekleşti:

Visby’de geçtiğimiz yaz, sanat ve pedagoji konulu bir

seminer düzenlendi. Seminere Diyarbakır ve İstanbul’dan

genç sanat eğitmenleri katıldı. Grup liderliğini Serpil

Deniz, Leyla Sakpınar ve Sonja Tanrısever’in yaptığı

seminer için Türkiye’den gelen diğer isimler şunlar:

Tamer Aydın, Gökhan Deniz, Gazi Selçuk, Niyazi Selçuk,

Kazım Karakaya, Aydan Uludağ-Ekmekçiler, Eda Özlem

Sipahioğlu, Ulaş Çıbuk ve Özlem Karaaslan.

”Çocukların Sanatta Yaratıcılıkları konulu Sanat ve

Pedagoji Semineri” adını taşıyan bu projeyi oluşturan

İsveçliler; Gotlands Konstskola’nın eğitmenleri Helena

Andreeff ile Staffan Laurin ve Gotlands Konstskola’nın

rektörü Örjan Ringbom.

İsveç Enstitüsü tarafından desteklenen projenin

ekonomik külfetini İsveç Dış Yardım Kuruluşu (SIDA)

karşıladı. Projenin hedefi, çocuk sanat eğitimi veren

Türkiyeli ve İsveçli sanatçı ve pedagogların, deneyimlerini

birbirlerine aktararak çalışmaların verimini yükseltmek.

Projenin Türk ortağı, Sosoyal ve Kültürel Yaşamı

Güçlendirme Derneği; (SKYGD) savaş, deprem, göç gibi

toplumsal travmalar yaşamış bölgelerde, çeşitli sanat ve

üretim atölyeleri kuruyor ve etkinlikler organize ediyor.

SKYGD’nin sokakta çalışan çocuklara yönelik önemli

çalışmaları var. Bu dernek adına Türkiye’den projeyi

sahiplenen Sonja Tanrısever, Serpil Deniz, ve Leyla

Sakpınar’ın projeye önemli katkıları var. İsveç Tatbiki

Güzel Sanatlar Akademisi mezunu Sonja Tanrısever, 30

yıldır Türkiye’de yaşamakta.

Çocuk sanat eğitiminde nasıl daha yararlı olunur,

sorusuna yanıt arandığı seminere paralel, bir de resim

sergisi vardı. Resimler Gotland Kütüphanesi ve galeri

5’te sergilendi. Resimleri yapanlar, 5 ila 10 yaş arası

çocuklar. Bu çocuklar, seminere katılan on iki sanatçının

eğitiminden geçmekte. Bu sergi bir anlamda rövanş. 2001

yılında İsveçli çocukların, ”Vikingler” konulu resimleri

sergilenmişti İstanbul’da. Gotland’daki serginin konusu

ise ”Bizans”tı.

Bu seminerin ardından kısa bir süre sonra ise, Uluslararası

Halk Anlatıları Araştırmaları Derneği (International Folk

Narrative Research) tarafından,

“Halk Anlatılarında Ada” temalı bir konferans

düzenlendi.

Genç Türk akademisyeni

Dünyanın birçok yerinden onlarca halkbilimcinin

katıldığı konferansa Türkiye’den katılan tek isim, genç

akademisyen Hande Birkalan’dı.

Gotland üniversitesi’nin evsahiplik ettiği konferansta

Hande Birkalan, “Adayı Anlamak: Gökçeada’da Alan

Araştırması “ (Narra-ting the Island: Field-work in

Imbroz) başlıklı bir bildiri sundu.İngilizce yapılan

konuşma, salonu dolduranlar tarafından ilgi ile dinlendi.

Hande Birkalan’ın bildirisi, Gökçeada’da halen

yaşayan ve adadan ayrılan, ancak her yıl Ortodoks

festivali Panayır sebebiyle adayı ziyarete gelen Rumların

hayat hikayeleri üzerine, 2000 yılından beri sürdürdüğü

araştırmasının bir bölümünü içeriyordu

Hande Birkalan

İstanbul doğumlu.

Indiana Üniversitesi

Halkbilim Enstitüsü’nde

doktorasını tamamladı.

