You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Seni uykuda bırakıp terk ettiğim o gece… Nasıl da coşkulu, nasıl da heyecanlı ve kendinden
emindi bu zavallı Don Kişot, bu yeni Simyacı, bu çocuk Sinbat; merhaba diyordu yeni
maceralara, uzak diyarlara, rüzgârlı kıyılara, yeni hayata! Sen, Rehn kıyısındaki küçük
tepemizde, asmalar arasından yarısı görünen o iki katlı beyaz evimizde uyandığında, ben
Gordion’un taşlı yollarında yürüyordum pabuçsuz, yalınayak ve tek başıma. Sen
yokluğumun farkına varıp benim için ilk kez telaşlandığında, ben Midas’ın mezarında
ağlıyordum sana. Konia ovasından süzülüp Kapadokya gölgeliklerinde dinleniyordum, sen
de benim için ilk ağladığında… Oysa ağlamak niye? İkimiz de, insan yüreğinin sesini
dinlemeli ve “yüreğinin götürdüğü yere git” meli diyorduk ya!
Biliyorsun Anadolu (senin Küçük Asya’n) gençlik günlerimizden beri ortak tutkumuzdu.
Orada tanışıp orada yaşamıştık sevdamızı, o sonbahar ikliminin tarih kokulu coğrafyasında.
İlk ayrılık gecesinde, çoktandır özlediği bir özgürlüğü yaşadı hoyrat Yürek: Selime’de, dere
boyu söğütleri altında yan yana görünen ama birbirinden fersah fersah uzaktaki iki yıldıza
bakıp bizi düşündü. Anadolu’nun çok sesli melodisi içinde eski çağları, eski uygarlıkları
düşleyerek uyudu kaldı… Rüyasında, Hitit savaş arabaları arasında koşuyordu Yürek;
Hattuşa’dan gelmişti Kadeş’e, Firavun hazinelerini yağmalıyordu! Tutan-kamun, binlerce
işçi çalıştırarak benzersiz büyüklükte bir mezar yaptırıyordu kendisine ve mumyasına
konulmak üzere hoş kokulu bitkiler topluyordu Kadeş düzlüğünden! Ra, yeniden güç
kazanacağı çocuk bedenleri arıyordu kendisine ve önünden geçenlerin hiçbirini
beğenmiyordu! Üstleri çıplak, esmer, püskül saçlı kadınlar, Nil kıyısındaki papirüsleri kesip
yığıyordu tarlalara. Daha neler neler… Sevgili Helen, yolculuğuma ait daha bir yığın şeyi
anlatmak isterdim sana, belki başka baharlara…
Tam üç ay Küçük Asya’da gezindim durdum. Nerelere gitmedim, hangi yollarda yürümedim,
hangi dağı aşıp hangi nehri geçmedim ki… Kilikya’ya indim bir akşam, Toroslar’ı aşıp
oğlumuzun doğduğu eve gittim. Son depremde yıkılmış, çökmüş… Eski kalasların arasında
oturup baktım çevreye, bizi çoktan unutan yıkık duvarlarda izler aradım, mutlu
günlerimizden kalma çocuk izleri… Bir başka akşam Anavarza kayalarına çıktım, ovaya
baktım. Kral kızının çığlıklarını duydum yine; surlardan aşağı kendini atan kızın öyküsünü
bekçi anlattı, ben hatırladım: “Bu yüksek kayalardan bakıyordu kız, ovadan kente su
getirmek için yarışan Kozan ve Misis krallarının çocuklarına. Misis kralının oğlu yarışı
kazanacakken, kız bırakıverdi kendini bu yüksekten düz ovaya. Kozan kralının oğlunda
kalmıştı çünkü kızın yüreği…”
Bekçi su dökünce canlanıverdi yine mozaikte iki oğlan ve ortadaki iri gözlü, ırmak saçlı kız;
baktılar bana su kuruyuncaya zaman. Bir de arada karayılan… Yılankale’de uyurdu koca
Şahmeran, Tarsus hamamında kalmıştı kanı. Misis’teki köprüde ölümsüzlük reçetesini
uçururken elinden Lokman, Kleopatra geçiyordu büyük kemerler altından Tarsus’taki
kapıdan. Toprakkale’nin eşsiz gün batımı çukur ovada uzanırken, İssos’ta İskender,
Darius’u bozguna uğratıyordu beyaz atında. Eski kemerlerden hala sular akıyor, zakkumlar
Gâvur Dağları’nı süslüyordu… Bir türkünün dizeleri için sırf, Kozan Dağı’na tırmanıyordu
Yürek. Memed mein Falke’i tanıyan köylüler, beni tanımıyordu. Cennet’te bir yudum su,
Cehennem’de bir parça taş olup Ashab-ı Kehf’te uyuyordum. Efes, eski Efes değildi, kralların
yolu Sardis’te başlamıyordu artık. Ve zaman Göksu’da akmıyordu suyunda boğduğu kraldan
bu yana. Ömürler bitiyor yollar hiç bitmiyordu Küçük Asya’da…