Indiana Üniversitesi

ve Mimar Sinan

Üniversitesi’nde

dersler verdi. 2000

yılından beri Yeditepe

Üniversitesi’nde

çalışıyor. İlgi alanları:

göç, etnisite, milliyetçilik,

sözlü tarih ve kadın

araştırmaları.

Halkbilim, antropoloji ve

edebiyat konularında

çalışmaları var.

PRİZMA/14-15 27


Öyküleriyle Türküler

Yaşar Özürküt

Yaşar Özürküt, 70 türküyü içeren

10 kitaplık ’Öyküleriyle Türküler’

Dizisinin 4.kitabını da Türk kültürüne

armağan etti.

Özürküt’ü türkülere ve türkü

öykülerine götüren yol, 1971 yılında

TRT Produktörü olarak Ankara

Radyosundaki görevinde başladı.

1987 yılında İsveç’te mülteciliğin

boğucu koşullarında yine türkülere

sığınmış ve ’’Türkülerin Dili’’ Araştırmacı yazar Rohat

adlı kitabını çıkararak türkülerin

kalıcılaşması için ilk adımı atmıştı.

Daha sonraki yıllarda ise TC. Kültür

Bakanlığının desteğiyle 10 kitaptan

oluşacak bir projeyi hayata geçirmeye

başladı.

Öyküleriyle Türküler’de Türk

Halk Müziğinin dev sesleri

ile türkülerin yaşanmış gerçek

öyküleri buluşuyor ve ortaya arşiv

resimleriyle, anılarla, söyleşilerin

nefis bir uslupla harmanlandığı

okumaya doyamayacağınız bir eser

çıkıyor. Üstelik de her bölümde yer

alan türküler halk müziğinin en güçlü

seslerinin yorumlarıyla bir cd’de

toplanmış olarak.

Fikret Oytam;’’...Yıllar yılı ’ah’dedim,

bu işi tastamam bilimsel olarak

bir şekilde biri yapsa, yitmesin o

canım türkülerin asılları....Dileğim

kabul görmüş ki o birisi çıktı, o

birisi dediğim; Yaşar Özürküt’tür.’’

derken İclal Akkaplan ;’’Öyküleriyle

Türküler kitabını okuyunca türkü

yorumlarım değişti. Mikrofona geçince

notadan önce, türküyü yaratan

olayı düşünüyor, yorumumu ona göre

yapıyorum. ’Öyküleriyle Türküler’

biz sanatçılar için çok yararlı. Öykü

bilinince türküyü daha içten, daha

duyarlı okuyor insan.’’ diyor.

28

PRİZMA/14-15

Şarktan her zaman

güneş doğmaz

Rohat Alakom

Apec Yayınevi

Alakom,

Orta Anadolu bölgesini gezerek bölgede

yaşayan Kürtler hakkında tarih

yoğunluklu incelemesi.

Alakom, ’’Orta Anadolu, İstanbul

ve İsveç’e yönelik Kürt göçü benim

için hep önemli olmuştur. Çevremize

baktığımızda insanlar sürekli göç etme

zorunluluğuyla karşı karşıya. İnsanlar

tedirgin ve huzursuz. Bir bakıma göç,

sürgün, iskan ve iltica sözcükleri

adeta Kürtlerin yazgısını simgeleyen

anahtar sözcükler haline dönüştüler.

Kitaplar arasında yaptığım yolculuklar

bu kez, gerçek seyahatlara dönüştü.

Orta Anadolu yöresine kısa geziler

yaptım. Bu geziler bölge Kürtlerini

daha da yakından tanımama yardımcı

oldu. Kitap, Orta Anadolu Kürtlerinin

sistmeli bir tarihi değildir.

Amacım onların tarihlerinde bazı

gezi yaparak, şimdiye kadar az

değinilen veya hiç değinilmeyen bazı

konuları okuyucuyla irdelemektir.

Orta Anadolu Kürtlerini değişik yönleriyle

işleyen bir monografiden çok

tarih yoğunluklu bir kitaptır bu.

itapta yirminin üzerinde eski

fotoğraf yer almaktadır. Bir çırpıda

bizi Orta Anadolu bozkırına götürecek

olan bu fotoğraflar vasıtasıyla

yöre Kürtlerinin başka bir çehresiyle

karşılaşacaksınız.

Tarihin izinde

Balkanlar ve ABD

Yusuf Küpeli

Öncü Kitap

Yüzlerce kaynaktan yararlanarak

kapsamlı bir Balkan ülkeleri

araştırmasını okuyucuların hizmetine

sunan araştırmacı yazar Yusuf Küpeli

Balkanlar’daki yıllar süren sorunun

kaynağını şu şekide açıklıyor: Her yöne

açılan yollar üzerindeki konumu

Balkanlar’ın kültürel zen-ginliklerinin

kaynağı olduğu kadar, yaşadığı

toplumsal tarihsel trajedilerin de asıl

nedenlerinden biridir. Avrupa’daki

tüm büyük güçler, Asya’nın, Doğu

Akdeniz’in, Afrika’nın, güney ve güneydoğudaki

sıcak denizlerin zenginliklerine

ulaşabilmek için Balkanlar

uğruna yüzyıllar süren kanlı bir savaş

yürütmüşlerdir.

Balkanlar’da hakimiyet, Akdeniz,

Kuzey Afrika, Kızıl Deniz ve

Hint Okyanusu’ndan geçen ticaret

yolları üzerindeki hakimiyetin

tamamlayıcısıdır.Yaşadığımız günlerde

bu olguya, enerji yolları üzerinde

kontrol sağlama kavgası eklenmiştir.

Balkan ülkeleri içinde sayılmayan

Girit’in ve Kıbrıs’ın kaderleri de

Balkanlar’ın kaderi ile sıkı sıkıya

bağlıdır. Tüm bunların ötesinde

Balkanlar’ın kendine özgü zenginlikleri

de vardır. Balkanlar’da 500

yıldan fazla süre kalan Türkler, problemsiz,

kavgasız tek bir gün dahi

geçirmemişlerdir. ’’Balkanlaşmak’’

deyimi, politik terminolojide

istikrarsızlaşmak sözcüğü ile eş

anlamlı kullanılmaya başlanmıştır.


Äntligen icke-rökare

Allen Carr

Storm förlag

En sonunda sigaranın zararları

konusunda ahkam kesmeyen, onun

yerine sigarasız bir hayatın güzelliklerine

odaklanan bir sigara

bırakma kitabı. Prizma’nın Stockholm

ziyareti sırasında görüştüğü

yazar, kendisinin de 30 yıl boyunca

günde 5 paket sigara içtiğini ve

sigaranın zararları konusundaki en

korkunç bilgilerin bile tiryakilerin bir

kulağından girip diğerinden çıktığını

çok iyi bildiğini, kendisinin sonunda

en basit gerçeği keşfederek bu illetten

kurtulduğunu söylüyor. Allen

Carr bu kitapla ve dünyanın pek çok

ülkesinde düzenlediği kurslarla sigara

tiryakiliğinin kökünü kazımayı

yaşam hedefi olarak belirlemiş.

Eğer sigarayı bırakmaya dair en

ufak bir niyetiniz varsa bu kitabı mutlaka

edinmelisiniz. Tütüne karşı mücadelenizde

size büyük yardımı olacak

bu kitabın bir özelliği de sigara

yerine ’’nikotin’’ gibi yardımcılara

hiç gerek olmadığını kanıtlaması.

Allen Carr, okuyucuya ’’nicoeretti’’

gibi yardımcılardan uzak durmanızı

önererek 204 sayfa boyunca beyninizi

yeniden programlamanıza ve sigarayı

kayıtlarınızdan çıkarmanıza yardımcı

oluyor.

Yazar, eğer sigarayı henüz bırakmadıysanız

kitabı sigaranızı rahat

rahat tüttürerek okumanızı ve ilerleyen

sayfalarda kendinizi hazır

hissettiğinizde yeni ve temiz bir

hayata ’’merhaba’’demenizi hararetle

öneriyor. Milyonlarca kişinin sigarayı

bırakmasına yardımcı olan bu kitabı

bir okuyun deriz biz.

Veronika bestämmer sig

för att dö

Paulo Coelho

Bazar förlag

Paulo Coelho’nun Simyacı isimli

mistik romanı 56 dile çevrilerek 156

ülkede 25 milyondan fazla baskı

yapmış ve aylarca en çok satanlar

listelerinin başında yer almıştı.

Coelho’nun, Simyacı’yı aratmayacak

güzellikteki yeni romanı ’’Veronika

ölmeye karar veriyor’’ da piyasaya

çıktığı her ülkede en çok satanlar listelerinin

başına kuruldu .Yazar, konusu

dışlanmışlık olan bu romanı kendisinin

gençliğinde bir süre kaldığı

akıl hastahanesi deneyimlerinden

yola çıkarak kaleme almış. Bu roman

da en az Simyacı kadar mistik

bir roman. 235 sayfa boyunca ölüm

düşünceleriyle haşır neşir olduğunuz

romanın sonuna geldiğinizde Simya

Du styr ditt liv

Jan Kallberg

Optimal förlag

Metro gazetesinin en çok okunan

sürekli makale yazarlarından Jan

Kallberg bu sefer de hayata dair

düşüncelerini kitaplaştırarak çıkıyor

okuyucularının karşısına.

Kallberg, piyasada son günlerde

sıkça gördüğümüz ’’iyi düşün iyi ol’’

türü kitapların gerçeklerden uzak ve

okuyanları sahte bir umut dünyasına

sürüklemesine tepki duyarak bu kitabı

kaleme almış. Amacı, okuyucularına

yeni bakış açıları kazandırmak,

onların düşüncelerine katalizör olmak

ve değişime teşvik etmek olduğunu

söyleyen yazar; ’’Bu kitap, 30 yıllık

hayat deneyimimin ve hayata bakış

açımın bir ürünüdür. Hayat o kadar

da karmaşık değil. İnsanların çoğu

hayatlarının nereye doğru gittiğini

düşünmüyorlar bile. Bu amaçsızlık

ve kendinden yabancılaşma bunalıma

yol açıyor.

Hayatınızın içeriğini hergün

yapacağınız seçimlerle kendiniz belirlersiniz.

Bunun için atacağınız ilk

adım, bir durup ne yaptığınıza bakmak

olabilir. Sonra da dünyanın neden

bu halde olduğunu sorabilirsiniz.

Hayatımızı içeriğini zenginleştirerek

yönetmek yerine düşünmeden,

anlıksal tepkilerle yaşıyoruz.

Günümüzde, modern toplum bireyleri

çok sağlıksız yaşıyorlar. Sürekli

bunalımdalar. Artık insaların kendi

hayatlarını gerçekten istedikleri gibi

yaşamak için çaba harcamalarının

zamanı geldi.Bu kitapta diğer kitaplardan

farklı olarak kesin ve ayağı

yere basan çözümlerle okuyucuya yol

göstermeye çalıştım.’’ diyor.

gerçekleşiyor ve okuyucu hayatın

anlamını, güzelliğini ve yaşanılırlığını

çok kesin bir şekilde idrak ediyor.

Roman Veronika isimli dünyasal

herşeye sahip genç ve güzel bir Slovak

kızın yaşamayı çok anlamsız

bularak ölmeye karar vermesi ve

intiharıyla başlar. Ölmeyi beceremeyen

Veronika akıl hastanesinde bakıma

alınır, orada bir yandan yeniden yeni

ölme girişimlerinde bulunup ölümü

sorguladığı sırada karşısına toplumsal

değerlerle uzlaşamadığı için akıl

hastahanesine kapanan şizofren bir

gençle derin bir arkadaşlık kurar..

Coelho sihirli kalemiyle bir yandan

ölümü yaşamaya dönüştürmeyi

başarırken, diğer yandan da toplumsal

değerleri, psikaytriyi, büyüteç

altına alır ve enine boyuna sorguluyor

ve toplumsal normları alt üst ediyor.

PRİZMA/14-15 29


.kısa...kısa...kısa....kısa...kıs

30

Müsteşar

İsveç’in

’’rock star’’

yarışmasına

katılıyor

Büyükelçilik Müsteşarı Osman

Olcay’ın Stockholm’de kurduğu

İsveçli ve Finli müzisyenlerden

oluşan rock grubu işleri ilerletti.

Grup, yeni kurulan müzik gruplarını

müzik piyasasına tanıtmak amacıyla

kurulan EMERGENZA yarışmasına

katılıyor.

Emergenza Avrupa’da sekiz ülke

ile ABD ve Kanada’da yarışmalar

düzenlemek suretiyle önce her ülkede

bir finalist grup bulmayı ve daha

sonra bu finalistler arasında bir süper

grup bulmayı hedefliyor.

Bu yıl, İsveç’te Stockholm, Malmö

ve Göteborg’de ayrı ayrı yarışmalar

düzenleniyor. Yarışmaların birincileri

arasında yapılacak son bir yarışmayla

da İsveç grup birincisi belirlenecek.

Elçiliğin web sayfası

Şu anda yapım aşamasında olan

T.C. Stockholm Büyükelçiliğinin yeni

web sayfası yakında vatandaşların

hizmetine girecek www.turkemb.se

Göçmen gazetecilere İsveççe

düzelti yardımı

İsveç Gazeteciler Sendikası Serbest

Gazeteciler Klubü İsveççe yazma

zorluğu çeken göçmen gazetecilere

bir pilot proje çerçevesinde ücretsiz

düzelti yardımı yapmaya karar verdi.

Yaza kadar sürecek olan proje başarılı

olursa kalıcı hale getirilecek.

Ayrıntılı bilgi için aşağıdaki isimlere

başvurabilirsiniz:

Katarina Bjärval: 08-30 51 81

katarina.bjarval@telia.com

Dilek Yaras: 08-18 40 69

dilekyaras@chello.se

Türk İşçi Dernekleri

Federasyonu bölündü

İsveç Türk İşçi Dernekleri Federasyonunun

(İTDF) yayın organı Yeni

Birlik’te açıklandığı üzere, başta

Göteborg ve Malmö olmak üzere 9

şehirden 20 dernek bir araya gelerek

İsveç-Türk Federasyonu adı altında

yeni bir federasyon kurdular. Türk

Gençlik Federasyonu eski başkanı

Ahmet Önal oy birliği ile yeni federasyonun

başkanı seçildi.

İsveç-Türk Federasyonu kurucuları,

İTDF ihtiyacı karşılayamadığı için

yeni bir federasyon kurma gereği

duyduklarını söylüyorlar. Ahmet

Önal, amaçlarının İsveç’te güçlü,

etkili ve kalıcı bir Türk toplumu

oluşturmak olduğunu belirtirken,

Türk İşçi Dernekleri Federasyonu

Osman Özkanat bu yeni oluşuma

çok sıcak bakmadığını ima ederek

Yeni Birlik’in redaktörü Abdullah

Gürgün’e ’’Yeni oluşum dedikleri

federasyonun başkanı, Gençlik Federasyonunun

sekiz yıl başkanlığını

yapan ve daha düne kadar da bizim

örgütümüzün sekreteri olan Ahmet

Önal. Kendisi, Gençlik Federasyonunun

kurultayına ekonomik raporu

sunup aklanmadı. Yeni federasyonun

diğer bir öncüsü Mazhar Göker ise

Rinkeby Türk Kültür Derneğinin

başkanı olduğu dönemde derneğin

projelerini kendi adına özelleştirip

zimmetine geçiren biri. İnsanoğlu

nasıl da birbirini buluyor.’’ şeklinde

zehir zemberek açıklamalarda bulunuyor.

Özkanat; yeni federasyonun kuruluş

yöntemini de eleştirerek; İsveç’te

beş kişinin bir araya gelerek dernek

kurabileceğini bu yeni federas-yonun

Ahmet Önal tarafından

İsveç kurumlarını tatmin için sa-

Osman Özkanat

PRİZMA/14-15

Ahmet Önal

dece kağıtta olan ama gerçekte olmayan

derneklerden oluştuğunu

vurgularken, Gençlik Federasyonu

tarafından Ahmet Önal’a verilen 250

bin kronun da savcılığın araştırdığı

bir konu olarak yeni federasyonun

karşısına çıkacağını söylüyor ve ’’Bu

arkadaşlarımız kendi kurultaylarında

aklandıktan sonra yeni program önerileri

varsa bize gelip aday olabilirlerdi.

Bu olanak varken, zaten sınırlı

olanakları olan İsveç’teki Türk toplumunu

bölüp yoracak, sadece kendilerine

alan açabilecek faaliyetlere girmeleri

yazıktır.’’ diyor.

Resim sergisi

Hasan Erdemir

Stockholmlü ressam Hasan Erdemir

ile Türkiye’den gelen konuk ressam

Selim Karadana’nın resimleri bu yılın

başında Galeri Riddaren’de sergilendi.

Avrupa’da 944 bin

Türkiye kökenli hane

TürkiyeAraştırmalar

M e r k e z i D i r e k t ö r ü

Prof. Dr. Faruk Şen,

Av r u p a ’ d a y a ş a y a n

Türklerin hane verilerini

açıkladı: 3 milyon

767 bin Türk kökenlinin

yaşadığı Avrupa’da, toplam

944 bin Türk kökenli

hane bulunuyor. Türk hanelerinin

sahip olduğu apartman dairesi

veya daire şekilindeki konut sayısı ise

180 bin. Şen, AB’li Türklerin 180 bin

konuta sahip olduklarını belirterek,

toplam tasarruf hacminin de 2002 yılı

sonu itibariyle 4,5 milyar Euro’ya

ulaştığını vurguladı ve Türklerin

yıllık 23,6 milyar Euro’luk yıllık

toplam net gelirlerinin 19,1 milyar

Euro’luk bölümünü geçim ve tüketim

için harcarken, eskiye oranla gelirlerinin

çok daha küçük bir bölümünü

tasarruf ettiklerini söyledi.

Faruk Şen


İsveç artık eski İsveç değil

Ben önceki sayılarınızda röportajını

yayınladığınız Gülderen Sonsuz

Hanım’ın ’’Buzdan Hayaller’’ kitabını

okudum.

Bir bölümde İsveç’te herşeyin güllük

gülistanlık olduğunu yazıyor. Ama artık öyle değil. İsveç’e

1960’larda gelenler çok zorluklar çektiler. O zamanlar ev

sıkınıtısı çoktu ve dil sıkıntısı da vardı.

Ama 1970 ve 1980’lerde gelenler İsveç’in altın devrini

yaşamışlar, İsveç o zamanlar güllük gülistanlıktı.

Gülderen Hanım herhalde seksenlerdeki Olof Palme

döneminde yaşıyor halen. O sayfalar artık kapandı.

Günümüzde artık herşey aslanın ağzında. Ben, seksenleri

yetmişleri yaşamadım ama o yılları yaşamış insanlarla

çok konuştum.

1990’dan sonra İsveç’te sanki herşey yüz seksen derece

döndü. Bu gerçeği biz 90’lı yıllarda gelenler yaşıyoruz.

O yüzden İsveç’in iyi zamanında gelmiş insanların ordan

burdan ahkam kesmelerine çok sinirleniyorum.

Adamlar İsveç’te yaşıyorlar ama İsveç’te ne oluyor ne

bitiyor haberleri yok. İsveç’in başbakanının ismini bilebilmeyen

insanlarımız var bizim.

Ama çok bilmiş olanlar, çok iş varmış da İsveç’te, biz

çalışmak istemiyormuşuz gibi yansıtıyor. Keşke bunlar

doğru olsaydı.

Ben Türkiye’den 1994 yılında geldim İsveç’e. O zamandan

beri burada yaşadıklarım inanın bir roman sanki.

Türkiye’den lise mezunuyum, burada da Komvux’da

okudum. Yeterli İsveççem var. İsveç politikasıyla ve

güncel hayatatta olan herşeyle çok ilgileniyorum. Ama biz

90’larda gelenler için iş piyasası çok zor. Temizlik işine

başvuruyorsun, deneyim istiyorlar. Ayrıca sözleşmeyi de

sadece ’’vikariat’’ yapıyorlar. İş veren en ufak bir yanlışta

en çabuk seni çıkarıyor. Bir hafta içinde işi bitiriyorsun.

Şimdi iş mülakatları bir kez değil, üç kez yapılıyor.

Bütün işlerde deneyim istiyorlar. Sanki insanlar anasının

karnında öğreniyorlar deneyimi. İsveç artık eski İsveç

değil. Bu yazımı yayınlarsanız çok sevinirim. Murat S.

Gülderen Sonsuz’un yanıtı: Ben kendim de 90’lı yıllarda

geldim. Doğal olarak bu zorluklardan ben de etkilendim

ama, İsveç’in ekonomik yapısını öykülerin içine sokmayı

düşünmedim. O tamamen ayrı bir araştırma konusudur.

Buzdan Hayaller ise bir öykü kitabıdır.

Yuva kurmak istiyorum

Merhaba Bayanlar. Ben 42 yaşında1.65cm

65 kg ölçülerinde. Şimdiye kadar

şanssızlıklardan dolayı evlenememiş

ve yalnız yaşayan bekar bir erkeğim.

Antalya’nın ilçesinde doğdum. Çok ufak

yaştayken annem öldü. Babam ikinci karıyla evlendi.

Babam, bana bakmadı ve beni annemin babasının ve

annesinin yanına gönderdi. Ben onların yanında öksüz

ve yoksul büyüdüm. Üç sene önce de babam öldü. İşte

hayat budur. Annesi babası olmayanın hiç kimsesi olmaz.

Akrabalarım var ama hepsi Türkiye’deler. İsveç’te

hiç akrabam yok. Haydi bayanlar bana sahip çıkın evlenelim.

Gözyaşlarım durmuyor. Kuşların bile yuvası var

benim yok. Benim yuvam neden olmasın? Ciddi olarak

evlenmek isteyen ve mutluluğu yuvasında arayan bir

bayanla evlenmek istiyorum. Bana yazın oldu mu?

Seyid

Bu ilana yanıtınızı; ’’Prizma’’ Box 44067,

100 73 Stockholm adresine yollayabilirsiniz.

Kalıcı ol

Zulmü devir, nefsi devir, çam devirme

Okumaktan zarar gelmez, oku ama cennet okuma

Rakibini geç, ama gülüp geçme.

Günlerini say, büyüklerini say, ama yerinde sayma

Ev al, araba al, gönül al, beddua alma.

Güçlü ol, atik ol, pratik ol, dönek olma!

Paranı ver, selam ver, canını ver, sırrını verme.

Elini aç, kapını aç, gözünü aç, ağzını açma.

Davet et, afet, tövbe et, ihanet etme.

Doğrul, devril ama eğrilme.

Hedefe koş, barışa koş, yardıma koş

Allah’a ortak koşma.

Satıcı ol, alıcı ol, bulucu ol, kırıcı olma.

Eşini beğen, işini beğen, kendini beğenme.

Yaklaş, konuş, tanış ama uzaklaşma.

Emek ver, kulak ver, bilgi ver

ama hiçbir zaman baş verme.

Abraham Hasan Demir

Nişan, düğün, diploma töreni gibi

özel günlerinizde profesyonel

makyaj için arayın

Melek Özberk

Makeup Artist

070-819 34 30

melekmakeup@hotmail.com

İlan satış elemanı aranıyor!

Prizma kendi alanında İsveç‛in en büyük ve

prestijli dergisidir. Sosyal ilişkiler sizin

alanınızsa, girgin bir yapıya sahipseniz ve

dergimizin ilan servisinde

çalışmak isterseniz bizi arayın.

08-18 40 69

PRİZMA

PRİZMA/14-15 31


Interkulturell

PRIZMA

Box 44067, 100 73 Stockholm

Begränsad eftersändning. Vid definitivt

eftersändning återsänds försändelsen

med den nya adressen på baksidan.

B

postidning

Sveriges enda samhällsmagasin på turkiska

Du som vill nå

de turkisktalande

hemmen gör det

genom Prizma

Ring eller mejla oss!

Tel: 08-18 40 69

prizma@chello.se

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!